12 Mart 1971’den Portreler - 1 [6 ed.]
 9754310297 [PDF]

  • Commentary
  • Evrensel Kitaplık
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...

Table of contents :
İÇİNDEKİLER

Kitaptaki Kısaltmalar
Yeni Bir Baskı Üzerine
Kitap Üzerine
HANGİ GELENEĞİN UZANTILARIYIZ
12 MART 1971'DEN BAZI ANILAR
12 Mart 197l' i Karşılarken
12 Mart 1971, SBF'de Bazı Konuşmalar
İşçi Kentinden Ayrılıyoruz
Saklandığım Kentten Ayrılış
İkinci Bir Kente Geliş
Yakalanışım
Emniyete Getiriliş
Harbiye Kışlası
"Kader Arkadaşım" İmdat
Askeri Savcılık Karşısında
Cezaevi
Cezaevindeki Komünler
Askerî İnfaz Kanunu'nun Uygulanması
Cezaevinden İşkenceye Götürülenler
Yabancı Basın Heyetlerinin Ziyaretleri
12 MART 1971'DEN PORTRELER
BASRİ DEDE
ŞEVKİ ERENCAN
MAHİR CAYAN
ULAŞ BARDAKÇI
ZİYA YILMAZ
CİHAN ALPTEKİN
ÖMER AYNA'
İLHAN SELÇUK
ŞİAR YALÇIN
VEDAT GÜNYOL
SABAHATTİN EYÜBOĞLU
ÇETİN ALTAN
NİHAT SARGIN
İRFAN SOLMAZER
ÇETİN ÖZEK
ŞADİ ALKILIÇ
AYDIN ENGİN
OSMAN SAFFET AROLAT
TANJU CILIZOĞLU
SARPKURAY
TANER KUTLAY
İRFAN UÇAR
BİLAL YEŞİLYURT
MUSTAFA BAYKARA
İSA RUHİ GÖBÜT
YILMAZ GÜNEY
ÖMER ERİM SÜERKAN
MURAT BELGE
KAMİL DEDE
NECMİ DEMİR
ZERRUH VAKIFAHMETOĞLU
BOZKURT NUHOĞLU
NAHİT TÖREN
ERTUĞRUL KÜRKÇÜ
TALAT TURHAN
RAFET KAPLANGI
MEHMET GENÇOĞLU
ORHAN AYDURMUŞ
ÇAMLICALI HAYDAR
Av. FAİK MUZAFFER AMAÇ

Citation preview

SIRRI ÖZTÜRK •



.



12 MART 1971'DEN PORTRELER 1



Sorun Y a y ı n l a r ı







Birinci Baskı İkinci Baskı Üçüncü Baskı Dördüncü Baskı Beşinci Baskı Altıncı Baskı



: Şubat 1993 : Ocak 1994 : Şubat 1995 : Haziran 1996 : Mart 1997 : Şubat 1999



© Yayın Hakkı: Sorun Yayınları Baskı: Kurt i 5 Matbaacılık ISBN 975-431-028-9 (Tk. No:) ISBN 975-431-029-7 (I. Cilt)



SIRRI ÖZTÜRK



12 M A R T 1971'DEN PORTRELER I



'. Soran Yayınları Sırrı



Öztürk



A k b ı y ı k Değirmeni Sok. N o : 33/A Sultanahmet - E m i n ö n ü - İstanbul Tet0212.638 81 82 Fax:0212.638 81 72 Beyazıt V. D . 25541033508



Sorun Yayınları Baş Musahip Sokak No: 3/2 CağaloğIu-İstanbul-34410 Tel.: (0212) 511 08 29 Fax.: (0 212)519 05 60



Türkiye' nin Ulusal ve Sosyal Kurtuluş Mücadelesinde direnen ve yaşamını yoğa sayan Devrimci ve Sosyalist Kadro'ların onurlu anısına... 7



Yazarın Yayınlanmış



Kitapları:



1. İŞÇİ SINIFI-SENDİKALAR VE 15-16 HAZİRAN-1976 Olaylar/Nedenleri/Davalar/Belgeler/Anılar/Yoramlar. 2. OPORTÜNİZM YARGILANIYOR-1980 3. İLERİCİ YAYINCILIĞIMIZIN SORUMLULUĞU-1985 4. PARTİLEŞME SORUNU 1-1986 5. PARTİLEŞME SORUNU 11-1987 6. PARTİLEŞME SORUNU III-1988 7. 15-16 HAZİRAN-DİRENİŞİN ANILARI-1990 8. GECİKMİŞ BİR HESAPLAŞMA-1992 9. SOSYALİZMİN SORUNLARI ÜZERİNE AÇILIM TARTIŞMALARI (Anonim)-1992 10. DİSK "ÖREN TEZLERİ" VE SOSYALİST TAVIR (Anonim)-1992 11. 12 MART 1971'DEN PORTRELER 1-1993-1999 12. 12 MART 1971'DEN PORTRELER 11-1994 13. 12 MART 1971'DEN PORTRELER IIII-1997 14. " T E R Ö R İ S T İ N GÜNLÜĞÜ-1995 15. 1995 MİLLETVEKİLİ "SEÇİM"LERİNDE MARKSİST SOLUN TAVRI-1995 16. "SEÇİM HESAPLAŞMASININ MARKSİST YORUMU-1995 17. What is This Party? ÖDP vb, ÜZERİNE-1996 (Orhan Gökdemir-Sırrı Qzturk) 18. GELENEKTEN GELECEĞE 15-16 HAZİRAN-1996 19. DENEY VE BELGELER ARASINDA MARKSİST SOLUN KRİZİ-1996 20. DURUM-KUŞATMA-SATAŞMA-ELEŞTİRİ ÜSTÜNE POLEMİKLER-1998 (Ali Ozdoğu-Sırrı Oztürk) 21. HANGİ "HUKUK"? (Ali Özdoğu-Sırrı Öztürk)-199& 22. HANGİ "RESTORASYON"? HANGİ "KOMÜNİST PARTİ"?-1998 23. HANGİ "BİRLİK"? PARTİLEŞME MÜCADELESİNİN NERESİNDEYİZ? KOMÜNİSTLERİN BİRLİĞİ-1998



8



İÇİNDEKİLER



Kitaptaki Kısaltmalar Yeni Bir Baskı Üzerine Kitap Üzerine HANGİ GELENEĞİN UZANTILARIYIZ 12 MART 1971'DEN BAZI ANILAR 12 Mart 197l'i Karşılarken 12 Mart 1971, SBF'de Bazı Konuşmalar İşçi Kentinden Ayrılıyoruz Saklandığım Kentten Ayrılış İkinci Bir Kente Geliş Yakalanışım Emniyete Getiriliş Harbiye Kışlası "Kader Arkadaşım" İmdat Askeri Savcılık Karşısında Cezaevi Cezaevindeki Komünler Askerî İnfaz Kanunu'nun Uygulanması Cezaevinden İşkenceye Götürülenler Yabancı Basın Heyetlerinin Ziyaretleri 12 MART 1971'DEN PORTRELER BASRİ DEDE ŞEVKİ ERENCAN MAHİR CAYAN ULAŞ BARDAKÇI ZİYA YILMAZ



CİHAN ALPTEKİN ÖMER AYNA' İLHAN SELÇUK ŞİAR YALÇIN VEDAT GÜNYOL SABAHATTİN EYÜBOĞLU ÇETİN ALTAN NİHAT SARGIN İRFAN SOLMAZER ÇETİN ÖZEK ŞADİ ALKILIÇ AYDIN ENGİN OSMAN SAFFET AROLAT TANJU CILIZOĞLU SARPKURAY TANER KUTLAY İRFAN UÇAR BİLAL YEŞİLYURT MUSTAFA BAYKARA İSA RUHİ GÖBÜT YILMAZ GÜNEY ÖMER ERİM SÜERKAN MURAT BELGE KAMİL DEDE NECMİ DEMİR ZERRUH VAKIFAHMETOĞLU BOZKURT NUHOĞLU NAHİT TÖREN ERTUĞRUL KÜRKÇÜ TALAT TURHAN RAFET KAPLANGI MEHMET GENÇOĞLU ORHAN AYDURMUŞ ÇAMLICALI HAYDAR Av. FAİK MUZAFFER AMAÇ



10



KİTAPTAKİ KISALTMALAR



TİP DPP PDK MDD SD İPSD YİS DDD DİSK TKP "TKP" YTP CHP GP AP DP CIA SGÖ DDKO TÖS DÖB FKF TDGF ASD PDA TMTF TMGT



Türkiye İşçi Partisi Devrimci Proletarya Partisi Proleter Devrimci Kurultay Millî Demokratik Devrim Sosyalist Devrim İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği Yapı İşçileri Sendikası Demokratik Devrim Derneği Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Tarihi TKP Türkiye Komünist Partisi (Harici-Büro) Yeni Türkiye Partisi Cumhuriyet Halk Partisi Güven Partisi Adalet Partisi Demokrat Parti Amerikan Merkezî Haberalma Teşkilatı Sosyalist Gençlik Örgütü Doğu Devrimci Kültür Ocakları Türkiye Öğretmenler Sendikası Devrimci Öğrenci Birliği Fikir Kulüpleri Federasyonu Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) Aydınlık Sosyalist Dergi Proleter Devrimci Aydınlık Dergisi Türkiye Millî Talebe Federasyonu Türkiye Millî Gençlik Teşkilatı



11



Dev-Güç KDİKB THKO THKP-C TİİKP TKP-ML SBF ODTÜ İTÜ DGSA AYÖKD İYÖKD MBK DGM MEB TSİP TSP TSEKP SADA TÜTED İMO GSB TÖB-DER DHD TÖDMF İGD İKD VP TEP TYS İSP KP SB



12



Devrimci Güçbirliği Kocaeli Devrimci İşçi-Köylü Birliği Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi -Cephesi Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist Siyasal Bilgiler Fakültesi Ortadoğu Teknik Üniversitesi İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Ankara Yüksek Öğrenim Kültür Derneği İstanbul Yüksek Öğrenim Kültür Derneği Millî Birlik Komitesi (27 Mayıs 1960) Devlet Güvenlik Mahkemeleri Milli Eğitim Bakanlığı Türkiye Sosyalist İşçi Partisi Türkiye Sosyalist Partisi Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi Sendikalar Arası Dayanışma Konseyi Tüm Teknik Elemanlar Derneği İnşaat Mühendisleri Odası Genç Sosyalistler Birliği Tüm Öğretmenler Birlik ve Dayanışma Derneği Demokratik Halk Devrimi Türkiye Öğrenci Dernekleri Millî Federasyonu İlerici Gençler Derneği İlerici Kadınlar Derneği Vatan Partisi Türkiye Emekçi Partisi Türkiye Yazarlar Sendikası İşçi Sınıfı Partisi Komünist Parti Sovyetler Birliği



Y E N İ BİR B A S K I Ü Z E R İ N E



12 Mart 1971 Askerî faşist darbesi: İşçi sınıfının kendisi için sı­ nıf olma mücadelesinde ayağa kalkıp öne çıktığı, işçi sınıfı v e sos­ yalizm adına ahkâm kesenlerle burjuva ideolojisi ve revizyonizmi karşıya aldığı, 15-16 Haziran Harekâtı'na karşı, burjuvazinin bir "öç alma" anlamına da geliyordu. Aynı zamanda " 1 2 Mart 1 9 7 1 " mode­ liyle saldırıya geçen sermaye sınıfının, işçi sınıfı hareketiyle sosya­ list hareketin kimi kazammlannı geri alması demek oluyordu. "12 Mart Rejimf'nin, hakim sınıfların işçi sınıfı v e emekçilere karşı sürdürdüğü "örtülü savaş"m "açık" hale dönüştürülmesi ve TC. Devletinin tekelci militarist-polis devleti kimliğinin iyice açığa vurulduğunun ilan ve tescili anlamına da geliyordu. Finans oligarşisi artık " 1 2 M a r t Rejimi" sayesinde devlet tekelci kapitalizminin avanta ve yağmasında daha "rahat" hareket edebile­ cekti.. Sistemin çıkarlarını koruyan sağlı "sol"lu burjuva partileri, giz­ li, açık ve yan-açık bütün örgütleriyle, ezilen ve sömürülen emekçi halklarımızı daha da soyup soğana çevirebilir, baskı ve devlet terö­ rünü daha da tırmandırabilirdi... Kaba güce başvurmada çok yetenekli T C . Devleti, artık Kontrgerilla, ve "çete'Terini yeniden örgütleyebilirdi... İşçi, emekçi, gençlik, aydın, asker-sivil bürokrat vb. kesimlerden gelen devrimci talep ve kalkışmaları tasfiye edebilirdi... İşçi sınıfı ve sosyalizm adına,sekter, inkarcı, fanatik ve maskeli ajanlarını öne çıkarıp halk düşmanı kimlikleriyle şoven ve sosyalşoven eğilimleri daha kolay manipüle edebilirdi... İşçi sınıfının sendikal ve siyasal alandaki birliğine giden süreçte 13



sendikalar işlevsizleştirilebilinir, sosyal muhalefetin tek bir yet,j buluşup bütünleşmesi davası kundaklanabilirdi. İşçi sınıfının bilimle buluşmasını engellemek-politikasızlaştırnı^ emekçi halkımızı politika dışında tutmak daha da kolaylaşabilirdi. Maddi-manevi çürümenin giderek boy verdiği, krizin bir t ü ^ aşılamadığı, sistemin gerici reform dahi yapamadığı şartlarda, sınıfının özörgütü PARTİ'nin oluşturulması eylemi bir süre baltalanabilirdi... Örgütsüzlüğün yaygınlaştırıldığı bir ortamda, ü n i v e r s i t e l e r d e "bilimden y a n a " aydınlan tasfiye ederek, "entelektüel dürüstlüğü bilim namusu" kalmamış öğretim üyeleriyle ilerici gençliğimizi ^ lim ve akıl dışı badanalarla daha çok afyonlayıp uyutabilirdi... Kapitalist-emperyalizmin yoz ve kozmopolit "kültürü"yle uy^j ve sisteme baş kaldırmayan bir "yeni nesil" yetiştirilebilinirdi... Göç, göçe zorlama, asimilasyon politikası v e kültürsüz, dil^ tarihsiz, geleneksiz bir toplum yaratma projesiyle insanımız d a h a ^ yabancılaştmlabilirdi. Siyasal-ekonomik kriz dönemlerinde "îç savaş"ın getirdiği t ^ rant kârlanyla burjuvazimiz daha da palazlanabilinirdi. Kapitalist-emperyalist hegemonlar ile onların yerli uzantıları _ lana açık "cennet bir memleket" yaratabilirdi... İşte portreler, bu sürecin öteki yüzünü açığa vurmak v e kavga _ mek için kaleme alınmıştır. e



1



V e



z



ta



et



*** 12 Mart 1971'den Portreler'in I. Cildi, Şubat 1993'de y a y ı n l ^ dı; bu baskısıyla birlikte, 6. Baskı'ya ulaştı. Halen Portreler'in j j Cildi 4. ve III. Cildi ise 2. Baskı aşamasındadır. Kitabın I. Cildinin daha fazla baskı yapması, ve Portreler'in yük bir ilgi görmesinin pekçok sebebi vardır. Bunlar arasında; j. ^ Konu üzerinde yazılmış ilk ve kapsamlı kitap oluşu, 2.) Konu, o\ y ve olguların küçükburjuvaca kariyer, tiraj, sansasyon v b . gerekç _ lerle değil, PARTİ ve Partileşme Sorunu'mın nasıl hayatî bir k Q olduğunu her vurguda öne çıkarması, 3.) 12 Mart 1971 sürecini şılamaya çalışan örgüt ve siyasî tutsakların daha fazla sayılarda a j şu ve bir arada bulunması, 4.) Dava dosyalarının daha çok İ s t a n ^ j Sıkıyönetim Mahkemeleriyle ilgili "Ana Dava"larla ilgili ve ç e § j ^ a



e



n u



u



u



14



olması, 5.) Yazarın üretimden gelen biri olarak, olay ve olgulara Proleter Devrimci ve nesnel bakış açısından yaklaşması 6.) Genç kadroların bu süreci nesnel gerçekliği içinde öğrenmek istiyor olma­ sı, vb. gibi sebepler sıralanabilir. Yine ayrıca, sağlı "soF'lü binbir "sinsi kuşatma" altında ve herşeye rağmen, 25 yıldır bir kurum disipliniyle inat v e inançla ayakta kalmayı başaran ve de süreklilik ve işlevselliğim sürdüren Sorun Yayınları Kollektifi'nin, yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sını­ fından yanaki konumu ve değişmeyen çizgisi bu tirajın oluşumunda önemli bir faktör olmuştur. Devrimci ve Marksist Sol Kadro'ların üretmiş olduğu kitaplar, basın-yayın-dağıtım ağında kuşatılmıştır. Mevcut dağıtım ağı ne ka­ pitalist ne de sosyalist bir işlerliğe sahiptir. Bu durumda, elimizdeki kitabın 6. Baskı'ya kavuşmuş olması, ilerici okur-yayınevi-yazar ilişkisinde gerçekçi bir diyalogun kurulabileceğini, bedel ödeyerek çok yönlü kuşatmaların mutlaka kırılıp aşılabileceğini de kanıtlamış bulunmaktadır. Babıali piyasasında, düşünce-davranış dünyasına beş para etmez kitaplarıyla: "Bir haftada 9. Baskı Yapan Kitap!.." diye "lanse" edi­ len ve her üçyüz kapağa yeni bir baskı sayısı düşülen kitapların basın-yayın ve TV.'de sunî yöntemlerle nasıl magazinleştirildiğini, tecimsel kaygılar ve sansasyonla okurun aklının çelindiğini görüyo­ ruz. İnsanımızın yanıltılıp yabancılaştmldığı bir ortamda, Portreler'in hakiki baskı sayılarıyla yeni bir baskı yapmış olması olgusu, pekçok şeyin yânı sıra, ilerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosya­ list ve marksist cenahımıza, Devrimci ve Marksist Solun kurumlaş­ ması konusunda da önemli bir mesaj vermektedir. Devrimci ve Marksist Sol diye geçinen kimilerinin bir türlü anmayıp "suskunluk kümkumasıyla" geçiştirilmek istenen bu gerçekli­ ği, ne hazin, yine kollektifimiz çalışanları kaleme almak durumunda kalmıştır. Kitabın 6. Basfe'sında birçok yazım ve redaksiyon hatası düzel­ tilmiş, bazı bölümler yeniden kaleme alınmış, v e önemli eklemeler yapılmıştır. 12 Mart 1971'den Portreler /., //., ///. ciltleri, birçok kitabımız­ da belirtilip vurgulandığı gibi, sınıflar mücadelesi tarih ve gelenek15



İcrimiz arasında, öncelikli olarak, kapitalist anarşiyi açığa vurmayı, ardından sisteme karşı çıkan örgüt, grup ve kişilikler çevreninde de "politik açığa vurma"yı amaçlamaktadır. Kitap, siyasî kimlik-kişilik sorununu Önplana çıkardığı gibi 'tarihsel-sosyal hesaplaşmada eski­ miş olanı yıkmak ve kavga etmek için yazılmıştır.' Devrimci ve sos­ yalist solun, marksizmin yorumu ve teorik yeniden üretimi mücade­ lesinde yeni nitelikler kazanabilmesine yardımcı olmak, doğrularla eğrileri arındırarak ayıklamak, ve bir daha bu düzeyde bir "bozgun" ve "yenilgi" yaşamamak için, ve aynca, ciddî, güvenilir v e dona­ nımlı bir PARTİ'nin oluşturulup işbaşı yapabilmesine katkı getir­ mek açısından, pekçok aracın yanı sıra, bu türden kitapların da iş­ levsel olacağı (olduğu) düşüncesiyle kaleme alınmıştır. Yine aynca, III. Ciltte, "Portreler hakkında sözlü, yazılı, soru ve eleştirilere ve­ rilen cevaplarla birlikte toplu bir değerlendirmeyi öne çıkaran bir yazının kitabın sonuna (Cilt m. s. 409-432) eklenmesi uygun görül­ müştür." denilmiştir. Portreler'in I., II., III. Ciltleri hakkında henüz ciddî değerlendir­ melerle eleştirel katkılar yapılmamıştır. Gerek bu durum, gerekse peşpeşe yapılan baskı sayılan, Portreler''in amacına ulaştığının işa­ reti ve kanıtı yerine konulmaktadır. Cezaevleri sınıflar mücadelesinin bir bileşeni ve parçasıdır. Ce­ zaevlerini doğru ve yerinde değerlendirmek durumundayız. Sınıf­ sız, sömürüşüz bir dünya özlemiyle yola çıkanlar açısından cezaev­ leri birer 'laboratuar' işlevi görmüştür. 12 Mart 1971 tarihi, Devrimci Hareket açısından bir "bozgun" ve "yenilgi"ler tarihiydi. Bu dönemin siyasî tutsaklan arasında, dev­ rimci ahlâk, siyasî terbiye, direngenlik, özveri, kararlılık, yenilmez­ lik vb. örnek ve ölçütler boy verip öne çıkarken, siyasî şarlatanlık, lumpenlik, avantürye, döneklik, ihbarcılık, teslimiyetçilik vb. gibi eğilimlerin de yaygınlaştığı bir süreç yaşanıyordu. Devrimci Hare­ ket içinde siyasî kimlik ve kişilikler konusunda mutlaka aranması gereken kalitenin giderek düşürülmesi tehlikesi karşısında Portre­ lerim daha da işlevsel olacağına inanıyoruz



Sırrı Öiiürk Ocak 1999



16



KİTAP ÜZERİNE



12 Mart 1971 Askerî Darbesiyle, Türkiye işçi sınıfı v e emek­ çi halklarımızın haklı talepleri bastırılmak istenmişti. Açık, yarı açık faşist yöntemleri u y g u l a m a d a oldukça başarılı olan yerli finans oligarşisi, O s m a n l ı ' d a n m i r a s kalan gelenekleriyle karşı devrim anlayışlarına ulusal ölçekte katkı da getiriyordu. 12 Mart Rejimi, iç politikada sermaye sınıfı arasındaki ayrış­ ma, v e uluslararası tekelci s e r m a y e ile bütünleşme çabasıyla sis­ temin krizini a ş m a y a özenirken; iç politikada da, yurtsever, dev­ rimci v e sosyalist kadroları safdışı etmenin d ü ş ü n ü kuruyordu. Anılan kadroların eylemleri burjuvaziyi ürkütmüştü. Devrimci v e sosyalist solun içi bizi dışı eli y a k a n donanımsız k o n u m u elbette aşılacaktı. Sistem tarihsel v e sosyal olarak çürü­ müştü; kapitalist yönelimli yönetimlerin iktidarda kalabilmesi için baskı v e teröre başvurmaktan b a ş k a seçeneği yoktu. 12 M a r t 1971 'lerde, başta A B D emperyalizmine, v e o n u n yer­ li uzantıları olan işbirlikçilere karşı tutarlı bir d e m o k r a s i m ü c a d e ­ lesi v e r m e y e çalışan kişi, grup v e örgütler eksik değildi. Legal ve illegal çalışma alanlarında k e n d i meşreplerince t o p l u m d a yerini almaya çalışan örgütler "Bağımsızlık-Demokrasi-Sosyalizm" slo­ ganlarıyla kitleleri hareketlendirmiş, fakat sistemi devrimci yol ve' yöntemlerle a ş m a y a aday kurumlaşmaları gerçekleştiremeden azgın ve d a h a donanımlı faşizmin saldırısıyla yenilgiye uğratıl­ mışlardı. 12 M a r t faşizmini karşılayan örgüt kadroları; TİP, DEVG E N Ç , D İ S K , T Ö B - D E R , D D D , İ P S D ve çeşitli yerel örgütlerPortreler F/2



17



d e n İ Ş Ç İ B İ R L İ Ğ İ vb. örgütlülüklere sahipti. T H K O , T H K P - C , D D K O v b . örgütler ise henüz y e n i oluşum aşamasındaydı. T K P adını kullanan " H a r i c i B ü r o " n u n ise, sosyal pratikte sözü dahi edilmiyordu. Anılan örgüt v e gruplar, 12 M a r t ' ı n Sıkıyönetim M a h k e m e l e ­ rinde yargılanmış, önemli kadrolar katledilmiş ve ağır hapis ceza­ larına çarptırılmıştı... Kadrolar cezaevinde ve duruşmalarda d a sistemi karşısına al­ m ı ş , h u k u k yoluyla da burjuvazinin baskı v e terörüne karşı görev­ lerini yerine g e t i r m e y e çalışmış; devrimci ve sosyalist olmanın onurunu korumuştu. 12 Mart 1971 yenilgisi, ülkedeki devrimci ve sosyalist kadro­ lara devrimci m ü c a d e l e d e tutulacak a n a halkayı göstermişti. İşçi sınıfı yörüngesinde kütleselleşemeyen küçükburjuva k ö k e n l i kal­ kışmaların yenilgisi kaçınılmazdı. T İ P ve benzeri örgütlerin de hayatı v e m ü c a d e l e y i kucaklaması söz konusu değildi Sosyal muhalefeti yönetip yönlendirecek bir İŞÇİ SINIFI PARTİSİ fak­ törünün eksikliği, faşizmin baskı v e terör uygulaya geldiği koşul­ larda d a h a ç o k kendini hissettiriyordu. Sistemin krizini aşacak PARTİ oluşturulmalıydı. İşçi sınıfı devrimcileri bu eksikliğin gündemin başına gelişine ç o k sevinmiş, fakat yeniden küçükburjuva solculuğu, bıraktığı yerden, bu sefer d a h a da parçalanarak, işbaşı yapmayı başarmıştı. 12 Mart 1 9 7 1 ' i n altüst oluşlarında yeterince d e n e n i p sınanan kişi, grup v e örgütlerin katledilen y a d a yaşayan kadrolarının dü­ şünce v e davranış bilinçleri, D o ğ u halklarının duygusal özellikle­ rine u y g u n b i ç i m d e ve büyük bir idealizasyonla çarpıtılmıştı; ha­ reketin doğru bir değerlendirmesi için oluşan u y g u n ortam, için­ den ve dışından yapılan m ü d a h a l e v e yönlendirmelerle sulandırıl­ mıştı. Bu k o n u d a başarılı roller üstlenenler gene açığa vurulamamıştı... Elimizdeki kitapta (bu düşüncelerin uzantısında), d e v r i m c i ve sosyalist kişiliklerin portreleri çizilirken, bizim-hepimizin açık faşizme geçiş koşullarındaki her türden donanımımızı, olumlu ve olumsuz yanlarımızı sergilemek, ayrıca devrimci m ü c a d e l e d e k i 1R



zaaflarımızın aşılabilmesi y o l u n d a işlevsel o l a b i l m e k için. k a l e m e alınmıştır. T ü r k i y e ' d e , devrimci v e sosyalist kadroların zaaflarının aşıla­ bilmesi mücadelesinde h e m e n h e m e n her türden eser yayınlan­ mıştır. R o m a n , resim, öykü, şiir, inceleme, s a v u n m a v e belgeler topluma m a l edilmiştir. B u çalışmaları yapanların katkısı inkâr edilemez. İçeriği n e olursa olsun sistemi açığa vuran, bir işlevi yerine getiren her çalışma ç o k değerlidir. 12 Mart 1971'in üzerinden, neredeyse ç e y r e k yüzyıl geçtikten sonra, bu süreçte rol alanların bir işçinin kalemiyle k i m i portrele­ rinin çizilmeye çalışılmasının a n l a m ı oldukça net v e açıktır. K i m i haklı gerekçelerle o tarihlerde kurulan örgütlerin, günü­ m ü z d e işlevlerini büyük ölçüde yitirmiş olduğunu görüyoruz; bu türden yapıların teori/pratikleriyle hayatı k u c a k l a y a m a d ı ğ ı yete­ rince anlaşılmıştır. Bu y o l d a ç o k b ü y ü k bir z a m a n v e kadro israf edilmiştir. B ü y ü k acı v e kayıplarla g ö r m e y e çalıştığımız b u nesnel ger­ çekliği v e ülkemizdeki d e v r i m c i v e dinamik potansiyeli artık özsüz-köksüz örgüt ataklarıyla harcayamayız. H a r c a n m a s ı n a izin verilmemelidir. T ü r k i y e ' d e k i d e v r i m c i gelenek v e birikimin zen­ ginliği m u t l a k a devrimci yöntemlerle derlenecektir. Derlenmelidir. G e ç m i ş t e yaşanmış v e d e aşınmış olanı yeniden diriltmenin önü artık kapalıdır. Hayatı v e m ü c a d e l e y i değerlendirip deney bi­ rikimimiz üzerinde M a r k s i z m i y o r u m l a m a k v e teorik yeniden üretimi gerçekleştirmek g ü n d e m e gelmiştir. Olumlu v e olumsuz­ luklarıyla devrimci m ü c a d e l e d e terini ve kanının akıtan bütün devrimci kişilikler bizimdir. Yaşanan bu tarih bizim tarihimizdir. Bu devrimci gelenekler b o ş u n a yaratılmamıştır. 12 Mart 1971'den Portreler * adıyla üç cilt olarak hazırlanan kitabın ilk cildini sunuyoruz. B u kitaplar 12 Eylül 1 9 8 0 ' i n ilk yıl­ larında k a l e m e alınmıştır. A n c a k g ü n ü m ü z d e y a y ı m l a n m a olana­ ğı b u l d u ğ u m u z bu kitapların, aynı amaçlı öteki kitaplarımızla be* Bu ciltte anlatılanların bir bölümü, Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi, Seli­ miye Askerî Ceza ve Tutukevi ile Sağmalcılar Ceza ve Tutukevinde geçmiştir.



19



raber eleştirel katkılara açık v e m u h t a ç olduğunu bir k e z daha vurguluyoruz. 12 M a r t hakkında yazılanlardan farklı olarak bu türden bazı anıların g ü n d e m e taşınmasındaki önemli vurgu; olay­ lara örgüt ve kişilere bir de işçi gözüyle eleştiri yöneltilmesidir. Ayrıca v e doğal olarak, devrimci v e sosyalist solun y e n i nitelikler kazanmasına y a r d ı m c ı olmak amaçlanırken, bazı anıların yazıl­ masının u y g u n olacağı düşüncesi öne çıkmıştır. Sunulan m a l z e ­ meler, bir yanıyla d a belge işlevi görecektir. Bu kitapta, 12 Mart 1971 'lerin cezaevi mekânlarında, sisteme karşı koyanların hakiki kimlikleri, teori/pratik donanımları, dev­ rimci kişiliklerinin çerçevesinde v e anılar dizisi biçiminde tanıtıl­ m a y a çalışılmıştır. Birlikte yaşadığımız süreçte yaşanan olay ve olgular karşısındaki düşünce ve davranış farklılıklarımız olabil­ diğince nesnel, a m a taraflı kimliğimizle değerlendirilmiştir; b u n a özen gösterilmiştir. Bilindiği gibi, y ü z d e yüz bağımsız v e yüzde yüz işçi sınıfından y a n a k o n u m u m u z l a devrimci kişilikler tanıtıl­ mıştır. Okurun b u satırları k a l e m e alanı d a yargı s ü z g e c i n d e n ge­ çirip değerlendireceği açıktır. İşte bu türden bir ihtiyacı karşıla­ m a k amacıyla kitabın ilk b ö l ü m ü n e cezaevine g i r m e d e n geçen sürecin bazı anılarını d a yazmayı gerekli gördük. B u b ö l ü m d e an­ latılanlar, bize göre; 12 M a r t ' ı karşılayan kişi, grup v e örgütlerin o günkü d o n a n ı m ı n ı sergilemesi ve doğru olarak değerlendirile­ bilmesi açısından birçok yararlı ipuçlarını da içermektedir. O dö­ nemin devrimci kişiliklerinin portreleri çizilmeye çalışılırken, bu arada, bu satırların yazarını d a eleştirmek okurun hakkıdır. Ken­ dimizden söz e t m e k bu nedenle öne çıkmıştır. B u satırları içeren bölümleri bizim bir özeleştirimiz olarak değerlendirmek d e m ü m ­ kündür.



Sırrı



Oztürk



Şubat 1993



20



HANGİ GELENEĞİN UZANTILARIYIZ? 12 M A R T 1971 ' D E N B A Z I A N I L A R



12 Mart 1971'i



Karşılarken



11 M a r t 1971 günü A n k a r a ' d a y d ı m . 12 M a r t 1971 günü de ( P D K ' l a ilgili olarak d a h a önceleri gözaltına alınmış, bir süre sonra sevkedildiğim m a h k e m e c e serbest bırakılmıştım.); h a k k ı m ­ da hazırlanan iddianameyle tutuksuz olarak yargılanmaktaydım. Böylesine önemli bir tarihe denk düşen g ü n d e m a h k e m e karşısı­ n a ç ı k m a k b e n i m açımdan k ö t ü bir rastlantıydı. Bir arkadaşımın evinde kalıyordum. 12 M a r t M u h t ı r a s ı ' n ı n verildiğini o gece öğ­ renmiştim. Bir d u r u m değerlendirmesi y a p m a k zorundaydım. Ülkemizde kapısı aralanan y e n i d ö n e m i n adını v e neleri g ü n d e m i n e aldığını iyi kötü t a h m i n ediyordum. 12 Mart 1971'in adını k o y m a k için kimileri gibi sözlük karıştırmaya, kitaplara b a ş v u r m a y a , sağa so­ la danışmaya, "hele bir bekleyelim, bakalım a l t o d a n n e çıkacak" yollu köylü kurnazlıklarına ihtiyacımız yoktu. D a h a önceleri, ge­ lecek askeri cuntadan v e o n u n evriminden, mutfağındaki malze­ melerden geniş v e ayrıntılı bilgilerimiz vardı. B a s ı n d a gelecek c u n t a ' n ı n kadrosu ve p r o g r a m ı açıkça yer al­ mış, yapılacak işler bir bir duyurulmuştu. " 9 M a r t Muhtırası" di­ ye anılan b u girişim, A B D ' n i n devreye girmesiyle başka bir biçi­ m e dönüşmüştü. İlk muhtıranın bildirisinde k i m i ilericilerin he­ m e n onaylayıp altına imzasını çakacağı bazı tuzak cümleler bulu­ nuyordu. B u tuzak ifadeleri kavrayabilmek için bağımsız bir sınıf bakış açısı, tarih bilinci, deney, diyalektiği k a v r a m a , devrimci ve



21



marksist bir formasyon, sosyal sınıfların sınıfsal çıkarları açısın­ dan, tekelci sermayeye ve o n u n gerici ittifaklarına bakabilmek; ayrıca b ü y ü k bir istihbarat birikimi gerekliydi. O g ü n k ü bilinç ve k o n u m u m u z l a bizler, bu harekete "Faşist D a r b e " , a d m ı t a k m a k t a ikircimli davranmadık. İster "9 M a r t " , is­ ter " 1 2 M a r t Muhtırası"nın bildirilerinde dile getirilen "sihirli" ifadelerin eninde sonunda gireceği yolun adı faşizmdi. Ülkemiz­ de " 9 Mart Muhtırası"na b ü y ü k ölçüde bel bağlayan o n a şans ta­ nıyan "devrimciler" çoğunluktaydı. B u kesim, ağırlıklı olarak iş­ çi sınıfının çıkarlarını v e sınıf pusulasını kullanmayı bilmeyenler­ den oluşuyordu. İçeriğinde "ilerici" bir takım reform vaadlerinin yer almış ol­ masıyla " 9 M a r t Muhtırası"na şans tanımak bizlerin n e y a ş m a , n e deneyimine, ne d e o günkü bilinç v e bilgisine yaraşırdı. İşçi sını­ fı faktörünün içinde olmadığı bir "ilericilik", tekelci sermayenin gündemini uygulamaktan öteye bir işe yarayabilir m i y d i ? İlerici v e demokrat güçlerin isteklerinin bir kısmını bildiriye y a z m a k l a iş bitiyor m u y d u ? Sisteme alternatif olması gereken m o d e r n pro­ letaryanın PARTİ'si toplumda yerini almadan, " R a d i k a l C u n t a " girişimiyle t o p l u m u n bizim anladığımız doğrultuda demokratik­ leşmesinin yolu açılabilir miydi? T ü r k i y e bir Cezayir miydi? E m peryalist-kapitalist sistemin T ü r k i y e ' d e k i , siyasî, iktisadî, askerî, kültürel v b . gücü bu tür cunta girişimleriyle mi kırılrrdı? İç v e dış dinamikler bu girişime şans tanıyor m u y d u ? Bilimsel Sosyalizmi "Baas Milliyetçiliği" maskesiyle gölgele­ y e n kimi " d e v r i m c i " kadrolar n e y a z ı k bu sorulara olumlu cevap­ lar veriyordu, o sıralar... E n azından askerlerin rejimin rotasına olumlu y ö n d e bir düzeltme y a p a c a ğ m a inanılıyordu. 11 Mart 1971 akşamı bu düşünceleri yerli yerine k o y m a y a ça­ lışırken, şimdi bu yeni durumda neleri yapacaktık? Arkadaşları­ mızla bunu konuşuyorduk. R u h e n dayanıklı ve yürekli g ö r ü n m e ­ m i z e rağmen, çaresizliklerimiz aşılamamıştı. Türkiye sosyalist so­ lu gene burjuva politikalar karşısında alternatif çözümler üreteme­ miş, kendi iç meselelerini ç ö z ü m e kavuşturamamış, gerekli çatı­ lar çatılamamış v e devrimci sallardaki dağınıklık yerini d a h a yet­ kin ilişkilere bırakamamışü. Ü l k e m i z d e k i devrimci v e sosyalist 22



birikim g e n e harcanmıştı; devrimci kriz koşullarında oluşan kitle­ lerin hareketliliği, bir türlü enerjiye dönüştürülmemişti. Toplumun demokratikleşmesi için oluşan k i m i nesnel şartlar değerlendirile­ m e m i ş , devrimci v e sosyalist solun içine düşürüldüğü zaaflardan gene h a k i m gerici sınıflar ve emperyalizm yararlanmıştı. D u r u ş m a y a gitmesem, h a k k ı m d a gıyabî t u t u k l a m a kararı çı­ kartabilirlerdi. Oysa, avukatlarımın ifadesine g ö r e ilk d u r u ş m a d a davanın l e h i m e sonuçlanması için hiçbir aleyhte sebep yoktu. Fa­ kat izleniyordum, duruşmadan beraat ederek ayrılabilsem dahi bu yeni durumda, m a h k e m e kapısından alınmak ihtimali d e vardı. O zaman bu ihtimale karşı bir tedbir almak d u r u m u n d a y d ı m . Arka­ daşlarımla şu karara vardık; m a h k e m e y e gidilecek, beraat kararı verilirse, m u h t e m e l polis tertiplerinin aşılması için hazırlıklı ola­ caktık... 12 Mart 1971'in ilk günü; B a ş k e n t ' d e bu yeni faşist uygula­ manın hazırlıkları yapılıyordu. Muhtıraya m u h a t a p olan iktidar partisinin lideri Demirel şapkasını alıp evine gitmiş; Ecevit ilk beyanatını yapıştırmış: " B u m u h t ı r a bize karşı verilmiştir!" Türkİş ve D İ S K ise muhtırayı kutlayarak, destekliyorlardı. Kimileri d e çok b ü y ü k şans tanıdıkları "millîci güçlerin" bazı kapıları açaca­ ğı u m u d u n d a y d ı . Sosyalist Gazetesi: "Ordu kılıcını attı!" diye manşet çekerek, "millîci güçlerin" açtığı bu kapıdan işçi sınıfı ya­ rarına bazı girişimlerin yapılabileceğini, paşaların burjuvazi yeri­ ne, sosyalistlerce etkilenebileceğinin hayalini kurmaktaydı. İşçi sınıfı yörüngesi dışında uçlara itilen devrimci gençliğimiz de, cı­ lız omuzlarıyla "faşizme karşı savaşmak i ç i n " aklına n e gelirse onu y a p m a n ı n hazırlığındaydı. Devrimci gençlik, yiğit, özverili fakat çaresizlikler içindeydi... T İ P 12'ye 5 kala bir afiş asarak fa­ şizme karşı güçleri "saflarına" ç a ğ n m a k t a (!) F a ş i z m i n kokusunu alan kimileri d e yurt dışına gitmenin hazırlığındaydı... Kitleler ise D P P ' n i n kurmaylığından y o k s u n , korumasız, donatmışız v e rehbersiz bırakılmış durumdaydı. Tekelci sermaye ise Yakın D o ğ u gibi bir hassas bölgede, Sov­ yetler Birliği'nin h e m e n g ü n e y i n d e faşizmi yeni bir m o d e l ile tez­ gâhlamak niyetindeydi. Her şey açıktı. Siyasî güçler kimliğini ve d e gündemini gizlemiyordu. 23



B a ş k e n t ' d e olduğu gibi, memleketimizin b ü t ü n kentlerinde planlanan m o d e l i n strateji ve taktikleri bir bir u y g u l a m a y a sokul­ m a k üzere g ü n d e m d e y d i . Planlar hazırdı; hangi örgüt ve kurum­ lara, h a n g i kişilere yönelecekleri bal gibi belliydi. B a ş k e n t ' d e k i bu hazırlık d a h a belirgin olarak hissediliyordu. İç v e dış basın durmadan çalışıyordu, Muhtıracı paşaların resimleri gazeteleri kaplamıştı. R a d y o l a r Muhtırayı v e gerekçesini kısa aralıklarla okumaktaydı... Biz d e A n k a r a Adliyesinde, ilgili m a h k e m e n i n kapısındayız. Duruşmayı polisler de izliyor. D u r u ş m a d a : " P D K ' ı n , toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa göre yasal bir girişimle yapıldığını, yapılan k o n u ş m a v e tartışmaların m e v c u t yasalara aykırı bir k o ­ n u m u n u n bulunmadığını, böyle bir d u r u m var idiyse görevli Hü­ k ü m e t K o m i s e r i ' n i n toplantıyı d a ğ ı t m a yetkisinin bulunduğunu, ortada böyle bir girişimin ise söz k o n u s u olduğunu gösterir bir delilin bulunmadığını, toplantının teyple tesbiti için H ü k ü m e t K o m i s e r i ' n i n Kurultay başkanı olarak benden izin almadığını, bu s e b e p l e teyple tesbit girişiminin tarafımdan engellendiğini, ka­ nunlara aykırı olarak yolda yürürken bir tertiple gözaltına alındı­ ğımı, E m n i y e t I. Şube M ü d ü r ü M.Nejat Ö n ü r m e ' n i n b a n a karşı h u s u m e t v e kin duyduğunu, bu tavrını gerek g ö z a l t m d a y k e n ge­ rekse İ z m i t ' t e y k e n 15-16 Haziran Direnişi'nde sürdürdüğünü, ya­ sa ve insanlık dışı tutumu nedeniyle kendisini d a v a ettiğimi, aynı tutumunu gözaltında b u l u n d u ğ u m süre içinde d e gösterdiğini, or­ tada d a v a k o n u s u olabilecek bir d u r u m u n b u l u n m a d ı ğ m ı vb..." söylemiştim. Avukatlarımdan N i y a z i Ağırnaslı'da gereken savun­ masını yapmıştı. Dinlenen tanıklar v e H ü k ü m e t K o m i s e r i ' d e bizi m a h k û m ettirecek bir delili ileri sürememişlerdi.. D a v a y a bir sü­ re ara verildikten sonra karar okundu: Beraat etmiştim. O d ö n e m , adalet kurumlarında, m e v c u t h u k u k u dürüstçe y o ­ rumlayan, sisteme angaje o l m a m ı ş savcı v e hakimlerin "nesli" henüz d a h a t ü k e n m e m i ş t i . . . Beraat kararının sevinci içinde, duruşmadan çıkarken polisler bizi m a h k e m e kapısından a l m a y a kalkıştı. Ertuğrul K ü r k ç ü ' n ü n organizasyonuyla Dev-Genç militanları, özellikle çoğunluğu kız­ lardan oluşan b ü y ü k bir kalabalık bu girişimi önleyerek beni Ad24



liye'den kaçırmayı başarmıştı. Kızların sayıca ç o k l u ğ u n u n n e d e ­ ni sonradan anlaşılmıştı. E r k e k arkadaşlarının o sıralarda daha önemli işleri olduğundan kızların eylemi u y g u n görülmüştü. Ş i m d i sıra gelmişti A n k a r a ' d a n dışarı ç ı k m a y a . A n k a r a ' n ı n bütün giriş v e çıkışları tutulmuştu; her araç aranı­ yordu. U y g u n bir günün g e c e s i n d e gene gençliğin militan k a d r o ­ ları beni Ankara dışına ç ı k a r m a y ı başardılar. O n d a n sonra başı­ mın çaresine bakacaktım.



12 Mart 1971, SBF'de Bazı



Konuşmalar



Beraat kararını aldıktan sonra öncelikle bazı dostlarımla g ö ­ r ü ş m e k v e sonrada B a ş k e n t ' d e n ayrılmayı d ü ş ü n ü y o r d u m . Bu se­ beple S B F ' y e E . K ü r k ç ü ' y ü a r a m a y a gittim. S B F g e n e devrimci gençlerin etkinliğindeydi. K a n t i n v e y e m e k h a n e bir hayli kalaba­ lıktı. Öğrenci yurtlarından k i m i g e n ç militanlar ayrılmış, kimileri d e ayrılmak üzere hazırlanıyordu. K i m s e n i n derslere girdiği yok­ tu. Fakülte yönetimi kendi k a b u ğ u n a çekilmişti. O k u l d a y a y g m bir trafik vardı; gidenler, gelenler v e tartışmalar, öbek öbek genç­ lerin yöresinde sürdürülüyordu... S B F ' y e bazı gazetelerin muhabirleri de ü ş ü ş m ü ş , D e v - G e n ç liderlerinden bir beyanat k o p a r m a n ı n peşindeydi. S B F h e n ü z as­ kerî birliklerce y a d a polisçe kuşatılmamıştı. Gençlerce alınan gü­ venlik tedbirleri eskisini andırıyordu. E . K ü r k ç ü ' y ü bir gazeteciyle konuşurken b u l d u m . Gazeteci soruyor: -Şimdi n e yapacaksınız? 12 M a r t M u h t ı r a s ı ' n ı nasıl yorumlu­ yorsunuz? E.Kürkçü, her zamanki gibi, atılgan, sert v e sözünü sakınma­ dan, otomatik bir tüfek gibi yapıştırıyordu: -12 M a r t Muhtırası d e v r i m c i v e demokratik güçlere karşı v e ­ rilmiş bir muhtıradır. Bu yeni biçimiyle faşizm halkımıza karşı bir savaş çağrısı yapmıştır. B u ç a ğ r ı y a bizim cevabımız şudur: Ka25



bul. Bizim b u n d a n sonra yapacağımız bu çağrıya c e v a p v e r m e k olacaktır. " B u b i l i n m e y e n birşey midir ki soruyorsunuz? Artık bi­ zim Üniversite kantinlerinde lafazanlık edecek kadrolarımız yok­ tur. M a d e m k i azgın faşizm dişlerini göstermiştir, m a d e m k i e m ­ peryalizm v e yerli ortakları bizlere bir davetiye çıkarmıştır, biz de görevimizi yerine getireceğiz! Emperyalizmin randevusuna ce­ vap vereceğiz. H a n g i dilden anlıyorsa o dilden!.. Mücadelenin bi­ çimini faşizmin h a l k ı m ı z a r e v a g ö r d ü ğ ü terör tayin edecektir... Biz proletarya sosyalistlerinin b u n d a n sonraki kimliği profesyo­ nel devrimci kimliğidir. Burjuvazinin bize verdiği kimlikleri bu­ rada onların suratma atıyoruz!.." E.Kürkçü, d o n a n ı m ı ve kapasitesi elverdiği ölçüde, u z u n e m ­ peryalist tahlillere girişti, ülkenin siyasal ekonomik yapısını an­ lattı; tekelci sermayenin b u n d a n sonraki gündemini yeterince doğruya yakın bir biçimde çizmeye çalıştı. Sağ v e " s o l " partilerin konumlarını v e tavırlarını eleştirdi. P a r l a m e n t o ' n u n bu yeni du­ r u m d a nasıl bir tavır takındığının ortada olduğunu, yani açığa çık­ tığını, savaşmaktan başka bir seçeneklerinin bulunmadığını be­ lirtti. Bir ara c e b i n d e n öğrenci kimliğini çıkarıp gazetecinin önü­ n e fırlattı. B e n gazeteciden atik davranıp kimliği a l m a k istemiş­ tim; fakat o d a h a atik davranmıştı... Bu gazeteci, bir b a s m temsil­ cisinden ç o k bir istihbaratçıya benziyordu. B ü y ü k bir ikiyüzlü­ lükle kimliği eline aldı, bana baktı v e ekledi: -Dilerseniz, ben sadece kimlikteki resmi alayım? Kendisine k i m s e cevap vermeyince gazeteci kimlikteki resmi çıkardı. (12 Mart b o y u n c a arananlar listesinde E . K ü r k ç ü ' n ü n bu fotoğrafı yer almıştı.) Gazetecinin dediği olmuş, fotoğrafsız kimlik m a s a d a kalmıştı. Ertuğrul'u oradan aldım. O ' n a düşüncelerimi anlatmaya çalış­ tım; tanığı o l d u ğ u m k o n u ş m a y ı niçin yaptığını sordum: -Bütün söylediklerin bir y a n a şu an m e m l e k e t i m i z d e hiçbir devrimci kadro n e yapacağını bilmiyor. Karşı-devrim gelip otur­ d u . . . Gazeteci istihbaratçı, o n u n derdi başka. Söyle şimdi bizler, hepimiz n e yapacağız? Hiç birimiz bu soruya cevap veremiyoruz. Çok geç olmakla birlikte konuşacaklarımız var. 26



I



Bizim y a p m a y a çalıştığımız şey aslında b a ş t a Ertuğrul o l m a k üzere, D e v - G e n ç ' i n A n k a r a ' d a k i militanlarıyla acıklı bir vedalaş­ maydı. B u süreçte devrimci kaygıların tartışması yapılamazdı. D e v - G e n ç ' l i arkadaşlarla dışarda yapılan en son g ö r ü ş m e m böy­ le geçmişti. Bu arkadaşları, teori-pratik k o n u m l a r ı bir yana, haya­ tın ve eylemin içinde tanımıştım. 12 M a r t ' a g e l m e d e n bütün kit­ le hareketlerinde onlar bizim o m u z d a ş ı m ı z , c a n ı m ı z , ciğerimizdi. İşçilerle devrimci gençler sağ oportünizmin v e teslimiyetçi akım­ ların alternatifini arıyordu (birlikte arıyorduk); onu bulamadan, sınıf hareketiyle buluşup k a y n a ş a m a d a n D P P ' n i ete k e m i ğ e büründüremeden ilan edilen h a k s ı z bir savaşta donatmışız, destek­ siz ve güvencesiz bırakılmıştı. G e n ç arkadaşlarımızla v e d a l a ş m a m ı z a duyarsızca karşı çıkan­ lar v e eleştirenler olabilir. A m a açık v e nesnel gerçeklik buydu. Bu vedalaşma b a n a çok d o k u n m u ş t u ayrıca. H e l e o gazeteci soytarısıyla yapılan konuşmalar, kimlik kartının m a s a y a fırlatılışı, benim d a h a atik davranamayışım, affedilir gibi değildi. Ya o fa­ şizmin, savaş davetine verilen atak cevaplar? Ya geçmişte yapılan hata ve yanlışlarımız? Çaresizlikleri aşamadan, devrimci ve sos­ yalist solun hesaplaşması g ü n d e m e geldiğinde v e gelecekteki kadroların ö n ü n d e kendimizi nasıl savunacaktık? B u türden diyologlar v e olaylar karşısında h e r şey bir yana, e n başta devrimci geleneğimiz v e işçilik o n u r u m u z yaralanmıştı. Şimdi n e yapacaktık? Sorulan bu sorunun c e v a p s ı z kalmasının verdiği acı v e buruk­ lukla A n k a r a dışına çıkmıştım.



işçi Kentinden



Ayrılıyoruz



İkide bir yolu kesilen bir otobüsle, arama v e taramalardan sa­ limen kurtularak İ z m i t ' e gelmiştim. U y g u n bir yerde konakladım. Kentimizdeki d u r u m u öğrendim. Bir arkadaşımla gece ileri bir saatte ö n c e d e n bilgi aldıktan sonra eve geldim. H e n ü z tevkifatlar başlamamıştı. E v i m i z d e geleceği belli olan faşizm tehlikesine karşı gereken tedbirler alınmıştı. Polise m a l z e m e olacak hiçbirşey 27



evimizde b u l u n m u y o r d u . Kitaplarımız, arşivlerimiz d a h a önce güvenli yerlere iletilmişti. Zaten ü r e t i m d e çalışan, deşifre olmuş, açık faaliyet içinde bir devrimciydik. Yasal bir partinin bir za­ manlar üyesi, yasal bir sendikanın üyesi ve gene yasal planda kur­ d u ğ u m u z K D İ K B ' n i n bilinen bir üyesiydim. B u n u n yanında tabii ki açık faaliyete tapınmadığımız herkesçe biliniyordu; burjuvazi­ den saklı ilişkilerimizin devamlılığının her koşulda sürmesi genel ilkemizdi. A ç ı k faaliyete de tapınmadan, burjuvaziden saklı iliş­ kilerimiz ise h e r koşulda geçerliydi. D P P ' n i n oluşturulamayışı karşısında oturup evceğimizde fa­ şist yılanın gelip bizi sokmasını beklemeyecektik. 15-16 Haziran D i r e n i ş i ' n d e n farklı bir durum vardı şimdi. Köprülerin altından çok sular akmıştı... K D İ K B lokalinde de yasalara göre "sakıncalı" bir m a l z e m e bulunmuyordu. Gene d e son bir defa burasını d a ziyaret edip göz­ den geçirdik. Duvarlarda çeşitli afişler bulunuyordu, b u afişlerin çoğu, Vietnam, K ü b a , Filistin, Latin A m e r i k a v e Afrika halkları­ nın e m p e r y a l i z m e ve tüm gericiliğe karşı yürüttüğü k a h r a m a n c a savaşları, ulusal v e sosyal kurtuluş mücadelelerini simgeleyen re­ simleri içeriyordu. Duvarları süsleyen diğer resimler ise, 1967-71 döneminde katledilen Türk v e Kürt ayrımma d ü ş m e d e n devrimci öğrenci, işçi v b . gazete kupürlerinden kesilenlerden oluşuyordu. İlkin bu resim v e afişleri indirdik; Birliğin yasal defterlerini daha önceleri kaldırmıştık. Bir iki bağış makbuzu, gazete, broşür y a da dergiyi d e orada bırakmadık. O r t a d a sadece bir m a s a , yeterince sandalye, bir çelik dolap, bir sigara küllüğü (ki, sigara tiryakileri­ nin çokluğu yüzünden, beş o n kişiyi doyuracak b ü y ü k l ü k t e bir çömlekten yapılmıştı) bırakmıştık. Aslında onları d a kaldırmak gerekirdi, fakat bu konuda çok geç kalmıştık. 12 Mart Muhtırası ve ilan edilen sıkıyönetim işçi sınıfı ve emekçi halkın haklı kavgasına karşı ilan edilmişti. B ü t ü n devrim­ ci çıkışları karşısına almıştı. Muhtıracı paşalardan biri ( M e m d u h Tağmaç); "sosyal bilinçlenme e k o n o m i k gelişmeyi aştı (!)" de­ m e k l e gerçeklere değiniyordu. B u yeni m o d e l faşizm u y g u l a m a ­ sıyla "sosyal g e l i ş m e " durdurulmak isteniyordu. S o s y a l gelişme­ nin bir süre için durdurulması (!) ise, tekelci s e r m a y e y e v e onun 28



ittifaklarına rahat bir nefes aldıracaktı. Karşı-devrimin önündeki barikatlar zora başvurularak aşılırken, burjuvazi d e h a k i m sınıflar ar asındaki çelişkileri aşacak, böylece krize çareler aranacaktı!.. 12 M a r t 1971 ' e kadar geçen süreçte adımız h e m e n h e m e n her devrimci olaya karışmıştı. T İ P içinde, sendikalar da, h e r türlü kit­ le çıkışlarında, grev, işgal, boykot, direniş, y ü r ü y ü ş , seminer, konferans, D P P ' n i n oluşturulması yolundaki girişimler, yargılan­ malar, m a h k e m e l e r d e söylediklerimiz v e aleyhimizdeki onlarca "delil" v e öteki bütün " m a l z e m e " l e r d e n sonra bize, işçi kentimiz­ den ayrılmaktan öte bir seçenek kalmamıştı. H a n g i sıcak çatı bizleri k o r u y u p kollayacaktı? Yeni dönemin görevlerini kimler üstlenecekti? Devrimci uyanıklık, atılganlık ve inisiyatifler şimdi kullanılmayacaksa hangi güneşli havalar bek­ lenecekti? İşte bu düşüncelerle İ z m i t ' t e n ayrıldık. Ü s olarak seçtiğimiz k e n t ' d e gelişmekte olan bir işçi kentiydi. K D İ K B ' d e n Mustafa Baykara ile birlikte bu y e n i yerleşme mer­ kezinde (!) bir süre saklandık. M o d e r n örgütsel organizmalar yar a t ü a m a d ı ğ m d a n bu yerleşme v e saklanma girişimlerimizde de kimi yanlışlıklar ve amatörlükler kol geziyordu. Sıkıyönetim v e güvenlik kuvvetleri bizleri her y e r d e arıyordu. İ z m i t ' d e bıraktığımız dostlarımızın evleri didik didik aranıyor, gitmemiz m u h t e m e l bütün yakınlarımızın ev v e işyerleri bir bir taranıyordu. B u aramalar köylerde, ormanlarda hattâ kırlarda b i ­ le aylarca sürdürülmüştü. Saklandığımız kentte d e a r a m a ve baskı çemberi daralıyordu. Bizlere sempati duyan dostlarımız içeri alınıyordu; onlar da b a s ­ kı ve işkence görüyor, evleri aranıp, peşlerine izleyiciler takılı­ yordu. B u d u r u m d a d a h a fazla tutunamayacağımızı anlayınca, en b ü y ü k işçi kentine, İstanbul'a gitmeye karar vermiştik. İlkin M.Baykara gidecekti. İzmit d e bazı temaslar kuracak, kararlaştı­ rılan süre içinde bir kişi durumu b a n a iletecek o n d a n sonra ben de bu kentten ayrılacaktım. Bu d u r u m d a aklımızdan geçenler gerçekleşseydi neleri yapa­ caktık? O d ö n e m i n bütün devrimcileri gibi bizler de d e r m e çatma 29



yöntemlerle organize olmaya özeniyorduk. Bir daktilomuz, bir teksir m a k i n a m ı z vardı. Öncelikle b u aletleri kullanacaktık. İşçi kesimine bu yolla bildiriler yayınlayacaktık. D a h a başka? B u soruya şöyle cevap verebiliriz: 12 Mart 1971 M u h t ı r a s ı ' n ı n adını doğru k o y a n h e r örgüt, kişi y a d a grup kim varsa ülkemiz­ de, onlarla ilişki kuracak, "birlikte neler yapabiliriz?.." sorununu tartışıp, yeni şartların gerektirdiği örgütlenmeler, yapılacak işler v e mücadele biçimleri denenecekti... Bu yönelişimizin önünü a ç m a y a yarayan ve karşı-devrim sü­ recinde en etkili örgütlenme d e m e k olan, bir "enformasyon a ğ ı " (ilişkisi) nı oluşturmak gerekiyordu. E n azından bu yol d e n e n m e ­ liydi. B ö y l e düşünüyorduk. Bana haber getirmesi gereken arkadaş kararlaştırılan sürede gelmeyince, en kısa z a m a n d a saklandığım yerden ayrılıp, İstan­ b u l ' a gelecektim.



Saklandığım



Kentten



Ayrılış



Saklandığım evin karşısında b ü y ü k bir okul vardı. Polislerin saklandığımı sandıkları ev ise aynı sıradaki evlerden biriydi. Bu ev iki kere aranmış, kardeşim gözaltına alınmış, sorgulanmış ve işkence görmüştü. Yolun iki yanında polisler bir cipin içinde, da­ ima o evi kolluyor v e oraya girip çıkanları izliyorlardı. Pencere­ den olup bitenleri açıkça g ö r m e k t e y d i m . B u l u n d u ğ u m e v d e n na­ sıl ayrılmak gerektiğini planlıyordum. O sıralarda bir g ü n karşı­ daki okulda öğrenci ve onların velilerinden oluşan b ü y ü k bir ka­ labalık vardı. Sanırım toplu bir sınav yapılıyordu. B u i m k â n kal­ dığım evden ayrılabilmem için b ü y ü k bir fırsattı. P e n c e r e d e n p o ­ lislerin ciplerini, gözetim a l t m d a tuttukları evi k o l l a m a açılarını v e kalabalıktan yararlanarak nasıl kaçacağımı bütün ayrıntılarına kadar, m u h t e m e l terslikleri d e hesaplayarak tartmaktaydım. Şöy­ le bir plan b a n a u y g u n gelmişti: Bir taksi kiralanıp evin ö n ü n e ge­ tirilecek, ben taksinin evin ö n ü n e geldiğini kapıda b e k l e y e r e k gö­ zetleyeceğim, ev ile taksi arasındaki b e ş altı metrelik yolu bir kaç 30



saniyede katedip oradan uzaklaşacağım. D a h a sonrası artık kendi inisiyatifime kalmıştı... Polislerce t a n ı n m a m a k için bazı değişiklikler y a p m a m gerek­ liydi. İlkin bıyıkları kestik, saçlarımın kırlarını b o y a m a y a çalış­ tım, fakat bu işi b e c e r e m e d i m . Saç b o y a m a k ayrı bir sanat. Ütülü temiz bir elbise bulundu, bir d e beyefendi pardösüsü, bir gömlek, kravat ve siyah bir gözlük... Yanımda bir çanta, içinde bir kat ça­ maşır v e bazı ilaçlar. H a s t a y d ı m , ateşim çıkmıştı ayrıca. Planın ilk bölümü kazasız belasız uygulandı; taksi kapıya gel­ di; polisler cipin kaputunu a ç m ı ş tamiratla uğraşıyorlardı; diğer polisler okulun önündeki kalabalıkla ilgiliydi; arasıra da bir süre önce a r a m a yaptıkları evin erkeğini alıp götürdükleri apartmanı k a ç a m a k gözlerle kollamaktaydılar... Sessizce taksiye k a y d ı m ve evden ayrıldım. Böylece k e n d i m i z i değil, bizleri " k o n u k " edenle­ ri b ü y ü k bir sıkıntıdan kurtarmıştık. Bu kentte kalarak bize kucaklarını açan dostlarımızın başları­ nı daha fazla ağrıtamazdık. K a l d ı ğ ı m evden ayrılarak onlara bü­ yük bir iyilik yaptığımı, b ö y l e c e vicdanen rahat edeceğimi düşü­ n ü y o r d u m . Taksiye atlarken h e m heyecanlı h e m d e rahatlamış­ tım. Heyecan, kapandan k u r t u l m a k yüzünden, r a h a t l a m a ise dost­ ları siyasî bir yükten, o n u n sakıncalarından esirgemek düşünce­ sinden ileri geliyordu. Bu kentten dışarı çıkmak için ü ç ana yol vardı; hangisi açıksa o yoldan çıkmayı deneyecektim. Taksiyi birinci yola soktuk. Da­ h a ilk benzin istasyonuna v a r m a d a n ilerde olup bitenleri görmek­ te g e c i k m e d i m . Yol kapatılmış v e araçlar aranıyordu. Bir bahane ile taksiyi ikinci çıkış yoluna çevirdim. O yol d a aynı biçimde ke­ silmişti; barikatları aşıp ç ı k m a n ı n imkânı yoktu. Kimliklerimiz polisin v e güvenlik kuvvetlerinin elindeydi; y a k a l a n m a k ihtimali fazlaydı.... Taksinin p a r a s a m verip bir başka taksiye bindim. Bu araçla üçüncü yolu denemeliydim. Ü ç ü n c ü yol d a kapalıydı. Yolun ke­ sildiği yere 50 metre kala taksiden ayrıldım. Oracıkta bulunan bü­ yük bir sınai kuruluşun kapısından içeri girdim. İş müracaatı ya­ pacağımı, teknik müdürle g ö r ü ş m e k istediğimi söyledim. Gerçek­ ten d e bu işyeri çeşitli ilanlarla teknik e l e m a n aradığını duyur31



muştu. İşsiz k a l a n her insan gibi b e n d e iş ilanlarını d a i m a okur­ d u m . Giderek bu yadırganacak k ö t ü bir şartlanmaya kadar var­ mıştı. İlgili olsun olmasın bütün iş ilanlarım hâlâ d a okumakta­ yım. Böylece ülkedeki tekelleşmeyi yalandan izliyor, işsizlik üzerine bazı düşünceler geliştiriyor ve teknik eleman arayan fir­ maların ihtiyaçlarını d a öğrenmiş oluyordum... M ü r a c a a t ı m üzerine fabrikanın teknik müdürüne götürüldüm. Ö n ü m e bir form uzattılar; bu iş formu h e m türkçe h e m d e ingiliz­ c e olarak hazırlanmıştı. Bütün ayrıntılarına kadar o k u m a m ve doğru olarak cevaplandırmam söylenmişti. Tekelci sermayenin ülkemizdeki uzantılarıyla kurduğu montaj sanayii kuruluşları işçi a l m a k k o n u s u n d a asırlık, deneylere sahipti; bu deneyleriyle m e m ­ leketimize gelmişlerdi. Fakat bizim memleketimizde de işçi sını­ fı vardı; bizim de asırlık deney birikimimiz ve devrimci gelenek­ lerimiz bulunuyordu. Hele 15-16 Haziran Direnişi bu birikimle­ rin en üst aşaması niteliğindeydi. Fakat patronlar bu hareketi de, "soF'dan ö n c e , ülkemizde cereyan e d e n diğerlerini de doğrusu yeterince değerlendirmişlerdi; iş formundaki sorulardan d a b u n u n böyle olduğu apaçık belli oluyordu. Elbette iş sadece form dol­ durmakla bitmiyor, sözlü mülakat, polis ve savcılık soruşturmala­ rı, çeşitli sınavlar ve deneme süresi v b . devreye giriyordu. İş f o r m u ' n u doldurup verdik. Canımıza minnet, bir de y e m e ğ e d e şöyle fabrikanın kıyıcığmda yalleriyle kıstırılmış insanların yorduk.



Biraz bekleyin dediler, bekledik. alıkoysalar, bir de işe alsalar, bir bir lojmanda barındırsalar... ha­ çaresizlikleriyle z a m a n kazanı­



D o l d u r d u ğ u m formu okuyup üzerinde görüştükten sonra beni çağırdılar: - Bakın t a m aradığımız adamsın, bir iki sorumuz var; bir de kusura b a k m a y ı n sizin gibi deneyli bir elemanı imtihan etmek is­ temiyoruz, a m a ücret takdirinde emsallerin m u h t e m e l eleştirile­ riyle karşılaşmamak için sizi u s u l e n bir imtihana tabî tutacağız. -Soruldu: -Bundan ö n c e nerede çalıştınız, niçin ayrıldınız? -Neden işyerimize iş müracaatı yaptınız, bu tercihinizi etkile­ y e n sebepleri sıralayınız? 32



-Referans verecek, bizce geçerli kimseler verebilir misiniz? -Ücret k o n u s u n d a k i talebiniz nedir? -Hangi gazeteleri okursunuz? (Cebimde Hürriyet gazetesi vardı) -Kitap v e dergi okur m u s u n u z ? -Hangi tür konulara ilgi duyarsınız? -Spor, aktüalite, edebiyat, sanat, felsefe, sosyolojiye, m ü z i ğ e aşinalığınız var mıdır? -Tanrıya inanır mısınız? D i n c e yerine getirilmesi gerekli şart­ ların hangilerini yerine getirirsiniz? Ve daha onlarca "anayasaya", babayasaya ve d e t ü m burjuva yasalarına u y g u n " d e m o k r a t i k " soru yöneltmişlerdi. A d a m l a r kar­ şısındakinin yüreğini bir bilseler belki d e yönettikleri sorulardan ötürü kendilerini eleştirirlerdi. B u sözlü imtihanda onlar kendi açılarından samimiydi, görevlerini yapıyorlardı; b e n ise rol yapı­ yordum. H e m d e birinci sınıf aktörler gibi. Fakat dürüst davranı­ yor işçilik o n u r u m u k o r u y o r d u m . Cevaplarımdan ç o k hoşlandılar. Sıra geldi " u s u l e n " imtihana. Bir yağ p o m p a s ı n ı ö n ü m e k o y d u l a r v e resmini ç i z m e m i istediler. Bir iş önlüğü giyindik, geçtik tezgâhın basma, ölçtük, biçtik, işin eskizini, taslağmı k a b a c a ortaya çıkardık, g ö r ü n m e y e n parçaları­ nı söktük, tek tek bütün parçaların resmini çıkardık ortaya... A d a m l a r işi h a m u r gibi y o ğ u r u p y o ğ u r m a d ı ğ ı m ı z a baktılar. Tezgâhta duruş, k u m p a s tutuş, mikrometreyi kullanış, pileyit ü z e ­ rinde, mihengiri kullanış ve çeşitli ölçü aletleriyle işin bütün nite­ liklerini ortaya çıkarmakta yetenekli olup olmadığımıza baktılar. -Pekala, gel bakalım, biliyorsun emsallerine karşı bu teler, sadece u s u l e n bunları y a p m a k t a y ı z , dediler.



formali­



Beni y e m e ğ e de alıkoydular. Teknik müdür, bir iki k ı s m ı n y ö ­ neticileriyle birlikte fabrikanın y e m e ğ i n i de yedik. Y e m e k sırasın­ d a da beni ölçüp, biçtiler. Geriye referans verecek kişiler, savcılık ve polisin vereceği temiz kağıdı vd. kalmıştı. B e n d e kendilerine: -Bu kentten referans verecek birini tanımıyorum, dilerseniz İzmit'ten bazı isimler verebilirim. -İzmit'ten kimleri gösterebilirsin? -İzmit Belediye Başkanı E r o l Köse., ikincisi... Portreler F/3



33



-Tamam ikincisine gerek yok. İstediğimiz evrakları hazırla ve gel bizde işbaşı y a p , demişlerdi. Bu fabrikada epey zaman geçirmiştim, bu süre içinde, fabrika­ nın biraz ilerisindeki güvenlik önlemleri de kaldırılmıştı. Gelip geçen araçlar artık aranmıyordu. Bir otobüse el kaldırdım, durdu ve bindim...



ikinci Bir Kente



Geliş



İkinci kentin girişinde otobüsten indim. Bu kentte d a h a önce­ leri kalmıştım. Tanıdığım kimseler vardı. T a n ı n m a m a k için ken­ tin kenar semtlerinden dolaşıp deniz kenarına geldim. Bir zaman­ lar bazı birliktelikler içinde o l d u ğ u m u z ve şimdi avukat olan bir eski arkadaşın yazıhanesine uğradım. Bu kentte T İ P ' i 1962'de birlikte kurmuştuk. İkimizde "Tarihi T K P " d e n haberliydik. Anılan-anılmayan ilişkilerimiz olmuştu. Kendisiyle T İ P de, merkez oportünist kliğe muhalefet e d e n hareketler içinde arkadaşlığımız vardı. İyi v e kötü günlerimiz olmuştu. Kendi p a y ı m a dostluk ve arkadaşlığımızı temiz tutmaya çalışmıştım. P a r a y a , h e s a b a ve mülkiyete ilişkin bir kaygının taraftarı değildik. Arkadaşlığımız­ da bunların hiçbiri önplana çıkarılmamıştı. A r a m ı z d a tek ve önemli çelişki, P D K ' d a ki k u t u p l a ş m a y a dayanıyordu. Avukat ar­ kadaş, o sıralar, M D D teorisyeni Mihri Belli'nin eleştirilmesine v e onun peşinden gitmeyişimize içerliyordu. A d e t a o n u n tutucu bir taraftarıydı. D P P ' n i n oluşturulamayışının " s u ç u n u " illede biz­ lerin sırtına yükleyerek " v i c d a n ı n ı " rahatlatmak istiyordu. Oysa g ü n ü m ü z b a ş k a bir gündü... Ayrıca iş işten g e ç m i ş , faşizm kapıya dayanmış, şartlar devrimcilerin aleyhine değişmişti. Herkes başı­ nın çaresine b a k m a y a itilmişti. Adamcağızın b i z i m ziyaretimiz­ den irkilmesinden doğal n e olabilirdi? İlk soru ondan geldi. Z a t e n h e p alaylı v e sözde ince esprili, kılçık atar gibi konuşmayı severdi. B u "yeteneğinin" dışında v e yanı sıra iki adet kalıcı arkadaşlıklara sahip o l m a d ı ğ m ı d a biliyor­ dum. İticilik-kıncılık, girişilen işi yarı yolda b ı r a k m a k o n u n m e ­ ziyetleri arasındydı: 34



-Buraya niçin geldin? Senin gideceğin yer yılanların çayanların yanı, b e n d e n n e istiyorsun? -Korkma! Başını belaya s o k m a y a gelmedim, bir iki dakikanı alacağım. B a z ı bilgilere ihtiyacım var, onları soracağım. İzmit'te ve burada n e gibi tevkifatlar oluyor? İlkin bunları söyle. S o r d u ğ u m konularda bildiği kadarını aktardı. Kendisine: -Arabanı istiyorum, iki g ü n sonra sana gönderirim. -Olmaz veremem. -El k o y a r ı m . -Yapamazsın, yanımızda karakol var (elini telefona uzatabilir­ di, şaka yapmıyordu.)... Israrda fayda yoktu. M a s a d a bir cep radyosu vardı; k i m e ait olduğunu sorduğumda bir tanıdık işçi arkadaşa (N. A.) ait oldu­ ğunu öğrenince, radyoyu aldım: -N. A ' y a benden selam söyle radyosunu alıyorum, d a h a sonra kendisine iade edeceğim. N. A. arkadaşın bu türden "el k o y m a " işine ü z ü l m e k bir yana sevineceğini umuyor-biliyor v e rahat hareket e d i y o r d u m . O r a d a g e n ç stajyer avukat bir arkadaşla (E. Ç.) karşılaşmıştım. Avukatla konuşurken bizi dinlemişti. Bakışlarından, genel tavrın­ dan iyi bir izlenim bırakıyordu. Bu arkadaşın k i m olduğunu avu­ kata sormuş bazı bilgiler d e almıştım. Yanında staj gören bir avu­ kat adayıydı. Devrimciymiş ayrıca. Verilen "referans" bir yana, genç arkadaşı alıp oradan ayrılmıştım. G e n ç avukat adayıyla kısa bir g ö r ü ş m e yapmıştım. Bizim ce­ nahtan biriydi; hakkında ani bir karar vermiş o l m a k l a birlikte, en azından polis değildi; tartışmalarda bana d a h a y a l a n bir tutum içindeydi. B u n a güvenerek: -Senden bir isteğim var, ö n c e b a n a bir vapur bileti al, vapurun kalkışma kadar beni izle, y a k a y ı ele v e r m e z s e m buradan ayrılır giderim. Yok eğer bu arada yakalanırsam şu adrese d u r u m u şu şe­ kilde iletir misin? G e n ç arkadaş dediklerimi aynen yaptı. Vapura bindim. Selamlaşıp ayrıldık. Vapurda kalabalık bir ailenin y a n m a iliştim, gazetemi açtım. 35



Okuduklarımı arılamıyordum. K a f a m yapılan tartışmalarla ilgili olarak karmakarışıktı. Geçmişi a n ı y o r u m . D e m e k bu bey avukat külüstür arabasını eski bir arkadaşının sıkışık bir d u r u m u n d a ondan esirgemişti. Oy­ sa bayımıza, maddi-manevi açıdan, hesapsız bir özveriyle nasılda dayanışına yapmıştık. ( K - ç m i ş i d e ş m e k , ona hesapsızca yapılan d a y a n ı ş m a duygula­ nın dile g e t i r m e k gerekmiyordu. Ayrıca a d a m haklıydı; toplumda bir yeri, evi, çoluk çocuğu, arabacığı, müvekkilleri, toprak ağala­ rı, hacılar, icralar, ceza davaları, alacak verecekleri, sosyal çevre­ si, savcılar, h a k i m l e r v e bürokrasi vardı. B ü t ü n b u çevrelerle den­ g e k u r m a k zorundaydı. Peki y a devrimciliği diyeceksiniz. Dev­ rimcilik b a s k ı v e terör şartlarında sınavlardan geçiyordu. Üstelik a d a m bize " d e r s " vermiş, yol y o r d a m d a göstermişti; "yılanların, çayanların y a n m a g i t " diyebilen birine d a h a başka n e denilirdi? Sınıflı t o p l u m üyelerinden niçin olmayacak şeyler beklemek­ teyiz? A d a m c a ğ ı z ı n başını n e d e n belaya sokmaktayız? Bu bayın "devrimciliği" M D D teorisyeniyle liberal ilişkiler içinde, ilkesiz, örgütsüz bir garip "devrimcilik" anlayışından oluşuyordu. Biz ise bir yoldaştan beklenmesi gereken özverilerle kimi insanlara yak­ laşıyorduk. Bir işçinin k u r m a y a c a ğ ı bu ilişkiden h e r h a l d e gene biz sorumluyduk. A h n e büyük eşeklik etmiştim. K e ş k e bir çatış­ m a d a arkadan vurulsaydım d a b u b a y ı n söylediklerine m u h a t a p olmasaydım. Geçmişteki duygusal ilişkiler bu şartlarda kimi mandallardı? A h a h m a k kafa? Saflarımızdaki devrimci özveri, donanım v e d a y a n ı ş m a duygularının eksikliği hareketimizin çok büyük bir zaafıydı. (Bay avukat M. B . İ. daha sonraları, a d m a ve eylemine toz kon­ durmadığı Mihri Belli ile T E P ' i kurdu; T E P ' d e ihtilafa düştüler, onulmaz tartışmalara girdiler, sonra d a istifa ederek ayrıldılar. Bir zaman sonra d a " s o l " siyasî görüşlerinden tümüyle ayrılacaktı...)



Yakalanışım Vapur ara bir iskeleye yaklaşmıştı; inenler binenler oldu. Va­ purda yeni yolcular arasında şüpheli kimseler dikkatimi çekmişti. 36



Hele biri elindeki viski bardağıyla kıyıdan k ö ş e d e n beni izlediği­ nin ilk işaretlerini vermişti bile. Diğer biri ise, tıpkı amerikalı gangsterler gibi giyinmiş, başında fötr şapkasıyla d a h a bir dikkat­ li ve renk v e r m e d e n işini y a p m a y a özen gösteriyordu. Güvenlik kuvvetleri arasında devrimciyi izleme k o n u s u n d a ç o k usta v e ye­ tenekli hiçbir görevliyle karşılaşmamıştım. K e n d i deneyime göre; "seni i z l i y o r u m " demeye varan tutumlarıyla d a h a ilk işarette, at­ tıkları ilk a d ı m d a polisleri tanır olmuştum. Bu k u ş a t m a d a yüreğimin atışları değişmişti. B a z ı olayları sez­ meye çalışıyordum. M u t l a k a kötü şeyler olacağa benziyordu. İçimden, " a h bir İstanbul'a a y a k b a s a b i l s e m " diye geçiriyorum; g ö z ü m h e p uzaktan seçilmeye başlayan İstanbul iskelelerindeydi; h a geldik h a geliyoruz... İstanbul kalabalığına k a r ı ş m a k için ö n ü m d e k i e n b ü y ü k engel bu iskeleydi; onu aşınca derin bir o h çekecek, ö n c e bir balık ek­ meği sokakta-ayakta yiyecektim. H e m de acılı, soğanlı cinsinden. Sonra bir e c z a n e y e uğrayacak bazı ilaçları alacak v e bir dost evi­ n e k o n a k l a m a y a gidecektim. D a h a sonra i m k â n bulursam bir doktor kontroluna gidecektim. Elbette daha sonra tasarladığım işimizin başına dönecektik! D ü ş ü n ü l e n l e yaşanılan gerçekler bazen ters orantılıydı. Vapur iskeleye yaklaştıkça bizi b e k l e y e n törenin ilk belirtileri de ortaya çıkmıştı. Elinde viski bardağı ile dolaşan polisle, fötr şapkalı ola­ nı, iskelenin karşısında, k ö p r ü d e vapuru gözetim altına almış olan arkadaşlarına avlarının v a p u r d a olduğunu belirten işaretlerini ver­ diler. Polisler eşkalimi beyinlerine nakış gibi işlemişti v e bakışla­ rı ü z e r i m d e odaklaşıyordu. Çaresiz, yolcularla birlikte bu çembere girecek, oradan çıkışın gereğini arayacaktık. Yanımdaki kalabalık ailenin bir parçasıymış gibi onlarla birlikte vapurdan ç ı k m a y a başladım; elimde çantam, diğer elimle d e kalabalık ailenin çocuklarından birini kavramış­ tım. Bilet kontrol kapısından rahat geçtik. O h , birinci engeli aş­ tık; şimdi şu köprünün u c u n a doğru bir finiş gerekiyordu. A d ı m ­ larım hızlandı, bir solukta o hedefi d e aşmıştık. Oh, ne iyi. Şim­ di, şu E m i n ö n ü kalabalığına bir karışıversem. Bir h a m l e daha... Tam kalabalığa karışacakken k e n d i m i hazırlanan tuzağın içinde 37



bulmuştum. Ç e v r e m i çift daireyle kuşatmışlardı. Ç e m b e r i n biri b e n i m y ö r e m d e , silahlar b a n a dönük, ikinci çember dışa, halka dönüktü; onlar d a silahlıydı. D e m e k ki, vapur çıkışındaki kalaba­ lıkta avlarını kıstırmanın halkta yaratacağı m u h t e m e l panikten kaçınmışlardı. Polislerin planı kusursuzdu! E m i n ö n ü alanını daha emniyetli bir yer olarak seçmişlerdi. Ben bu planı hesaplayama­ mıştım; şartlar ç o k aleyhimeydi. B u konuda şiddetle eleştirilsek d e nesnel gerçeklik buydu. Birinci ç e m b e r i kuşatanlar avlarını zararsız d u r u m a getirdiler. İkinci ç e m b e r e d e korktukları gibi halktan bir "saldırı" gelmemiş­ ti. Onlar d a operasyonu başarıyla tamamlamışlardı. Sayıları 2 0 ' y i bulan polis ekibi avlarını üç polise teslim ederek h e m e n dağıldı­ lar. Halkı başlarına toplamamışlardı. Alt tarafı, " v a t a n haini bir k o m ü n i s t " d a h a yakalanmıştı. Telsizler başarılı operasyonu mer­ kezlerine iletmede kusur etmemişti. Eminönü m e y d a n ı n ı doldu­ ran kalabalık için bu "derdest" e y l e m i hiçbirşey ifade etmiyordu. Herkes işinde gücündeydi. Yalnızca Yeni C a m i ö n ü n d e kendileri­ n e sunulan yemlerle hantallaşmış güvercinler bir süre havalan­ mıştı o kadar...



Emniyete



Getiriliş



Tarihi Sansaryan H a n ı ' n a doğru yürüyoruz. Yolda, polislerden biri ikide bir beni durdurarak: -Bak arkadaş, bizde delikanlıyız; insanın b a s m a h e r iş gelebi­ lir; bir emanetin varsa emniyete az kaldı, oraya v a r m a d a n aramız­ d a halledelim? Demişti. Görevliler doğrusu işlerinin ehliydi. -Hayır bir e m a n e t i m yok. -Israr e t m e arkadaş, bak şu k ö ş e y i dönünce artık yapılacak bir iyiliğimiz k a l m a z , çantanda, üzerinde filan... -Teşekkür ederim silahsızım. Emniyetin ahşap merdivenleri tutuklu gençlerle hınca hınç dolmuştu. Salonlarda da onlarca insan birikmişti. E n üst kata çı-



38



karıldık. " E m a n e t s i z " ve "aletsiz" olarak y e n i polislere teslim edildim. D e v i r teslim yapan polisler avlarını Ilgız A y k u t l u ' y a (İst. E m . 1. Ş b . M d . ) çıkarmaları gerektiğini birbirlerine söylemişler­ di. D a h a s o m a fısıltıyla söylenen bu d u r u m u açığa çıkardılar: -Bu Ilgız beyin misafiri, odasında bekliyor, ö n c e şurada bek­ leyecek! Polisin biri yanıma geldi, a d ı m ı sordu, üzerimdekileri m a s a y a döktü ve d ö k ü m ü n ü yaptı; bir m e n d i l , gravat, a y a k k a b ı bağı, tır­ nak çakısı, bazı ilaçlar, bir kazak, bir çift çorap, bir adet pardösü, 220 lira para, iki jeton, bir t ü k e n m e z kalem, havlu, d i ş fırçası, traş takımı... D a h a s o m a d o s y a m a bir g ö z atan polis y a n ı m a sokuldu, b a n a bir ıhlamur söyledi, bir aspirin v e antibiyotik k u l l a n m a m a izin verdi. Hastalığımı sordu. N a b z ı m ı saydı, eliyle ateşimi ölçtü. Doğrusu b a n a nazik davranıyordu. Getirilirken de, burada d a ilkin iyi işlem g ö r m ü ş t ü m ; içimden "acaba diyordum, bu y a k a l a n m a nasıl gerçekleşti?" Polislerin yu­ muşaklığından yararlanarak s o r d u m da: -Beni nasıl yakaladınız? -Bir ihbar? -İhbarı y a p a n k i m ? - O kadar u z u n boylu değil! -Fakat ihbarı söylediniz? -Düşünürsen çıkarırsın. Beni ihbar edebilecek birini d ü ş ü n ü p çıkaramıyordum; bazı tatsız tartışmalardan böyle bir sonuca varabilmek d e çok ağırıma gidiyordu; bu türden olaylarda insanın öncelikle k e n d i n i ikna et­ mesi oldukça zordu. Ilgız Aykutlu avını (misafirini) teslim almıştı. O n l a r a göre be­ nim y a k a l a n m a m günün ikinci b ü y ü k o p e r a s y o n u y m u ş . Aynı gün Ö m e r A y n a ' d a yaralı olarak, bir b a n k a soygununda yakalanmıştı. B e n Ilgız Aykutlu'nun, Ö m e r Ayna ise Faik T ü r ü n paşanın avıymış! Ö m e r Ayna "telefonlu h ü c r e " d e (kapısının ö n ü n d e antika bir telefon ahizesi bulunması nedeniyle bu hücre b ö y l e anılıyordu), ben de o n u n yanındakinde ağırlanacaktım. 39



İlgi/, çok sevinçliydi. Avını yakalayanların heyecanını yaşıyor ve ödüllendirileceğini belli ediyordu. Yerinden kalktı, ç e v r e m d e bir daire çizdi, d ö n d ü yeniden yerine oturdu: -Anlat bakalım Sırrı Öztürk, n e halt karıştırmak için İstanbul'a gelmekteydin? -Konuşsana ey k o c a S.Ö. B a k a d a m ı nasıl enselermişiz? -Konuşsana ulan!? Polislere nasıl yakalandığını sormaktaymışsın?! Ç o k m u meraktasın!. -Sevgili arkadaşın avukat M . B . İ seni ihbar etti, o n u n ihbarını değerlendirdik! Nasıl b e ğ e n d i n m ü ? N e şerefli arkadaşlarınız varmış!? -Benim öyle ihbarcı bir arkadaşım yoktur. -Nasıl nasıl? Ö y l e bir arkadaşın y o k mudur? U l a n avanaklar, devrimcilik pislik demektir, girmişsiniz bir pisliğin içine m e m l e ­ keti karıştırıp durursunuz, bu da y e t m e z birbirinizi ihbar edersi­ niz! -Devrimciler kimseyi ihbar e t m e z ! -Ulan işte en canlı örnek senin b a s m a geldi! -Bu bir polis taktiğidir! -Bana b a k ulan canımı sıkma, şimdi sana polis taktiğini de ananın örekesini d e gösteririm! Anlaşılan bay Ilgız Aykutlu "terbiyesini" b o z m u ş t u . D a h a sözünü bitirmeden telefonlar çalışmaya başladı; telsiz­ lerle emirler yağdırılıyordu. Faik T ü r ü n p a ş a Emniyete, avını (Ömer Ayna'yı) g ö r m e y e ge­ liyormuş. İlanından bu yana S ı k ı y ö n e t i m ' i n bu en b ü y ü k v e ilk operasyonuydu. H e n ü z "vatan haini anarşist, k o m ü n i s t l e r " b u öl­ çüde yakalanmamışlardı. Devrimci avında 12 M a r t siftah yapı­ yordu İstanbul kentinde. -Götürün şu ahmağı, Faik P a ş a geliyor, sonra da kendisine "polis taktiği" n e y m i ş gösterirsiniz. K 2 ! Onunla k o n u ş a c a k daha çook vaktimiz var! 40



1



Ilgız'ın odasından h ü c r e m e getirildim. Bir süre s o m a beklenen p a ş a gelmiş ve e m n i y e t t e teftiş başla­ mıştı. Hücrelerin kapısı, bazılarının d a sadece daracık pencerele­ ri açılıyor içerdekinin kimliği v e suçları tekmil verilerek p a ş a y a aktarılıyordu. Ö m e r Ayna'nın "telefonlu hücresi"nin kapısı açılmıştı; k o n u ş ­ maları aynen işitiyordum. Kendisine; "bu gibi hareketlere niçin girdiklerini" soruyorlardı. Ö m e r hiçbir cevap v e r m e d i . Sorgucular "terbiyelerini" b o z d u k ç a o g e n e sesini çıkarmamıştı. Bir ara d a y a n a m a y ı p gelenlere usturuplu bir küfür savurmuştu. Fakat Ö m e r Kürtçe küfrettiği için anlamını çıkaramadılar. Sıra b e n i m hücreme gelmişti; bizimkinin kapısını a ç m a y a ge­ rek duymadılar. Hücremin penceresi açıldı, bir çift siyah gözlük, elmacık kemikleri çıkık zayıf bir çehre, tekelci sermayenin en has adamı faşist paşanın y ü z ü y l e karşılaştım. Bizlerin Ö m e r ' l e r i n k i gibi bir " ş ö h r e t i m i z " ve vukuatımız bulunmuyordu; k o n u ş m a y a , soru sormaya değer bir " e y l e m i m i z " d e yoktu; alt tarafı " a h m a k " bir " a m e l e taifesi"ydik, birilerinin katmda... H ü c r e m i n penceresi kapatıldı, Ö m e r ' i n k e n d i kendine k o n u ş ­ ması hâlâ d e v a m ediyordu. K e ş k e b e n de şu faşist suratlara tükürseydim diye hayıflanıyordum; h e m d e Kürtçe olarak... Bay Ilgız'ın emir ve gözetimindeki "polis taktikleri"nin n e m e n e m şey olduğunu b a n a d a öğretmişler, işçilere duydukları kin ve düşmanlığı kusmuşlardı, 1. Ş u b e ' n i n dehlizlerinde... Emniyette nasıl ifade alınırsa bizimkini d e öylece aldılar. Bir ara Ö m e r ' i n hücresine koydular beni. Hücrelerimizin yan y a n a oluşundan gıyaben d e olsa birbirimizi tanımıştık. Ö m e r ' i n yaralı olduğu, ciddî bir tedavi görmediği h e m e n belli oluyordu. Y ü z ü n d e , üst v e b a ş m d a k a n lekeleri hâlâ duruyordu; ellerinden ve ayaklarından zincire vurulmuştu. Birbirimizi ilk k e z tanıyor­ duk. Bir ara b e n i m adımı birilerinden d u y d u ğ u n u hatırladı. Yara­ larına baktım, bazı kan lekelerini, yırtık g ö m l e ğ i m d e n bir parça daha kopartıp tükürükle ıslattıktan sonra ona ilk yardımı galiba ben yapmıştım. D a h a sonra Ö m e r ' i özel sorgu için bir yerlere, beni d e Harbi41



y e Kışlası'na götürdüler. B ö y l e c e ikidebir hücrelerimizin kapı ya d a pencerelerini açıp vahşi bir h a y v a n a bakarcasına bizleri izle­ m e y e gelen meraklıların tecessüsünden kurtulmuştuk. Sansaryan H a n ı ' n ı n siyasî tutuklularından biri d e Turan Önalan'dı. Öteki siyasî tutuklularla karşılaşmamıza izin verilmiyor­ du. Bir ara Turan ile de bir hücreyi paylaşmıştık; kendisi, ünlü " B o m b a D a v a s ı " n ı n sanıkları arasındaydı. Uygun bir biçimde ço­ cukcağız ta E r z u r u m ' d a n buraya getirilmişti. Polisler ona ikide­ bir: " B a k evlat Erzurumlular mert, dürüst ve kabadayı olur, hepsi d e vatansever, atatürkçü insanlardır; sen şimdi bu kağıtlara ifade­ ni ve bildiklerini akıllıca yazacaksın! Anladın m ı ? " diyerek Tu­ r a n ' m delikanlılığını kullanmaya çalışıyorlardı. Turan ile de ilk kez bu hücrelerde karşılaşıyorduk. Şivesinden Doğulu olduğunu anlamıştım. O, kendisine sunulan t o m a r tomar kağıtlara birşeyler yazılmasından y a n a toy bir g ö r ü n ü m içindey­ di. Hücrelerde k o n u ş m a k yasak d a olsa gene de k o n u ş m a n ı n bir yolunu buluyorduk. Hücrelerin ahşap bölünmelerinde 1945,1950,1951,1957 vb. tarihlerde buralarda kalan devrimcilerin yazdığı tarihsel kayıtlar gene de o k u n u y o r d u . Bunlardan birinde: "Arkadaş inkilâpçı ru­ h u n a gölge d ü ş ü r m e ! " Diyordu. Bir başkasında ise: " B u hücreler­ den er-geç çıkacağız!", "Arkanızdan a d a m getirmeyin!.." biçi­ mindeydi. T u r a n ' a bu yazıları okuttum. Sonra da bu kağıtlara ya­ zılan her satırın kendisi aleyhine olacağım söylemeye çalışmış­ tım. O da elindeki kağıt ve k a l e m i bir y a n a bırakmıştı.



Harbiye



Kışlası



Tanıdığım askerî cezaevlerinden, p a r d o n işkencehanelerden birisi de H a r b i y e Kışlası'ydi. B u kışladaki hapisliğimin ilki, as­ kerken Nurettin A k n o z paşaya selam v e r m e m e k " s u ç u n d a n " 1952 yılının haziran a y m a rastlıyordu. Askerî nezarette bir hafta kal­ mıştım. B u süre içerisinde, aynı kışlada T K P tevkifatından yatan­ lar da bulunuyordu. Askerî nezarethanede yatanlar, kışlanın bütün angarya işlerini y a p m a k zorundaydı; paspas yapmak, temizlik iş42



leri, tayın taşımak, vd. Bir seferinde T K P tevkifatından tutuklula­ rın bulunduğu bölümleri d e bizlere temizletmiş, tayınlarını taşıtmışlardı. H a r b i y e Kışlası'ndaki ikinci tutukluluğumuz 1961'in Ağustos a y m a rastlıyordu. B u k e z kışlanın arkasına düşen hücre­ lerde kalıyorduk. S u ç u m u z ise ç o k ağırdı, "inkılâp düşmanlığı"ndan içerdeydik. Aslında, 27 M a y ı s 1 9 6 0 ' m gerçekleşmesi v e bir işçi-emekçi halk hareketine d ö n ü ş m e s i için 2 6 M a y ı s ' a kadar bu harekete k a n v e can verenlerden sayılırdık. A m a n e çare ki, "millîci g ü ç l e r " 27 Mayıs "ihtilalini" hazırlayan bütün devrimci kadroları temizlemeye k a l k m a k t a kusur etmemişti. Çünkü, A B D böyle istiyordu... Evet H a r b i y e Kışlasına, bu gelişimizle söz yerindeyse üçlüyorduk. lO'ar yıllık arayla ü ç l e m e ! Bu kez kışlanın orta kısımla­ rındaki garnizon cezaevindeydik. H a r b i y e ' d e k i tutukluların sayısı 50 civarındaydı. T M G T ' d e n birkaç kişi, D e v - G e n ç ' d e n beş o n kadar genç, çeşitli adi suçlar­ dan lümpenler, beş altı tane de " Ü l k ü Ocakları" y a d a " M ü c a d e l e Birlikleri"nden faşistler vardı. Faşistlerle devrimciler arasında kıyasıya bir ç e k i ş m e vardı; h e m e n k a v g a çıkacakmış gibi h a v a çok gergindi. Faşistlerin çoğu Adanalıydı y a d a D o ğ u ' d a n getirilmişti. K a p a n d a k i sıçan gibi korku içindeydiler. Subayların sayımlarında esas duruşa geçiyor­ lar, çağrıldıklarında k o ş u p t o p u k vuruyorlardı. Eğer işledikleri suçları sorulursa, hepsi ezberlemişcesine: "Bizler milliyetçi Ata­ türk gençliğiyiz! K o m ü n i z m e d ü ş m a n ı z ! " yollu cevaplar veriyor­ lardı. B u r a d a k i askerlerle subaylar onları bizlerden ayrı işleme ta­ bî tutuyor v e koruyorlardı. H a r b i y e ' d e iç avluda d a k o ğ u ş l a r vardı; bu tarihi hücrelere tu­ tuklu koymuyorlardı. Koğuşların kapısı dar bir avluya açılıyordu; dışarı ç ı k m a k , tuvalete gitmek, öte beri almak-aldırmak serbestti. Avluya b a k a n pencerelerden bizleri gözetleyen başlar hiçte eksik olmuyordu; bunlar arasında bir d e bayan subay vardı (Bu subayın devrimci bir b a y a n arkadaşımızın annesi olduğunu, ayrıca bizle­ re sempati d u y d u ğ u n u s o m a d a n öğrenecektim.). Hattâ gençlerin hangi okullarda okuduklarını, suçlarının ne olduğunu sorup duru­ yordu. G ü n aşırı toplanıp getirilen yüzlerce g e n ç önce coplanıp 43



sorgulanıyor, sonra saçları kesildikten sonra salınıyordu. D e m e k faşist paşalar bu yöntemlerle gençliği biçimsel bir kalıba dökerek " e ğ i t m e k " niyetindeydi!.. H a r b i y e ' d e bir hafta kadar konakladık. Buradaki "işlemler" d e bittikten sonra bir deliyle aynı k e l e p ç e y e vurularak Selimiye Kışlası'na postalanmıştık.



"Kader Arkadaşım"



İmdat



İ m d a t ' ı ilk kez Harbiye K ı ş l a s ı ' n d a tanıdım. Kendisi deliydi. Esrar, eroin, b u l a m a z s a hap içen tükenmiş bir insandı. H a r b i y e ' d e bu malzemeleri bulamıyordu; yerdeki sigara izmaritlerini toplu­ yor, onları bir kağıda sarıp içerek kafayı b u l m a y a çalışıyordu. Alıştığı bir şartlanmadan y o k s u n kalınca da akıl a l m a z işlere gi­ rişiyordu. K i m i z a m a n tuvaletlerdeki sabunları alıp yiyor, şişele­ rin mantarlarını çıkarıp, ufalıyor, filitreli sigaraların izmaritleriyle harmanlıyor, sonra da bir gazeteye sarıp tütsülüyordu. Günler geçtikçe krizleri d a h a da artıyor, tuvaletlerden elleriyle çıkardığı pislikleri y e m e ğ e koyuluyordu. Bu durumu görenler İ m d a t ' ı azar­ lıyor, hattâ dövüyordu. O n u h e m tutuklular, d a h a ç o k lümpenler, h e m de askerler dövüyordu. İmdat dayak yerken s a k ı n m a y a çalı­ şıyor, kafasını karnına çekiyor, tıpkı ana rahmindeki gibi bir du­ rum alıyordu. Kendisine insan gibi davrananlara içgüdüleriyle so­ kuluyor, adeta onların himayelerine sığmıyordu. İ m d a t saldırgan değildi. K i m s e y l e konuşmuyor, yoklamalarda sorulan sorulara hiçbir cevap vermiyordu. Adını soranlara da bön b ö n bakıyor v e bu anlamsız bakışlarıyla herkesi hayretler içinde bırakıyordu. Selimiye K ı ş l a s ı ' n a İ m d a t ' l a birlikte kelepçe v u r u l m u ş olarak gönderilmiştik; ikişer yanımızda birer kuvvetli inzibat bulunuyor­ du. Bindirildiğimiz askerî cipin arkasında tıkış tıkış götürülüyorduk. Ö n d e ise şoför ve bir astsubay çavuş oturuyordu. İmdat sezgileriyle bu d u r u m değişikliğini kavramıştı; askerlerden sigara v e ekmek istedi. Onlar İmdat'ı ciddiye alıyor, n o r m a l insan yerine koyuyorlardı: -Kes ulan şimdi sana da sigarana da... diye hakaret ediyorlardı. 44



İ m d a t ' ı n bütün duyguları körelmişti; dayak, acı söz, m a d d i ve manevi hiçbir işkence ona kâr etmiyordu. B ü t ü n bu işlemlere baş­ vurulunca kasılıp büzülüyor, sesini çıkarmıyor, biraz s o m a sanki hiçbirşey o l m a m ı ş gibi yeniden: -Sigara b e hemşerim... D i y e başlıyor, daha s ö z ü n ü bitirmeden coplar inip kalkıyordu. î m d a t ' l a kelepçeliydim. B e n d e n daha iri v e yapılıydı; o n a yapılan her işlemden ben de p a y ı m a düşeni al­ maktaydım. Sıkıyönetim var, k i m e söz anlatılabilinir ki? Sivil y ö ­ netim de olsa n e fark ederdi; onlar d a böylelerini d a y a k l a " y o l a " getirmekten b a ş k a hangi y ö n t e m l e r e başvuracaklardı ki? İyi ki İmdat deliydi, y a birde akıllı olsaydı? Aklı b a ş m d a insanlara ya­ pılan işlemlere uğratılsa belki d e akıllı olmak yerine h e m e n çe­ kinmeden deli olmayı yeğlerdi. Bizi götüren ciple araba vapurundaydık. İmdat, deniz havası­ nı alınca coşmuştu; oysa içerdeyken tek kelâm etmiyordu. Araba­ lar arasında dolaşan, simit-ayran satan çocukların birine bağır­ maktan kendini alamadı: -Hemşerim ver bakalım şuradan abilere birer simit, bir d e ayran. Bu k e z İ m d a t gene c o p l a n m a y a başlanmıştı. Artık d a y a n a m a ­ dım: -Birader şu a d a m deli, her söylediğini ciddiye alıp habire c o p ­ luyorsunuz, b a k ı n zavallının y ü z ü n e nasıl biri o l d u ğ u g ü n gibi or­ tada; ayrıca b e n i de copluyorsunuz! -Ne delisi b e hemşerim, biz böylelerini biliriz, onlar sopadan başka dilden anlamazlar, sen işine bak, karışma bize! D i y e gürlemişti inzibatlar. Arabalı v a p u r H a r e m ' e yaklaştı, oradan Selimiye Kışlası'na az bir mesafe vardı; neyse k i dayanacağız, az sonra İ m d a t ' l a bizi bağlayan kelepçeler çözülür d e dayaktan kurtuluruz, diye kuru­ yordum. S e l i m i y e ' y e geldik. İ m d a t ' l a bizi çözmediler. Adli Müşavirlik kalemine çıktık, orada d a bizi çözmediler. Evraklarımız kayda geçti. O r a d a n Selimiye iç güvenlik komutanlığına gönderildik. Tam o sıralar y e m e k zamanıydı. İlgililer bizleri teslim almadan yemeğe çıkmıştı. Gene bağlı kaldık m ı " k a d e r " arkadaşımla... 45



Görevli yüzbaşı (sonradan binbaşı oldu, tutuklular ona "Tek­ k a ş " adını vermişti), evraklarımızı inceledi v e kimliklerimizi sor­ du. İmdat hiçbir soruya cevap vermiyordu. Tekkaş sinirlenmiş aya­ ğa kalkmıştı; anlaşılan o da İmdat'ın bu tavrını ciddiye alıyordu: " - N e d e m e k ulan kimin k a r ş ı s ı n d a s m " diye İ m d a t ' a sille tokat girişti. İmdat d a sorulara verecek hiçbir cevap yoktu. Yenilenen her soruya o çok ilgisiz cevaplar veriyordu. -Adın, soyadın, adresin, d o ğ u m tarihin, iş ve ev adresin... vd.. -Cevap ver ulan, kırarım kemiklerini! Kader arkadışımın kemiklerini kırmaya başladılar; artık her yerine acımasızca vurmaktaydılar. Bağlı o l d u ğ u m u z d a n sakın­ m a m ve dayaktan k o r u n m a m m ü m k ü n değildi. İmdat bu dayaktan sonra d a n e admı, ne de adresini söyledi. Tekkaş evraklarını açtı, orada yazılı olanları kayda g e ç m e y e baş­ ladı; bu arada da sinirleri iyice a y a ğ a kalkmıştı. B u m a n z a r a kar­ şısında d a kayıtsız kalamamış söze girmiştim: -Efendim bu arkadaşla H a r b i y e ' d e n beri birlikteyiz, kendisi görüyorsunuz delidir, onun deliliği yüzünden... D a h a s ö z ü m ü bitirmeden Tekkaş gürlemişti: - Avukatımısın bu dürzünün h a ? Diyerek üzerime yürüdü, elin­ d e de İ m d a t ' ı n evrakları vardı; onları havada sallıyarak, b a k ne boklar karıştırmış senin kader arkadaşın: -Harbiye Kışlası'ndaki n i z a m i y e kapısında nöbetçi askerin si­ lahını almak için üzerine saldırmış. Anarşist midir nedir itoğlu it! Yoksa sen d e bu herifin suç ortağı m ı y d m ? Bu d u r u m d a bize susmak düşmüştü. Tekkaş askerlere emir verdi, İ m d a t ' a yeniden giriştiler: -Söyle ulan, admı, soyadını, ev adresini, söyle, y o k s a öldüre­ ceğiz seni! İmdat d a cevap yok. 46



-Bak ulan burada adın yazılı, niçin bize söylemiyorsun? Senin adın İmdat değil mi? İmdat d a cevap yok. İ m d a t ' ı n evraklarına b a k a r a k admı ve soyadını k a y d a geçtiler. Bu kez iş adresiyle ev adresini sormaktaydılar: -Adresin? Cevap yok. -Ulan n e r e d e kalıyorsun? N e r e d e yatıp kalkıyorsun? Coplar d u r m a d a n inip kalkıyordu. İmdat dayaktan altına işemiş v e titremeye başlamıştı; ilk kez sorulara cevap v e r m e y e başlamıştı. -Adresin ulan! Nerede kalıyorsun? -Sepetin içinde. -Ne dedin n e dedin, ulan b i z i m l e m a y t a p m ı g e ç i y o n sen? Coplar g e n e faaliyetteydi. - K o m u t a n ı m vallahi, billahi sepetin içinde kalıyorum. Bu trajedi sürdü gitti... İmdat ile kader arkadaşlığımız S e l i m i y e ' d e n s o m a Kartal Maltepe A s k e r î Cezaevine k a d a r sürmüştü; bizi birbirimizden hiç ayırmadılar v e aynı k o ğ u ş a düşürdüler. Onu d a y a k t a n kurtarmak için yaptığım bütün girişimler h e m onu h e m d e b e n i derinden sarsmıştı. İkimizin d e dayaktan sağlam yerimiz kalmamıştı. İmdat kendisine yaptığım iyiliği hiç unutmamıştı; dayanışma­ mıza karşılık, bizim k ü n y e m i z yazılırken o d a söze karışmıştı: - K o m u t a n ı m n e diye tatlı canını üzüyorsun, bırak şu garip adamı, b a k s a n a kuru dal gibi, anasını bellemişler, bırak gitsin, bu­ radan E s k i ş e h i r ' e giden k a m y o n l a r a bir haber sal, v e r şoför ahi­ lere bir onluk, değil m i ya, atarlar brandanın ü s t ü n e bir gece de gider zavallı adam evceğizine, bir de tayin ver cebine koysun, olur biter!.. Coplar g e n e İ m d a t ' ı n sözünü ağzına tepmişti. Evet İ m d a t deliydi, özürlüydü, fakat kimi götü boklu "devrim­ ciler" gibi ihbarcılık yapmıyor, adam satmıyor, arkadan hançerle­ miyor v e d a h a iki tokat y e m e d e n polisin önüne d ü ş ü p kapı kapı arkadaş ele vermiyordu. İmdat içgüdüleriyle b e n i m kendisine 47



y a p m a y a çalıştığım dayanışmayı fazlasıyla ödemekteydi; h e m de dayanılmaz c o p l a n m a ve hakaretlere rağmen... İ m d a t ' ı n ayrıntılı hikayesini, h a k k ı n d a düzenlenen iddiana­ meyle birlikte d a h a sonraları öğrenmiştik. Kendisi bizimle birlik­ te 6 ay arkadaşlık etti. K. M a l t e p e ' d e k i Askerî C e z a e v i ' n d e onu ilkin bitlerinden v e pisliklerden arındırmakla işe başlamıştık. As­ kerler onu çrrıl çıplak soydular; üstündekileri ateşte yaktılar; saç­ larını, v ü c u d u n d a k i bütün kılları traş bıçağıyla kazıdılar; k i m i as­ kerler bu işi çabuklaştrrmak için İ m d a t ' t a n uzak duruyor, bir ağa­ ca taktıkları jiletle i m d a t ' ı n bütün kıllarını kazıyorlardı. İ m d a t ' ı n vücudunda k ı l olarak yalnız kirpikleri kalmıştı, kaşları bile kazın­ mıştı zavallının. Sonra onu ilaçladılar v e h a m a m a soktular. İmdat vücudundaki jilet yaraları ve ayağında bir asker donuyla koğuşu­ m u z a getirildi. O n u n b u d u r u m u n a üzülmeyen, irkilmeyen kalmamıştı. İç ça­ maşırlarını bizim işçi koğuşu, elbise, gömlek, gravatla ayakkabı­ larını d a Şiar Yalçın dostumuz vermişti. İmdat şimdi birden bire değişmiş, kırık v e fiyakalı bir delikanlı olmuştu. Hapiste kaldığı sürece y e m e k yedi, bizlerle spor yaptı, kendisine bazı ilaçlar ge­ tirttik. İ m d a t g e n e deliydi, fakat ara sıra ç o k akıllı davranıyor, ba­ zı mantıklı sözler d e söylüyor v e derken giderek yeniden sapıtı­ yordu. İ m d a t ' ı , iddianameye yazdıkları gibi, "Bir askeri birliğe zorla girmeye k a l k ı ş m a k , nöbetçi erin silahım almaya kalkışmak; ve T C K ' n u n (...) m a d d e s i uyarınca...." suçladılar v e çocukcağıza bastılar cezayı!.. ' Duruşmalara çıkarken ona neler y a p m a s ı gerektiğini bir bir anlattık, provasını yaptık. Kendisini götüren subaylara ricalarda bulunduk; o n u n özürlü olduğunu, kendilerinin d e bu d u r u m u açıkça gördüklerini söyledikse de girişimlerimiz hiçbir şeye yara­ madı. Öğrendiğimize göre, İmdat m a h k e m e karşısına çıkarken ayakkabılarını eline alarak çıkmış, " o t u r " dediklerinde ise bağdaş kurup yere oturmuştu... Bir ara İ m d a t ' l a ilgili bir dilekçeyi yetkililere iletmiştim; o da işe yaramamıştı. O n u n hikayesinin aslı şöyleydi: 48



-İmdat, Harbiye Kışlası nizamiyesindeki askerden e k m e k iste­ m e ğ e gitmiş, o sırada nöbetçi u y u k l u y o r m u ş , İ m d a t ' ı anarşist sanmış, biraz şamata çıkarmış v e zavallı deliyi pataklayıp içeri tıkmışlar. Kendisi bir kuru temizlemeci hemşehrisinin işyerinde geceliyormuş. ("Nerede y a t ı y o r s u n " sorusuna verdiği cevap olan "sepetin i ç i n d e " sözü buradan ileri gelmekteydi; gerçekten de temizlemecide sepetin içinde kıvrılıp yatıyormuş.) İmdat yanılmıyorsam 9 ay h a p s e m a h k û m oldu. Cezasını ta­ m a m l a d ı v e cezaevinden ayrıldı. Yıllar s o m a İ m d a t ' ı C a ğ a l o ğ l u ' n d a g ö r d ü m . K a d e r arkadaşı­ m ı n nasıl tutuklandığını, yediği dayakları, birlikte coplanmamızı, tıpkı bizim köylerimizde m a n d a l a r ı usturayla kazımaları gibi, o n u n da bitlerinden kazınmasını, ciddi ciddi yargılanmasını, m a h ­ kûmiyetini bir film şeridi gibi aklımdan geçirdim. İçerdeyken o n u n hayat hikayesini de öğrenmiştim. Şoförlük y a p m ı ş , askere gitmiş, futbol oynamış, bağlı o l d u ğ u askeri birliğin futbol takımı­ n a girmiş, tamirci yanında, kolacıda çalışmış v e d a h a somaları b ü y ü k kentin değirmeninde İ m d a t , öğütüle öğütüle harcanıp d e ­ lirmişti. O n u g ö r d ü ğ ü m d e e l i m d e olmadan durakladım, acaba ta­ nır mı diye. Fakat beni tanımadı. A d m ı andım, seslendim dönüp cevap bile v e r m e d i . K o l t u ğ u n d a d u r u l m u ş kalınca bir koli vardı; g e c e karanlık bastırmadan içgüdüleriyle yatacak bir yer için ace­ le acele yürümekteydi. Belki bir k o v u k bulacak, " m o d e r n " kent, İ s t a n b u l ' d a binlerce evsizler gibi, koltuğundaki koliyi uygun bir yere serecek v e s o m a ana r a h m i n d e k i gibi başını bacakları arası­ n a sokup, iki b ü k l ü m u y u m a y a - s ı z m a y a koyulacaktı... K i m i arkadaşlar soruyordu: E y b ü y ü k "insanlık"! İ m d a t ' l a r ı n yeri neresiydi? Sıkıyönetim cezaevleri m i ? Hitler, İ m d a t ' l a n fırınlara gönderip, köklerini kurutmuştu; bizdeki faşizmin baştemsilcisi tekelci sermaye ise, İmdat'ları "anarşist" yerine k o y u p , "siyasî tutuklu" olarak ciddi ciddi yargı­ layıp m a h k û m ederek " v i c d a n " ı n ı rahatlatıyordu. D a h a s o m a kimsesizler yurdu, akıl hastahaneleri açarak ikiyüzlülüğünü giz­ l e m e y e k o y u l u y o r d u !.. Portreler F/4



49



Askeri Savcılık



Karşısında



K D İ K B ' n i n k i m i üyeleri v e bizimle ilgili-ilgisiz 3 0 ' a yakın ki­ şi gözaltına alınmış ve ifadelerine başvurulduktan sonra tutuklan­ mıştı. B e n i m dışımda Mustafa Baykara ve İ.Ruhi G ö b ü t h e n ü z yakalanmamıştı. î z m i t ' d e K D Î K B ' y e doğrudan ü y e o l m a m a k l a birlikte d ü ş ü n c e birliği içinde o k u d u ğ u m u z kimi arkadaşlarımız da yakalanmamıştı. Askerî Savcı, tabloyu t a m a m l a y a b i l m e k için bizi beklemekteymiş. Burjuva basını da hakkımızda, " s e v i y e ' l e r i n e u y g u n bir yayın yapmıştı. S ı k ı y ö n e t i m ' d e n acele davalara başlanmasını, "anarşist, komünistlerin" i c a b m a bakılmasını isteyenler vardı. Bü­ kere ilgililerce h a k k ı m ı z d a çentik çekilmişti; " i c a b m a " bakılacak­ tı devrimcilerin. İfadeler, duruşmalar aslında bir vitrindi. Tekelci sermaye e m p e r y a l i z m d e n öğrendiği yöntemlere yerli (Osman­ lı'dan miras) katkılarını d a ekleyerek hakkımızdaki kararını çok önceleri vermişti. Burjuva demokrasisinin sadece " d " harfinin or­ talarda görüldüğü şartlarda a c a b a böylesine vitrin davalar açılabi­ liyor ve m a h k û m i y e t l e r verilebiliniyor muydu? Her neyse. Savcı Ü l g e n Sözer (Deniz Yüzbaşı), bizi karşısına aldı. Masa­ sında bir yığın k a i m klasör vardı; sanırım bunların hepsi K D İ K B Davası ile ilgiliydi. Savcı klasörlere baktığımı anlayınca; "öyle acayip b a k m a dahası da var." D e m e k t e n kendisini alamamıştı. Yakalanmamızla Savcının işi kolaylaşmıştı; ö n ü n d e dağlar kadar m a l z e m e , polis fezlekeleri, istihbarat raporları v e biz tutuklanma­ dan önce sanıklardan alınmış ifadeler vardı. Ayrıca Ü l g e n Sözer açacağı d a v a d a iyi saatte olsunlarla işbirliği etmiş v e K D İ K B Dav a s ı ' n d a ajan d a kullanmıştı. Yani bu ajanlar, h e m "sanık", h e m d e " k a m u " tanığı görevini üstlenecek, kısa bir süre sonra d a tah­ liye edilip yeni görevlerinin başına yollanacaktı!.. İlk sözü savcı başlatacaktı: -Seninle u z u n boylu bir işimiz yok, bir ikisi dışında örgütün bütün üyeleri tutuklandı; hepsi suçlarını ve eylemlerini itiraf etti­ ler. Sıra sana geldi. Bizi oyalama. Hakkında onlarca d a v a konusu olabilecek ifade var. Beş ayrı d a v a d a adın geçiyor. Tarihi TKP, 50



T H K P - C , T H K O , Deniz Subayları v e bir de K D İ K B . Kıvırtırsan birinden birine sokarım. İnkâr edersen geldiğin yerlere postalarım seni. İlk peşin söyleyelim, h a y d i başla bakalım? Doğrusu Savcı, oldukça harbi davranmıştı!... Savcıya gerekli olan ifade yerine gerçeği söyledim. İfadem bir sayfayı y a tuttu y a d a biraz d a h a eksikti. Özetle; " K D İ K B gizli bir örgüt değildir, yasalara göre kurulmuştur; kurucu b e ş üyenin dı­ şında hiçbir üyesi yoktur; b u r a y a K D İ K B ile ilgili sanılarak geti­ rilenler ü y e m i z değildir; bir kısmını ise hiç t a n ı m ı y o r u m . Söz k o ­ nusu bildiriler bize aittir ve düşüncelerimizi yansıtmaktadır; on­ ların ideolojik düşünce planındaki içeriği bizimdir. Eylemlerimi­ zin h e s a b m ı 15-16 Haziran D a v a s ı ' n d a verdik. Diğerleri için her­ hangi bir k o v u ş t u r m a y a p ı l m a d ı . " Demiştim. Savcı bir iki zorlama dışında çizgiyi aşamadı. B a z ı teorik tar­ tışmalara g i r m e y e çalıştı, onları cevaplamadım. " H a l k Savaşı ve Devrim k o n u s u n d a n e d ü ş ü n ü y o r s u n ? " D i y e bir soru yöneltti. B e n de; " b ö y l e bir mücadele yolunun gerekli şartlar oluşunca başvurulan bir m ü c a d e l e biçimi olduğunu sosyal d e v r i m i n ise kanuniyetleri olduğu bilimsel gerçeğini" söyleyerek ifademi nokta­ lamıştım. Savcı, polis ifadesine itibar etmedi. Ç ü n k ü böyle bir metin yoktu. S a v c m m e n son sözü: -Seninle d a h a ç o k konuşacağız! Bir dahaki sefere karşılaşma­ y a iyi hazırlan! Anladın mı?!, biçiminde olmuştu. B e n de: -Anladım, ben hazırım! D e m i ş t i m . Savcı gerekli işlemleri hazırladı. Sevk edildiğim m a h k e m e d e tutuklandığımı söylediler. S e l i m i y e ' d e kısa bir süre kaldıktan sonra Kartal Maltepe A s ­ kerî Ceza v e T u t u k e v i ' n e gönderildim. i



Cezaevi Bu cezaevine ikinci gelişim; ilki 15-16 Haziran Direnişi'yle, ikincisi 12 M a r t 1971 "rejimiyle" ilgiliydi. Cezaevinin şimdiki yöneticilerinden iki subay bu k e z de görevliydi. Yalnız içlerinde 51



rütbe olarak d a h a alt düzeyde o l m a s ı n a rağmen k i m s e y i ipleme­ diğini göstermekten çekinmeyen, siyah gözlüklü bir subay h e m e n seçiliyordu; ayrıca şivesinden D o ğ u l u olduğu anlaşılıyordu. Ya­ nağında şark çıbanı izi vardı. Sert v e acımasız birisiydi. Biçimsel konulara ağırlık veriyordu. Tehditle işe koyulmuştu k a y d ı m ı ya­ parken: -Bu cezaevine ikinci k e z gelen tek insan sensin! Ayağını denk al! Sakın g ö z ü m e batma! S a n a bir m i m k o y d u m ! Gerisini paşa gönlün bilir! H a y d i marş marş!. A K o ğ u ş u ' n a götürün! Demişti. Cezaevi meyilli bir araziye, tepeye k u m l m u ş t u ; idare binasına merdivenlerle çıkılıyordu; soldan y a n yana üç oda, sağda iki gö­ rüşme yeri, k i m i zaman berber, k i m i zaman avukat-sanık görüş­ türme yeri olarak kullanılıyordu... Cezaevi ortasından bir koridor­ la ayrılıyordu. Koridorun sol tarafında, aralarında bir havalandır­ m a avlusu bulunan iki k o ğ u ş , A v e B koğuşları, sol tarafta depo olarak kullanılan küçük bir oda (bir ara kadın tutuklular d a konul­ muştu; özellikle k a ç m a olayından s o m a ) . Koridorun sağında bir­ birlerine içten bağlı koridorları b u l u n a n C,D,E Koğuşları orta ye­ rinde bir avlu. A n a koridorun sağında bir hücre v e tuvalet. E K o ğ u ş u ' n u n altında, dıştan kapısı b u l u n a n birde F K o ğ u ş u vardı. Ce­ zaevinin üst bahçesi yakınında eskiden garaj olarak yapılmış, şimdi ise kadın tutuklular için hazırlanmış olan kadınlar koğuşu bulunuyordu. ( K a ç m a olayından sonra cezaevinin y a p ı s m d a bü­ yük değişiklikler yapıldı. Cezaevi dört ayrı b ö l ü m e ayrıldı, avlu­ lar bölündü v e üzerlerine demirağlar çekildi. A h ş a p kapılar demi­ re çevrildi. Pencereler demir v e telörgülerle örüldü... A n a koridor ikiye ayrıldı, vb..) Bu cezaevinin bahçesi 15-16 H a z i r a n döne­ minde basit bir telörgüyle çitlenmişti. Şimdi ise cezaevi bahçesi duvarlarla çevriliydi; dört köşesine d e birer g ö z e t l e m e kulesi yer­ leştirilmişti; ayrıca dıştan aydınlatılıyordu. İç v e dış güvenliği da­ h a sağlam esaslara bağlanmıştı. A K o ğ u ş u d a h a çok K D İ K B Davası ile ilgili sanıklardan olu­ şuyordu. B e n i m dışımda, öğretmenlerden Nurettin D o ğ a n , Neca­ ti Çığşar, A h m e t Muhtar Göbüt, İbrahim İşyar. İşçilerden Basri Dede, Şevki Erencan, somaları. Î.Ruhi Göbüt. Ö ğ r e n c i sanıklar­ dan, H.Mutlu Öztürk (oğlum önceleri E K o ğ u ş u ' n d a y d ı ) . Bir iki 52



esrarcı, yerli "mafya"dan k a b a d a y ı İsmail Hacı Süleymanoğlu, "Kader a r k a d a ş ı m " İmdat, T H K P - C sanıklarından; Z i y a Yılmaz, İrfan Uçar, Necati Sağır, d a h a sonraları N e c m i D e m i r ( E Koğuş u ' n d a n ) , U l a ş Bardakçı (F K o ğ u ş u ' n d a n ) , M a h i r Cayan (önce Selimiye, s o m a M a l t e p e ' y e , ilkin F K o ğ u ş u ' n a , d a h a sonra A K o ğ u ş u ' n a ) , S i n a Ciladır (E K o ğ u ş u ' n d a n ) , Ü t ğ m . Ö m e r Laçiner, T H K O ' d a n ; Ö m e r Ayna, Z o n g u l d a k ' h işçilerden bir grup, Bilal Yeşilyurt ( K D İ K B davasıyla " C u n t a D a v a s ı " n d a A s . Savcının kullandığı görevli). Bazı D e v - G e n ç ' l i gençler v e iki amatör tel­ sizci... B K o ğ u ş u , bizim koğuşla bir h a v a l a n d ı r m a avlusuyla bağlıy­ dı. Bu koğuşta d a h a ç o k yazarlar, "Cunta"cılar, S e l m a Eşfort'un " T K P " sanıkları kalıyordu. K i m i yazılarından ötürü; İlhan Sel­ çuk, Oktay Kurtböke, Çetin Altan, (Bir geceliğine d e Aziz Nesin). " C u n t a " Davasından; Sarp Kuray, Atilla Sarp, R u h i K o ç , Ender Alkım, H ü s e y i n Çetin, A d n a n Çöker, Selim Yalçıner, Abdullah Gelgeç, M e t i n Eşrefbğlu (sonradan D K o ğ u ş u ' n a ) , eski Emniyet Müdürlerinden (İst.Em.Müd.Mali D.Md;Bolu Em.Md; A n k . M e r k . E m . M d . v e 27 M a y ı s ' ı n m u h a b e r e örgütlenmesinden) Rafet K a p l a n g ı ile İstanbul E m . M ü d J . Ş u b e M ü d ü r ü Muzaffer Yılmaz (DP, 27 M a y ı s , İnönü Koolisyonu, A P v e 12 Mart döne­ m i n d e aynı görevde bulunmuş) (bu sanıklar, ilkin D , sonra A, da­ h a sonra d a B K o ğ u ş u ' n a geçmişlerdi.) " S ö m ü r ü c ü y e Yumruk" dergisi sanıklarından; Av.Sabri Y ı l m a z , A . H a m d i Dinler. Selma Eşfort'un " T K P " Davası sanıklarından; Vedat G ü n y o l , Sabahattin Eyüboğlu, Şadi Alkılıç, Nihat Sargın (TİP G n . S e k ) , Doç.Çetin Özek, Şiar Yalçın (Ünlü Koyulhisar Savcısı), Erdöl Boratap (ar­ tist) vd. kalıyordu. C,D,E Koğuşları en kalabalık v e büyük koğuşlardı; buradaki sanıklar d a ç o k renkli bir topluluk oluşturmaktaydı. T H K O I D a ­ vası sanıklarından Cihan Alptekin, Tahsin C i n e m r e , Oktay Kay­ nak, O s m a n Bahadır, Yavuz Y ı l d m m t ü r k , A.Aydın Ç ı ğ , K. Dur­ sun Çağlı, Ecz.Rıfat Güney vd. D e v - G e n ç ' d e n kimi gençler, bir toplum polisi, Sosyal Yayınlar sahibi Enver Aytekin, eskilerden, S.Vecdi Özgüner, T M G T B a ş k a n ı Bozkurt N u h o ğ l u , Emniyet Sandığı " s o y g u n u " sanıklarından O s m a n Ağaoğlu, Yücel Kut, İ b 53



rahim Başak. D D K O ' d a n Zerruh Vakıfahmetoğlu v e arkadaşları. Deniz subaylarından büyük bir topluluk ("Cunta" D a v a s ı y l a ilgi­ li sanıklar; bunların tutuklulukları kısa sürmüştü). D ü n d a r Kılıç v e arkadaşları, Sultan D e m i r c a n v e yerli "mafya"dan bir iki esrar­ cı; devrimci gençlerden Zeki Erginbay v e arkadaşları. Şafak Morgül, Salman K a y a . T H K P - C I D a v a s ı sanıklarından K a m i l D e d e , Ö m e r G ü v e n , Ö.Erim Süerkan, Abdullah Ceceloğlu, Rafet Öz­ kan, O ğ u z Öder, Avni Yalçm, Mustafa Coşkun, Mustafa Aynur, Erdoğan K a m ı ş o ğ l u , M.Yanar, A.Türe, İ.Y.Erdoğan, vd. Selma Eşfort'un " T K P " Davası sanıklarından; Aydm Engin, O.Saffet Arolat, R a g ı p Zarakolu, Masis Kürkçügil, Vahit Tulis, H a r u n Ka­ radeniz, Tanju Cılızoğlu, vd. K D İ K B Davası sanıklarından; M e h ­ m e t Kurt, H ü s e y i n Ö z y a m a n v e öğretmenlerden H a b i b Barut, Ö m e r Y ü c e , O s m a n D ö n m e z , Turan Görgülü ve öğrenci kesimin­ den R e h a Yalçm. Bursa ve Z o n g u l d a k yöresinden k i m i işçiler bu­ lunuyordu. F K o ğ u ş u sakinleri daha ç o k "Nurcu"luk iddiasıyla getirilen­ lerden oluşuyordu; içlerinden biri patron, diğerleri emekçiydi. Birde E n v e r Tortaş isimli faşistlerin kullandığı azılı bir katil zan­ lısı vardı. K i m i esrarcılar, Z o n g u l d a k l ı işçilerden kalabalık bir grup; N a m ı k Aşçı, Ş.Bayrak v e arkadaşları. " C u n t a " Davasından; İrfan Solmazer (27 Mayıs 1960 eski M B K üyesi), Sendikacı İs­ m e t D e m i r (T. M a d e n İşten), Alaattin Tütüncü v e pazarlamacı Ceylan.. Kadınlar K o ğ u ş u n d a ise; T H K P - C Davası sanıklarından; İlkay Demir, R ü ç h a n M a n a s , K.Deniz Özen, Julide Z a i m , Tülay Tad, A . E m e l M e s ç i . T H K O I Davası sanıklarından; R u k i y e , Elif G ö ­ nül Tolon. S e l m a Eşfort'un " T K P " Davası sanıklarından; A z r a Erhat, Matilda Gökçeli (Yaşar K e m a l ' i n eşi), M a g d e l i n a R u f (Sa­ bahattin E y ü b o ğ l u ' n u n eşi), Seçkin Ç a ğ a n (Sermet Ç a ğ a n ' ı n eşi), vd. kalıyordu. Bu cezaevinin çehresi, z a m a n l a gidenler, gelenler tahliye olanlar v e h ü k ü m giyip ayrılanlarla h e r yönüyle değişiyordu. 12 M a r t ' m İstanbul ilinde cezaevi olarak kullandığı Askerî Cezaevleri; Maltepe, Selimiye, A l e m d a ğ , Metris, Davutpaşaydı. Bunlar d a yetmeyince Sağmalcılar cezaevine de başvurulmuştu. 54



Cezaevindeki



Komünler



Her k o ğ u ş k e n d i bünyesinde k u r u m l a ş m a y a yönelmişti. Ayrı­ ca genel olarak d a koğuşlar arasındaki gerekli k o o r d i n a s y o n oluş­ turulmuştu. Koğuşlarda y a ş a m a biçimi ortaklaşa olarak bazı ku­ rallara b a ğ l a n m ı ş , birlikte y a ş a m a n ı n genel ilkeleri ile k o ğ u ş tem­ silcileri d e m o k r a t i k biçimde seçilmişti. Koğuşlarca kurulan k o m ü n l e r genellikle işlerliğini sürdürü­ yordu. Yemeklerimiz asker karavanasıydı. B a z e n haftada .bir ha­ m a m a götürülüyorduk. Cezaevinin su p r o b l e m i vardı; bu yüzden suyu bidonlarda koruyorduk. H e r k o ğ u ş sırayla g ü n d e 1 saat bah­ çeye çıkarılıyorduk. Kimilerinin c e p radyosu d a vardı. Başlangıç­ ta dışardan tutuklu yakınlarının getirdikleri yiyeceklere izin veriliyorken; sonradan bazı olaylar y ü z ü n d e n yasaklanmıştı. Dışar­ dan erzak v e bazı yiyecekleri a l m a k serbestti; hattâ bir ara ispirto ocağıyla y e m e k bile pişirebiliyor, y e n e m e y e c e k nitelikteki kara­ vanaları, acı biber ve sarımsakla terbiye ederek çeşnisini değiştirebiliyorduk. Tutuklular arasında dostluk v e yoldaşlık ilişkileri gün geçtikçe geliştirilmekteydi. İstediğimiz kitapların içeri sokul­ masına izin veriliyordu; sonraları bu iş kısıtlanmıştı. Savunmalar için içeriye daktilo sokabilmiştik. B a z ı hastalara ilk yardım yapabilecek ilaç, iğne v e enjektörümüz d e vardı. Dı­ şardan futbol topu, spor için ayakkabı, eşofman g e t i r m e k serbest­ ti; fakat h a v a l a n d ı r m a süresi ç o k sınırlıydı. "İhtilaftan m e n " d e n sonra gazete o k u m a k da serbestti. İzin alınarak koğuşlar arası zi­ yaretler d e yapılabiliyordu. Görüşler Cumartesi g ü n ü yapılıyor­ du; görüşmeler d e uzun boylu baskı v e sıkı güvenlik önlemleri yoktu. Dileyen herkesle görüş yapılabiliyordu; görüşmeler önce­ leri sınırsızdı, somaları kısıtlanmıştı... K o m ü n l e r i n e n fukarası bizim A K o ğ u ş u ' n u n k i y d i . Ç o ğ u işçi, öğretmen v e öğrencilerden oluşan k o m ü n ü m ü z ü n gelirleri çok sı­ nırlıydı. Fakat birlikte konulan ilkeleri hayata geçiren en temiz v e disiplinli k o m ü n de bizimkiydi. Oturmanın, k a l k m a n ı n , okuma­ nın, yatmanın, sigara içmenin, gürültü sorununun, o y u n oynama­ nın, şakalaşmaların (mavra), voltaların, radyo dinlemenin, gazete ve kitap o k u m a n ı n , y e m e k yemenin, temizlik nöbetlerinin siyasî 55



tartışmaların, spor yapmanın, dışarıyla gerekli ilişkileri k u r m a n ı n çiğnenmeyen kuralları vardı. B u y ü z d e n A K o ğ u ş u ' n a g e l m e y e can atanlar olduğu kadar, C,D,E Koğuşlarına kapağı atıp gençli­ ğin coşkulu "mavra"larına k a t ı l m a k isteyenler d e vardı. Tanju Cılızoğlu, Rafet Kaplangı, Muzaffer Y ı l m a z , gençliğin "mavra'Tarından kaçıp bizim k o ğ u ş a sığınarak kurtulanlar arasın­ daydı. N e c a t i Sağır, Taner Kutlay, gibileri de k o m ü n için birlikte oluşturulan gerekli disiplini "Sırrı Öztürk faşizmi" olarak nitele­ yip A K o ğ u ş u ' n d a n iltica ederek ayrılanlar arasındaydı. A K o ğ u ş u , K o m ü n temsilciliğine ilkin Basri D e d e ' y i seçmiş­ tik. Ağır hasta olarak hastahaneye kaldırılınca yerine Şevki Erenc a n ' ı getirmiştik. Daha s o m a bu arkadaşlarımızın tahliye edile­ cekleri anlaşılınca ve T H K P - C lider kadrosunun bizim k o ğ u ş a gelmesiyle temsilci olarak bizi seçmişlerdi. Bizim ayrılışımızdan s o m a d a bu g ö r e v e İrfan Uçar getirilmişti. B K o ğ u ş u , K o m ü n temsilciliğini İlhan Selçuk yapıyordu. Ki­ m i zamanlar bu işi A.Hamdi Dinler üstleniyordu. İçice olduğu dönemlerde, C , D , E koğuşları K o m ü n temsilcili­ ğine; Bozkurt Nuhoğlu, kiler nöbetçi "onbaşılığına"da, oğlum H.Mutlu Ö z t ü r k bakmıştı. D a h a s o m a Abdullah Ceceloğlu, Say­ gı Yağmurdereli, Zerruh Vakıfahmetoğlu sırayla üstlenmişti, k o ­ ğuş temsilciliği görevlerini... F K o ğ u ş u K o m ü n temsilcisi Ulaş B a r d a k ç ı ' y d ı . K i m i zaman­ lar idareyle yapılan görüşmelerde ise İrfan Solmazer koğuşu temsilen görev yapıyordu. Kadınlar K o ğ u ş u ' n u n K o m ü n temsilcisi İlkay'dı. Kızıldere katliamına kadar bu cezaevinde yatan devrimciler arasında k a y d a değer kötü ilişkiler v e anılmaya değer tatsız olay­ lar cereyan etmemişti. K a ç m a olayı soması, bazı disiplinsizlikler v e kışkırtmalar u ç vermeye başlamıştı. Kimi u m u t s u z kadrolar, giderek birlikte yaşamayı çekilmez bir d u r u m a getirme yolunda ellerinden geleni y a p m a y a çalışmaktaydı. Bazı bireyci v e benci davranışlar tedavi edilemiyordu. K i m i davranış bozuklukları, sı­ nıflı toplum üyeliğinden kaynaklanan hastalıklar, çeşitli ideolojik-örgütsel bölünmelerin kaynağını oluşturuyordu. B u b ö l ü n m e 56



lere sonradan birer "teorik" kılıf aranmış ve dışarı taşırılmıştı... H e m de maharetle...



Askerî infaz Kanununun Farklı



Uygulanması



C e z a e v i ' n i n ünlü ve tek yetkilisi siyah gözlüklü subayı birgün koğuş temsilcilerine Sıkıyönetim K o m u t a n l ı ğ ı ' n ı n bir emrini sert biçimde duyurmuştu: -Bütün tutukluların bıyıkları kesilecek, saçları ü ç n u m a r a y a vurulacak!.. Bu d u r u m d a bütün k o ğ u ş temsilcileri k o n u y u görüşerek d e ­ ğerlendirme yapmıştı. Böylesine keyfî bir u y g u l a m a y a karşı çıkı­ lacaktı. Z a t e n bir cezaevinden ç o k kötü bir i ş k e n c e h a n e y e benze­ yen bu cezaevinde yapılan baskılar y e t m i y o r m u ş gibi, bir d e ye­ ni baskı yöntemleri denenecekti. Emrin amacı açıktı. Bu kanun­ dışı isteklere b o y u n eğilirse ardından dahası gelecekti. Bizi sin­ m e y e , kişiliklerimizi k ı r m a y a zorlayacaklardı. Siyah gözlüklü subaya: -Böyle bir u y g u l a m a emrini bize yazılı olarak iletin. Bizim de yazılı cevabımız olacaktır. Demiştik. Dışardan sivil v e askerî c e z a infaz k a n u n u y l a ilgili bütün k i ­ tapları getirtmiştik. Bizleri askerî cezaevinde, askerî tutuklu yeri­ n e koyduklarına göre, k a n u n l a r d a v e içhizmet talimatnamesinde yazılı olanları inceleyip gerekli itirazlarımızı yapacaktık. Yaptığımız incelemelerde, bir de n e görelim, askerî infaz ka­ nunu sivil infaz k a n u n u n d a n d a h a demokratikmiş! E v e t daha de­ mokratik! D e m e k ki, erat dışında subay ve astsubayların da tutuk­ lanabileceği hesaplanarak farklı bir infaz k a n u n u u y g u n görül­ müştü. Bu infaz kanunu ile içhizmet talimatnamesine dayanarak güzel bir dilekçe hazırlandı. İsteklerimizi, yasadışı baskıları ve bazı kötü uygulamaların giderilmesini içeren dilekçemizi ilgilile­ re vermiştik. B u yazılı dilekçeyi bütün k o ğ u ş temsilcileri birlikte imzala­ mıştı. Dilekçemiz d a h a ilgili m a k a m l a r a u l a ş m a d a n Gözlüklü su57



bay "emir"leri uygulamaya girişmişti. İlk uygulamayı d a A Koğu­ ş u ' n a gelerek bizim üzerimizde deneyecekti. Kendisine, bıyıkla­ rımı kestirmeyeceğimi, buna k a n u n önünde hiçbir hak v e yetkile­ rinin bulunmadığını, yok eğer k a n u n - m a n u n sizi bağlamıyorsa ancak o z a m a n bu işi rızam dışında zorla yapabilirsiniz..." D e m e ­ ye gelen bazı şeyler söylemeye çalışırken o, elindeki copu gelişi güzel çalıştırmaya başlamıştı bile... Emrindeki eratla bizi tartak­ layarak k o ğ u ş t a n çekip çıkararak, idare binasındaki salonun orta­ sına yere yatırmış ve zorla bıyıklarımı kesmişlerdi. Saçlarım ise öteden beri zaten kısaydı... K o ğ u ş a bıyıksız ve hırpalanmış olarak getirildiğimi gören ar­ kadaşlar ç o k irkilmiş, keyfî baskıları ve faşizmi kınayan slogan­ larla tepkilerini göstermişti. Cezaevi ayağa kalkmış ve b a n a yapı­ lanlar ç a b u c a k duyurulmuştu. B ü t ü n arkadaşlar b e n i m yaptığımı aynen y a p m a y a kararlıydı. Bu baskıya karşı dikilip haykırmayan, bana yapılanları protesto etmeyen yoktu. Halbuki bize yapılanlar bir "ibret-î müessire"ydi. Adeta, "aklınız keserse, işte m e y d a n , işte şeytan, dileyen di­ renmekte serbesttir!.." demekteydiler. Gözlüklü, bütün tutuklula­ rı teker teker h u z u r u n a çağırmaya başladı. Onunla karşılaşmak is­ temeyen arkadaşım Şevki Erencan gözleri yaşlı: " B e n bu bıyıkla­ rı 50 yıldır k e s m e d i m . Bunlar eşeğin kuyruğundaki kıllar değil ki keseyim. B u bıyıklar benim işçilik onurumun, devrimciliğimin, kişiliğimin bir parçası ve bir simgesidir. Sırrı yoldaşa yapılanlara d a y a n a m a y a c a ğ ı m bu sebeple bıyıklarımı k e n d i m kazıyacağım!" Demişti. Şevki Usta faşist baskıları bu yöntemle lanetliyordu. Ay­ nı şeyleri G ö z l ü k l ü ' y e karşı d a haykırdı. Ömer Laçiner ise bana: "Beni şu G ö z l ü k l ü ' n ü n karşısına çıkartmayın, sinirlerim ç o k ger­ gin, senin şu makasınla (zulamızda m a k a s , tarak gibi bazı aletler bulunurdu) beni bir traş et, nasıl olsa elinden d e geliyor..." Diye­ rek zorla saç-bıyık kestirme işkencesinden kurtulmuştu. Basri Usta d a hastalığına aldırmadan militanca direnmişti. K i m i gençlerin bıyıkları d a h a çıkmamıştı; fakat gene d e diren­ diler. B K o ğ u ş u dışında bütün tutukluların saç v e bıyıkları zorla kazınmıştı. B u farklı uygulamayı n e d e n yapmışlardı?



58



B K o ğ u ş u ' n d a kimi yazar çizerler ve "cuntacı"lar vardı. 12 Mart Muhtıracıları içinde faşist paşalar dışında bazı yurtsever v e demokrat subaylar henüz d a h a o r d u ' d a n uzaklaştrrılmamışlardı. O sebeple böyle farklı bir işlem yapılıyordu. Ayrıca, k i m i yazarlar, "anarşist" g e n ç "hayta"larla " a m e l e m a k û l e s i " bir tutulur m u y d u ? Fakat g e n e de, onlar d a berberin koltuğuna oturtulmuştu; yal­ nız, saçlarından bir iki milim, bıyıklarından ise y a r ı m milimetrecik kesilerek muhtemel tepkilere biçimsel bir " ç a r e " bulmayı ih­ m a l etmemişlerdi... 12 M a r t ' ı n faşist paşaları, sıkıyönetim uygulamalarında kıla­ vuzlarının önerilerinden d a h a d a ilerilere el uzatmışlardı.



Cezaevinden



işkenceye



Götürülenler



Bir gece " C u n t a " D a v a s ı sanıklarından, Sarp Kuray, A d n a n Çöker, H ü s e y i n Çetin, Selim Yalçıner'le birlikte bir kısım sanık­ lar cezaevinden götürüldü. B u olayın anlamı apaçıktı. Bütün tu­ tukluların sinirleri gerilmişti. B u r a y a getirilen h e r insana, faşist baskıcılar ilişmişti. Bütün b u n l a r yetmiyormuşcasına "yeni yeni deliller" b u l m a k amacıyla bu tür operasyonlara başvuruluyordu. Bu arkadaşlar bir aydan fazla bir süreyle cezaevine getirilme­ diler. B ü t ü n cezaevi sakinlerinin bu olayı protesto etmesi ve di­ renmesi gerekiyordu. B u tür davranışlara karşı çıkılmazsa ceza­ evinden a d a m götürmelere iyice yol olacaktı. Basın olup bitenle­ ri yazamıyordu. Yazmaya girişenler tehdit edilip kapatılıyordu. K a m u o y u , sıkıyönetim uygulamalarından habersizdi. Yurtdışında ise ancak insan haki arma duyarlı bazı çevrelerin işkenceler k o n u ­ sunda b i r ç o k girişimlerin yapıldığını duyuyorduk. F a k a t asıl giri­ şim ve bu k o n u d a k i inisiyatif kullanma görevi tutuklulara düşü­ yordu. B u sebeple açlık grevi eylemine başvurduk. Hasta ve özür­ lüleri bu m e s e l e d e serbest bıraktık. Siyasî o l m a y a n tutuklular d a bu e y l e m e gönüllü katılmışlardı. Ziyaretimize gelenlerle de g ö ­ rüşmedik. S a d e c e bir tek g ö r ü ş m e c i y e d u r u m açıklanmıştı. Şair Şadi Alkılıç "açlığa" d a y a n a m a z d ı (!); O bu kararı çiğneyenlerin başım çekti. O n u m a z u r gördük. 59



Açlık grevinin üçüncü g ü n ü n d e , cezaevi komutanı: " B i r daha bu tür olaylara asla izin v e r m e y e c e ğ i n i " bildirerek açlık grevini bırakmamızı sağlamıştı. Bu k o m u t a n verdiği "asker s ö z ü n ü " tut­ muştu. Değerli bir insandı. Açlık grevi sırasında şekerli su alarak bu eylemi sürdürmeyi, doğrusu o tarihlerde bilmiyorduk. Cezaevinden işkenceli ifade a l m a y a götürülen arkadaşlar yara v e bereleri tedavi edilmeden cezaevine getirildi. Ç o ğ u n u n ayak tabanlarındaki kemikleri görünüyordu. Yaralarımn k a p a n m a s ı ay­ larca sürmüştü. D ü ş e n tırnaklar, ayak tabanlarından yüzülen k a i m deriler zarflar içinde saklanmış, duruşmalarda delil olarak kulla­ nılması sağlanmıştı. Daha önceleri bu vahşeti yaşayan bütün tu­ tuklular yapılanlara karşı öfke ve k i n duyuyordu. H a k i m sınıflar ve onların sazmı çalan faşist paşalar ise "işkence y o k t u r " diye tepinip duruyorlardı!



Yabancı Basın Heyetlerinin



Ziyaretleri



Ülkede yerine göre yarı açık v e açık faşist u y g u l a m a l a r kimi kapitalist (özellikle Avrupa) ülkelerde b ü y ü k yankılar uyandır­ mıştı. Türkiye üzerine geniş yorumlar v e eleştiriler yapılmaktay­ dı. D ü n y a d e m o k r a t i k kamuoyu 12 M a r t faşizmine karşı oldukça duyarlıydı. Ü l k e d e k i direnişin dışardaki yansıması faşist kuklala­ rın aleyhineydi. Yeni model faşist uygulamayla ülkemizdeki her ilerici v e devrimci ses kesilmeye çalışılmış, kimi siyasî partilerle, kitle örgütlerinin, derneklerin b ü y ü k bir çoğunluğu kapatılmış ve sorumluları içeri tıkılmıştı. En doğal demokratik istekler barbar­ ca, işkence v e kanlı tertiplerle kırılmaya çalışılmıştı. "Balyoz Harekatı"nın mimarı B a ş b a k a n Nihat E r i m , Avrupalı dostlarına teminatlar vermiş, söylenenlerin asimi gelip k e n d i göz­ leriyle görmeleri için kimi basın heyetlerini ve bazı demokratik kuruluşların temsilcilerini hapishaneleri ziyaret e t m e k üzere da­ vet etmişti. Cezaevi y ö n e t i m i bu ziyaret için b o y a badana işlerine giriş­ miş, yatak çarşafları, nevresimler temizlenmiş, tuvaletler, masa-



60



lar, velhasıl "teftiş fırçaları" hazırlanmıştı. G ö s t e r m e l i k biçimde birer saatimizi zar-zor geçirdiğimiz bahçeye, yeni voleybol ağı (eskisini v e topu bizler almıştık) n ı germiş, saha çizgileri kireçle­ nerek biçimsel hazırlıklar yapmışlardı. Çok g e ç m e d e n bu hazırlıkların n e y e işaret olduğunu öğrenme­ yen kalmamıştı. Cezaevi k o m u t a n ı koğuşları teftiş ederek konu­ yu açıklamıştı: "Yabancı heyetler gelecek, herkes temiz, disiplin­ li v e giyinik olacak! Bir iki yazar (İlhan Selçuk, Çetin Altan) dı­ şında, o d a k e n d i tercümanları aracılığıyla kısa bir k o n u ş m a yapı­ lacak! Ü l k e aleyhine bir k o n u ş m a yapılmayacak! İşkence olayına değinilmeyecek! Yabancılara karşı "millî h a y s i y e t i m i z " koruna­ cak! Soru sorulmayacak! B a z ı filmler çekilecek! H e s a p t a olma­ y a n bir harekete kalkışanlara şiddetli cezalar uygulanacak!.." K o ğ u ş temscilcileri bir toplantı yaparak k o n u y u görüşmüştü. Varılan sonuç şöyleydi: - D e m e k ki, sevgili yöneticilerimiz bizleri sirk m a y m u n u gibi yabancı k o n u k v e heyetlere t a k d i m edecekler, k e n d i tercümanlarıyla v e bir iki kişiyle konuşacaklar, bu kişileri d e onlar seçecek, tutuklular esas duruşta v e " b e ş u ş " çehreleriyle sırıtıp p o z vere­ cekler, filmleri çekilecek, b ö y l e c e hepimizin başrollerini oynadı­ ğı filmler yurt d a ve bütün d ü n y a d a oynatılacaktı!.. Faşizmin çir­ kin v e kanlı yüzü cilalanıp gizlenecek... Yapılanlar sineye çekile­ cek... Biz b u n a maskaralık deriz v e böyle bir o y u n d a rol almayız! Senaryo hazırdı. Kimi yazarlar böyle bir ziyaretin yararına v e kendileriyle g ö r ü ş m e yapılacağına sevinmişti; t e r c ü m a n aracılı­ ğıyla da olsa yabancı meslektaşlarıyla k o n u ş m a k onlar açısından yararlıydı. Bizler, b ü y ü k çoğunluk ise aksi görüşteydik. Gelenlere hadle­ rini bildirecektik; onların yanı sıra gelen yerli k u k l a basın temsil­ cilerine de, Nihat E r i m ' i n göstermelik o y u n u n a da karşı çıkacak­ tık. Devrimci onurumuzu çiğnetmeyecektik. Ayrıca kendi tercü­ manlarımızla, bizim arkadaşlarımızla faşizmin kanlı v e kirli oyunlarını sergilemenin yollarını bulacaktık. Göstermelik teftişe bizim A K o ğ u ş u ' n d a n başladılar; gelen h e ­ yet b i z i m k i n d e n s o m a B K o ğ u ş u n a , yazarlara ulaşacaktı... Basri 61



Usta, Şevki U s t a v e bendeniz başta o l m a k üzere filmlerimizi çek­ m e y e başlayan kameramanların aletlerine el k o y d u k , ellerindeki mikrofonlardan açık tuttukları teyplerine gereken malzemeyi T ü r k ç e olarak doldurttuk. Kısaca: " B u ziyaret k ö t ü bir senaryo­ dur, mizansendir, buraya g e l m e d e n önce, E m n i y e t I. Ş u b e ' n i n hücrelerindeki çocuklarımızı gidip görün, onların filmlerini çe­ kin, Kontr-Gerillaya, Harbiye Kışlası'na, özel sorgu yerlerine gi­ din! Size b u r a d a sirk m a y m u n l a r ı gibi film falan çektirmeyiz! Gördüklerinizin hepsi sahte v e göstermeliktir!" Demiştik. Filmleri kameralardan çekip çıkardık, aletlerini ellerine ver­ dik. Bütün devrimci tutuklular, başta enternasyonal o l m a k üzere devrimci marşları konukların v e yerli basının teyplerine doldur­ muştu. Bunların yanı sıra faşizmi lanetleyen onlarca slogan ceza­ evini çınlatmaya başlamıştı. Y ü k s e k rütbeli paşalar, k u r m a y l a r ve yetkililer n e y e uğradıklarını şaşırmıştı. Fiilen yapacakları birşey d e yoktu. Hepsi yerlerine çakılı vaziyette kalmıştı. Yabancı konuklar yanında c o p ve silaha sarılmak da olmazdı!.. Daha sonra bütün tutukluları b a h ç e y e çıkardılar. B ö y l e bir ön­ lemden s o m a ancak k o ğ u ş l a r ı n filmlerini çekebildiler. Bahçede bütün tutuklular film çekilmesine izin vermedi; b u n a zorlanınca d a hepimiz sağ yumruklarımızı h a v a y a kaldırmış, protestolarımı­ zı tekrarlayarak kameralara arkamızı dönmüştük. B ö y l e c e ardı­ mızdan çekilen fotoğraflarımız yerli v e yabancı b a s m d a çıkmıştı. Selimiye'deki m o d e r n erat yemekhanelerinin fotoğrafları bizlerin yemekhaneleri imiş gibi b a s m a yansıtılmıştı. İşlediğimiz bu " s u ç a " karşılık k i m i m i z bir-iki k e z görüş yap­ mama, k i m i m i z d e havalandırmaya çıkartılmama cezasına çarpı­ tılmıştık.



62



12 M A R T 1971 ' D E N P O R T R E L E R



BASRİ DEDE



Basri Usta, G ö l c ü k Askerî Tersanesinde K r e y n Operatörü ola­ rak çalışmıştı. Ö m r ü n ü n yarısını D o k ' l a r d a , y ü k s e k kuleli vinçle­ rin k u m a n d a kabininde geçirmişti. İşindeki yeteneğinden ötürü onu da, diğer proletarya sosyalistleri gibi, fabrikadan atamamış­ lardı. Onunla T İ P ' i n kuruluş dönemlerinden tanışmıştık. T İ P Mer­ kez oportünist kliği sınıf bilinçli işçileri küçükburjuva sosyaliz­ mine bulaştırmak istiyordu. Basri U s t a sınıfsal sağduyusuyla bu oyuna gelmemişti. İşçilik onurunu işyerinde, T İ P ' d e , sendikalar­ da, polis deneyinde, sorguda, işkencede, cezaevinde v e duruşma­ larda titizlikle korumuştu. T İ P ' i n k ö y v e kitle çalışmalarında o her şeyiyle vardı. Karısı, çocukları v e sosyal çevresiyle y e t m e y e n aylığıyla d a i m a aramızdaydı... Sosyalizm davasına içtenlikte inanmıştı. İlerlemiş y a ş m a ve bazı sağlık sorunlarına r a ğ m e n gecesi g ü n d ü z ü yoktu. Okur, tartışmalara katılır, eğriyle doğruları ayırdederdi. H a k y e m e z , öl­ çüsünü dürüstlükle korur, işçi smıfı hareketinin çıkarını her k o ­ şulda gözetirdi. T İ P ' d e n organik bağlarımız k o p u n c a , o T İ P ' d e n h e n ü z kopmamıştı v e arkadaşlığımızı sürdürüyorduk. P D K ' d a o d a başkan­ lık divanında görevliydi. Savcı, b u arkadaşlığımızı K D İ K B ü y e ­ liğine s o k m a y a çalıştı ve onu d a T C K ' n ı n 141/1. m a d d e s i n e göre yargılamaya kalktı. Oysa bizim Birliğin sadece beş kurucu üyesi bulunuyordu. Altıncı üyeyi kaydetmemiştik; eğer ü y e kayıt işine girişseydik, h e r h a l d e bir elin parmaklarını aşacak sayılara ulaştıPortreler F/5



65



rabilirdik; a m a ç ü y e k a y d e t m e k değildi. Bu türden bir aracı kul­ lanarak iş yapmaktı. Basri Usta, K a m i l D e d e ' n i n d e babasıydı. C e z a e v i n d e baba oğul gelenler arasında sadece o n u n l a ben^vardım. Tutuklanmasıy­ la iş akdini h e m e n feshetmişler v e az bir kirayİa sığıştığı lojmanbaraka evlerini elinden almışlardı. Gölcük Tersanesinin ilk inşa­ atında ' t e n e k e e v l e r ' olarak inşa edilen bu evlere ' b a r a k a evler' de deniliyordu. Eşi inmeli ve hastaydı; b a k ı m a ihtiyacı vardı. Çalı­ şan öteki işçi oğlu ile onun aylığı ise h a n e halkına zor yetiyordu. 12 Mart sonrası, İzmit E m n i y e t i , İstanbul'daki meslektaşları­ n a taş çıkartırcasına işçi a v m a s o y u n m u ş , Şükrü Balcı, K e n a n K o ç ve Ilgız Aykutlu'nun üstün yeteneklerini bastırmışlardı. Bil­ m e m bizim y a z m a m ı z a gerek var mıdır? Ayrıca, işkence edebiyatı yapmadığımızı, onun ardına saklan­ madığımızı herhalde dost-düşman herkes biliyordur... K D İ K B ' n i n bazı üyelerinin İ z m i t ' d e bulunmamalarının acısı­ n ı fazlasıyla Şevki Ustayla o çekmişti. Bilinen işkence türlerinin dışında o n u n ellerini arkasına bağlayıp, başını denize sokarak k o ­ nuşturmaya kalkışmalarını k e n d i ağzından dinlerken, İ z m i t ' d e b u l u n m a d ı ğ ı m a hayıflanmış v e ç o k üzülmüştüm. B i z öncü işçile­ rin bütün hayatı ayna gibi ortadaydı; düşünce ve eylemlerimiz de açıktı. B i z d e n neyin ikrarını a l m a k için zora, ahlâk v e töre dışı yollara başvuruyorlardı? H a l b u k i işkenceye falan gerek yoktu; biz siyasî kimliğimizi de, yaptıklarımızı d a zaten saklamıyor, üst­ leniyorduk. B u n d a n ötürü de gurur duyuyorduk. Bir devrimcinin bu türden durumlarda yapacağı şey bellidir: S o r u m l u l u ğ u n u üst­ lenmek. İlle ardımızdan, bir kısım tertiplerle a d a m getirtmek iste­ niyorsa, b u n u n d a imkânı yoktur. Bir insan 60 yıla varan bir süre­ d e işçilik onurunu koruyarak, sosyalizm davası için m ü c a d e l e edecek, bu yola herşeyini bilinçle verecek, ve o insan böylesine burjuva yöntemleriyle davasını, arkadaşlarını satacak? Proleter sosyalist kimliğini taşıyanların g ü n d e m i n d e asla ihanet yoktu! Basri U s t a mart ayının s o ğ u ğ u n d a o kancık havalarda, ıslatılıp dövülmelere u z u n boylu dayanamazdı; ağır hasta olarak, Selimi­ y e ' y e , oradan d a K. M a l t e p e ' y e sevkedilmişti. K o ğ u ş t a g ü n geç­ tikçe d a h a d a kötüleşiyordu. İhtilattan m e n kararı d a h a kalkma66



mıştı. K i m s e y l e haberleşemiyorduk. Doktor getirtemiyorduk; hastahanenin yolu ise, ancak ö l ü m üzeri açılıyordu. K o ğ u ş temsilcisi ve bu cezaevinin kıdemlisi olarak bazı giri­ şimlerde b u l u n m a k bana düşüyordu. Aramız da, B K o ğ u ş u ' n d a n bir doktor Nihat Sargın vardı; a m a insan ölüm a n ı n d a bile sağ tes­ limiyetçi oportünizmin temsilcisine baş vuramıyordu; bu k o n u d a Basri U s t a ' n m nötr bir tutumu vardı; hastalığı n e d e n i y l e bu tavır doğal k a r ş ı l a m a da, biz ilkeli t u t u m u m u z u s ü r d ü r m e k t e n yanay­ dık. Nihat S a r g ı n ' a sağlık sorunlarımızı açmazdık. Onlar sınıf bi­ linçli işçilere olan düşmanlıklarını cezaevinde de sürdürüyordu; bizlerle k o n u ş m a k t a n bile kaçıyorlardı. E n güvendikleri arkadaş­ larının haçları koltuklarından çıkmış, ihbarcılıklarını Sıkıyönetim mahkemelerinde d e sürdürmüşlerdi. Uzatmayalım... 15-16 Haziran Direnişi d ö n e m i n d e de bu cezaevinde görevli subaylarından birini tanıyordum. Sporcuydu v e temiz bir yüzü vardı. (Ütgm. Suat Döker) Bizlere karşı Gözlüklü gibi davranmıyordu. O n u n nöbetini k o l l a d ı m v e görüşme isteğimi bildirdim. Esirgemedi v e yatağından kalkıp koğuşa geldi. Kendisine gereke­ ni söyledim. Ağır hastamızın d u r u m u n u ona gösterdim. Bize: - G ö r m e m e n e gerek var? Biliyorum; a m a hastahaneye gönder­ m e ğ e yetkimiz yok. Bu k o n u d a kesin ve bağlayıcı emir var. Biz askeriz, yapabileceğim hiçbirşey yok, ü z g ü n ü m demişti. -O halde nöbetçi amirine, Tugay K o m u t a n ı n a d u r u m u iletin lütfen, o d a gerekli K o m u t a n l ı ğ a durumu bildirsin, yoksa hasta­ mız burada ölecek v e hepiniz sorumlu olacaksınız! Böyle bir so­ nucun o l u ş m a s m a vicdanınız razı geliyor m u ? -Biz d e insanız, elimizden gelen birşey olsa esirger miyiz? - K o m u t a n arkadaş, biz d e askerlik yaptık, senin yerinde olsay­ dım, bütün yetkilerimi kullanır bu ağır hastayı e n kısa z a m a n d a hastahaneye kaldırırdım. D u r u m u n ağırlığını d a g e c i k m e d e n ra­ por ederdim. İşkence g ö r d ü ğ ü n ü d e eklerdim! Bu k o n u ş m a d a n etkilenen nöbetçi subay gözlerinin nemini bizden saklayarak dışarı çıkmıştı. O n u n bu tutumu, bu k o n u d a içimizde yeşeren bir u m u d u hareketlendirmişti. 67



Bir süre sonra büyük bir sorumluluk üstlenerek, inisiyatifini kullanarak acele bir ambulans hazırlatmış v e Basri Ustayı hastah a n e y e d o ğ r u d a n kendisi götürmüştü. Basri Usta bir aydan çok askerî hastanede tedavi gördü. Ken­ disiden d e v a m l ı haber alıyorduk. 19 şişe serum ve ilaç verilerek onun yaşamını kurtarmışlardı. Sıcak bir yer, doktor gözetimi, ye­ m e k ve d i n l e n m e o n u n ölümünü bir süre için geri plana itebilmişti. Askerî savcılığın emriyle, o n u n hastahanedeki kalış süresi kı­ saltıldı; ve Basri Usta yeniden a r a m ı z a geldi. Davalarımız iddianameye bağlanmıştı. Duruşmalar yakındı. A Koğuşu çok yoksuldu; Basri Ustayı besleyecek gıda v e diğer yar­ dımlar varlıklı koğuşlardan bizim k o ğ u ş a akıyordu. Artık o d a ayaktaydı. Çok zayıflamıştı, a m a yaşıyordu. İşçi ar­ kadaşlar cezaevini de fabrikaya benzetmişlerdi. Basri U s t a d a sa­ bah en erken kalkanlar arasındaydı. Onu temizlik nöbetinden al­ m a m ı z a r a ğ m e n , yerinde d u r a m a z , ara avluyu süpürür, yıkar v e sigara izmaritlerini elleriyle bir bir toplardı. Nöbeti olanların h e p ­ sine yardım eder, arı gibi çalışırdı. O yatağını tanıyan bir tutuk­ luydu. O k u m a y a ara vermezdi. Teorik tartışmalara g ü c ü n c e katı­ lırdı. M u h t e m e l olaylara ve kişisel bozukluklara doğru teşhisler koyardı. M a h k e m e l e r d e işçilik onurunu v e inançlarını savundu. Tertip­ leri boşa çıkardı v e kısa sürede tahliye oldu. Cezaevinde İlhan Selçuk'la o l a n dostluğunu geliştirdi. G e n ç ­ lerin spor hareketlerine bazı katkılarda bulundu. Şnav ç e k m e y i , nefes v e hareket birlikteliğini, bazı denge hareketlerini gençler kadar uyumlu yaptığını kanıtlayan hareketlere girişirdi. B ö y l e za­ manlarda gençler: , -Basri baba, iri kemiklerinden, u z u n işçilik hayatından, çıta gi­ bi diriliğinden yetenekli olduğun belli oluyor; ne olur bu hareket­ ler için kendini zorlama, ü z m e canını, biz seni biliyoruz. Topha­ nedeki delikanlılığını da dinledik arkadaşlarından... D i y e r e k onu sağlığına zarar verecek hareketlerden korumuşlardı. Basri U s t a tahliyesinden sonra, emekliliği için uğraştı. Düşük 68



bir ücretle e m e k l i oldu. Burjuva verilerine g ö r e işçilerin yüzde 8 0 ' i emekliliklerini h a k e d e m e d e n ölüyorlardı. D e m e k ki, Basri Usta mutlu azmlığa giren y ü z d e 20'lerin içinde sayılacaktı. Fakat o bir d a h a düzelmedi, sağlığı gitgide bozuldu. Kendisini 1975 soması af k a n u n u n d a n yararlanıp çıkınca an­ cak görebildim. Kanserdi, d u r u m u kendisinden d e saklamışlardı. Kısa bir süre s o m a sade bir törenle Basri Ustayı d o ğ a y a teslim et­ miştik...



69



ŞEVKİ ERENCAN



Şevki Usta d a benim d a v a arkadaşlarımdandı. O d a Basri Us­ ta gibi devrimci mücadeleden v e d a v a arkadaşlığından hiçbir za­ m a n k o p m a d a n , kavgayı sürdüren bir devrimciydi. Yoldaşlığını koruyup, geliştirmiş ve temiz tutmuştu. İkisi arasında toplumu­ m u z d a az rastlanan v e sürekliliğini k o r u y a n bir arkadaşlıkları var­ dı. Gölcük Tersanesinde çalışıyordu. İşi ve dürüstlüğü ile sevili­ yordu. 0 da Basri Usta gibi aynı işkence ve hakaretleri yaşamış ve ardından bir bölük adam getirmemişti. Polis, savcılık ve m a h ­ k e m e deneyini e n başarılı g ö ğ ü s l e y e n öncü işçilerden biriydi. T İ P ' i n ülke çapında örgütlenmesinde, İzmit'deki köy çalışma­ larında birlikte terimizi akıtmıştık; sosyalizm davası u ğ r u n a esir­ gememiş her z a m a n verilecek n e y i m i z varsa hesapsızca vermiştik. Arkadaşlarımızla İzmit'in 4 9 5 k ö y ü n ü n tamamını taramıştık. İzmit'in köyleri birer işçi-emekçi yatağıydı. Proleter kimlikle köylülük kimliği içiçeydi. B u y ü z d e n k ö y çalışmalarına d a ö n e m veriyorduk. Ç o ğ u köylerde kalıcı dostluklarımız vardı. Kandıralı Turan G ü n e ş ağa bir keresinde C H P ' l i l e r e : "Allahın Kırosu dağ­ dan gelmiş b e n i m memleketimde cirit atıyor, a m a aşkolsun ada­ m a , ben bile buralı olduğum halde 4 9 5 köye gitmiş d e ğ i l i m " Di­ yerek bizlerin ilkeli kitle ç a l ı ş m a s m d a gösterdiğimiz özverimizi dile getirmiş oluyordu. Şevki Usta coşkulu ve k a b m a sığmaz bir insandı. K o r k u s u z v e hesapsızdı. Saklanması gereken k i m i düşüncelerini bile her yerde söylemekten çekinmezdi. Sosyalist kimliğini z a m a n v e m e k â n gözetmeden bir onur madalyası gibi bütün kötürümlerin y ü z ü n e 70



yüzüne vururdu. O Fransızca d a bilirdi. Bütün kusuru T İ P içinde ilk yasal siyasî adımını atmış oluşu v e parti yönetici kliğinin o n u n özverili, coşkulu militanlığını sömürmesiydi. T İ P yönetici kliği­ nin hiçbir militana n e saygısı v e n e d e sevgisi vardı. S a ğ oportü­ n i z m militana d ü ş m a n gözüyle bakardı. G ü c ü yetiyorsa adam kullanmaya kalkar, yetmiyorsa ç e l m e takardı. E r e n c a n arkadaş da, T İ P yönetici kliğini militanların sırtında bir y ü k gibi taşımış­ tı. Onlar Şevki v e Basri ustalara kullanılacak m a l z e m e y a da alet gözüyle bakmıştı. Militanların kabiliyet ve yetenekleri bu çatı al­ tında geliştirilememiş, aksine köreltilmişti. T İ P gibi partiler ger­ çekten proletaryanın devrimci partileri olsaydı, k i m i arkadaşları­ mız dağlar gibi yücelirdi. Fakat bu görevi b a ş a r m a k , T İ P ' i n başı­ n a tünemiş oportünistlerin harcı değildi; çok d a h a ayrı kurumlaş­ maların göreviydi.. . Şevki U s t a d a taşın sert o l d u ğ u n u hepimiz gibi ç o k geç anla­ mıştı. Oportünizmin ihanetlerini v e çirkin suratını s m a y ı p dene­ yerek anlamıştık. Şevki Ustayla kışkırtılmış faşist güçlerce bası­ lan bütün T İ P kongrelerinde, B e y a z S a r a y ' d a , B u r s a ' d a , miting­ lerde, grevlerde, bize yöneltilen bütün saldırılarda 18 y a ş m heye­ canıyla dövüşmüştük. H e m d e d ü ş m a n hangi dilden anlıyorsa o dilden... Şevki Usta p o ü s t e v e i ş k e n c e d e d e aynı c o ş k u y l a d ö ğ ü ş m ü ş tü. O , Basri Ustayı işkenceden k o r u m a k için d e hesapsızca kavga vermişti. Basri U s t a ' n m sağlığında v e ö l ü m ü n d e n s o m a da her türlü dayanışmasını esirgememişti. Basri Ustanın, inmeli hasta eşine, ö l ü m ü n e kadar, severek v e iğrenmeyerek bakmıştı. Üç kızı içeri düşen damatlarla evliydi. E n küçüğü K a m i l D e d e , ortancası İ.Ruhi Göbüt, büyüğü ise Mustafa Baykara ile evliydi. Bir ara ü ç damadı, b ü y ü k kızı da tutukluydu. Anaların anası, Ş e v k i Ustanın değişi ile eşi "Tanrıça", d ü n y a n ı n e n iyi yürekli v e militan anala­ rından biriydi. O da eşinin yolundaydı; davanın en ö n ü n d e bilinç­ le dövüşüyordu. Genç kuşakların yarın onun heykelini dikeceği­ ne, adına kütüphaneler, m ü z e l e r açacağma inanıyorum. Ressam­ lar resimlerini, yazarlar hikayesini yazacaklar T a n n ç a ' n m . Bizlerin h e r beş on yılda bir kırıldığını gördükçe; "böyle m i olacaktık?!" D i y e sormadan k e n d i n i alamaz, b o y n u m u z a sarılır, 71



gözleri n e m l e n i r v e kahrını gizlemezdi. O da her faşist kıyımda nasibini alan sanık eşlerinden biriydi. Yersiz yurtsuzdu. Aile k o ­ lektifinin bir omurgasıydı. C e z a e v i kapılarında çoluk çocuklarıy­ la, torun torbalarıyla, hastalıklarla, e k o n o m i k sıkıntılarla, tertip­ lerle b o ğ u ş u p duruyordu. Şevki U s t a n ı n bir kusuru d a içmesiydi. Sabah kahvaltıda bir bardak süt ardından da bir bardak şarap içerdi. A k ş a m l a n gene şa­ rap. O n u n sofrasmda daima bir iki dostu eksik olmazdı. Tanrıça saçını süpürge yapar, şikayet e t m e z evinde her şeyi yaratırdı. E v i devrimci o l a n a açıktı. Dostluğu hesapsızdı. Şarap tutkusu yüzünden Şevki U s t a acaba şimdi içeride içki­ siz ne y a p a c a k diye oldukça kaygılanırdık. Fakat o iradesiyle, inadıyla bu bağımlılığını yendi. 6 ay bizimle birlikte yattı; içkinin adını bile a n m a d ı . Bir ara sigarayı d a bırakmıştı. O y s a kimi şarap tutsakları, imbikler m i kurmadı, ispirtolar, kolonyalar m ı devirmemişti. Şevki U s t a bu türden tutsaklara dönüp b a k m a m ı ş t ı bile. Sadece tahliye olurken, "çıkınca n e y a p a c a k s ı n ? " d i y e soranlara, " ö n c e bir şarapçıya u ğ r a y a c a ğ ı m " d e m e k t e n kendini alamazdı. K D İ K B D a v a s ı ' n d a n sadece o n u n a d m a 2 klasör düzenlen­ mişti. D o n a n m a d a çalıştığı g ü n d e n b u g ü n e kadar h a k k ı n d a tutu­ lan rapor, ihbar v e tahkikatlar Sıkıyönetim yetkililerine "delil" olarak sunulmuştu. Duruşmalarda h a k i m Ferruh Ş e n e r d e m , bu klasörleri karıştırırken bulduğu m a l z e m e l e r i ona bir bir sorduğun­ da: -Hakim bey burada neyin davası görülüyor? 30 yıllık işçilik hayatımın d a v a s ı m ı ? O senin elinin altındaki klasörlerin içinde yazılı olanlar hakikat olsaydı b e n i bu kadar yıl askerî bir tersane­ de tutarlar m ı y d ı ? Bu ne biçim dava, b a n a söyleyebilir misin? B e n K D İ K B ' n i n üyesi değilim; olsaydım bunu o n u r u m sayar, ya­ pılanları üstlenirdim. Bu derneği kuranlardan biri arkadaşım, iki­ si d a m a d ı m , biri h e m arkadaşım, h e m dünürüm, diğerlerinin bir kısmını t a n ı m a m , bir kısmı d a b e n i m sosyalist d a v a arkadaşlarım. Böyle ipe s a p a g e l m e z ispiyon ve ihbarlarla bizi niçin oyalıyorsu­ nuz? Sosyalizm yargılanıyorsa, haa... a m e n n a ona bir diyeceğim yok. Kimin gücü yetiyorsa varsın sosyalizmi yargılasın. B e n dü­ şünce ve kanaatlarımı hiçbir yerde kıvırmadan söylerim. B u r a d a 72



da söylerim. B u tertiplerle h e m bizi h e m de kendinizi kandırmak­ tasınız. Yolunda bir s a v u n m a yapmıştı. G e n e d u r u ş m a sırasında bir " k a m u " tanığı dinletilmişti; o "ta­ n ı k " Şevki U s t a için şöyle d e m e k t e y d i : -Efendim r a p o r u m d a yazılı olduğu üzere... günü... filan saatte, Gölcük D o n a n m a Komutanlığı sahası içinde bulunan., sinemasın­ da, " Z a p a t a v e Panço Villa" ile ilgili bir film gösteriliyordu. Eşimle birlikte sinemaya gitmiştim. Bu bey, s o m a d a n a d ı n m Şev­ ki Erencan olduğunu... yerde çalıştığını istihbar ettiğim bu bey, film oynarken ikide bir ayağa kalkıyor ve şu şekilde bağırıyordu; "vurun yiğitlerim, vurun! A c ı m a y m , dayanın! B i z d e aynen böyle yapacağız!" biçiminde halkı kışkırtmaktaydı. Bir ara kendisini h e m sözle h e m d e o m u z u n u dürterek sükûnete davet ettimse de dinlemedi. D a h a sonra b ü r o m a gittim, D o n a n m a Komutanlığına durumu rapor ettim..." Şevki U s t a bu " k a m u " tanığına verdiği cevapta ise: - H a k i m bey bu a d a m g ü y a o k u m u ş , a m a tersinden o k u m u ş , bazı m a k a m l a r a ( M Î T ' e ) getirilmiş, rütbeler takmış, a m a kendisi h ö d ü ğ ü n biridir! D u r u ş m a hakimi; "resmî sıfatı bulunan birine hakaret edemez­ sin! Sözlerini geri al, y o k s a zabıtlara geçer, h a k k ı n d a ayrı bir da­ v a açılır!" diye Şevki Ustayı u y a r m a k zorunda kalmıştı. O ise kal­ dığı yerden devamla: - B e n n e söylediğimi biliyorum. Kelimeleri v e sıfatları u y g u n biçimde kullanıyorum. Söz k o n u s u film kanunlara aykırı bir film değildir; iddia edildiği gibi ihtilâlci ve kışkırtıcı bir film olsaydı koskoca D e n i z K ü v v e t l e r i ' n e ait bir sinemada oynatılır mıydı? Evet ben d e eşimle film seyrediyordum. Film, 1900-1905'ler M e k s i k a ' s ı n d a , köylülüğün toprak isteklerini v e h a k i m sınıflara karşı köylülerin başkaldırısını k o n u almıştır. M e k s i k a ' d a yapılan devrim, söz konusu olan burjuva demokratik devrimdir. Bu dev­ rimin hedeflerinden biri d e toprak reformu yapmaktır. Bu tanık h ö d ü k olmasaydı, biraz tarih o k u m u ş olsaydı bunları bilirdi. O n a göre de oturup rapor yazardı. O n u n için kendisine böyle söylüyo­ rum. Yoksa ihbar etmiş, rapor y a z m ı ş orasma k a r ı ş m a m n e yazar­ sa yazsın... o n u n l a ilgilenmiyorum. İkincisi, ben coşkulu bir insa73



nımdır. B e n i m y a p ı m böyledir. H a y a t ı m d a hiçbir z a m a n ezenin v e sömürenin yaptığına alkış tutmadım. Sinemada yaptığım d a budur. F i l m bir sanat ürünüdür, dileyen alkışlar, dileyen de yuha­ lar. B u n a k i m v e n e hakla karışır? B e n o filmi alkışlayan yani ya­ pılan m ü c a d e l e y i haklı bulanlardan yanayım. Bu bay d a karşı ta­ raftan idiyse, k i , bence öyledir, o z a m a n o da kalkıp yuhalasaydı. Fakat s i n e m a d a kimseyi rahatsız etmedim; iddia edildiği gibi kimseyi d e kışkırtmadım. Yanımdaki dostlarımla k o n u ş m u ş ola­ bilirdim. Ayrıca, sinemada D o n a n m a K u v v e t l e r i ' n d e görevli bir çok yüksek rütbeli subay, astsubay v e inzibat görevlileri de vardı; onların n i y e sesi çıkmadı da b e n i "sükûnete d a v e t " e t m e k (!) v e gelip b u r a d a " k a m u " tanıklığı y a p m a k bu baya m ı düşmüştü? Bir konu d a h a var; ben T ü r k i y e ' n i n M e k s i k a olmadığını, coğrafya­ sıyla, halklar mozayiğiyle, mücadeleler tarihiyle, siyasal ekono­ misiyle, kültürüyle, diliyle ve h e r şeyiyle iyi bilirim. K ö y l ü dev­ rimiyle, burjuva devrimini v e d e proletarya devriminin n e olup olmadığını d a bilirim. Ayrıca bu bay " k a m u " tanığı, her kimse, beni o m u z u m u dürterek uyardığını söylüyor. B e n i k i m s e dürtem e z ; ben insanım, dürtmeye kalkanın d a haddini bildiririm!... Şevki U s t a cezaevinde de ö r n e k bir işçiydi. İçki bağımlılığını iradesiyle yenmişti. Biz onu d a nöbet listesine yazmamıştık. Bu duruma ç o k kızmış, karşı çıkmaktan kendini alamamıştı:



1



-Beni niçin nöbete yazmıyorsunuz? Bir özürüm m ü var? Beni en başa yazacaksınız, anlaşıldı m ı ? B u r a d a bazı soytarılar var; n ö ­ betleri, temizliği v e yaşama kurallarını hiçe sayanlar... Gündüzle­ ri uyuyup, geceleri hırsız pişikler gibi fukara K o m ü n ' ü n erzakla­ rını yiyenler... Sigara izmaritlerini yerlere atanlar, ulan zibidiler evinizde içtiğiniz sigaraları d a yerlere m i atıyordunuz? Helaları temiz tutmayanlar, bilmem neyinin kıllarım kazıyıp ortada bırakanlar, geceleri cep radyosunu açıp dinlemeden u y u y a m a y a n naylon gerilla taslakları, kağıt oyunları tutsakları... Kusura bak­ mayın k i m s e y i incitmek için söylemiyorum; fakat ç o k a ğ ı n m a gi­ diyor, bir d a h a bu konuda tek söz etmeyeceğim. Yazın b e n i de n ö ­ bete! İster n ö b e t i m olsun isterse olmasın bundan s o m a bu K o m ü ­ n ü n genel isteklerini İ d m çiğnerse, görevlerini k i m aksatırsa yü­ züne v u r m a y a c a ğ ı m , doğrudan iş y a p a r a k komünistlerin K o m ü n 74



d e nasıl y a ş a m a s ı gerektiğini bu y ö n t e m l e göstereceğim; böylece kimi soy tanları eğiteceğim!... Şevki Usta bütün dediklerini yaptı. Temizlik m i , yerlerin pas­ paslanması m ı , koğuşun havalandırılması mı, sağlık kurallarına u y m a k m ı , düzen v e disiplin m i , konulan kurallara u y u m sağla­ m a k mı? O d a i m a en önde v e örnek bir komünistti. B a z ı zaman­ lar birer saatlik bahçeye ç ı k m a zamanlarında o içerde kalır, eğit­ m e k istediği gençlerin çamaşırlarını, çoraplarını yıkar, yatakları­ nı temizler, düzeltir, tuvaletlerdeki tesisatı tamir eder, r a n z a l a n n bozulan yerlerini onarır, su bidonların dolu o l m a s m ı sağlar, kitap­ ları ciltler, yıpranan yapraklarını yapıştırır, sigara küllükleri imal eder, bazı yemekler ve salatalar yapardı. İş v e e m e k sevgisini pra­ tikte bizzat yaparak gösterir, anlayana d a ö ğ r e t m e y e çalışırdı. Bir seferinde gene böyle bir o n a n m işiyle uğraşırken, onun ma­ sasında kendisine ayrılan y e m e ğ i bir kendini bilmez yiyivermişti. Küçük bir m a s a d a on kişi v e h e r masanın bir sorumlusu vardı. K o ­ m ü n yaşamında hiç olmaması gereken bir yanlışlık yapılmıştı. Şevki U s t a işini bitirip m a s a y a oturunca gürlemişti: - K o m ü n temsilcisi arkadaş! H a n i benim y e m e ğ i m ? Ben, Ş e v k i U s t a ' n ı n m a s a sorumlusu arkadaşa baktım, başı önündeydi. Sorulacak birşey kalmamıştı. Sık rastlanmasa da bu bireyciliği yenememiştik. Ş e v k i U s t a çoktan ayağa kalkıp dersini vermeğe başlamıştı bile: - K o m ü n , komünistlerin ocağıdır. Bu ocağın ilkelerini kirleten­ ler K o m ü n d e n ç ı k a n l ı p atılır. Ve d e yargılanır! S o s y a l i z m d e "ça­ lışmayan y e m e z ! " kuralı geçerlidir. S S C B A n a y a s a s ı , M a d ­ de..."işlemeyen d i ş l e y e m e z " d i y e yazar!.. B e n bu K o m ü n ü n ilke­ lerine harfiyen u y u y o r u m v e d e çalışıyorum. H e m d e hepinizden çok çalışıyorum. Eğer bu türden bireycilikler sürüp gidecekse ni­ çin birbirimizi " k o m ü n " y a ş a m ı iddiasıyla kandırıyoruz? Dağıta­ lım gitsin böyle bir Komünü... K o m ü n hay a t m a aday olanlar bir araya gelsin. Ortak yaşamı içine sindirememiş bir kısım soytarı­ larla b e n niçin K o m ü n hayatı yaşayayım? Beni b u n a zorlayan inandırıcı bir gerekçe söyleyebilir misiniz? Bir arkadaş ise onun eleştirilerini şu biçimde karşılamıştı: 75



-Erencan arkadaş! söylediklerinde gerçekler var. Bir arkadaşın yaptığı bir densizliği niçin genelleştiriyorsun? B a k a d a m yaptığı­ na bin pişman, utandığından sofradan kalkıp gitti bile. B ü t ü n ak­ samalara r a ğ m e n bizim K o m ü n b u cezaevinin en disiplinli K o ­ münüdür. Bu y ü z d e n o senin eleştirilerine muhatap olanlar bizim koğuştan dilekçeler verip, öteki koğuşlara "hayta"lığa "iltica" et­ medi mi? O r a d a burada bizim düzenli ve disiplinli y a ş a m a m ı z için, " A K o ğ u ş u n d a Sırrı Öztürk faşizmi var" diyerek, gerçekte ise bize övgü v e saygı ifadesi olan "yakınmalarını" dile getirmi­ yorlar m ı ? " Bu K o m ü n ' ü n ilkelerini gözetenler bizim yoldaşlarımızdır. Çiğneyenleri de böyle y a ş a m a y a zorlayamayız. Böylelerini k a z a n a b i l m e k için böyle yaşayacak ve örnek olacağız. Bu bir disiplin, bilgi, bilinç ve eğitim meselesidir. B u r a d a bulunan her­ kes komünist değil ki... K o m ü n i s t o l m a k öyle kolay olsaydı, her beş on yılda bir kırılır cezaevlerini doldurur m u y d u k bu "hayta" lan? 12 Mart Muhtırası niçin verildi? Komünistler organize ol­ masın diye! Sistemin krizini a ş m a y a aday kurumlaşmalar yaratıl­ masın diye! N a y l o n komünistleri niçin örnek olarak ele almakta­ sın? O n l a n herkes biliyor ve d e tanıyor!... Sosyalizme inanma­ yan, özel h a y a t m d a sosyalist gibi y a ş a m a y a n zavallı bir a d a m ı n e adına v e niçin yargılayalım? H a p i s h a n e arkadaşlanmızı biz ken­ dimiz seçmedik ki... Böyle bir seçim hakkımız olsaydı bir avuç çekirdek kadro kalırdı bu koğuşta. A n c a k , insanlara bazı uyarıcı eleştiriler yapılır, onu d a K o m ü n temsilcimiz yapmaktadır. Bu yüzden o d a h e p i m i z de bıktık, usandık... Asıl yargılama işine ge­ lince, onu esirgemeden yerine getiriyoruz. Bazı doğru y a d a he­ sapsız eleştiriler ters tepki yaratır v e çeşitli ihanetlere k a p ı açabalir. İçimizde bin bir türlü adam var. Kimlerle birlikte hapis yattı­ ğımızı sen bilinçli ve deneyimli bir işçi önderi olarak d a h a yerin­ de ölçüp biçebilirsin... A y n c a , K o ğ u ş temsilcisi gibi arkadaşları­ mızı h a r c a m a y a l ı m , onların burada yerine getireceği bazı görev­ leri var. Senin çektiğin nutuk anlayana yeter v e artar bile... Şevki Usta b u olayda daha ileri gitmedi. Yapılacak şeyler sı­ nırlıydı. B u n u kavrıyordu. Kavga arkadaşım Erencan, coşkulu, kavgacı olduğu kadar, yi­ ğit ve yürekliydi de. Hassas, duyarlı, ince ruhlu, artistik y a n l a n 76



gelişmiş, h ü m a n i s t bir insandı. Hırpalayarak açığa v u r d u ğ u insan­ lara karşı ağır eleştiri yöneltsede, z a m a n z a m a n ç o c u k ç a küsse de, onları k a z a n m a s ı n ı d a bilirdi. Ezilen, horlanan, işkence gören, asılan, katledilen her insana karşı duyarsız k a l a m a z d ı . Sistemin kıydığı - katlettiği bir devrimcinin kaybı haberini aldığında, hiçbirşey y a p a m a s a , "ben üç g ü n y e m e k y e m e y e c e ğ i m " diyerek pro­ testosunu gerçekleştirirdi. Zaten b a ş k a türlü sosyalist olunabilinir miydi? E m p e r y a l i z m e , tekelci sermayenin kanlı s ö m ü r ü s ü n e kin d u y m a d a n n e hümanist n e d e sosyalist olunurdu. O b u n u bilirdi; h e m de yaşamıyla bunu kanıtlayarak... P D K ' d a onunla birlikte başkanlık divanındaydık. Birlikteliği­ miz o kadar çoktu ki, y a z m a y a kalksan kitaplara sığmazdı. Şevki U s t a 6 ay kadar içerde kaldı v e tahliye oldu. Bizim da­ vadan h ü k ü m giymedi. İnşaatlarda çalıştı, kızlarıyla damatlarının üç evine birden baktı, içerdekileri d e unutmadı... H â l â d a işçiliği­ ni sürdürüyordu. Damatlarıyla o l a n arkadaşlıklarımız k i m i ilke­ sel, kimi örgütsel ve cezaevi şartlarında olup biten ç o k yönlü olumsuzluklar sebebiyle u z u n sürmemişti. Ü ç d a m a t ü ç ayrı yola girecekti... Başta Tanrıça olmak ü z e r e , E r e n c a n yoldaşla bizim kişisel bir kavgamız söz konusu değildi; asla d a olamazdı. Aynı tornadan çıkmış, y a d a aynı kalıba d ö k ü l m ü ş bir metal alaşımı değildik. İkimizi d e v a r e d e n koşullar ç o k değişik olsa da, ortak özelliğimiz proleter kimliğimizdi. Farklı ölçülerle işçi sınıfı hareketi içindeki bilinçli yerimizi almış, devrimci mücadeledeki seçimimizi özgür­ ce yapmıştık. K a v g a d a yaratılan yoldaşlığın ilkesel yönünü iki ta­ rafta k o r u m a y a çalışmıştı; elden geldiğince ilişkilerimizi temiz v e lekesiz t u t m a y a büyük bir ö z e n göstermiştik. T İ P m e r k e z oportü­ nist kliğinin teşhisinde bizler d a h a önce g ö z ü m ü z ü açmaya, ka­ rarlı tavrımızı almaya yeltenirken Şevki Usta bu k o n u d a biraz za­ m a n kaybetmişti. İşçi sınıfı ve e m e k ç i halklarımızın ulusal v e sosyal kurtuluşu mücadelesinde temelde aynı şeyleri düşünüyor­ duk. Bu ç e r ç e v e d e yerel, ulusal, sosyal ve evrensel diyalektiğini doğru b i ç i m d e gözetmeye ç a b a gösteriyorduk. Şevki U s t a ' n ı n "şarap t u t k u s u " , birer "entel-lumpen" konu­ m u n d a k i m e y h a n e geleneğinden solculuğa terfi etmiş aydın b o 77



zuntularrndan arta kalan bir tutkuydu. Küçükburjuvazinin içki ve m e y h a n e tutkusu, n e yazık bazı öncü işçilere de bulaşmıştı. Pro­ leter devrimcilerinin ise bu türden bir lüksü yoktu. Erkekler açı­ sından şarap, sigara, k a d m vs. konusundaki alışkanlıklarımızı dengeleyip h e r türlü alışkanlığa - tiryakiliğe - karşı kendini eğiten v e örnek olan onlarca arkadaşımız vardı. Onların örnek yaşantıla­ rına bakınca Şevki U s t a ' n ı n k i m i alışkanlıklarına insan k ı z m a d a n d a bakabilirdi. Çünkü Şevki E r e n c a n ' ı "Şevki B a b a " y a p a n özel­ liği bunlardan oluşuyordu. Ş e v k i Erencan arkadaşımız m e y h a n e ­ de şarap içerken d e devrimci görevini yerine getiriyordu; en azın­ dan onun iddiası bu yoldaydı. Balıkçılar, meyhaneciler, şoförler, lümpenler, işsizler, öğrenciler, sendikacılar, " s o l " politikacılar, "entel-lumpenler" (sosyalist kılıklı züppeler), müslümanlar, hıristiyanlar, aleviler onun dostlarıydı. 1963 T İ P O l a ğ a n Kongresi için İ z m i r ' e gittiğimizde, genelev v e randevu e v i n d e çalışan kadınların gittiği bir m e y h a n e y i zor­ lukla b u l m u ş t u . . . Çünkü, ilerlemiş saatte açık m e y h a n e yoktu. Şevki Usta, b u r a d a da boş d u r m a m ı ş , genelev kadınlarına dahi sosyalizm propagandası y a p m a y a koyulmuştu: " S o s y a l i z m de ka­ d m eti satılmaz!.. Kadını fahişe yapan sömürücü sistem kapita­ lizmdir!..." d i y e nutuk çekerken, onu girdiği m e y h a n e d e n zorluk­ la bulmuş ve çıkarmıştık... Siyasî tartışmalarda k i m s e y e g ü v e n m e z , sözünü esirgemez, devrimci esnekliğini her koşulda korur, doğruların y a n ı n d a yer alır ve h a k y e m e z d i . Çok b ü y ü k e k o n o m i k sıkıntı çektiği dönem­ lerde bile işçilik onurunu zedeleyen bir ilişkiye girmemişti. Bece­ rikli ve çalışkan bir emekçi olarak ekmeğini taştan çıkarıyordu. Hiçkimseye y ü k o l m a m a y a ö z e n gösteriyordu. S o s y a l asalaklığı, tembelliği sevmiyor, böyleleriyle uzlaşmaz kavgalara giriyordu. Şevki U s t a k o n u ş m a y ı , d a h a doğrusu "nutuk a t m a y ı " ç o k se­ viyordu. G ü z e l v e etkili de konuşuyordu. Temiz bir e m e k ç i heyacanı taşıyan bu konuşmaları herkesçe keyifle izlenirdi! " D e r s " vermeyi ç o k seven küçükburjuva sollara ders v e r m e y i d e biliyor­ du; bunu b ü y ü k bir heyecanla v e zevkle başarıyordu.



78



I



M A H İ R CAYAN



M a h i r ' i önceleri A S D ' d e k i yazılarından, d a h a sonraları 1. T İ P (M.Çayan o d ö n e m T İ P ' i n Ç a n k a y a İlçe Başkanıydı.) içindeki ça­ lışmalarından tanıyordum. T İ P ' i bir proletarya partisi y a p m a y o ­ lundaki ç o k yönlü m ü c a d e l e sürecinde, T İ P m e r k e z oportünist kliğine k a r ş ı birlikte m ü c a d e l e ediyorduk. M u h a t a p l a r ı m ı z : "Bunlar burjuva devrimcisi, dolayısıyla burjuva ajanı" diye bir saldırı y ö n t e m i n i benimsemişlerdi. Doğrusu ilerici bir partideki mücadeleyi bu türden yöntemlerle götürmek isteyenlere karşı biz­ lerin m ü c a d e l e yöntemleri d e p e k yenilir yutulur türden değildi. M a h i r ' i D e v - G e n ç ' i n 5. K u r u l t a y ı ' n d a ilk k e z dinlemiştim. O , bu Kurultay d a saatlerce v e d e irticalen k o n u ş m u ş t u . O k u m a v e ö ğ r e n m e hırsını, polemiklerindeki yeteneğini takdir ediyorduk. Herkes d e onu bu "teorisyen" yanıyla tanımıştı. M a h i r Ter bir ara­ yış v e yöneliş içindeydi. D ü n y a v e T ü r k i y e ' d e k i devrimci m ü c a ­ dele herkese-hepimize neleri öğretmişse bu teori/pratik sürecin doğal uzantısında, bizler de bir arayış-yöneliş süreci yaşıyorduk. Temel d o ğ r u l t u m u z k o n u s u n d a herkes seçimini ö z g ü r c e yapmış­ tı. Sınıfsız v e sömürüşüz bir d ü n y a özlemleriyle proletaryanın ik­ tidarını, sosyalist kuruculuğu istiyorduk. Sınıfsal çıkarımızı böy­ le bir t o p l u m yapısmda k o r u y u p geliştirebilirdik. Kapitalist siste­ m i n d e v r i m c i yoldan değiştirilip dönüştürülmesini hayâl ediyor­ duk. E m p e r y a l i z m i n y e r y ü z ü n d e n kazrnılacağına, bu yolda yapı­ lan mücadelenin, dökülen k a n ı n boşa a k m a y a c a ğ ı n a içtenlikle inanıyorduk. İster ortodoks marksist, ister devrimci, ister radikal sosyalist denilsindi bizlere, işte bizler oyduk. E n azından doğrul­ tumuz böyleydi. 79



İşçi sınıfı militanlarıyla devrimci gençliğin militanları arasın­ daki ortak p a y d a n ı n bu kadar oluşu, o günkü koşul v e durumlar­ d a v e hepimizin sınırlı bilgileri açısından yeterliydi. D e v - G e n ç ' i n kitle çalışması yapan militan kadroları, TİP ve M D D hareketi içinde tanıdığımız sağ v e " s o l " teslimiyetçi akımların kadroların­ dan daha yakındı bizlere. İşçi smıfı devrimcilerinin küçükburjüva sollardan farkı iki noktada ortaya çıkıyordu. Birincisi: Proletarya devrimcileri olay v e olgulara pratik örgütçü bir açıdan bakıyordu; Marx, Engels, L e n i n vb.'lerinden eklektik alıntılar yaparak, siya­ set taklidi yapmıyordu. İkincisi: B i z i m saflarda "gelin tartışalım" yolunda ilkesiz-kuralsız bir tartışma geleneği yoktu. C e n a h ı m ı z ­ d a entelektüalizme, aşırı teorisizme p r i m verilmiyordu. Küçükburjüva aydınları, bilim ve akıldışı eklektik bilgi kırın­ tılarıyla üniversite kantinlerini m e k â n kılmıştı; M a r x d e d i ki, En­ gels dedi ki, L e n i n dedi ki, Stalin dedi ki, M a o dedi ki, vb... te­ kerlemeleri oldukça revaçtaydı. Bir yol ülkeye taşınmıştı; devrim yapan ülkelerin teori/pratiği. Bu teori/pratik eklektik b i ç i m d e , ül­ kenin sınıflar mücadelesi pratiğinden k o p u k biçimde v e de so­ rumsuzca tartışılıyordu. Tartışmanın olması gereken y e r e taşın­ ması ilkeselliği ise h e n ü z kavranamıyordu. Ciddi ve etkili bir K P geleneğimiz yoktu. Proleter devrimcilerin küçükburjüva sollardan öteki v e belir­ gin bir yanı da, devrimci diplomasi, devrimci ahlâk, siyasî terbi­ ye vb. gibi gerekli donanımlarda ortaya çıkıyordu. O y s a küçük­ burjüva solların yürüttüğü diplomasi bir hizipler diplomasisiydi. Siyasî terbiye v e devrimci ahlâk anlayışları ise proletarya ile küçükburjuvazininki kadar birbirine zıttı. Devrimci gençliğin tükenmeyen enerjisi daha ç o k kitlesel ey­ lemlerde öne çıkıyordu. Kimi gençlerin sınıfsal kötürümlüklerine rağmen eylemdeki etkinliği, g ö z ü m ü z ü karartmasa da, h e s a b a ka­ tılmalıydı. Gençliği bu yolda k i m etkileyecekti? D e v r i m c i genç­ liğin enerjisi n e r e y e kanalize edilmeliydi? Bizlerin bu k o n u d a k i tutumu açık v e netti. Sokaktan, h a y a t m içinden, y a n i üretimden gelenlerin yürüttüğü en temiz diplomasi devrimci işlerin yöneliş­ lerinde yansıyordu. O zamanlar d e v r i m c i gençlik bizim, yani işçi sınıfının, e m e k ç i halkların yanındaydı. Devrimci gençliğin sınıf -



80



sal ve ideolojik k o n u m u n a fazla ö n e m v e r m e d e n onları işçi sınıfı hareketi içinde eritmek, yeni bir kalıba d ö k m e k gibi bir hülyamız d a vardı. İşçi sınıfının m ü c a d e l e s i n e o m u z veren, h a r e k e t içinde kimi birliktelikler yaratan gençler bizim yoldaşımızdı. Bitmez tü­ k e n m e z aydın tartışmalarından k a ç ı p kütle içinde k a y n a ş m a y a yönelen her devrimci genç arkadaşla hayatın içinde iyi ilişkiler kuruyor, karşılıklı etkileniyorduk. İşçi sınıfı onlara sınıfsal sağdu­ yularını, deneylerini aktarırken gençler de ülkeye disiplinsizce ta­ şman "teori"lerini taşımakta ve bu teorilerin doğruluk v e geçerli­ lik derecesini sınamaktaydı. Geriye kalan kimi ilkesel adımlar an­ cak iş yapılırken hayatın içinde biçimlenecekti. Bizimkiler yal­ nızca b u n a ö n e m veriyordu; ideolojik ayrılıkları iş içinde yan ya­ na getirmeye v e u y u m l a n d ı r m a y a özeniyorduk; bu türden bir y ö ­ nelişi d a h a d o ğ r u buluyorduk. Mahir v e arkadaşları T İ P v e M D D hareketine oldukça doğru, doğruya yakın teşhisler k o y m u ş t u . P D A sapması h a k k ı n d a k i gö­ rüş ve teşhisleri d e diğerlerine g ö r e d a h a doğruydu. Onlar kendi­ lerini vareden v e köstekleyen sağ v e sol oportünizme karşı müca­ dele ediyor, bu kötü mirastan k u r t u l m a k için b ü y ü k ç a b a gösterir­ ken, işçi sınıfı devrimcileri d e ciddi, donanımlı v e güvenilir bir Proletarya Partisi'ni nasıl oluştururuz diye devrimci gençliğin ba­ şını çektiği kütlesel çıkışlara ilgi duyuyordu. B u paralel yönelişin doğal uzantısı elbette partileşmeyi gerekli kılıyordu. Bizler PAR­ Tİ k o n u s u n d a n e denli ilkesel davranıyorsak, onlar d a k e n d i ayakbağlarından k o p a r a k arınmak y o l u n d a bir özlemi dile getiriyordu. Oysa hayat v e m ü c a d e l e n e bizi n e d e onları Proletarya Parti­ si d u r a ğ m a taşımıştı. İşçi sımfı hareketiyle sosyalist hareketimi­ zin buluşup bütünleşmesi süreci, bir y a n d a n bizim - hepimizin ba­ şarısızlıkları, öte y a n d a n dışımızdaki güçlerin v e onların hareke­ timiz içindeki uzantılarının başarıları y ü z ü n d e n gerçekleşeme­ mişti. Bu y ü z d e n d e tekelci sermayenin tuzaklarından sakınamamış ve de faşizmin ağır darbesini yemiştik. Oysa, Proletarya Partisi'nin oluşturulması için k i m i şartlar oluşmuştu. Bu nesnel şart­ l a n öznel e t m e n l e buluşturup bütünleştirmek k o n u s u n d a bütün devrimci v e sosyalist kadroların - hepimizin - kusuru vardı. Biz­ lerin en b ü y ü k açmazı burada yatıyordu. Portreler F/6



81



M a h i r ' i n yazılarındaki arayış v e yönelişleriyle pratikte yaptı­ ğı z a m a n z a m a n ters orantılıydı. Nasıl doğru orantılı olurdu ki? Mahir d a h a 2 6 yaşındaydı. Ciddi bir proletarya hareketi onları kucakîayamamıştı. Böyle bir gelenekten de gemliyorlardı. Legal T Î P ve M D D hareketi içinde bir ö m ü r tüketilmişti. Partisiz solcu­ luk bütün kadroların iflahını kesmişti. Sınıflar mücadelesi tarihi v e devrimci geleneklerimiz gençle­ re doğru v e n a m u s l u c a aktarılamamıştı. Sağlı "sol'Tu burjuva ide­ olojisi v e revizyonizm ilerici saflardaki sevindirici k i m i gelişme­ leri kuşatıyor v e adeta kurutuyordu. Bilimsel Sosyalizm yerine bilim v e akıldışı teoriler bir y a n d a n devrimci gençleri, öte y a n d a n sınıf bilinçli işçileri merkez - k a ç kuvveti gibi işçi sınıfı yörünge­ sinden savurmuştu. Ülkenin sosyo-ekonomik yapısından kaynak­ lanan ideplojik-teorik-örgütsel bir yığın sorun vardı; bunlar, ç ö ­ z ü m b e k l e y e n sorunlardı; v e aşılmak üzere çığ gibi ö n ü m ü z d e du­ ruyordu. Burjuva partilerinin egemenliği v e krizi, sosyalist v e devrimci solun bir türlü aşılamayan zaafları y ü z ü n d e n , devrimci değişim v e dönüşümlerle aşılamıyordu. " D e v r i m " lafı sıkça telaf­ fuz ediliyor, a m a bu yolda n e p r o g r a m n e de parti oluşturuluyor­ du. Devrimci gençliğin eylemlerde kütleselleşmesi v e kimi etkin­ liği birçok devrimci kesimin ayranını kabartıyordu. Devrimci ha­ reket içinde gençliği sosyal sınıf gerçekliği dışında gören anlayış­ larla, herşeyin yerine koyan anlayışlar da vardı. B u durumlarda 12 Mart gibi burjuvazinin açık zora başvurması elbette geriletilemiyor, h e r devrimci kadro kişisel donanımıyla k e n d i başının ça­ resine b a k m a y a bırakılıyordu. 12 Mart gibi faşizmin azgın terörü karşısında T H K O , T H K P C vb. örgütlerin derme çatma donanımıyla başarı şansı peşinen yokoluyordu. N e T İ P n e d e gençlik temeline dayalı örgütlenme­ ler bu d u r u m d a etkin olacaktı. Hareketimiz m u t l a k a yenilecekti; ilerici saflardaki bozgun kaçınılmazdı. H e m T H K O , h e m de T H K P - C kadroları arasında v e "sosyal d e v r i m " k o n u s u n d a , "işçi sınıfını m ı bekleyeceğiz? Biz devrimi­ mizi yapar y ü r ü r ü z . . . " görüşü v e mantığı çok y a y g ı n v e hakimdi.



82



Proletarya Partisi'nin oluşturulmasının nesnel v e öznel şartla­ rı tümüyle yaratılmamışsa, işçi smıfı inisiyatif kullanarak kendi ihtiyaçlarına cevap verebilecek k u r u m l a ş m a l a r a y ö n e l e m e m i ş s e , devrimci v e sosyalist kadrolara tercih yapacak ç o k az şey kalıyor­ du. K i m i örgütlere verilecek şartlı destek için d e g e n e ciddî v e gü­ venilir bir Proletarya Partisi'nin hayatta yerini alması kaçınılmaz bir gereklilikti. M a h i r ' l e r i n örgütlenmesi v e eylemlerinin Bilimsel Sosyalizm­ le uzak-yakın bir ilgisi b u l u n m u y o r d u . T H K P - C türünden k ü m e ­ lenmeler n e işçi sınıfı hareketine n e de sosyalist hareketin bütün­ leşmesiyle oluşmuştu. D e v r i m c i kimi gençlerin böylesine bir ilgi alanı o z a m a n l a r d a yoktu. îşçi smıfı hareketi denilince akla sağ teslimiyetçi oportünizmin sendikaların başına tünemiş grupları ile onların tutucu tavırları geliyordu. Bir de T ü r k i y e Proletaryasının iradesini taşımayan vekaletsiz T K P girişimleri kendini hissettiri­ yordu. Böylelerinin S S C B ' d e k i m e m u r v e Sovyet dalkavuğu kimlikleri ( T K P Harici Büro) ile yaratılan ortam d e v r i m c i ve sos­ yalist kadroların bilinç ve kararlılığıyla henüz aşılamamıştı. Oysa tarihsel v e sosyal haklılıklarıyla Tarihi T K P ' n i n kadroları ülke içindeydi. Ülkedeki sosyal muhalefeti, işçi sınıfının öncülüğünde yönetip yönlendirebilecek bir PARTİ geleneği v e yeteneği yaratamasalar da, Tarihi T K P ' n i n ülkedeki kadroları birey v e kişi ola­ rak mevcuttu; fakat PARTİ k o n u s u n d a herhangibir " v u k u a t ' l a r ı yoktu. M a h i r ' l e r i n T H K O T u yol arkadaşlarını k u r t a r m a yolunda gös­ terdiği " a h d e vefa" duygusu v e kimi çaresizlikler y ü z ü n d e n baş­ vurdukları "intihar hareketleri" her açıdan öğretici derslerle dolu­ dur. T H K P - C v e T H K O gibi örgütlerin cezaevlerinde ortak hare­ ket etmesi, cezaevinden k a ç m a eylemini birlikte gerçekleştirmiş olması, giderek iki farklı örgütün bütünleştiğini, artık tek bir ör­ güt haline dönüştüklerini de noktalayan bu eylemlerle anlatılmak istenmişti; aynı yolu izlemekte ç o k ısrarlı k i m i g e n ç kadrolar ise, T H K O ile T H K P - C ' n i n fraksiyonel parselasyonu hesaplarıyla, bu mesajı almıyor v e anlamamazlıktan geliyordu. M a h i r ' l e r , bu tür­ den örgütlenmelerle sistemi karşıya almanın v e d e devrim yap­ manın nelere m a l olabileceğini kavrayacak k a d a r bilgili ve akıllı 83



devrimcilerdi. Onlara göre, iş, bu noktalara varınca yapılacak şey "intihar hareketiydi". Onları bu y o l d a n döndürecek bir otorite ül­ k e d e o zamanlarda yoktu. E m p e r y a l i z m i n v e onun yerli ortakları­ nın krizi, devrimci ve sosyalist solun içine öyle "yetenekli" g ö ­ revlilerini yerleştirmişti ki, artık karşı-devrimin zaferi kaçınılmaz olmuştu. Sınıflar mücadelesi tarihimizde fanatizm, inkarcılık v e maskeci anlayışlar gene bir altın çağ yaşamaktaydı. Kapitalist emperyalizmin tuzakları aşılamıyordu; bu d u r u m d a asılamaya­ caktı da... Devrimci genç arkadaşlarımızı bu " s o l " maceracılık y ü z ü n d e n tek yanlı olarak eleştiremeyiz. T ü r k i y e ' n i n siyasî m ü c a d e l e tari­ hinde, özellikle sosyalist solu eleştirip, sağ v e " s o l " sapkınlıkları geriletip a ş m a d a n gençlik temeline dayalı örgütleri eleştiremeyiz. Türkiye sosyalist solundaki " s o l " maceracılık, 1 9 0 0 ' l e r öncesi Çarlık Rusyasında kurşuna dizilirken, "Yaşasın A n a r ş i z m ! " diye­ rek ölen anarşistlerle bir tutulamaz. T ü r k i y e ' d e k i " s o l " maceracı geleneğin temsilcileri, 1971 Türkiye'sinde asılırken, "Yaşasın Marksizm-Leninizm!", "Yaşasın Proletarya!", "Yaşasın T ü r k ve Kürt Halklarının Kardeşliği", "Yaşasın Enternasyonalizm!" diye bilinçle haykırıyorsa, bu arkadaşlara yöneltilecek eleştirinin içe­ riği ve boyutu d a değişecektir. 1971 'lerin devrimci gençlerini Av­ rupalı " 6 8 ' l i l e r i n " maceracılığı ile d e aynı kefeye k o y a m a y ı z . B u l u n d u ğ u m u z coğrafyadaki öğrenci gençliğin ayaklanışı ile Avrupa'daki kalkışmalarda ortak olmayan özellikler vardı. Avru­ p a ' d a , tüzük v e programlarım eleştirsek de K P ' l e r , sendikalar, kitle örgütleri, "sivil" inisiyatifler vardı. E m p e r y a l i z m d ü ş ü n m e , örgütlenme, kitlesel olarak e y l e m y a p m a özgürlükleri önündeki burjuva engelleri nisbî olarak kaldırmıştı. Devrimci v e Marksist Sol Kadroların, legaliteyi kullanırken, T ü r k i y e ' d e k i gibi bir "zor"u yoktu. Bizdeki öğrenci gençlik, işçi sınıfının örgütsel k o ­ ruyuculuğunun dışındaydı. K e n d i göbeğini k e s m e k , tarihindeki ideolojik-teorik-örgütsel ilişkilerden k o p m a k ve " d e v r i m " için ayaktaydı. Üstelik gençliğin b ü y ü k bir kesimi küçükburjuva sos­ yal tabana dayansa da, işçi ve e m e k ç i halk çocukları, " B a ğ ı m s ı z lık-Demokrasi-Sosyalizm" diyerek, bu sloganı yükseltip kitlesel çıkışları gerçekleştirebiliyor v e bunları yaygınlaştırmak için hare84



ket edebiliyordu. T ü r k i y e ' d e n e K P oluşturulabilmişti, n e de işçi sınıfının sendikal birliği sözkonusuydu. Devrimci mücadelede sözlere değil yapılan işlere bakılndı. Devrimci kadrolar kimi iyi niyetlerle de yola çıkıp b ü y ü k hatalar işleyebilirlerdi. T H K O ile T H K P - C vb. örgtüleri kuranlar, sosya­ list hareket içindeki sağ teslimiyetçi oportünizmden kurtulmak is­ tiyordu. Onları bünyesinde barındırabilecek d e v r i m c i bir Prole­ tarya Partisi oluşturulamayınca, " s o l " maceracılık d ı ş m d a gençle­ re bir seçenek kalmıyordu. 1900 öncesinin Çarlık R u s y a s ı deneyimi, T ü r k i y e l i devrimci ve sosyalist kadrolara çok şey öğretecek d ü z e y d e bir laboratuvar ve engin bir deneyim birikimiydi. R S D İ P hareketinin yaratılması, kurmay m m oluşturulması, E k i m D e v r i m i ' n i n gerçekleştirilmesi ve Sovyet D e n e y i m i incelendiğinde, ülkemiz sosyalist solunda yaşanan krizin n e anlama geldiği oldukça doğru b i ç i m d e anlaşıl­ maktadır. V.İ.Lenin'in R S D İ P ' n i n 2. Birlik Kongresinde y a ş a m a geçir­ diği d e n e y i m ülkede incelenip araştırılmayan, ders v e sonuç çıka­ rılmayan v e d e hiç ilgilenilmeyen bir deneyimdi. Bizim Tarihi T K P ' m i z i n içi bizi dışı ise eli yakıyordu. T K P ' y i nasıl R S D İ P ye­ rine koyacaktık? Bu örgütlülükten kalkarak nasıl bir Birlik K o n g ­ resi yapacaktık? Ülkedeki örgütler anarşisi d ü z e y i n d e gelişen ulusal v e sınıfsal kurtuluş mücadelesini nasıl bir sosyal devrim projesi v e programıyla yan y a n a getirecektik? Elbette herşeyden ö n c e işçi sınıfı hareketiyle sosyalist hareketimizi nasıl v e acilen bütünleştirerek bir İşçi Sınıfı Partisi geleneğini yaratacaktık? Bu yakıcı ve h a y a t i sorunlar g ü n d e m d e n ustalıkla kaçırılmıştı!.. Mahir Terin kurtulmaya çalıştığı sağ teslimiyetçi ideoloji, ör­ güt ve gruplardan hesaplaşarak ayrışmayan devrimci ve radikal sosyalist hareket doğru ve bilimsel bir parti projesi ile programı­ nı nasıl üretecekti? B u sorunların cevabı d a verilmiyordu. Devrimci ve militan gençlerimizi işçi sınıfı yörüngesinden u s ­ taca kopararak emperyalizmin v e devrim simyacılarının tuzağına çeken her siyasî akım bu k o n u d a kusurludur. D e v r i m c i gençliğin teri v e kanı burjuvaziden ö n c e böylelerinin d e eline bulaşmıştır. 85



Sözüm o n a "emperyalizmi k ı n a y ı p " burjuva icazetiyle "sosyalistcilik" oynayanlar hayatları b o y u n c a işçi ve emekçi halklarımıza kan kusturanlara karşı bir e y l e m d e yerlerini almamıştı. Kapitaliz­ m e v e e m p e r y a l i z m e karşı güçleri kütleselleştirmeye aday dev­ rimci ve sosyalist kadroların her türden kurumlaşması v e eyleme geçmesini " a m a n faşizm gelir!" diyerek engellemeye girişenler, karşı devrimin faşist uygulamalara giriştiğinde de gene devrimci­ leri " s u ç l u " gösterecekti...



* ** Mahir, T H K P - C ' n i n 12 Mart A s k e r î Darbesini karşılayan kimi eylemlere katılıp güvenlik güçleriyle girişilen bir çatışmada yara­ lı olarak yakalandıktan s o m a , A s k e r î hastanede tedavi g ö r m ü ş , bu süreçte sorgusu yapılmış v e n e k a h a t döneminde Selimiye Kışla­ sına getirilmişti. Kaldığı hücre b i z i m birinci kat dediğimiz bir k o ­ ridorun s a ğ m d a bulunan tuvaletlerin bitişiğinde 2.5x3 m. boyu­ tunda kuytu v e rutubetli bir hücreydi. Penceresi yoktu. Kapısı za­ m a n z a m a n açık tutuluyordu. Duruşmalara götürülürken tuvalet ihtiyacmı gidermek isteyenler M a h i r ' i hücresinde görebiliyordu. Sırf M a h i r ' i birkaç saniyecik dahi olsa görebilmek için sık sık tu­ valet ihtiyacı hissedenlerimiz o l d u k ç a fazlaydı. B a z e n onu ranza­ sında zincirle bağlı olarak g ö r d ü ğ ü m ü z olurdu. T H K P - C ' n i n du­ ruşmaları başlayınca Mahir arkadaşlarıyla yakından g ö r ü ş m e ola­ nağına k a v u ş m u ş t u . Bu süreçte avukatlarıyla d a görüştürülmü­ yordu. * H u k u k u n gerekleri öteki sıkıyönetim davalarında olduğu gibi gözetilmiyordu. Devrimcilerin davalarını b ü y ü k bir bilinç v e özveriyle üstlenen, değerli h u k u k ç u , yürekli insan Avukat Faik Muzaffer A m a ç tek basma bir h u k u k savaşı veriyordu. B u hukuk savaşının k a h r a m a n ı hakkında k i m i gençlerle sohbetlerimizde, "devrimcilik adına girişilen 'çata-pat eylemleri'ne bakılırsa, Faik H o c a ' n ı n e y l e m i sizinkilerden ç o k d a h a değerlidir; asıl gerilla şu çelimsiz, h a l i m selim Faik H o c a ' d ı r " yolunda şakalar yaptığımız olurdu. M a h i r ' l e r de savunucularından çok hoşnuttu. Faik H o c a ' n ı n girişimleri v e amansız savaşı sonucunda, "sa­ vunmalarını Kartal Maltepe A s k e r î Cezaevindeki arkadaşlarıyla * Daha fazla bilgi için: "THKP-C 1. Dava Dosyası" ile ilgili Av. Faik Mu­ zaffer Amaç'ın, "Mahir Cayan Davası" adlı kitaplara bakınız.



86



birlikte yapabilmelerine i m k â n sağlamak a m a c ı y l a " M a h i r ' i h ü c ­ resinden kurtarıp bu cezaevine getirmek m ü m k ü n olmuştu. (1 K a s ı m 1971 akşamı.) Tutuklular bu olayı bir " z a f e r " gibi değer­ lendirmişti. M a h i r ' i önceleri K. M a l t e p e Cezaevindeki F K o ğ u ş u n a ver­ mişlerdi. B u k o ğ u ş ötekilerine r a ğ m e n biraz d a h a rutubetli, hava­ sız v e pencereleri azdı. Bileşimi itibarıyla ise ç o k renkli bir görü­ n ü m d e y d i . K i m i karanlık işlere girip çıkmış l ü m p e n l e r ki, arala­ rında bir d e ç o k dengesiz, faşist bozuntusu olan E n v e r Tortaş isimli bir katil zanlısı da bulunuyordu. M a h i r ' i n böyle bir " m e k â n a " tıkılması, yani Selimiye hücrele­ rinden K. M a l t e p e ' n i n F K o ğ u ş u n a getirilmesi, y o k s a bir tertip miydi? Yoksa M a h i r ' i böyle bir koğuşta lümpenlere y a da faşist bozuntusuna temizlettirmek m i istiyorlardı? C e z a e v i n d e k i sanık­ lara bu kaygı hakimdi. A K o ğ u ş u Temsilcisi olarak idareye bir di­ lekçeyle başvurarak bu k o n u d a k i kaygılarımızı v e taleplerimizi öne sürdük. Aynı kaygıları M a h i r d e sezmiş o l a c a k ki, o d a idare­ ye bir dilekçeyle başvurmuş v e şunları dile getirmişti: " B e n bu cezaevinde birlikte yargılandığımız arkadaşlarımla s a v u n m a ha­ zırlayabilmek amacıyla v e m a h k e m e kararıyla getirildim. Getiril­ diğim F K o ğ u ş u n d a ise birlikte yargılandığım hiçbir k i m s e bulun­ muyor. Beni A K o ğ u ş u n a veriniz..." Cezaevi y ö n e t i m i yapılan ya­ zılı müracaatları dikkate alarak M a h i r ' i n bizim k o ğ u ş a getirilme­ sini sağlamıştı. M a h i r ' l e böylelikle kucaklaştık. Zaten yerini hazırlamıştık. Bu yer A K o ğ u ş u n u n iki k ü ç ü c ü k odasından e n k ü ç ü ğ ü olanıydı. S a v u n m a hazırlıkları b u r a d a yapılıyordu. M a h i r ' i n rengi kaçıktı; ayrıca ç o k ta zayıftı. Aylarca güneş yü­ zü g ö r m e y e n yerlerde tutulmuştu. O n a iyi bakmalıydık. O d ö ­ nemler cezaevine dışardan y i y e c e k vb. hiçbirşey sokulmuyordu. Fakat gene d e bir yolunu b u l u p M a h i r ' i besleyecek yiyecekleri getirtmeyi başarmıştık. O n a her g ü n sobanın üzerinde y â n kanlı, yarı p i ş m e m i ş dalak yediriyorduk. A m a c ı m ı z M a h i r ' i c a n l a n d ı n p eski haline getirmekti. Önceleri kendisine sunulan " ö z e l " dalağı y e m e k istememişti. "Herkesin yiyemediği birşeyi ben nasıl yerim a ğ a b e y ? " D i y e r e k muhalefet etmiş v e dikilmişti. D a h a s o m a Zi87



y a v e Ulaş onu ikna etmeyi başarmıştı. Ulaş olanca neşesiyle: " B u koğuşta, sana dalağı çiğ çiğ yedirdiğimiz için, bunu problem yapacak bir k i m s e bulunmuyor. Arkadaş, yiyecek v e kendine ge­ leceksin! A K o ğ u ş u işçi sınıfının koğuşudur. K o r k m a , sana laf edenin alnını karışlarız! Öyle kolay m ı zannediyorsun? Ayrıca bu­ rada 'Sırrı Öztürk faşizmi h a k i m d i r ' ! . . . " Diyerek ortalığı kahka­ h a d a n kırmış geçirmişti. Gerçekten A Koğuşu dirlik v e düzenin, sevgi v e hoşgörünün, neşenin, e m e k ve u m u d u n yeşerdiği bir koğuştu. Mahir, Ulaş'ın şakasına bayılmıştı: " N e o ağabey yoksa sen de m i k a b u k değiş­ tirdin?!.." D e m e k t e n kendini alamamıştı. O n a c e v a p olarak: -Mahir arkadaş, doğrudur k a b u k değiştirenler çoktur. Biz şu k ü ç ü c ü k m e k â n ı iyi değerlendirmek istiyoruz. B i z i m k o ğ u ş tem­ silciliğimiz, şu "hayta'Tarm marifetidir. Başımıza öyle bir iş açtı­ lar ki, adeta r a m a z a n davuluna döndük. Bir y a n d a n idareye, öte yandan "hayta"lara karşı boy hedefi olduk, demiştim. Mahir, kendisine sunduğumuz dalağı gene d e k ü ç ü k koğuşta yalnızken yiyordu. Ç o k duyarlı v e terbiyeliydi. Z a m a n geçti, hüc­ rede çektiği yalnızlığın acısını ve sıkıntılarını b ü y ü k ölçüde atmış­ tı. O da havalandırmada spor y a p m a y a başlamıştı. Mahir, eskiden iyi top oynadığını, bacaklarının d a bü yüzden içe d ö n ü k çengel gi­ bi olduğunu anlatırdı. Spor, temiz hava, çiğ dalak, terbiye edilmiş (biber ve sarımsak katarak yemeklerin çeşnisini değiştiriyor­ duk...) asker karavanası M a h i r ' e yaramış olacak ki, kısa bir süre s o m a yüzüne renk gelmişti. O n u n Cezaevine getirilişi M a l t e p e ' d e b a y r a m h a v a s ı yaratmıştı. K o ğ u ş u m u z a h e r siyasî eğilimden arka­ daşlar ' g e ç m i ş olsun' demeğe geliyordu. Bu türden bir 'inceliği' yalnızca T İ P Gnl. Sk. Nihat Sargın yerine getirmemişti. O n u n bu tavrına karşı aramızda " g ü c e n e c e k " k i m s e ise zaten yoktu. Aradan e p e y c e bir zaman geçtikten s o m a kendisine: -Mahir sen de bu ziyaretlere karşı bir 'iade-î ziyaret' yapsan çok iyi olur. B u cezaevinde kimi siyasî eğilimlerle z a m a n z a m a n h a v a elektrikleniyor. Bazı kışkırtma v e tahriklerin u ç verdiğini görüyoruz. Eğer doğru buluyorsan bu k o n u y u bir düşün. B e n c e senin öteki koğuşlara ziyarete gitmen yanlış olmaz. 88



-Evet, niçin olmasın, onlar d a bizim d e v r i m c i arkadaşımız. Ayrılıkları körükleyenleri biliyorum. Bunları asgariye indirmek bence de doğrudur. - M a d e m ki öyle düşünüyorsun, Ziya, Ulaş v e irfan Ta birlikte B K o ğ u ş u n d a n bu işe başlamalısın, demiştim. Z i y a v e Ulaş benim b u önerime yanaşmamıştı. Onlar ise: "Mahir, İrfan ve K o ğ u ş Temsilcisi (S.Ö.) ile bu ziyaretler yapıl­ sın" önerisinde bulunmuştu. B u iade-î ziyaretler e p e y c e faydalı olmuştu. D e v r i m c i kadro­ lar arasında spekülasyona başvuranlarla yüz y ü z e g e l m e k l e mik­ robun y a y ı l m a istidadını önlemiştik. O d ö n e m d e A K o ğ u ş u n d a n hiçbir k i m s e B Koğuşuna gitmiyordu. K o m ü n disiplinini gözeten arkadaşlar, B Koğuşu sakinlerinden bazı arkadaşların bizlere kar­ şı geliştirdikleri kimi olumsuzluklardan çok rahatsızlık duyuyor­ du. Bu disipline bağlı o l m a y a n bazı kimseler ise, k a z a r a B Koğu­ şuna adım alsalar, ya hakaret görüyor, y a d a Sarp K u r a y ' ı n son derece k a b a v e sekter yaklaşımları v e tahrikleriyle pataklanıyor­ du. D a h a sonra bizlere de d u y u r u l m a k istenen laf atmalar, bazı çirkin küfürler v e sataşmalar eksik olmuyordu. B u densizliklere neden olanlar bizim arkadaşımız değildi ki, onları uyarıp B K o ­ ğuşuna gitmelerini önleyelim. K i m i B K o ğ u ş u sakini ise, k o ğ u ş ­ larına hesapsızca gelen bu k o n u k l a r a çok bozuluyordu. Cereyan eden bu olayları ciddiye almadık; atılan lafları duymazlıktan gel­ dik; küfürleşmeleri ise birer h e z e y a n yerine k o y d u k . Elbette bu türden olaylara karşı canımız sıkılmıştı; a m a şimdilik sesimizi çı­ k a r m a m a k üzere B K o ğ u ş u temsilcisi İlhan S e l ç u k ' a bir uyarıda bulunmuştuk. O, hiç o l m a z s a koğuşta bir d e n g e unsuruydu, bu türden olayları onaylayamazdı. D e v r i m c i harekette, c e z a e v i n e düşüp, bu m e k â n l a r d a nasıl " b a r ı n m a k " gerektiğini bir türlü kavrayıp ö ğ r e n e m e y e n küçükburjuva "avantürye"nin, zorluklara katlanamadığını, sosyalizme ve davasına nasıl İhanet ederek saf değiştirdiğini g ö r ü y o r ve sezi­ yorduk. B K o ğ u ş u n u ziyaretimizde Mahir, istek üzerine, yarasını açıp göstermişti; çaylar söylenmiş, sohbetler koyulaşmıştı. A Koğuşu9



n u n neşe v e u m u t dolu sıcaklığı b u r a y a da taşınmıştı. B u ziyaret­ te ayrıca kimi görüş alış-verişi yapılmış, genel siyasî ortam değer­ lendirilmiş, görülmekte olan davaların bir kritiği de yapılmıştı. Mahir Terin s a v u n m a çalışmalarını daha rahatça yürütmeleri için koğuşta anlayışlı bir h a v a yaratılmıştı. Koğuş sakini herkes onlara yardım için b ü y ü k bir özen v e dayanışma gösteriyordu. A K o ğ u ş u n u n k ü ç ü k odasında: Mahir, Ulaş, Ziya, Sina, Necmi, Mutlu (oğlum) v e ben kalıyorduk. Bir ara idare; Aydın E n g i n ' i bi­ zim aramıza vermişti; a m a o çok k ı s a bir süre kalmıştı bizimle... D a h a sonra bu arkadaş D K o ğ u ş u n a g e ç m e k için müracaat etmiş­ ti; çünkü orada kendisine daha yakın d a v a arkadaşları ( S e l m a Eşfort'un kurdurduğu " T K P " sanıkları) bulunuyordu. S a v u n m a n ı n a n a iskeletini Ulaş, girişteki " e d e b î " bölümlerden bazılarını Sina, dışardan daktilo, kitap, gerekli malzemeleri de kardeşim, Ö n c ü Kitabevi sahibi Z e k i ' n i n aracılığıyla b e n sağla­ mıştım. Siyasî sorumluluğu kendilerine ait olan bu s a v u n m a tas­ lağının hazırlanmasında kimi daktilo işlerine bizler d e yardımcı oluyorduk. Savunmanın stratejik hedeflerini v e kapsayacağı unsurları tar­ tışırken çeşitli görüşler ortaya çıkıyordu. Sınıflar mücadelesi, milliyetler meselesi, gençliğin k o n u m u , devrimin strateji v e tak­ tikleri, legal v e illegal mücadele biçimleri, dünya devrimci prati­ ğinin sorunları, T ü r k i y e ' n i n yapısal sorunları, bu yolda eser ve­ renlerin incelenip eleştirel katkıyla aşılması, TKP, TÎP, C H P vb. partilerin eleştirisi, ' H a l k S a v a ş ı ' k o n u s u , vb. çok hararetli tartış­ malara neden oluyordu. îdeolojik-teorik-örgütsel sorunların tartı­ şılması g ü n d e m e yakıcı olarak gelmişti. İş zordu. Ç ö z ü m ü d e k o ­ lay olmayacaktı. Denilebilir ki, siyasî mücadelenin en önemli bö­ lümlerinden biri d e yargılanan devrimcinin burjuvaziye karşı ve­ receği hukuk savaşıydı. " H u k u k " u n d a n e d e m e k olduğu d a h a net olarak anlaşılmaya başlanmıştı... T H K P - C ' n i n savunma hazırlığı safhasında O s m a n l ı ' n ı n yapı­ sal özelliği, T C ' n i n kuruluş d ö n e m i , Mustafa K e m a l k o n u s u iki ayrı görüş çerçevesinde biçimleniyordu. M a h i r ' i n ilk duruşmalar­ d a S e l i m i y e ' d e y k e n k a l e m e alıp elden d a v a arkadaşlarına ilettiği 36 sayfalık bir giriş bölümü taslağı, başta Ziya, Ulaş, İrfan, Ö m e r 90



Laçiner v e N e c m i olmak üzere k o n u y a şu y a d a bu ölçüde yakın diğer a r k a d a ş l a r c a d a u y g u n b u l u n m a m ı ş t ı . B u b ö l ü m , T H K O ' n u n basına da yansıyan savunmasındaki ana t e m a y a ç o k benziyordu. K e m a l i z m e o l d u k ç a b ü y ü k prim veriliyordu. M a h i r ' i n bu giriş taslağı önerisine karşı eleştiri yöneltenler savunma­ yı Bilimsel Sosyalizme dayalı d a h a nitelikli bir biçime v e temele oturtmak istiyordu. Bizim görüşlerimiz de bu doğrultudaydı. Devrimcilerin Kemalizmle y a p a c a ğ ı birşeyi yoktu, olamazdı. Devrimci v e Sosyalist kadrolar k e n d i işlerine b a k m a l ı , bu konu­ ya bilimsel bir tahlil d ı ş m d a asla p r i m vermemeliydi. Sınıflar mücadelesi tarihimizde ç o k rastlanan v e üzerinde çok konuşulan bir konuydu bu " k e m a l i z m " i n n e olup olmadığı konu­ su. .. Bir kere, " k e m a l i z m " literatür olarak " s o s y a l i z m " v e "kapi­ talizm gibi bir " i z m " değildi. M e s e l e , M. K e m a l ' i sevip sevme­ m e k sorunu d a değildi. Kendilerini "atatürkçü" olarak tanıtıp ta­ nımlayanlar, T C ' n i n k u r u l u ş u n d a n itibaren olay v e olguları n e s nel-bilimsel tahlillerden ustaca kaçırmış, resmî tarih v e ideoloji­ ler geliştirmişti. Birinci vurgu b u r a y a yapılmalıydı. Ardından, Os­ manlı devletinin bir savaş sonucu yenilerek dağıldığını, M . K e ­ m a l ve öteki O s m a n l ı Paşalarının bu durumda n e d e n v e nasıl bir tercih y a p m a k d u r u m u n d a kaldıklarını, bu k a d r o n u n ideolojik-sınıfsal karakterlerinin v e d e nasıl bir ekiple T C ' y i k u r m a y a yönel­ diklerini, devlet eliyle burjuva yetiştirmeye girişmelerini, o gün­ kü d ü n y a d a v e Yalan D o ğ u ' d a k i güçler dengesinde, nasıl "ikili" bir esnek politika izledikleri, Sosyalist E k i m D e v r i m i ' n i n kazam m l a r ı n d a n yararlandıktan s o m a , savaşın galibi İngiliz-Fransız emperyalistleriyle nasıl v e n e d e n uzlaştıkları, bölgede v e Yakın D o ğ u ' d a y a ş a y a n emekçi halkların (Arap, A c e m , Türk, Kürt, Asuri, Süryani, M u s e v i v e E r m e n i vb.) taleplerini nasıl v e hangi amaç v e ölçüler çerçevesinde ele aldıkları, 1. Paylaşım savaşı so­ nucunda Yakın D o ğ u ' n u n ü l k e v e halk olarak parçalanışını, Tür­ k i y e ' n i n M o n t r o u x , Sevr v e L o z a n anlaşmalarıyla, öteki emekçi halklarla beraber nasıl bir " k a z ı k " yediğini, bölge halklarına uy­ gun görülerek çizilen coğrafyaların emperyalizmin çıkarlarına nasıl hizmet etmiş olduğunu, emperyalizmin "milli m e s e l e " ile "milliyetler m e s e l e s i ' n i nasıl içinden çıkılmaz v e adeta bölge



91



halklarının arasına bir "dinamit" misali yerleştirdiğini, S S C B ' n i n , kapitalist sistem karşısında n e d e n taviz ve taktik değiştirerek Ya­ kın D o ğ u ' d a k i bu hayati soruna m ü d a h a l e edemediği ayrıntılı in­ celenmeliydi. Ayrıca, T K P ' n i n , S S C B ' n i n dış politikası uzantı­ sında neden PARTİ olamadığı, "atatürkçü"lerin d a i m a "sol"u et­ kisi altına aldığı, Devrimci v e Marksist S o l ' u n ise, "atatürkçü"leri etkileyip k a z a n a m a d ı ğ ı v e bu h u s u s u n tahlili yapılmalıydı. M. K e m a l ve arkadaşlarının, S S C B ile emperyalizm arasındaki çeliş­ kiler uzantısında, bir "Ulusal Kurtuluş M ü c a d e l e s i " vermediği, "Ulusal v e S o s y a l Kurtuluş" mücadelesinin nasıl olduğu-olması gerektiği, "İhtilâlci sol kemalistler" gibi bir literatür yerine marksist terminolojiye daha u y g u n bir literatür kullanmanın yerinde olacağı, ayrıntılı incelenmeliydi. T C ' n i n neden sosyal sınıf ve sosyolojik h a l k gerçekliğini y o k sayarak inkâr v e i m h a politika­ larına yöneldiği, amasız, fakatsız anlatılmalıydı v b . . . M a h i r ' i n 3 6 sayfalık giriş taslağı arşiv için bile saklanmadı; ondan yararlanılmadı ve oybirliği ile yakıldı. M a h i r ile yapılan görüşmelerden s o m a savunma hazırlama k o n u s u n d a bütün inisi­ yatif U l a ş ' ı n başında bulunduğu bir disipline bırakılmıştı. Mahir, K. Maltepe C e z a e v i n e geldikten sonra da bu inisiyatife asla karış­ madı; bu k o n u d a k i öneri ve eleştirilerimizi asla tartışmadı; oturup yazılı bir s a v u n m a işine dahi girişmedi. Cezaevinde M a h i r ' l e birlikte, gerek 12 M a r t ' a geliş, gerekse sonrası üzerine m u h t e m e l gelişmeleri uzun boylu tartışanlardan biriydim. D o s t l u ğ u m u z , PARTİ konusundaki ilkesel arayışları­ mız, z a m a n v e m e k â n bu tartışmayı y a p m a y a u y g u n d u . O d ö n e m kadrolar arasındaki tartışma v e diyaloglar içten, hoşgörülü v e nisbeten de ilkeliydi. Devrimci Harekef'm. önde gelen kadroları (ör­ neğin K ı z ı l d e r e ' d e katledilen arkadaşlar, özellikle Sinan K â z ı m Özüdoğru) susuzlukla marksist klasikleri okur v e y o r u m l a m a y a koyulurdu; bu arkadaşlarla ideolojik-teorik tartışma yapılabilinirdi; ayrıca, bu türden tartışmalar ç o k d a zevkliydi... Sorumlu kad­ rolar d ı ş m d a ise bu türden diyaloglar oldukça güçtü. Mahir, "dışarı çıkacaklarını, bu cezaevinin devrimci yöntem­ lerle delineceğini, bu eylemin T H K O - T H K P - C a y r ı m m ı ortadan kaldıracağını v e de DenizTerin i d a m edilmemesi için mutlaka bir 92



intihar hareketi yaratılacağını", söylenmesi gerekenlere açıklıkla söylemekteydi. Cezaevinden k a ç m a olayını ise a n c a k bir avuç in­ san biliyordu. O günkü bilgilerimizin v e siyasî seçimlerimizin uzantısında bizler ise, şunları dile getiriyorduk: "Evet dışarı çıkılsın; a m a 'in­ tihar h a r e k e t i ' , konulmasın. D e v r i m c i ve sosyalist hareketin ör­ gütlenme çalışmalarına gidilsin. Kütlelerin canlı desteği alınsın. Yurtdışına çıkılsın. Gerekiyorsa Sovyetler B i r l i ğ i ' n e gidilsin. Şimdiye kadar geliştirmeye çalıştıkları teorik görüş v e düşünce­ lerini bir süzgeçten geçirsin. Bilimsel eserler yeniden okunup özümlensin. B u konuda ç o k yönlü eserler o k u n s u n , yeni yayınlar izlensin ve bu süreçte D P P ' n i n oluşturulması y o l u n d a gerekli ça­ lışmalar yapılsın..." (Aradan g e ç e n bunca z a m a n s o m a dahi, 12 Eylül 1980 tevkifatrnda, a ğ a b e y i m H. Hilmi Öztürk, Babaeski as­ kerî garnizonunda, 4 ay süreyle, "Mahirleri Bulgaristan, Yugos­ lavya üzerinden S S C B ' y e k a ç ı r m a " vb. gibi "iddialarla" sorgula­ nacaktı...) M a h i r v e devrimci gençlikten k i m i arkadaşlar sıralamaya ça­ lıştığımız sorunların çözümü k o n u s u n d a k i ö n e m i k a v r a m a k t a ye­ terli d o n a n ı m a sahipti. ( A m a n e yazık o d ö n e m bu görüşlerin doğ­ ruluğuna p a r m a k basan k i m i gençler daha s o m a D P P ' n i n oluştu­ rulması yerine çete ve tekke eğilimli örgütlenmelerin yoluna gi­ decekti.,.). Bu öneri v e eleştirilerimiz üzerine Mahir ise: -Bizim kişiliğimiz, idamlardan kurtuluşumuz önemli değildir; cezaevi barikatını delmekle sistemin kalesinde bir gedik açılacak, ve bu olayın yaratacağı h a v a b i r ç o k şeyi değiştirmenin yolunu d a döşeyecektir. Koyacağımız intihar hareketiyle de bir yönelişin, öncü savaşın, silahlı direnişin yolu açılacaktır; ancak bu suretle işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün örgütlenme sorunu g ü n d e m e ge­ lecektir. B i z i m açtığımız y o l d a n birçok şey d a h a rahat ilerleyebi­ lecektir. Şu a ş a m a d a intihar hareketi dışında D e n i z ' l e r i n idamla­ rını önleyecek başka bir s e ç e n e k yoktur. Yapacağımız başka birşey d e yoktur. Bizden sonraki kadrolar kalan yerden savaşı götü­ receklerdir. Bize ülkeyi terketmeyi, böyle bir öneriyi y a p m a m ı ş olmanı dilerdim. Ayrıca Sosyalist ülkelere hiçbir koşulda gitmem 93



söz konusu değildir. İlticacı (TKP-Harici B ü r o ' n u n ) memurların d u r u m u n a düşmektense ölmek d a h a iyidir. Bizim gerçekleştirece­ ğimiz intihar hareketi ortalığı allak-bullak edecektir, diyordu. Karşılık olarak ben ise: - T H K P - C hareketi adına yapılan eylemler b ü t ü n devrimci kadroları ilgilendirir. Devrimci eleştiri ve önerilerimizi birlikte yapmayıp da kiminle yapacağız? 'İntihar hareketi' yerine yapıla­ cak daha doğru ve geçerli görevlerimiz vardır, olabilir. B u türden eylemler kütleleri harekete geçirmez. Devrimci v e Marksistler 'ses getiren' eylemlere iltifat etmez. Kütlesel v e sınıfsal çıkışların içinde y e r a l m a d a n sistemin zora başvurması geriletilemez. Hele devrim hiç yapılamaz. Devrim, bir avuç ' ö n c ü s a v a ş ç ı ' m n eseri 'olmadığı gibi, salt bir askerî harekât d a değildir. T H K P - C ' n i n da­ h a kitleleri v e kadrolarını ardından götürebilecek yazılı projesi ve de programı bile yok. M u h t e m e l k ı n m l a r d a n s o m a kütle sessiz de kalabilir. T H K P - C v e T H K O hareketi antisovyetik bir zeminde doğmadı. Fakat bu sürecin sonunda, bu mesele böyle k a l m a z . Küçükburjuva fraksiyonculuğu alabildiğine çoğalır v e körüklenir. Çok b ü y ü k bir z a m a n ve kadro kaybederiz. Sovyetlere gitme öne­ risi, oradaki mültecilere katılma önerisi değildir. A k s i n e o mülte­ cilerin D P P adına yaptığı s ö m ü r ü y e v e idealizasyona karşı cevap verme silahını ele geçirmiş oluruz. Sahte T R P ' l e r i politik açığa vurmak işi d e görevimizin bir parçasıdır. Hazır kitlesel desteği­ miz varken, süreklilik içinde k i m i kopuşlar gerçekleşiyorken, D P P ' n i n dolduracağı bir alanı niçin oportünizme teslim edelim? Diyerek savunuyordum. Mahir: -N.Kuruşçev'in başlattığı sulandırma hareketleri aşılmadan Sovyetlerle ilişki kurulamaz. B ö y l e bir şeyi asla a k l ı m d a n geçirmiyorum. Bu k o n u y u kapatalım, diyerek alışık olmadığı bir k o ­ n u d a tartışmaya istekli görünmüyordu. Ona: -Mahir, her devrimci yaşamasını d a ölmesini d e bilir. Sen bu konuda tek b a s m a karar veriyorsun, verebiliyorsun. B u işleyişi kaldırmamız gerekiyor. Sen, ben, hepimiz, bütün d e v r i m c i v e sos­ yalist kadrolar devrimci hareketimizi kucaklayabilecek merkezi 94



bir otoriteden yoksunuz. Bu d u r u m d a güvencesiz v e d e koruma­ sız bir d ö n e m i yaşıyoruz. B u d u r u m u n yaratılmasından hepimiz derece derece sorumluyuz. S o r u n , şu a ş a m a d a dahi, bu ilişkileri ilkeli k ı l m a sorunudur. Marksist öğretiye ters b u türden ilişkileri sürdürerek, emperyalizmin v e yerli ortaklarının işlerini kolaylaştırmayalım. Şimdi istersen işin abc'sinden başlayalım. Buna z o ­ runlu değil miyiz? İşçi sınıfına, emekçi halklarımıza gitmeliyiz. Onun k o r u y u c u l u ğ u n a b ü y ü k ihtiyacımız var. D e v r i m c i gençlik ile bilinçli işçilerin ittifakı iyi kötü sağlanıyor bu süreçte. B u n u n işaretleri bu cezaevinde de görülüyor. Dışardaki sosyal hareketli­ lik de b u n u doğrulamaktadır. P r o b l e m i n temeli, odağı budur. Bi­ zim, birlikte aradığımız örgütlenme D P P idi; Geçici Komite ara­ cılığıyla birlikte a r a d ı ğ ı m ı z ö r g ü t l e n m e l e r i n adı T H K O v e T H K P - C değildi. D e n e n e n , yanlışlığı sosyal pratikte sınanan ör­ gütlenmelere gidildiğinde tarih bizleri nasıl adlandıracaktır? Ö n ü arkası belli olmayan, n e getirip-götürdüğü m e ç h u l (aslmda bili­ nen) eylemleri sonra nasıl savunacağız? 'İntihar hareketleri' dev­ rimci m ü c a d e l e m i z i ilerletmez. B a n a göre devrimci geleneğimiz­ d e yeralan yanlışlıkları d ü z e l t m e n i n şansı her şeye r a ğ m e n , h a l â da vardır. M a h i r ise diyalogu bu t e m e l d e n alıp başka alanlara götürme eğilimi taşıyordu; ısrarlı biçimde: -Tarih tereddüt edenleri, savaşmayanları yargılar. Öncülüğü­ m ü z d e yürütülen savaşlar er y a d a geç kitlelerin harekete g e ç m e ­ sini sağlayacaktır. T H K P - C ile T H K O ' n u n uğradığı yenilgilerin başka sebepleri vardır. Türkiye burjuvazisi zayıftır; o n u n emper­ yalizmle bütünleşerek güçlenmesini mi bekleyelim? Emperyaliz­ m e vurulacak her darbe kitlelerin aktif desteğini hareketlendire­ cek ve sağlayacaktır. Bu u ğ u r d a ö l ü m ü n h e s a b m ı yapmayız, diye­ rek bilinen görüşlerini sıralamaktaydı. -Mahir arkadaş, emperyalizme v e kapitalizme karşı asıl darbe­ yi işçi smıfı v e emekçilerin örgütlü gücü vurur. Sosyal Devrim söz k o n u s u y s a , işçi sınıfı son v e nihaî sözü söyleyecektir. Bu b ü ­ tünlüklü g ü ç dışında bir a v u ç devrimcinin atılımlarını biraz yü­ celtmiş o l m u y o r m u s u n ? S a v a ş m k u r m a y ı DPP'dir. O n u oluştur­ m a d a n kitleleri harekete geçirmek düşüncesi nasıl bir devrimci 95



düşüncedir? T H K O ile T H K P - C ' n i n eylemleri, P A R T İ ' n i n oluşturulamayışmm nelere mal olduğunu yeterince kanıtladı. Emper­ yalizmin ve yerli kapitalizmin g ü c ü n ü olduğundan çok abartan­ lardan değilim. A m a , devrimci ve sosyalist kadroların devrimci mücadeledeki strateji ve taktik hataları, bu güçlerin bir süre için dahi olsa üzerimizdeki hakimiyetini perçinleyebilir. D e v r i m c i v e sosyalist solun gücü bir y a n d a n h a k i m sınıflar v e e m p e r y a l i z m ta­ rafından, öte y a n d a n içimizdeki maskeli, sekter, fanatik v e inkar­ cı "sol"lar tarafından b ü y ü k ölçüde zaafa uğratıldı. Bu yüzden ciddî bir örgütlenme, geri çekilerek toparlanma sürecini y a ş a m a ­ lıyız. Yoksa eloğlunun donanımlı kuvvetleri karşısında insanları­ mızı yeniden kırdırırız... Sistemi d e v r i m c i yoldan a ş m a y a aday bir m e k a n i z m a y ı üretememişsek siyasal/ekonomik bunalım aşıla­ mayacak, böylelikle karşı-devrimin dediği olacaktır. -Ağabey, senin ayakta kalmanı istiyoruz; bizi bu kararımızdan hiçbir güç geri çeviremez. Bu k o n u y u d a h a ayrıntılı g e n e konuşu­ ruz; istersen kapatalım?.. -İstesek de kapatamayız! Sorumluluklarımız var!.. Cezaevinde bu türden diyalogların başlıcası bu konuları kap­ sıyordu. Köprülerin altından çok sular akmış, devrimciler bir gir­ daba girmişti. D o ğ a yasası gibi bu türden mücadelelerin yasası da işlemekteydi. Bizler gibi " a m e l e taifesi"nden gelenlerin bu konu­ da yapacağı şeyler sınırlıydı. Bazı adımları atmanın, yapılacak gi­ rişimlerin cezaevindeki sınırları da, önü de kapalıydı. Gene bir g ü n M a h i r ' e : -Mahir, gel seninle birlikte İlhan S e l ç u k ' l a bir g ö r ü ş m e yapa­ lım. İlhan'lar senin, benim taşıdığımız devrimci kaygıları taşımı/orlar; "sol k e m a l i z m " dedikleri, ülkedeki bir siyasî eğilimi tem­ sil ediyorlar, fakat onlarda bu yönelişlerini projelendirerek geçer­ li bir p r o g r a m a bağlayamamışlar. B u n a rağmen gene d e bizlerden daha donanımlı ilişkiler içindeler. H e r k e s i m d e n yandaşları var. Ayrıca yetenekli bir basın m e n s u b u olarak çok yönlü bir istihba­ rat gücüne sahipler. Bizim bu türden bir donanımımız d a h i yok. Devrimci ve Marksist olmamakla birlikte sınıflar mücadelesinin kazanımlarına göre, şu aşamada, bizlere düşman d a sayılmazlar. Faşizm onları d a buraya getirmiş, ortak yanlarımız olabilir. Kişi96



lik olarak d a İ l h a n ' ı n kimi iyi yanları var. İyi-kötü bir öğrenim görmüş var; kendilerini eğitmişler. O n u n l a b u c e z a e v i koşulların­ da sorumluluklarımızla tartışabiliriz. N e dersin? Yolunda bir öne­ ride b u l u n m u ş t u m . O da: -Biz T H K P - C olarak harekete g e ç m e d e n ö n c e ü l k e d e ilişki kurulması gereken kişi, grup v e örgütlere bilgi v e r m i ş , bağlantı kurulması y o l u n d a asla bir kusur etmemiştik. B a z ı çevreler bunu değerlendirdi; bazıları ise kulak arkası yaptı. İlhan S e l ç u k ' a d a bir arkadaşı ( Ö m e r Güven) gönderip k o n u ş m a k için r a n d e v u olmaya çalışmıştık; b u randevu ilişkisinde b i z c e asla geçerli o l m a y a n ne­ denlerle bizi oyalamıştı. Bu olayı hiç u n u t m u y o r u m . F a k a t onun­ la konuşacaklarımız oldukça sınırlıdır. Elbette konuşabiliriz; bu ilişkiyi doğru buluyorum, demişti. M a h i r ' i n b ö y l e bir diyalog v e g ö r ü ş m e n i n yararına inanması­ na sevinmiştim. Bizim etkileyemediğimiz militanların bu türden bir ilişkiyle etkilenmesi acaba m ü m k ü n m ü y d ü ? İlhan Selçuk'lar T H K O ile T H K P - C ' n i n eylemlerine, bu türden örgütlenmelere hangi gözle bakıyordu? Eleştiri v e önerileri neydi? İ l h a n ' ların, M a h i r ' l e r i n m u h t e m e l tasarıları ('İntihar h a r e k e t l e r i ' ) ' n ı n engel­ lenmesi h a k k ı n d a olumlu bir etkisi olabilir miydi? İşte bu düşün­ celerle böyle bir girişim yapıldı. Görüşmenin z a m a n ı , yeri v e sa­ ati saptandı. G ö r ü ş m e , B K o ğ u ş u sakinlerinin topluca d u r u ş m a d a olduğu tenha bir günde, onların bilgisi dışında v e İlhan S e l ç u k ' u n koğuşunda gerçekleşecekti. Bu g ö r ü ş m e d e İlhan Selçuk, Mahir ve ben bulunacaktım. B K o ğ u ş u n d a anılan günde biraraya geldik. İlhan S e l ç u k ' u n güzel bir radyosu vardı; onun m ü z i ğ i aynı za­ m a n d a bir " t e d b i r " olarak konuşmalarımızı bastırıyordu... İlk sözü alan Mahir ayrıntılı b i ç i m d e teorik görüşlerini, yaptı­ ğı tahlilleri bir bir aktardı. A r d ı n d a n yapılmasını u y g u n buldukla­ rı 'İntihar hareketlerini' gerekçeleriyle sıraladı. B u g ö r ü ş m e d e k a ç m a planından asla söz etmedi... İlhan Selçuk ise, dünyanın geçirdiği evrimi, ü l k e d e yaşanan siyasal/ekonomik bunalımı v e bunalımın n e d e n aşılamadığını, parlamentodaki gruplaşmaları, 12 M a r t Muhtırasını verenlerin aralarındaki derin çelişkilerini, A B D ile A E T ' n i n Türkiye üzerine olan g ü n d e m i n i , yerli faşizmin u z u n boylu kalıcı olmayacağını, Portreler F/7



97



ilerici güçlerin bu diktatörlüğe karşı alternatif olamasalar bile, iktidardakilerin b u n a l ı m a bir ç ö z ü m getiremeyeceğini, konulacak bir 'intihar hareketinin' çıkar çelişkisi içindeki h a k i m sınıfları hızla bir araya getireceğini v e ayrıca onların işine yarayabileceği­ ni, oysa ilerici demokrasi güçlerinin bu dönemi d a h a az bir zarar­ la kapatmasının m ü m k ü n olabileceğini, devrimciler eylem koymasa da k e n d i iç çelişkileriyle kısa sürede ömürlerinin biteceğini vb. söylemişti. Ayrıca: "Atılan adımlardan niçin h a b e r d a r olmu­ y o r u z ? " Yolunda bir de soru yöneltmişti, İlhan Selçuk. M a h i r bu soruya: -Sana Ö.G. arkadaşla haber gönderdik; verdiğiniz randevu bir türlü gerçekleşmedi. B u n d a n biz sorumlu değiliz. Ayrıca C u m h u riyet'te çıkan bazı yazılarınız y ü z ü n d e n ayrıntılı g ö r ü ş m e n i n bir faydasına d a inanmıyorduk. Biz idamları ö n l e m e k için mutlaka harekete geçeceğiz; geçmeliyiz. Bu görevimizi yerine getirece­ ğiz; bunda asla tereddüt etmeyeceğiz. Gene bize g ö r e toplumun burjuva a n l a m d a dahi demokratikleşmesi bir hayaldir. Emperya­ lizm bu türden bir burjuva demokrasisini kanla bastırmaktan ya­ nadır. Sistem zora başvurmuştur, bizim de devrimci zora başvur­ mamızın yanlış olmayacağını, tarih v e insanlık ö n ü n d e bizim kar­ şı k o y u ş u m u z u n er ya da geç anlaşılacağını, şu a ş a m a d a başkaca bir seçeneğimizin b u l u n m a d ı ğ m ı düşünüyorum. B i ç i m i n d e ce­ vaplar vermişti. İlhan Selçuk bu görüşmeden m e m n u n kalmamıştı. Yazılarının eleştirisine birazcık da olsa içerlemişti. Yine de her z a m a n k i efen­ diliğini b o z m a m ı ş , T H K O ile T H K P - C ' n i n örgütlenişi v e eylem­ leri h a k k ı n d a fazla durmamıştı. MahirTerin içinde bulunduğu özel d u r u m hakkında bir öneride d e bulunmamıştı. B u sorunlara karşı yalnızca soyut yaklaşımlarda bulunmuştu. Bu tutumuyla da: "Yapacağınız işlere karışmam, değerlendirmeleriniz size aittir'..." anlamı çıkmaktaydı. Oysa b e n k e n d i payıma kendisinden soyut­ lamalar dışında somut d u r u m üzerine k o n u ş m a s m ı , açık ve içten bir değerlendirme yapmasını beklemekteydim. Bu g ö r ü ş m e d e be­ nim dahlim v e konuşmalarım bu merkezdeydi. Eleştirdiğim şeyi kendim y a p m a y a çalışmıştım. Belki d e İlhan'lardan b e k l e m e m e ­ miz gereken bir şeyi hayâl etmiştim. Çünkü farklı gerekçelerle 98



dahi olsa, o da kapana düşmüştü ve yargılanmaktaydı. İlerde ise nelerin olacağı bilinmiyordu. O n u n kendine g ö r e dengeli ve tem­ kinli tutumu mesleğinde kazandığı ilkesel bir gereklilikti. Başın­ da da bir yığın bela vardı. (İ.Selçuk bu d ö n e m d a h a Ziver B e y K ö ş k ü ' n e gitmemişti.) İlhan'larla M a h i r ' l e r iki zıt kutbu temsil ediyordu. Birincisi, denge uzmanlığını geliştirip güçlü kılmak y o ­ lunda m i s y o n u n u sürdürmekten yanaydı; ikincisi ise, aranan bu dengeleri parçalamak niyetindeydi. Biri evrimci, ötekisi devrim­ ci bir profil sergiliyordu. Birinin arkasında geniş bir iç ve dış k o ­ ruyucular ittifakı, ötekinin arkasında ise, bir a v u ç gözü pek mili­ tanın özverisi vardı. Bu d u r u m d a biri 12 M a r t ' ı n estirdiği terör­ den kıl payı kurtulacak, diğeri ise, kısa bir süre s o m a darağacına yollanacaktı. Birincisi, 27 M a y ı s Harekâtından biraz daha ilerde, yukarıdan işçisiz v e halksız bir kalkışmayla iktidara gelinebilece­ ğine, bu y ö n t e m l e ülkenin kurtulacağına inanıyordu. İkincisi ise, sınıflar mücadelesinin belirleyiciliğinden haberli, fakat, sınıfdışı devrimci m ü c a d e l e d e 'İntihar hareketi' k o y m a hayâlleri dışında bir seçeneğe sahip bulunmuyordu.... Darağacına yollanacak bir militanla d e v r i m c i hareketimizin geçmişini tartışmak, gelecek adına h a y a t m dayattığı görevlerimi­ zi tartışıp önerilerde b u l u n m a k , yaşadığımız koşullarda kolay de­ ğildi. Silahın tetiği çekildikten, m e r m i n a m l u ağzından çıktıktan soma, m e r m i y i yeniden n a m l u n u n içine getirmenin çaresi yoktu... Cezaevindeki bu ilişkilerimiz her türden duygusallığın d ı ş m d a ciddiyetle ele alınmıştır. Bir işçi olarak kendi p a y ı m a devrimci gençlerin yaşamasını istiyordum. Onların yaşamasıyla, bizim işi­ miz d a h a kolaylaşacaktı. Onlarınki gibi olağanüstü yeteneğe v e özveriye sahip olmayan " h a y t a " takımının militanların katledilmesiyle oluşan kadro boşluğunu ilkesiz-kuralsız gruplaşmalarla sulandıracağım sezinliyordum. Cezaevinde ve duruşmalarda bu­ nun işaretleri u ç v e r m e y e başlamıştı. Hele cazgırlıkta öne fırla­ yanların gelecekte neleri yapacağı artık bir sır değildi; bu (en baş­ ta D Y v e D S olarak, daha s o m a farklı fraksiyonlarla bölünme), herhangi bir ö n bilgiyi gerektirmiyordu. Tarihsel-sınıfsal- ideolo­ jik yanlışlarımızla hesaplaşmanın, yapılan yanlışlıkların aşılması­ nın düşünü k u r u y o r d u m e n azından. B u türden çabalarıyla sınıf 99



bilinçli işçiler gençlerden d a h a ilerdeydi diyebilirim. Maltepe Cezaevinden k a ç m a olayına gelince: H a n g i mahkû­ m a sorsanız, tutsak kaldığı cezaevinden kaçmak istediğini size bir biçimde söyleyecektir. İnsanı üretimdışı, hayatdışı bir m e k â n a ka­ patmak, insanın doğasma tersti. H e l e insanı siyasî düşünce ve davranışlarından ötürü tutsak kılmak, ya da darağacına gönder­ m e k hangi b ü y ü k insanlığın marifetiydi? Faşizmin cezaevlerini delip a ş m a k devrimcilerin görevleri arasındaydı. B u düşüncelerle T H K O ile T H K P - C sanığı militan­ ların cezaevinden devrimci b i ç i m d e çıkışını ilke olarak doğru bu­ luyor v e onaylıyordum. İşçi sınıfının partili mücadelesinin önüne bu türden örgütleri asla k o y m u y o r d u m ; ama gençlerin mutlaka yurtdışına çıkmalarını ve m u t l a k a h e r ş e y e inat yaşamalarını da is­ tiyordum. Cezaevinde M a h i r Te aramızda g e ç e n bir k o n u ş m a y ı d a aktar­ m a k istiyorum: -Mahir, z a m a n çabuk geçiyor, belki bir süre sonra k o n u ş m a i m k â n m ı dahi bulamayabiliriz; davalarınız çabucak bitiriliyor; ayrılmadan bir iki konuyu d a h a seninle görüşmek istiyorum. Bil­ m e m izleme olanağı bulabildin m i ? H a n i şu S e l m a E ş f o r t ' u n İn­ giltere'den b u r a d a kimilerine kurdurttuğu söylenen, " T K P " adını kullanan v e bu adla iddianameye k o n u olan örgütlenmeyi, dava­ nın sanıklarını, polis ve savcılık ifadelerini okumanı ç o k isterdim. -Kim bu S e l m a Eşfort? -Sanırım bir İngiliz istihbaratçısının karısı; Hürriyet gazete­ sinden Ö.S.C.'ın kızkardeşi olduğu söyleniyor. Galiba D ü n y a Ba­ rış örgütleri, y a d a Uluslararası af m ı , insan hakları m ı , işte böy­ le bir örgütten... -Bir de b a n a buradan ç ı k m c a Sovyet'lere gitmemi söylüyor­ sun. Baksana şu " T K P " hareketine, aralarına kimler sızmamış ki. Ajanlar, azılı kariyeristler, Sovyet dalkavukları, bir yığın meçhul adam, prematüre tipler, hainler, dönekler, sahtekârlar, her b o y d a n entrikacılar, kalpazanlar hep " T K P " şemsiyesinin altına tünemiş. Sovyet'lere gitsek bizim de içine düşeceğimiz tuzaklar, b u soyta­ rıların elbirliği ile hazırladığı tuzaklardan farklı olmayacaktır.



100



- T K P ülkede, çünkü hareket burada. Dışardakiler oraya binbir niyetle sığınmış garip bir topluluk. Bu d u r u m u n yaratılmasında hepimizin suçu var. Bu cezaevinde, fabrikada, kırda, kentte, bir­ çok grup v e örgüte dağılmış b ü t ü n devrimci v e sosyalist kadrolar, oluşması gereken T K P ' n i n vazgeçilmez birer parçasıdır. Birileri­ nin kendiliğinden " T K P " k u r u p bu adı alması, b ö y l e bir çağrışım y a p m a y a kalkışması, yalnızca onların değil h e p i m i z i n kusurudur. Sen de yazılarında tarihi geçmişimize sahip çıkmıştın; bu doğru bir tavırdı. B i z hepimiz bu tarihin çocuklarıyız. Geleneğimizi in­ kâr etmeden geçerli bir birlik projesi üretmek, birleşik bir parti geleneği yaratmak, k o n g r e v e konferanslar d ü z e n l e m e k herhalde bizlerin görevidir. -Bizler, Türkiyeli bütün komünistler, " T K P " a d m a maskaralık yapan bu baylardan u z a k d u r d u ğ u m u z sürece bir gelişme göstere­ biliriz. Aynı ölçüyü S o v y e t ' l e r e karşı da göstermeliyiz. Çünkü " T K P " k o n u s u n d a onlar d a ç o k kusurludur. - " T K P " adını kullananlara da, onları s ö z ü m o n a " h i m a y e " edip ü s t ü m ü z e salan S o v y e t ' l e r e d e söylenecek ç o k şey vardır; yeri gelince, münasebetlendirerek, böylelerini açığa vurmaktan geri durmuyoruz. Antisovyetik bir k o n u m a d ü ş m e d e n parti silahı­ nı böylelerinin elinden alamazsak, arkasında uluslararası tekelci sermayenin kesin parmağı olan barış, işkence, af v e i n s a n hakları vb. örgütlerin manipüle ettiği n a y l o n komünistler ortaya çıkacaksahnacaktır. B u arada doğallıkla İngiliz istihbaratı bile işin içine girecektir. -Benim böyleleriyle bir alıp vereceğim yoktur. -Hiçbirimizin yok. G e ç m i ş i tartışmalı bu türden kadrolarla ni­ çin bir ilişkimiz ve garabetimiz olsun ki? T K P adı her türden m e ç h u l kimselerle vurulmak isteniyor. Sulandırılmak istenen T K P ' n i n şahsında işçi sınıfı hareketidir. B e n c e bu d a v a ile ilgili eline ne geçerse okumalısın. Bir bölümü montaj dahi olsa, bu malzemeleri polise verenler d a v a sanıklarıdır. - T K P a d m ı n sömürülmesinde bütün kabahat Sovyetlerde. O n ­ lar bütün mültecileri elinin tersiyle "ha s..tir" etse; T ü r k i y e ' d e k i işimiz bir hayli kolaylaşacaktır. Bütün Proletarya Devrimcile101



ri'nin mücadelesi o zaman daha bir anlamlı olurdu. Hattâ Ekim D e v r i m i ' n e bir "nazire"de bizler yapardık. PARTİ k o n u s u bu sü­ reçte d a h a anlamlı olarak biçimlenirdi. -Kabahat Sovyetlerde değil, hepimizde. Sınıflar mücadelesi neredeyse P A R T İ ' d e oradadır. B i z b u n u öğrenemedik daha. Sov­ yet dış politikası " T K P " gibi n a y l o n örgütlere, götü boklu k o m ü ­ nistlere ihtiyaç duyuyor ve biz bu ilkesizliğin bütün oyunlarını bozamıyoruz. Ülkedeki komünist kadrolar, işçi sınıfı hareketiyle sosyalist hareketi bütünleştirememişse, Sovyetlere niçin kızıyo­ ruz? Biz devrimci hareketi ete k e m i ğ e büründüremiyorsak, işin içine çeşitli eloğulları, Selma Eşfort'lar bile taa L o n d r a ' d a n m e m l e k e t i m i z d e " T K P " adına örgüt k u r m a talimatı veriyorsa, bu konu üzerinde iyi düşünmemiz gerekecektir. -Sovyetler, eğer Marksizm-Leninizm söz konusuysa, Türkiye işçi sınıfının inisiyatifinde olan bir k o n u d a kendilerinde bir "yet­ k i " görmemeliydi. Onlar doğrudan bu işe karışmamalıydı. -Biz atak davranıp kimseyi bu işe karıştırmamalıydık. Yer yer, z a m a n z a m a n b u n u n maddi v e m a n e v i unsurları d a oluşuyordu. Karşı d e v r i m niçin bize saldırıyor? Ulusal ölçekte sınıflar müca­ delesini siyasî bir örgütlenmeye, kütleselleşmeye götüremediğimiz süreçte, Sovyetleri de etkilemek söz konusu olamayacaktır. T ü r k i y e ' d e k i ulusallık ve sınıf saflık üzerine temellenen devrimci potansiyeli hedefine yöneltmek açısından Sovyetler konusu şu a ş a m a d a belirleyici oluyor. K o m ü n i s t Enternasyonal'de y o k ki, bu araçla Sovyetleri eleştirelim. "Tarihi T K P " ile bu kanaldan g e l m e y e n " T K P " iddialarım bir­ birinden a y ı r m a m ı z şarttır. T K P tarihinin anlaşılmasında, K o m ü ­ nist E n t e r n a s y o n a l ' i n belgelerine g ö r e değilde, bu gelenekten gel­ diğini ileri süren, dahası T K P T i o l d u ğ u n a ölenleri "tanık" göste­ rip çeşitli ç a ğ r ı ş ı m l a r d a b u l u n a n o n l a r c a solcu eskisi var. T K P ' n i n tarihini v e bu süreçte rol üstlenenlerin hakiki siyasî kim­ liklerini bir açıklayabilsek, böylelerinin maskelerini bir indirebilsek, o z a m a n bu coğrafyada birçok şeyin mahiyeti değişecektir. Devlet, bir y a n d a n T K P ' y e vuruyor, boyuna tevkifatlar yapıyor, öte yandan sahte komünistleri piyasaya çıkarıp, onlara " T K P " m u a m e l e s i yapıyor. Küçükburjuva " s o l " kesimden gelen bir yığın



102



"avantürye", provokatör eskileri, tarihimizin doğru olarak öğre­ nilmesinin ö n ü n ü k e s m e y e çalışıyor. B u sis perdesini, bu "gözba­ ğını" a ş m a k gerekiyor. Tarihimizle hesaplaşmaktan, ciddî bir k o ­ puş ve ayrışmaktan, ayrıca bu d ü z l e m d e adına layık bir partileş­ mekten kastımız budur. Yoksa, b u r a d a -sıkıyönetim m a h k e m e l e ­ rinde- adı anılan " T K P " saçmalıkları beni de, bu nedenlerle, ilgi­ lendirmiyor. -Sovyetleri bırakalım d a k e n d i sorunlarını kendileri çözsün. Ekim D e v r i m i ' n i yapan bir ülkeye bizim buradan söyleyecekleri­ miz sınırlıdır. -Evet Partileri var. Söyleneceklerin adresi de bellidir. -Ağabey, boşver, ü z m e canını. Soytarılarla, m e m u r l a r l a k o m ü ­ nistleri birbirine karıştırma. B a k s a n a Selma Eşfort, işte bu türden adamlarla ilişki kurmuş, kurabilmiş. Proletarya Devrimcileriyle bir ilişki kurabilmiş mi. Öyle kolay mı? " T K P D a v a s ı ' n d a bir ta­ ne bu kimlikte devrimci var m ı ? -Elbette yok; a m a bizim içimizde de bir yığın m e ç h u l adam var. Hiç kendimize gelemedik ki... B i z i m devrimci kaygımız: "İn­ giliz istihbaratının bu türden davalardaki rolü v e niyetidir." " N e ­ den bu alana el a t m a k ihtiyacını duyuyorlar?." " E m p e r y a l i z m i n legal ve illegal örgüt ve kurumları h a k k ı n d a çok az bilgiye - istih­ barata - sahibiz". Bu nedenle şu davanın iddianamesini, sanık ifa­ delerini önce bir oku, s o m a üzerinde ayrıntılı tartışalım. Mahir: -Yani beni ille de tiyatroya yolluyorsun, diyerek gülmüştü. Mahir, " T K P Davası"nın b ü t ü n belgelerini ilgiyle okumuştu. H e m e n her karşılaşmamızda, bu ilginç "tiyatro"nun bölümlerini kahkalarını tutmadan seyretmişti... M a h i r ' l e r i n yargılandıkları d a v a hakkında d a şu konuşmalar geçmişti, aramızda: -Sizin D a v a ' n ı n bütün dokümanlarını okudum; bu k o n u d a Zi­ y a v e U l a ş ' l a çok u z u n tartışmalarımız, görüşmelerimiz oldu; sa­ n a da sormak istiyorum. D a v a ' d a birlikte yargılandığınız sanıkla­ rın b ü y ü k bir bölümünü N e c a t i S a ğ ı r ' m getirdiği anlaşılıyor. Bu 103



çocuklarla nasıl bir örgütsel ilişki kuruldu? Bu insanların geçmiş­ leri nasıl bir süzgeçten geçirildi, hepsi üyeniz midir? -İçimi yaralayan en b ü y ü k konulardan biri de budur; böyle bir ekiple yargılanmaktansa H ü s e y i n ' l e birlikte ölmeyi tercih eder­ dim. Biliyorsun D e v - G e n ç İstanbul kesiminden militanların bü­ yük bir ç o ğ u n l u ğ u T H K O ' y a kaymıştı; N e ç m i Terin bulduğu bu kadroya b e n i m güvenim yoktur. Hiçte olmadı. Bu sebeple savaş­ çı arkadaşları A n k a r a ' d a n getirmek zorunda kaldım. B u insanla­ rın hiçbirini tanımıyorum. Hepsini bu dava sebebiyle tanımaya başladım. İfadelerini, kurulan ilişkileri tutanaklardan b e n d e oku­ dum. Bu d u r u m d a , ağırıma gitmekle birlikte, hiçbirini çağırıp bir sitem d e d a h i b u l u n m a d ı m . Galiba sen bazılarını haşlamışsın, ba­ n a d a ilettiler. Çocuklara ilişme, bir eleştiri y ö n e l t m e . Onları du­ ruşmada, d a v a d a n h e m siyasî b a k ı m d a n , h e m de kurtulmaları açı­ sından bir a ç ı k l a m a yaparak zapta geçirdim, sen d e o k u m u ş s u n ­ dur. Aynen şöyle dedim: " B u d a v a y a sanık olarak getirilen 3 0 ' a yakın kişi, M İ T v e savcının işbirliği ile hazırlanan bir senaryonun ürünüdür v e bir provokasyondur. Bu dava d a T H K P - C ' n i n parti üyeleri; Mahir, Ziya, Ulaş v e İrfan'dır. Kamil, N e c m i , İlkay ise Cephe üyesidir. Geriye kalan kişilerin T H K P - C ile u z a k t a n yakın­ dan bir ilişkisi bulunmamaktadır..." Bu anlamda bir beyanın za­ bıtlara g e ç m e s i gerçekliği yansıtmaktadır. B u arkadaşların bazıla­ rı çok sonraları bizim düşüncelerimize yaklaşmaya başlayan, ba­ şında ise ç o k sallantılı bir tavır sergileyen kimselerdi. E m i n olun siyasî b a k ı m d a n niteliklerinin ölçülmesinde benim bir s u ç u m bu­ lunmuyor. B ö y l e bir devşirme kalabalıkla yargılanmak beni yara­ lamıyor m u sanıyorsun? -Bu insanlar D a v a ' y a kötü bir m a l z e m e yığmış. B ü t ü n dava­ larda d a d u r u m b u n d a n farksız. B e n i m eleştirdiğim insanlar, ce­ zaevindeki ilişkileri sulandıranlara yöneliktir. Bu insanların ifa­ delerini, g e ç m i ş t e yaptıklarını öğrenince, buradaki tutumları daha bir aydmlanmıştı. İlkin babacan davrandık, sonra uyarıda bulun­ duk, kâr e t m e y i n c e de zorunlu olarak eleştirdik. B u n d a n d a ama­ cımız onları uyarıp eğitebilmekti, b a ş k a bir nedenle değil. -Çoğu ç o c u k daha, ayrıca bizim arkadaşlarımızın kusurları yü­ zünden b u r a y a getirildiler. Tarihi bir D a v a ' d a bir ayrım yaparak 104



hakikatleri boşuna zabıtlara geçirmedik. Bunların ifadeleri ve yaptıkları*THKP-C'nin siyasî fonksiyonunu ç a r p ı t m a k amacıyla M İ T v e savcılık ittifakıyla v e d e ustalıkla hazırlanmıştır. Savaşçı arkadaşlarımla yargılanmayı istemez m i y i m ? Asıl k a d r o m u z dışardadır. Mahir, cezaevinde eski sıhhatine v e neşesine kavuşmuştu. Günleri gençlerle k o n u ş m a k l a geçiyordu. Birçok kişisel sürtüş­ meler o n u n ağırlığıyla giderilmiş, farklı siyasî eğilimler arasında diyalog v e kardeşlik duyguları yaratılmış, var olanlar pekişmişti. Artık cezaevinden ayrılma günleri gelip çatmıştı. Böyle bir günde M a h i r bana, Hüseyin C e v a h i r ' i n bir vasiyetini de iletmişti: - H ü s e y i n ' i n iyi bir ö ğ r e n i m yapmasını istediği bir yakını var; o çocuğu bir emekçi olarak s a n a emanet edebilir miyiz? O n a ba­ kabilir misin? -Elbette bu hiç sorulur m u ? K e n d i ç o c u k l a r ı m d a n a y ı r m a m , ayrıca ç o k sevinirim. - Ç o c u ğ u n adresi ve k ö y ü hakkındaki bilgiler gerekenlere söy­ lendi; seninle b a ğ kuracaklar. -Ne z a m a n isterlerse alıp getirsinler çocuğu... H ü s e y i n ' i n vasiyetinin gerçekleşmesi için g ö r e v üstlenenler söz k o n u s u delikanlıyı b a n a getirmediler. B e n d e tek b a ş ı m a bu konuda bir girişimde b u l u n a m a d ı m . M a h i r ' l e cezaevi dışında d a bir g ö r ü ş m e m i z olmuştu. Her sos­ yalist gibi bizlerin de geleceğe ilişkin bir çok kaygılarımız vardı. Bazı ilkeli adımların atılması yolunda girişimlerimiz bulunuyor­ du. B u k a y g ı v e girişimlerimiz kendisine de iletilmiş olmalı ki, bir kurye ile görüşme talebinde bulunmuştu. (Bu tür kuryelik g ö ­ r e v l e r i n i üstlenenler, M a h i r ' l e r i n k a t l e d i l m e l e r i n d e n s o n r a T H K P - C ' n i n çeşitli fraksiyonlarımn s o m a d a n liderleri oldular. Ayrıca, diyalogtan kaçındılar...) 12 M a r t öncesi, kendisiyle İstanbul'da bir e v d e bu g ö r ü ş m e gerçekleşmişti. Bana, T H K P - C örgütlenmesinden sözetmedi. Sa­ dece bazı önemli eylemleri düşündüklerini, çok kısa bir z a m a n içinde ü l k e d e ç o k şeyin değişeceğini, bizim d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z ilke105



sel kaygılar ve girişimler üzerine de: -Sakın b ö y l e bir işe kalkışmayın, herkes seni bir işçi önderi olarak tanıyor, bu işlere kalkıştığın an, sana olan güvenleri sarsı­ lır; ayrıca yanlış anlaşılır. Biz senin için çok önemli bir iş düşü­ nüyoruz. Biraz beklemelisin, arkadaşlarımız bu k o n u d a seninle gereken ilişkiye geçeceklerdir, yolunda bir açıklamayla yetinmiş­ tiAradan u z u n c a bir z a m a n geçtikten ve cezaevine düştükten sonra, b e n i m için düşündükleri bu "önemli i ş ' i " Ulaş b a n a açık­ lamıştı. H a k k ı m d a , fikrimi bile sormadan düşünülen iş: "Bir ka­ palı garajın işletmesini üstlenmek, bazı oto tamir, b o y a vd. işleri yaptırmakmış!.." Böyle bir "önemli i ş " d e , tıpkı, devrimci gençlerin daha T H K P - C ' n i n a d ı dahi ortada y o k k e n , yalnızca PARTİ fikri yörün­ gesinde ilkesel arayışlar sürüyorken, oluşturulan Geçici Komi­ te'hin ilkesel yönelimi ve partileşmede gözetilmesi gereken ku­ rallar çiğnenerek, kendi başlarına hemencecik kurdukları T H K P C ' n i n oluşturulmasındaki mantığa tıpa tıp benziyordu. Bir işçi olarak ağırıma giden bir k o n u y d u bu problem. D e m e k k i , işçiler kendi başlarına, sosyalizm davası u ğ r u n a kendileri için smıf ola­ maz v e bazı ilkesel kaygılar taşıyamazdı, kimi girişimlerde bulu­ namaz v e adımlar atamazdı?! 12 M a r t faşizmi karşısında sadece 'intihar hareketleri' konulurdu! D P P oluşturulmuş, m e r k e z i otori­ te yaratılmış olsaydı, böyle bir organizmanın bana, değil garaj iş­ letmeciliği, yerlerdeki sigara izmaritlerini toplama görevini dahi verebileceğini, bunu asla tartışmadan üstleneceğimi devrimci olan herkes bilmektedir. Fakat g ı y a b ı m d a bana biçilen bu "göre­ v e " doğrusu içerlemiş, ilgili arkadaşlarla sorumlulukla gereği gi­ bi tartışamamıştım. İdam talebiyle cezaevine gelen arkadaşlara, özellikle d e M a ­ h i r ' e bu k o n u d a k i eleştirilerimi söylemedim. Onlar d a açmadılar. Takvimi geriye çalıştırmakta d gün için bir yarar g ö r m e m i ş t i m . M a h i r ' i n cezaevinde kaldığı süre içinde yazıya dökülmesinde yarar g ö r d ü ğ ü m Geçici Komite süreci v b . başka bir k o n u y u şim­ dilik y a z m a y ı düşünmedim. K a ç m a olayı ve onu izleyen 'üıtihar 106



hareketi ' n d e n sonra bu olaydan sağ kurtulan E r t u ğ r u l ' d a n duydu­ ğ u m bir değerlendirmeyi de y a z m a d a n y a p a m a y a c a ğ ı m . Mahir cezaevinden kurtulup Ertuğrul'larla biraraya geldiğinde, kendisi­ n e cezaevine ilişkin bazı sorular soruluyor; bu arada 12 M a r t ' a ve girişilen hareketler üzerine içerdeki arkadaşların h a n g i bir gözle konuya yaklaştıklarını ve ne gibi eleştiri yönettiklerini sordukla­ rında Mahir, benim düşüncelerimden çok cezaevindeki birlikte yaşamayı sulandıran " h a y t a ' l a r a karşı olan t u t u m u m u ele alarak şu eleştiriyi yönelttiğini öğrenmiştim. Ertuğrul'a, M a h i r kadar, onun gibi g ü v e n m e s e k de söylediklerini b e l g e l e m e k istiyorum: -S.Ö. Cezaevinde, savaşçılarımızın y a ş a m a biçimini kınıyor, onların s a v a ş m a azmini v e morallerini kırıyor. Kitap okumaları­ nı, spor yapmalarını, K o m ü n ilkelerine sıkıca uymalarını onlar­ dan bekliyor v e uymayanları acımasızca eleştiriyor. Çocukların polis ve savcılık ifadelerini eleştiriyor, m a h k e m e l e r d e k i tavırla­ rından ötürü çocukları hırpalıyor... Öncelikle şunu belirtmek zorundayım: B e n i m k a r ş ı m a "savaş­ ç ı " pozlarında çıkanlar, savaşçı v e militan değil, hiçbir özelliği ol­ mayan, bireyci, liberal " a v a n t ü r y e " t a k ı m ı y d ı . . . B ö y l e bir eleşti­ rinin y ü z ü m e karşı yapılmasının bütün şartları varken, dışarda ya­ pılması, ayrıca girişilen hareketler v e gelecek için taşıdığım dü­ şüncelerimin açıklıkla aktarılmayışına h e m ü z ü l m ü ş , h e m de bir hayli kınamıştım. Cezaevlerinde nasıl yatılıp kalkılacağını, bura­ lardan ç ü r ü m e d e n , dejenere o l m a d a n nasıl çıkılacağını bir işçi olarak k i m s e d e n öğrenecek değildim. Anladığım v e görebildiğim kadarıyla d a bu konulara v e K o m ü n y a ş a m ı n a titizlikle u y u m göstermiştim. O k u m a k , düzenli spor yapmak, K o m ü n ilkelerine u y m a k v e uyulmasını sağlamak b e n i m görevimdi. Önerilen ilke­ ler cezaevinde yatan kadroların ortak istekleriydi. B u ortak ilke­ leri kolektif hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olarak birlikte saptamıştık. B u ilkelerin doğrultusunda K o m ü n yöneticiliği göre­ vini kabul etmiştim. Proletarya kimliği taşıyanlarla küçükburjuva solların K o m ü n ü nasıl olursa bizimkisi de işte öyle bir " K o m ü n " deneyimiydi. Farklı şeyler d ü ş ü n e n hiçbir devrimci kadro hayatı­ mızı biçimlendiren bazı ilkesel tutumlara karşı ciddî (yazılı ve sözlü) bir eleştiri yöneltmemiştir. Hepimizin kınadığı, bireycilik, 107



"hayta"lık, h a k i m sınıflar karşısındaki onursuzluklarla, cezaevin­ d e kaldığımız süre hesaplaşmak g ü n d e m i m i z e gelmiş bir konuy­ du. Devrimcilik adına yapılan yanlışlıklarla h e s a p l a ş m a k boynu­ m u z u n borcuydu. Militana saygılı olduğumu, onları "hayta"lardan d a i m a ayırdığımı söylemeye b i l m e m gerek var mıdır? Mili­ tan v e savaşçı zaten her şeyiyle örnek insandır. Onların bu özel­ likleri kendilerine saygınlık kazandıran başlıca nitelikleridir. M i ­ litanlar dışında k i m i gençlerle aramızda, üretimden, gerçek hayat­ tan gelmemenin yarattığı doğal bir u ç u r u m vardı. İşçiler bu uçu­ rumu derinleştirecek hiçbir girişimde bulunmadı v e sürtüşmeleri onarmaya özen gösterdi. B u n u , işçilerin polis v e savcılık ifadele­ rinden, m a h k e m e d e k i tavırlarından, savunmalarından, cezaevin­ deki y a ş a m a biçimlerinden g ö r m e k , okuyup ö ğ r e n m e k her z a m a n mümkündür. Devrimci m ü c a d e l e d e rol alan militanlarla " h a y t a ' l a r araşma k a i m bir çizgi çekilmelidir. B u n u y e n i de öğrenmiş değilim. Her devrimcinin hayatına militanlar d a "hayta"lar d a girer... Bir dev­ rimcinin hayatına çürük insanların girmesi de doğal v e kaçınıl­ m a z birşeydir... Devrimci kişi, hareket içindedir; işçi gibi üretim­ d e bulunur. Militanlık kötü günlerde sınanıp denenir. Devrimci hareket içindeki ç ü r ü k m a l z e m e , sen hiçbir m ü d a h a l e d e d a h i bulunmasan, h e m e n kendini açığa vurur, bu yüzden hiç k i m s e kal­ kıp: " B u kimseler neden aranızda b u l u n u y o r ? " D i y e m e z . Kapitalist-emperyalist sistemin devrimci d e ğ i ş i m ve d ö n ü ş ü m l e r l e aşıl­ ması davasını ö n ü n e koyan her devrimci hareket, h e m içindeki düşmanlarla, h e m d e karşısındaki organize kuvvetlerle b o y ölçüş­ m e k durumundadır. Bu yüzden çürüklerle sağlamlar d a i m a içice olacaktır. H e r devrimci birey n e k a d a r dikkatli olursa olsun, çü­ rüklerin hareket içine sızmasını önleyemezdi. K o n u y a m e k a n i k olarak yaklaşamayız. Çürükler hareket içinde ayıklanır. A r ı n m a da hareket içinde gerçekleşir. B u n u n laboratuvarı hayat v e müca­ deledir. M i l i t a n ' l a çürüklerin çelişkileri güzel havalarda ortaya çıkmaz. Çetin günlerin göğüslenmesi iş'inde devrimcilik sınava çekilir v e herşey o zaman açığa çıkar. Cezaevinde yapılan-geliştirilen k i m i eleştiriler b u düşüncele­ rin ürünüydü. Temel ilkeleri, tuttukları yollar farklı d a olsa "sa108



vaşçı kadrolar"a h i ç k i m s e seviyesiz v e kırıcı bir tavır takınamazdı. Takınmamalıdır. B u n a yeltenenler a n m d a karşılığını bulurdu. Fakat, "savaşçı k a d r o " zırhının ardına saklanmaya çalışan "hay­ t a l ı k l a r a p r i m de verilemezdi! Böylelerini g e c i k m e d e n açığa çı­ k a r m a k hepimizin görevleri arasındaydı. B e n de b u n u y a p m a y a çalışmıştım. Bir işçi olarak cezaevinde y a p m a y a çalıştığım y a l n ı z c a buydu. B u görevimizi yaşadıkça g ü n d e m d e n i n d i r m e m e y e d e kararlıyız.



* ** Derken, 29 K a s ı m 1971 tarihi gelip çatmıştı. Mahir, bu k a ç m a tarihinden kısa bir süre önce b i z i m koğuştan arkadaşlarıyla bera­ ber, o m a h u t kaçış olayının gerçekleştiği, C.D.E. Koğuşlarının içice bulunduğu " m e k â n a " gitmişti. Vedalaşmamıza r a ğ m e n , son ana kadar diyalogumuzu kesmemiştik. Mahir ile T H K P - C ' n i n eylemleri hakkında da, h e n ü z iddiana­ melere g e ç m e y e n , fakat çeşitli istihbarat birimleri tarafından ü z e ­ rinde durulan, y a d a yarın v e gelecekte kullanılması u y g u n görü­ len bazı konuları da, " s a n s ü r " uygulayarak k o n u ş m u ş t u k . "Sibel. E r k a n O l a y ı " vb. konuları ayrıntılı tartışmıştık. B u arada çeşitli spekülasyonlara v e b a s m m magazinleştirerek s u n d u ğ u " ö z e l " ilişkilerini d e konuşmuştuk: E. E l r o m ' ü n öldürülmesi, b u n a karşı çıkan (O.E. vb.) arkadaşların eleştirileri, bu eylemin asıl nedeni, K a m i l D e d e , İlkay v e N e c m i Demirlerin bu eylemlerdeki konu­ m u ve zaaflarını, Ö m e r L a ç i n e r ' i n v e öteki askerî k a n a d ı n örgütle olan ilişkileri, Yılmaz G ü n e y ' i n evinin çatısında (Ulaş, Oktay, Mahir, H ü s e y i n ) saklanışları. Y ı l m a z ' ı n ifadesi, duruşmalardaki tavrı, M a h i r ' i n amcasına yazdığı v e " e l d e n " iletirken, yakalana­ rak katledilen asker arkadaşın acılı sonu, amcasının tutuklanışı, genel tavrı, Askeri Savcı v e M İ T ' i n kullandığı kişiler ve malze­ meler üzerine ayrıntılı konuşmuştuk... D a h a s o m a k i eylemlerde M a h i r ' i n " v e d a " konuşmaları, yüzüğünü G ü l t e n ' e v e r m e arzusu, v b . ardından Kızıldere katliamı, cenazelerinin kaldırılışı v b . on­ larca olay-diyalog hafızalarımızdan silinmeyecekti.



109



ULAŞ BARDAKÇI



Ulaş (namı diğer "fukara"), sadece cezaevinin değil, devrimci gençlik k e s i m i n d e n gelen militanların en yeteneklilerinden biriy­ di. O n u n genç militanlar arasında çok saygm ve çok sevimli bir etkisi vardı. Kibirlilik yanından geçmemişti U l a ş ' m . O n u n l a da­ h a uzun bir cezaevi arkadaşlığımız olmuştu. Böylelikle U l a ş ' ı bü­ tün nitelikleriyle tanımak fırsatını bulmuştum. Siyasî tutsaklar arasında aranması mutlaka şart olan "siyasî kimlik-kişilik" sorununa olumlu işaretler verenler h e m e n seçilir­ di. Bizlere dışımızdan bir gözlemci olarak bakanlar dahi k i m i n si­ yasî tutsaklığa yaraşır düşünce-davranış içinde olduğunu h e m e n farkederdi. U l a ş ' d a olan bu türden nitelikler M a h i r Cayan, Cihan Alptekin vb. 'lerinde de seçilirdi. Siyasî tutsaklık kimliği, herşeyden önce devrimci ahlâk, siyasî terbiye olgunluğunda aranıyor ve anlaşılıyordu. Ulaş bu ölçütlere u y a n v e sevilen bir siyasî tutsak­ tı. Devrimci direngenliğini, özverisini kimi zigzaglara d ü ş m e d e n koruyor v e sürdürüyordu... Cezaevine getirildiğinde üzerinde işkence izleri hâlâ geçme­ mişti. İlkin F K o ğ u ş u ' n d a kalıyordu. H a v a l a n d ı r m a y a çıktığında, bizim k o ğ u ş u n penceresinden kendisiyle konuşmuştuk; getirildi­ ği cezaevinin adını ve nerede bulunduğunu bir türlü çıkaramamış­ tı: -S.abi, burası neresi, şimdi biz İstanbul'un h a n g i semtindeyiz? Bu askeri birliğin arazisi nereye kadar uzanıyor? -Burası Kartal Maltepe Askerî Cezaevi, 2.Zırhlı T u g a y ' m or­ talarında, tepede bir cezaevi.



110



-Sizin 16 H a z i r a n ' d a kaldığınız cezaevi burası m ı ? -Evet ta kendisi. -Baksana, bizim y ü z ü m ü z d e n cezaevinin çevresine duvar örü­ lüyor, galiba kuşu kaçırmak istemiyorlar! T u g a y ' ı n giriş çıkış yollarını, şu tepenin arkasındaki yolları biliyor m u s u n ? Ulaş getirildiği cezaevi h a k k ı n d a bütün bilgileri toplamayı, hal hatır sormanın önüne k o y m u ş t u . Adeta bir topoğraf gibi bu­ lunduğu yöreyi tanımış, haritasını çıkarmıştı. O sıralarda yapılan Cezaevi duvarları y ü k s e l m e d e n Ulaş, bu işi tamamlamıştı. O n u en kötü k o ğ u ş a vermelerinin bir sebebi d e d a h a ö n c e Emniyette, bir iki keşif ve tesbitlerde k a ç m a y a kalkışması yüzündendi. U l a ş ' m g ü n d e m i n d e cezaevinde yatmak gibi bir p r o b l e m bulun­ muyordu. O n u n kaçmasını hiçbir güç önleyemezdi. Ulaş her ha­ liyle bu niyetini saklamıyordu. K i m i kişiler çevrelerine n e düşün­ düğünü v e neleri yapacağının işaretini h e m e n verirdi. Tecrübeli bir cezaevi gardiyanı U l a ş ' ı n y ü z ü n e ilk bakışta ona mutlaka bir m i m koyardı; koymalıydı... Ulaş, h e r havalandırmaya çıktığında spor y a p m a y a başlamıştı. Kısa boylu, atletik yapılı Ulaş, cezaevinin e n sağlıklı kişileri ara­ sındaydı. S p o r ' u n her türünden anlıyordu; futbol, kültür-fizik, ka­ rate, b o k s v e güreş üstüne o n u n yeteneklerini a ş a c a k çok az kişi çıkardı. Yapışma bakanlar, o n u bir militandan ç o k b a ş k a birine ra­ hatça benzetebilirdi. Spor y a p m a k onu da eski formuna kavuşturmuştu. Temiz yü­ zü, gergin adaleleri ve ğülüşüyle girdiği yerin h a v a s m ı değiştirir, g ü n d e m i n e k o y d u ğ u bir k o n u y u h e m e n koparıp almasını bilirdi. Güreş antremanı adı altında yapılan boğuşmalarda ü ç kişi bir ara­ ya gelse o n u n sırtını yere getiremezdi. Tartışmalarda da, genel tu­ tum v e davranışlarında d a onu yere vurmanın imkânı yoktu. Ulaş, ağdaki balık, kafesteki panter gibi bir militandı. A c a b a böylesine bitmez t ü k e n m e z bir enerjiyle dolu olmasının sırrı neredeydi? E v e t bu işin bir sırrı bulunuyordu. O n d a k i b u farklılığı ve ye­ teneği h e r k e s kendi açısından görüyor v e değerlendiriyordu. Ki­ mi arkadaşlar her insan topluluğunda mutlaka b u l u n a n üstü çok açık h i k a y e v e takılmalarla d a bu konu üstüne eğilmekteydi. 111



Elbette bu takılmalar arasında ortak olan yan U l a ş ' d a k i üstün yaradılışın takdir edilmesiydi. Ayrıca takılmalarda üstü açık bir yığm m a l z e m e kullanılsa d a seviyesiz v e cıvık bir yola asla sapıl­ mıyordu. Ulaş dozajı bir hayli ilerilere götürülen takılmalar karşısında: -Ulan "hayta"lar, içinizde en bakir a d e m benim, dediğinde: -Hayda! Bak sen bakir ademe? Bakir mi, bakire mi? gibi k a r ­ şılıklar alınırdı. O ise: -Abi sen onlara aldırma, inan M e r y e m anadan d a h a fazla ba­ kir sayılırım. Bu "haytalar" y ü z ü n d e n hayatımda inan bir kızın elini tutmuş değilim. Biçiminde bir özlemini de dile getirirdi. O n a bu yolda e n üstü açık takılma Ö m e r Ayna tarafından ya­ pılmıştı: -Bak Ulaş, isterik burjuva avratları seni bir keşfetseler, n e ya­ par eder seni ipten kurtarırlar v e K o c a Yusuf Pehlivan gibi mutla­ k a senden döl a l m a y a kalkışırlardı. H e m onların felsefesine de uygundur bu döllendirme işi... K ı z m a arkadaş topraksız tohum­ suz asacaklar bizi, yalan söylemiyorum... Bari geriye tohum... Bu türden " y a k a s ı açık" takılmalar çoğu kez şakalaşma v e da­ laşma talimleriyle kesilirdi. Gerçekten gençlerin b a s m d a ç ı k a n resimleri çoğu genç kızın ince kaburgasını incitmiş, aralarında aşık olanlar dahi çıkmıştı. Hattâ çocukların gazetelerden kesilmiş resimlerini saklayanları­ nın başlarına bazı hesapta o l m a y a n işler d e gelmişti. Ziyaretçile­ rimizden d u y m u ş t u k bunları... Gençlerin hayatı dolu bu sevimli dalaşmalarına duyarlı olma­ yan yoktu. Bir yolunu bulup onları ziyarete gelenler d a h i vardı. Bir seferinde ilerici bacılarımızdan biri bizi ziyarete gelince onu Ulaş Ta tanıştırmıştık. Kızcağız elindeki elma sepetini içtenlikle uzatırken sepetten önce kızın eli dostça kavranmış v e u z u n süre bırakılmamıştı. Yalnızca bu sahne bile U l a ş ' ı n e k a d a r etkilemiş v e günlerce sözünü etmiş durmuştu. Bazı gençlerin Ulaş'ın bu samimi "el sıkma" eylemini biraz-



112



cık ucuza kapattığını görünce onları u y a r m a k t a n k e n d i m i z i ala­ mamıştık. Onlara aynen şunu söylemiştik: - Bakın çocuklar, o kız arkadaş (G.G), öyle sizin üniversiteler­ d e "devrim n i k â h ı " adıyla, kırk ç a r ş a m b a d a n atlayıp, burjuva ba­ sınına kötü birer m a l z e m e o l m u ş , y a d a askerî savcılıkta, ceza­ evinde, hastahanede "özel" m u a m e l e l e r gördükten s o m a , duruş­ malarda histeri krizleri geçiren ( Ü . A vb.)'lerden değildir. O, işçi smıfınm yetiştirdiği bir militandır; grev v e direnişlerde b ü y ü m ü ş ­ tür; grev çadırlarında kalmıştır; barikatlarda dövüşmüştür; bildi­ rilerimizi dağıtmış, sırlarımızı saklamıştır. Bu y ü z d e n işinden-ekmeğinden o l m u ş , evi bizim y ü z ü m ü z d e n defalarca aranmış, çile çekmiş, ifadesinde kimseyi ele v e r m e m i ş bir b a c ı m ı z v e yoldaşımızdır. Sakın ona dil uzatayım d e m e y i n ! Ayrıca, o n u n hayat arka­ daşı da vardır! Sakın h a ! . . . Ö m e r Ayna, bu u y a n d a n s o m a : - Anladın m ı Ulaş! G.G. O D T Ü ' d e k i çişlilerden değilmiş, di­ yerek d a h a " s e v i m l i " bir şakalaşmayla b o ğ u ş m a isteklerinin uver­ türlerini y a p a r d ı . . . Üstü açık takılmalarla y a d a ciddî olarak değinilen bu konu hakkında sınırlı bilgilerimizi zorluyor v e Ulaş ü z e r i n e d ü ş ü n m e k gerektiğinde; doğallıkla gen v e kromozonları h a n g i tarihsel ve sosyal şartlarda vücut b u l m u ş v e gelişme göstermiştir, sorusunu sorardık. K i m i insanlarda belirgin olarak göze gelen-görülen bu olgunun bilinmeyen bir yanı yoktu. Yetenek v e beceriler, üretim süreçlerinde toplumsal gelişmenin m a d d i v e m a n e v i şartları ha­ zırlanınca biçimleniyordu. Bu k o n u d a d a h a tam bir yargıya k a v u ş a b i l m e k amacıyla Ulaş'ın ana-babasını v e kardeşlerini tanımak fırsatını d a b u l m u ş ­ tum. Fakat U l a ş Anadolu kilimlerindeki tek örnek gibiydi. B e n z e ­ ri ve taklidi yoktu. U l a ş ' a , d e v r i m c i g e n ç m i l i t a n l a r d a olan b a z ı özelliklerl e , k a h r a m a n l a n n yalnızca öğrenci gençler arasında-içinde olma­ dığını, onlarınkinden daha değerli niteliklerin işçi sınıfı v e emek­ çi halk hareketlerine damgasını vuranlar içinden d e çıktığını v e bulunduğunu anlatırdım. Fakat, şurası bir gerçekliktir ki, öğrenci Portreler F/8



113



gençliğin militanlığı, işçi smıfmm yetiştirdiği militanlardan daha fazla " ü n e " kavuşturuluyordu. Zonguldak, Kozlu, Eskişehir, K o ­ caeli, Aydın, İzmir, Bursa, İ s t a n b u l ' d a k i smıf bilinçli militanların destansı nitelikleriyle katledilişleri, küçükburjuva çevrelerde anılmıyordu b i l e . . . Ulaş, küçükburjuva "sof'ların "raiting" yap­ ması olaymı doğal karşılıyordu. Doğrusu, militanın, öğrencisi, öğretmeni, avukatı, doktoru, işçisi v e köylüsü yoktu: Militan her yönüyle, her yerde militandı! U l a ş ' ı C e z a e v i yaşamında gözlemlemeye çalıştığımız bazı gö­ rüntüleriyle t a n ı m l a m a k kolay değildi. Böylesine y ü k s e k moral ve sevimlilik bir dönemin kadrolarını öylesine etkilemişti ki, bu nedenle de o n u n adını çocuklarına verenler öteki adlardan daha çoğunluktaydı. U l a ş ' ı n F K o ğ u ş u ' n d a kalışı, davalarının s a v u n m a safhasına kadar sürmüş, sonradan o d a M a h i r gibi bizim k o ğ u ş u n ç o k se­ vimli bir parçası olmuştu. B e n d e k i izlenimlere göre o, cezaevinin en disiplinli ve tutarlı militanlarından biriydi. Yatması, kalkması, okuması, spor yapma­ sı, yemesi, içmesi v e çevresiyle k u r d u ğ u ilişkiler d a i m a e n öndey­ di. Bir sanatı, yetenek isteyen bir işi, y a d a bilgisi dışındaki bir beceriyi, görev anlayışıyla o n u n k a d a r kısa sürede öğrenen ve uy­ gulayan kişi ç o k az bulunurdu. B u niteliği ile ü r e t i m d e n gelen kadrolarca ç o k seviliyordu. O n u n bu yeteneklerini cezaevine gelmeden d e anlamıştım. Kendisini eskiden beri tanımaktaydım. Karşılaştığım zamanlarda, benden ö ğ r e n m e s i gereken herşeyi bir film şeridi gibi hafızasına nakşeder, y a d a aklının köşesine h e m e n kaydederdi: -S.abi, oto kilitleri seri numaralı mıdır, mekanizmasını çizebi­ lir misin, metalinin alaşımı nedir, en küçük üçgen eğe k a ç mili­ metredir, 0,5 m m çapındaki bir çeliğin 80 derece esneyebilmesi için hangi k a r b o n çeliğinden yapılması gerekir, metrik vidayla, vitvort vida arasındaki farkları v e normları gösteren bir çizelgeyi nereden edinebilirim, fiberglasın alaşımı nedir, nasıl yapıştırılır, sellülozik b o y a m ı , sentetik b o y a m ı fiberglas otolarda kullanılır, debriyaj balatası ayırma y a p m a y ı n c a ilkin ne yapılmalıdır, sekro-



114



mec krrılırsa, vites değiştirilebilinir mi, kışın*marş motoru görev yapmayınca arızayı akû de m i aramalıyız. Akû s u y u n u n halitası damıtık sudur değil mi, anti-firiz hangi ayda radyatöre konur, sü­ resi n e kadardır, hangi ayda radyatörden boşaltılmalıdır, radyatör­ deki soğutmayı yapan devri-daim p o m p a s ı iş y a p m a z s a motor kaç kilometre yol yapmalıdır, m o t o r d a k i tekleme nasıl giderilir, bu neyin işaretidir, yağ kaçıran silindir kapağı c o n t a s m ı tamirci­ ye gitmeden değiştirmek m ü m k ü n m ü d ü r ? B i l m e m , böylesine ayrıntılı soruların doğru cevaplarını araştı­ ran kaç oto sürücüsü vardır? U l a ş ' ı n bana sorduğu bu türden so­ ruların n e a n l a m a geldiğini h e m e n anlamak m ü m k ü n d ü . Anlaşı­ lan; ona bir görev verilmiştir, o d a verilen görevi, bilgisi ve yete­ neği d ı ş m d a d a olsa öğrenecek v e yerine getirecektir. H e m de bü­ tün öğrendiklerini uzmanlarından d a h a yetkin bir b i ç i m d e yapa­ rak... K e ş k e Ulaş Ta 12 Mart 1 9 7 1 ' e varan k ö p r ü d e değil de bir fabrikada karşılaşsaydık. Bu türden bir tarifle anlatamadığım ze­ k â ve yetenekler işçi arkadaşlarıyla birlikte şekillenseydi. Sınıf bilinçli işçiler U l a ş ' l a n kendi sıcak potalarında niçin eritemedi­ ler? Birlikte yaşadığımız U l a ş ' l a r ı n yüreklerinin nasıl attığını, militan niteliklerini, kararlı v e yürekliliğini y a z m a k b e n i m açım­ dan da o l d u k ç a güçtür. Onların katledilmelerinde sanki çekilen tetiklerde bizim de kanlı elimiz varmışçasına k e n d i m i eleştirmek­ te ve suçlamaktayım. D e v r i m c i gençliğimizin böylesine katledil­ mesi v e kırılması karşısında bırakalım devrimciliği, insan olarak vicdanlarımız rahat olmamalıdır diye düşünüyorum. Ulaş cezaevinde d e aynı özelliğini sürdürmekteydi; son nefe­ sine kadar g ü n d e m i n e aldığı problemlerin ç ö z ü m ü n ü , elektronik bir aygıttan d a h a m ü k e m m e l çalışan beyniyle kavrar v e sanki 30 yıllık işçiymişcesine hünerli elleriyle iş'i doğrar atardı. O n u n beyniyle elleri arasındaki dengeli u y u m kaç insanda vardı? Kendisine takılmadan e d e m e z d i m : -Ulaş, y a v r u m sen hangi g e z e g e n d e n buralara geldin, sendeki yeteneklerin kaynağı nereden geliyor, nerelisin, orjinin nedir, anan-babanın kökeni, çocukluğun... hele bir anlat d a öğreneyim, tanıyalım seni? -Bizimkiler sizin oralı, yakın k o m ş u ilinizden, "etrafı dağlı115



yam, ortası bağlıyam, ola desene Erzincan'lıyam..." Anladın mı? Anamgilin k ö k ü köylü, sanırım kızılbaşlık geleneğimiz d e var. Ben incelemedim, bilmem. Varlıklı bir aileden g e l m i y o r u m . O D ­ T Ü fizik b ö l ü m ü n d e okudum. Ulaş d a h a derinlere inmez, soy, sop, milliyet vb. konulara as­ la girmez, h e m e n c e c i k konuyu değiştirir, işi bitmez tükenmez kahkahasıyla başka alanlara çekerdi: -S.abi, senin bir de makina ressamlığın vardı galiba, inşaat ve elektrik projeleri çizdiğini d a v a dosyalarındaki bazı ifadelerden okumuştum; şu cezaevinin doğruya yakın, ölçekli bir projesini çi­ zebilir misin? Şöyle bütün detaylarıyla, yani elektrik, su, kanali­ zasyon v e temelleriyle birlikte; farzet ki, bu proje ile belediyeye başvurulup ruhsat alınacak? N e diyorsun? Yapabilir misin? Ulaş bir işin üzerindeydi. Aklınca bizi sınamış v e tartmıştı. Bu güvenle ö n ü m ü z e teklifsiz, diplomasisiz bir iş k o y u y o r d u ! . . . An­ laşılan b ü y ü k bir olaym gerçekleşmesi için bazı adımlar atmayı aklına k o y m u ş t u , kendisine: -Ulaş, şimdi d e müteahhitliğe m i soyundun? -He!. -Hele bir F K o ğ u ş u ' n d a n kurtul.. Dikkatli v e sabırlı ol... Bu konuda d a h a sonra konuşacaklarımız var... Ulaş F K o ğ u ş u ' n d a "müteahhitliğe" soyunadursun, o n u n kafa­ sına yerleştirdiği büyük k a ç m a projesi, D K o ğ u ş u ' n d a çoktan gerçekleştirilmişti bile. T H K O ' m ı n militanları kendi irade v e ye­ tenekleriyle, projeler çizmiş, inşaatın ruhsatını almış, temel hafri­ yatına çoktan başlamışlardı... U l a ş ' ı n cezaevindeki hayatı düzenli v e planlıydı. O, bu özelli­ ğiyle işçilere d a h a çok yakındı. İş v e e m e k sevgisi olağanüstü ge­ lişkin biriydi. D a v a arkadaşları ona s a v u n m a hazırlanması göre­ vinin bütün sorumluluğunu vermişti. Ulaş kendisine verilen bu göreve ilkin b ü y ü k bir muhalefet göstermişti: -Ne!.. S a v u n m a hazırlamak mı? D ü n y a d a olmaz! H a y a t ı m d a y a p a m a y a c a ğ ı m tek şey budur, diyordu; v e bu görevi k a b u l etmi­ yordu. 116



Ziya, o n u n bu muhalefeti karşısında ağırlığını k o y m u ş , kendi­ sinin bu k o n u d a k i görev v e sorumluluklarmdan k a ç ı n m ı ş ve U l a ş ' ı görev k a b u l etmeye ikna etmişti. U l a ş ' ı n " z o r l a " üstlendiği bu iş için de kağıt üzerinde plan y a p m a y a k o y u l m u ş , yapacağı i ş ' i n iskeletini ortaya çıkarmıştı. Gene soruyordu: -S.abi, b u r a y a bir daktilo, yeterince kağıt, k a r b o n v e bir kısım kitaplar gerekli, bunları içeri nasıl sokarız? S a v u n m a için bulunması m ü m k ü n bütün m a l z e m e y i U l a ş ' a \ teslim etmekte bir güçlük çekilmedi. Öncü kitabevi sahibi karde­ şim Zeki istenilen kitapları h e m e n göndermişti. B u k e z Ulaş ki­ tap o k u m a y a başlamış ve bizim k ü ç ü k koğuş bu iş için hazırlan­ mıştı. K o ğ u ş sakinleri onların rahat v e disiplinli çalışmaları için kolaylık sağlıyor ve ellerinden geleni esirgemiyordu. Kitaplar okunup notlar çıktıkça, işler ilerlemekteydi. Ulaş g ü n d e 300 say­ fa kitap okuyor v e not çıkarıyordu. B u yeni işini d e sevmişti; ara­ d a bir şakasını yapıştırmaktan d a geri durmuyordu: -Ulan şu teorisyenlik ne d e rahat v e kolay bir şeymiş, niye ba­ şından beri beni "çorni" cilikte harcayıp d u r d u n u z "hayta"lar?! Şimdi daha iyi anlıyorum kariyeristlerin hastalığını. B e n d e kari­ yere soyunacağım; "evet., n e d i y o r d u m ? B e n d i y o r d u m ki, b a n a göre, usta demiştir ki, anladığım kadarıyla..." Ulaş, işin böylesine sunuluşunda tıpkı bir aktör gibi, elini şa­ kağına dayar, s o m a elini çenesine getirir, k a l e m i y l e başını kaşır, bir aşağı, bir yukarı anlamlı anlamlı y ü r ü m e y e başlar, "teorisyen" taklidi yaparak ortalığı g ü l m e k t e n kırıp geçirirdi. B ö y l e anlarda o, oynadığı tiyatro sahnesinin sonucunu daima bilirdi; tetikte du­ rur, kendisine yapılacak fiilî saldırıyı beklerdi. U l a ş , her "teoris­ y e n " sahnesini oynarken bilirdi k i , birileri ona saldıracak, kucak­ layıp sırtını y e r e getirmeye çalışacaktır. Yazı-çizi işlerinin ağır yükü v e yorgunluğu, ancak böyle çıkıyordu. B u b o ğ u ş m a eğlen­ celeri bir ihtiyaçtan doğuyordu v e çok sevimliydi. Ulaş sanki bi­ yonik bir adamdı; bir kaç kişi birlik olsalar bile onu tuşa getirme­ nin imkânı yoktu. D e m e k Ulaş b ö y l e işaretler vererek arkadaşla­ rına davetiye çıkarıyor, daracık koğuşlarda enerji sarfetmenin y o 117



lunu arıyordu. Ulaş harika bir çocuktu... Onu çok s e v i y o r d u k . . . Ulaş'ın "teorisyen"liği ilerledikçe, tartışmalar d a renklenmiş­ ti. Artık o bütün yetenekleriyle, ülkenin yapısal özellikleri ve marksist tahlillere bütün ağırlığıyla girmişti. M a h i r cezaevine geldiğinde s a v u n m a n ı n 240 sayfası yazılmış ve teksir edilmişti. Bu savunmayı, UlaşTarın k a ç m a s ı n d a n sonra, geride kalan arka­ daşları duruşmalarda tadmı çıkara çıkara okumuştu. Ulaş, Sinan K â z ı m Ö z ü d o ğ r u ' n u n nişanlısının serüvenine de çok üzülmüştü; ( T H K P - C ' n i n b a y a n sanığı Rüçhan M a n a s ' ı n Ce­ zaevinde görevli bir teğmenle (Fuzuli Yazıcı) olan ilişkisi, basın­ da çirkin suçlamalara neden olmuştu.) " O n d a n bir kız arkadaş is­ tedik, esirgemedi nişanlısını bize teslim etti; şimdi n e cevap veri­ riz çocukcağıza!?" Diyerek kahrını gizlemezdi. Gazetelere v e sıkıyönetim bildirilerine konu olan bu olayın kahramanı teğmen, cezaevindeki görevinden alınmış, başka bir yere tayin edilmişti. Bu teğmenin nöbetinde, bizzat tanığı oldu­ ğ u m bu diyalogda, Ulaş kendisine birçok çengel atmış, yerine ge­ tirilmesi zor bazı önerilerin kapısını aralamıştı. Fakat "karasevda­ l ı " teğmen n e bu çengele takılmış n e de konuyu üstlerine bildir­ mişti. O n u n bu türden bir tavrını, devrimcilere d u y d u ğ u sempati y a da saygı yerine koymuştuk. R . M ile " k a r a sevdalı.." t e ğ m e n i n serüvenini h e r k e s alabildi­ ğine sömürdü. O y s a ileri sürülenler yakıştırmaydı. Devrimciler bayan arkadaşlarını, iddia edildiği gibi, asla kullanmamıştı. Bu "ilişki" cezaevi koşullarında k i m i kişisel ve ideolojik donanım yoksunluğundan kaynaklanmıştı; kendiliğinden -insiyaki- güdü­ lerle oluşmuştu. T H K P - C sanıkları, bayan arkadaşlarını kullan­ mamıştı!.. Ulaş da, iddialar bir yana, son derece onurlu ve gurur­ lu bir kimlik taşıyordu!.. Bu olayda karşı devrim, "psikolojik savaş"ın b ü t ü n iğrenç si­ lahlarını kullanmıştı (Sonradan, " b i z i m taş gibi oğlanlarımız var, isteseydik..." türünden bayağı sataşmalara d a n e d e n olacaktı...). Devrimcilerin ise, ellerinde karşı propogandayı kıracak hiçbir et­ kili aracı yoktu. B u nedenle olay herkese şunu öğretmişti: Dev­ rimciler çileli hayatlarında, evleneceklerse, eşlerini ç o k dikkatli 118



biçimde seçmeliydiler. Doğulu gelenekler arasında, "uçkuruna sahip o l a m a y a n " bir devrimcinin başarılı olma " ş a n s ı " yoktu. Ka­ dın ve para k o n u s u n d a k i " z a a f ı " olanların a r a ş m a eloğlu ç o k ra­ hatlıkla girebiliyordu... Ulaş Ta k o ğ u ş arkadaşlığımızın artık sonu gelmişti; o d a b ü y ü k yolculuğa hazırlanan diğer arkadaşları gibi bizim k o ğ u ş t a n ayrıl­ mıştı. Gitmeden bir gün önce, pencereden; "senin şu yeşil kazağı istiyorum, M a h i r ' e 41 n u m a r a bir ayakkabı gerek, biraz b ü y ü k ç e bir de naylon... Mahir Te b e n i m elbiseleri senin oğlanlara veriyo­ ruz; bizi hatırlasınlar, haydi eyvallah!.." Onunla v e d a l a ş m a m ı z b ö y l e olmuştu. İstediklerinin çoğu ye­ rine getirilmişti. Sadece 41 n u m a r a ayakkabı b u l m a k t a güçlük çe­ kildi. O n u d a Atilla S a r p ' d a n bir b a h a n e ile a l m a k gerekmişti. Çünkü, k a ç m a olayı bu arkadaşlara bilgi verilmeden gerçekleş­ meliydi; onların k o n u m u , yani " C u n t a " Davası sanıklarının ilişki­ leri hiç k i m s e y e güven vermiyordu; bir tedbir olarak k a ç m a eyle­ m i A koğuşu sakinlerinden d e saklı tutulmuştu. (Bizim delikanlılar, cezaevinde bir hayli kirlenen ve eşim ta­ rafında onarılıp temizlenen b u elbiselerin içinde bir hayli "göste­ r i " yapmıştı: " B a k bu ceket M a h i r ' i n bu da U l a ş ' ı n . . " diyerek fi­ yaka ve c a k a satmıştı.)



119



ZİYA Y I L M A Z



12 Mart 1 9 7 1 ' i n en "talihsiz" tutuklusu Z i y a ' d ı r denilebilir. Yakalanışından tutukluluğuna kadar geçen süreçte h a k k ı n d a çokşeyler söylendi v e yazıldı. Fakat o bu konular üzerinde pek k o ­ nuşmadı. Yapılan spekülasyonlara karşı hiçbir cevap vermedi; " o mesele öyle değil, böyledir" d e m e d i . Ziya, birlikte yargılandığı g e n ç öğrencilerden farklı bir konu­ m a sahipti. Bir kere o öğrenci değildi. Okulunu bitirmiş, hayatta ve üretimde yerini almış, iş k u r m u ş , T İ P ' i n Karadeniz yöresinde­ ki bütün örgütlenme ve kitlesel çalışmalarına d o ğ r u d a n katılmış, milletvekili adayı olmuş, T İ P ' i n dışında sosyalist harekete alter­ natif olabilecek yetkin bir partileşmenin gereğini aramış, P D K ' a katılmış, b u r a d a M D D teorisyenini eleştirmiş, düşüncelerini açık­ lıkla ortaya k o y m u ş t u . O n u n sevilen v e ilginç yanı bu niteliğiydi. Tutuklular içinde en ağırbaşlı ve ciddî olanlardan biri de Ziya'ydı. Ziya, basında kendisinden; " D e v - G e n ç M u h a s e b e c i s i " diye sözedilmesinden irkilir v e sıkılırdı. Fakat bu yanlışı düzeltmek için n e d u r u ş m a d a n e de başka bir yerde ağzını açmıştı. Gençler­ den farklı olarak o askerliğini de yapmıştı. Onunla aramızda 6-7 yaş fark vardı; bir anlamda o, bizim kuşağın insanıydı. Fakat dev­ rimci gençlerle d a h a yakın ilişkiler içindeydi. Onları (Ziya, Ulaş, İrfan, N e c m i , K a m i l vd. T H K P - C sanıkla­ rını), bir gece yarısından s o m a cezaevine getirmişlerdi. Sanırım saat 0.4-5 sularındaydı. M a h k û m l a r ı taşımakta kullanılan "et k a m y o n l a r ı " (bu askeri kapalı araçlara biz bu adı takmıştık.), ce120



zaevine u z a n a n rampayı b ü y ü k gürültü ve m o t o r iniltileriyle çı­ kınca, zaten tavşan u y k u s u n d a u y u y a n cezaevi sakinleri uykula­ rından u y a n m ı ş , gecenin k ö r ü n d e k i bu ziyaretin sebebini araştır­ m a y a koyulmuştu. Bizim k o ğ u ş u n penceresinden idare binasının içi dar bir açıdan da olsa görülmekteydi. Böylece a r a m ı z a yeni ar­ kadaşların geldiğini ö ğ r e n m e y e n kalmamıştı. Yapılan dağıtımda ilkin Z i y a bizim k o ğ u ş a düşmüştü. İkinci gelen d e Necati Sağır'dı. Onlar d a birbirlerini ilk k e z bu koğuşta görmekteydi. Z i y a ' n ı n N . S a ğ ı r ' a ilk sözü; "ulan ' p u ş t ' 15 dakika s o m a gelseydin, ben şimdi b u r a d a o l m a y a c a k t ı m . " biçiminde ol­ muştu. B u n u söylerken g ü l ü m s ü y o r ve kimseyi suçlamıyordu. Oysa konuştuğu genç, İlkay, N e c m i v e İrfan'ın kaldığı bir eve di­ siplinsiz v e hesapsız bir anlayışla gitmiş, daha iki tokat y e m e d e n "bülbül-ü ş e y d a y a " dönmüştü; polis ağabeylerinin ö n ü n e düşmüş T H K P - C ' n i n bütün hücre evlerinin kapısını göstermişti! Bu genci g ö z ü m hiç tutmamıştı. O da benden, d a h a ilk günü gereken dersini almakta kusur etmemişti. Bir g ü n Ziya; " N e c a ­ t i ' y e yönelttiğin eleştiri çok ağırına gitmiş, b a n a geldi; "söyle ona b a n a ilişmesin sonra kötü olur." d e m e y e koyuldu. Hırpalama ç o ­ cuğu. K a b a h a t bizim, bir kere bunlarla yola çıkıldı, iyice zararlı olmasınlar, bu yüzden onları h o ş tutacağız. B a n a istediğini söyle, gençlere ilişme sakın. P r o v o k a s y o n olmasın." diye kaygılarını iletmişti. Z i y a ile T H K P - C hareketi üzerine gerekli b ü t ü n ayrıntıları k o ­ n u ş m u ş , b a z ı değerlendirmelerde bulunmuştuk. O n u n l a daha k o ­ lay anlaşıyorduk. Bunu sağlayan neden onun d a ü r e t i m d e n gelmiş olmasıydı. Diğer militanlar gibi onda d a militana yakışan nitelik­ ler ilk bakışta göze çarpıyordu. İlişkilerine dikkat ediyordu. Akıl­ lıydı. G e n ç l e r d e n daha iyi bir diplomasi yürütmesi o n u n belirgin özellikleri arasındaydı. Yaradılışından olsa gerek, suskun ve sa­ bırlıydı. Teorik konularda kılı k ı r k yarardı. Fakat 'intihar hareket­ leri' k o n u l m a s m d a o da M a h i r ' l e r gibi düşünüyordu. Ziya, b e n i m koğuş temsilcisi olmamı öne sürerek, cezaevinde­ ki bazı projelerle ilkesel konuların hayata geçmesini sağlamaya çalışıyordu. Ayrıca, Cezaevi idaresiyle gerekli bir diyalogun an­ cak böylelikle daha iyi k u r u l a c a ğ m ı ve gelecekteki m u h t e m e l 121



olayların ( K a ç m a vb.) bazı esnekliklerle yerine getirilip göğüslenebileceğini d ü ş ü n ü y o r ve bunu b e n d e n ısrarla istiyordu. O ' n a göre, ilk koğuş temsilcimiz olan Basri D e d e v e s o m a d a n Şevki Erencan bu göreve uygun değildiler. K o ğ u ş arkadaşlarının genel eğilimi de bu istek yöresinde odaklaşınca bu işi üstlenmek gere­ kiyordu. B a n a yüklenilen bu görev idarece, gerekse kimi "hayta"lar tarafından sömürü konusu olmuştu. Bir işçi k o ğ u ş u n d a ya­ ratılan gerçekçi işçi disiplini, kaabiliyeti olanlara iyi bir örnek ol­ m u ş ve bir eğitim görevini yerine getirmişti. Fakat bu sonucun sağlanması çok b ü y ü k çile v e acılara m a l olmuştu. Böyle bir işi üstlenip dirlik v e düzeni sağlamak özverisi çok az insan tarafın­ dan anlaşılmıştı; k o n u n u n inceliğini yeterince gözetmeyenler de vardı. Bazı geceler, k i m i arkadaşlar kağıt oynuyordu. Bu m o d a y ı N e c m i D e m i r başlatmıştı. Dışardan karton alınmış v e o y u n kağı­ dı imal edilmişti. E n büyük o y u n tutkusu içinde olanlar; N e c m i , Cevat Taşıran v e bir iki de işçiydi. Bunların arasına kimi z a m a n , kimliği herkesçe bilinen Bilal Yeşilyurt, bazen Basri D e d e ve Ziy a ' d a katılmaktaydı. Herkesin uyku saatinde b ü y ü k gürültülerle gerçekleştirilen bu o y u n partileri karşısında hepimiz rahatsız oluyorduk; ayrıca canı­ mız sıkılıyordu. Kağıt oyununu y a s a k l a m a k o n u s u n d a K o m ü n ' e bazı başvurular d a yapılıyordu, tikin Z i y a ' y a açtım k o n u y u : -Bak Ziya, k o y d u ğ u m u z kurallar içinde kağıt o y n a m a k yoktu. Bu işin tadı kaçtı, sen de oyunculara katıldın, o y u n l a d a yetinilmiyor, ' k o z ! ' diye m a s a y a yumruklar vuruluyor. Aranıza bir de o meçhul adamı almışsınız. O da, habire Basri Ustayı k o ğ u ş temsil­ ciliği seçimi nedeniyle kışkırtıyor. A d a m c a ğ ı z hasta, o n u n bu ya­ nını sömürerek kışkırtıcı davranıyor. B e n bu işe el k o y a c a ğ ı m , haberin olsun! -Biraz zor başarırsın. -Zorlukların ü s t ü n e gitmekten k o r k m a m . Ziya, şakayı v e ince imalı sözler söylemesini de bilirdi: -Allah işini kolaylaştırsın!.. Diyerek nötr bir tavrı yeğlemişti. Bizim uyarı işe yaramamış, o y u n oynayanların h e y e c a n v e bi122



reyciliği d a h a d a ayyuka çıkmıştı. G e c e saatin 0 1 y a d a 02'siydi. Yatağımdan kalkıp oyuncuların masasındaki, o y u n kağıtlarına el k o y d u m ve onları yırttım. K ı y a m e t l e r k o p m u ş t u : -Vay, sen nasıl bizim oyun kağıtlarına el koyar, onları yırtar­ sın?! -İşte böyle el koyar ve bu pislikleri teker teker y u t a r ı m . B a ş ­ k a bir sıkıntınız daha varsa söyleyin!? -Biz seni başımıza diktatör m ü seçtik? -Ben genel v e kolektif o y u n iradesiyle g ö r e v i m i yapıyorum. Bu koğuşta oyun o y n a m a kuralını k o y d u k m u ? G ü n d ü z oyun, ge­ ce oyun, sizin bencilliğiniz v e bireyciliğiniz y ü z ü n d e n hiç kimse­ nin g ö z ü n e uyku girmiyor. Üstelik masalara ' k o z ' ! diye y u m r u k vurup kendinizden geçiyorsunuz. B u n a izin yoktur! İyi niyetimi­ zi sömüremezsiniz!... Başta N e c m i , Cevat ve Bilal o l m a k üzere seslerini yükseltiyor v e bu tatsız tartışmalar, kışkırtma noktasına varıyordu. Böylece M İ T v e savcının aramıza soktuğu h e m sanık, h e m tanık olan Bilal'in görevini rahatlıkla y a p m a s ı için büyük bir fırsat doğmuştu. N e yazık, Basri U s t a da onlardan y a n a çıkmıştı... C e v a t Taşıran ise: - O y n a n a n o y u n kumar değil ki, bu bir zihin talimidir. -Zihin talimini gündüz u y u y u p geceleri kağıt oynayarak m ı yapacaksınız? - K o m ü n derhal toplansın, k o n u y u tartışacağız. -Böyle b o k t a n meseleler y ü z ü n d e n K o m ü n t o p l a n m a z , kendi­ nize gelin, ilke olarak oyun o y n a n m a y a c a k denildi, siz de oyna­ mayacaksınız. Tartışılacak b a ş k a birşey yoktur! Başta Ziya, Ulaş, İrfan v e Sina o l m a k üzere genel eğilim, k o ­ nulan ilkelerin yanında yer a l m c a bu oyun hastalığının d a sonu gelmişti. Önceleri bu k o n u d a nötr bir tavır sergileyen ve işi şa­ kayla geçiştiren Ziya, bu kez b ü y ü k bir esnek m a n e v r a y l a konu­ yu şu b i ç i m d e noktalamıştı: - K o ğ u ş temsilcisi haklıdır. O n u n yerinde b e n d e olsam aynı şeyi yapardım. Oyun o y n a m a k isteyenler B K o ğ u ş u ' n a iltica ede­ bilirler! 123



Evet, B k o ğ u ş u sakinleri bu k o n u d a çok " y e t e n e k l i " kağıt oyuncusuna sahipti. Orada böyle şeyler serbestti.. Ziya, k o n u l a n ilkelere uyar, sağ duyusuyla problemleri çöz­ mekte kusur etmezdi. Bu kağıt o y u n u meselesini başbaşa kalınca d a konu etmiştik, bana: -Çok sert çıktın çocuklara, d a h a d a kolay çözebilirdin mesele­ yi... -Peki sen niçin başından beri sallantılı davrandın? K o n u y u bi­ liyordun. Bazı arkadaşlar ağır iddialarla yargılanan sizlere saygı gösteriyor, size y a r d ı m için çırpınıyor, işin içinde sizler olmasay­ dınız konuya m ü d a h a l e etmeyi b a n a bırakmayacaklardı; o z a m a n h e m k a v g a çıkacaktı, h e m d e b o ş u n a kırgınlık yaratılacaktı. Ayrı­ ca, b a n a verilen görevden hiç d e h o ş n u t değilim. B e n i , küçükburj u v a pislik v e alışkanlıkları arasından gelenlerin saçmalıklarıyla adam h a r c a m a k için önceden biçilmiş bir işe soyundurdunuz. Bundan hiç m e m n u n d e ğ i l i m . . . Ziya, k o n u y u ince esprileriyle şakaya getirip şöyle diyordu: -Ehh, ne yapalım çekeceksin arkadaş, dur bakalım d a h a n e pöstekiler sayacaksın... Ziya'ların davaları için yetenekli bir avukata ihtiyaçları vardı; bu konuyu araştırırken: -Bize çok güvenilir bir avukat gerekli, bu k o n u d a bir önerin var mı? demişti. Gerçekten d e " a v u k a t " konusu, ayrıca siyasî davalarda avukat-sanık ilişkisi hayati bir meseleydi. Devrimciler açısından, avukata iş b ı r a k m a m a k , onlardan yalnızca davayı teknik olarak takip etmesini istemek, salt avukata b e l b a ğ l a m a m a k , inançlarını, siyasî k o n u m u n u sonuna kadar savunmak, bu sorumluluğu avu­ kata b ı r a k m a m a k gerekiyordu. H e r şeyi avukata teslim eden, sa­ vunmanın strateji v e taktiklerini kendisi belirlemeyen siyasî sa­ nık, son tahlilde birçok kayba uğrayacaktı. Sistemi sorgulayabilmek v e siyasî s a v u n m a d a etkili olabilmek çin, ciddî, güvenilir v e donanımlı bir K P gelenek v e disiplininden gelmek, ayrıca, polis, işkence, sorgu, m a h k e m e v e cezaevi sınav­ larından h a k e d e r e k geçmek gerekir. İdeolojik-teorik d o n a n ı m d a n 124



yoksun olanlar d a m a h k e m e l e r d e başarılı olamıyordu. 12 Mart 1971 sıkıyönetim d a v a dosyalarında, bu türden ilkesellikleri g ö z e t e m e y e n k i m i sanıklar, h e m kendilerini zora sok­ muş, h e m d e örgütlerini güç bir d u r u m d a bırakmıştı. Devrimci v e Komünist bilinç ve m o r a l d e n y o k s u n olanlar, polis deneyinden çürük çıktıktan sonra, her türden pisliğe bulaşmıştı; böyleleri ara­ sında, özellikle de d u r u ş m a l a r d a m a n g a l d a k ü l bırakmayanlar çıkmıştı. Ziya'ya: -Nasıl bir avukat d ü ş ü n ü y o r s u n u z ? -Mahir h a b e r salmış, b a n a sorarsan b e n i m avukat milletine gü­ venim yoktur; fakat çok güvenilir biri mutlaka v e d e acilen gerek­ li bize. -Avukat milleti için al b e n d e n d e o kadar. D ü ş ü n c e olarak b i ­ ze çok yakın bir avukat arkadaşımız yok. İlerici avukatların h e p ­ sini birlikte tanırız. İçlerinde iyi v e dürüst insanlar var, birini se­ çebilirsiniz? -İşi öyle rastgele bir seçime bırakamayız. H a k l a r ı n d a bazı ön bilgiler e d i n m e m i z şart. Kendilerinin aradığı nitelikte y a k ı n d a n tanıdığım e n güvenilir avukat Faik Muzaffer A m a ç ' d ı . O n u önerdim: -Kim bu avukat? siyasî s a v u n m a y ı da üstlenebilir mi? - D ü n y a n ı n en yürekli, inatçı, kavgacı ve bilgili avukatlarından biridir. Kendisini ta E r z u r u m Lise'sindeki ü n ü n d e n tanırım; 1950 öncesi, sizin davanın birinci yargıcı A k d e m i r A k m u t ' u n , felsefe öğretmeniydi. -Doğru m u ? Eğilimleri, karakteri nasıldır? - T İ P ' d e iken bir zamanlar A y b a r ' ı n safını tutmuştu. İnatçı, k i ­ şilik sahibi bir insandır. Mesleğinin hakkını verir. Politik olarak da düşüncelerinizi paylaşmasa da, eğer davanızı alırsa ölümüne savaşmaktan k a ç m a y a n biridir. Faik H o c a y a haber ilettik; avukatlığı kabul etti. Sanık aileleri onunla bağ kurdu. Vekâletler çıktıktan sonra Faik H o c a müvek­ killerine u z u n bir mektup yazarak Anayasal, yasal v e infazla ilgi125



li haklarının kullanılıp kullanılmadığını sonrfakla işe koyulmuş­ tu. O n u n bu girişimi cezaevinin havasını bir g ü n d e etkilemeye yetmişti. K e n d i yasalarını keyfî uygulamalarla çiğneyenlere, on­ ların yasaları zemininde dahi yapılan hatırlatmalar, birilerini bir hayli düşündürerek çuvallamasını sağlıyordu. Böylece, bütün keyfî uygulamalar bir bir kaldırılmıştı. Faik Hoca, özellikle Z i y a ' n ı n i d a m edilmemesi için tek b a s m a kahra­ m a n c a savaşmıştı. Devrimcilerin yargılanmasında h u k u k yoluyla verilen savaşta o n u n onurlu mücadelesi anılarımızın baş köşesin­ de yer almalıdır. (Hakkında bu kitapta v e ayrı bir yazıda söz edi­ lecektir.) Z i y a ' l a r bu gösterişsiz, sakin, hattâ çelimsiz avukatın yüreğindeki k o r ' u duruşmalarda kavramış v e onu çok sevmişti. H e l e M a ­ hir ile Ulaş, "bize böyle bir avukat kazandırdığın için çok sevinç­ liyiz. Faik H o c a çok yaman bir a d a m çıktı. N e d e n daha ö n c e ta­ n ı ş m a d ı k ? " d e m e k t e n kendilerini a l a m ı y o r d u . . . Ziya ile bir d e tatsız anımız vardır; onu da y a z m a k zorunda­ yım. Bizim davanın tek tutuklusu olarak beni de tahliye etmişler­ di. Kaçma, olayından s o m a T H K P - C hareketi ilk v e önemli bir ayrışmaya başlamıştı. Taraflar bu p r o b l e m üzerine çeşitli temas­ lar yapmaktaydı. M a h i r ' l e r A n k a r a ' y a gitmiş, Ziya ile Ulaş İstan­ b u l ' d a kalmıştı. Yusuf K ü p e l i ' n i n T H K P - C hareketine yönelttiği yazılı eleştiriyi o k u m a k istiyordum. (Bu güne kadar d a o k u y a m a dım). Talepleri üzerine Yusuf'larla g ö r ü ş m e m i Mustafa Baykara sağlamıştı. Yusuf'larla seviyeli ve ilkesel bir görüşme y a p a c a ğ ı m ı sanı­ yordum. Spekülasyonların dışında yönelttikleri eleştirileri doğru­ dan kendi ağızlarından dinlemek d u r u m u n d a y d ı m . Saklandıkları ev sözde illegaldi. Fakat zile basıp içeri girip çıkanların haddi he­ sabı yoktu. Bir ara aralarındaki bütün köprüleri attıklarını söyle­ dikleri arkadaşlarından Ulaş ile Z i y a ' n ı n d a geldiği bir evdi bura­ sı. İlkin onların d a çağrılı o l d u ğ u m eve gelebileceklerini sanma­ dığım için, s o m a d a peruklu ve değişik kıyafette e v e geldiklerin­ den kendilerini tanıyamamıştım. Tanısaydım da Yusuf'lara söyle­ diklerimi aynen onlara da söyler ve oradan ayrılırdım:



126



-Bu n e biçim' gizli örgüt evidir, kapısı r a n d e v u evi gibi; zile basan içeri giriyor? Böyle ciddiyetsiz ilişkiler içinde yapılacak v e tartışılacak birşey de yoktur! O d ö n e m d e , Ziya ve U l a ş ' l a böyle bir karşılaşmayı g ü n d e m i ­ me almamıştım. Yusuf'larla d a k o n u ş m a n ı n bir a n l a m ı v e önemi bulunmuyordu; benim taraf o l m a d ı ğ ı m bu tür acılı k a b u k değiş­ melerde y a p a c a ğ ı m bir şey d e kalmamıştı. Ç o k g e ç m e d e n yeni­ den cezaevine girdik. A r a d a n epey z a m a n geçmişti. Af K a n u n u çıkınca, birinci sanığı Ziya, ikinci sanığı ben o l m a k üzere 3 0 ' a yakın kişiyle bir vitrin d a v a d a birlikte y a r g ı l a n m a y a başlanmışdik. Ayrı cezaevlerinden getiriliyorduk duruşmalara. Onunla bu davada kucaklaştık, televizyonlarda filmlerimiz oynatılmıştı... Z i y a ' n ı n idamını ö n l e m e k için bütün d e v r i m c i kadrolar tara­ fından, başta da Faik H o c a o l m a k üzere b ü y ü k bir k a m p a n y a açıl­ mıştı. Ziya, iç dinamiğin v e demokratik güçlerin kararlı m ü c a d e ­ lesiyle i d a m d a n kıl payı kurtulmuştu. Bir zamanların gençlik hareketlerinin önderlerinin deneylerini yeni kuşaklara aktarmasını v e hakedilen bu önderliğin onlarca üstlenilmesini n e kadar özler olmuştuk. O y s a kaliteli önderler katledilerek saflardan ayrıldıktan s o m a bu önderlikler onu asla h a k e t m e y e n l e r c e üstlenilmeye çalışılmıştı! Devrimci Hareket adına, gerek ideolojik-teorik d o n a n ı m olarak, g e r e k s e siyasî kim­ lik v e kişilik olarak hiçbir özelliği olmayan k i m s e l e r öne çıkmış ya d a çıkarılmıştı... Devrimci gençliğin toplumsal mirası da tıp­ kı işçi sınıfı hareketinin mirası gibi, çirkin mirasyedi yöntemle­ riyle h a r c a n m a y a başlatılacak v e bu yoldaki sömürüler katmerleşecekti... Böyle bir d ö n e m i n yolunun açılmasında h e p i m i z kusurlu v e suçluyuz. Cezaevindeki arkadaşlar gerçek hayattan soyutlanmış­ tı. Dışardaki gerçek kadrolar ise sağ v e " s o l " oportünizmin yeni­ den işbaşı y a p m a s ı n ı önleyememişti. 12 Mart 1971'in g ü n d e m e getirdiği problemlere ç ö z ü m yöntemleri aranırken, yaşanılan acı­ ların ve geçirilen önemli deneylerin adı k o n u l m a d a n , bu süreçte­ ki birikimin ıskatına oturanlar çoğalmıştı. İçerideki militan kad­ rolarla militanca değil, esnafça ilişkiler kurulmaktaydı. İğrenç ka­ saba siyaset anlayışıyla bu kadrolara yaklaşıldığını gördükçe, bi127



ze de bu türden niyetlerden uzak d u r m a k görevi düşüyordu. Bu durumda g e ç m i ş i n sömürüsü g ü n d e m e getiriliyordu. G e ç m i ş t e k mücadelemiz sömürüye açıktı. H e s a p l a ş m a k ve ders çıkarmak g ü n d e m d e n ustaca kaçırılmıştı... İçerdeki militanlarla ilişkilerini temiz v e ilkelere dayalı olarali kurmayı v e sürdürmeyi düşünen sınıf bilinçli kadrolar, bu duyar­ lı davranışlarından ötürü çirkin spekülasyonların ç a m u r u n d a bo­ ğ u m a getirilmek istenmiştir. Ziya Y ı l m a z , T H K P - C çizgisini, n e cezaevinde v e n e d e dışa­ rıda koruyabildi. L a z İsmail'in " T K P " idealizasyonu onu d a Ay­ dın E n g i n ' i n diplomasisiyle y ö r ü n g e y e sokmuştu (Birbirlerini hiç, sevmeyen v e haklarında çok önemli v e ağır suçlamalarda bulu­ nanlar, geçmişlerine b a k m a d a n , ayaklarının tozuyla hemencecik " T K P " l i oluveriyordu! "Yumurtaya can veren Allahım, nelere ka­ dirdi!" Halkımızın bu özdeyişi "ilerlemeci," siyasete giren ve orada c e m olan Ziya, Yusuf Küpeli, M . Baykara için son derece ilginçti!..). Z i y a burada d a u z u n boylu durmadı. Bir ç o k siyas' zig-zag çizdikten s o m a k a b u ğ u n a çekildi; n e T H K P - C , n e de " T K P " h a k k ı n d a k a y d a değer bir eleştiri yazabildi... Kendisiyle b u süreci tartışacak bir fırsatı n e o aradı, n e de biz b u ihtiyacı duy­ duk...



128



CİHAN ALPTEKİN



T H K O I D a v a s ı sanıklarından C i h a n ' ı dışardayken d e tanı­ maktaydım. Bir d ö n e m D e n i z ' l e r l e hapis yatıp çıktıktan s o m a bi­ zim işçi kentinde saklanıyordu. Saçları kesildiğinden o n u asker­ den yeni terhis olmuş bir onbaşıya benzetenlerimiz vardı aramız­ da. Oysa, kıvır kıvır ve gür saçlarıyla tanınırdı Cihan. Sanırım o, işçi kentimizdeyken ilk kez ü r e t i m d e k i insanlarla tanışıyordu. Bu insanlar n e cezaevindeki l ü m p e n l e r e n e de Üniversite kantinlerindeki "hayta"lara benziyordu. C i h a n işçilerle oldukça iyi anlaşa­ rak, onların dostlukları arasında erimiş v e kaynaşmıştı. O günler, C i h a n ' ı n en mutlu günleriydi. Cihan, cezevinde de işçilerle o l a n arkadaşlığını ç o k temiz tut­ muştu, Karadeniz insanının c a n a yakın sıcaklığıyla cezaevinin anılan v e çok sevilenlerindendi. A ğ z ı dolu dolu k o n u ş u r v e dinle­ mesini severdi. Militanları sever, sayardı. D e v r i m c i kadroların bölük p ö r ç ü k d u r u m u n a içerler, b u n u n sebeplerim araştırırdı. Arada bir eskileri suçlardı: " B i z e ç o k kötü bir miras bıraktılar... B u tortuları nasıl, hangi y ö n t e m l e aşacağız? A ş a b i l e c e k miyiz? İşte bu cezaevindeki b i l e ş i m i m i z . . . B u m a l z e m e y l e n e r e y e vara­ biliriz? Birimiz bir hata yapsa, h e m e n o saat k ı y a m e t k o p a r . . . " derdi. Bütün içtenliğiyle d e v r i m c i hareketimizin geçmişini bilen­ lerden dinlemeyi, dinlerken d e soru sormasını ç o k severdi. C i h a n ' ı n cezaevi deneyi d a h a e s k i olduğundan, bu k o n u d a da­ h a toy arkadaşlarının kusurlarını g ö r m e z ve onları eleştirirken in­ citmezdi. Çevresindeki arkadaşlarına soracak olsanız d a i m a aynı cevabı alırdınız; "Cihan bizim h e r şeyimiz, anamız, b a b a m ı z , yolPortreler F/9



129



daşımızdır." B u tanımda bir abartma yoktu. Gerçekten d e Cihan cezaevindeki kadroları birbirinden ayırmaz, herkesin sorunlarıyla ilgilenir, derdine çare bulurdu. O n u n yanında gençler kendilerini güvenli hissederdi. Y ü k s e k morali ve direnme gücüyle ağırlığını duyururdu. C i h a n silahla b ü y ü m ü ş , korkusuz biriydi. Gençler, özellikle d e Cihan'ların koğuşundakiler coşkulu, ele avuca sığmaz, hayat v e k a v g a dolu insanlardı. B ö y l e bir koğuşta kalmak her babayiğidin harcı değildi. Sinirleri sağlam olmayan­ lar gençlerin şakalarına katlanamazdı; arı kovanı gibi hareketli ve içice açılan bu k o ğ u ş u n ilginç trafiğinde bocalar dururdu. Cihan kimseyi d o ğ r u d a n eleştirmezdi; yapılması gerekenleri d e bizzat kendisi yaparak öğretme yolunu seçerdi. Cihan, her sabah 0 5 ' d e kalkar, üstüne basma dikkat etmeyen, temizlik kurallarını g ö z e t m e y e n bütün arkadaşların, sadece ken­ disiyle yargılananlarınkini değil, hepsinin kirli çamaşırlarını, dö­ küntülerini, eşofmanlarını, çoraplarını, donlarım tek t e k yıkar ve ipe asardı. Y ı k a n a n çamaşırlar k u r u y a dursunlar o her zamanki penceresinden uzaktaki tepeleri gözetlerdi. G ü n ü n her saatinde rasat m e m u r u gibi sektirmeden gözetlediği yolları bir bir not eder ve planlar yapardı. O n u rasat işinde görenler sanırdı k i , bir atma­ ca yüksekten yerdeki avını kolluyor. Yeşilimsi gözleriyle n e de güzel bakardı; gülünce taze bir kır çiçeği gibi açardı gözleri. O, b ü y ü k k a ç m a projesinin Tahsin C i n e m r e ile beraber tek mi­ marıydı; bu y ü z d e n herkesle fazla y ü z g ö z olmaz kaldığı koğuşa olur olmaz, kimseleri almazdı. B u k o ğ u ş a pencere gibi bir yerden atlamadan g i r m e n i n imkânı yoktu. B u giriş yerinin üzerinde da­ i m a bir battaniye asılı durur v e adeta bir kapı görevi yapardı. Ci­ h a n bu k ü ç ü c ü k koğuşta güvenilir v e dikkati ç e k m e y e c e k kişile­ rin yatmasmı sağlamıştı. Kendisi tünel işinde gece işçisiydi. Gün­ düzleri d e u y u m a z , boyuna kitap okurdu. K o ğ u ş u n a her gittiğim­ d e onu elinde bir kitapla yakalardım, h e m e n yerinden doğrulur, tanel işçiliğindeki a k ş a m vardiyasının verimini gülüşleriyle açık­ lar. K a ç m a p l a n ı m ayrıntılı anlatırdı. Sır dolu tünelin, giriş kapısı onun yatağının h e m e n a l t o d a y d ı . Cihan'ların k a ç m a planı v e aylarca süren vardiya çalışmaları­ nı cezaevinde sayıları çok sınırlı kimseler bilmekteydi. Ağır işçi130



ye ihtiyaç olmasaydı, bu olayı bir a v u ç insan dışında hiçkimse öğ­ renemeyecekti. Bu k a ç m a olayının canlı kahramanları tünel a ç m a işinde sıhhatlerini kaybedercesine çalışıyordu. Aralarında bu gün yaşayanların eğer ciğerleri b o z u k s a , sanıyorum bu ağır işçilikten ötürü arızalanmıştı. K a ç m a olayı kendilerinden saklı tutulan b a z ı arkadaşlar bun­ dan eziklik d u y d u ğ u n u daha s o m a l a r ı ifade etmişlerdi... Cihan k a ç m a olayının ötesinde, yani bu iş başarıya ulaştıktan sonra yapılacak eylemler k o n u s u n d a açık bir fikir ileri süremiyordu. Ç o k sevdiği arkadaşlarını k u r t a r m a k uğruna kafesindeki m a n ­ gal kadar b ü y ü k yüreğiyle o h e r y o l a vardı. Kendisini bu yürekle varılacak bütün hedeflere u l a ş m a y a v e v u r u ş m a y a adamıştı. Dev­ rimci d a y a n ı ş m a v e "ahde-vefa" d u y g u s u onda d a ç o k gelişmişti. Bu devrimci dayanışma d u y g u s u aslmda, saygı d u y u l a c a k bir er­ demlilikti. Y ü k s e k bir ahlâkın ifadesiydi. Ayrıca, bu nitelikler çok az sayıdaki gençlerde biçimlenen niteliklerdi. G ö r ü ş m e günleri, bazen b i z i m A K o ğ u ş u n a geçer v e bazı gö­ rüşmelerini buradan yapardı. Yakınlarından özellikle m e m l e k e ­ tinden gelen yiyeceklerin ç o ğ u n u bizim işçi k o ğ u ş u n a bırakırdı: "En yoksul k o m ü n burası, dışarıdan gelenler öncelikle bu koğu­ şun hakkı, b i z d e herşey bol... Ayrıca, Basri Usta hasta, o n a iyi ba­ kın..." D i y e r e k tok gözlü v e özverili olduğunu d a i m a gösterirdi. C i h a n ' ı n b a b a s m m r a d y o d a y a p m a k zorunda kaldığı ç a ğ n ' d a n dolayı asla üzülmezdi; Karadeniz şivesiyle, " O ğ l u m C i h a n ! " diye başlayan bir çağrıyı hatırlatanlara bektaşi babacanlığıyla gülüp geçerdi. " N e y l e s i n fukara peder, adamcağızı ç o k zorlamışlar..." diyerek i d a m ı istenen bir gencin a n a v e babasınm yüreğinden ge­ çenleri anar, onlar adma ü z ü n t ü s ü n ü gizleyemezdi. C i h a n ' ı n ya­ kınları geldiğinde d e onları olağanüstü bir sevgi v e y ü k s e k moral­ le karşılamasını bilir, umutlandırır v e uğurlardı. B u tür yakınları olanların yüreklerinden geçenleri doğru olarak okuyan, okuyabi­ len çok az sayıda insan tanıyoruz... C i h a n ' a : " Ş u C H P İstanbul İl Kongresinde D e v - G e n ç ' i n Or­ han K a b i b a y ' l a olan ilişkisinin içyüzünü bize anlatsana" diye sor­ duğumda:



131



-Bilmez misin ağabey, öyle bir memlekette yaşıyoruz ki, her­ kes gençliğin sırtından post ç ı k a r m a y a kalkmış, at izi it izine ka­ rışmış, bizi tuzağa düşürdüler, D e v - G e n ç ' i n adını kullanıp bir provokasyonu denediler. -Bunu farkedemediniz mi? -Bize yanlış bir istihbarat verdiler, türkçesi kullandılar, bu bi­ zim en b ü y ü k ayıbımızdır. B i z i m C H P kongresine g i t m e m i z b o k yemenin arapçasıydı... Cihan doğruları yüreklice tartışmaktan k a ç m a z d ı . D u r u ş m a ­ larda da kavgacıydı, yenilir yutulur bir y e m değildi. O n u r u n u k o ­ rumasını, inançlarını savunmasını da bilirdi. Birlikte yargılandığı arkadaşlarının bütün sorumluluğunu üzerine almıştı; birlikte yola çıktıkları bu girdaptan onların d a h a az zararlı çıkması için kendi­ sini feda e t m e k yürekliliğini d a i m a göstermişti. O n a yakışan tavır d a buydu. Cihan, cuntacıların gerçek niyetlerini içeride d a h a iyi anlamı­ şa benziyordu. Yaşasaydı T H K Ö ' n u n perde arkası ilişkilerini mutlaka açıklar, g e n ç kuşaklara karşı olan kaçınılmaz görevini yerinde getirirdi. Bir militandan başka türlüsünü b e k l e m e k aklı­ m ı n almayacağı bir şeydi. T H K Ö ' n u n eylemleri hakkında kendisine: -Cihan, bazı arkadaşlarınızın ifadeleri, Deniz'lerin eylemleri v e Nurhak dağları serüveni insanın aklına ister istemez bazı şüp­ heleri getiriyor. B u şüpheleri doğrulayan bazı ipuçları diğer dava dosyalarında d a g ö z e çarpıyor. İşin içinde v e sorumlu biri olarak bu şüphelerimize karşı nasıl bir y o r u m yapmaktasın? -Davalar sürüyor, tutuklamalar d e v a m ediyor, bu a ş a m a d a bil­ m e m ki neler söylemeli? İlerde konuşsak daha yerinde o l m a z mı? -Her şey açık, buraya gelen her k a d r o n u n gizlisi saklısı kaldı mı? -Doğru k a l m a d ı , çok şükür, ana babamızdan d a h a fazla bizle­ ri tanıdılar... -Cihan, sen h i ç hayatta geri zekalı v e ebleh devrimciye rastla­ dın mı? Ya d a o k u d u ğ u n kitaplarda böyle tipler g ö r d ü n m ü ? 132



- Ş a k a y ı bırak böyle aptalca birşey olur m u ? -Şaka d e ğ i l , ciddî k o n u ş u y o r u m . Militan karakterli b ü t ü n dev­ rimcileri u z a k t a n yakından bütün nitelikleriyle tanıyorum. Seni ise daha ç o k y a k ı n d a n tanımak fırsatını buldum. İ z m i t ' t e bulun­ dun; ö t e k i gençlere göre daha fazla işçi sınıfı ile ilişkilerin oldu. Kökenin i t i b a r ı y l a t a m bir e m e k ç i halk çocuğusun. Bir çoğunuz gibi z e k i v e yeteneklisin. İçinizde aptal a d a m a rastgelinmiyor. Gençliği, C H P İl Kongresinde o l d u ğ u gibi, k u l l a n m a k isteyen bi­ rileri o l a m a z m ı ? 9 Mart M u h t ı r a s ı ' n ı hazırlayanlar gençliğe n e gibi bir r o l d ü ş ü n m ü ş olabilirler? - T H K O b i z i m bağımsız irademizle kuruldu. H a k k ı m ı z d a dü­ şündüğün t e m i z düşüncelere teşekkür etmek ihtiyacını dahi duy­ m u y o r u m ; gerçekten arkadaşlarımız anlattığın gibidirler. Onları sınayıp, d e n e d i k . Bizim dışımızda gençliğe ve o n u n vurucu kad­ rosu olan T H K O v e T H K P - C ' y e cuntacılar bazı roller d ü ş ü n m ü ş , tasarlamış olabilirler. Bizim eylemlerimizde aksilik v e aptallıklar olduğu d o ğ r u d u r . A m a cuntacıların göz kırpmasıyla işe girişildiği y o l u n d a k i çağrışımların gerçekle bir ilişkisi yoktur. Türkiye k ı ­ pır kıpır k a y n ı y o r d u ; hangi cunta komployla işbaşı yapsaydı, biz gene k a n ı m ı z ı akıtacaktık. O n l a r d a n bize iletilen hiçbir istihbarat yoktur. B i z d e varlığımızı ilkin onlara duyurmadık. Varlığımızı sadece k a r d e ş örgütlere bildirdik; koyacağımız eylemlerin çakış­ m a m a s ı i ç i n diyalogu geliştirdik; devrimci kardeşlik d u y g u s u n u daima k o r u d u k . Bizi ancak devrimciler eleştirebilir. Onların b u n a hakkı vardır. A m a sağ teslimiyetçi oportünizm, b ü t ü n devrimci s ı ç r a m a l a r d a bir bit yeniği arar; bu onların ş a ş m a z niteliğidir. T H K O ' n u n m u t l a k a eleştirilecek yanları vardır. D e v r i m c i eleştiri y ö n e t e n l e r i seviyoruz. Biliyorsunuz T H K P - C ' n i n İsrail Konsolo­ sunu k a ç ı r m a eylemini biz d e planlamıştık; sadece onu değil, İran v b . gibi d a h a onlarca eylemi iki örgüt d e ayrı ayrı düşünmüştü. - T H K O ' d a n sonra aynı y a d a biraz değişik bir yapıyla ortaya çıkan T H K P - C hakkındaki görüşlerin? - T H K O ' n u n çıkışından s o m a T H K P - C ' y e e y l e m k o y m a k , ör­ güt k u r m a k v e bu yolda " y a r ı ş m a k " yerine devrimci hareketi bü­ t ü n l e ş t i r m e k düşerdi; bu gerçekleşmedi v e iş e y l e m yarışına kay­ dı. Biz b u a ç ı d a n T H K P - C ' l i arkadaşlarımızı eleştiriyoruz. Fakat



133



biz kardeş örgütler sayılırız. 12 Mart faşizminin getirdiği yenilgi ortamında biz bir araya geldik. Şimdi T H K O v e T H K P - C bir bü­ tünleşme süreci yaşamaktadır. Bu cezaevinin delinmesi devrimci eylemini T H K O hazırlasa da, biz bu zenginliğimizi T H K P - C ile paylaşacak kadar devrimciyiz. B u ortak eylemimiz de hakkımız­ d a söylenenleri kanıtlayacaktır. B ö y l e bir süreç yaşanırken farklı­ lıklarımızı ö n e çıkarmak doğru olmayacaktır. Şu a ş a m a d a bu ko­ nuları a n m a k dahi istemiyoruz. Ayrıca, b u n a gerek de yoktur. Önemli olan birlikte yol alınmasıdır. Devrimci gençlik v e halkı­ mız içinden çıkan T H K O hizayı b o z m a m a y a özen gösteren bir yapıya sahiptir. B i z e göre tek hizipçi a k ı m P D A hareketidir. On­ ların n e y a p m a k istediği de b ü y ü k ölçüde açığa çıkmıştır; yarın daha d a çıkacaktır. Cezaevi sakinleri olarak bizler-hepimiz, T H K O v e T H K P - C üzerine doğru, d o ğ r u y a yalan bir eleştiri v e değerlendirme yapa­ cak bilgilere sahip değildik. Genel v e iyimser bir tavırla bu örgüt­ lenmeler içinde bulunan her devrimci öze sahipleniyor; Bilimsel Sosyalizmin ülkenin özgün y a p ı ş m a ters düşen, işçi sınıfı hareke­ tiyle sosyalist hareketimizin bütünleşmesine katkı getirmeyen yo­ r u m v e akımları eleştiriyorduk. A n l a t m a y a çalıştığım gibi dev­ rimci gençlerle uygarca, gürültüsüz patırtısız olarak h e m e n he­ m e n her k o n u y u ç o k rahat ve dürüstlükle tartışabiliyorduk. Ara­ mızda bu türden diyalog ve tartışmalara sinirlenip bozulan kim­ seler p e k çıkmıyordu. Ne var ki, aradan epeyce bir z a m a n geçti, T H K O ve T H K P - C gibi örgütlenmelerin pratikte sergilediği yan­ lışlıklar d a h a fazla somutlandı; işte b u süreçte küçükburjuvazinin umutsuz, ufuksuz davranışları d a b o y v e r m e y e başlamıştı. Ceza­ evinde e n içten, v e temiz diyaloglar yerini çeşitli pisliklere bırak­ mıştı. Lumpenlik, pusu kurma, ihbarcılık, ihanet, döneklik, çok yönlü spekülasyonlar çirkef gibi ortalığa salınmıştı. Devrimci gençlerin ö n d e gelen militan kadroları içerde v e dışarda katledil­ dikten s o m a ise, onların yerine soyunan çapsız "hayta'Tar cezaevi yaşamını çekilmez bir duruma sokmuştu. Cuntacılarla ilgili dava dosyalarındaki malzemeleri okuyunca, T ü r k i y e ' n i n devrimci ve sosyalist solunun içine giren v e sokulan kadroları d a h a iyi tanımak v e değerlendirmek olanağına kavuş134



muştuk. D a h a önceleri devrimci sezgilerimizle y a k a l a m a y a çalış­ tığımız bazı ipuçlarını yakaladıkça, 12 Mart faşizmini karşılayan bizim cenahın teorik/pratik d o n a n ı m ı ile karşımızdakilerinin d o ­ nanımını d a h a iyi anlamaya çalışmıştık. Elbette bu yenilginin te­ mel nedenlerini de... Yaşayan devrimci kadroların bilgileri, tanık­ lıkları, bu malzemelerle birleştirilince ortaya h e m ilginç h e m de net bir tablo çıkmıştı. Bu tablonun öğrettiği birinci d e r s : Burjuva­ zinin krizini aşacak, karşı-devrimin baskı ve terörünü göğüsleyebilecek ciddî bir İşçi Sınıfı Partisi yoktu. Ayrıca, bu boşluğu dol­ durmak niyetiyle ortaya çıkan-çıkarılan örgütlenmeler sosyal mu­ halefeti örgütleyip yönetip-yönlendirecek teori/pratik yetenekten yoksundu. İkincisi: Tekelci sermayenin g ü n d e m i n i yeterince bil­ m e y e n devrimci ve sosyalist kadrolar araşma azılı kariyeristler, çeşitli serüvenciler, kimliği tartışmalı meçhul a d a m l a r v e nitelik­ siz küçükburjuva "sol"lar sızmıştı-hakimdi. G e n e ayrıca, 27 M a ­ yıs türünden bir kalkışmayla iktidara geleceğini sanan " C u n t a " örgütleri, tasarladıkları " D a r b e " d e , Devrimci gençliği m a n i p ü l e edebilecek v e bazı önemli hedeflerin ele geçirilmesini gençliğin vurucu g ü c ü n d e n yararlanarak gerçekleştirebilecek niyetler yete­ rince aydınlanmıştı. Özellikle " C u n t a " davası sanıklarının MİT, polis v e Kontr-Gerilla'da a l m a n ifadeleri bunu doğrulamaktaydı. Devrimci gençler arasında kılı k ı r k yararcasına değerlendirme yapan, harekete yönelttiği eleştirilerle kişi, grup v e örgütlerin k o ­ n u m u n u duygusallıkla k o r u m a d a n tartışanlar da vardı; savunanlar da... Hareketin bilimsel bir değerlendirmesini y a p m a k hepimizin göreviydi. B u türden bir görevin gerçekleştirilmesi yolunda bize de neleri yaptığımız sorulmalıdır. K ı s a c a d a olsa b u vesileyle şun­ ları belgelemek istiyorum: -Bazı avukat arkadaşlarla (T.A. v e T.İ.) 12 Mart 1 9 7 1 ' i n bütün dava dosyalarını dışarı çıkarıp arşivlenmesini sağlamıştık. Bir ta­ k ı m dosya d a başka bir avukat (C.E.) taydı. Bu belgelerin fotoko­ pi giderleriyle öteki " c e r e m e l e r i n i " de bizler çekmiştik. Bu mal­ zemeleri ilerde gereği gibi değerlendirecektik; dışarı u l a ş ü r m a k için giriştiğimiz çabanın a m a c ı buydu. Ayrıca, 12 Mart kırımın­ dan nasibini alıp d a yaşayanların (E.Kürkçü vb.), b u k o n u d a bir 135



soramluluk anlayışıyla görevlerini yerine getireceklerini, en azın­ dan T H K O v e T H K P - C ' n i n örgütlenmesindeki perde arkası geliş­ meleri, girişilen eylemlerin çok yönlü tartışılmasını, örgüte giren­ lerin polis, işkence, sorgu, m a h k e m e deneyleriyle cezaevi yaşan­ tılarının irdelenmesini, bilinmeyen konuları yazmalarını ısrarla g ü n d e m e getirdik. Böylelikle işçi sınıfı ve e m e k ç i halklarımızı kucaklamayan, sınıf yörüngesinden ustaca kaydırılan bir "dev­ rimci" hareketin dışarıya akan şah damarını onararak, " b o ş u n a tü­ ten d u m a n l a r " misali, b o ş a akıtılan bir kanı durdurmalarını ve bu doğrultuda n e biliyorlarsa yazıya dökmelerini istiyor v e bekliyor­ duk. (Biz, bu yolda kendi p a y ı m ı z a ve bu çabalara d ö n ü k örnek bir başlangıç o l m a k üzere: "ݧçi Sınıfı Sendikalar ve 15-16 Hazi­ ran" ile ilgili bir kitabı üretmiş, dışımızdaki kadrolardan eleştirel katkılar beklemiştik.) Kimi avukat arkadaşların bizim binbir niyetlerle hazırladığı­ mız bu değerli malzemelerin üzerine birer mirasyedi gibi otur­ duklarını gördük. Ülkedeki siyasal parselasyona u y g u n birer "ka­ riyere" k a v u ş u n c a "eski arkadaşlıklar" katır çifteleriyle tepilmişti!.. Oysa devrimcilerin arşiv m a l z e m e s i , bütün devrimcilerin ma­ lıydı; kişilerin değil. Hele bu malzemeleri değerlendirmeyip ona ruh katmayanların hiç değil!.. B u malzemeleri n e kendileri n e de başkalarının yararlanmasına verdiler bu avukatlar. Bizim bu türden bir girişimin üzerinde o l d u ğ u m u z u öğrenen kimi "hayta'Tar karanlık güçlerle ilişkiye girerek bazı avukatların arşivini ortadan kaldırmak yolunda kirli işlere d e kalkmıştı. Çün­ kü "pandora k u t u s u " n u n açılması b a z ı oyunları b ü y ü k ölçüde bo­ zacak, maskeli provokatörler, harekete sızan ajanlar açığa vurula­ caktı; bu da, yetenekli genç arkadaşların bilinçlenmesine katkı getirecekti. B u türden politik açığa v u r m a çabaları, küçükburjuva "soF'lann fanatik, inkarcı v e m a s k e c i rollerini aza indirecek, dev­ rimci saflarda ç o k ç a görülen zaaflardan arınılması sürecine yar­ dımcı olacaktı. Küçükburjuva "sol"culuğunun devrimci saflardaki tahribatını aza indirme y o l u n d a bazı gençler ise (Y.Küpeli v e N . T ö r e n ) , otu­ rup bilimsel olarak eser vereceğine, ucuz yöntemlere b a ş v u r m u ş ­ tu. T H K O v e T H K P - C örgütlenmesinde rol alıp çeşitli eylemlere 136



katıldıktan, bu arada cezaevi ile tanıştıktan sonra, gençlik temeli­ ne dayalı b u örgütlenmelerin yalnızca yanlışını, "provokatif' yan­ larını söylerken, nasıl olması gerektiği k o n u s u n u söyleyip-yazmayan, kadroları bu k o n u d a i k n a ederek k a z a n m a yöntemini seçemeyen bu arkadaşlar, Uğur M u m c u gibi tartışmalı ilişkilere gir­ m e d e " y e t e n e k l i " bir eski "cuntacı"yı bulmuştu. C e z a e v i n e çağrı­ lan Bay M u m c u bu kimselerce yönlendirilmişti. O n u n süzgecine m a l z e m e vermeyi, bağımsız eser üretmekten ç o k d a h a üstün tu­ tanlar, T H K O v e T H K P - C v b . örgütlemeler v e girişilen eylemle­ ri h a k k ı n d a birilerine a h k â m k e s m e fırsatı vermişti. Bilimselliği çarpıtan B a y M u m c u ve ünlü eseri, Tarihi T K P adına naylon k o ­ münist örgüt kuran "ilerlemeci" baylara v e C H P ' n i n n e sosyal n e de d e m o k r a t olan politikasına destek sunulmasına yardımcı ol­ muştu. Ö n ü arkası belli o l m a y a n ilişkilerle devrimcilerin kullanıp değerlendireceği bir m a l z e m e n i n U ğ u r M u m c u gibilerine sunul­ masıyla, onlara pas verilmiş, M u m c u da devrimcilerin kalesine bu p a s l a n atmakta bayağı beceri göstermişti!... D e v r i m c i gençlerin temel alındığı örgütlenmeler hakkında bi­ limsel v e doğru bir yargıya v a r m a k isteyenler, 12 M a r t 1971'lerin bütün d a v a dosyalarım, O r h a n K a b i b a y ' ı n ilişkilerini, özellikle de " B o m b a Davası"ndaki sanık ifadelerinden Celil Gürkan, İrfan Solmazer, N u m a n Esin, Talat Turhan, D r . M e m d u h Eren, Rafet Kaplangı, Muzaffer Yılmaz, A d n a n Çakmak, Salim Yavuz vd. Te­ rinin ifadelerini mutlaka o k u m a s ı gerekecektir. B u türden ifadele­ rin bir b ö l ü m ü işkence y ö n t e m i y l e alınmış olsa da, devrimci gençliğimize cuntaların çeteleşen "iktidar" k a v g a s ı n d a nasıl bir "kefen" biçildiğini görebiliriz. C i h a n ' l a r ı n düşünsel evrimini yansıtması açısından şu anıyı da y a z m a k gerekiyor: B ü t ü n T H K O sanıklarının aynı doğrultuda bir " K e m a l i z m " anlayışı vardı. "Ulusal Kurtuluş Mücadelesi", onlara göre, İngiliz emperyalizmine karşıydı. R e s m î devlet ideolojisi v e tarih anlayı­ şı dışında, bilimsel ve sınıfsal bir tarih anlayışına sahip değiller­ di. B u k o n u d a , bilimselliği tartışmalı olsa da, birer zihin talimi açısından oldukça ilginç yönelişlere de rastlanıyordu. Özellikle Türkiye üzerine kafa y o r m u ş Dr.H.Kıvılcımlı, Mustafa Akdağ,



137



îdris Küçükömer, K e m a l Tahir vb.lerinin kendi uzmanlık alanına giren değerlendirmeleri cezaevinde de tartışma konusuydu. Bu yazarların eserleri, yarım doğrulara değinmekle birlikte, marksist y ö n t e m l e k a l e m e alınmamıştı: doğallıkla senteze u l a ş m a m ı ş , tar­ tışılmamış tezlerden oluşuyordu. Cihan'lar, " K e m a l i z m " i n bir ideoloji olmadığını, M . K e m a l ' i n "İngiliz ajanı" olduğu ve ortada bir "Ulusal Kurtuluş Savaşı"nın b u l u n m a d ı ğ m ı ileri sürmeye yönelen tartışmacılardan H a r u n Ka­ radeniz, Cihan Ş e n o ğ u z ve Aydın E n g i n ' l e r i n bu türden eleştirile­ ri karşısında devrimci esneklik v e bilimsel kuşku yerine, kestirme yöntemlere baş vuruyordu: " B e n burada M . K e m â l aleyhine söz söyletmem!..." vbg. nitelemelere kadar vardırılıyordu, Türki­ y e ' n i n yapısal değerlendirmeleri ve tarih tezi tartışmaları... Gençlerin bağımsız ve özgür bir tarih v e smıf bilinci kazana­ bilmesinin m a d d i zemini olmayan bu türden tartışmalarda k a b a g ü c e başvurma eğilimlerinin filizlendiğine de rastlanırdı.



138



ÖMERAYNA



Ö m e r ' l e arkadaşlığımız I. Ş u b e ' d e n başladı. B u arkadaşlık, Ö m e r ' i n A K o ğ u ş u ' n a gelişinde d e sürmüştü... K. Maltepe C e z a e v i n d e k o ğ u ş u n kapısı açılınca Ö m e r ' l e kar­ şılaşmak n e güzel bir rastlantıydı; bizim koğuşta b e n d e n başka ta­ nıdığı bir arkadaşı yoktu. C e z a e v i n d e şaşmaz bir gelenek vardı; koğuşa yeni biri gelince, temsilci y e n i geleni karşılar, gerekli bil­ giler edinilir ve o k i m s e y e kimliğine uygun bir t u t u m takındırdı. Ömer, ilkin çevresinde tanıdık bir çehre aramış, beni bile güç­ lükle tanımıştı; " g e ç m i ş olsun Ömer, hoş g e l d i n " diye elimi uza­ tınca b o y n u m a sarılmış u z u n süre bir insana olan hasretini kolla­ rını ç ö z m e d e n g i d e r m e y e çalışmıştı, gözleri nemliydi. Aylardır Ö m e r ' e yapılan z u l ü m v e h a k a r e t ç o k az insana yapılmıştı. K o ğ u ş u m u z u n y e n i sakinini arkadaşlara tanıttım. Şevki Usta işini bırakıp k o ş m u ş t u ; o d a e n c a n d a n hasretiyle Ö m e r ' i kucak­ lamıştı. Şevki U s t a kucakladığı dostlarım ö p m e z , koklardı; h e m d e nefesini içine ç e k e çeke... Ömer, S e l i m i y e ' y e getirilince, M a h i r ' i n d e kaldığı o ünlü tuva­ letin yanındaki hücrede k a b u l görmüştü. Hücrenin kapısı açık tu­ tularak ç o c u k c a ğ ı z gelip geçenlere teşhir edilmiş v e böylece aşa­ ğılanmak istenmişti. Hücresinin ortasına, betona bir ot yatak kon­ m u ş , gündüzleri ayakları yerde çömelmiş olarak oturtulmaya zor­ lanmıştı. H e m d e elleri ve ayakları zincire bağlı olarak. Hücresin­ de gezip dolaşması yasaktı. S a d e c e yat emri verilince yatağına uzanabiliyordu; bir de tuvalette v e y e m e k yerken bazı serbestlik139



ler tanınıyordu. Hücresinin kapısında d a i m a süngüleri takılı iki muhafız er bulunuyordu. Onun böyle özel bir işleme tabî tutulması T H K O militanı ol­ m a s ı n d a n v e b a n k a soymasından ileri gelmiyordu. Giriştiği bir b a n k a soygununda yaralanmış ve yakalanmıştı. Sorgusunda çetin çıkmıştı. O n u r u n u k ı r m a y a yeltenenlere Kürtçe sövmesi Ö m e r ' i n k ö t ü " k a d e r i n i " d a h a d a aleyhine değiştirmişti. İ n s a n h e m T C K ' n u n 146/I.Maddesini "ihlâl" edecek, h e m de sorgusunda çe­ tin çıkacak, bununla yetinmeyip, z u l ü m v e hakaretler karşısında Kürtçe küfür edecek... Bu t u t u m u n u n cezasmı işte böyle çektir­ mişlerdi Ö m e r ' e . . . Selimiye Kışlası'nın güvenlik k o m u t a n ı Tekkaş, "ibret-î m ü ­ essire" olsun diye, Millî Güvenlik derslerine öğretmen olarak git­ tiği Çamlıca K ı z Lisesi öğrencilerini bu türden sahneleri görüp ders alsınlar diye Selimiye'ye kadar getirmişti; bu öğrencilere İl­ h a n S e l ç u k ' u n yargılandığı davayı izletmiş v e d a h a s o m a d a Ö m e r ' i n hücresinin önünde kafesteki h a y v a n ı gösterircesine öğ­ rencilerine "Millî Güvenlik" dersini gereği gibi vererek b ü y ü k bir vatani görevini yerine getirmişti! Çamlıca L i s e s i ' n i n kız öğrencileri çoğu seçkin sınıfların ç o ­ cuklarıydı; renkli basından devrimci gençlerin boy boy resimleri­ n i görünce, çoğu yakışıklı gençlere ince kaburgadan vurulmuştu; hattâ bazıları tedbirsizlik edip gazetelerden kestikleri b u resimle­ ri gerektiğince saklıyamamış ve başlarını belaya sokmuştu... Kız öğrenciler, karşılarında pırıl pırıl giyinildi, tertemiz v e ya­ kışıklı bir genç göreceklerini sanarak b ü y ü k bir paniğe kapılmış­ tı. Çünkü Ö m e r aylardır traş o l m a m ı ş , yıkanmasına dahi izin v e ­ rilmemiş v e beton üzerinde o t u r m a y a m a h k û m edilmişti. Seyire getirilen, fıkır-fıkır yerinde d u r a m a y a n kızlar renkli ba­ sında, duruşmalarda resimleri çıkan çocukların biriyle karşılaşa­ caklarını u m u y o r k e n birden bire " D o ğ u l u " bir "şakî" ile karşılaş­ mıştı. Onlardaki bu ilk tepki olumsuzdu. Bakışlarıyla Ö m e r ' i di­ kizliyorlar, bir y a n d a n d a T e k k a ş ' m vereceği " d e r s e " k u l a k kabar­ tıyorlardı. Ö m e r de diğer devrimci militanlar gibi, güçlü, kuvvetli v e ya­ kışıklıydı. Hepsi de iyi yürekli, militan ve yurtsever insanlardı; 140



eşsiz nitelikleri, davranışlarından v e yüzlerinden o k u n m a k t a y d ı . Fakat bu hücrede, ot yatağın ü z e r i n d e , sakallı, saçları k a r m a karı­ şık, elleri v e ayakları zincirle bağlı olan kişi çok "çirkindi". M a n ­ zara son derece korkunçtu... Kızlar bu seyirden adeta irkilmişti. H e l e içlerinden biri (son­ radan bu d u r u m bize ayrıntılı olarak açıklanmıştı), h a y v a n a t bah­ çesindeki bir hayvanı izliyormuşcasına, karşılarındaki yaratığı h e r yönüyle görebilmek için k o n u ş m a k v e laf çakıştırmak bile is­ temişti. Çirkin yöntemlerle teşhir edilen Ö m e r Ayna, K ü r t illerindeki emekçi halk hareketleri tarihimizde topluca h a k k ı n d a n gelinen "şakî"lere ç o k benziyordu. Y ü z hatları, zincirleri, oturuşu, yüzün­ deki kin v e öfkeyle o da bir " ş a k î " idi. Ç o ğ u m u z u n bildiği bir kartpostaldaki görüntüye ç o k b e n z i y o r v e böyle bir çağrışım ya­ pıyordu. Ö m e r bu şartlarda b ü y ü k ölçüde sağlığını k a y b e t m i ş , bir deri, bir k e m i k kalmıştı. Oysa k o ğ u ş u m u z a gelerek y a ş a m şartları de­ ğişince o n u n sevimliliği nasıl d a ortaya çıkmıştı. O , kendisini seyire gelen-getirilen kızlı-oğlanlı topluluklara aldırmıyor yüzlerine bile d ö n ü p bakmıyordu. Hücresi ö n ü n d e çe­ kilen "vatan-millet-şakî-hain" edibiyatına d a kulağını tıkamıştı. B u türden durumları çoktan kanıksamıştı. Seyire gelenlerin kıkırdayarak, laf çakıştırması karşısında, çok canı sıkılırsa, usturuplu K ü r t ç e bir küfür savurarak hakedilen bir cevabı yapıştırdığını kendisinden d e öğrenmiştik. Ö m e r ' i n bu " h u y u " n u sürdürmesi karşısında hücresindeki teş­ hirin süresi d e uzatılmaktaydı. Böylesine bir vahşet karşısında Ö m e r ' i n elinde yalnızca küfür gibi tek bir silahı vardı... Şevki U s t a Ö m e r ' i n b a n y o y a p m a s ı için birşeyler b u l u p buluş­ turmuş, ocak y a k m ı ş , sıcak su hazırlamıştı. O n u k ü ç ü k çocuğu gi­ bi kendi elleriyle yıkamış, birkaç aylık kirlerinden temizleyip paklamıştı. Ö m e r ayrıca öksürüyordu, hastaydı... Kıvırcık v e uza­ mış saçlarını traş ettik, sakallarını kestik, temiz çamaşırlar giydir­ dik. O, artık b ü y ü k bir sevinç içindeydi. İnsan içine katılmaktan Ötürü hastalığını unutmuştu, b a y r a m ediyordu.



141



Ö m e r gençti, o n a kurbanlık k u z u gibi baktık; cezaevinde kısa sürede y ü z ü n e r e n k geldi, güneş b a n y o s u yaptı, spora başladı, di­ lediği gibi gezindi, zincirsiz ve kelepçesiz dolaşmanın v e u y u m a ­ nın tadını çıkardı... Giderek çevresiyle gerektiği gibi tanışmaya başlamıştı, bir gün: -S.abi, şu Şevki U s t a kimdir? -Bir işçi yoldaşımız... -Bana yaptığı dostluk ve d a y a n ı ş m a karşısında adeta ezildim, n e y a m a n bir işçidir bu Şevki Usta? Üstelik bizim yaptıklarımızı d a onaylamadığı halde... - O herkese k a r ş ı dostça davranır, bu özellik onun yapısında vardır. -Ne iyi dostlarınız var, keşke o n u n l a d a dışarda tanışsaydık. -Onunla t a n ı ş m a m a k sizlerin kusuru, o n u n değil. Sizin C i h a n o n u çok iyi tanır. Şevki U s t a ' m n dayanışmasını doğrudan yaşa­ m ı ş , yemeğini y e m i ş , "yatağında u y u m u ş v e dostluğunu tatmıştır. Ömer, kısa sürede iyiden iyiye sıhhatini k a z a m n c a ele avuca sığmaz bir insan olmuştu. Spor gösterilerinde, güreşte yaptığı eksersizlerin etkisi belli oluyordu; geldiğinde çırpı gibi olan k o l l a n v e adaleleri y e n i d e n şişmiş, çelikleşmişti. Onun hayat v e m ü c a ­ dele hakkında ç o k pratik ve kesin düşünceleri vardı. Ç o ğ u genç­ lerde olduğu gibi serinkanlı v e sabırlı sayılmazdı. Militandı. C e ­ sur ve kararlıydı. Tek kusuru d a m a r ı n a basılınca Kürtçe küfür et­ mesiydi. Milliyetler meselesinin ağza alınmasından bile k o r k a n bir burjuva "demokrasi"sinde, K ü r t ç e küfür etmek, kimi ırkçı milliyetçileri zıvanadan çıkarmaya yetiyordu herhalde? O milli­ yetçiler ki, emekçi halkımıza nasıl davrandıklarını gizlemiyor, onlara karşı u y g u l a d ı k t a n özel baskı, asimilasyon, g ö ç e zorlama v e terör yöntemlerini savunuyorlardı bile... Şakayı çok seven v e kaldıran Ö m e r ' e bir gün: -Yahu birader, Kürtçe dışında küfür bilmez misin? Amerikan­ c a sövseydin n e zincire vurulurdun, n e d e hücrede teşhir edilir­ din... 142



Bu takılmaların sonunu b e k l e m e d e n Ö m e r K ü r t ç e küfürlerini saymaya başlar, peşinden d e kahkahalar yükselirdi. O gülerken sanki h a v a d a şimşekler çakardı. O n u n k o ğ u ş u m u z a gelişi sanki başka bir h a v a getirmişti. N e ş e , k a h k a h a , enerji, c o ş k u v e bir d e Kürtçe küfür edebiyatı öyle her tiyatroda bulunmazdı. -Hele bir m a h k e m e l e r başlasın sen o zaman gör küfür çeşitle­ melerini; beni Ş u b e ' d e o d u r u m a getirenleri, h ü c r e m d e ot yatak­ ta prangaya vuranları, h o p p a kızlara fiyaka yapıp b e n i sirk may­ m u n u gibi teşhir edenleri b a k nasıl yaptıklarına p i ş m a n edece­ ğim! Diyordu Ömer. Ö m e r bu dediklerinin bir k ı s m ı n ı aynen m a h k e m e l e r d e de yaptı. Babası ta D i y a r b a k ı r ' d a n kalkıp, buralara gelmişti. Keder­ li baba oğlunu i p ' t e n kurtarmak için elinde olanı esirgemeyecek­ ti. Önceleri sağa sola sorup soruşturuyor; "bizim oğlanı ip'ten k i m kurtarır, ona nasıl bir avukat t u t m a l ı y ı m ? " diye e p e y kapı d o ­ laşıyor. S o n u n d a "ilerici" bir avukatın kapısını çalıyor. B u "ileri­ c i " Avukat (N.V.) yüklü bir para teklifi yapınca, kederli b a b a çok üzülüyor. B u k e z Sıkıyönetim savcılığına gidiyor v e onlara; "ba­ n a bir avukat önerebilir m i s i n i z ? " diye başvurunca, kendisine, Av.M.Ali S e b ü k tavsiye ediliyordu... Genç v e toy Ö m e r ne "ilerici" avukatı n e d e diğerini tanıyor­ du. Babası avukat konusunu açınca, Ö m e r az k a l s m babasına bi­ le küfredecekti... Babasının g m ş i m i n e de, avukatların önerilerine d e çok sinirlenmişti. S o r m a d a n k e n d i n i alamamıştı: -Şu "ilerici" avukatı b a n a bir anlatsanıza! Yahu b a b a m d a n 100 bin lira istemiş. B a b a m devrimci değildir, müteahhittir, ama, dev­ rimcilerin nasıl olduklarını b i z d e n iyi bilir. Bir "ilerici" avukatın böyle bir para istemesi karşısında ç o k şüphelenmiş v e k o r k m u ş ­ tu; içinden d e demiş ki, ' d e m e k b i z i m oğlanın d u r u m u ç o k ağır, bu y ü z d e n b ö y l e bir para istiyorlar!' Aslında b a b a m bu parayı ve­ recek durumdadır; fakat aklına kurt düşmüş bir kere, ' b u nasıl ile­ ricilik' diye faka b a s m a m ı ş , sonra Sıkıyönetim savcılarının tavsi­ yesiyle Av.M.Ali S e b ü k ' ü b u l m u ş . O adam d a v a için 3 0 bin lira para istemiş, b a b a m d a h e m e n çıkarıp vermiş parayı. A h şu an dışarda olsaydım o "ilerici" avukata haddini bildirseydim; yahu ba­ b a m ı n b a n a avukat olarak tuttuğu a d a m kimdir? N e y i n nesidir? 143



-Türkiye'nin en ünlü ceza avukatlarından biri; 1951 tevkifatında d a bazı sanıkların avukatlığını yapmıştı. -Sağcı mıdır, solcu m u d u r ? -Solcu değildir, sadece hukukçu olarak son derece yetenekli bir avukat olduğu söylenir. -Ulan şu işe bak solcusu 100 bin lira istiyor, öbürü 3 0 bin? Ya­ h u bizim devrimciliğimiz avukat milletine yaradı desene? Lenin b o ş u n a avukat milleti için makale y a z m a m ı ş ! Yeni avukatım b a ­ b a m a demiş ki; "sakın mahkemelerde kalkıp da, ' b e n marksist-len i n i s t i m ' gibi laflar etmeyecek, temiz giyinildi olacak, gerisine karışmayın! Sözlerimi v e savunma stratejimi zorlaştırmazsa onu i p ' t e n kurtarırım." B a k rezilliğe sen?! U l a n ben devrimciyim, n e yaptığımı biliyorum; bu avukatm dediklerini yaparsam nasıl in­ san içine çıkarım s o m a ? -Ömer canın sıkılmasın, bu işte babanın bir suçu y o k ki... O yalnızca babalık içgüdüleriyle bu yola b a ş v u r m u ş , o doğallıkla sana bir zarar gelmesini istemiyor. B a b a n ı niçin kınıyorsun? Sö­ zünü ettiğin o "ilerici" avukatm tavrım ise, soruşturabiliriz, ken­ disine uyarı yapabiliriz. Senin ve arkadaşlarınızın i p ' t e n kurtul­ m a s ı n ı hepimiz istiyoruz. B u n u n y o l v e yöntemlerini b ü t ü n dev­ rimciler düşünüyor. B a k Deniz'lerin d a v a s ı n d a bu k o n u d a iki ay­ rı savunma stratejisi ortaya çıktı. Birinciler, klasik bir s a v u n m a y a p m a k niyetinde. B u arada " K e m a l i z m " d e işin içine giriyor. Avukat Muvaffak Şeref ise, Kemalizmin s a v u n u l m a m a s m ı , başka bir s a v u n m a taktiği uygulanmasını istemektedir. D e n i z ' l e r bu du­ r u m d a Muvaffak Ş e r e f i n önerisini geri çevirdiler. T H K O II adı verilen bu sizin davanızda ise, yani sizin takınacağınız siyasî ta­ vır, bu davada yargılanan arkadaşları ilgilendireceğinden bize bu k o n u d a siyasî bir öneride bulunmak u y g u n düşmüyor. -Bizim d a v a üzerinde herkesin bir öneri hakkı vardır. T H K O sanıkları bu k o n u d a asla sekter bir tutum izlemez. -İyi a m a siyasî s a v u n m a konusundaki tavrınız, sistemin siyasî v e ekonomik yapısı üzerine giriştiğiniz tahliller, devrim stratejisi v e taktikleri k o n u s u n d a bizce ilerde de tartışma k o n u s u edilecek ç o k farklı görüş v e tutumlarınız var. 144



-Siz d e bu düzenin yıkılıp yerine d e v r i m c i v e sosyalist bir dü­ zen k u r m a k istemiyor m u s u n u z ? D e v l e t sizi buraya niçin getirdi? -Doğru, biz hepimiz bu düzenin d e v r i m c i yoldan yıkılmasın­ dan yanayız. Fakat banka soyarak, a d a m kaldırarak, fidye isteye­ rek değil. -Yani siz ' H a k S a v a ş ı ' n a i n a n m ı y o r m u s u n u z ? - T H K O ve T H K P - C ' n i n v a ş ı ' m n bir ilişkisi y o k ki. B u eylemler v e bu türden emekçilerin davasına darbe



örgütlülüğü v e eylemleri ile ' H a l k Sa' H a l k S a v a ş ı ' bu yapılanlar değil ki... örgütlenmeler en başta işçi sınıfı v e vuruyor, D e v r i m c i hareketi b ö l ü y o r . . .



Ömerlerle bu türden tartışmalar sorunu ç ö z m e y e yetmiyordu. Cezaevinde " a m e l e taifesi" olarak bizler, devrimci militan kadro­ lar ve sayı-suyu o l m a y a n " h a y t a " takımının sosyalizm v e devrim k o n u s u n d a değişik teori/pratikleri vardı. Biz, kendi p a y ı m ı z a yal­ nızca sınıfsız, sömürüşüz bir d ü n y a ideali için d ö v ü ş m ü y o r , sos­ yalizmi yaşıyorduk; işimizde, özel y a ş a m ı m ı z d a , e y l e m i m i z d e ve her y e r d e . . . T H K O v e T H K P - C ' d e n militan kadrolar " t e o r i k " so­ yutlamaların uzantısında bir 'intihar h a r e k e t i ' n i n düşünü kuru­ yordu. " H a y t a ' l a r ise, lafta keskin, e y l e m d e kaçak, y a ş a m biçi­ miyle entel-lumpen bir sorumsuzluk içindeydi. (Nitekim böyleleri dışarı çıkınca y a büyük patron ya d a müteahhit o l a c a k t ı . . . ) Ömer'e: - D u r u ş m a d a istersen babanın tuttuğu avukata bir şans tanı; b a k bakalım adamcağız savunmayı nasıl bir y ö n t e m l e y a p a c a k ? Biliyorsun avukatlık siyasî d u r u ş m a l a r d a çok önemli o l m a k l a bir­ likte teknik bir meseledir. Üstelik b a b a n d a adamcağıza yüklü bir para vermiş. G e n e d e sen bilirsin. Siyasî bir s a v u n m a yapılacağı­ n a göre, bunu sizler tayin edeceksiniz. Avukatınız değil; demiş­ tim. T H K O ' n u n sanıklarından Ö m e r v e Cihan gibi ö n d e gelen ar­ kadaşlara, elbette sorduklarında, k e n d i bağımsız görüşlerimizi de iletmiştik. Yani, T H K O ve T H K P - C gibi örgütlenmelerin, te­ ori/pratiği ile bilimsel sosyalizmi kaynaştırmanın -bağdaştırma­ nın- g ü ç olacağını, bu konuda g ü n ü m ü z d e ve gelecekte ç o k zor­ lanacaklarını söylemiştik. T H K O sanıklarının öteki devrimci Portreler F/10



145



gençler gibi lafzen " M a r k s i z m - L e n i n i z m " d e n sözetmesiyle küçükburjuva " s o l ' l a r ı n birer "iğdiş k e y f i " derecesinde tatmin ola­ cağım, bu türden bir savunmanın bu çevrelerde etkili olabileceği­ ni; a m a Kadroların Marksizmin ö ğ r e n m e ve ö z ü m l e m e süreci ge­ lişip boyutlandığında ise, b ü y ü k eleştiri alacaklarını söylemeye çalışıyorduk. Devrimci v e sosyalist bir P A R T İ ' n i n kurmaylığında etkili bir kitle inisiyatifinin yaratılması, işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın aktif desteğini alarak kapitalist-emperyalist sisteme karşı ulusal, sosyal ve evrensel ölçeklerde m ü c a d e l e edilmesi gerektiğini, mü­ cadelenin biçim v e yöntemini sistemin baskı v e teröre başvurma­ sıyla belirleneceğini, ' H a l k S a v a ş ı ' n ı n meşru ve yasallığının ise, bu koşullarda ortaya çıkabileceğini, bu mücadele biçiminin m e ­ kanikçe bir ö n seçim gibi (papağan gibi) tekrarlanmayacağını açıklamaya çalışıyorduk. ' H a l k S a v a ş ı ' adına sergilenen te­ ori/pratiğin ise, yalnızca bir sol serüvencilik, devrimci bir roman­ tizmden öteye varmayacağını dile getiriyorduk. T H K O v e T H K P - C ' n i n bir p r o g r a m a v e PARTİ örgütlenmesi­ n e d a y a n m a y a n ' H a l k Savaşı' söylemlerinin kitaptaki yeri yoktu. Ülkeye eklektik biçimde taşınmıştı. "Sosyal D e v r i m " i içermiyor­ du... 12 Mart 1971'in Sıkıyönetim mahkemelerinde d e v r i m c i kad­ rolar n e kadar örgütlü ya da organize ise, avukatlar da o kadar or­ ganizeydi. B u eksiklik devrimci v e sosyalist solun gerektiği bi­ çimde organize olmadığını, sıkıyönetim gibi burjuvazinin başvur­ d u ğ u fiilî durumlarda d a hızla organize olamadığını gösteriyordu. 'Avukat s ö m ü r ü s ü ' bu nedenle ' d o ğ a l ' karşılanmalıydı. Ya nasıl olacaktı ki? Ö m e r arkadaşla gerek "avukat milleti" gerekse hepimizi ceza­ evine getiren devrimci örgütlerimiz v e "kalkışma" olarak adlandı­ rılan eylemlerimiz üzerine oldukça " s e v i m l i " diyaloglarımız var­ dı. Onunla diyalogu d a h a ileriye götürememiştik. Ö m e r d e derin­ liğine bir tartışmanın gereğine inanmıyor ve bu yolu açmıyordu. İlk d u r u ş m a d a Ömer, avukatının savunmasını v e yazılı müra­ caatını; yarı arapça, yarı Osmanlıca sözcüklerle ifade edilişinden 146



ötürü, doğru dürüst kavrayamıyordu. Avukatı ayrıca, Ö m e r ' i n "cezaî ehliyetinin" yerinde olup olmadığının tesbitini talep etmiş­ ti. İşte o an Ö m e r ' d e jeton düşüyor^ v e avukatının n e y a p m a k is­ tediğini a n l a m a y a başlıyordu. Ö m e r ise, siyasî bir s a v u n m a yapa­ rak, hukukî d u r u m u n u zora sokuyordu. Avukatı " o ğ l u m n e yapı­ yorsun? K e n d i ipini m i ç e k i y o r s u n ? " dediğinde Ömer, bu durum­ da h e m e n yerinden fırlıyor, avukatını reddettiğini haykırıyor v e avukatına K ü r t ç e küfür e t m e y i d e eksik etmiyordu... Avukatı dürüst v e tok g ö z l ü y m ü ş , davadan çekiliyor v e aldığı parayı da iade ediyordu... Ömer, işte böylesine coşkulu v e sevimli bir gençti. Z a m a n g e ç m i ş , k a ç m a planı g ü n d e m e gelmişti; k o ğ u ş u m u z ­ dan o d a ayrıldı. Gittiği k o ğ u ş t a o sıralar E K o ğ u ş u n d a kalan oğ­ lum Mutlu ile de arkadaşlık k u r m u ş , edindiği; izlenimlerini b a n a aktarmak ihtiyacını dahi d u y m u ş t u : -S.abi, oğlunla tanıştım. O n u k o ğ u ş u n temsilcisi, y a n i aslmda ise "mutfak nöbetçi onbaşısı" yapmışlar; kilerin (yiyeceklerin k o ­ nulduğu oda) k a p ı kolu ç o c u ğ u n belinde, h a k v e eşitlik duygula­ rı gelişmiş ç o k temiz bir oğlan, saf v e bakir b ü y ü m ü ş , sem tebrik ederim, pırıl pırıl bir oğlun var, kitap okuyor, " h a y t a ' l a r a u y m u ­ yor, tam bir işçi oğlu. Çocuğu o koğuştan en kısa z a m a n d a yanı­ n a almalısın; oradaki h a v a ç o c u ğ u n canını sıkıyor... B e n onun ya­ şındayken h a y a t ı m d a en a z ı n d a n on kadınla arkadaşlık etmiş, si­ gara ve içkiyi d e tanımıştım. Sakın çocuğun e m e k ç i ahlâkı bozul­ masın, üzerine titremelisin. A n a s ı z d a b ü y ü t m ü ş s ü n oğlanı, garip bir durgunluğu var; çocuğun sevgiye büyük bir ihtiyacı var; ona iyi bir kız arkadaş bul, ayrıca okumasını, iyi bir eğitim görmesini de sağlamalısın. Cezaevinde hiçbirimizin özel hayatı ve de gizlisi saklısı yok­ tu. Ö m e r k e s k i n zekası v e sezgisiyle herkesi bir bir tartmış bazı yargılara varmıştı. Bir müteahhit oğlu olarak, elindeki imkânlarla çok insan tanımış, yaşına göre fazla deney kazanmıştı. Hayat ona bazı k o n u l a r d a bizlerden ç o k ilerde bazı şeyler öğretmiş v e yete­ neklerini geliştirmişti. Bir işçi ailesi nasıl onlarınki gibi bir haya­ tı yaşardı? Öneri ve teşhislerinde duyarlılık v e sevgi yönü ağır ba­ sıyordu. O n u n gönlünü alıcı bir biçimde şunları söylemiştim:



147



- İyi küfür bilen bir Kürt kızı biliyorsan, acele b e n i m l e tanış­ tır. Bakarsın M u t l u ' y u memleketten böyle bir kızla evlendirebiliriz; a m a dikkat et gelinimiz anarşist olmasın!.. Diyerek karşıla­ mıştım Ö m e r ' i . Onunla ü l k e sorunları v e teorik tartışmaların derinliğine gir­ medik; gelecek için nelerin yapılabilirliğini de konuşmadık. Bir işçi koğuşunda, işçi insanının sıcaklığında genel davranışlar ona gerekeni öğretmişti. Aktüel bir k o n u y a şöyle kıyıcığıhdan dokun­ m a y a başlasan, sözün varacağı yeri h e m e n kavrar: -Etme ağabey, b a k Kürtçe s ö v m e y e başlarım soma... Biz bir yola çıktık, bu yolun sonunda ö l ü m var. Yoldaşlarımızı kurtarmak için öleceğiz. D ö n ü ş ü yok bu yolun. Bizim anılarımızı yeter ki te­ miz tutun o bize yeter. Takvimi geriye çevirenleyiz. G e l e c e ğ e ba­ kalım! gibi cevaplar verirdi. Ömerle d e k a ç m a olayından ö n c e ilk karşılaştığımız zamanki gibi dostça sarmaşarak vedalaşmıştık. O, ç o k sevinçli v e mutluy­ du; bizler ise m e z b a h a y a insan gönderenlerin burukluğuyla d o ­ luyduk; çocukların cezaevini delerek ipten kurtulmalarına sevini­ yor, a m a koyacakları 'intihar hareketleri'ne karşı d a eli kolu bağ­ lı insanların çaresizliği içinde kıvranıyorduk...



148



İLHAN SELÇUK



İlerici yazarlarımızdan İlhan S e l ç u k ' d a 12 M a r t faşizminin boy hedeflerinden biriydi. İyi saatte olsunlar o n u n yazılarından d a rahatsız oluyordu. Burjuvazimiz nasıl rahatsız olmasın ki, ya­ zılanlar onların hazım cihazlarını bozuyor, " d e m o k r a s i m i z " tehli­ kelere düşüyordu. Burjuvazimiz o n u n sadece yazılarından değil, sistemin devrimci yöntemlerle y u k a r d a n yapılacak kalkışmalarla aşılması yolundaki düşüncelerinden de ürküyordu. İlhan'ların m e m l e k e t i m i z d e geniş etkinlikleri v e taraftarları bulunuyordu. Ordu içinde, eğitim kurumlarında, bürokrasi içinde, aydınlar ara­ sında, çeşitli halk kesimlerinde onları sevip sayanlar vardı. Yaz­ dığı gazete bu yüzden o k u n u y o r v e ayakta kalabiliyordu. C u m h u ­ riyet gazetesi, İlhan varsa okunuyordu. İlhan'lar v e onların ekolünden aydınlarla işçi sınıfı hareketi g e ­ rekli diyalogu kuramamıştı. Onlar da işçi smıfı faktörünü, izleye geldikleri "Kemalist" devrimciliğin zaaflarım aşamadıklarından, yeterince hesaba katamamış, doğru buldukları yolda mücadeleleri­ ni sürdürmüşlerdi. Devrimci ve Sosyalist Sol n e kadar dağınık ise, "Kemalist" aydınlar d a partisiz v e dağınıktı. Devrimci projeleri yoktu. Yalnızca ciheti askeriyeye duyulan-dayanan düşünce ve ya­ zı planındaki mücadele ile tekelci sistemin baskı ve terörü aşılamı­ yordu. Bu v e benzeri düşüncelerden ötürü bu iki k e s i m bkbirini eleştirse de, iki kesimin de 12 M a r t gibi burjuvazinin açık baskı v e teröre başvurduğu ortamda ağır darbe yiyeceği kaçınılmazdı. İ. Selçuk, marksist-leninist değildi. Burjuva basını Cumhuriy e t ' i ve onları " B a b ı a l i ' n i n P r a v d a s ı " olarak n i t e l e m e y e kalksa 149



da, konuya bilimsel açıdan bakanlar h e r eğilimin hakiki adını koymakta g ü ç l ü k çekmezdi. İlhan'lar sosyalizmin d ü ş m a n ı d a de­ ğildi. Hattâ çoğu z a m a n y ü r ü m e k için ayaklarını k u l l a n a m a y a n kimi küçükburjuva " s o l " kadrolara göre, onlar kendi çizgilerinde daha "tutarlı" o l m a y a özen göstermiştir d e diyebiliriz. Ben d e 1. Selçuk gibi yazarlarımızı eleştiririm; fakat bu " d o s t " olmamıza, d i y a l o g u m u z a engel değildir. Onlar da, bu çok ayrı dü­ şüncelere r a ğ m e n dostluğa v e karşılıklı saygı v e sevgiye gereken ilgi ve karşılığı göstermekte k u s u r etmemelidir, diye düşünürüm. İ. Selçuk, kişisel yetenekleriyle d e değerli bir aydındır. Efendi v e iyi ahlaklıdır. Kültürü yerindedir, k o n u ş m a y ı , tartışmayı v e ceza­ evinde birlikte y a ş a m a n ı n inceliklerim yerine getiren biridir. Problemlere nasıl ç ö z ü m aranacağını hesaplamayı, dostluklara değer vermeyi bilirdi. İlhan Selçuk, dışarda olduğu gibi, cezaevinde d e bir d e n g e un­ suruydu. O n u n varlığı bazı olayları etkilemeye yarıyordu. Çok ki­ bar ve ince ruhluydu. Kızmaz, k i m s e y i hoyratça karşısına almaz­ dı. O n u r u n u y ü k s e k tutardı. E ğ i l m e z d i . B a ş b a k a n N i h a t E r i m ' d e n , bazı "aracı"larla, o n a d a bazı mesajlar iletilmişti; fakat o, 12 M a r t ' ı n a d m ı doğru k o y m a s ı n ı v e nasıl aşılacağını biliyor­ du. O y s a Çetin Altan, bu türden "mesaj"lara ç o k d a h a açık v e an­ gaje bir tavır i ç i n d e y d i . . . 1971'in son günleri gelirken kendisine takılmaktan e d e m e z ­ dik: - İlhan abi, yılbaşı gecesi evinizdesiniz. - N e o k u ş u n kanadından bir haber m i aldınız? - Yok y o k havalar öyle gösteriyor. - Hay ağzınızı seveyim sizin, k e ş k e hepimiz evlerimizde ol­ saydık. .. Bu şakamız a y n e n gerçekleşmiş v e İ. Selçuk 31 Aralık 1971 gecesi tahliye olmuştu. Cumhuriyet gazetesi 12 Mart'çıların gazabına u ğ r a m ı ş , ilerici yazarların tasfiyesine gidilmiş, hattâ bir ara gazete ortaklan için­ d e bazı el değiştirmeler dahi olmuştu. G a z e t e bir ara tutucu bir kadronun eline d e geçmişti. Fakat sağduyusu yüksek ilerici v e de150



mokrat halkımız böyle tutucu bir basın organını satm almayarak oyunu b o z m u ş t u . Gazete y e n i d e n eski k a d r o s u n u n eline geçince de gene aynı okur kitlesi b ü y ü k özverisiyle gazeteyi batmaktan bilinç v e kararlılıkla kurtarmıştı. 30 Ağustos 1972 dönemi yaklaşırken İst. Sıkıyönetim v e I. Or­ du K o m u t a n ı Faik Türün p a ş a n ı n bir eylemiyle, Muhtıracı paşa­ larla ilgili bazı dosyalar hazırlanmıştı. Türün p a ş a malzemeleri 30 A ğ u s t o s ' d a , ordu içindeki iki eğilim arasındaki savaşta koz ola­ rak kullanacaktı. Bu konu b a s m a d a bütün ayrıntılarıyla yansı­ mıştı. Kontr-Gerilla bu malzemelerin elde edilmesi için olağanüs­ tü başarılı çalışmış, bazı " c u n t a ' l a r ı n deşifre edilerek ortaya çık­ masına sebep olmuştu. İ l h a n ' l a r d a bu operasyonlarda yeniden içeri alındılar v e bu kez çok b ü y ü k işkence ve hakaretlere uğrayıp sonradan serbest bırakılmışlardı. Muhtıracıların "iktidar" k a v g a s ı n d a (ki, Talat T u r h a n b u n a " ç e t e l e ş m e " adını, haklı olarak takmıştı.) yapacağı başka birşey, yoktu. Ülkemiz d e adettir, T C . ' n i n kuruluşundaki iktidar kavgasında, "çizmeyi aşanlar"ın tasfiyesi d o ğ a l v e olağandır; ta İzmir suikas­ tı davasından b u yana, ülkede d a i m a böylesine karanlık bir tablo çizilir, tertipler hazırlanır; bu kirli o y u n d a kimilerine bazı roller verilir; y a d a öyle gösterilir; s o n u n d a kabak bir iki garibanın ba­ şında patlardı; geriye kalanlar ise biraz örselenir, kulakları çekilir v e serbest bırakılırdı. K i m s e yukarlardaki yetkililerle zincirin hal­ kalarını bağlayamazdı. Gerçekte 12 Mart M u h t ı r a s ı ' n ı verenler, eğer varsa, anayasayı çiğnemişti. T C K ' n u n 146/1. M a d d e s i n i de yine onlar ihlâl etmiş­ ti. Çeşitli " c u n t a " l a n n iktidara oynadığı açıktı. Ortalık "Cun­ t a d a n geçilmiyordu. Bu k o n u d a tevatür çoktu. B u süreçte bir iki banka soyan, a d a m kaldırıp fidye alan ve 'intihar hareketleri'ne girişen d e v r i m c i gençler, anayasayı çiğnememiş v e iktidara talip olabilecek bir e y l e m e girişmemişti. Aslında devrimci gençler, "bağımsızlık" şiarıyla,emperyalizme, faşizme karşı ayaklanmış, örgütleriyle atılganlık yapmış; fakat 'Partileşme Sorunu' konusu­ nu es g e ç m i ş , işçi sınıfı hareketiyle buluşamadan iktidara yürüyem e m i ş , s o n u n d a kırım ve kıyımlara uğratılmıştı. 151



Ü l k e m i z d e h a k i m sınıflar, siyasal/ekonomik bunalımı aşamı­ yor, "kahrolsun komünistler" edebiyatıyla aslında tarihsel yok oluşlarını haykırıyordu. Bir alaca karanlığın içinde d o ğ r u l a n gör­ m e y e çalışan, bu yolda ilk adımlarını atmaya başlayan emekçi halkımız y ü k s e k sağduyusu ve sezgisiyle bu kuyruklu yalanların içyüzünü g ö r m e y e başlıyordu. Sermaye sınıfı açısından kapitalist avanta ve y a ğ m a n ı n deva­ m ı için çeşitli demagojilere başvurarak şiddette karar kılması doğaldı. Burjuvazinin demogojilerine karşı: - Komünistler n e z a m a n iktidara geldi v e bütün bu söyledikle­ rinizi yaptı? Yüzyıldır iktidarlar elinizde; ülkeyi bu d u r u m a sizin kötürüm politikalarınız getirdi. Denilmeliydi. İlhan'larla v e onların temsil ettiği siyasî eğilimlerine eleştiri yöneltmek v e o n l a n etkilemek sosyalistlerin görevleri arasında­ dır. Onları eleştirerek kazanmak, d a h a ileri adım atmalarına o m u z v e r m e k gerekiyordu. Fakat bunu gerçekleştirecek devrimci v e sosyalist sol n e r e d e y d i ? E m p e r y a l i z m e , kapitalizme v e faşist darbelere karşı tutarlı bir demokrasi m ü c a d e l e s i n d e sosyal muhalefetin her çeşidi ile diya­ log aramak, d e v r i m c i v e sosyalist olmanın ilk koşuluydu. O y s a ülkemizdeki her muhalif odak k e n d i başına m i s y o n u n u sürdürü­ yordu. Bu k a o s t a " K e m a l i z m " seçeneği bazı aydınlara oldukça cazip geliyordu... İlhan Selçuk gibi aydınlar, sınıflar mücadelesinin iniş v e çıkış­ larına göre tavır değiştirebiliyorlardı. Devrimci hareket kütlesel çıkışlarla k a b a n p gelişme gösterdiği koşullarda, onların t a m a m ı "ihtilâlci" kesilir; hareket ağır darbeler aldığında ise, sağ teslimi­ yetçi pozisyonlara girerdi. Hele b u l u n d u ğ u m u z coğrafyada, T ü r k v e Kürt proletaryasının sınıfsal çıkarlarım temsil eden bir PARTİ h e n ü z oluşturulamamışsa, böyle bir PARTİ, sosyal muhalefeti y ö ­ netip yönlendiremiyorsa, bu arada doğallıkla öne çıkan dinci ka­ r a gericilik ile ırkçı faşist gericilik, emperyalizmin, tekelci serma­ yenin koruyuculuğunda "işbaşı" yapabilecektir. Ş o v e n v e sosyalşoven düşüncelerin birer "altın ç a ğ " yaşadığı koşul v e dönemler­ de, adı geçen aydınlar, n e yazık " s a ğ c ı " pozisyonlara giren bir se­ ç i m yapabilmektedir...



152



ŞİAR YALÇIN



O n u n adını ülkemiz ilerici aydın hareketinde sıkça d u y m u ş ­ tuk. Uyanık, bilinçli v e yetenekli bir savcı olarak ilerici hareketi­ mizin yanındaki yerini hesapsızca almıştı Şiar Yalçın. N a m u s l u v e dirençli bir aydın olarak b a ş t a Adalet Bakanlığı o l m a k üzere hakkında ç o k değişik baskı v e tertiplere girişilmişti. Gerici basında aleyhinde birçok yazı çıkmıştı; devlet terörü yanında yer alanlara prim verilmiş, düşüncelerinden ötürü bir ter­ tip ve k o m p l o y a kurban edilmesi dahi düşünülüp planlanmıştı. O n u ortadan kaldırmayı g ö z e a l a n gericiliğin maşaları bilindiği halde üzerlerine gidilmemişti; bu yoldaki girişimler işe yarama­ mış ve sonunda bu bahanelerle savcılık yaptığı g ö r e v yerinden sürülmüş, o n a k ı y m a k isteyen gerici güçlerin ü s t ü n e gidileme­ mişti... H a k k ı n d a T C K ' n u n ünlü maddeleriyle çeşitli davalar açılmış ve yasa t a n ı m a z güçlerle ö m r ü b o y u bıkmadan uğraşmıştı. Şiar Yalçın gibi yetenekli bir a y d ı n m kendi yasalarını çiğne­ yen ilkel, gerici v e felçli h a k i m gerici ittifakla uğraşması zevkli bir satranç o y u n u n u andırıyordu. Fakat gerici güçler daima oyu­ n u n kurallarını hiçe sayıyordu; adetleri böyleydi. O ise, oyunun kurallarını biliyordu. C e z a e v i n d e B K o ğ u ş u sakinlerinden Ş. Yalçın, bizim A K o ğ u ­ ş u ' n a çok rahat girip çıkanlardan biriydi. Koğuşlara gidiş gelişle­ rin bir diplomasisi ve inceliği vardı. Örneğin A K o ğ u ş u sakinleri B K o ğ u ş u ' n a gitmezdi. Diğer k o ğ u ş sakinleri de bu konuda titiz 153



davranırdı. Hiç k i m s e Sarp K u r a y ' ı n sekter tavırlarıyla karşılaş­ m a k ya d a m u h a t a p o l m a k niyetinde değildi. Ş. Yalçın'ın bir işçi k o ğ u ş u n a hesapsızca gelmesine, bizlerle k o n u ş u p arkadaşlık etmesine ve satranç oynamasına seviniyor­ duk. Bu k o n u d a kibir, kuruntu ve bir önyargısı bulunmuyordu. Bu dostluk anlayışı hepimizi onunla ilişki k u r m a y a yöneltmişti. Hak­ kında iyi şeyler düşünüyor, kişiliğini v e geçmişini biliyorduk; dü­ şüncelerini ve onurunu koruyan sosyalist aydınlar arasında onun yeri bir başkaydı. Adını ilk k e z Koyulhisar Savcısı iken duymuştuk. Hakkında Y ü k s e k Savcılar K u r u l u ' n u n verdiği "meslekten ç ı k a r m a " cezası aleyhine D a n ı ş t a y ' d a n iptal davası açmıştı. Yalçın'ın meslekten çıkarma kararının anayasaya aykırılığını ileri sürerken gösterdiği gerekçeler, adalet tarihine geçecek önemdedir. Yalçın; "marksistleninist o l m a k suç değildir. Kanunların müsadesi ölçüsünde, yani suç teşkil e t m e m e k kaydıyla bu ideolojinin propagandasını yap­ m a k d a meşru bir eylemdir v e k ı n a n m a y ı gerektirmez. B e n 'marksist-leninistim' d e m e k v e marksist fikirleri s a v u n m a k , sav­ cılık mesleğinin şeref v e onurunu, memuriyet nüfuz v e itibarım b o z m a z . " diyen bir yürekli ay d m elbette işçi k o ğ u ş u n a hesapsız­ ca gelecek, dostluklar kuracaktı. Fakat bu dostluğun dışında onunla siyasî bir değerlendirme y a p m a fırsatmı bulamamıştık. 1



Kader arkadaşım İ m d a t ' ı n giyindirilip, donatılması yolunda en büyük özveriyi o yapmıştı. İyi bir eğitim görmüştü; g e r e k m e s ­ leğinde gerekse çeviri v e dil konularında çok üstün yetenekleri vardı. K e ş k e o n u n l a u z u n süre hapis yatsaydık ve o n d a n b a z ı şey­ ler öğrenseydik diye çok yalandığımız olurdu. Ş. Yalçın satranç­ ta d a ustaydı. Fakat onun çok yönlü v e h u k u k alanındaki yetenek­ lerinden yararlanamamıştık. Onu ilk görenler, gururlu ve asil bir insanla karşılaştıklarım h e m e n kavrardı. Bilgisizliği, sululuğu v e cıvıklığı sevmezdi; onu­ runu hiçbir vesileyle kırdırmazdı. O n u n bu duyarlılığına v e titiz­ liğine saygı duyardık. H e l e b a b a s ı h a k k ı n d a bazı basın organla­ rında yazılan çirkin polemiklere verdiği cevapları özenle okur­ duk; bir işçi olarak kendi çocuklarımın d a e n azından Ş. Yalçın gi2



1 Ant Dergisi, 1970. Sayı: 5, s. 36.



154



bi işçilik o n u r u m u z u eloğluna çiğnetmemelerini bekler, hayâl ederdim. B i z i m yaşıtlarımız v e k a v g a arkadaşlarımız çocukları­ mızdan böylesine görevleri yerine getirmeleri için acaba çok şey mi beklemekteydi? Bu beklentiler için ille d e Ş. Yalçın gibi iyi bir eğitim g ö r m e k , bazı nitelikler k a z a n m a k m ı gerekiyordu? B u k o ­ n u d a yüreği yaralı bir b a b a olarak, devrimci o n u r u n u v e m ü c a d e ­ lesini görebildiğince temiz t u t m a y a özen gösteren v e eğilmeyen biri olarak, burukluk d u y m a k t a y d ı m . Bu y ü z d e n d e Ş. Yalçın'ı daha çok seviyorduk. Kendisiyle cezaevi d ı ş m d a bir arkadaşlığım olmamıştı. Keşke, imkânsızlıkları aşıp onunla dostluk kursaydık. Ş. Yalçın'ın, anlatmasa d a en b ü y ü k üzüntüsü, S e l m a E ş fort'un kurdurduğu " T K P D a v a s ı " sanıklarıyla yargılanmış olma­ sıydı. Bu tertip onu kahrediyordu. Sanırım d u r u ş m a l a r d a da dü­ şüncelerini tıpkı savcılığında olduğu gibi haykırmış, tertipleri teş­ hir etmiş v e k i m i sanıklarla k e n d i a r a ş m a kalın ayrılık çizgilerini çekmesini bilmişti. Şiar Yalçın, yargılanırken, davanın birinci sanığı Çetin Özek, Şadi Alkılıç v e öteki " ü n l ü " sanıkların sinik tutumları karşısında sesini yükseltmişti. Hattâ avukatının tahliye talebini dahi reddet­ mişti. G e n e k e n d i s i anlatmasa d a kaldığı koğuş sakinlerinden de p e k hoşnut değildi. K i m i densizlikler o n u n titiz v e hassas yüreğini ya­ ralıyordu. Yabancı b a s ı n heyetlerinin cezaevini ziyaretleri sırasında d a kendisine ö z g ü tutumunu sürdürmüştü. Problemleri ç o k b ü y ü k olan bir cezaevinde, trafiği bir hayli yoğun ilişkiler içinde, o n u n l a gereği gibi arkadaşlık edemedik; konuşup tartışamadık. Ç o ğ u m u z u n hukuk bilgisine ihtiyacı vardı; bu k o n u d a e n m a s u m bir girişim o n u n aleyhine olacağından bazı 2 M. Cavit bey, son Osmanlı Devleti Maliye Bakanı (idam edilmişti.) M. Cavit bey ayrıca, ülkemiz tarihinde liberal düşüncenin, kendi çapında tutarlı teorisyenlerindendir. Ş. Yalçın ise, babası ile tamı tamına karşı kutupta yerini al­ mıştı. Liberal düşüncede "bilimsel" olmaya özen gösteren M. Cavit bey ne ya­ zık bilimsel sosyalizmle tanışmamıştı.



155



sorunlarımızı kendisine açamıyorduk. İçimizde y a r a m a z adamlar v e görevliler vardı. O d a bu k o n u d a ç o k dikkatliydi. Hakkında d a h a fazla bir bilgimiz ve arkadaşlığımız yoktu. Gün geldi, onu diğer hukukçu sanık Çetin Ö z e k ' l e birlikte ara­ mızdan alıp götürmüşlerdi. D e m e k ki, aklımıza gelen kaygılarda haklılık p a y ı vardı. Onları Harbiye Kışlası'na götürdüler v e ora­ dan da tahliye oldular. Ş. Yalçın'ın mesleği elinden alınınca, diğer yetenekleriyle ayakta kaldı; çeviri ve çeşitli yazılarıyla, ayrıca her birinin çözü­ m ü çok çetin olan bulmaca ustalığıyla adını duyurdu v e bir aydın olarak işlevini sürdürdü. Burada d e v r i m c i baba ve a n a l a n y l a gerekli diyalogu kurama­ yan, en önemli örgüt olan aile kolektifi içindeki yerini v e rolünü çeşitli sebeplerle ve toyluklarından ötürü g ö r e m e y e n kimi genç arkadaşlara, Ş. Yalçın'ın babası h a k k ı n d a çirkin polemiklerle k o ­ n u y a yaklaşanlara o n u n verdiği cevapları titizlikle o k u y u p incele­ melerini öneririm. Siyasî bir seçimde ilerici ahlâk ile ideoloji ay­ n ı yerdedir. D ü ş ü k karakterli ve ahlâksız kimseler sosyalist ola­ mazdı. Kişiye aileden kalan m a d d i v e m a n e v i birikimin ö n e m i vardır. Hele o kişi devrimci olduğunu söylüyorsa bu birikim da­ i m a hesaba katılır. Ş. Yalçın'ın babası devrimci değildir. Bu k o ­ n u d a polemik açanların niyetleri ise değişiktir. B u n a r a ğ m e n Ş. Yalçın b a b a s m m a d ı m bilerek-bilmeyerek lekelemeye yeltenenle­ rin dersini vermiş onurlu bir insandır. Şüphesiz, o n u n babasını ve yaşadığı d ö n e m i n bütün özelliklerini marksist bir kritikten geçirselerdi, Ş. Yalçın böyle saygıdeğer bir işe sevinir, hattâ katkıda bulunmak yürekliliğini de gösterirdi. Devrimci aile kolektifinde yerini v e rolünü g ö r e m e y e n v e ki­ m i temiz tutulması gereken ilişkileri zedeleyen g e n ç devrimci ar­ kadaşlara böyle bir örnekle neleri anlatmaya çalıştığımı b i l m e m yeterince anlatabildim mi? Bazı ailelerde oluşan kötü m a d d i v e m a n e v i birikimin taşın­ mayacağını, hattâ bazı şartların oluşmasıyla inkâr dahi edilebilineceğinin bilincinde olarak bunları y a z m a k gereğini d u y d u m .



156



VEDAT G Ü N Y O L



G ü n y o l h o c a bir kültür işçisiydi. Cezaevinde d e g ü n d e m i n i dürüstçe ç i z m i ş , işine koyulmuştu. Ü l k e d e kimi aydınlar e n azın­ dan o n u n k a d a r k e n d i uzmanlık alanına giren işlere s o y u n m u ş ol­ saydı n e g ü z e l olurdu; d e m e k t e n insan kendini alamıyordu. O y s a b i z d e k i aydın m a l z e m e s i v e ille de ilerici-devrimci ol­ m a y a ö z e n e n l e r h e p öne fırlamak v e baş olmak sevdasına tutul­ muştu. B u t ü r d e n benci v e bireyci tutkularıyla n e baş olabilmişler n e de a y d ı n o l m a n ı n saygın işlevini yetine getirebilmişlerdi. Ak­ sine dar v e k ö t ü r ü m bakış açılarıyla ilerici gelişmeleri kösteklemişlerdi. B u a ç ı d a n d a onu daha ç o k beğeniyor, çalışkanlığına saygı du­ y u y o r d u k . 1 9 5 0 öncesi M E B yayınları arasında yayınlanmış ç e ­ virilerini, a y r ı c a tek b a s m a oluşturduğu Ç A N yayınları arasında çıkan k i m i kitaplarını, dergi v e gazetelerdeki yazılarını severek okumuştum. O n u n l a d a ilk kez cezaevinde karşılaşıyorduk; B K o ğ u ş u n d a kalıyordu. B i r g ü n ara b a h ç e d e su bidonlannı dolduruyordum; o da k a h v e s i n i i ç m i ş , fincanını y ı k a m a k için b e n i m su d o l d u r m a m ı bekliyordu. H o r t u m u uzattım, fincanını yıkadı. G ü l e r yüzüyle te­ şekkür e t m i ş v e b a n a da bir k a h v e ikram edebileceğini d u y u r m u ş ­ tu. K o m ü n arkadaşlarımızın tadamadığı bir ikramı kabul edemez­ dik. O d a , sanırım bunu anlamıştı. B K o ğ u ş u n u n aksine bizim A K o ğ u ş u n d a böylesine lüks sayılabilecek tutkularımız yoktu. On­ ların b u lükslerine n e karışıyor, n e d e imreniyorduk. Sanırım hak­ k ı m ı z d a k i ilk bilgileri o davranışlarımızı izleyerek edinmişti. 157



Şakacı, ince ruhlu ve geniş kültürlü biriydi. O da ünlü " T K P D a v a s ı " sanıkları arasındaydı. Sanırım böyle bir davada sanık ola­ rak yargılanmak onu d a kahrediyordu. Hiçbir kuşkuya yer verme­ den her n a m u s l u insan rahatlıkla o n u n böyle bir " k a d r o " arasında bulunması olaymı iradesiyle seçmediğini söyleyebilirdi. Fakat 12 Mart faşizmi artı Misis Selma Eşfort artı Aydın Engin -ve herkimseler- aktörlerini harmanlayarak böyle bir davanın açılmasını sağ­ lamış bulunuyordu. Günyol h o c a için böyle bir davada sanık rolü­ nü biçen savcı ancak art niyetli v e önyargılı olabilirdi. Aklı başında bir hukukçu ilkin G ü n y o l hocanın eserlerini bir yol incelemek zahmetine katlanmış olsaydı, onun açık kimliğini zahmetsiz görür v e öğrenebilirdi. Savcıların bu kadarcık kusurla­ rı gene de hoştu; a m a y a bu T K P a d m a (!) açılan davanın tezgâh­ lanmasında baş rollere soyunan aktörlere n e denilmeliydi? Belki de hocanın hesapsız dürüstlüğünden yüz bulan bu "ga­ r i p " insanlar o n u n başını belaya s o k m a k becerisini göstermiş ola­ bilirdi... Günyol h o c a düşünce planındaki eylemini yıllardır n a m u s l u c a eğip b ü ğ m e d e n ortaya koymuştu. Fikir ve sanat alanında sayısız kültürel katkılarda b u l u n m u ş , bu işin çilesini çekmiş v e ilerici ay­ dın onurunu hakedip korumuştu. O n u yargılamak yerine ödüllen­ dirmek gerekiyordu. Şüphesiz böylesine saygm bir kültür işçisi­ nin ödüllendirilmesi devrimcilerin yapacağı bir işti; faşist bozun­ tularının d e ğ i l . . . Onunla da bir süre hapis y a t m a y ı ve en azından bilgi dağarcı­ ğımızı tartışarak elden geçirmeyi ç o k isterdim. Hele lisan konu­ sundaki eksikliğimizi giderme k o n u s u n d a bizlere iyi bir h o c a ola­ cağını düşündükçe yakınırdım. A m a h o c a y a bu özlemimizi söyle­ yemezdim. Ayıp kaçardı. Çünkü o b u r a y a günübirliğine gelmiş gibiydi. Bizim ise u z u n yıllar cezaevinde kalacağımız biliniyor­ du. Bazı ziyaretlerde birlikte görüş yapardık. Öğrencileri ellerinde dosyalarla gelirdi ve o n a lisan k o n u s u n d a karşılaştıkları problem­ lerini iletirlerdi. H o c a özel işlerini bir y a n a kor, gençlerin susuz­ luğunu giderecek bilgileri sabırla, titizlikle aktarırdı. B u telörgü 158



arkası dersanesindeki öğrenci-öğretmen ilişkisini g ö r d ü k ç e yüre­ ğimin yağı erir, devrimci saflardaki eksikliklerimizin acısını du­ yardım. Vedat h o c a toplumdaki her olaya ve kişilere öyle bir gözle ba­ kardı ki, o n u n yazılarında ç o k rastlandığı gibi, değindiği konular­ da bir b o m b a d a n daha etkili olurdu. Benci, bireyci, barbar, bağ­ naz ve yozluklar içinde çırpınanlar ona ters düşüyordu. Şüphesiz böyleleri d e o n u n işlediği k o n u l a r a aynı gözle bakamıyordu. E n kirli v e alçak olayları sergilerken bile efendiliğini, yüksek insanlık sevgisini, barış v e kardeşlik duygularını h e m e n ortaya koyardı. Ç o k büyük incelik v e kültür isteyen k i m i konulara deği­ nirken ç o k rahat yazdığını, fakat yüreğinin nasıl d a incindiğini in­ san güçlük çekmeden görüyordu. Bizlerin h ü m a n i z m konusunda­ ki g ö r ü ş ü m ü z l e hocanınki farklıydı. Hepimiz h o c a n ı n marksistleninist olmadığını biliyorduk. K o n u ş m a k dostluk edebilmek için böylesine bir önşart da yoktu. Ç o ğ u m u z bu ilkelliklerden arınma sürecini yaşamaktaydık. Ve biliyorduk ki, ülkede yetkin bir D P P oluşturulmuş olsaydı, h o c a bu harekete asla d ü ş m a n olmazdı. Asıl olan bilgi v e bilinçli olmak, dalında u z m a n l a ş m a k v e iyi yürekli, erdemli, y ü k s e k karakterli A D A M olmaktı. Ö n ü n e başarabileceği bir işi-gündemi koyabilmekti. İşte Vedat G ü n y o l b i r ç o k yeteneği­ ni kimliğinde yoğurmuş bir cezaevi arkadaşımızdı. B u g ü n ülkemizde ilerici fikirler fışkırıp gelişiyorsa, bunda onun gibi yürekli v e ilerici aydınların b ü y ü k rolünü baş köşelere k o y m a k bir hakbilirliktir; dahası savsaklanamaz bir görevdir. Vedat G ü n y o l gibi aydınlara binlerce saygı, onları çelmelemeğe kalkan v e gerici güçlere m a l z e m e hazırlayanlara d a yüzlerine gülsuyu!..



159



SABAHATTİN EYÜBOĞLU



Eyüboğlu h o c a n a m ı diğer "fırıldakçı", cezaevinin e n yaşlı tu­ tuklusu v e ünlü " T K P D a v a s ı " sanıklarındandı. B ö y l e garip bir davanın kurbanı olmaktan onu İsmet paşa bile kurtaramamıştı. Çünkü iç v e dış gerici güçlerin yetenekleri osmanlı paşalarının karizmatik şöhret v e etkinliklerini çoktan aşmıştı. Ortalıkta Pen­ tagon patentli faşizmin ayak sesleri dolaşıyordu. F a ş i z m i n niyet­ lerine hizmet e d e c e k aktörleri keşfetme işinde Misis S e l m a E ş fort'un istihbaratı gerekliydi. Bir de T K P adının çürüğe çıkartıla­ bilmesi için engin çabaları, dölleyen kuryeleri, çetin ilişkileri, ve benzeri güleri, oyalar misali içice işleyip sarmaşdolaş e t m e k ge­ rekiyordu. Plan-proje böyle h a z ı r l a n m ı ş t ı . . . Eyüboğlu d a G ü n y o l gibi neşeli, sevimli, eli işe yatkın v e esp­ rili bir ihtiyardı. B u becerikliliğinden ötürü onu işçi olarak kendi­ m i z e daha yakın bulurduk. C e z a e v i n d e hiç boş d u r m u y o r v e çalı­ şıyordu. H e m yazar h e m de d i ş l e r i n d e n anlayan ünlü bir ustaydı. Sabahtan a k ş a m a kadar kağıt, jelatin, m u k a v v a , a l ü m i n y u m kağıt v e basit tahtalardan çeşitli fırıldaklar, uçurtmalar, süsler, abajurlar yapardı. Eline bir c a m şişe, bir k o n s e r v e kutusu verin birkaç saat s o m a şişe ve kutu mutlaka hayran kalacağımız başka bir şeye d ö ­ nüşürdü. Cezaevindeki bu üretim faaliyeti onu oyalıyor, hastalığım unutturuyor ve h a y a t a bağlıyordu. A r a bahçe o n u n işliği v e atelyesiydi. İşçiliğini sürdürürken hafiften şarkı-türkü d e mırıldanır v e sigarasını tellendirirdi. Çalışırken çevresine şaka kaldırdığını gösterir bazı işaretler de verir v e takılmalarımızdan alınmazdı. Folklor zenginliği bu şakalarından da seçiliyordu. 160



Folklor zenginliği o l m a y a n insan cezaevinde ş a k a yapamazdı. Bütün zenginliklerin yaratıcısı halkların tarihi, dili, kültürü, gele­ nekleri v b . nitelikleri bilinmeden n e sanat n e d e insan ilişkilerin­ de k a y d a değer bir adım atılıyordu. Halkçılık (popülizm) konu­ sunda aşırıya k a ç m a d a n her dalda ürün verilmeliydi. S. E y ü b o ğ lu, denemeleri v e uğraşlarıyla ç o k yönlü bir insandı; o n u n ekolün­ den sanatçıların halkçılık anlayışı, devrimci v e sosyalist sanatçı­ lar açısından bir eleştiri k o n u s u y d u . Özellikle " S o s y a l R e a l i z m " akımının ülkedeki uzantıları (özellikle de Yeni D a l R e s i m Grubu ressamları...) bu türden bir "halkçılık" sanat anlayışı karşısında yalnızca eleştiriyle yetinmeyip, yerelden evrenselle b u l u ş m a m ü ­ cadelesinde en azından bu e k o l ü n temsilcileri k a d a r eser üreterek, çalışkan v e üretken olduklarını kanıtlamaları d a gerekiyordu. Eyüboğlu ailesi, edebiyat, sanat, resim vb. k o n u l a r d a önemli insanlar yetiştirmişti (B. R a h m i v e Eren Eyüboğlu vb.) Ziyaret günleri dışarda çocukları olan tutuklular mutlaka onun ürettiği fırıldaklar ellerinde v e sevinç içinde sallayarak cezaevin­ den ayrılırdı. H o c a bunları çocukların eline tutuştururken büyük bir haz duyardı. Kendi ziyaretçilerine de böyle armağanlar sunar ve hepsinin gönüllerini almasını bilirdi. H o c a cezaevinde u z u n süre kalmadı; fakat b u tutukluluk o n u n ömrünü d e kısaltan bir etken olmuştu. Böylece d a h a ç o k y a z m a ­ sı, elişleri üretmesi engellenmiş oluyordu. Eyüboğlu ' n u n dilimize kazandırdığı onlarca kitap, yazıp-derlediği kültür ve folklor hazineleri saymakla bitmezdi. O n u n ülke­ mize v e ilerici k ü t ü p h a n e m i z e kazandırdığı eserleri a n m a d a n g e çemeyiz. N e yazık, daha ç o k ürünler vereceği bir d ö n e m d e onun yüreğinde yara açtılar ve bu halkçı kültür birikimini d a h a çabuk­ ça toprağın altına götürdüler...



Portreler F/11



161



ÇETİN ALTAN



Kıvrak zekası ve iğneleyici üslubuyla Çetin Altan d a 12 Mart faşizminin cezaevi konuklarındandı. 12 Mart öncesi bir makale­ sinde " k o m b i n e z o n " sözcüğünün yarattığı çağrışım nedeniyle hakkında d a v a açılmıştı. Bu y ü z d e n cezaevine getirilmişti. 12 Mart gelince başta Cumhurbaşkanı Sunay paşa o l m a k üzere ona bozulanlar intikam duygularına kapılarak ünlü yazarı p u n d u n a getirip içeri tıkmış ve h ü k ü m giymesini sağlamışlardı. " D e m o k rasi"mizin bir garip cilvesi, n e diyelim?.. Ç. A l t a n ' ı T İ P Milletvekilliğinden, meclisteki p o l e m i k v e kav­ galarından, r a d y o sohbetlerinden v e makalelerinden tanımaktay­ dık. Verimli v e çok yazan, çok k o n u ş a n yazarlarımızdan biriydi. Kültürü yerindeydi. Ünlü romanları v e piyesleri vardı. B u etkin­ likleri nedeniyle ilerici v e demokrat saflarda tanınıp seviliyordu. Ç. Altan, g ü n d e m i n d e olmasa da, kendini cezaevinde, toplu­ m u n h e m e n her kesiminden gelen renkli bir topluluğun içinde bulmuştu. Z a t e n çok renkli bir h a y a t m içinden, gazetecilikten gel­ mekteydi. İnsanları v e onların özellik v e niteliklerini ç a b u k kav­ rar, ona göre hareket etmesini bilirdi. Bütün gazeteciler gibi onun da istihbaratı kuvvetliydi. Başta bürokrasi içinden o l m a k üzere birçok k e s i m d e n dost v e arkadaşları bulunuyordu. Siyasetçiler arasında da tanımadığı yok gibiydi; fakat gözettiği " K o m b i n e zon'Tar ve d e k u r d u ğ u "dengeler" 12 M a r t ' t a cezaevine girmesi­ ni önleyememişti. O, cezaevinin e n konuşkan v e sohbetsiz e d e m e y e n bir sakiniy­ di. Hiç kimseyle arasında bir mesafe bırakmamıştı; h e r k e s ona ra162



hatlıkla sokulabilir ve h e m e n sohbete girebilirdi. K e n d i n e özgü bir k o n u ş m a biçimi vardı; ç a b u k c ü m l e kurar, hızlı konuşur, k o ­ nuşurken dili peltekleşir, ağzı köpürür, bazen d e n e söylediği an­ laşılmazdı; espriyi elden bırakmaz, herkesin z e k a v e yeteneğine uygun bir anlatım yolunu seçerek düşüncelerini aktarmasını bilir­ di. O n u n d a sağlığı bozuktu. Yıllarmı yazı v e d ü ş ü n m e işine ve­ ren her yazar gibi o da mesleğinin, kaleminin çilesini çekmişti. Kendisini eleştirenler çoktu; bizde eleştiririz; fakat b i z i m eleştiri­ lerimizin a m a c ı ve yöntemi değişikti. Kimileri Ç. A l t a n ' ı ; "rakı masasında ' h o ş sohbet' bir insan olarak gördü v e sevdi, tıpkı ra­ kıyı sever gibi, fındık, fıstık sever gibi, çerez gibi sevdiler, k o n u ş ­ turdular o n u . . . Biz öyle g ö r m e d i k . " 1



Ç. A l t a n ' ı n dış politika üzerine yazdığı yazıları ilgiyle ve ya­ rarlanarak okurduk; kapitalist yabancılaştırmanın yarattığı çürü­ müşlükleri bilimsel yöntemlerle açıklayamıyordu. S e k s , şuuraltı ve toplumsal olaylar araslnda k u r m a y a çalıştığı ilginin de bilim­ sel bir y a k l a ş ı m olmadığı düşüncesindeydik. K e ş k e h e p dış poli­ tika üzerine yazı yazsa diye düşünürdük. Altan bir d ö n e m i n dev­ rimci kadrolarına yazılarıyla yararlı olmuş v e ilerici düşüncenin yaygınlaşmasında önemli bir r o l oynamıştı. N e z a m a n k i m e m l e ­ ketimizde, fikir v e sanat hareketleri gelişti, devrimci m a r k s i z m bilim olarak okunup ö z ü m l e n m e y e başlandı. O z a m a n Ç. Al­ tan Tarın işlevleri başka alanlara kaymıştı. Sosyalist hareket, işçi sınıfı hareketiyle bütünleşme sürecini yaşarken Ç. Altan gibi ya­ zarlar kendiliğinden bu yoldaki çabalara nasıl bir hız v e i v m e ka­ zandırabilirdi? Onlara marksist bir eleştiriyi, ciddî v e donanımlı bir D P P oluşturulamadığı için, hangi otorite yapabilirdi? Böyle bir k u r u m l a ş m a gerçekleşemeyince, kimi ilerici yazarlarımızı ha­ reketin y a n ı n d a bir tercih y a p m a y a zorlayamıyorduk. Devrimci hareketimizin kucaklayamadığı aydınlar da güvencesiz v e umut­ suz kalmıştı. B u durumda bazı aydınlardan daha ileri adımlar at­ malarını b e k l e m e k sanırım yersizdir. Ç. Altan 12 Mart üzerinde ilginç yorumlar yapmaktaydı. Ba­ sında d a ç o k değişik yorumlar çıkıyordu. B u karmaşık ortamda o 1



S. Ö. 15-16 Haziran-Direnişin Anıları, Sorun Yayınlan, 2. Baskı, 1990, s.



97.



163



d a her gün ayrı v e yeni bir y o r u m y a p m a y a yöneliyordu. 12 Mart belasının geçiştirilmesi k o n u s u n d a ise, ülkedeki iç d i n a m i ğ e pek güveni kalmamıştı; dış dinamiğin ülkedeki " d e m o k r a s i n i n " yeni­ den "teessüsü" için gereken baskıyı yapacağını, T ü r k i y e ' n i n de böyle bir baskıyla ancak d ü z e çıkacağını umuyordu. Ayrıca bek­ liyordu d a . . . Ülkemizdeki sosyalist kadrolara hiç güveni yoktu. T İ P deneyinde b ü y ü k umutsuzluklara kapılmıştı; ona göre, ebleh, yeteneksiz v e geri zekalı "solcuların" çapsızlıkları y ü z ü n d e n parlemanto yolu yeterince kullanılamamıştı. Cezaevinde yaptığı uzun y o r u m v e tahliller arasında önemli bir k o n u y u şöyle dile ge­ tiriyordu: - T ü r k i y a ' d a (o öyle konuşurdu), b ü t ü n altüst oluşlar ilkin k o ­ münizme saldırmakla başlar, aşılamayan siyasal-ekonomik buna­ lımlar karşısında d a i m a komünist tevkifatlar yapılırdı. Böylelikle işin içinden çıkılırdı... E k o n o m i k bunalım m ı baş gösterdi, "kah­ rolsun komünistler!" Siyasal iktidar m ı sallanıyor, "kahrolsun k o ­ münistler!" Kuraklık mı baş gösterdi, eğitimde aksaklık m ı oldu, tarımda hasad iyi olmadı mı, uçak, tren, otobüs kazaları m ı oldu, insanlar birbirine m i girdi, işsizlik pahalılık halkın belini m i bük­ tü, gangsterlik, fuhuş, iflas ve ihtikârlar m ı çoğaldı, h e m e n cevap hazırdır, "kahrolsun komünistler!" - Peki Çetin Aftan, komünistler k i m d i , neredeydiler? Onların partileri, e y l e m l e r i ? ! . . . - Haa! B a k ı n çocuklar işin o r a s m ı karıştırmayın... B e n mahal­ le muhtarı m ı y ı m ? Onu Nihat E r i m ' e , n e bileyim Faik T ü r ü n pa­ şaya sorun, lütfen!... - İyi a m a Çetin Altan, sen d e " s o l " cenahımızdan buralara ge­ liyorsun. - Yok, y o k ! . . . Yanılıyorsunuz " k o m b i n e z o n " buradayım. Komünistlikten d e ğ i l ! . . .



hikayesinden



Ç. Altan b u tahlillerini v e anlatımını daha iyi belletebilmek için söze hareket ve dans d a katarak fikirlerinin doğruluğunu gös­ termeye çabalardı. Yerli " m a f y a ' l a r ı m ı z d a n , İsmail Hacı Süleymanoğlu bu ilginç konuyu dinlerken söze karışırdı: - Çetin abi hele bir daha baştan anlat, nasıl nasıl? 164



Ç. Altan, S ü l e y m a n o ğ l u ' n u n ellerinden tutar, d a n s a kaldırır v e kıvrak ayak hareketleriyle k o n u y u canlandırırdı: - Bak hayatım, ver elini, h a n i çaça dansı var ya, anladın mı? Çaça dansı, şöyle üçleyeceksin, bir sağa, bir sola, birde g e r i y e . . . İşte böyle, a y n e n çaça dansı gibi, b a k iyi öğren, sözle ayak u y u m sağlayacak, arıladın mı? H a d i h e m ayak hareketlerine başla h e m d e söylediklerimi tekrar et, hadi, bir iki üç, başla; "Kıbrıs türktür, türk kalacaktır, kahrolsun k o m ü n i s t l e r ! " Yenile bakalım, "Kıbrıs türktür, türk kalacaktır, kahrolsun komünistler!.." Dansın bu kertesine gelince ortalık k a h k a h a d a n kırılırdı; gül­ m e k t e n kasıklarımız ağrırdı. H e m Ç e t i n ' i n bu türden bir "fırlamalığına", h e m d e O f l u şivesiyle bu sözleri tekrarlayan Süleyma­ n o ğ l u ' n u n saflığına g ü l m e m e k elde miydi? B u türden durumlar­ da İ. Selçuk, odasından koşarak gelir, Çetin'i aramızdan çekip alır ve k o ğ u ş a götürür, ilacmı içirir v e yatmasını sağlardı. D a h a son­ ra da h e p i m i z e uyarısını yapardı: - Çocuklar Çetin'i fazla konuşturmayın, rahatsızdır, ona bu kadar y ü k l e n m e y i n , biraz serbest bırakın, dinlenmesini sağlaym, ç o k rica ediyorum!.. Ç. Altan d a böylesine renkli bir mizah v e anlatım yeteneği var­ k e n bu u y a r ı y a p e k uyulmaz v e o n u n yöresi h e m e n kuşatılır ve d a i m a canlılığını korurdu. Cezaevinde Ç. A l t a n ' a B a ş b a k a n Nihat E r i m ' d e n A b d i İpekçi v e Sadun Tanju aracılığıyla bir d e mesaj getirdiği söyleniyordu. Kimsenin ağzında bakla ıslanmıyordu. Bu görüşmenin ardından haber cezaevinde iyice yayılmıştı; fakat Çetin g e n e de h ü k ü m giy­ miş, cezasını sivilde tümüyle çekmişti. Bir " k o m b i n e z o n " çağrışı­ mının cezası birbuçuk yıl hapis yatmaktı. Altan, m i z a h dolu renkli^anlatımıyla demokrasinin kökleşmesini, burjuvazimizin "sevi­ y e " kazanmasını beklerken (!) ç o k kötü bir ö d e ş m e y e zorlanmış­ tı. O da g ü n d e m i n e cezaevine girmeyi almamış, n e 12 Martçıları n e d e ona gerekçe olan serüvenlerini yerli yerine oturtabilmişti. Çetin Altan, bu m a h k û m i y e t i n d e n sonra t ü m ü y l e "soP'dan uzaklaşmış, burjuva basın-yayın faaliyetleri içinde b ü y ü k b a s m tekellerinin paylaşamadığı bir y a z a r olmuştu. 165



NİHAT S A R G I N



T İ P ' n i n d e ğ i ş m e z Genel Sekreteri ile birlikte Gen.Yön.Kur. üyelerinden yedi kişi T İ P ana davasından nedense ayrı tutulmuş v e bu insanlar h a k k ı n d a hukuki bir koğuşturma yapılmamıştı. Ni­ hat Sargın ise, Misis Selma Eşfort'un " T K P D a v a s ı " n d a yargılan­ maktaydı. B u ayırımların nedenini çözebilmek bizim aklımızın eremeyeceği bir düzenlemeydi. N.Sargın h a k k ı n d a T İ P ' d e y k e n y ü z y ü z e k o n u ş m a k ve tartış­ m a k şansına erememiştik. Cezaevinde d e bizlerden uzak d u r m u ş ­ tu. Sadece bizlerden değil çoğu devrimcilerden d e u z a k duruyor­ du. Herhalde T İ P içinde üstlendiği "Gestapo şefliği" görevinden ötürü "vicdan a z a b ı " duymaktaydı (!) Bir siyasî parti, solda bu­ lunması şart değil, eğer partisini batırmak istiyorsa kendisine böyle bir genel sekreter bulmalıdır. O n u n kadar kibirli, kırıcı, ka­ ranlık bir diplomasi yürüten, açık ve dürüst tartışma v e diyalog­ d a n kaçman, kirli burjuva yöntemlerine tenezzül eden, eleştiri ve özeleştiriden k a ç m a n bir insan az bulunurdu. N . S a r g ı n ' ı n bu yön­ temleri y ü z ü n d e n kendisine T İ P d e b o ş u n a " G e s t a p o şefi" unvanı verilmemişti. H e m Aybar'a, h e m ondan somakilere değişmez ge­ nel sekreterlik yapması, bu türden üstün yeteneklerinden ileri ge­ liyordu. Bütün bu çabalar devlet hekimliği mesleği ile d e bağda­ şabiliyordu! Onunla cezaevinde karşılaşınca dilerdik ki, serinkanlı olarak geçmişin bir değerlendirmesini yapalım. Fakat n e m ü m k ü n , e n iç­ ten bir yaklaşım onu ürkütüyor, işçilerden ve militan gençlerden köşe bucak kaçıyordu. Sanırım İlhan S e l ç u k ' u n yanından biraz d a 166



bu y ü z d e n ayrılmıyordu. K e n d i açısından haklıydı. Ç o k " v e b a l " yüklenmişti. İlkesiz, teorisiz bir "sekreter" c e z a e v i n d e başka n e yapabilirdi? Proletarya sosyalistlerini, ilkin Aybar, s o m a ArenBoran ittifakıyla çeşitli ihbar v e tertiplerle partiden uzaklaştırarak burjuvazinin kucağına teslim e d e r e k tasfiyecilik oynamıştı. Ceza­ evinde nasıl karışırdı devrimci kadrolar araşma? Bizim K D İ K B D a v a s ı ' n d a bay Sargın'ın partideki suç ortak­ larının koltuğundan haç çıkmıştı. B a y Avukat Şinasi Yeldan ve şürekası, T İ P ' i n değişmez Gen.Yön.Kur.Üyesi, hattâ bir ara Mer.Yür.Kur, Üyesi, ayrıca bir işçi kentinin d e ğ i ş m e z il başkanı, bizim d a v a d a kendi yoldaşlarıyla birlikte " k a m u " tanıklığı yapa­ rak savcının yanında görev yapmıştı. Bu türden ifadeler v e "ka­ m u " tanıklıkları bizim m a h k û m i y e t i m i z i sağlayan deliller yerine geçmişti; v e ayrıca gerekçeli m a h k û m i y e t kararlarında d a delil yerine konulmuştu. D a v a ' d a k i bu türden ifadelerin fotokopilerini sağlamıştık. Bay Sargın'ın partideki arkadaşlarından, A . H a m d i Dinler ile Av.Sabri Yılmaz bu belgeleri hayretle incelerken, koğu­ şundan p e k dışarı çıkmayan ünlü "sekreter" b ü y ü k bir hırçınlıkla yanımıza gelmiş, arkadaşlarını aramızdan eliyle adeta sürükleye­ rek koparıp a l m a y a çalışmıştı. B u işi yaparken d e mırıltılarla biz­ lere karşı olan ebedî kinini ifade e t m e y e çalışıyordu. O y s a sinir­ lenmeye n e gerek vardı? " Y a l a n " diye mırıldanarak, çürük bir dostunun ayıbını örtmeye çalışmanın alemi d e yoktu. Hakikatlar ortadaydı. K e d i bile pisliğinin üstünü kapatırdı. T İ P içinde sosya­ lizm adına oynanan oyunlar, üstü bile örtülmeyen pislikler, ihbar, tasfiye v e ihanetler suskunlukla, sinirlenmekle gizlenemezdi; ha­ kikatler acı d a olsa olduğu gibi görülmeliydi; değerlendirmemn yolu açık v e dürüst yöntemlerle açılmalıydı. Bizler b u türden dev­ rimci nitelikleri bir "gestapo şefinden" elbette beklemiyorduk; bu beklentiler, ancak en azından nitelikli devrimci v e marksist kad­ rolardan gelebilirdi. Herkesin cezaevinde z a m a n içinde bir arkadaş çevresi oluşu­ yordu. B a y Sargın açısından B K o ğ u ş u tam d a biçilmiş kaftandı. Seçkin aydınlar, "cuntacı'Tar v e bir kısım devrimci gençlerden oluşan bu garip mozaik arasında o d a bir denge tutturabiliyordu. Kazara T İ P içinde yüz yüze g e l m e k t e n ustalıkla k a ç a n bu entelek167



tüel "gestapo şefi" bu parti yıkıcısı, sürdürdüğü "diplomasi"yle işçi ve gençlikten oluşan devrimci v e sosyalist kadroların koğuş­ larına düşseydi? Sanırım o z a m a n belki d e dürüst bir değerlendir­ m e şansına k a v u ş u r ve hayatında d o ğ r u d a n tanımaktan kaçmdığı hakiki komünist insan malzemesiyle yüz yüze gelirdi. Oportünistler, siyasî kötürümler v e tasfiyeciler h a k k ı n d a iyim­ ser olamayız; yersizdir. Onunla T Î P ' n i n M a l a t y a ' d a k i (1965) Büyük K o n g r e s i ' n d e karşı karşıya gelmiştik. Kongreyi ilkin bay Sargın açacaktı. " G e s topo şefleri" parti yıkıcılığına muhalif olan diğerlerinin yanısıra b e n i m d e delegelik kartımı vermemişti. T İ P Kocaeli İl yönetimi­ nin bizi partiden ihraç etmelerine r a ğ m e n , işçi arkadaşlar beni ge­ n e d e delege seçmiş v e burjuva yöntemleriyle tasfiyecilere böyle­ ce anlamlı bir c e v a p vermişti. M e r k e z Haysiyet Kurulu ise bu ka­ r a n henüz onamamıştı. Yani biz tüzüğe göre parti üyesiydik. Bay Sargın, K o n g r e d e daha ilk sözünü e d e m e d e n a y a ğ a kalkıp söz istemiştim; k o n u y u daha d a ayrıntılı açıklamak için kürsüye kadar giderek d u r u m u delegelere anlatmıştım. Bu, onlar açısın­ dan da bizim açımızdan da fiilî bir d u r u m yaratmaktan b a ş k a birşey değildi. Zaten konuyu bilen v e k o n g r e delegelerinin yarısının imzasını taşıyan bir önerge elimizde hazırdı. Burjuva yöntemleri geri tepmiş v e b u davranışımızdan h e m e n s o m a delege kartımı g ö ğ s ü m e takmakta kusur etmemişlerdi... Partiden ilk ihraç edilen işçi bendim. Kongre öncesi dağınık muhalefetten korkan oportünist mer­ k e z kliği, burjuva partilerinde bile asla olamayacak tertip ve ku­ lislere girmişti. Çirkin pazarlıklar yapılıyordu. B u k o n u d a yanı­ m ı z a dahi sokulamayan " g e s t a p o " taklidi bay Sargın delege kar­ tımı cebinde tutarak düşledikleri oyunlarını dahi b e c e r e m e m i ş , yüzüne gözüne bülaştırmıştı. Kongrede onların anladığı dilden konuşmaktaydık. Böylesine açık, dürüst v e k o n k r e bir tavır bizdeki entelektüel bozuntularının en korktukları şeydi. Bir kısım ilkelere saygımız olmasaydı, böy­ lesine karanlık v e kirli işlere s o y u n m a cesaretini k e n d i n d e göre­ bilen bu bayı delegelerin önünde evire çevire k ü r s ü d e n indirmek 168



ve teşhir etmekten de asla ç e k i n m e z d i m . Onlara, o g ü n k ü bilgile­ rimizin ışığında ancak böyle bir cevap verilirdi diye düşünüyor­ duk. Fakat sevgili entelektüel "kardeşlerimiz" akıllarınca özlediği­ miz seviyeli ilişkilerin yolunu kapamıştı. A n c a k partideki bu bur­ juva yöntemlerine karşı h e y e c a n l ı gençlerimiz d a y a n a m a m ı ş ve tam anlamıyla sert bir tutumu benimseyerek bu bayların kimileri­ ni hırpalamış v e bazı tahribatlara kalkışmıştı. B u olaylarda da ge­ ne asıl suçlu taraf devrimci gençleri kışkırtmak için her şeyi m u ­ bah sayan "entelektüel" takımıydı. B öylelerinin cezaevi hayatları nasıl olursa onlar d a öylesine bir hayatı sergilemişti. S o n u n d a 12 M a r t ' ı n hesabını v e d ö k ü m ü ­ nü y a p m a d a n , b a y Sargın da diğer yoldaşlarıyla birlikte ülkedeki tarihsel birikimin bütününden ufak bir parça k o p a r m a n ı n yolunu tutmuş, parti ıskatına oturmakta asla kusur etmemişti. Huylu h u ­ yundan vazgeçemiyordu. T u t u m l a r ı n d a bir m i l i m e t r e ilerleyiş yoktu.



169



İRFAN S O L M A Z E R



M B K ' n i n eski üyelerinden İ.Solmazer " C u n t a D a v a s ı " n d a yargılanıyordu. D a v a ' n ı n bir n u m a r a l ı sanığıydı. O n a v e geçmişi­ n e uygun bir koğuşta, yani B K o ğ u ş u ' n d a kalması için yapılan öneriyi bir asker tavrıyla kabul e t m e m i ş v e bazı bağımsızlıkları olan, fakat e n kötü koğuş olarak nitelenen F K o ğ u ş u ' n d a kalma­ yı tercih etmişti. Ziyaret günleri görüş y a p m a k üzere b i z i m k o ğ u ­ şa gelirdi. Ç ü n k ü , F K o ğ u ş u n u n görüş mahali yoktu. O d a bu ve­ sileyle bizlerle k o n u ş m a fısratı arıyordu. Böyle bir g ü n d e beni aradığını söylediler, yanına gittim: -S.Ö. sen misin? -Evet, buyurun. -Ulaş'ın selamı var, senin bu cezaevinin en güvenilir a d a m ı ol­ duğunu söylüyor; senden bu cezaevinin inşaat, elektrik, su tesisa­ tı ve kanalizasyon tertibatının projesini yapmanı istiyor. Seninle h a m a m d a görüşelim, bizim koğuştan h a m a m a 19 kişi yazılırız, geriye kalan bir kişi sizin koğuştan tamamlanacak, o d a sen olur­ san, böylece h a m a m d a buluşabiliriz... önemli konuşacaklarımız var. -Havalandırmalarda Ulaş'la g ö r ü ş m e k imkânımız vardı. -Şimdilik b u kadar... Demişti. Halbuki İ.Solmazer'in değindiği konu çoktan çözümlenmişti. T H K O ' l u l a r kaçış tünelini çoktan hazırlamaya k o y u l m u ş t u . . . Ulaş neden o n u n aracılığıyla bu türden soruları bize iletiyordu? İ.Solmazer, d a h a s o m a k o n u y u genelleştirmiş, h e r k e s e duyururcasına; 170



-Çocuklar biraz daha sabırlı olun, yazın h e p i m i z denizde ola­ cağız, d i y e adeta bir ' m ü j d e ' vermişti. Bizim ise bu türden avuntulara karnımız tok olduğundan, da­ yanamayıp onu cevaplamıştım: -Sizlerin bu yaz denizde olmanız doğal ve beklenilen bir şey­ dir; niçin arkadaşlarımızı u m u t l a n d ı r m a k istiyorsunuz? Nasıl ola­ cak bu iş? -Sabırlı olun görürsünüz, diyerek ayrıntıya girmemişti. İ . S o l m a z e r ' i n kendisi sabırlı oldu; ilk d u r u ş m a d a d a postasını atarak tahliye edilmişti. D u r u ş m a d a tehdit yollu: " B e n i bu dava­ da yargılayabilmeniz için ö n c e 12 Mart M u h t ı r a s ı ' m verenleri sa­ nık sandalyesine oturtmanız gerekir" Diyerek tahliye olmayı ve dolayısıyla yazın denize girmeyi başarmıştı. Tarihimizde siyasî davalar d a i m a böyle olagelmiştir. Siyasî ik­ tidara o y n a y a n darbecilerin a n a halkasına asla d o k u n u l m a z d ı ; alt­ ta kalanlar ezilirdi... İ . S o l m a z e r ' l e ifade ettiği gibi birlikte h a m a m a girmiştik; fakat öyle üzerinde durulacak ciddî bir g ö r ü ş m e yapılmamıştı. Sadece Ulaş Ta d a h a önce değinildiği b i ç i m d e bazı k o n u ş m a l a r ı m ı z ol­ muştu; bu vesileyle ona T H K O ' n u n kaçış tüneli projesinden sözetmiştim. B u n u n için d e türlü yöntemlerle h a m a m a gitmek ge­ r e k m e m e k t e y d i . Bu h a m a m işinde, İ. Solmazer, U l a ş v e ben, sı­ rayla birbirimizin sırtını keselemiştik... İ . S o l m a z e r ' l e cezaevinde cereyan eden önemli bir olay yüzün­ den, cezaevi k o m u t a n ı yerine nöbetçi bir teğmenin daveti üzerine yapılan bir toplantıda da birlikte bulunmuştum. B u toplantıya, F Koğuşu adına U l a ş ' ı n yerine Solmazer, C,D,E Koğuşlarını temsilen Bozkurt Nuhoğlu, B K o ğ u ş u adına İlhan S e l ç u k ' u n yerine A . H a m d i Dinler, A K o ğ u ş u ' n u temsilen de ben katılmıştık. Top­ lantının a m a c ı , o gün, (bir cumartesi günüydü) ziyaret sırasında, C,D,E K o ğ u ş sakinleri pencerelerden devrimci marşlar söyler­ ken, cezaevi komutanı bu marşlara sinirlenip silahına davranmış ve doğrudan hedef gözeterek gençlere ateş açmıştı. Gençler d e bu olayı şiddetle protesto etmişti; bu olay yüzünden cezaevinin dü­ zeni bozulmuştu. Pencere demirleri kurşunların hedefe ulaşması171



nı önlemiş ve bir cinayet işlenmesine böylelikle r a m a k kalmıştı. Cezaevindeki h e y e c a n yatıştrrılamıyordu. Suç işleyen k o m u t a n , görevini teğmenine bırakıp ortadan çekilmişti. Cezaevi k o m u t a n vekili teğmenin n e yapmak istediği yaptığı ilk k o n u ş m a d a aydınlığa çıkmıştı; S o l m a z e r ise sözleriyle, muha­ tabımız teğmen aracıyla birilerine mesaj iletiyordu adeta: -Arkadaşlar bir asker olarak b u r a d a bize gardiyanlık eden bu arkadaşların çektikleri derin acıyı b e n iyi bilirim. Şerefli T ü r k su­ bayı gardiyanlık gibi adi bir m e s l e ğ e soyundurulur m u ? Soyundu­ rurlar işte. Bunlar bu gardiyanlık görevlerinden m e m n u n mudur? Değil elbette. B u r a d a b u l u n m a k t a n tiksiniyorlar; yapılan kötü ve kirli işlemlerden ötürü üzüntü duyuyorlar. A m a askerlik böyledir işte, emirlere uyulur. B e n bu t e ğ m e n i iyi tanırım, o ğ l u m u n sınıf arkadaşıdır. Ateş eden k o m u t a n arkadaş ta kötü bir insan değildir, bunalmış, sıkılmıştır, adamcağızı birliğinden koparıp cezaevine baş gardiyan yapacaksın, bu, onlara yapılmış en b ü y ü k hakarettir. K i m olsa bu aşağılanmaya d a y a n m a z . Gençler de bir k e r e bir ku­ surdur işlemiş oluyor... Gelin bu m e s e l e y i tatlıya bağlayalım. Ba­ kın lütfetmiş bizleri yetkili olarak çağırmışlar. B u tavırları bir özür dilemek anlamına d a geliyor. K o m u t a n ı n kendisi yok, a m a yerine teğmeni görevlendirmiş... vs. vs. Demişti. Teğmen de: -İ.Solmazer ağabey gerçekten bizlerin hissiyatını gayet güzel ifade ettiler, kendisine teşekkür ederim. K o m u t a n ı m ı z b u mesele­ den ötürü e m i n olun çok üzgün, adeta söyleyecek söz bulamıyor. Gençler d e ele avuca sığmıyor; k o m u t a n gelip gittikten sonra marşta söyleseydiler, inanın bir olay çıkmazdı. K o m u t a n ı n bu yıl terfi yılı, bu olay üzerine tahkikat açılırsa aleyhine olur. Onun adına teminat veriyorum bir d a h a b ö y l e olaylar olmayacaktır. De­ mişti. Konu üzerine biz de bir iki söz söylemiştik: -Gençlerin aileleri ziyarete gelirken, onları d a i m a coşkulu ola­ rak karşılamaktadırlar. Bu öteden beri böyle. C e z a e v i n d e bazı haklarımız giderek kısıtlanıyor. Koğuşlar küçük, ısıtma yetersiz, yemekler yetmiyor, battaniyelerimiz yok, sular akmıyor, günde 172



'



bir saat ancak havalandırmaya çıkarılıyoruz; dışardan bazı ihti­ yaçlarımızı almamız giderek güçleştiriliyor, idarenin kaynattığı çaylar h e m kötü h e m de pahalı, S e l i m i y e ' y e h a v a almayan "et k a m y o n l a r ı y l a " götürülüyoruz, bunların t a m a m ı bize yapılan bi­ rer işkencedir. Şimdi bir d e silah çekiliyor, hedef gözetilerek ateş ediliyor. P e k i , y a bir iki arkadaşımız çıkan kurşunlarla hayatları­ nı kaybetselerdi n e olacaktı? K o n u y a gene b ö y l e m i yaklaşılacak­ tı? K o m u t a n arkadaşın sinirleri bozulduysa tedavi görsün. Silaha davranmasın. Her sinirlenen silahına davranacaksa b u n a tutuklu­ lar nasıl bir ç ö z ü m bulabilir? K o m u t a n ı n terfi e t m e s i meselesin­ de biz taraf değiliz. B u n d a n bize n e ? Biz b u r a d a yalnızca siyasî tutukluyuz. Bizlerle cezaevi yöneticileri, ilk k e z diyalog k u r m a k ihtiyacını duyuyor, onlarca olay cereyan etti, hiçbir problemin çö­ z ü m ü n e yaklaşılmadı. Ş i m d i bizler burada işlenen bir suçu nasıl örtbas ederiz? Silah ç e k m e k , ateş etmek, küfür e t m e k , yasalara göre suçtur. K o m u t a n görevini k ö t ü y e kullanmıştır. Ayrıca, bizim ne hakkımız var gençler h a k k ı n d a bir karara v a r m a y a , onların ör­ gütleri, çevreleri, ana v e babaları var. Hattâ h u k u k î girişimlerde dahi bulunabilirler, böyle bir girişim idarece ö n l e n m e y e çalışılsa bile, duruşmalarda konu edebilirler. Biz sadece b u r a d a konuşu­ lanları arkadaşlarımıza aktarabiliriz. A r a m ı z d a k o m u t a n ı n işledi­ ği gibi bir suçu işleyen hiç k i m s e yoktur. Diğer arkadaşlar d a k o n u üzerindeki görüşlerini belirtmişti. Sonuçta bizlere sözde bazı tavizler verilmiş v e k o n u kapatılmak istenmişse d e , yenilenmesi m u h t e m e l olan işlenmiş bir suç vardı ortada. Sanırım böyle toplantılarda kotarılacak bir şeyin olamayacağı­ nı ya d a idareyle yüz-göz o l m a m a k , kimilerinin ustaca yürüttük­ leri diplomasileri d u y m a m a k için, bu toplantıya katılmamakla İl­ han Selçuk akıllılık etmişti. B i z ise, katılmak zorundaydık v e bu toplantıda devrimci ilke­ leri k o r u m a k , onları z e d e l e m e d e n bilinen genel tutumu sürdür­ mek, değişen şartlarda bu ilkelerin doğrultusunda y a ş a m a imkân­ larını genişletmek, yönetimin katılıklarını esnetmek, bazı gerekli tavizleri k o p a r m a k , tutukluların birlikteliğini sağlayıp yönlendi­ rebilmek gibi düşünceler taşımaktaydık...



173



Neleri koparabileceğimizi iyice hesaplamak, bunu g ö z e t m e ­ den ileriye sürülen isteklerin nasıl bir tepkiyle karşılanacağını tartmak zorundaydık. Aksi halde terazinin kefesine k o n u l a n ağır­ lık bir tarafı h a v a d a bırakabilirdi. Cezaevi yönetiminin işlemiş olduğu hatanın üzerine gidilir­ ken, uzlaşma eğilimlerini de düşünmeliydik. Aramızda bu tür uz­ laşmalarda u z m a n olan ve içice girmiş cuntasal ilişkileri bulunan kimseler d e vardı. Ayrıca, cezaevi yönetimine karşı bütün tutuk­ lular tek bir y u m r u k gibi değildi. Baskılar karşısında değişik ses­ ler çıkıyordu. B u n u önleyebilmenin yolu ise, o şartlarda, tıkalıy­ dı.



174



ÇETİN ÖZEK



Ç. Ö z e k ' d e cezaevine M i s i s S e l m a E ş f o r t ' u n k u r d u r d u ğ u " T K P D a v a s ı " ile ilgili olarak getirilmişti. E m n i y e t t e , yakında Profesör olacak bir ceza h u k u k ç u s u n a nasıl davranılması gereki­ yorsa öyle davranmışlardı; yemekleri lokantadan getirtilmiş ve oldukça konforlu bir m e k â n d a ağrrlanmıştı. Açılan d a v a d a n ötürü çok kaygılıydı; d a v a arkadaşlarıyla pencerelerden fikir alışveriş­ leri yapar, d u r u ş m a l a r d a takınılacak t a v n s a p t a m a y a çalışırdı. Ha­ fif peltek diliyle düşüncelerini anlatırken b ü y ü k bir korku içinde olduğunu hayretle görür v e o n u n adına üzüntü duyardık. Dışarda iken A n t D e r g i s i ' n d e v e yazı k a d r o s u n d a ateşli yazı­ lar ve ilginç konularda incelemeler yapmıştı. T C K ' n u n 141.Mad­ desi üstüne, birde "Faşizm v e Devrimci Halk C e p h e s i " üzerine bir hayli ilgi toplayan eserler d e vermişti. B u n u n y a n ı sıra sendi­ kalarda v e üniversitelerde çeşitli konferanslarını sıralayabiliriz. Hele S B F ' d e düzenlenen " F a ş i z m e Karşı Savaş Haftası"nda ateş­ li bir k o n u ş m a yaptığını d u y m u ş t u m . Ç . Ö z e k ' i n birde T C K ' n u n 146.maddesi üzerine bir inceleme­ si vardı. Yanılmıyorsam k e n d i kürsü profesörüyle (Prof. Sulhi Dönmezer, k o m ü z m tüccarlığında ünlü bilirkişi...) birlikte ortak raporlar h a z ı r l a m ı ş ve bazı çalışmalar yapmıştı. K i m i hukukçular onların bu çalışmasını "fetva" olarak niteleyerek kınamıştı. Bu konuda u z m a n arkadaşlardan d u y d u ğ u m a göre, T C K ' n u n değişi­ minde, onların "fetvalarının," Talat Aydemir v e Fethi G ü r c a n ' ı n idam kararlarını etkilediği yolunda yaygın bir kanı vardı. Cezaevinde bir seferinde onunla birlikte görüşmecilerimizle 175



aynı anda görüşüyorduk. Ç.Özek, Prof. babası Ö m e r Ö z e k , anne­ si, sanırım g e n e Prof. olan kardeşi, M e t i n Ö z e k eşleri v e kalaba­ lık bir çevresiyle görüşüyordu. B e n d e eşim ve hapisteyken doğan oğlumla görüşmekteydim. İhtilaftan m e n yeni kaldırılmıştı; ilk kez yakınlarımızla karşı karşıyaydık. Çetin hoca birden gözyaşla­ rını tutamamış, h ü n g ü r hüngür a ğ l a m a y a başlamıştı; yakınları da bu sahne karşısında dayanamamış onlar da ağlamaya başlamıştı. B e n i m garip e ş i m bu sahne karşısında kucağındaki oğluyla bir onlara bir de b a n a bakarak şaşkınlığını ifade ediyordu. E ş i m el­ bette benim onlar gibi makaraları gevşetmeyeceğimi biliyordu; fakat es kaza b e n d e bu türden bir ağlamaya başlamış olsaydım, onun d a ağlayacağı muhakkaktı. H a v a y ı değiştirmek bize düş­ müştü: -Hoca niçin ağlıyorsun, kendini kapıp k o y v e r m e s e n e ! Sen devrimci bir öğretim üyesisin, burjuvazi seni içeri attıysa bunda utanılacak, üzülecek bir taraf y o k ki. Bu senin onurun! v b . vb. gi­ bi şeyler söylemiştim. O ise sinirleri boşanırcasına hıçkırıyordu: -En ç o k profesörlüğüme ü z ü l ü y o r u m , tam iki g ü n kalmıştı... -Hoca k e n d i n e kıyıyorsun, b a k yakınlarının yüreğini d e parça­ lamaktasın, b u sahneyi sürdürürsen b e n de, bizimkiler d e ağlama­ y a başlarız ha!.. Sonra sen işçi smıfının d a hocası sayılırsın, onlar sana daha y ü k s e k bir rütbe verir. Eşim de araya girerek, "metin v e neşeli olmamız gerektiğini, dost ve düşmanların gözlerinin ü z e r i m i z d e o l d u ğ u n u " söyleyerek hocayı kınamış v e yatıştırmak istemişti. Ç.Özek, " T K P Davası"mn birinci sanığıydı. B u naylon k o m ü ­ nistlerin davasında, anılan çok ç ü r ü k insan m a l z e m e s i v e ilgisiz kimseler yanında sosyalizme içtenlikle inananlar d a vardı. Bu ar­ kadaşlardan Vahit Tulis ve ötekiler, dışardaki " a t a k ' l a r ı y l a yakın­ dan tanıdıkları H o c a ' n ı n bu iddianameyi "derin h u k u k bilgisi" ile buruşturup burjuvazinin suratına atacağını sanıyor v e b u n u ondan bekliyorlardı. Devrimcilerin öfkesini kükreyerek gerekli bir sa­ v u n m a yapmasını bekledikleri Ç . Ö z e k ise, bazı sanıkları korkunç bir hayal kırıklığına uğratmıştı; H o c a , n e hikmetse Sulhi D ö n m e 176



zer üstadıyla ortaklaşa raporlar hazırlarken gösterdiği "belagat" ve "üstün h u k u k " bilgisini bu d a v a d a g ö s t e r m e m i ş , sinmiş ve sus­ kunluk yolunu seçmişti; ancak k o n u y u bir iki c ü m l e y l e geçiştir­ mişti!.. Ç.Özek, cezaevi deneyine kendisini hazırlayamamıştı. Dışardaki "militanlığını" burada sürdüremiyordu. H o c a n ı n teorisiyle pratiği ters orantılı çıkmıştı. 12 M a r t deneyinden s o m a da, sosya­ list olmanın b ü y ü k bir sorumlulukla, yüksek bir bilinci gerektir­ diğini, devrimci olmanın riskini g ö r d ü ğ ü n d e n y a n çizdiğini ve Hürriyet Gazetesiyle yakın ilişkiler içine girdiğini öğrendik. D e ­ m e k ki, asıl yeri burasıydı.



Portreler F/12



177



Ş A D İ ALKTLIÇ



Her türlü ilerici ve demokrat sesin susturulmak istendiği bir d ö n e m d e eşinin adını kullanarak yazdığı bir yazıdan ötürü ceza­ landırılmış bir yazar ve şairdi "Şadi Baba"; y a d a "Şair Baba". Hakkında çeşitli yazılar hattâ kitap d a yazılmıştı. Tarihi bir bina­ nın demir parmaklıkları arkasında piposuyla birlikte çekilmiş ün­ lü bir resmi d e bulunuyordu kitabında... Onun kişiliğinde ülkemiz ilerici a y d ı n m a yapılan baskı v e z u l ü m karşıtını d a yaratmış, ge­ cikmeden "Şadi B a b a " y ı destekleyen b ü y ü k bir k a m p a n y a başla­ tılmıştı. B u k a m p a n y a fiilî bir d a y a n ı ş m a y a dönüşmüştü. Bu fiilî dayanışma kampanyasının gönüllü bir üyesi olarak, b u k o n u d a dayanışmacı özverileri v e Alkılıç'ın bu durumda takındığı olum­ suzlukları anlatmadan edemeyeceğim. Bir bağış v e dayanışma k a m p a n y a s ı n d a , bankaların birine he­ sap açtırılmıştı. K a m p a n y a d a k i a m a ç tek bir insana para yardımı yapılması değildi; kitleleri organize etmek, onlarda saklı bulunan erdemleri harekete geçirebilmekti. Ayrıca, hakim sınıflara bu yol­ la bir ders v e r m e k , ilericilerin k o r u m a s ı z v e sahipsiz olmadıkları­ nı, demokrasi v e özgürlük düşmanlarına karşı ilericilerin nasıl bi­ linç ve özverili olduklarını da göstermiş olacaktık... Açılan b a n k a hesabında önemli bir para birikmişti; ayrıca, oluşturulan komiteler elden d e p a r a toplamıştı. "Şadi B a b a " y a li­ sanı münasiple d u r u m u anlatmıştık: " B u toplanan paralar sadece senin için toplanmıyor, aslında senin e k o n o m i k d u r u m u n kötü sa­ yılmaz. T İ P ' n i n kurulması için hayatlarını hesapsızca ortaya k o ­ yan bazı öğretmen, hayvan sağlık m e m u r u , işçi, terzi (Sabahattin 178



Kaçar, A h m e t Hazerfen, M u h s i n Y ö r ü k vb.) ve birçok g e n ç dev­ rimci arkadaşımız var. Ç o ğ u hapiste v e h ü k ü m d e giydiler. Onla­ rın çoluk çocukları aç ve sefil durumdadır. K a m p a n y a y ı yürüten komite toplanan bu paraları herkesin durumunu gözeterek dağıta­ caktır." "Şadi B a b a " bu öneriye sırtını dönerek bireyci bir t u t u m a gir­ mişti: "Yapılan bağışlar b a n a yapılmıştır." Diyerek b ü y ü k bir vic­ dan rahatlığıyla bankadaki h e s a b a el koymuştu. E h n e denir, bir ülkede sosyalist hareket adına ciddî v e donanımlı kurumlar yaratılamamışsa, sosyalizm adına ü n düşkünlüğü ve devrimci ahlakla b a ğ d a ş m a y a n tutum ve davranışları, kişisel yozlukları nerede, na­ sıl ve n e adına yargılayacaktık? İçi bizi dışı eli y a k a n bu türden bireyciliklerin kaynağı, sebepleri ve nasıl aşılacağı da biliniyor­ du. Dışardayken bazı özelliklerini tanımak fırsatını b u l d u ğ u m Alkılıç ile cezaevinde de karşılaştık. O d a Misis S e l m a Eşfort'un kurdurduğu ünlü " T K P D a v a s ı " n d a n ötürü yargılanmaktaydı. Da­ v a dosyasına sunduğu geniş malzemeler çok ilginç bir tiyatro se­ naryosunu andırıyordu. Bu d a v a d a yargılanan insanlara bilimsel tanımıyla marksist-leninist denilemeyeceği için tuzağa düşenleri yüce sosyalizm idealleri u ğ r u n a eleştirmeye g ö n l ü m ü z razı olmu­ yordu. S a d e c e b u n d a n böyle işçi sınıfı hareketi adına iç v e dış ge­ rici güçlerin devrimci kadrolar arasında doğallıkla böylesine ra­ hatlıkla at o y n a t m a m a s ı açısından, genç kuşakları u y a r m a k ve donanımlı kılmak için bu bayağılıklara değinmekteyiz. Politik açığa v u r m a görevlerimiz arasında doğallıkla bunlar da olacaktı... Söz k o n u s u d a v a d a "Şair B a b a " , tıpkı noter gibi, bir defterin her sayfasmı numaralamış: "İşbu defter... sahifeden ibarettir." kaydını düşerek, Alkılıç kütüphanesinin mührüyle onamıştı! İm­ za olarak da: " Y ü k s e k imanlı v e ç o k müthiş bir k o m ü n i s t Ş.A." Demekten k e n d i m alamamıştı!.. Defterin ilk bir iki yaprağında yazdığı yazılarda, M . K e m a l h a k k ı n d a yenilir yutulur cinsinden olmayan ağır eleştiriler de döktürülmüştü. Eleştiri n e söz, her bi­ ri ateş parçası suçlamalardı. Kurulan " T K P " için, L o n d r a kentin­ de oturup, kurye ve açık yazışmalarla " ü y e ' l e r i n i yönlendirdiği iddia edilen M i s i s Selma Eşfort, A l k ı l ı ç ' m ona yazdığı mektupla179



rındaki bu çok ateşli üslûbu karşısında o bile kaygılanmış, kendi­ sini u y g u n bir lisanla, ihtiyatlı olmaya davet etmişti. " Ş a i r i m i z i n " bu uyarı m e k t u b u n a verdiği cevap ise ç o k d a h a ilginçti: "Değerli m e k t u b u n u z u aldım, bizleri irşâd ettiniz, size medyunu şükranız. Emirleriniz bizim için birer t a m ı buyruğudur. Siz bizim y ü c e Jean D a r k ' ı m ı z s m ı z ! " Bu türden " d e v r i m c i " romantizm (!) havalarına giren Alkılıç yargılandığı m a h k e m e l e r d e ise: -Yüce heyetinize bendeniz nasıl itimatsızlık da bulunabilirim. Arkalarında b ü y ü k T ü r k bayrağı v e G a z i ' n i n portresi bulunan v e şerefli o r d u m u z u n asil üniformasını taşıyan sizin gibi y ü c e yar­ gıçlara ademî itimat b e y a n etmek b e n i m gibi memlekete sizler gi­ bi şerefli hizmet veren eylatlar yetiştirmiş birine yakışmaz! Say­ gıdeğer m a h k e m e heyeti size, saym başkana (Yargıç A k d e m i r A k m u t ) v e onun şair r u h u n a hitap ediyorum, (...) yaşındayım, evlat v e torun sahibiyim, sağlığım bozuk, kalp, tansiyon, şeker, kolit, romatizma..." Alkılıç yazdığı ç o k sinik bir dörtlükle maruzatını n o k t a l a m ı ş ­ tı... B u n d a n sonrasını dileyen d a v a sanıklarından, m a h k e m e d o s ­ yasındaki m a l z e m e l e r d e n öğrenebilir, okuyabilir... Oysa, Alkıııç'ların yargılandığı mahkenıede gençler, "şair ruhlu Akdemir A k m u t ' l a m e y d a n savaşı veriyordu. "Şair r u h l u " yargıç karşısında h u k u k savaşı veren b ü y ü k insan ve h u k u k ç u Av.Faik Muzaffer A m a ç d a gençler gibi demokratik v e yasal hak­ lar adına, özgürlük v e hukuk adına kıyasıya savaşıyordu. Alkılıç, ayağının tozuna b a k m a d a n gençleri suçlamaktan d a geri d u r m u ­ yordu. E y l e m k o y a n gençler için: " B u n l a r ajan y a h u ! " Diyordu. B Koğuşu sakinlerinden Alkılıç ile k o m ü n disiplini içinde ya­ ş a m a k d a herhalde ç o k güç olacaktı. "Herkesten yeteneği kadar, herkesin ihtiyacına g ö r e " ilkesinin cezaevinde işletilebilmesi bü­ y ü k bir problemdi. Bereket versin yerli " m a f y a c ı l a r ı m ı z d a n k a ­ badayı Dündar Kılıç b u eski m a h p u s h a n e arkadaşına karşı b ü y ü k bir cömertlik gösteriyordu. A l k ı l ı ç ' m e n iyi arkadaşı d a haliyle D.Kıhç'dı. 180



Şadi Alkılıç, Dündar Kılıç'ın cezaevine getirdiği hu leıırke beyaz peynirin, bir kalıbım iki h a m l e d e hemencecik miğdesinc indirecek yeteneklere sahipti. Artı, p e y n i r tenekesindeki tuzlu su­ d a n dört parmaklık bir miktarı bir solukta içerek azaltabilirdi!.. Alkılıç'la beraber yargılanan k i m i sanıklar, o n u n bu türden ta­ vırlarından ötürü b ü y ü k bir acı d u y u y o r v e bu duygularını gizle­ miyorlardı. Bunlardan Ş.Yalçın, " T K P D a v a s ı " n d a k i ifade v e ya­ zılı belgeler okunurken sinirleri geriliyor, söz alıyor, düşünceleri­ ni zabıtlara geçiriyor ve devrimci onurunu yüksekte tutuyordu. Sanırım bu arada hırsından m u t l a k a bıyıklarını da yoluyordu... "Şadi B a b a " cezaevinde k o y u l a n eylemlere karşı d a duyarlı değildi. Bu eylemlere şiddetle karşıydı. Başları istenen g e n ç in­ sanlar, işkenceyle sakat bırakılıp sağlığını kaybedenler v e yasadı­ şı uygulamalar onu asla bağlamıyordu. Cezaevinde genel o y u n iradesiyle k o n u l a n açlık grevi eylemleri v e g ö r ü ş m e y a p m a m a boykotları karşısında Alkılıç h e r z a m a n m a z u r görülüyordu. Bü­ tün bu olup bitenlerden ötürü h i ç k i m s e ona bir eleştiri dahi y ö neltmemişti. Birlikte kaldığı k o ğ u ş sakinleri d e bektaşi babacanlığıyla "Şair B a b a " y ı idare e t m e k k o n u s u n d a b ü y ü k bir esneklik v e özveri gösteriyordu. O da gençlere masallar (üstü açık, dekol­ te fıkralar) anlatarak kendisine gösterilen " s a y g ı y a " karşı ödeşi­ yordu. Fakat gençler bu müstehcen, v e cıvık fıkralardan hiç h o ş ­ lanmıyordu... "Şair B a b a " n ı n duruşmada "şair r u h u " n a hitap ettiği "şair yar­ g ı ç " Akdemir A k m u t kendisine ithaf edilen dörtlüğün karşısında rikkatim esirgemedi ve zavallıyı tahliye ediverdi. B u tahliye as­ lında B K o ğ u ş u sakinlerine verilmiş bir armağandı. Ç ü n k ü o, 160 kiloluk m a d d i varlığıyla, cezaevinde artık çekilmez bir y ü k t ü . . .



181



AYDIN ENGİN



Bu bay sanık d a Misis S e l m a Eşfort'un kurdurduğu ünlü " T K P D a v a s ı " n d a n ötürü yargılanmaktaydı; onu ilkin bizim ko­ ğuşa vermişlerdi, d a h a sonra E K o ğ u ş u ' n a gitmişti. İlk karşılaştı­ ğımızda arkadaşlar bu yeni gelenin kimliğini bize sormuştu. K o ­ ğuşumuzun yeni sakini: "Ünlü ' D e v r i S ü l e y m a n ' oyunundaki Sü­ leyman rolünü canlandıran aktördü." ' Bay E n g i n ' i bu oyunda seyretmiştim; sahnelenen o y u n u n mi­ zah ve ajitatif yanı ağır basıyordu. Ayrıca, oyun yasaklanmış, ti­ yatro k u n d a k l a n m ı ş t ı . . . A. E n g i n yetenekli bir oyuncuydu. O, "yetenekli" oyunculuğunu sadece tiyatro dalmda değil, gazeteci­ lik ve siyaset sahnesinde de sürdüren çok üstün " y e t e n e k l i " ve b ü y ü k bir " a k t ö r d ü . " T H K P - C ' n i n ö n d e gelen sanıkları bu bayın, k o ğ u ş sakini olu­ şundan ötürü o l d u k ç a sıkılmıştı; biran önce koğuştan ayrılmasını istiyorlardı. B i z i m açımızdan ise h a v a hoştu. E n g i n bu durumu hissetmiş ve k o ğ u ş u m u z d a n k e n d i isteği ile çabuk ayrılmıştı. Kendisine: -Anlatır mısın Engin arkadaş, bu n e biçim bir " T K P Davası"dır? İ d d i a n a m e ve yazılı belgelerden okuduklarımız doğru mu­ dur? Demiştik. Bir ünlü " a k t ö r e " bu türden soru yöneltmek aptallığın daniskasıydı. Böyle bir konu ancak açık yürekli devrimcilerle tartışılır v e değerlendirilirdi. O da bizim açık v e konkre tavrımıza rol ke­ serek baştan s a v m a bir cevap v e r m e y i u y g u n bulmuştu. " B o ş ver 182



S.abi, olur b ö y l e şeyler, ü z m e tatlı canını, bir tertip işte." Diyerek tatlı diliyle k o n u y u kapatmak istemişti; biz ise: -Nasıl b o ş verilecek, bu nasıl bir tertiptir, kadıncağız L o n d r a da oturup bal gibi yönlendirmiş kimilerini, herbirinizde bu ilişki­ lere gönüllü girmişsiniz, bu k o n u d a inandırıcı deliller var. Sanık­ ları M İ T yıllardır izlemiş, girip çıktığı yerleri, mektuplaşmalarını, telefon konuşmalarını, y e m e k l i toplantılarım, çatal, kaşık v e bı­ çaklarla h i n d i y e nasıl saldırdığınızı, böylece " d e v r i m " yaptığını­ zı, e n m a s u m arkadaşlık ilişkilerini, kuryelerini v e her şeyi... İd­ dianamedeki malzemenin y ü z d e d o k s a n d o k u z u n u d o s y a y a sanık­ lar yığmış, onlar da olsa olsa y ü z d e bir montaj payıyla bu davayı tezgâhlamışlar. Bize gerçeği s ö y l e y e m e z misin? Bay E n g i n bu tür k o n u ş m a l a r a alışkın değildi; "aktörlüğü" onu her yerde kurtarıyordu; biz d e üsteleyemedik. K o ğ u ş u m u z d a kaldığı süre içinde bizlerle iyi geçindi, şakalaştı, güldü, bazı k o ­ nuları derinlemesine olmasa d a tartıştı. A ğ z ı n d a n bal a k a n bu "ak­ törü" ç o k sevmiştik(!) Aktörlük işlevini bitirince, bay E n g i n bu sefer gazeteciliğe so­ yunmuştu. 12 M a r t ' ı n h ı ş m ı n a u ğ r a y a n ilerici basının boşluğunu doldurmaya heveslenenler bazı ittifaklar kurarak bir araya gel­ mişti v e haftalık ' O r t a m ' adlı bir dergiyi çıkarmaktaydılar. Bu dergiyi Hürriyet finanse etmiş, K e m a l B i s a l m a n ' ı d a b a s m a getir­ mişti. B a y E n g i n gibi üstün yetenekli "aktörler" d e baş kadro ola­ rak işbaşı yapmıştı. Böyleleri işsiz güçsüz kalmazdı; nasıl ki, " d e ­ likli taş yerde k a l m a z " ise, b u n l a r d a öyleydi. M u t l a k a birileri çı­ kar delikli taşı b o y n u n a takardı. D o ğ r u s u bu türden solcuların kıs­ metleri açıktı! ' O r t a m ' dergisi demokratik k a m u o y u n c a tutulmuş, tirajı yük­ selmiş ve d e r k e n Sıkıyönetim dergiyi kapatmıştı. D a h a sonra, 'Yeni O r t a m ' adıyla günlük bir g a z e t e olarak yayınım sürdürmüş­ tü. (Bir d ö n e m i n basın alanındaki işlevi bitince d e bay Bisalm a n ' ı n " s o l c u " gazetesi sağcılara satılmıştı.) Z.Yılmaz, b a y E n g i n ' d e n T H K O v e T H K P - C hareketleri hak­ kındaki görüş v e eleştirilerini sormuştu. O d ö n e m d e , O r t a m ' d a T H K O sanıklarının duruşmalardaki ifadeleri ayrıntılı biçimde ya­ yınlanmış v e bü örgüt n e d e n s e birazcık korunmuştu. T H K P 183



C ' n i n d u r u ş m a l a n n a da yer verilmişti; fakat bu, T H K O ' n u n k i ka­ dar değildi. B a y Engin bu soruya, tatlı, yumuşak, esprili üslubuy­ la, sanıkları incitmeden şöyle bir karşılık vermişti: -Genel izlenim şu merkezde, T H K O hareketi ortaya çıkmıştır; bazı eylemler k o y m u ş , bazı çevreleri etkilemiştir. B u hareketin yankısı b ü y ü k olmuştur. Böyle bir durumda, deniliyor ki, T H K P C ortaya örgüt olarak çıkmamalıydı v e eylem yarışma katılmama­ lıydı. B e n i m edindiğim izlenimler böyle... -Peki sen n e diyorsun, soyutlamadan konuşsana! D e d i ğ i m i z d e ise: -Ne denilir abiciğim, dediğim gibi... benim hepinize derin say­ g ı m vardır... Böyle " s a y g ı " yerine bir devrimci gibi direk gibi konuşsaydı d a h a çok sevinirdik. Bay E n g i n ' i n içerde kaldığı sürede bütün derdi, biran önce dı­ şarı çıkıp ç o k sevdiği basm mesleğine kavuşmaktı. B u konuda, " b ü y ü k " v e " y e t e n e k l i " arkadaşı, üstün "aktörler"den diğeri olan bay O s m a n Saffet Arolat ile planlar ve önprojeler üzerine çeşitli konuşmalar yapar v e dışarda gerçekleştirecekleri "hizmetleri"ni tartışırlardı. B u k o n u d a k i önprojeleri şöyleydi: "İlerici bir basın organına y a d a ajansa büyük bir ihtiyaç var; bu alanı doldurmak için 'soldan h a b e r satacak' bir k u r u m l a ş m a y a girişmek yerinde olacaktır. Bilgi v e deney birikimi olarak bizim kadar k o n u y a ya­ kın hiçbir basın kadrosu da bulunmuyor... v b . " Bir elmanın iki parçası olan bu gazeteciler, " s o l d a n haber sat­ m a k " için gerçekten biçilmiş kaftandı. A m a kimse çıkıpta bu bay­ lara, " n e demektir 'soldan haber s a t m a k ' ? " diye sormadı. Onlar d a köpeksiz k ö y d e bu görevlerini yerine getirdiler. " O r t a m " v e "Yeni O r t a m " gibi b a s m deneylerinden süzüle sü­ züle gelerek yepyeni bir ortama gelinmişti. M e m l e k e t i m i z d e or­ tam mı ararsınız? O n d a n çok n e vardı? Her ortamın d a b a s m ala­ nında boy gösteren profesyonelleri olacaktı. Elmanın yarısı " İ S T A " ajansını kurdu. Öteki parçası T S İ P ' i n d o ğ u m u n d a ebelik üstlendi. Yeni ortamın yarattığı ortamlarda Dr.Kıvılcımlı'nın fikirlerini d a y a n a k yaparak " İ L K E " dergisini 184



çıkardı. D a h a sonraları ise işçi parasıyla hovardalık yapanların "Politika" gazetesinde yeni ortamların gerekleri yerine getirile­ cekti... "İlerlemeci"liğin sayı-suyu yoktu. Baylarımız, "soldan haber satacak"tı; böylece işçi sınıfı hareketiyle sosyalist hareke­ tin buluşup bütünleşmesiyle ancak oluşacak P A R T İ ' n i n yaratılıp üretilmesi kavgası da sulandırılıp kundaklanacak, v e b a mikrobu misali, "ilerlemeci" eğilim girdiği her yeri k u r u t a c a k t ı . . . K o n u " T K P D a v a s ı " olsun da, ister Misiz Selma E ş f o r t ' u n , isterse laz İsmail'in kurdurduğu " T K P " olsundu. N e var yani?.. Baylarımı­ za iş çıkıyordu y a . . . K u r u l a n ajans " İ S T A " elmanın yarısında kaldı. Öteki yarısı 2.TİP'e girdi v e " B E T A " ajansım kurdu. B ö y l e c e eratm temel eğitiminden s o m a yapılan dağıtımdaki gibi, herkes yerini bul­ muştu. O r t a m bunu gerektiriyordu. Star K i n g ' l e r taksim o l m u ş ­ lardı. İSTA-BETA, olmazsa; A L F A - G A M M A , ad m ı yoktu şu fa­ ni d ü n y a d a ? Yeterki "soldan haber satmak" gibi feraset olsun adamda. Gerisini ulu tanrı esirgemez verirdi; ç ü n k ü tanrı çok ali­ cenaptır, n e yapar eder kullarına yeni bir kapı açardı!.. T ü r k i y e basını, 12 Mart s o m a s ı "soldan haber satmak" yolun­ da iki ö n e m l i v e "yetenekli" b a s m elemanını b ö y l e c e kazanmıştı.



185



O S M A N S. A R O L A T



Ant Dergisi'ndeki bir yazısından ötürü cezaevinde bulunan bay Arolat, basın mesleğine gönül vermiş bir "militandı". Basın dalında, sendikalarda, dergilerde v e gazetelerde e p e y c e staj yap­ mıştı. Onu ilk k e z Kanlı Pazar b o z g u n u n d a görmüştüm. Bazı mi­ litanlar, " y a h u dövüşecek yirmi a d a m yok m u ? ! " D i y e saçmı ba­ şını yolarlarken o v e arkadaşları ü ç beş kişi, ara sokaklarda dövüş taklitleri yapıyor, v e devrimci gençlerin paniğe kapılıp sokaklara bırakıp kaçtıkları balta saplarını omuzlamış marşlar söyleyerek bozgunun n a m u s u n u kurtarmaya çalışıyorlardı. Aralarında bay Arolat'ın da bulunduğu bu gençlerin böylesine garip "militanlık­ larını" v e İ T Ü ' y e marşlar söyleyerek sığınmalarını hiç unutamamıştım. B e n g e n ç değildim; a m a p a n i ğ e kapılmadan dövüşecek v e k a ç m a y a c a k yirmi adamın içindeydim. Bayımızın katledilen Vedat D e m i r c i o ğ l u ' n u n kanlı gömleğini Beyazıt Kulesine ü ç arkadaşıyla birlikte, bayrak olarak çekilmesi gibi, bir d e " v u k u a t ı " bulunuyordu; arkadaşlarının iddiası böyley­ di... Bay Arolat cezaevinde de 12 M a r t bozgunu s o m a s ı n d a nasıl " m a r ş " söyleyeceklerini planlayan ve geleceği gören parlak v e iş­ lek zekalı bir gazeteciydi. Gazetecilik konusunda ilk başarılı sına­ v ı m k a ç m a olayından s o m a vermişti. Cezaevinin bütün tutuklula­ rı bu k a ç m a olayı nedeniyle sorgudan geçirilmişti. F a k a t bay Aro­ l a t ' a bu sorgulamada özel bir ayrıcalık tanınmış v e bir k a ç günlü­ ğüne yerini öğrenemediğimiz bir yerlerde konuklanmıştı. Bu yer M İ T ' d e olabilirdi... Kendisini; " b u d u r u m u nasıl açıklayacaksın" 186



diye sorgulayanlara ise: " B i r basın m e n s u b u olarak b e n i m olaya nasıl baktığımı öğrenmek istiyorlar, sorgu falan değil, tanımak, y o r u m y a p m a k gibi bir şey..." biçiminde cevaplamıştı. B a k sen işe!.. Cezaevinde o k a d a r ünlü basın mensupları var­ dı ki, k a ç m a olayı y o r u m u n u g e n e de b a y ı m ı z a yaptırıyorlardı!.. H e m de u y g u n bir yerde günlerce ağırlayarak... İyi ki gençler bu k a ç m a olayından böylelerini haberdar etmemişti... Birde haberdar etselerdi?.. B a y Arolat basında ikinci b ü y ü k stajını Sağmalcılar cezaevin­ de tamamladı. Özel bir b ö l ü m d e kalıyordu; bir ayağı cezaevinin dışındaydı; bu " g a r i p " d u r u m u n nasıl yaratıldığını kendisine so­ ranlara verdiği cevap: "Savcının ve cezaevi m ü d ü r ü n ü n çocukla­ rına ders v e r i y o r u m . " Biçimindeydi. D e m e k bay A r o l a t ' ı n böyle yetenekleri de vardı? A ş k o l s u n delikanlıya! Arolat cezaevinde gardiyanlardan daha özgürdü; girip çıkma­ dığı yer yoktu. Sabahtan a k ş a m a kadar "kuyruğu kesik it" misali dolaşıp duruyordu. B o ş u n a dememişler, " ç o k gezen bilir" diye. Cezaevinde yatan kimi gençler, Arolat'tan h a b e r almak için, dok­ tora y a da dişçiye viziteye yazılır, bu bahane ile o n d a n bilgi alma­ ya giderdi. B u haberlerin ilki "af'la ilgiliydi... Cezaevinde Aro­ lat'ın dışında, basın m e n s u b u olarak Çetin Altan, D o ğ a n Koloğlu, Sina Ciladır ve K e n a n M o r t a n ' d a bulunuyordu; fakat onlarda A r o l a t ' d a olan yetenekler yoktu; ayrıca onlar sabit kimselerdi; koğuşlarında oturuyordu; seyyar değillerdi. B a y Arolat bü cezaevini de gereği gibi değerlendirmeliydi. O n u n açısından bu ortam adeta bir staj dönemiydi. Binlerce can­ lı m a l z e m e , milyonlarca olay, "soldan haber satmak" tutkusuyla yanıp tutuşan bir gazeteci için b u l u n m a z bir fırsattı. Üstelik bayı­ mızın üzerine bunca koruyucu kanat gerilmişken. Hürriyet gazetesi onun ö n ü n e ray döşemişti; ya d a o bu işi be­ cermişti. Haber olduktan sonra, ister soldan, sağdan, ortadan, kıyıdan-köşeden, lümpenlerden, nereden olursa olsun önemliydi. Ö n e m l i ve ilginç haberlere b ü y ü k basın tekelleri ç o k duyarlıydı. Onları değerlendirmede m a l i sermayenin cimriliği asla söz konu­ su değildi. 187



Bayımız ikide bir siyasî tutuklu y a da hükümlüler adına türlüçeşitli haberler oluşturur, bu haberleri k u ş u n kanadıyla dışarı uçuruverirdi. Sağmalcılar Cezaevi sanki onun babasının eviydi. Her­ kes bağlı, o ise bağsızdı. Bağsız, bağlantısız, yabancı boyunduruğundan arınıp temiz­ lenmiş gazetecimiz, bir seferinde k i m i lümpenlere t a n ı n m a y a n af k o n u s u n d a ilginç bir senaryo hazırlamıştı. Lümpenler açlık grevi­ n e başlayacaklar, siyasîler d e bu açlık grevine katılarak onları destekleyecekti!.. Cezaevi yönetimi, ille de B a ş gardiyan Arif Ağa, bu mizansen­ den haberliydi. Senaryo birlikte hazırlanmış, sıra siyasîleri bu işe hazırlamaya y a d a kullanmaya kalmıştı. Arif A ğ a ile Arolat bizim k o ğ u ş a geldiler ve durumu şöyle açıkladılar: - A d e m babalar açlık grevinde, sizlerin de onları desteklemele­ ri yerinde olacaktır!.. Bu bir dayatmaydı, h e m d e u t a n m a z c a bir senaryonun dayat­ ması. Arolat sözünü geçirebileceği kimselere rollerini nasıl ger­ çekleştirebileceklerini fısiltalarla öğretiyor ve: -Bu gerçekte bir açlık grevi olmayacak, yalnızca haber açısın­ dan, basında duyulsun yeterdi. Siyasîler için d e yararlı olur. Di­ yordu. Bazı arkadaşlar ise: -Nasıl olacak bu iş? Demişlerdi. Oda: -Arif A ğ a d u r u m u idare edecek, kimsenin haberi o l m a d a n ka­ ravanaları g e n e k o ğ u ş a getirecek, kimsenin tasalanmasına gerek yoktur; y e m e k l e r yenilecek... Yalnızca bu grevi desteklediğiniz duyurulacak. Korkulmasın, hiçbir sızmtı çıkmayacak. Bu b a y m hazırladığı senaryolar miğdemizi bulandırıyordu; ona haddini bildirmek için ç o k kaşınmıştı; bu olayla bir fırsat çık­ mıştı; açtım ağzımı: -Bay Arolat siyasî tutuklu v e hükümlüler adına hareket etmek yetkisini sana k i m verdi? Siyasîler bu koğuşta kalıyor; yapılacak bir eyleme onlar kendi bağımsız iradeleriyle karar verirler. Sana 188



ne oluyor? Bir kere bizimle birlikte bile kalmıyorsun. Hürriyet gazetesi için siyasîlerin adını k u l l a n m a k istiyorsan, ben kendi pa­ yıma b u n a izin v e r m e m . B u k o ğ u ş t a k a l d ı ğ ı m süre içinde, arala­ rında b e n i m d e b u l u n d u ğ u m siyasîleri bağlayabilecek bir naylon haberin H ü r r i y e t ' t e çıktığını görürsem, tekzip eder, seni de rezil ederim. L ü m p e n l e r diledikleri eylemi koyabilirler; biz b u n a ka­ rışmayız v e bu yolda bir öneri yapamayız. Fakat onların bağım­ sız olarak koydukları e y l e m e biz d e açlık grevi e y l e m i koyarak katılamayız. B u bizim için utanılacak bir davranıştır. Maskaralı­ ğın l ü z u m u yok! Bir daha da siyasîler adına h a r e k e t e t m e hakkı­ nı kendinde g ö r m e ! "Yetenekli" gazetecimiz mesleğinde ilerledi, H ü r r i y e t ' e anga­ j e oldu. Z a m a n geldi A n a y a s a M a h k e m e s i Af K a n u n u ' n u esastan bozdu; siyasîlere de böylelikle af çıktı. Arolat b u k e z affın ve tah­ liyelerin haberini organize e t m e k görevini üstlenmişti. H e m sade­ ce yazılı basın mensuplarını değil T V yetkililerini de cezaevinin önüne y ı ğ m a k t a başarı göstermişti. B ü y ü k bir rejisör gibi cezaevi yöneticileriyle birlikte senaryolar hazırlamış v e aktörlere n e ya­ pacaklarını bir bir öğretmiş, hatırlatmıştı. O g e c e salınıp salınmayacağımız net olarak belli değildi. Za­ m a n geçince d e yatıp u y u m a y ı v e sabahı b e k l e m e y i u y g u n bulup yatağa girmiştim. Dışarda d a hükümlülerin yakınları v e arkadaş­ ları sabahtan beri beklemekteydiler. Gece yarısına doğru uyandı­ rıldık: " K a l k ı n gidiyoruz." Denildi. Herkesin çıkını önceden ha­ zırdı; dışarı çıkacakların listeleri d e biliniyordu. K o ğ u ş t a kalan arkadaşlarla vedalaştıktan s o m a kendimizi A r o l a t ' ı n hazırladığı mizansenin içinde bulmuştuk. B u d u r u m u görünce irkildim ve bu güdümlü kalabalığın arasına girmedim. K o n u ş m a l a r yapıldı; rö­ portajlar, resimler, filmler, flaşlar, flaşlar... Cezaevinden herkes kameralara poz vererek r e s m i geçit yapa­ rak, d a h a doğrusu yaptırılarak yetkililerin ö n ü n d e n bir bir geç­ mişti. B u oyunu protesto e d e n tek siyasî h ü k ü m l ü olarak sadece ben resmi geçit y a p m a m ı ş " t ö r e n " maskaralığı bittikten sonra, en son h ü k ü m l ü olarak cezaevinden çıkmıştım. Dışarda o ğ l u m ve ar­ kadaşlarım beklemekteydi; onlarla yürüyerek cezaevinden uzak­ laşmıştık.



189



Bay A r o l a t ' d a n ve onun senaryolarından, yolda yürürken d e yakamızı kurtaramamıştık; iki d e bir altlarındaki arabaları ve m i ­ nibüsleri durdurup: "Buyur ağabey, birlikte gidelim" diye öneri­ lerini sıralıyorlardı. Yüzlerine d a h i d ö n ü p b a k m a d ı m . O ğ l u m l a birlikte evimize y a y a olarak onurluca gitmek ve senaryolardan u z a k d u r m a k d a h a uygundu; fakat onlar, bizi, gecenin bu körün­ d e bu kadar u z u n yolu yaya olarak gitmemizin doğru olmadığını ö n e sürerek ille d e aralarına a l m a k istiyordu. Yanımızda duran minibüsün kapısmı açtım ve onlara: "Hepinizi yeteri kadar tanı­ dım; sizden ağzımın tadını aldım; arabanıza falan d a b i n m e m ; haydi güle güle!., herkes yoluna!" D e m e k zorunda kalmıştım. Arolat'ın rejisörlüğünü yaptığı bu televizyon filminde beni görüntüleyemediklerinden ötürü ç o k üzüldüklerini sanıyorum. B e n ise, hiç olmazsa proleter devrimcilere yakışan, bize özgü bir protestoyla bu türden oyunlara karşı n e kadar duyarlı o l d u ğ u m u ­ zu göstermiştim. Mutluydum. Fakat, küçükburjuva " s o l " l a n n Devrimci Hareket'e vurduğu darbeleri, hele içimizden çıkan kötü insan malzemelerini, böylesine " ç ü r ü k " , kişiliği bozuk, dönek kimselerle aynı cezaevinde b a r ı n m a k durumuyla karşılaşmak, doğrusu çok a ğ m m a gidiyordu...



190



TANJU GILIZOĞLU



Misiz S e l m a Eşfort'un T ü r k i y e işçi sınıfı hareketi adına ta L o n d r a ' l a r d a n kurdurduğu iddia edilen bu " T K P D a v a s ı " sanıkla­ rından bay T.Cılızoğlu'nun portresini çizen birkaç satırı y a z m a y a değer bulmayarak es geçsek, n e bu davanın n e de 12 Mart Malte­ p e Askerî cezaevinin havası tanımlanabilirdi. Tarihi T K P ' m i z e dışardan p a r m a k atan o kadar kişi, grup v e örgüt vardı ki, varsın bunlara bir d e Misiz S e l m a Eşfort katılsındı! Türkiye işçi sınıfı hareketi küçükburjuva sosyal asalak kimlik­ li onca " ö n d e f ' i n vekaletsiz girişimine tanık olmuştu ki, şimdi sı­ ra Misizlere, onların çengel attığı " a y d ı n ' l a r a gelmişti. D a v a dosyalarına esas teşkil e d e n sanık ifadeleri, belgeler ki­ mi "aydın"ımız hakkında ilginç şeyler ö ğ r e n m e m i z i d e sağlamış­ tı. Ünlü yazar A z r a Erhat, Yaşar K e m a l ' i n eşi M a t i l d a Gökçeli, piyanist M a g d e l i n e Ruf, yazar v e çevirmen S e ç k i n Ç a ğ a n bu da­ vada nasıl d a biraraya getirilmişti? Bu insanların T K P ile olduğu söylenen ilişkisi nereden d o ğ u y o r d u ? Çetin Ö z e k , N i h a t Sargın, Harun Karadeniz, Süleyman B a l k a n , Masis Kürkçügil, Ragıp Zarakolu, O s m a n S.Arolat, Aydın Engin, Erdöl B o r a t a p nasıl bir araya getirilmişti?... T İ P E m i n ö n ü ilçesi bazı üyelerinin "Parti­ z a n " adıyla oluşturdukları gruptan: Sıtkı C o ş k u n , Veysi Sarısözen, İrvem Keskinoğlu, Adil Ö z c a n bu davayla ilgili olarak tutuklanamayıp yurtdışına çıktıkları söyleniyordu; bu gruptan yalnızca Cihan Ş e n o ğ u z ' u n sanık olduğu görülüyordu. Öte y a n d a kendile­ rini yalnızca kültür ve sanat işine vermiş Vedat G ü n y o l ve Saba­ hattin Eyüboğlu... Beri y a n d a n 1 5 - 1 6 H a z i r a n Direnişi sanıklarm191



dan Sungurlar Fabrikası baştemsilciliği y a p m ı ş Vahit Tulis. Vahit arkadaş bu davanın tek işçi sanığıydı. B u davanın açılabilmesine m a l z e m e verenlere e n çok bozulan d a o y d u . Değerli yazar v e hu­ kukçu Şiar Yalçın d a bu davanın sanıkları arasında b u l u n m a k t a n sıkılıyordu. P e k i bay T.Cılızoğlu n e arıyordu bu d a v a d a ? K a m ­ bersiz düğün o l m a y a c a ğ ı m düşünmüştü birileri zahir! Cezaevinde b u d a v a nedeniyle gençler arasında b ü y ü k bir " m a v r a " yaratılmıştı: -Bunlar m ı sosyalist devrim yapacaktı? Bunlar m ı sosyalist ik­ tidarı kuracaktı? -Misiz S e l m a Eşfort kimdi? -Matilda Gökçeli kimdi, n e d e n Y.Kemal ile evlenmişti, sosya­ list miydi? -Şadi B a b a ' n ı n davaya verdiği malzemeler doğru m u y d u ? (Evet doğruydu) - "Tarihi T K P " neydi? P A R T İ ' y i k i m l e r temsil ediyordu? -İşçi smıfı niçin bir inisiyatif kullanmamıştı da, PARTİ konu­ su böylelerinin istismarına, y a da k a p a n ı n elinde kalmıştı? -Bu davadaki m a l z e m e v e iddiaların tümü de mizansen v e se­ naryo m u y d u ? Hakikatla ilişkisi olan birşey yok m u y d u ? Nasıl açılabilmişti bu d a v a ? vs. vs. Evet cezaevinde " T K P D a v a s ı " sanıklarının tümüyle yakından tanışmak fırsatım bulmuştuk. B u d a v a sanıklarının portrelerini çizmekle, PARTİ adına katlanılan b u n c a zahmetlerin mutfağını öğrenmiş olacaktık. Devrimcilik ve komünistlik adına yapılmak istenen sağlı "sol'Tu bütün maskaralıkları açığa vurmalıydık. H e m öylesine açığa vurulmalıydı ki, bir defa daha, ilkesiz, ku­ ralsız, kimliği tartışmalı, meçhul, entrikacı ve ahlaksız takımının T K P adına maskaralık yapması ö n l e n m e l i y d i . . . İşçi sınıfı hareketiyle sosyalist hareketimizi buluşturup bütün­ leştirerek birleşik bir PARTİ örgütlenmesine kavuşturamadığımız sürece bütün eloğulları, bu " b o ş l u ğ u " doldurmak için her yol ve yönteme başvuracaktı. Hayıflanmanın yeri yoktu; işçi sınıfı ken­ di davasmı sahiplenemiyorsa meraklısı, tasfiyecisi, komplocusu, 192



her boydan v e soydan insanlar d e v r i m c i ve k o m ü n i s t o l m a y a so­ yunacak y a da soyundurulacaktı!.. İçerde yerli burjuvazimiz, dışarda emperyalizm v e o n u n ulak­ ları, Türkiye işçi sınıfi ile e m e k ç i halklarımızın oluşturduğu bu engin potansiyelin (sosyal muhalefetin) enerjiye d ö n ü ş m e s i n i en­ gellemek için b ü y ü k bir çaba içindeydi. Ü l k e d e k i b u sosyal m u ­ halefeti yönetip yönlendirmeye aday bir PARTİ 'nin o l u ş m a m a s ı için bir y a n d a n kağıt üstünde yasaklar, fiilî baskılar uygularken, öte yandan yeri geldiğinde açık terör yöntemlerine d e b a ş v u r m a ­ dan edemiyordu. Baskı ve devlet terörü sökmeyince, hareketin içine naylon komünistleri s o k m a k , d ö n e k ve hainlerin marifetiy­ le ciddî örgütlenmeleri sulandırmak isteyecekti. " T K P D a v a s ı " vitriniyle, kimliği tartışmalı birçok ç ü r ü k insa­ nın da içine doluşturulduğu bu d a v a aracılığıyla d e v r i m c i v e sos­ yalist kadroların birbirine karşı o l m a s ı gereken sevgi v e g ü v e n or­ tamı d a yaralanmış oluyordu. A d ı y l a komünist olan bu türden ör­ gütler ortaya çıkarılınca, devrimci gençliğimize d e " s o l maceracı­ lığın" yolu döşeniyordu, birilerinin aklı sıra... Sisteme karşı çı­ kanların içinde taşıdığı koru bir türlü söndüremeyen burjuvazimiz ile emperyalizmin "kağıttan k a p l a n " olduğu doğruydu; a m a hafi­ fe alınmayacak, yaralı v e ç o k tehlikeli bir d ü ş m a n o l d u ğ u n u n ü s ­ tü örtülmeden v e unutulmadan... İşçi sınıfı hareketini, o n u n adını taşıyan örgütlerle kuşatıp su­ landırmak, devrimci ve sosyalist kadroların çaldığı m a y a y ı cılıklaştırmak gerekiyordu. Devrimciler eti kurtlanmaktan k o r u m a k için tuz kullanıyor, a m a tuz d a kâr etmiyordu; çünkü eti kurtlan­ maktan k o r u y a c a k tuz d a kurtlanmıştı. Devrimci m ü c a d e l e d e g ö ­ rünen sosyal asalaklığın m a d d i bir z e m i n i de vardı.



* #* Gelelim k a h r a m a n ı m ı z Cılızoğlu'na... Onu önceleri T İ P üyeliği d ö n e m i n d e n tanıyordum. Çeşitli ga­ zetelerdeki yazılarından, röportajlarından, tiyatro üstüne yazdık­ larından, edebiyat v e sanat tutkularından, kitapçılığından v e de saymakla b i t m e y e c e k meziyetlerinden ötürü tanıyordum. Onunla hiçbir z a m a n düşünce v e eylem birliğimiz olmamıştı. Portreler F/13



193



T.Cüızoğlu d a 12 Mart 1971'in kurbanları arasındaydı. Ceza­ evine kim gelirse gelsin, bizim A K o ğ u ş u sakinlerinden dostluk görüyordu. O n u n hakkında gençlerden daha fazla bazı bilgilere sahip olduğum için bilgimize başvurulduğunda doğrusu "rapor v e r m e y e " sıkılırdım. Çetin Altan dahi o n u n hakkında konuşmak­ tan kaçınırdı. 12 Mart zedelerini hakiki kimlikleriyle cezaevinde tanımak en doğrusuydu. Kimi sanıkları tanımak için y a entellumpen olacak, onların takıldıkları mekânlarda bulunacaksın, ya da devrimciliğin sınandığı işkence, sorgu ve cezaevi gibi kötü k o ­ şullarda... Tanrı yazdıysa bozsun, bu g ü n e kadar entel-lumpen takımın­ dan hiçbir arkadaşlığımız olmadı. Gençler C ı l ı z o ğ l u ' n u n E m n i y e t ' d e y k e n , eskiden edindiği zenaatlarına ek olarak yeni yeni mesleklere talip o l d u ğ u n u söylü­ yordu. Sansaryan H a n ' ı n üst katındaki hücre ve müştemilatının b o y a v e b a d a n a işiyle aynı yerin kahvecilik görevini üstlenmesi olayı, gençlerin Cılızoğlu'na takılmasına neden oluyordu. Yani, o E m n i y e t t e boya, b a d a n a v e kahvecilik gibi meslekleri gönüllü olarak üstleniyordu. Sanırım meslek sayımında bir ek­ siklik yapıyoruz, bayımızın bir d e sağlık v e ilk y a r d ı m konuların­ da da b ü y ü k bilgi v e becerileri vardı. Yazdığı kitabında birçokla­ rının yanısıra kardeşim Z e k i ' n i n d e işkence s o m a s ı tedavisini ö yapmıştı. N e d e olmasa "sol"un içindeydi; işkence g ö r m ü ş yolda­ şına herkes bir ilk yardımı yapardı. C ı l ı z o ğ l u ' n u n hakkını y e m e m e k v e bu türden hizmetlerine te­ şekkür e t m e k yerinde olacaktır. Kendisi Maltepe Askerî C e z a e v i n d e gençlerle, n a m ı diğer, "hayta"larla birlikte aynı koğuşta (C, D , E) kalıyordu. Gençlerle birlikte hapis y a t m a k her babayiğidin harcı değildir. G e n ç insan bu, sağı-solu belli olur muydu; üstelik gencin devi, cılızı, sıskası değildi. Gençler afacan, ele avuca sığmaz, laf dinlemez, kanlı canlı ve delişmen insanlardı. Aralarında adam kaldırmış, fidye is­ temiş, " k a m u l a ş t ı r m a " yapmış, banka soymuş, silahlı çatışmalara girmiş, kitle hareketlerine katılmış, oraya buraya çata-pat koy­ m u ş , üniversite işgal etmiş, alet-malet kullanmış olanlar çoğun­ luktaydı. Kimileri ise, pişmaniyeler y a z m ı ş , peşinden adamlar ge194



tirmiş, döneklik yaparak arkadaş satmış, b u n u n l a yetinmeyerek cezaevinde "kültür d e v r i m i " yaparak kitap y a k m a eylemlerine katılmış, uyduruk marşlar söyleyerek kışkırtıcılık y a p m ı ş , ceza­ evi yönetimine rapor ve dilekçeler yazmış, özel istihbarat için özel yerlerde günlerce ağırlanmış, bilgi v e becerilerinden yararla­ nılmış, " s o l ' d a n haber satmış" vs. vs. onlarca insan v a r d ı . . . Bayımız işte böyle bir k o ğ u ş t a rahat edemiyordu. Ç o k yalnız kalmıştı. Duygulu, insan sever, efsanelerdeki y a d a mitolojideki aşk hikayelerine karşı çok duyarlı biriydi; m e k t u p y a z m a d a us­ taydı (hele aşk mektuplarında); titiz, temizliği sever v e kendince çalışkan v e temiz bir aile ç o c u ğ u y d u . Gençlerin dev cinsinden olanları ona rahat vermiyordu. Duy­ gularını anlatmak k o n u s u n d a ise, ona çok k a b a v e hoyrat davra­ nıyorlardı. A k ş a m d a n yazdığı aşk mektuplarını ö n c e gençler alıp okur v e s o m a bunu yüksek sesle okuyarak kitleye malederlerdi. Gençlerin yaptığını ayıplıyor v e onaylamıyorduk. E K o ğ u ş u n u bu konuda disipline sokmanın y o l u tıkalıydı. Cılızoğlu'nun s o m a d a n h a y a t arkadaşı olan Seçkin Ç a ğ a n ise kadınlar k o ğ u ş u n d a ve aynı d a v a sanıkları arasındaydı. Seçkinle Tanju her g ü n düzenli olarak mektuplaşıyordu. (Galiba faşist bas­ kı ve terör ortamı azgınlaştıkça, kimi " s o f c u l a r m " a ş k - m e ş k " vs. güdüleri de, doğru orantılı olarak artıyordu!...) B u mektupları ise görevli erler getirip-götürüyordu. Arada bir de pencerelerden (ki pencereler b k b i r i n e karşı değil­ di) yüksek sesle konuşurlardı. Kadın ve erkek tutuklular böylelik­ le haberleşirdi. Onların bu konuşmalarını bütün cezaevi sakinleri dinlemekteydi; tutuklular, erler, subaylar, özel görevliler ve herkes. Bir seferinde Seçkin p e n c e r e d e n seslenirken: -Gömleklerini yıkayıp ütüledim, aldın mı? Bir ihtiyacın var mı? Nasılsın? İyimisin? D i y o r d u Cılızoğlu'na. O da: -Aldım kadınım, aldım, ç o k sevindim, sağolasın, iyiyim,... ta­ rihli ve... numaralı m e k t u b u m u a l d m mı? Çiçek d e göndermiştim sana... Bu diyaloga kimileri kulak kabartır, konuşmaların araşma gi­ rer ya da bu ilişkiyi sulandırmaya yeltenirdi. B u k o n u d a d a biz ta195



rai değildik. B a z e n bıyık altından gülüp geçiyor v e işimize bakı­ yorduk. Bir seferinde bu diyaloga bizim adımızı d a karıştırmışlar­ dı; gençlerin d e v cinsinden olanları, bu diyalogun a r a ş m a kabaca girerek: -Kadınım, S . Ö . ' ü n de gömleği yoktur, ona d a bir çift gömlek göndermelisin. Yolunda bir densizliğe girmişti... Araya giren b u konuşmaları duyanlar makaraları koyuverirdi; fakat onlar g e n e diyaloglarını sürdürürdü; faşist baskı v e terör es­ tirilen bir m e k â n d a özgür ve kaygısızdılar. O n u n b u n u n araya gir­ mesi ve dırıltısı kendilerini bağlamıyordu. A d ı m ı z g e ç m e s e bizi de bağlayan birşey yoktu. Varsın keratalar sevişip dursundu!.. Böylesine zıt karakterli insanlar birlikte hapis yatacağına ölseler daha iyiydi. Gerçekten çok zordu k a r m a karışık nitelikli kim­ selerle birlikte hapis yatmak. H e l e sosyalizm adına yola çıkan-çıkartılan ya d a kendini öyle sanan böylesine garip bir m o z a i k içe­ risinde halvet olmak, birileriyle iyi g e ç i n m e k ve diyalog kurabil­ m e k imkânsızdı. Taraflardan biri b ö y l e durumlardan m u t l a k a bü­ yük zarar görürdü. Gençlerin dev cinsinden olanları Cılızoğlu'ndan, o d a gençler­ den çok yalanıyordu. Birlikte yaşamalarına imkân yoktu. Üniver­ site kantinlerinden gelmiş, D o ğ u ' d a k i deyimiyle; " g a b ı n d a n bo­ şanmış deli d a n a l a r " misali hapisaneyi mavralardan kırıp geçir­ mekteydiler. C ı l ı z o ğ l u ' n u n " m e k t u p ç u l u ğ u " d a mavracılıktaki bu çok yetenekli insanlara b ü y ü k bir m a l z e m e birikimi sağlamıştı. Adamcağız artık dayanamayınca idareye dilekçeyle başvurmuş ve kimileri y a n ı n d a o da bizim k o ğ u ş a "iltica" talebinde bulunuvermişti. N e yapalım, insan koğuş ya d a cezaevi arkadaşlarını seçmede özgür değildi. İnsanın cezaevi arkadaşını seçme özgürlüğünün elinden alındığı şartlarda, birlikte hapis yatacak d a h a n e maden­ ler bulunurdu!.. C ı l ı z o ğ l u ' n u n d a bizim k o ğ u ş a "iltica" etmesiyle " h a y t a ' l a r ı n bizim k o ğ u ş a k a d a r uzanan mavraları bitmemişti. B u mavralar bu kez "siyasî" bir mahiyet te k a z a n a r a k ölçüyü d e k a ç ı r m a k t a ve şu sözlerle noktalanmaktaydı!.. 196



-S.ağabey artık sende S e l m a E ş f o r t ' u n adamlarından Cılızoğlu ile müşerref olursun!.. Artık sende " T K P " nasıl kurulurmuş öğ­ renirsin!.. Belki de g ü n ü - z a m a n ı gelir sıkıyönetim m a h k e m e l e r i n ­ de birlikte yargılanırsınız!.. Evet "hayta"ların dilinin k e m i ğ i yoktu; şakayla karışık ta olsa ortada adına g ü v e n duyulan, kadrolarına inanılan, p r o g r a m ı d o ğ ­ ru v e bütün komünistleri k u c a k l a y a n bir T K P ' m i z yoktu. Bu g e ­ leneğin yaratılması için k a v g a veren kadrolar d a bir y a n d a n bur­ juvazinin öte yandan küçükburjuva "sol"culuğunun kuşatmasını kırarak nefes dahi alamıyordu. K a h r a m a n ı m ı z ı n bizim k o ğ u ş a gelmesiyle bazı arkadaşların zihninde oluşan tuhaf kaygılar d a dışa vurulmuştu. N e y a p s m d ı bizimkiler, " a m e l e taifesi"nin basma birileri y e t m i y o r m u ş gibi püsküllü bir bela daha salınmıştı. Bizler fabrikadaki iş disiplinini bu cezaevine d e taşımaya ö z e n göstermiştik. B u cezaevinden çü­ r ü m e d e n ç ı k m a k için, y a ş a m a koşullarımızı olabildiğince düzen­ li v e disiplinli tutmak istiyorduk. Temizlik, y e m e i ç m e , oturup kalkma, o k u m a - y a z m a , spor y a p m a gibi herşeyi bir ilkeye bağla­ m a y o l u n d a k i m i kuralları geliştirmek istiyorduk. Düzenimizin sulandırılıp bozulmasını nasıl isteyebilirdik? " H a y t a ' l a r ı n bir tür­ lü anlamadığı, aslında ise anlayıp d a bir türlü içlerine sindireme­ diği devrimci düşünce v e davranış ilişkilerimizi, çeşitli mavralarla: " B u koğuşta S.Ö. faşizmi var!..." Biçiminde tezahür etse de,aslında bu türden sataşmalarla bizlere olan sevgi v e saygıları­ nı dile getirmiş oluyordular. K o ğ u ş u m u z a "iltica" edenlere yapılan uyarı Cılızoğlu'na d a yapılmıştı. Kendisini karşımıza oturtup efendice konuşmuştuk: -Bak arkadaş, biz bu k o ğ u ş a seni çağırmadık; k e n d i n geldin; idarenin bu tasarrufuna da karışamıyoruz; burada bizim bir yaşa­ m a biçimimiz v e ilişkilerimiz var. B u düzenimizi geliştirip g ü ç ­ lendiriyoruz. B u düzenleme gönüllü ve iradi bir birliğe dayalıdır. E K o ğ u ş u n d a yakındığınız " h a y t a " ilişkileri burada yoktur; ola­ maz. K o m ü n e girip g i r m e m e k o n u s u n d a kimse seni zorlamaz. İs­ tersen girersin, istemezsen girmezsin. Her iki d u r u m d a da, şu ku­ ralları g ö z e t m e k d u r u m u n d a kalacaksın. Kendi p a y ı m ı z a biz böy­ le y a ş a m a k t a n yanayız. Sana, y a ş a m a biçimine, özel tutkularına 197



kimse karışmaz. Biz de ilişkilerimize kimseyi karıştırmayız. İlke­ leri gözetmek sana kalmıştır. Bir konu daha var, şu m e k t u p l a ş m a meselesi. Biliyorsun cezaevindeki görevli erler yalnızca asker de­ ğildir. Mektuplarınızın taşıyıcılığını erlere yaptırıyorsunuz. Uyar­ ması bizden, sizin gibi bir " t u t k u s u " olan Necati S a ğ ı r ' ı n "mek­ tupçuluğu" y ü z ü n d e n onlarca insan sanık oldu; savcılar bu türden "tutkuları" davalarında delil olarak kullanmıştı. " T K P Dava­ s ı n d a k i rolüne, düşünce ve kanaatlarına asla karışmayız. Fakat biliyorsun, bu türden saçma-sapan ' T K P " iddialarını asla onayla­ mıyor, ayrıca son derece zararlı buluyoruz. Bu arada, bir bakarsın bizim h a k k ı m ı z d a d a bazı şeyler y a z m a y a kalkarsın, senin bu "tutkun" y ü z ü n d e n başımızın ağrımasını istemiyoruz! Biz birbiri­ ni seven insanlara saygı duyarız; yalnız birbirinizi gerçekten se­ viyorsanız, n e d i y e Anadolu Ajans gibi yayın y a p a r a k bunu herkesin diline düşürüyorsunuz? Sevginizi bu ölçülerde açığa vu­ rup teşhir etmeniz v e birilerinin ağzına sakız vermeniz iyi birşey değildir sanıyorum. Burada bulunan garip askerler sizin şahsınız­ d a konuyu genelleştirip devrimciler hakkında yanlış yargılara varmamalıdır. İçlerinde, görevliler dışında, tertemiz emekçi halk çocukları d a var. Bir devrimci b u n a özen gösterir, gözetilmesi ge­ reken davranış biçimini titizlikte kavrar. Sen d e k o n u y u b ö y l e ele almalısın. Birbirini aşk duygularıyla seven o kadar insan var ki aramızda. Onlar arasındaki ilişkilere bir bak bakalım? H a n g i dev­ rimci, bu türden duygularını dostun-düşmanın y a n ı n d a dengeleyemeden sulandırıyor? Yaptığınız " m e k t u p ç u l u k " işine bu açıdan bakınca, yalnızca tek basma sizi ilgilendiren bir m e s e l e değildir. Ayağa d ü ş ü r d ü ğ ü n ü z bu ilişkilerinizi asla onaylamıyoruz. Dev­ rimci ve sosyalist isen k o n u n u n inceliğini g ö z e t m e k sana düşer v e böyle bir uyarıya gerek d e k a l m a z . Aramıza y e n i geldiğin için söylüyorum, arkadaşlarımızın ortak düşünceleri bu doğrultuda­ dır; bilgin olsun; hepsi bu kadar. Gerisi sana kalmıştır... Cılızoğlu " a m e l e taifesini"ve onların K o m ü n ' ü n ü çok sevmiş­ ti. Kendisine karışan, mektuplarını okuyup sansür e d e n , onları gır­ gıra alan k i m s e yoktu bu koğuşta. Yaratılan kolektif dirlik v e dü­ zeni de çok takdir ediyordu. O d a bu ilişkiler arasında elinden ge­ leni yapıyor v e kolektif yaşama katkısını eksik etmiyordu. Uyku198



sunu uyuyabiliyor, kitap okuyor, dinleniyor v e efendice tartışabi­ liyordu. Tek kusuru "mektupçuluğuydu"; eh n e yapalım başa ge­ len çekilirdi! " O kadar kusur k a d ı k ı z m d a d a olurdu." Diyorduk. G ü n geldi o da tahliye oldu; dilediği hayata kavuştu. " A m e l e taifesi"nden çok hoşnut olarak ayrılmıştı. G e r e k "hayta"ların mavrasından gerekse A K o ğ u ş u ' n u n dirlik v e d ü z e n anlayışından kurtulmuştu. Bir kere de ziyaretimize gelerek bu duygularını ka­ nıtlamıştı. Fakat bizlerle görüşmesi engellenmişti. O n u n böyle bir işe kalkışması aslında b ü y ü k bir cüret idi. B u ziyareti y a p m a s ı için bir çıkarı y a d a ard niyeti yoktu; o l a m a z d ı . . . Kimilerinin adı­ mızı d u y u n c a yıldırım çarpması gibi duygulara kapıldığı bir or­ tamda o kimseyi iplememiş, aleyhine olabilecek durumlara aldır­ m a d a n kalkıp cezaevine gelmişti. Cezaevine gelirken eli b o ş d a gelmemişti. Seçkin Ç a ğ a n ' ı n ölen eşi S e r m e t ' t e n geriye k a l a n n e kadar eski giysi ve öte-beri varsa bunların tamamını cezaevine b o c a etmişti. İyi hoş da, adı­ mız " a m e l e taifesi"ne çıktıysa, ölü ıskatçılığına t a m a h edecek ka­ dar aç v e çıplak da değildik. Ç o k şükür idare e d i p gidiyorduk. O n u n getirdiği giysileri h i ç k i m s e giymemişti. Bu engellenen ziyaretinde bize, bir de oturup elden (idare ka­ nalıyla) m e k t u p yazmıştı. C e z a e v i n d e yatan k i m olursa olsun ha­ tırlanmaktan hoşlanırdı. Biz d e m e k t u b u alınca sevinmiş, gösteri­ len " a h d e vefa" duygusunu takdir etmiştik. Fakat m e k t u b u oku­ yunca şaşkına döndük. O d a nesi? Bayımız sanki burjuva demok­ rasisinin anavatanından bir m e k t u p yazıyordu. N e l e r demiyordu ki, bu m e k t u b u n d a . A B D e m p e r y a l i z m i ile iç gericiliğin ipliğini pazara çıkarıp sergilemesinde çok başarılı bir tablo çizmişti. Bizi de bu arada İ s a ' n ı n katına çıkarmıştı... Halbuki o n u n söyleyip ya­ zıyla belgelediği bu türden konuların onda birini biz ağzımıza da­ hi alamıyorduk... Tanju Cılızoğlu "kısmeti a ç ı k " biriydi. H e r n e kadar öteki meslektaşları Aydın Engin, O s m a n S. Arolat, K e n a n Mortan vb. gibi raiting yaparak burjuva b a s m m d a yükselip bir yer edinemediyse de, k i m i iktidarların ilgili bürokrasisine yanaşarak h a y a t ı n ı garantiye a l m a s m ı biliyordu...



199



SARP KURAY



Sarp Kuray, " 6 9 ' l a r Bildirisi" ile adlarını d u y u r a n D e n i z Kuvvetleri'ndeki devrimci teğmenlerden biriydi. Askerler arasında H a v a ve K a r a K u v v e t l e r i ' n d e n d e bu bildiriyi onaylayanlar çıkı­ yordu. Bu çıkışlar ülkedeki toplumsal uyanışın asker kanadında­ k i yansımasıydı. İç ve dış gerici güçlerin baskı v e sömürüsüne k a r ş ı yurtsever, ilerici ve genç askerlerin yiğitçe dikilmesiydi " 6 9 T a r Bildirisi"... H a v a Harp O k u l u öğrencilerinin " G ö k s e n i n " adlı dergilerinde de bu bildiri ile ilgili yazılar çıkmış, i ç basın d a olayı y a n s ı t m a d a ge­ cikmemişti. O r d u ' d a n tasfiye edilen 69 subay adına 5 t e ğ m e n i n " T ü r k Hal­ k ı n a " başlıklı bildiride; " . . . h e r ş e y i n gerçek üreticisi e m e k ç i hal­ kımız ve yoksul yığınlar olduğunu bilerek d e v a m edecekler kav­ galarına. B u n a inancımız tamdır. Çünkü düne kadar bizde onlar­ dan biriydik. Farkımız yoktu 69'lardan, yüzlerden, binlerden, 69'lan, yüzleri, binleri bir avuç başı bozuk, beş solcu hayta bi­ çiminde ufalayıp küçültmenin hesabına emekli olduk. A m a neyi değiştirecekti bu, devrimci kardeşlerimizin savaşma a z m i n e g e m m i vuracaktır, devrimci dayanışmayı m ı kıracaktır, bağımsızlık kavgasını m ı durduracaktır. K o r k u m u salacaktır y ü r e k l e r e duru­ m u m u z . (...) Biz başta emperyalizmle, onun yerli uşaklarıyla sa­ vaşıyoruz. Savaşa katılan herkes dostumuz, karşı çıkan herkes düşmanımızdır. (...) Artık k a v g a n ı n t a m göbeğindeyiz. D e m o k r a ­ tik halk iktidarı için yola çıktık. Görevimiz, devrimciler olarak halkımızla organik bağlar k u r m a k , savaşı onun içinde, onunla 200



omuz omuza sürdürmektir artık. Bu görev yalnız bizim değil bü­ tün devrimcilerindir. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin bir takım oyunlarla çelişkileri gizlemeye çalıştığı bir ortamda ayrılıklar ve tartışmalar sona ermeli ve eylem için birlik sağlanmalıdır. Biz beş devrimci olarak üniformalı y a da üniformasız bütün devrimcilere bu çağrıda bulunuyoruz: Bizi d a h a fazla bölmeden düşman, gelin kavgada birlik olalım; birbirimizi " h a i n " diye d a m g a l a m a d a n , fabrikaya, tarlaya dostça dolalım. Artık b o ş a söylenecek s ö z ü m ü z yok, kederli d e değiliz asker­ likten ayrılışımıza. Biliyoruz k i bu bir üniforma değişimidir. Bun­ dan sonra üniformamız k ö y l ü n ü n tarlada, işçinin fabrikada giydi­ ği, kışlamız t ü m Anadoludur. Y ü r e ğ i m i z devrime inançla doludur. S e l a m olsun halkımıza... O r d u ' d a n çıkarılan beş d e v r i m c i teğmen: Sarp Kuray, Ünsalan, Okan Eşmen, Emin Babakuş, Ahmet Çöker" *



Doğan



Bu bildiride dile getirilen düşünceler o d ö n e m i yansıtan ilginç bir belgedir. Bildirideki düşüncelerde birlik olan genç teğmenler, s o m a d a n çeşitli siyasî eğilimlerin taraftarları olarak değişik ev­ rimler geçirmiş, işçi sınıfı hareketiyle b u l u ş a m a d a n farklı yerlere savrulmuşlardır. İşçi sınıfı hareketi d e bu savrulmaları derleyecek düzeyde donanımlı değildi. " 6 9 D e n i z S u b a y ı " olayı y ü z ü n d e n arkadaşlarıyla birlikte or­ dudan tasfiye edilen S.Kuray'la h e m K. Maltepe h e m de Selimi­ y e ' d e aynı dönemlerde, fakat ayrı ayrı koğuşlarda hapis yatmıştık. K. M a l t e p e ' d e y k e n onlar, haklarında açılan kalabalık bir da­ vadan ötürü yargılanmaktaydı. Duruşmalara tıpkı asker gibi çık­ mışlardı; siyah pantolon, siyah ayakkabı, beyaz gömlek, siyah gravat, traşları dahi askerî talimatlara uygundu. Üzerlerinde sa­ nırdınız bir üniformayı t a m a m l a y a c a k bir ceket v e şapka eksikti. D u r u ş m a d a şansları yaver gitmiş, R e m z i Şirin gibi b ü y ü k bir hu­ k u k ç u n u n m a h k e m e s i n e " d ü ş m ü ş l e r d i " . Bir iki celse sonunda da sanık sayısı ç o k aza inmiş v e b ü y ü k bir b ö l ü m ü tahliye olmuştu. S.Kuray bu davanın ö n d e gelen sanıklarındandı. Faik Türün paşa bu tür davalara s o m a d a n b a z ı "cuntacı" sanıklar daha ekle­ mişti. * Devrim Gazetesi, 20 Ocak 1970, sayı: 14, s. 1-7.



201



S.Kuray, o r d u d a iyi bir eğitim görmüştü; sol fikirlere açık ve Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın görüşlerini paylaştığım ileri süren bi­ riydi. Bürokrasinin üst düzeyinden bir aile geleneğine sahipti; ba­ bası merkez valisi Enver Kuray, dayısı 27 M a y ı s ' ı n ü n l ü Yassıada savcısı Altay Ö m e r Egesel'di. Geniş bir çevreleri vardı. Kimi za­ m a n oğlunu ziyarete gelen b a b a Kuray, İçişleri B a k a n ' ı n ı n emri­ n e sunduğu araçla S e l i m i y e ' y e gelirdi. Oğul Kuray bu olaya se­ vinirdi. Onların ilişkileri açısından bu olay, şu m a n a y a geliyordu: 9 M a r t ' m kadroları, bakan adayları, bürokraside halâ etkiliydi. 12 M a r t ' ı gerçekleştirenler, kesin tasfiye y a p a m a m ı ş t ı . . . Sıkıyönetim komutanları ile askerî savcıların istekleri dışında bazı hakimlerin bu tür davalara T C K ' n u n 146/1 .Maddesini uygu­ lamaması sıkıyönetimlerin h u k u k tarihinde bir zaferdi; dilerdik diğer hakimler d e aynı davalarda bu biçimde bir yol izlesihdi. Ol­ m a d ı , bu y ü z d e n d e devrimci gençliğin lider kadroları d a h a çok harcandı; kimileri asıldı, kimileri katledildi, kimileri d e idamdan güçlükle kurtuldu. B u sebeple h a k i m R e m z i Şirin, d ü ş ü n c e olarak bizlere karşı o l m a s ı n a rağmen, " h u k u k " u n onurunu k o r u m u ş , ge­ rekli bir görev yaparak iyi saatte olsunlara teslim olmamıştı. Bu tutumundan ötürü o n u n başkanlık yaptığı m a h k e m e lağvedilmiş v e gerekçeli kararını yazarken m a k a m ı n ı ve sekreterini d a h i gö­ revden almışlardı. Burjuvazi ordu içinden çıkan ilerici v e demok­ rat kadroları istemiyordu; bu " g e l e n e ğ i n " bozulmasına teşebbüs edenlerin köklerini kurutmak istiyordu... S.Kuray'la d a cezaevinde gerekli diyalog v e arkadaşlığı kura­ m a m ı ş , hiçbir k o n u y u tartışamamıştık. Geldiği k ö k e n d e n m i , yoksa ordu içinden aldığı askerî eğitimin etkisinden m i , yoksa ki­ m i ilişkileri y ü z ü n d e n mi bilemiyorum bazı siyasî eğilimlerden uzak duruyordu. Onların bu tutumlarından ötürü bizler d e ister is­ temez SarpTardan uzak d u r m a k zorunda kalıyorduk. Bu arkadaşların 12 Mart Muhtıracı'larından b a z ı beklentileri vardı. Belki d e hâlâ 9 Mart M u h t ı r a s ı ' n ı kaleme alanlardan bazı girişimlerde bulunmalarım ummaktaydılar. M e m d u h T a ğ m a ç ile Faruk Gürler paşaların cuntasal kavgalarından devrimciler yara­ rına bir " y o l " u n açılacağını sanıyorlardı. Yahut d a y ü k s e k bürok­ rasi onlara doğru bilgiler iletmeyerek yanlış yorumlar yapmaları202



n a yardım ediyordu. Belki d e ideolojik v e sınıfsal karakterleri on­ ları böyle bir düşünceye itmekteydi. Sarp, cezaevindeki bazı arkadaşlara takındığı sert, k i n c i v e olumsuz tavrını kendi arkadaşlarına karşı d a sürdürmekteydi. G ü n g e ç m e z d i ki, koğuşlarından bir gürültü-patrrdı çıkmasın. Er­ leri döven subaylar gibi, birlikte yargılanan arkadaşlarını çok çir­ kin biçimde d ö v ü p hırpaladığına tanık olurduk. B a z ı l a n d a h a 17'sinde olan g e n ç insanlann kalplerinin kırılması h e p i m i z i n ağı­ rına giderdi. Koğuşlarına gitmezdik. Onların b u genel tutumları­ nı h e s a p l a y a m a y a n bazı tutuklular Sarp'ların k o ğ u ş u n a gittikle­ rinde dostça kabul görmezdi; bunlar arasında d ö v ü l e r e k aynı iş­ lemden geçirilerek kapı dışarı edilenler d e eksik olmazdı. Bir se­ ferinde d e F K o ğ u ş u sakinlerini b a h ç e d e toplu h a l d e , h e m de ce­ zaevindeki görevli subay v e k o m u t a n ı n ı n gözleri ö n ü n d e dövüp hırpalamaktan çekinmemişlerdi. Onların gerçekleştirdiği bu top­ lu ve fiilî saldırı faslının " g e r e k ç e s i " şöyleydi: - N e d e n A t a t ü r k ' ü n resmini d u v a r d a n indirdiniz?!.. Böyle bir gerekçeyle F K o ğ u ş u ' n d a , " n u r c u l u k " iddiasıyla yargılanan v e b ü y ü k bir ç o ğ u n l u ğ u n u emekçilerin oluşturduğu, bu arkadaşların dayak yiyip hırpalanmasına ç o k içerlemiş ve ön­ lemeye çalışmıştık. " N u r c u l a r " n a m a z kılarken, kıblelerinde asılı b u l u n a n Atatürk resmini indirmişlerdi. B u haber B K o ğ u ş u ' n a nasıl ve hangi amaçla iletilmişti? N e d e n "nurcu'Tara toplu d a y a k atılmıştı? Bun­ ları ciddî b i ç i m d e değerlendirmek bizim açımızdan ç o k zordu. Sarp K u r a y ' l a r ı n " s a y g ı " duyduklarını lafzen söyledikleri Dr.Hikmet Kıvılcımlı cezaevinde olsaydı, sanırım böyle bir m a n ­ tıkla o n u n görüşlerini paylaştıklarını söyleyenlerin yanında değil, emekçi nurcuların yanında yer alırdı; hattâ b u n u n l a kalmaz, saldırganlan şiddetle kınardı. M u h t e m e l olarak şöyle derdi: -İslâmiyet putperestliğe karşı bir dindir. İslâmiyette ibadet et­ mek vardır; tapınmak yoktur. Müslümanlar, h a ç , put ve resim önünde ibadet etmezler. Nurcular da, A t a t ü r k ' ü n resmini kıblele­ rinden indirmekle haklıdırlar. Proletarya sosyalistleri samimi (ya203



n i saf) m ü s l ü m a n l a r l a çelişki yaratmaz. Devrimciler, dindarlarla sınıf m ü c a d e l e s i ekseninde diyaloga girer. Onlarla din olgusunu tartışmaz; devrimciler değişime v e d ö n ü ş ü m e inanmayanlarla ne­ den tartışsın? Giriştiğiniz bu hareketin devrimcilikle uzaktan ya­ kından bir ilişkisi yoktur; yaptığınız sadece lumpenliktir!.. Sarp, bu k o n u l a r d a duyarlı v e d e v r i m c i onurunu çiğnetmeyen bir iki kişi dışında (A. A.) birlikte yargılandığı arkadaşları arasın­ d a d ö v m e d i ğ i k i m s e bırakmamıştı. O, S e l i m i y e ' d e d e bu hırçın t u t u m u n u sürdürüyordu. Onların k o ğ u ş u n d a kalan kimi arkadaşlar bu gereksiz ve çirkin sertliğe karşı çıkmış v e bir anlam verememişti. Bir ara Y ı l m a z G ü n e y ' d e böylesine insanı yaralayan m e k a n i k ilişkilerden ötürü iyice irkilmiş v e S a r p ' a bazı uyarılarda b u l u n m u ş t u . Fakat militarist eğiti­ m i n etkisini üzerinden bir türlü atıp devrimci ilişkilerin oluşturul­ masını b e c e r e m e y e n Sarp, Y ı l m a z G ü n e y ' l e d e takışmıştı. Hayat­ tan, sokaktan gelen Yılmaz Güney, cezaevlerinde nasıl yatılacağını Sarp Kuray gibi düşünenlerden d a h a iyi bildiğinden kışkırtma­ lara yüz vermeyerek, yatağını kaptığı gibi başka bir k o ğ u ş a git­ m e y i u y g u n bulmuştu. Sarp, çevresinde k ü m e l e n e n k i m i arkadaşlara: " Y a k ı n d a bir­ çok şeyin değişeceğini, G ü r l e r ' i n C u m h u r b a ş k a n ı seçildiğinin haftasında herkesin evlerinde olacağını, böylece 12 M a r t ' ı n per­ desinin kapatılacağını vb..." söyleyerek, kimilerini b o ş u n a umut­ landırıyordu. B u u m u d a bel bağlayanlar, artık ona ziyarete gelen­ lerden bu yolda haber bekler olmuştu. Özgürlüğe k a v u ş m a u m u ­ dunu bu türden haberlere bağlayanlar, n e yazık ki, a r a m ı z d a ek­ sik değildi. Kim istemezdi bir hafta sonra evinde olmayı? H e r k e s isterdi elbette; fakat b u n u n imkânı yoktu. Bizler sınırlı bilgilerimizle hiç olmazsa bu kadarını görebiliyor v e böylesine yorumlara karşı çıkıyorduk. Tekelci sermayenin g ü n d e m d e n haberliydik... Cumhurbaşkanı seçim turları h e r a k ş a m r a d y o d a n verilince, bütün tutuklular hoparlörün ö n ü n e birikir v e dışarda o l u p bitenle­ ri ö ğ r e n m e y e koyulurdu; g e n e bir a k ş a m S a r p T a n n yorumlarını doğrulamayan v e beklenen h a b e r r a d y o d a n duyurulmuştu. Gürler p a ş a seçilememişti; S.Kuray b u d u r u m a iyice sinirlenmişti. K i m i 204



lerine, özellikle onun yorumlarına bel b a ğ l a m a y a n l a r a karşı çoğu kez b a ş m ı sallayıp horozlanarak bir cevap v e r m e ğ e çalıştığını sa­ nırdık. B ö y l e zamanlarda canının sıkıldığını ifade e d e n bazı tat­ sız sözler sarfettiğini de anlıyorduk. Oysa devrimcilerin bulundu­ ğu bir cezaevinde bu türden a h m a k ç a tavırlara gerek yoktu. Sarp'ın bu özel tavrına, yani horozlanarak küfürle karışık saldır­ ganlığına k i m s e u y m a m ı ş ve bir karşılık vermemişti. Sarp gibile­ rinin adeta enerjilerini b o ş a l t m a k amacıyla illede birilerini hırpa­ lama fırsatı arayan tutumları hiçte hoş değildi. S e l i m i y e ' n i n alt koğuşlarında kaldıkları d ö n e m d e S a r p ' ı n N a hit T ö r e n ' i d e aynı biçimde hırpaladığını duymuştuk. Bu saldırı­ nın gerekçesi: N a h i f i n " A b d ü l h a m i t ' i s a v u n m a s ı " olayı imiş. Böyle bir gerekçeyle gerçekleştirilen saldırı karşısında koğuş sa­ kinlerinin araya girmeyişi, bu d a y a k olayını " o n a y l a y ı c ı " bir g ö ­ rüntü yaratıyordu. Cezaevi koşulları ç o k kötü de olsa, onaylama­ dığımız görüş sahiplerini d o s t ç a eleştirmenin y o l v e yöntemleri vardı. F a k a t S a r p ' ı n ne iknaya n e d e eleştiriye ihtiyacı vardı. Ara­ mızdan ille d e o n u n dilinden a n l a y a n bir l ü m p e n i n çıkmasını bek­ liyor ve k a s m ı y o r d u ! Aynı saldırıya uğrayan Ertuğrul K ü r k ç ü ' n ü n ise uyarısı üzücü olayların çıkmasına m e y d a n vermemişti. S a r p ' ı n E r t u ğ r u l ' a y ö ­ nelik saldırısının gerekçesi ise, çeşitli zamanlarda kendisinden alman çelişkili ifadeler olduğu bizlere duyuruluyordu. Belki de Kızıldere'den sağ kurtulması E r t u ğ r u l ' a saldırının bir gerekçesi olabilirdi. Ç ü n k ü bu konu cezaevinin hararetle tartışılan konuları arasındaydı. G e n e Sarp, D e v - G e n ç ' i n demokratik temsili k o n u ­ sunda Ertuğrul gibi d ü ş ü n m ü y o r d u ; bu yolda eleştirileri vardı. Sarp'ların, " 6 9 ' l a r Bildirisi"nde ifade ettikleri gibi, asker elbi­ selerini çıkarıp atarken işçi v e emekçilerin m a v i rakımlarını giy­ m e özlemi, cezaevindeki son derece sekter bu tutumlarıyla ters orantılıydı. H e l e işçi arkadaşlara karşı tutumu, bu özlemlerin söz­ d e kaldığının bir işaretiydi. E v e t cezaevindeki insan m a l z e m e s i ç o k kötüydü. Herkesin sinirleri gergindi. Devrimcilik adına, ara­ m ı z d a son derece sakıncalı ilişkileri olan kimseler d e bulunuyor­ du. Bunlardan adeta tiksiniyorduk; a m a devrimci sorumlulukları­ mız bu insanlara bulaşmayı önlüyordu. 205



K. Maltepe A s k e r î Cezaevindeyken, Atilla S a r p ' ı n d a Sarp Kuray ile kapıştığını işitmeyen kalmamıştı. Bir g e c e k o m ş u m u z B K o ğ u ş u ' n d a n gelen gürültüler o kadar artmıştı ki, olaya karış­ m a k zorunda kalmıştık. Atilla'yı bu koğuştan bizim k o ğ u ş a getir­ miştik. Ç o c u k c a ğ ı z oldukça kötü bir sinir krizi geçiriyordu. Başı­ n a su serptik, yanaklarını okşadık, tatlı söyledik, acı söyledik, fa­ kat onu bir türlü aklına k o y d u ğ u düşünceden vazgeçiremedik. Atilla, kapıları yumruklayarak cezaevi komutanıyla g ö r ü ş m e k is­ tediğini dile getiriyordu. Cezaevi yönetimine karşı bu türden bir başvurunun n e m a n a y a geldiği açıktı; ayrıca, hepimiz açısından çok sakıncalıydı. İ.Selçuk'un araya girip gençleri yatıştırmasını istiyor ve bekliyorduk; oysa bu olay karşısında bile etkili olamı­ yordu. Atilla e n sonunda dediğini yaptı; yatağını alarak k e n d i is­ teği ile hücrede y a t m a y a gitmişti. B u tutumuyla B K o ğ u ş u n d a da­ h a fazla k a l m a k istemediğini hissettiriyordu. Sarp Kuray aleyhine gelişen bu olumsuzluklara r a ğ m e n , bir­ ç o k olumlu v e iyi yanlarını görüyor v e biliyorduk. D e v r i m c i v e kararlıydı, iyi bir sporcuydu, yetenekliydi, inançlı biriydi. Saygı d u y d u ğ u kimselerin karşısında önünü ilikler ç o k saygılı bir tavır sergilerdi. Niteliksiz devrimcilerin bıraktığı hatıralardan olsa ge­ rek, herkese karşı ölçülü davranıyordu. Sarp ve benzeri nitelikle­ ri olan genç arkadaşların cezaevinde ortaya çıkan v e sarkan yan­ larının giderilemeyişinin nedenleri arasında, T ü r k i y e ' n i n sınıflar mücadelesi tarih v e geleneklerimiz arasında bir türlü yerli yerine oturtulamayan PARTİ konusundaki zaaflardan d a ileri geliyordu. D P P ' n i n oluşturulup geliştirilemediği süreçlerde, k i m i nitelikleri olan arkadaşlar d a tek başına kural koymuştu; niteliklerini kolek­ tif bir iradenin harmanlanacağı p o t a y a taşıyamamıştı. S.Kuray, Selimiye Askerî Cezaevinde, üst kat koğuşlarda kal­ dığımız d ö n e m l e r d e , bütün siyasî tutuklular üzerinde a d e t a faşist bir dikta k u r m a y a özenenler karşısında da olumlu bir tavır koy­ muştu. Cezaevi arkadaşlarına son derece ilkesiz ve yakışıksız bi­ çimde sulta k u r m a y a kalkanları k i m onaylardı? Özellikle T H K P C önder kadrolarının katledilmesini takip eden süreçte, kendileri­ ni T H K P - C âdına (!) (N. Demir, K. D e d e , M. Alkaya, N . Yücel, A. Ceceloğlu vs.) yetkili kılanların bu tutumunu Sarp d a onayla206



mıyordu. F a k a t devrimcilerin kaldığı bir cezaevinin d a h a düzgün ilişkilerinin oluşabilmesi y o l u n d a " n ö t r " k a l m a y ı yeğlemiş, ge­ rekli bir a d ı m da atmamıştı. Bu sultaların yıkılmasını " a m e l e ta­ ifesi" başta o l m a k üzere gene bizler göğüslemiş v e gidermiştik. S.Kuray, edindiği militarist eğitimin uzantısında, la tıpkı askerî hiyerarşideki gibi bir ilişkiyi özlüyor deydi. O y s a devrimciler arasında militarist-faşist oluşması asla söz konusu değildi. B u cezaevinde d e nı yoktu!..



arkadaşlarıy­ görünümün­ bir ilişkinin b u n u n imkâ­



" D o k t o r c u " diye adlandırılan v e sayıları kabarık bulunan bü­ tün örgütlenmelerin tipik özelliği, tarikatı andıran ilkel grupçu yaklaşımlarıydı. Dr.Hikmet K ı v ı l c ı m l ı ' n ı n z a m a n v e m e k â n g ö ­ zetmeden tartışmaya sunduğu tezlerini eleştiri süzgecinden geçir­ m e d e n tekrar edenler, aslında bu tutumlarıyla Dr.H.Kıvılcımlı'ya en b ü y ü k kötülüğü yapıyordu. K e n d i görüşlerini kastederek: " D o ğ r u l a n alın, eğrileri ayıklayın" diyebilen bir teorisyenden öğ­ reneceğimiz birçok şeyi, bu d ü z e y d e tekrardan öte hiçbirşey yap­ m a y a n " D o k t o r c u " l a r engelliyordu. D r . H . K ı v ı l c ı m l ı ' n m tezlerini eleştirel katkılarla a ş m a k duruyorken, aynen tekrar e t m e k dev­ rimci m ü c a d e l e y e ve harekete birşey katmıyor, yalnızca solun b ö ­ lünmesini sağlıyor v e tarikatların ö m r ü n ü uzatıyordu. O y s a Dr.H.Kıvılcımlı, yaşamı b o y u n c a "siyasî m a h f i F l e r e (tarikatlara) karşı savaşmıştı... Cezaevlerinde, "Kışla k o m ü n i z m i " olarak bilinen v e n e oldu­ ğu doğru dürüst k a v r a n a m a y a n bir olguyu, k i m i gençler kendi özentileri, ruhsal saplantıları v e öznel yorumlarıyla adlandırıyor­ du. Kötü v e son derece zararlı ilişkiler böylelikle yaygınlaştırılıyordu. " F a ş i z m i n z i n d a n ı ' n d a bilimsel sosyalist k a y n a k l ı devrim­ cilerin yol arkadaşlarıyla son derece demokrat, insani değer yar­ gılarını g ö z e t e n modern ilişkileri olması gerekiyordu. Biz-hepimiz bu türden bir ilişkiler düzenini yaratacak, kimilerini bu tür­ den olumlu y ö n e çekebilecek bir formülü doğrusu bilemiyorduk. Cezaevi, m a n t ı k v e akıldışı bir m e k â n d ı . B u m e k â n ı komünistle­ re yaraşır b i ç i m d e güzelleştirmek sorunu herbirimizin bilinç, ör­ gütlülük, gelenek v e d o n a n ı m ı n a bağlıydı. O y s a 12 M a r t ' l a r ı kar­ şılayan b ü t ü n kadroların bu k o n u d a da asgari bir d o n a n ı m ı yoktu. 207



Nitekim, bilimsel bilgi, bilinç v e donanım olarak K P disiplin v e geleneğinden g e l m e y e n onlarca "devrimci" gibi, Sarp Kur a y ' d a devrimci hareket a d m a o n u l m a z hata ve yanlışlıklar yapa­ caktı. O n u n en b ü y ü k hatası, kişisel, ruhsal saplantıları bir yana, melekelerini çalıştırıp kullanamayışıdır. Devrimci kişilikler, ön­ celikli olarak, fiziksel-zihinsel fonksiyonlarına k u m a n d a edecek beyinsel melekelerine sahip o l m a k durumundadır. Büyüklerimiz "Evlat, ö n c e aklına m u k a y y e t o l ! " sözünü boşuna söylememişti. Sarp Kuray, ç a p m a dahi b a k m a d a n , işçi smıfmm tarihsel ve devrimci geleneğimizi 15-16 Haziran H a r e k â t ı ' m ı z ı n adını dahi sömürmüş-sömürebilmiş, Dr. H. Kıvılcımlı'nın görüşlerini y o ­ r u m l a m a y a k a l k m ı ş , h e m kendisinin, h e m de p e k ç o k devrimci genç insanlarımızın geleceğinin y o l u n u kapatmak için bazı ah­ m a k ç a "işlere" girmiştir! Sarp K u r a y ' m beyni, proleter devrimcilerinki gibi değil, "çe­ t e " ya d a " m a f y a " mantığı gibi çalışmaktaydı. N e Sarp K u r a y ' d a n , n e o n a " b i a t " edenler arasından, n e de onun döverek patakladığı k i m s e l e r d e n hiçbir z a m a n devrimci ve komünist bir kişilik çıkmıştı. Bu süreçten ders çıkaran kimseler d e yoktu; yalnızca, işçi smrfmın devrimci gelenekleri, "sosyal d e v r i m " aşkına böylelerince de k a b a c a s ö m ü r ü l m ü ş t ü . . .



208



TANER KUTLAY



T.Kutlay'ı d a bir zamanlar D e v - G e n ç ' i n İstanbul kesiminde önde gelenler arasında görmüştük. A d ı . b i r ç o k olaya karışmıştı. Beyazıt K u l e s i n e Vedat D e m i r c i o ğ l u ' n u n kanlı g ö m l e ğ i n i y a da portresini (Basında Kızıl B a y r a k biçiminde y o r u m l a n m ı ş t ı ) , çe­ ken O s m a n S.Arolâtla beraber ü ç kişiden biri o l d u ğ u söyleniyor­ du. Bu ü ç kişinin hayat grafiği öğretici derslerle d o l u y d u . Onlara eleştiri yöneltecek kurumlar olmalıydı. Belgeler taranmali; arşiv­ ler oluşturulmalı, devrimci geçinen herkesin ' ş e c e r e s i ' , adeta 'soy ağacı' çıkarırcasına k a y d e d i l m e l i y d i . . . Fakat bu görevi yerine ge­ tirecek k u r u m l a ş m a l a r h e n ü z y o k t u . . * K. M a l t e p e Cezaevinde T.Kutlay, F K o ğ u ş u ' n d a n bizim koğu­ şa gönderilmişti. N e d e n gelmişti, h a n g i dava sebebiyle yargılan­ maktaydı p e k hatırlamıyorum; a m a bizim k o ğ u ş t a o n u n sebep ol­ duğu bir olayı v e o n u n yarattığı tatsızlığı u n u t a m ı y o r u m . K i m i D e v - G e n ç kadroları arasında şarkı v e türkü söyleme k o ­ nusunda u z m a n olan kişiler d e vardı. T.Kutlay'ın d a b ö y l e bir ye­ teneğinin o l d u ğ u n u cezaevinde iken öğrenmiştik. O , çatlak sesiy­ le meğerse sadece türkü ve şarkı d a l m d a değil çeşitli marşlar uy­ durup söylemekte d e u z m a n m ı ş ! . . , Bizim k o ğ u ş t a siyasî olaylara oldukça yabancı bir iki genç ve toy çocuk d a vardı. T.Kutlay bu çocukları almış, B K o ğ u ş u ' n u n duvarına yakın bir yere oturtmuş v e onlara kendi u y d u r d u ğ u , ço­ ğu da eski o s m a n l ı marşlardan makaslanmış parçalardan oluşan bazı marşları söylemekteydi. B u marşların birinde ülkedeki siya­ sî hareketlerin ö n d e gelenleri kötü bir hicivle k o n u edilerek: " D o Portreler F/14



209



ğu kınasını yaksın d a gelsin, D o k t o r çantasını alsın d a gelsin..." gibi saçma sapan sözlerden oluşan bu m a r ş , T . K u t l a y ' m kart ve garip sesinden çılanca ortalığa çirkin bir h a v a yayılmıştı. B u şura­ larda ben koğuştaydım; marşları duyuyordum; fakat sözlerini seçemiyordum. B K o ğ u ş u sakinleri, marşı v e sözlerini yakınen d u y m u ş v e bu­ n u n A K o ğ u ş u tarafından onları y a r a l a m a k amacıyla kasıtlı olarak söylettiğimiz kanısına kapılmışlardı. Bir ara marşlar kesilmişti; fakat B K o ğ u ş u sakinleri tarafından marşlara cevap olarak çok galiz küfürler savrulmaya başlanmıştı. B u küfürlerin en usturup­ lusu S.Kuray v e A . S a r p ' t a n geliyordu. Bu olaya son derece üzülmüştük. B u türden kışkırtmalara ze­ m i n hazırlayan T.Kutlay'ı çağırdık v e kendisine: - A K o ğ u ş u ' n d a k i arkadaşların, o senin andığın D.Perinçek ile, allah yazdıysa bozsun, bir ilişkisi yoktur. Dr.H.Kıvılcımlı'ya ise hepimizin derin saygısı olduğunu bildiğin halde, bu türden marş­ ları söylemekle n e y a p m a k istiyorsun? Ayrıca, y a n m a toy iki gen­ ci de almışsın; senin y ü z ü n d e n c e z a e v i n d e kavga çıkacaktı; dinle bakalım şu galiz küfürleri d u y u y o r m u s u n ? Ç a b u k B K o ğ u ş u n a git ve h e m e n onlardan özür dile! B i z i m arkadaşlarımızın bu kü­ fürlere artık t a h a m m ü l ü kalmadı. Ayrıca, sen bizim d a v a arkada­ şımız d a değilsin; d a h a k o ğ u ş u m u z a geleli bir saat o l m a d a n ma­ şallah b ü y ü k işler başarmaktasın!? Yolundaki uyarımızı y a p m ı ş ­ tık. Taner özür dilemeye yanaşmadı; belki de korktu v e çekindi. O n u h e m e n o saat k o ğ u ş u m u z d a n b a ş k a bir k o ğ u ş a göndermiştik. Ayrıca, İlhan S e l ç u k ' a d a d u r u m u açıklamış, kendisinin temsilci­ si bulunduğu B K o ğ u ş u ' n d a k i arkadaşlarının bu ve benzeri tu­ tumlarını değiştirmelerini, bu türden çocukça tahriklerle terbiye­ lerini bozmamalarını, A K o ğ u ş u ' n u n tavrının belli olduğunu, ak­ si halde cezaevinin yaşanmaz d u r u m a gelebileceğini, artık bizim d e sabrımızın taşdığını anlatmıştık. Fakat B K o ğ u ş u sakinleri bu türden olumsuz tutumlarını hiçbir z a m a n düzeltmemişti.



210



İRFAN U Ç A R



İrfan, h e m T H K O h e m de T H K P - C davalarından ötürü yargı­ lanıyordu. Ayrıca, d a h a s o m a açılan D e v - G e n ç d a v a s ı sanıkları arasındaydı. B u yüzden bir ayağı A n k a r a ' d a bir ayağı İstan­ bul'daydı. Çeşitli cezaevlerinde kaldığı için gelişmeler h a k k ı n d a ondan doğru bilgiler alabiliyorduk. Bu iki kent arasında m e k i k dokuyuşu, bu açıdan oldukça yararlıydı. İrfan'ın T K H O ile örgüt­ sel bir ilişkisi yoktu; T H K P - C ' n i n ilk on kurucusu arasındaydı. Polis Ve işkence deneyiminden, inançlarını v e bilincini temiz tu­ tarak geçmişti. 12 Mart 1971'in militan kadroları arasından, iş­ kenceden s a ğ l a m çıkan bir avuç gençten biri de o y d u . İşkence de­ neyinden sınıfta kalmayanlar arasında: R a s i m Ö z k a n , Salman Kaya, Ö.Erim S ü e r k a n ' ı n adları e n önde sıralanmaktaydı. İrfan'a yapılan işkenceler bütün ayrıntılarına kadar b a s m a yansımış, d u r u ş m a zabıtlarına geçmişti. İşkence izlerinin tedavisi için aylarca hastahanede k a l m a s ı n a rağmen, cezaevine arkadaşla­ rının k u c a ğ ı n d a getirilmişti. B i z i m koğuşta kaldığı sürece ayak tabanlarının kemikleri görünüyordu. Makatından d e v a m l ı kan ge­ liyordu. Sağlığı son derece bozulmuştu; r o m a t i z m a ağrılarından sıcak havalarda bile yün d o n giyinirdi. Kaburgalarındaki ağrılar d e v a m ediyordu; eğilip kalkamıyor, tuvalete gidemiyor ve doğru dürüst yürüyemiyordu. İrfan'ın b u türden işlemlerden geçmesine rağmen, y a r ı m sayfacık bir ifadesi vardı. Bilerek girdiği örgütün­ den söz e t m e m i ş , devrimci ilişkilerini temiz t u t m a y a çalışmış v e ardından a d a m getirmemişti; h e m d e polisin birçok şeyi bilmesi­ n e rağmen... 211



G e n e İrfan, h e m K. M a l t e p e ' d e h e m de S e l i m i y e ' d e devrimci ciddiyetini v e onurunu koruyan az sayıdaki tutuklulardan biriydi; bu m a h p u s l u ğ u doğru ve yerinde değerlendirmek istiyordu. Çok yönlü okuyordu. Kaldığı koğuşlarda bulunan " h a y t a ' l a r ı n mavraları, disiplinsizliği onu o k u m a v e ö ğ r e n m e tutkusundan vazgeçirmiyordu. Gürültüde nasıl kitap okunur? Çeşitli m a v r a v e sataş­ malar altında b u iş nasıl gerçekleştirilir? İşte İrfan, cezaevinde kendisini b u n a alıştıran az sayıdaki insanlardan biriydi. H e r şeye inat bu kararlılığa saygı duyulacağına, b u tavrı, k i m i " h a y t a ' l a n çeşitli tahriklere d e itiyordu. İrfan ise, cezaevinde yaratılmak is­ tenen tahrik ve kışkırtmalara asla prim vermiyor, işine bakıyordu. İrfan, T H K P - C örgütlenmesini v e eylemlerini marksist açıdan eleştiriyordu. B u konuda bazı eleştiriler yönelten, a m a bir türlü sistematize e d e m e y e n M . R a m a z a n Aktolga, Yusuf Küpeli vb.lerinin eğilimleri dışında bir tavır içindeydi ilk zamanlar. T H K P C ' n i n marksist açıdan eleştirisine meyilli olanlar arasında tutarlı olmaya özeniyordu. Kendisiyle b u konularda u z u n boylu bir tar­ tışmamız olmamıştı. Genel hatlarıyla devrimcilerin böyle bir ce­ zaevinde nasıl yaşamaları k o n u s u n d a , asgari bir davranış birliği dışında ideolojik tartışmaya girmiyorduk. O y s a cezaevleri ruh sağlığı tartışmalı, sekter v e fanatik insanlarla doluydu. B u ç e m b e ­ ri kırmak v e böylelerinin açtığı zararı aza indirmek oldukça güç­ tü. İrfan, Kızıldere katliamından s o m a , cezaevinde T H K P - C ' n i n ıskatına oturarak kendiliğinden örgütün "önder'Tiğine soyunan­ larla seviyeli bir tartışmaya aday biriydi. M a h i r ' l e r giderken İrfan'ı cezaevinde sorumlu tek adam olarak "görevlendirmişti. M u ­ hatapları ise " H a l k Savaşı", " Ö n c ü S a v a ş ı " adına yapılan yanlış­ ları onunla tartışamıyor, T H K P - C türünden örgütlerle işçi sınıfı v e emekçi halklarımızın oluşturduğu sosyal muhalefetin yönetilip yönlendirilemeyeceği ilkeselliğini kavrayamıyordu. Teorik açı­ dan kavradığını söyleyen kimi azılı ü n düşkünleri ise, kolay ve ucuz yöntemlerle öne fırlamak niyetindeydi. B u türden bir dev­ rimci anlayışın h a k i m olduğu saflarda, İrfan' ların işi zordu. " S o l " serüvenciliğin çıkmazında kulaç atan kimi ufuksuz ve umutsuz insanlar, İrfan gibi eleştiri y ö n e l t m e y e aday olanları sevmiyordu; öyle ki, ellerinden gelse, şartlar d a u y g u n düşse, ç o c u k c a ğ ı z m işi212



ni bitirmek isteyenler dahi vardı. İşkenceden, cezaevi d e y i m i n d e n kötü smav verenlerin başını çektiği bu yaygın eğilimin taraftarla­ rı, Marksizmin ülkedeki y o r u m u y e teorik yeniden üretimi gibi konularda d a sınıfta kalıyordu. Elbette, bu ciddî iş, böylelerine kalmamıştı. Bilimsel bir politikanın strateji v e taktiklerini ürete­ meyenler, hareketin yanlışlarını korkusuzca tartışamayanlar ha­ liyle işi " k o v b o y l u ğ a " dökecekti. İrfan, sosyalizm yerine " K e m a ­ lizm"! s a v u n m a önerilerine d e p r i m vermiyordu. Özellikle Selimiye cezaevinde anılan olumsuz davranışlar d o ­ ruk noktasına çıktığında, kimi kışkırtmalar sonu gerçekleşen kit­ lesel bir k a v g a d a , Irfan'da, " a m e l e taifesi" k o ğ u ş u n u n başını çek­ tiği zorunlu bir ilkesel ayrışma mücadelesinde, y a n ı m ı z d a tavır koymuştu; önceleri kışkırtmaların önlenmesi y o l u n d a uyarı göre­ vini yerine getirmiş, ardından, fiilî saldırıya uğrayınca, tek ayağı üzerinde disk atan bir atlet gibi ç e v i k bir dönüşle hızını almış v e bir " k o v b o y " taklidinin ( M e h m e t Alkaya) g ö z ü n ü n ü s t ü n e şimşek gibi bir y u m r u ğ u ç a k m a k z o r u n d a bırakılmıştı. îrfan'ın m a h k e m e d e n e y i m i d e iyiydi. Özellikle Mahir, Irfan'ın bu t u t u m u n u takdir ediyordu; ancak z a m a n g e ç i p sistemin baskı ve terörünün n e a n l a m a geldiği daha açıklıkla k a v r a n m a y a başlanınca, insanlar da d ü ş ü n c e alanında k a b u k değiştiriyordu. Bu acılı k a b u k değiştirme sürecinde İrfan'lar d a m e v c u t burjuva partilerinin sınıfsal karakteri, A B D ile olan ilişki v e çelişkiler üzerine asla bilimsel olmayan k i m i tahlil ve y o r u m l a r a kapılmış­ tı. A n k a r a ' y a götürüldüğü D e v - G e n ç Davasının bir duruşmasın­ da, mealen söylediği şu sözler, î r f a n ' ı n " v u k u a t " hanesindeki çok olumlu grafiği bir anda olumsuzlukla değiştirecekti. Şöyle bir ifa­ de veriyordu duruşmasında: " B e n İstanbul'da g ö r ü l m e k t e olan T H K P - C I D a v a s ı duruşmalarında 'Marksist-Lenimst v e d e K o ­ münist' o l d u ğ u m u zabıtlara geçirtmiştim. Şimdi bu d a v a görülür­ k e n o z a m a n k e n d i m e yakıştırdığım bu sıfatlardan t ü m ü y l e istifa ediyorum!.." D e v - G e n ç Davasmda; "Marksist-Leninist ve d e K o m ü n i s t " olduğunu haykıranlar da, bu sıfatlardan "istifa" ettiğini dile geti­ renler de çıkmıştı. Doğrusu İrfan, "Karakolda doğru söyler, mah­ k e m e d e şaşar" türküsündeki gibi, her boyaya girip çıktıktan son-



213



ra, d u r u ş m a l a r d a vahiy gelmişçesine: " B e n Marksist v e d e Leninistim!" diyenlerden tiksiniyordu. Eğri oturup doğru konuşula­ caksa, anılan tarafların dışında soruna doğru bir cevabı kim ver­ meliydi? Bilimsel Sosyalizmi ülke koşullarında üreterek yorum­ layan devrimciler kimlerdi? Böyleleri hangi program, proje ve PARTİ'yi oluşturmuştu? Anlamlı sözer, kendimize yakıştırdığı­ mız sıfatlar bir yana, devrimci oturumlardaki yargıda terazimiz kimilerini nasıl tartmalıydı? İrfan'ın sistematize e d e m e d i ğ i ifadelerde o n u n niyeti kavranam a d a n h a k k ı n d a kesin yargılara varılmıştı. Söylediği bu sözler­ den ötürü çocukcağızın h a k k ı n d a ç o k çirkin bir k a m p a n y a açıl­ mıştı. Cezaevi yaşamını tamamlayan devrimci gençlerin hayattaki tavırlarını d a iyi kötü araştıran biri olarak, İrfan'ın, dışarı çıkınca okulunu bitirdiğini, üretimdeki yerini aldığını duymuştuk. O, ku­ laklarını küçükburjuva karaktersizliğine kapalı tutmuştu. "Dev­ r i m c i " hareketlerde yer almamıştı. A m a asla bir " h a i n " değildi. Köşesine çekilmişti. Sosyalizme v e devrimcilere küfretmiyordu. Değişik bakış açılarından m a r k s i z m i y o r u m l a m a y a - ö ğ r e n m e y e yöneliyordu. Kendi payımıza, kimsenin hakkını yemeden, bizim işçilik onurumuzu zedeleyen bazı olay v e olguları nesnel ölçülerde bel­ gelemek d e gerekiyordu. Devrimci gençler dışında cezaevine gelen (getirilen) işçilerin farklı tavırları burada da seçiliyordu. Bilimsel bilgi v e bilinç dü­ zeyleri d ü ş ü k olsa da işçilerin işkence, sorgu, cezaevi yaşamı ve duruşmalardaki dengeli tutumu m u t l a k a öne çıkıyordu. Hele "hayta" takımıyla işçiler asla m u k a y e s e edilemezdi. İşçilerin sı­ nıfsal sağduyuları ve sezgileriyle öne çıkan farklılığı, onların üre­ timden gelmesinden kaynaklanıyordu. Geniş anlamıyla emekçi halklarımızın çocukları olan devrimci gençler, insanı biçimlendi­ ren kimi şartların oluşamayışı y ü z ü n d e n niteliklerini geliştireme­ mişti. M e v c u t örgüt yapısı ile " d e v r i m c i " ortamımız gençlerin bi­ linçlenerek değişim ve d ö n ü ş ü m ü n e elverişli sayılmazdı. Bu tür­ den bir ortamın yaratılması y o l u n d a bilinçli inisiyatifler geliştir­ m e k isteyenlerin çabaları da ü n düşkünü " h a y t a ' l a r ı n sınıfsal kör214



lüğü nedeniyle daha ileri adımların atılmasını engelliyordu. Küçükburjuva "sol"culuğunun nicelik olarak yaygın oluşu, cezaevi gibi kötü koşullarda, ideolojik-smıfsal görüşlerin niteliği karşı­ sında d a h a ağır basıyordu. Küçükburjuva " a h l a k ı " n m gelişmesi­ nin şartlarını ortadan kaldırmak gerekiyordu.. Bu t a n ı m a giren gençlerle emekçiler, ancak m o d e r n k u r u m l a ş ­ maların v e yetenekli kadroların çabalarıyla bir değişim geçirecek­ ti; hattâ belki d e ileri sıçrayacaktı. Emekçilerin geç uyanışı, z a m a n zaman suskunluğu karşısında "sürü" tanımına denk düşen suçlamalara bu cezaevinde de sıkça rastlanırdı... Burjuvazinin açık baskı ve teröre başvurduğu şartlar­ da diktatörlere alkış tutan v e zoru görünce faşist uygulamalara pa­ ralel u y g u n adım talim eden k i m i emekçilerin bu tavırları karşısın­ da da umutsuzluğa kapılarak emekçileri suçlayanlara rastlanırdı. Örnekleri daha da ç o ğ a l t m a k mümkündür. Oysa e m e k ç i halkın bu tavırlarının bir sebebi vardır. Baskı v e terörün yarattığı olumsuzluklar ortadan kalkınca, y a d a şartların değişmesiyle, emekçi halk kitlelerinin suskunluğu artarak d a h a farklı tavırlar sergileyeceği d e bilinmeliydi. " A m e l e taifesi"nden gelen bizler, İrfan gibi arkadaşların aley­ hinde kaynatılan kazanlara v e üretilen spekülasyonlara göre m i , yoksa o n u n yaptığma, söylediklerine, polis y e işkence deneyimi ile devrimci hareket hakkındaki genel t u t u m u n a g ö r e m i karar ve­ recektik? Kişilerin devrimci m ü c a d e l e d e k i tavırları öyle sabahtan akşa­ m a belirlenmiyordu. Kimlikler v e kişilikler sabırlı v e çetin m ü c a ­ dele süreçlerinde biçimleniyordu. Bu nedenle bizler, g ö r d ü ğ ü m ü ­ ze, tanığı o l d u ğ u m u z olay v e olgulara, yani s o m u t olana, y a d a olabilirliğini aklımızın v e vicdanımızın kabul edebileceği şeylere inanacaktık. Doğru ve d e v r i m c i tavır bizce böyle olmalıydı. 12 M a r t 1971 sürecinin d e v r i m c i saflarda açtığı yaralar doğal­ dı. Bu yaraların sarılması y a d a m ü z m i n l e ş m e s i de doğaldı. M ü ­ cadelede rol alanların gelecekteki işlevlerini gösteren bazı işaret ve ipuçları elbette ortaya çıkıyordu; fakat olayların üzerinden uy­ gun bir sürenin daha g e ç m e s i gerekiyordu. 215



İrfan'ın olumlu ve olumsuz yanları, T H K O v e T H K P - C örgüt­ lerinde ortaya çıkan kimi teori/pratiğin " a n a r ş i z m " olarak tanım­ lanması sürecinde belirginleşti. O, sosyalizm adına yapılan bu türden eylemleri görünce " i n k â r " yolunu seçmiş v e olumsuzluk­ ların aşılabilmesi için harekete eleştiri yöneltmiştir. Eleştiri, her­ kesin bağımsız iradesiyle yapıldığına göre, kimsenin çirkin yolla­ ra başvurması gerekmiyordu. İrfan 'ların t u t u m u n a karşı söylenecek çok şey vardı; bu eleşti­ rilerimizi serinkanlı biçimde yapabilseydik, devrimcilik v e sosya­ lizm adına yapılan bilim ve akıldışı sapkınlar aza inerdi. Sorum­ suz v e sekter tavırlar, devrimci saflarda olmaması gereken bazı lumpenliklerin y o l u n u açmıştı. O y s a eleştiri-özeleştiri geleneğini bu cezaevinde d e yaratacak kadrolara v e bilgilere sahiptik. İrfan ö r n e ğ i n d e görüldüğü gibi: "İrfan A P ' y e girmiş! M S P Gençlik Kolu B a ş k a m olmuş! N a m a z kılmış! S o s y a l i z m d e n dön­ m ü ş ve d e tarikatlara girmiş!" " S u ç l a m a l a r ı " k i m s e y e birşey öğ­ retmiyor, aksine hareketin zaaflarının aşılabilmesinin yolunu da tıkıyordu... Evet işimiz ç o k zordu. Bir y a n d a kişileri ve onların ideolojik ve örgütsel donanımsızlarından kaynaklanan kimi sapmaları dil­ lerine dolayarak, 12 Mart sonu oluşan tartışma ortamını sulandır­ m a k girişimleri, öte yanda z a m a n ı n d a sağ teslimiyetçi oportü­ n i z m d e n ayrışma gibi bazı haklı gerekçelerle oluşan T H K O v e T H K P - C gibi örgütlerin ıskatına oturup yeni yeni çete v e tarikat­ lar kurarak " s o l " serüvenciliği genelleştirip burjuvazinin g ü n d e ­ mine katkı getirenlerin sapkınlıkları... Oysa sosyalizmi kütlelere sevdirmek, tarihsel ve sosyal haklı­ lığımızı, örnek devrimci kişiliklerle e m e k ç i halklarımıza öğretip göstermek durumundaydık. Burjuvazinin gündemini kavrayan v e bu g ü n d e m yerine işçi sınıfı ve emekçilerin gündemini d a y a t m a k isteyenler, bilinçli ya da bilinçsizce yaratılan bu ve benzeri olumsuzlukları nasıl aşa­ caktı? Devrimci kadrolar arasındaki ayrışma elbette kaçınılmazdı; gerekliydi. T H K O ve T H K P - C vb. örgütlerin gerek tarihsel örgüt216



lerden, gerekse kendi geleneklerinden k o p m a s ı - a y n ş m a s ı ise, te­ ori/pratikte, bilimsel sosyalizmden ç o k uzakta v e d e işçi sınıfı te­ meli dışında aranıyordu. Devrimci mücadelede rol alanların, yeri gelir d ü ş ü n c e ve dav­ ranışlarını değiştirdikleri d e görülürdü. Diyalektiğin yasası, bu­ gün kara olanın yarın ak olmasının k a v r a n m a s ı y l a işler-işletilirdi. İnsandaki değişimin ileri m i , geriye m i olduğu söz konusudur. İr­ fan, anılan örgütleri, saflarmdaki ü n düşkünleri gibi yüceltseydi, o gün işlerliği olan ölçülere göre, m u t l a k a " ö n d e r " olurdu! Fakat o "inkâr" yolunu seçti ve b i l m e d e n kullanageldiği sıfatlardan ötü­ rü utandığını söyleyerek "istifa" ettiğini m a h k e m e l e r aracılığıyla belgeliyordu. İrfan ile seviyeli tartışılmasını, n e d e m e k istediği doğruca anlaşılmasını dilerdik; olmadı...



* ** İrfan, cezaevindeyken herkesin üzerinde içten bir arkadaşlık izlenimi bırakmıştı. Bazen o n u n uykuculuğu y ü z ü n d e n cezaevin­ deki varlığını bile unutur ve a c a b a yeniden A n k a r a ' d a k i duruşma­ lara m ı gitti diye soruştururduk. İşkence s o m a s ı o n d a kalan bir hatıraydı b u u y u m a k alışkanlığı. A r a m ı z d a k i tartışmalarda ç o ğ u gençler gibi o d a aynı biçimde bir değerlendirmeyle: -S.ağabey, seni ilk kez S B F ' d e k i k o n u ş m a n d a tanımıştım; bir­ de 16 H a z i r a n ' d a m a h k e m e d e yaptığın savunmalarını o k u m u ş ­ tum. Bizde nasıl bir izlenim bırakmıştı o k o n u ş m a n biliyor m u ­ sun? D i y o r d u k ki, bir işçiden b e k l e n m e y e n bilinçli v e ileri bir k o ­ n u ş m a y d ı bu... -Ne d e m e k bir işçiden b e k l e n m e y e n , bilinçli v e ileri bir k o ­ n u ş m a ? İşçiler arasında bilinçli v e ileri unsurların olabileceğini niçin düşünemiyorsunuz? Bilinçli ve ilerici o l m a k yalnızca genç­ liğin, küçükbürjuva "soı"ların tekelinde midir? - K ı z m a canım, çok h o ş u m u z a gitmişti senin k o n u ş m a n . -Hayır k ı z m ı y o r u m , çoğu g e n ç arkadaşlardan h e p aynı şeyleri duyuyorum; bu yüzden tepki gösterdim. Ayrıca, ç o ğ u n u z u n haya­ tında smıf bilinçli hiçbir işçi arkadaşınız yok. K i m i teorik/pratik yanlışlıkların kaynaklarından biri de sanırım budur. Bir de niçin 217



bir işçiyi g ö z ü n ü z d e böyle görüp tanımlamaktasınız? Sınıf bilinç­ li işçiler içinde b e n belki de en son sıradayım. Bir girin işçi ve halkın içine bakın neler göreceksiniz. Bizimkisi olsa olsa gözünü erken a ç m a y a çabalayan bir öğrenciliktir. -Hadi hadi, tevazûya gerek yok. Tevazu gelişmeyi önler; ayrı­ ca zararlıdır. Sen herhangi bir işçi değilsin. B o ş u n a uğraşmıyor­ lar seninle. -Tevazu, dost ve yoldaş ilişkileri y a da dürüst ve n a m u s l u in­ sanlar arasında bir meziyettir; öyle de olması gerekir. Ayrıca, her devrimcide aranan bir niteliktir. Yalnızca düşmanlara v e içimiz­ deki en,büyük düşman oportünizme karşı tevazu gösterilmemelidir. Halkımız aşırı tevazu v e diyergâmlığa "götü açıklık" diyor... -Şu S B F ' d e yaptığın k o n u ş m a y ı yazmayı hiç d ü ş ü n d ü n mü? -Yazmak k o n u s u n d a bir pratiğim yoktur; fakat gerek duyar­ sam niçin yazılmasın. İrfan, şaka y a p m a y ı çok severdi; "halkımız n e d ü ş ü n ü y o r " ya da, "halkımız bizim yaptıklarımızı nasıl görüyor" diyerek adeta anket yaparcasına ve daima " h a l k ı m ı z " sözcüğü ile başlayan ko­ nuşmalara girerdi. Fakat p o p ü l ü z m e kaymazdı. Cezaevinde bilgi eksikliklerimizi giderecek kitap bulamayın­ ca, bazı romanlara başvurulurdu. İrfan, R u s y a tarihini ö ğ r e n m e k için, Çernişevski, Herzen, Turgenyev v e Tolstoy'u o k u m a k l a bir dönemi ve o n u n bütün özelliklerini öğrenmeye girişmişti. Konu­ lara kuşku duyarak yaklaşanları, olay v e olguları ele alırken kılı kırk yaranları severdi. Bende bıraktığı izlenim, o diyalektik ma­ teryalizmi k a v r a m a yolundaydı. Slogancılıktan, yüzeysellikten, naylon gerillacılıktan nefret ediyordu. Ö ğ r e n m e k hırsıyla doluy­ du. Hayatı, üretimi, doğayı, u z a y ı , karmaşık m a t e m a t i k problem­ lerini v e fiziği çok seviyordu. K e n d i kendine, " n e yazık, çok az şey biliyoruz, hele el alışkanlıklarımız, iş terbiyemiz h e m e n he­ m e n hiç gelişmemiş... Bir işlikte ölesiye çalışmayı n e k a d a r ister­ dim. Ya d a bir laboratuarda." İrfan'ın bu içten ö z l e m i n e kavuşup işi, üretimi, çalışmayı ve e m e k sevgisini tanımasını; insanlarımı­ zı bu özellikleriyle sevmesini bizler de halisane niyetlerle dile­ mekteyiz; fakat, üretim faaliyetinde bir işçi gibi çalışmadan, iş ve 218



e m e k dünyasında patron olarak yerini alan kimileri gibi, İrfan'da üretimdeki m a d d î k o n u m u n a u y u m l u olarak, olay v e olguları so­ yutlayarak irdeleyecekti; bu soyutlamalar, h e g e m o n l a r ı n düşleri­ ni kolaylaştıracak nitelikteydi. Devrimci h a r e k e t e somut iş yapa­ rak, taraf olarak M o d e r n Proletaryanın d a v a s m ı n yanında ise, as­ la yer almayacaktı. Bir d ö n e m i n devrimci g e n ç kuşağı arasından, " M o d e r n Prole­ tarya" diye söze başlayan, d e v r i m c i m a r k s i z m i özümleyerek y o ­ rumlayan bir tek tamının k u l u n a rastlanmayacaktı. Bu kuşağın bütün bireyleri, bu k o n u d a bizimle n e tartışabilecek v e n e de di­ yalog arayacak bir k o n u m d a y d ı . Bizlerin bu arkadaşlarla aradığı­ mız diyaloglar ise, onların üretim faaliyeti içindeki m a d d i şartlara-ilişkilere göre şekillenecek, ayrıca, geçmişin tutarlı bir değer­ lendirmesinin g ü n d e m e geldiği bütün d ö n e m l e r d e , ideolojik-sınıfsal k o n u m l a r ı n a çok y a k ı ş a n biçimde, herbiri bize onulmaz "hatıra" bırakacak düzeyde birbirleriyle y a r ı ş a c a k t ı . . .



219



BİLAL YEŞİLYURT



Bay Yeşilyurt savcı Ülgen S ö z e r ' i n K D İ K B Davasında, h e m sanık, h e m " k a m u " tanığı v e h e m d e ajan olarak kullandığı kim­ selerden biriydi. B u n u kanıtlayacak onlarca olay, olgu v e yazılı belge vardır. Onu v e geçmişini ta başından beri (1969-1970) Kocaeli'rıe geldiğimde sorup soruşturmuştuk. Sevimli bir g e ç m i ş i yoktu. Kendisini önceleri K e m â l Satır bir işe yerleştirmiş, oradan çıka­ rılmış, sendikacılığa soyunmuş, oradan d a uzaklaştırılmış, kitabev i açmış, T İ P ' i n Çanakkale il yöneticiliği yapmış, d a h a s o m a bi­ z i m işçi kentine gelmişti. K o c a e l i ' n d e ilkin Turhan F e y z i o ğ l u ' n u n yakınlarının bir fab­ rikasında (Anadolu D ö k ü m ) , tavsiye üzerine çalışmış, d a h a s o m a bir m u h a s e b e bürosu açmıştı. Ç e v r e m i z e s o k u l m a y a kalkışınca hakkındaki bu bilgileri ayrıntılı olarak toplamıştık. S ö z d e bizler gibi düşündüğünü söylemekteydi; oysa bakışlarında v e genel tu­ t u m u n d a g ü v e n v e r m e y e n bir hali vardı. Gözleri o n u n kimliğini ele veriyor, y ü z ü m ü z e bakamıyordu. A d e t a iki dinli bir insana benziyordu. O n u n l a devrimci bir arkadaşlığımız v e e y l e m i m i z as­ la olmamıştır. Yalnızca bir kere K D İ K B ' ye gelmişti. A m a g e n e d e (ne hikmetse) bizim davaya görevli olarak yer­ leştirilmişti. İçerdeki tutumu ve ilişkilerinden ötürü o n d a n şüphe­ leniyor, fakat iddianameler g e l m e d e n konuya eğilemiyorduk. O d a bizden sakınıyor, deşifre edileceğinden kuşkulanıyor, açık ver­ m e m e y e çalışıyordu. En yakın arkadaşlarımızı d a h i bize karşı kışkırtmaktaydı. Cezaevinde tezvirat yaparak, çürük insanları et220



kileyerek k o n u m u n u güçlendirmek istiyordu. B K o ğ u ş u ' n a d a sık sık gidiyordu; y u m u ş a k ve sinsi yaklaşımlarıyla h e r k e s e sokulu­ yordu; onlar d a bu ziyaretlerden sıkıldığını hissettiriyor v e h a k ­ kındaki kuşkular yüzünden bizlere "bu adam k i m d i r ? " türünden sorular yöneltiyordu. Onu v e görevini soranlara nasıl anlatmalıydık? Cezaevinde bazı " g a r i p " insanlar ziyaretine gelip gitmekteydi." Bu durumlarda, " k i m b u n l a r ? " denildiğinde; " ç o k iyi bir yakı­ n ı m " der geçiştirirdi. İki de bir onu S e l i m i y e ' y e götürmekteydi­ ler, d ö n ü ş ü n d e sorardık; "hayrola"; "hiç, savcı b e n i m l e bir k a h v e içmek i s t e m i ş d e " diyerek bizleri tahrik e t m e y e girişirdi. D e m e k savcılar "eski k ö y e yeni a d e t " getirmişti!.. Cezaevinde savcıların kahvelerini içen, tatlı sohbetlerini din­ leyen d a h a kimbilir kaç görevli bulunuyordu a r a m ı z d a ? B a y Ye­ şilyurt yeteneksiz tavır ve hareketleriyle açığa v u r u l m u ş , bir kere yakayı ele vermişti; artık cezaevinde onu asıl kimliği ile tanıma­ yan kimse kalmamıştı. Kendisi adeta gözetim altındaydı; aramız­ d a kararlaştırmıştık, iddianameler gelene kadar o n a k i m s e ilişmeyecekti. Ö y l e d e yapıldı. C e z a e v i n d e en b ü y ü k özgürlük içinde yiyor, içiyor, o y u n oynuyor v e siyasî tartışmalara katılıyordu... İddianameler gelince onu bizim davaya nasıl m o n t e ettikleri daha net b i ç i m d e ortaya çıkmıştı. K D İ K B D a v a s ı ' n d a yargılanan bütün arkadaşlar toplandık; açılan davanın bir kritiğini yaptık; iz­ leyeceğimiz yolu tartışıp araştırdık. D a v a d a k i k i m i arkadaşları ta­ nımaktaydık; çoğu T İ P içinde m e r k e z kliğe muhalif k a d r o d a n ar­ kadaşlardı. Bir kısmı öğretmendi; T Ö S 'de görev almış ilerici ve dürüst insanlardı; bazı gençler d e sanık olarak gösterilmişti. K D İ K B 'nin söz konusu d a v a d a sadece 5 üyesi vardı. Geriye ka­ lan kimselerle yalnızca d ö n e m i n mücadele arkadaşlığı ilişkileri­ miz vardı; iddia edildiği gibi örgütsel bir ilişkimiz yoktu. D e m e k ki, bay Yeşilyurt d a v a m ı z d a böyle bir ilişkiyi k u r m a k için görev yapacaktı! O sıralarda dilekçeyle müracaatta bulunan her sanık Selimi­ y e ' y e gidebilir v e d a v a dosyasını doğrudan inceleyebilirdi. Bizim d a v a sanıkları d a böyle bir inceleme için gereken müracaatı yap-



221



mıştı. İlkin ü ç kişi gidecekti; bay Yeşilyurt buna itiraz ederek, "kendisinin d e gelmesi gerektiğini" ileri sürerek hır çıkarmıştı; kendisine: " K o ç u m , senin bizimle organik bir ilişkin söz konusu değil, nasıl olsa kısa bir süre s o m a tahliye olarak çekip gidecek­ sin. Davadaki yerin bellidir, alt tarafı bir ' k a m u ' tanığısın. E v ara­ malarında çıkan kitapları bile b i z i m arkadaşlara yıkmışlar, seni her yerde korumuşlar, savcı ile iki d e bir kahve içmelere d e git­ mektesin, ille de bizimle birlikte g e l m e n e bir anlam veremiyoruz. Başka bir z a m a n dilediğin gibi dosyaları incelemek h a k k ı n a sa­ hipsin; h e m ayrıca, gene gidip savcılarla kahveni de içersin. Biz kendi arkadaşlarımızla birlikte gideceğiz, sen işine b a k ! " D e m e k zorunda kalmıştık. D a v a dosyalarını inceledik, gerekli notları çıkardık; avukatlar aracılığıyla belgelerin fotokopilerini aldırdık; d u r u m b ü t ü n açık­ lığıyla ortaya çıkmıştı. K D İ K B D a v a s ı sanıklarıyla bu belgelerin ışığında yeniden ortak bir toplantı y a p a r a k dava h a k k ı n d a düşün­ düklerimizi araştırıp belirledik. B ü t ü n sanıkların duruşmalarda vereceği ifadeleri arı misali çok titiz çalışarak ve daktilo ederek hazırladık. H e r ifadeden üç n ü s h a hazırladık. Biri m a h k e m e y e , biri sanığa, biri d e bizim arşive konulacaktı. B u çalışmalara bay Yeşilyurt muhalefet etmiyor ve sesini çıkar­ mıyordu; biz d e üstüne varmıyorduk. Savcı onu kullandıysa, böy­ le bir görevliye karşı biz ne yapmalıydık? Dövemezsin, sövemezsin, duruşmada kalkıp savcının oyunlarını yüzüne vuramazsın. Çünkü davada kurtarılması gereken birçok öğretmen v e öğrenci bulunuyordu. Yapacağımız en ufak bir hata böyle bir görevlinin aracılığıyla çoğu sanıklarının aleyhine olabilirdi. Kendisine: " B i ­ lal sen de yazılı olarak ifadeni hazırlayamaz m ı s ı n ? " Denildiğin­ de, buna ıkına sılana razı olmuştu. B u durumda diğer ifadelere uyumlu olarak oturup onun da yazılı ifadesini biz k a l e m e almıştık. İlk d u r u ş m a d a bay Yeşilyurt, hazırlanan yazılı ifadesini oku­ madı; çok kısa bir ifade yerdi; geriye kalanını d u r u ş m a hakimi usulünce zabıtlara geçmişti. D u r u ş m a d a m a h k e m e y e sunmadığı yazılı ifadesini elinden alarak d o s y a y a sokmak için fiilî bir d u r u m yaratmak zorunda kalmıştık. D a v a m ı z d a ajan kullanan savcı be­ ye bu kadarı d a yeterdi... 222



Bu arada yurtsever ve devrimci askerler, bu ajanın cezaevin­ den M İ T müfettişleriyle yaptığı görüşmeleri v e sıkıyönetim ilgi­ lilerine verdiği yazılı bilgileri içeren 16 daktilo sayfalık bir "rapor"un fotokopisini bize de ulaştırmıştı. Bu fotokopilerin iki say­ fası bizim davayla, geriye kalanı d a "Cunta D a v a s ı " y l a ilgiliydi. Bay ajanın "tutukluluğu" ç o k k ı s a sürdü; s o n u n d a d o ğ a l ola­ rak beraat ettirildi. Ele geçirdiğimiz bu bilgileri v e fotokopileri, bütün devrimci v e sosyalist kadrolara iletmiştik. Ayrıca, D İ S K v e Maden-İş Sendikası yetkililerine v e h u k u k müşavirlerine de du­ rumu belgeleriyle iletmiştik. F a k a t bu malzemeler onları " m a n ­ dallamadı"; K e m a l Türkler v e H a k k ı Ö z t ü r k ' ü n marifetiyle bu ajan g ö z ü m ü z e b a k a baka, bile bile T. Maden-İş Sendikasının K o ­ caeli Bölge Temsilciliğine atandı! İşçilerin uyarıları bu konuyu çözmeye yetmeyince, işçiler k e n d i yöntemleriyle bu ajanı göre­ vinden uzaklaştırmayı başarmıştı.



223



MUSTAFA BAYKARA



B a y B a y k a r a ile saklandığımız işçi kentinden gittikten sonra, bir daha bizimle ilişki k u r a m a m ı ş ve eline aldığı bir sazla İstan­ bul yollarına düşmüştü. T H K P - C ' d e n tanıdığı arkadaşlarla ilişki kurmuş v e n e y a m a n bir "halk şairi" olduğunu göstermişti. Bu ilişki v e D a v a dosyalarına v e s o m a d a n b a n a iletilenlere g ö ­ re, Baykara, M e h m e t İncili v e diğer " z e v a f ' l a İ s t a n b u l ' u n iki ya­ kasını paylaşıp "örgütlüyor"lar; böylelikle T İ P m e r k e z kiliğine n e kadar muhalif işçi varsa hepsini T H K P - C ' y e aktarmakta büyük bir ustalık gösteriyorlardı. B u işçilerin açılan d a v a d a k i sayıları 7 0 ' i buluyordu. Bu işçiler, T H K P - C ' n i n g ü n d e m i n d e n habersiz yalnızca kapitalist sisteme v e faşizme karşı s a v a ş m a k t a kararlı dürüst ve s a d e insanlardı. G e n ç militanlara d a y a n ı ş m a göstermiş, onları barındırmış, kaçmalarım sağlamış v e korumuşlardı. Bay B a y k a r a "örgütlediği" bu insanları polisin şefkatli elleri­ n e teslim e t m e k t e d e bir kusur işlememişti. Dışarda k a l m a y ı ba­ şaran kimi g e n ç militanları da... O n u n naylon gerilla * pozlarını, bastığı havaları b a n a anlatanlardan dinledikçe irkilir v e y ü z ü m kı­ zarırdı. H e l e çoğu bizim arkadaşlarımız olan işçilerin e n ileri un­ surlarını polisin ö n ü n e düşüp kapı kapı gösterip yakalatması kar­ şısında bize sadece yere b a k m a k düşmüştü. Ya o Emniyetteki devrimci o n u r u n u koruyan v e k o n u ş m a y a n militanlarla yüzleştirilmeler? (Yavuz Çanak, A. Bülent Karataş vd.) Bu anlatılan "öykü"ler artık dillere destan olmuştu. Bu yüzleştirme olaylarından * Daha fazla bilgi için bkz: S.Ö. "Oportünizm Yargılanıyor" 1980. Sorun Yayınları, s.80-85



224



en ilgincini militan gençlerden Yavuz Ç a n a k ' ı n babası, dostum, h e m ş e h r i m R a s i m Ç a n a k ' d a n ayrıntılı dinlemiştim: - O ğ l u m a çamaşır v e p a r a g ö t ü r m ü ş t ü m , polislerden biriyle hemşehri çıkmıştık, bana, " b a k h e m ş e h r i m ben komünistlere düş­ manım, bizim memleketten b ö y l e adamlar çıkmaz; senin oğlan boşuna d a y a k yiyor ve k o n u ş m u y o r ; bir yolunu b u l , bu yiğidi b o ­ şuna d a y a k yemekten kurtar; sanıkların hepsi öttü o hâlâ direni­ yor; a c ı y o r u m oğluna" Dedi. B i r polisten bunları d u y u n c a oğlum­ la iftihar ettim. Girdiği örgütü v e ilişkilerini ayrıca eleştirmedim. Bu haber b a n a yetmişti. Emniyette oynanan k o m e d i y i olayın canlı k a h r a m a n l a r ı n d a n d a ayrıntılı olarak dinlemiştim. Baykara ve eylemleri y ü z ü n d e n Ziya Y ı l m a z ve Yusuf Küpeli gibi T H K P - C ' l i arkadaşlarla d a aramızda tartışma çıkmıştı; onlar bu bay y ü z ü n d e n beni sorumlu görüyor v e şiddetle eleştiriyordu: " B i z bu soytarıyı K D İ K B ' n i n c i d d î ve güvenilir bir parçası ola­ rak tanımaktaydık; ne bilelim, sizin arkadaşınız olunca daha de­ rinine inmemiştik..." Hele, Yusuf Küpeli o n u n için: " B u a d a m ı n 'örgütlediği' işçilerin hiç birini tanımıyorum; ç o ğ u n u n yüzlerini ilk kez içerde gördüm. Bizim b ü t ü n iplerimiz onun elindeydi. Ka­ pandaki insan gibi saklandığımız yerde bekliyorduk; paramız on­ daydı; ilişkileri o ayarlıyordu; gidilecek yerlere o gidiyordu. Kimseyi denetleyecek örgütsel bir organizma içinde b u l u n m u ­ yorduk. Sizin örgütten oluşunu referans saymıştık; o y ü z d e n ken­ disine çok güveniyorduk; soytarılığı çıktı işte..." B i ç i m i n d e bir değerlendirme yapınc'a artık söyleyecek sözümüz kalmıyordu. B a y k a r a ' n ı n bu davalardaki rolü v e portresi ortaya çıkmıştı. Bay Baykara, bütün sanıkları tahliye olan K D İ K B Davası sa­ v u n m a safhasındayken; savcının bütün delillerini (ajan kullansa da) bir bir çürüttüğümüz bir a ş a m a d a yakalanmış v e d a v a y a yep­ yeni deliller, itiraflar ve pişmaniyeler katmıştı! O n u n ifadeleriyle dava bir a n d a biçim değiştirmiş savcının işi çok daha kolaylaşmış­ tı. Bayımız kolluk kuvvetlerinde v e savcılıkta verdiği ifadelerini d u r u ş m a d a d a aynen kabul etmiş v e değiştirmemişti. İfadesinin sonunda ise, " b u n d a n böyle m e m l e k e t i m e v e vatanıma faydalı bir insan olacağım, yaptıklarımdan ötürü çok pişmanım!..." Demek­ teydi. Portreler F/15



225



K D İ K B D a v a s ı , T H K O v e T H K P - C türünden öyle " ü n l ü " bir dava değildi; seyircisi az ve basının ilgisini çekecek sansasyonel eylemleri b u l u n m a y a n bir davada, bay B a y k a r a ' n m ifadeleri ve tutumu p e k dışarı yansımamıştı. T H K P - C D a v a s ı ' n d a ise d u r u m tam tersineydi. Aktörümüz böyle bir davada, b i z i m d a v a d a k i mis­ kinliğini bırakmış adeta kaplan kesilmişti; d u r u ş m a d a k i sorgu­ sunda ellerini arkaya atmış v e : " B e n marksist-leninistim. Mihri bizim ağabeyimizdi..." (o sıralar M D D teorisyeninin fikirlerini taşıyan kismelerle aynı koğuşta kalıyordu) B i ç i m i n d e çok "yü­ rekli" bir ifade vermekte asla bir sakınca görmemişti. "Şair ruh­ l u " m a h k e m e başkanı, bu türden " s a v u n m a ' l a r l a m a n g a l d a kül bırakmayan Baykaraları-maykaraları suya götürüp, susuz getiren cinsinden yetenekli ve kül y u t m a y a n biriydi. Ta lisedeyken kendi öğretmeni Av.Faik Hocayı bile içeri tıkmış, h a k k ı n d a ayrıca haka­ ret davası a ç m ı ş , fukaranın evine haciz dahi koydurmuştu. H a k i m Akdemir A k m u t , kahramanımızın sorgusunu dinledikten sonra, dosyayı karıştırmış v e zabıtlara şöyle geçmişti ifadeyi; "kolluk kuvvetlerinde v e savcılıktaki ifadelerinde, p i ş m a n olduğunu ve bundan böyle m e m l e k e t i m e , v a t a n ı m a faydalı bir insan olacağını beyan eden M . B a y k a r a açık duruşmada, ellerini ardına koyarak, marksist v e de leninist olduğunu söyleyerek söze başlamış..." Baykara, b i z i m davadaki tutumunu T H K P - C D a v a s ı n d a da sürdürseydi h a k k ı n d a hiçbirşey söylemeyecektim. Hattâ bu tür­ den olayları ç o k doğal karşılayacaktım. Oysa o n u n ifadeleri dışarda elden ele geziyor ve bizim hakkımızda d a ç o k çirkin spekü­ lasyonlar yapılıyordu. 1950 Tevkifatında yargılanan ağabeyim Avni M e m e d o ğ l u bu yüzden b a n a çıkışmıştı: -Oğlum içinizde meçhul adamlar, hainler k o l geziyor; bu ne rezalettir? B u n e biçim dava? Bunları göremiyor m u s u n u z ? Körmüsünüz ulan?!! -Biraz b e k l e ağabey, h e n ü z y ü z y ü z e gelmedik, işin aslını ço­ cukların ağzından dinlemek istiyorum; belki işkenceden ötürü k ö ­ tü ifade vermiş olabilirler. -Ne işkencesi, adam işkence bile görmemiş, daha kendisine do­ kunmadan altına sıçmış, 17 yaşındaki çocuklar bile ondan daha şe­ refli çıktı polisten... Bizim aramızdan böyle ihanetler çıkmamıştı, 226



aile kolektifimizin itibarı sarsıldı... Bu mesele de sen de kusurlusun. O k u m a - y a z m a bilmeyen yaşlı v e çilekeş a n a m d a beni suçla­ maktaydı. K a p a n m a y a başlayan gözleri v e ç o k az işiten kulakla­ rıyla g ö r ü ş m e yerinde telörgüye yaslanır düşüncelerini yaşlı göz­ lerle şöyle aktarırdı: -Oğul, b e n sana k a ç defa söyledim, n i y e bu adamlarla yola çıktın? İ z m i t ' t e o adamı daha ilk g ö r ü ş ü m d e sana d e m e d i m mi; "oğul bu oğlanı ben hazzetmedim, gözleri k u m a r bakir d i y e ? " Oğul bunlar hayın, ailemize yakışır mı, bu adamların yüzünden adam hapislere düşer mi? O vurulan uşaklar, adı U l a ş ' m ı y d ı ney­ di, bak onları çok sevmiştim, onların yüzleri temizdi... A n a m da haklıydı, insan t a n ı m a k çetin bir işti; o n u n sezgileriyle tanıdığı insanları biz baskı ve kötü günlerde ancak tanıya­ caktık. A n a m a : -Haklısın ana, keşke senin gibi önceden bazı şeyleri görebilseydik. Ü z m e canını, içimizden hayınlar ç ı k m a s a y d ı d a biz gene içerde olacaktık; onlar işin basit bahaneleridir. Onların yüzünden içerde b u l u n m u y o r u z . Sen b i z i m söylediklerimize v e yaptıkları­ mıza bak. B e n senin oğlunum; onurumuzu v e düşüncelerimizi kirletmedim. O senin hayın dediğin türden sosyal asalaklar, iste­ mesek de h e r koşulda hareketin arasına g i r m e k isteyecektir. On­ lar yaptıklarıyla bizi değil kendilerini yaralamış oldu. B a k biz ye­ re bakmıyor v e dik duruyoruz. Kafanı y o r m a bu işlere, ilerde her şey d a h a iyi olacaktır... Arkadaşlarımın ve yalanlarımın eleştiri v e kınamalarını dinle­ m e k kolaydı; fakat insanın kendisiyle hesaplaşması zor ve yara­ layıcıydı. D e r m e çatma örgüt yapılanmalarında kolaylıkla ortaya çıkabilen "ihanet"ler karşısında sinirlerimiz bozulsa da değişen birşey yoktu. Umutlu olmak v e devrimci m ü c a d e l e d e çürüklerin arınacağına i n a n m a k gerekiyordu. M a h k û m i y e t kararı kesinleşince Baykara ile Sağmalcılar ce­ zaevinde ilk kez yüz yüze gelmiştik. Yollarımızın ayrıldığını, ör­ gütsel deneyimlerin ve değerlendirmelerin gözlerden kaçırılaca­ ğını hissediyorduk. Sağmalcılar cezaevinde, gardiyanların oda­ sında kayıtlarımız yapılırken d e hissettiklerimizi kanıtlayan geliş­ meler cereyan etmişti. Köprülerin altından çok sular akmış, yeni 227



"dostluklara" köprüler kurulmuştu. Baş gardiyan: -Mustafa bey hanginiz? Diye sormuş v e kahramanımızı v e eşyalarını alarak Murat Belge Terin k o ğ u ş u n a kadar götürmüştü. Baş gardiyan döndüğün­ de bana da: -Sen k i m s i n ? -Kayıtlar ö n ü n d e , bak öğrenirsin k i m olduğumu. -Onu d e m e d i m , burada kadınların dışında siyasîlerin dört k o ­ ğuşu var, sen hangisinde k a l m a k istiyorsun? -Farketmez, seçim h a k k ı m yok. -Öyle şey olur m u , kavga gürültü oluyor. Hasımları bir arada tutmuyoruz. Söyle hangi k o ğ u ş t a k a l m a k istiyorsun? Bu cezaevinde olup bitenlerden h e n ü z en ufak bir bilgim yok­ tu. Kimlerin değişen şartlarda neleri düşündüğünü, h a n g i kabuk­ ları değiştirdiğini bilmiyordum. Dört ayrı koğuşta ayrı ayrı ve " h a s ı m " siyasîlerin bulunması v e b a n a "hangi koğuşu istiyorsun" türünden bir soru yöneltilmesi oldukça ağırıma g i t m i ş t i . . . Baş gardiyana: -Ben bir tercih yapamıyorum, lütfen koğuş temsilcilerine so­ run, hangi koğuştaki arkadaşlar benimle kalmak istiyorsa oraya verirsiniz. Baş gardiyan dediğimi y a p m a k için adımı bir k a ğ ı d a yazıp ay­ rılmıştı. Herkes dağıtımdan nasibini almış, yalnızca biz kenarda kalmıştık. Sonradan öğrendim ki, T H K P - C ' n i n mirasına y a d a iskatına oturan sahte gerillalar koğuşlarına beni istememişti; " a m a n onu buraya getirmeyin" diyerek dayatmışlardı. Sahte gerillalar­ dan kopan diğer bir kesim ise; " b i z i m arkadaşımız değil, biz de istemeyiz!.." demişlerdi. Cezaevinden dışarıya " T H K P - C K o m ü ­ nist G r u b u " (Baykal Gürsoy v e arkadaşları) diye bildiri yayınla­ yanların k o ğ u ş u n d a kalanlar ise; "S.ağabeyin h o ş l a n m a y a c a ğ ı kimseler var aramızda, bizim o n a bir itirazımız yok, kendisi isti­ yorsa gelsin." demişlerdi. Bu siyasî eğilimlerden k a v g a ederek ayrışan ve k o ğ u ş değiştiren d ö r d ü n c ü k o ğ u ş ise, ilkin bizi isteme228



misti; çünkü d a h a yeni " h a y t a ' l a r d a n kurtulmuş v e kendi " d ü zen"lerini kurmuşlardı... Ayrıca, B a y k a r a ' d a bu k o ğ u ş t a kalmaktaymış; o n u n da koğuşun ö n d e gelenlerinden M u r a t Belge'lerle büyük bir " d o s t l u ğ u " varmış... Koğuşlarında sükûnet istemekteymişler... D e m e k kahramanımız bu mizanseni y e n i arkadaşı Murat Belge'yle beraber önceden d ü ş ü n ü p hazırlamıştı!.. Dört siyasî k o ğ u ş ' u n düşüncelerini Baş gardiyan Arif A ğ a ba­ na aynen iletmişti. Bir ç ö z ü m aramaktaydı; k e n d i s i n e : -O halde beni bir hücreye verin, yalnız g ü n e ş e ç ı k m a m a izin verilsin yeter. B e n i m y ü z ü m d e n kimilerinin keyfi kaçmasın. -Ben d e onu düşündüm; a m a havalandırmalarda g e n e hasım­ larınla karşılaşacaksın. -Benim h a s m ı m yok. -Öyle diyorsun ama, b a k iş hiçte öyle değil, a d m i duyan sen­ den huylanıyor... Bu konuşmalar' olurken, M u r a t Belge'lerin k o ğ u ş temsilcisi Namık A ş ç ı ile yardımcısı İbrahim Kalyoncu k o ş u p gelmişti. Aralarında yapılan tartışmalarda, b e n i m onların koğuşlarında kal­ m a m ı n doğru o l a c a ğ m a karar vermişler v e aleyhte ileri sürülen "gerekçeleri" dinlememiş, k o ş u p gelmişlerdi; " k a l k ağabey, bi­ zim k o ğ u ş a gideceğiz!" diyerek ve b o y n u m a sarmaşarak beni karşılamışlardı. N e de olsa işçi arkadaşlarımdı. T.Maden İş Sen­ dikasında, 16 Haziran 'ların k a d r o s u n u n başını çektiği muhalefet­ ten, çeşitli tasfiye ve sıkıyönetimlerin de yardımıyla kurtulan K e ­ mal Türkler, bu k e z N a m ı k A ş ç ı ' l a r ı n başını çektiği bir muhale­ fetle karşılaşmış v e sendikadaki ilerici muhalefet kırılamamıştı. N a m ı k A ş ç ı ' l a r ı n Z o n g u l d a k ' t a yerel m a d d i dayanakları vardı. Bölgenin insanlarıydılar... Bu arkadaşlara: -Neler oluyor buralarda? B a ş gardiyanla bir formül bulmak üzereydik. Bir problem varsa çaresine bakarız. K o ğ u ş t a k i düzeni­ niz b o z u l m a s m . D e d i ğ i m d e , onlar da: -Bilmez misin veba m i k r o b u sarmış heryeri, p r o b l e m çıkaran­ lar haltetmişler, yürü gideceğiz. Biz arkadaşlarımızı soytarıların yanında harcatır mıyız? D i y e karşılık vermişlerdi. 229



Sağmalcılar cezaevinde bu türden bir kabul görünce bu ceza­ evinde olup bitenleri daha iyi k a v r a m a y a başlamıştım. B a y k a r a ' y a yönelttiğim sorulara d a beklediğim gibi, doğru ve içten cevaplar alamamıştım. B i z i m davadan h ü k ü m giyen diğer arkadaşlarla (Necati Çığşar, Nurettin Doğan) birlikte bir kritik ya­ pılması girişimlerim de sonuçsuz kalıyordu. Baykara bu arkadaş­ ları yedeğinden ayırmıyor v e yeni oyununu değişik bir diploma­ siyle yürütmek istiyordu. Bu arkadaşlar ise kılı kırk y a r m a k k o ­ nusunda devrimci bir tavır yerine köylü kalenderliğini seçmişti. Onları d a k e n d i bağımsız iradeleriyle davaya ve sorunlara daha tam olarak bakabilmeleri için serbest bırakmak gerekiyordu. Bay­ kara, Murat B e l g e ' d e n yabancı dil öğreniyor, bu arkadaşları da peşi sıra sürüklüyordu. Derken, kahramanımızın ifadeleriyle kardeşim Z e k i d e ceza­ evine geldi. O , cezaevinde olup bitenlerden b e n d e n d a h a ç o k ha­ bersizdi; hâlâ eski "arkadaşlıklara" karşı duyarlı davranıyordu. Koğuşa girer girmez B a y k a r a ' y a s o r m a d a n edememişti. - O n e biçim ifadeler ulan, yaktın herkesin başını, utanmıyor musun? K a h r a m a n ı m ı z her d ö n e m d e birilerinin kanatları altında k o ­ r u n m a y a alınmıştı; yeni "dostlarına" karşı o z a m a n ç o k geçerli olan "günâh ç ı k a r m a " adı altında yapılan "özeleştiri" maskaralı­ ğı revaçtaydı. B a y k a r a böyle sert bir çıkıştan hoşlanmamıştı; çün­ kü, bundan fiyakası ve gözboyacılığı zarar görebilirdi. B u y ü z d e n sesinin tonunu değiştirmiş, k o n u y u genelleştirerek yeni efendile­ rinin de işe karışmasını sağlamak istemişti. Artık onu koruyacak bir Ziya Y ı l m a z v e Yusuf Küpeli yoktu. M D D teorisyenine saygı­ lı kimselerin koğuşlarında d a kalmıyordu. Sıra Murat B e l g e l e r i n ardına saklanmaya gelmişti. B a y ı m ı z ı k i m koruması altma alıyor­ sa onların sazmı çalıyordu. Bizlerin kanatları ise böylelerine gü­ ven vermiyordu; alt tarafı " a m e l e taifesi"nden biriydik; ayrıca bizlerin magazinleşmiş bir ünü d e yoktu. Sansasyondan d a uzak duruyor, sınıfsal tevazûmuzu koruyorduk. O ise bize: - Benden n e bekliyordunuz? N e yapacaktım yani, b ü y ü k bir " k o m ü n i s t " gibi m i davranacaktım? B e n i m ne biçim bir a d a m ol­ d u ğ u m u ta b a ş ı n d a n beri anlayamadınız mı? B e n alçağın biriyim, 230



korkak, adi, iğrenç bir yaratığım. D a h a önce n i ç m açmadınız göz­ lerinizi? E y y k o c a S.Ö. sen n i y e açmadın gözlerini? B e n i suçla­ yacağınıza ö n c e kendinizi suçlayım Gölcükte çırak o k u l u n d a y k e n ben i....dim, a d ı m her yerde k ö t ü y e çıkmıştı; niçin b e n i aranıza al­ dınız? Sana K ü p e l i ' d e n silah g e t i r m e m de n u m a r a y d ı ; niçin anla­ madın? B e n o z a m a n d a soytarının tekiydim, a k t ö r d ü m , alçaktım. Sorguda Yusuf K ü p e l i ' y e soruyorlardı; "sen k i m s i n u l a n ? " diye, o da dayak yedikçe h e p aynı cevabı veriyordu; " b e n k o m ü n i s ­ tim!" O n a yapılan işkenceden irkilmiştim, k o r k u m d a n altıma sıç­ tım, boklar paçalarımdan aşağı süzülmüştü. B a n a t e k fiske bile vurmadılar. Yalnızca altıma sıçtığım için; "git temizlen ulan, da­ h a d o k u n m a d a n . . . " deyip bir t e k m e attılar kıçıma. Yusuf Küpeli dayak yerken n e kadar " k o m ü n i s t " idiyse, ben d e altıma sıçarken o kadar "komünisttim". Niçin b e n i m korkak bir zibidi olduğumu önceden keşfetmediniz? Sorguda k i m ötmedi k i b e n ö t m e y e y i m ? O z a m a n aklınız daha ilerdeydi d e niçin bizi v e kendinizi koruyup kurtarmadınız? Kahramanımızın bu "eleştiri" ve "itirafları", J.J.Rousseau, A.Gide ve O . W i l d e ' ı geride bırakmıştı; kimileri çok şaşırmışken, Murat Belge ise, son derece sevecen v e " b e ş u ş " bir çehre ile sev­ gili yeni " d o s t u n a " destek verip arka çıkıyordu: -Baykara b ü y ü k bir proleter, ona v e özeleştirisine hayranım; bu cezaevinde o n u n gibi kendisine böylesine kıyan k a ç kişi çık­ mıştır? A l e y h i n e olsa d a h i gerçekleri k o n u ş m a k t a n k a ç ı n m a y a n onun bu " a s i l " davranışını çok takdir ediyorum. Bravo!.. Bu "itiraf' v e " d e ğ e r l e n d i r m e " karşısında bizim birader şaşı­ rıp kalmıştı. Cezaevindeki bu "ilerleyişleri" bir türlü k a v r a y a m ı ­ yor, açık ve dürüst bir kritiğin yapılmasını bekliyordu. î d d i a edildiği gibi, k i m s e d e n yjğitlik, yüreklilik v e komünist davranış aradığımız yoktu aslında. Kahramanımızın v e her d ö ­ n e m değişen koruyucularının kimliklerini de biliyorduk. Sosya­ lizm a d m a yapılanlar elbette birgün herkesin g ü n d e m i n e gelecek­ ti; bu türden karşılaşmaların kaçınılmazlığı d a ortadaydı. Bayımı­ zın denediği orta-oyunu, özeleştiri ve eleştiri yerine geçemezdi. Hele "itiraflar" kimseyi a k l a m a y a yetmiyordu; a m a n e çare ki, o dönemlerde, eşeğin çöplükte yuvarlandıktan s o m a silkinerek te231



mizlenmesi, " a r ı n m a " v e "özeleştiri" olarak kabul ediliyor ve al­ kış topluyordu! K D İ K B ' n i n bir "kurucusuyla" ilişkilerimiz böylece noktalanı­ yordu! Evet suçlu olan bizdik. K D İ K B ' n i n bileşiminde rol üstle­ nenler, şimdi, yeni rolleriyle faşizmin baskı v e terör estirdiği k o ­ şullarda sınanıyordu!.. Tekelci sermayenin devrimcilere attığı to­ kat aşılması gereken problemlerimizi b ü y ü k acılarla öne çıkar­ mıştı; Devrimci Harekette her şeyi yeniden öğreniyorduk!.. D P P ' n i n disiplininin olmadığı yerde kişilerde sağlamlık, çü­ rüklük arayan yoktu. Fakat inandığı ilkelere bilinciyle bağlı ka­ lan, proleter ahlâk ve onurunu çiğnetmeyen çoğu arkadaşlarımıza boşuna saygı duyulmuyordu. H e r örgütün içinde, d e v r i m c i olanla asalak olan birlikte bulunabilirdi; ancak m ü c a d e l e çürükleri açığa çıkarırdı. Onurlu v e militan olan poliste, işkencede, sorguda, m a h k e m e d e v e devrimciler katında d a i m a saygı görürdü. Kendi­ sine devrimciyim diyenlerden k a ç paralık devrimci olduğu, han­ gi örgütün içinden geliyorsa gelsin, d a i m a sorulur v e aranırdı. Geliştirilen "itiraf' v e "eleştiri"ler, İşçi sınıfı v e sosyalizm adına yapılan yanlışların aşılmasına, geçerli bir ç ö z ü m y ö n t e m i getir­ miyor, yalnızca eğrilerle doğruların ayıklanması işini geciktiri­ yordu. Yanlış olana vurmakla doğrular ortaya çıkmıyordu. Her hareketin içinde bulunan olumlu v e olumsuzlukları birlikte ele al­ m a k , tahlil e t m e k v e sorunları bir ç ö z ü m e k a v u ş t u r m a k gündem­ deyken, böylesine maskaralıklara soyunanlara söylenecek söz de kalmıyordu. A s l m d a bu türden t u t u m u n u sürdürenler, ilerici ge­ lişmelere yararlı bir görev yapmıyor, y e n i soytarılıkların kapısını açıyordu. K i m i insan işkenceye d a y a n a m a z ve korkabilirdi. Hepi­ miz de korkabiliriz. Kimileri örgütünü inkâr edebilir v e hattâ da­ vadan dönebilirdi. G ü n d e m d e doğallıkla bunlar d a olacaktı; geliş­ melere d a h a serinkanlı bakabilmeliydik. Yeni koşullarda y e n i ör­ gütlenme yöntemlerini bu deneylerden çıkardığımız derslerle yetkinleştirmeliydik... Çeşitli soytarılıklarla m a n g a l d a kül bırakmadıktan sonra köşe­ lerine çekilen, bir maskaraya, inkarcıya ve döneğe k i m s e bir çift söz dahi etmeyebilirdi; sosyalistler bu türden çürük bir m a l z e ­ meyle u ğ r a ş m a z , geçmişi bırakıp geleceğe bakardı; fakat kimi 232



soytarılar köşelerine çekilmez; yeniden devrimcilik adına topaç gibi ortaya çıkar-çıkarılırsa o z a m a n acımadan onları "politik açı­ ğa v u r m a k " her devrimcinin b o y n u n u n borcuydu. Burada y a p m a y a çalıştığımız d a yalnızca budur! K D İ K B D a v a s ı ' n d a , gerekçeli kararın o l u ş m a s ı n a " k a t k ı " v e " i t i r a f l a r ı y l a m a l z e m e veren k a h r a m a n ı m ı z , 1975 affıyla tahli­ yesinden s o m a 15 yılımızın geçtiği işçi kentimize gitmişti. (Bazı disiplinleri gözeterek biz İ s t a n b u l ' d a kalmıştık.) M a h k û m i y e t i m i ­ ze k a m u tanıklığı yaparak şürekasıyla birlikte m a l z e m e katkısın­ da bulunan "yetenekli" avukat, bay Şinasi Yeldan v e çevresiyle yakınlık kurduğunu, geçmişin "kritiğini" yaparak, o n a karşı d a "özeleştirisini" y a p m a y ı ihmâl etmediğini de öğreniyorduk. D a h a soma, bu sürecin "kritiğini" d a h i y a p m a d a n , spekülatif maskara­ lıklar yaparak, yakın dostlarımıza yanaşıp, onların dayanışmala­ rına v e k o r u y u c u l u ğ u n a sığmıyordu. Dostluklarını temiz tutan arkadaşlar ise cezaevindeki ayrışma­ lar üzerinde hesap soruyordu. Onlara d a v a dosyalarını okumala­ rını önerdim. Eskiden olduğu gibi arkadaşların inisiyatiflerini et­ kilemek yanlış olacaktı. O l u p bitenlerden s o m a herkes kendi y o ­ lunu bağımsız v e özgür iradesiyle bulmalıydı. Birilerini u y a r m a k ve eğiterek k a z a n m a k zor bir uğraştı. Kişi, kendi z e k a ve m e l e k e ­ lerini kullanarak doğrularla t a n ı ş m a l ı y d ı . . . ikinci m e m l e k e t i m saydığım bir işçi kentine uğradığım günle­ rin birinde kahramanımız, y o l d a yürürken a r k a m d a n yetişmiş ve: - S. ağabey, k o n u ş m a k istiyorum. Diyerek y a n a ş m a k istemiş­ ti. Niyeti açıktı; bizi eski S. Ö. sanarak insan olana karşı duyarlı­ lığımızı s ö m ü r m e ğ e kalkışmıştı. Kendisine: - N e seninle n e d e R u h i ' y l e k o n u ş a c a k bir şeyimiz kalmadı. - Beni onunla nasıl bir tutarsın? - İşine bak! Seninle k o n u ş a c a k birşey kalmadı!.. K o n u ş u l a c a k yerde, k o n u ş m a k v e hesaplaşmadan kaçanlarla şimdi n e d e n , hangi gerekçeyle konuşacaktım? G e ç m i ş i n hesabını vermesi gerekenlere yerinde v e zamanında v e r m e y i p spekülasyon ve soytarılığa soyunanlarla d a h a neyi, hangi a m a ç l a konuşacak233



tim? Devrimci a d a m bir, bilemedin iki kere denenip sınanırdı. Üçüncüsüne kalkışanın ise, adı b e l l i y d i . . . Onunla son konuşmam böyleydi. Bundan sonraki haya­ tını izlemek m u t l u l u ğ u n u t a d a m a d ı m . Ö ğ r e n d i ğ i m kadarıy­ la b i r k a ç k a p ı a ş ı n d ı r d ı k t a n s o n r a b ü t ü n s i y a s î d ö k ü n t ü l e ­ re şefkatli k o l l a r ı n ı açan " ö r g ü t l ü o p o r t ü n i z m " onu da bağ­ rına basmış, kahramanımız böylece "ilerlemeci" olmuştu. Herkes kendi yolunu büyük bir özgürlük içinde seçmek şansına sahipti. K i m i n ne s ö y l e m e y e hakkı vardı ki? Burada, g e ç m i ş e bir göz a t m a d a n edemeyeceğim: 1971'e g e l m e d e n işçi v e gençlik içinde küçükburjuva ideolo­ jisi ve onun sınıfsal karakteri her ö l ç ü d e ortalıkta kol geziyordu. Proleter devrimci ideoloji, proleter karakter tipi "fırtınalar" ara­ sında seçilemiyordu. "Kurt dumanlı h a v a y ı sever" hesabı, böyle dumanlı havalarda bu iki ayrı kutuptan insanların k o n u m u henüz yeterince kavranamıyor, farklılıklar a r a ş m a k a i m çizgiler çekilemiyordu. Proleter devrimci düşünce v e karakterin gelişip yetkinleşebilmesi için mücadele, deney v e kırım gerekiyordu. 100 yıl­ lık tarihsel toplumsal mirasın her halkası, burjuva, küçükburjuva " s o l " akımların v e onların etkinliklerinin kırılamayışlarından gü­ n ü m ü z e organik halkalar biçiminde yansıyamamıştı. Gerekli ay­ rışmalar içinden proleter devrimci eğilim bir türlü ete k e m i ğ e bürünememişti. B u süreç şimdi hızla yeni başlıyordu. 1971'e v a r m a d a n doğruları aramakta olan bizim kadrolar, aleyhteki bütün faktörlere, bilgi v e d e n e y eksikliklerimize, tarih­ sel misyonla organik halkaların k o p u k l u ğ u n a rağmen, g e n e de, proleter devrimci eğilim, ideolojisi v e ahlakıyla sahneye çıkmak için savaşıyordu. B u savaş bazı yanlışları içinde taşısa d a (ki el­ bette taşıyacaktı), sürdürdüğümüz iz temelde doğruydu. Düşünce ve eylemde yapüklanmdan ötürü, kendi payıma, hiç utan­ madım; yere bakmadım, yüzüm kızarmadı. Sorunlarımızın eleştiri ve kritiğini başkalarına bırakmadan kendimiz yapmaya çalıştık; daha yetkini­ ni aradık ve özledik. Sosyal pratikte öğrenciliğin, öğrenmenin ve donanmlı bir militan olmanın ötesinde kariyerizm, uvriyerizm vb. gibi onulmaz hastalıklardan uzak durduk. Bunu başarmıştık 234



KDIKB örgütlenmesi içinde, sonradan daha aydınlık olarak ortaya çıkan manzara sürpriz de değildi Başından beri ısrarla vurgulandığı üzere, KDIKB as­ la bir parti çağrışımı yapmamış, kendini hiçbir zaman DPP yerine koymamıştır. Bizler donanımlı bir DPP oUsiplininden gelmiş ve eğitilmiş kadrolar olsaydık el. bette sonuç başka biçimde gelişecekti. Örneklenen ve maskaralığı sonradan da ortaya çıksa kahramanımız, gerçekten incelenmeye değer bir tipti. O d a tıpkı öteki yoldaşı (R.Göbüt) gibi ille bir şeye " b a ş " ol­ mak, öne fırlamak, her m o d a eğilime ilkesiz b i ç i m d e y a n a ş m a k v e birilerinin kanadının altına s o k u l m a k eğilimindeydi. T Î P için­ deki git-gel'lerde d e öyleydi. S D , M D D sürtüşmelerinde, o ilkin Aybar karşısında, A r e n saflanndaydı; bir ara, T İ P Gn. Yön. Kur. Üyeliği, ya d a yedek üyeliğine d e s o y u n m u ş ve Şinasi Yeldan'ın yanında yer almıştı. M D D saflarına geçip, K D I K B içinde birlik­ te olduğumuz dönemlerde ise, k e n d i başına " g a r i p " ilişkiler içine girer, alet tedarik eder, asker elbiseleri, postallar b u l u p , buluştu­ rur, bu türden hazırlıklardan arkadaşlarını haberdar etmezdi. B u yüzden güç d u r u m d a kalırdık. M e k t u p yazmasını v e eline geçen keçe kalem v e fırçayla her yere yüzlerce i m z a atmayı çok sever­ di. Bu mektupçuluk, kroki ç i z m e işi ve i m z a tutkuları davada aleyhimize " m a l z e m e " olarak kullanıldığından giderilmesi im­ kânsız problemleri karşımıza çıkarmıştı. K D Î K B lokalindeki açık renkli formika kaplı masaya, ispirtolu, flomaster kalın kalemlerle güya adres tanıtımı için renk renk çizdiği bir kroki (Şevki Usta­ nın Gölcük, D o n a n m a sınırları içindeki teneke evlerinin yerini gösteren bir kroki), iyi saatte olsunlar tarafından; " D o n a n m a ' y a sabotaj p l a n l a n " olarak d o s y a m ı z a sokuşturulmuştu. İlgililer hak­ kımızda birçok şeyi ileri sürebilirdi; hattâ kimi akıllı tertiplerle daha önemli bazı iddialarda bulunabilirlerdi. Fakat " D o n a n m a y a Sabotaj" iddiası a h m a k ç a bir iddiaydı. Aklımızı peynir ekmekle yememiştik! A m a , nasıl ki, d o ğ a n ç o c u k b i l m e m nesinden bilinirdiyse, k a h r a m a n ı m ı z ı n bu türden tutkusu d a önceden biliniyordu. Fakat, bütün uyarı v e eleştirilerimize rağmen bir türlü önleneme­ yen bu i m z a v e kroki çizimi tutkularını (!) ayıklamak bizim açı­ mızdan hiç d e kolay olmamıştı. D a v a d a 16-17 yaşındaki gençler daha sağlam v e onurlu çıkmıştı; tertemiz ve pırıl pırıl zekalarıyla tertipleri a ş m a y ı başarmışlardı. K e ş k e soytarılarla b o ş a geçen za­ manı bu gençlerle geçir şeydik!.. 235



Bayımız, poz ve rol k e s m e k t e ç o k yetenekliydi. B i l m e m , bel­ ki de öksüz büyümesinden, zor ve çileli geçen hayatından, ilgi noksanlığından, çocukluğunda şefkat v e sıcak bir y u v a görmeyişi vb. yüzünden, onu girdiği örgütler içinde böyle bir s ı ğ m m a ve t a m a m l a m a d u y g u s u n a itmişti. Onun işçiliği d e garip bir işçilikti. Sağlam bir proleterde olma­ sı gereken nitelikleri taşıdığını söyleyemem. Tekleyen, bir türlü onarılamayan bir yanı daima seçiliyordu. Bir gün a k ş a m üzeri bizim eve uğramıştı: "Ağabey, hele kalk bir yere g i d e c e ğ i z . " Demişti. -Hayrola, n e var? -Kalk, dışarı çıkalım. Giyindik çıktık. Bizi doğruca yeni kiraladığı evine götürmüş­ tü. Eve girer girmez, beni mutfağa sokmuştu: -Ağabey şu oyuncağın (tüp gaz ocağının) nasıl yakıldığını ba­ n a bir öğretsene? -Vay m a s k a r a seni, bunun için m i beni bin bir n u m a r a ve tö­ renle buralara getirdin? -He... vallahi nasıl yakılacağım bilmiyorum. G ö s t e r de bir çay içelim. Bayımız, d a h a bir tüp gaz ocağının nasıl yakılacağını bilmi­ yordu. Bırakın proleterleri, köylülerimiz bile ö ğ r e t m e n e gerek d u y m a d a n bu "oyuncakların" nasıl kullanılacağını gayet kusursuz biliyordu. K e n d i m i alamadım: -Ulan "dürzü", hani sen elektronikçiydin? Bayımızın nasıl bir proleter olduğu ç o k açıktı... Bir olayı d a h a y a z m a k istiyorum: 1971'e g e l m e d e n her devrimci gibi bizler de organize v e d o natımlı b u l u n m a n ı n özlemini duyuyorduk. Yaklaşan faşizm tehli­ kesi karşısında "keklik misali" a v l a n m a k istemiyorduk. Bu yolda amatörce denilse bile gençlik kesiminden daha ilginç bir pratiği­ miz vardı. Kırda, ormanda v e dağda yürüyüşler yaparak kendimi­ zi kötü koşullara alıştırmak vbg. eğitimler yapıyorduk. B u "talim"ler sırasında g ü n d e bazen 3 0 k m yol y ü r ü d ü ğ ü m ü z olurdu. 236



Bayımız bu amatör yürüyüşlerde d e sekter, m e k a n i k bazı davra­ nışlarla garip pozların ardına saklanırdı. Sakin, tevazu sahibi, yu­ muşak v e esnek olması gerekiyorken, bir militandan d a h a çok, bi­ çimsel tutkuların esiri gibiydi. Bu yürüşlerde bir işçi kentinin çev­ resini tanımak, kara, deniz, tren ulaşımını ö ğ r e n m e k , coğrafi k o ­ n u m u n u bilmek, enerji, su kaynaklarını, köylerini, fabrikalarını, tarihi eserlerini, özellikle tarihini v e kültürünü ö ğ r e n m e m i z gere­ kiyordu. Yöre insanlarının bazı niteliklerini, kökenlerini ve geç­ mişlerini soruşturmak her devrimcinin göreviydi. Yaşadığımız coğrafyanın özelliklerini ayrıntılı v e çok yönlü t a n ı m a y ı daha Sa­ nat Enstitüsü öğrencisiyken T ü r k ç e öğretmenimiz ilerici v e de­ ğerli insan N a z m i Ş e n e r ' d e n öğrenmiştim. Evet, insan tanımak, d a v a arkadaşı tanımak, geçmişteki arka­ daşlıkları k o r u y u p güçlendirmek, bazı ilkeselliklerin d a v a adına temiz tutulmasını gözetmek zor işti. Hele z a m a n ı n d a uç veren sapmalarla olayların üstüne acımasızca g i d e m e m e k v e hesaplaşm a m a k çok d a h a acıydı... 12 M a r t yol ayrımında, o günkü bilinç ve donanımıyla her ör­ güt sarsıntı geçirmişti. Özellikle K D İ K B ile T H K P - C davalarındaki sanıkların polis ve savcılık ifadeleri, duruşmadaki tutumu, ce­ zaevi deneyi, adını gerekçeli kararlara geçirten " k a m u " tanıkları ve bazı görevlilerin kurduğu ilişkiler çok şaşırtıcı ve öğreticiydi. Herkes bir sınavdan geçmişti; bu süreçte k i m i sınıfta kalanla­ rın hesabını b i z d e n soranlar ise çoğunluktaydı. E v e t hesapları na­ sıl vermeliydik? E n iyisi, belgeleri k o n u ş t u r m a k , asıl değerlendirmeleri gelece­ ğin ilerici kadrolarının uyanıklılığına, yetenek v e bilinçlerine bı­ rakmaktı. Bu k o n u d a biz d e böyle davranmalıydık. D a v a dosya­ larındaki yazılı ifade, belge, gerekçeli karar vd. malzemeleri ilgi­ li arkadaşların bilgi ve incelemesine sunmuştuk. Bu k o n u d a ken­ di payımıza bir kusur işlemedik. B ü y ü k aktöre bu acayip d u r u m u hatırlatan kişiler ondan şöyle bir cevap alıyordu: -Maalesef bu ifadeler M İ T tarafından görevli a v u k a t m aracılı­ ğıyla ve yapılan baskı s o n u n d a b e n i m iradem dışında alınmıştır. 237



Ve tamamı bir M İ T oyunudur. Nasıl yerinde bir cevap değil m i ? Evet n e hazin böyle davrananlar çıkabiliyor-çıkıyordu. "Hayır d a şer de allahtan" diyen bir dindar bile böylelerinden d a h a dürüst ve daha n a m u s l u bir kimlik taşıyordu. Daha iki tokat yemeden "pantolonlarından tezek çıkan", yaptığı maskaralıkları başka bir düzeyde sürdürenlerin "gerekçesi" çoktu. Elhak biz de "onaylıyoruz" (!) "bunlar birer M İ T oyunudur!" Aşkolsun şu M İ T ' c i l e r e n e k a d a r ç o k oyun biliyorlardı!?



.



Bayımızın T H K P - C içindeki rol v e fonksiyonunu ayrıntılı ola­ rak inceleyip araştırmayı üzerine görev olarak alan b i r ç o k kişi ta­ nıdım; onların bana d a yöneltikleri sorularına cevaplar aradım. Bu kimselerin amacını ve asıl m e r a k ı n ı bir türlü t a m olarak kav­ rayamadım; cezaevinde daha net ölçülerle t a n ı m a y a çalıştığım tiplerin portrelerini de tam olarak çizemedim. Sınırlı bilgi v e göz­ lemlerimle bu yazılarda ifadesini bulanları ancak tartışabildim. N e yazık v e n e hazindir ki, bu k o n u y u benimle tartışanların tümü hiç utanıp sıkılmadan, özellikle M . B a y k a r a h a k k ı n d a m a d d i ge­ rekçeler ileri sürmelerine r a ğ m e n sonradan "Tarihi T K P " çağrışımıyla "ilerlemeci" oluyordu, nedense!.. S o m a yalnızca M . Baykara değildi naylon k o m ü n i s t örgüte katılan, Yusuf Küpeli, Ziya Yılmaz, Nahit Tören ve birbirleri hak­ kında en aşağılık spekülasyon v e entrikalar çevirenlerin tamamı " T K P " l i oluvermişti. İnsan, sakınmadan: "Yumurtaya c a n veren Allah, sen nelere kadirsin!..." diye söylenip hayıflanmaktan ken­ dini alamazdı. Bay B a y k a r a ' n ı n yargılandığı T H K P - C Davasındaki işlevini özel bir tutkuyla gündemine alan bir avukat tamdım; n e yazık o da bulunduğu izin dışına çıktı. Ele geçirdiği kanıt, olay v e olgudan sonra vardığı yargı ve ağır suçlamaları sonunda sineye çekti; da­ hası bu yargılar "yalan"dı!.. Çünkü o d a kahramanımızla birlikle "örgütlü oportünizm"in iğreti çatısı altında "ilerlemeci" olmuştu!.. Bugünkü aklımız olsaydı, bu türden tipleri y a n ı m ı z a dahi sok­ mazdık. Sergilenen bu olaylardaki suçumuzu ilk v e p e ş i n olarak 238



teslim e t m e k zorundayız. E n azından " 1 5 - 1 6 H a z i r a n Direnişi" deneyi bu türden kimselerle asla birlikte y ü r ü y e m e y e c e ğ i m i z i öğ­ retmişti. Biz bu olayları anında yerli yerine k o y a m a m ı ş t ı k ; çürük­ leri ayıklayamamıştık. B a y ı m ı z ı n b u D i r e n i ş ' d e k i rolü, polis de­ neyi v e sorgusu, hapisteki zayıflığı, miskinliği, tahliye olabilmek için tanık göstermesi v e d a h a onlarca işaret z a m a n ı n d a bize veril­ mişti. Sıcak mücadeledeki bilgilerimizin sınırlı oluşu, yeterince donanımlı v e organize olamayışımız, yetenekli kadroların azlığı maskaralara karşı "gereğinin y a p ı l m a s ı n ı " engellemişti. K D İ K B deneyi v e k a d r o seçimi üzerine bize yöneltilen eleştirilerde haklı­ lık payı yüksekti. Hakiki kimliği 12 E y l ü l ' d e deşifre edilen, v e k i m e ait olduğu daha önceleri tarafımızdan k i m i kadrolara anlatılan bir M İ T g ö ­ revlisi vardı; o n u n işçi v e gençlik kesiminde kullandığı çeşitli ad­ lardan, " H a y d a r " adıyla 12 M a r t ' t a da bir n a y l o n d a v a d a n dolayı kısa d ö n e m " m a h k û m i y e t i " d e sağlanarak aramıza sokuşturulduğunu görmüştük. Cezaevlerinde böyleleri d e vardı. " H a y d a r " ı n cezaevinde karşılanması b a y ı m ı z c a yapılmıştı; ranzasının üzerinde, üst katında, yatağı hazırlanmıştı; birlikte ha­ reket ediyorladı. " H a y d a r " r n y a p a c a ğ ı " g ö r e v l e r " böylelikle k o ­ laylaştırılmıştı. (Bu konu ayrı bir bölüm de anlatılmıştır.) Bay B a y k a r a üzerine son olarak (bu satırların yazıldığı d ö ­ nemlerde) şu anıyı anlatmak istiyorum: "Oportünizm Yargılanıyor" adlı kitabımız, birçok yörede ol­ duğu gibi İ z m i t ' t e de k i m i arkadaşlarca dağıtılıp, tanıtılıyor v e sa­ tışı yapılıyordu. Sanırım kitabın satışı en çok bu ilde yapılmıştı. Bayımızın horozlandığı v e "ilerlemeci'Terin eşindiği bir sendika " ç ö p l ü ğ ü n d e " böyle bir işin gerçekleştirilmesi, k i t a b m bölgede yarattığı etkinliğin " e n g e l l e n m e s i n i " gerektirmiş olacak ki, bu konuda o n a d a bir görev verilerek, çiviyi " ç i v i y l e " sökmenin y o ­ lunu denemişlerdi... Evet kitap bir çiviydi v e bir yerlere çakılmıştı. Fakat onu ça­ kıldığı yerden sökebilmek geçmişi tartışmalı maskaralara kalma­ mıştı. B u işe kalkışmak zordu. Ü l k e m i z köpeksiz k ö y değildi; bi­ zim ü r e t m e y e çalıştığımız kitaplara sahip çıkacak kadroların sa239



yısı azda olsa, ç o k şükür yetkinleşip gelişiyordu; d a h a d a gelişe­ cekti. Baykara bu kitabın gereği gibi, özellikle de işçiler arasında da­ ğıtılmasını, o k u n u p tartışılmasını üstlenen Sendika Şube Başkanı Cafer U l u s o y ' a : -Arkadaş bu kitabı sendikada işçilere dağıtamazsın! Diyerek diklenme rolüne soyununca, anında şu cevabı alıyordu: -Niçin d a ğ ı t m a y a c a k mışım? Sizin kitapların dağıtımına karı­ şan var mı? - A d a m açıkça bize sövüyor; "işçi sınıfı hareketini" karşısına almış baksana? Bizim kitaplar başka, bunlar başka. -Size batan o kitabı bizler de okuyoruz; öyle senin dediğin gi­ bi birşey y o k içinde, üstelik gerçekleri yazmış, aynı şeyleri bura­ d a bizlerde yaşıyor v e görüyoruz. "İşçi sınıfı hareketi"ni kimin karşıya alıp sulandırdığını biliyoruz. B u yüzden de kitabın kendi irademizle o k u n m a s m ı , üzerinde tartışılmasını özellikle istiyo­ rum. Hattâ yazarını çağırıp sendikada bir seminer düzenleyerek kitap hakkında karşılıklı k o n u ş m a y ı bile d ü ş ü n ü y o r u m . U y g u n bir zamanda sendikada bunu gerçekleştirmemiz için birçok da öneri var. -Hayır arkadaş, kitap dağıtılmayacak! -Kim b u y u r m u ş ? -Biz söylüyoruz! -Siz kimsiniz? -Duruma el koyacağız! -Hangi babayiğidin .ötü sıkıyorsa gelsin el k o y s u n ! B e n bura­ dayım ve bu işi yapıyorum! Yarın 2 0 0 kitap daha getirteceğim ve hepsini işçilere okutturacağım! Kitapla, onu yazan işçi arkadaşı­ mızla bizim dayanışmamızı hiçbir güç önleyemez! Anladın m ı ? Ya işte böyle, hele şu tamının işine bakın!.. Selimiye'de bir gelenek vardı; idare bir kişiye: "Toparlan" diye bir tebligat yaptı mı, tutuklular b u n u n ne manaya gelebileceğini hemen anlardı. Hakkımızdaki h ü k ü m kesinleşmiş, yargıtayın ona­ yına kalmıştı. B i z e yapılan böyle bir çağrı; "sivile gidiyorsunuz" 240



demekti. Bu habere çok sevinmiştim. Çünkü ilkin güneşe kavuşa­ cak ve daha sonra yeni ber cezaevinde yeni bir g ü n d e m hazırlaya­ rak içerde geçen günlerimizi değerlendirmeyi planlayabilecektik. Bunun yanı sıra konuşup tartışmamız gerekenlerle başta K D İ K B v e öteki örgütler olmak üzere 12 M a r t ' m genel bir kritiğini daha iyi şartlarda y a p m a imkâmna kavuşacaktık. Dahası, yatanlarımızla yakından v e ayrıntılı v e gözcüsüz olarak konuşabilecektik. İstanbul infaz savcılığına teslim edildikten sonra bay Baykara ile ilk k e z y ü z y ü z e gelmiş v e k o n u ş m a i m k â n ı n a kavuşmuştuk. Bizden u z a k duruyordu; k o n u ş m a k t a n sıkılıyor v e ayrı d u r m a y a özen gösteriyordu. Adliyenin pis v e ç o k iğrenç olan m a h k û m bek­ letilen k o ğ u ş u n d a , onun bu d u r u m u ikinci bir sıkıntı kaynağı gi­ biydi. B u r a d a ç o k çeşitli nedenlerle getirilen m a h k û m l a r bulunu­ yordu. Yeni tutuklananlar, d u r u ş m a l a r a getirilenler vd. Aramızda her sosyal k e s i m d e n ve her suçtan tutuklu ve h ü k ü m l ü l e r vardı. A k ş a m a doğru dağıtım yapılacaktı. Paralı v e hatırlı suçlular kendi özel arabalarıyla y a da tuttukları taksilerle cezaevine yolla­ nıyordu. Geriye kalan " a d e m b a b a l a r " ise penceresiz v e havasız m a h k û m t a ş m a n otobüslerle... B u araçların d u r u m u , askerî ceza­ evlerinde bizleri taşıdıkları "et k a m y o n l a r ı n d a n " (Biz bu araçlara bu adı takmıştık; aslında başka a m a ç l ı askerî araçlardı.) d a h a k ö ­ tüydü, havasız, bunaltıcı v e pisti... B u araçlarla tıkış tıkış getirilip-götürülmeye bir türlü alışama­ mıştık; h e l e y o l d a bozulup arıza yaptığında ü s t ü m ü z e kilitli araç­ ların içinde çatlayacak d u r u m a gelirdik. Bizlere yapılan en büyük işkence aslında buydu. N e y s e ki, " s o n işkencemiz o l s u n " mantığıyla bu araçlara bin­ diriliyorduk; bir j a n d a r m a y a n ı m a yaklaşmış v e b e n i yeniden içe­ ri götürerek ellerimi arkadan kelepçelemişti. Bu farklı işleme bir m a n a v e r e m e m i ş t i m . M a h k û m l a r içinde benden b a ş k a kelepçeli başka bir k i m s e bulunmuyordu. " A d l i " mahkûmlar, katiller bile bağsız getirilip götürülüyordu. B a n a yapılan bu farklı işlem, sistem tarafından, bir zamanlar birlikte b u l u n d u ğ u m u z insanlarla aramıza çekilen k a i m çizgilerin ilk işaretini veriyordu. Bu çizgiler z a m a n geçince birer çizgi ol­ maktan ç ı k m ı ş k a i m duvarlara dönüşmüştü... Portreler F/16



241



İ.RUHİ G Ö B Ü T



B u k a h r a m a n ı m ı z d a K D İ K B ' n i n kurucuları arasındaydı. Onunla da geçmişten gelen bir d ü ş ü n c e v e eylem birlikteliğimiz bulunmuyordu. 16 Haziran dönemlerinde işçi kentimize yeni gel­ mişti. Giresun yörelerinden ilerici bir müteahhidin inşaatında, m u h a s e b e gibi bir iş yapmaktaydı. O dönemlerde ilimizdeki en önemli işçi hareketlerinden "Yarımca Seramik Direnişi"nin bü­ y ü k bir yankısı vardı, ilimizin b ü t ü n devrimci kadroları bu dire­ nişin içindeydi. B u direnişe k o m ş u illerden, hattâ İstanbul'dan, D e m i r D ö k ü m işçileri d e otobüs v e konvoylarıyla akın akın dire­ nişin yapıldığı fabrika önünü dolduruyordu. D e v - G e n ç ' i h mili­ tanları d a bu eylemlerde yerini almaktaydı. D e v - G e n ç ' e bir haber saldığımızda sel gibi aramıza katılıyorlardı... Şevki Ustanın iki n u m a r a kızı d a Yarımca Seramik Fabrikasın­ da çalışıyor v e direnişteki k a d m işçilere önderlik ediyordu. O da babası gibi militandı. B a y Ruhi, arkadaşımın kızıyla e v l e n m e k is­ teğini ilkin bu direnişte bize açmış v e aracılığımızı istemişti. Ona: -Yakın arkadaşımız dahi olsa bu tür gönül işlerinde aracılığı sevmem; bu sebeple d e araya g i r e m e m . Seni de tanımıyorum. Gençler anlaşıyorlarsa Şevki Usta açısından aracıya-tefeciye ve geleneksel formalitelere hiç de ihtiyaç yoktur; sen niçin inisiyatif kullanmıyorsun? Demiştim. K a h r a m a n ı m ı z bu niyetlerle yakın bir arkadaşımıza d a m a t ol­ muştu (Şevki Ustanın birinci kızı M.Baykara, üçüncüsü d e K.Dede ile evlenmişti); bu akrabalığın d a etkisiyle o da çevremizdeki arkadaşlar arasında sayılıyordu. B ü t ü n işçi hareketleri v e örgüt242



lenme çabalarında etkin olarak çalışmaktaydı. Bu çalışmalara ç o k ısınmış v e d e m e k ki sendika " l i d e r i " olmayı ta o z a m a n l a r aklına koymuştu. Bilgimiz dışında b u türden işlere s o y u n d u ğ u n u duy­ maktaydık. Uyarı v e eleştiri yapıldığında ise u y s a l bir tavır takı­ nır, fakat g e n e d e bildiğini okurdu. "Girişken" bir insandı. H e r ye­ re, her harekete girip çıkardı; ç o k geziyordu. İ s t a n b u l ' d a adımızı anarak gitmediği yer, aşmdırmadığı yayınevi kapısı, girmediği bir eylem kalmamıştı. Gittiği yerlerden daima eli b o ş d ö n m e z , kitap, broşür, dergi, bildiri ve haber taşır dururdu. Bu ilişkiler bazen ba­ şımıza hesapta olmayan problemler de açardı; o n u n savuşturulam a y a n hesapsız ilişkileri y ü z ü n d e n ç o k zorlanırdık. Onu, " b a ş " o l m a " t u t k u s u n a " u y g u n olarak, b ü t ü n zaaflarını da bilerek K D İ K B ' y e başkan yaptık. Kulağını d a b ü k t ü k v e ona: " B a k arkadaş, bilgimiz dışında hiçbir siyasî eğilimle ilişki kurul­ mayacak, hiçbir yayınevinin kapısı çalınmayacak, K D İ K B ' n i n adı ve gücü abartılıp sömürülmeyecek, kitleler hazır olmadıkları ve onaylamadığımız eylemlere sürüklenmeyecek. B u n d a n önceki laçka ilişkiler yerine daha yetkinleri yaratılacak, k o n u l a n ilkelere v e disipline uyulacak, sendikacılığa soyunulmayacak, k i m s e d e n kesinlikle özel olarak para alınmayacak, işsiz arkadaşlara gereken dayanışmayı biz yapacağız; kiralarını ödeyeceğiz. Geçmişteki ilişkilere asla dönülmeyecek, d a h a ileri ilişkileri iş içinde gelişti­ recek, birbirimizi smayıp, denetleyecek v e eğiteceğiz. Problemle­ re bilinen ilkelerin ışığında tartışarak ç ö z ü m arayacağız. Safları­ mızda bireycilik, kişisel inisiyatif v e liberal ilişkilere yer v e r m e ­ yeceğiz. G i d e r e k d a h a donatmalı olacağız. Geleceğin bizlere ne­ leri hazırladığını biliyoruz; deşifre kadrolarız; yasal p l a n d a müca­ dele ediyoruz; polisin nefesi ensemizde, en ufak bir hatayı arka­ daşlarımız ç o k pahalı öder. Eskiden yaptığın şu v e şu hareketleri yenilemeye kalkarsan aramızda yerin yoktur. Bunları aşmaya ça­ lışırsan bizim ayrılmaz bir parçamız olursun. M e m l e k e t i m i z d e k i devrimci v e sosyalist solun içine yuvarlandığı bu k a o s içinde atı­ lacak m u h t e m e l adımların ö n e m i v e sorumluluğu vardır. Bunları kendi p a y ı m ı z a tartıp g ö z e t m e k durumundayız. Dağınıklık v e provokasyon ortalıkta kol geziyor. Hakkımızda her g ü n yeni yeni ihbarlar yapılıyor; sanki tertipler ayağımızın altında. K D İ K B ' y i



243



oluşturmasaydık bu ihbar v e tertiplerin arasında bocalayıp dura­ caktık. Ü l k e d e k i bunalım aşılamıyor, şu aşamada aşılacağı da yok. Baskı v e terör çemberi ç e v r e m i z d e gittikçe daralıyor. Bütün devrimci kadrolar, "neleri yapabiliriz?" diye tartışıyor. G ü c ü m ü z ce ü s t ü m ü z e düşeni yapacağız; elimizden geldiğince kadroları k o r u y u p devrimci hareketin yeni nitelikler kazanmasına çalışaca­ ğız. K D İ K B ile dirsek teması k u r m a k isteyen onlarca k a d r o v e si­ yasî eğilim vardır; kapımızı böylelerine açıp a ç m a y a c a ğ ı m ı z zor bir sorundur, son derece karışık bir ortam yaşanmaktadır; dikkat­ li olacağız... Mücadelede başarı, g ö r e v alanların bilinç, bilgi, be­ ceri, inisiyatif, kararlılık, yüreklilik ve yeneteklerine bağlıdır. İlerde bütün devrimci kadroların e n ileri unsurlarını çatısı altında toplayacak D P P oluşturuluncaya k a d a r çok yönlü v e çetin bir sa­ vaş sürecektir; bir örgütüz, a m a bir parti değiliz. Ülkedeki şartlar n e yazık ki, bu türden birlik ve yerel örgütler kurulmasını dayatı­ yor; yaşadığımız yörelerde bu türden örgütsel araçlarla bazı dev­ rimci görevlerin üstlenilmesi yanlış olmayacaktır. Yöremizdeki ilerici hareketleri bu düşüncelerle yönlendireceğiz. Kitleleri ör­ gütlemeye çalışırken onların içinde olacağız. A m a eskiden yapıl­ dığı gibi değil. Geçmişteki örgütlenmeler savunulacak ilişkiler değildir; T İ P v e D İ S K ' i n yeni nitelikler kazanabilmesi için veri­ len kavgadan, yaptıklarımızdan ötürü asla utanmıyoruz; biz, tarihsel-sınıfsal görevimizi yaptık; fakat o türden ilişkileri aşmalı­ yız; b i l m e m anlatabiliyor m u y u z ? " D i y e gerekenleri söylemeye çalışmıştık. Bay R u h i K D İ K B ' n i n başkanı, M e h m e t Kurt genel sekreter, ben de mali sorumluluğu almıştım. Mustafa Baykara ile Hüseyin Ö z y a m a n ise yönetim kurulu üyesiydi. " B a ş k a n ı m ı z " b ü y ü k bir inisiyatifle işe soyunmuştu. K e n d i s i n e yapılan eleştiri v e uyarıla­ rı dinlemediğini görüyorduk. Bu hepimizi düşündürüyordu. Kimi z a m a n ç a k m a ğ ı çakmayan b o z u k bir aleti beline soktuğunu, hakî siyah şayaktan bir çöpçü kasketine yıldız takarak basma geçirdi­ ğini, bilgimiz d ı ş m d a bazı seminerlerde konuştuğunu, sağa sola yazı v e mektuplar yazdığını, T Ö S ' ü n Adapazarı mitingine katılıp, orada ateşli v e kışkırtıcı bir k o n u ş m a yaptığını, mitingte faşistle­ rin saldırısına uğradığım, polisin işe karıştığını, başındaki yıldız244



lı şapkayla, belindeki çakar a l m a z aletinin atik d a v r a n a n arkadaşlarca alındığını, bu yüzden tutuklandığını, öğretmenlerin bu m i ­ tinginde d a y a k bile yediğini v e b u n a benzer onlarca onaylamadı­ ğımız işe giriştiğini ö ğ r e n m e y e başlamıştık. Onu bu nedenle girdiği cezaevinden kurtarmak işinde de büyük güçlükler çekmiştik. Kendisine son ihtarımızı yaptık. Fakat onda ileri doğru bir değişme göremiyorduk. Yasal şartlarda onu disipli­ ne edemiyorsak daha kötü şartlarda onunla hiçbirşey yapılamaya­ cağı ortadaydı. Hakkında şimdi verilen not z a m a n ı n d a verilenin aynıydı. Araya' gerekli bir ölçü k o y m a k d u r u m u n d a kalmıştık; onunla çok dikkatli bir ilişki içinde v e de " t e y a k k u z " halindeydik. K D İ K B d a v a sanıkları yakalandıktan bir süre s o m a Ruhi d e yakalanmıştı. O n u n polis ifadesi d a h a önce bizden aldığı nota tı­ p a tıp uygundu. B u yüzden onlarca öğretmen arkadaş ve genç de­ likanlı bizim davada sanık olmuştu. Fakat her şeye r a ğ m e n bu ar­ kadaşları kurtarmakta güçlük çekmemiştik. Kendilerinden özür diledik, onlar d a dostluklarını bu sebeple b o z m a y ı p temiz tutmuş­ tu. İçerde kaldıkları süre içinde ilerici onurlarını k o r u y u p , genel disipline titizlikle u y u m göstermişlerdi. M a h k e m e l e r d e ezilmedi­ ler, pişmaniye yazmadılar. Ellerinde olan bütün dayanışmayı faz­ lasıyla gösterdiler. H ü k ü m giyenler de cezaevinde ilerici n a m u s larıyla yatmıştı. Fakat b a y ı m ı z cezaevinde d e ç ü r ü k m a y a n ı n iş­ levini yerine getiriyordu. B a y R u h i , dava dosyalarının fotokopilerini inceleyip, savun­ maları hazırlarken ortak davranışları çiğnemeye, bireyciliğini ce­ zaevinde v e m a h k e m e l e r d e d e göstermeye başlamıştı. D a v a için d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z ve birlikte stratejisini çizdiğimiz ilkesel tutumu bozuyordu. Yapılan eleştirileri sulandırıp spekülasyonlara zemin hazırlıyordu. Verdiği çok kötü ifadelerden ötürü kendisine soru yöneltmiş, fakat onu bu n e d e n l e yargılamamıştık. D a v a y a soku­ lan arkadaşları kurtarmak, gençlerin h ü k ü m giymelerini önlemek, savcının d a v a d a " k a m u " tanığı v e sanık olarak kullandığı ajanın işini kolaylaştırmamak için bazı incelik ve esneklikler gözetme­ miz gerekiyordu. Ayrıca, K D İ K B ' n i n kurucularından M e h m e t Kurt ile H ü s e y i n Ö z y a m a n ' ı d a v a d a n ayırmamız v e iddia maka­ mının " d e l i l " olarak kullandığı m a l z e m e y i üstlenerek, onların hu245



kukî sorumluluğunu bizim y ü k l e n m e m i z gerektiğini kabul etmek durumundaydık. " B a ş k a n ı m ı z " bu türden incelikleri de gözetememişti. Bay, R u h i , d a v a dosyasına soktuğu çeşitli v e s a ç m a sapan malzemelerle hakimleri de şaşırtmıştı. Hiçbir sanığın üstünden bir adres, bir telefon numarası y a da bir mektup çıkmamışken, o sanki arşiv tutmuştu. Tüzükler, teksirler, adresler, "anacığım, ba­ bacığım, halâcığım, teyzeciğim" diye başlayan mektuplar v e on­ ların kopyaları d u r u ş m a d a o k u n d u k ç a yerlere girerdik. Bu mek­ tuplarda, siyasî polisin, M İ T ' i n , savcı v e hakimlerin değil, ruh he­ kimlerinin bir yargıya varması gerekirdi. Ruhi, t a m bir megalo­ maniye girmişti; y a da o, bir m i t o m a n d ı . . . Bayımız sanki Anado­ lu Ajansı gibi çalışmıştı; aldığı b ü t ü n haberleri ve bunların yo­ rumlarını y a z m a d ı ğ ı kimse bırakmamıştı; "yakında ihtilâl ola­ cak!.. (...) bizde içindeyiz!.. (...) analarını ağlatacağız!.. (...) in­ tikam alacağız!.. (...) ölülerimizin hesabını soracağız!.." Herkese rapor y a z ı y o r m u ş meğerse... O n a ait yazılı belgelerin okunması birkaç celse sürmüştü. D u r u m u sorduğumuzda: -Oğlum bu n e rezalet, senin asıl amacın nedir? Deli misin-manyak m ı s m ? Bizimle oyun m u oynuyorsun? Bu türden saçmalıkları niçin bizden sakladın? Sen yoksa vak'a-nüvîs misin? Bunlar mek­ tuba yazılır mı? R ü y a mı görüyorsun? Nerede yaşadığmı sanıyor­ sun? Biz n e z a m a n böyle şeyler yaptık? Mektuplara yazdıkların nerede oldu? Yoksa serap mı görüyorsun, senaryo m u yazıyorsun? Bayımız bu sorulara cevap veremez, ama arkadan dırlanırdı. İçimizden, "şu a d a m ı n kolunu k a n a d ı n ı kırsak da bir hatıra kalsa, hiç olmazsa ö m ü r boyu u n u t m a s a . " Diyenler çıkmıştı. Cezaevinde, R u h i hakkında K o m ü n e her g ü n y e n i bir eleşti­ riyle çözülmesi ç o k çetin problemler gelmekteydi. Yazılması bile insanı yaralıyordu. Birini yazacağım: Aramızda bizimle K o m ü n hayatı yaşayan iki G. Antepli esrar­ cı vardı. Eski hapishaneci oluşları, ayrıca emekçi halkın içinden gelişleri y ü z ü n d e n K o m ü n e gönüllü katılmış ve birlikte yaşama­ y a kendilerini b ü y ü k bir özenle hazırlamışlardı. Onları bu yaşan­ tıda sadece esrar içmekten alıkoyamamıştık. Neyleyelim, ceza­ evine esrar giriyordu... Bu alışkanlıklarım yalnızca koğuşlarda 246



v e koridorlarda yapmaları engellenmişti. Bir g ü n bu arkadaşlar ağırlarına giden bir konuyu K o m ü n e getirmişti: -Arkadaşlar, bizi aranıza aldınız, sağolun. K o m ü n d e n ve hepi­ nizden hoşnuduz. K o m ü n ç o k iyi birşey. Bu disipline biz d e uy­ maktayız. H e r şeyimiz K o m ü n ü n , a m e n n a bu da k a b u l ü m ü z . M ü s ­ lüman malı ortak. Zaten A n a d o l u d a biz böyle yaşardık. B u r a d a ki­ tap okumak, spor y a p m a k d a h o ş u m u z a gidiyor. Hepinizden çok şey öğreniyoruz. Keşke sizleri eskiden tanısaydık, şu esrar davası­ n a bulaşmazdık. Biliyorsunuz bu öyle bir pislik ki, bırakamazsın, tedavisi de burada yapılmaz. Bu pisliği bırakmak için temsilci ar­ kadaş ç o k uğraştı, sağolsun a m a m ü m k ü n ü yoktur. Biliyorsunuz dışardan esrar getiriyoruz, b a ş m ı z a dert açmamak v e sizi rahatsız etmemek için dışarda ve tuvaletlerde içiyoruz b u mereti, bizi ba­ ğışlayın, a m a çaremiz yoktur. R u h i arkadaştan bir şikayetimiz var. Bizim esrar plakalarını o içeri soktu; bir iki plaka esrarı kendisine ayırdı v e bu koğuştaki çoluk ç o c u ğ a d a içirdi. K o m ü n d e bu dava­ nın görülmesini istiyoruz. Bunlar devrimciliğe yakışır mı? Bay R u h i ' y i v e onunla esrar içen gençleri yargılayacaktık, fa­ kat onlar d a h a atik davranmış idareye dilekçe vererek koğuştan ayrılma yolunu seçmişti. B u m e s e l e d e de " k a b a h a t " g e n e bizim h a n e m i z e yazılmıştı!.. Sağmalcılar cezaevinde bay O s m a n S. Arolat gibi o da, sırtın­ d a takım elbise, elinde teşbih sabahtan akşama k a d a r özgürce d o ­ laşıp duruyordu. Cezaevi idaresiyle, gardiyanlarla k i m i l ü m p e n ­ lerle arası iyiydi. Siyasîler dışında v e u y g u n bir yerde kalıyordu! O n u n l a "arkadaşlığımız" işte böyle bir grafik çizerek nokta­ lanmıştı. Tahliyesinden sonra M . Baykara gibi o d a işçi kentimi­ ze gitmiş, oradaki ilerici birikimin üzerine oturarak, kollarını sı­ vamıştı. Bayımızın önünde artık bir engel yoktu. "Tutkularını" gerçekleştirmek için b ü y ü k bir özgürlük içinde işbaşı yapmıştı. S o m a d a n yapı işkolunda bir sendika kurup, basma geçtiğini duy­ muştuk. Eskiden tanıdığımız v e militan bazı işçi arkadaşlar, K D İ K B ' d e n k a l m a "arkadaşlıkların" sürdüğünü sanarak bu sen­ dikalaşmaya ilkin o m u z vermişlerdi. Halbuki, kurulan sarı sendi­ kaydı. K D İ K B ' n i n bu türden bir sendikanın kurulmasına onay ve izni asla söz konusu değildi... B u sendika bir iki işyerinde sözleş247



m e dahi yapmıştı. Bay başkanın altında bir araba, profesyonel bir kadro v e yapılan sözleşmeler... A d a m olmaya yetiyordu, bu sen­ dika enflasyonunda!.. Bazı işçi arkadaşlar onun yaptığı sendikacılığın niteliğini bize d e anlatmadan edemiyordu. Hattâ bazı büyük inşaat firmalarınm patronları (eski T İ İ K P Tilerden E. G.) sendika başkanının kendi­ lerine yaptığı sözleşme y a p m a v e anlaşma önerilerinin (!) teype alınmış bandlarını bana dinleterek; "bu n e biçim devrimcilik?" diyerek h e s a p soruyordu!.. İşçisiyle patronuyla bu insanın hesabı­ nı bizden soranlara nasıl bir cevap vermeliydik? Bu yakınmaları dile getiren işçiler v e patronlar z a m a n ı n d a devrimciydi; ayrıca konulara y a b a n c ı değillerdi. H e l e işçiler, içten ve d a v a y a bağlı ar­ kadaşlardı. K a h r a m a n ı m ı z geçmişle ilgili ilişkileri ters-yüz etmiş, gerek K D İ K B ' y i , gerekse Y İ S ' i n devrimci geleneklerini işine geldiği gi­ bi kabaca kullanmıştı; hesap soranlara ise şöyle cevap veriyordu: -İsmet D e m i r ' i soruyorsan, o bizim pirimiz, yoldaşımızdır. Necmettin Giritlioğlu mu, o savaşçıdan aldık ilk sendika eğitimi­ ni, o bizim önderimizdir. S.Ö.'mü, D a v a ' m ı z ı n ö n d e bir militanı­ dır; o d a bizi destekleyen bir ağabeyimizdir! Diyerek sendikasını esen rüzgara göre ayakta tutmaktaymış. Bunları öğrendikçe işçi kentine g i t m e m i önleyenlere ağır bir eleş­ tiri yöneltmekten, onları kınayıp azarlamaktan k e n d i m i alama­ mıştım. İşçilerin bu türden m a s k a r a "sendikacılar" tarafından kandırılıp oyalanmalarına çok içerlemiştim. Aradan g e ç e n zaman, çok acı v e çirkin sömürülerden soma, kahramanımızın, ilerici kadrolarca tecrit edilerek yaptığı "sendi­ kacılık" artık iyice açığa çıkarılmıştı. G ü n ü n birinde d e sendika­ cımızın hayatı b o y u n c a yaptığı ihanetleri noktalamak isteyen bi­ linçli bir işçi silaha sarılmış o n u n fiziksel varlığını ortadan kaldır­ m a y a girişmişti. Renkli basında kahramanımızın hastahanelik re­ simlerini g ö r ü n c e böyle bir sona içim burkularak b a k m ı ş v e onu değil k e n d i m i ağır biçimde suçlamıştım. Bu türden "sendikacıların" b u n d a n s o m a k i hayat v e serüven­ lerini izlemek zorundaydık... 948



YILMAZ GÜNEY



S e l i m i y e ' n i n ilgi çeken tutuklularından biri d e Yılmaz G ü ­ n e y ' d i . Çoğu filmlerinden tanıdığımız ünlü ilerici aktör şimdi yambaşımızdaydı; gerek cezaevi gerekse sokak deneyimiyle ö n d e gelen bir siyasiydi Yılmaz. H a y a t m bütün kesimlerinden çok in­ san tanımış v e bu tanışma ona engin bir m a l z e m e birikimi sağla­ mıştı. S i n e m a dünyasındaki yeri, b a s m a gelen olaylardan bu ya­ na, bir türlü doldurulamayan Y ı l m a z , oturduğu yerden, dışarda o n tane filmi, verdiği direktiflerle çevirtir, hepsini de anılacak eser­ ler arasına sokmasını bilirdi. S i n e m a k o n u s u n d a bu d ü z e y d e ye­ tenekli ve donanımlıydı. O n u n tek b a s m a ünlü v e yetenekli bir oyuncu olmadığını, aynı z a m a n d a yazar, senarist, rejisör v e sine­ m a emekçisi olduğunu bilmeyenimiz yoktu. S i n e m a denilen sanat ürününün h e m e n her safhasında arı gibi çalışan Y ı l m a z ' a 12 Mart deneyimi ç o k şey öğretmiş v e kazandırmıştı. Biz d e birlikte olu­ şumuzdan yararlanarak o n d a n v e mesleğinden ç o k şeyler dinle­ m e k ve ö ğ r e n m e k fırsatını bulmuştuk. Yılmaz, kibirsiz, alçakgönüllü, sıcakkanlı, insan seven, verdi­ ği sözü tutan, iyi yürekli v e dürüsttü. Çektiği sıkıntılar, deneyle­ ri, gördüğü ihanetler, hayatına giren renkli insanlar o n u n mesleği­ nin v e kişiliğinin biçimlenmesinde oldukça etkili olmuştu. Yıl­ m a z , belki d e hayatında ilk kez bu cezaevi şartlarında sinema ü z e ­ rine en ilginç tartışmalara tanık oluyordu. Bu tartışmalar karşısın­ da hepimiz karşılıklı etkileniyorduk. B u g ü n e k a d a r ortaya çıkma­ sında e m e ğ i geçen filmler, herkesin anladığı kadarıyla eleştiri süzgecinden geçiyor ve g ü n d e m e gelen tartışmaların sürekliliğini sağlıyordu. Y ı l m a z ' ı n marksist eleştiriye ihtiyacı vardı. 249



Sinema k o n u s u üzerine b e n i m şahsen bir izleyici olmanın öte­ sinde herhangi bir bilgim ve uzmanlığım söz konusu değildi. İn­ sanların izlemeleri için sunulan her sanat ürünü karşısında söyle­ necek çok şey vardır. Halkımızın bütün kesimleri, işçisi, köylüsü, aydını, burjuvası sinema ürününe ayrı ayrı gözlerle bakıyor, beğe­ nisini ya da eleştirisini dile getiriyordu. Kimi sanatçıların, mesle­ ği ve uzmanlığı üzerine bazı şeyleri onlar kadar bilmesek de, eser­ leri hakkında yapılan kritiklere b o z u k çaldıklarına tanık olurduk. Böyleleri: "Sanatçı özgürdür, dilediği konuda eser vermek ve se­ çim y a p m a k hakkına sahiptir". D e r ve kritikten kaçardı. Ya da: "Sanat kültürünüz yok, estetikten anlamıyorsunuz, bilgisizlik için­ de yüzüyorsunuz, bizi anlamanız için ilkin iyi bir sanat kültürü al­ manız gerekir." Yollu hakaretlerle tartışmanın önünü keserlerdi. Yılmaz ise, bir Kürt devrimcisi v e sinema emekçisi olarak bu türden "gerekçelerin" ardına saklanmaz, eleştiriye konu olan problemi bütün detaylarına kadar ortaya serer v e sonucu acı da olsa eleştiriden kaçmazdı. Y ı l m a z , devrimci arkadaşların yönelt­ tiği eleştirilerin, " d a h a nasıl ileri ve yetkin sinema ürünleri yapı­ labilir" arayışından kaynaklandığını biliyordu. Y ı m a z , bu türden yapıcı ve yaratıcı eleştirilerden h o ş n u t olduğunu belli eder v e kız­ mazdı. B u n a ç o k sevinirdik. B u sebeple d e dışarda aklımıza gel­ se de ona iletmek imkân ve fırsatını bulamadığımız düşünceleri­ mizi susuzlukla sıralardık: -Yılmaz arkadaş, emekçi halklarımızın b ü y ü k bir çoğunluğu seni çok seviyor; b u n u n sebeplerini hiç ayrıntılı olarak inceledin mi? Çoğunlukla emekçi olan bu sempatizanlar hangi nedenlerle senin filmlerine bayılıyordu? Halkla kurduğun bu köprü aracılı­ ğıyla daha b a ş k a mesajların iletilebilmesini hiç d ü ş ü n d ü n m ü ? Arkandaki geniş emekçi kitlesinin sana olan sevgisini sen eserle­ rinle yarattın; bu yoldaki başarı payın inkâr edilemez. Bir devrim­ ci sanatçı olarak mesleğinde haklı bir ü n kazanmışsın. Yaptığın filmler gişe rekorları kırıyor; bunları finanse e d e n yapımcıların zarar ettiği söylenemez. Filmlerinde işlediğin k o n u l a r a v e onların halkın eğitimi v e yönlendirilmesinde oynadığı rolleri hiç eleştir­ diğin olmuş m u d u r ? Bir örnek; diyelim ki, bir e m e k ç i delikanlı, çırak olsun, senin filmlerinde ezilen v e sömürülenlerin baş düş250



manı bir Y ı l m a z Güney kahramanıyla, onun patrona, y a d a emek­ çiye kötü davranan patronun a d a m ı n a vurduğu bir yumruk, sömü­ rücülere karşılık verdiği anlamlı bir çift söz h a n g i işlevi yerine getirmektedir? Bu türden sahneleri gören emekçiler, filmi tutu­ yor, alkışlıyor v e boşalıyor... Halkımızın bilinçlenmesinde sen bir k a h r a m a n o l m u ş oluyorsun. Yani h e r s ö m ü r ü c ü y e haddini bildi­ ren bir k a h r a m a n . Doğu halkları kötü kaderlerini değiştirmek is­ teyen bu türden kahramanları her z a m a n bekler. Tarihte d e görül­ düğü gibi böyle kahramanlar çıkınca, arkasından destekleri kay­ bolmayan geniş kitleler oluşuyordu. Acaba s i n e m a aracıyla kitle­ lere bu türden mesajlar yerine düşündürücü, şüphe uyandırıcı, öğ­ retici v e kalıcı n e gibi mesajlar iletilebilinirdi? -Bu cezaevinde sinema üstüne e n çok tartışılan konu burada odaklaşıyor. Ç o ğ u n a hak v e r i y o r u m . Bazen y a p t ı ğ ı m filmlerden ötürü utandığım d a oluyor. S i n e m a dünyasının öyle bir mekaniz­ ması vardır ki, dışardan p e k bilinmez, sanılır k i , bir k a h r a m a n imajı yaratan sadece Yılmaz G ü n e y 'dır. Oysa, yaratılan bu mit, Y ı l m a z ' m elinde değildir. Yeşilçam denilen batakhane d e hangi oyuncu, senarist v e rejisör tek b a s m a özgürdür? Bizdeki sinema çok k a r m a ş ı k bir olay. Bir ilerici insan olarak yaratılan bu m i t ' i n yanlış v e hattâ zararlı olduğunu k a b u l ediyorum. Doğru, kitlelere smıf bilinci vermiyor, onları d ü ş ü n d ü r ü p bilinçlendirmiyor. Hattâ bir şey ö ğ r e n e c e k k e n atılan bir y u m r u k , çekilen bir silahla belli yere ve d ü z e y e gelmiş olan taraftar y a d a sempatizanlar sinema­ da kaldığı süre içinde boşalıyor; dışarı çıkınca d a her şeyin üstü­ n e bir sünger çekiliyordu. B u eleştiriler karşısında adeta eziliyo­ rum. Sanki içimden bir şeyler koparıyorlar... Tek başıma Yeşilç a m ' a karşı nasıl bir tavır takmabilirdim? O r a s m ı n sahipleri var. İşleyen, h e m d e bir türlü etkinliği k ı n l a m a y a n bir mekanizma... Ayrıca, sansür... İlerici hareketin b u alanda da örgütsüz v e peri­ şanlık içinde oluşu... Bütün bunlar k o n u n u n canalan nirengi nok­ talarıdır. Fakat, eğer dışarı ç ı k a r s a m yaratılan bu Y ı l m a z Güney m i t ' i n i k e n d i ellerimle yıkacak v e yere çalacağım. B a l a n göre­ ceksiniz, bunu mutlaka y a p a c a ğ ı m ! -Sanırım böyle bir tepki yanlış olur. Senin h a n e n e yazılmış olumluluklar ve yaratılmış olan bir sevgi çemberi olgusu h e m e n 251



niçin yere çalınaeakmış? Arkandaki bu taraftar ve sempatizan kit­ lesini, buradan kalkarak bir süreç içinde senin d e kabul ettiğin bir yere, bazı yöntemlerle, ç e k m e k mümkündür. Mit'leri yıkmalı, ye­ re çalmak, fakat ondan önce film denilen olayı kolektif bir üreti­ m e d ö n ü ş t ü r m e k gerekmiyor m u ? Sorunun teknik incelikleri üze­ rinde fazla b i l g i m yok; ayrıntılı söz söylemeye bu n e d e n l e hakkı­ mız yok. D e v r i m c i bir rejisör, senarist ve oyuncu, üretilecek ese­ re bir fabrikadaki üretim gibi bakabiliyor mu? Kolektif çalışma­ y a v e işin kritiğinin yapılmasının i m k â n ı var mı? Ö n c e bu önem­ li. Bakın ben fabrikadan geliyorum, çocukluğumda d a Sanat Ens­ titüsü eğitimi g ö r d ü m , y a z aylarında, her işte çalıştım, kiremit ocaklarında, fırınlarda, inşaatlarda... Şoförlük, biriketçilik gibi iş­ ler de yaptım. Söz yerindeyse, M . G o r k i ' d e n daha ç o k işte çalış­ tım. Bildiğim bir şeyi anlatmak istiyorum; Sanat Enstitüsündeyken, atelyecle bir iş y a d a temrin yapılmadan önce o n u n resmini yapardık; s o m a bu i ş ' i n nasıl yapılacağını yani iş sırasını bir bir yazıyla anlatırdık. D a h a s o m a kullanılacak aletleri, malzemeleri v e onların basit hesaplarını... Bunlar tamamlandıktan s o m a ately e şefi, resmi v e iş sırasını kontrol eder, "başla" diye onayladık­ tan s o m a tezgâhın başına geçerdik. B u aşamalar d a o l u ş a n iş, ya­ ni iş'in resimi ki, işin yarısıdır; öyle derdi bir atelye öğretmeni­ miz. Söylenen ç o k doğru değil mi? "Proje, plan işin yarısıdır". Bu süreçten geçen işçi artık tezgâh başında bocalamaz, n e yapacağı­ n ı bilir, işi doğrar v e üretimi gerçekleştirirdi. Biraz k a b a bir ben­ zetme oldu; a m a film de böyle m i üretilmeliydi?.. Sen şu film üretimini bana bir anlatsana? - Y e ş i l ç a m ' m etkinliği dışında, olabildiğim kadar bağımsız film y a p m a k imkânı doğunca, kafamda bir senaryo oluşur, onu kağıda dökerim, oyuncuları seçerim, çekim yapılacak yerleri be­ lirlerim, ekibimi alır, çekime başlarım... Kısaca böyle işte... -Peki senaryonun hazırlanmasında, tartışılmasında, oyuncu seçiminde ve diğer aşamalarda bir çalışma kolektifi y a r a t m a z mı­ sın? K i m i uzmanların fikirlerine müracaat etmez misin? E n önemlisi d e b ü t ü n bunlardan ö n c e bir kurumlaşma, bir örgütlen­ m e ya d a organizasyon oluşturmak gerekmiyor m u ? -Bizde öylesine bir k u r u m l a ş m a y a maalesef gidilememiştir. 252



- Niçin? Öyleyse hastalığın başı burada. S a n ı y o r u m işe bura­ dan başlamalı. Sinema ve film olayı, tek basma bir kişinin bey­ ninde oluşmaz. Kusura b a k m a , k o n u y a bir işçi mantığıyla bak­ maktayım. Ö n c e bir k u r u m gerekiyor. Senaryo, o y u n c u seçimi, çekim olayı, seslendirme, diğer teknik işler, mekânlar, sinemanın müziği, resimler, diyaloglar vb. bir tartışmanın v e ç a l ı ş m a kolek­ tifinin ü r ü n ü olmalı. Her dalda uzmanların düşüncesine müracaat edilmeli, uzmanların emeği ayrıntılı tartışılmalı; iş rastlantılara bırakılmamalı. Evet, bazı d u r u m l a r d a işin beynini oluşturan, lo­ komotifi ç e k e n kadroda bazı inisiyatifleri k u l l a n m a h a k k ı her za­ m a n vardır v e olmalıdır da; a m a işin başı, herhalde g e n e bizim atelye örneğindeki gibi olmalıdır, diye d ü ş ü n ü y o r u m . Yılmaz, b u atelye üretimi örneğine pek y a n a ş m a z projesine v e kendisine ç o k güvenirdi; ille de; "lokomotifi tek b a ş ı m a ben da