Huzur [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Sayfa 1 / 279



Ahmet Hamdi Tanpınar HUZUR ::::::::::::::::: TANPINAR HAKKINDA B RKAÇ SÖZ Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) Türk edebiyatının en büyük yazarlarından biridir. Bu hükmü verirken kat'iyen mübala a etti imi sanmıyorum. Dayandı ım delil ve ölçüleri açıklayabilirim. Edebiyatta de er, eserin her eyden önce güzel olmasında, fakat aynı zamanda onun insanı ve hayatı derinlik ve bütün zenginli i ile ifade etmesindedir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eserlerinde bu vasıflar vardır. 1901 yılında do an Tanpınar, gençlik yıllarında Yahya Kemal ve Ahmet Ha im'in talebesi ve dostu olmu , Batı edebiyatından Paul Valery ile Marcel Proust'u kendisine üstad olarak seçmi tir. Bu yazarlar edebiyatta güzellik ve mükemmeliyete ön planda yer verirler. Ahmet Ha im ile Yahya Kemal, Türkiye'de Paul Valery ile Marcel Proust Fransa'da edebiyatın politik ve sosyal gayelerin emrinde bir propaganda vasıtası olmasına kar ı çıkmı lardır. Onlara göre edebiyat, tıpkı resim ve musıki gibi -güzel- sanat-tır. Onlardan farkı, boya ve ses yerine, insani ve hayatı anlatmada bu iki vasıtadan çok daha zengin olan dili kullanmasıdır. Tanpınar'ın tenkidi yazılarını okuyanlar, onun sık sık -dil- ve -mükemmeliyet- deyimlerini kullandı ını görürler. Dil edebiyatın ifade vasıtasıdır. yi yazar odur ki, kullandı ı vasıtanın bütün imkanlarını bilir. Mükemmeliyete bu imkanları aramakla ula ılır. Kelime, iirde, adeta hassas terazi ile tartıldı ı için, dilin imkanlarını en iyi bilenler airlerdir. Tanpınar iiri hayatının en büyük ihtirası haline getirmi , fakat asıl kabiliyetini iir esteti ine göre yazdı ı mensur eserlerinde göstermi tir. Yahya Kemal ve Paul Valery'den gelen -mükemmeliyetfikrine göre iirlerinin dilini durmadan yo uran Tanpınar, az, fakat derin, güzel ve yeni iirler yazmı tır. Geni okuyucu kütlesi onu umumiyetle lise kitaplarına ve antolojilere giren -Bursa'da Zamaniiri ile tanır. Halbuki Tanpınar'ın en çok önem verdi i iirler hayatının sonuna do ru çevresinin baskısı ile ne retti i iirler kitabındaki manzumeler ile vefatından sonra kitap haline getirilmi olan serbest iirleridir. Ben Tanpınar'ın iirlerini Tanpınar'ın iir Dünyası adlı kitabımda tahlile çalı tım. Tanpınar nesirlerinde kendisini daha serbest, adeta daha mesut hissetmi tir. Zira burada onun kar ısında Yahya Kemal ve Ahmet Ha im gibi büyük rakipler yoktur. Dikkate ayandır ki, Tanpınar, mensur eserlerini olgunluk ya ına ula tıktan sonra yazmı tır. Abdullah Efendi'nin Rüyaları (1943), Be ehir (1946), Huzur (1949), Yaz Ya muru (1953), Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1962) yılında basılmı lardır. Uzun yıllar kendi ahsiyetini geli tiren



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 2 / 279



Tanpınar'ın otuz be ya ından sonra kaleme aldı ı bu eserlerde, derin kültüre sahip, olgun bir sanatkarın varlı ı kendisini gösterir. Eroine alı tırılan gibi kolay, hafif, sudan yazılara alı tırılmı okuyucu kütlesi için bu yazıların okunması ve anla ılması bir hayli güçtür. Fakat insan ve hayat son derece karı ık ve en büyük filozof ve alimlerin sırlarını çözemedi i karanlık muammalarla doludur. Tanpınar gibi çok yüklü bir hayat tecrübesi geçiren -Evin Sahibi- adlı hikayenin kahramanı yanlarında oturmak mecburiyetinde kaldı ı aileden bahsederken: -Hayır, der, burada her eye bu kadar basit bir gözle bakan insanların arasında ya amak bana güç gelecek. Bunlar için ölüm, hayat, günün her hadisesi, saadetler ve felaketler o kadar tabii eylerdi ki... Halbuki ben bir masalı olan adamdım-. Bu cümle Tanpınar'ın insan ve hayat kar ısında aldı ı tavrı aydınlatır. O hayatı, derinli ine ele alan, onu bir masal kadar esrarlı ve -ilave edelim- güzel hale getiren bir yazardır. Onun eserleri ancak yazarın sahip oldu u dikkat ve kültür ile okundukları zaman anla ılabilir ve zevkine varılabilir. Dünyada ko arak hiçbir ey görülmez. Alain -dü ünmek için durmak lazımdır- der. lim adamı, filozof ve sanatkar durur. Derinle tirir. Uzun uzun yoklar. Bize basit gibi görünen cümlelerin arkasında çalı ma ile dolu günler ve uyanık geçmi geceler vardır. Tanpınar bir sanatkar oldu u için, duygu ve dü üncelerinin teferruatını bütün girinti ve çıkıntıları ile verir. O yazılarında sık sık cümlelerini uzatmakla beraber, onları bir resim veya musıki parçasına yakla tıran hayallere ba vurur. Tanpınar'ın edebiyattan sonra en çok u ra tı ı sanatlar -bir seyirci ve dinleyici olarak- resim ve musıkidir. Yazılarında bu iki güzel sanatın tesirleri açıkça görülür. Tanpınar son ça Türk edebiyatında Halid Ziya U aklıgil'den sonra gelen en büyük -üslupçu-dur. Halid Ziya'nın nesirleri gibi onun nesirleri de sanatkarane-dir, iir kutbuna yakla ır. Denemelerinde bile bu özellik kuvvetle hissolunur. Tanpınar'ı sanatkarane üsluba götüren ba lıca amillerden biri onun dünyaya bir ressam gözü ile bakmasıdır. Bir ressam için oldu u gibi, Tanpınar için de dünya bir ı ık, ekil ve renk cümbü üdür. Fakat Tanpınar tabiat ve insanın sadece dı görünü üne bakmaz. Onların derinli ine de iner. Halid Ziya büyük bir yazar olmakla beraber, umumiyetle hayatın sathında kalmı tır. Onda Tanpınar'ın eserlerindeki ba döndürücü derinlik yoktur. Çok geni kültüre sahip olan Tanpınar, tarih, psikoloji ve felsefeye de meraklı idi. Diyebilirim ki, son ça Türk edebiyatında be eri kültür ile güzel sanatlara Tanpınar kadar ihtiras ile sarılan, onlarla ruhunu besleyen ba ka bir Türk yazarı yoktur. Hayatı bir sanat eseri kadar güzel bulan Tanpınar'ın içinde onun sırlarını ara tıran bir filozof, psikolog ve sosyolog tecessüsü de vardı. O, bu cephesiyle Halid Ziya'dan ve di er -üslupçu- yazarlardan ayrılır, onların çok üstüne çıkar. De erli bir air, büyük bir hikayeci ve romancı olan Tanpınar derin görü lerle dolu denemeler de yazmı tır. Be ehir, X X'uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyata Dair Makaleler ve Ya adı ım Gibi adlı kitaplarında sanatkar Tanpınar'ın yanı sıra çok okumu , çok



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 3 / 279



dü ünmü bir fikir adamını da buluruz. Üstadları olan Yahya Kemal ve Ahmet Ha im fikre büyük önem vermemi lerdir. Tanpınar'ın sanat eserlerinde bile fikir, arka planda insan hayatını gizliden gizliye idare eden esrarlı kainat gibi derinle ir. Valery, sanat eserinde fikir, meyvenin içindeki besleyici gıda gibi erimi olmalıdır, der. Tanpınar'ın iirleri, hikayeleri, romanları bu prensibe tamamiyle uygundur. Okuyucu onları okurken bir masal alemine girmi gibi büyülenir. Hikayelerinde görüldü ü üzere Tanpınar, rüya ve masala büyük ehemmiyet verir. Modern psikoloji, rüya ve mitlerde derin sembolik manalar bulmu tur. Fakat onlar aynı zamanda güzeldirler. Güzellik kainatın altın anahtarıdır. Tanpınar'ı okurken bunu derinden hissederiz. Tanpınar'ı onun istedi i gibi, dura dura, içlerine sindire sindire okuyanlar, onu sevecekler, yalnız ona kar ı de il, bütün sanata, insana ve kainata ba ka bir gözle bakacaklar, kendilerini ebediyete götüren esrarlı ı ıklarla dolu bir yolda bulacaklardır. Prof. Dr. MEHMET KAPLAN ::::::::::::::::: B R NC BÖLÜM HSAN



Mümtaz, a abeyi dedi i amcasının o lu hsan'ın hastalandı ından beri do ru dürüst soka a çıkmamı tı. Doktor ça ırmak, eczaneye reçete götürüp ilaç getirmek, kom unun evinden telefon etmek gibi eyler bir tarafa bırakılırsa, bu haftayı hemen hemen ya hastanın ba ı ucunda, yahut da kendi odasında, kitap okuyarak, dü ünerek, ye enlerini avutma a çalı arak geçirmi ti. hsan iki gün kadar ate ten, halsizlikten, arka a rılarından ikayet etmi , sonra birdenbire zatürree fevkaladelik halini ilan etmi , evin içinde korkudan, tela tan, üzüntüden, bir türlü a ızlardan dü miyen ve bakı lardan eksilmiyen temennilerden saltanatını, o yıkım psikolojisini kurmu tu. Herkes, hsan'ın hastalı ının verdi i üzüntü ile uyuyor, onunla uyanıyordu. Bu sabah, tren düdüklerinin büsbütün ba ka korkularla kanattı ı uykusundan, Mümtaz gene bu üzüntü ile uyandı. Saat dokuza yakla ıyordu. Bir müddet yata ının kenarına oturup dü ündü. Bugün yapacak bir yı ın i i vardı. Doktor onda gelece ini söylemi ti; fakat onu bekleme e mecbur de ildi. Her eyden evvel bir hastabakıcı bulmak zorunda idi. Ne Macide, ne yengesi - hsan'ın annesi- hastanın ba ı ucundan ayrılmadıkları için, çocuklar haraptılar. htiyar hizmetçi, Ahmet'le öyle böyle me gul olabilirdi. Fakat Sabiha ile adamakıllı u ra ıcak birisi lazımdı. Onun her eyden evvel konu acak insana ihtiyacı vardı. Mümtaz, bunu dü ünürken, küçük



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 4 / 279



ye eninin hallerine içinden gülümsedi. Sonra, eve döndü ünden beri, akrabasına kar ı olan sevgisinin daha ba ka bir hal aldı ına dikkat etti: -Acaba, hep alı kanlık mı? Hep yanımızdakileri mi seviyoruz?-, dedi. Bu dü ünceden kurtulmak için tekrar hastabakıcı meselesine döndü. Macide'nin sıhhati de öyle düzgün de ildi. Hatta bu kadar yorgunlu a nasıl tahammül etti ine a ıyordu. Biraz fazla üzüntü, yorgunluk, onu yeniden bir gölge haline getirebilirdi. Evet, gidip, bir hastabakıcı bulmalıydı. Ö leden sonra da o kiracı denen derde u raması lazımdı. Elbisesini giyinirken - nsan denen bu saz parçası...- diye birkaç defa tekrarladı. Çocuklu unun mühim bir devrinde çok yalnız kalan Mümtaz, kendi kendisiyle konu mayı severdi. -Ve hayat dedi imiz çok ayrı ey...- Sonra zihni tekrar küçük Sabiha'ya gitti. Küçük ye enini sade eve döndü ü için sevdi ini dü ünmek ho una gitmiyordu. Hayır; ona do du u günden beri ba lıydı. Hatta do u unun artları dü ünülürse, ona kar ı minnettardı da. Pek az çocuk bu kadar zamanda bir eve teselli ve sevinç getirebilirdi. Mümtaz, üç gündür bu hastabakıcının pe inde idi. Bir yı ın adres almı , telefonlar etmi ti. Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. ark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her ey aya ınıza gelir. Mesela hsan iyi olduktan altı ay sonra bile bir iki hastabakıcı mutlaka onu arayacaktır. Fakat lazım oldu u zaman... te hastabakıcı meselesi böyleydi. Kiracıya gelince... Kiracı meselesi büsbütün ba ka bir dertti. hsan'ın annesinin bu küçük dükkanını tuttu u günden beri be enmemi , hor görmü tü. Fakat öyle bir on iki senedir de çıkmayı aklına getirmemi ti. Bu adamca ız iki haftadır üst üste haberler gönderiyor, beyefendilerden birinin veya hanımefendinin behemehal te rif etmelerini rica ediyordu. Bu, evcek inanılmayan bir hadise idi. Hasta bile, humma ve sancılar içinde buna a ıyordu. Çünkü ev halkı, kiracılarının biricik vasfının, görünmemek, gizlenmek, aranmazsa, hatta arandı ı zamanlarda bile mümkün mertebe geç ve güç meydana çıkmak oldu unu bilirlerdi. Birkaç seneden beri kontratı yenilemek, kiraları almak gibi i leri yüklenen Mümtaz, onu hatta dükkanında ve kar ısında iken bile görmenin ne kadar güç oldu unu bilirdi. Daha, genç adam dükkana girer girmez siyah gözlü ünü, bir kudret tılsımı, büyülü bir silah gibi gözlerine takar, bu cam perde arkasında adeta görünmez olur, oradan piyasanın durgunlu unu, hayatın a ırlı ını, devlet memuriyetinde belli bir gelirle çalı anların saadetini anlatır, memurlu u bırakıp da, Elkasibü Habibullah hadisine uydu u için, -evet, sırf bunun için, Peygamber'in bu sözüne, bildi i halde riayetsizlik etmemek için ticarete ba lamı tı;- kendisine kızar, dövünür, nihayet: -Beyefendi, vaziyeti biliyorsunuz, imdilik kabil de il; hanımefendiye arz-ı tazimat ederim. Bana birkaç gün daha mühlet



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 5 / 279



versinler. O bizim mal sahibimiz de il, velinimetimiz oldu. n allah on be gün sonra u rarlarsa hem te errüf etmi oluruz, hem de bir parça ey takdim ederim, diye i i müpheme ba lar; fakat genç adam kapıdan çıkarken, yaptı ı vaadin büyüklü ünden ürkmü gibi sesi titreyerek; -on be günde de kabil olur mu bilmem ki...- diyerek tekrar söze ba lar ve -mümkünse hiç gelmesin, hiçbiriniz gelmeyin, ne diye geleceksiniz sanki! Bu çürük binada, bu acayip kafeste oturdu um yetmiyormu gibi, bir de size para mı verece imdiyemedi i için, -daha iyisi ayba ına do ru, hatta gelecek ayın ortasında te rif buyursunlar...- ricasıyle, bu mülakatı gerilere, çok uzak zamana atma a çalı ırdı. Bu sefer, bu aranmaktan, yoklanmaktan ho lanmıyan adam, üst üste haber gönderiyor, hal hatır soruyor, hanımefendinin, olmazsa beylerden birinin behemehal gelmelerini, kendisini görmelerini istiyor, dükkanın arkasında eski kona ın mü temilatından olan bakımsız kısımla üstündeki iki oda için konu aca ını, kontratın gecikti ini söylüyordu. Buna a ma a hakları vardı. te Mümtaz, o gün ö leden sonra da her ay istemeye istemeye, alaca ı cevabı ezberden bildi i için, u ramaktan çekindi i yere gidecekti, Fakat bu sefer i farklı idi. Yengesi dün ak am, -Mümtaz, git u adamı görüver...- diye kendisine tenbih etti i zaman, hsan, annesinin arkasından -beyhude yorulma, ne diyece ini biliyorsun, öyle bir dola , gel!- diye i aret edememi ti, O, yatakta çivili idi; gö sü zorlukla inip kalkıyordu. hsan'ın, bu kiracı ile münasebeti, bilinen bir eyi beyhude tecrübe etmenin makul olamıyaca ı hikmetine dayanırdı. Mümtaz ise, baba mirası oldu u için bir türlü bu kirayı aklından çıkaramıyan yengesini kırmak istemezdi. Ayrıca, bu kira hikayesi, bu içiçe ya ayan insanların hayatında, Mümtaz'a göre hsan Bey Adasında bir yı ın latifeye vesile olurdu. Eve dönüp de ihtiyar kadına aldı ı cevapları söyleyince, onun ilk andaki hiddetinin -boynu kopasıca herif... bunak...- yava ve perde perde merhamete -zavallı, biçare, adamca ız hasta zaten- do ru gidi i; sonunda: -Belki de hakikaten kazanmıyordur-, diye yengesinin üzülü leri, sonra yeniden bir hal çaresi aramaları, -elde koca konaktan orası kaldı, yoksa çoktan satar, kurtulurdum- diye bir türlü vaktinde ele geçmiyen bu kiranın hayıtında nasıl bir üzüntü kayna ı oldu unu gösteren cümleler, bu i in herkes için en e lenceli safhası olurdu. Günün birinde büyük yenge mutat ziyaretini yapma a karar verir ve merhum Selim Pa a'nın kızı refakatinde kimse olmadan soka a çıkamıyaca ı için Üsküdar'daki Arife Hanım'a haber gönderilir, Arife Hanım tayin edilen günde gelir, o geldikten sonra üç dört gün üst üste -yarın gitsek, u herifi görsek...- diye karar verilir, hatta kom uları ziyarette, yahut Kapalıçar ı'da hızı kesilen te ebbüsler olur ve nihayet günün birinde bindi i otomobil bir yı ın e ya ile dolu eve dönerdi. urası var ki, onun kiracıya u raması hiç de beyhude olmaz, paranın bir kısmını olsun behemehal alırdı. Mümtaz da hsan da bu



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 6 / 279



muvaffakiyete a ırırlardı. Halbuki a acak hiçbir tarafı yoktu. hsan'ın annesi, Arife Hanım'ı hem sever, hem de çenesine tahammül edemezdi. Arife Hanım'ın ikameti evde uzadıkça, ta çocuklu undan beri tanıdı ı o keskin hiddet ço alır, büyürdü. Nihayet, tam kıvamına gelince otomobil ısmarlanır, Arife Hanım nereye gidilece ini bilmeden yola çıkılır, evvela Üsküdar iskelesinde ihtiyar emektar, -Güle güle Arifeci im... Ben, seni gene ça ırtırım olmaz mı?- diye bırakılır, ondan sonra do ru dükkana gidilirdi. Böyle bir haleti ruhiye içinde gelen bir mal sahibini atlatmak elbette güçtür. Vakıa adamca ız birkaç defa onu da tecrübe etmi , mide a rılarından, filan bahse kalkmı tı. Sabire Hanım birincisinde nane içmesini tavsiye etmi , ikincisinde daha karı ık bir ilaç söylemi ; fakat üçüncüsünde gene hastalıktan ikayet i itince -söyledi im ilaçları içtin mi?- diye sormu . Adamca ızın hayır, cevabı üzerine -o halde bir daha bana hastalıktan bahsetme, anladın mı?- cevabını vermi ti. Hiddetle vicdan azabı arasında bulunan bu ihtiyar kadını atlatamıyaca ını kiracı bu üçüncü ziyarette ö renmi ti. Onun için gelir gelmez kahvesini ısmarlar, masası üstünde yalancıktan bir iki hesap yapar, kahve biter bitmez eline bir zarf tutu turarak onu savardı. Ondan sonra kadın altında taksi, dükkan dükkan dola ır, herkese münasip hediyeler arar ve aldı ı parayı son kuru a kadar sarfettikten sonra eve dönerdi. hsan da, Mümtaz da bu dükkanı, kirası ve kiracısiyle, hatta biraz mü temilatından sayılan Arife Hanım'la beraber, ihtiyar kadının biricik e lencesi, lüksü, bo saatlerini dolduran tek mühim meselesi addederler, onunla avundu u için ho görürlerdi, Zaten hsan Bey Adasında herkesin yaptı ı ho görünür, her fantezi, her merak, kahkaha ile de ilse bile tebessümle kar ılanırdı. Adanın sahibi bunu böyle isterdi; böyle olursa herkesin mesut olabilece ine inanırdı. O, bu saadeti ta ta , seneler boyunca örmü tü. Fakat, imdi onu talih ikinci defa tecrübe ediyordu. Çünkü hsan'ın hastalı ı a ırdı. Mümtaz, -bugün sekizinci gün- diye dü ündü: Çift günlerin daha sakin geçece ini ona söylemi lerdi. Kötü uyumanın verdi i halsizli i silerek a a ıya indi. Sabiha, onun terliklerini giymi , sofada küskün küskün oturuyordu. Bu gürültücü çocu un böyle sessiz duru una Mümtaz hiç tahammül edemiyordu. Vakıa, Ahmet de sakindi. Fakat yaratılı tan öyle idi. O, kendisini kabahatli bulan adamdı. Bilhassa, do u unun hazin tesadüflerini ö rendi i günden beri -kimseden, nasıl? Bunu hiç biri bilmiyordu. Belki de kom ulardan biri söylemi ti;- daima kö esinde, daima evi yadırgar olmu tu. O kadar ki, biraz fazla ımartılmak istense, hatırımı alıyorlar dü üncesine kapılıyor, gözlerine ya birikiyordu, Bu, her yerde tesadüf edilen eylerdendir. nsanlar bazen do u tan mahkum olurlar, saz parçası kendili inden kırılırdı. Sabiha öyle de ildi. O evin masalıydı. Durmadan konu ur, gezer, masallar uydurur, arkı söylerdi. hsan Bey Adasını çok defa onun ne esi ve amatası doldururdu, Üç gecedir ki, o da do ru dürüst uyumamı , babasının odasında,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 7 / 279



çıkmanın geni sedirinde uyku taklidi yaparak onlarla beraber hastayı beklemi ti. Mümtaz, kızın solmu yüzüne, içeriye kaçmı gözlerine, elinden geldi i kadar ne e ile baktı. Ba ı, üç günden beri oldu u gibi, kurdelesizdi. Üç gün evvel Mümtaz'a -Kırmızı kurdelemi takmıyaca ım. Babam iyile ince süslenirim!- demi ti, Bunu her zamanki uhlu iyle, etrafındakilere anladı ını, onlarla dost oldu unu göstermek istedi i zamanlardaki gülümsemesi ve kırıtmasiyle söylemi ti, Fakat Mümtaz, kendisini biraz ok ayınca a lama a ba lamı tı, Sabiha'nın iki türlü a laması vardır. Birisi çocuk a layı ıdır; zorla ve ısrarla zalim olanların a laması, O zaman yüzü çirkinle ir, sesi acayip perdeler bulur, durmadan tepinir, hulasa, hodbinli i içinde her çocuk gibi küçük bir ifrit olur. Bir de gerçek kederle, çocuk kafasının anlıyabilece i kadar olsa da, kar ıla tı ı zamanlardaki a laması vardır. Bu sessiz olur ve çok defa yarı yolda kalırdı. Hiç olmazsa bir zaman için gözya larını tutardı. Fakat yüzü de i ir, dudakları titrer, dolan gözleri insandan kaçardı. Omuzları birincisi gibi katıla mazdı; adeta çökerdi. hmal edildi ini, küçük dü ürüldü ünü veya haksızlı a u radı ını sandı ı, yahut da çocuk dünyasını, o her eyin iyi ve dost olmasını istedi i alemi, sade mercan dalları ve sedef çiçekleriyle süslü, üst üste canlı alemi etrafa kapattı ı zamanların a layı ıydı bu. Mümtaz, böyle zamanlarda ye eninin kırmızı kadife kurdelesinin bile fersizle ti ini zannederdi. Bu kurdele, Sabiha'nın kendi kendisine buldu u bir süstü... ki ya ını birkaç ay geçmi ti. Bir gün yerde buldu u vi ne renginde bir kurdeleyi annesine uzatmı , -saçlarıma tak, tak- demi ti, Sonra bir daha ba ından çıkarılmasına razı olmamı tı. Bu kurdele iki seneden beri süs olmaktan çıkmı , evin içinde, ona ait bir müessese haline gelmi ti. Ona ait her eyin bir kırmızı kurdelesi vardı ki, Sabiha bunu bir hükümdarın dostlarına ni an da ıtması gibi hediye ederdi. Kedi yavruları, bebekleri, be endi i e yası, -bilhassa yeni çocuk karyolası,- sevgisine mazhar her ey ve herkes bu ni ana sahip olurdu. Hatta hususi bir irade ile bu ni anın geri alındı ı bile olurdu; fazla ımarıklı ı yüzünden kendisini azarlıyan, bununla da kalmayıp, annesine ikayet eden a çı kadına, i olup bittikten ve Sabiha epeyce a ladıktan sonra, kendisine hediye etti i kurdeleyi lutfen çıkarmasını rica etmi ti. Hakikat u ki, Sabiha'nın küçük çocuk hayatı bu cins hediyelere ve ceza vermelere hak veren bir hayattı. O, hiç olmazsa bu hastalı a kadar evin tek saltanatı idi. Ahmet bile kalblerdeki yerini alma a ba layan karde inin bu saltanatını tabii bulurdu. Çünkü Sabiha bu evi kökünden saran bir felaketten sonra gelmi ti. Macide onu do urdu u zaman yarı deli sanılıyordu. Akla ve hayata dönü ü, Sabiha'nın do u u ile olmu tu. Vakıa, Macide'nin hastalı ı tamamiyle geçmemi ti. Zaman zaman küçük nöbetler oluyor, evin içinde gene eskisi gibi masal söyliyerek, sesine küçük bir kız tatlılı ını sindirerek konu uyor, yahut da büyük kızının o hiç bahsetmedi i çocu unun dönü ünü saatlerce pencerede veya oturdu u yerde bekliyordu. Bu i te büyük bir talihsizlik oldu u muhakkaktı. Gerek hsan, gerek



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 8 / 279



doktorlar, Macide'nin felaketi haber almaması için ellerinden geleni yapmı lar; fakat hiç kimse tela ve ıstırabını ilk sancılar arasında kıvranan kadından saklıyamamı tı. Nihayet, genç kadın hastabakıcılardan ba ına geleni ö renmi , yattı ı yerden ölünün bulundu u yere kadar sürüne sürüne gitmi , hazırlanmı cesedi görmü , ba ında kaskatı kesilmi ti, Ondan sonra da bir türlü kendine gelememi ti, A ır bir humma ile günlerce yatmı . Ahmet'i bu humma içinde do urmu tu. Bu, sekiz sene evvel bir Haziran sabahı olmu tu. Zeynep, annesinin yattı ı hastahaneye büyük annesiyle beraber gelmi , sonra getirmesini unuttu u hediyeyi hatırlamı , hiç kimseye haber vermeden hastahanenin önünde babasını beklemek ve ona söylemek için dı arı çıkmı ve kim bilir neler dü ünen küçük çocuk kafasının bir dalgınlık anında ölüm kendisini birdenbire kapmı tı. hsan, karısını, gerçekten a ır araz gösterdi ini söyleyen doktorlara kapılarak hastahanede do urma a kandırdı ı için kendisini hiç affetmemi ti. O felaketi, oldu undan hemen iki dakika sonra, daha vücut kan içinde ve sıcakken görmü , çocu unu kolları arasında içeriye ta ımı , son ümitlerin iflasına ahit olmu tu. Talih bu felaketi o ekilde hazırlamı tı ki, ortada kabahatli kimse yoktu. Macide, kızının hastahaneye gelmesini bir kere olsun istememi ti. hsan'ın annesi, kızın ısrarlarına ve a lamasına iki gün kar ı gelmi ti. hsan vaktinde hastahaneye yeti ebilmek için bir türlü araba bulamamı , tramvayla gelmi ti, Hatta yolda bo bir araba bulabilmek için tramvayın basama ında beklemi ti. Onun için herkes bu felaketten kendisini mesul tutuyordu. Fakat en fazla onu kendine mal eden, onunla ya ayan Ahmet'ti. Mümtaz, Ahmet'i babasının yata ı ucunda, en küçük i arette kaçma a hazır buldu. Macide ayakta, elleriyle sırtındaki yün ceketin örgüsünden kaçan bir iplikle dalgın oynuyordu. hsan, onu görünce sevindi. Yüzü gene kırmızıydı. Gö sü a ır a ır kalkıp iniyordu, Mümtaz, onu sabah ı ı ında oldu undan çok zayıf buldu, Uzayan tıra ı yüzüne garip bir ifade veriyordu. Sanki, -Ben, hsan olmaktan çıkıyorum. Yakında herhangi bir ey veyahut bir hiç olaca ım. Ona hazırlanıyorum!- der gibi bir hali vardı. Hasta eliyle müphem bir i aret yaptı. Mümtaz yata a e ilerek: -Daha gazeteleri okumadım. Zannetmem ki korkulacak bir ey olsun... dedi. Hakikatte harbin patlamak üzere oldu una emindi. -Dünya gömlek de i tirece i zaman hadiseler sakınılmaz olur.- Albert Sorel'in bu cümlesini, son yılların vaziyetini daima beraber konu tukları hsan sık sık tekrarlardı. Mümtaz imdi bu dikkate çok sevdi i bir airin acı kehanetini ilave etmi ti: -Avrupa'nın sonu...- Fakat imdi bunları hsan'la konu amazdı. hsan hastaydı.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 9 / 279



O, yattı ı yerden, vaziyeti dü ünüyordu. Eli bir çaresizlik ve yalvarma i aretiyle yorganın üstüne dü tü. -Geceyi nasıl geçirdi? Macide yumu ak ve taze çimen rüyası sesiyle cevap verdi: -Hep böyle Mümtaz, dedi, hep böyle... - Sen hiç uyudun mu? -Burada Sabiha ile beraber yattık. Fakat uyuyamadım. Eliyle gülümseyerek sediri gösteriyordu. Be gecedir yattı ı bu yeri, bir dara acını gösterir gibi deh etle, ürpermelerle gösterebilirdi. Fakat Macide'de, bu garip ve sonsuz derecede zengin mahlukta tebessüm ahsiyetin yarısıdır. O kadar ki, gülümsemedi i zamanlar onu tanımak kabil olmaz. -Çok ükür ki, o günler geçti!- Macide'nin tebessümünü kaybetti i günler arkada kalmı tı. -Biraz uyusan bari... -Sen git gel, sonra... Bütün gece tren seslerinden uyuyamadım. Sevkiyat mı var, nedir bilmiyorum ki... -Felaketi Kastamonu'da telgrafla haber aldım. Derhal geldim. Çocu u ayrı yerde, Macide'yi ayrı yerde buldum. Herkes Macide ile me guldü. Büyük yengem deli gibiydi. hsan kendisinin gölgesiydi. O yazı hiç unutmayaca ım. hsan'ın hayata imanı olmasa, Macide imdi ne olurdu?hsan, Macide'yi gösterdi: -Bu... Sözünü bitirmekten aciz gibi durdu, Sonra kendini toplayarak tamamladı: -Buna bir ey söyle... Yarabbim ne kadar zorla konu uyordu. Tanıdı ı insanların en rahat, en güzel konu anı, dersi, sohbeti, akası günlerce hatırdan çıkmayan adam, bu üç kelimeyi yan yana güçlükle getirebilmi ti. Fakat gene memnundu. Ne olsa eski yadigar -bu, kendi tabiridir- i e yaramı tı. Fikrini anlatmı tı. Mümtaz, Macide'nin yorulmaması için elbette bir çare bulurdu ve gözü genç adamın yüzünde kaldı. Kapının önüne çıktı ı zaman soka ı adeta çok uzun bir ayrılı tan sonra görüyormu gibi seyretti. Evin kar ısındaki camiin kapısında bir çocuk, gözleri alçak duvardan sarkan incir dallarında, elindeki sicim parçasıyle oynuyordu. Belki de biraz sonra bu incirin vadedilmi lezzetlerine do ru yapaca ı hücumu dü ünüyordu. -Ve tıpkı yirmi sene evvel benim oturdu um ve dü ündü üm gibi... Fakat



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 10 / 279



o zaman cami böyle de ildi...- Büyük bir kederle dü üncesini tamamladı: -Ne de mahalle...Sokak ı ık içindeydi. Mümtaz bu ı ı a dalgın dalgın baktı. Sonra tekrar çocu a, tekrar incir dalına ve onun üstünden -camiin, kur unları bir elden eldiven gibi çıkarılmı veya bu incir a acının meyvasının kabukları gibi kolaylıkla soyulmu - kubbesine baktı. Elagöz Mehmet Efendi...- diye dü ündü. -Hala u adamın kim oldu unu ö renece im!..- Eyüp'te bir camii daha vardı ve türbesi oradaydı. Fakat vakfiyeyi bulabilecek miydi?



Mümtaz'a verilen adreslerin ço u yanlı tı. lk u radı ı evde Fatma ismindeki hastabakıcı hiç oturmamı tı. Sadece evin kızı hastabakıcı kursuna girmi ti. Kız, onu gülümseyerek kar ıladı. -Harp olursa bir i e yarayayım diye kursa yazıldım. Fakat daha hiçbir ey bilmiyorum...- Sesi ciddiydi. -A abeyim askerde... Onu dü ünerek...kinci u radı ı evde hakikaten bir hastabakıcı oturuyordu. Fakat üç ay evvel kendisi Anadolu'da bir hastahanede i bulmu , gitmi ti, Mümtaz'ı kar ılayan annesi, -Bakayım, kızımın arkada larından birisini görürsem, tenbih ederim...- diyordu. Mümtaz, oyunu bozmamak isteyenlerin sabrı ile bir ka ıda adresini yazdı. Ev fakir ve eskiydi. -Kı ın ne yaparlar? Nasıl ısınırlar?- diye dü üne dü üne uzakla tı. -Ne yaparlar? Nasıl ısınırlar?..- Bu sual hiç olmazsa bu anda garipti. Bu A ustos sonu sabahı bütün sokaklar bir fırın a zı gibi insanı kapıyor, çi niyor, yutuyor, sonra kendisinden bir sonrakine geçiriyordu. Ara yerde bir gölge parçası, bir yol a zında serince bir nefes sanki hayatı hafifle tiriyordu. - hsan, bu yaz kütüphanelerden uzakta kalamam... Behemehal birinci cildi bitirmeliyim!- demi ti. Birinci cilt. Mümtaz, ince satırlarla dolu ka ıtları gözünün önünde gibi görüyordu. Kırmızı mürekkeple ha iyeleri, büyük çıkmaları, kendi kendisiyle bir kavgaya benziyen yazı bozulu ları... Kim bilir, belki de kitap hiç bitmeyecekti. Bu dü üncenin azabı ile sokaktan soka a giriyor, kö eba ındaki bakkallarla, kahvecilerle konu uyordu. Evinde buldu u tek hastabakıcı, -Kocam hasta, onun için izin aldım, i siz de ilim. Onu hastahaneye yatırdıktan sonra vazifeme dönece im- demi ti. Kadının yüzü bir harabeye benziyordu. Mümtaz, ister istemez: -Nedir hastalı ı? diye sordu. -Felç geldi. Ben yoktum. Eve vücudunun yarısı sarkık getirdiler. O anda akıl etselerdi, hastahaneye yatardı. imdi doktorlar, ikinci bir yer de i tirmek için on gün beklemeli, diyorlar. O zalim kadına kaç defa yalvardım, bırak u adamın yakasını diye... Parası, pulu yok, genç, güzel de il, kendine daha iyisini bul... Hayır, illaki o... imdi üç çocukla kaldık. Mümtaz, bu aile faciasının e i inde kar ısındakine; Allahaısmarladık!- dedi. Üç çocuk, mefluç bir koca... Bir hastabakıcı



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 11 / 279



maa ı. Büyükçe bir evin iki odasında oturuyorlardı. Su küpleri bile sofada duruyordu. Bu demekti ki, bir mutfakları, belki ayakyolları bile yoktu. Kim bilir hangi zengin memurun, defterdar veya mutasarrıfın, kızını evlendirirken yaptırdı ı ah ap bir evdi bu. Dı arıdan dökülmü boyasına ra men ne kadar itinalı yapıldı ı görülüyordu. Pencere kenarları, cumbalar, çatı, hep inceden inceye yontulmu tu. ki yandan be ayak merdivenle kapısına çıkılıyordu. Sa tarafında bir de kömürlük kapısı vardı. Fakat mal sahibi kömürlü ü bir kömürcüye kiralamı tı. Belki mutfak da ayrıca kirada idi. Bir kömür kamyonu, bütün soka ı kapamı , cüssesiyle, devrile, sarsıla geliyordu. Mümtaz, yan sokaklardan birine saptı... Mümtaz, bir yaz evvel bu sokaklarda, belki bugünkülerden birinde, Nuran'la dola tı ını, Kocamustafapa a'yı, Hekimalipa a'yı gezdiklerini dü ünüyordu. Genç kadınla yan yana, adeta vücudu vücuduna girmi , sıcakta, alnındaki terleri silerek, konu a konu a bu medresenin avlusuna girmi ler, biraz evvelki çe menin kitabesini okumu lardı. Bu, bir sene evveldi. Mümtaz, etrafına, bu bir sene evveline dönebilmek için, en kısa bir yol arar gibi bakındı. Yedi ehitler'e kadar geldi ini gördü. Fatih ehitleri, küçük ta lahitlerde yan yana uyuyorlardı. Sokak tozlu ve dardı. Yalnız ehitlerin bulundu u yerde meydanımsı bir ey geni liyordu. ki katlı, fakat o küçük spor otomobilleri gibi, neredeyse mukavvadan zannedilecek fakir bir evin penceresinden bir tango sesi geliyor, yol ortasında toza bulanmı kız çocukları oyun oynuyorlardı. Mümtaz, onların türküsünü dinledi: Aç kapıyı bezirganba ı, bezirganba ı Kapı hakkı ne verirsin? Ne verirsin? Çocukların hepsi gürbüz ve güzeldi. Fakat, üstleri ba ları peri andı. Bir zamanlar Hekimo lu Ali Pa a'nın kona ı bulunan bir mahallede bu hayat döküntüsü evler, bu fakir kıyafet, bu türkü ona garip dü ünceler veriyordu. Nuran, çocuklu unda bu oyunu muhakkak oynamı tı. Ondan evvel annesi, annesinin annesi de aynı türküyü söylemi ler ve aynı oyunu oynamı lardı. -Devam etmesi lazım gelen, i te bu türküdür. Çocuklarımızın bu türküyü söyliyerek, bu oyunu oynıyarak büyümesi; ne Hekimo lu Ali Pa a'nın kendisi, ne kona ı, hatta ne de mahallesi. Her ey de i ebilir, hatta kendi irademizle de i tiririz. De i miyecek olan, hayata ekil veren, ona bizim damgamızı basan eylerdir.hsan, bunları ne kadar güzel anlardı. Bir gün, -Her ninnide milyonlarca çocuk ba ı ve rüyası vardır!- demi ti. Fakat hsan hasta idi, Nuran, onunla dargındı ve gördü ü gazete man etleri gergin vaziyetten bahsediyorlardı. Sabahtan beri dü ünmeme e, zihninin bir tarafına atma a çalı tı ı eylerin hücumu altında idi.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 12 / 279



Zavallı çocuklar, bir barut fıçısının üzerinde oynuyorlardı. Fakat türkü, eski türkü idi; demek barut fıçısı üzerinde de hayat devam ediyordu. Yava yava bir dü ünceden öbürüne gcçerek yürüyordu. Bu taraflardan hiç kimseyi bulamıyaca ını anlamı tı. Elindeki son adresi çok arkada bırakmı tı. Onu da yokladıktan sonra, Amerikan Hastahanesi'ndeki bir akrabasına telefon edecek, bir de o taraflarda arıyacaktı. Sefil, peri an mahalleler, yoksulluk yüzünden bir insan çehresini andıran eski evler arasından geçiyordu. Etrafında bir yı ın peri an ve hasta yüzlü insan vardı. Herkes ne esizdi. Herkes yarını, büyük kıyameti dü ünüyordu. Bari, u hastalık olmasaydı. Ya kendisini de ça ırırlarsa, hsan'ı hasta bırakarak gitme e mecbur kalırsa? Eve geldi i zaman Macide'yi uyuyor buldu. hsan'ın nefesi muntazamdı. Doktor, iyi haberler bırakarak gitmi ti. Ahmet, büyük annesiyle, babasının ba ı ucunda idi. Sabiha, annesinin aya ı ucunda kıvrılmı , bu sefer sahiden uyuyordu. Garip bir sükunet içinde odasına çıktı. Hemen hemen bütün dünyasını görmü tü; hemen hemen... Çünkü, Nuran'dan habersizdi. Nuran, acaba ne yapıyordu?



Mümtaz'ın hayatında hsan'la karısının çok büyük bir yeri vardır. Babasının ve annesinin birkaç hafta ara ile ölümünden sonra onu amcasının o lu büyütmü tü. Macide ve hsan, hsan ve Macide. Nuran'ı tanıyana kadar hayatı hemen hemen bu ikisinin arasında geçmi ti. hsan, onun hem babası, hem hocası idi. Macide iyile tikten sonra, iki sene için gitti i Fransa'da bile a abeyisinin tesiri devam etmi , hatta daha iyisi bu yeni muhitte ve o kadar cazip eyler arasında biraz da bu tesir yüzünden ilk sarho luklardan kurtulmu , vakit israf etmemi ti. Macide ise, kadın efkatine ve güzelli in terbiyesine en muhtaç oldu u zamanda onun hayatına girmi ti. Onu dü ünürken Mümtaz, benim çocuklu umun bir kısmı bir bahar dalı altında geçti, derdi. Hakikatte de böyle idi. Onun için hsan'ın bu seferki hastalı ı, zaten sıkıntı içinde olan genç adamı temelinden sarsmı tı. Doktorun a zından zatürree kelimesini duydu u andan itibaren, garip bir teheyyüç içinde ya ıyordu. Mümtaz, bu psikolojiyi ömründe ilk defa olarak tanımıyordu. Onun için benli ini, o sular altında uyuyan, fakat her eyi idare eden kesif tabakayı biraz da bu korku yapardı. hsan, daha o çocukken içine çöreklenen bu yılanı, kökü kalbinde a acı ondan sökebilmek için çok u ra mı tı. Fakat asıl Macide'nin eve geli i ile Mümtaz iyile mi . yüzünü güne e çevirmi ti. Onun eline geçene kadar Mümtaz, her eye



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 13 / 279



küskün, etrafa kapalı, gökten yalnız felaket bekleyen bir mahluktu ve bunda da haklıydı. Mümtaz'ın babası, S...'nin i gali gecesi, oturdukları evin sahibine dü man olan bir Rum tarafından ve onun yerine öldürülmü tü. ehrin dü ece ine yakındı. Birçok aileler ehri daha evvelden terketmi lerdi. Adamca ız da o gece karısiyle çocu unu götürmek için vasıta bulmu tu. Denkler, her ey hazırlanmı tı. Bütün günü bu i ler için dı arıda geçirmi ti. Ak amdan biraz sonra eve gelmi , haydi! demi ti; biraz bir ey yiyelim, bir saate kadar yola çıkaca ız. Yollar henüz açık. Sonra yere serilen bir örtü üzerinde yeme e oturmu lardı. Tam o esnada kapı çalınmı tı. Hizmetçi, birisinin kapıda beyi bekledi ini haber vermi ti. Babası, bütün gün ak ama kadar pe inden ko tu u yük arabasına dair bir haber geldi i zanniyle ko mu tu. Sonra bir silah sesi, tek, kuru, hatta akissiz bir ses. Ve koskoca adam bir eli karnının üstünde, adeta sürünerek, yukarıya kadar çıkmı ve orada sofada, yere yıkılmı tı. Bunların hepsi be dakika bile sürmemi ti. Ana o ul ne a a ıda konu ulanları, ne de gelenlerin kim oldu unu ö renmi lerdi. Sadece silah sesinin arkasından yoku a a ı bir ko u ma olmu tu. Daha onlar, olup bitenin a kınlı ı içinde iken, yakından top sesleri duyulma a ba lamı tı. Biraz sonra kom ular gelmi , ihtiyar bir adam onları ölünün üstünden kaldırma a çalı mı , -Bu kadar iyili ini gördük. u adamı açıkta bırakmıyalım, gömelim, ehittir, elbisesiyle gömülür- demi ti. Sonra isli bir fenerle yarı çılgın bir bahçıvanın tuttu u henüz denge girmemi petrol lambasının ı ı ı altında, bahçenin bir kö esinde, büyükçe bir a acın dibinde, alelacele bir mezar kazmı lardı. Mümtaz bu sahneyi hiç unutamadı. Annesi yukarıda hep ölünün üstünde a lıyordu. Kendisi bahçe kapısının bir kanadına yapı mı , büyülenmi gibi oradan a acın dibinde çalı anlara bakıyordu. Üç insan, a acın dalına astıkları bir fenerin altında çalı ıyorlardı. Fenerin ı ı ı ikide bir rüzgarla kısılıyor, sönecek gibi oluyor, ihtiyar bostancı ceketinin ete ini kaldırmı , lambanın sönmemesine dikkat ediyordu. Bu iki ı ık altında gölgeler büyüyor, küçülüyor, top sesleri arasından annesinin çı lı ı kazma seslerine karı ıyordu. Sona do ru hava birden kızılla mı tı. Bu kızıllık evin bulundu u taraftan geliyordu. ehir alabildi ine yanıyordu. Hakikatte yangın bir saat evvel ba lamı tı. Bahçedekiler imdi kıpkırmızı bir gö ün altında çalı ıyorlardı. Bir an sonra tek tük arapnel parçaları bahçeye dü me e ba ladı. Sonra ehirde büyük, bendini yıkmı sularınkini geçen bir u ultu ba ladı. Bu her türlü sesten bir mah erdi. Bir adam bahçenin çitinden içeriye atladı. ehre giriyorlar, diye ba ırdı. O zaman hepsi birden durdular. Fakat annesi a a ıya inmi yalvarıyordu. Mümtaz daha fazlasına dayanamadı, eli birdenbire tutundu u kapının kanadında gev edi ve yere yıkıldı. Oldu u yerde kula ına birtakım sesler geliyor, fakat etrafındakilerden büsbütün ba ka eyler görüyordu. Babası her ak am yaptı ı gibi büyük kesme billur lambanın i esini çıkarmı , onu yakma a çalı ıyordu. Uyandı ı zaman kendisini çitlerin dı ında buldu. Annesi, yürüyebilecek misin? diye soruyordu. Mümtaz a kın a kın etrafına bakındı; hiçbir ey anlamadan, -yürürüm- dedi. Kendisinden yürümesi isteniliyordu. O da yürüyecekti.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 14 / 279



Mümtaz bu yolculu u bir türlü tam olarak hatırlıyamazdı. Hangi tepeden ehrin yanı ını seyretmi ler? Hangi büyük yolda o yüzlerce insanlık acayip, peri an, mustarip kafileye katılmı lardı? Kim onları sabaha kar ı o yaylıya koymu , kendisini arabacının yanına oturtmu tu? Bunlar cevapsız kalan suallerdi. Hafızasında gerisi gelmeyen birkaç hayal vardı. Bunlardan biri, annesinin yola çıkar çıkmaz de i mesiydi. Artık o, kocasının ölüsü üzerinde a layan, sızlayan kadın de ildi. Yola çıkmı , o lunu ve kendisini kurtarma a çalı an kadındı. Sessiz, sedasız, küçük kafileyi idare edenlerin dediklerini yapıyordu. O lunun elinden sıkı sıkı tutmu , yürüyordu. Mümtaz avuçlarında hala bu kilitlenmenin, belki ölümün ötesine kadar sürecek kavrayı ını duyardı. Bazen hayal daha vazıh olur. Annesini yanıba ında, yırtık çar afı, zayıf ve kaskatı yüzü ile, dimdik gördü ü olurdu. Sonra arabada, ba ını her arkaya çeviri inde onu biraz daha solgun, erimi yüzü, hapsedilmi gözya larıyle adeta bir yara haline gelmi , her eyden biraz daha uzak görürdü. kinci geceyi, bozkırı adeta tek ba ına bekleyen beyaz, kireç sıvalı geni bir handa geçirmi lerdi. Hanın merdiveni dı arıdandı ve odaların pencereleri sonbaharda öte beri kurutulan yere açılıyordu. Mümtaz bu odalardan birinde dört be çocuk ve bir o kadar kadınla beraber yatmı tı. Hanın kapısının önünde araba ve ahıra sı mayan bir yı ın deve ile katır vardı. çiçe girmi , dinlenen bu hayvanlardan biri silkinince, hepsi birden harekete geçiyor, küçük çan sesleri, nöbetçilerin ba ırı ları, küçük bir rüzgarın ve sessizli in kim bilir nerelerden, hangi uzak da ların ete inden, ıssız vadilerden, insansız kalmı köylerden toplayıp, odalarını aydınlatan isli lambanın etrafına getirip yı dı ı bozkır gecesini, onun sessizli ini, gurbet duygusunu bozuyordu. Arada sırada kapının önünde karanlıkta cıgara içen erkeklerin yüksek sesle konu tukları eyler yukarıya, onlara kadar çıkıyordu. Bunlar manasını anlamadan, içini ümitsizlikle, hınçla dolduran, o zamana kadar farkına varmadan ya adı ı hayatı, küçük, nazlı, iyilikle dolu hayatı birdenbire kendisi için çok katı, çok zalim ve anla ılmaz yapan kelimeler, cümlelerdi. Sonra açık pencereden bir rüzgar kabarıyor, çar aflardan yapılmı perdeler i iyor, etrafındaki gürültülere daha uzak yerlerden gelen gürültü karı ıyordu. Geceyarısına do ru büyük bir amata ile uyandılar. Zaten etraftaki sessizlik o kadar tam, o kadar sert, fakat çok ince bir madde gibi bütün hayatlarını örtmü tü ki, en ufak ses, en küçük gürültü, kırılan bir camdan içeriye dü en bir madde gibi büyük bir angırtıyla, bir yıkılı , bir devrili hissiyle onlara geliyordu. Hemen herkes pencereye ve hatta dı arıya ü ü tü. Yalnız Mümtaz'ın annesi, oldu u yerde kalmı tı. Bunlar dört atlıydılar. Atlılardan biri, terkisinden bir ey indirdi. Atların burnuna kadar sokulan Mümtaz, bir genç kadının: -Emmi, Allah senden razı olsun, diye mırıldandı ını i itti. Hancının tuttu u ı ıkta kadının büyük siyah gözleri görünüyordu. Vücudunun alt kısmı, afyon tarlalarında çalı an kadınların kullandı ı cinsten bir pe temalla örtülü idi. Belden yukarısında bir efe ceketi vardı. Yeni gelenler, demin, odalara çay getiren hancı çıra ının uzattı ı testiden



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 15 / 279



su içtiler, hancının verdi i ekmekleri aldılar, kıl torbaları arpa ile doldurdular. Her ey evvelden hazırlanmı gibi çarçabuk oluverdi. Hanın önünde oturan erkekler hep havadis soruyorlardı. -S...'nin üstünde muharebe oluyor. Yarın ak ama kadar vaktiniz var. Fakat çok gecikmeyin, arkadan büyük kalabalık geliyor. Sonra hemen, veda etmeden atlarını mahmuzladılar. Nereye gidiyorlardı? Ne i leri vardı? Mümtaz yukarıya annesinin yanına çıktı ı zaman, demin gelen kadının on sekiz, yirmi ya larında bir kız oldu unu, annesinin yanına oldu u gibi boylu boyunca uzanmı , gözleri açık, yüzü adeta kaskatı, hıçkırdı ını gördü. Annesi biraz geriye çekilerek ona yer açtı. Mümtaz bu genç kızı yalnız birkaç saat gördü. Fakat o geceden sonraki uykularında, onun, bütün gece vücudunda duydu u yakınlı ının verdi i duyguyu duydu. Uzun zaman, o gece birkaç kere oldu u gibi, onun kolları arasında, onun gö sü gö sünde ve saçları yüzünü örtmü , yahut alnı nefesiyle bu ulu uyandı. Genç kız ikide bir teheyyüçle uyanıyordu. O zaman kesik, adeta insan dı ı hıçkırıklarla inliyordu. Bu, belki annesinin dalgın sükutu kadar acı bir eydi. Fakat uykuya dalar dalmaz, bacakları ve kollarıyle Mümtaz'ı kavrıyor, sanki annesinin koynundan zorla çekiyor, yüzü bütün bir saç ve nefes kalabalı ıyle yüzüne geçiyor, yahut onu gö sünün tam ortasına çekip bastırıyordu. Mümtaz sık sık bir kucaklayı tan veya iniltilerden uyandıkça, bu yabancı ve bilinmedik i tihalarla dolu vücudu bu kadar kendisiyle içiçe görmekten a ırıyor, bütün vücuduyle, bir ak am evvel ilk tecrübesini yaptı ı ölümden ba ka türlü ölme e hazır bu vücut, yakla tı ı her eyi adeta nefesinde yumu ak bir maden gibi eriten bu nefes, bu acayip ve gergin yüz onu korkutuyor, hala yanmakta devam eden gaz lambasının ı ı ında gözlerinin kendinde olmayan pırıltısını görmemek için gözlerini yumuyordu. Sanki kendi ba ına i leyen bu ten i tihasının, bu sıcak sokulu un ve onların bo lu unu tam zıddıyle dolduran iniltilerin hiç tatmadı ı cinsten bir büyüsü vardı. Onun için bir türlü bu kucaklayı tan kendisini kurtaramıyor, ılık ve kokulu bir suda uyumu yorgun bir insanın hem bo ulmaktan korkan, hem de uykunun uyu uklu undan kendisini bir türlü kurtaramayan o garip ve ikizli haliyle onlara kendisini terkediveriyordu. Bu, o zamana kadar tatmadı ı bir duyguydu. O zamana kadar muayyen duyumların ötesine geçmeyen vücudu, sanki yepyeni bir dünyaya açılmı tı; bir nevi sarho luk içinde vücudunun hiç bilmedi i ve tanımadı ı noktalarına, sade lezzet anları ta ınıp duruyordu. çinde bazı uyku sonlarını andıran çok lezzetli bir tükenme duygusu, hatta bu sıcak kavrayı ve sokulu ların içinde bir tükenme arzusu vardı. Ve bu arzu en son haddine, uurun kaybına vardı ı, insan ve etrafının adeta birle ti i anda bütün o yorgunluk ve acıların harap etti i beden birdenbire uykuya geçiyordu. Gariptir ki, uyku ba lar ba lamaz hep bir gece evvel bayıldı ı zamanki rüyayı, babasını, büyük kesme billur petrol lambasıyle görüyor, fakat hayal, kendisini ilk defa doyuran acıyle beraber geldi i için onu çok defa iddetle uyandırıyor. O zaman içindeki acı, kuca ında yattı ı genç vücuttan bütün uzviyetini kaplıyan hazla birle iyor, garip, çift manalı ve vücutlu bir ey



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 16 / 279



oluyordu. Sabaha kar ı tam uyandı ı zaman kendisini genç kızın kolları arasında, çenesi küçük çenesine dayanmı , bütün uzviyetiyle kendisine sahip buldu, gözleri yüzüne garip bir ısrarla açılmı tı. Mümtaz bu gözleri görmemek için gözlerini tekrar kapadı ve korka korka annesine do ru döndü. kinci hatıra böyle karı ık de ildi. O günün ikindisinden sonra idi. Bindikleri araba kafileyi çok geride bırakmı tı. Annesi, üç kadın ve kendisinden çok küçük iki çocukla beraber arabanın içindeydiler. Dün ak amki genç kız da orada, yaylının tam arkasına dü en tarafındaydı. Arabacı B...'a yakla tı ını söylüyor, ikide bir fırsat bularak arabanın içine do ru ba ını çeviriyordu. Mümtaz bu konu ma ve anlatma ihtiyacının genç kıza hitap etti ini iyi biliyordu. Fakat genç kız ne ona, ne de atını arabanın yanından ayırmayan jandarmaya, ne de hiç kimseye tek kelime söylüyordu. Dün geceki iniltileri kesilmi ti. Mümtaz, onu görmek ihtiyacıyle çıldırıyor; fakat buna cesaret edemedi i için ba ını çevirip annesini bile aramıyordu. Genç kızdan adeta korkuyor ve bu korku zaman zaman omuzunu omuzuna dayandıkça çok insafsız bir ey oluyordu. Bu, garip, dün ak amın sıcaklı ından mahrum, fakat onların hatırasıyle dolu bir temastı ve genç adam farkında olmadan onların kendisine do ru gelmesini arzu ediyor, bu bekleyi içinde omuzu adeta katıla ıyordu. te bu bekleyi lerden birindeydi ki, gözü arabacının elinde tuttu u me in kırbacın ucundaki mavi boncuklarda, hiçbir ey dü ünmeden beklerken o zamana kadar duydu u acıların çok üstünde, çok de i ik, her ayrılı ı atlamaya hazır, aralarındaki her mesafeyi küçük gören bir acıyle, babasını hatırladı. Onu bir daha göremiyecekti. O sonuna kadar hayatından çekilmi ti. Mümtaz bu anı bütün hayatında unutamazdı. Her ey oldu u gibi gözlerinin önünde idi. Me in kırbacın ucunda mavi boncuklar, sonbahar güne inin içinde olduklarından daha ba ka türlü parlak, bir kısmı havada, bir kısmı kendi önündeki atın kalçası üstünde parlıyordu. Atlar yelelerini sallıyarak ko uyorlardı. Biraz ilerilerindeki bir telgraf dire inin ucundan geni kanatlı bir ku havalanmı tı. Etraf sapsarıydı ve arabaların gürültüsünden, arabanın içinde a lıyan üç ya ındaki kızın sesinden ba ka hiçbir ses yoktu, kendisi arabacının yanındaydı, arkasında dün ak am sabaha kadar onu kucaklayan, bilmedi i bir i tihayı onun kapalı vücudunda yıkan genç kız ve onun tam kar ısında da ne oldu unu, hatta ne olaca ını bilmedi i annesi vardı. Birdenbire babasını oldu u gibi kar ısında gördü ve bu hayal ona bir daha onu görmeyece ini, sonuna kadar onun varlı ından uzak kalaca ını, bir insanı bir daha görmemenin, sesini bir daha i itmemenin, bir daha hayatına girmemenin keskin ve yenilmez acısıyle ona hatırlattı. Tam bu esnada belki de geçirdi i fenalı ın farkına varan köylü kız dü mesin diye onu tutmu tu. Böylece, bir gece evvelin garip duyumları, babasının ölümüyle yeni ba tan ve çözülmez bir ekilde



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 17 / 279



birle ti. çinde büyük bir günah i lemi duygusu vardı; kendisini bilmedi i eylerden mücrim sanıyordu. Belki de o anda sormu olsalar, babamın ölümüne ben sebep oldum, derdi. Bu çok korkunç bir duygu idi. Kendisini son derecede sefil buluyordu. Bu garip ruh hali Mümtaz'da senelerce devam edecek, her adım atı ında aya ına takılacaktır. lk gençli ine girdi i devirlerde bile Mümtaz bu hislerin içinde kalacaktır. Rüyalarının bir tarafını dolduran hayaller, o garip tereddütleri, korkuları, hayatının zenginli ini ve ıstırabını yapan bir yı ın ruh hali hep bu ikiz tesadüfe ba lıdır. Genç kız B...'de onlardan ayrıldı. ehrin yarı harap sokaklarından birinde büyük bir güne lekesinin içinde araba durdu. Hiçbir ey demeden, kimseye bakmadan kız arabadan atladı. Ko a ko a atların önünden kar ı tarafa geçti ve oradan Mümtaz'a son defa baktı. Sonra yine ko a ko a yan sokaklardan birine saptı. Mümtaz ilk ve son defa, bu güne in içinde onun yüzünü gördü. Sa aka ından çenesine kadar henüz iyi olmu bir bıçak yarası vardı. Bu yara yüze garip bir sertlik veriyordu. Fakat Mümtaz'a bakarken gözlerinin içi güldü ve çehresi yumu adı. Bundan iki gün sonra bir ak amüstü Mümtaz'la, annesi, A...'ya geldiler ve uzak bir akrabanın evine indiler. V Burası Akdeniz'di. Mümtaz, Akdeniz'in ne oldu unu, nasıl bir hayat rahatlı iyle insanı kavradı ını, güne in, berrak havanın, ufkun çizgisine kadar uzanan ve her dalgayı, her kıvrımı kendi kenarlariyle göze nak eden sarahatin, insanı nasıl terbiye etti ini, ruhumuza nasıl do du unu, hulasa üzümle zeytini, mistik ilhamla vazıh dü ünceyi, en çetin ihtirasla ferdi huzur endi esini elele yürüten tabiatın mahiyetini sonra kitaplardan ö rendi. Fakat onları o ya ta bilmemesi, onlardan lezzet alınaması demek de ildi. Buradaki zamanı, hayatının sürüp giden kötü tesadüflerine ra men onun için ayrı bir mevsim oldu. S...'de hayatlarının bir tarafını yakan humma burada da vardı. Her gün ehir yeni bir havadisle çalkalanıyor, bugün yukarılarda büyük bir isyandan korku ile bahsediliyor, ertesi gün, ak am üstü unutulacak bir zaferin müjdesi sokakları ne e ile dolduruyordu. Hemen her sokak ba ında münaka alar oluyor, geceleri yarı gizli sevkiyat yapılıyor, malzeme gönderiliyordu. Evlerinin kar ısındaki otel her gün yeni ba tan dolup bo alıyordu. Fakat bunlar elmas kadar parlak bir güne in altında, bin türlü arızasında onu kabul eden, onunla de i en, hiddetli sükuneti, uzun baygınlıkları, lezzetleri hep onunla beraber yürüyen bir denizin kar ısında, bayıltıcı portakal çiçe i, hanımeli, fül kokuları arasında oluyordu. Ne kadar mustarip olursanız olun, güne bu ıstırabın arasında er geç bir çatlak buluyor, oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi iç mahzeninizden çıkarıyor, bir yı ın imkanı bir masal gibi anlatıyor. Sanki, bana inan, ben her mucizenin kayna ıyım, her ey elimden



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 18 / 279



gelir; topra ı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutup silker, uykularından uyandırırım. Dü ünceleri bal gibi eritir, kendi cevherime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulundu um yerde yeis ve hüzün olamaz. Ben, arabın ne esi ve balın tadıyım- diyordu. Ve bu nasihati dinleyen hayat, her üzüntünün üstünde cıvıl cıvıl ötüyordu. Her gün bir iki vapur ve bir yı ın deve ve mekkarenin ta ıdı ı yükler, yolcular, evlerinin kar ısındaki otelin önüne indiriliyor, denkler açılıyor, tekrar yükleniyor, çivileniyor, tahta sandıklara maden ku aklar vuruluyor, yolcular kapının önündeki iskemlelere oturup konu uyorlar, pencerelerden bir fütürist tablo gibi sade göz, sade kulak ve tecessüs, yahut arzulu kadın ba ları uzanıyor, arsız talyan neferleri i sizlikten kapıların önündeki çocuklarla saatlerce oynuyorlar, Caromio diye diye onları ça ırıyorlar, fırınlara ev hanımlarının yaptıkları börek, baklava tepsilerini ta ıyorlar, biraz arsızlık edip de azarlandı ı zamanlarda pek mahçup olmu gibi ba larını e iyorlar ve arka sokaktan dola ıp gelmek için sırıta sırıta uzakla ıyorlardı. Deppoyun önünde dünyanın en sulhperver hayvanlarına, iri develere güre yaptırıyor, tabiatın bu ölçüsüz ve sakin mahluklarını insan aklına uymu görmekle herkes mesut oluyordu. Geceleri kız, erkek çocuklar arampole, daha ba ka taraflara ay ı ı ında ve zifiri karanlıkta evlerinin bahçesine su ba lama a gidiyordu. Hulasa, hayat dar, fakat tabiat geni ve munisti. Mümtaz geldi inin daha ikinci günü bir yı ın arkada bulmu tu. Evin çocuklarıyle beraber çıkıp geziyorlar, portakal bahçelerine, Karao lan'a gidiyorlardı. Hatta ehrin dı ındaki cevizli e kadar uzanmı lardı. Mümtaz sonraları Kozyata ı'nı bu cevizli e benzetti i için sevmi ti. Fakat ekseriya gündüzleri Mermerli'de veya iskelede deniz kenarında vakit geçiriyorlar, ak ama yakın Hastahane üstüne çıkıyorlardı. Mümtaz burada, yoldan denize kadar inen büyük kayalar üstünde oturup ak am saatlerini geçirme i severdi. Bey da larının üstünde güne , sanki kendi ölümünün ayinini ve kendi yaldızdan ve koyu lacivert gölgelerden lahdini hazırlıyormu gibi, bu da ların kıvrımlarına altın ve gümü zırhlar geçirir, sonra alçalan ve arkaya devrilen kavis, bir altın yelpaze gibi açılır, büyük ı ık parçaları uraya, buraya ate ten yarasalar gibi uçar, kayaların üstüne asılırdı. Bu, bir mevsim gibi bereketli, velut saatti. Çünkü gündüzleri, sadece yosunlu, rüzgarın, ya murun sünger gibi delik de ik etti i ta parçaları olan kayalar, bu saatte birdenbire canlanırlar, birdenbire, kudretleri ve cüsseleri insanın çok üstünde, talih gibi susan ve yalnız varlıklarının içimizdeki aksiyle konu an bir yı ın hayal varlık, Mümtaz'ın etrafını alırdı. Ve Mümtaz onların arasında küçücük cüssesiyle, içinde geni leyen hayat idrakiyle bütün benli ini saran o acayip, kökü çok derinlerde, korkunun rüzgarında da ılma a çalı ırdı. Bu, her eyin ayrı ekilde dirildi i, seslerin kabartma kazandı ı, derinle en, dost yüzünü, sıcaklı ını kaybeden göklerin altında insano lunun namütenahiye do ru küçüldü ü, tabiatın bize her taraftan -ne diye ayrıldın, sefil ıstırapların oyunca ı oldun, gel, bana dön, terkibime karı , her eyi unutur, e yanın rahat ve mesut uykusunu uyursun- dedi i saatti. Mümtaz bu sesi ta belkemiklerine varıncaya kadar duyar ve manasını pek anlamadı ı bu davete



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 19 / 279



ko mamak için küçücük varlı ı katıla ır, kendi üstüne kapanırdı. Bazen de daha ilerilere, denize çok yukarıdan bakan kayalıklara kadar gider, orada yosun bakı lı uçurumun kenarında, durulmu suyun ye il ve somaki bir ayna gibi ak amın son ganimetlerine açılı ını, bir anne rahmi gibi bu ı ık parçalarını alı ını ve yava yava onların üstüne kapanı ını, örtülü ünü seyrederdı. Ta yerin altından, ilerleyen ve gerileyen dalgaların sa ır gürültüsü, küçük piyanolar, a k fısıltıları, kanat çırpı ları, ıpırtılar, hulasa bilinmeyen varlıkların, yalnız günün bu saati için ya ayan, ak amla gecenin arasındaki geçidi doldurduktan sonra kim bilir hangi sedef kabu unda, balık pulunda, kaya çukurunda, ay ve yıldız aksinde uyuyan binlerce varlı ın sesleriyle kenarları pul pul, akisleri renkli büyük davetler onu ça ırırdı. Nereye ça ırırlardı? Mümtaz bunu bilseydi, belki bu davete ko ardı. Çünkü suyun sesi, a kın, ihtirasın sesinden kuvvetlidir. Karanlıkta su sesi insanın içindeki ölüm mayasının dilini konu ur. Mümtaz, bu karanlık aynada henüz ba langıçta olan ömrünün dost hayallerini, babasının altında yattı ı a acı, oldu u gibi bıraktı ı mesut çocuk saatlerini, han odasında bakir tenine çok derin bir a ı gibi yapı an köylü kızını, büyük siyah gözlerini her an bu u ultulu davete ko ma a hazır bir ürperme ile arar, sonra onun sadece bo lu un aynası oldu unu görünce yerinden kalkar, kabuslu bir rüyadan çıkar gibi kayaların dev gölgeleri arasından, her adımda sendeliyerek, solmaya çalı ırdı. Ona öyle gelirdi ki, bütün bu kayalar, o, yanıba larından geçerken dirilecekler, neredeyse bir el uzanacak bir tarafından onu yakalıyacak, yahut biri sırtındaki harmaniyi ba ının üstüne atacaktı. Çünkü bu kalabalı ın gündüz ı ı ında bile insanı ürperten bir manzarası vardı. Onlar canlı bir tabiat parçasından ziyade, kim bilir hangi felaketle oldukları vaziyette donup kalmı mahluklara benzerlerdi. Fakat asıl korkuncu; muhayyilenin durdu u anlardaki manzaralarıydı. O zaman hayattan bo altılmı , ebediyen ona yabancı, onu inkar eden bir çehre takınırlardı. Sanki -biz hayatın dı ındayız, derlerdi. Hayatın dı ında... O, her eyi besleyen hayat suyu bizden çekilmi tir. Ölüm bile bizim kadar kısır de ilidir.- Hakikaten çocukken oynamasını o kadar sevdi i ve ömrünün sonuna kadar sevece i bir balçık parçası bu kayaların yanında ne kadar canlıydı. Onun yumu ak ve ekilsiz varlı ı, her ekli, her iradeyi, hatta dü ünceyi bile kabul edebilirdi. Fakat bu sert kaya parçaları hayattan ebediyen uzaktılar; rüzgar eser, ya mur ya ar, zerre zerre ufalırlar, dev cüsselerinde derin izler, oluklar peydahlanır; fakat hiçbiri onlardan ilk felaketin eliyle yo rulup kaldıkları hali gideremezdi. Onlar hayat yolunun üzerinde soracak belli hiçbir sualleri olmadı ı için, her suali birden soran sonsuz zamanın içinden gelmi zalim, ha in sembollerdi. Bazen bir yarasa, tam adım attı ı yerden fırlar, cinsini bilmedi i bir ba ka ku uzakta yavrularını ça ırırdı. Kayalıktan sıyrıldı ı zaman içi rahatlardı. Düz osede adımlarını yava latır, bir daha gelmem! diye karar verirdi. Fakat bilinmezin lezzeti gariptir, ertesi ak am yine orada, ya denizin kenarında, yahut sadece yola yakın bir kayanın



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 20 / 279



üstünde bulunurdu. Bu hazzı tek ba ına tadabilmek için daha gündüzden çareler arar, arkada larından ayrılırdı. Bir gün arkada ları, onu Güvercinlik'e götürdüler. Bu Hastahane üstü ile Konyaaltı arasında, ehirden epeyce uzak bir yerde bir deniz ma arası idi. Bir müddet deniz boyunca yürümü ler, sonra kayaların arasına sapmı lar, nihayet bir oyuktan yeraltına girme e ba lamı lardı. Zifiri bir karanlık içinde ve elleriyle dizleri üstünde sürtünerek yürümek, Mümtaz'ın pek ho una gitmi ti. Fakat bu dehlizin sonunda birdenbire ortalık, güne e arasından bakılan taze yaprak ye ili bir aydınlıkla aydınlanmı ve bu aydınlık içinde asıl ma araya atlamı lardı. Elleri ve dizkapakları yara ve yırtık içinde kalmasına ra men, bu koyu tir e ile nefti arasında de i en aydınlık Mümtaz'ı çıldırtmı tı. Denizin oydu u kaya parçası içinde, dalgalar çekildi i zaman, durgun, az derin, dibindeki balıklar, kaya kenarlarındaki yengeç ve böcekler görünecek kadar berrak sulu, son derecede tabiiye benzer yapılmı rokay bir havuza benzeyen gölce iz, ortasındaki küçük ta parçası adasıyle kalıyordu. Burası ma aranın deniz tarafından yakla ılabilen kısmıydı. Onun arkasında, geldikleri taraf daha geni ve biraz yüksek, fakat hep kaya parçaları dolu büyükçe bir salon te kil ediyordu. Dalga çarpıp ma aranın a zını örttü ü zaman her taraf yemye il oluyordu. Sonra garip, adeta toprak altından gelen bir yı ın gürültü ile su bo anıyor, etraf güne li denizin gönderdi i akislerle aydınlanıyordu. O gün Mümtaz, kısa pantalonuyle, iki eli çenesinin iki yanında, çömeldi i bir ta ın üstünden saatlerce, hiç konu madan bu ı ık gölge oyununu seyretti. Acaba ne dü ünmü tü, neyi beklemi ti? Bu dalgaların ona getirecekleri bir ey oldu unu mu sanıyordu; yoksa ma aranın içine dolup bo alan suyun o acayip u ultusuna mı kendini kaptırmı tı? Bu seslerde onun için neyin, hangi sırrın daveti vardı? Ak ama do ru bir tesadüfle oraya kadar gelmi bir kayık kolayca onları iskeleye getirdi. Mümtaz acele acele arkada larından ayrıldı ve eve ko tu. Gördü ü eyi annesine anlatmak istiyordu. Fakat kadın o kadar harap haldeydi ki, hiçbir ey söylemedi ve bir daha da annesini yalnız bırakmadı. Günlerini orada, hastanın yata ının yanıba ında, kah ona bakarak, kah dü ünerek, okuyarak geçirdi. Her gün ö leye do ru telgrafhaneye gidiyor, annesinin çekti i telgrafın cevabının gelip gelmedi ini ö reniyordu. Sonra hastanın odasına kapanıyor, daima hareketli, daima canlı soka ın kendisine kadar çıkan gürültüsü içinde ona arkada lık ediyordu. Ak am oldu mu pencerenin yanına otururdu. Kaç gündür sokakta küçük bir çocuk peyda olmu tu. Her ak am elinde bo bir i e veya ba ka bir kap, evlerinin önünden, türkü söyliyerek geçerdi. Mümtaz, daha soka ın ba ında iken onun sesini tanırdı: Ak am oldu yakamadım gazımı, Kadir Mevlam böyle yazmı yazımı,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 21 / 279



Doya doya sevemedim kuzumu, Ben ölürsem yavrum seni döverler. Mümtaz, annesinin her ba ını kaldırdıkça, üstüne dikilmi bakı larında bu türkünün güftesine benzer bir mana bulundu unu zannederek içi sızlardı. Bununla beraber onu dinlemekten de vazgeçemezdi. Çocu un sesi güzel ve gürdü. Fakat henüz çok küçük, onun için tam na menin ortasında a layı a benziyen garip yırtılı ları olurdu. Evlerinin biraz ilerisinde, a a ıya do ru giden soka ın tam ba ında türkü de i irdi. Ses birdenbire yükselir, aydınlanırdı. O kadar ki, evlerin duvarlarında, yolun üstünde, hatta havaya çarptıkça sanki çok parlak akislerle kırılırdı: u zmir'in minaresi sedeften, annem sedeften Sen doldur ben içeyim kadehten, aman kadehten... Mümtaz, bu ikinci türkü ile küçücük ömrünün henüz manasını dahi kavramadı ı kederlerin içinden çıkar, birdenbire çok ı ıklı, taptaze; fakat bununla beraber yine hasret ve ıstırap dolu ba ka bir dünyaya girerdi. Bu, bir ucu zmir'in Kordonboyu'nda ba layan, öbür ucu babasının hiç anlıyamadı ı ölümünde biten dünya idi. Orada da kendi çocuk muhayyilesine sı mayan bir yı ın ey, orada da ölüm, gurbet, kan, yalnızlık ve içinde çöreklenen o yedi ba lı ejder hüznü vardı. Kim oldu unu bilmedi i, fakat annesinin de i itece i korkusu ile ürpererek yolunu bekledi i çocuk geçince, Mümtaz için gün denen ey kapa ını kapatıyordu. Ondan sonra ta ertesi ak ama kadar yekpare bir zaman vardı. Annesi o hafta içinde bir gece sabaha kar ı öldü. Ölmeden evvel o lundan su istemi , sonra ona bir eyler söyleme e çalı mı ; fakat bir türlü muvaffak olamamı , sonra yüzü birdenbire sapsarı kesilmi , gözleri kaymı , dudakları bir iki defa titredikten sonra kaskatı kesilmi ti. Mümtaz'ın hafızası bu son anı oldu u gibi tespit etmi ti. Bu ölümün arkasında da bir türlü dolduramadı ı uzun bir bo luk vardır. Belki de çocuk bu sıkıntı günlerini hatırlama a çalı a çalı a zihninde bu zaman bo lu unu kendisi yaratmı tı. Yalnız stanbul'a gönderilmek için vapura bindirilece i günü bütün teferruatiyle hatırlıyordu. O gün, onu hısım, akraba hep birden bir eski camiin avlusundaki küçük bir mezarlı a götürmü ler, orada henüz düzeltilmi bir toprak yı ınını göstererek, annen burada yatıyor, demi lerdi. Fakat Mümtaz bu mezarı bir türlü benimsememi ti. O, zihninde annesini babasının yanına gömdü. Zaten aradaki zaman farkı çok azdı... Orada, büyük ölüm a acının altında babasıyle beraber yatması daha iyi ve daha güzeldi. Belki de bütün ömrünce ikisini beraber görme e alı tı ı için, ayrı ayrı yerlerde yattıklarını dü ünmek ona a ır geliyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 22 / 279



Mümtaz, o günü çok iyi hatırlardı. Her taraf güne içinde idi. Aydınlık evlerin tahta duvarlarında, kiremitler üstünde, bembeyaz osede ve yol a ızlarından ikide bir kar ılarına çıkan deniz parçalarında, eski camiin sarı boyalı duvarlarında, mezarlı ın küçük ve tozlu a açlarında, sivri ta larında, dönü te bir aylık arkada larını oynar gördü ü yıkık kale bedenlerinde, her tarafta billur sazlarını kurmu , o acayip, sari, her eyi yenen hayat arkısını söylüyordu... Arılar, sinekler, küçük sokak kedileri, oturdukları evin önünü benimsiyen köpek, her tarafa da ılmı güvercinler, herkes ve her ey bu musıkiden, bu davetten sarho tu. Yalnız bir ki i, ona öyle geliyordu ki, yalnız kendisi bu ziyafetin dı ındaydı. Talih bir iradesiyle onu herkesten ayırmı tı. Ne olacaktı? Bunu bilmiyordu. stanbul'a gidecekti; fakat kimin yanına? Nasıl kar ılayacaklardı? Annesini, babasını bir daha görmiyecekti. Fakat bu acıya imdi tek ba ına kalmı insanın biçareli i de karı ıyordu. çinde müthi bir a lamak arzusu vardı. Bununla beraber a lamak istemiyordu. Bu güne in ortasında, bu her tesadüf ettikleri insanın adeta bir arkı mırıldanır gibi geçti i yolda, bu berrak denizin kar ısında a lamak, kendisine olmıyacak bir ey gibi geliyordu. Nihayet a lamak, biraz da etrafındaki insanları kendisine acındırmak olacaktı. O insanlar çoktan kendisinden bıkmı olmalıydılar. Kaç gündür, evde acayip ba sallamaları, kendisini arkasından takip etti ini sandı ı, adeta omuzunda yakıcı bir ey gibi duydu u uzun bakı lar hissediyordu. Bir yük oldu unu sanıyor ve talihine kızıyordu. Onun için a lamamalıydı. Fakat bir talihi, garip, herkesinkinden çok ba ka bir talihi oldu u da muhakkaktı. Vapur ikindiye do ru kalkacaktı. Onu bütün aile iskeleye kadar indirdiler. Orada stanbul'a götürecek eski bir memurla karısına teslim ettiler. Mümtaz, talihe küskünlü ü içinde onlarla oracıkta vedala maktan memnun oldu. Hatta kendisine o kadar dostluk gösteren evin büyük o lunun aralarında bulunmadı ını fark bile etmedi. Garip bir tiksinme içindeydi. Bu güne gözlerine batıyor; payla amadı ı bu ne e onu rahatsız ediyordu. Çok karanlık, çok siyah, sessiz bir yer istiyordu. Tıpkı annesinin mezarı gibi bir yer. Kuytu bir cami duvarının kenarında, güne in girmedi i, o billur sazların insan talihiyle alay etmedi i, arıların hayattan ve güne ten sarho , vızıldamadıkları, çocukların güne te kırılmı ayna gibi insana batan berrak çı lıklarla gülüp konu madıkları bir yer... Uzakta simsiyah cüssesini gördü ü vapur onun için ho una gidiyordu. Hiçbir ey konu mamı , te ekkür bile etmemi , sadece el ve yanak öperek, hatta bütün bunları acele acele yaparak ayrılmı tı. stanbul'da, onu büyük yengesiyle hsan kar ıladılar. hsan Mısır'daki esirli inden yeni dönmü tür. Sıhhati Anadolu'ya geçmesine maniydi. Onun için stanbul'da gizli bir te kilatta çalı ıyordu. Babası, evde karde inin o lundan çok bahsetmi ti. hsan'a bayılıyorum. n allah Mümtaz da büyüyünce ona benzer-, Bizim ailede galiba en akıllı adam hsan'dır-, - u çocuk bir kere sa salim dönse...- gibi sözler hemen her gün evde geçerdi. Mümtaz babasının bu sözlerini dinlerken, amcasının kendisinden yirmi üç ya



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 23 / 279



büyük o luna, kendi zihninde ba ka türlü birkaç sima birden hazırlamı tı. Fakat vapurda kendisini kar ılama a geldi i zaman, realitenin bu hazırlanmı çehrelerin hepsinden iyi ve güzel oldu unu anladı. Bir aya ı sakat, çiçekbozu u, gözlerinin içi gülen bir adam birdenbire onu yakalamı ; -Emmi o lu böyle sevilmez...- diye havaya kaldırmı , -Böyle asık suratlı olma, her eyi unut...- diye ö üt vermi , hatta kar ılık beklemeden onunla arkada olmu tu. Mümtaz ehzadeba ı'ndaki evin hayatına epeyce güç alı mı tı. Yengesi ihtiyar ve çok acı görmü bir kadındı. hsan çok me guldü. Hocalı ından ba ka evde de birçok yazması, okuması vardı. Onun için mektebin dı ında hemen hemen günleri yalnız geçiyordu. Ona evin üst katında hsan'ın odasının üstündeki odayı vermi lerdi. Onun yanındaki büyük oda sonraları bir kö esinde onun da çalı tı ı kütüphane idi. Mümtaz ilk defa bu kadar kitapla bir yı ın resim ve öteberi ile kar ıla tı ı zaman a ırmı tı. Sonra evin hayatına alı ınca bu kütüphane onu çekmi ti. lk okumaları bu kütüphanenin tesadüfüyle olmu tu. Roman, hikaye, manasını bir türlü kavrayamadı ı iir kitapları bu senenin asıl arkada larıydı. Ertesi sene onu Galatasaray'a verdiler. Bir hafta sonra da hsan Macide ile evlendi. Mümtaz a abeyisinin karısını ilk görü te be enmi , hsan'ın adeta alay ederek, nasıl buldun? diye yaptı ı i arete farkında olmadan, çok mesudum, diye cevap vermi ti. Mümtaz'ın bu çocukça cevabında bütün bir hakikat de vardı. Macide etrafındaki her eye kendi içindeki saadet duygusunu geçiren insanlardandı. Bu, onun cevherinde vardı: Güzelli i, iyi ahlakı, sakin tabiatı sonradan hissedilirdi. Onun geli iyle evin hayatı derhal de i ti. hsan'ın uzun sükutları yumu adı; büyük yengenin mazi hasreti kesildi. Mümtaz'a ise kendisinden on iki ya büyük bir arkada gelmi ti. O kadar ki, aradan birkaç hafta geçince mektebe yatılı girdi ine üzülme e ba ladı. O zamana kadar kendisini misafir gibi gördü ü ev birdenbire onun oluvermi ti. nsanın sevdi i bir ev olunca kendisine mahsus bir hayatı da olur. O zamana kadar S...'deki son gecede kendisi için her eyin bitti i, hayatın dı ında çok hususi bir talihle, herkesten ayrı olarak ya adı ını sanan Mümtaz, birdenbire kendisini yeni bir hayatın içinde buldu: Etrafında bir hayat vardı ve o, bu hayatın bir parçasıydı. Bu hayatın ortasında Macide adlı acayip bir mahluk vardı. Her eyi, herkesi pe inden sürükleyen, bir büyü gibi de i tiren küçük bir kadın... Tatil günlerinde bu küçük kadın Mümtaz'ı mektepten alıyor, saatlerce aç karnına onunla ma aza önlerinde durarak, gelen geçene bakarak Beyo lu'nda geziyorlar, öteberi alıyorlar, sonra iki mektep kaça ı gibi geç kalmı olmaktan korka korka eve dönüyorlardı. Mektebe gidece i saatte Macide yine yanıba ındaydı. Çantasını o hazırlıyor, giyini ini o idare ediyordu. Bu bir anne de ildi, bir karde de de ildi, belki koruyucu bir melekti. Varlı ı her eyi de i tiren, e yayı insana dost eden, günün saatlerine tatlı bir hava geçiren sırlı bir mahluk. Mümtaz hsan'ı daha sonra, asıl onun fikir hayatına girince tanıdı. Hiç farkına vardırmadan çocu u takip etmi , istidat ve temayüllerini



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 24 / 279



ö renmi , onları beslemi ti. Daha on yedi ya ında Mümtaz kendisini bir e i in önünde, onu geçmek için hazır bulunuyordu. Eski divanları okumu , tarih zevkini almı tı. Tarih dersini, onlara hsan veriyordu. Sınıfta ilk defa amcasının o lunu görünce, ben tanıdı ım insandan nasıl bir eyler ö renirim?.. diye dü ünmü tü. Fakat ders ba layınca bunun tanıdı ı insandan büsbütün ba ka biri oldu unu anlamı tı. Daha ilk günden bütün sınıf ona hayran olmu tu. hsan onlar için Ganimed'in kartalı gibi bir ey olmu tu. Daha ilk günde yakalamı , vakıa herhangi bir Olimposa çıkarmamı ; fakat hiç olmazsa kendi kendilerine yürüyecekleri bir yolun ba ına getirmi ti. Seneler geçtikten sonra bile o ve arkada ları bu ilk saatten hafızalarında kalan cümleleri hatırlarlardı. Mümtaz için bu ders evde de devam ediyordu. Ve bir gün farkına varmadan hsan'ın adeta küçük bir yol arkada ı oldu unu, birçok eyleri kendisine anlattı ını, kendisiyle münaka a etti ini, ona ufak tefek yardımlar etti ini görünce a ırmı tı. Hammer'de unu arayıver; bak bakalım aklaban ( anizade) ne diyor? Hocaefendi (Tacüttevarih)'den u meseleyi ö ren, gibi sipari ler birbirini takip ediyordu. O zaman Mümtaz kocaman bir cildi yakalıyor, odanın bir kö esinde kendisi için konulan masanın ba ına geçiyor, i ine göre, saatlerce, Halet Efendi'nin hayatını, Habsburg hanedanının filan sefirle stanbul'a gönderdi i hediyeleri, yahut Mısır seferinin mukaddemelerini hsan için hazırlıyordu. hsan büyük bir Türk tarihi yazmak istiyordu. Bu, onun içtimai doktrinini toplıyacaktı. Yava yava fikirlerini Mümtaz'a açmı tı. Mümtaz onu dinlerken aydınlıktan aydınlı a ko tu unu sanıyordu. Bir gün kitabın planını beraberce münaka a ettiler. hsan kronolojik bir tarih olmasını istiyordu. Osmanlı mparatorlu u'na Bizans'tan devredilmi iktisadi artlardan ba lıyacak, sene sene bu güne kadar getirecekti. Bir de mesele mesele yazmak vardı; bu, toplu bir ekilde, hsan'ın istedi i gibi umumi tablolarla gösterilemiyecekti. Fakat müesseseler ve meseleler daha vazıh görünecekti. Mümtaz bu son ekli istiyordu. hsan, çetin bir münaka adan sonra bunu kabul etti. Mümtaz esere yardım edecek, hatta sanat, fikir kısmını kendisi hazırlıyacaktı. Bir taraftan hsan'ın kendisine açtı ı yoldan yürürken, öbür taraftan da kendi istidadı onu iire ve sanata sürüklüyordu. Bir airin en büyük ke fi, kendi muharririni, iç alemine do ru kendisini götürecek olanları bulmaktır. Yava yava Fransızları ke fetmi ti, de Regnier, Heredia, arkasından Verlaine ve Baudelaire'i ayrı ufuklar gibi buldu. Mümtaz'ın kafasında acayip bir sahne vardı ki, her okudu u ve dinledi i oraya nakledilirdi. Antalya'da kayalık ile, N...'deki evleri, okudu u romanların bütün hadiseleri bu iki dekorda geçer, ve oradan kendi hayatına nakledilirdi. Baudelaire'de kendisini buldu. Bunu da az çok hsan'a borçluydu. hsan sanatkar de ildi. Yaratıcı tarafı tarihe ve iktisada do ru gitmi ti. Fakat sanattan, bilhassa iir ve resimden iyi anlıyordu. Gençli inde Frenkleri çok iyi okumu tu. Yedi sene ve en parlak devrinde Kartiyelaten'de, her milletten bütün ya ıtlarıyle beraber ya amı tı. Birçok modayı eskitmi nazariyelerin do du unu görmü ,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 25 / 279



sanat münaka alarının harman yangını parlayı ına katılmı tı. Sonra memlekete dönünce birdenbire hepsini, en sevdi i airleri bile bırakmı tı. Garip bir ekilde yalnız kendimize ait olan eylerle u ra ıyor, yalnız onları sevme e çalı ıyordu. Fakat ölçü hissini garptan aldı ı için kendi zevkimize ait tercihleri öbürlerinden pek ayırmıyordu. Baki'yi, Nef'i'yi, Naili'yi, Nedim'i, Galib'i, Dede ile, Itri ile beraber Mümtaz'a o a ılamı tı. Baudelaire'i de onun eline verdi. Mademki okuyorsun, dedi, bari en iyisini oku...- Ve sonra ona ezberinden birkaç iiri okudu. O hafta Mümtaz mektebe gitmemi ti. Küçük bir gripten evde yatıyordu. Bu so uk bir kı tı. stanbul'un her tarafı kar içindeydi. hsan yengesinin yata ının ucunda, elinde onun için yeni satın aldı ı me in kaplı - er Çiçekleri-, gözleri belki de kendi gençli inde, kızıl saçlı Matmazel Romantique'e bütün bir kafile a ık oldukları, onu bekledikleri, onunla gece sabahlara kadar kahve kahve dola tıkları zamanda, Mümtaz'la l'Invitation'u, tabiat sonnesini, l'Irremediable'i, bo uk sesiyle okudu. O günden beri Mümtaz Baudelaire'i elinden bırakmadı. Neden sonra sevdi i airin yanına Mallarme ile Nerval geldi. Fakat genç adam onları tanıdı ı zaman yolunu tayin edebilecek, sevece i eyleri sevebilecek ya taydı. Mümtaz hayatının anlattı ımız kısmiyle bir macerası olan adamdı. Bir faciayı, bir roman gibi ve tesirleri daima taze kalacak bir ya ta ya amı tı. Zihni a ka, dü ünceye, babasının ölümü ile stanbul'a dönü ü arasındaki zaman içinde açılmı tı. Bu iki ay onun ruhunu garip surette beslemi ti. Hala rüyalarında o günleri ya ıyor, sık sık onların ıstırabıyle uykusundan silkinerek, ter içinde uyanıyordu. lk bayılmada gördü ü hayal, bütün o top, kazma kürek sesleri, annesinin çı lıkları ve konu malar ara ında babasının billur lambayı yakma a çalı ması, bir leit-motif gibi bu rüyaları dola ıyordu. Sonra ilk a k tecrübesinin o karı ık hatırası kendisinde hiç eskimiyordu. Hasta annesinin yanıba ında, genç köylü kızının yorgun vücuduyle kendisine sarılı ı, belki de etrafını tanımayan bakı ların ta gözlerinin içine dikili i, o azap sarılı haz, her an zihninde ve uzviyetinde hazırdı. Bu sıkıntı ve tahammülsüz ıstırap tabakasını günün hadiseleri, zaman vakıa unutturuyordu. Fakat en küçük depresyonda iki ba lı yılan gibi, içinde onlar uyanıyor, garip bir ekilde benli ini sarıyordu. Bazı geceler uykusunda ba ırdı ını arkada ları söylüyorlardı. Hatta son sınıflarda yatılı talebe olmaktan bunun için vazgeçmi ti. V Ö leden sonra kiracıyı görmek için soka a çıkmı , dönü te Bayezıt kahvesine u ramı tı. Bu birkaç saatlik gezinti, fırtınalı ve karlı gecede burnunu bir (ahza kapıdan çıkarmak gibi, ona bir yı ın eyi birden ö retmi ti. Daha Bayezıt'ta bir askeri kıtanın geçi i yüzünden tramvay durmu tu. Mümtaz bunu fırsat bilmi , yolun gerisini yayan yürümek için tramvaydan inmi ti. O bu yolu öteden beri severdi. Bayezıt Camii'nin yan tarafında, büyük kestanenin altında güvercinleri seyretmek, Sahaflar içinde kitap karı tırmak, tanıdı ı kitapçılarla konu mak, sıcak günden ve sert aydınlıktan çar ının birdenbire insanı kavrayan lo lu una ve serinli ine girmek, bu serinli i çok arızi bir hal gibi teninde duya duya yürümek ho una



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 26 / 279



giderdi. Hatta çok rahatça ve aklına eserse Bitpazarı kapısından girer, Bedesten'e kadar o dolambaç yollardan yürürdü. Öbür tarafta taklit ve ba tan savma eyler bulunur, ancak küçük tezgah ve imalathane i lerine, ucuz gümrük e yasına, taklit modalara rastlanırdı. Halbuki Bitpazarı ile Bedesten'de, dikkati açık olursa, daima a ırtıcı bir ey bulunurdu. Burada hayatın, taklidi güç olan, tenimize yapı madan ve içimize yerle meden yana mıyan iki ucu birle irdi. Gerçek fukaralıkla, gerçek debdebe veya artı ı... Adım ba ında modası geçmi zevk kırıntılarına, nerede ve nasıl devam etti i bilinmeyen büyük ve eski ananelerin son parçalarına beraberce rastlanırdı. Eski stanbul, gizli Anadolu, hatta mirasının son döküntüleriyle imparatorluk, bu dar, içiçe dükkanların birinde en umulmadık ekilde ve birden parlardı. Kasabadan kasabaya, a iretten a irete, devirden devire de i en eski zaman elbiseleri, nerede dokundu unu söyleseler bile unutaca ı, fakat motiflerini ve renklerini günlerce hatırlıyaca ı eski halı ve kilimler, Bizans ikonlarından eski yazı levhalarına kadar bir yı ın sanat eseri, i lemeler, süsler, hulasa yı ın yı ın sanat e yası, hangi geçmi zaman güzelinin boynunu, kollarını süsledi i bilinmeyen bir iki nesle ait mücevherler, bu rutubetli ve yarı karanlık dünyada hüviyetlerine eklenen uzak zaman ve bilinmezin cazibesiyle onu saatlerce tutabilirdi. Bu eski ark de ildi, yeni de de ildi. Belki iklimini de i tirmi zamansız hayattı. Mümtaz bu hayattan Mahmutpa a'nın çı lı ı içine çıktı ı zaman, bir mahzende cins bir arapla sarho olduktan sonra güne e çıkanların sarho lu unu duyardı. Bütün bunlardan zevk almak ona ya ına göre çok olgun bir itiyat, bir tiryakilik gelirdi. Bu sefer de öyle yaptı. Evvela güvercinlere baktı. Sonra dayanamadı, yem da ıttı. Bunu yaparken içinde bir taraf, çocuklu unda oldu u gibi Allah'tan bir ey istemesini söylüyordu. Fakat Mümtaz artık gündelik i leriyle içindeki Tanrı dü üncesini karı tırmak istemiyordu. O, insanda yıpranmamı , sa lam, her türlü tecrübeden uzak, yalnız hayata dayanmak için kuvvet veren bir memba gibi durmalıydı. Herkesin içinde sıkı ık zamanlarında canlanan, kendisinde ise öteden beri bütün bir gölge taraf yapan batıl itikatlara kar ı koymak için böyle dü ünmüyordu. Belki bir zamandan beri kafasında dola an fikirlere sadık kalmayı istiyordu. Bir ay kadar olmu tu. Hayatın oldukça derinden sarstı ı bir arkada ı ona, cemiyete kar ı içinin nasıl tepki ile doldu unu, nasıl yava yava camiaya olan ba larının zayıfladı ını söylemi ti. Tam bir isyan içindeydi: -Ya amaz ve ya ayamaz... diye gürlüyordu. O zaman Mümtaz arkada ına, behemehal ya aması lazım olanla kendisine ait geçici haller arasında uydurdu u münasebetin manasız oldu unu elinden geldi i kadar anlatma a çalı mı tı: - lerimiz iyi gitmiyor diye, tanrılara kızmayalım, demi ti. lerimiz, bizim ye bize benzerlerin küçük sakatlıklariyle, tesadüflerin ihanetiyle, her zaman bozulabilir. Hatta birkaç nesil için bozuk gidebilir. Bu bozulma, bu düzensizlik iç kıymetlerimize kar ı vaziyetimizi de i tirmemelidir. ki ayrı eyi birbirine karı tırırsak çıplak kalırız. Hatta zaferlerimizi



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 27 / 279



bile tanrılardan bilmemeliyiz. Çünkü ihtimallerin cetvelinde ma lubiyet de vardır. Amcanın mahkemesinin uzamasıyle bu vatan üzerindeki tarihi haklarımızın, kızkarde inin evlenmemesiyle Süleymaniye'de okunan sabah ezanının ve Müslüman bir babadan do manızın, paranızı dolandıran emlak tellaliyle iç çehremizi yapan kıymetlerin, bizi biz yapan büyük realitelerin ilgisi nedir? Bunlar sonu cemiyete dayanan realiteler olsa bile, bizi kendimizi inkara de il, artları de i tirme e götürmelidir. Elbette ki bizden mesut memleketler ve vatanda ları vardır; elbette ki iki asırlık hezimetlerin, çöküntülerin, henüz kendi artlarını bulamamı bir imparatorluk artı ı olmamızın bir yı ın neticesini hayatımızda, hatta etimizde duyaca ız. Fakat bu ıstırabın bizi inkara götürmesi, daha büyük bir hezimeti kabul de il midir? Vatan ve millet, vatan ve millet oldukları için sevilir; bir din, din olarak münaka a edilir, ret veya kabul edilir, yoksa hayatımıza getirecekleri kolaylıklar için de il... Mümtaz bunları söylerken insanlardan çok ey istedi ini biliyordu. Biliyordu ki, artlar de i ince insanlar da de i ir, Tanrıların yüzü solardı. Fakat böyle olmaması gerekti ini de biliyordu. Güvercinlere yem serperken, bir taraftan avucunun içini adeta sıvayan ince tozun, uzviyetinin bir tarafında bir pencere kapanmı gibi kendisini sinirlendirmesine dikkat ediyor, bir taraftan da bunları dü ünüyordu. Hayır, Allah'tan bir ey istemiyecekti artık. Onu kaderiyle veya ömrünün arızalariyle kar ıla tırmıyacaktı. Çünkü istedi i ey olmazsa kaybı iki misli olacaktı. Güvercinler bu ikindi sıca ında yeme kar ı isteksizdiler. Onun için alçaktan, isteksiz isteksiz ve sanki teker teker uçarak geliyorlardı. Havada mavi bir mendil tutan bir hokkabaz eli gibi yine a ırtıcı, tutulmaz hareketleriyle uçuyorlar; fakat keyifleri yerinde ve i tihlı zamanlarında oldu u gibi hep birden o lodos dalgası hızıyla yükselmiyorlar, bo lukta kendi üstlerinde bir hava hortumu gibi dönüp, sonra yine bo lukta birdenbire görünmeyen bir yalı duvarına, bir rıhtıma rastlamı gibi hızları kırılıp yere inmiyorlardı. Bu tela sız, isti nalı, yorgun bir geli ti. Bir kısmı sıralandıkları kar ı binaların duvarından yerdekilerini üphe ile seyrediyorlardı; adeta acıyarak. Bununla beraber yine ayaklarının dibinde otlayan ve hareketleriyle bir Dufy fırçasının o her teferruatı ayrı ayrı ve müstakil form olarak sayan denizleri gibi küçük bir rüya sürüsü toplanmı tı. Oburluklarına, insan sevgisini fazla istismar etmelerine ra men, güzel eylerdi. Bilhassa insana itimat etmeleriyle güzeldiler. nsano lu böyleydi; kendisine emniyet edilmesinden ho lanırdı. Bu onu hayatın efendisi, büyük ve tek yapıcısı vasıflarında içten doyuran duygu idi. Kısa ve ıstıraplı ömrüne, budalalı ına ve hodbinli ine ra men bu sakat ve eksik do mu Tanrı bu emniyeti kendisi için tek ibadet bilirdi. Buna ra men onu yalancı çıkarmaktan da ho lanırdı. Çünkü de i mesini, kendisini ayrı ayrı anlarda, vaziyetlerde idrak etmesini de severdi. Çünkü hodbindi; çünkü içindeki konu ma bir taraflı de ildi. Yemleri biraz kalksınlar, bir parça etrafında kanat akırtısı olsun



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 28 / 279



diye çok yüksekten, elini ba ının üstüne kaldırarak döküyordu. Fakat hiçbiri istedi i gibi kımıldamıyor, dantelalı birkaç uçu topraktan ancak yarım ar ın yüksekli inde çırpınıyor, sonra heyecan sönüyordu. Mümtaz için bu güvercinler, stanbul'un sevilen kadınlarda bizi kendilerine o kadar ba layan zaaflar cinsinden bir nevi vice'i idi. Çocukların kendi kendilerini süslemek, içlerinde hiç sırrına eremedi imiz bo lukları doldurmak için uydurdukları masallara da benzetilebilirlerdi ve tabiatı böylesi bir masal gibi bu büyük a aç, yaldızlı kapısını her ba ını arkaya, çeviri te mor bir gölge içinde gördü ü bu mimari, onları kendi kendilerine uydurmu olabilirdi. Bir kahveci çıra ı, elindeki tepsiyi alabildi ine sallayarak ve mahsus uçsunlar diye ortalarından geçerek yürüdü. Çocuk on yedi ya larında genç ve güzeldi. Mahsustan de i tirdi i yürüyü ünün a ırlı ı ve hantallı ı vücudunun plasti ini kaybettiriyordu. Sırtında lacivert, beyaz yollu bir fanila, bir kula ının arkasında yerini, belki de yarın cıgaraya bırakaca ı muhakkak olan küçük bir kalem vardı. Bu tehdide ra men Mümtaz'ın istedi i o masal gemisi, lodos dalgası yine kurulmadı. Sadece mavi küçük dalgaları, içiçe, halka halka çizgilerle birbirinden ayrılmı , primitif tablo denizi yava ça, i tahsız bir alkı gürültüsü ile, adeta ıslak bir gürültü ile alçaktan uçarak biraz öteye, bir ba ka yem serpenin ayakları dibine gitti. Yalnız bir tanesi geçerken, belki de insanla bu kadar yakından kar ıla manın korkusu içinde a ırmı , adeta alnını sıyırmı tı. Yemleri satan kadın: -Taphane'de hastaları da var, dedi. Onlara da serpin, sevaptır. Sesi, yalvarma a çalı tı ı halde alay ediyor gibiydi. Mümtaz o zaman yüzüne dikkat etti. Siyah ba örtüsünün altında tazeli ini gizleyemiyen bir çehre, bütün sevap fikirlerine yabancı gözlerle ona dik dik bakıyordu. Yalnız halk kadınlarında görünen o erke e meydan okumayla bu gözler kendisi için bir lahzada soyunuyor, güne te bütün vücudunu çırçıplak te hir ediyordu Mümtaz bu bakı ın kar ısında kalbi parça parça, parasını uzattı. Sahaflara girdi. Küçük yol, meydanın ve etrafın her yaz kendili inden peydahlandı ı bütün kokuların dar koridoru idi. Her yaz bu dar yolu mevsim onlarla zaptederdi. Daha kapının önünde deminki iste i söndü. Ne görecekti, sanki? Bir yı ın eski ve bildi i eylerdi bunlar. Üstelik içi rahat de ildi, kafası ikiye, hatta üçe bölünmü tü. Bir Mümtaz, belki en mühimmi, talihten en çok korkan, dü üncesini gizleme e en fazla çalı anı; orada, evde hastanın ba ı ucunda, onun dalan gözlerine, kuruyan dudaklarına, inip çıkan gö süne bakıyordu. Öbürü Nuran'ın u dakikada bulunması ihtimali olan stanbul'un her kö esinde onunla beraber olabilmek için parçalanıyordu; sanki her rüzgara kendisini parça parça da ıtıyordu. Bir üçüncü Mümtaz demin tramvayı durduran kıt'anın pe ine takılmı , bilinmeze, talihin ha in cilvelerine do ru yürüyordu. Kaç gündür hadiseler üzerinde dü ünüyordu. Geceleri birdenbire artan imendifer düdüklerinin sesi onun için kafi bir tehditti. Böyle olması bir bakıma rahattı; çünkü üç eyi dü ünmek, hiçbir eyi dü ünmemekti. En korkuncu üçünün birden birle mesi, içinde acayip, mustarip, muzlim ve biçimsiz terkiplerini kurmasıydı.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 29 / 279



Sahaflariçi tenhaydı; daha kapıda eski Mısırçar ısı'ndan sıçramı bir damla gibi küçük bir dükkan, eski zengin arkın, kökü kimbilir nereye dayanan, hangi ölmü medeniyetlere çıkan bir yı ın gelene in küçük ve sefil bir hulasası, tozlu kavanozlarda, uzun tahta kutularda, üstü açık mukavvalar içinde asırlarca faydasına inanılmı , kaybolan hayat ve sıhhat ahenklerinin biricik çaresi gibi bakılmı ot ve köklerini, pe inden o kadar hırsla ko ulan, okyanuslar a ılan baharlarını te hir ediyordu. Mümtaz bu dükkana bakarken hiç farkında olmadan Mallarme'nin mısraını hatırladı: -Meçhul bir felaketten buraya dü mü ...- Buraya, bu tozlu dükkana, bu duvarına elle yapılmı triko çorapların asıldı ı yere... Yanıba ında tahta kepenkli, peykeli, eskimi seccadeli dükkanlarda, aynı zengin ve uzaktan bakınca büyülü ananenin hikmetleri, ebediyete kadar türlü tasnif fikrine yabancı bir istif içinde, raflarda, rahle, sandalye üstlerinde, dükkanın dö emesi üzerinde üst üste, sanki gömülmeye hazırlanıyorlarmı , yahut gömülü bulundukları yerden seyrediliyorlarmı gibi bekliyorlardı. Fakat ark, hiçbir yerde hatta mezarında bile katıksız olamazdı. Bu kitapların yanıba ında açık i portalarda, içimizdeki de i menin, intibak arzusunun, yeni bir iklimde kendimizi aramanın kucak dolusu ahitleri, kapakları resimli romanlar, mektep kitapları, ciltlerinin ye ili atmı frenkçe salnameler, eczacı formülleri vardı. Kahve falı ile Momsen'in Roma hayali, Payot edisyonunun artıklarıyle Karakin Efendi'nin balıkçılık kitabı, baytarlık, modern kimya, ilmi remil, sanki insan kafasının bütün düzensizli i bu çar ıda birdenbire te hir edilmesi icap ediyormu gibi birbirine karı ıyordu. Böyle hep bir arada bakılınca insan sadece zihni bir hazımsızlı ın eserleri gibi görülen garip bir halita. Mümtaz bu halitanın yüz senelik bir didinme, durmadan bir gömlek de i tirme içinde oldu unu biliyordu. Bu polis romanları hulasalarının bu Jules Verne'lerin, Binbir Gece'lerin, Tutiname'lerin, Hayatülhayvan'ların ve Künzülhavas'ların yerini alabilmesi için bütün bir cemaat yüz sene bunalmı , didinmi , do um sancıları çekmi ti. Tanıdı ı dükkancılardan biri kendisine dostça bir i aret etti. Mümtaz, ne var, ne yok? diyen bir çehre ile yakla tı. Dükkancı eliyle peykenin bir tarafında üst üste sicimle ba lı, eski me in ciltli bir kitap dizisini gösterdi. -Birkaç eski mecmua var... Görmek isterseniz... Sicimi çözdü; kitapları silerek ona uzattı. Me in ciltlerin ço u kıvrılmı , bir kısmı da arkalarından çatlamı tı. Mümtaz, peykenin kenarına, ayakları soka a do ru sarkmı oturdu. Kitapçının artık kendisiyle alakadar olmayaca ını biliyordu; nitekim gözlüklerini takmı , bir rahle üzerinde açık duran yazmasına dönmü tü. Mümtaz, ate te a ır a ır kavrulmu a benzeyen ciltleri elinde evirip çevirirken, geçen mayıs ba ında bu dükkana son defa geldi i günü



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 30 / 279



dü ündü. Nuran'la bulu malarına bir saat vardı; vakit geçirmek için buraya u ramı , ihtiyar kitapçı ile konu mu , güzel ve temiz ciltli bir akayık-ı Numaniye ile zeylini satın alarak gitmi ti. Bu, Nuran'la ilk defa Çekmeceler'e gittikleri gündü. Genç kadınla, stanbul'un her tarafını dola tıkları halde Çekmeceler'e gidememi lerdi. Bütün günü orada iki gölün etrafında gezerek geçirmi lerdi. Küçükçekmece'de adeta su üstünde duran ve bu yüzden insana ister istemez Çinlilerin kayık evlerini hatırlatan büyük lokantada yedikleri yeme i, köprünün ba ındaki avcı kahvesinin dereye bakan bahçesinde geçirdikleri saati, bu bahçeye inen tahta merdiveni hatırladı. Biraz ötede balıkçılar sandaldan sandala dik seslerle ba ırarak kefal avlıyorlardı. Birden birkaç ses beraberce yükseliyor, güne te vücutlarının yukarı kısmı çıplak insanlar birkaç kat'i ve keskin hareket yapıyorlar, sonra iki sandalın arasında a , yava yava bir bereket arması gibi ıslak ve kenarlarına takılmı balıkların küçük güne ten akisleriyle sudan çıkıyor ve o zaman asıl büyük yı ın güne e bir ayna tutulmu gibi birden parlıyordu. Yerde ayaklarının dibinde o anda kendilerine alı ıveren bir köpek, kuyru unu sallayarak, kulaklarını kısarak yaltaklanıyordu. Ara sıra yerinden kalkıyor, etrafı acaba ne var, ne yok gibi dola ıyor, yine acele acele eski yerine dönüyordu. Uzakta henüz gelmi kırlangıçlar yuvalarını hazırlama tela ı içindeydiler. Köprünün kenarında kahvenin saça ında, manasını anlamadıkları hızlı konu malar oluyor, bazen bir kırlangıç küçük kanat çırpını larıyle, tıpkı yüzen bir insanın kendisini sadece oldu u sularda tutma a çalı an haliyle bo lukta tutundu u noktadan hudutsuz mavili e kendisini bırakıyor, dikine bir hamle ile yüksekliklere fırlıyor, sonra gözlerinin artık takip edemeyice i noktadan a a ıya do ru süzülüyor ve bu süzülü tam sonuna kadar böyle gidecek vehmini uyandırdı ı zaman, birdenbire ufkile iyor, kendi üzerinde münhaniler, helezonlar çiziyor, bilinmez bir hendese davasını ispat eder gibi bir yı ın kesik ve içiçe hareketler birbirini takip ediyor ve nihayetinde bu kendi ördü ü a dan bir kanat darbesiyle kurtuluyor, tela lı ve sevinçli yuvasına kavu uyordu. Mümtaz sevdi i kadının geni omuzlarını, ba a narin bir çiçek edası veren boynunu, güne ten kısılmı , sade bir ı ık çizgisi haline girmi gözlerini oldu u gibi görüyordu. Geçen mayıs... yani Mümtaz'ın dünyası az çok yerinde oldu u zamanlar... Mecmualardan biri ba tan a a ı çok kötü bir yazıyla kopya edilmi bir Yunus Divanı'ydı; fakat ha iyelerde Baki'den, Nef'i'den, Nabi ve Galib'den alınmı gazeller vardı. Sonuna do ru birkaç yaprakta muhtelif ellerle, Daülfilfilli, Kakuleli, Raventli birçok ilaç yazılıydı. Birinin üstünde kırmızı yazıyla Macuni-i Lokman Hekim ba lı ı vardı. Bir ba kası bir so anın içine karanfil doldurarak ate te pi iriyor, ksir-i Hayat yapıyordu. Öbür mecmua bir arkı defteriydi: arkıların üstünde makamları, bestekarlarının adları yazılıydı; hepsi meyanları hiçbir sadayı ve heceyi unutmadan tekrarlıyorlardı: Pembe, mavi, beyaz, sarı ka ıtlarda, satırların tebe ir yeri hala görülür ekilde, muntazam, adeta nar gibi, di di yazıyla yazılmı tı. Sonuna do ru ho a giden bazı beyitler kaydedilmi ti. Ondan sonra 1197'den itibaren ba layan bir yı ın do um, ölüm tarihi geliyordu. Ne kadar safdil bir itinası, merasimi vardı. 1197'de mecmua sahibinin mahdumu Abdülcelal Bey iki günlük bir rahatsızlıktan sonra,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 31 / 279



rebiülahirin onyedinci gecesi sabaha kar ı vefat etmi ti; bereket versin hemen birkaç ay sonra kerimesi Emine Hanım do mu tu; bu hadiseleri geni bir sene idi; defterin sahibi sütkarde i Emin Efendi'ye saraç dükkanı açmı , kendisi de bu kadar yıllık mazuliyetten sonra Kapanıdakik Eminli i'ne tayin edilmi ti. Ertesi senenin en mühim hadisesi o lu Hafız Numan Efendi'nin ilm-i edvara ba lamasıydı. Kom uları Mehmet Emin Efendi kendisine me kedecekti. Kimdi bunlar? Nerede oturuyorlardı? Mümtaz pe inden ko ma a hiç lüzum görmedi i bir zamanın e i inde, elinden defteri bıraktı. Üçüncüsü daha garipti. Bir çocu a ait hissini verebilirdi. Ço u sahifeler bo tu. Ortasına do ru bir yerde a açta deveku unun resmidir diye acayip ve acemi bir elle yazılmı ba lı ın altında ne deveye, ne ku a benzeyen bir resim, alt tarafında yalanmı mürekkebin kararttı ı karı ık bir desen vardı. Bunda da birçok tarih vardı. Fakat yazıların hiçbiri birbirini tutmuyordu. Belki de bir me k defteriydi; ve daha ziyade sonradan okuma yazma ö renen ya lı bir adama ait olacaktı. Hemen her satın daha acemi bir el birkaç defa tekrarlıyordu: -Mekke-i Mükerreme'de delilimiz Saka Esseyd Muhammed Elkasimi Efendi'ye...- Biraz sonra adres daha vazıh oluyordu: -Mekke-i Mükerremede Babünnebide kuyumcu Mesut Efendi mahdumu Haremi erif hizmetkaranından Esseyd Muhammet Elkasimi Efendi hazretlerine...Birkaç sahife ötede büyükçe bir masraf cetveli altında da -Velinimet Na it Beyefendi hazretlerinin mabeyn-i hümayun be inci katipli ine tayinleri tarihidir- diyordu. -Mabeyn-i hümayun be inci katipli ine ba-irade-i seniye tayin buyurulan velinimetimiz Na it Beyefendi hazretleri bera-yı müba eret-i vazife bu sabah elbise-i resmiyelerini labis olarak saray-ı hümayuna azimet buyurmu lardır. Hemen Cenab-ı Rabb-i izzet tevfiklerini refik eyliye.- Mümtaz'ın kafasında Abdülmecid devri bütün sazlarını çaldı. Daha altta çok kalın kalem ve bir türlü kendini idare edemeyen bir elle yazılmı olan bir beyit geliyordu: Gül nerde, bülbül nerde Gülün yapra ı yerde Arkasından kaplumba a yavrusu kabu u, ayın on be inde sırça i eye doldurulan yedi çe me suyu, kırk nar tanesi, safran ve karabiberle geceyarısı ate te kaynatılan, taze kiraz dalıyla iyice karı tırılıp, duası okunduktan sonra kırk gün güne e asılan bir büyü tarifi. Onu da, görünmeden insanlar arasında gezmek için yine kırk gün kırk defa okunacak bir dua takip ediyordu. Öbür sahifede kırmızı kalemle tanıdı ı dillerden hiçbirine uymayan altı isim yazılıydı: Temagisin, Begedanin, Yesevadin, Vegdasin, Nevfena, Gadisin...



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 32 / 279



Bunların altında, gece yatarken yedi defa okundukta behemehal niyet edilen ey üzerinde rüya görülüyor, deniyordu. Daha a a ıda ise Geldani yazılarının okunma ekli hakkında uzun bir izahat vardı. Mümtaz kendi kendine tekrarladı: Temagisin, Begedanin, Yesevadin, Vegdasin, Nevfena, Gadisin... Bu acayip eyleri Nuran'a anlatamıyaca ı için mahzun oluyordu. Mümtaz, Nuran'ın garip eyler müteahhidiydi. Genç kadının hiç sarsılmayan üphecili ini, düzgün dü üncesini, uradan buradan topladı ı acayip hikayelerle kar ı kar ıya bırakma a bayılırdı. E er bir sene evvel olsaydı muhakkak ki, Mümtaz bugün, yahut yarın, herhalde ilk görü ünde, bir vesile uydurur, merak etti i bir hadise için istihareye yatmak istedi ini ve bu be ismi yedi defa okuduktan sonra gördü ü rüyayı anlatırdı. Bu hikayelerde Mümtaz'ın bütün bir saflı ı muhafaza etmesi, hiç gülmemesi lazımdı. Hikaye sonuna kadar Nuran'ın küçük gülümsemeleri, taaccüpleri arasında ciddiyetle devam eder, sonunda Nuran, ya akayı oldu u yerde küçük bir dargınlıkla keser ve Mümtaz'a bazen saatlerce süren lezzetli bir üzüntünün ufkunu açar yahut oyuna o da katılırdı. Bütün bunları imdi hatırlamak, hazin oluyordu. Dü üncesinin bu noktasında birdenbire durdu. -Bu adamlarla ne diye alay ediyorum? Sanki benim azaplarım onların bir yı ın kaçı imkanlarıyla dolu hayatlarından daha mı iyi?- Fakat hakikaten dü ündü ü gibi bu kaçı var mıydı? Bu kitapların ve benzerlerinin anlattı ı imkan bollu u içinde mi ya ıyorlardı? Böyle olsa bile kendisi kaçmıyor muydu? Sadece bu dükkanda bu saatte oturması bir kaçı de il miydi? Gittikçe a ırlı ını artıran sıkıntıların arasında bu saati çalmak istedi i, onu hsan'dan ve etrafındakilerden göz göre göre çaldı ı muhakkaktı. urası var ki genç adam yazın ba ından beri hiç de tabii bir hayat ya amıyordu. Bilhassa son günlerde uykuları adamakıllı bozulmu tu. Zorla uyuyabildi i birkaç saatte garip, daha ziyade kabusu andıran rüyalar içinde geçiyor, uykularından, yattı ı zamandan daha yorgun kalkıyordu. Asıl fenası fikirlerini takipte çekti i güçlüktü. Her dü ünce biraz ilerleyince azaplı bir rüya halini alıyordu. Bugün bile yolda gelirken hiç istemedi i, kendi kendine birtakım el hareketleri yaptı ının farkında olmu tu. Mümtaz'a o zamanlar tesadüf edenler ihtiyatsız yapılan i aretlerle, hatta kendi kendisine küçük ve kısa söyleni lerle, zıt birtakım dü ünceleri kendisinden uzakla tırma a çalı tı ını hatırlıyorlardı. Defterlere bir daha baktı. Bir daha o bir sene evvelinin mayıs sabahını dü ündü. Sonra yaz, bir dünyanın sonu gibi içinde canlandı. Arkasından bütün ömrünü zehirledi ine inandı ı günler, Nuran'ın bıkkınlı ı, kendi korku ve tela ları, gülünç ve bıktırıcı ısrarları, hepsi kendi anları, kendi havalarıyle geldiler. Artık duramayaca ını anladı. Fakat yerinden de kalkamıyordu. Sadece ötesi, bu azabın daha keskini var mı? gibi etrafa bakınıyordu. Kitapçı gözlerini yazmasından kaldırdı: -Vaziyet de biraz kötü de il mi?..



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 33 / 279



Mümtaz, uzun bir konu ma a takati olmadı ı için, kısa kesmeye çalı tı: -Evde hasta var; bir haftadır, do ru dürüst gazete bile okuyamadım. Yalan söyledi ini o da biliyordu. Gazete okumamı de ildi. Sadece hadiselerin üzerinde dü ünebilmek kudretini kaybetmi ti. imdi onları idrakinin dı ında, gebe oldukları ihtimaller hakkında hiçbir fikir sahibi olmayı aklına getirmeden bir ders ezberler gibi ezberliyordu. Bu kadar üst üste gelen eyleri dü ünmek beyhude bir eydi. Hele konu mak... te senelerdir, konu mu lardı. Herkes, her yerde, her fırsatla, senelerdir bunu konu mu tu. Her türlü fikir söylenmi , her ihtimal yoklanmı tı. imdi bütün insanlık en korkunç realite ile kar ı kar ıyaydı. -Bankaların önünü bilmem gördünüz mü? Kaç gündür hıncahınç dolu... Birdenbire aklına gelmi gibi sordu, hasta kim? - hsan... Dükkancı ba ını salladı: -Epeycedir u ramıyordu. Tevekkeli de il. Geçmi olsun, geçmi olsun. Üzüldü ü belliydi; fakat hastalı ın ne oldu unu sormadı. Mümtaz içinden -galiba bunu bir aile sırrı telakki etti...- diye dü ündü. Dükkancı, kedersiz insan olmıyaca ını anlatmak ister gibi: -Bizim çocukların ikisine de ubeden haber geldi. çini çekti: Vallahi bilmem ki ne yapaca ım. a ırdım kaldım, bacanak memlekette attan dü mü , kaburgalarını kırmı ... Evde kadın harap... Mümtaz kendi sıkıntılarının hikayesiyle ba kasını teselli etmek isteyen bir adamın sözünün bir türlü bitmeyece ini birkaç defa tecrübe etmi ti. -Üzülme, hepsi düzelir, hepsi düzelir... diye ayrıldı. Bunlar kendisinden çok ya lılardan ö rendi i sözlerdendi. Belki de böyle oldu u için senelerce kullanmaktan garip bir inatla çekinmi ti. Fakat imdi bu adamın ıstırabı kar ısında kendili inden dilinin ucuna geliyorlardı. Demek ki sade ıstıraplarımız, üzüntülerimiz de il, tesellileri, mukavemet çareleri de miraslarımızın arasında... ... Çadırcılariçi her zamanki gibi a ırtıcıydı. Çok defa kapalı duran bir dükkanın kepengi önünde, Rus i i semaver borusu, kapı topuzu, otuz sene evvel o kadar moda olan sedef bir kadın yelpazesinin da ınık parçaları, büyükçe bir saate mi yoksa bir gramofona mı ait oldu u kestirilemeyen birkaç alet, nasılsa buraya kadar bölünmeden,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 34 / 279



parçalanmadan, gelmi bazı eylerle birlikte yere serilmi -kim bilir neyi?- bekliyorlardı. En göz alacak yerde sarı pirinçten bir kahve de irmeni ile geyik boynuzundan bir baston sapı vardı. Dipte, dükkanın kepengine kalın, sarı, tahta çerçeveli iki büyük foto raf dayalıydı. Bunlar Abdülhamid devrinden, yahut biraz daha yakın zamanlardan kalma Rum patriklerinin resimleri olacaklardı. Ni anları, elbiselri, alametleri, gazetelerde gördüklerinin e iydi. yi silinmi camlarının arkasından geçmi zaman gözleriyle önlerine yayılmı e yaya, her kımıldanı ı bu camları bir an için zapteden soka ın kalabalı ına bakıyor gibiydiler. Belki de senelerden sonra gelmi bu hayat u ultusundan, bu güne ve ses tedavisinden memnundular. Mümtaz dü ündü: -Acaba foto rafçı, onları da benim vesika foto raflarımı çeken adam gibi itip kaktı mı? Bol elbiselerin kıvrımlarında, senelerce rahmaniyeti temsil edici azametle birle tirme e çalı an yüzlerinde böyle bir zorlanı ın izini aradı. Ba larının ucunda alçıdan manasız çerçevesi içinde güzel bir Hüvessemiualalim- levhası asılıydı. Donmu alçı, yazının canlılı ını öldürmemi ti. Her bükülü , her kıvrım konu uyordu. Fakat bu küçük soka ın garip tezatları bir de ildi. Biraz ileride bir dükkanda çalınan Darülelhan pla ından bir nevakar, hemen kar ısındaki gramofonun a ız dolusu fı kırdı ı bir fokstrotun arasından, sa anak altında kalmı bir gül bahçesi gibi kendi ledünni dünyasını açıp kapıyordu. Mümtaz ikindi güne inin altında bütün uzunlu unca, adeta dikilmi hissini veren; öylece gözlerine batan soka a baktı. Bir yı ın eski e ya, karyolalar, kırık dökük mobilyalar, bezi yırtık paravanlar, mangallar yol boyunca iki tarafta üst üste yan yana diziliydi. En hazini sadece oraya dü meleriyle bir facia te kil eden yatak ve yastıklardı. Yatak ve yastık... Kaç türlü rüya ve kaç cins uyku vardı burada... Fokstrot bo anmı zembere in bir hırıltısı içinde kayboldu, hemen yerini insanın ancak böyle bir tesadüfle kar ıla aca ı cinsten eski bir türkü aldı. -Çamlıca ba ları...- Mümtaz Memo'yu tanıdı. Abdülhamid devrinin son günlerinin bütün hüznü Haliç'te bo ulan bu Harbiyelinin hatırasında ya ıyordu. Ses bu hayat artıklarının üstünde geni , aydınlık bir çadır gibi açılmı ti. Bu küçük soka ın ne kadar üst üste, girift bir hayatı vardı. Nasıl bütün stanbul, her çe it ve her türlü modasıyle, en gizli, en umulmadık taraflarıyle buraya akıyordu. Sanki e yanın, atılmı hayat parçalarının yaptı ı bir romandı bu. Daha do rusu, ya adı ımız hayatın, ferdi hayatımızın altında, herkesin ve her zamanın hayatı, içiçe, koyun koyuna, güne altında devamlı hiçbir ey olmayaca ını göstermek ister gibi buraya toplanmı tı. Her gün, her saat, ehirde geçen her kaza, her hastalık, her yıkılı , her üzüntü bunları buraya getiriyor, ferdiyetlerini siliyor,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 35 / 279



umumile tiriyor, onlardan sefaletle tesadüfün elele kurdukları bir terkip yapıyordu. --Bazı eski medeniyetlerde ölenle e yasının beraberce yanması veya gömülmesi ne güzel adetmi ...- Fakat insan sade ölürken bırakmıyordu ki... ki ay evvel Mümtaz en be endi i kol dü melerini bir arkada ına hediye etmi ti. On be gün evvel yeni ciltletti i bir kitabı takside unutmu tu. Sade bunlar mıydı? Birkaç ay evvel sevdi i kadın ya ama iradesini tek ba ına kullanmak istemi , ondan ayrılmı tı. hsan evde hasta yatıyordu. Dokuz gündür zatürree onu yakalamı , yava yava bugün bulundu u o dar geçide kadar sürüklemi ti. Her an çok fena bir ey olabilirdi. Hayır, insan sade ölürken ayrılmıyor, arkada bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an birçok eyler onu arkada bırakıyordu. Sonra oldu u yerde birdenbire kabukla ıyor, çok ince, görünmez bir eyle o anda etrafında olanlardan ayrılıyordu. -Biz mi gidiyoruz, onlar mı?..- sual buydu... Bununla beraber bu kadar ya anmı eyin burada, güne in bütün borularını üstüne yıkılacakmı gibi ayakta çalan bu sokakta toplanması, asıl hayatı, ya ananı unutturacak kadar kuvvetli bir eydi. ... Bir nefer yakla tı, önünde durdu u e yanın arasından gözüne ili en bir ey aldı. Bu bir tıra aynasıydı. Onu çok ihtiyar bir adam takip etti. Kısa boylu, zayıf, temiz ve eski elbiseliydi; evvela sedef yelpazeyi eline aldı; bir dans esnasında sevdi i kadının kendisine emanet etti i e yayı, kimse görmeden içinde birdenbire co an tapınma duygusuyle elinde evirip çeviren, o güzel mahluka ait olmasına a ırır gibi yoklayan çok toy bir delikanlı haliyle, adeta gizlice birkaç defa açıp kapadı; sonra yerine a ikar bir kurtulu hissiyle koydu, geyik boynuzundan baston sapının fiatını sordu. Mümtaz, eski ura-yı Devlet azasından Behçet Beyefendi'yle ayak üstünde konu mak ho una gitmedi i için yana çekildi ve oradan ihtiyar adamın yarı kukla hareketlerini içinde tam bir yıkılı ile seyretti. -Kim der ki bu biçare yirmi seneye yakın bir zaman bir kadını sevmi ve kıskanmı olsun... ve en sonunda...Behçet Bey, yirmi sene karısı Atiye Hanım'ı sevmi ve kıskanmı tı. lk önce Atiye'yi kendisinden, sonra ttihat ve Terakki'nin ilk azalarından Doktor Refik'ten kıskanmı , bu kıskançlık yüzünden Doktor Refik'i saraya jurnal etmi , fakat onun ölümünden sonra da kıskançlıktan kurtulamamı tı. hsan'ın kendisine söyledi ine göre, genç kadının ölüm dö e inde Mahur Beste'yi mırıldandı ını duyunca a zına eliyle birkaç defa vurmu tu, belki de böylece bu ölüme sebep olmu tu. Mahur Beste, Nuran'ın dedesi Talat Bey'in eseriydi. Bu ve buna benzer birkaç hadise onu birkaç koldan evlenme ile çok geni leyen bu eski Tanzimat ailesi arasında u ursuz tanıtmı tı. Buna ra men bu garip eser hafızalarda yerle mi ti. Çünkü Mahur Beste küçük ve kısa eklinde insanın tenine yapı an o acı çı lıklardan biriydi. Eserin kendi macerası da garipti. Talat Bey'in karısı Nurhayat Hanım Mısırlı bir binba ı ile sevi erek kaçınca



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 36 / 279



Mevlevi muhibbi olan Talat Bey bu eseri yazmı tı. Hakikatta tam bir fasıl yapmak istiyordu. Fakat tam o esnada Mısır'dan gelen bir dostu Nurhayat Hanım'ın ölümünü haber vermi ti. Daha sonra ise bu ölümün eserin bitti i geceye tesadüf etti ini ö renmi ti. Mümtaz'a göre Mahur Beste Dede'nin bazı beste ve semaileri gibi, Tab'i Efendi'nin bayati yürük semaisi gibi hususi yürüyü ü olan, insanı büyük manasında kaderle kar ıla tıran bir parçaydı. Onu Nuran'dan, büyükannesinin hikayesi ile beraber dinledi i zamanı çok iyi hatırlıyordu. Çengelköyü'nün tepesinde, Rasathane'den biraz ilerideydiler. Gökte büyük bulutlar vardı ve ak am ta uzakta, ehrin üstünde bir altın bataklı ı gibi çukurla ıyordu. Mümtaz uzun zaman etrafa çöken hüznün, o hatıra renkli ı ı ın bu ak amdan mı, yoksa besteden mi geldi ini anlıyamamı tı. Behçet Bey, elindeki baston sapını bıraktı. Fakat yaymacının önünden uzakla amadı. Karısının ölümünden beri durmu bir saat gibi bütün fikri hayatı oldu u yerde kalan ve hatta üstündeki elbise, boyunba ı, pödüsüetli ayakkabısıyla 1909 yılına ait canlı bir hatıraya benzeyen bu adamı belli ki bu küçük kadın e yası çok gerilere, kendisinin Behçet Beyefendi oldu u, bir kadını sevdi i, kıskandı ı hatta onun ve sevgilisinin ölümlerine sebep oldu u yıllara götürmü tü. imdi çoktan beri unuttu u eyler, bu hayat artı ının kafasında birdenbire canlanmı tı. -Kim bilir böyle ısrarla baktı ı bu kaldırım ta larında hayatın hangi parçasını görüyor?htiyar bir kadın belki daha ileriden satın aldı ı eski iltelerin arkasından dü e kalka yürüyordu. Hamal yükten ziyade sırtındakinin havalesinden mustaripti. Mümtaz burada daha fazla vakit geçirmek istemedi; bugün ne Sahaflar, ne Çadırcılar ehemmiyetliydi. Bitpazarı'ndan içeriye girdi. Çar ı kalabalık, serin ve u ultuluydu. Küçük dükkanların hemen her tarafına bir yı ın insan elbisesi, hazır hayat ekilleri, müstakil, dört taraflı kilitli talihler gibi asılıydı. Bir tanemizi al ve giyin ve öbür kapıdan ba ka bir insan olarak çık! Sarı ve lacivert amele tulumları, eski elbiseler, teyelleri makine diki inin üstünde görünen açık renk yazlıklar, ucuz, bütün hayat hulyalarını görülmemi makaslarla sıfıra kadar oldu u yerde kırpan kadın mantoları, fistanlar, iki yanı dolduruyordu. Hepsinin, masaların, küçük iskemlelerin üstünde, dö emelerde, raflarda düzinelerce tekrarı vardı. Bütün bir bolluktu bu! Darlık, ıstırap, sandı ınız gibi az bulunur eyler de ildir; hele sizler hayatınızdan bir kere soyunun; biz size ümitsizli in her çe idini bulmaya hazırız! Bir vitrinin önünde birdenbire durdu; küçük ve kırık bir mankene nasılsa buraya kadar dü mü bir gelin elbisesi giydirmi lerdi; boynunun bo bıraktı ı yerde dükkan sahibi bir moda gazetesinden kesilmi bir çiftin resmini koymu tu. Tel ve duva ın altında ve beyaz elbisenin üstünde ve arkalarındaki sinema a kları peyzajıyle bu düzgün ve edalı çift, bu elbiseyi ilk defa giyenin kafasında oldu u gibi, her tarafından saadet ta an, ya anan anı, bir iklim gibi zapteden bir hayat ve sevgi reklamı yapıyordu. Küçük bir elektrik ı ı ı bu satılık saadetin ba ucunda, sanki dü ünülenle ya ananın arasındaki fark iyice görülsün diye yanıyordu. Daha fazla görmesine lüzum



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 37 / 279



yokmu gibi acele acele yürüme e ba ladı. Birtakım kö elerden saptı, yol a ızlarından geçti. Artık etrafına bakmıyordu; zaten ne var, ne yok biliyordu. - çimdekini görecek olduktan sonra...- Aylardır her tarafta yalnız içinde bulunanları görüyordu. O da biliyordu ki, bütün bu gördü ü, önünde durdu u eylerde ne a ılacak, ne de öyle korkulacak bir taraf vardı. Bu çar ı ehrin hayatından bir parçaydı; oldum olasıya onu bir tarafından sayar dökerdi. Fakat Mümtaz'ın içinde konu an, gördükleri de il, kendi hayat tecrübesiydi. u dakikada iyi bir Bonnard'ın kar ısında bulunsa, yahut Beylerbeyi Sarayı'nın üst katından denize baksa, Tab'i Mustafa Efendiden bir beste dinlese veya çok sevdi i Sihirli Flüt'ü çalsalar, yine buna benzer eyler duyacaktı. Kafası, üstüvanesi altindan geçen her eye kendi içindeki ufuneti basan, böylece manasını ve eklini örtüp kaybeden bir küçük el tezgahına benziyordu. Mümtaz buna -so uk baskı- derdi. Aylardır ki Mümtaz'ın dı alemle teması böyle oluyordu. Ona her ey Nuran'la aralarındaki dargınlı ın içinden geçerek, onun tarafından havası, rengi, mahiyeti bozularak geliyordu. Uzviyetinde bir gizli zehirlenme vardı; onun de i ikliklerine göre etrafla konu uyordu. Bu bazen her eyi bir kalemde silen, stanbul'un o ya murlu, puslu sabahları gibi her rengi söndüren bir yıkılı olurdu. Mümtaz onun kat kat yı ılan perdelerini istedi i kadar zorlasın; tanıdı ı, bildi i hiçbir eyi göremezdi. Kül rengi bir tıkızlık, akı ı bile belli olmayan bir nehir gibi, ba ta kendi varlı ının uuru olmak üzere, her eyi alıp götürürdü. Bu, ömür dedi imiz eyle beraber yürüyen bir nevi küller altında Pompei idi. Böyle zamanlarda Mümtaz için iyi, kötü, güzel, çirkin hiçbir ey yoktu. Tıpkı arkasındaki uzviyetten, kendisini besleyen sinir cihazından, terkip ve tahlil imkanlarından alakası kesilmi , adeta tek ba ına kalmı bir gözde, son ihsas anlarını tek ba ına ya ayan müstakil bir gözde sade sarsılı tan ibaret bir kainatın akisleri gibi, Mümtaz bu ölüm bahçesinin canlı hayallerine, o kül rengi tıkızlıktan kopup kendisine gelen her eye anlamadan bakardı. Bazen de evi sarsan, camlardan temellere kadar her eyi çıldırtan bir korku olur ve Mümtaz, melekelerinin azami hadde varmı çılgınlı ı içinde her eyden adeta korkarak ya ardı. Hiçbir deniz kazası, batmak üzere olan bir gemiyi bu kadar her parçasiyle sarsmaz, her çivisini yerinden oynatmazdı. Bedesten'e do ru saptı. Müzayede salonu bo tu. Fakat iki taraflı camekanlar, odalar, yarınki büyük satı için hazırlanmı tı. Camekanlardan birinde iki aydan beri dedikodusu bütün stanbul'u dolduran eski mücevherlerden biri tek ba ına, küçük bir yıldız toplulu u gibi ha in, insan dı ı, fakat güzel parlıyordu. Sanki bir gerçek, kendi büyük ve derin cevherinde tutu mu yanıyordu. Bir nevi ulviyet, azami vuzuha varmı idrak, yahut insanı



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 38 / 279



kendisinde öldürme e, bütün zaaflarından kurtulma a muvaffak olmu bir güzellik bu parıltıyı verebilirdi. Bir an bu mücevheri Nuran'ın boynunda görme e çalı tı. Fakat muvaffak olamadı; saadet hülyası kurmayı unutmu tu. üphesiz ki, Mümtaz için bu mücevhere sahip olma imkanı yoktu. Fakat genç kadınla tekrar aynı havanın içinde bulu maları, tekrar sevi meleri ona büsbütün imkansız görünüyordu. Bu imkansızlık, önündeki süsün insan dı ı parıltısıyle zihnindeki kadının güzelli ini onun için ayrı ey yapıyordu. Sanki genç kadın hayatından uzakla makla bütün zaaflarından, payla tıkları her eyden yıkanmı , hayatın eri ilmez tabakalarında bu elmasın parıltılı katılı ını kazanmı tı. Bir kelime ile ayrılık onu Mümtaz'ın aleminin dı ında, efsanevi bir mevcudiyet yapmı tı. -Ke ki hep böyle uzakta, bu kadar yalnız, kendisi olarak güzel ve her eyden uzak bilseydim...- O zaman bütün vicdan azaplarından, içini burgu gibi delen bir yı ın hatıradan kurtulacaktı. Bu belki genç adamın hayalinde kendisini terkeden kadının zaman zaman büründü ü çehrelerden biriydi. Fakat onun yanıba ında, aylarca günlerin ekme ini beraber kırıp yedikleri insan, kendisi için o kadar azaba katlanmı , bütün ümitlerini payla mı , bir an her eyin dı ında yalnız onunla, yalnız onun için ya amı bir varlık, kendi kadını olan Nuran vardı. Fakat bununla da kalmıyordu. Küçük ve ço u, asıl fon ve rengini Mümtaz'ın ruhundaki arızalardan alan hadiselerin çizgi çizgi yaptı ı, adeta etine yapı tırdı ı bir yı ın Nuran daha vardı ki, hepsi mahpus oldu u derinliklerden kurtulup suyun yüzüne çıkma a, oradan Mümtaz'ın hayatını idare etme e fırsat arıyorlardı. Bunların hepsinin ayrı ayrı, bir Wagner operasının ahısları gibi, hususi havalarla geli leri, onun içinde uyanı ları vardı. Hepsi uzviyetini, sinirlerini ayrı hadlerde çıldırtarak zaptederlerdi. Bazıları günlerce onu aynı haleti ruhiye içinde bunaltır, hiddetten kine, en siyah ölüme kadar götürüp getirir, sonra bir küçük ça rı, basit bir vesile ile yerini bir ba kasına terkeder, o zaman kıskançlıktan kısılmı yüz, hiddetten bozulmu nabız birdenbire de i ir; dayanılmaz bir merhamet, içini parçalar, omuzları genç kadına kar ı i ledi ini sandı ı günahların a ırlı ıyle çöker, kendini zalim, anlayı sız, hodbin bulur, kendinden ve hayatından utanırdı. Kıskançlı ın, sevginin, pi manlı ın, arzunun ümitsiz tapınma duygusunun bu üst üste uzattı ı çehreler, kendi içinde ve teninde bir büyük fırtına gibi derinden co up ço alan, ona yana acak, hatta nefes alacak en küçük yer bırakmıyan ve genç adamı do urdukları alemde hapsedip tüketen bu çehreler, denebilir ki, onun üst üste de i en dünyalarıydı. Dı arıdan gelen her ey onun düzenine tabiydi. Onun renklerini benimser, onun üstüne dü er, onun ı ı ıyle büyür, küçülürdü. O kadar ki, Mümtaz'ın, hele son günlerde -benim- diyebilece i ve kendi ba ına ya adı ı bir hayatı yoktu. Hep tezat halinde ve birbirini kovalayan çehrelerin ikliminde ya ıyor, onlarla dü ünüyor, onlarla görüp duyuyordu. Halbuki zaman bu iç fırtınasında birçok eyleri durgunla tırmı , kendi mantı ına göre seçti i bir yı ın lüzumsuz



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 39 / 279



geçiciyi atmı tı. Bir bakıma göre Mümtaz imdi sevgilisine bu ayrılı ın havasında daha ba ka türlü, daha kendisine benzeyen çehrelerle sahipti. Artık onu eskisi gibi kıskanmıyordu. Mücrim, zalim, insafsızca kayıtsız, sade insiyaklarının pe inde ko an varlık, bu çehrelerin en zalimi ve en yalancısı ortadan çekilmi ti. imdi duyguları ve dü ünceleri, daha ziyade durgun ve hüzünlü yüzüyle öbürünü, kendisini itham eden, ona kabahatlerini saymadan hatırlatan Nuran'ı sunuyordu. Bu her türlü hatanın üstünde, bir yı ın anla mazlı ın zavallı kurbanı, onu her budalalı ında, her delili inde affetmi , sakin tebessümüyle ömrünün bütün acılarını örtmü kadının hayaliydi. Bu tebessüm arkasında kendisine ait o kadar büyük, facialı, muzlim eyleri gizledi i için, arkasında onun hatalariyle delikde ik olmu bir kalb, insanlara itimadım kaybetmi , bir bıkkınlık içinde her eyi bırakmı bir ömür bulundu u ve bunların hiçbirini göstermedi i, hepsini örtüp sakladı ı için, kendili inden en korkunç silah oluyordu. ... Bu te ebbüs, içinde kendisine ait her eyi, bütün hatalarını, mücrim hareketlerini, hele kendisinin bu anlarda hiç anlamadı ı taraflarını seyretsin diye tutulmu bir aynaya benziyordu. Sonra Mümtaz, sevdi i ve tanıdı ı kadını tanınmıyacak kadar güzelle tiren, ta ıdı ı mesafelerde onu ufkuna yabancı bir aydınlık yapan bu tebessümün, ona adeta her çizgisi asırların muhayyilesiyle bulunmu ve yapılmı bir sanem edası veren bu sükunetin nasıl en son ve çaresiz anlarda hazırlandı ını ve genç kadının bu zoraki tebessümün ve sükunetin arkasına nasıl parça parça sı ındı ını, oradan içi kanaya kanaya etrafa ve kendi hayatlarına, çok güç bir uyanı ın peri anlı ıyla nasıl baktı ını pek iyi bilirdi. Bu anlarda Nuran etrafındaki her eyi tanısa bile kendisini tanıyamazdı. Fakat dahası vardı. Ayrılı ın ve azaplarının kendisine uzattı ı bu son hayal kaç tane Nuran'ın birden yerini aldı. Bu keskin, do rudan do ruya ci erde çalı an hançer, bu tam öldürmeden kıvrandıran kadeh, bütün sessiz kudretiyle hazırlansın diye tanıdı ı kadının hayran oldu u, tapındı ı kaç hususiyeti birden kaybolmu tu. Mümtaz'ı o kadar çıldırtan o çocuk ne esi, yalnız mesut kadınların tanıdı ı o feyizli bahar, kendisini bir a kın ortasında, yarattı ı bir alemin içinde gibi idrak etmenin uuru, o emniyet, o daima yaratı halinde zeka ve ruh ta kınlıkları, artık hiçbiri, hiçbiri kalmamı tı. O, ne e bir sırça kadehti ki, kırılmı tı. O ta kın, her eyi örtme e hazır bahar, bu önündeki elmasın katılı ında feyizlerine son vermi ti. in en acısı Mümtaz'ın geçti i yolların hiçbiri kaybolmasın diye kendisine bir eyler saklamasıydı, onun için bu durgun tebessümün aynasında muhayyelesi her an ona kaybetti i cennetlerin bir kö esini açardı. imdi -biraz evvel oldu u gibi- bir arkı, az sonra kaldırım ta ında kımıldanan bir aydınlık, bir konu mada geçen tek bir cümle, yolunun üstündeki bir çiçekçi dükkanı, bir ba kasının gelecek günlere dair bir



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 40 / 279



tasavvuru, bir çalı ma kararı, her ey geçmi e ait bir hayalle onu bir sene evveline götürür, orada uyandırırdı. Hakikat uydu. Mümtaz Binbir Gece'deki eskicinin hikayesine benzeyen ikiz bir ömrü ya ıyordu. Bir taraftan güzel günlerinin hatırası zihninden ayrılmıyor; fakat o güne do ar do maz, ayrılı ın gecesi bütün azaplariyle içinde kuruluyordu. Hulasa hemen hemen muhayyilesinde ya ayan genç adam cennet ve cehennemini beraberinde gezdiriyordu. Bu iki haddin arasında, uçurum kenarlarında iddetli uyanı larla dolu bir somnambül hayatı vardı. Bu iki zıt ruh haletinin arasından etrafla konu ur, dersini verir, talebelerini dinler, yapacaklarını tarif eder, dostlarının i leriyle u ra ır, yakalandı ı zaman münaka a eder, hulasa kendi hayatını ya ardı. Genç adam bu kadar kalabalık ve kesif ya amanın sıkıntılarını adım ba ında çekerdi. Zaman olurdu ki bütün hayatı sadece kaçı lardan ibaret kalırdı. Zavallı Mümtaz, stanbul sokaklarında bir nevi hayalet gemi gibi ya ıyordu. Her özledi i yerden biraz sonra kendi içindeki rüzgar onu kovuyor, haberi olmadan lengerler alınıyor, yelkenler i iyor ve uzakla ıyordu. Bu hissili in yanıba ında çok zihni bir zaafı bulunmasa, Mümtaz çoktan mahvolmu tu. Fakat sevi ti i zamanlarda, bu a ka o kadar zararlı olan bu ikiz yaratılı , imdi onu kurtarıyordu. Onun için, bütün yıkılı ına ra men, dı tarafında zaman zaman olsa bile az çok kuvvetli ve velut görünüyordu. Bir ihtirasın, çok derine geçmi bir hayat tecrübesinin arasından etrafa baktı ı için, gördüklerini daha iyi anlıyor, görü zaviyelerini ayarlamasını biliyordu. Zaten, yalnız kendisine ait eylerde acemi, çolpa ve ölünceye kadar hasta veya çocuk kalma a mahkum yaratılı lardandı. ... Mümtaz, hiçbir ey dü ünmeme e karar vermi insanların haliyle acele acele yürüyordu. Çar ıdan Nuruosmaniye'ye çıktı. Oradan a a ıya do ru saptı. Kiracıyı bir an evvel görmek istiyordu. Bir an evvel bütün i leri bitmeliydi. -Hele bir hsan iyi olsa... hsan bir kere iyi olsun da...- Bir dilenci sadaka istedi. Adam yerde, kıçına ba ladı ı bir tekerlekli tahta üzerinde ellerine geçirdi i takunyalarla yürüyordu. Bir örümcek kadar ince ve çarpık bacakları omuzunun üstünden sarkıyordu; bu ayaklardan birisinin parmakları arasına geçirdi i bir cıgarayı fosur fosur içiyordu. Yüzünün solgunlu u, pejmürde hali, ilk yakla anı saran hasta insan manzarası olmasa, dilenciden ve alilden ziyade, güç ve a ırtıcı numaralar yapan bir akrobata, dansın ve ritmin çılgınlı ı içinde kah örümcek, kah yıldız olan, imdi bir ku u ku unu, biraz sonra bir gemiyi taklit eden bir balet ustasına benzetilebilirdi. Yüzü solgun ve zayıftı. Cıgarayı içine çekerken büyük bir haz duydu u a ikardı. Ya ı daha ziyade ince bıyıklarının tazeli inden belli oluyordu. Mümtaz, uzattı ı parayı aldıktan sonra adamın



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 41 / 279



vaziyetini de i tirece ine, te ekkür etmek veya ba ka bir marifet göstermek için daha a ırtıcı bir hale getirece ine inanır gibi bekledi. Fakat böyle olmadı. Bilakis ba ını e di, yüzünü görünmez yaptı ve cıgarasından bir nefes daha çekti, sonra takunyalarına dayana dayana daima bacakları, lifi bir a aç dalı gibi omuzlarına ve gövdesine sarılı, acele kar ı kaldırıma geçti ve güne te bir duvarın kenarına dayandı. Bu haliyle daha ziyade bir kabusu, yarım do mu bir fikri andırıyordu. Güne te çimentosu düzlenmi duvarın kenarında, soka a ait bir eymi gibi bekliyordu. O zaman Mümtaz etrafına dikkat etti: Yol, güne in altında harap evleri, açık kapıları, dı arıya sarkmı cumbaları, çama ır serili balkonlariyle harap ve bitmiyecek korkusunu verecek kadar uzun, bembeyaz, aydınlıkla adeta derisi soyulmu gibi uzanıyordu. urada burada, kaldırım kenarlarında bitmi otlar vardı. Bir kedi, alçak bir bahçe duvarından sıçradı ve sanki bu i areti bekleyen bir kereste fabrikası, testeresini i letme e ba ladı. -Hasta bir yol...- diye dü ündü; bu manasız bir dü ünce idi. Fakat i te zihnine eklemi ti. -Hasta bir yol...-, bir nevi cüzzama yakalanmı , onun tarafından iki yana sıralanmı evlerin duvarına kadar yer yer oyulan bir yol... Ba ını kaldırdı ı zaman, birkaç yolcunun durmu , kendisine baktı ını gördü ve bulundu u yerde bir nevi fenalık geçirdi ini anladı. Halsizli i yüzünden bu cüzama tutulmu , yer yer onun tarafından yenmi evlerden birinin duvarına dayanma a mecbur oldu. Yol güne in altında, onun tarafından hala derisi yüzülerek uzuyordu. Bir çocuk yakla tı: -Su ister misiniz?- dedi. Mümtaz ancak, -hayır!diyebildi. Ah, bu yoldan bir çıkabilseydi. Fakat yürüyebilmesi için yolun ayaklarının altında kaymaması, oldu u yerde durması lazımdı. Acaba bu son mu? diye dü ündü. Son... Kurtulu ... Her eyin bitmesi ve perdenin inmesi. O büyük ve ferahlatıcı bo anma. Bütün kafasındakilere, hepsine birden -paydos!- demek, kapıları açmak ve yol vermek, son zerresine kadar her hatırayı, her hayali, her tasavvuru kovmak ve herhangi bir nesne, cansız ve uursuz bir mevcut olmak, bu güne in altında parlak bir yılan sırtı gibi, bir ucu dikilen soka a, güne in yer yer bir cüzam gibi kemirdi i duvarlara, evlere katılmak, varlı ın çemberinden çıkmak, bütün tenakuzlarından kurtulmak... V Kiracı, küçük dükkanda ilk defa do uracak bir kedi yavrusunun sancılı tela ıyle, her eyden, duvarlardan, çuval çuval nalbur e yasından, kasalardaki çivilerden, tavandan a a ı asılmı bir yı ın öteberi hevenginden imdat umar gibi, ellerini o u turarak geziniyordu. Onu görür görmez gözlerini kıstı. Bu insanla kar ıla masının alametiydi. Masa ba ında geçen uzun yıllarda, bulundu u delikten insanlara böyle bakmak itiyadını almı tı. -Buyurunuz beyefendi o lum... Ben de sizi bekliyordum. O kadar,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 42 / 279



her gün oldu u gibiydi ki, bu son cümle olmasaydı, Mümtaz, üst üste gönderdi i haberleri bir ba kası tarafından uydurulmu bir aka zannedecekti. Bu dü ünce içinde suallerine cevap verdi: - yidir, te ekkür ederim. Selamları var, biraz rahatsız... Te ekkür ederim. Konu tukça onun aynı adam olmadı ını, hiç olmazsa içinde sabırsızlık ve ümit denen zembereklerin çalı tı ını, onu uzun, upuzun dara açlarına kendi kalbinin küçük vuru lariyle mıhladıklarını anladı. -Bir kahve elbette içersiniz, yahut so uk bir ey... Mümtaz, hiçbir ey içmiyordu. Bu dükkan, bu çuval çuval e ya onu sıkmı tı. Zaten adamın da fazla ısrara niyeti yoktu. Yirmi senedir çekti i mide sancıları yüzünden iki yemek arasında herhangi bir ey almanın sıhhate ne kadar dokundu unu bilirdi. Onun için teklifinin arkasından, tıpkı bir lüks seyahat vagonundan sonra hemen bir mar andizin gelmesi gibi, a ırtıcı bir çabuklukla i e geçti: Kontratlar hazır, ma azanın da, deponun da... Müıntaz'ın -bu sapa yerde-ki dükkanın ma aza, -mahalleyi kokutan rutubetli mahzen-in depo olu una a ırmasına meydan vermeden, genç adamın önünde iki kontratı birden açtı. -Tabii, yengenizin mühürü yanınızdadır?..Evet, yanındaydı. Kontratlarda hiçbir eksik yoktu. Mümtaz, yengesi namına mühürledi. Adam cüzdanını çıkardı ve: -Bir senelik kirayı hazırlamı tım.. diye bir zarf çekti. Mümtaz: -Acaba hasta mı? diyordu. Mavi zarfı, içinden paradan ba ka her eyin çıkmasını bekleyen bir yüzle aldı. Tam o anda telefon çalma a ba ladı. Genç adam, kendi hayretine dı arıdan ba kalarının da i tirak etti i vehmine kapıldı. Ba kaları, her ikisini de tanıyanlar, hepsi bu i e a ırıyordu. Fakat birdenbire hsan'a bir ey olmak korkusuyle o da aya a kalktı; onu burada arayabilirlerdi. -Sana kalay al! diyorum, kalay, kösele... O kadar. Ne kadar bulursan. Öbürlerini geç. Kalay, kösele... Sesi, imdiye kadar hiç tanımadı ı bir irade ile bu iki maddeden ba ka yeryüzünde ne varsa hepsini ilga ediyordu. Sonra bu iradeye küçük bir üphe karı tı: -Biz makine i inden anlamayız... Sen dedi imi yap. Telefonu kapattı. Tekrar yerine geçti. Konu manın i itildi inden canı sıkılmı gibiydi. bir ey yapmak için siyah gözlüklerini taktı. Son derece uzaktan, genç adama:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 43 / 279



-Tamam, de il mi? diye sordu. Mümtaz, mavi zarfı cebine soktu. Gözleri, ba ka bir ö retece in var mı? diye telefona dikili, kiracıya veda etti. Adamın yüzüne garip bir utanma hissiyle bakmamı tı. Hiçbir siyasi münaka a, hiçbir sefir dosyası, yalnız bir tarafına ahit oldu u bu konu ma kadar ona vaziyeti ö retemezdi. Harp olacaktı. Sendeliye sendeliye yürüyor, ikide bir alnını siliyordu. -Harp olacak, diyordu, Bu herhangi bir seferberlikten ba ka türlü; daha emin, daha kat'i bir hazırlanı tı. Bu yüzde yüzün, yüzde binin kat'ili i idi. Demek bütün bu dükkanların içinde bu sessiz hazırlanı vardı; telefonlar i liyor, bir lahzada kalay, kösele, boya ve makine e yası kalkıyor; rakamlar de i iyor; sıfırlar ço alıyor, imkanlar azalıyordu. Harp olacak. -Gidece iz, hepimiz gidece iz...- Korkuyor muydu? Kendisini iyice yokladı. Hayır, korkmuyordu. Hiç olmazsa, bu anda duydu u eye korku denemezdi. Sadece rahatsız olmu tu. çine birdenbire, renksiz, manasız bir ey, henüz cinsini bilmedi i bir hayvan çöreklenmi ti. Ne oldu unu anlamak için beklemek lazımdı. -Ölümden korkmuyorum, diyordu. Bütün ömrümce ölüme o kadar yakın ya adım ki... Ondan korkmama sebep yok.- Fakat harp, hatta gidenler için bile sade ölüm de ildi. Tek ba ına ölüm basit bir eydi. Bazen insan ona en son çare diye bakabilirdi. Kaç defa Mümtaz, tıpkı, urada sekiz, on kulaç su kaldı; ayaklarım karaya bastı ı, kollarım topra ı kucakladı ı zaman bütün yorgunluklarım bitecek diye dü ünen bir yüzücü gibi, onu bir selamet topra ı, geçilmesi lazım bir kar ı yaka gibi görmü tü. Bu, herkes için a a ı yukarı böyle olmalıydı. Hayır, kötü olan ölüm de ildi; ölümün, bu basit i in, bu pe in pazarlı ın birdenbire ve her eyle beraber son derece güçle mesi, çözülmez yumak haline gelmesi, be on kulaç suyun, bin türlü engelle doluvermesiydi. -Bütün ıstıraplarım, orada, o e ikte bitecek... Acaba hep böyle mi dü ünürüz; ölümün mü, hayatın mı çocu uyuz? Bu saati hangisi kuruyor, mevsimlerin eli mi, mutlak karanlı ın parma ı mı? Ölüm muhakkak ki bir akıbet. Fakat mademki hayat denen piyango beni te kil eden adem parçasına isabet etmi . Mademki kainat, her zerresiyle benim için canlanmı , o halde duyguların ve duyumların cennetinde, bu acayip Walt Disney oyununda sonuna kadar payımı almalıyım!- Hayır, böyle de dü ünemiyordu. Bu da çok basitti. Bu sadece dı arıda kalmak, satıhta yüzmekti. -Kapının önünde kalmıyoruz ki, evin içine giriyoruz, ona sahip oluyoruz, benimsiyoruz, benimdir, diyoruz, istiyoruz, memnun oluyoruz. Gidenin arkasından a lıyor, gitme! diye eteklerine yapı ıyoruz. Hiçbir eyi kendimizden ayırmıyoruz. Bir sofraya davet edilmi de iliz; belki mütemadiyen içimizden yaratıyor, do uruyoruz... Hiçbirimiz hayatı maddenin arızi bir hali gibi kabul etmiyoruz.- Hatta bu i i anlamak isteyenler bile, sonuna kadar oyunun içinde kalıyorlardı. Her ey bizden geliyor, bizimle geliyor ve bizde oluyor. Ne ölüm var, ne de hayat var. Biz varız. kisi de bizde. Onlar, ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük, büyük arızalardı.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 44 / 279



Merihte bir da küçük bir patlayı la çöker. Ayda lav dereleri kurur. Kehke anın ortasında güne te parlayan büyük bu day ba akları gibi, yeni güne manzumeleri kurulur. Denizlerin dibinde mercan adaları do ar, yıldızlar aya kar ı rüzgarların da ıttı ı nisan çiçekleri gibi, bir renk ve ate kıvılcımında da ılırlar. Ku kurdu yer, bir a acın kabu unda yüz bin ha ere tohumu birden açar, yüz bini birden topra a karı ır. Bunların hepsi kendili inden olan eylerdi. Bunlar kainat dedi imiz, büyük, tek, emsalsiz incinin, o mücerret zaman çiçe inin, zaman nergisinin üzerinde parlayan, onu vakit vakit ve yer yer karartan akisleriydi. Yalnız insano lunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındı ı, çok basit eylere kendi mudil riyaziyesine soktu u için, süreyi topra a dü en gölgemizle ölçtü ümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattı ımız bu iki kutbun arasında dü üncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. nsano lu, zamanın bu mahpusu, onun dı ına fırlama a çalı an bir biçare idi. Onun içinde kaybolaca ı geni ve biteviye akan nehrinde her eyle beraber akaca ı yerde, onu dı arıdan seyre çalı ıyordu. Onun için bir ıstırap makinesi olmu tu. Bir itili , haydi ölümün ucundayız; her ey bitti. Mademki sıfırın bütününü kırdık, adet olma a razı olduk, bunu kabul etmek lazım. Fakat hız bizi kendili inden öbür hadde götürüyor; hayatın ortasındayız, onunla doluyuz, tekrar hızımızın oyunca ıyız; fakat bu sefer, bu sefer terazi mutlak surette ölüme do ru e iliyordu. Bütün ıstıraplar kendi misilleriyle artacaklardı. nsanlı ın talihi aklıyla zamanın dı ına fırladı ı, a kın nizamına kar ı koydu u, geni istihalenin ortasında bir istikrar istedi i için, kendili inden te ekkül etmi bir eydi. nsanlı ın hakiki talihi buydu. Küçük bir idare lambasının, yalnız gölge ve karanlı ı görme e mahsus, onlardan kendisine bir zindan yapabilecek kudrette bir cihazın esiri olması, bu küçük Homunculos'un pe ine takılıp ko masıydı. Fakat asıl Homunculos bir aksülamelden do mu tu. Onun için daha anlayı ıydı. Kendisini yaratan tecrübe ona bütün pi manlıklarını, etrafındaki imkansızlıkların uurunu da geçirmi ti. Onun için Galathe'nin arabasının tekerleklerine çarpıp küçük i esini kırmayı, geni ve ekilsiz eterde kaybolmayı biliyordu. Fakat bu küçük idare kandilinde bu cesaret yoktu. Kendi kendine bir masal uydurmu tu; ona inanıyor, hayatın efendisi olmak istiyordu. Onun için ölümün sofrası oluyordu. Büyük nehirden ayrıldıktan sonra, ilk rastgeldi i çukuru dolduran bir su gibiydi. Orada her türlü arızanın, ba ta kendisi olmak arzusunun kurbanı olacaktı. nsano lunun ıstırabı kadar tabii ne vardı! uurla var olmayı, gerçekten var olmayı ödüyordu. Fakat insano lu bununla kalmıyor, bu büyük, de i mez zaruretin yanında kendi de yeniba tan talihler icat ediyordu. Ya ıyorum diye ba ka ölümler yaratıyordu. Hakikatte bunlar hep o varlık vehminin çocuklarıydı. Çünkü hakiki ölüm ıstırap de ildi, kurtulu tu; hepsini hepsini bırakıyorum, sonsuzlu a karı ıyorum. Aklın bitti i yerde parlayan büyük incinin kendisi oldum; ondan bir zerre de il, kendisi. Aklın serhaddinde hiçbir aydınlı ın gölgelenmedi i yerde kendi içinden aydınlık, pırıl pırıl tutu an büyük su nergisiyim. Fakat hayır, o bunu diyece i yerde, -Mademki dü ünüyorum. O halde varım, mademki duyuyorum, o halde varım,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 45 / 279



mademki harp ediyorum, o halde varım, mademki ıztırap çekiyorum, o halde varım! Sefilim varım, budalayım varım! Varım, varım!diyordu. V Eminönü'ne kadar, ne yaptı ını bilmeden, acele acele bu nizamsız dü üncelerin birinden öbürüne atlayarak gelmi ti. imdi u vapurlardan birine atlayabilse, Bo az'a gidebilseydi. Bir ay vardı ki evinde yatmamı tı. Emirgan'ın arka taraflarında bu ev, eski medreselerin avlusunu andıran kapalı bahçesiyle, Kandilli'den Beykoz'a kadar bütün manzarayı kavrayan balkonuyle gözünde canlandı. Bahçe gündüz güne le, arı ve böcek sesleriyle dolu olurdu. Birkaç meyve a acı. bir ceviz, kapısının önündeki kestane, kenarlarda adını bilmedi i bir yı ın çiçek vardı; iç kapı, vaktiyle limonluk olan dar, camlı bir koridora açılırdı. Ondan sonra yazın o kadar serin olan ta lık gelirdi. Burada geni orta masası, küçük içki dolabı, büyük bir sedir vardı. Merdiven geni ti. Bazen iki yastık atarak Nuran'la orada otururlardı. Fakat genç kadın daha ziyade yukarı katı, büyük balkonu, Beykoz'a kadar bütün manzarayı kavrayan sofayı severdi. Dönmesi imkansız olan günleri kendisinden uzakla tırma a çalı tı. u dakikada onları dü ünme e hiç lüzum yoktu. hsan hasta idi; içindeki rahatsızlık, o renksiz külçe hakiki eklini almı tı. O, hsan'ın hastalı ı idi, onun dili ile, onun ıstırabıyle konu uyordu. Bir ahtapot gibi sayısız kollarını uzatmı , her eyi kucaklamı tı. çinde ve dı ında o vardı. Tekrar yanıba ında oluncaya kadar bu böyle olacaktı. Ta ki onun ellerini avucuna alsın, nasılsın a abey? desin, gözgöze gelsinler; o zaman i de i ir, Nuran'ın zamanına geçerdi. O vakit ayrılı ın dünyası ba lardı; her eyi kendisine yabancı bulan, kendisini sonsuz bir gurbette duyan insanın, belkemi i yalnızlıktan ürperen, kadınsız erke in dünyası. Bir yı ın iç parçalayıcı yokluktan ibaret bir dünya idi bu. Hep böyle oluyor, çoktan beri içiçe odalarda ya ıyor gibi, birinden öbürüne geçiyordu. Fakat dönmesi imkansız olan, onu bırakmak niyetinde de ildi. imdi de kar ısına iki genç kız kıyafetinde çıkmı tı. Biri kırmızısı bol empirmesi içinde sadece tül ve kıvrım, öbürü çok açık gö sü omuza do ru, hiçbir ey tutmayan tek bir dü me ile kesi in düzlü ünü mühmel yapan ve vücuda adeta o anda ve çarçabuk, ancak elden geldi i kadar örtülmü halini veren sarı elbisesinde sade tela , nefes nefese kar ısına dikildiler: -Ah, Mümtaz, seni gördü ümüz ne iyi oldu. -Neredesin, ayol, görünmezsin, etmezsin? kisi de bu tesadüften memnundular: -Sana öyle havadislerim var ki... Nuran'ın halasının kızı lafı de i tirmek istedi; fakat Muazzez'in bütün bildiklerini Mümtaz'a yeti tirmesine hiçbir kuvvet mani



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 46 / 279



olamazdı. Zaten genç kız bunu yapaca ını, meydanın kendisinin oldu unu biliyordu; fakat i e nereden ba layaca ını bilmiyordu. Ö rendi i hiçbir eyi kendisine saklayamıyan bu tatlı mahluk, -Mümtaz, her eye ra men onu sevimli bulurdu- kısa ömründe ilk defa bu cinsten bir havadisi verecek, hem bildi i bir eyi anlatacak, hem de senelerdir biriken bir hıncı alacaktı. Bu anı tutması lazımdı; fakat bir üçüncü ey daha vardı; havadisini o tarzda vermeliydi ki, Mümtaz bütün ahmaklı ına ra men, -Yarabbim, ne kadar aptaldı ve böyle bir aptalı nasıl sevmi ti?- kendisini sevdi ini, derhal teselliye hazır oldu unu anlasın. Fakat kafasına hiçbir ey, hiçbir fikir gelmiyordu. Sadece Mümtaz'a bakıp, di lerinin ucu ile gülüyordu. -Haydi, söylesene, ne oldu? Mümtaz, sualini gülerek sormu tu. Hakikaten bu kızda ho una giden bir taraf vardı. Zalim, ımarık, hodbin, beyinsiz, fakat güzeldi. Bir meyve gibi tatlı ve çekiciydi. Onu be enmek, sevmek, arzu etmek için hiçbir hazırlı a ihtiyaç yoktu. Kumral saçların daima de i en, daima dalgalı çerçevesinden bu yüzü kendine do ru çekmek, bu di lerin parıltısını öperek, ısırarak kapatmak yeti irdi. Kuyu gibi fakat aydınlık, lezzetli bir an. Ondan ötesini dü ünmek, bir ufuk aramak manasızdı. O, kendisinde ba lar, kendisinde biterdi. O kadar ki, do rudan do ruya telkin etti i eyleri bile, bir an dü ündükten sonra insan vazgeçebilir, yoluna gidebilirdi. -Hiç olmazsa benim. için böyle...Bununla beraber, bu kız imdi kendisini zehirliyecekti. imdi ona Nuran'ın evlendi ini söyleyecekti. Nihayet clal dayanamadı; oyun çok uzamı tı; belli ki genç kız akrabasına, kendilerine ait bir i in üzerinde böyle durulmasını istemiyordu. Nuran, eski kocasıyle barı mı tı; her yerde, her zaman olagelen bir i için, bu kadar tereddüde, manalı bakı ma a ne lüzum vardı? Bir bo lu a kendini bırakır gibi anlattı: -Belki biliyorsun, canım... Haber filan dedi i, Fahir'le, Nuran'ın barı ması. Yarın zmir'e gidiyorlar. Nikahları orada olacak. Geçti i yola bakar gibi durdu ve birdenbire kızardı. Mümtaz'la böyle kupkuru konu ma a hakkı var mıydı? Ne yapsın ki Nuran'ı, Muazzez'e kar ı müdafaa etmesi lazımdı. Sesini yumu atarak ilave etti: -Fatma'nın sevincini görsen... Babam geldi! diye kıyamet koparıyor. Babam geldi, bir daha gitmiyecek! diyor. imdi artık kimseye hıncı kalmamı tı. Büyük bir yük altından kurtulmu gibi nefes aldı. çinin tam rahat edebilmesi için Mümtaz'ın bir eyler söylemesini bekledi. Mümtaz güçlükle bir -Allah hayırlı etsin...- dedi. Bu üç kelimeyi nasıl bulmu , nasıl birbirine eklemi ti. Heceleri, kurumu gırtla ından nasıl çıkarttı? Bunu kendisi de bilmiyordu. Fakat sesinin



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 47 / 279



fazla bo uk olmamasına sevindi. Sonra clal'in -Daha bir eyler söyle... Bu yılandan kurtar beni...- der gibi baktı ını görünce, Fatma'nın babasını çok sevdi ini ilave etti. Sonra ba ka bir mevzua geçti. Yava yava hızlanıyordu. Biraz daha gayret etse tabii olabilecekti. O söyledikçe clal'in her zamanki tebessümü dudaklarına geldi. Gözlerinin içi gülüyordu. Böyle zamanlarında ka ları, baygınla an gözleriyle adeta birle ir, alnının altında çok mahmur, cazibeli bir gölge yapardı. urası var ki clal, genç kızlık denen mevsimi, tabii ya ıyanlardandı. Onun bir kedi kadar kanaatkar hayatı vardı. Etrafındakiler birbirine kar ı iyi olsunlar, yeterdi; kendisine bundan elbette bir hisse dü erdi. Mümtaz deminden beri onun içinden neler geçti ini biliyordu. imdi mesuttu. Hepsi mesuttular; Fahir o kadar yıkıcı eylerden sonra karısıyle, Nuran çocu u ile, clal tatmin edilmi aile duygusu ile, Muazzez ona saadetinin yıkıldı ını a a ı yukarı kendi a zıyle haber verdi i için, hepsi mesuttular. Artık ayrılabilirlerdi. -Sizi vapura götürürdüm ama, çok i im var. -Haydi canım, biz senin için be i be geçeyi kaçırdık... Mümtaz, onlara, evde hasta oldu undan bahsetmek istemedi. Beyhude yere kendisine acındırmı olacaktı. -Hakikaten i im var, diye ayrıldı. Biraz ileride, arkasına dönüp baktı. Sarı kostüm ve kırmızı emprime, yine yan yana idiler, yine Muazzez'in etekleri clal'in elbisesini küçük çarpı larla ok uyordu. Fakat artık kolkola de ildiler ve adımları, aynı dü üncenin ritmini dokumuyordu. ::::::::::::::::: K NC BÖLÜM NURAN



Bu, dünyanın en basit, adeta bir cebir muadelesini hatırlatacak kadar basit bir a k hikayesidir. Mümtaz'la, Nuran bir sene evvel, bir mayıs sabahı Ada vapurunda tanı mı lardı. Bir haftadan beri oldukça kuvvetli bir çocuk hastalı ı kom uları alt üst etmi ti. Nuran, Fatma'yı daha ziyade evde tutamıyaca ını anlayınca, Ada'da teyzesine bırakma a karar vermi ti. Kocasından kı ın ba ında ayrıldı ından beri garip, kendi içine çekilmi bir hayatı vardı. stanbul'a bütün kı üç dört defa, o da u bu almak için inmi ti. ki tarafın rızası ile olmasına ra men -Fahir'e bu son dostlu u da göstermi , teklifi üzerine beraberce geçimsizlik davası açma a razı olmu tu- mahkemenin uzun sürmesi onu yormu tu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 48 / 279



Hadise zaten güzel de ildi; inandı ı, sevdi i adam, çocu unun babası, evlendiklerinden yedi sene sonra bir seyahatte tanıdı ı Romanyalı bir kadın yüzünden iki sene evini barkını bırakmı , urada burada sürtmü , sonra da bir gün artık beraber ya ayamıyacaklarını, ayrılmaları lazımgeldi ini söylemi ti. Gerçekte, bu, ba ından beri mesut olmayan bir evlenme idi. kisi de birbirini çok sevmi ler; fakat vücutça hiç tanımamı lar, Fahir sinirli ve bezgin, Nuran sadece sabırlı, yan yana, birbirlerine kapalı, fakat gündelik i lerde açık, iki tesadüf mahkumu gibi ya amı lardı. Fatma'nın dünyaya geli i, bu kapalı ve hemen hemen ne esiz hayatı ba langıcında biraz de i tirir gibi olmu tu. Fakat çocu unu çok sevmesine ra men ev, Fahir'i daima sıkmı , karısının sessiz, yumu ak ve kendi alemine gömülmü hayatını daima yadırgamı tı. Fahir'e göre Nuran ruhen tembeldi. Hakikatte ise kadın yedi sene bu yarı uyku hayatından onun kendisini uyandırmasını beklemi ti. Tehlikeli denecek derecede zengin, her ihtimale gebe, her manasında velut bir kadınlık hayatı, bakımsız bir tarla gibi sırf kendisini i leyecek erke in yoklu undan yarı hulya, yarı verimsizli in bütün sebeplerini kendisinde gören bir a a ılık duygusu içinde akıp gidiyordu. Fahir, sahip olma hissinin içinde her türlü arzu ve hevesi uyuttu u insanlardandı. Onun için bu zengin madenin farkına varmadan onun yanıba ında aslında kısır, ancak insiyaklarını uyandıracak iddetli sürprizleri bekleyerek ya amı tı. Zaman zaman karısına dönü leri de içten beslenmedi i, kadına kar ı daima satıhta kaldı ı için, Nuran'ın üstünden bir kayanın üstünden a an bir dalga gibi, onda hiçbir akis uyandırmadan geçerdi. Böyle bir mizacı, ten i lerini büyük bir mikyasta hesaba katan bir a k, yahut da, onun hayatına oldu u gibi nakledilmi bir tecrübe uyandırabilirdi. te Emma, Köstence plajlarında tesadüf etti i Fahir'in hayatına böyle bir tecrübe ile girmi ti. Bu güzel erkekte bir ba kasının derisiyle uyu ma imkanı eksikti. Fakat Emma'mn on be senelik a k kadını hayatı, bu eksikli i ikisi için de telafi edebilmi ti. Kıskançlık, bir yı ın gürültü, vicdan azabı, tela , hulasa türlü uygunsuzluklar içinde, Fahir birdenbire kendisini oldu undan ba ka görme e ba lamı tı. Sanki bir yarı ta imi gibi, metresinin arkasından nefesi tıkana tıkana iki sene ko mu , yeti ip onu geçemedi ini görünce bütün dizginlerini teslim etmi ti. te Mümtaz; hayatını ba tan a a ı de i tirecek olan kadını bu artlar içinde, böyle bir yalnızlıkta tanımı tı. Mümtaz alt salonda karanlı a gömülmektense, biraz rahatsız olaca ını bile bile yukarıda oturmayı tercih ederdi. Fakat hangi stanbullu bindi i vapurda kimlerin bulunup bulunmadı ını merak etmez? Hele yersiz kalmak tehlikesi yoksa. O da alt kamaraya göz atmadan yukarıya çıkma a razı olmamı , orada çoktan beri rastlamadı ı bir dostunu karısiyle beraber görmü , içinden; -Sanki ba ka gün kar ıma çıksan ne olurdu?- diye diye yanlarına oturmu , biraz sonra Nuran bir elinde birkaç paketle, bir çanta, öbüründe yedi ya larında, lepiska saçlı bir kız çocu u, içeriye girmi ti. Karı koca bu yeni geleni tıpkı biraz evvel Mümtaz'ı kar ıladıkları gibi sevinçle kar ılamı lardı.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 49 / 279



Mümtaz, genç kadının güzel ve biçimli büstünü, beyaz bir rüyayı andıran yüzünü daha evvelden be enmi ti. Konu ur konu maz bu stanbulludur, diye dü ünmü , - nsan alı tı ı yerden vazgeçemiyor, ama bazen Bo az sıkıcı oluyor- dedi i zaman kim oldu unu anlamı tı. Mümtaz için kadın güzelli inin iki büyük artı vardı. Biri stanbullu olmak, öbürü de Bo az'da yeti mek. Üçüncü ve belki en büyük artının tıpkı tıpkısına Nuran'a benzemek, Türkçeyi onun gibi teganni edercesine konu mak, kar ısındakine onun gözlerinin ısrarıyle bakmak, kendisine hitap edildi i zaman kumral ba ını onun gibi sallayarak konu ana dönmek, elleriyle aynı jestleri yapmak, konu urken bir müddet sonra kendi cesaretine a ırarak öyle kızarma, hiçbir özentisiz, tela sız, büyük ve geni , suları, dibi görünecek kadar berrak, bir nehir gibi hayatın ortasında hep kendi kendisi olarak sakin, besleyici akmak oldu unu o gün de ilse bile, o haftalar içinde ö rendi. Mümtaz, kendisine tanıtıldı ı zaman genç kadın gülerek: - Ben sizi tanıyorum, dedi. Sabahleyin aynı vapurda geldik. Siz, clal'in arkada ı Mümtaz Bey'siniz. clal'in arkada ı kelimelerini, altları çizilmi gibi söylemi ti. Mümtaz tanındı ına memnundu; fakat clal'in hüviyetine tuttu u fenerden korkuyordu. Genç kız fena insan de ildi; aralarındaki dostluk ömür boyunca sürecek cinstendi. Fakat geveze idi; -kim bilir, edalı yarim, neler söylemi tir?-O halde ben de söyleyeyim, dedi. Siz me hur Nuran ablasınız. Çocu u göstererek, -küçük hanım, biraz da hiç u ramadı ı, görmedi i bizim sınıfta büyüdü. Her sabah umumi vaziyet raporunu dinledik.- Çocu a uzaktan gülümsedi; fakat Fatma, Mümtaz'ın iltifatına kulak asmadı. Hiçbir yabancı erke e yüz vermek niyetinde de ildi; her erkek onun saadeti için bir tehlike idi. Yalnız annesi gülüyordu. Mümtaz, Bo az vapurunda ilk önce onun kar ısında oturmak istedi ini, sonra nedense bunu yapmadı ı için kendisini Muazzez'in di leri arasına attı ını dü ünüyor, tereddüdünü, utangaçlı ını farkettiyse, diye üzülüyordu. Muazzez'le clal'in ayrı ayrı yaratılı larla birbirini tamamlayan çok lezzetli bir dostlukları vardı. Muazzez günün meçhul ülkeler ve lüzumsuz hadiseler gazetesiydi. stanbul'un her semtinde gidip görece i bir akrabası, hiç olmazsa karde gibi sevdi i bir ahbabı bulunan büyükannesine benzerdi. Bu ihtiyar kadın sabahtan ak ama kadar, her u radı ı yerde, yolda veya bir evvelki ziyaretinde gördü ü, i itti i eyleri tekrarlaya tekrarlaya gezer, ak amüstü bir hususi metodla hafızaya tamamiyle mal olmu bir yı ın havadisle dönerdi. Koca ehirde bilmedi i ey pek azdı. Biraz kalbur üstünde olmak artıyle bütün stanbul'u tanır. Sene, ay, hatta gün zikrederek, insanlarının halinden bahsedebiliyordu. Zaten evcek böyle idiler. -Hepimiz eve bir heybe havadisle geliriz, derdi. Ak amüstü sofrada birbirimize onları anlatırız, sabahleyin kahvaltı ederken fasulye ayıklar gibi lüzumlu ve lüzumsuzunu ayırırız.- Dayısı, üç gün, ba kasına ait havadisler



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 50 / 279



yüzünden kendisine ait çok mühim bir i i anlatma a vakit bulamamı ve üç gün sonra, -Çocuklar, sözünüzü kestim, kaç gündür söyliyece im, vakit bulamadım, kbal'den telgraf aldım, bir kızımız olmu !- diye ancak haber vermi ti. Bu yüzden kızca ıza Nisyan adını takmı lardı. clal, Muazzez'e bakılınca, çok az konu urdu. O küçük dikkatlerin insanıydı. Muazzez'in getirdi i havadisleri o tasnif eder, altlarını çizer, adeta insani tecrübeye malederdi. Her türlü hüküm, ı ık, renk ondan gelirdi. Onun için Muazzez, yüz ki i içinde de olsa sözünü ona bakarak -bilmem, sen ne dersin- diye bitirirdi.. Her ak am onların fakülteden ba ları birbirine girmi , kolkola çıkı larını görmek Mümtaz'ın en büyük zevkiydi. Bu yüzden iki kıza -Zeyneb Hanım kona ının iki acuzesi- adını vermi ti. -Rektör, bunların bildi ini bilmez-. -Muazzez'e sorun, o bilmiyorsa bu i olmamı tır, clal unutmu sa ehemmiyetsizdir, aldırmayın- diye alay ederdi. clal'le Muazzez'in aralarında birincisinin sadece tesadüfle ö renmesi, ikincisinin ise büyük bir tecessüsle herhangi bir meselenin pe ine dü mesi gibi bir fark vardı. Ta Iiseden beri tanıdı ı arkada ının bu huyunu bildi i için, clal o kadar sevdi i ve çok defa tesiri altında ya adı ı Muazzez'i kendi aile muhitine sokmaktan daima çekinmi ti. clal'in akrabası, Muazzez için sık sık bahsedilen gaip dostlardır. Bu sabah da Muazzez kendisine birçok eyler anlatmı tı. Yeniköy'de çok eski bir Rum ailesine ait yalının yok pahasına satıldı ını, yanıba ındakinin kırmızıya boyandı ını, damadın bunu görür görmez, ben böyle zevksiz yerdc oturamam, diye çıkıp gitti ini -tabii ayrılma a vesile arıyordu-, Arnavutköyü'ndeki meyhanelerden birinde dört gece evvel iki dü kün kadının birbirleriyle ettikleri kavgayı, Bebek'te balıkçı Çakır'ın yeni bir sandal aldı ını, üç ni an ve iki dü ün havadisiyle beraber söylemi ti. Fakat clal olmadı ı için hiçbiri derine, be eri dibe inmemi ti. Çünkü clal'in dikkatlerinde gerçekten tamamlayıcı bir ey vardı. -Doktora tezini bitirdiniz mi? -Dün ak am bitirdim, dedi ve deminki çocukça utanmasını daha çocukça bir ne e ile tamamladı; dün ak am son sahifenin altına kırmızı kalemle kocaman bir çizgi çizdim. Altına birinciden daha kalın bir çizgi, bir tane daha, en altına dört mayıs, saat 23'ü be geçe diye yazdım. Bir imza attım. Sonra kalktım; balkona çıktım. sveç usulü üç dört derin nefes aldım. imdi de Büyükada'ya gidiyorum. Utanmasa, ya ım yirmi altı, Emirgan'da, tepede güzel bir evde oturuyorum, kötü dansederim; balıkta sabırsızlık yüzünden ansım yoktur, fakat iyi yelken kullanırım. Hiç olmazsa deniz kazalarından kurtulmakta birinciyim. Hatırınız için her gün iki tabak semizotu yiyebilir, hatta içti im cıgaraları bir pakete indirebilirim, diye tamamlayacaktı. Bu çılgınlık biraz da tezin bitmesinden geliyordu. Artık hür



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 51 / 279



oldu unu, istedi i gibi gezip tozaca ını, istedi i eyleri okuyaca ını dü ündükçe sevinci artıyordu. Mayısın dördünde tezini bitirmek, yazı kazanmaktı. Dört seneden beridir, ilk defa yaz denen harikulade ku kendisinin oluyordu. Dört ay stanbul onundu. Vakıa imtihanlar vardı; fakat ne çıkardı? Daima bir kaçamak yolu bulabilirdi. Genç kadın hep o sessiz gülü ü ile onu dinliyordu. Çok garip bir dikkati vardı. Adeta gözlerinde ya ıyordu. Nasıl gün dedi imiz eyi, güne in hareketi idare ediyorsa, onu da bu gözlerin parıltısı idare ediyordu. Mümtaz, ona baktıkça clal'e hak veriyordu; gerçekten güzeldi. Bir yı ın ahsi tarafı vardı. - clal bu kı hep sizden bahsetti. Bo az'da tek ba ına bir evde oturuyor, diye... -Evet, garip bir tesadüf oldu. Birkaç yaz evvel hsan a abeyim çok güzel bir ev bulmu tu. Kı gelince onlar ta ındılar, ben kaldım. -Canınız sıkılmadı mı? -Pek sıkılmadı. Zaten sık iniyordum. Sonra çocuklu umdan beri tanıdı ım yer. lk önce güç olmadı de il. Fakat bahar gelince... kisi birden, ayrı ayrı yollardan bir ay evveline çıktılar; erguvanların açılı larını, her bahçenin üstünden dal dal uzanı larını hatırladılar. Nuran, Mümtaz'ın bu güzelliklere kendisi gibi bir yı ın acının arasından bakmadı ını dü ünmek istedi. Fakat onun birkaç hafta içinde, hem de onbir ya ında iken, - clal böyle söylemi ti- anne ve babasını kaybetti ini biliyordu. Hayır, hayat her ça da insanı zehirleyebilirdi. Vapura gelirken pe leri sıra konu an iki fakir çocu un geçim sıkıntısından bahsedi ini duymu tu. O ya ta konu ulacak eyler miydi? --Adamın parası yok... Olsa i de i ir. Elinden gelse canını verecek. Baktım sonu çıkmıyor, ben okumak istemiyorum, diye tutturdum. Zaten hocalar i in farkında de iller, bundan adam olmaz!- diye söylenip duruyorlardı. Girdik çıraklı a. Haftada yüz elli kuru , bozdur bozdur harca... Ne ise, kitap, vapur parasından kurtuldum. Ö le yemeklerim de oradan çıkıyor. Fakat ya kokusuna tahammül edemiyorum. Midem hep a zımda. Annemin gebelik haline benzedim...--Ba ka bir i yok muydu?--Vardı ama, hesabıma gelmezdi. Sanat oldu u için ba ta para vermiyorlar. Bakma, a çı dükkanında bah i , falan gene on lirayı buluyoruz. Babam iyi olsun, kunduracılı a girece im... Ama iyi olacak mı?Ba ını çevirip bakmı tı. On iki, on üç ya larında, zayıf, üzüm gözlü bir delikanlıydı. Elinde taze kesilmi bir çubu a dayana dayana yürüyordu. Halinde üzüntü, alay, yaradılı tan gelme zarafet birbirine karı ıyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 52 / 279



Sabih, Mümtaz'a sordu: -Plakları buldun mu? -Buldum. Ama biraz eski. Fakat asıl bilmediklerimiz, hiç tanımadı ımız parçalar var! hsan ki bu i e o kadar meraklıdır, o halde mevcudun yüzde birini bilmiyoruz, diyor. Biri çıksa da unları tanıtsa, notaları ne redilse, diskleri yapılsa, hulasa, u piyasa musıkisinden bir parça kurtulsak! Dü ün bir kere, Dede gibi bir adamı yeti tirmi sin, Seyid Nuh, Ebubekir A a, Hafız Post gibi adamlar gelmi , muazzam eserler vermi ler. Benli imizin bir tarafı yapılmı . Sen farkında de ilsin; ruh açlı ı içindesin. Felaket urada; bugünkü nesil ortadan çekildi mi, ço u ezbere olan bu eserler kaybolacak. Mesela tek ba ına Münir Nurettin'in bildiklerini dü ünün. Sabih, Nuran'a döndü: -Siz, Mümtaz'ın eski musıkimize merak sardı ını biliyor muydunuz? Nuran, genç adama dostça baktı. Yüzünü çok lezzetli bir meyveye benzeten bir gülümseme içinde: -Hayır, dedi. clal burasını saklamı olacak... Adile Hanım'ın sesi, unutulmu olmanın korkuları içinde silkindi, uyudu u dolaptan çıkmı bir kedi gibi sırtını kabarttı: -Ben, bu cinsten insanlara kızıyorum, do rusu. Sanki öbürkünü anlarlarmı gibi... Adile Hanım, clal'i tanımazdı. Musıki bahislerinde ise hiçbir davası yoktu. Alaturkayı alı mı sularda gezer gibi, bir de bazen yarattı ı curcuna havası için severdi. Ona göre musıki ve her ey u zaman dedi imiz bo lu u doldurmak içindi. Bir geçit alayı, bir boks maçı hikayesi, öyle rahatça yapılan dörtba ı mamur bir dedikodu, ona en güzel sanat eserinin verebilece i sıcaklı ı verebilirdi. On vapurunu kapıcının karısının ikinci kattakiler için anlattı ı eyler yüzünden kaçırmı tı. Vakıa Huriye kadın onun için yeni eyler söylememi ti. Adile Hanım ondan yalnız öteden beri yaptı ı tahminlerin do rulu unu ö renmi ti. Evet, adam gizlice bir çare bulmu , karısının hiç haberi olmadan, çocuksuzluk iddiasıyle mahkemeden ikinci bir evlenme kararı almı tı. Böylece üç sene evvel Kadıköy vapurunda tanıdı ı ve kendisinden bir de çocu u oldu u esmer kız, imdi ikinci karısıydı. in garibi, eski karısının da tam bu sırada gebe kalaca ı tutmu tu. imdi biçare adamca ız iki çocu un birden babası olmu tu. Allah verince böyle verir. Adile Hanım'ın bu i teki derin görü üne hiçbir ey denemez. Hadise patlak vermeden altı ay evvel o üphelenmi , sonra Kadıköy tarafındaki dostlarını iyiden iyiye istintak etmi ti. in garibi, adamın iki karısının kısırlı ına hakikaten inanmı olmasıydı. Bu, yanlı çıkınca -Adile Hanım yalnız bu i lerde doktorlu a inanırdı- iki çocu un ikisinin de babası olmaması ihtimali kalıyordu. Adile Hanım



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 53 / 279



deminden beri çetrefil bir ehli hibre raporunun tekrar tekrar üzerinde duran bir hakime benziyordu. Hiç kadın kabahatli olmasa, bu rezalete tahammül eder miydi? Adile Hanım, kendisinde eski zürriyet tanrılarının kudretini vehmeden ve bu yüzden tıpkı bir Asur bo ası gururuyle gezinen, semt kadınlarının, i çi kızlarının karınlarına hep bu vehimdeki imkanların sonsuzlu u içinde, behemahal doldurulması lazım gelen bir kap gibi bakan kom usunu imdi bo almı bir balon gibi biçare, ba ı dü ük, bütün emniyeti yı ılmı tasavvur ediyor, gülmeden yüzüne bakabilecek miyim?- diye dü ünüyordu. Bu kadarı da biraz fedakarlıktı ya... Hafif bir tebessüm, hayırlı olsun! gibi bir bakı hiç de fena olmazdı. Bu zulüm de ildi, sadece bir öc almaydı. te bu dü ünceleri birdenbire Nuran'la Mümtaz'ın birbirlerine bakı tarzları, Nuran'ın mesut gülü ü, Mümtaz'ın hayranlı ını bozmu tu. Bu iki ahmak birbirlerini tanıyarak buraya gelmi lerdi. Birbirlerini seveceklerdi. Yoksa elalemin filan eyi bilip bilmemesi onun nesine gerekti. Biliyoruz dedikleri eyin ne kadar cahili olduklarını u ikinci kattaki musibetten tutun da, Sabih'in üst üste kaybetti i paraların acısı ona iyice ö retmi ti. Nuran'ın tebessümü Adile Hanım'a döndü. Fakat artık eski parıltısı yoktu. Sadece dedi inin do rulu una inandırmak istiyordu: - clal ba ka... dedi. O on dört sene piyanoya çalı tı. Konservatuara devam etti. Gerçekten anlar ve sever. Nuran akrabası için mübala a etmiyordu. Genç kız daha imdiden bir musıki inas sayılabilirdi. Fakültedekı tahsiline kadar ö rendi i her eyi unutmu , yalnız musıki duruyordu. Adeta na meden bir dünyası vardı. -Do rusunu isterseniz, ben ikisinden de anlamam. Hiç çalı madım. Fakat seviyorum. Her dinledi im ey uzviyetime yapı ıyor gibi beni sarıyor, tercihlerim, sade oyun bulduklarım, be enmediklerim var. -Bilmeden sevilir mi? Bir ey söyleyin- der gibi genç kadına baktı. -Çok ey bulabildiniz mi? - Daha ziyade Bedesten'de ve eski... Fakat buluyorum. Daha üç gün evvel iki tane Hafız Osman aldım. -Fakat ben a ız açtıkça niçin gülüyor? Ben çocuk de ilim ki... Ama, gülü ün o kadar güzel ki; kızaca ım yerde ho lanıyorum.- Ve Nuran'ın sessiz gülü ünün kendisine uzaktan gösterdi i altın meyveye do ru içinden bir ey kayıyordu. Garip bir gülü tü bu. Mümtaz farkında olmadan ona cevap veriyor, kendi içinde bu gülü ün bir a aç gibi büyüdü ünü, çiçek açtı ını duyuyordu. Bundan sonra ister istemez, evindeki plakları, o ferahfezaları, acema iranları, nihüftleri, tesadüf etti i her eyi yaldıza, bahar kokusuna bo an, onlara kendi uyanı ındaki sıcaklı ı geçiren bu gülü ün arasından ve onunla dinleyecekti. Bu dü ünceler arasında ba ını kaldırdı. Genç kadınla gözgöze



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 54 / 279



geldiler. Sakin, yumu ak, çok derinlerden gelen, hiçbir eyi kendisinden esirgemiyen bir bakı la ona bakıyordu. Bu, çok sevdi i airin dedi i gibi, insana aydınlıktan ve arzudan biçilmi libaslar giydiren bir bakı tı. Altın bir tepside veya kadife bir yastıkta bir galibe uzatılan o eski kale anahtarları gibi, genç kadın bütün hüviyetini bu bakı ve tebessümle kendisine uzatıyor, hediye ediyordu. Adile Hanım susmu tu. O bu cinsten tebessümlerin, dönüp dola ıp gözgöze gelmelerin manasını çok iyi bilirdi. Onun için, artık ikinci katın iki karılı ve kendisinin olmayan iki çocuklu beyini dü ünmüyordu. O i kendisi için manasını birden kaybetti: -Selam bile vermem. Elin budalasına ne diye selam verecekmi im? Nihayet mahallenin hizmetçileriyle dü üp kalkan bir herif i te... Her kepazeli e layıktır.- O da yandaki apartmanın altındaki kolacının e iydi. Ne diye dü ünecekti. Bu kararla Adile Hanım kendi içinde Sabit Bey'in dosyasını kapattı. Hakikatte Mümtaz'la Nuran'ın münasebetsizlikleri onu sıkmı tı. Mümtaz senelerdir evinin devamlı dostlarındandı. Vakıa henüz onu salondaki divanda yatma a razı edememi ti ama, gene evdendi. Onun için kendisine daha iyi bir istikbal isterdi. -Bu dul kadınla...- ama Adile Hanım'ın talihi böyle idi. nsanları sevdi i için onlardan ihanet görecekti. Bütün ömrü böyle geçmi ti. Kendi akrabaları bile onun etrafından birisini almaktan ho lanırlardı. imdi sıra Mümtaz'a gelmi ti. -Ne yaparlarsa yapsınlar...- der gibi omuzlarını silkmek istedi. Fakat muvaffak olamadı. Biz dü üncelerimizi çok defa omuzlarımızda ta ırız. Onun için onları kımıldatmamız bu dü üncenin a ırlı ı nisbetinde güç olur. imdi Adile'nin omuzları böyle idi. Mümtaz, akibetinin bütün a ırlı iyle bu omuzlarda ya ıyordu. Ama kendi delili i; Mümtaz'dan ona ne? Zaten kimin i ine karı mı tı? Yüzü talihten gördü ü bu son ihanetle küskünle mi , kendi kendine -ahmak herif...- diyordu. Zaten hangisi ahmak de ildi? Bütün erkekler ahmaktı. Biraz iltifat, uzaktan öyle bir gülümseme, gizli manalı bir çift lakırdı, sonra o kuluçka tavuk edasiyle bir bakı ... Artık vur boyunduru u. Adile Hanım, öyle herkesin hayatına karı anlardan de ildir. Zaten hiç kimsenin üstünde iddiası yoktu. Yalnızlıktan korkardı, yalnız kalmaktan korktu u için, tanıdı ı insanların kendisine muhtaç olmamaları onu çıldırtabilirdi. Halbuki i te Mümtaz'la Nuran kendisine muhtaç olmadan birbirleriyle anla ıyorlardı. Bu affedilmiyecek bir eydi. Çoktan beri hayatta kendisine rol olarak, iki cins arasında bir nevi katalizörlü ü kabul etmi ti. Evinin hayatını, gününü, bu iyi niyet idare ederdi. Gelsinler, birbirlerini görsünler, hatta sevi sinler; fakat daima onun yıldızı altında, daima kendisine muhtaç olarak. Bu tanı madan sonra bir ak am kendi evinde Mümtaz'la Nuran'dan bahsetmek, küçük çizgilerle onun tecessüsünü uyandırmak, adeta i nelemek, ertesi gün bir ikindi ziyaretinde Nuran'a aynı eyi yapmak, ikisinin de zihinlerini karı tırmak, sonra bir ak am onları yeme e davet etmek, ikisini de böylece evinin, sofrasının, tek ba ına dolduramadı ı gece saatlerinin bir nevi demirba ı yapmak! O, i lerin böyle ba lamasını, böyle geli mesini isterdi. Büyük, müstakil bir hayat kuracak kadar



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 55 / 279



derin alakalardan pek ho lanmazdı; o zaman ister istemez unutulurdu. Onun için sonuna do ru tedbirlerini alırdı. Fakat ba layan bir dostlu u, onun a ka do ra yürüyü ünü adım adım seyretme e, iki tarafın biricik mahrem-i esrarı sıfatıyla bütün küçük sırları dinleme e, anla mazlıkları halletme e bayılırdı. büyüyüp de alaka ciddile ti mi? ki tarafı birbirinden uzakla tırmak için elinden gelen gayreti sarfederdi ve bu gayret öyle on, on iki yıllık bir tecrübeye dayandı ı için çok defa muvaffak da olurdu. urası muhakkak ki, Adile Hanım'ın birle tirici tarafı kadar, yangın söndürücü tarafı da vardı. Vakıa evlenme denen müesseseye hürmet ederdi. Fakat tanıdı ı kadınlar, kendi muhitinin dı ından evlenseler, daha memnun olurdu. Kendi arkada ları kendisine kalmalıydı. Onlarla ancak küçük flörtler yapılabilirdi. Adile Hanım buna ses çıkaracak kadar zalim de ildi. Sonunda evlenseler bile, bu yeni yuvayı kurmak için Adile Hanım'ın gayreti, yardımı istenmeliydi. Bu hayat ve onun zahmetleri, bu kadarcık bir tatmin de olmasa, çekilir i miydi? Halbuki Mümtaz'la Nuran birbirlerini tanıyarak i e ba lamı lardı. Zaten Adile Hanım ikisinde de, öteden beri tek ba ına i görmek hevesini sezerdi. Bu yüzden, demin Mümtaz'ın genç kadına bakı tarzını gördü ü zaman, onları üç gün sonra sofrasında birle tirmek için verdi i karardan derhal dönmü tü. Adile Hanım da herkes kadar hata i ler, fakat bir meziyeti vardır; hatasını anlayınca tashih etmekten çekinmez. Hayır, onları ça ırmıyacaktı. imdi, yalnız bir ey istiyordu: Sabih'e bu kararından vazgeçti ini bir an evvel söylemek. Çünkü bu iyi kadının kafasında bir dü üncenin, bilhassa böyle mühim bir kararın Sabih'e söylemeden beklemesi, en kat'i, en kısa cümlelerle tebli edilmemesi rahatsız edici bir eydi. Halbuki bu karar bir nevi idam kararı kadar ciddi idi. Mümtaz, bu kararın daha ziyade Nuran'a ait oldu unu iyi biliyordu; Adile Hanım erkeklere pek kıymazdı. Onlar kadınlar gibi hodbin de ildirler; en çirkinin bile öyle tatlı rehavetleri, uysallıkları vardı ki... Adile Hanım'ın kendisini feda etmiyece ine, hatta bu hafta ça ırma a kalkaca ına, fakat Nuran'ın onun evine ancak kendi kendine gidebilece ine emindi. Adile Hanım'ın endi elerinin yanında, Sabih'inkiler daha basit kalıyordu. O, Mümtaz'la Nuran'ın birbirlerinden ho lanır görünmesinden büyük ümitlere kapılmı tı. Son banyo malzemesi meselesinden beri -Polonyalı bir dostu onu iyi atlatmı tı- Adile, bütün kederini kocasının urtikerini tedavi ile avutuyordu. Aylardır suda pi mi havuç, tereya lı sebze yiyordu. Hele Nuri'nin evlenmesinden sonra, perhiz, son derecede sıkla mı tı. Haftalardır ki rakının yüzünü görmemi ti. Me er eve beklenmedik bir misafir gelsin. Fakat aksi gibi semtlerine kimsecikler u ramıyordu. Bu budalalar i i biraz idare etselerdi, yarın ak am... Hayır, Sabih, yarın ak am da, dün ak am, evvelki ak am gibi, gene kendisini önünde bir tabak ha lanmı havuç, taze kabakla görüyordu. çini çekti... nsanlar zalimdi. Hayat, tahammül edilmez bir eydi; havuç yemekle, acıkmı bir örümcek gibi kendi bacaklarından birini yemek arasında ne fark vardı? Kendi bacaklarından birini yemek... Bunu bu sabah önündeki Fransızca



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 56 / 279



gazetede okumu tu. Adile Hanım oldu u yerde bu örümceklerden birine benziyor, dü üncesi tıpkı o cinsten açılı lara kendi kendisini yiyordu. Birdenbire masanın öbür ucunda sabırsızlanan Fatma'yı gördü. Kız çok güzeldi, fakat garip bir hırçınlıkla bu güzellik kaybolmu tu. Annesini kıskandı ı belliydi. çinde bir ümit belirdi; yüre i sonsuz bir merhamet ve efkatle suya atılmı Japon oyunca ı gibi birdenbire açıldı. Önünde bir ufuk vardı. Çocu a baktıkça bu i in çıkmıyaca ını anlıyordu. -Zavallı yavrucak...- Derhal onunla me gul olma a ba ladı. Azap meleklerini a latacak bir efkatle onun hal ve hatırını sordu. Fatma'nın ka ları, kendisine acıdıklarını farkettikçe, iyiden iyiye çatılıyor, Nuran gelecek sa na ın korkusu ile a kın yapmayın!..- der gibi bakıyordu. Fakat Adile Hanım, önünde açılan bu merhamet ve efkat yolunda ona bakmadan yürüyordu: -Gene eskisi gibi güzel dansediyor musun, bakalım?.. Hani bizim evde oynadı ın geceki gibi... imendiferini ne yaptın? Sesi ne kadar yumu aktı. Nasıl insanın ta derinliklerine kaymasını biliyordu. Bu imendifer ve küçük kızın dansı, babasıyle geçirdikleri son yılba ı gecesine aitti. Adile Hanım'ın efkati bu hatırayı iki senenin arasından bulup çıkarmı tı. Tıpkı eski eylerle dolu bir tavan arasından çok öldürücü bir hançer gibi... Fatma'yı deminden beri daldı ı içlenmelerden, unutulmanın acılarından, en keskin harekete geçirmek için bu kadarı kafiydi. Mümtaz, o gün kıskanç bir çocuk kafasının nasıl bir tabiye makinesi oldu unu gördü. Bütün yol boyunca Fatma, Nuran'ın bir dakikasını bo bırakmadı. Genç kadın küçük bir ifrit tarafından zaptedilmi gibiydi. Ancak tebessümü ile orada, yanlarında idi. Mümtaz, bu uzak tebessümün ı ı ı altında Sabih'in dünya vaziyeti hakkındaki fikirlerini dinledi. Büyük havuç yiyicisi, mahremiyetlerinin intikamını imdi insanlıktan alıyordu. Bir elinin ayasıyle, sanki i te delillerim der gibi, önündeki Fransızca gazetelere basarak hepsini mahkum ediyordu. Mümtaz kar ısında, Adile ile çok uzaktan, çekildi i meçhul derinliklerden konu an Nuran'ın yüzünü, bu yüzü dı arıdan aydınlatan ince tebessümü görmese, dünyanın sonunu ya adı ına ve bunun böyle olması çok iyi oldu una ve insano lu denen bu ahmaklar kafilesinin buna layık oldu una inanacaktı. Fakat Nuran'ın tebessümü, ba ının üstüne bütün bir mevsim gibi toplanmı kumral saçları onu hayatın siyasetten, çeki meden ba ka, onların çok üstünde, daha çok güzel ve daha iyili e götürücü ufukları oldu una, saadetin bazen insana bir metre kadar yakla abilece ine, dünyanın zannedildi inden çok iyi kuruldu una inanıyordu. Vapur Ada'ya yakla ınca genç adamdaki bu iyimserli e hafif bir acı katıldı. Genç kadından ve kızından orada ayrılmak lazım geliyordu.



Mümtaz onlardan ayrılır ayrılmaz, acele etti ine pi man oldu. Genç kadından böyle birdenbire uzakla mamalıydı. -Acaba görebilir miyim?- diye iskelenin biraz ilerisinde bekledi. Fakat kalabalık biter



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 57 / 279



tükenir gibi de ildi. Nihayet yolcular ve kar ılayıcılar seyrekle ince evvela Sabih'le Adile'yi gördü. Adile sokakta kocasına dayanmadan pek az yürüdü. htimal, onun için koca denen sermayenin iyi i letilme ekillerinden biri de kendisini yolda yarı yarıya olsun ta ıtmaktı; bu sefer de kol kola idiler. Sabih, bir yanını çökerten Adile'nin a ırlı ına, dünya olan bitenleriyle bir muvazene yapmak ister gibi, öbür elinde gazete paketi, can sıkıntısından alnı kırı ık içinde, üphesiz kafasında Garp memleketlerindeki vapur seyr ü seferlerinin, girip çıkma usullerinin mükemmelli i hakkında bir yı ın fikir ve kıyasla yürüyordu. Mümtaz lafa tutulmamak için bir grubun arkasında kendini sipere çekti. Biraz sonra Nuran'la kızı göründü. Genç kadın belli ki rahat yürüyebilmek için en sona kalmayı tercih etmi ti. Yüzü çocu una do ru, çok sade ve tatlı bir gülü le e ilmi , bir eyler söyleyerek yürüyordu. Fakat ne bu tebessüm, ne bu konu ma çok sürmedi. skele binasından çıkar çıkmaz, Fatma: -Babam!.. anne, babam geliyor, diye ba ırarak ileriye atıldı. Mümtaz o dakikada gördü ü eyi bütün ömrünce unutamazdı. Nuran'ın yüzü kül gibi beyazlanmı tı. Genç adam gözleriyle etrafı ara tırdı; kendisinden yirmi, yirmi be adım ötede, sarı ın, iri kemikli, dolgun gö üslü, hülasa, malzeme itibariyle oldukça zengin ve sa lam, fakat garip ekilde güzel, -sonradan bu sahneyi tekrar dü ününce -hiç olmazsa bazı erkekler için güzel...- diye karar vermi ti;- bir kadınla, esmer, otuz be ya larında, siyah saçlı, yüzü ve kolları güne ten yanmı , her halinden deniz sporlarına alı ık bir adamın onlara do ru yürüdü ünü gördü. Nuran'ın bütün vücudu titriyordu. Mümtaz iri kemikli kadının kendi yanından geçerken, yava sesle, yarı Türkçe, yarı Fransızca: -Fakat bu skandal... Fahir, Allah a kına sustur unu! diye fısıldadı ını duydu. Nihayet Fahir'le metresi genç kadına yakla tılar. Emma çocu u bir yı ın -Ma allah!- ile ve -Ne güzel çocuk bu...diyerek kucakladı. Fahir ise buzdanmı gibi duruyordu. Çocu un ancak yana ını ok ayabilmi ti. Bu, garip çok garip bir sahne idi. Nuran oldu u yerde hala titriyordu; Emma, harfleri çatlata çatlata: -Ah ne güzel çocuk!.. diye hayran oluyor, Fatma bu yabancı sevgiden ve bilhassa babasının so uk duru undan mustarip, annesinin eteklerine yapı mı a lıyordu. Dı arıdan görenler, bu sahnenin Nuran tarafından hazırlanmı oldu unu, yahut da Fahir'in eski karısına kar ı alakasızlı ını Emma'ya göstermek için bu tesadüf fırsatını kaçırmadı ını zannedebilirdi. Saatlerce devam etmemesine hiçbir mani olmayan bu hazin vaziyete Nuran mizacının birçok taraflarını gösteren bir hareketle son verdi; çocu unu kucaklıyarak ikisinin arasından çıktı, biraz ötede bir arabaya atladı. Mümtaz yanından geçerlerken Fatma'nın katılasıya a ladı ını gördü. çi garip surette burkuldu. Yolun ba ında arkada ları bekliyorlardı. Onlara do ru yürüdü: -Nerede kaldın, hep seni bekliyoruz...



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 58 / 279



- hsan geldi mi? -Evet, yanında bir de akraban var! -Kim? -Suat adında biri. Garip bir adam. Sanatoryumda imi ! -Ata benziyor... Mümtaz sadece bir: -Tanıyorum; sonra Nuri'ye dönerek: -Hakikaten ata benzer... dedi. Ve zihninden Nuran'ın akaklarından ikide bir gözlerine do ru kayan saçlarını dü ündü. Orhan bu dikkati tamamladı: -Galiba biraz da yamyam! -Hayır, sadece katil, yahut tela lı katil, yani müntehir!.. Bu, üniversiteden kalma bir akalarıydı. Bir gün Küllük'te büyük bir tarihçimizin insanları, -Esafil-i- ark, Nizam-ı-alem, i - diye üçe ayırdı ını i itince, bu tasnifi geni letmi lerdi. Yamyamlar, herhangi bir ideolojide, sa veya sol, mutaassıp olanlardı. Katiller, birtakım meseleleri olan ve her gördüklerine onlardan bahsedenlerdi. Tela lı katiller, bu meseleleri fazla enfüsile tiren, isyan hissiyle dolu olanlardı. Müntehirler ise bunları iki taraflı azap haline sokanlardı. Kol kola girerek tıpkı senelerce evvel oldu u gibi, caddeyi yarı tutarak, güle konu a yürüdüler. Hiçbiri Mümtaz'ın dalgınlı ını farketmedi. Lokanta bu ö le saatinde denizi içine almı tı. Suat'la hsan kö ede bir masada oturmu lardı. Denizde kırılan bütün ı ıklar Suat'ın yüzünde toplanır gibiydi. Mümtaz, onu son defa gördü ünden daha zayıf ve solgun buldu. Bütün kemikleri meydanda gibi... hsan sabırsızlıkla: -Vakit geçirmeden oturun? dedi. hsan pek nadir zamanlarında içenlerdendi. Fakat bunu sıhhi bir endi eden ziyade, içkiye hayattaki yerini vermek için yapardı. -Onun sihrini kendimizde eskitmemeliyiz...- derdi. çme e karar verdi i zaman ise, bir çocuk gibi sabırsız olurdu. Bu lokantayı iskeleye yakın diye seçmi , Mümtaz'ın vapurunu dört gözle beklemi ti. Birdenbire ye enine döndü: -Senin gözlerın pırıl pırıl... neyin var? Mümtaz a kın:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 59 / 279



-Suat'ı gördüm, sevindim... dedi. Hakikatta Suat'ı görmekten sevinmemi ti; zekasını, konu masını çok be enirdi. Fakat onda kendisini rahatsız eden bilmedi i bir taraf vardı. -Ne saadet... beni görüp, sevinen insanlar da var... Mümtaz bu gülü ün kar ısında içinden, - te seni bunun için seviyorum!- diye dü ündü. Filhakika Suat'ın gülü ünde kalbden gelen her eyi reddeden garip bir hal vardı. Sanki yüzü birdenbire her eye yabancı ve dü man kesilmi gibi gülüyordu. -Hayatından mı ikayetçi? Yoksa benimle mi alay ediyor?Fahri, hsan'a gülümsedi: -Ben, size gelece ini söyledim, siz inanmıyordunuz... dedi. -Ama iki vapur gecikti... -Hayır, yalnız bir vapur kaçırdım. -Kaçta uyandın? Mümtaz gecesinin büyük zaferini bir daha hatırladı: -Bu gece kitabı bitirdim... dedi. Geç yattım; uyku tutmadı; Sümbül Hanım'ı da bir türlü beni vaktinde uyandırma a alı tıramadım! Sümbül Hanım, Mümtaz'ın Emirgan'da i lerini gören kadındı. Suat, Mümtaz'a sordu: -Bugünlerde ne okuyorsun Mümtaz? Mümtaz önüne sıralanan meze tabaklarını ciddiyetle süzüyordu. Kapıya kar ı oturmu tu. Fakat yeni tanı tı ı genç kadının buraya gelmiyece ini iyi biliyordu. -Hemen hemen her ey... Cevdet Tarihi; Sicill-i Osmani, akayık... Suat çok ciddi bir teessür içinde idi: -Felaket... dedi. imdi nasıl konu aca ız? Eskiden Mümtaz'la çok rahat konu urduk. Evvela okudu u muharriri sorardım; sonra onun a zıyle veya meseleleriyle konu urdum. Ve kapalı yüzünden hiç beklenmeyen bir çocuk gülü üyle güldü. Mümtaz, - te bunun için de seviyorum...- diye deminki dü üncesini tamamladı.. Nuri: -Herkes az çok öyle de il midir? diye itiraz etti. Dört arkada Galatasaray'dan beri ayrılmadıkları Mümtaz'ı çok severler, ona toz kondurmak istemezlerdi. Suat eliyle i aret etti:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 60 / 279



-Maksadım aka tabii... Mümtaz'ı eskiden böyle kızdırırdım. Yoksa ne oldu unu biliyorum. Akrabayız. Fakat do rusunu isterseniz herkes bizim kadar çok mu okuyor? diye dü ünüyorum.. Fahri'nin fikri büsbütün ba ka idi: -Avrupa bizden çok fazla okuyor. Birkaç dilde birden okuyor. Mesele orada de il... -Fakat bir mesele var yine. Okuduklarımızla rahat de iliz. hsan kadehinde buzun geçirdi i de i me i, renksiz alkolün yava yava bulanmasını, sanki mermer damarlarla zenginle mesini takip ediyordu. imdi kadeh hiç de saf olmayan bir mayi ile dolu idi. -Haydi çocuklar!.. dedi. Sonra Suat'a cevap verdi: Mesele, okuduklarımızın bizi bir yere götürmemesinde. Kendimizi okudu umuz zaman hayatın ha iyesinde dola tı ımızı biliyoruz. Garplı, bizi, ancak dünya vatanda ı oldu umuzu hatırladı ımız zaman tatmin ediyor. Hulasa, ço umuz seyahat eder gibi, benli imizden kaçar gibi okuyoruz. Mesele burada. Halbuki kendimize mahsus yeni bir hayat ekli yaratmak devrindeyiz. Zannederim ki Suat'ın dedi i budur. -Evet, bir adımda eski yeni ne varsa hepsini silkip, fırlatmak. Ne Ronsard, ne Fuzuli... - mkanı mı var? Ve Mümtaz içinden tekrar Nuran'ın saçlarını dü ündü: -Hep böyle dü er mi bu saç... daima elleriyle ba ını biraz geriye atarak onu düzeltir mi?.. Suat, Nuran'ın saçlarından habersiz onu dinliyordu: -Neden imkansız olsun?.. - undan imkansız ki... fakat asıl imkansız olan u anda bu i leri konu masıydı. -Güya Adadayım! Ve o da burada... ne kadar birbirimizden uza ız... aynı evde, ayrı ayrı odalarda olsak yine netice aynı olacak... -Çünkü, evvela siyah tahtayı beyhude yere temizlemi oluruz. Bu inkarla ne kazanaca ız sanıyorsun? Benli imizi. Benli imizi kaybetmekten ba ka. Suat çok yumu ak bir bakı la: - Yeniyi... yeni bir alemin masalını kurarız. Amerika'da, Sovyet Rusya'da oldu u gibi. -Onlar her eyi, hepsini unuttular mı sanıyorsun? Bence bu yeni masalı yaratacak olan bizim maziyi inkarımız veya bu i teki yaratma



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 61 / 279



irademiz de ildir. Olsa olsa yeni bir hayatın hızıdır. -Ne yapalım istiyorsun? Fakat Mümtaz cevap vermedi. Zihni Fahir'le -muhakkak o olacaktı, Nuran'ın arasındaki sahnede idi. -Yüzü ne kadar bozulmu tu. A layacak kadar bedbahttı.- Ve birdenbire içinde kabaran merhametle onu mesut etme i, bütün ömrünce mesut etme i kendi kendine vadetti. Ve hemen o anda çocuklu undan utandı: -Bu kadar çocukça!- bu kadar hissi oldu unu ilk defa farkediyordu. -Unutma ki, onların ikisi de Avrupa'yı devam ettiriyorlar... -Peki o halde ne yapaca ız? hsan kadehini kaldırdı: -Evvela içece iz... dedi. Sonra bu güzel denizin bize hediye etti i u balıkları yiyece iz. Ve u bahar saatinde bu lokantada, bu denizin kar ısında oldu umuza ükredece iz. Sonra da kendimize mahsus, artlarımıza uygun yeni yeni bir hayat kurma a çalı aca ız. Hayat bizimdir; ona istedi imiz ekli verece iz. Ve o eklini alırken, kendi arkısını yapacak. Fakat fikre, sanata hiç karı mıyaca ız! Onları hür bırakaca ız. Çünkü, onlar hürriyet, mutlak hürriyet isterler. Masal bir anda, biz istiyoruz diye te ekkül etmez. O hayatın içinden fı kırır. Hele mazi ile ba larımızı kesmek, garba kendimizi kapatmak! Asla! Ne zannediyorsunuz bizi! Biz arkın en klasik zevkli milletiyiz. Her ey bizden bir devam istiyor. -Eskiyi devam ettirdikten sonra, yeni hayat ekli aramak ne için? -Hayatımızın henüz ekli yok da onun için! Zaten hayat tanzim edilme e daima muhtaçtır. Hele asrımızda. -O halde maziyi tasfiye ediyoruz?.. -Elbette... Fakat icabeden yerlerde. Ölü kökleri ataca ız; yeni bir istihsale girece iz: Onun insanını yeti tirece iz... -Bunu yapmak için nereden hız alaca ız?.. - htiyaçlarımızdan, ya ama irademizden; zaten hıza de il, derse ihtiyacımız var. Bunu da realite bize verir, müphem ütopyalar de il!.. Suat eliyle alnını sildi: -Ben ütopyadan bahsetmiyorum... fakat bakir türküler istiyorum. Dünyayı yeni gözle görmek istiyorum. Bunu sade Türkiye için istemiyorum, dünya için istiyorum. Yeni do an insanın teganni edilmesini istiyorum. -Adalet istiyorsun, hak istiyorsun.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 62 / 279



-Hayır, öyle de il! Çünkü kelimeler eski. Yeni insan eskinin hiçbir artı ını kabul edemez... Mümtaz bir güzü kapıdan giren mü terilerde: -Suat bize bu yeni insanı tarif etsin!.. dedi. -Edemem!.. Çünkü, daha do madı. Fakat do acak, eminim... Bütün dünya onun sancısını çekiyor. te spanya!.. hsan: -E er bütün imrendi in o ise, hiç merak etme; yakında Avrupa, hatta dünya, spanya'ya benziyecek. Fakat hakikaten spanya'da veya Rusya'da yeni insanın do du una inanıyor musun? Bana daha ziyade insanlı ın felaketi hazırlanıyor gibi geliyor. -Falcılık mı?.. - Hayır, sadece bir mü ahede... Alelade bir gazete okuyucusunun mü ahedesi... Suat bir müddet bo kadehiyle oynadı, sonra kadehi brahim'e uzatarak: -Lütfen... dedi. Dolan kadehe su koydu; ilk yudumu içti. -Böyle olsa ne çıkar, zaten olmasını istemiyenlerden de ilim. nsanlık ölü kalıplardan ancak böyle bir yangınla kurtulur... -Daha beterlerine dü mek için; geçen harbin neticesini gördük. Fakat Suat dinlemiyordu: -Kaldı ki, harp bir zaruret oldu artık... bu kadar karı ık hesabı ancak o temizliyebilir. Sonra birdenbire ba ını kaldırdı. hsan'a baktı: -Hakikaten insanlıktan yeni bir ey ümit etmiyor musunuz? - nsanlıktan ümit kesilir mi? Yalnız harpten iyi ey ummuyorum. Medeniyetin yıkımı olacaktır. Ne harpten, ne ihtilallerden, ne de halk diktatörlerinden bir ey çıkaca ını umuyorum. Harp Avrupa'nın, belki dünyanın mutlak felaketi olacaktır. Ve kendi kendisine söyler gibi konu masına devam etti: - nsanlıktan ümit kesmedim, fakat insana güvenmiyorum. Bir kere ba ları çüzüldü mü; o kadar de i iyor, o kadar kurulmu makine oluyor ki... bir de bakıyorsun ki, o sa ır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemi ... Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandı ımız bu kaba kudreti birdenbire ba ı bo bırakmasıdır. - te ben de bunu istiyorum.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 63 / 279



hsan içini çekti. -Halbuki daha iyi eyler isteyebiliriz. Fakat istemek neye yarar; insano lu bu kadar zayıf olduktan sonra?.. Evet, insana güvenilmesi güçtür, halbuki talihini dü ününce, onun kadar alınacak mahluk yoktur. -Ben insanı seviyorum. Onun artlarıyle dö ü me kudretini seviyorum. Kaderini bile bile hayatı yüklenmesini, o cesareti seviyorum. Hangimiz yıldızlı bir gecede kainatı bütün a ırlı ıyle sırtımızda ta ımayız. Hiçbir ey insano lunun cesareti kadar güzel olamaz. air olsaydım tek bir manzume yazardım; büyük bir destan. ki aya ı üstüne kalkan ilk ceddimizden bugüne kadar insanlı ın macerasını anlatırdım. lk dü ünceler, ilk korkular, ilk sevgi, kainatı gittikçe ihata eden, kendi ba larına mevcut olan her eyi birle tiren zekanın ilk kımıldanı ı, tabiata izafe etti imiz bir yı ın zenginlikler... Allah'ı etrafımızda ve kendi içimizde yaratmamız. Evet tek bir manzume yazardım. nsanı teganni etmek istiyorum, derdim; maddeyi uykusundan uyandıran ve kainata kendi ruhunu geçireni teganni edece im, ey bütün büyüklü ü ihata eden lisan! Sen bana yardım et! hsan ye enine üphe ile baktı: -Bu ne co kunluk Mümtaz? Adeta ondokuzuncu asrın medeniyet müminlerine benzedin. -Hayır benzemedim. Çünkü, meselelerin halledilece ine inanmıyorum. Daima ölece iz ve öldürece iz. Daima bir tehdit altında kalaca ız. Ben trajedinin kendisini seviyorum. Asıl büyüklük, ölüm uuruna ra men gösterdi imiz cesarette. -Mümtaz gorilden insana do ru yürüyü ün iirini yazmak istiyor. - Evet, gorilden insana do ru yürüyü . yi hatırlattın. stedi in harp, bu cümlenin sonudur. - imdi insandan tekrar gorile do ru mu gidece iz?..- Dostoyevski, içinde bulundu umuz çıkmazı en iyi gören adamdır. - hsan kadehini içmeden masaya bıraktı.- stedi in harp bizi oraya götürür. ki Cihan Harbi daha olsun, ne kültür, ne medeniyet kalır. Hürriyet fikrini ebediyen kaybederiz. -Bunu ben de biliyorum. Fakat içimizdeki ruh darlı ı ve dı ımızdaki sefalet, insanı bir malzeme gibi kullanmak itiyadımız ve bunun do urdu u korku. Sonra bütün bunların hayatın zaruri tarafı oldu unu bilmek felaketini dü ünün! Hepsi bir devir sonunun yakla tı ını gösteriyor. Ben bir felaket de olsa, onu bekliyorum. -Üstü senin olsun... Adile hınçla kocasına baktı ve yava ça, fakat içinde bütün bir katliam arzusu parıldayan sivri bir sesle fısıldadı: -Sokakta topluyorsun, de il mi?



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 64 / 279



Sabih karısına her zamanki tatlı bakı la bir göz i aret etti. Onun bütün gün niçin her eye hiddet edece ini biliyordu. -Bir kö eye otururum, lafa karı mam. Ev sahipleri tahammül etsinler!- Zamanla karısına, bütün aksak taraflarını ö rendi i eski bir otomobil gibi alı mı tı. O istedi i yerde durur, bazen hiç fren kabul etmez, vitesleri kendi kendine de i tirir, bazen doludizgin yürürdü. Sabih'in vazifesi bu eski makinenin bir kaza çıkarmasını önlemekti. Aslında iyi kadındı ve ona alı mı tı. Hayatı onun yanında rahattı. Vakıa bu rahatı Sabih oldukça mühim fedakarlıklarla elde etmi ti. Onu kendisine temin edebilmek için hemen hemen ahsiyetinin yarısından vazgeçmi ti. -Yarım ahsiyetle de bilmem i görülür mü?Arabacı aldı ı bah i ten memnun, arabasının ba ak sarısı hasırını ve renkli tentesini güne te parlatarak geni bir kavisle Adile'nin yanıba ından geçti. Adile bu ne eli kavis ve iyi beslenmi atların bahar sabahı keyfini ahsına kar ı bir hakaret sayıp saymamak için bir müddet dü ündü ve hızlı hızlı, topuklarını, zaten gev emi asfaltı adeta delmek ister gibi, sert sert basarak yürüdü. Fakat önünde inilecek çok ta lı, karmakarı ık bir yoku vardı. Durdu ve Sabih'in, koluna girmesini bekledi: -Bu uzun ökçelerle!- Ayakkabıyı daha dün almı tı, bu ta lık yolda parçalanmasına razı de ildi: -Hiç olmazsa bu i e yarasın!- Sabih, talihin kendisine uzattı ı barı ma fırsatını kaçırmadı. Hatta aklı, yolun yan tarafındaki evin verandasında ezlonga uzanmı kız irisinin kası ına kadar açık kalçalarında kalmasına ra men, karısının kolunu on üç senelik bir tecrübenin verdi i ustalıkla hafif ve iç gıdıklayıcı bir tazyikle sıkmayı bile unutmadı: -Nasıl olsa misafirlikteyiz...- Ve yava ça kula ına fısıldadı: -Mümtaz'ın hayatı tehlikede... ne dersin?- Bu tek cümlenin Adile'nin üstünde yapaca ı tesiri merak etmiyordu. u dakikada karısının yüzünün, üzerine limon sıkılmı bir istiridye gibi, bir yı ın küçük sarsıntı içinde kaldı ını biliyordu. Ve sırf bile bile yaptı ı bu zulmü telafi etmek için, tekrar Adile'nin kolunu sıkma a devam etti; fakat karısına kar ı olan muhabbeti sadece bu jestlerle kaldı. Tehlikede! Çünkü Nuran'ın da ona kar ı bir zaafı oldu u muhakkak...- Ve birdenbire i kenceyi azami haddine götürme e karar veren bir katı kalblilikle ilave etti: -Yoksa birbirlerini daha evvelden tanıyorlardı da, bize komedi mi oynadılar? -Vallahi bilmem, ama zannetmiyorum... Nerede o zeka onlarda. Hem niçin yapsınlar? -Fakat dikkat ettin mi, kız bile farkına vardı. -Tabii, zavallı çocuk... Ve Adile, Nuran'ın kızına duydu u merhametten kalbi parça parça Sabih'e bütün gövdesiyle yaslandı: in garibi, ilk fırsatta ni anlılık zamanımızın sesini bulabiliyor... Acayip ey u kadın kısmı vesselam... Zavallı Mümtaz budalası da durup dururken ba ına dert açıyor...çinde Mümtaz'a kar ı garip bir merhamet vardı. Bununla beraber oförlük hocasının mesafe tayini nasihatlerini zihninden geçire geçire gidecekleri evin kapısiyle bulundukları yeri ölçtü ve tekrar Adile'nin kolunu hafifçe ok ama a devam etti:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 65 / 279



-Sen rahat dursana bakayım! Emma, erkek ruhuna a ine oldu unu sanan kadınların hesaplı i vesiyle sevindi: -Oh, istakoz var... Neredeyse sevincinden ellerini çırpacaktı. Biliyorsun Fahir, dünkü istakoz ne güzeldi! Sesi hafif hardalda bırakılmı bir hıyar gibi garip ve dili yakıcı bir gevreklikle Türkçe kelimeleri de i tiriyordu. Bununla beraber, gayet az aksanı vardı. Fahir, genç kadının sıhhatli çenesine ve bembeyaz di lerine korku ile baktı: -Sonra?.. Emma, en irin tebessümlerinden biriyle cevap verdi: - stakozdan sonra dü ünürüz... Fakat beraber ya adı ı adamın sofrada yemek beklemekten -tabii bütün Türkler gibi- ne kadar sıkıldı ını hatırlıyarak ilave etti: - stersen bir initsel veya bonfile... -Peki, sana bir initsel veya bonfile... Garsona döndü: -Hangisini tavsiye edersin?Rum garson bir müddet Buridan'ın merkebi oldu ve initselin nefasetiyle bonfilenin asaleti arasında sallandı: -Ama, sen yemezsen olmaz... Emma'nın sesi efkatten neredeyse ate te kalmı bir cam parçası gibi çatlıyacaktı. Fahir ta belkemi inden gelen bir ürpertiyle bu efkate, onun so uk hücumuna gerilmi ti: -Muhakkak sen de yiyeceksin! Emma, erkek ruhunu anlayan kadın dikkatiyle ve bir anne efkatiyle -çünkü her erkek biraz çocuktur ve iradeye muhtaçtır- diye devam etti. Bu sabah kültür fizi ini de unuttun! Köstence'de plajda bu kültür fizi e ilk ba ladıkları zamanlarda Fahir'i ne bu ses, ne de bu ısrar bu kadar rahatsız ediyordu. O zaman ahsına gösterdi i bu ahlaka onu çıldııtıyor, bu hesaplı ve iradi arkada lıkta imkansız lezzetler buluyordu. -Peki, ben de yiyeyim! Böylece hiç olmazsa onun konu masını önleyecekti. Kendisinin de farkına vardı ı garip bir ısrarla ba ını listeye gömmü , Emma'nın di lerini, sa lam vücudunu, erkek kudretlerine meydan okuyan geni gö sünü, bir zamanlar kendisini hazdan, imdi sabırsızlıktan ve hatta hiddetten çıldırtan bütün bu birinci sınıf zevk makinesi teferruatını görmeme e çalı ıyordu. Emma'nın di leri Fahir'i stanbul'a dönü ünden beri korkutmu tu. Lekesiz, bembeyaz, bir çehre için oldukça mübala alı karoserisi



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 66 / 279



içinde hiç a madan i leyen bir cihaza benziyen bu di ler, onun üzerinde her rastgeldi ini ö ütebilecek bir de irmen hissini bırakmı tı. imdi bu de irmen evvela istakozu ö ütecek, sonra Viyana usulü initseli çi niyecekti. A ır a ır... - arap mı, su mu?.. -Rakı... Fahir bu sefer hakikaten gafil avlandı ve kar ısındakine bir saniye için hayretle baktı. Fakat Emma, uzakta ilk mimozaların arasında tropikal bir lacivertlikle uzanan denize dalmı tı. -Hani sen rakıyı sevmezdin? -Alı tım artık! Sonra çok muhabbetli bir bakı la Fahir'e döndü: Ben artık stanbullu oldum! Emma, rakıya hiç alı mamı tı. Ve Fahir'in içmesini de belki sadece otoritesini kullanmak için istemezdi. Fakat iskelede Nuran'la ve bilhassa kızıyla kar ıla ması onu birkaç gün için bazı prensiplerinden fedakarlık etme e mecbur ediyordu. Ne olur ne olmazdı, birkaç gün için daha sokulgan, daha uysal görünmeliydi. Yeni tanı tıkları yat sahibi zengin sveçli ile anla ana kadar Fahir'in sevgisi ona lazımdı. Kendi kendisine: -En a a ı bir ay...- diye tekrarladı. Evet, hiç olmazsa Fahir'le bir ay dost kalmalıydı. Ondan sonra hususi bir yatla ve o kadar distingue insanlar içinde bir Akdeniz seyahati yapmak... Bahusus tam mevsimiydi. -Atina, Sicilya, Marsilya...- Daha ilerisini dü ünmüyordu. Çünkü yaz, kı , hangi mevsim olursa olsun, behemehal Paris'i istiyordu. Bir kere oraya gitmeliydi. Geçen sefer Fahir'i tanımadan evvel yaptı ı Paris seyahati hiçbir i e yaramamı tı. Sefil bir oda, bir nevi mahalle a çısına benzeyen bir lokanta, ak ama kadar yandaki odanın piyanosu, ufak ekonomilerle alınan birkaç parça e ya... üphesiz uzviyet bakımından çok e lenmi ti; fakat velev ki onun için bile olsa artık bazı mahrumiyetlere tahammül edemiyordu. Sonra yerle ece i, ev bark sahibi olaca ı zaman gelmi ti. Onun için bu fırsatı kaybetmek istemezdi. Fakat talih Emma'ya daima garip oyunlar oynardı. Bu sefer de öyle olmu tu. htiyar ve zengin sveçli tek ba ına gelmemi ti. Yanında yatın kaptanı olan genç, esmer bir delikanlı da vardı. Ve i in fenası, bu delikanlı, Emma'nın zaaflarını sanki ezberden bilirmi gibi davranıyor, ona bir türlü reddedemedi i ba ba a kalma fırsatları hazırlıyor ve üzüm gibi siyah gözleriyle bir iki saniye onu süzdükten sonra, ba ka hiçbir mukaddemeye lüzum görmeden... Dün ak am denizde böyle olmu tu. Herkesin sarho lu undan ve mehtaptan, sessizlikten ne kadar çabuk istifade etmi ti. Emma, kendi zaafına içinden kızmakla beraber, tekrar o dakikaları hatırladı ı için mesut, gözlerini kapadı. Fakat bu mesut hayalde fazla gecikmedi. Bütün bunlar geçici eylerdi. Esası unutmamalıydı. Esas imdilik Fahir'di. Fahir'de bu sabahki kar ıla manın tesirini çok merak ediyordu. Nuran'ı bir dakika ancak görebilmi ve çok tecrübeli a k kadını hayatının içinden onu kıskanmı tı. Kendisinden çok ba ka türlü, daha derin ekilde güzeldi. Bununla beraber onu merak etmiyordu, uzviyetleri birbirine



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 67 / 279



yabancıydı. Onun korktu u kızın kendisiydi. -Biliyorsun Fahir, sen bugün Fatma'ya çok fena muamele ettin?.. Fahir'in sesi hiç tanımadı ı bir sesti: -Biliyorum... -Bu üçüncü!.. Hep bildi im eyler...Garip bir ekilde bedbahttı. Nuran'ı hiçbir zaman bu kadar güzel bulmamı tı. Bu ne bo andıkları ayların bıkkınlı ı içinden gördü ü Nuran'dı, ne de on senenin arkasından beyaz bir hayal gibi görünen ni anlıydı. Bu ayrı, hiç tanımadı ı, büsbütün yabancısı oldu u bir kadındı. On sene yanında ya adı ı halde farkına varmadı ı kadındı. O kadar a ırdım ki... Fatma ile do ru dürüst konu madım... Tıpkı bir ba kasının çocu u gibi muamele ettim.- Fakat hakikaten bunun için mi çocu una o kadar so uk davranmı tı, yoksa Emma yanında oldu u, onu gücendirmekten çekindi i için mi? -O kadar zayıfım ki, her alçaklı ı yapabilirim...Ba ını kaldırdı. Emma'nın içinden geçenleri adeta ezberden okuyan gözleriyle kar ıla tı. Genç kadın: -Biliyorsun Fahir, istersen barı , ben seni hiçbir zaman çocu undan ayırmak istemem... Ve bu kararın kat'ili ini göstermek için Emma, i üstünde bir umumi grev ilan eder gibi, çatalını taba ın kenarına bıraktı. Yüzü ba tan a a ı feragat, insan hislerine hürmet kesildi. Bütün ömrünce yalnız kendisine acımaktan gelen bir itiyatla çehresi de i mi , alt üst olmu tu. Emma hiçbir ey istemezdi. Sadece alırdı. Tecrübeli a k kadını hayatı ona isteme i katiyyen yasak etmi ti. -Al, yakala, dört tarafından sar, nefes aldırma! Fakat katiyyen isteme...- Bu biricik düsturu idi. -Arkada lıkla ba la! Daima anlayı lı ve sabırlı ol! Erke i anladı ını hissetsinler... Sonra kanatlarını ger, nefes aldırma... fakat istemek, asla...- sveçli zengin, bu anla mayı, bilgiç efkati, fedakar dostlu u yava yava derisinde duyma a ba lamı tı. Fahir Emma'yı bir müddet süzdü: - Ne münasebeti var imdi bu sözün? Kadın büyük bir hata yaptı ını anladı. Bu i ten hiç bahsetmemeliydi! Ba ını e di ve istakozunu yeme e ba ladı. Bu ak am sveçli zenginle daha açık konu mak lazımdı. Fahir bir haftadan beri imdi Emma'nın kendili inden teklif etti i eyi dü ünüyordu. Fakat nefsine kar ı o kadar itimatsız, itiyatlarına o kadar ba lı, Emma'nın onu içine soktu u hayat o kadar de i ikti ki, bir türlü karar veremiyordu. Sonra Nuran'ın böyle bir teklifi nasıl kar ılayaca ını hiç bilmiyordu. Genç kadın kendisine vaktinde barı mak, hepsini unutmak için üst üste bir yı ın mühlet vermi ti. Asıl güçü Emma'dan ayrılmak...- Bu sevdi inden de ildi, nefsine kar ı daima alçak olu undandı. Hiçbir zaman iradeli bir insan olmamı tı, ne de vaktinde kaçacak kadar akıllı. Bununla beraber



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 68 / 279



Emma bu iradeyi gösterebilirdi. Belki de hakikaten kendisinden bıkmı tı. -Kim bilir belki de...- Dün ak amki sarho lu u arasından hayal meyal hatırladı ı eyleri dü ündü. Cenubi Amerikalı kaptanın sert bir usturaya benzeyen yüzü, insanın içinde dal budak salan bakı ları, gözünün önüne geldi. Bir aralık beraberce kaybolmu tular. Kendisi bir türlü briçten kurtulamamı tı. -Kim bilir belki de...- ve ömrünün cenneti olan anları, Emma'nın hazza dolu dizgin atılı ını, o çılgın mısraları birdenbire içinde taze bir bıçak yarası gibi hatırladı. Bu acıyla ba ını kaldırdı. Emma'nın otuz iki di inin, önündeki istakozu yava yava , son derecede masum ve dalgın bakı larla, adeta ezberinde olan bir iiri hafızasından okur gibi ö ütmesini, hakiki bir güzellik mucizesi gibi seyretti. En iyisi bu manasız dü ünceleri bırakmaktı. Kadehini kaldırdı. Emma Türkçe ö rendi i ilk kelimeyi, sanki vefasız a kına geçmi güzel günleri hatırlatmak isteyen bir acemilikle tekrarladı: - erefinize efendim... Gözleri kendi rızasıyle hazırladı ı ayrılı ın ya larıyle doluydu. Ve hakikaten kendi içinden de böyle dü ünüyordu. -Bütün hayatım hep kadrimi bilmiyenler tarafından tekmelenmekle geçmedi mi?Besarabya'daki o zengin arazi sahibi böyle yapmamı mıydı? Vakıa Emma'nın da ufak bir kabahatı olmu tu. O seyisle yatmasına hiç lüzum yoktu, hele güpegündüz yarı atlarına mahsus ahırın üstündeki odada... evet, bütün hayatı böyle ufak tefek hataların, tedbirsizliklerin sebep oldu u facialarla geçmi ti. Fakat ne yapabilirdi? Erkekler böyleydi. Arazi sahibi u a ını kovaca ı yerde kendisini kovmu tu. Fakat u ak da arkasından gelmi ti. Ni anlısı ile de böyle bir kaza yüzünden ayrılmı lardı. Tam böyle de ilse bile, ona yakın bir ey. Fakat kabahat bu sefer de kendisinin de ildi. Müstakbel kaynı, Mihael'den o kadar gençti ki... aralarında üç kız karde vardı. -Bu ak am istersen bir yere gitmiyelim, Emma? -Nasıl istersen Fahir... Biliyorsun ben de çok yoruluyorum... Dün ak am... fakat dün ak amdan bahsetmenin hiç münasebeti yoktu. Bu kelimeyi söyler söylemez, yüzünü ate basmı tı. Hakikaten bu gece bir yere gitmiyecekler miydi? Bütün geceyi Fahir'le ba ba a geçirmek azabı içinde tekrar istakoza döndü. Fahir hayretle metresini süzdü. Tanı tıkları zamandan beri Emma'nın yorgunluktan bahsedi ini ilk defa istiyordu. -Ya hakikaten ayrılamazsam, yani beni bırakıp gitmezse!- diye dü ündü: -Biliyorsun Fahir, sen çok de i tin... Fakat Fahir dinlemiyordu. Gözü garsonun ceketinin kopmu dü mesine takılmı tı. Bir kopmu dü me bazen bir can kurtaran olabiliyordu. te bo dü me yeri onun dü üncesine garip bir hürriyet vermi ti. -Mademki aslında kadın denen ey beni sıkıyor, ne diye musallat ederim kendime?..- ... Sabih'in teyzesi i man, yüzünden iyilik ve hayat ne esi akan bir



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 69 / 279



kadındı. Otuz be sene astımlı, huysuz, bir saati öbürüne uymaz bir kocanın kahrını çekmi , üst üste, nasıl, hangi sebeplerle yaptı ını bilmedi i borçlarını ödemi , kocasını dü ündükçe huy ve ahlaklarına bir türlü güvenemedi i dört çocu unu büyütüp yeti tirmi , hepsini teker teker evlendirip yer yurt sahibi etmi , imdi ömrünü misafir a ırlamakla geçiriyordu. Gençli inde kocasının huyu yüzünden genç kadın dostlu una adeta hasret olmu tu. Yedi seneden beri bol bol misafir ça ırıyor, sırrına pek az e inin sahip oldu u bir mutfa ın bütün nefasetini tanıdıklarına ikram ediyordu. Adile ile çok sevdi i Sabih'i hemen bahçe kapısının önünde kar ıladı. -Neredesiniz canım?.. Gözlerimiz yolda kaldı. Eliyle uzun ve üç bo umlu küpelerinden birisini yokladı. Sabriye Hanım, böyle günlerde çok sevdi i kaynanasının hediyesi bu küpeleri takmaktan vazgeçmezdi; fakat küpelerden birinin orta kafesi telinden koptu u için ince bir tireyle ba lı dururdu. Ta ıdı ı büyük pırlantanın ve altındaki küçük zümrüdün kaybolmasından da korktu u için ikide bir eliyle yoklardı. Sabih teyzesini öperken yan gözle eski bahçıvan kulübesinin damına baktı; onu da üç sene evvelki çökük vaziyetinde gördü. Sabriye Hanım tamir ve düzeltme denen eyi bilmezdi. Zaten kopan, kaybolan, yıkılanla alakası yoktu. -Size öyle güzel eyler hazırladım ki... Sonra Sabih'e döndü; senin perhiz yemeklerin de hazır... Adile kocasının birdenbire ek iyen yüzüne hiç sevincini gizlemeden baktı: -Allah razı olsun teyzeci im, dedi. Ödüm patlıyordu dokunacak bir ey yer de hastalanır diye... Sesi, korkudan ziyade sevinçten titriyordu. -A kızım hiç unutur muyum onun sıhhatını?.- Biricik Sabihim o benim... Adile bu teminattan memnun, birkaç ak am evvel ö rendi i tangoyu mırıldanarak verandaya do ru yürüdü. Sabih sade isyandı. Görürsünüz, diyordu. imdi görürsünüz!- Ve Polonya meselesine, Alman iktisadi hayatına dair son okudu u makaleleri ba ından sonuna kadar onlara anlatma a karar verdi. ntikamını alacaktı. Bu perhiz yeme ini ba ına çıkartmasalardı, onlara fok balıklarının ya ayı tarzı hakkında bildi i eyleri söyliyecekti. Bu balıkların hakikaten tuhaf bir hayatı vardı; sanki denizde balık, karada insandılar. Evet Lu de onlara dair yazılan eyleri okurken aynen böyle dü ünmü tü: Sanki denizde iken balık, karada iken insandılar ve onlardan bu cümle ile bahsetme e karar vermi ti. Fakat imdi ne fok balıklarından, ne de Eskimolardaki acayip itikatlardan -büyük babanın hemen ölümü günlerinde do du u için onun yerine geçen köpek yavrusundan- bahsedecekti. imdi bu perhiz müjdesiyle Alman sanayiinin ve iktisadının devrine girmi ti. çindeki hınçla ve artık küpenin büyük pırlantasının kaybolma ihtimalini hiç aklına getirmeden, teyzesinin kula ına tekrar baktı. Bütün o bilgiler, kafatasıyle kırk be derecelik bir zaviye te kil eden bu huniye



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 70 / 279



akacaktı! Sabih senelerden beri gazete havadislerini bir nevi iltifat veya takdir vasıtası olarak kullanırdı. Bir gün Adile'nin hayranlarından ve evin gedikli misafirlerinden birine bu cinsten bir makaleyi anlatırken, genç adamın evvela sabırsızlıkla esnedi ini, sonra da çekilip gitti ini görünce, birdenbire dünya havadisleri kar ısında herkesin aksülamelinin kendisininkine benzemedi ini anlamı tı. te o zamandan beri Sabih, hafızasının ve bol vaktinin kendisine temin etti i bu silah üzerinde çalı mı , onu adeta mükemmelle tirmi ti. Verandada her zamanki gibi yedi sekiz misafir vardı. Sabriye Hanım'ın bütün çocukları kendi ahbaplarını ona devrederek evden ayrılmı lardı... Büyük o lunun piket arkada ı Ya ar Bey -Nuran'ın dayısının o lu- büyük kızının görümcesi Nuriye Hanım, ortanca o lunu kumara alı tırdıktan ve tahsilini yarıda bırakmasına sebep olduktan sonra, kendisi mühendis mektebini birincilikle bitiren ffet Bey, küçük kızının lise arkada ı Muazzez, hepsi oradaydılar. Sabriye Hanım kendisini pek az ziyaret eden çocuklarının yoklu unu onlarla telafi etme e çoktan alı mı tı. Adile verandaya girer girmez: -O, Ya ar Bey de burada... ne tesadüf efendim. Ya ar eliyle vaktinden evvel a armı saçlarını düzeltti, gözlü ünü parlattı. Ve Adile'yi tam bir etiketle selamladı. O, ne de olsa Avrupa görmü adamdı. - imdi sizin Nuran Hanım'la beraberdik... Aman ne ciciydi görseniz, sonra Sabih'in teyzesine döndü. Mümtaz da beraberdi. Sabih'in teyzesi, Sicill-i Osmani'de dedesinin adını ve tercüme-i halini buldu u için Mümtaz'ı çok severdi. Merhum zevcinin bulmasını tam otuz sene vadetti i bu tercüme-i hali hemen ertesi günü telefonla kendisine söylemesi, -bilhassa Sabriye Hanım bu mazi hikayesinin telefonla söylenmesine çok ehemmiyet veriyordu- ona bir nevi mucize gibi gelmi ti. -Neye getirmediniz? Aylardır görmemi tim, çok yazık do rusu. Bak, Muazzez de buradaydı. Sabih karısından evvel bahsi kapatmak istedi: -Arkada ları ile bulu aca ını biliyorduk, ısrar etmedik... Muazzez Hanım oturdu u ezlongtan do ruldu: -Suat Bey hastalanmı , bir hafta evvel stanbul'a gelmi , sanatoryumdaymı , o da oraya gidiyordu. Gelirken gördüm. Sabih bu sabahki Ada vapurlarının bütün bir kabileyi buraya ta ımasının a kınlı ı arasında söylendi:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 71 / 279



-Vah vah... Nesi var acaba? Yani mühim mi?.. Hayır, verem o kadar mühim hastalık de ildi, insan yer içer beslenirdi. Asıl mühim olanı kendi hastalı ıydı. Çünkü perhiz mecburiyeti vardı. Biraz sonra yiyece i tereya lı kabakla havucun ıstırabı içinde nerede ise her rastgelenin, -bol bol ye, kuvvetli eyler ye, hamur i i, ızgara... beslen, bir eyin kalmaz!- diye nasihat verecekleri Suat'ın hastalı ını kıskanacaktı. Fakat bu Muazzez de olur ey de il, nerden bilir, nerden, nasıl görür? Adile Hanım ba ka zaman olsaydı, Suat'ın hastalı ına çok üzülürdü. Onun kadar ne eli, kadın ruhunu anlayan insan azdı. Fakat imdi tam Mümtaz'la Nuran'dan, hem de Muazzez'le Ya ar'a, sıca ı sıca ına bahsedece i zamanda adının ortaya bir engel gibi çıkması tahammül edilir ey de ildi. Adile Hanım bu ani engelin üstünden çok iyi terbiye edilmi bir ko u atı gibi tereddütsüz atladı: -Do rusunu isterseniz, aklımdan geçmedi de il... Fakat Nuran'la o kadar me guldü ki, bize söz sırası kalmadı. Ve yan gözle Ya ar'a baktı. Onun Nuran'ı ötedenberi sevdi ini ve kıskandı ını biliyordu. Hatta Fahir'le ayrılmalarında oldukça kötü bir rol oynamı , hem Fahir'le Emma'nın münasebetlerini kolayla tırmı , hem de bu münasebetten günü gününe Nuran'ı haberdar etmi ti. Ya ar'ın yüzü kül gibi sararmı tı. -Evvelden mi tanı ıyorlardı? Nerede ise kekeleyecekti. Adile adeta sevinçle cevap verdi: -Hayır, biz tanı tırdık. Sonra Sabih'in teyzesine dönerek ilave etti: Teyzece im bilmezsin ne kayna tılar! Do rusu ho uma gitti. Hani, hiç de fena olmaz! Biraz ya farkı var ama... Sabih karısına hayretle bakıyordu. Muazzez'in yanında buna cesaret etmemeliydi. Muazzez kendilerinden kaç ya küçüktü. -Kimdir bu Mümtaz Bey? -Bizim fakültede asistan... Muazzez saçlarını güne te salladı, gözlerini kıstı. ımarı ın biri... Gözü hep bahçenin ortasındaki büyük Hollanda yıldızlarındaydı. .-Kıpkırmızı... kıpkırmızı... Sonra birdenbire fikrini de i tirdi: Biz çok severiz ya... Mahzun, çok mahzundu. Bu sabah Mümtaz'dan Ada'ya gidece ini ö rendi i için buraya gelmi ti. Fakat vapurda isabetsizlik etmi ti. -Demek bu tesadüf...- Adile'ye yarı örtük kirpiklerinin arasından hınçla baktı. -Canım nasıl tanımazsınız?.. Babanızın dostu hsan Bey yok mu? te onun ye eni. Bizde kaç defa gördünüz!.. Fakat Ya ar Bey Mümtaz'ı unutmu tu. çerde saat bir buçu u çaldı. laç vakti gelmi ti. Ya ar Bey, hatta Nuran'ın bir ba kasiyle evlenmesi ihtimali bile ona ilaç saatlerini unutturamazdı. Cebinden küçük bir i e çıkardı. Dikkatle tıpasını açtı; ambalaj ka ıdına, el de dirmeden iki komprimeyi i enin a zını biraz e erek döktü.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 72 / 279



-Biraz su emreder misiniz? Sonra Sabih'e döndü. -Müthi bir kudret azizim... dedi. Vitamin. Ba ladı ımdan beri kendimi o kadar rahat ve zinde buluyorum ki... Sabih, Adile'nin gözlerinde parlayan istihza ve istihfafı görmedi.



Ertesi ak am söz vermi gibi iskelede birbirlerini buldular. Sabih'le karısı ortada yoktu; genç kadın Fatma'yı halasına bırakmı tı. skele a ır bir bahar kokusu içindeydi. Hemen herkesin elinde büyükçe bir çiçek dalı vardı. Birkaç ki i yeni açmı gül demetleri ta ıyorlardı. Bütün kalabalık bir çiçek ya masından geliyor gibiydi. Nuran onu uzaktan görünce eliyle küçük bir i aret yaptı. Genç adam, hiç ihtimal vermedi i bu tesadüften ve kendisine daha imkansız görünen bu a inalıktan mesut, ona do ru yürüdü. -Bu kadar erken dönece inizi zannetmiyordum... -Ben de zannetmiyordum ama, oldu. Siz ne yaptınız? Adeta günün hesabını istiyordu. Mümtaz onun arkasından Anadolu kıyısının bütün atafatı bir kurutma ka ıdiyle alınmı a benzeyen pastel renklerine bakarak cevap verdi: -Biz, dedi, konu tuk... Bizim memlekette en rahat yapılan i de budur, konu mak. Sonra dostlarına kar ı haksızlık etmemek için ilave etti: -Ama güzel eyler konu tuk. hsan da gelmi ti. Hemen hemen dünya i lerinin yarısını hallettik... Gece de bir ala ney dinledik! -Kimden? -Ressam Cemil'den... Emin Bey'in talebesi! Bize bir yı ın Sazsemaisi, eski Mevlevi ayinlerinin terennümlerini çaldı. kisi de bir tanıdık çıkıp rahatlarını bozmasın endi esiyle etrafa gizli gizli bakıyorlardı. Nihayet iskelenin parmaklı ı açıldı, kırk yıllık ahbaplar gibi beraberce vapura girdiler, yine alt salonda oturdular. Mümtaz: -Küçük hanımı ne yaptınız? Sizden ayrıldı ına üzülmedi mi? Çok ba lı görünüyor. -Hayır, yani lazım oldu unu biliyordu. Bizim taraflardaki bo macadan korkuyoruz. Bütün kı zaten hastaydı. Hastalık meselelerinde söz dinliyor. -Dört sene evvel olsaydı bunları bilirdim, fakat imdi clal'siz... Dört sene evvel clal'i her gün görür, ona ait eyleri dinlerdi. Nuran bu latifeyi dinlemedi; o, kendi fikrinin pe indeydi.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 73 / 279



-Garip çocuk, diyordu. Sanki kendi ba ına de il de etrafındakilerin alakasıyle ya ıyor. Hastalık korkusu olmasaydı kıyamet koparırdı. -Ben sizi de kalırsınız sandım... Sa taraflarından gelen bir ı ık parçası genç kadının saçlarına yapı tı, oradan yava ça boynuna do ru kaydı, küçük, insana alı ık bir hayvan gibi beyaz tenin üstünde hazla oynama a ba ladı. -Niyetim öyleydi, fakat fena bir tesadüf oldu... Ancak o zaman Mümtaz, Nuran'ın dünkü kadar ne eli olmadı ını, dalgın, hatta mahzun oldu unu gördü. Mümtaz'ın içini Ada iskelesinde Nuran'la kocasını gördü ü zamanki ıstırap yeniden kapladı. Bir müddet cevap vermedi, sonra dü ünceli dü ünceli: -Ben dünkü tesadüfe ahit oldum, dedi. Arkada larımı arıyordum; hiç yalan söyleme i beceremedi i için olacak, yüzü kızarmı tı, -Fahir Bey'le kar ıla manızı gördüm. Nuran bir ey söylemeden ona bakıyordu. Mümtaz bu bakı ın altında genç kadının hayatına ait çok hususi bir ey görmü olmaktan üzüldü; -e er sizden bir ey saklamama a karar vermi olsaydım tabii bahsetmezdim!- sonra birdenbire kendisini yangın kulesinden a a ıya hiçbir para ütsüz bıraktı; -asıl fenası iskeleden çıkarken o kadar sevimli bir yüzünüz, dikkatiniz vardı ki... Nuran mahzun gülümsedi: -Benim çıkı ımı bekledi inizi söylesenize... ben sizi gördüm. Beyhude yere yüzünüz kızarmasın. Böyle eyler, siz erkeklerin adetinizdir: Yalnız, asıl fenasını bulamadınız! Asıl fenası, imdadıma gelip çocu u kuca ımdan almamanızdır. Az kalsın ikimiz birden dü ecektik... Mümtaz'ın yüzü karmakarı ıktı; fakat Nuran ona dikkat etmiyordu; -ama daha fenası da var. Fatma'nın asabı alt üst oldu. Babasını unutma a ba lamı tı. Bu çocukta garip bir sahip olma duygusu var. imdi babasını kıskanıyor. -Varsın babam beni sevmesin! Ben onu seviyorum...- diye sabaha kadar a ladı. Sonra bu bahsi kapatmak ister gibi sözü de i tirdi; - hsan Bey bizim tanıdı ımız hsan Bey mi? -Bilmiyorum, sizin tanıdı ınız hsan Bey kimdir? -Dayım Mütareke senelerinde Müdafaa-i Hukuk'ta çalı ırken bir hsan Bey'e yardım etti ini söyler. Nadir Pa a'nın yaveri imi . Onun ölümünü üzerine yükletmi ler. Kaçması kabil oldu u halde ben üzerimde bu töhmetle hiçbir yere gitmem demi . damdan biraz da dayım kurtarmı . -Nadir Pa a'nın kendisine yazdı ı bir mektup sayesinde. Evet o hsan. Fakat niçin clal bahsetmedi. Ben dayınızı birkaç defa gördüm!



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 74 / 279



- clal realist romancılar gibidir. Günlük eylerden ba kasından bahsetmez. Mümtaz'ın hayretine son yoktu. -Demek Tevfik Bey sizin dayınız... Talat Bey de büyük dedeniz? -Evet, Talat Bey annemin büyük babası. -Ben Tevfik Bey'i hatta bir kere de dinledim. Bize Mahur Beste'yi okudu. Mahur Beste'yi seviyor musunuz? - Çok... hem çok severim. Fakat biliyor musunuz, bizim evde u ursuz sayılır. Mümtaz genç kadının yüzüne ciddiyetle baktı: -Böyle eylere inanır mısınız? -Hayır, yani dü ünmedim. Tabii herkes gibi bende de birçok eyler için o müphem korku var. Mahur Beste'nin benim üzerimde tesiri çok ba ka türlü oldu. Beni büyük annemin yaptı ı hata korkuttu. Bizim ailede ihtirasları yüzünden etrafını mustarip eden çoktur. Çocukluktan beri beni büyük anneme benzetirler; onun için büyük annemi çok dü ündüm. Belki de bu yüzden hislerimden ziyade aklımla ya amak istedim. Fakat ne çare, talih istemeyince... Çocu um yine bedbaht oldu. -Behçet Bey de akrabanız mı? -Hayır, sadece evlenme yolu ile... o da çok bedbaht oldu. Atiye Hanım'ın bende bir resmi var! O kadar garip bir ey ki. Fakat isterseniz bunlardan bahsetmiyelim. - hsan Mahur Beste'yi çok sever. Tevfik Bey'den me ketti. Biliyor musunuz, dedenizin eseri büyük eser. -Ayin yapmak istiyormu , sonra bu beste çıkmı . Gözlerini yumdu. Mümtaz pencereden kül rengi denize baktı, hemen hemen aynı renkte tül tül bulutların dola tı ı gö ü seyretti. Sonra genç kadını bahçesinde böyle havalarda adeta narinli inden titre en o küçük gül fidanlarına benzetti. Bir ı ık bu kül rengi bo luktan, ikisinin de tanımadıkları birtakım hazların müjdesi gibi, onlara do ru uzandı. Genç kadının yüzünde, ellerinde adeta sevinçle gezindi. -Siz dün ak am hiç uyumamı a benziyorsunuz?.. -Hayır, uyumadım. Fatma sabaha kadar sayıkladı. -Nasıl bıraktınız?.. -Halam ısrar etti. Sen gidince de i ir, dedi. Ben de ister istemez razı oldum. Ben yanında olunca fazla ımarıyor.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 75 / 279



-Fakat çok müteessirsiniz... ben olsam... -Siz olsanız... fakat siz kadın de ilsiniz, de il mi? -Evet, yani bunu büyük bir kabahat saymazsınız... Hakikaten Nuran'ın kederini payla mak istiyordu; bunu yapamadı ından son derece mahçup ve müteessirdi. te bu teessür Nuran'ı kahkahalarla güldürdü. Dost olmu tular. Ve bu dostluk, çok evvelden geçece i yollar hazırlanmı bir seyahata benziyordu. O kadar alemleri birbirine yakındı. -Siz garip bir adamsınız. Mahsus mu yapıyorsunuz, yoksa tabiatınız daima böyle çocuk tabiatı mı? çinden: -hakikaten ahmak de ilse e er...- diye dü ünüyordu. Mümtaz cevap vermedi; sadece gülümsedi. Neden sonra: -Bana Mahur Beste'yi bir gün söyler misiniz? Sesinizin güzel oldu unu biliyorum. Zihni hep Mahur Beste'de, a kın, ölümün bu garip ve zalim terkibinde idi. Nuran kısaca, -olur...- dedi, -bir gün söylerim.- Sonra ilave etti: -Bilir misiniz, ben sizi hiç yabancı saymıyorum. O kadar çok mü terek tanıdık var ki arada. Mümtaz: -Ben de öyle, dedi. O kadar öyle ki, bir gün dost olursak, bu dostlu un yolu bana, çok evvelden çizilmi gibi gelecek. Sonra büsbütün ba ka eylerden bahsettiler. Mümtaz gülü ünü çok mucizeli bulmu tu. Bu mucizeyi sonuna kadar tatmak istiyordu. Ona üst üste bir yı ın hikaye anlattı. Konu urken hep hsan'ın repertuvarını sarfetti inin farkındaydı. -Demek ki satıhtayım... daha kendimi bulamadım...- Hakikatte büyük bir e ikteydi. Bu olgun, zarif, güzel kadında, güne in öz bahçesi imi gibi ba tan ba a aydınlık ve füsun olan bir taraf vardı, o zamana kadar tanımadı ı, kendisinde eksik sandı ı bir taraf, sadece me guldü, onun varlı ı ile dolup bo alma a hazırlanıyordu. Her dü ünce serin bir uyanı durumunda de i iyor, uzviyetin derinliklerinden gelen küçük ve esrarlı dalgalar, unutulmu hayat arkılarını tekrarlıyordu. Bu sessiz musıki ikisinde de vardı, ikisinin de içinden yüzlerine do ru yükseliyor, Nuran bunu göstermemek tela iyle, oldu undan çok mahzun görünüyor ve Mümtaz ise aksine, tabiatındaki mahcuplu u da gizlemek tela iyle, zorla cesur ve kayıtsız olma a çalı ıyordu. O zamana kadar Mümtaz'ın a k tecrübesi, ba ıbo birkaç çapkınlıkla, kendini dörtyol a zında rüzgara da ıtma a benzeyen bazı arkada lıklardan ileriye geçmemi ti. Bunlar bir erke in hayatına kadın varlı ının girebilece i eylerden ziyade, küçük kaçı lar, ufak arzular, kendi can sıkıntısının ve küçük i tihalarının de i ik yüzleri idiler. Hatta yalnız kendi etrafında dola an muhayyelesinde böyle bir ihtiyacı henüz duymamı tı bile. Kadın, onun için Macide'nin dostlu u, büyük yengenin efkati, annesinin ölümü ile hsan'ın evine alı tı ı zamana kadar hayatında eksik buldu u ve bu ikisiyle tamamlanan eylerdi.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 76 / 279



imdi Nuran'ın kar ısında onun güzelliklerini, bu küçük kaçı ların, arzu, i tiha ve itiyatların üstüne çıkan bir bakı la sayıyor, bu kadar de i ik ekilde güzel bir kadının yanıba ında geçecek hayatı, imkansız bir ey gibi dü ünüyordu. Tam adını koymadı ı bir nevi ümitsizli in verdi i pervasızlıkla gözleri genç kadının yüzünde, ellerinde dola ıyordu. Nuran, onun bu pervasız bakı larından sakınma a çalı ıyordu. Kendisini her serbest bırakı ında birdenbire çırçıplak yakalanmı gibi mahçup, kendi kabu una çekiliyor, kar ısındaki adamdan kendisini gizleyebilmek için ikide bir çantasını açıyor, yüzünü pudralıyordu. Hulasa ikisi de kendileri için hazırlandı ını seziyor ve içlerinden konu uyorlardı. Üsküdar açıkları, lodoslu ak amın suda kurulmu malikanesi olma a ba lamı tı. Sanki Kızkulesi'nden Marmara açıklarına kadar denizin altına, su tabakalarının arasına yer yer, iyi dövülmü bir yı ın mücevher parıltısından geçirilmi bakır levhalar dö enmi ti. Bazen bu bakır levhalar suyun üstünde yüzüyor, adeta mücevher sallar yapıyor, bazen da primitif ressamlarda, ma firetin timsali ı ı ın kayna tı ı derinlikler gibi hasretle, bir hakikate yükseli arzusu ile dolu, büyük ve kıpkırmızı uçurumlar açıyordu. Bu, sıcak renklerin göz için bir lezzetten, bir ruh miracına kadar her imkanı denedi i andı. Mümtaz: -Çok güzel ak am... dedi. Genç kadın a ırmı görünmek istemedi: -Mevsimi! dedi. -Mevsimi olması hayretimize mani de il ki... çinden, -Sen güzelsin, ve bu güzelli in gençli inden geliyor. Fakat ben gene a ırıyorum.diye dü ündü. Fakat hakikaten güzel miydi? Kar ısındakini sarho luklarından uzak seyretmek istedi. Hayır, bir ey söylemiyecekti. Hatta görmüyordu bile. Bir kama madan ba ka hiçbir ey görmüyordu. Daha ikisi içindeki hayranlı ın aynasıyle kar ıla mı tı. Tılsımlı bir aynada kendi içini, yava yava uyanan arzuyu seyrediyordu. Nuran bu cevabın do rudan do ruya kendisine oldu unu, deminden beri bilinmez yerlerden gelen davetin, imdi aydınlı a çıktı ını anladı. -Öyle demedim, dedi. Bundan sonra böyle çok güzel ak amlarımız olacak demek istedim. Ve sözünün ba ka bir manası oldu unu; bunu bile bile söyledi i için kendisine kızdı. Bo az vapuruna epeyce vakit vardı. Kitapçı Kemal'in önünde durdular. Nuran bir iki gazete, roman aldı. Mümtaz onun çantasını açmasını, para çıkarmasını seyrediyordu. Her gün tekrarlanan bu hareketler, ona harikulade eyler gibi geliyordu. Zaten Köprü de i mi , kitapçı de i mi , kitap alma, okuma denen ey de i mi ti.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 77 / 279



Sanki bir masal dünyasında, canlı çizgilerin ve parlak renklerin her eyi diriltti i, her eye en geni rahmaniyete kadar giden bir mana verdikleri, her kımıldanı ın geni ve durgun bir suda uzanan ı ıklar gibi bir sonsuzlu a do ru ürperdi i, çalkandı ı bir dünyada ya ıyordu. Kitapçı paranın üstünü verdi. Sonra kendi hediyesi, onun aldı ı eyler, hepsi elinde ve o yanında, Bo az iskelesine do ru yürüdüler. Onunla beraber yürüyordu. Daha dün sabah vapurda uzaktan gördü ü, sonra bir tesadüfle tanıdı ı kadınla imdi stanbul'a çıkmı bir ba ka vapurla Bo az'a gideceklerdi. Bu kendisi için inanılmıyacak i ti. Varsın, her gün tekrarlanan eylerden olsun, varsın yüz binlerce ki i bu hisleri hayatında bir defa, yüz defa tatmı olsun; bundan hiçbir ey çıkmazdı. O da biliyordu ki, sevmek, mesut olmak, sevmeden evvel tanı mak, sevdikten sonra unutmak, hatta dü man olmak ola an eylerdi. Fakat denizde yıkanmak da öyleydi; uyumak da öyleydi. Her ey, herkeste oldu u gibiydi. Tecrübenin yeni ve ilk olmaması onun ruhundaki evki eksiltmiyordu. Kendisinde mademki ilk defa oluyordu; mademki ilk defa teni ve ruhu beraberce harekete gelmi ler, tam bir terkip, bir anla ma içinde mesuttular. O halde yeniydi. Fakat o da böyle mi dü ünüyordu: o da mesut muydu? stiyor muydu? Yoksa sadece tahammül mü ediyordu? Bu korku, bu üphe, Mümtaz'ı bedbaht etti. Niçin konu muyordu? Birbiri pe inden gelen bu sualler, karanlıkta gerilmi bir ipe aya ı dolanmı insan gibi, yolunda rahat yürümesine mani oluyordu. Ah bir ey söyleseydi!.. Fakat Nuran, bir ey söyliyecek halde de ildi. O, Mümtaz gibi hayat yollarının a zında ve serbest beklemiyordu. Ya anmı bir hayatı vardı; erke inden ayrılmı kadındı. Bu kalabalıkta yüzlerce gözün üzerinde oldu undan üphelenebilirdi. -Gitse, diyordu; ne olur, bıraksa ve gitse... Geli i o kadar ani oldu ki, kendi kendime kalma a ihtiyacım var. Ne sanıyor beni, dola tı ı arkada larından biri miyim?-Hayatını yapmı , sonra bozuldu unu görmü bir kadınım. Bir kızım var. A k, benim için yeni bir ey de il. Bu tecrübeyi ondan o kadar evvel geçirdim ki...- Onun bir yı ın lezzet bulaca ı yerde, o, sadece azap bulacaktı... -Ben bir kere geçti im yoldan bir daha geçece im. Bundan büyük azap olur mu? Niçin bu kadar hodbin oluyorlar? Niçin bizi kendileri gibi serbest sanıyorlar...- Fakat bu ayakkabıyı muhakkak de i tirmeliydi. Topuklarını o kadar kaba yapıyor, kendisini adeta Kolej'deki o ihtiyar hocalara benzetiyordu. Bunlarla ancak mitinglerde kadın hukuku için konferans verilebilirdi. Tabii ayakkabılarla de il... -Ayakkabıların konu mıyaca ı malum... Onlarla beni nasıl güzel ve zarif bulabilir?Dün sabahki kızın dudakları nar çiçe i gibiydi, ve hep ona dönmü bakıyordu. Ben bile oldu um yerden bu dudakların davetini görüyor ve onun hesabına sabırsızlanıyordum. Fakat o, oldu u yerden beni görmek için bana bakıyordu. Ba ını ne garip uzatı ı vardı. Ne kadar çirkinle iyordu... Ona: -Haydi gidin artık, burada ayrılalım... Bu manasız i te ısrara ne lüzum var?- deme i çok isterdi. Fakat bir türlü söyleyemiyordu: Biliyordu ki, ölesiye mahzun olacaktı. Halbuki onu



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 78 / 279



mahzun etmek istemiyordu. Bunu, sokak ortasında ba ını elleri arasına alıp teselli edebilseydi, bu imkan elinde olsaydı, sırf bu lezzeti tatmak için yapabilirdi. Çünkü zalim olmak da bir lezzetti. Bunu da uzviyetinde imdi bir ihtiyaç gibi hissediyordu. Kısa, çok kısa bir an için tabii. Çünkü fazlasına tahammül edemezdi; fazlasını istemezdi. O kendisinden bir parça idi. Fakat böyle oldu u için saadet, ıstırap hepsini kendisinde tatması lazımdı. Hepsini ona Nuran tattıracaktı; bunu bildi i için kendisini kuvvetli, o kadar kuvvetli buluyordu. Tebessümü, bu yüzden bir bıçak a zı gibi inceydi. Fakat içindeki korku hala konu uyordu. -Beni onunla beraber görenler, kim bilir ne derler? Benden küçük oldu u o kadar belli ki... Onun için Fahir'den ayrıldı ımı zannedecekler. Ben Fahir'den ayrılmadım... O benden ayrıldı.- Ah, gitse ve kendisini rahat bıraksa... V Bo az vapuru ba ka türlü bir kalabalıkla doluydu. Orası Ada gibi, asıl stanbul'un çökü devrinde, bir mevsim denecek kadar kısa bir zamanda ve adeta birden oluvermi , zengin, müreffeh, her hususiyetini paranın düzenleyip ayarladı ı, geni asfalt yollu, çiçek tarhı kılıklı sayfiyesi de ildi. O ba ından beri stanbul'la ya amı , onun zengin oldu u zamanlarda zengin olmu , çar ı ve pazarını kaybedip fakir dü tü ü zamanlarda fakir olmu , zevki de i ti i zaman, kendi içine çekilmi , hayatında geçmi modaları elinden geldi i kadar muhafaza etmi , hulasa bir medeniyeti kendine ait bir macera gibi ya amı bir yerdi. Mümtaz'a göre insan Ada'ya giderken anonim bir ey olurdu. Orası bir nevi standart insanların yeriydi; orada gerçekte kendimize hiç lazım olmayan, hiç de ilse bizi kendimizden uzakla tıran ve bunu yaparken hiçbir noktaya da yakla tırmayan eylerin hasreti çekilirdi. Bo az'da ise her ey insanı kendisine ça ırır, kendi derinli ine indirirdi. Çünkü burada terkibi idare eden eyler, manzara, kalabildi i kadar olsa da mimari, hepsi bizimdi. Bizimle beraber kurulmu , bizimle beraber olmu tu. Burası küçük camili, bodur minareli ve kireç sıvalı duvarları o kadar stanbul semtlerinin kendisi olan küçük mescitli köylerin, bazen bir manzarayı uçtan uca zapteden geni mezarlıkların, su akmayan lüleleri bile insana, serinlik duygusu veren ayna ta ları kırık çe melerin, büyük yalıların, avlusunda imdi keçi otlayan ah ap tekkelerin, çıraklarının haykırı ı stanbul ramazanlarının uhrevili ini ya ayan dünyadan bir selam gibi karı an iskele kahvelerinin, eski davullu, zurnalı, yarı milli bayram kılıklı pehlivan güre lerinin hatırasiyle dolu meydanların, büyük çınarların, kapalı ak amların, fecir kızlarının ellerindeki me alelerle maddesiz aynalarda bir sedef rüyası içinde yüzdükleri sabahların, garip, içli aksisadaların diyarıydı. Zaten Bo az'da her ey bir akisti. I ık akisti, ses akisti; burada insan bile znman zaman bilmedi i bir yı ın eyin aksi olabilirdi. Mümtaz, çok küçüklük hatıralarına e ilip de vapur düdüklerinin bu tepelere çarpa çarpa kendine kadar gelen akislerini dinledi i zaman, ara sıra içinde kabaran ve kendisini gündelik hayatın ortasında birdenbire o kadar zengin yapan hüznün ifasızlı ının hangi



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 79 / 279



pınarlardan toplanıp geldi ini anlardı. Vapur hıncahınçtı. ehirdeki i lerinden dönen küçük memurlar, gezmelerden, uzak plajlardan gelenler, genç mektepliler, zabitler, ihtiyar hanımlar, hayatlarınin üzüntüsü, günün yorgunlu u yüzlerinden akan bir yı ın insan güvertede, bilerek bilmiyerek kendilerini bu ak am saatine teslim etmi e benziyorlardı. O bütün ba ları Hayyam'ın anlattı ı testici gibi eline alıyor, içten ve dı tan i liyor çizgilerini de i tiriyor, boyuyor, vernik, cila sürüyor, gözleri dalgın, dudakları daha yumu ak yapıyor, gözlere hasretten, ümitten yepyeni ı ıklar koyuyordu. Herkes bu aydınlı ın ortasına kendisi olarak geliyor; fakat bir sihirin ortasına dü mü gibi, onun de i meleriyle de i iyordu. Bazen bir kalabalıktan biraz fazla gürültülü bir kahkaha yükseliyor, uzakta, ta ba ta, yalı çocukları a ız çalgıları çalıyorlar, tecrübesiz seslerle arkı söylüyorlar, beraber yolculuk yapma a alı mı olanlar birbirlerini ça ırıyorlardı. Fakat bunlar pek az sürüyordu. Bin nevi bekleyi e benzeyen sessizlik yeniden sonsuz yapraklı a acıyla büyüyor, hepsini örtüyordu. Bu a acın kökü, orada, ufukta ince bir Herat cildinin tezhipleri arasında kıpkırmızı kavsi, bu altın oyunlarını gittikçe daha derin ekilde aydınlatan, her an eritip yeniden kendi fantezisine göre döken güne teydi. Oradan dal dal etrafa yayılıyordu. Nuran bu aydınlıkta sertle mi yüzü, darılma a hazır gibi duran küçük ve toplu çenesi, kısık gözleri, çantası üzerinde kilitlenen elleriyle, bu sükut a acının bir meyvesi olmu tu. -O kadar ki ak amın bahçesinden sarkmı gibisiniz... O söner sönmez, yere dü eceksiniz, sanıyorum. -O zaman hepimizi birden gece toplıyacak... Çünkü siz de öylesiniz... Ve öyle oldu. Daha Üsküdar'a yakla madan ak amın dört tarafa savurdu u güller solmu , deniz kararmı tı. Herat tezhipli büyük kitap cildi imdi mosmor bir bulut parçasıydı. Yalnız uzak minarelerin tepelerinde gecikmi ku lar gibi bir iki beyaz uçu vardı. Kar ı kıyıyı saran ı ık dalgası, bir musıkinin son akisleri halinde sallanıyorlardı. Mümtaz, gece ilerledikçe havada, hala kı tan bir eyin bulundu unu sezer gibiydi. Garip bir ü üme hissiyle içine büzüldü. -Kı ın Bo az ba ka türlü güzel oluyor, dedi. Garip bir yalnızlı ı var... -Ama, siz pek tahammül edemiyorsunuz. -Edemiyorum. Buna tahammül etmek için ya bulundu u yere adamakıllı kök salmalı, yahut da hayatı çok zengin olmalı. Yani kafi derecede ya amı olmalı. Halbuki ben... Sözünü birdenbire kesti; neredeyse, ben hala çocuk gibiyim, diyecekti. Hayatında bir yı ın hulyadan ba ka ne vardı; yarın sabah, sen de bir hayal olmıyacak mısın?..



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 80 / 279



-Benim en sevdi im ey nedir, bilir misiniz? Ta çocuklu umdan beri kapalı, arkasında ı ık yanmayan, yalı pencerelerinde ı ık oyunları... Vapurla beraber yürüyen ve camdan cama de i en, bazen ate ten kavisler çizen ı ıklar... Fakat imdi bakmayın, madem ki dikkat etmediniz. yi bir yerden, daha ileriden seyredin... Mümtaz bu kadarcık eye nasıl dikkat etmedi ine a ıyordu. Bo az'ın gece haritası benim için biraz da bu ı ıklardır. Dedi iniz ey... nsan burada bir hayalde ya ıyor, bazen kendisini bir masal sanıyor.. Mümtaz beraberce daldıklari bu hissilikten utanır gibi oldu. Üsküdar'dan sonra gecenin tam saltanatı ba ladı. Tepelerde keskin sokak fenerlerinin hudutlandırdı ı büyük ev kitleleri, aralarındaki karanlık uçurumlariyle olduklarından daha ha in, daha esrarlı ve hayali görünüyorlardı. skele meydanları daha geni bir hayat vadeden ı ıklariyle bu ahengi kırıyordu. Hemen her penceresi aydınlık, çok eski bir yalı, uzun zaman suda kalmı , bütün kesafetini kaybetmi bir cisim gibi önlerinden geçti. -Ne kadar çok insan var... dedi. Filhakika her pencerede birkaç ba görünüyordu. Hepsi üst üste yı ılmı , vapuru seyrediyordu. Bir vapur düdü ü öttü. -Daha vapur düdükleri yazlık seslerini bulmadı... kisi de birbirlerine dikkatlerini söylüyorlardı. ki küçük çocuk gibiydiler. Ayrı ayrı, önlerinden geçtikleri eylere bakıyorlar, tek tük konu uyorlardı. Genç kadın eliyle pancursuz, karanlık bir pencereyi göstererek: -Bakın, dedi, nasıl hareli bir kuma gibi dokunuyor... Sonra kavisler... te bir tane daha, sanki akan bir yıldız gibi... Daha yukarılarda, bizim tarafta bu akislere balıkçı sandallarının feneri de karı ır. Fakat en güzeli bu kavislerdir... I ıktan bir riyaziye...Sonra beraberce e ildikleri bir kitabın üstünden ba larını kaldırır gibi do ruldular ve birbirlerine baktılar. kisi de gülümsüyordu. -Sizi evinize kadar götürece im, dedi. -Soka ın ba ında ayrılmanız artiyle... E er annemi kalbden öldürmek istemiyorsanız... Mümtaz içinden kızdı. Annesi... Yarabbim, ne kadar çok engeli var, diye dü ündü. Genç kadın bu dü üncenin farkındaymı gibi: -Ne yaparsınız, hayatımızı oldu u gibi kabul etmek lazım. nsan istedi i kadar hür olamıyor... Bilir misiniz ki, bu ya ta hesap verme e mecburum. Gelece imi bilseydi meraktan çıldırmı tı. imdi sevdi i kızı için, en a a ı yetmi be türlü felaket dü ünür. Sonra birdenbire lafı de i tirdi:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 81 / 279



-Yalnız, eski musıki mi seversiniz? -Hayır, hepsini... Tabii, anlıyabildi im kadar... Musıki hafızam zayıftır ve çalı madım. Siz de seviyorsunuz galiba? -Bana bakmayın... Bizde eski musıki aile yadigarıdır, dedi. Baba tarafından Mevlevi, anne tarafından Bekta iyiz... Hatta annemin dedesini kinci Mahmud, Manastır'a sürmü . Eskiden evimizde küçükken her ak am fasıllar yapılır, büyük e lenceler olurdu. -Biliyorum, dedi, Mevlevi kıyafetiyle eskiden çekilmi bir resminizi vaktiyle görmü tüm. Babanızdan gizli çekmi ler. clal'in adını söylememe e dikkat etmi ti. Bu bir nevi korkaklıktı. Fakat ikide bir ba ka bir kadının adını onun yanında anmak istemiyordu. -Tabii clal de... dedi. Yarabbim, bu kız için gizli hiçbir ey yok. Onu tanıyanlar camdan evde oturuyorlar. Mümtaz: -Ama foto rafı bana o göstermedi. Hatta siz oldu unuzu ben kendim tahmin ettim, dedi. Genç kadın bu hatıra ile oldu u yerden o kadar gerilere atlayaca ını hiç sanmamı tı. Babasını elinde ney, büyük sofanın sediri üstünde gördü. -Gel, otur...- diye sanki ona i aret ediyordu. Bütün çocuklu u bir ku kafesi gibi bu ney sesleri içinde geçmi ti. Ba kalarında bin türlü duyumdan kurulan dünya, onun içinde sanki yalnız sesten ve musıkiden kurulmu tu. Tıpkı aynı sofanın avizesinin altında sarkan, yeni dünya dedikleri o donuk renkli camdan küreden akseden e ya gibi, sadece hayal bir kainatla i e ba lamı tı. -Onu çektirdi im zaman babam hala ya ıyordu. Fakat Bo az'da de ildik. Libade'de oturuyorduk. Bilmem, Çamlıca'yı tanır mısınız? Fakat Mümtaz dü üncesini foto raftan ayıramıyordu: -Tuhaf bir resimdi; eski minyatürlere benziyordunuz... Elbise hiç de aynı olmamakla beraber, mesela, Ali ir Nevai'ye arap kadehini sunan gence... Gülerek ilave etti: O oturu u nereden buldunuz?.. -Dedim ya, ecdat mirası... Uzviyetimde var. Onlarla do mu um. Biraz sonra o günün üçüncü mühim hadisesi oldu. Kandilli'ye beraber çıktılar. Sanki her zaman böyle oluyormu gibi iskelenin tahta dö emesi üzerinde beraberce yürüdüler, Mümtaz kapıdaki memura ikisinin biletini birden verdi ve adam hiç a ırmadan aldı. skele meydanından beraberce geçtiler: Yoku yukarı yürüme e ba ladılar. Birbirlerinin varlı ına sarılmı yürüyorlardı. Biraz sonra genç kadının aya ı bir ta a takıldı; Mümtaz koluna girdi. Solda bir soka a saptılar. Sonra küçük bir yoku daha çıktılar. Genç kadın dar



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 82 / 279



bir soka ın ba ında ondan ayrıldı: -Bu bizim bahçe... Ev öbür tarafta, siz gelmeyin artık, dedi. Ba larının üstünde bir sokak feneri, büyük bir çınarı sanki içinden aydınlatıyordu. Üstlerine yaprak yaprak dökülen bu aydınlı ın altında, bahar kokuları, çe me ve kurba a sesleri içinde birbirinden ayrıldılar. Mümtaz bir daha bulu up bulu mıyacaklarını sormadı ına pi mandı. çinde onu bir daha görmemek ihtimalinin verdi i korku vardı. Bu korku ile, geldikleri yollardan biraz mahzun; fakat genç kadının cazibesinden bir yı ın eyle zengin, kalbi hiç tanımadı ı bir dostlu a açılmı , döndü. V Birkaç gün sonra Nuran, clal'in güle güle evden içeri girdi ini gördü. Genç kız, iskelede Mümtaz'a rastlamı , beraber oturmu , kahve içmi lerdi. Sonra Mümtaz onu yolun yarısına kadar çıkarmı tı. Eve girdi i zaman bile, hala onun anlattı ı eylere gülmekteydi. Bu Mümtaz'ın ayak üstünde uydurdu u bir köpek hikayesiydi. Genç adam be gün, elbette birinden birine rastlarım diye, Kandilli önlerinden ayrılmamı tı. üphesiz isteseydi do rudan do ruya clal'den bunu rica eder, yahut da hsan'ın vasıtasiyle Tevfik Bey'i görme e giderdi. Fakat hislerinden bir ba kasına bahsetmek istemedi i için, sessiz sedasız sahili muhasarayı tercih etmi ti. Henüz yelken mevsimi de ildi. Fakat Bo az'da kayık mevsim i i de ildir. O, Bo az'ın tabii vasıtası, her saat ba vurulan çare, her mizaca göre spor, e lencedir. O kadar ki, bir Newyorklunun neden bir Ford veya ba ka bir marka otomobille do madı ına a mıyanlar bile, Bo az'da do an çocukların beraberinde bir sandalla dünyaya gelmediklerine a ırabilirler. Onun için hiç kimse Mümtaz'ı sandalında ve bu sandalı Kandilli iskelesinde görünce a ırmadı. Uyanır uyanmaz kayı a atlıyor, sırasına göre yelkenle, bazen motörle iskeleye geliyor, orada balık avlama a çalı ıyor, kahvede kitap okuyor, ihtiyar bahçıvanlarla ve semtin eskileriyle konu uyor, çok bunaldı ı, denizde i bulamadı ı zamanlar, yukarılara çıkıyor, Nuran'ın evinin etrafından uzak durmak artıyle tepelerde dola ıyor, Bo az baharının o sert rüzgarında kır çiçeklerinin, otların arasında geziniyordu. Be inci günü sabrının mükafatını gördü. clal vapurda idi. Bu tesadüfün sevinciyle yerinden sıçramaktan kendini zor menetti. Genç kızı iskelede yakaladı. clal onu burada bulaca ını hiç zannetmiyordu. Mümtaz, bir arkada ına söz verdi ini, çocu un hala gelmedi ini söyledi. Nuran, Mümtaz'ın bu kadar çapra ık yollardan becerikli olmaya kalkaca ını hiç sanmamı tı. clal'in hikayesini dinleyince o da güldü: -Niye alıp getirmedin? -Do rusu aklıma geldi ama, cesaret edemedim. Sana sormadan...



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 83 / 279



-Biz onunla tanı tık... -Ada vapurunda... Adile Hanım'la berabermi siniz. Sana selamı var... sterseniz ö leden sonra gelin, sizi gezdireyim, dedi. skeleye indikleri zaman Mümtaz kayıkta tembel tembel sıya yapıyordu. Onları gülerek kar ıladı: -Gelece inizi umuyordum, dedi. Nuran onun yüzünü zayıflamı ve güne ten yanmı buldu. Kadınlar sandala binince o da arkaya geçti. -Ne o, yelken açmıyacak mıyız? clal'le Nuran, yelkeni, onun tehlikelerini, dalgalarla beraber gelen o küçük sarho lu u tercih ediyorlardı. ki kıyının yalpa vurması, iyi bir kavalye ile dansa benziyen o mihverinden çıkmalar, aydınlı ın, suyun içinden süzülmeler. Fakat Mümtaz, yelken zamanı de il, diyordu. Hakikaten bu lezzeti tatmaları için daha çok vardı. Sonra kadınların elbiselerinin harap olmasından korkuyordu. Böyle bir gezinti için giyinmi de illerdi. clal lacivert döpiyesiyle bir çaya gider gibiydi. Nuran gri pardesüsünü ona vermi ti. Sırtında kırmızı çizgili bej rengi bir kostüm, ceketin altında, kıvrılan kenarından, boynun dı arıda kalan kısmını daha yumu ak, daha kadifeli yapan sarı bir süeter vardı. Saçlarını en son dakikada sa a sola iki üç tarakla düzeltti i belliydi. Daha ziyade içinde son dakikaya kadar süren tereddüdü meydana koyan bu acele tuvaletle ba ı daha güzeldi. Mümtaz bu saçların gecesine yüzünü gömmek arzusuyle damarlarının tutu tu unu hissediyordu. Bütün uzviyetinde senelerdir uyku uyumamı bir insanın yorgunlu u vardı. clal kayı ı be enmi ti. -Anlamam ama, güzel,- diyordu. Nuran deniz i lerini daha yakından biliyor gibi, onun fikrini tamamladı: -Güzel sandal, balı a, gezintiye, yelkene, her eye gelir. Hem de yeni... Mehmet sandalın ucundan bir eli rıhtımda: -Ben zmit'e kadar giderim, bununla... diye cevap verdi. Genç kadınların kıyafetlerinden, hallerinden ho lanmı tı. A abeysinin -Mümtaz'a a abey derdi- ilk defa böyle arkada ları oldu unu görüyor ve onun hesabına seviniyordu. Fakat kayı a atlarken, kendisine bir yı ın cam e ya emanet edilmi gibi ürktü. Onun kadını ba ka türlüydü. O, mesela Boyacıköyü'ndeki kahveci çıra ının sevgilisi cinsinden kadınları seviyordu. Onlara hayatın her safhasında güvenilebilirdi. Bunlar dayanıksız olmalıydı; fakat güzelliklerine bir diyece i yoktu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 84 / 279



-Balı ı sever misiniz? -Babam ölmeden evvel çıkardık... Daha do rusu evlenmeden evvel... Bu ikindi saatinde rüzgar muayyen sevkülcey noktalarına çekilmi gibiydi. lk önce a a ıya, Beylerbeyi'ne do ru indiler. Sonra tekrar geldikleri yoldan geriye döndüler. Anadoluhisarı'nı, Kanlıca'yı geçtiler. Akıntıburnu'nda rüzgar ve dalga, hakikaten engine çıkmı lar gibi, onları kucakladı. Bir adım ötelerinde bahçeler, çocukların uçurtma denedikleri yol, çiçek açmı meyve dalları, olta ile sabır terbiyesi yapanlar vardı. Fakat altlarında deniz geni su tabakalariyle kayıyor, garip, keskin, büyük davetlerin sesi ve kokusuyle onları ta ıyordu. Mümtaz ömrünün hazinesini ta ıyordu. Onun için korktu: -Ben imdi hem Sezarım, hem de kayıkçısı. Onun için, buradan ilerisi yok. Bunu genç kadının gözlerine bakarak söylemi ti. Fakat Nuran yalnız etrafla ve biraz da kendisiyle me guldü. Be gündür kafasında bir yı ın kararlar vermi , kah evini ve hayatını can sıkıcı bulmu , genç adamın daveti için sabırsızlanmı , kah çocu unun kendi yata ının yanıba ında duran karyolasına bakarak, dı arıdan gelecek hiçbir eyin kendi sükunetini bozamıyaca ını sanmı tı. Fakat i te, üç saat süren bir didi meden sonra gelmi ti. Bu bir zaaf mıydı? Yoksa tabii bir hakkı kullanmak mı? Bunu bilmiyordu. Yalnız, bütün ömrüyle bu kayı a yıkıldı ını, orada külçelendi ini biliyordu. Dönü te Emirgan'a çıktılar. Kahvenin mevsimi ba lamı tı. Her cinsten, her ya ta insan vardı. Hava biraz serinlerse kalkıp gitmek karariyle yakla an ak amı ve baharı tadıyorlardı. Bahar bir nekahet sıtması gibi derin ve ürperticiydi. Bütün gezinti boyunca bu ürpermeyi duymu lardı. Sanki her ey, taze ve yumu ak yapra ın, parlak renklerin, beyaz aydınlıkta kendisini gölgesiyle bulmanın tela ve sevinciyle birbiriyle kayna ıyordu. Mor, kırmızı, erguvani, pembe, ye il, kümelendikleri sırtlardan insanın derisine hücum ediyorlardı. Fakat burada, bu meydan kahvesinde bahar sadece bir küçük ürperme, bir ya ama hasretiydi. Sıcak çay, topluluk, biraz evvel geçtikleri yerleri imdi kar ıdan ve büsbütün ba ka ı ıkta seyretmenin insana verdi i o garip hisle birbirlerine sokulmu lardı. -Peki, anlatın bakalım, bizim Kandilli'yi neden böyle muhasara altına aldınız? Mümtaz yüzünün kızardı ını göstermemek için ba ını e di: -Bilmem buna muhasara denir mi? Kara yolları ba tan ba a açıktı. Ben sadece iskeleyi zaptettim. Elimden bu kadarı geliyordu, ne yapayım? der gibi bir i aretle güldü. Fakat çehresiyle -bu hafta çok



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 85 / 279



sıkıntı çektim- diyordu. Bu gülü te, gözlerin ve duda ın kenarlarında ancak farkedilen; fakat bütün yüze ıstırabı kabule hazırmı gibi bir mana veren bir ey vardı. -Anlatsana u Kandilli sarayını, Mümtaz? Mümtaz sabahleyin genç kıza anlattı ı eyleri zihninde aradı: -Hayal... Duman. Bir mısraın pe ine takıldık. Hakikaten imdi hepsi hayaldi. Fakat bir ey söylemesi lazımdı. -Bu sarayın tamiri için söylenmi bir tarih. Tabii ne saray, ne temeli var imdi. Ne de eski bahçeler. Fakat mısra duruyor: Yeniden ule-bar-ı sahil oldu köhne Kandilli te bir mısraın bana etti i bir oyun. Sonra Kandilli'den, Kanlıca körfezinden, Çengelköyü ve Vaniköy'den bahsetti. Garip bir erüdisyonu vardı. Bilgiden ziyade, vaktiyle ya anmı hayatların pe indeydi: -Asıl mühim olan ey insandır. Gerisinden bana ne?.. Belki bir insan hayatı zamanın fırınında ate e attı ımız bir ka ıt kadar çabuk yanıyor. Belki hayat, hakikaten bazı filozofların dedi i gibi, gülünç bir oyundur. Tam bir ümitsizlik içinde bir yı ın karar kılıklı tereddüt ve küçük, ümitsiz savunmalardır, hatta hulyadır. Ama, gerçekten ya amı bir insanın ömrü yine mühim bir eydir. Çünkü ne kadar gülünç olursa olsun, biz yine hayatı tam inkar edemiyoruz. Onda kafamızın vehimleri olsa bile, iyi, kötü diye kıymetler arıyoruz. A ka, ihtirasa yer veriyoruz. Sanatkarcasına ya amanın, küçük hesap ve israflarda kaybolmanın farklarını buluyoruz. -Peki, ya hareket... Nuran eliyle bir i aret yaptı. Aksiyon manasına söylüyorum. Büyük yollarda kendisini denemek. Mümtaz üphe içindeydi: -Yolun büyü ü, küçü ü yoktur. Bizim yürüyü ümüz ve adımlarımız vardır. Fatih, yirmi bir ya ında stanbul'u fethetmi . Descartes da yirmi dört ya ında felsefesini yapar. stanbul bir kere fethedilir. Usul Üzerinde Konu ma da bir kere yazılır. Fakat dünyada milyonlarca yirmi bir, yirmi dört ya ında insan vardır. Fatih veya Descartes de illerdir diye, ölsünler mi? Kesif ya asınlar yeter. Yani büyük yollar dedi iniz eyin büyüklü ü bizim içimizdedir. Nuran dikkatle genç adama bakıyordu: -Hareket, hareketten bahsetmiyorsunuz? -Bahsettim i te... Herkes bir ey yapma a mecbur. Herkesin bir talihi var. Ne bileyim, ben, bu talihi kendinden, iç dünyasından bir eyler katarak ya ama ı seviyorum. Yani sanatı seviyorum. Belki o



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 86 / 279



bizi ölümün en iyi, en rahatça kabul edebilece imiz çehreleriyle kar ıla tırıyor. urası muhakkak ki, bir insanın hayatı bazen bir sanat eseri kadar güzel olabiliyor. Onu buldu um zaman... -Mesela... -Mesela eyh Galib... Genç ya ta, en parlak devrinde ölüyor. Ba lıba ına hikmet olan bir terbiyeden geçmi . Bu terbiye onda birçok eyleri, muzır eyleri, ba ında öldürmü . Ne sabahı, ne ikindisi var. Sakin bir ak am gibi, hareket, ı ı ın oyunundan, sevilen eylere sadakatten ibaret. Mesela, Dede. Bine yakın eseri var. Hayatına bakıyoruz; herhangi bir hayat. Fakat sade kendisinin. -Devir de yardım etmiyor mu bunlara?.. -Elbette. Fakat istisnaları devrin üstünde gibi görünüyor. nsan neredeyse artların üstünde ya ıyor, sanacak. Mesela bunların hiçbiri dünyayı ıslaha kalkmıyor. Halbuki sizin kom unuz Vani Efendi, o kalkıyor, insano lunun huzuruyle, saadetiyle oynuyor. Ümitsizlik onu yenmi ... Birinciler nefsine sadık olarak ya amanın sırrını bulmu lar. Öbürleri kendilerini aldatıyorlar gibi geliyor bana... Mümtaz, hiç istemeden girdi i bu karı ık bahisten çıkmak ister gibi etrafına bakındı. Ak am, geni musıki faslına ba lamı tı. Aydınlı ın bütün sazları güne in veda arkısını söyleme e hazırlanıyordu. Ve her ey aydınlı ın sazıydı. Hatta Nuran'ın yüzü, kahve ka ı ı ile oynayan eli bile... -Bir yere gitsek mi dersiniz?.. -Nereye mesela?.. -Büyükdere'ye, stinye'ye... Gün burada bitiyordu. Halbuki onun bitmesini istemiyordu. Belki oralarda, daha ötelerde güne devam edecekti. u ümitsizlik dedi inizi anlatsanıza... -Ümitsizlik, ölümün uuru, yahut bizdeki terbiyesi... Onun hayatımızdaki bir yı ın kıskacı... Dört tarafımızı saran mengene di leri, ne bileyim. Her hareket, cinsi ne olursa olsun, onun neticesidir. Hatta u devrimizde oldu u yerde kabukla madan korku var ya... Sevilen eylerin birbiri pe inden inkarı. Babam gibi olaca ım korkusu. Nihayet, ne yapsam bir türlü ölümden kurtulamıyaca ım. Hiç olmazsa beni bir uçta, bir kutup yolculu unda bulsun. Yahut toplu bir halde enternasyonal söylerken, yahut, kaz aya ı adım atarken... Kendisi de, bu anda, biraz bu korkunun içindeydi. Kar ı sahilde evlerin pencerelerinde, dalgalarda sarı bir ı ık vardı. Kendilerini yalnız bu ı ı ın kurtardı ını sanıyordu. O da olmazsa burada, bu çınar dibinde bo ulacaklar, gömüleceklerdi. Hakikatte mesuttu ve saadeti içinde bir eyler yapmak istiyordu. Eski tuzak, onda da çalı ıyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 87 / 279



Nuran artık bir ey sormuyordu. Kendi dü ünçesine dalmı tı. Bu biraz da ak amın iradesine kendisini bırakı tı. Açık hava onu yormu tu. kide bir önüne bu sual çıkıyordu: -Sonu ne olacak bu i in? En iyisi, unutmak, bir ey dü ünmemekti. Ya adı ı ana kendisini bırakmanın sükunetini tadıyordu. Fakat clal dü ünüyordu. clal ak amın iradesine tabi de ildi. O ölümün terbiyesini bir kere bile aklına getirmemi ti. Küçük, temiz, etrafındaki her eyde vefalı genç kız hayatını ya ıyordu. Önünde sayısız günler vardı ve onları küçük kuklalar gibi ümitleriyle giydiriyordu. A kın, arzunun, sakin evin, çalı ma saatlerinin, beklemenin, hatta icap ederse çalı manın, dostlukların kuma lariyle, süsleriyle hepsini giydiriyordu. Üstlerinde olan her eyi biliyordu, fakat yüzlerini göremiyordu; yüzleri gelecek dedi imiz duvara dönüktü. Saati gelince bu yüzler geriye dönüyor, clal'le kar ıla ıyor, önünde bir reverans yapıyorlar, sırtından o süslü elbiseleri, parlak kuma ları yava ça ve hiçbir ikayetsiz çıkarıyor, ben de ilmi im, muhakkak öbürüdür, diye uzaktakilerden birini i aret ediyorlar, sonra arkasına geçiyorlar, orada kendinden evvelkilerin yanına diziliyorlardı. te bu bahar da böyleydi. Bu bahar, kı ın ortasında o kadar bekledi i, özledi i bahar... -Kö kü gezsek mi? Bunu clal istemi ti, hazır buraya gelmi ken... -Bu ak am saatinde?.. -Niçin olmasın. Hem daha ak am de il ki... Burası kuytu, bize öyle geliyor. Daha saat altı yok. Sonra konu tu umuz eyler. Kolay de il, hemen hemen bir haftadır kimseyi görmedim. çimde çok ey birikti. Nuran bu hareketi inkar eden adamı, kayı ı içinde iskeleyi muhasara altına almı gördü. Tam ümitsizlik içinde bir te ebbüs... Bu toy adam bir kadının hayatına yerle menin yolunu biliyordu. çinde ona kar ı garip bir merhamet ve be enme hissi vardı. Di isini ça ırmasını biliyordu. Fakat bu kadar kuvvetle ve sabırla ça ırabilmek için ne kadar yalnız olması lazımdı? Hiç olmazsa ba ındakilerin hepsini da ıtmı olmalı idi. Nuran kö kü hiç de hayal etti i gibi bulmadı. Fevkaladeli i yoktu. Dördüncü Murad, gözdesine hemen hemen küçük bir ev yaptırmı tı. Ancak Mümtaz'la kendisinin oturabilece i kadar bir yer. Ve bu dü ünce ona kö kü sevdirdi. Planı bir gün lazım olur diye, ezberlemek istiyordu. Hiç olmazsa bu gece Mümtaz'ı yata ında dü ünürken. Mümtaz onlara burasının, asıl binanın denize bakan kısmı olması lazım geldi ini söyledi. -Belki de yukarıdaki koru ilk önce buraya aitti.- Fakat o de ilse bile, muhakkak yerinde ba ka bir büyükçe kö k vardı. Nuran duvarlardaki yazıları okuma a çalı arak, eski aynalarda kendi hayalini seyrederek dola ıyordu. Her eyde garip bir mazi kokusu vardı. Bu, tarih içinde kendi kokumuzdu, ne kadar bizdik. Nuran geçmi yılların imbi inden çekilmi bu iksiri tadıyordu. Mümtaz'ın muhayyilesi ba ka türlü çalı ıyordu. Nuran'ı bir geçmi



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 88 / 279



zaman dilberi, Dördüncü Murad devrinin bir ikbali gibi giydiriyordu. Mücevherler, allar, sırmalı kuma lar, Venedik tülleri, gül eftali pabuçlar... Etrafında bir yı ın yastık. Dü üncesini genç kadına söyledi: -Yani bir odalık gibi, de il mi? Hani u Matis'inkiler cinsinden. Ve gülerek ba ını alladı. Hayır, istemiyorum. Ben Nuran'ım. Kandilli'de otururum. 1937 senesinde ya ıyor, a a ı yukarı zamanımın elbisesini giyiyorum. Hiçbir elbise ve hüviyet de i tirme e hevesim yok. Hiçbir ümitsizlik içinde de ilim ve bu aynalar beni korkutuyor. Bununla beraber çıkmak istemiyordu. Gezdikçe kö kün zevkini tatmı tı. Burada çok basit eylerin güzelli i vardı. llüstrasyon'da veya ngiliz mecmualarında resimlerini seyretti i atolar, on sekizinci asır kö kleri gibi bolluk ve lüks içinde de ildi. Burası içten zengin bir yerdi. nsanı kendi içinde topluyordu. Tıpkı babasının kendisine ö retti i o Hint alı renkli, a ır, i lenmemi mücevher parıltılı besteler gibi... Ve içinde o bestelerin hüznünü duyuyordu. Çıktılar. clal: - imdi ne yapaca ız, dedi. -Eve dönece iz. Bu ümitsizlik içindeki adam bizi yoku a kadar çıkaracak. Ona zahmetine mükafat olarak biraz yemek yedirece iz. Be gündür belki de açlıktan ölmü tür. Sonra isterse iskeledeki muhasarasına devam eder. Konu urken Mümtaz'ın yüzüne biraz evvelki karanlık bir aynanın önünde öpü tükleri anın sıcaklı ını duya duya bakıyordu. Dibinde tanımadı ı, hiç görmedi i yüzlerce insanın hayatından bir eyler uyuyan aynanın sularında ba ları ve elleri birdenbire birle mi ti. Bu o kadar ani olmu tu ki, ikisi de hayret içindeydiler. Nuran'ın ne esi biraz da bu a kınlı ı örtmek arzusundan geliyordu. Kayıkta hemen hemen hiç konu madılar. Mümtaz ayakları, sandalın ucundaki delikte, motörü idare ediyordu. Deniz a ır bir sessizlik içindeydi ve bu sessizlik onları mumyalamı gibiydi. Sanki batan güne yerine bu üç hayal, altın, bal sarısı ve mor ı ıktan eritlere sarılmı tı. Bu sükutu ilk önce Nuran bozdu. Belki de ne kadar tehlikeli oldu unu biliyoidu. Belki de kendisini seven adamı tanımak istiyordu: -Hakikaten hiçbir büyük i e hevesiniz yok mu? -Büyük i e, hayır... Fakat bir i im oldu unu biliyorsunuz. Bunu yapıyorum, o kadar. Büyükten korkuyordu. O tehlikeli bir eydi. Çünkü çok defa hayatın dı ına çıkmakla oluyordu. Yahut insan serbest dü ünceyi kaybediyor, hadiselerin oyunca ı oluyordu. -O zaman insan kendisinin veya hadiselerin a ında kayboluyor. Hakikatte bu konserde büyük küçük yoktur. Her ey ve herkes



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 89 / 279



vardır... Tıpkı etrafımız gibi. Hangi dalgayı, hangi ı ı ı atabilirsiniz. Onlar kendili inden yanarlar, sönerler... Gelirler, giderler, tezgah durmadan i ler. Fakat siz niçin saadeti aramıyorsunuz da büyük i i arıyorsunuz! Nuran'ın cevabı onu a ırttı: - nsanlar o zaman kendilerini daha rahat hissediyorlar! Mümtaz: -Ama o zaman etrafları daha fazla rahatsız oluyor! Kavaklar'a kadar ak amı seyrede ede gittiler. clal kendi hülyalarına dalmı tı. Müstakil bir ev, i , bir yı ın i , mesuliyet, hesaplar, uzun beklemeler, çocuk elbiseleri, mutfak ve yemekler... Ara sıra onların içinden sıyrılıyor ve Muazzez'i dü ünüyordu. Nuran'la Mümtaz sevi iyorlardı. Bunu anlamı tı. Muazzez'e bu haberi verecek miydi? Birdenbire genç kızın Mümtaz'ı sevdi ini dü ündü. Bu sevgi onun sadece ba kalarının hayatiyle dolu ruhunda kendine ayırabildi i tek yerdi... -Hayır, hiçbir ey söylemem!- Fakat havadis de mükemmeldi. -Ömrümde bir kere zafer kazanacaktım.Mümtaz o gece Nuran'ın, o kadar tahayyül etti i evini göremedi. Yolda Nuran, clal'in ayakkabısiyle u ra masından istifade ederek ona yava ça, eve gelmesinin münasip olmayaca ını söylemi ti. Deminki cesareti, pervasızlı ı, semtlerine gelince kaybolmu tu. -Ben size telefon eder gelirim... Fakat onunla biraz daha beraber kalmak için fıstık a açlarına kadar çıkmayı teklif etmi , orada geceyi beklemi lerdi. Mümtaz i te orada Nuran'dan, bir daha, ve Dede'nin sultaniyegah Bestesi ile Talat Bey'in Mahur Bestesini dinledi. V Nuran söz verdi i gün geldi. Mümtaz o günü sonradan birçok defa hatırladı. O günün hatırası onun hem ba rında saplı hançeri, hem ömrünün som altından bahçesiydi. Onun için hiçbir teferruatını unutmamı tı. Istıraplı günlerinde Nuran'ın kendisine kar ı kayıtsızlıklarını farketti i zamanlarda, onları teker teker sayar ve ya ardı. O zamana kadar Nuran'ı sadece uzaktan, cazip bir hayal gibi görmü tü. Fakat yolda kula ına, -Siz gelmeyin, ben telefon eder gelirim.- diye fısıldadı ı andan itibaren bu cazip hayal, bu uzak varlık birdenbire genç adamda de i mi ti. Kula ına akıtılan bu sözler acayip bir sihirmi gibi, bir saniye evvel sadece o anı süsleyen, derinle tiren, zenginle tiren duygular, birdenbire yakıcı eylerin kudretini kazanmı tı. Hakikat u ki, genç adam o zamana kadar bu güzel kadının sadece varlı iyle mesut oluyor, uzakla ınca içine hüzün çöküyor; fakat onu hayatının içinde göremiyordu. Ona ait duyguları henüz, muhayyilenin sıcaklı ını tanımamı lardı. Bunlar latif hayaller, küçük hayranlıklar,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 90 / 279



özenmeler, küçük isteklerdi. Bu özenmelerle, küçük isteklerle de bir münasebet kurulabilir, sevi ilir ve ayrılınabilirdi. Tabldot masasında yemek yemek, aynı otelin odalarında yatıp kalkmak, aynı arabada gezinmek, yahut aynı piyesin ve ilmin kar ısında gülüp e lenmek cinsinden münasebetler zannetti imizden fazladır. Mümtaz'ın da bu cinsten münasebetleri olmu tu. Fakat Nuran'ın yüzünü ve dudaklarını kula ının dibinde hissetti i ve sesinin arzu ile de i ti ini bu kadar yakından duydu u anda i de i mi ti. O andan itibaren muhayyilesi çalı ma a ba lamı tı. O büyük ve a ırtıcı fırın her saniyede ve kendi uzviyeti içinde genç kadının bir yı ın hayalini pi irip ortaya atıyordu. Bu uzviyetin ihtilalci, a kınlı ı veya yeni bir nizam ve ahengin içinde kendisini bulması demek olan bir çalı maydı. imdi genç adamın damarlarında Nuran'ın nefesi üst üste sıcak, kokulu baharlar açıyor, arzu, ya ama hasreti, susamı hayvanların ikindi sıca ında serin kaynaklara sürü halinde gidi i gibi, içinden ona, sevgilisine do ru akıyordu. Ekseriya içimizde varlı ından bile üphe etmedi imiz o gizli ve yaratılı ın sırrını ta ıyan kurtlar birdenbire uyanmı lardı. Mümtaz, olu un bu zerresi, imdi kendisini kainat kadar geni , sonsuz buluyordu. Nuran'ın varlı ı ile kendi varlı ını bulmu tu. Bir yı ın aynadan bir kainat içinde ya ıyor ve hepsinde kendisinin bir ba ka çehresi olan Nuran'ı görüyordu. A aç, su, aydınlık, rüzgar, Bo az köyleri, eski masallar, okudu u kitap, gezdi i yol, konu tu u ahbap, ba ının üstünden geçen güvercin, sesini duydu u ve cüssesi, rengi, hayat nasibi ne oldu unu bilmedi i yaz böcekleri, hep Nuran'dan gelen eylerdi. Hepsi ona aitti. Hulasa uzviyetinin ve muhayyelisinin yaptı ı bir büyü içinde idi. Çünkü kadın dedi imiz o acayip ve zengin varlık, o bizden ba ka türlü ve derin tabiat, onun kula ına bir saniye kendi uzviyetinin sıcaklı ını nakletmi ti. Geceyi acayip hayaller içinde geçirdi. Nuran'la evlenecekti. Böyle bir sevgi tesadüfe bırakılamazdı. Evini dö edi. Kendisine fazla kazanç imkanları aradı. Nihayet uzunca bir Avrupa seyahatinin programını bitirmek üzere iken, gözleri Norveç'te bir fiordun aydınlık, yan yana seyreden hayallerine kapandı. Fakat hakikaten Norveç'te miydiler? Yoksa dünyanın herhangi bir yerinde mi? Daha ziyade Anadoluhisarı'ndan geçiyorlar gibi gelmi ti ona, ve bu tereddüt içinde silkinerek uyandı. Ondan sonra hep böyle devamsız kendinden geçmelerle uyudu. Genç kadının çehresi, tebessümü, zihinde kalan ufak tefek halleri, ba layan rüyanın karı ık hallerini ikide bir bölüyor, o zaman Mümtaz silkinerek uyanıyor, biraz evvelki uyanıklı ında kurdu u hulyalara, bıraktı ı yerden ba lıyordu. Böylece kendi hayatına muvazi bir romanı ya ıya ya ıya geceyi geçirdi. Bazen yerinde duramıyor kalkıyor, oda içinde geziniyor, bir cıgara içiyor, bir iki sahife kitap okuyordu. Sonra tekrar yata a giriyor, uyuma a çalı ıyordu. Sonra tekrar hayal aynı vuzuh ile gözünün önüne geliyor, rüyanın ne oldu unu farkedemedi i akı ını kesiyor,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 91 / 279



Nuran alt kattaki sofanın aynasından birdenbire fı kırıyor, yahut bahçedeki erik a acı birdenbire onun eklini alıyor veya çocuklu unun geçti i odalardan birinde ona rastlıyor ve çehre tam muayyeniyetini aldı ı zaman, o yata ında -yarın gelecek...dü üncesiyle uyanmı bulunuyordu. Mümtaz o zamana kadar bu yarın kelimesinin sihrini tatmamı tı. Onun hayatı sadece bugünlerde geçmi ti. Galatasaray'da iken geçirdi i büyük hastalıktan sonra çocuklu unu o kadar zehirliyen mazi dü ünceleri bile azalmı tı. Halbuki imdi bu tek kelime, içinde bir mücevher gibi parlıyordu. Yarın... Mümtaz sanki yarın sabah do acak güne kendi benli inde bir altın yumurta imi gibi ve kainatı, aydınlı ı kendi uzviyetinden do uracakmı gibi, içinde kozmik bir zenginlik duyuyordu... Yarın... Bu acayip ve sihirli bir kapıydı. Birdenbire yirmi yedi ya ına açılan bir kapı ki bu gece e i inde yatıyordu. Bu kadar tela lı olmasına hiç de a ılmazdı. Çünkü bu kapının arkasında Nuran vardı. Onun bilmedi i cazibeleri ve bildi i cazibeleri, yumu ak sesi, dost gülü ü, istedi i zaman insanın içine arzunun cinayet kadar kırmızı, ate kadar yakıcı ve sonra garip ey, eski camilerdeki o renkli camlardan hafız sesleriyle beraber dökülen ı ık kadar ruha ait eylerle dolu iksirini akıtan ba kaları vardı. Onun arkasında mahremiyetine girmek istedi i bir ömür ve bu ömürle birle ecek kendi ömrü vardı. Böylece kaç da ın rüzgarı, kaç nehrin ve çe menin suyu, kaç hasret ve sonsuzluk birle ecekti. Nihayet dayanamadı. Bu muazzam ve e siz yarının bir anını kaybetmek istemiyormu gibi yata ından fırladı. Balkonu açtı, etraf a armı tı. Fakat her yer sis içindeydi. Sanki hilkat zaman incisinin içinde olu un çıkrı ını hala i letiyordu. Yalnız kar ı tepeler bu çok donuk ekilde parıltılı perdenin üstünde çok hayali bir gemi gibi insana baktıkça her eyin ba langıcı olan sırrı, büyüyü derhal verecekmi hissini bırakan, kendi hakikatlerinden uzakla mı hüviyetleriyle yüzüyorlardı. Daha ileride birkaç a aç nasılsa kendilerine kadar yol bulan ilk ı ıkların altında rutubetli havada, olduklarından daha narin, daha taze titre iyorlardı. Fakat deniz görünmüyordu. O, olu un a ır sis perdesi altındaydı. Beykoz önlerine do ru bu perde daha koyu oluyordu. skeleye indi i zaman saat yedi vardı. Çaycı masa ve sandalyelerini dizmek için güne in iyice görünmesini bekliyordu. Fakat sular yakından daha açık görünüyordu. Yer yer renkten ziyade renk hatırasına benziyen ı ık hüzmeleri denizin içinde, sadece cevherden, katıksız bir alem yapıyorlardı. Sürmene'de yapıldı ı aynalı kıçından belli kırmızı bir motör, bu yarı aydınlık dünyada birdenbire önünde belirdi ve müphemden gelmenin verdi i uzaklık duygusu içinde kayboldu. Onu daha hayali, daha ince bir kayı ın vehmi, adeta ruha ait bir mevcudiyet gibi sakin, bununla beraber arızası kıt bir dünyada oldu u için daima kendisi olarak, takip etti: Bütün onlar ani do an hayaller, fikirler gibi bir lahza gözlerinin önünde mevcut oluyorlar, sonra zihin, filmi o noktada



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 92 / 279



kırılmı da ba ka yerden eklenmi gibi bir ba kası peydahlanıyordu. Fakat en garibi, en a ırtıcısı, seslerin peydahlanıp biti leriydi. Mümtaz, Boyacıköyü'ne kadar yürüdü. Orada deniz kenarında küçük bir balıkçı kahvesinde oturdu. Önündeki manzara, mesafeye yürüyü istikametine göre açılıp kapanıyordu. Bu mucizeli ı ık oyununda, sandallar, su motörleri, istakoz avı için kullanılan sepetlerle dolu balıkçı kayıkları, yakınlık ve uzaklıkları insana ayrı ayrı hayret veren birer hüviyet oluyorlardı. Kahvede bir iki semt delikanlısı ile birkaç kayıkçı vardı. Bunlardan birisine gitti. Mehmet'e serbest oldu unu söylemesini rica etti. Sonra öte beriden konu tular. Fakat Mümtaz'ın sabırsızlı ı bir yerde uzun uzun durmasına maniydi. Bugün Nuran gelecekti. Garip bir eydi bu. Dü üncesini ancak buraya kadar götürebiliyordu. Fakat oraya gelir gelmez, aya ının dibinde bir uçurum açılmı gibi birdenbire irkiliyordu. Ondan ötesini bilmiyordu. Ondan ötesi çok parlak, adeta renklerin kayna tı ı bir uçurumdu ki, orada Nuran'la beraber kayboluyorlardı. Mümtaz bu kadar hususi bir ekilde kendisine ait bir anda etrafiyle her gün oldu u gibi konu masına a ıyordu. Daha garibi hiç kimsenin bu fevkaladeli i onda sezmemesiydi. Bütün çehreler aynı idi. htiyar kahveci geçen kı , kılıç avında yakalandı ı siyatikten kurtuldu u için memnun, gülümsüyordu. Çırak, a k yorgunluklarını uzunca dargınlıklarda dinlendirdikten sonra a ı ına dönme i adet edinen Anahit'le barı mı olacak ki uykusuz ve yorgun, dün ak amki yatak hazlarının hala da ılmayan sisleri içinde yelkensiz, dümensiz bir gemi gibi, oldu u yerde sallanıyordu. ki balıkçı yerde mantarlariyle, kararmı iplikleriyle ne oldu u bilinmeyen bir deniz hayvanı gibi yı ılmı bir a ın ba ına çömelmi ler, onu elden geçiriyorlardı. Etraflarında yosun, kabuklu hayvan, deniz dibi kokusu gözle görülecek ekilde koyula ıyordu. Hepsi kendisine sual soıvyor, verdi i cevabı dinliyordu. Fakat hiçbirisi içinden geçeni bilmiyordu. Belki de farkındaydılar da ehemmiyet vermiyorlardı. Bir kadını olmak, bir kadın tarafından sevilmek o kadar tabii bir eydi. Kendisinden yüz binlerce sene evvel ba layan bir tecrübe idi. Fakat ölüm gibi, hastalık gibi, ancak ahsımızda duydu umuz zaman tamamlanan bir tecrübe... Belki de böyle oldu u için bizi kendi içimizde etrafımızdan ayırıyordu. Mümtaz, Rizeli Sadık'a, Giresunlu Remzi'ye, Yedi Cet Hisarlı Arap Nuri'ye, Bebekli Yani'ye bu dü üncelerin arasından bir zaman baktı. Bu sert yüzler, bu nasırlı eller, bu denizden, balıktan, dalgadan, yelkenden, a dan ba ka bir ey bilmiyor gibi görünen insanlar, yani ba larında mayosunu boynuna e arp gibi dolamı siyah saçlı Delysarto'nun Meryemleri çehreli genç çocuk, hepsi bu tecrübenin malıydılar. Ya ondan geçmi ler, yahut ona hazırlanıyorlardı. Fakat i in garibi aynı merhalelerden geçmelerine, içlerinde aynı zemberekler çalı masına ra men, kendisinde belki onlarla en iyi anla acak taraftan habersizdiler. Hayır, oturmak, onlarla konu mak beyhudeydi. Bütün bu insanlar dostlarıydı. Tıpkı bu kahve, bu a lar, bu duvara dayalı direkler, biraz ilerideki cami, çe me gibi, hepsi dostuydular. Hatta u iskelede her sabah kendisini bekliyen ve buraya



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 93 / 279



kadar pe inden gelen, belki de ta yukarıya kadar onunla çıkacak olan siyah kıvırcık tüylü köpek yavrusu da dostuydu. Fakat bugün Mümtaz sevincinde yalnızdı ve bu hep böyle olacaktı. Yarın ıstıraplarında yalnız kalacak. Bütün tanıdıkları, dostları için bir muamma, bir meçhul. Yahut hayatın kenarına fırlamı bir rakam olacak, öbürüsü gün öldü ü zaman da aynı ekilde yalnız ölecekti. A ır a ır kalktı. skelede bir sandaldan denize girdi. Sis eskisi gibi olmamakla beraber gene devam ediyor; ı ık inci rengi bir imbikten süzülerek geliyordu. So uk su, fena uyunmu gecenin a ırlı ını aldı. Bir tanıdık sandaliyle kendisinin de kimler için, o bir anda gelip geçen dü ünce veya vehim kılı ına büründü ünü dü ünmeden Emirgan iskelesine kadar çıktı. Sonra ıslak mayo elinde, arkasında siyah tüylü köpek yavrusu, evine do ruldu. Köpek bu arkada lıktan çılgınca memnun, etrafında dola a dola a yürümesi yetmiyomu gibi, acayip sesler, küçük havlamalar ve hırıltılar çıkararak yürüyordu. Mümtaz, -bu hiç olmazsa sevinmesini biliyor- diye dü ündü. nsano lu tam sevinemez, bu onun için imkansızdır. Dü ünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. Bilhassa korku vardır. nsano lu korkan mahluktur. -Hangi büyük mucize bizi bu korkudan kurtarabilir?- Fakat Mümtaz bu anda yalnız seviniyordu. Bir yı ın dü üncenin, kendisinin olmayan tecrübelerin arasından olsa da seviniyordu. Yoku un ortasında içine bir üphe geldi. Terazi birdenbire aksi istikamete kaydı; ya gelmezse... Ya bu geli tam olmazsa... Evin kapısını açtı. Köpe i buyur etti. Fakat hayvan içeriye girmedi. Bu evde vaktiyle yalnız üç gün misafir olma a razı olmu tu. Sonra hürriyetini tekrar eline almı , kovu unda do du u büyük çınarın dibine gitmi ti. Orada Mümtaz'ı bekleme i; ona kara gezintilerinde arkada lık etme i tercih ediyordu. imdi de dı arıda, iki aya ı e ikte kuyru unu, kula ını sallayarak kendisiyle biraz oynamasını, ona bir eyler söylemesini istiyordu. Mümtaz, kapıyı naçar açık bırakarak içeri girdi. Köpek ba ını eski Divan a ıkları gibi e i e koydu ve kapının dı ına uzandı. Gö sünden çok dostça sesler, hırıltılar çıkarıyor, gözleri bir vuslat hazziyle süzülüyordu. te Nuran bu basit eylerin arasında geldi. O geldi i zaman köpek çoktan gitmi ti. Kapının önünde Mümtaz mavi gömle i, ütüsüz pantolonuyle sabırsızlıktan harap, onu bekliyordu. Genç kadın yoku tan nefes nefese kapıdan girdi. -Ne dik yoku Yarabbim, diyordu. Üç gün kendisiyle didi mi ti. Her eyin lüzumsuz oldu unu sanıyor, ataca ı adımın kendisini götürece i yerden sanki korkuyormu gibi üzülüyordu. Kendisini çok acayip bir perdenin önünde buluyordu. Onu açarsa kainat alt üst olacaktı. Mümtaz'ı sevdi ini biliyordu. çinde müphem ümitlerin hudutsuzlu u ile uyanan bir ey, hiç tanımadı ını sandı ı bir ya ama sıcaklı ı hep kendisini ona do ru sürüklüyordu. Bununla beraber gene bir yı ın ey de ona kar ı geliyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 94 / 279



Bu üç günde büyük annesinin hayali onu hiç bırakmamı tı. Ta çocukken eski bir sandıkta buldu u çok soluk dakarotip resmin sahibi, beyaz ferace ve ya ma ı, solgun ay ı ı ı yüzü ve bir uçurum ba ında uyanmı ceylan bakı lariyle kendisine o kadar meçhul istihalar ilham eden, eski eylerin zevkini veren, eski beste ve arkıları onun için bir ya ama iklimi yapan kadın, imdi Nuran'a bütün iç hayatını inkar ettirme e çalı ıyordu. Sanki bu soluk resim her lahzada canlanıyor, -ben diyordu, çok sevildim, onun için böyle peri an oldum. Sevdi im ve sevildi im için bana muhtaç olanların hepsi bedbaht oldular. Kendi yakınında bu kadar canlı bir örnek varken, nasıl cesaret edebiliyorsun?..Fakat Nuran'ın içinde konu an yalnız büyük annesinin sesi, veya hayatı de ildi. Daha derinden gelen, daha koyu, daha karı ık bir ikinci ses daha vardı. Ve bu ikincisi Nuran'ın kalbine ve uzviyetine hitap ediyordu. Onların gürültüsüyle, onların müphem ve tehlikeli uyanı lariyle konu uyordu. Bu damarlarındaki kanın sesiydi. A ka ve ihtirasa her eyi birden yakarak doludizgin giden Nurhayat Hanım'ın kanıyle, anne dedesi Talat Bey'in sevginin oca ında bir nezir gibi yanma a hazır kanları, bu iki kana sonradan karı an babasının kanı, serhat boylarında, Balkanlar'da, Karadeniz kıyılarında, bin erkekçe tecrübe ile hazırlandıktan sonra, Kırım muharebesinde buraya, stanbul'a dü tü ü için birdenbire a ıran, kibar ve incelmi hayata bütün hür çırpını larını feda eden, asırlık bir zevkin gönüllü esiri olan kanı, bütün bunlar acayip, çok acayip bir halita olmalıydı. Bir tarafta sadece atılı , öbür tarafta sadece kabul, rıza ve ba e i . te Nuran'ın içinde o kadar de i ik a ızlarla konu an ikinci ses bu kanın sesiydi. Nuran bu kanı kendisinde tehlikeli bir miras gibi yıllarca gezdirmi , onu uyutma a, onu inkara çalı mı tı. Fakat Mümtaz'a Ada vapurunda ikinci tesadüfünde birdenbire dizginleri elinden kaçırmı tı. Bir eyden korkmak, biraz da onun gelece ini beklemektir. Nuran belki de içindeki korku ile bu mirasın kendisinde uyanmasını hazırlamı tı. Onun için Mümtaz'a bir vapur kamarasında -Allahım ne ayıp! -Alçak sesle Mahur Beste'yi, -hem ilk teklifte, rica bile etmeden! -okumu , Kandilli tepesinde sultani-yegah bestesini dinletmi ti. Bu kan garip bir halita idi. Onu alaturka musıki dedikleri acayip tokmakla döve döve hazırlamı lardı. Mahur Beste, bu aile yadigarı, yer yer mazlum rızası ve zalim hatırlayı ları, bir nevi ilk ve iptidai tabiata dönü e benzeyen ıstırabı ile bu çift mısraın, imdi bir tarafında derinle en, kendisini davet eden uçurumuydu. Ne gariptir ki, hayatını dü ündü ü zaman kendisine o kadar usluluk dersleri veren büyük annesi, bu besteyi hatırladı ı zaman büsbütün ba ka bir dille konu uyor, küçük ve soluk, sert ve yaldızı dökük resimde bütün hayatına, inkar eden bakı larla bakan, ömrünün hayali kar ısında kuru yaprakları altında gömülme e hazırlanmı bir sonbahar gibi içlenen kadın, birdenbire bu nedametten soyunuyor, Nuran'ın çocuklu unda yeti ti i ihtiyar kadınların anlattı ı o yarı vah i güzelli i ile diriliyor, sanki kendi sevgisinin ve ya ama i tihasının oca ında bitmez tükenmez bir ate raksı yapıyordu. -Atıl, diyordu. Atıl bu ava; yan ve ya a!... Zira a k ya amanın tam eklidir...- Daha garibi bu ate raksında, bu adeta iptidai oyunda dedesinin mazlum ve mütevekkil ruhunu da, kendi ıstırap tecrübesini tekrarlama a hazır bir halde onunla beraber



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 95 / 279



bulunmasıydı. Vakıa o Nurhayat Hanım'da oldu u gibi büyüsüyle, çılgın ve muhteris konu muyor, onun gibi alev raksları yapmıyordu. Fakat reçineli, ya lı bir kütük gibi kendi ıstırabiyle bu alevi besliyor, onun oca ında yanıyordu. -Mademki benim kanımı ta ıyorsun, sen de sevecek, u veya bu ekilde ıstırap çekeceksin! Bir kaderden kurtulma a beyhude çalı ma!- Hatta daha ileriye gidiyor, -Bütün ömrünce bunu beklemedin mi?- diye soruyordu. Bunlar hiç uslanmasını bilmeyen insanlardı! -Bu ocakta yanmak için ta nerelerden geldim! Kaç rüzgarda savruldum. Kaç sahilin güne inde kurudum...- Ve Nuran onu dinlerken Mümtaz'ın kaderini Emirgan'da a acın dibinde kendisine söyledi i eyleri hatırlıyarak, onu evvelden hazırlanmı bir ey gibi görüyordu. -Kim bilir, demi ti, belki de çocuklu umda maziden gelen her eyi inkar etti im için eskiyi bu kadar seviyorum. Yahut da büsbütün ba ka bir ey olabilir. Biz üç batın evvel köylü idik. ntibakımızı tamamlıyoruz. Annem eski musıkiyi severdi. Babam ise hiç anlamazdı. hsan için bir nevi musıki inastır, diyebilirim. Ben ise onu hayatıma naklettim. Bütün tarih boyunca böyle olmadı mı? Evet, belki de kollektif bir kaderi ya ıyorum. Asıl dü üncemi ister misiniz? Bizim musıkimiz kendi içinde de i ene kadar hayat kar ısında vaziyetimiz de i mez sanıyorum. Çünkü onu unutmamız ihtimali yok... O de i ene kadar a k tek talihimiz olacak!- O zaman clal'in yanında gözlerinin içine bakarak, kendisine sevgiden bahsetti i için ona kızmı tı. Halbuki imdi onu anlıyordu. Onda dedesinin bir e ini görüyordu. O da bu tecrübe için kökünden kopup gelenlerdendi. Nuran içindeki didi menin arasından kendi hayatına ve etrafına yeni bir gözle baktı ı bu günlerde, bu garip aile yadigarının bütün iç hayatını idare etti ini, ömrüne büyük annesinin hakim oldu unu gördü ünü anladı. Sade kendisi de il, bütün aile böyleydi. Hepsini, kendilerinden çok evvel, geçmi bir takvim yapra ına ait bir ak ama benziyen bu a k macerası terbiye etmi , onlara ve etrafındakilere yaradılı larına göre ayrı ayrı kederler hazırlamı tı. imdi sıra kendisinindi. Kendisinin ve Mümtaz'ın! Mahur Beste'nin altın kafesi arkasında onların gölgeleri çırpınacaktı. Daha ilk günden Mümtaz'a gidece ini biliyordu. Çünkü kendisini yalnız genç bir adam davet etmemi ti. Mümtaz'ın sesi tek ba ına kalsa buna kifayetsiz gelebilirdi. A kı kendisine tek kader yapan bütün bir irsiyet onu oraya itiyordu. Kimi ondan kaçarak ömrünü kurutmu tu. Annesi böyle idi. Ömründe bir kere rahatça gülmemi , hiçbir ihsasa kendini rahatça bırakmamı , duygularından bahsetmemi , çocuklarını bile bir kere heyecanla öpmemi ti. -Kadın her eyden evvel kendisini gizleme i bilmelidir; yavrum!- Nuran'ın ilk duydu u anne nasihatı buydu. Bu yüzden bütün ömrünce farkında olmadan zalim olmu , kendisini o kadar seven, ya adı ını anlamak için duygularını ya ama a muhtaç olan babasını adeta ezmi ti. Dayısı Tevfik Bey'in muvazenesizlikleri bu yüzdendi. O lu Ya ar'ın kendisine besledi i, bir ev içinde o kadar rahatsız edici o marazi sevgi yine buradan geliyordu. Kendi de bu korku içinde büyümü tü. Sevebilece i o kadar genç arkada ı arasında hiçbir suretle sevmiyece ini bildi i, yalnız iyi arkada olacaklarını sandı ı Fahir'le evlenmi ti. Kızı Fatma da, hem daha imdiden, aynı kadere hazırlanıyordu. Babasına ve kendisine olan delice dü künlü ü,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 96 / 279



içlili i, kıskançlı ı, hep bu ta ıdı ı yükün altında ezilmi irsiyetin izleriydi. Kim bilir, büyüdü ü zaman ne kadar bahtsız olacaktı. Nuran bunları biliyor ve dü ünüyordu. Fakat hayatı da oldu u gibi kabul ediyordu. Çünkü hayat insanla oynamak isterse oynayabiliyordu. Talat Bey'in macerasından sonra bütün ailede garip bir bo anma taassubu ba lamı tı. Hiçbir ey bo anmak kadar ayıp görülmedi. Hatta bu yüzden aileye giren damatların ço u bütün kabahatların affedilece ini evvelden bildikleri için ımarmı tılar. Bazıları karılarını bir kuru ekme e muhtaç etmi lerdi. Bu taassup sade kadınlarda de il, erkeklerde de vardı. Tevfik Bey otuz sene kocasını kendisinden güzel buldu u için ona açıkça dü man olan bir kadınla ya amı tı. Bütün bunlara ra men kendisi i te Fahir'den bo anmı tı. Altmı sene içinde ilk bo anma vakası, onun ba ından geçmi ti. Fakat bu irsiyet veya terbiye sade kendi evlerinde de ildi. Bu geni ailenin her göbe inde ayrı ayrı kurbanlar vardı. Behçet Bey, Atiye Hanım, Doktor Refik, Medine'de ölen Salahaddin Re it Bey... Nuran kendi içinde üç gün bu sert konu mayı dinledi. Üçüncü günü ak amı, -nihayet kimseye hesap verme e mecbur de ilim!- diyerek, Mümtaz'a telefon etti. Ve ertesi sabah da onu bekletmemek için erkenden evden çıktı. Nihayet a k da ölüm gibi, insan hayatının belli ba lı merhalelerinden biriydi. Yolda Mümtaz'ın dü üncesi ile Mahur Beste'yi mırıldanıyordu: Gittin emma ki kodun hasret ile canı bile... Fakat u ursuzlu unu hatırlıyarak ikinci haneye devam etmedi. Hatta o kadar sevdi i meyan ve nakaratı bile yarıda kesti. skelede küçük bir kız çocu u, yüzü gözü çamur içinde, yanına yakla tı. Üzerinde çok kirli ve yırtık bir basma entari vardı. Elini, karı tırılan yeme in üzerinde kuruyan bir ka ık gibi uzattı. -Allah sevgilini ba ı lasın!diye para istedi. Nuran çantasını açarken, -Acaba yüzümden herkes ne yaptı ımı okuyor mu?- diye dü ündü. A layacak gibiydi. Çocukluk ve genç kızlık yıllarında yapmadı ı bir eyi yapıyordu. Dönsem mi?- diye gi enin önünde dola tı. Fakat a k bilinmeyenin sihriyle onu davet ediyordu. -Yeni Debussy'ler aldım. Behemehal gelin...- Telefonda böyle söylemi ti. Debussy'yi Wagner'i sevmek ve Mahur Beste'yi ya amak, bu bizim talihimizdi. Vapuru beklerken, o gece Mümtaz'dan ayrıldıktan sonra clal'in kendisine anlattıklarını hatırladı. - sterse çok e lenebilir, çünkü seviliyor. Fakat a k, sanat, tarih, uzvi haz, hepsini karı tırıyor galiba! Ancak senin gibi bir kadını sevebilirdi...- Demek clal de bunu sezmi ti. Vapuru beklerken sabırsızlı ına dikkat ediyordu. -Acaba canım sıkıldıgı için mi bu i i yapıyorum. Yoksa sadece uzvi bir mesele mi?..- Fakat ba ladı ından beri hiç canının sıkıldı ını hatırlamıyordu. Fakat, son derece rahattı. Vapura binerken -Ne olursa olsun kendime ma lup olmayaca ım!dedi. Ve ancak bu kararın arasından a ka ve Mümtaz'ın hayaline gülümsedi. Akıntı burnunda pencereden baktı. urada burada hafif sis parçaları vardı. Fakat Bo az a a ıya do ru bir ku uçu u gibi süzülüyordu. Bahar güne inin altında suların sevincine baktı. Kendi kendisine Çok ahma ım!...- dedi. -Evcek ahma ız!...- - ki budalanın, iki iradesizin pe ine takılmı ız... nsan kendi hayatını iradesiyle



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 97 / 279



yapabilir...O gün Mümtaz için hiç tanımadı ı lezzetlerin günü oldu. Hayatında ilk defa bir kadın bütün mahremiyetini ona açıyordu. Bu ne bir mabudeydi, ne de lalettayin vuslat meraklısı bir mahluktu. Bu, uzviyetin seçti i erke e bütün hüviyetiyle kendisini bırakan, bir tarla, bir bahçe gibi bütün özünü teslim eden, -ben buyum i te...- diyerek her sırrını, imkanını ona açan kadındı. Fakat oldu u ey, bu hüviyet, ne kadar zengin, ne kadar de i ik alemdi ve kaç insan bu zenginli i kendisinde ke fetmeden ölürdü. Hiçbir denizaltı, hiçbir masal hazinesi bu kadar dolu, bu kadar a ırtıcı olamazdı. Mümtaz onu ilk defa pancurları sımsıkı kapalı odada, yarı aydınlıkta çırçıplak gördü ü anı sonraları sık sık hatırladı. Bütün yıldız parıltıları, her türlü mücevher ı ı ı buradaydı. Bu aydınlı ın cümbü ü, kaside ve duası, her eyin bir kama ma, bir tutu ma oldu u, bir yanının kendi küllerinden binlerce defa dirilip tekrar tutu tu u parladı ı andı. Uzviyet dedi imiz cihazın ruhla elele yaptı ı o ahenkli miraç ki, hangi göklere çıktı ını bilmeden yükseldi imizi duyarız. Mümtaz sonraları sevgilisine bakarken hep bugünü dü ünür, hangi kaderin kendilerini birle tirdi ini uzun uzun sorardı. Bütün iyi, güzel, sade eyler, bu yumu ak ten örgüsü, kendisinde gizli bir yı ın eyi ilk yaratılı ın sırlarından ça ıran bu derin nefesler ve kendi uzviyeti, bütün varlı ında ona do ru bilinmez karanlıklardan kopup gelen, imdi efkat, imdi ok ama, imdi ölümün ba ka çe idi bir baygınlık ve sonra tekrar dirilmenin, tekrar güne in dünyasına dönmenin haz ve sevinci olan eyler, hulasa bir güne in mihrabında kendi kendisine ibadete benziyen bu ürpermeler, bu tükeni ler acaba nerelerde, hangi derinliklerde hazırlanmı tı! Bu derinden kavu malar ve bırakınca duyulan hasret tek ba ına bir ömre sı mazdı. Bu ancak derin ve karanlık zamanda biz bilmeden, mevcut olmadan evvel hazırlanmı eylerin neticesi olabilirdi. Tek ba ına tabiat bu yakınlı a varamazdı. Bir insan kendi içinde bir ba ka insanı bu kadar kuvvetle bulabilmek için, sade tesadüfler kafi de ildi. O gün Nuran'da her ey Mümtaz'ı çıldırttı. Kendi kendisini a ka veri ekli, hazza sakin bir limanda bekliyen gemi gibi hazırlanmı , yüzünün mahmur stanbul sabahlarını hatırlatan örtülü leri, ya anan zamanın ötesinden gelir gibi tebessümler, hepsi ayrı ayrı lezzetlerdi ki tattıkça hayran oluyor, bir insandaki bu sonsuzlu a, zamanın birdenbire de i en, adeta birbiri pe inden gelen ebediyetler gibi a ırla an ritmine a ıyordu. Daha o günden en büyük sırrı sadelikte olan kadına kar ı içinde garip, her türlü duygunun üstünde bir tapınma hissi ba ladı. Onu bir kıt'a gibi yava yava ke fediyor ve ettikçe hayranlı ı ve bu tapınma hissi de i iyordu. Ne Mümtaz bu kadar sevebilece ini, ne Nuran bu tarzda sevilece ini dü ünmü tü. Sümbül Hanım bir gece evvelden her eyi hazırlamı , sabahleyin erkenden gitmi ti. Yemeklerini a a ıda, mutfakta yemi ler ve orada Nuran kendi eliyle kahvelerini pi irmi ti. Evden çıktı ını Mümtaz'ın da bilmedi i, fakat Macide'ye ait oldu u muhakkak olan eski kimonosunun içinde, onun aralıklarından genç kadının tenini, vücudunun çok plastik ekillerini görmek, onu



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 98 / 279



kar ısında u ve bu vaziyette bir aydınlık külçesi halinde seyretmek, o kadar yava ve tatlı bir sarho luktu ki... Mümtaz yemekten sonra sandalla gezinti dü ünmü tü. Fakat genç kadın kendilerini te hir etme i do ru bulmadı. Sonra bu ev o kadar tenha ve kendilerinin idi ki, bütün aynalar Nuran'ın çıplaklı iyle Mümtaz gibi çıldırmı lardı. Bütün duvarlar, bütün tavanlar, her dö eme parçası bir mukaddes ziyaretin takdisini almı gibiydi. Mümtaz o gün Nuran'ın güzelliklerinin yanıba ında, bir kadının bir evi benimsemesinin lezzetini de tattı. --Daha ilk geldi im gün sevdim...- diye bu küçük evden bahsediyordu. Nihayet ak amüstü ayrılma a razı oldular. Mümtaz onu yolun yarısına kadar u urladı. Bundan ötesi Nuran'a göre tehlikeliydi. u, bu görebilirdi. Genç kadının hayali yolun dönemecinde kaybolunca, Mümtaz ne yapaca ını bilmez gibi a ırdı. O yaz Mümtaz'ın kısa ömrünün zirvesi, cevheri, taçlandı ı nokta oldu. Nuran sade güzel ve seven, sevilmekten ho lanan kadın de ildi. Her eyden evvel çok iyi arkada tı. Garip bir anlayı ı, güzel eyleri bilerek tadı ı vardı. Musıkiden iyi anlıyordu. Sanki güne parçalariyle dolu, berrak, davudiye yakın bir sesi vardı. Fakat bütün bunların üstünde asıl Mümtaz'ı çıldırtan ey, o garip utangaçlı ı, hiçbir günahın ve hazzın gideremedi i ruh bekaretiydi. Onun için mevsimin sonunda en fazla kendisinin oldu unu bildi i zamanlarda bile a kları ilk günlerde oldu u gibi yeni kalıyor, mahremiyetlerine henüz birbirlerini tanımı insanların ürkekli i giriyordu. Ve Mümtaz onda bu ürkekli in, bu safiyetin kaybolmaması için hiçbir dikkati esirgemiyordu. Bununla beraber hiç de asıl manasiyle mahçup ve hayat kar ısında korkak de ildi. Daha ikinci geli inde genç adamın bütün çalı malarını ö renmi ti. Mümtaz hayatının her meselesini onunla münaka a etmekten ho lanırdı. Bununla beraber aynı latif ürkeklik, genç kadının mayalarından biri olan o ölçü hissi buraya da giriyordu. Hiçbir meselede Nuran, Mümtaz'ın hayatını tasarrufa kalkmamı tı. Sevginin insan hürriyetine bir tecavüz olmamasını istiyordu. Mümtaz, ömrünü ve hayatını ona hediye ettikçe, o tıpkı eski ve cömert Abbasi halifeleri gibi hepsini birden kabul ediyor, sonra yine ona iade ediyordu. -Benimdir, fakat sende kalsın...- Halbuki bu latif isti nanın sahibi hiç bahsetmeden sözünü bile açmadan bütün ömrünü, günleri gibi Mümtaz'a vermi ti. Fakat Mümtaz bu cömertli in yanıba ında, hiçbir kuvvetin, hatta a kın bile zorlayamıyaca ı bir iç kalenin, bir istiklal fikrinin hiç olmazsa kendisine sadık kalma, kendi kendisini yalancı çıkartmama arzusunun bulundu unu seziyordu. Ve bu sevgi, bu sarih ve sade çehreyi ferdi saadetiyle daha ilk günlerinden itibaren Mümtaz için bir muamma yapmı tı. Onun için Mümtaz üstünde fazla dü ünmemesine ra men sevgilisine olan



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 99 / 279



hayranlı ına, ömrünü bir yıldız kasırgası yapan o tapınma hissine bir nevi korku karı mı tı. V Adile Hanım bu yaz Taksim'deki evinden çıkmamı tı. Yeni ba tan tanzim etti i hususi hayat kadrosunu bozmak, zorla topladı ı erkekleri ve kadınları yine elden çıkarmak istemiyordu. Sonra stanbul, yazın olsa bile, yine ba kaydı. Herkes dönüp dola ıp oraya gelirdi. Hatta daha sık gelirlerdi. Çünkü sayfiye, ehir itiyatlarını kırar, bir yere gidemiyenleri ise zaruri olarak birbirlerine yakla tırırdı. Nitekim böyle oldu. Aylardır görünmeyen Mümtaz bile günün birinde saat dörde do ru apartımanın kapısını çaldı. Adile Hanım onu görür görmez çok sevinmi ti. Dudaklarında adeta bir zafer narasına benziyen bir tebessüm peydahlandı. Nihayet, dönmü tü. Sürüden ayrılan kuzu dönmü dola mı gelmi ti. Fakat ne kadar de i ik ve sükutiydi. Bu sükutili in altında garip bir parlayı , sanki hapse çalı ılan bir ne e vardı. Adeta sanki kom ular i itmesin, görmesin diye her taraf iyice kapandıktan, bütün pencereler kat kat örtüldükten sonra yapılan o harem e lencelerine benziyordu. Bununla beraber Nuran'ın geldi i saate kadar pek bir eyin farkına varamadı. Fakat Nuran kapıdan girer girmez i de i ti. Mümtaz belki o gün ilk defa sevdi i kadını, bu kadar itinalı giyinmi görüyordu. öyle böyle bir aydır birbirlerinin oldukları halde, Nuran'ın giyim ku amla bu kadar de i ece ini hiç sanmıyordu. Onun giri iyle birdenbire her ey ne kadar de i mi ti! Halbuki daha dün beraberdiler. Daha dün kollarının arasındaydı. Renkli ucuz kuma tan mavi ince yazlı ı içinde kendisine, -Ben en son haddimdeyim, bütün imkanlarım budur- der gibiydi. Halbuki imdi çok düzgün ve itinalı saçları, düzeltilmi yüzü, beyaz keten elbisesiyle ayrı bir hüviyet almı tı. Mümtaz uzak bir ahbap gibi selamlanmaktan korkuyordu. Böyle olmadı. Genç kadın bütün ka ıtlarını açık oynamak isteyenlerin sükunetiyle, ona -çok geç kalmadım, de il mi?- diye sordu. Bu suretle dostluklarını ilan ediyordu. Adile Hanım bu darbenin farkına varmamı görünüyordu. Sabih çoktan beri siyasi vaziyeti münaka a edecek bir adam ele geçirmedi i için memnundu. Fakat Sabih'te bazı hayvanların avlanmasına benziyen bir hal vardı. Derhal söze ba lamaz, avını gözüne kestirdikten sonra onu a ırtmak için siner, bir kö eye çekilir, ona bütün serbestisini verir. Sonra kar ısındakinin bütün hürriyeti içinde kendisini en rahat buldu u anda birdenbire hücum eder, hiç kımıldamasına imkan vermez. Üst üste bütün hafta ve belki ay, Avrupa gazetelerinde dünya vaziyetine dair okudu u eyleri anlatma a ba lar. Onun alakası haritalardaki tul ve arz daireleri gibi bütün dünyayı ku atır. Çin'den Amerika'ya, ngiliz petrol siyasetinden Macar küçük arazi sahiplerinin çevirdi i dolaplara, Hitler'den Kral Zogo'ya ve Rıza Han'a, Orta Asya'dan Gandhi'nin oruçlarına kadar her ey insanlı ın talihi üzerinde bu son derecede uyanık hafızayı alakadar eder. Mümtaz bazı insanları dinlerken Hazım cihazımız böyle olsaydı, halimiz ne olurdu?- gibi uzun uzun dü ünür. Çünkü ona göre, havuç yiyen sarıya, pancar yiyen kırmızıya boyansa, pirinç yiyen, süt içen, midye tavası seven bu nimetlerin kokusunu, rengini yahut ba ka hususiyetlerini en göz alıcı taraflarında bir alameti farika gibi ta ısalar, ancak Sabih'in uzun



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 100 / 279



mütalaalarının meyvesi, özü olan bu konu malara benzer bir i , bir terkip meydana gelirdi. Bu ak am Sabih her zamankinden sükuti, her zamankinden tela sızdı. Hatta Mümtaz gelince, bir fırsat bulmu , etajerlerdeki gazeteleri bile ortadan kaldırmı tı. Bunlar, hiç de iyiye sayılmıyacak alametlerdi. Karı ık bir hadiseler a ının, zıt fikirler örgüsünün içine dü ece ini pek mükemmel bilen Mümtaz, çarnaçar tecrübeye katlandı. -Bu gece artık buradasınız de il mi karde ?.. Adile Hanım bu karde kelimesiyle ya ını sekiz on yıl birden küçültmü olmaktan memnun, Nuran'ın cevabını bekledi. Nuran gitme e mecbur oldu unu öyle bir u ramak istedi ini anlatma a çalı tı. Fakat ne Adile Hanım, ne Sabih onu dinlediler. -Nasıl olsa Mümtaz'la deniza ırı kom usunuz, gidecek olsanız bile geç gidersiniz. Bir rakı içeriz. -Erken gidersek iyi olur. Yarın bize clal'le arkada ları gelecek... Sabih, ancak gitmiyecekleri hakkında teminat aldıktan sonra, Almanya'daki son vaziyetler üzerindeki dü üncesini anlatma a ba ladı. Ona göre Alman iktisadiyatı berbat bir haldeydi. Harp mukadderdi. Fakat bu kat'i ve belki de do ru hükümler ne kadar uzun delillere dayanıyordu ve ne kadar dolambaçlı yollardan onlara gidiliyordu! stitratlar birbiri ardınca, büyük sarnıçlar, deniz ma araları gibi açılıyor; her eye ba ından ba lanıyor; kıyaslar, mukayeseler yapılıyor, kar ılıklı vaziyetlerin krokileri havada çiziliyordu. Mümtaz onun kar ısında, sözü mümkün oldu u kadar kısa kesmek için tek tedbiri alıyor, ne bir sual soruyor, ne cevap veriyor, yalnız ba ıyle ara sıra tasdik i aretleri yaparak, sı ındı ı saçak altında bir sa ana ın bo anmasını bekliyen adam gibi bekliyordu. Bu saçak, bazen Nuran'ın boynundaki inci dizisi ve çenesinin sevdi i çukuru, bazen ellerinin çocukça tereddüt ve i aretleri oluyordu. Bu kadar güzel bir kadının kendi hayatına girmi olmasını bir türlü anlamıyor, hele talihe hiç güvenmiyordu: Sevgilisinin mahçup, bütün yüzü su altında bir güle benzeten kesik gülü leriyle oldu u yerde büyülenmi halde, Sabih'i saatlerce dinledi. Mümtaz'a göre Sabih, gazetelerin efkarı umumiye dedi i kaç ba lı oldu unu bilmedi imiz o acayip ve efsanevi mahlukun kuyruk tarafını temsil eder. O hadiselerle ya adı ını idrak eden adamdır. Dalgalarla yıkanan bir kaya gibi, onların üstünden geçti ini duydukça mesuttur. Sabih'in fikri olmasına lüzum yoktur, çünkü gazete vardır. Her cinsten gazete, onun hem okyanusu, hem gemisi, hem pusulası ve kaptanıdır. Onun için bazı mizaç de i iklikleri hariç, o gün okudu u gazete ile beraber tabedilmi e benzer. Fakat konu tukça ça rılar ço aldı ı ve hatıralar derinle me e ba ladı ı için, sonuna do ru dört be fikrin adamı oldu u da vakidir. Bu gece de öyle idi. Ba ta demokrattı, sonra çok ate li bir ihtilalci oldu. Ondan sonra bitmez tükenmez bir insanlık sevgisine daldı. Ve nihayet nizam ve intizamın lüzumuna.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 101 / 279



Bereket versin ki, Adile Hanım oradaydı. Dı arıdan birtakım eylerin alınması lazımdı. Hizmetçi izinli, kapıcı hastaydı. Bütün bu konu malar ve onu kar ılayan lezzetli dalgınlıklar arasında Mümtaz alttan alta, Adile Hanım'ın Nuran'ın ne esini nasıl bozaca ını, ona neler söyliyece ini, mazinin hangi kö esini açaca ını, hulasa sevgileri için ne gibi imkansızlıklar çıkaraca ını merak ediyordu. Bütün iyi kabulüne ra men, Nuran'ı hiç olmazsa o Ada vapuru arkada lı ından sonra sevmedi ini biliyordu. O tesadüften birkaç gün sonra Sabih'in ısrariyle girdikleri kahvede Nuran için -bilmezsin Mümtaz ne hissiz kadındır- demi ti. -Hissiz ve zalim...Adile Hanım daha o zaman Nuran'ın nasıl bir dünya insanı oldu unu ve hangi yenilmez zaruretlerle kendi kalbinin ilcalarına set çekti ini iyiden iyi biliyordu. Onun için bu tek taraflı hücumu bilmemezlikten gelmi , sözü de i tirme e çalı mı tı. imdi bu etrafı için sadece iyilik dü ünen kadın rahatlarını nasıl bozma a çalı acaktı, burasını merak ediyordu. Adile Hanım Mümtaz'ı çok bekletmedi. Daha ikinci kadehten itibaren hızını arttıran bir samimilik dalgası içinde, evvela onun güzelli ini övdü, genç kızlık arkada larından birisinin arabasını, kürkünü, evlerinde verdi i ziyafetleri anlattı. Nihayet kalbi, bütün efkat hızını alınca, ona ait temennilerini söyledi. Onun için Mümtaz'ın temin edemiyece i her eyi kader dedi imiz o meçhul çe meden birbiri ardınca istedi; hermin kürkler, mücevherler, yakutlar, en lüks otomobiller genç kadının bu bolluktan ürkmü gözleri önünden geçtiler ve nihayet sözünü: -Vallahi Nurancı ım dü ünüyorum da, hasta bir çocuk üzülecek diye çektiklerini! Bu tahammülü dünyada ben gösteremezdim. Ayol en güzel ya ın... Bundan sonrası nedir bilir misin... Böylece genç kadına, hayatın bütün imkanlarını saydıktan sonra, ona bir taraftan Fatma'nın hastalı mı söyliyerek asıl vazifesinin analık duygularına kendisini terketmek oldu unu hatırlatıyor, sonra da Nuran'a her eye ra men ya amasını tavsiye ediyordu. Bu nasihatlerin ve sözlerin bir tek manası olabilirdi. -Ya kızının anası ol, yahut, kendine güzel bir istikbal yap, bu aptalla beyhude yere vakit geçiriyorsun.- demek oldu unu acaba Nuran anlamı mıydı? Anlasa bile farkettirmeme e çalı tı ı muhakkaktı. Adile Hanım üphesiz bu kadarcık bir ima ile kalmaz, daha geni bir planda hücumlar da yapardı. Fakat geç kalmı iki misafir gecenin mahiyetini de i tirdiler. Bunlar Nuran'a vaktiyle tambur dersi vermi ihtiyar bir baba dostu ile o ak am onu evinde misafir edecek olan Sabih'in o semtte oturan bir arkada ıydı. Onların geli iyle sofra bir içki meclisi haline girdi. Nuran, eski hocasının ısrarına dayanamadı ı için bu de i ikli i kabul etti. kisi de alaturka musıkiyi çok sevmekle beraber, muayyen



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 102 / 279



makamlardan öteye pek az geçerlerdi. Ferahfezayı, acema iranı, beyatiyi, sultaniyegahı, nühüftü, mahuru tercih ederlerdi. Bunlar asıl ruh iklimleriydi... Fakat bunlarda da her eseri oldu u gibi kabul etmezlerdi. Çünkü Mümtaz'a göre alaturka musıki eski iirimize benzerdi: Orada da asıl sanat addedilen ve öyle yapılandan üphe etmek gerekirdi. Daha ziyade bugünün muayyen seviyede zevkiyle, garplı terbiyenin zevkiyle seçilen eserler güzel olabilirdi. Bunların dı ında hüseyniyi ancak Tab'i Mustafa Efendi'nin bestesi cinsinden birkaç eserinde ve Dede'nin bazı eserlerinde be enirler. Hicazdan Hacı Halil Efendi'nin me hur semaisini bilirler, U aki Hacı Arif Bey'in me hur iki arkısiyle, suzidilara-yı Selim-i Salis'in kaderiyle birle mi hususi bir zaman addederlerdi. Mecit ve Aziz devirlerinde çok ba ka cu i li birkaç a ır arkı ile, Emin Bey gibi zamanımızda klasik zevki en halis tarafından topra ını sevmi bir egzotik nebat veya gecikmi bir bahar gibi devam ettiren ustaların eserleri, saz semaileri ve Karınatık'lar bu sevgileri tamamlardı. Mümtaz'a göre bunlar eski musıkimizin modern duygu ve anlayı la birle ti i taraflardı. Elli altmı seneden beri modern adı verilen resim cereyanlarını bin dört yüzle bin be yüz arasında yeti mi eski ustalarda buldu u eyi, asıl sanat ve duygu yenili ini, o, bu bestelerde, semai ve arkılarda, bu a ır ve yaldızlı, renkli oymalı tavanlara, mücevherlere garkolmu sekiz çifteli kayıklarından seyredilen Bo az manzaralarına benziyen karlarda bulurdu. Bunların dı ında elbette kabuk, çekirdek, dal, a aç kökü, hulasa bir yı ın ey daha vardı. Fakat asıl lezzet, zevkin çiçe i, de i mez fikir ve diriltici usare, az tesadüf edilir hayal, hulasa hakiki ruh saltanatı bunlardaydı. Nuran'ın bu musıki zevkinde a ı ından farkı, belki de kadın insiyakının geni erkek sesine, onun yaradılı ına yakın hüzün ve kederine olan uzvi ba lılı iyle gazeli sevmesiydi. Onun için bir yaz gecesini dolduran bir gazel, belki musıkiden ayrı denecek kadar hususi ekilde güzel bir eydi. Nuran ayrıca eski bir Bekta i olan, çok gezmi , çok görmü o baba annesinden duydu u ve ö rendi i nefesleri, halk türkülerini bilirdi. Bo aziçi kıyılarında yeti mi bu eski aile çocu unun, bu halk havalarını, Rumeli, Kozan ve Af ar türkülerini, Kastamonu ve Trabzon oyun havalarını, eski Bekta i nefeslerini, Kadiri naatlerini tıpkı bir Dede veya Hafız Post gibi be enmesi, onları kendilerine mahsus eda ile söylemesi, Mümtaz için yepyeni bir ufuk olmu tu. Kaç defa bu havaları söylerken onu bir a iret kızı, veya tatil günlerinde rengarenk kadifeden, atlastan, elbiselerini, ku aklarını, sırmalı papuçlarını giyerek kızlar gününe giden Kütahyalı bir genç gelin sanmı tı. Asıl garibi bu narin ehirli kızında a ızlarını benimsedi i bu insanlara hakikaten yakın, onlarla e bir tarafın bulunmasıydı. Bütün bunlar Mümtaz için gün geçtikçe sevgilisini kendi gözünde de i tiren, tanımlıyan, a klarına bir ruh disiplini manzarası veren eyler oluyordu. te bu gece Sabih'lerde üst üste onun için Nühüft'ün, sultaniyegah'ın burçlarını açarken, küçük kırmızı hareli sofra örtüsünün üstünde, o kadar sevdi i ve be endi i elleriyle bir yı ın çatal ve bıçak arasında tempo tutarak söyledi i bu besteler, onları söylerken yüzünün hep kendisine hitap eden de i ik ifadeleri, ve hiç



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 103 / 279



eksilmeyen o mazlum tebessümü ile ömründe ve hayalindeki Nuran'lara bir yı ın karde daha eklenmi ti. Sonuna do ru genç kadın kendisine o kadar sıkı sıkıya tavsiye etti i bütün ihtiyatları unutmu tu. -Haydi Mümtaz, beni eve götür, ben sarho oldm galibadiye masayı terketti. Bu Adile Hanım'la açıktan açı a harpti. Fakat ev sahibesi öbür misafirleriyle ba ka bir izdivaç tasavvurunu en iddetli tedbirlerle kar ılamak için çabalıyordu, onun için pek farkında olmadılar. Seyit Nuh'un Nühüft bestesi, Mümtaz için bizim arkımızın en kendisi olan tarafıydı. Pek az eser onun kadar ruhumuzdaki sonsuzluk i tiyakını, güne e, aydınlatıcı ve yakıcı eylere do ru kanatlanmayı verirdi. Çünkü bu -yine kahramanımıza göre- asıl hamlesi her eyi ilga eden aydınlı a do ru uçu olan bir iç alem medeniyetinin özüydü. Orada yalnız bir kama ma, kendini tüketme isteniyordu. nsano lunun sonsuzlu u da, burada idrakten bir çırpıda soyunup katıksız bir ruh olmaktaydı. Onu dinlerken maddemizden ayrılıyor ve bu yüzden ölüm, kendini bir uçta, bütün kainatla, mutabakat halinde idrakten ibaret bir hayatın önünde, onun tılsımlı aynası, güler yüzlü karde iyle sarma dola ya ıyan mahzun yüzlü karde i oluyordu. Asıl garibi bu mucizenin bir çırpıda olup bitivermesiydi. Basit ve en adi cinsinden bir beytin etrafında oyun ba lar ba lamaz, insanda de i iklik ba lıyordu. Fakat bu i te makamın da büyük payı vardı. Na menin billuru öyle karanlık akislerle doluydu ki, insan ruhunun çalı tı ı iki uç, a k ve ölüm ister istemez birle ikti. Dede'nin Acema iran Yürük Semaisi nühüftten çok ba ka türlü zengindi. O bir yı ın ölümden sonra bir hatırlamaya benziyordu. Sanki yüz binlerce ruh bir arafta bekle iyordu. Burada da sır konu uyordu. Burada da insan birçok taraflarını ilga ediyordu. Fakat istenen bir ey vardı. Burada Allah veya sevgili dı arıdaydı. Biz ona do ru yükselmek istiyor, -nerede olursan ol, bulundu un yer cennetimizdir- diyorduk. Mümtaz oldu u yerden Nuran'ın sesini dinlerken ve gayretin zorladı ı çehre de i ikliklerini seyrederken, o da smail Dede gibi tekrarlıyordu: -Bulundu un yer cennetimizdir...Mümtaz, bu beste ve ondan sonra evki artan ihtiyar musıki üstadının söyledi i türküleri, nefesleri dinlerken bir taraftan da Adile Hanım'ın kendilerine kar ı hiç yere dü manlı ını dü ünüyordu. Hayat, nasıl iki kutbun arasında çalı ıyordu? Bir tarafta insan için bir yı ın yükseltici ey, öbür tarafta da sanki bütün bu yükseltici eylerle aramızı kesmek, bizi onlardan ayırmak istiyen küçük endi eler, hesaplar, bedava dü manlıklar vardı. Yoksa talih: -Seni ruhunla ba ba a bırakmıyaca ım- demek mi istiyordu? O gece Adile Hanım'ın sofrada kendisine ve Nuran'a iki üç bakı ını yakaladı. Ev sahibi kendisine gizliden gizliye; -ben sana gösteririm- der gibi



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 104 / 279



bakıyordu. Fakat Nuran'la gözgöze geldikçe -bütün ömrümce seninim. Benden iyi dostun yoktur- diyordu. Adile, böylece daha zayıf sandı ı, hayatında birtakım gedikler bulundu unu bildi i Nuran'ı benimsiyordu. Bu içten hesap, Seyit Nuh'un güne miracında, Dede'nin Allah'la sevgiliyi karı tıran a kında, Rumeli türkülerinin onlardan ayrı bir ufukta insan kaderiyle, a kla, ıstırapla, ölümle, ayrılıkla o kadar derinden kayna masında hep aynı olarak devam ediyordu. Bununla beraber Adile Hanım eski musıkimizi sever ve haz alırdı. Fakat sanat bile bazı tabiatleri yumu atamıyordu. V Nuran sık sık bahsetti i Mümtaz'ı evlerine ça ırdı. Mümtaz için Nuran'ın ya adı ı ev, tıpkı acema iran bestenin son beytinde anlattı ı cennetti. Bu itibarla onu ve etrafındakileri görmeyi istiyordu. Bilhassa o gece ihtiyar musıki inasın Nuran'ın dayısından, -Bu i leri bizim kadar bilir, fakat tiryaki me reptir. Ortaya çıkmaz- diye bahsetmesi onu pek meraklandırmı tı. Nuran'ın annesini tahmin etti i gibi buldu. 1908 sıralarında kendisini idrak eden bu ihtiyar kadında hayatı ince bir peçe altından görme e alı mı birçok kendisi gibilerin bir yı ın tatlı hususiyeti vardı. Nuran'ın annesi birçok hazlarını kaçamak bir bakı ta tatmin edenlerdendi. Ayrıca çocukça bir tecessüsü vardı: --Bunu da gördüm. Eve gidince dü ünürüm...--Dı arıda ne var, ne yok? Sizin dünyanız bizimkinden o kadar ayrı ki.Bundan kırk sene evvel hayata adım atan kadınların ço unda bu iki dü ünceyi sevkitabii halinde bulursunuz. Yine bu senelerin tesiriyle zihnen çok ileri, fakat ya ama itibariyle çok çekingendi. Bunun yanıba ında kendisinden yirmi ya büyük bir koca tarafından çıldırasıya sevilmi , tatlı ekilde ımartılmı olmanın verdi i bir yı ın hususiyet daha vardı. Bunlar Nuran'ın annesinin eski mutasarrıf neyzen Rasim Bey'in karısı tarafıydı. htiyar kadının sırası geldikçe esirgemedi i dikkatleri, dı arıda olup bitenlere kar ı adeta çocukça alakası, e lenceden uzaklı ı, siyasetten ho lanması ve bir yı ın insan tanıyı ı, -sonra sonra Mümtaz Nuran'ın annesinin hemen hemen bütün ttihat ve Terakki erkanını uzaktan takip etmi oldu unu ve a ırtıcı hafızasiyle hiç kimsenin bilmedi i eyleri hatırladı ını anladı -1908 senelerinin muayyen bir seviye kadınlarında yaptı ı de i iklikti. Mümtaz daha o gün bu üç ayrı hüviyetin Nazife Hanım'da ne kadar tatlı bir halita yaptı ını gördü. Fakat asıl dikkat etti i ey, ihtiyar kadının konu ma tarzıydı. Ancak onu dinledikten sonra, Nuran'ın bazen çok eski kelimeler kullanmasının, hatta bundan ho lanmasının, bazı heceleri metle uzatmasının sebebini anladı. Mesela Nuran, -o anda- kelimesini o ande- diye söyler, böylece Türkçe için çok uzun, bir çeki ten sonra en hafif üstünü getirebilirdi. Bu stanbul ivesi dedi imiz, Nedim'in ve Nabi'nin hayran oldukları terbiye ve zevkin içinde yeti me idi. Çocuklarını kendi aralarında evlendiren eski orta halli evlerin ve



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 105 / 279



konakların cazibesini biraz da bu yapardı. Nuran'ın dayısı annesinden çok ayrı bir yaratılı tı. Genç bir kaymakam iken Hareket Ordusu ile stanbul'a girmi , ttihat ve Terakki zamanında bir fırsatını bularak ticarete atılmı , üst üste birkaç defa iflas etmi , nihayetinde kimseye muhtaç olmadan ya ayacak kadar bir para ile i in içinden sıyrılmı tı. On iki sene evvel karısı ölünce bir türlü evlenemeyen o lu ile beraber karde inin evine gelmi ti. Bilhassa Mütareke senelerinin Beyo lu'nda o kadar velveleli bir ad yapan, kumarı, içkiyi ve kadını seven bu adamın baba evindeki bu son on iki senelik hayatı cidden garipti. Filhakika bu son yılları o zamana kadar adını sorsalar belki de dü ünmeden söyliyemeyece i babasının hatırasına vakfetmi ti. Onun yazılarını, tu ralarını, ciltledi i kitapları, Yıldız'daki çini fabrikasında onun tezhibiyle süslenmi tabakları, yahut süsüne yardım etti i cam e yayı toplamı tı. Tevfik Bey, o gün Mümtaz'a babası ve eni tesi hakkında epeyce izahat verdi. Tabakları gösterdi. Kandilleri, ekerlikleri anlattı, i in a ılacak tarafı, bu kadar e yayı on sene içinde toplayabilmesiydi. Fakat o, bunu tabii buluyor, -bütün stanbul pazarda, çocu um...diyordu. Mümtaz Bedesten'den geçerken, yahut hsan'la antikacıları dola ırken, birçok güzel eylerin önünden nasıl gözü kapalı geçti ini, o gün Tevfik Bey'in kendisine gösterdi i e yayı -Nuran'ın birdenbire buldu u ve o günden sonra Mümtaz'ın bir daha gülmeden hatırlamadı ı tabirle- cam evaniyi, yazı levhalarını, kuma parçalarını gördükçe biraz daha iyi anlıyordu. Hakikatte Tevfik Bey babasının yaldız hokkasiyle, kıl uçlu kalemiyle ve ince fırçasiyle ve bir nevi korku ve kaçı a benziyen renk armalariyle süslenmi e yayı ararken küçük bir kolleksiyon sahibi olmu tu. Mümtaz, zevkimizin bu son ve karı ık rönesansının bu kadar gizli kalmasına a ıyordu. Ne Edebiyat-ı Cedide airleri ve romancıları, ne bir zamanlar hsan'a malzeme toplarken karı tırdı ı gazete kolleksiyonları, kinci Hamid devrini bu cam evani -nereden bulmu tu bu tabiri Nuran? Bu onun çocuk muhayyilesi tarafıydı, imdi bu kelimeyi hatırladıkça sevgilisini hep ince ve uçucu renkli camların, eski, düz koyu lacivert, kiremit kırmızısı, açık mavi renkli çe mibülbüllerin, rokoko havuz biçimi meyveliklerin veya kitap cildi tezhiplerle kapalı tabakların arasında görecekti ve Nuran bütün bu ince, dayanıksız, sonsuz itinalara muhtaç e yanın akislerini, tınnetlerini kendisinde toplıyacaktı, -kadar veremezdi. üphesiz bunlarda da bir alafrangalık vardı. Fakat ötekilerden çok ayrıydı. Tevfik Bey'in babasından sonra en sevdi i adam eni tesiydi. Rasim Bey'e ait hemen hiçbir eyi kaybetmemi ti. Resimler, kendi el yazısı notalar, me k defterleri, her cinsten ney ve Nısfiyeler oldu u gibi duruyordu. Babasının yazısiyle yazılmı bir levhanın kar ısında onun Ula rütbesine mahsus kıyafetiyle, ni anlarla çekilmi resmi asılıydı. Mümtaz ilk önce levhayı okudu: Lutf u kerem-i Hazret-i Mevla ile geçtik -1313'de babam için Abdülhamid'e büyük bir jurnal vermi lerdi. On gece Yıldız'da mevkuf kaldı. Kurtulunca Naili'nin bu mısraını yazdı. Dikkat ederseniz tezhiplerin arasında on gece üzerinde yattı ı



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 106 / 279



kanepenin resmi vardı. Gerçekte de böyleydi. Geni bir ottoman, bir bahçe seddi gibi beyitin etrafını alan güller ve sarma ıklar içinde, ikide bir tekrarlanıyordu. Fakat arabeskler ve hendesi ekiller, bütün o riyazi gül ve çiçekler, yaldız ve açık kırmızı zeminde öyle maharetle, inceden inceye hesaplanmı , düzenlenmi ti ki, bu tekrarlanan eyin bir kanepe oldu u söylenmeden bilinemezdi. Yazı sanatımızın bir bakıma bozulması demek olan bu realizm üstünde Mümtaz sonraları çok dü ündü. a ılacak taraf, birdenbire kendisine verdi i bu ihtirasta Tevfik Bey'in bir nevi derinli e eri mesiydi. Sanki elli sene dikkat etmeden içinde ya adı ı eyler birdenbire onun için canlanmı , mana kazanmı lardı. Tevfik Bey için bu olmayacak bir ey de ildi. O desteba ı yaratılanlardandı. Yetmi dört ya ına ra men çok güzel ve geni sesi vardı; hala her ak am içiyor, genç ve güzel kadınların hiç olmazsa dostlu undan ho lanıyor, bazı sonbahar geceleri semt kayıkçılariyle kılıç avına bile çıkıyordu. -Benim oynadı ım zeybe i de me efe oynıyamaz. Hele sizin fraklı, silindirli efeler hiç...- Bunu 1926'da Ankara'da bir toplantıda iki vekilin beraberce oynadıkları zeybe i hatırlayarak söylerdi: -Hemen orkestraya i aret ettim, kalktım. Herkes a ırdı. Zeybek ba ka türlü oyundur; o etrafta ne varsa hepsini silmezse bir i e yaramaz...-Bir kere gördüm. Antalya'da, çok küçüktüm. Demircili iki efe bahse girdiler. Kuzu ve baklava yapıldı. Sokakta yemek yendi, sonra me ale aydınlı ında... Tevfik Nuran'ı göstererek: -Bunda epeyce istidat var; dedi. -Yapmayın, bilmiyordum... Nuran yüzü kızararak: -Anlatmadım mı Mümtaz, ben Anadolu oyunlarının ço unu bilirim... Fakat Tevfik Bey sadece mazi hatıralarının sadık muhafızı, ya adı ı senelerin en iyi zeybek oyuncusu de ildi. En büyük meziyetlerinden yahut saadetlerinden biri de rakı sofrası hazırlamaktı. Mümtaz ona baktıkça a ırıyordu: -Dayım birçok eylerde babama benzer, garip de il mi? Ak ama do ru Tevfik Bey ortadan kayboldu. Fakat bir saat sonra meydana çıktı ı zaman rakı masası kendili inden bir zevkti. -Rakıyı yava içeceksiniz ha... Uzun vakit içmeli, o zaman tadı çıkar. Bu eski stanbul efendisinin hayat rahatlı ı, ne esi, bu günlerde pek az görülen eydi. Sadece sofra nimetleri için çok hususi bir takvimi



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 107 / 279



vardı. Hangi balı ın hangi mevsimde ve nerede en iyi avlanaca ını ve filan ayda ele geçen turfa veya tam mevsimlik balıkla ne yapılaca ını hiç kimse onun kadar bilemezdi. -Ebüzziya merhum bizim gençli imizde bir takvim çıkarırdı. Bilemezsiniz ne acayip eydi. Frenkçeden tercüme yemekler, Beyo lu lokantalarından satın alınmı ariyet reçetelerle doluydu. ki üç nüshasını görünce hiddetimden çıldırdım. Sonra bir meraktır aldı beni... Tevfik Bey yemek bahislerinde bir metot sahibiydi. Ona göre mutfa ın esası malzeme idi. Bunun için de mevsimlik, aylık, hatta lodos ve poyraz günlük bir takvim lazımdı. -Barbunya dünyanın en güzel balı ıdır; fakat mevsiminde olmazsa, hatta Ada açıklarında, yahut Bo az'ın a a ı a zında tutulmazsa de i ir. Çanakkale'den ötede barbunya balı ı hiçbir tasnife sı mayan bir deniz hayvanıdır. Tevfik Bey'in sofra zevki bir tarih felsefesine kadar uzanırdı. - u barbunyayı burada bu ak am beraberce yiyebilmemiz için kaderin asırlarca çalı masını dü ün. Evvela Yahya Kemal'in dedi i gibi Don ve Volga, Tuna suları Karadeniz'e akacak. Dedelerimiz kalkıp Orta Asya'dan gelecek, stanbul'a yerle ecekler. Sonra, kinci Mahmud Nuran'ın büyük dedesini Bekta idir diye stanbul'dan Manastır'a nefyedecek; orada Merzifonlu zengin bir binba ının kızıyle evlenecek. Benim dedem, karısı kaçtıktan sonra kendisini teselli için yazdı ı sonra bilmem hangi pa aya hediye etti i bir Kur'an'ın parasıyle bu kö kü alacak... delikanlı anlıyor musun? Yedi yüz elli altına bir Kur'an-ı Kerim... Yani bu kö k ve arkadaki arazi... Sonra Nuran'ın babası çocukken hastalanacak, annesi Aziz Mahmud Hüdai Efendi'ye adayacak, büyüyünce pirin dergahına girecek, orada babamla dost olacaklar. Nuran do acak... Siz do acaksınız... Mümtaz barbunyanın bu etnik ve sosyal macerasına bayılmı tı. Tevfik Bey'in o lu Ya ar Bey birkaç yıldan beri yakalandı ını sandı ı ifasız kalb hastalı ı içinden ve onun müsaadesi nisbetinde babasına gülüyordu. Tevfik Bey küçük bir hüsnüniyetle i e ba layıp küçük zevk dü künlü ünde çehresini tamamlayan Tanzimattı. Onun rahatlı ı, kayıtsızlı ı, çalınmı ne esiyle ya ıyordu. Ya ar Bey daha ziyade kinci Me rutiyetti, onun huzursuzlukları ile doluydu. Garip idealizmleri, küçük a a ılık duyguları ve onların yerini bir dalganın yerini bir ba kasının alı ı gibi dolduran silkini leri, hulasa en co kun heyecanla hiç kımıldanmaya imkan bırakmayacak bir yeis arasında gidi geli leri vardır. Sofraya oturdukları zaman Mümtaz bu kırk be lik adamın herkesten fazla e lenece ini sanmı tı. Bütün bir evk içinde kadehini doldurmu , Mümtaz'a do ru kaldırarak: -Ho geldiniz... diye bir yudumda içmi ti. Tevfik Bey, huysuz bir atı idare eder gibi, bu ne eyi oldu u yerden bir uzunca -hut...-la



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 108 / 279



selamladı. Fakat Ya ar Bey bu ihtara ilk önce kulak asmadı. Vücut makinesi iyi i liyordu, bütün gün ev küçük bir fırın kadar sıcaktı, üstelik de üç gün sonra Ankara'ya gidecekti; buzlu rakı ve babasının hazırladı ı patlıcan salatası, öbür mezeler varken insan niçin kendisini hapsetmeliydi? Az çok ne elenir, herkes gibi ya ardı; fakat uzviyetini hatırlayana kadar. Bu acayip bünyeden ilk gelen i arette hasta hali, yorgunluk ve her eyden nefret, her eyden so uma ba lardı. Bütün ömrünce, ara sıra Huriye Hanım'a dövdürdü ü sinameki ile, kı ın öksürük çok sıkı tırdı ı zaman kendi eliyle mangalda kaynatıp içti i havlıcandan ba ka ilaç namına bir ey bilmeyen, aspirini tango cinsinden bir bidat addeden babasiyle, a a ı yukarı ilmin son verimleriyle ya ayan o lu arasında latife hiç eksilmezdi. Bununla beraber Tevfik Bey o lunun ilaç merakından fazla ikayetçi de ildi. Her gün münasip miktarda veya azami derecede kendisini zehirlemesine ra men, iyi kötü yine ya ıyordu. Buna mukabil bu vehme kapıldı ından beri mesle ine ait birçok meraklardan kurtulmu tu. Artık sa elinin sırça tırna ını eskisi gibi dört elif miktarı- uzatmıyor, Toledo'da tanıdı ı genç kontesten ve onun çok charmante annesinden, Bükre 'teki caddelerin düzlü ünden, temizli inden, Varna plajının harikuladeli inden bahsetmiyor, ne Paris'teki ikinci katipli inden Mistinguete'in oda hizmetçisini bir ak am getirmek erefine nail oldu u o güzel garsoniyeri, ne de bir ikindi vakti kapısından çıkarken a zında cıgara, arkasında büyük bir köpek Emile Yanings'le birden burun buruna geldikleri Wilhelmstrasse'nin hemen arkasındaki pansiyonu methediyordu. Hatta bu pansiyonun mavisi kirpiklerinin kenarından damlayan büyük gözlü sarı ın kızını, onun Wagner'e çılgınca hayranlı ını, Heine'yi ezberden okurken sesinin titreyi ini, Tiroller'de beraber yaptıkları emsalsiz gezintiyi, ay ı ı ında dinledikleri türküleri, hepsini unutmu tu. Bunlar gibi Pe te'ye birkaç saatlik bir yerde eski bir tabiimizin atosunda geçirdi i hafta tatili, o yüksek arkalıklı koltuklar, cins av köpekleri, atlar, hakiki bir hasattan ziyade Marta Egerth'in yarı operet filmleri için hazırlanmı dekorlara benzeyen harman yerleri, hulasa tatlı musıki ve ucuz tahassüsün binbir çe it lezzetleri, Viyana kahveleri, narin edalı kadınlar, Mozart'a ait kulaktan dolma malumat, hepsi hafızasından silinmi ti: O imdi her ak am elinde son derece iyi sarılmı zarif bir paketle eve geliyor, bir meyveyi kabu undan soyar gibi ambalajını sıyırıyor. prospektüsü açıyor, yalnız tam müminlerin, kainatın muntazam i leyi ini kar ılarına konmu bir saat gibi gördükleri zamanlar dudaklarında ve gözlerinde parıldayan ı ıkla, tebessüm ve hayranlıkla onu okuyordu. Mümtaz, Ya ar'ı, onun hsan'la Paris'teki arkada lıklarından ve biraz da Adile Hanımlardaki kar ıla malardan tanırdı. 1925-1926 senelerinin en parlak istikbali gibi görünen bu hariciye memuru, bir aile dostunun ihaneti yüzünden küçük bir orta elçili i kaybetti inden beri, daha do rusu açık bulunan o merkeze sefirlikle gidece i yerde Balkan ehirlerinden birine ba katiplikle gitti inden beri, tabiat adeta bir taviz gibi ona bu hastalık vehmini bah etmi ti. Altı seneden beri bütün hayatını doldurdu una göre, hiç de küçümsenecek bir i de ildi bu. Ya ar o zamandan beri sivil hayattan,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 109 / 279



bir iradeyle birdenbire büyük bir harp sefinesinin kaptanlı ına tayin edilmi bir adama benzerdi ve böyle bir kaptanın hiç tanımadı ı gemisiyle me gul olu u gibi, hiçbir sırrını ve imkanlarını bilmedi i ve idare eden kanunların cahili oldu u vücudu ile me guldü. Dü ündükçe meçhulü kendisini ürküten birtakım cihazları birbirine ayarlamak, beraberce i letmek, küçük ve tam vaktinde müdahalelerle birtakım muhtemel aksamaları önlemek biricik endi esiydi. Ya ar Bey bir kelime ile vücudu kendi gözünün önünde olan adamdı. Bilhassa ihtiyatsız bir doktorun bir gün ona, kendi bünyesinin verimlerine göre, onda hakiki bir kalb hastalı ı olamıyaca ını, belki di er cihazlarının iyi i lememesi yüzünden küçük bir sıkıntı geçirdi ini söyledi inden beri, bu tela artmı , ömrü imkansız bir koordinasyonun pe inde geçme e ba lamı tı. Denebilir ki, Ya ar Bey için vücut dedi imiz tamamlık kaybolmu , onun yerine müstakilen i leyen uzuvların yaptı ı, her sandalyesinde ayrı bir zihniyete ve ayrı bir partiye mensup bir nazırın oturdu u bir kabineye benziyen garip bir muvazaa geçmi ti. Onda ba ırsak, mide, karaci er, böbrek büyük sempati, ifraz guddelerine varıncaya kadar her uzuv, tek ba ına ve ayrı istikametlerde çalı ıyordu. te Ya ar Bey bu tek ba ına çalı maları tek bir hedefe götürme e gayret eden adam, imkansızla u ra ma a mahkum edilmi bir nevi ba vekildi. Gayretinde bir tek yardımcısı vardı: ilaçlar. Asrımızın ileride tarihini yazacak adam, elbette ki müstahzar salgınını gözönünde tutacaktır. Ya ar bu salgının en büyük kurbanlarındandı. stanbul'da birkaç ecza deposundan ba ka do rudan do ruya ecza fabrikalariyle temasa girmi ti. O kadar ki, bu fabrikalar veya mümessilleri yava yava ona da herhangi bir doktora yaptıkları gibi, her cinsten son mahsullerini gönderme e ba lamı lardı. Bu ilaçlar sadece bugünkü tıbbın ve kimyanın zaferi de ildir. Ayrıca kendilerine has bir estetikleri, hatta edebiyatları vardır. Onlar en zarif ciltten, maroken taklidi cüzdana, en çıldırtıcı ve pahalı kokuların, pudra ve tuvalet e yasının kutularına kadar giden, itinalı ambalajları ile, her büyüklükte, her biçimde, her renkte, kimi adeta, -Ben bir fikir kadar faydalı ve o kadar kolay ta ınırım!- diyen küçük, zarif ve cana yakın, kimi a ırba lı bir dost gibi her türlü güveni vadeden oturaklı i eleriyle, kadife kadar parlak ve tüylü üst ka ıtları, ayvacık tüyleri güne te parlayan bir taze cilt gibi insana haz veren paketleriyle gündelik hayatımıza, hiç olmazsa ehirli ve cadde hayatına, kendilerine mahsus bir de i me getirmi lerdir. Hakikatte bu müstahzarlar zamanımızda beliren birkaç belli ba lı fabrikanın mahsulü olarak kalmazlar, müstehliki gelecek insan idealinin geli mesine do ru götüren ilk adımlardır. Onlar getirdikleri sun'i kolaylıkla insanda tabiatın yava yava ölümünü temin ederler. te Ya ar Bey bu büyük ideali sezen ve ona can ve yürekten ba lanan adamlardan biridir. Altı senelik sabırlı bir çalı ma sayesinde ba kalarında kendili inden olan birçok eyler onda ilaçla olmaktadır. Ya ar Bey ilaçla uyur, uyanıklı ın vuzuhuna, kalkar kalkmaz aldı ı birkaç aspirinle erer, ilaçla i tihasını açar, ilaçla hazmeder, ilaçla dı arıyı çıkar, ilaçla a k yapar, ilaçla arzulardı. Roche, Bayer, Merck gibi firmalar onun hayatının belli ba lı yardımcılarıdır. Her ay bakanlı a takdim etti i uzun raporları yine bu fabrikaların insan



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 110 / 279



dayanıklılı ını birkaç misline çıkaran mukavvileri sayesinde yazardı. Yata ının ba ucundaki komodinin üstü her türlü desenle, sembolle süslü, maden bilgisinden mitolojiye ve kozmolojiye kadar uzanan kimi çok uzun, kimi bir iir kitabının ismi gibi sadece telkin ile iktifa eden isimli i elerle doludur. Büfenin kendisine ayrılan geni rafı ise bu i eler ve paketler sayesinde bir Amerikan barı kadar göz çekicidir. Ya ar Bey bu ilaçlardan bahsederken en istiareli dilleri kullanır. C vitamini aldım, diyece i yerde -seksen be kuru a bir milyon portakal aldım!- der. Yele inin cebinden çıkardı ı bir Phanodorme veya Eviphane i esini, -i te size dünyanın en büyük airi... her komprimesinde en a a ı, Hiçbir airin hayalinden geçmiyecek yirmi rüya vardır!- diye takdim ederdi. Günün saatleri alaca ı ilaçlara göre taksim edilmi ti. -Lütfen hatırlatın, saat tam üçte pepsinimi alaca ım... Urotropin almayı unutmu um... Allah vere de bir manasızlık çıkmasa...Ya ar Bey hakikatte muasır ilmin ticaret fikri ile bütün insanlık için elele vererek hazırladıkları bir kompleksti... X Nuran'ın evine kabul edilmek saadeti Mümtaz için zevklerin en büyü üydü. Yazık ki, Fatma'nın huysuzlukları bu saadeti zehirledi. Fatma'da, babasının kendilerini bıraktı ı günden beri insanlara kar ı emniyetsizlik, kendisine ait her eyi kaybetmek korkusu tabii hal olmu tu. Bu itibarla Mümtaz'ı kıskanıyordu. Fakat bu kıskançlı ı genç adam için daha elim yapan eyler de vardı. Çocuk bir türlü ona kar ı alaca ı vaziyeti bulamıyordu. imdi, kayıtsız so uk, yahut sadece nazik olmak istiyor, biraz sonra ha in ve hoyrat oluyor, sonunda her ey senin olsun der gibi, kendilerini bırakıp kaçıyor, fakat -a a ıda ne oluyor?..- dü üncesi onu bırakmadı ı için, be dakika sonra yine geliyor, ımarıklıklar, huysuzluklar yapıyordu. Evin içinde sık sık Nuran'la Mümtaz'ın evlenecekleri sözü geçti i için, Fatma genç adamın Nuran'ın hayatındaki yerini biliyordu. Bu yüzden on günden beridir annesine kar ı da vaziyeti de i mi ti. Fakat bütün bunlar Mümtaz'ın, Nuran'ın evinde, onun sevdi i, küçük çocuk, genç kız hayatını ya adı ı e ya arasında bulunmak saadetini gideremedi. O günden sonra Mümtaz için Nuran'ın evini dü ünmek ayrı bir haz oldu. Sevgilisi gidip de tek ba ına kaldı ı saatlerde, yahut evden hiç çıkmayaca ını söyledi i günlerde, onu bu ev içinde dü ünmek itiyadını aldı. Nuran'ın hayat çerçevelerinden en mühimmine sahip oldu u için, artık genç kadının dü üncesi onu hiç bırakmıyordu. Nuran'ı bahçedeki nar a acının dibinde, kahvaltı masasında tasavvur etmek, yahut kendi eliyle düzeltti i çiçek tarhlarının arasında, saçları, ba ının üstüne bir iki firkete ile toplanmı , beyaz sabahlı ı Pompei fresklerini andıran kıvrımlarla vücudunun inhinalarını kavramı geziniyor dü ünmek, Mümtaz'ın yalnızlı ını ba ka türlü dolduran hazlar oluyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 111 / 279



Nuran u anda odasının pancurlarını açması, ihtiyar dayısına kahve pi irmesi, annesinin ilacını vermesi, bahçede iki eli aka ında kitap okuması, yahut çocuklu undan beri benimsedi i küçük odada dedesinin bir hastalı ında ziyaretine gelen Ali Pa a'nın oturdu u söylenen koltukta misafirlerine çay ikram etmesi, onlara duvarda brahim Bey'in vaktiyle Yıldız'daki on günlük mevkufiyetinin hatırası olarak yazdı ı, Naili'nin: Lutf u kerem-i hazret-i Mevla ile geçtik mısraını göstermesi, vitrinde onun yaldız ve renk hokkasiyle, kıl uçlu kalemiyle, ince fırçasiyle süslerini hazırladı ı tabakları, çiçeklikleri, genç kadının kendi güzelli ine bir çocuk ne esinin tuhaflı ını katmak için buldu u tabirle bütün o cam evaniyi göstermesi, Mümtaz'ın muhayyilesinde olmıyacak derecede güzel ve e siz eylerin arasına girmi ti. Böylece yava yava Mümtaz'da Nuran'ın kendisinden uzak geçen saatleri etrafında bir nevi ahsi masal te ekkül etti ve Mümtaz, tıpkı vaktiyle falan düka veya kralın dua kitaplarını bir atonun etrafında, günlük hayat manzaralariyle takvim ve burç istiareleriyle, Kitab-ı Mukaddes sahneleriyle süsleyen eski ressamlar gibi, Nuran'ın saatlerini, sade bir renk cümbü ü ve parıltı olan, çalınmayan sazlar gibi ihtimallerin zenginli iyle konu an bir yı ın hayalle süsleme e ba ladı. Bu renk dünyasının, her kıvrım ve kavsini genç kadının her günkü hareketlerinden, bulundu u an ve zamana cömertçe hediye etti i çizgilerinden alan bu sükut musıkisinin ortasında asıl Nuran, adının telkin etti i güne in sofrasından çalınmı altın kadeh ve afak bahçelerinde açılmı beyaz nilüfer hayaliyle, feyizli bir mevsim gibi her eye kendi varlı ından bir yı ın sır ve güzellik katarak gider, gelir, dü ünür, dinler, konu urdu. Zaten onu, günün herhangi bir anında, herhangi bir yerde tasavvur etmek, iskelede vapur bekledi ini, terzide dantela veya dü me seçti ini, model tarif etti ini, ahbaplariyle konu tu unu, ba ıyle evet veya hayır i areti yaptı ını dü ünmek, Mümtaz için daima sonsuz bir hazdı. Hakikatte iki Nuran vardı. Biri kendisinden uzakta olandi ki, her attı ı adımda maddi hüviyeti biraz daha de i ir, arzunun, hasretin kimyasiyle adeta ruha ait bir varlık olur ve dokundu u her eye kendisinden bir yı ın eyler kata kata, bütün uzaklıkları, geçti i her yeri ya anan hayatın üstünde bir alem yapar ve kendi akislerinden ba ka bir ey olmayan bu alemin ortasında yine kendisi olarak ya ardı. te Kandilli'deki ev, bu mucizenin en fazla de i tirdi i sofasının, aralarına çıtalar konmu tahtalarına bile mücerret bir hakikat gibi Nuran'ın sindi i bu alemlerin en de i i i, en harikalısıydı. Ve bu de i tirici füsun, oradan ba lıyarak kademe kademe bütün hayata yayılırdı.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 112 / 279



Bir de yanıba ında olan Nuran vardı. Bütün bu hayalleri kendi maddi varlı iyle çocukça bir ey yapan, uzaktan telkin ettiklerini bir kalemde silen genç kadın. O kapıdan içeriye girer girmez veya beklenilen yerde, mesela bir iskelede veya herhangi bir soka ın ucunda görünür görünmez, Mümtaz'ın muhayyilesi birdenbire dururdu. Mümtaz, çok defa, onun uzaktan geli inin kendisinde bıraktı ı hissi tahlile çalı tı. Ve neticede bunun bir nevi zihni kama ma oldu una karar verdi. Sanki o, yolun ba ında görünür görünmez, her ey silinirdi. Bütün endi eler görünmez olur, halecanlar diner, sevinç bile eski parlaklı ını kaybederdi. Çünkü yakındaki Nuran, varlı ından ta an büyüyü yalnız bir tek ey, bir tek insanda kullanırdı; alıp avuçları içinde aydınlık bir hamur haline getirdi i Mümtaz'da. Daha evvelki münasebetlerinde kadına kar ı daima yukarıdan, adeta üphe ile bakan, kendi co kunluklarını gülünç bulan, hatta en keskin zevkin arasında bile insanda hayvanın bu azı ım, kafasının uyanık duran bir tarafıyle, kendi kurdu u bir makinenin i leyi ini seyreder gibi adım adım takip eden, kadın vücudunda göze ait olanlarından gayrisini saf bir zevk olarak almayan genç adam, Nuran'la kar ıla ınca basit realite uurunu bile kaybederdi. Bu, elbette yalnız muhayyilenin oyunu de ildi. Yalnız evin delisi azdı ı için böyle dü ünmüyordu. Hatta böyle olsa bile bu azı ta sırrına güç erilir bir ey vardı. Onun için Nuran'dan uzakta veya onun yanında genç adama hiçbir hikmet, hiçbir denenmi hakikat yardım edemezdi. Ne bir zamanlar elden dü ürmedi i Ahdi Atik'de, ne sevdi i filozoflarda, velilerde kendi co kunlu unu kar ılayacak bir ey vardı. Onlar, kadından, nefsten, ehvetten ve onun tehlikelerinden bahsederlerdi. Halbuki Mümtaz'a göre, Nuran'la olan macerası büsbütün ayrı bir eydi. Ona göre Nuran, hayatın öz kayna ı, bütün gerçeklerin annesiydi. Onun için sevgilisine en fazla doydu u zamanlarda bile yine ona aç görünür, dü üncesi ondan bir lahza ayrılmaz, ona gömüldükçe tamamlı ına ererdi. Mümtaz bazen Nuran'a kar ı olan sevgisini mutlak bir hücre yakınlı iyle izaha kalkı ır, ve aralarındaki ten anla masında yaradılı ın kendilerinde tecelli etmi büyük sırlarından birini görürdü. Belki de Eflatun'un dedi i do ruydu ve olu un çemberinde tesadüf, ikiye bölünmü tek varlı ın parçalarını onların a kında yeni ba tan ka ıla tırmı tı. Hulasa ömrün ve e yanın miracında ya adı ını sanıyordu. Bazı gece saatlerinde niçin ta larla, ku larla, bahçedeki otlarla konu madı ını hayretle dü ünürdü. O kadar kainatı kendi teninde duyardı. Ona göre bunun sırrı yine Nuran'daydı. Genç kadın, o kapalı ve kıskanç, kısır saadetlerin insanı de ildi. Hüviyetinden bütün bir cömertlik akıyordu. Nuran için kendisi pek az vardı. O etrafiyle ya ıyordu. kisi de hayatlarının sıkıntılı tarafını birbirlerine ta ımama a çalı makla beraber, Mümtaz bazı zamanlar sevgilisinin kendisine yedi kat yabancı insanlar için nasıl üzüldü ünü bilirdi. Haftada iki gün, sabahları kendileri için bulu uyorlardı. Nuran,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 113 / 279



Emirgan'daki evi pek severdi. -Yoku u duymuyorum artık. O kadar alı tım. Bu, sana do ru gelmek oldu u için beni yormuyor.- lk defa Nuran'dan bunu i itti i zaman Mümtaz a ırdı. Çünkü her ey üzerinde o kadar konu an, kendisine ait her eyi anlatan genç kadın, ona, a klarına dair tek kelime söylememi ti. Hatta mesut musun? sualini bile lüzumsuz bulmu tu. Onun için a k, hislerin kelimelerle israfı de il, Mümtaz'ın ruhundaki fırtınaya oldu u gibi kendisini teslimdi. Kim bilir, belki de kollarının arasında mahpus yüzünde bütün içinden geçenleri okudu una inanıyordu. Hakikat de böyle idi. Mümtaz onun yüzünün de i en ifadesinde; kadın yaratılı ının sırlarından, yani Nuran için dahi meçhul olan taraflarından ba ka her eyi okuyabiliyordu. Bu küçük çehrenin tanımadı ı hiçbir tarafı yoktu. Onun a ka bir çiçek gibi açılı ı, o derinden ve biçare bir tebessüm üzerinde kapanı lar, kısık gözlerinin içinde yanan adeta madeni ı ık, sonra Bo az sabahları gibi perde perde de i mesi, Mümtaz için kendi ruhunun manzarası olmu tu. Zaten Nuran söylediklerinden ziyade tebessümü ile, bakı ı ile konu ur, dinler, kabul veya reddederdi. Ve Nuran'ın en parlak mücevherlerden, en keskin kılıç parıltılarına kadar de i en bakı ları vardı. Mümtaz, bu de i ik silahların kar ısında bazen kendisini ölümden öteye geçen bir aciz içinde bulurdu. Fakat Nuran'ın gözleri bazen de ona dünyanın en zengin taçlarını giydirir, fele in hiç kimseye basmasını nasip etmedi i ikbal keçelerini ayaklarının altına dö erdi. Bir bakı la Mümtaz'ı giydirir soyar, bazen Allah'ından ba ka hiç kimsesi olmayan bir fakir ve garip ki i, bazen kaderin efendisi yapardı. Mümtaz bu bakı ları, kucakla ma hıçkırıklarına benziyen gülü leri gece gündüz beraberinde ta ırdı. Onlar her yerde kar ısında idiler. Onun ruhu Nuran'ın bakı larının yorulmaz dalgıcıydı. Bu zengin deniz altında her an kendisi için yeni kudretler ve yeni azaplar bulurdu. Bu tebessüm Mümtaz'ın teninde, kanında uzviyetinin her tarafında açan bahçelerdi. Sonsuz gül bahçeleri ki genç adamı çok defa yattı ı yata ı, eli de di i e yayı, kendi damarında akan kanı koklamak istiyecek kadar hazla çıldırtırlardı. Bu bir Tanrının ziyaretini kabul etmi cansız eylerin, bu ziyaretin hatırasiyle canlanması, ya aması, kısa fakat çok dalgın aydınlıklarda maziyi, hali, istikbali ve etrafını idrak etmesiydi. Nuran'ın gelece i sabahlar erkenden uyanırdı. Do ru denize ko ar, yıkandıktan sonra eve döner. Hiçbir i yapamıyaca ını bilmekle beraber, bir eyler yapma a çalı ır, sonunda kapının önünde tıpkı ilk günde oldu u gibi sabırsızlıkla beklerdi. Kadem kadem gece te rifi Naili o mehin Cihan cihan elem-i intizara de mez mi... Naili'nin bu beyti, o saatlerinde Mümtaz'ın en sadık arkada ıydı. Sonra yava yava içinde bir ey, bekledi i varlı ın yakla masını kendisine haber verir gibi birden co ardı. Nuran'ı soka ın ucunda gördü ü zaman adımlarına do ru bütün hüviyeti bo alırdı.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 114 / 279



-Bir kere de seni bir i ba ında görsem Mümtaz? Gafil ve dalgın avlasam... -Bu, ancak sen içerde uyurken veya enginar ayıklarken kabil olur. -Demek evlendikten sonra mutfakta unutulaca ız. Ve onu hakikaten bir an gündelik bir me galenin, bir fikrin arasında unutmu gibi içi korkuyle, vicdan azabıyle, telafisi kabil olmayan eylerin ıstırabıyle dolu, hemen oracıkta öperdi. Nuran'ın bu ilk öpü e kendisini teslimi kadar güzel bir ey yoktu. Sonra, bakalım ne yaptınız? derdi. Masanın bir ucu ile pencere arasındaki koltu a oturur, orada cıgarasını, kahvesini içerdi. Nuran'ın gidece i an, ondan ayrı geçen bütün saatler gibi Ne ati'nindi. Gittin emma ki kodun hasretile canı bile stemem sensiz olan sohbet-i yaranı bile beytini Nuran da Mümtaz'la beraber tekrarlardı. Hakikatte Nuran'ın a kı Mümtaz için bir nevi dindi. Mümtaz, bu dinin tek abidi, mabedin en mukaddes yerini bekliyen ve oca ı daima uyanık tutan ba rahibi, büyük mabudenin sırrın yerini bulması için insanlar içinden seçti i fani idi. Bu biraz da do ruydu. Güne her gün onlar için yeni ba tan do uyordu. Bütün mazi üst, üste zamanlarını onlar için tekrarlıyordu. Bazı sabahlar Nuran'ın Kanlıca'daki akrabasının yalısında birle irlerdi. Genç kadını rıhtımda, beyaz mayosu içinde ve etrafındakiler yüzünden kendisine sadece dost olarak görmek, ayrı lezzet ve azapların ba langıcı olurdu. Bu anlarda yanına pek yakla amasa, Nuran arada sırada mahremiyetlerini ona hatırlatmasa, genç adamın muhayyilesinde artık bir daha eri emiyece i bir ülke, yarın kimi seçece i bilinmeyen ha in ve sırrına erilmez mabude bütün imkanların, ölümün ve do umun sırrı karnında mahpus varlık, mevsimlerin munis esirler, köle hayvanlar gibi adımları pe inden sürüklendi i her eyin sahibesi olurdu. Bu korku Mümtaz'ın ruhunda en derin zemberekleri harekete getirirdi. Sonradan saadetini zehirleyen eylerin ba ında, sadece kendisini bu kadar muhayyelesine terkedi in az çok hissesi oldu unu dü ünürdü. Fakat Mümtaz o yaz, insan ruhunu oldu undan çok hür sanıyordu. Her an kendimize sahip olabilece imize inanıyordu. Bu demektir ki, hayatın gafiliydi.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 115 / 279



X Nuran Emirgan'a gelmedi i günlerde ya iskelede, yahut Kanlıca'da bulu uyorlar, kayıkla Bo az'da geziyorlar, plajlara gidiyor, bazen Çamlıca'ya kadar uzanıyorlardı. Mümtaz bu gezintilerden daima dolgun dönüyordu. lk gecenin aralarında devam eden itiyadi ile, sevdikleri yerlere ayrı ayrı adlar takıyorlardı. Küçük Çamlıca'daki kahve onlar için Derunidil idi. Çünkü Mümtaz orada Nuran'dan Tab'i Mustafa Efendi'nin Bayati'den Aksak semaisini, o -Çıkmaz derun-i dilden efendim muhabbetin- diye ba layan, adeta ölümden öteye uzanan hatırlamalarla dolu parçayı dinlemi ti. O yaz ikindisinde böcek sesleri, tek tük kanat akırtısı ve avare çocuk yaygaraları arasında, ne yapaca ını bilmez gibi güzelli ine kapanan manzara, küçük meyilli tümsekler, iki yandan denize do ru kayan bahçeler, bostanlar, eski kö kler, a aç kümeleri ve onların tozlu ye ilini çok koyu bir neftide sıralayan serviler ve hepsinin üstünde, geni , sonsuz gökyüzüyle birdenbire uykusundan silkinmi , Nuran'ın sesinden Tab'i Mustafa Efendi'nin hüznünü kabullenmi , onunla genç adamın tenine yapı mı tı. Mümtaz bu besteyi ondan sonra sık sık dinledi ve hiçbir zaman, Dördüncü Mehmed'in av kö künden kalma su haznesi ve çe me üzerindeki kahvede o gün Nuran'la geçirdi i saatlerden ayırmadı. Bir ba ka gece Çengelköyü'nden Kandilli'ye dönerken, Kuleli'nin önündeki a açların suda yaptı ı o çok de i ik gölgeye Nühüft beste adını verdiler. O kadar içinden aydınlık bir alemdi ki, ancak Nühüft'ün uzlet yüzlü uyanı ların kama tırdı ı koyu zümrüt aynasında e i aranabilirdi. Böylece Bo az'ın seçtikleri her yerine bir ad veriyorlar, hayallerinde stanbul manzaralariyle eski musıkimiz birle iyor, sesten, hayalden bir harita gittikçe büyüyordu. Mümtaz yava yava Nuran'ın ba ının etrafına sevdi i ve özledi i eyleri topladıkça kendisini kuvvetlerine daha sahip buluyordu. O da asrımızın büyük romancılarından biri gibi, bir kadına dayandı ı zaman ya adı ını duyma a ba lamı tı. O vakte kadar epeyce ey okumu , az çok dü ünmü tü; fakat imdi onların hayatına daha kudretle geçti ini, Nuran'a olan sevgisiyle canlı hayata çıktıklarını anlıyordu. Sanki Nuran kafasında ve etrafındaki eylerin arasında bir ı ık külçesi imi gibi hepsi onunla aydınlanmı , en da ınık unsurlar bir terkip haline gelmi ti. Eski musıkimiz bunlardan biriydi. Nuran'la tanı tıktan sonra bu sanat onun için bütün kapılarını açmı gibiydi. imdi onda insan ruhunun en saf ve diriltici kaynaklarından birini buluyordu. Bir gün beraberce Üsküdar'ı gezdiler. lk önce vapuru iskelede beklememek için Mihrimah Camii'ni dola tılar, sonra Üçüncü Ahmed'in annesinin camiine girdiler. Türbeyi, küçük, bir meyve içi gibi dö eli camii Nuran pek be endi. Vapuru çoktan kaçırmı lardı. Onun için bir araba ile Atik Valde'ye, oradan Orta Valde'ye gittiler.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 116 / 279



Garip bir tesadüfle Üsküdar'ın bu dört büyük camii a ka, güzelli e, yahut hiç olmazsa annelik duygusuna ithaf edilmi ti. -Mümtaz, Üsküdar'da hakiki kadın saltanatı var... Ertesi gün Rum Mehmed Pa a Camii ile Ayazma Camii'ni ve emsipa a taraflarını yayan dola tılar. Birkaç gün sonra Selimiye Kı lası'nın etrafında kızgın güne altında ba ıbo gezdiler. stanbul'da açılan ilk hendesi caddeleri, o cazip ve mazi hulyası adlı sokakları, stanbul ak amlarının hakiki ziyafet sofraları gibi gördükçe, garip bir mazi daussılası onu yakalıyordu. - stanbul, stanbul, diyordu. stanbul'u tanımadıkça kendimizi bulamayız. imdi bütün o fakir halka, yıkılma a yüz tutmu evlerle ruhunda karde olmu tu. Sultantepe'yi adeta humma içinde dola mı tı. Fakat asıl sevdi i yer Çar ı içindeki Küçük Valde idi. Türbeyi o kadar be enmiyordu. -Ben olsam burada yatmam; çok açıkta, diyordu. -Öldükten sonra?.. -Ne bileyim ben, öldükten sonra bile bu kadar herkesin içinde... zaten ölüm hissedilmiyor ki... -Halbuki cami açıldı ı zaman, Valde Sultan'ın ve haremin geldi ini görmesinler diye çar ı kapatılmı tı. Nuran bilhassa camii ve onun ak am saatlerindeki lo lu unu seviyordu. Mermer ve yaldız süslerin arasında kilim motifi ile i lenmi saçaklara bayılıyordu. Bu gezintilerden dönü lerinde Mümtaz'ı yazmakta oldu u eyh Galib için sıkı tırıyordu. Üçüncü Selim devrinin bu iç romanı kendisine ait bir ey olacaktı. Mümtaz Hatice Sultan'la Beyhan Sultan'ın portrelerini Nuran'ı dü ünerek çizmi ti. imdi genç kadın müsvettelerdeki tasvirleri okurken adeta terzisinde model veya bir ma azada kuma seçer gibi titiz oluyordu. -Birisinde Memling'le, öbüründe eyh Galib'le berabersin... Bu Mümtaz'ın bitmeyen arkısıydı: stedi in kadar onlarla flört yap. -Yani bütün ölüler benim... yi ikram do rusu... Üsküdar bir hazine idi. Bir türlü bitmiyordu. Valide-i Cedid'in biraz arkasında Aziz Mahmud Hüdai Efendi vardı. Birinci Ahmed devrinin bu manevi saltanatı, Nuran'ın aile gelenekleri arasına girmi ti. Daha yukarıda Dördüncü Mehmed devrinin dizginlerini birkaç sene elinde tutan Selami Efendi vardı. Karacaahmet'te an'anenin Orhan Gazi zamanına çıkarttı ı, Horasan erenlerinden Bursa'daki Geyikli Baba'nın ça da ı, belki de gaza arkada ı Karacaahmet, Sultantepe'de yine Celveti Baki Efendi yatıyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 117 / 279



Nuran tarikatleri çok merak ediyor, fakat ikisi de mistik yaratılı ta olmadıklarından üzerinde durmuyorlardı. Bir gün istedi i zaman takındı ı o çocuk tavrıyle: -Ben o zamanlar gelseydim... muhakkak Celveti olurdum, dedi. Fakat hakikaten inanıyorlar mıydı bütün bunlara? - ark bu, güzelli i de burada. Tembel, de i mekten ho lanmaz, geleneklerinde adeta mumyalanmı bir dünya, fakat bir eyi, çok büyük bir eyi ke fetmi . Belki vaktinden çok evvel buldu u için kendine zararı dokunmu ... -Nedir o?.. -Kendisini ve bütün alemi tek bir varlık halinde görebilmenin sırrını. Belki de gelecek ıstıraplarını hissetti i için bu panzehiri bulmu . Ama unutmayalım ki dünya ancak bu noktadan kurtulur. -Buldu u eyin ahlakını yapabilmi mi?.. -Zannetmem, fakat bu bulu ta kendisini avuttu u için hareket imkanlarını az çok azaltmı ... Yarı iir bir hulyada, realitenin sınırlarında ya amı . Maamafih bu hali benim ho uma gitmiyor, deve kervanı ile seyahat gibi a ır ve yorucu geliyor... Mümtaz'ın dü üncesinde Antalya'daki otelin önüne her gün dizilen deve katarları canlandı. Kendisini o mahzun türkülerin zamanından bir daha geri dönemiyecek sandı. -Ak amleyin bo ufukta deve dizisi ne kadar ba ka türlü oluyor... -Ne acayip insanlar Yarabbim... diyordu. Sonra birdenbire içinde uyanan bir üphe ile Mümtaz'a sordu: -Niçin eskiye bu kadar ba lıyız?.. - ster istemez onların bir parçasıyız. Eski musıkimizi seviyoruz, iyi kötü anlıyoruz. Elimizde iyi kötü bize maziyi açacak bir anahtar var... O bize üst üste zamanlarını veriyor, bütün isimleri giydiriyor, içimizde bir hazine bulundu u, ferahfeza yahut sultaniyegah'ın arasından etrafımıza baktı ımız için. Mümtaz'a göre stanbul peysajı, bütün medeniyetimiz, kirimiz, pasımız, güzel taraflarımız, hepsi musıkideydi. Garbın bizi anlamaması, aramızda yabancı olarak gezmesi de yine onu anlamamaktan geliyordu. Bu o kadar böyleydi ki, birçok peyzajlar, kendili inden na me ile beraber gözlerinin önüne gelirdi. -Kaldı ki sanat, sanat eseri, bizatihi kıymet olan ey, altını musıki çizdi i zaman büsbütün de i iyor. Garip de il mi? nsan hayatı sonunda sesten ba ka hiçbir eyi benimsemiyor, hepsinin üstünden geçer gibi ya ıyoruz, ancak dokunuyoruz. Fakat iirde, musıkide...



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 118 / 279



Bazen genç kadına bu eski eylerin meftunu çocu un kendisini zorla bir katakomba tıkmak istedi i üphesi geliyordu. Bu dünyada türlü türlü hazlar, ba ka çe it dü ünceler de vardı. Üsküdar'ı seviyordu, fakat halkı fakir, kendisi bakımsızdı. Mümtaz bu biçarelikler arasında acema iran, sultaniyegah diye rahatça ya ıyordu. Ama hayat, hayatın daveti nerede kalıyordu? Bir eyler yapmak, bu hasta insanları tedavi etmek, bu i sizlere i bulmak, mahzun yüzleri güldürmek, bir mazi artı ı halinden çıkarmak... --Yoksa çocuklu una dair anlattı ı eyler, sandı ından daha fazla mı içine i lemi ... Ben ölümün zaptetti i bir ülkede mi ya ıyorum... Mümtaz koluna girerek onu çe menin önünden ayırdı: -Biliyorum, dedi. Yeni bir hayat lazım. Belki bundan sana ben daha evvel bahsettim. Fakat sıçrayabilmek, ufuk de i tirmek için dahi bir yere basmak lazım. Bir hüviyet lazım. Bu hüviyeti her millet mazisinden alıyor. Fakat Mümtaz da, kendisinde muzlim bir tarafın bulundu undan üpheliydi. Maziyi sevdi i için de il, ölüm fikrinin tasallutundan kurtulamadı ı için... A ktaki çılgınlıkları biraz da buradan geliyordu. in hazin tarafı, bu genç adamın bunu herkesten fazla ve belki de yalnız kendisinin bilmesiydi. Kaç defa Mümtaz bu musallat fikrin, onu ba ka insanlardan ayırdı ı zanniyle ıstırap çekmi ti. Ta çocuklu undan beri rüyalarını kuran zemberek bu sabit fikir de il miydi? Hatta Nuran'la olan sevgisinde genç kadının güzelli ine, ya ayı kudretine biraz da hayatın zaferi gibi bakmamı mıydı? Onu kolları arasında tuttu u zaman, arka tarafında ba ının ucunda bekliyen ifrite, ölüme, seni yenmek üzereyim; seni yendim, i te silahım ve zırhım, demiyor muydu? Mümtaz, bu gerçe in Nuran tarafından sezilmesinden korkardı. - ki eyi birbirinden ayırmamız lazım. Bir tarafta sosyal kalkınma ihtiyacı var. Bu, cemiyet realiteleri üzerinde dü ünerek, onları de i tire de i tire yapılır. Elbette stanbul, sonuna kadar, sadece marul yeti tiren bir memleket kalmıyacaktır. stanbul ve vatanın her kö esi bir istihsal pro ramı istiyor. Fakat bu realiteler içine maziyle ba larımız da girer. Çünkü o, hayatımızın, bugün oldu u gibi gelecek zamanda da ekillerinden biridir. kincisi bizim zevk dünyamızdır. Hatta kısaca dünyamız. Ben bir çökü ün esteti de ilim. Belki bu çökü te ya ayan eyler arıyorum. Onları de erlendiriyorum... Nuran gülerek tasdik etti: -Bunları anlıyorum Mümtaz... Lakin bazen hayatın çok kenarında kalıyor, tek bir dü ünceyi ya ıyor gibi oluyoruz. O zaman büsbütün ba ka eyler aklıma geliyor...



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 119 / 279



-Mesela... -Darılmaz mısın? -Ne münasebet, niçin darılayım?.. -Mezarında bütün sevdi i eylerle, mücevherleri, altın süsleriyle, sevdiklerinin tasviriyle yatan bir eski zaman ölüsü gibi bir ey... Kapılar kapanınca uyanıyor ve eski hayat ba lıyor... Yıldızlar parlıyor, sazlar çalıyor, renkler konu uyor, mevsimler do uruyor... Fakat hep ölümün ötesinde, hep bir tasavvur, bir ba kasına ait rüya gibi... -Evvela sen bir sis gibi o duvarların birinden yava ça çıkıyorsun, eski desenin gerginli inden sıyrılıyorsun, benim parçalanmı vücuduma e iliyorsun... Ama, biliyor musun ki hakiki sanat da budur. Bütün bu ölüler bu dakikada bizim kafamızda ya ıyorlar. Kendi hayatını bir ba kasının dü üncesinde ya amak, zamana kendinden bir ey kabul ettirmek. Al Kambur mam'ı... Kambur mam, dü ün bir kere, ne gülünç isim! Halbuki biz imdi Tab'i Mustafa Efendi'yi Aksak Semai'den dinlerken de dü ünüyoruz? Bizim için hayatın ve ölümün sahibi oluyor. Onun bir de hayatını dü ün. Üsküdar'da bu tepelerden birinde bir cami vakfından kendisine kalan eylerle, yanındaki pa a konaklarının arasında havasızlıktan bo ulan ah ap bir evde ya ayan bir biçare. Fazıl Ahmed Pa a'dan Baltacı'ya kadar hepsinin meclisinde, ayakkabılarını e ikte çıkararak bir kö ecikte dizüstü oturma a mahkum bir hayat ma lubu... Belki onların meclisine bile girememi . Daha küçüklerinin arasında ya amı . Sadaka ile, küçük atıfetle geçinmi . Fakat biz bestesini söylerken ba ka türlü diriliyor. Dördüncü Mehmed'in altın ve mücevher içinde at ko turdu u, gezdi i Çamlıca yolları, bütün manzara onun oluyor. Daha bir beceriklisinin, hoca yarın mevlude gel! diye kendisine be on kuru kazandırmak imkanını vermesini bekliyen adam, birdenbire bir sevme ve tanıma tarzının sahibi oluyoruz... Biz, belki de birbirimizi bu tarzda sevme i ondan ö rendik... -Dünyanın her tarafında a k aynı de il midir? -Hayır ve evet... yani fizyolojik i olarak pek de il! Böceklerle memeli hayvanlar arasındaki farkı dü ün. Deniz hayvanlarının biçare üreyi lerini dü ün, insanlarla öbür memeliler arasındaki farklar, sonra kavim, kabile, cemaat, medeniyet arasındaki farklar... Sonra birdenbire gülerek ilave etti: -Mesela sen rahip böce i olsaydın, Emirgan'a ilk geldi in gün beni yemi olurdun... -Ve bittabi hazmedemeyece im için ben de ölürdüm... -Te ekkür ederim. Mümtaz onun açık ne esine baktı. Sezai Bey'in hatıralarında debdebesini, misafirlerini anlattı ı büyük kö kün arsasında ayakta



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 120 / 279



konu uyorlardı. Bütün uzak stanbul ufku hüzünlü tül gölgeleri ve yava yava ak amı benimsemi denizle genç kadının ba ına bir nevi sihirli fon olmu tu! Yüksek tabakalarda bütün bir kültür, zevk, bir yı ın tedai o kısa kendinden geçi anını de i tirme e, fizyolojik bir i i, ilahi bir haz yapma a yarıyor. Buna mukabil kendi vatanımızda belki hayat artlarının ve görgüsüzlü ün, öpü menin zevkine bile yabancı bıraktı ı insanlar vardır. Sonra ilave etti: Her ey, moda ma azalarından, mua eret güçlüklerinden, cinsi terbiyeden, utanma duygusundan, günah korkusundan edebiyat ve sanata kadar her ey bu i e müdahale ediyor. -Ama alt tarafı? -Kim bilir belki de birdir. Çünkü hayatta bir bakıma göre her ey birbirinin aynıdır. Di i kanguru yavrusunu karnındaki torbada gezdirir, diyorlar. Anadolu kadınları i e giderken yeni do mu çocuklarını arkalarına sararlar. Sen Fatma'yı kafanda gezdiriyorsun. -Ben yine çocu umla me gulüm... fakat sen yedi asrın ölüsüyle... Mümtaz cevabın iddetine a ırdı. O sadece komik bir ey söylemek, genç kadını güldürmek istemi ti. -Darıldın mı? -Hayır, fakat Fatma'dan bahsetme e ne lüzum vardı imdi? -Beni hiç sevmedi ini hatırladım da... -Kendini sevdirme e çalı . Sesi hala dargındı. Mümtaz ümitsizlikle ba ını salladı: -Kabil mi sanıyorsun? Nuran cevap vermedi. O da bunun güçlü ünü biliyordu. Benim kafamdaki ölülere gelince, onlar benim kadar sende de mevcut eyler. Asıl hazini nedir bilir misin? Onların tek sahibi bizleriz. Onlara hayatımızda bir pay vermezsek tek ya ama haklarını kaybedecekler... Zavallı dedelerimiz, musıki inaslarımız, airlerimiz, adı bize kadar gelen herkes hayatımızı süslememizi o kadar i tiyakla bekliyorlar ki... en umulmadık yerde kar ımıza çıkıyorlar. Yava yava yürüdüler, Kısıklı tramvayına indiler. Nuran niçin münaka a ettiklerini unutmu tu. Sadece iki kelime üzerinde duruyordu: - lk önce rahip böce i, yani erke ini yiyen di i, sonra Fatma?.. Kim bilir beni ne gözle görüyor?..- Mümtaz da birbiri ardından gelen bu iki ça rıdan a ırmı tı. -Ne diye bu böce i hatırladım? Yoksa onun sadece hazlarını dü ünen bir kadın olmasından mı üphe ediyorum? Belki de beni santimantal ve ukala buluyor. Hakkı da var, o kadar çok eyden bahsediyorum ki... Fakat ne yapabilirim. Madem ki o benim için artık her eydir, o halde bütün kainatımla ona ta ınaca ım!..- Tramvay durak yerinde on sekiz, yirmi ya larında bir çift hararetli hararetli konu uyorlardı. Kızın yüzü yarı aydınlıkta tam bir ümitsizlikti, erke in kendisini zorladı ı, zalim



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 121 / 279



görünme e çalı tı ı halinden belliydi. Onları görünce sustular. Sokakta mua aka...- yoksa bütün bu iir kervanı, bu dü ünceler, hepsi hakikatte bu çocukların yaptı ından ileri gitmiyor muydu? Fakat bütün dünya böyle de il miydi? lk defa, günlerini Nuran için harcıyor korkusunu duyuyordu. Sevgilisi yava yava onun hayatından ve dü üncelerinden bıkıyordu. Kendisini bir fikirde, hayatın etrafında oynayan kısır bir çizgide hapsolmu sanmanın vehmi, içine bir kurt gibi dü mü tü. Bu leke zamanla büyüyecekti. Böyle olmasa bile bu üphe Mümtaz'ı zaptedecekti. Nitekim öyle oldu. O günden itibaren kaybetme korkusu içine yerle ti. Çocuklu undan tanıdı ı, o acayip yalnızlık ve talih böylece bir hiç yüzünden canlandı. Bununla beraber yaz, ömürlerinin cenneti olmakta devam ediyordu. Bu gezintinin ertesi günü Nuran ak ama kadar Emirgan'da onunla ba ba a kalmayı tercih etti. Bahçe için bir plan hazırlamak istiyordu. Kanapeye yarı uzanmı , dizlerine dayadı ı büyükçe bir kitabın üzerinde üst üste bir yı ın ka ıda, desenler çiziyordu. Acemi, hatta çocukça, her teferruatı sayan bir çizgisi vardı. Çiçeklerin adlarını, renk topluluklarını kenara yazıyla yazıyordu. -Renkler karı mamalı!diyordu. Bir renkten öbekler, mesela sade kırmızı, sade mor... Her mevsimde böylece birkaç renk kümesi bulunacaktı. Bu, bir enginar tarlasının yerinde biten gelinciklerden aklına gelmi ti. Yalnız güller ayrı olacaktı. Onlar tek ba ına büyük me aleler, söndürülmesi unutulmu fenerler ve lambalar gibi yanacaktı. Nuran gülü seviyordu. Hele Hollanda yıldızı denilen kadife güllerine çıldırıyordu: O ba lı ba ına bir saltanattı. -Elbisem çok eski olsun... Fakat bahçemde en iyi güller yeti sin.- Sonra krizantemlere sıra geliyordu. Laleyi fazla üslup buluyor, buna mukabil menek eye bayılıyordu. Mümtaz ona Fuad Pa a'nın yalısında bir menek elik bulundu unu söyledi i zaman, bu Tanzimat vezirine pek hayran oldu. Gülden sonra en sevdi i çiçekler meyve a açlarının çiçekleriydi. Onun için bir bahçede badem, erik, eftali, elma bol bol bulunmalıydı. Ömürleri kısa ve be gün için olsa bile, insanda bütün bir sene devam edecek hayaller uyandırabilirdi. Nuran'ın bu çiçek ve a aç a kının yanıba ında bir de tavuk beslemek merakı vardı. kisini nasıl birle tirmeliydi? Nihayet bahçenin dip tarafına büyükçe bir kümes yapılmasına, bunun bir ev gibi kapalı tarafı ve yalnız telle örtülü küçük bir bahçesi olmasına karar verdiler. Nuran, Mümtaz'ı tanıdı ı günden beri, bütün ömrünce Emirgan'da oturacak gibi hulyalar kurardı. Mümtaz, onun bu heveslerini gördükçe, evi satın almak çarelerini dü ünüyordu. Fakat evin asıl sahibi olan kadını konu mak için bir türlü ele geçiremiyordu. Mal sahibi Emirgan'a u ramıyordu. Üst üste kaybetti i dört çocu un acısı, gelin olarak geldi i ve bir zamanlar ne Mümtaz'ın ne de Nuran'ın hayalinin alamıyaca ı bir debdebe içinde halayıklar, ahretlikler, sazlar, sohbetler arasında ya adı ı bu eve, hatta bu semte u ramasını menediyordu. Kira a a ıda kahveciye bırakılır, oradan



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 122 / 279



Rumelihisarı'nda oturan eski bir emektar gelir alır, Ada'ya yollardı. Ak amüstü Büyükdere'ye geçtiler. Orada küçük bir lokantada yemek yediler. O gece ayın on üçü idi. Onun için a ustos mehtabında dola acaklardı. Ay do ar do maz Mehmet geldi. Mümtaz çocu un yüzünü solgun gördü. Halinde bir sinirlilik vardı. Kaç zamandır, Mehmet'in a ık oldu unu biliyordu; belki de sevgilisi Büyükdere'de oturuyordu. Böylece tesadüf kendili inden hayatlarına bir Moliere komedisinin çift planını sokmu tu. Hatta Boyacıköy'deki kahvenin çıra ı ile Anahid'in macerası dü ünülürse, bu plan üçüzlü oluyordu. Bu, ne yaparsa yapsın, hangi mutlak veya eri ilmez iklimlerde dola ırsa dola sın, insano lunun hayatın kanunları içinde ya amasıydı. te bir adam ki Tab'i Mustafa Efendi veya Dede'yi tanımadan, Baudelaire'e ve Yahya Kemal'e hayran olmadan sevebiliyordu. Aralarındaki fark, Mümtaz'ın sevgilisini bir yı ın tecridin arasından görmesiydi. Kanlıca'daki yalının rıhtımında ortla veya mayo ile gezinen, kayıkta rüzgar ve yelkenle didi en, yahut kirpikleri kapalı, yüzü, derinliklerinde diriltici ve kokulu usarelerin dola tı ı bir meyve gibi sertle mi güne te uyuyan, sırtüstü denizde yüzen, sandala tırmanan, konu an, gülen, a açların tırtılını ayıklayan birçok Nuran'lar vardır ki, bir yı ın benzeti le asırlar tecrübeleri arasından, e lerini beraberlerinde Mümtaz'ın muhayyilesine getirirlerdi. Bu benzeti lerin bazıları, duru ve geçici yüz ifadeleri gibi, genç kadının o ana ait hallerinden gelirdi. Bazıları ise, Nuran'ın ya ayan varlı ında bir yı ın ecdat mirası uyanıyormu gibi üst üste hüviyetlerine aitti. Mümtaz, clal'in kendisine vaktiyle gösterdi i Mevlevi kıyafetiyle çekilmi o foto rafı olmasa bile, gene iki dizini altına alıp sandalyesinde öylece plak dinleyen Nuran'ı, bizden daha uzak arkın minyatürlerine benzetecekti. Sevgilisinin, gündelik hayatın her safhasında, duru u, kıyafeti, a kta de i en çehresi ile sanatın ölmez aynasına kendinden evvel geçenleri ona adeta hayranlı ını ve sahip olma lezzetlerini bir kat daha; ve belki de ıstıraplı bir ekilde hatırlatan bir yı ın çehresi vardı. Renoir'in Okuyan Kadın'ı bunlardan biriydi. Tepeden gelen ve saçları bir altın filizi gibi tutu turan ı ı ın altında, koyu nefti zeminle, elbisesinin siyahı ve boynu örten pembe tül arasından bir gül toplulu u ile fı kıran bu sarı ın rüya, çehrenin tatlı sükuneti, gözlerin kapalı çizgisi, çenenin küçük bir toplulukta birden biti i, dudakların tatlı, adeta besleyici tebessümü gibi bir yı ın benzerlikle genç adam için, sevgilisinin bazı saatlerine sanatın en sadık aynalarından birini tutuyordu. Muhayyilesi, Nuran'a olan hayranlı ında Renoir'la olan benzerli i bazen daha ilerilere götürür, onun vücudunda eski Venedik ressamlarının ten cümbü ü ile akrabalık bulurdu. Fakat bu gece, açık pencereden gelen yaldızlı karanlı ın üzerinde, entarinin geni dekoltesi içinde, çıplak kolların güne humması ve deniz hamamından çıkar çıkmaz alelacele iki yana bölünmü saçlariyle genç kadın, bin sekiz yüz doksan senelerinden bir o kadar air ve ressamın pe inden ko tu u ve Renoir'in birçok deneyi ten sonra birdenbire yakaladı ı o mahrem saatlerin kadını, perdeleri inik



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 123 / 279



odada her ak amki ı ı ın pete inden sızan balı de ildi. Bir tarafı yarı karanlık içinde kalan yüz ve ba ın kendi kendisini sert idraki, bütün canlılı ı, ve gözlerindeki bütün çehreyi yeme e hazır dikkatiyle imdi Nuran daha ziyade Ghirlandajo'nun Mabed'e Takdimindeki Floransalı Kadın'ı, sol eli kalçasında, ba ı akak kemi inin küçük çıkıntısını ve çenenin çukurunu daha ziyade belirten latif bir yana e i te adeta omuzla birle mi , biraz ilerisinde geçen manzaraya bütün hüviyetiyle akan o yarı kadim dünya ihti amını hatırlatıyordu. Bu, andan ana de i en Nuran'lar, genç adamın hem lezzeti, hem de azabı oluyordu. Her an içinde dü üncenin, hazzın, ani duyuların ve hareketin ayrı ayrı hakkettikleri bu madalyonlar, kamaler, yalnız zamanlarında da onu bırakmazlar, hatırlanan bir cümlenin, bir kitapta okunan sahifenin, bir dü üncenin arasından çıkarlardı. Fakat hazzın en keskini, tabii azabın da, insanı gafil avlayan bir musıki parçasının içinde uyanan Nuran'larda idi. Na menin arabeskinde veya musıki cümlesinin altın ya muru içinde, bir olu la geldikleri, onun arasında görünüp kayboldukları, ya adı ımızın üstünde bir zamanın fasılasından ona baktıkları ve güldükleri için hatırlamanın ekli de i ir, adeta daha evvelki varlıklarımızın bizde uyanan akisleri olurdu. Onun için bütün etrafında ve kendi mazisinde Nuran'ı aramak, her eyde ondan bir tad bulmak, onu asırların boyunca efsanede, dinde, sanatta, az çok ayrı çehrelerle; fakat daima kendisi olarak kar ısında görmek, ya ama dedi imiz macerayı birkaç misline ço altan bir büyü idi. Nuran onun elinde bütün geçmi zamanları açan altın anahtar ve her sanat ve dü ünce için ilk art gibi gördü ü ahsi masalın çekirde i idi. Mehmet'in hiç görmedi i sevgilisi ne bu benzeti lerin çemberinden geçiyor, ne de Mehmet'te ahsi masal -çünkü her eyde muhakkak bu vardı- bu kadar da ılıyordu. Muhakkak ki o, sevgilisinde hiçbir roman kahramanının çizgisini aramadan, onu hiçbir musıkinin tesadüf kadehinde tatmadan seviyor, dü ünüyor ve ona her eyi, her zevki kendi varlı ında bulan ilk adam kudretiyle yakla ıyordu. Mümtaz'ın asırlar içinde aradı ı hazları, onda sadece kendi vücudu do uruyordu. Boyacıköyü'ndeki kahveci çıra ı da böyle idi. Anahid'i yalnız gökyüzünde benzerleri bulunan bir varlık gibi görmüyordu. Gözlerinin derinliklerinde kendi kaderini sezmiyor, tenine gömülürken kaybolmu bir dinin ayin ve ibadeti bende diriliyor diye dü ünmüyordu. Hatta kaçacak diye korkmuyor, uzakta oldu u zaman, yorulmu erkek vücudunu rıhtımın tozlu ta larına, kahvenin önünde yı ılı balık a larına uzanarak dinlendiriyor, mahalledeki hizmetçi kızlarla alay ediyor, sonra bütün benli inde ona muhtaç oldu unu anlayınca, günlerce kendisini saran tembellikten gerine gerine silkiniyor, onu ça ırıyor, rahatça girsin diye kale içindeki tek odalı evinin anahtarını her zamanki ta ın dibine koyuyor ve gelince beni uyandırır diye gerisini dü ünmeden uyuyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 124 / 279



te bu ak am Mehmet sinirli ve mahzundu. Mümtaz üç senedir i lerini gören bu çocu un yüzünü bir kitap gibi okuma a alı mı tı. Muhakkak sevdi i kadınla kavga etmi olacaklardı. Yahut onu burada, bahçe ve lokantalardan birinde bir ba kasiyle görmü tü. Kim bilir belki de bu yüzden kavga etmi olabilirdi. Fakat onun ıstıraba tahammül edi tarzı kendisinden ba ka türlü idi. O yıpranmamı insanlıktı. nceliklerini kendisinde bulurdu. imdi de cins bir horoz gibi lokantanın dibinde kendi kendine kibirleniyordu: Bu, maddesine hürmet ve hayranlıktı. Hakikatte bir nevi iptidai narsisizm ki, ayna diye sadece kadının vücudunu alıyor, orada aksini biraz bulanık görünce istikrahla fırlatıp atıyor ve de i tiriyordu. Bunu kadınlar da yapabilirdi. Belki Nuran da bir gün kendisi için böyle yapacaktı. Birdenbire gelen bu dü ünce, o kadar zalim oldu ki, genç kadın farkına vardı: -Ne oldun, neyin var? -Hiç, dedi. Kötü itiyatlar. Bir dü ünceyi, en zalim eklini alıncaya kadar, kafasında evirip çevirmek itiyadı. -Anlat bakalım. Mümtaz, biraz da kendi haline gülerek anlattı. Nuran'a ait bir eyi ondan ne diye saklıyacaktı? Kadın ilk önce alayla sonra yüzü de i erek dinledi. -Niçin bugünü ya amıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin, ya istikbaldesin. Bu saat de var. Mümtaz'ın bu saatin mevcudiyetini inkara hiç niyeti yoktu. Onu Nuran'ın yüzünde ve muhayyilesinde, onun yeryüzündeki e i haline gelen Bo az'ın gecesinde ayrı ayrı ya ıyordu. imdi de genç kadının çok tatlı sarho lu u Bo az gecesiyle birle iyordu. Nuran'ın yüzü içten gelen hamlelerle gittikçe daha derinle iyor, sanki bu mavi gece gibi içten aydınlanıyordu. -Bu anı ya amıyor de ilim. Yalnız bana o kadar beklemedik bir zamanda, kadın ve hayat tecrübem o kadar azken geldin ki, imdi ne yapaca ımı bilmiyorum. Dü ünce, sanat, ya ama a kı, hepsi sende toplandı. Hepsi senin hüviyetinle birle ti. Senin dı ında dü ünememek hastalı ına müptelayım. Nuran gülümsiyerek ayı gösterdi. Kar ı tepelerden birinin kenarı kızarmı tı. Sonra ince bir parıltı göründü. Bir masal meyvesinin yarım dilimine benziyordu. Fakat daha imdiden gecenin koyu mavi billuru de i mi ti. -Halbuki sen, ba ta dü ünce ile hayatı ayırmak lazımdır, diyordun.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 125 / 279



O evin herkese açık olmayan tarafıdır. Oraya ne a k, ne de hayatın di er unsurları girer, diyordun. Mümtaz ayın masal meyvesinin dilimini bıraktı: -Öyle diyordum. Seninle de i ti. Artık zihnimde de il senin vücudunda dü ünüyorum. imdi vücudun dü üncemin evidir. Sonra ona çocukken kendi kendine icadetti i bir oyunu anlattı: -Benim için en büyük haz, ı ı ın de i ikli i, tahlilidir diyordu. Galatasaray'da iken bir elimi dürbün gibi gözümün üstüne koyar, onun içinde tavandaki lambanın ı ı ının kırılmasını seyrederdim. Bazen bu kendi kendine de olur tabii, hem her yerde, her zaman. Fakat onu benim yapmam ho uma giderdi. Pek az kuyumcu bu cinsten süsler yapabilmi tir: Galiba dini remizlerin ço u da buradan geliyor? O benim için ı ı ın, mücevher gibi, bazı bakı lar gibi de i ik iiri olurdu. Bir aslın, elmasa iyi parıltılı çeli e, mor, pembe, eflatun kıvılcımlara, göz vasıtasiyle insanı i neliyen, uyu turan parıltılara de i mesi yok mu? Bence sanatın asıl sırrı budur, çok basit, adeta mihaniki bir ekilde elde edilen bu rüyadır. imdi kainat senin çıldırdı ım madden arasından benim için böyle de i iyor. Bir müddet dü ündü; -Ama gene sanat olmuyor; sanata benzer bir ey oluyor, yani muvazi gidiyorlar. Dı arıya çıktıkları zaman mehtap epeyce yükselmi ti. Fakat ayın etrafında gene küzahi renklerle perde perde açılan çok hafif bir duman tabakası vardı. Bu ancak musıkide e i aranabilecek gecelerdendir. Yalnız orada, onun nizamiyle elde edilebilirdi. Her ey bir sonsuzlukta birbirinin tekrarıydı. Fakat bu üst üste cevaplar, dikkat edilince birbirine öyle karı ıyordu ki, ayıklamak, çözmek imkansızdı. Altın yosunlar billur dalga kıvrımları, kenarlarda büyük ve sırrına erilmez hakikatler gibi külçelenmi gölgeler, karanlı ın derinle ti i uçurumlar ve aydınlık dereleri ile bütün manzara daimi olu halinde idi. Sanki kainat, Shelley'in dedi i gibi akıcı bir ihti am olmu tu. Yahut zihnin e i inde, çok cömert ve böyle oldu u için henüz son kıvamını bulamamı bir dü ünce gibi, her hususili ini daha cazip yapan bir müphemlik içinde bekliyordu. Bu ayın pe revi idi. Sayısız dudaklar onu maddesiz neylerden üflüyorlardı. Burada çok ince kadehler kırılıyor, küçük kama malarda mücevher usaresi iksirler çekiliyor, emsalsiz ta lar, bir nezir yerine getirilir gibi, suya fırlatılıyordu. Bir yunus balı ı sürüsü mehtabı kovalıyormu gibi suda kavisler çizerek yanıba larından geçti. Daha ileride bir vapur projektörü aydınlı ın en ziyade toplandı ı yerleri, ba ka bir ekilde görünür yaptı. Sanki eski ve güzel bir metni tefsir eder gibi, bütün müphem parıltılar keskin vuzuha kavu tular. Yüzlerce ku u ku u bir akıntı yerinde, bir anlık vehimden hayatlarını ya adılar. Sırçadan, ince ve effaf dünya, kendi musıkisine, asıl sazları belki çok derinde çalan o acayip dinleyi e kapandı.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 126 / 279



Mümtaz ceketini Nuran'ın omuzlarına atarken: -Ayın Ferahfeza Pe revi, dedi. Hakikaten Dede'nin Ferahfeza Pe revi'nde oldu u gibi, fakat görünmeyen neylerden yaprak yaprak dökülen bir dünyada idiler. Etraflarında her ey ney na mesi gibi yumu ak, derinden ve eri ilmez sırların aynası idi. Sanki çok Rahmani bir dü üncenin, her zaafını yenmi bir a kın üst üste kavislerinde dola ıyorlar, öz halinde bir yı ın baharın arasından geçiyorlardı. -Hatta neredeyse Ne ati'nin beytinin dünyasına girece iz. Ettik o kadar ref-i taayyün ki Ne ati Ayine-i pür-tab-ı mücellada nihanız! Nuran gülüyordu: - yi ama, e ya var, biz varız. Vücudumuz maddi bir ey de il mi? Yani herkesinki gibi... -Allah'a bin ükür... Fakat seninki bana göre herkesinki gibi de il... -Küfür... -Küfür veya Allah'a giden en kısa yol... Unutma ki bu gece tam vahdet-i vücud içindeyiz... Bir balık yanıba larında sudan sıçradı. Havada elmas bir kavis çizdi. Sonra biraz ötede denizin bu ulu mavi aydınlı ında beyaz bir ey çatlar gibi oldu. Muhakkak ki çok mesuttular. Zihinlerinin çok aksi istikametlerde gizli çalı malarına ra men ya adıkları ana kendilerini bırakmak ho larına gidiyordu. Mümtaz, a klarının Allah'a ve ba ka bir yere giden en kısa yol oldu undan üpheliydi. A ka hayattaki büyük ve yapıcı yerini vermekle beraber, onun ancak tek ba ına bir his oldu unu, bütün insanı idare edemiyece ini de biliyordu. Ayrıca toy allameli inin genç kadını sıkmasından artık çekinmiyordu. Zaten Nuran onun konu ma ve dü ünme tarzını kabul etmi ti. Çamlıca'da bir ak am evvelki hırçınlı ını unutmu tu. A ı ına kızması hayatın sadeli ini bozdu u içindi. Bunu Mümtaz'a sabahleyin anlatmı tı. -Her kadın, bu i lerde biraz tembeldir. Fakat ben, senin yanıba ında olmayı rahatıma tercih ederim, demi ti. Seni oldu un gibi kabul ediyorum ve bundan ho lanıyorum... Kendini, küçük, saf bir kadın buluyordu; erke i onu nereye götürürse oraya gidecekti. Elverir ki o yanında olsun. Mümtaz'a güveniyordu. Ya ına ra men büyük ve kuvvetliydi. Herkesten de i ik, her eye meydan okuyan bir hali vardı. Hayat kar ısında bir dü üncenin adamı olmak kudretini gösterebiliyordu. -Ömrüme bir



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 127 / 279



istikamet versin, bu kadarı yeter...- diyordu. Gerisi onun i iydi. Erke inin arkasında sonuna kadar yürüyebilirdi. Bütün uzviyetinden bu çift güvenmenin sıcak hamlesi geliyordu. Çünkü sevdi i adamın dü üncesini payla mak, onunla yol arkada lı ı yapmak a kın ba ka bir neviydi. O da öteki gibi imkansız bir tükeni te kendisini yeniden do mu bulmaktı, karnında ve teninde bir dünyaya gebe olmaktı. Genç kadının Mümtaz'a kar ı olan sevgisinde annelik hissi, a k, hayranlık ve biraz da minnet vardı. Bunları kendisi iyice tahlil etmi ti. -Beni ke fetti...- diyordu. kisi birden sustular. Mehmet sandalı Sarıyer'den ileriye do ru çevirdi. Ayın eri emedi i gölgeler içinde evlerin ı ıkları, sokak fenerleri daha çok trajik ekilde kırmızı görünüyordu. Sanki kainatın bu tılsımlı yekpareli ine katılmayan hodbin ve hasetli ruhlar gibi, kendi kendilerine yanıyorlardı. -Biliyor musun Mümtaz, çocuklu umda sık sık olurdu. Belki de herkeste olan bir eydir bu... Bazı uyu ukluk anlarında, yazın Libade'de, yahut Bo az'da tembel tembel otururken, birdenbire vücudumdan ayrıldı ımı zannederim. Adeta bo lukta yüzer gibi bir ey... Asıl garibi bir gece rüyamda oldu. Vücudumdan yine böyle ayrılmı tım. Ama ayrıldı ımı iyi biliyordum. Vücudumdan ayrıldı ım için müthi ü üyordum. Fakat bir türlü ona girmek istemiyordum. O azapla uyandım. Di lerim zangın zangır çarpıyordu. Ben öldü üm zaman vücudumu sevmezsin... -Kim bilir? Ben de, dü üncenin dı ında ölümü çirkin bulanlardanım... Fakat zihnimde ya ayaca ın muhakkak... Tabii çıldırmazsam. -Ba ka bir kadınla sevi irsin... Dü üncen ba ka evlerde oturur. Tıpkı çocuklu umuzda sık sık ev de i tirmemiz gibi... O kadar garip olurdu ki. Evvela yadırgardık. Hep eskisini dü ünürdük. Ne ak amlarımızı, ne sabahlarımızı bu yeni odalara ve sofralara sı dıramazdık. Sonra alı ırdık. Sanki bu hissilikten utanmı gibi ona çocuklu unu anlattı. Süleymaniye'deki ev, Halep'teki ortası havuzlu iç avlu, su akırtıları, Halep'te çar ıda yedi i dondurma, bir otelin yanındaki sala ta Gürültücü Behçet adlı bir saray komi inin orta oyunu, çok sofu olan büyük annesinin oyunu yarıda bırakıp çıkı ı, sonra alelacele kaçı , o tıklım tıklım dolu trenler, korku, kalabalık yarı yolda indirilen yaralılar, her eyi bırakarak yola çıkmanın ve bir operasyondan sonra kesilen uzvu hatırlar gibi, her eyi acı ile hatırlamanın azabı, sonra Bursa'daki ev, Çekirge yolu... Bursa ovasının güzelli i, Libade'deki kö k. lk mektep, Sultantepe'de geçirdikleri sene... Hepsi Mümtaz'ın gözünün önünde, karmakarı ık, içiçe ve kendi hayatlarının ayrılmaz parçaları gibi canlandı. Ne kadar çok hatıra ve ayrı kaynaklar onların a kında birle iyordu. Mümtaz bir taraftan onu dinlerken, bir taraftan da eyh Galib'in üzerinde dü ünüyordu. Kitabın ne planını, ne de yazdı ı kısımları be enmi ti. Hepsini tekrar de i tirmek lazımdı. Hamlelerle de il, sa lam bir dü ünce ile çalı mak istiyordu. Kanlıca koyunda, mehtap



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 128 / 279



denize bir altın oluk gibi bo anırken, Nuran'a bunu anlattı. -Çok geli i güzel var, diyordu, halbuki böyle olmasını istemiyorum. imdi seni dinlerken alelade terkibin dı ında bir nevi denemenin lüzumunu hissettim. Bir hikayenin behemehal bir yerde ba layıp bir yerde bitmesi, behemehal kahramanların kesif ekilde, dö enmi bir rayda yürüyen bir lokomotif gibi yürümesi lazım mı? Belki hayatı zemin gibi alması, onu birkaç ki inin etrafında toplaması yeter. eyh Galib bu zemin ve gruplar üzerinde birkaç ruh haleti ile, ömrünün birkaç safhası ile görünse kafi... -Sonra kar ı kıyılara bakarak ilave etti- u artla ki... -Hangi artla Mümtaz? -Bizi izah etsin, bizi ve etrafımızı... Kanlıca koyu eski mehtap safalarının cümbü ünü ya ıyordu. Hemen hemen kendilerinden ba ka kimse yoktu. Zaten gece epeyce ilerlemi ti. Evlerin pencerelerinden akseden son radyolar da susmu tu. Ay, onun altın hayaller dünyası, sessizlik musıkisi ve kendileri vardı. Ve bu musıki gittikçe kudretini artırıyor, bir musallat fikir gibi insana saldırıyordu. Nuran ikide bir elini denize sokuyor, ayın etrafına gerdi i mavi ipek kuma ı bir tarafından çekip zorluyor, belki de ancak o zaman bunun bir hayal, bir vehim oldu unu anlıyordu. -Ancak o suretle sahife üzerinde kalmamak mümkün olur. Bir çekirde in etrafını alan meyve gibi, esas fikrin... Nuran: -Buldum... dedi. Bütün Bo az, Marmara, stanbul, gördü ümüz ve görmedi imiz eyler, hepimiz ayın çekirde i etrafında bir meyve gibiyiz... Hep ona ba landık. u tepelere bak... Hemen her ey teker teker ayı kabul ediyordu. Adeta kadınca bir insiyakla, -Gel, beni de i tir, i le, ba ka bir ey yap, yapra ımı parlat, gölgemi daha sert ve karanlık bir madene çevir...- diyordu. Ve onu derisinden, kabu undan, yüzünden içeriye do ru çekiyor, benli ine alma a çalı ıyordu. Nuran'ın yüzü billur bir kase gibi bu parıltıyla doluydu. Yanı ba larından geçen sandalın kürekleri elmastan yapılmı e yanın parıltısiyle suya dalıp çıkıyordu. Evet, kainat ortasından bölünmü bir meyve idi ve ay onun, her eyi etrafında toplayan çekirde ine benziyordu. -Esas fikir diyorsun, o ne? Mümtaz, hiçbir cevap vermedi; hakikaten esas dü ünce ne idi? -A k... dedi. Hayatın içimizde gülümseyen yüzü. Gece gittikçe serinle iyordu. Ara sıra küçük bir rüzgar kabarıyor,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 129 / 279



suyun üzerinde uradan buradan ta ıdı ı çiçek kokulariyle sade özden bir bahar, hayal bir bahçe yapıyordu. Akıntı yerlerinde, harap rıhtımlarda dalgalar çırpınıyordu. Nuran: -Ayın çama ırları yıkanıyor, dedi. Masmavi bir dünya içinde idiler. Bu ulu, effaf bir mavilik, sonra benek benek, yaprak yaprak da ılan, güne oluklar halinde akan bir altın ya ması. Yüzlerce görünmeyen a zın üfledi i ney na meleri ve onun etrafında bu musıki ile beraber büyüyen, de i en, ilerleyen sessizlik. Geceyle sokak fenerleri, mehtaptan gayrı her ı ık garip bir durgunluk kazanmı tı. Öyle sessiz, sadece kendileri olarak suyun üstünde ve içinde sütunlarını, kemerlerini, altın saçaklardan kapılarını uzatıyorlardı. Bazen bu ı ıklar daha inceliyor, gene altın yosunlar gibi birbirlerine karı ıyorlardı. Ve ay hepsinin ortasında bozulma a ba layan bir meyvenin çekirde i gibi, olgunlu unun son anlarını ya ayan bu ihti amı kendi etrafında topluyordu. Garip bir saltanattı bu. Her ey ona kendini açıyor, nizamını kabul ediyor ve bu nizam her eyi içinden de i tiriyordu, hepsini birden büyük, esrarlı bir varlı ın rüyası yapıyordu. -Yaratılı ın kemeri üzerimize kapandı. Tek bir alemin parçasıyız. Bebek önlerinde gölgeler denizin büyük bir kısmını kaplamı tı. Fakat etraftaki ı ıklar, ta kar ıdan gelenler bu kuytu gölgeye durmadan uzanıyorlar, onun içinde, kim bilir hangi gelece i hazırlamak ister gibi derin çalı ıyorlardı. X Üsküdar gezintileri Nuran'a stanbul'u tanımak hevesini vermi ti. Ezici sıca a ra men birkaç gün üst üste stanbul'a indiler. Eski saraydan ba lıyarak camileri, medreseleri, semt semt gezdiler. Ak amüstü Beyo lu'nda bir kahvede dinleniyorlar, yahut herkes i ini görmek için ayrılıyor, sonra vapurda bulu uyorlardı. Nuran'ı iskelede beklemek, gecikince gözü saatte kalmak, kahramanımız için ayrı hazlar oluyordu. Mizah edebiyatlarının belliba lı mevzuu olan kadınların bekletmek huyundan erkeklerin bu kadar ikayetçi olmasına a ıyordu. Nuran'ı beklemek ona çok lezzetli geliyordu. Her ey lezzetliydi, ucunda Nuran bulunmak artiyle. Genç kadın stanbul'u tanıdıkça Mümtaz'a hak veriyordu. Bir gün ona: -Kuzum, senin ya ın bu kadar genç. Öyle oldu u halde bütün bu



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 130 / 279



eski eyleri nerden seviyorsun? diye sordu. Mümtaz o zaman ona hsan A abeyi anlattı. Gençli inde Paris'te Jaures'in pe inden bir zamanlar nasıl ayrılmadı ını, sonra Balkan Harbi içinde stanbul'a dönü ünde birdenbire nasıl de i ti ini, nasıl kendi hayatımızın kaynakları etrafında dola tı ını, onları ahsi bir tecrübe gibi ya amaktan nasıl bıkmadı ını söyledi. -Bende hsan'ın tesiri büyüktür. Asıl hocam odur. Onun sayesinde o kadar az yoruldum ki... hsan'ın en güzel tarafı, insan için yolları kısaltmayı bilmesidir. O söyledikçe Nuran'ın, hsan'ı tanımak arzusu artıyordu: -Öyle ise bir gidip görelim, yahut Emirgan'a ça ıralım.. Zaten seni tanımalarını istiyorum. Do rusunu istersen, biraz geciktik. Ben a abeyim diyorum, hsan babam sayılır. Nuran bir müddet dü ündü, sonra karar verdi: -Vazgeç, dedi. Bu ya ta ni anlı olarak takdim edilmek ho uma gitmiyor. Nasıl olsa görürüz, her halde onu da Macide'yi de çok sevece imi biliyorum. Sonra yeniden o gün gördükleri eylere döndüler. Cerrahpa a'yı gezmi lerdi. Nuran, avlularında ot bitmi , damı çökük, fukara yata ı medreselere, harap Tabhane'ye Hekimo lu Alipa a Camii'nin yüzük ta ı biçimine hayran oldu. stanbul'un bu semtleri bu a ustos gününde, pislikten, tozdan, sıcaktan bitaptı. Her yerde harabe çe nisi, sıca ın arttırdı ı bezginlik, bir yı ın hasta ve yorgun çehre, fizyolojik çökü göze çarpıyordu. ehir ve içinde oturanlar, o kadar birbirlerine benziyorlardı. Yorgun göz veya vücutla dört be metre murabbaına sı dırılmı , tahtaları morarmı , kiremitleri kırık, cüssesi yana do ru yatmı evler birbirini tamamlıyorlardı; ikisi de içinde do dukları ehri tanımasa, bir senaryo için hazırlanmı sanabilirlerdi. Ara sıra tıpkı caddedeki insanları ite kaka geçen hususi otomobiller, lüks arabalar gibi, bu yıkık, bir tarafı çarpılmı , pencereleri süsleyen sardunyalara varıncaya kadar sefaletin kemirdi i evlerin yanıba ında beyaz ve tahini boyalı eski bir konak yavrusu, mazideki zenginli in, hayatın çiçe i lüksün, hala a ırtıcı bir artı ı gibi görünüyordu. Onların da ço u boyasızdı. Açık, perdesiz pencerelerden bu mazi artıklariyle hiç de uyu amıyan biçare ba lar uzanıyordu. Onların yanıba larında mimarisi meçhul, herhangi hayat standardına girmesi imkansız, upuzun veya tıknaz, biri öbürünü hiç tutmayan, semtin havasına sırtını çevirmi , duvarları çivit boyalı kireçle örtülmü yirmi sene evvelki kargir evlere tesadüf ediyorlardı. te bu sefaletin, kirin, bakımsızlı ın içinde, tıpkı yolları dolduran, üstü ba ı peri an, sakat, yorgun ve iyi tıra olmamı ve saçlarını düzeltme e vakit bulmadan soka a fırlamı kadın ve erkeklerin arasında, kıyafetinin peri anlı ını bakı lariyle, endamiyle;



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 131 / 279



ahsiyetinin kudretiyle yenen ve çehreden ba ka bir eye dikkat imkanını insanda bırakmıyan kadınlar gibi birdenbire umulmadık yerde yaldızlı, ta ı kırık bir geçmi zaman çe mesi parlıyor, biraz ötede kubbesi yıkılmı bir türbe düzgün ve vakur cephesiyle kendisini gösteriyor, daha sonra içinde bir yı ın çocuk cıvıltısı ile beyaz mermer sütunları yere devrilmi , damında incir a acı veya selvi bitmi bir medrese meydana çıkıyor, nasılsa ayakta kalmı bir cami, geni avlusuyle sükunetiyle sizi dünya nimetlerinin ötesine davet ediyordu. Kocamustafapa a'ya vardıkları zaman, epeyce yorgundular. Evvela camiin önündeki kahveye oturup çay içtiler. Sonra türbeyi gezdiler. Nuran kurumu çınarı muhafaza için etrafına çekilen parmaklı a, Yesari yazısiyle fırdolayı yazılan bu çınarın ve yerin hikayesine bayıldı. Ona öyle geldi ki, Sümbül Sinan hala bu çınarın altında oturmaktadır. Bu kurumu a acın muhafazasına gösterilen itina, bu ölüm bahçesine, büyük sanat eserlerine has bir derinlik veriyordu. Buna mukabil türbe mimarisizdi ve içinde dört asır hayata yattı ı yerden tesir etmi bir ölü vardı. Duvarlarına, parmaklıklarına eller sürülüyor, dualar ediliyordu. Hastaları iyile tiriyor, ümidi olmayanlara ümit kapıları açıyor, dünyaları yıkılmı olanlara ölümün ötesinde ı ıklar gösteriyor, sabır, feragat, tahammül ö retiyordu. -Nasıl bir adamdı bu? -Bunların hepsi manevi vazifelerine inanmı , muayyen bir ruh nizamından geçmi , nefislerini terbiye etmi insanlardı. Onun için ahsiyetlerini ölümden ötede bile kabul ettirdiler. Sümbül Sinan öbürlerinden biraz daha ba kadır. Evvela büyük bir alimdi. Sonra da akacı ve hazır cevaptı. Bir müddet durdu, sonra gülerek ilave etti: -Hepsinin bir yı ın ince tarafı vardır. Burada yatan adamın, bilir misin Sümbül lakabı nereden gelir? Sarı ına mevsiminde sümbül takarmı . stanbul mevsimlerini sevebilecek kadar bize yakın. -Ya Merkez Efendi? O nasıldı? -O büsbütün ba ka türlü idi. Hatta en muzır hayvanlara bile fenalık edemezdi. Kediyi çok sevdi i halde, -Kom umuz fareleri ızrar eder.diye evinde kedi bulundurmamı . Sen bir ruh saltanatının kolay kolay kurulaca ına inanır mısın? Nuran dü ünüyordu: -Acaba imdi böyle adamlar var mı?-Ne kurtarıcı dü üncenin, ne de ermenin kapısı kapanmıyaca ına, Allah'a giden yollar daima açık oldu una göre, olması lazım. Nuran, dostunun bir tarafını ke fetmi gibi ona bakıyordu. Genç adamdan biraz üphe, hatta istihfaf, inkar gibi eyler bekliyordu. Halbuki Mümtaz çok ba ka dille konu uyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 132 / 279



Mümtaz kendisini anlatmak ihtiyacını duydu. -Bilmem, tam dindar mıyım? Her halde u anda dünyaya çok ba lıyım. Fakat ne Allah ile kulunun arasına girmek isterim, ne de insan ruhunun büyüklü ünden, imkanlarından üphe ederim. Kaldı ki, bunlar milli hayatın kökleridir. Bak, kaç gündür stanbul'da Üsküdar'da geziyoruz; sen Süleymaniye'de do mu sun, ben Aksaray'la ehzade arasında küçük bir mahallede do dum. Hepsinin insanlarını, içinde ya adıkları artları biliyoruz. Hepsi bir medeniyet çöküntüsünün yetimleridir. Bu insanlara yeni hayat ekilleri hazırlamadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini veren eskilerini bozmak neye yarar. Büyük ihtilaller bunu çok tecrübe etti. Netice olarak insanı çıplak bırakmaktan ba ka bir eye yaramadı. Bırak ki her yerde, en zengin ve müreffeh cemaatlerde bile, hayat bir yı ın artıklarla, yarı yolda kalmı larla doludur. Sümbül Sinan ve benzerleri bunların yardımcısıdır... u ihtiyar kadına bak... Yolun ucundan adeta iki kat geliyordu. Elindeki de nekle, baston arasında bir eye dayanıyordu. Zayıf, mecalsiz adımlarla türbeye yakla tı. Dua etti, di siz a zı bir eyler mırıldandı; iki eliyle parmaklı a asıldı ve orada bir müddet kaldı. Camiin önünden her yaptı ını görebiliyorlardı. Ne kadar sefil giyinmi ti. Üstünde her ey parça parça idi. -Kim bilir, nesi vardır? Sümbül Sinan imdi onun ruhunda konu uyor, ona büyük sükunetler vadediyor. Hiçbir ey yapamazsa, hayattan öteyi onun için süslüyor. Her eyi bırak, bu insan ıstırabı, iltica ve ümitsizlik burayı kutsile tirme e kafi gelmez mi sanırsın? Dönüp camiin önüne geldi i zaman, kadının kısık gözlerinde, harap yüzünde ümide benzer bir ey parıldıyordu. Orada da durup biraz dua etti. Genç kadın içinden çıkılmaz bir muammaya rastlamı gibi, ba ını sallıyordu: - yi bir dispanser, birkaç hastahane, biraz te kilat... -Hepsini yapsan bile, birdenbire gelen ölüm var. - nsano lu onu kabul ediyor ama... onun terbiyesinde yeti iyoruz. -Ba kaları için! Kendimiz için de il. Yakınlarımız, sevdiklerimiz için ölümü kolay kolay kabul edemeyiz. Kendi ölümümüzle bütün meseleler hallediliyor; fakat sevdiklerimizin yanımızdan gitmesiyle insan temelinden yıkılıyor. O zaman ne yapacaksın?.. Ma lubu atma a razı mısın?.. Senin için söylemiyorum, fakat böyle dü ünen, böyle dü ündükleri için kendilerini kuvvetli bulan budalalar var. te Naziler... Halbuki insan do du u günden itibaren ma luptur, efkate muhtaçtır. Sonra senin iyi dispanserler, hastahaneler dedi in eyler kolay i de il. Hepsi arkalarından tam bir istihsal, refaha yakın bir hayat, çalı ma hızının, yalnız onun getirebilece i bir ahlak ister. Benim,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 133 / 279



artların de i mesi dedi im de budur. Konu tukça, hsan'la sabahlara kadar yaptıkları münaka aları dü ündü. Bunların ço u onun fikirleriydi. Mümtaz daha on sekiz ya ında bakaloryasını verme e hazırlanan lise talebesi iken, bu fikirlerin oca ına atılmı tı. imdi onları bu küçük cami avlusunda Nuran'a tekrarlarken, hsan'ın ilhamlı yüzünü, hiddetli konu masını, bulu larını, ellerinin a ır jestlerini birdenbire konu manın ate i içinde parlayan latifeyi, gergin hicvi uzak eylermi gibi hatırlıyordu. Macide, onlar konu urken bir kö ede, elinde yün i i, dudaklarında tebessümün balı, onları dinler, latifelere güler, hiddetlerden ürkerdi. Bir haftadır ki, hsan'ı görmemi ti. Acaba ne yapıyordu? Ne halde idiler? O ak am Köprü'de onlara tesadüf ettiler. Macide ile kolkola yürüyorlardı. Öbür elinde a ırca bir valiz vardı. Mümtaz, Nuran'ı tanı tırdı. Sonra sordu: -Nereden böyle a abey? -Bir haftadır Suadiye'de idik. Biraz dinlendik. - nanma Mümtaz, bir hafta ak amlara kadar o kürek çekti, yüzdü, ben de kar ısında, güne te pi tim. kisinin de yüzü kıpkırmızıydı. Mümtaz bu bir hafta içinde Macide'nin çektiklerini tasavvur edebiliyordu. hsan onsuz kalma a tahammül edemezdi. Hayatının her safhasında karısını yanında görmek ihtiyacındaydı. Bazen Galatasaray'da sınıfta, talebeyi mahud el i aretiyle, selam mı, takdis mi, hiç kimse bilmezdi, oturttuktan sonra çantasını açma a u ra ırken Mümtaz, çantanın me in kunda ından Macide'nin ba ını çıkarabilece ini dü ünürdü. Bu hatıralarla - nci Abla-nın yüzüne baktı. Fakat Macide me guldü. Onun bütün dikkati Nuran'da toplanmı tı. Açıktan açı a genç kadını süzerek onunla konu uyordu. Nuran kendisiyle biraz konu unca arkasında çok sıkı bir zemberek gev emi gibi, bu yüz birdenbire açıldı. Macide kar ısındakine güldü. Macide'nin üzerinde insan sesinin garip, adeta metafizik bir tesiri vardır. Ne elbise, ne ya , hatta bir nisbette kalmak artiyle ne güzellik, ne i ona tesir ederdi. O insan sesinde ya ardı, orada en toplu eklinde mevcuttu. Yeni bir insanla tanı ınca bütün dikkatini toplar, sesini dinler, bu sesin inhinalarına göre hükmünü verir, ya sever, ya sadece lakayt kalır, yahut da: -Sesi insanın içine yılan gibi kayıyor, diye dü man olurdu. Onun bu ses miyarı bizim ölçümüzdeki yüksek, a ır, kırık, yumu ak sesler de ildi. Bizim için güzel ses, çirkin ses vardır. Macide için insan sesi ba ka ölçülere göre ayrılırdı. Hatta dinleyi i bile ayrılırdı. Kula ı birdenbire bazı cisimleri bulmak için, yahut sinir cihazlarının potansiyelini ölçmek için kullanılan o hususi aletler gibi, uzviyetten adeta ayrılırdı. Kedilerin, yahut insan terbiyesine hiç alı ık olmayan bir çöl veya orman hayvanının koklama hissi gibi bir his onda



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 134 / 279



geli mi ti ve bu hayvanlar nasıl e yada sadece koklamakla birtakım hassalar ke federlerse, Macide de dinleyerek insanlarda öyle manevi hassalar ke feder, ona göre kıymet biçerdi. - yi insan, derdi. Hem çok iyi insan... Ama bir derdi olacak galiba, sesi adeta kanıyor,- yahut; Çok hodbin, kendisine a ık... Sesi gözlerini kör ediyor.- Bunlar Macide'nin bir imkansızlı ı tarif için buldu u sözlerdi. Çünkü kar ısında her konu an hüviyet, sesinde onun için soyunur, en gizli taraflarını te hir eder, yahut tek hakim vasfiyle kalırdı. Macide'nin hayatına kula ının yolu ile girilirdi. hsan'ı sesi için be enmi , Mümtaz'ı o yoldan kabullenmi ti. imdi de ruhunu büyük bir sedef gibi Nuran'ın sesine açıyordu. Bu damla damla konu malar orada bir yı ın inci olacaktı. Macide sevdi i insanları gözü kapalı dinlerdi. Kim bilir belki de onlar konu urken çok serin, ifalı, bilinmez yıldız, kök ve maden hassalariyle zengin bir suda yıkanmanın hazzını duyardı. Bir sesin akı ına kendini bıraktı ı zamanlarda, sulara terkedilmi bir madde gibi uzviyetinden bir eyler kapar, meçhule do ru yüzerdi ve insan biraz Macide'yi tanıyınca bunun farkına varırdı. Çünkü bütün hüviyetinde çiçeklerle dolu bir sandal akı ı hissedilirdi. Bu bozuk sinir cihazı iyi ve kötüye ait kıymet hükümlerinin üstünde bir nevi kulak esteti i ile ya ıyor denebilir. Bir gün Macide, Mümtaz'a bu halden bahsetmi ti. -Hastalı ımdan evvel de vardı. Fakaz azdı. imdi ço aldı. Bazı insanları dinlerken vücudum kaskatı oluyor. Adeta onlara kar ı zırhlar giyiniyorum. hsan, karısının bu hususiyetini, sadece sese yormaz, belki de bütün hüviyetin tesiri var, derdi. Mümtaz, Macide'ye oldu u gibi inanırdı. Mademki tecrübe yalnız onundur, niçin inanmayalım? Bu hsan'la, Mümtaz'ın adeta metod ayrılı ı idi. hsan onlara bir hafta içinde neler yaptı ını, kimleri gördü ünü anlattı. Mümtaz niçin Bo az'a gelmediklerini sordu. A abeyisi, Nuran'ın yüzünün kızarmasından zevk ala ala: -Balayınızı bozmamak için, dedi. Sonra üç gün için geleceklerini vadetti. Çocuklar büyük anneleriyle çiftli e gidecekler. Biz serbestiz. Gelecek haftalarda bekleyin... hakikaten evliymi ler gibi konu uyor ve bu ikisinin de ho una gidiyordu. Vapurda Nuran, Mümtaz'a: -Macide çok güzel kadın. Fakat insanı öyle bir süzü ü var ki. Mümtaz ses hikayesini anlattı. Sonunda yarı aka, yarı ciddi:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 135 / 279



-Biz, evcek tuhaf insanlarız, diye bitirmek istedi. Nuran'ın sualleri bitmemi ti: -Sen, Macide'yi hasta diyordun, halbuki pek bir eyi yok gibi geldi bana... -Hasta idi, fakat hsan iyile tirdi. -Ne ile? -Çocukla... hsan hayata inanır; anlıyor musun? Hayat mucize ile doludur, der. Hayatın sırrı, ona göre gene kendisindedir. Macide'nin hastalı ı zamanlarında Nazilerin kastrasyon metodu mühim bir mesele gibi etrafı sarmı tı. Hemen her tarafta münaka a ediliyordu. hsan buna kızıyordu. Böyle bir anadan do acak çocu un zihnen sakat olması öyle dursun, yeni bir anneli in ve mesuliyet fikrinin Macide'yi iyi edece ine inanıyordu. Sonra bu kadar genç bir kadının anne olmak hakkından mahrum edilmesini, hem ona, hem tabiata kar ı bir cinayet gibi görüyordu. Tanıdı ı bazı doktorlar Macide'ye bir enkaz gibi bakıyorlar, yatakları ayırın, diyorlardı. Nihayet hsan kararını verdi. Tabii tehlikeli bir eydi. Nasıl diyeyim, aksi netice verseydi büyük felaket olurdu. hsan kendi eliyle sevdi i kadını öldürmü olabilirdi. Do um Macide'yi sarsabilirdi. Fakat hsan hayata güvendi. Sabiha hatta zahmetsiz do du. Hem de ne güzel kız. Macide'de eski melankolik hal azaldı, sadece hastalı ın ufak tefek izleri kaldı. Bazen dalıyor, fakat eskisi gibi kuca ındaki bebe e masal anlatmıyor. -Sen yapabilir miydin bunu? -Biz ailece garibiz demedim mi? Ba ıma gelseydi yapardım. Fakat hsan, fikrimi sordu u zaman epeyce münaka a ettim. Nuran büsbütün ba ka kıyaslar yaparak dü ündü: -Her macerada oldu u gibi... Atılanın kar ısındaki aksini dü ünür. Sonra da alkı lar. Kaybederse... -Hayır, hiç de de il, hsan kaybetseydi, onu mahkum etmiyecektim. Ben, onunla bu meseleyi münaka a ederken çok dü ündüm. Yaptı ı i kahramanlıktı. yi bir i ti; bir meseleyi kökünden halle çalı ıyordu. Kaybetseydi, hepimiz peri an olurduk. Belki kendisi de ölür veya sönerdi. Fakat mahkum etmezdim. Çünkü hsan burada ba kalarının hayatıyle oynamıyordu. Kendi saadetiyle oynuyordu. Macide'siz ya ayamayaca ını biliyordum. -Bu kadar mı seviyor? -Çok... Bütün hayatı yanında geçer. O olmazsa çalı amaz. Hatta evinde iken daha iyi konu ur.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 136 / 279



-Çocuk normal mi? Nuran hep kendi hayatını dü ünüyordu. -Normal. Henüz dört ya ında, hüküm verilecek gibi de il ama, annesinin yüzündeki tatlılı a bilmem dikkat ettin mi? te o hal var üzerinde. Sonra muhayyilesi çok zengin. Belki çok ıstırap çeker. Fakat her halde ya ar ve ya amak güzel ey. Ya amak güzel, çok güzel eydi. En güzel dua buna eri emezdi. Bunu Nuran, yalnız fikir i lerinde konu urken kendisine güvenen bu toy çocu u tanıdıktan sonra ö renmi ti. Ya amak güzeldi; sabahlar, ak amlar vardı. Bin türlü güzel eylerle doldurdu umuz saatler vardı. Uyumak ve uyanmak vardı; rüyalar vardı, hayaller vardı. Bu sevimli budalanın kollarında kendisini kaybetmek ve sonra gene orada, onun için kendini bulmak vardı. Hatta bugün gürdü ü eyler bile, önlerinde yürüyen o tek ayaklı adam, yanı ın veya hastalı ın yüzünü ba tan a a ı sildi i yalnız tek ve ıstıraplı bir gözü dı arıda bıraktı ı çocuk bile güzeldi. Bu kadar ıstıraplı ve güzel eyleri gördükten sonra yan yana, bu vapur kanapesinde ak amın ortasında, imdi içinde canlanan, evdekileri nasıl bulaca ım üzüntüsü bile güzeldi. Çünkü hepsi bizde uur dedi imiz o mekanizmayı oynatıyor, onunla hayata, e yaya sahip oluyorduk. te vapurları Çengelköyü'nden kalkmı tı. Derin geceye ve asıl Bo az'a giriyorlardı. Biraz sonra Vaniköyü'nde olacaklardı. Burada iskelenin çıma kütü ü üstünde oturarak konu tukları günü hatırladı. Hayat güzeldi, fakat yaz bitiyordu. Bu yaz ömürlerinin incisi, biricik mevsimi. Ne olurdu o da Mümtaz gibi, hsan gibi hayata güvenebilseydi. Fakat hayata güvenmiyordu. O, hayat kar ısında zayıftı. Bu zaaf yüzünden bir gün Mümtaz'ı kendisine o kadar lazım olan, kendisine o kadar muhtaç olan Mümtaz'ı kaybedebilirdi. Çünkü kendisini iyi tanıyordu. O bir dü ünceye, bir fikre, bir a ka kendisini tam veremiyordu. Eve girer girmez annesinin biraz çatık yüzü, Fatma'nın dargın halleri ona her eyi unutturuyordu. Onun hayatı parça parça idi. Ayrı ayrı evlerde ya ıyordu. A kın ve vazifenin evlerinde ya ıyordu. Birinden öbürüne geçti i zaman az çok kendi de de i iyordu. Bütün bunların Mümtaz'ın gözünden kaçmadı ını biliyordu. Bir gün, -Vücutlarımız, birbirimize en kolay verebilece imiz eydir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Ba tan a a ı bir a kın olabilmek, bir aynanın içine iki ki i girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!demi ti. Böyle bir sözü ancak kar ısındakini delik de ik eden bir sezi söyletebilirdi. Mümtaz, onun sükutu kendisini ezmi gibi silkindi. -Neyin var? diye sordu. -Hiç. Kafamı allak bullak ettin. Sümbül Sinan, Merkezefendi, Macide; herkesin hayat hakkı. Yoruldum. Kendim olmak istiyorum artık.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 137 / 279



X Eylül sonlarına do ru lüfer avı Bo az'ı tatmak için yeni bir vesile verdi. Lüfer, Bo az'ın belki en cazip e lencesidir. Beylerbeyi'nden ve Kabata 'tan ba lıyarak Telli Tabya'ya ve Kavaklar'a kadar iki kıyı boyunca uzanan, akıntı a ızlarında kümelenen bu aydınlık e lence, bilhassa mehtapsız gecelerde yer yer küçük ehrayinler yapar. Öteki avların bir nevi i içinde pi me, uzak seferler istemesine mukabil, o bulundu unuz yerde, hemen herkesle beraber yapılan oyundur. Nuran, kayık ı ıklarının siyah, mor kadifelerde mahpus elmaslar gibi parıldadı ı sulara, biraz ötede bir yeni balıkçı kümesiyle kırılmak üzere onların bitti i yerde ba layan o effaf karanlı a, vapur dalgalarından, küçük çalkantılardan, bu aydınlık yüklü gölgenin bin türlü akisle size do ru yükseli ine, sizi alıp götürecekmi gibi etrafı sarmasına, velhasıl dö emeleri çok cilalı renkli ve ı ıklı bir sarayda yalnız akisten, parıltıdan, ı ık sarsıntılarından ibaret, onların küçük na meden, musıki cümlelerinden büyük ve müstakil varyasyonlara kadar yükseli inden bir dünyada ya anıyormu hissini veren bu lüfer gecelerine çocuklu undan beri bayılırdı. Evlenmesinden evvel, hatta daha küçük ya larda, evde yalnız kızıyle, Tevfik Bey'i kafa dengi arkada tanıyan babası ile beraber lüfere çıkarlardı. Bu gecelerin hatırasını Mümtaz'a anlattı ı zaman, kahramanımız her eyin kendisi için o kadar mucizeli oldu u bu yazı bir kat daha mesut yapacak fırsatı kaçırmadı. Tevfik Bey ise çoktan hazırdı. Kandilli'den, kız karde inden, hatta Fatma'dan bıkmı tı. Eylülü Kanlıca'da geçirece im...- Böylece Nuran dayısiyle beraber olaca ı için daha rahattı. Tevfik Bey, biraz da Nuran'a bu kolaylı ı bah etmek için, gece yarısından sonra Kandilli yoku unu tırmanmanın güçlü ünü bahane ederek kö kten Kanlıca'ya inince, hemen yirmi sene evvelki Tevfik Bey olmu tu. O kadar ki, önlerinden geçti i eski yalıların pencerelerine, -Acaba eski sevdiklerim de benim gibi gençle tiler mi?- der gibi bakıyordu. Çünkü yirmi sene evvel Tevfik Bey, Bo az'ın Bebek Koyu, Göksu alemleri gibi devamlı modalarından biriydi. O, ak amüstü veya gece yarısı sandaldan sesini yükseltti i zaman pencereler sessizce açılır, renkli ve ürkek gölgeler bo lu a uzanır, derinden visal ürperi li ahlar çekilir; titreyen parmaklardan, yahut düzeltilen saç ve elbiselerden suya çiçekler dü erdi. Hatta rivayete göre, bu arkılar ve bestelerin her biri Tevfik Bey'le bu pencereleri açan, orada sandalının tam geçece i anda saçlarını düzelten, hulasa, elinde veya üstündeki çiçe i bu sandala veya yanıba ına dü ürecek kadar çolpala an, musıki ile kendinden geçen hanımların arasında sarih bir parola, tek ifreli bir nevi a k mektubu oldu u için, ertesi günü içlerinden biri behemehal ya terzisine iner, yahut eski bir ahbabı, bir sütnineyi veya emektarı görmek lüzmunu duyar, yahut da evvelden kararla mı ekilde, yalının bahçe kapılarından biri o gecelerden birinde arkasında bekliyen sadık bir hizmetçi veya halayıkla açık kalırdı.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 138 / 279



Mümtaz, kendisinin do du u senelerde semt hanımlarına olan a kını bazen aynı mahalle mescidinin minaresinden bütün semte kurtarıcı davetin ayrılmaz bir parçası gibi bir günde be defa ilan eden bu eski zaman hovardasına bayılıyordu. Tevfik Bey'in çok efendice bir epikürcülü ü vardı ki, yalnız, a armı bıyıklarını ellerinin tersiyle silerken. gözlerinde toplanan kısık bir haz ifadesinde kendini açıkça gösterirdi. htiyar adamın Bo az'da lüfer avını sevmesinin, a kın insan hayatındaki yerini bilmesinin Nuran'la Mümtaz'a büyük yardımı oldu. Zaten Mümtaz'ı ilk günden beri himayesine almı , Ya ar'ın ihtibaslarında geli mesi için en müsait remini bulan Fatma'nın kıskançlı ının evde yarattı ı dü man havayı yumu atmı tı. Mümtaz, Kandilli'deki kö kte Nuran'ın annesi tarafından dostça kar ılanmasında Tevfik Bey'in dostlu unun nasıl bir payı oldu unu biliyordu. Kadın onun riyaretine en isteksiz oldu u zamanlar bile karde inin ne esine dayanamaz, onun tarafından sürüklenirdi. Mümtaz'ın taaccüp etti i ey, a klarını bu ihtiyar hovardanın ciddiye almasıydı. Tevfik Bey'in uçarı hayatında bu cinsten bir ihtirası be enmesini tabii gösterecek pek az ey vardı. Onun için önceleri, bu iyilik maskesinin altında kendisiyle, toylu u ile alay eden bir tarafın bulundu unu, yahut sadece çok sevdi i ye eninin duygularına hürmet etmesi yüzünden kendisini bu kadar ciddiye aldı ını sanıyordu. Sonraları yava yava hayatına girdikçe, bu uçarı, müsrif, bazen zalim hayatın altında garip daüssılalar oldu unu anladı. Nuran'ın dayısı bir gün laf arasında ona, bizim çapkın diye tanıdı ımız ve herhangi bir ömür muhasebesini yaparken, yahut iflas etmi bir hayalin tesiri altında kaçırdı ımız e lenmek fırsatları arkasından üzülürken kıskandı ımız insanların ço unun, -bir kadını layıkiyle sevmek fırsatına ermemi , yahut bu fırsatı kaçırmı insanlar oldu unu, onların pe inde ko tukları bir keyfiyeti, bir ideali, aynı tecrübenin bir yı ın tatsız tekrariyle telafiye çalı tıklarını,- hülasa, kıskanılacak olanların Mümtaz gibi tek sevgi ile ya ıyanlar oldu unu söylemi ti. Tevfik Bey'e göre, uzviyetlerin birbiriyle tanı masından evvel sevi mek imkansızdı. Romancıların kabahati, hikayelerini, asıl ba laması lazım gelen yerde bitirmeleriydi. Çünkü asıl a k uzviyet tecrübesine dayanan, onunla devam eden a ktı. Bu itibarla ilk ciddi ten tecrübesinde tesadüfün ihanetine u rayanlar, ömürlerinin sonuna kadar, e er tesadüf denkleri ile kar ıla tırmazsa, mahzun arayı larına devam edeceklerdi. Mümtaz, Tevfik Bey'in a k üzerindeki bu dü üncelerinde kendi fikirlerinin bir ba ka çe idini bulmaktan mennundu. Vakıa Nuran'ın dayısı Mümtaz gibi bu i e metafizik bir çe ni katmıyordu; fakat realiteyi görüyordu. Tıpkı ikinci defa hayata kaplumba a olarak gelmi insanın kaplumba a vücudunda, onun itiyatları ve hayati zaruretleri içinde eski insan ruhunu hiç göstermeden ta ıması ve hatırlaması gibi bir eydi bu. Politika ve cemiyet hayatında hakiki idealle, ucuz ve nefsi etrafında dönen realizmi beraber yürütenlerde oldu u gibi, a kta da



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 139 / 279



böylece bir sonsuzluk duygusunu beraber gezdirerek her kapıyı çalanlar olabilirdi. Tevfik Bey bunlardan biri olmalıydı. Fakat böyle de olsa, ihtiyar adam güzele, sonsuza, temiz ve iyiye ba lıydı. Zaten az çok bunu kendisi de itiraf ediyordu: -Bana benzemeyin, diyordu. Ben iki yol arasında kalmı bir insanım.Ve bunu söylerken yüzünü gölgeleyen hüzünde ömrünün hazin tecrübesi görünüyordu. Her çe menin ba ında bir kere durmu , yalnız orada serinlemek hulyasına kapılmı , fakat serin suya dudakları de er de mez, -bu de il, muhakkak öbürüdür- diye daha kanmadan ba kasına ko mu tu. Böylece so uk rüzgarların doldurdu u bir arafta kendi vücudunu arama a mahkum serseri ruh gibi tenden tene girmi , hiçbirinde bir lahzadan fazla duramamı , imdi bütün tecrübeleri iflas ettikten sonra, Mümtaz'la Nuran'ın a klarında ısınma a gelmi ti. Tevfik Bey, on seneden beri do ru dürüst denize çıkmamı , yüksek sesle arkı söylememi , e lence alemlerinde görünmemi , yalı çocuklarıyle, eskiden oldu u gibi sa a sola mektup göndermemi ti. Herkes bunu karısının ölümünden duydu u kedere yorarak, onun kadar e lence dü künü bir adamda bu vefalı ba lanı a a ıyorlar, bir kısmı -Muhakkak vicdan azabı çekiyor.- diye tefsir ediyorlar, bir kısmı da bu on senelik münzevi hayatın getirdi i haklı üphe altında onun içten içe övündü ü, o kadar lezzetle hatırladı ı mazisini büsbütün silme e hazırlanıyorlar, -Kim bilir, belki de adamca ızın günahını aldılar, beyhude yere iftira ettiler. Hiç karısına bu kadar ba lı olan adam o anlatılan kepazelikleri yapar mı?- diye dü ünüyorlardı. Birincilere göre Tevfik Bey, karısına hayatında hiçbir zulmü esirgememi bir ifritti. kincilere göre bir dedikodu ma durundan ba ka bir ey de ildi. Hakikatte ise Tevfik Bey, kendisine o ul diye Ya ar'ın ruh sakatlıklarını hediye eden ve o kadar sene kıskanç, alıngan, kibirli, yaptı ı iyilikleri bin misliyle ödetmek için fedakar ve mütehammil karısını bir gün bile sevmemi ti. Ölümüne de, bu senelerce süren beraber hayata ra men ancak herhangi bir insan kadar acımı tı. Ruhu için yaptı ı hayırları, onu kendisinden uzakta, hiç dönülmiyecek bir yerde bilmenin verdi i ruh emniyeti içinde yapıyordu. Ya adı ı zamanlar o kadar temenni etti i gibi, hakikaten kendisinden çok uzakta oturma a razı olmu olsaydı, rahatça geçinmesi, mesut olması için nasıl her türlü fedakarlı ı esirgemiyecekse, öylece hatırasına kar ı fedakarlıkta bulunuyordu. Tevfik Bey'in karısı hayatta iken böyle bir ayrı ya ama için yapmıyaca ı masraf yoktu. Onun için ömrünün sonuna do ru gelse bile bu kurtulu u bir nimet biliyor, onu elinden geldi i kadar ödeme e çalı ıyordu. Fakat kadınca ızın gitti i yerde hiçbir masrafa ihtiyacı yoktu. Tevfik Bey'in her sene ihtimamla okuttu u birkaç hatim veya mevlud da onun vaktiyle bu i için dü ündü ü, ayırdı ı paranın yanında hiçten bir masraf gibiydi. Tevfik Bey'in on seneden beri ortada görünmeyi i, sevdi i e lence alemlerinden el ayak çeki i büsbütün ba ka sebeplerdendi. O, muzaffer ya adı ı bir alemde ihtiyarlık yüzünden ikinci, üçüncü sıralara, daha gerilere atıldı ını görmek istememi ti. Dı hayatının



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 140 / 279



derbederli ine ra men, daima muvazene içinde ya amı olan bu adam, kuvvetten dü tü ünü görünce, kendisini bir nevi ya tahdidine tutmu , adeta kendi iste i, kendi karariyle emekliye ayrılmı tı. Tıpkı muharebeler kazanmı bir Roma konsülünün i ten çekilince uzak bir köyde ba ı ve bostaniyle u ra ması gibi, Kandilli'deki evde baba hatıralariyle ya ıyordu. imdi Nuran'la Mümtaz'ın getirdikleri yeni havada büsbütün ba ka bir insan gibi tekrar lüfere çıkıyor, deniz kenarına iniyor, sevdi i eylerin bir kısmına uzaktan bakma a razı oluyordu. Mümtaz bunu anladı ı gün, Tevfik Bey'in elinin tersiyle beyaz bıyıklarını ikide bir ok arken gözlerinde yanan haz parıltısının bütün bir hayat hikmeti oldu unu farketti. Bu, sükutun, kendisini silmenin, görece i i kalmadı ını anlayınca ortadan kaybolmanın i areti idi. O elinin tersiyle bıyıklarını düzeltirken, iyi kötü ya adım ve imdi her eyden uza ım, diyordu. Bu Don Juan, trajedide oldu u gibi, birdenbire mazisine layık bir sonla fırtına ve im ek ı ıkları arasında kaybolmadı ı için kendisini -belki de bu kısa ve manasız jestin altınagömmü tü. Kanlıca'daki karı koca, -Nuran'ın baba tarafından, Tevfik Bey'in karısı tarafından akrabaları,- bunu bir türlü anlamadıkları için Tevfik Bey'e hala mustarip ve matemli bir dul gibi bakıyorlar, onu rahat ettimek, ona ıstırabını hatırlatmamak için ellerinden gelen gayreti esirgemiyorlardı. Hatta bu yüzden güveyi girdi i zaman yattı ı odayı vermeme i bile dü ünmü lerdi. O kadar tatlı hatıranın bulundu u bir odada yatması muhakkak ona bir azap olacaktı. Fakat Tevfik Bey, bırakın bu budalalıkları, o odayı bilirim, evin en rahat odasıdır, diye en gür sesiyle ba ırınca a ırmı lardı. Hakikatte lüfer avının ı ık operası yanında yalıda çok gizli bir komedi devam ediyordu. Mümtaz'la Nuran bu komediyi gülerek, Tevfik Bey bazen çok ciddi, fakat çok defa yapmacık hiddetlerle kızarak ya ıyorlardı. htiyar adam -kızkarde inden ba kalarına- istediklerini kolayca kabul ettiren cinsten oldu u için, evin bütün itiyatları çarçabuk kırıldı. O zamana kadar bu yalının sükuttan, kimseyi rahatsiz etmemek için korka korka kımıldamadan ibaret bir hayatı vardı. Mukbile Hanım'la, ükrü Bey'in hayatta çiçek yeti tirmekten ba ka ihtirasları yoktu. Günlerinin hemen büyük bir kısmı yalının arkasında çiçek bahçesinde ve serde geçerdi. Geri kalan zamanı da masa ba ında tohumları ayırmak, Hollanda'ya, talya'ya, ngiltere'ye, hatta Amerika'ya kadar me hur çiçekçi müesseselerine mektup yazmak, cevap vermek, konu kom udan kendi huylarını almı olanlara usul ö retmek doldururdu. Evin öteki kısımlarında oturan üç kiracı aile de beraber ya adıkları sekiz, dokuz sene içinde aynı itiyatları aldıkları için, çiçek bahçesi hemen herkesin malı olmu tu. Daha yazın ba ında Nuran'la Mümtaz'ın sık sık gelmeleriyle yalının



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 141 / 279



itiyatları de i mi ti. Artık kimse geceleyin istemeden etti i gürültü için veya sabahleyin di er pancurlar açılmadan evvel kendi odasının pancurlarını açtı ı için birbirindeıı özür dilemiyor, -Kusura bakmayın, sizi demin galiba rahatsız ettim!- diye söze ba lıyaca ı yerde sadece hal hatır soruyordu. Tevfik Bey'in gelmesiyle i büsbütün alt üst oldu. Ak amları ihtiyar adamın rakı sofrası rıhtıma kuruldu. Civar balıkçılar onunla konu madan evin önünden geçmez oldular, radyo, herkesten ayrı ayrı izin alınmadan i leme e ba ladı. Böylece yalının sahipleri ve kiracıları garip bir ekilde yepyeni bir hayata girdiler. Bazen ak am yemeklerini Kanlıca'da, bazen de stinye'deki meyhanede yiyorlar, bazen de sandallarına öteberi alıyorlardı. Tevfik Bey'in zoruyle sandalda bir gece tıpkı eski mehtap saflarında oldu u gibi, içki bile içmi lerdi. Nuran balıktan yoruldu u zaman dayısının mırıldandı ı arkı veya besteye i tirak ediyor, Tevfik Bey, ye eninin kendisine yardıma geldi ini görünce sesini yükseltiyor, lüfer avı musıki safasına dönüyordu. Bütün kayıkçılar ihtiyar adamın dostuydular. Ya lılar, Nuran'ı çocuklu undan tanıyordu. Zaten genç kadın hepsiyle arkada olmu tu. Mehmet'ten yakında evleneceklerini ö renenler, onlara etrafta yalı arama a bile ba lamı lardı. Mümtaz belki evlenme i lerini çabukla tırır diye bu projelere seviniyor, sonbaharda kiracılar çıktıktan sonra gidip bakmak üzere adresleri alıyor, Nuran Emirgan'daki evin bahçesi ve dö emesi üzerinde kurdu u hulyalar bo a gitmesin diye, - imdilik durun! diyordu. Ben bir daha günlerce oturup onları dü ünemem... --Nuran Hanım denizden vazgeçmez... Zaten babası da çok severdi..Bunu söyliyen altmı lık kayıkçı. -Hele bir kere bir yalı bulup yerle in... Bakın sizi nasıl besleyece im...- diyordu. Adamca ız elinden gelse bütün Bo az'ı Tevfik Bey'in ye enine dü ün hediyesi olarak verirdi. Nuran da Mümtaz da bu halk adamındaki inceli e bayılıyorlardı. Bazı ak amlar onların sandalına geçer, eski alemleri anlatırdı. Anlattıklarında ya amı olmanın verdi i bir canlılık vardı. Çok kazanmı , çok görmü , çok e lenmi , çok acı çekmi ti. Fakat tek sevdi i ey deniz oldu u için ondan ayrılmadıkça kendisini bedbaht addetmezdi. -Mezarım, aklım ba ımda ölürsem denizde olacaktır...- derdi. Nitekim, o kı sonunda geçirdi i hastalıktan sonra bir daha denize çıkamıyaca ını doktorlardan ö renince bir sabah kimse görmeden sahile inmi , kayı a binmi ve ayaklarına bir ta ba layıp kendisini akıntıya atarak ölmü tü. Mümtaz bu ölümü i itti i zaman, çok yakınlarından birisini kaybetmi gibi üzülmü ; fakat ihtiyar adamın sevgisinden daha kötü bir tesadüfle ayrılmamasına da memnun olmu tu. Bu garip sevgide kendi mizacına ve talihine uygun bir taraf buluyordu. -Yoksullu a alı tım, ihtiyarlı a alı amadım...-



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 142 / 279



sözü hiç dilinden dü mezdi. Ücretin gümü çeyrek, fakat bah i in bazen mecidiye ve hatta sarı lira oldu u devirlerden kalma bir ya ama rahatlı ı vardı. Hidiv yalısındaki enliklerden, körfezdeki mehtap safalarından, Bebek alemlerinden bahsederken, Mümtaz'la Nuran kendilerini adeta o günlerin içinde ya ıyormu sanırlardı. Nuran'ın güzelli ine biraz da o devirlerin aksi, yahut hatırası gibi baktı ı muhakkaktı. -Çok ey gördüm. Fakat gelin hanım gibi güzel kadın görmedim- derdi. Kendi alemlerinin dı ından gelen bu hayranlık Mümtaz'ı bir çocuk gibi sevindiriyordu. Bu ihtiyar adam, sevgilisini be endikçe uzakta kalmı olmasından azap çekti i bir alemle hiç olmazsa bir noktada birle ti ini sanıyordu. Fakat asıl mncize Nuran'ın kendisindeydi. Olta elinde, hiç konu madan bekleyi inde Mümtaz, çocukların ço u yapmacık olan ciddiyetlerinin lezzetini bulurdu. Yarı somurtkan, dünya ile alakası sadece elindeki ipte toplanmı bu bekleyi arasından, etrafa ait dikkatleri Mümtaz için daima a ırtıcı olurdu. Sandaldaki ı ıkla aydınlanan kısa hareketleri, küçük çalkantılar içinde suların derinli inden do ru, adeta bilinmez alemlerden gibi kendisine yakla an ve uzakla an çehresi ona her türlü zihni gayretin üstünden kendisine birçok güçlükleri çözen bir büyü tesiri yapardı. O zaman genç adam, biraz evvelki küçük ve nazlı çocuk hayalinin kurdu u havadan çıkar, kendi iç alem meseleleriyle kar ıla ırdı. Oltanın ilk sarsılı ında Nuran'ın yüzü keskin bir dikkatle katıla ır, sonra balık meydana çıkınca be enmek, be enmemek tela ı ba lardı... Nuran'da her sevdi i eye çocukça bir atılı vardı. Ve bu atılı ne e, yahut sabırsızlık, Mümtaz'ın en ho una giden eydi. Mümtaz bütün bu zenginliklerin kendi dikkatinden geldi ini bilmiyor de ildi. Fakat böyle de olsa Nuran'da sinir cihazını çıldırtan bir ey vardı. Bazen bu hayranlıklar o dereceyi bulurdu ki, Mümtaz, saadetini kendi gibi bir faniye çok bulur, delice ihtimallerden korkardı. Böyle anlarda Mümtaz'ın muhayyilesi, mesela büyük deniz ejderlerinin çekti i arabasında, etrafa köpük saçarak gelen bir deniz tanrısının, Nuran'ı elinden alıp bütün etraftaki parıltıların, onların arasından kıvranan, renkli bir akide ekeri hazırlanır gibi eriyen, balık sırtı gibi pul pul, her renkten, her perdeden kadife ve yosun kadar yumu ak gölgelerin toplandı ı, en son haberini Anderson'un masallarından aldı ımız o deniz altı saraylarından birine götürebilece ine pekala inanabilirdi. Bu üphesiz bir hayal oyunuydu. Fakat o gecelerde genç kadında dikkatini çeken bir hal bu vehimlere keskinlik veriyordu. Bazı anlarında Nuran, kar ısında iken kendi hayatından çekilmi görünebiliyordu. Ve bu hal genç adamda, kendi ruh hallerine göre onu bir ölümün perdesi arkasından veya unutulmu olmanın araya koydu u uzaklıklardan seyrediyormu zannını uyandırıyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 143 / 279



Mümtaz'ın bu vehim ve korkularda haklı oldu u bir nokta vardı. Gerçekten bir rüya içinde ya ıyordu. Genç kadın onun dostlu unda bütün imkanlarının açıldı ı müstesna iklimi bulmu tu. Bu yüzden her hevesi, her hareketi, her dü üncesi, küçük dargınlıkları, naz ve ımarıklıkları, ufak tefek çolpalıkları bile etrafına bir yı ın sır ve güzellik getiren, hayatın nizamını çok mesut bulu larla de i tiren, sanat kadar mucizeli oyunlar haline gelmi ti. Öyle ki, Nuran, Mümtaz'ın hayran bakı ları altında her an kendisini ve etrafındaki eyleri yeniden yaratıyor sanılabilirdi. Bu, sevene, uzviyetinde sevildi ini duyanın cevabıydı. Bu gizli konu mayı, büyüden dı arıda kalanın duyabilmesine imkan yoktu. Me er ki, Nuran birbirinden ayrı olarak yasanan bu anlam tecrübesini ba ka bir zaman kendisinde hazır bulsun ve farkında olmadan hatırlıyarak ya asın. Böylece genç kadın, canlı güzelli i ve yaratıcı zekasıyle günlerin kuma ını, ikisi için herkeste oldu undan çok ba ka türlü dokuyordu. Dönü te Tevfik Bey beraberlerinde ise onu Kanlıca'ya bıraktıktan sonra, suyun nefti bir atlas rengini aldı ı ve yer yer çok sık ve ancak birkaç yapra ının üstünde aydınlı ın cilasını ta ıyan bir defne ormanı gibi karanlı a gömülü yalı diplerinden geçme i seviyorlardı. Bu, gölgenin, sırrın, sükunun içinden geçmekti. Açık bir balkon veya mutfak kapısından, sahipleri henüz yatmamı evlerin pencerelerinden dökülen ı ıkların birinden öbürüne atlaya atlaya süren bu yarı deruni alem yolculu u, birdenbire geni leyen bir körfezde, ayla, aydınlıkla kırılır, Bo az'ın geceyarısından sonra kazandı ı o acayip durgunluk içinde bazen bir projektör, yükselen bir dalganın tepesinde onları yakalar, imdiye kadar hikayesini duyduklarımızdan ayrı bir gö e çıkı ın tablosunu hazırlıyormu , onları bilinmedik yüksekliklere alıp götümek istiyormu gibi, üzerlerinde ısrarla dururdu. Nuran, kendisi yokken görmedikleri bir yı ın eyin arasından, onları aydınlatarak gelen bu aydınlı ın a ında a ırır, Mümtaz'a sarılırdı: -Bir yatakta yattı ımız zaman rüyamda korkarsam, sana böyle sarılaca ım. Bazen etraf, iri bir firuze içinde ya ıyorlarmı gibi yalnız sakin parıltı olurdu. Karanlık su, yıldızların uzattı ı büyük mücevher salkımlariyle dolar, kıyıdaki gölgeler, öbür kıyıdaki sandalları kovalar gibi adeta yanıba larında yürürdü. Gündüzleri o kadar vazıh, her kenarı, her kıvrımı ayrı ayrı i lenmi gibi meydanda ve berrak güne altında yalnız kendisi olan koyların, tepelerin, koruların birdenbire kendilerinin de içinde bir vehim, bir hayal oldukları bu rüya hali Mümtaz için sade o ana ait bir lezzet de ildi; belki o anda sanatın büyüye yakın sırrını bulurdu. Nuran'a sık sık: -Bu senin ruhunun içinden geçme e benziyor, dedi i zaman, ayrı ayrı nizamlarda üç güzelli in, sanatın, sevilen tabiatın ve hiç bir cazibesi kaybedilmeyen kadının birbiriyle kendi ruhunda nasıl



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 144 / 279



karı tı ını, ne acayip. büyüye ve rüyaya yakın bir kıyaslar alemini bir tek realite gibi ya adı ını kendi de farkederdi. Onun için ara sıra kendisine sorardı: -Birbirimizi mi, yoksa Bo az'ı mı seviyoruz?- Bazen çılgınlıklarını ve saadetlerini eski musıkinin getirdi i co kunlu a yorar, -Bu eski sihirbazlar bizi ellerinde oynatıyorlar...- diye dü ünür ve Nuran'ı onlardan ayrı dü ünme e, yalnız ba ına ve kendi güzellikleri içinde arama a çalı ırdı. Fakat halita onun zannetti i kadar sathi olmadı ı, Nuran, hayatına birdenbire geli iyle kendisinde öteden beri mevut olan, ruhunun büyük bir tarafını yapan eyleri aydınlattı ı adeta kendisini kabule hazır eylerin arasında saltanatını kurdu u için, artık ne stanbul'u, ne Bo az'ı, ne eski musıkiyi, ne de sevdi i kadını birbirinden ayırma a imkan bulurdu. Çünkü Bo az onlara mazisiyle. hiç olmazsa bazı mevsimlerde kendili inden ayarladı ı günün saatleriyle, o kadar canlı hatıranın konu tu u de i ik güzelli iyle, hazır bir hayat çerçevesi getiriyordu. Eski musıkiye gelince, o kadar sıkı nizamlar içinde kıvranan, fırtına ve gül ya murlarını bo altan diyonizyak cümbü üyle, insana telkin etti i bütün ömrünce tek dü üncenin, tek ihtirasın avı ve nezri olmak, onun oca ında yanıp kül olduktan sonra, tekrar yanıp tekrar kül olmak için dirilmek fikri ve birbirlerini çok eski ve adeta unutulmu güzelliklerin içinden arayıp bulmak zevkiyle bu hazır ve her türlü ihtimali kar ılayacak derecede zengin hayat çerçevesini doldurma a te vik ediyor, bunu yapabilmenin yolunu gösteriyor, onu ya ama a içten onları hazırlıyordu. Kaldı ki, eski musıkimiz insanı yok eden, yahut bir hayranlık duygusunda tüketen sanatlardan de ildir. Bütün o evliya ruhlu ve tevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek olursa olsun, insan hayatının içinde kalıyorlar ve onu bizimle beraber ya amaktan ho lanıyorlardı. Böylece Nuran, Mümtaz için, benli ine sımsıkı ba lanan bu iki yardımcının sayesinde bütün eski, güzel ve asıl eylerin fani varlı ında hayata döndü ü, ya adı ı esrarlı mahluk, zamanı kendi nefsinde ve güzelli inde yenmi mucizeli mevcut oluyor, onda sanatının ve iç aleminin nizamlarını buluyordu. Onun yanıba ında bulunması, onu kucaklaması, sevmesi, genç kadının varlı ını a an kudret haline gelmi ti. te bu gece dönü lerinde Mümtaz'ı o kadar çıldırtan ey, genç kadının kendi muhayyilesinde aldı ı bu masal ve din çehresiydi. Mümtaz, Nuran'ın a kıyle bir kültürün mirasını ya adı ını, Nevakarın nakı ve çizgisi daima de i en arabeskinde, Hafız Post'un rast semai ve bestelerinde, Dede'nin u ultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgarında onun ayrı ayrı çehrelerini, aynı Tanrı dü üncesinin büründü ü de i iklikler gibi gördü ünü söyledi i zaman, hakikaten bu topra ın ve kültürün asıl yapıcılarına bir bakımdan yakla ıyor ve Nuran'ın fani varlı ı gerçekten, bir yeniden do u un mucizesi oluyordu. Çünkü bize mahsus, ta cedlerimizden beri gelen ve terbiyesi en tene ba lı türkülerimizde bile hiç olmazsa kanlı bir ehvet rüyası halinde tekrarlanan sevme tarzı, sevgilide bütün kainatın toplanmasını isterdi. stanbul'un, Konya'nın, Bursa'nın,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 145 / 279



Kır ehir'in evliyalariyle halk türkülerinin anlattı ı efe, dada a kları, çocuklu una kulak verdi i zamanlar unutulmu senelerin içinden gelen bütün o gür, hasretle arzuyle, kendisini tüketmek ihtiyaciyle dolu na melerin, Bingöl ve Urfa a ızlarının, Trabzon ve Rumeli türkülerinin kanlı ve bıçaklı maceraları bu sevme tarzında birle iyorlardı. Onun için Mümtaz bu kainatın kanlı bıçaklı devrinde tek bir a ka ve Fransızlardan bize geçen tabiriyle -küçük bir kadın- vücudunun güzelli inde kendisini hapsetmekten müteessir olmuyor, kendi iç aleminin bu a kla ta ta kurulmasını seyrediyordu. Ya Vaniköy'de fabrikanın yanıba ında veya Kandilli'nin öbür ucundaki bo rıhtımlardan birine çıkarlardı. Yolun geri kısmında onun yorgunlu unu kendi vücudunda payla mak Mümtaz'ın zevklerinin sonuncusu olurdu. Sonra Nuran'ın evinin duvarlariyle, talihinin öbür yüzü gibi kar ıla ır, ondan kapıda ayrılırdı. Beraberinde genç kadının yirmi dört saatinden o kadar canlı ve güzel eyler götürmesine ra men, Mümtaz bu yalnız dönü leri hiç sevmezdi. lerlemi saatin, sessizli in, hazdan yorgun dü mü sinirlerin, yalnızlı ını daha koyu, daha tahammül edilmez yaptı ı bu dönü lerde, Mümtaz'ın içinden geçenleri Nuran çok defa bilmezdi. Mümtaz Nuran'ı her eve bırakı ında bunu sonuncu zannederek korkardı. Ona göre insan ruhunun en az tahümmül edebildi i ey, belki daha ötesi olmadı ı, kendimize mühlet vermeden ya ama a mecbur oldu umuz için olacak- saadettir. Istırabın içinden geçeriz. Tıpkı çalılık, ta lık bir yolda yürür, bir bataktan kurtulma a çalı ır gibi ondan sıyrılma a çalı ırız. Fakat saadeti bir yük gibi ta ırız ve bir gün farkında olmadan yolun bir ucunda, bir kö eye bırakıveririr. Hapishanelere bakın, mahkeme zabıtlarını, günün olanını bitenini ince satırlarla bir kö eye kaydeden gazete kolleksiyonlarını karı tırın, daima bir gün kendi saadet yükünü ta ımaktan bıktı ı için bir tarafa atılıvermi biçareleri görürsünüz. Mümtaz bunu bildi i gibi mesut olduklarını da biliyor ve onun için bu saadetin bir gün kaybolmasından korkuyordu. Evlenmelerinin gecikmesi, genç kadının bu kadar beraber ya amak arzusuna ra men bir türlü evlenememeleri, onu içten içe kederlendiriyordu. Ayrı evi olmanın hakiki manası, ayrı vazifelerin, ayrı hazların, ayrı ıstırapların da bulunması demekti. Nuran iki hayatı birden ya ıyordu. Bu demektir ki, çok tehlikeli bir muvazene içindeydi. Bu muvazene birdenbire herhangi bir a ırlıkla kendi aleyhine dönebilirdi. Daha o zamanlardan genç kadının bu yazı bir istisna gibi kabul etti ine inanmı tı. Onda sonrası için, yalnız zamandan bir eyler ümit eden bir hal seziyordu. Kendisine bir gün, -Bu yaz, bizimdir Mümtaz, her delili i yaparız- demi ti. Mümtaz'ın kafasında bu cümle Nuran'ı



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 146 / 279



kaybetmek korkusu ile binbir kılı a girmi ti. Bununla beraber bu zalim dü ünceler uzun sürmez, her fikir zıddiyle beraber geldi i için, Mümtaz onlardan çabuk kurtulurdu. Hayatına iyice girdikten sonra Nuran Mümtaz'ın muhayyilesinde birçok kıyafet de i tirmi ti. Daha do rusu, korkutan ve hayran eden Nuran'ların yanıba ında sırf kendisi için yaptı ı fedakarlıklarla, hiçbir serzeni ve ikayette bulunmadan hayatını onun için ikiye bölü üyle bir üçüncü Nuran daha peyda olmu tu. Bu arzudan, a ktan, hayranlıktan daha yüksek, daha derin, ahsına ait her türlü kaygıdan uzak, içinde sonsuz bir med gibi yükselen efkat duygusunun Nuran'ı idi. Mümtaz onu kendisinden uzak da olsa, daima mesut, daima yekpare bir ruh ahengi içinde görmek isterdi. Bu duyguyu kendisinde bulması Mümtaz için hakiki bir selamet, hatta bir nevi olgunluk oldu. O zaman içinde ya adı ı saadeti kendisine sadece ahsına ait bir ey gibi görmeme e ba ladı ve ruhu insan talihine ba ka türlü açıldı. Te rin ortalarına do ru saadetleri yava yava gölgeleme e ba lamı tı. Her ikisi de kendi içlerinde bu saadetin bir nevi durgunluk içinde mumyalanma ı andırdı ını müphem surette duyuyorlardı. Kanlıca kahvesinde bunları konu tular. Bu en güzel günlerinden biri olmu tu. Nuran'la sabahleyin yalıda bulu mu lar, ö lene do ru Emirgan'a geçmi lerdi. Ak amüstü iskeleye indiler. Emirgan kahvesi ve meydan serin ve tenhaydı. Emirgan'dan ayrıldıkları zaman güne epeyce arkaya kaymı tı. Onun için kar ı yaka do rudan do ruya ak am ı ı ını alıyordu. Bu, çok hasretli, sıcak, insanı kavrayan ve bo azına tıkılan, gö süne eski bir türkü gibi çöken bir ı ıktı. Ba tan a a ı parıltı olan bir denizde bu ı ı a do ru gitmek, her gün yaptıkları yolculuklardan ziyade iyi bir talihe, vadedilmi bir topra a do ru ko ma a benziyordu. Ne Mümtaz, ne Nuran o ak am ikide bir kabaran dalgaların lacivert rengini ba ka zaman gördüklerini pek hatırlıyorlardı. Bu lacivert rengi, sanki bir Fra Angelico tablosu hazırlanıyormu gibi koyu yaldız ve mücevher tozu ile birle tiren son bir dalga, hakikaten bu ressamın ve ona e it velilerin ruhlarındaki ma firet tufanı gibi ı ık içinde bir dalga onları Kanlıca iskelesine adeta fırlattı. O kadar ki kayı ın bir ucu neredeyse rıhtımda kalacaktı. Mümtaz bütün ömrü boyunca etrafı bu kadar mesut görmemi ti. Bu kendi içinin saadeti de ildi. Belki bütün kainat, insan, ev, a aç, önlerinden denizi yalayarak geçen yelkovan ku ları, küçük hayvanlar, biraz ötedeki karpuz ve kavunlar, hepsi çok uzun bir uykudan uyanmı gibiydiler. Hatta iskelede yakası açık. balık tutan polisin oltasında sallanan biçare bir izmarit bile ömrünün en güzel anını ya ıyormu gibi bu aydınlık içinde, oltanın gidip geli iyle kendi kısa ömrünün sonunu sayan bir rakkas olmaktan mesut görünüyordu. Polis belki de etraftaki bu renk cümbü ü kendisini a ırttı ı için, yahut genç kadının yüzündeki saadet hissi ho una gitti i için, açık yakasına, kemersiz ceketine uymayan bir ciddiyetle çok resmi bir selam vermi ve -Ho geldiniz efendim, aya ınız u urlu imi .- diye



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 147 / 279



oltasiyle sabır ve tahammülün bu beyaz pul pul sembolünü adeta ba larının üzerinden geçirerek onları selamlamı tı. Bu yarı resmi ve oltada can çeki en izmaritle hemen hemen trajik kar ılanmaya gülerek kahvenin önüne oturdular. Kar ılarında iki hanım iskelede vapur bekliyor, arkada birkaç ihtiyar sükunetle ak amı tadıyorlardı. I ıktan, kenarlardan, hacimlerden, teknik oyunlardan ayrı, hepsinden üstün bir ey e yada gülümsüyordu. Bu adeta ya anmı bir zamanın hatırası idi. Bütün sıcaklı ı bir hatıra gibi derinden geliyordu. Yahya Kemal'in ortalıkta dola an beytini hatırlayan Mümtaz: -Kanlıca'nın ihtiyarları arkamızda, sonbahara hazırlanıyorlar... dedi. Nuran beyti yava ça okudu. Günler kısaldı. Kanlıca'nın ihtiyarları Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları. Ve ilave etti: -Bir insanın bir ehri böyle zaptetmesi beni hayran ediyor. Bu beyti her i ittikçe hatırıma Rodin'in Calais burjuvaları geliyor... Mümtaz: -Çok büyük bir ey, hiç de i miyecek bir ey yakalamı ... diye onun sözünü tamamladı. Bu sonbahar saati ancak böyle anlatılabilirdi. Her ey yazın bitti ini gösteriyordu. Sade bu dü ünce onlara çok mühim bir anı ya adıkları vehmini veriyordu. Bu vehim içinde etrafı dinlediler. Yaz bitti i için mahzundular. Birkaç gün evvel Nuran Mümtaz'a ilk kırlangıç kafilesinin ba ları üstünden geçti ini göstermi ti. Bu sabah da yalıya, yolda buldu u üç kuru me e yapra iyle gelmi ti. Ölüm kurdu yaprakları kenarlarından ısırmı , yava yava bir ak am kızıllı ı ile ortasına do ru yürümü tü. Yumu ak yaprak, bir ak amdan koparılmı gibi sert, madeni bir hal almı tı. Tek bir ku sesi, uzakta tıpkı bir orkestrada kemanlar ve viyolonseller arasında bir flüt sesinin birden uyanı ı gibi, acayip bir hasreti iki üç defa tekrarladı. kisi de bu hasretin arkasında çalı an, üphesiz onunla müphem surette alakalı, belki onu besleyen, böyle keskin yapan, fakat ondan ayrı faciayı dü ünüyorlardı. Bu anda büyük korularda a açlar nesglerinin gittikçe azaldı ını duyuyorlar, dallar ü üyormu gibi birbirlerine yana mak istiyorlar, kuru yapraklar en ufak bir sarsıntıda dü üyorlardı. Her taraf bir bahar gibi renkliydi. Sakız a açları erguvanlar gibi, fakat daha mahzun kızarmı lardı. -Bir sabah erkenden Emirgan korusuna gidelim. A açların adeta titreye titreye uyanı ı çok güzel oluyor...



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 148 / 279



Nereden kabardı ı bilinmeyen bir küçük rüzgarla harekete geçen bir bulut parçası, evvela bir gül bahçesi oldu, sonra ince ince parçalara ayrılarak ta ba larının ucuna kadar ilerledi ve orada yeleleri alevli siyah bir atın ön ayaklarına do ru bir halı gibi serildi. Kalktılar, yava yava yürüdüler. Da ile yalı duvarları arasındaki gölgeli yol alacakaranlıkta bir eski mabet dehlizine benziyordu. Bu dehlizde, duvarların üstünden kendileriyle beraber yürüyen ak amı dallar arasından seyrediyorlardı. Her eyin kendi yükü altında ezildi i bu saatte, elele içlerindeki garip talih sezi iyle Anadoluhisarı'na kadar geldiler. Orada iskelenin sa ındaki küçük kahveye girdiler. Gece adamakıllı inmi ti. Bütün iskele boyunu lüfer avına çıkmı sandallar kaplamı tı. Her ak amki e lencelerini, çok yabancı bir eymi gibi seyrettiler. O dakikada birisi hayata güvenip güvenmediklerini sorsa, ikisi de -hayır; fakat böyle oldu u için çok mesuduz!- cevabını verirdi... -Hayır... Fakat ne çıkar? Bu dakikada mesuduz. Yolda hep yeni tuttukları evi konu tular. Talimhane'de küçük bir apartıman bulmu lardı. Nuran'ın annesi bu sene Kandilli'de oturamıyaca ını söylemi ti. Tevfik Bey'in romatizmaları da epeyce rahatsız ediyordu. Belki de lüfer e lenceleri ihtiyar adama yaramamı tı. Onun için onlar stanbul'a geçeceklerdi. Mümtaz, Dünyada tek ba ıma burada oturamam!- demi ti. Zaten Kandilli'de otursalar bile, o sessizlik ve tenhalık içinde yazın oldu u gibi rahatça bulu malarına imkan yoktu. Evden memnundular. Nuran'ın beceriklili i sayesinde oldukça ucuz dü mü tü. Evi dö erlerken Mümtaz stanbul'a bir zaman ne kadar çok ecnebi e yası geldi ini anladı. Hemen her koltukçu dükkanında her nevi üsluptan mobilya vardı. Mümtaz Nuran'la onların arasında dola ırken stanbul'da de i en zevk ve hayat standartlarını dü ünüyordu. --Hiç üphesiz kafamız da böyledir.Sonra, Fatma'nın sıhhatinden bahsettiler. Nuran'ın bütün üzüntüleri bu noktada toplanıyordu. Mümtaz Nuran'ın evinde ve Tevfik Bey'le geçirece i bu geceye kaç günden beri hazırlanmı tı. Kandilli'den ta ınmadan evvel, Nuran'ın içinde ya adı ı bu evin, onu tanımadan evvelki günlerini bir kere daha kendisine verece ini sanıyordu. Çünkü bu hulya adamı birkaç türlü ya amasını biliyor ve seviyordu. Onun için bahçede yemek yerlerken, Tevfik Bey'le konu urken, Nuran'ın annesine cevap verirken, genç kadının çocukluk rüyalarını, uzun sonbahar gecelerinde sarsılan camları ve yaprakları hı ırdayan a açların küçük Nuran'ın uykularına ilham etti i hayalleri pekala dü ünebilirdi. Fakat Fatma'nın hırçınlı ı bütün bu hulyaları imkansız yaptı. Çocuk, Mümtaz'ın daha kapıdan ayak attı ını görür görmez aksili e ba ladı. Vakıa genç adama kar ı herhangi bir ey yapmıyordu. Yalnız ikide bir ortadan kayboluyor, herkesi meraka dü ürüyor, ufak tefek



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 149 / 279



ha arılıklar ediyor, Nuran Mümtaz'la konu urken sözü kesmek için daima bir bahane uyduruyordu. Buna mukabil Mümtaz'la ahbapça konu uyor, yeni gitme e ba ladı ı mektepten, arkada larından bahsediyordu. -Ya ım büyüdü. Artık bebeklerden bıktım. Arkada lık için kedi, köpek, böyle bir hayvan istiyorum. Mümtaz, isterse kendisine bir küpek yavrusu hediye edece ini söyleyince birdenbire ka ları çatıldı. Onun getirece i bu köpek yavrusu ile nasıl oynayabilirdi? Adeta dü manın müttefikini eve sokmak gibi bir eydi. - stemem...- dedi. Etraftan, -Böyle mi denir yavrum? Te ekkür etsene...- diye ısrar edilince büsbütün a ırdı. Mümtaz'ın önünde azarlanmak ona çok a ır gelmi ti. Dudakları titriye titriye -Te ekkür ederim...- dedi ve ortadan kayboldu. Mümtaz bu anda izin alıp gidebilseydi belki de hayatı büsbütün ba ka bir ekil alırdı. Fakat talih kalmasını istedi. Zaten sakınmak sevkitabiisiyle do mu insanlardan de ildi. Hayatının her hadisesi onu yolun ortasında açık bir hedef gibi bulurdu. Bu sefer de öyle oldu. Ne Nuran'ı ne de Tevfik Bey'i bırakabildi. Yeme e davetliydi, kalacaktı. Sekize do ru rakı sofrasına oturdular. htiyar adam bu i teki bütün maharetini sarfetmi ti. Ya ar bile sofrayı görünce bütün sıhhat endi elerini bir kenara atarak bir iki kadeh rakı içme e karar verdi. Ak am güzel ba lamı tı. Süren ya murlara ra men ortalık sıcaktı. Bahçede nar a acının dibinde, sonbahar ak amlarının birden çöken karanlı ında tek bir lamba altında bu ak am keyfinde Mümtaz'ı içten yakalayan bir ey vardı. Hemen herkes ne eliydi. Nuran bile günlerdir kendisini bırakmayan sıkıntılardan kurtulmu a benziyordu. Fatma'nın sofraya geli i bütün havayı bozdu. -Beni de alın, ne olur, yalnız ba ına yemek yemiyeyim...- diyordu. Fakat biraz sonra Mümtaz'la Nuran'ın kar ı kar ıya oturmalarına tahammül edemedi. Bunlar hep alı ılan eylerdi ve Tevfik Bey'in anlattı ı meddalı hikayesi bütün bu küçük huysuzlukların üstünden a ıyordu. Üçüncü kadehte Fatma, içeride unutulmu bir eyi almak için yerinden kalktı ve bir daha sofraya dönmedi. Kuyunun ba ında kendisine raks ile ko ma arasında bir e lence icat etmi ti. Ellerini yeni do mu aya sanki kendi attı ı topu yakalamak ister gibi kaldıra kaldıra oynuyordu. Yüzü garip bir sevinç içinde, bütün di leriyle gülüyordu. Hemen herkes oldu u yerden onu seyrediyordu. Sonuna do ru kahkahaları arttı ve hareketleri daha çabukla tı. Kendi üzerinde her dönü te ellerini çırparak iki yanına indiriyor, sonra yine yukarıya, ayın altın topuna do ru bütün vücuduyle uzatıyordu. Mümtaz bu küçük çocu un hareketlerindeki ritme a ıyor, -Elime bir geç, ben seni nasıl yeti tiririm görürsün!- diyordu. Fatma'ya garip bir ba lanı ı vardı. Bu, biraz Nuran'ın çocu u olmasından, biraz da ıstırabını anlamasından geliyordu. Çocukları sevmekle beraber, Fatma'nın halinde kendi çocuklu una benzer bir ey buluyordu. Daha genç ya ta ve ba ka ekillerde olmakla beraber,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 150 / 279



onun keder ve kıskançlı ında kendi çoculu unun yalnızlı ına benzer bir hal vardı. Ve muhakkak bir gün Nuran'ı kıskanacak olursa Fatma'ya çok benzeyece ini, onun gibi huysuz, somurtkan ve içli olaca ını biliyordu. Zaten o dakikada onu kısa mavi entarisi ve ince bacaklariyle eri ilmez tabakalar arasında bir seyahate hazırlanmı gibi kendi sevincinin hızında döner görüp de be enip sevmemek kabil de ildi. Fakat içinde garip bir rahatsızlık da ba lamı tı. Bu kahkaha ve artan sürat isteri nöbetine çok benziyordu ve sonuna do ru ahenkli hareket bir nevi yarıda kalmı dü me tecrübelerine benzemi ti. Bunu büyük annesi. Nuran, hepsi farketmi olacaklar ki yeter Fatma, dü eceksin...- diye ba ırmı lardı. Fakat onlar ba ırdıkça çocuk hızını arttırıyordu. Nihayet Mümtaz mukadder gördü ü bir felaketi önlemek için yerinden fırladı. Fakat gecikmi ti. Fatma kuyunun kenarında yerde upuzun yatıyordu. Mümtaz onu kaldırırken Ya ar da yanına geldi. Çocu unun vücudunda belli ba lı bir yara yoktu. Diz kapakları hafif sıyrılmı tı. Fakat deminki isterik gülü güçlükle çözülen bir hıçkırık yuma ı olmu tu ve vücut kaskatıydı. te o zaman günün Mümtaz üzerinde o kadar tesir yapan hadisesi oldu. Ya ar, çocukla me gul olaca ı yerde ona dönerek çok yava , adeta yılan ıslı ına benziyen bir sesle -bırakın u çocu u- dedi. Yaptı ınız yeter... öldürecek misiniz-. Mümtaz onun o andaki bakı larını sırtında bütün ömrünce çok so uk bir ey gibi duyaca ını anladı. Hiçbir zaman öldürmek arzusu denen eyin kendisini bu kadar kuvvetle tek bir bakı ta if a etti ini görmemi ti. Bu bakı ların yanında bıçak, zehir, hatta demin kula ının dibinde ıslık çalan ses masum e lenceler halinde kalırdı. Buna ra men çocu u alt kattaki kı lık odaya ta ıyan Mümtaz oldu. Ya ar içini bo alttıktan sonra sadece seyirci kalmı tı. Çocu u kanapenin üstüne yatırıp pe inden gelen Nuran'a emanet ettikten sonra Ya ar'daki de i ikli i farketti. Kapının yanında ayakta duruyordu. Yüzü bembeyazdı ve ba tan a a ı ter içindeydi. çinde esaslı bir zemberek bo almı gibi yere yı ılma a hazır tirtir titriyordu. ster istemez -ne oldunuz? Neyiniz var!- diye sordu. Ya ar cevap vermeden yukarı çıktı. Bahçeye döndü ü zaman Tevfik Bey'i oldu u yerde buldu. htiyar adam hiçbir ey olmamı gibi sakindi. Biraz sonra Nuran geldi. Fakat geceyi devam ettirmek kudretini üçü de kendilerinde bulamadılar. X O gecenin sabahında Nuran erkenden Emirgan'a geldi. Bu, Mümtaz'ın evine habersiz ilk geli iydi. Bütün geceyi uykusuz geçirmi ti. Fatma'nın hırçınlı ı gelece e ait ümitlerinden bir zaman için olsa bile vazgeçmeleri lazım geldi ini ö retmi ti. Ya ar'ın çocu u yerden alırken Mümtaz'a fırlattı ı o kin dolu bakı ı hala çok kötü ve zalim bir ey gibi içinde hissediyordu. Ya ar zavallı bir budala idi. Fakat annesi bu budalayı dinlerdi. Yakında belki onu da evlenmelerinin aleyhine döndüreceklerdi. Hulasa bir yı ın engel vardı. Eninde sonunda Mümtaz'dan vazgeçme e mecbur kalacak, yahut çok delice bir i yapacaktı. Her



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 151 / 279



ikisinin de hayatı zehirlenecekti. Mümtaz da gece uyumamı tı. Hatta yata a girmek zahmetine bile katlanmamı tı. Geç vakte kadar urada burada dola mı , sonra alt katta sofada oturmu , kendisini bir türlü veremedi i eyler okuyarak sabahı etmi ti. Nuran'ı kar ısında görünce i de i ti. Nuran, onu seviyordu. Nasıl olsa bu i in içinden çıkacaklardı. Bahçede biri yeni boyanmı küçük bir çiçek fıçısının üstüne oturmu , öbürü ayakta bir dala tutunmu konu tular. Mümtaz'ın fikri basitti. Gizli olarak derhal evlenmeliydiler. Müddet biter bitmez -daha bir ay vardı;- müracaat ederlerdi; bu i bir çırpıda halledilirdi. Emrivaki kar ısında ne Fatma, ne annesi bir ey diyebilirdi. Bir çocuk üç gün a layabilirdi. Nuran, dayısının da böyle dü ündü ünü biliyordu. --Vakit geçirmeyin... Bir çocuk fantezisi için insan saadetini tehlikeye atmamalıdır...Fakat Nuran annesinin üzülmesinden korkuyordu: -Hele habersiz... Dünyada olmaz, o gün ölür, diyordu. Evde kendisine sorulmadan bir sandalyenin yerinden kalkmasına razı de il, yüre ine iner. -Hiçbir ey olmaz... -Sonra Fatma'yı dü ünün... Ya bir münasebetsizlik yaparsa. Bütün ömrümüz zehir olur... Ben Fatma'yı tanıyorum. Nasıl insanlar içinde ya adı ımı biliyorum. Genç kadın ümitsizdi. -Göreceksin Mümtaz, eninde sonunda bizi harap edecekler... Mümtaz onu daha fazla üzmek istemedi. Nihayet arada vakit vardı. Zaten bildikleri bir eyi öyle bir yoklamı tı. -Bekleyelim... dedi. Sen benden vazgeçmezsen her eyin çaresi bulunur. Nuran önünde ba ka bir uçurum daha açılmı gibi geriledi: -Bana dokunma Mümtaz... dedi. Bütün felaketim, herkesin bana yüklenmesinden geliyor. cap ederse kendi ba ına kalabilece ini dü ün... Kendi ba ına ya ayamıyanlar beni böyle harap ediyor... Sözlerinin beyhude oldu unu biliyordu. Mümtaz da onlardandı. Bu talihiydi. Herkes biçare bir kadının omuzlarına yükleniyordu. Daha dün Fahir'den bir mektup almı tı. -Sensiz ya amak çok güç... ster misin her eyin üstünden geçelim. Kendimize yeni bir hayat yapalım. Çocu umuzun etrafında!- Bu muhakkak Adile'nin i i olacaktı. Kim bilir Fahir'in kıskançlık damarlarını nasıl kudurtmu tu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 152 / 279



Nuran'ın bu tahmini do ruydu. Yalnız bir nokta daha vardı. Emma Fahir'den ayrılmı , sveçli zenginle Paris'e gitmi ti. Rasyonel hayat hulyalarında daima kötü bir tesadüfün karı masından ikayetçi olan Emma bu sefer Cenubi Amerikalı yat kaptanına ma lup olmamı , hatta bu cazip tehlikeyi yeni a ıkından uzakla tırmı tı. Onun için Fahir, eski karısına dönmek istiyordu. O himaye edece i, arkada lı ını yalnız kendisine hasrdebilece i bir kadına muhtaçtı. Uzvi anla mamazlıklarına ra men Nuran'da bu arkada lı ı tanımı ve sevmi ti. imdi bu sıcak mahremiyetin yoklu u her an için bin türlü hayalle canlanıyordu. Kaldı ki; Adile Hanım iki üç tesadüfte ona Nuran'ın Mümtaz'ı sevdi ini, onunla ne kadar mesut oldu unu anlatmı tı. -Do rusu Fahir, Nuran'dan yana üzülmene lüzum yok. Kız mesut. Sen de mesutsun. Zaten birbirinizi anlamıyordunuz... Fakat ben çocu a acıyorum. Arada harap olacak... -Birbirlerini seviyorlar... Bütün Bo az onların! Görsen hiç eski Nuran de il... Senin ona yaptı ın fedakarlıkları dü ünüyorum da... Adile Hanım bir asab krizi hazırlamakta, uyumu ihtirasları canlandırmakta gerçekten kudret ve hususi metod sahibiydi. ki, üç konu mada Nuran'ı yalnız yeni a kının içinde göstermekle Fahir'de, bıktı ı ve yata ını kendi iste iyle terketti i karısının çok yeni ve hiç tatmadı ı bir hayalini yaratma a muvaffak olmu tu. Onu dinlerken Fahir, Nuran'ı hiç tanımadı ını anlıyor ve Adile Hanım tekrar bir anla ma imkanından hiç bahsetmedi i için, Fahir'e Nuran'ın sevgisi ebediyen kaybetti i bir cennet gibi görünüyordu. Öbür taraftan ise Fatma'nın hayatı ve talihi üzerinde en hissi bir romancı gibi duruyor, kızın biçareliklerini durmadan anlatıyordu. Fakat bununla da kalmıyordu. Eski üniversite arkada ı Suat da Nuran'a bir mektup yazmı tı. -Konya'dan hasta ve harap- gelece ini, sanatoryumda yattı ını söylüyor, eski dostluklarını hatırlatıyor, yalnız sen beni iyi edebilirsin!- diyordu. Nuran Suat'ın vaktiyle kendisini sevdi ini biliyordu. Fakat Fahir'i ona tercih etmesiyle aralarında her eyin kapandı ını sanıyordu. Üstelik Suat Mümtaz'ın akrabasıydı. -Beni ara sıra gör. On senedir yalnız senin için ya adım. Sana muhtacım!- diyordu. Suat'la aralarında hiçbir ey yoktu. Fakat ona muhtaçtı. yi ama, kendisine kim yardım edecekti? stedi i huzuru ona kim verecekti? Yava yava yarı ehir sırtına yüklenmi ti. Halbuki kendisine yardım eden yoktu. --Ben hastabakıcı de ilim.Mümtaz genç kadının nerde ise a layaca ını gördü. Onu kolları arasına aldı. -Bana güven... Göreceksin her ey düzelecek...



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 153 / 279



-Hiçbir sey düzelmez Mümtaz... Bizim hayatımız böyle gidecek. Sen kendini kurtar... Ben mahkumum... Mümtaz scvgilisini o güne kadar böyle bir yeis içinde görmemi ti. Bu sade Fatma'nın münasebetsizli i yüzünden olamazdı. Buna aylardır alı mı lardı. -Ne oluyorsun, ba ka bir ey mi var?.. -Ne olaca ım, herkes bana yükleniyor... Al oku... Ona iki mektubu da uzattı. Fahir'in mektubu kısa, bir yı ın manasız ikayetle doluydu. Bütün hatalarını diledi i tek bir afla unutma a hazır bir hali vardı. Fakat Suat'ın mektubu garipti. Bu evli adam, Mümtaz'la Nuran'ın sevi tiklerini ve evleneceklerini bile bile, ona a ktan bahsediyor, ça ırıyor, gel! diyordu. Sanki delinen ci erle beraber bu on senelik veya daha eski a k da bir yanarda gibi patlamı , Koch basili yerine bir yı ın ate li kelime, ikayet ve yalvarma savuruyordu. Evlilik hayatının mahremiyetlerini sayıyor, stanbul'dan uzaktaki hayatının manasızlı ını anlatıyor, Nuran'dan ba ka hiç kimse ile mesut olamayaca ını üst üste söylüyordu. Ne karısı, ne çocukları gözündeydi. -Sana muhtacım... Sensiz harap olaca ım... Hayatımda birçok eyleri denedim. Fakat yanımda sen olmadı ın için... Bugün i te bir sıfırım.Mümtaz bu mektuptan öbüründen fazla korkmu tu; çünkü Suat'ı yakından tanıyordu. O ta çocuklu undan beri kar ısına çıkmı tı. Mümtaz'a bir türlü tahammül edemeyi ini bütün ev halkı bilirlerdi. Bununla beraber ona kar ı bir nevi sevgisi de vardı. Bazen Mümtaz, Beni hsan'dan kıskanıyor...- diye dü ünürdü. Suat'ın bazı kuvvetleri oldu u muhakkaktı. Çok okur, cesur dü ünürdü. Evlilik hayatında pek mesut olmadı ını da biliyordu. Kendisiyle muttasıl alay etmesine, onu a ırtmaktan ho lanmasına, bazen garip mizacıyla açıkça dü manlık etmesine, onu içinden yıkma a çalı masına ra men Mümtaz da Suat'ı severdi. Sever ve ondan korkardı. Fakat bu cinsten bir hareketi beklemezdi. Nitekim Suat, Nuran Fahir'le sevi ince hemen o da evlenmi , genç kadından çok uzaklara gitmi ti. Mümtaz bu a kın yenile mesinin hastalı ın verdi i bir i'tisaf arzusu oldu unu anlıyordu. Mektup ancak o cins hastalarda görülen sabırsızlık, bedbinlik ve ikayetle dolu idi. Onun için bu mektuptan daha fazla korkmu tu. Fakat korktu u ba ka bir ey daha vardı. O da, Nuran'ın etrafına kar ı bu kadar müdafaasız olu uydu. Bu iki mektubun genç kadını böyle harap etmesinin ba ka manası olamazdı. O anda Mümtaz, Nuran'ın dü üncesinin bir ucunun Fahir'de, öbür ucunun Suat'ın hasta yata ının ba ucunda dola tı ına emindi. Genç adam bu zalim endi e içinde dü ündüklerini ke fetmek korkusu ile sevdi i kadının yüzüne bile bakamadı. Ve belki de bu yüzden, herhangi bir ey yapmak için mektupları yava yava yırttı. Nuran oldu u yerde kendisinden medet uman bu mektupların yırtılı ını uzak bir ey gibi seyrediyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 154 / 279



-Benim bildi im Suat yaz ba ında hastaydı, imdi iyi olmu olması lazım. Genç kadın oturdu u boyalı fıçıya, bahçenin dün ak amki ya murdan ıslak otlarına, kestanenin buru mu yapraklarına baktı. Sanki bilinmeyen eylerle zengin, a ır, iyi hazırlanmı bir renge benziyen bir güne bahçeyi dolduruyordu. Mevsim bitmi ti. Hayatın sade a k ve e lence, sadece fantezi ve co kunluk tarafı tükenmi ti: Yalnız bir yük gibi ta ınacak tarafı kalmı tı. Fakat her taraftan o kadar çok ey uzanıyordu ki, hangisini yüklenece ini bilmiyordu. En iyisi, en yakınında olanına, sevdi ine kendisini teslimdi. Omuzunda Mümtaz'ın kolu, o kadar mesut oldu u, her karı topra ı için ayrı hulya kurdu u bahçeyi geçti ve eve girdi. Mümtaz için bugün dünden a ır tecrübe idi. Sevdi i kadını rahat bırakmıyacaklardı. Bunu biliyordu. nsanlara açık bir tarafı vardı. Onun için behemehal evlenmeliydiler. Fakat... -Onu zorlayabilecek kudreti kendimde bulabilecek miyim?..Kendisine güvenmiyordu. Hayatta kendisi için tek bir adım atamıyacak kadar zayıftı. Bunu u dakikada ö renmi ti. O gün hiç de güzel bir gün olmadı. Bir yı ın kalabalı ın içinde imi ler gibi birbirleriyle adeta uzaktan, bir perde arkasından konu tular. Mümtaz arada büyük enterseptörler varmı gibi, sanki Fatma'nın, Ya ar'ın, Fahir'in, Suat'ın dima ları çalıyorlarmı gibi Nuran'ın sesinin kendisine çok uzaklardan geldi ini sanıyordu. Garip bir ekilde rahatsızdı. Düne kadar sadece sevdi i insanlar vardı. Bugün ise mantar gibi bir gecede biten bir yı ın dü man etrafını sarmı tı. Bütün hesaplarını kapattı ını sandı ı Fahir tekrar meydana çıkmı tı. Konya'da iki çocuk babası Suat, bir hastahane kö esinden hayatını zehirlemek için, öksürük, balgam ve pıhtıla mı kan arasından destan gibi mektuplar yazıyordu. Çocu u olmasını istedi i, öyle ba landı ı Fatma, onu mustarip etmek, sevmedi ini herkese göstermek, kendisinin bir kurban, bir öksüz oldu unu anlatmak için bütün bir dram hazırlamı tı. Hem de üç defa provasını yaptıktan sonra kuyunun kenarına dü mü tü. Nihayet sonra -Ya ar o ak saçlı budala, o anadan do ma bunak ona hiç yere dü mandı. Kim bilir, daha kimler, neler çıkacaktı? Asıl hazin tarafı kendisinin de içinde bu dü manlıklara kar ılık veren bir tarafın yava yava do masıydı. O zamana kadar, hatta babasını öldüren Rum palikaryasına bile dü man olmamı tı. Fakat imdi onda da kin ba lıyacaktı. Bunu, içinde kabaran hiddetten anlıyordu. Evet, Mümtaz da, birtakım insanlara dü man olacaktı. Bütün bunlar bir kadını sevdi i, onun tarafından sevildi i içindi. Bu a k gibi güzel ve asil bir eyden, bu kötü dünyamızda tek kurtarıcı saymamız, her selameti kendisinden beklememiz lazım gelen bir duygudan oluyordu. Bu ifritler ondan do uyordu. Yarın belki kendi kalbi de, tıpkı Fatma'nın, Ya ar'ın, Fahir'in kalbi gibi bir zehir çana ı olacak, insanlar arasında bir yılan gibi ıslık çalarak



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 155 / 279



gezecekti. Suat'ın mektubunu okurken onun humma ile sararmı parmaklarının sahifeler üzerinde gezindi ini gözüyle görür gibi olmu tu. Kötü, çok kötü bir eydi bu. Hastahane kö esinde, derdiyle pençele en bir adam, dı arıdakilerin dünyasını zehirleme e çalı ıyordu. Bu mektup elbette yalnız kalmıyacaktı. Hastalı ın verdi i i'tisaf arzusu, ona kim bilir daha neler yaptıracaktı? Bu, hastalı ın sıhhate, ne eye, iyi eylere ba lanması mıydı, yoksa sadece dü man olması mı? Talih bu hasta kafanın, sanatoryumda yatarken bütün özledi i eylerin Nuran'da toplandı ını dü ünmesini istemi ti ve böyle oldu u için Mümtaz imdi bir hastaya, yardıma muhtaç bir adama kızıyor, onun kemikleri çıkmı yüzünü yumruklamak istiyordu. Bu insan kaderinin bir kö esiydi. -Asıl kar ımıza çıkan odur, diye dü ündü. Asıl güre ece imiz ve hiçbir zaman yenemiyece imiz... nsano lu güzel eye dü mandı. Nasıl bilmeden kendi saadetini; ba kasının saadetini yıkmak isterdi? nsano lu huzurun, iyili in dü manıydı, kendi kendisinin dü manıydı. Belki de Suat hastalandı ı günlerde stanbul'dan aldı ı bir mektupta Nuran'ın kocasından ayrıldı ını ö renmi , bunu son bir fütuhat için fırsat bilmi ti. Eski bir hesabı kapamak arzusu... -Mademki stanbul'a gidece im, bu i i de hallederim... Yalnız bir kadın, eski bir ahbap, o kadar hatıra var ki arada... Ertesi gün hava ya murluydu. Mümtaz stanbul'a indi. Ufak tefek bazı i leri vardı. lerini bitirdikten sonra ehzadeba ı'na u radı. Suat hakkında bir eyler ö renmek istiyordu. Bütün gece onun yüzünden harap olmasına ra men, hastalı ını da ayrıca merak ediyordu. Yaz ba ında Ada'daki lokantada konu tukları eyler, Suat'ın jestleriyle, alaycı ve yıkıcı gülü leriyle ve her eyi affettiren o garip bakı larıyle bir bir hatırına geliyordu. korktu u gibi çıktı. Eve u radı ı zaman Ahmet'le Sabiha'yı iki kız çocu u ile oynar gördü. Sonra misafir odasında Macide'nin akrabasını gözkapakları i , yüzü yorgun, ona dert yanarken buldu. Bu, güzel, kibar, giyinmesini bilen bir kadındı. Halinde ıstıraptan ziyade yaralanmı gururun acısı vardı. Mümtaz onun anlattıklarını dinlerken Nuran'ın aldı ı mektubu hatırlıyordu. Bu yıkılmı kadını, o sekiz sahifedeki cümlelerden tek birinin kendisine söylendi ini i itmek diriltebilir, ba ka bir insan yapabilirdi. Fakat Suat karısıyle alakadar de ildi. O sadece Nuran'ı dü ünüyordu. Hasta kafası garip bir mantıkla ona çevrilmi ti. Konya'da genç kadının bahsetti i küçük çapkınlıklarını yaparken, daktilolarını ayartma a çalı ırken bile onu dü ünüyordu. Bu üzgün ellerin uzattı ı le ene kan kusarken, izin istidasına imza atarken yine onu dü ünmü tü. Hastahaneye girer girmez kendi kendine: --Bu ak am ona mektup yazmalıyım,- demi ti ve gözleri tavanda, yüzü humma ile gergin, gö sü hırıltılarla kalkıp inerken bu mektubun cümlelerini tekrar tekrar dü ümü tü. Mümtaz bir taraftan genç



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 156 / 279



kadının hikayesini dinliyor, bir taraftan da: - renç... renç... diyordu. Her ey i rençti. nsanlar arasında emiz, rahat hiçbir ey olamazdı. nsano lu saadetin dü manıydı. Onu nerede görse, nerede hissetse oraya hücum ederdi. çinde garip bir tiksinme ile evden çıktı. Yolda hızlı hızlı yürüyordu. Fakat genç kadının sesi kulaklarında talihinden ikayetine devam ediyordu: --Kendisini mahvetti, acıyorum, Macide... Bilsen ne kadar acıyorum... Benim talihim.Hepsi i rençti. Bu acıma, bu talih uuru da i rençti. Bu ba lanma, bu ikayet de i rençti. Suat'ın birdenbire pencereden dü en bir ta gibi hayatının ortasına dü mesi, Nuran'a o mektubu yazması, kendisinin bu hasta adamı u anda hayatının ayrılmaz parçası imi gibi hiç durmadan dü ünmesi hepsi i rençtiler. --Bilmezsin Macide çektiklerimi? Dü ün bir kere... Dokuz senedir...-Bütün hayatım senden uzakta, kendime bir muvazene kurabilmek için geçti. Fakat bir türlü muvaffak olamadım... Beni ararsın de il mi? O kadar korunma a muhtacım ki...--Ay olur bir kere çocuklarının yüzüne bakmaz. yi olsun da ba ka bir ey istemem!..Korkunç bir eydi bu. Bir insanın hayatını iki ucundan görüyordu; Nuran'ın ve Macide'nin akrabasının zaviyelerinden. Bu çifte bakı ın Suat'ı ortadan kaldırması, yok etmesi lazımdı. Fakat Suat ya ıyordu. O ate içinde odasına girip çıkan hastabakıcılarının vücutlarını seyrediyor. biraz iyile ince ahbaplı ı ilerletmek için gençlerine gülümsüyor, kollarına, yüzlerine dokunma a çalı ıyor, onlarla sadece erkek nahvetini if a etmesini istedi i üstün bir perde ile konu uyor, i lerine dair sualler soruyor, manalı latifelerle alay ediyor, bir ka ını kaldırarak cevaplarını dinliyordu. Yarın belki biraz iyile ince bu hastabakıcılardan azar i itecek, belki de tenhada bir de tokat yiyecekti. Fakat bunlar gizli olacak, doktorlarla kar ıla ınca mutlaka kendisine -beyefendi- diye hitap etmelerini isteyecek, politikaya, insan haklarına, umumi ahlaka dair en yüksek sesle konu acaktı. -Dokuz senedir...- Suat, dokuz sene hastalı ının arttırdı ı i tiha ile sa a sola saldırmı , genç ve körpe vücutlar dü ünmü , olgun kadınlar aramı , bir tünelin, bir demiryolunun çetrefil hesaplarını yapar gibi, kafasında visal ihtimalleri tartmı , -Bu kadında i yok, bunda var! demi ; burada sabır lazım, öbürü olursa, sadece arkada lıkla olur.demi ; beraber dans edebilmek, bir odada, bir evde yalnız kalabilmek için çareler dü ünmü tü. Evet, Suat ya ıyordu, hastahane odasında, kendi kafasının içinde, karısının i kin gözlerinde, çocuklarının ince boyunlarında, hayatlarına temiz çama ırla dolu bir dolaba karanlıkta giren kirli, yapı kan, parmaklarından pislik akan bir el gibi girdi i, öylece her rastgeldi ini avuçlayarak bula tırdı ı kadınlarda her eyde ya ıyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 157 / 279



Ve asıl felaket bu Suat, bildi i ve tanıdı ı Suat'tı. Ya mur altında nereye gitti inin farkında olmadan yürüyordu. Ara sıra iki bulut aralanıyor, cadde üstünde, evlerin kiremitlerine varıncaya kadar her ey aydınlanıyor, elektrik tellerinde, tepeleri alagarson kesilmi belediye fidanlarının yapraklarında titre en damlaların kısacık hayatını sadece aralarından geçti i için bir inci rüyası yapıyor; her ey, herkes çocukça bir ne e içinde yıkanıyordu. Sonra tekrar sa anak ba lıyor, ceketlerini ba larına örtmü çocuklar ko u uyorlar, daha ya lılar uraya, buraya sı ınıyor, cadde, evler, her ey siliniyordu. Siyah, bula ık, adeta kül rengi bir çamura benziyen bir perde herseyi kapıyor. Her ey ya murun mahbusu oluyordu. O büyük, akırtılarla her eyi dövüyor, tramvayların üstünden, polis kulübelerinin tahtasından, evlerin çatı ve kiremitlerinden sanki büyük orglar, klavsenler imi ler gibi sesler çıkarıyor; ara sıra bir im ek parlıyor, bu koyu, sıva ık çamur birden, fakat ba ka türlü aydınlanıyor, sonra tekrar ince ipliklerin a ı iniyordu. Mümtaz ba ı açık yürüyordu. Ömründe bu cinsten bir ıstırap duymamı tı. Sanki her eyden i reniyordu. Her ey onun için manasızdı. Her eyde Suat'ın kirli eli, Ya ar'ın o taptaze harema ası yüzünü çerçeveleyen beyaz saçları vardı. Demek böyleydi. Bir insan yirmi dört saatte de i ebilir, iki ki iye, iki zavallıya birden dü man olabilirdi. Sevilmeyen bir kiracı, hiç istenmeyen bir misafir gibi iki ki i, hayatınıza ta ınabilirler, oradan, sade mevcudiyetleriyle, sade güne altında nefes almaları, gezinmeleri, duygu ve dü ünce benzerlerini anlatırken aynı kelimeleri kullanmalariyle sizi zehirliyebilirdi. Bir taksi önünde durdu. oför, ocaktan yeti me bir külhanbeyi sevimlili iyle -götürelim a abey...- dedi. Mümtaz etrafına baktı. Bilmeden, Sultanselim'e kadar gelmi ti. Camiin biraz ilerisindeydi. Bir an bu eski camiin serinli inde kaybolmak istedi. Fakat ya murun altında her ey öyle sefildi, içinde o cinsten üzüntüler kıvranıyordu ki, nereye gitse ölesiye sıkılacaktı. oförün açtı ı kapı önünde kendikendine sordu: - yi ama, nereye?.. oför aynı eda ile: -Nereye isterseniz beyim... dedi. -O halde Köprü'ye... Ba ı dönüyor, midesi bulanıyordu. Bütün gün bir ey yememi ti. Bir an evvel evine gitmek istiyordu. Fakat bu ya murda, evde ne yapacaktı? Nuran bugün yoktu; zaten gelmi olsa, bile dönmü olurdu. Yazı masasını, lambayı, kitaplarını dü ündü. Plaklarını gözden geçirdi. Hepsi can sıkıcıydılar. Hayat, çok defa bir eye asılmakla kabildir. Genç adam bu anda bu mucizeli ba lanı ı hiçbir yerde bulamıyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 158 / 279



Dü üncesi, her an kutru biraz daha küçülen açıkta sıfıra do ru giden bir diske benziyordu. Her ey bu ba döndürücü dönü te küçülüyor, ufalıyor, renk ve mahiyetini de i tiriyor, garip bir pelte, Suat'ın sefil ve bula ık ahsiyetinin i renç hamuru haline geliyor ve bu hamur yol boyunca göze çarpan her eyi içine alıyor, cıvık yı ınında döne döne beraberce sıfıra götürüyordu. Pis eylerdi bütün bunlar... ve onlarla evine girmek istemiyordu. Elbette bu manasız rahatsızlık biraz sonra bitecekti. Yahut bir de irmen olu unun bo alması gibi her eyi kendinde tüketecekti. Köprü'de sallana sallana yürüdü. Hayır, manasızdı. Eve gidemiyecekti. Bahçesini, ya mur altında çiçeklerin, dalların üzüntüsünü, büyük kestaneyi, ta ilerideki bahçenin a aç topluluklarını ya murun nasıl dövdü ünü, nasıl küçük küçük kamçıladı ını, sonra büyük hızlarla üzerlerine yüklendi ini tasavvur ettikçe tahammül edilmez bir azap duyuyordu... -Yalnızlıktan korkuyorum... dedi, yalnızlıktan korkuyorum... Aslında yalnızlıktan de il, Suat'ın varlı iyle de i en itiyatları arasına tekrar girmekten korkuyordu. Döndü, oförü aradı. Delikanlı daha gitmemi ti. -Beni Beyo lu'na çıkar... dedi. i hane'den geçerken hava tek bir noktada bir an açıldı. Selimiye'nin üstünde e i eski minyatürlerde görülen tek hacimli, tek renkli adeta effaf bir bulut kütlesinin arasından güne bir oluktan bo anır gibi bo andı. Bütün ehir bir nevi masal, büyük masraflar ve zahmetlerle yapılmı bir ehrazat dekoru olmu tu. Galatasaray'da arabadan indi. Sapsarı bir aydınlık içinde ilk önce yukarıya do ru çıkmak istedi. Fakat bir tanıdı a rastgelirim korkusuyle döndü. Tepeba ı'na do ru biraz yürüdü. Orada küçük bir bistroya girdi. Ya mur yine hızlanmı tı. Kirli camdan kar ı evlerin cephesini döven ya mura, deminki büyük aydınlı a dü üne dü üne baktı. Dükkan bo tu. sizlikten sıkılan garson, hiç durmadan gramofonu kuruyor, dans havaları çalıyordu. Mümtaz bir bira ile yiyecek bir ey istedi. So uk içki onu kendisine getirdi. Etrafına bakındı. Her ey adeta uyuyordu. Masalar, sandalyeler, boya ve cilası yer yer bozulmu eski raflardaki renkli alkol i eleri, dı ardan çok muntazam görünmelerine kar ılık ba ba a vermi uyuyor gibiydiler. Garip bir uyku ki, ya murla tangonun mü terek sa anakları bozmak öyle dursun ancak çok uzak ve imkansız eylerin hasretinden sonra gelen bir kayıtsızlık dalgası gibi üzerlerinden geçiyordu. Bununla beraber dükkanın tek mü terisi de ildi. Yukarıda musandra gibi bir yerde arkalarını kapıya vermi bir çift konu uyordu. Ya mur sesinin ve çalınan parçanın arasında, ömrün hangi ucundan geldi i belli olmayan; fakat bir uçta ya andı ını, talihle bir yerde, haz veya ümitsizlikte sahibinin ba ba a kaldı ını gösteren, bir kadın sesi yükseliyor, arkasından daha pes, bir homurtuya benziyen bir erkek sesi ona cevap veriyordu. Bunlar her gün tesadüf edilen yüzlerce çiftten biri olmalıydı. Fakat Mümtaz'ın bozuk sinirleri bu gülü e benziyen hıçkırıkları birdenbire merak etmi ti. çinde çok mühim,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 159 / 279



son derecede mühim bir eyi bekliyen bir insanın hali vardı. Denebilir ki, demin her eyi i renç bir pelte haline getiren, kainatı yutma a hazır dönü , Suat'ın çehresi veya adı etrafında her eyin ba döndürücü bir süratle o sıfıra do ru gidi i bile yava lamı tı. Çok beklemeden sesler yükseldi: -Olmaz, anlıyor musun? Olmaz, korkuyorum, bunu yapamam... -Çıldırma, mahvoluruz... Hacer, mahvolurum... -Yapamam... Çocu umu öldüremem. Karını bo asan ne olur? Hırıldayan gramofon tekrar dirildi. Tekrar sa anak kar ı evin pencerelerini And da larının, Panama kanalının, Singapur gemicilerinin, anghay balıkçılarının, o anda bu dükkandaki e yaya, insanlara uzak, yabancı, ölümden öteye uzak ve yabancı kim ve ne kadar ey varsa hepsinin hasreti içinden dövme e ba ladı. Fakat imdi Mümtaz da bu hasrete kayıtsızdı. Hiçbir davet onu kendisine çekemezdi. Erke in sesi bir daha, fakat bu sefer kopma a hazır bir keman sesi gibi gıcırdadı: -Dü ün bir kere, intihardan ba ka çarem kalmaz... Ölmemi istiyorsan o ba ka... Kadın, bir müddet bekledi; sonra yumu amı irade, ezik kıvamsız son bir müdafaa yaptı: -Ya bir ey olursam, ya ölürsem... -Sen de biliyorsun ki, bir ey olmaz. -Ya haber alınırsa... mahkemeye gidersek. -Konya'dakini kim haber aldı?.. Doktor tanıdı ımız... Sen yarın git, yarın her ey bitmeli. Anlıyor musun? Artık bıktım. Bir sandalye gıcırtısı... Belki de, bir busenin kendisine kadar gelmeyen topra a dü en çürük efkatli sesi, arkasından isterik bir hıçkırık... Ve sa ana ın, Havana rüyası arasından bilinmez sahillere do ru rastgeldi i her eyi kökünden sürükliyerek yürüyen gemisi... -Haydi gidelim, ben Ada vapurunu kaçıraca ım. Mümtaz biraz daha kö eye çekildi; ve oradan, Macide'nin akrabasının dokuz senelik kocasını, Nuran'ın a kını bir hidayet nuru gibi içinde on sene gizleyen adamı, sırtı kambur, yüzünün derisi kemiklerine yapı mı , arkasında ince emprimesi içinde titreye titreye ömrünün yanlı hesaplarını sayan esmer, mor pembesi apkasının altından kötü taranmı saçları fırlayan zayıf bir kadınla merdivenden inerken seyretti. Suat hesap görürken elini cebine soktu. Cıgarasını çıkardı, yaktı. Kadın:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 160 / 279



-Hani, terketmi tin... dedi. O paketin tersiyle alnını silerek: -Belli olmaz... diye cevap verdi ve yine o önde, kadın arkada kapıdan çıktılar, ya murda kayboldular. Mümtaz, burnunda en adi cinsinden bir tuvalet suyu kokusu, oldu u yerden onlara baktı. Kar ı pencereler ya murun altında yeni bir raksa ba lamı lar, her eyi içine alan bir dönü le, bir ölümün arkasından etrafa gülümseyerek dönüyorlardı... Deminden beri yaptı ı tahminler do ruydu; bu Suat'tı, Nuran'a kablettarihten beri a ık olan Suat! Mümtaz onunla gözgöze gelmek korkusu içinde yüzüne do ru dürüst ancak bir an bakabildi. Fakat bütün bu tesadüfleri hazırlayan talih bu anında ayrı bir ke if olmasını istemi ti. Filhakika onun baktı ı anda Suat, ellerini o u turarak bu patırtıyı da atlattık, der gibi hafiften kendi kendine gülüyordu. Bu gülü Mümtaz'ı günler boyunca dü ündürdü. Çünkü genç adam, burada insan iradesinin, hatta uurlu hayatın dı ına çıkmak lazım geldi ini anlamı tı. Bu gülü , bir yaratılı ın gizli gülü ü idi. Suat istedi i kadar -zeki bir adam, kötü bir vaziyetten kurtulmasını bilir!- diye kendisini övsün, be ensin, so ukkanlı oldu unu söylesin. Bu gülü ve onun hayvani memnuniyeti, her kürkçü dükkanında derisini gördü ümüz halde yine zeki olmakta devam eden hikayenin tilkisinden daha aptal, daha uursuz, fakat aynı cinsten bir sevkitabiiyi if a ediyordu ve bu sevkitabii, yalnız kendisine hitap edeni, bir cevap olarak yaratılmı ı seçti i için daima üstün ve muvaffak görünecekti. Hayır, bu sevkitabii etrafında tabiatüstü sırların kayna tı ı o muzlim cazibelerden avını hangi göklerde olursa olsun yakalayan ve oracıkta tüy tüy, kemik kemik da ıtan muhte em ve zalim i tihalardan de ildi. Burada hiçbir masal, iyiye, güzele, büyü e do ru hiçbir büyük kanatlanma yoktu. Ma lubiyeti kabul edi tarzı da gösteriyordu ki kar ısındaki kadın da aynı cinstendi. Beraberce güre mi ler, o yenilmi ti. Yarın ayrılacaklar, herkes yoluna gidecek, o izdivaç hulyaları pe inde, Suat ruhunda vehmetti i avareli i ba ka fütuhatlarda unutmak hevesinde, ba ka ba ka tesadüfleri ve imkanları yoklıyacaklar, sonra bir gün yine kar ıla acaklar, geçmi hayallerin, korkuların arasından tekrar birbirleriyle birle ecekler; üst üste tepinecekler, tekrar belki doktora gidecekler, olu un gecesinde henüz gözleri yumulu bir çocuk daha güne i görmeden ehrin la ımlarına atılacak... ve sonuna kadar, ölüm a acının bu hazin meyveleri tam çürüyüp dü ene kadar talihlerini böylece ya ıyacaklardı. Yerinden kalktı. Hesabını gördü. Soka a çıktı. A ır a ır yürüyordu. Deminki ba dönmesi ve bulantı kalmamı tı; imdi içinde ba ka türlü bir azap vardı. Küçük çocu u dü ünüyordu. Yarın ince bir kerpetenle ana rahminden kopacak çocu u... O da kısa macerasında kendi hayatına girmi ti. Yarın ölecekti. Yarın ak am titreyen kanlı bir uzviyet parçası, soyulmu kurba aya benziyen acayip bir ey, ahrin la ımlarından birinde yüzecekti.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 161 / 279



Yarın Heybeliada'daki santral memuru bir zil sesi i itecek. stanbul'dan bir ses ona -sanatorym!- diyecek, o elindeki fi i sanatoryum numarasına geçirecek, hastahanede bir konu ma olacak, Suat yata ından kaldırılacak, -Allo, allo siz misiniz?- diyecek, -oldu mu?- diye soracak, cevap gelene kadar ka ları bir an çatılacak, bir an iki haddin arasında bütün uzviyetiyle gidip gelecek, sonra yüzünün çizgileri yumu ayacak, alnındaki ter kesilecek, -te ekkür ederim karde im, çok te ekkür ederim. Benden selam söyleyin, ben sonra gider kendisini görürüm.Evet yarın ak am do mamı bir çocu un ba kaları tarafından ya anacak son macerası buydu. Sonra bir taksi ça rılacak, sapsarı yüzlü hasta bir kadın, bir akrabanın, bir arkada ın evine dönecek, doktorun hizmetçisi aletleri yıkayacak, küvetler bol su altından geçirilecekti. Alnını sildi. Galatasaray'dan Taksim'e do ru iki tarafa bakmadan yürüyordu. Küçük bir çocuk, do mamı bir çocuk. Bu da hayatına girmi ti. Kırk sekiz saatten beri hayatı alabildi ine büyüyor, alabildi ine geni liyordu. Daha kim bilir, neler, kimler girecekti. Bütün bunlar hepsi bir kadını sevdi i, onun tarafından sevildi i içindi. nsan hayatı buydu. Ya amak, ba kaları tarafından muhasara altına alınmak, yava yava bo ulmaktı. Ya amak... Fakat küçük çocuk, Suat'la hizmetçi halli o biçare kadının çocukları ya amıyacaktı. Yarın ak am ölecekti. Bir küçük çocuk kendisinden sadaka istedi. Aya ı, yüzü gözü, elleri hep çamur içindeydi. O kadar ki, sesi bataklıktan çıkıyora benziyordu. -Allah rızası için... Mümtaz, nerede ise soracaktı: -Ne çabuk atıldı ın çukurdan çıktın, nasıl böyle büyüdün? -Allah rızası için... Eli cebine gitti. Önündeki kir ve çamur yı ını bunu görünce biraz daha canlandı, almak için kımıldanan eli paraya kapandı, te ekkür etmeden hemen arkasındakine yakla tı. -Allah rızası için... diye tekrar yalvardı. Ölecekti. Allah rızası için. Ölecekti, yarın ak am. Yine o acayip rotasyon ba lamı tı. Her ey etrafında dönüyordu. Bir yıldız süratiyle dönen bir çember gibi dönüyor, döndükçe her ey göçüyor, renk ve eklini kaybediyordu. -Allah rızası için...



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 162 / 279



Bir çocuk ölecekti. Yarın ona telefon etmesi lazımdı. -Her ey oldu, bitti!- demesi lazımdı. Bu ya amaktı. Bütün bunlar ya amanın içinde idiler. u dükkanın vitrinindeki mayonezli levrek, yanıba ında ince derisi çok donuk cilalar vurulmu sarı bir teneke gibi tutu an ve sönmü gözleri kirli bir çinko parıltısıyle insana bakan tuzlu balık, Mümtaz'ın ayaklarının üstünde yürüyen bu beyaz ceketli lokanta garsonu hepsi, hepsi hayatın içindeydi. Hepsi, çoktan beri bu anı, Suat'ın hayatına giri ini bekliyorlarmı gibi birdenbire etrafını almı lardı ve yava yava onu o acayip dönü içinde daha yakından, daha sıkı ekilde hiçbir kımıldamak imkanı vermeden sıkıyorlardı. -Ne yapmalı? Yarabbim, nasıl kurtulmalı?- Birdenbire küçük bir güne ı ı ı parladı. Bir a acın tepesi çok yumu ak, çocuk saçı gibi parlak bir ı ıkla renklendi. Mümtaz oldu u yerde durdu. çinde birdenbire garip bir de i iklik olmu tu. Ne o deminki i renme, ne de etrafının tazyiki kalmı tı. (Uzun, çok uzun bir uykudan uyanmı gibi etrafına bakıyordu. Tanımadı ı bir saadet duygusu ve çok keskin bir hasretle Nuran'ı hatırladı. Gözleri hep o a acın tepesindeki aydınlıkta, sanki bu ıslak ı ık Nuran'a sımsıkı ba lanmı , onun ya adı ı ülkelerden geliyormu gibi ona baka baka sevgilisini özlüyordu. Hayatında Nuran da vardı ve o mevcut oldu u için öbürleri hayat madalyasının öbür yüzünü dolduran bütün karı ık çehreler silinmi ti. Fakat içi yine rahat de ildi. ki günden beri onu alt üst eden azap da ılmamı , sadece çehresini de i tirmi ti. imdi içinde Nuran'a kar ı garip bir hasret ve onu kaybetmi olmanın korkusu vardı. Genç kadını asırlardır görmemi gibi özlüyor, ona kar ı kendisinin de layıkiyle bilmedi i suçlar i ledi ini sanıyordu. Onu kendisine dargın biliyor, pe inden ko mak istiyor, aradaki mesafeyi imkansız derecede büyük buluyor, oldu u yerde çıldırıyordu. Be ikta 'a geldi i zaman gece ba lamı tı. Gök arka tarafından açıktı, yalnız sabahın beklendi i taraf, mosmor bulutlarla kaplıydı. Onların hazırladı ı gölgenin içinde son ı ıkları alan tepeler, evler ve bahçeler, bir büyüden fı kırmı gibi tanınmadık ve anında muhayyileye yapı an hayali çehreler olmu lardı. Fakat iskele karanlık ve rutubetliydi. Garip bir ü üme, bir nevi nekahet sıtması içinde yukarıya gidecek bir vapur bekledi. Yüzü iskelenin demir parmaklı ında, sanki kendisine ait her eyle bu demir parmaklı ı arasından temas ediyormu gibi kar ı sahile, ucunda Nuran'ın bulundu u yerlere, bir talih mahbusu gibi bakıyordu. Mümtaz o anda çocuklu unu a ır hüznüyle dolduran bütün hapishane türkülerini hatırlayabilirdi. Belki de bu hatırlayı le, deminden beri kendi gayretiyle, bir psikozu, bir nevi isteriyi hazırladı ı vehmine dü tü. Bu vehimle parmaklıkların önünden çekildi ve iç salondaki tahta sıralardan birine oturdu. Üsküdar önlerinde gece sımsıkı idi. Bu artık ne yazın, ne de eylül ayının her eyi, bütün kudretleri dı arıda gülen bir çiçek gibi açık



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 163 / 279



gecelerindendi. Birkaç günlük ya mur, vapurun önünden geçti i yalılarla, denizle, bir gün evveline kadar süren yaz e lencelerinin, o parlak, tembel ve sedef u ultulu saatlerin arasında a ılmaz bir perde germi ti. Nuran bile bu perdenin arkasındaydı ve bu uzaklı ın verdi i bir acılıkla, çıldırtıcı bir imkansızlı ın içinden gibi kendisine bakıyordu. Her ey orada, bu perdenin arkasında idi. Bütün ömrü, sevdi i, inandı ı eyler, masallar, arkılar, sevi me saatleri, çılgın gülü ler ve dü ünce birle meleri, hatta kendisi, Mümtaz bile oradaydı. Sanki yalnız ümitsiz hatırlayı ve müphem idrakten ibaret solgun ve sıtmalı bir gölge dı arıda kalmı , kaldırımlarına ta yerine ilk temasta canlanan, daha evvelki günlere ait hatıralar haline giren ihsaslar dö enmi , duvarlarından rutubet yerine eski arkıların na meleri sızan bir dehlize benziyen bu gecede eski varlı ını araya araya dola ıyor, teker teker tanıdı ı ı ıklara biraz ısınmak için sokulma a çalı ıyor, fakat o yakla tıkça hepsi kapanıyordu. Yalıların inik perdelerinden, lüfer geceleri kendilerini o kadar habersiz avlayan ne eli ı ıklardan çok farklı, daha dolgun ve mahzun ı ıklar sızıyor, yol fenerleri daha bu ulu yanıyor, bahçeler, korular yaprak ve renklerini kapatmı büyük çiçekler gibi bir ismin, bir hatırlayı ın etrafında çöreklenmi gölgeler halinde uzanıyordu. Her ey daha derine, çok içlere kaçmı , oradan çok eski bir hayatın da ılmı izleri, tek ba ına kaldı ı için ferdi hiçbir eye ba lanmıyan mirasları gibi parlıyordu. Tıpkı Nuran'la beraber gezdi i eski saraydaki büyük mücevherlerin bir vakitler kendilerini ta ıyan, onlarla süslenen insanlardan, bütün o beyaz eller, ince, düzgün parmaklardan, her arzunun annesi ve aynası gö üs ve boyunlardan hiçbir ey hatırlatmadan mahfazalarında ve camekanlarında kendi hususi yıldız parıltılariyle tutu up parlamaları gibi. Vapur istedi i kadar hepsinin önünden adeta teker teker saymak istiyor gibi geçsin ve Mümtaz büzüldü ü kö ede yol fenerlerinin altında döne dola a denize kadar inen ıssız caddeleri, tahtaları hala ıslak iskeleleri, küçük meydanları, Anadolu kasaba istasyonlarının birkaç petrol lambası altında toplanmı yalnızlıklarını andıran bir içe çekili le bu ulu camlarının arkasına çekilmi ya ayan küçük kahveleri kendi hayatından bir parça gibi seyretsin, onlar kendi varlıklarında her eyden uzak bu sonbahar gecesini kurmakla kalıyorlardı. Genç adam ikide bir -ba ka alemde gibi...- diye kendi kendine söyleniyor, düne kadar ya adı ı hayatın kendisini bir gecede nasıl dı ına attı ına a ıyor ve sadece -böyle bir ey yok de il mi? Ben yanılıyorum; bana yanıldı ımı söyle... Bana her eyin eskisi gibi her eyin yerli yerinde oldu unu söyle...- demek için Nuran'ın yanında olmayı istiyordu. ::::::::::::::::: ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SUAT hsan kapıdan girerken haber verdi:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 164 / 279



-Çocukları gördüm... onlar da gelecekler... sonra birdenbire büyük kestanenin altındaki hasır koltuklarından birinde, ayaklarını bir sandalyeye uzatmı dinlenen Tevfik Bey'e do ru hakiki bir sevinçle gitti; -Sizi görmek saadeti... ceketi, apkası eliadeydi; hızlı hızlı soluyordu. htiyar adam oldu u yerden: - hıiyarlıyorsun hsan Bey!.. dedi. Dizlerinin üzerine attı ı ince battaniyeyi silkerek ayaklarına topladı; Macide'yi; -Benim hanım kızım... diye yanına ça ırdı. Macide kumral saçlarını güne te parlatarak ihtiyar adamın elini öptü; Mümtaz'a ve Nuran'a birbirinize yakı ıyorsunuz!- der gibi sessizce gülümsedi. hsan, Tevfik Bey'in kar ısına oturdu. Mümtaz, hsan'a dikkatle baktı. Çoktan beri onda ihtiyarlama alametleri görünüyordu. Saçları adamakıllı kırla mı , hafif bir göbek gövdesini a ırla tırmı tı. Gözünün altında büyük halkalar vardı. Fakat kolları hala edalı, vücut atletikti. Yüzünden deruni bir kudret ifadesi akıyordu. -Hava çok güzel.... Allah sizden razı olsun çocuklar... Gözlerini keskin sonbahar ı ı ına sımsıkı kapıyarak yüzünü güne e do ru uzattı. -Sümbül Hanım bize neler hazırladı Mümtaz?.. Mümtaz gülümseyerek: -Sümbül Hanım bugün yardımcı; dedi. kramı Nuran yapıyor. Tevfik Bey kalın sesiyle ilave etti: -Benim nezaretim altında... yüzünden çocukça bir tiryakilik akıyordu. hsan'ı gördü üne sevindi i belliydi. Hakikatte dünden beri Nuran'ın bu davetiyle me guldü. Nuran kendisine Mümtaz'la beraber hsan'ı davet etme e karar verdiklerini söyleyince -öyle ise yeme i ben yaparım!- demi ti. Yemek listesini o hazırlamı malzemeyi o seçmi ti. hsan sevinçli bir -oh!..- çekti. Çoktan beri Tevfik Bey'in yeme ini yememi ti. -Sade yeme i mi ya? Kaç vakittir sesinizi de dinlemedim.. Tevfik Bey ba ını gökyüzüne do ru kaldırdı; sonra bahçeyi, kızarmı a açları, uzaklarda morla an a aç kütüklerini ve dalları, son çimenleri seyretti. Bir arıyı gözüyle bahçe kapısına kadar takip etti. htiyar vücudundan garip ve ü ümeli bir hayat sıcaklı ı geçiyordu. -Ses kaldı mı dersin hsan? Aklı geçmi mevsimlerde, kendisine Bolahenk Tevfik adını verdikleri zamanlardaydı.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 165 / 279



-Kalmı tır, malum ya, sizde hazinesi var. Bu, Tevfik Bey'in ilk hocası Hüseyin Dede'nin bir latifesi idi. htiyar adam bu hatıra ile mahzunla tı; yava ça: - Allah rahmet etsin... dedi. Sonra, bugün galiba epeyce ey dinleyeceksiniz! Mümtaz, Emin Bey'i de ça ırmı . Ressam Cemil ile beraber... yava sesle, bu Cemil Bey'i tanımıyorum, diye ilave etti. hsan sevinç içindeydi: -Olur ey de il! Bu Mümtaz! Gittikçe te kilatını arttırıyor. Fakat nereden aklınıza geldi böyle? -Üç gün sonra stanbul'a ta ınıyorum... Nuran gitmeden bir toplanalım, dedi. -Emin Bey'i nerden buldun? -Yolda gördüm. Ressam Cemil'e de rica ettim. Hem bana Ferahfeza Ayini'ni çalmayı vadetti. Tevfik Bey, hsan'a e ildi: -Kaç yıl evveldeyiz dersin? -Sayısız zaman içinde; yani hep aynı yerde... -Evet, hep aynı yerde... Kendisini ya lı, iri cüsseli, bütün etrafına hakim bir çınar gibi hissediyordu. Bu halde iken gelirse ölümün de eheminiyeti yoktu. Elverir ki sevdi i eylerin arasında o kapıdan çabukça geçmi olsun... Yava ça öksürdü, sesini yoklar gibi yaptı: -Merak ediyorum, Emin Dede'nin neyiyle yine yarı abilir miyim? Kendi içinden -ölmek ba ka ey, ölüme geçmek ba ka ey.- diye dü ündü. Birbiri ardınca birkaç nesilden insanın ölümünü görmü tü. Etrafındaki orman, sanki bu eski çınar iyice görünsün diye seyrekle mi ti. Bu, o kadar garip olmu tu ki, bir zamanlar -belki de hiç ölmem!- diye dü ünmü tü. -Belki de beni unutmu tur...- ve böyle bir dü ünce, çok civanmertçe kendine güveni ine, uzvi kudretlerine ve onların besledi i o tiryakice hodbinli ine uygun bir eydi; Fakat bu bir senedir... Onun için Emin Bey'in neyiyle yarı etme i istiyordu. Bu imtihan on be sene evvel aklına gelmezdi. On be sene evvel derinden çekilen tek bir -ah!-la misafir oldu u salonlarda avizeleri çınlatır, tek bir -do- sesiyle kar ısında duran bir barda ı çatlatırdı. Bugün Emin Bey'le arkada lık etmek, onun için henüz her eyin bitmedi ini gösterecekti. htiyar adam gelirken kudümünü bile beraber getirmi ti. Tevfik Bey bir senedir garip bir ekilde ölüme hazırlanıyordu. Ve bunu ömrü boyunca gösterdi i o asil sükunetle yapıyordu. Hareketlerinin mesuliyetini yüklenmesini bilen adamdı. imdi de son



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 166 / 279



kaderi kar ılama a çalı ıyordu. Hayır, korkmuyor de ildi. Hayatı çok seviyordu. htiyarlı a yakla tıkça maddeden ibaret bu tesadüf rüyasının lezzetini ve güzelli ini anlamı tı. Bütün hayalleri onu bırakmı , dünyası sadece kendisi, yani çe it çe it hastalıkla a ırla mı vücudu olmu tu., Bu vücut bugün kendisini yeniden ikrar etmek istiyordu. hsan: -Bugün Suat da gelecek, dedi. Mümtaz'ın yüzü asıldı. Bunu gören Macide, bir çocuk saflı ıyle: -Yapma... bana ömrümde iltifat eden tek insan... hsan hep o sakin tebessümüyle dü üne dü üne: -Ho una gitmeyece ini biliyordum, dedi. Fakat kendisine göre bir cazibesi, bir nevi zekası oldu u muhakkak. Ama nereye sarfedece ini bilmeyen takımdan... belki de onun için rahatsız. Bana hep bir yı ın duvara ba ım çarpıyor gibi geliyor. Seni geçen günü Beyo lu'nda görmü , tanımamı sın!.. Mümtaz hiddetten çıldırır haldeydi: -Tanıdım, fakat o kadar fena vaziyetteydi ki, selam verirsem rahatsız ederim sandım! Sonra içinden -daha bakalım, ne alçaklıklar yapaca ım! nerelere kadar dü ece im?..- diye diye küçük meyhanedeki tesadüfü, kadife mor apkalı kadını, dü ürülecek çocu u, hepsini teker teker anlattı. -Bir kuyuya dü mü gibiyim!-Merdivenden inerken o kadar sinik bir gülü ü vardı ki... hele, ükür bu i i de atlattık! der gibi kadının arkasından el ovu turması... ve Mümtaz ellerini beceriksizce o u turdu. Yaptı ının korkunç bir ey oldu unu biliyordu. Yüzünde bir tiksinti i areti ile sustu... Bütün hikayenin devamı müddetince Nuran'ın yüzüne bir kerre bile bakmamı tı. Adeta gözleri yerde konu mu , zaman zaman ba ını kaldırarak ancak hsan'a bakabilmi ti. -Demek böyle ha... halbuki o senin alkole dü künlü ünden bahsediyordu. Galiba çok içiyor, diyordu. Mümtaz -hayatım meydanda!..- der gibi bir i aret yaptı. çinde acayip bir üzüntü vardı. Nuran'ı darılttı ını sanıyordu. -Mel'un... mel'un.- Fakat niçin bu kadar helecan içindeyim! Nasıl a k birdenbire yine zalim çehresini takınmı tı? -Beni kendine benzetti... bir adım daha...- ve -Senin yüzünden bakalım ba ıma daha neler gelecek?..der gibi genç kadına adeta kinle baktı. Nuran'ın yüzü kayıtsızlı ın ta kendisiydi. Fakat Mümtaz'la gözgöze gelince gülümsedi: -Bize ne Mümtaz, elin adamından?.. hsan sözü de i tirme e çalı tı:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 167 / 279



-Üç sene evvel bu yoku benim için yoktu, fakat imdi hala yorgunlu um geçmedi. -Daha gençsin a abey... -Hayır, genç de ilim, zaten ben hiçbir zaman genç olmadım. Sen de olmadın. Babam, bizim aile, ba ı önünde do ar, derdi. çini çekti: Genç de ilim, fakat zindeyim... Kollarım yukarıya do ru jimnastik yapar gibi uzattı, sonra gö sünün üstüne bir nevi kuvvet ifadesiyle, kendi vücudundan ba ka bir eyi sıkar gibi kavu turdu. Mümtaz atletik formun güzelli ini dikkatle seyrediyordu. Hareketlerinde adeta geçen zamana meydan okuyan bir hal vardı: - nsan için asıl saadet bu, anladın mı Mümtaz? Sonunu bile bile ve o sona ra men, kendisini idrak etmek... basit bir jest de il mi? Kollarımı gö sümün üzerinde kavu turuyorum. Adalelerimi yokluyorum. Basit bir ey. Fakat bütün ölüm çarkına ra men kendimi ikrar ettim. Varım, diyorum; fakat yarın olmayabilirim, yahut bir ba kası, bir budala, bir bunak olabilirim... fakat u dakikada varım... Varız, anladın mı Mümtaz. Varlı ım sevebiliyor musun? Uzviyetine dua edebiliyor musun?.. Ey gözüm, ey boynum, ey kollarım, karanlık ve aydınlıklarım... size ükrediyorum, bu dakikanın sarayında, bu anın mucizesinde beraberce var oldu umuz için; sizinle bir andan öbürüne geçebildi im için; anları birle tirip düz ve yekpare zaman kurabildi im için! Macide içini çekti: -Varlık yalnız Allah'ın de il midir, hsan... Mümtaz çocuklu unda yaptı ı gibi onun sesini gözlerini kapıyarak dinlemek istiyordu. çinden mırıldandı: -Yava yava ... yava yava .. -Elbette Macide, ama biz de varız; biz de varız; belki biz var oldu umuz için o kuvvetle var. Macide'yi nasıl buldun Mümtaz?.. -Latif... latif ve güzel... gittikçe gençle iyor... Macide kahkaha ile güldü. - Ben de ya landım galiba hsan; medhedilmek ho uma gidiyor artık. Evvelki ak am Suat... sonra sözünü bitirmeden Mümtaz'a döndü. -Mümtaz; bugün kanatlarından biri yandı, farkında mısın?.. Mamafih pek merak etme; bugün ilk defa oluyorsa ehemmiyeti yok. Üç defa için zararı yokmu , fakat dördüncüsünde... hsan karısına baktı: -Bunu sen mi uydurdun?.. -Yooo... büyük annem söylerdi. Kitapta yazılıymı ...



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 168 / 279



Nuran içeriden yeni geldi i için konu mayı ö renmek istedi: -Nedir kitapta yazılı olan? -Macide, Mümtaz'a bugün kanatlarından biri yandı, farkında mısın?.. diyor. -Ama üç defa çıkarmı ... sakın üzülme Nuran, ayaklarım daha yere basmıyor. -Hakikaten ben, Mümtaz'a arkasında bir çift kanat görmeden hiç bakmadım... ama ta çocuklu undan beri Onu Galatasaray'a hafta sonunda alma a gitti im günlerde bile, kapıdan ilk önce kanatlarını görür gibi olurdum. Nuran gülüyordu: -Mümtaz, seni ne kadar ımartmı lar? Sonra, sahibi olmadı ı için ve içinde bir sesin olamıyaca ını durmadan söyledi i bu evde misafir-ev sahibi oyununu oynamasına hayret ederek kendisine kızdı. - stanbul'un en güzel günlerini ya ıyoruz... bu sonbahar emsalsiz oluyor. Nuran'a döndü. Mümtaz'a bakmayın, o sonbaharda kı ya murunu dü ünerek üzülür... Bilir misiniz bütün bunlara sebep nedir? Mümtaz'a muhabbetle bakarak güldü. -Çok örtünmesi... ben çocuklu unda hep ona nasihat ederdim, Mümtaz çok örtünme... çok örtünenler çok hulya kurarlar;- Mümtaz, bir günde ömrünü kaç defa ya arsın? -Vallahi bilmem ama, bazen be on defa ... fakat imdi de il artık... -Hah... imdi anı ya amayı, onunla kalmayı ö rendin demek. O halde benim yapamadı ımı Nuran yaptı. Allah razı olsun Nuran'dan... Sonbahar büyük ve altın bir meyve gibi bütün olgunlu uyle gözlerinin önündeydi. Onu bütün hassalarıyle tadıyor, zamansız zamana, hafızaya maletmek istiyordu. -Duvarı alçaltsanız deniz görünür mü?.. Hepsi birden bahçenin duvarına döndüler. Kırmızı sarma ıklar ba tan ba a orada küçük bir ak am hazırlamı lardı. Nuran biraz da bu güzel ak amı ve onun etrafa getirdi i hatıra sıcaklı ını kurtarmak için acele acele cevap verdi: -Hayır görülmez... tam sırtın üstünde de iliz.. Önümüzde kar ıkı evlerin düzlü ü var, ondan sonra da meyil çok hafif iniyor. -Nuran bahçe için güzel bir proje yaptı... Mümtaz'ın gözleri masasının üstünde duran desenlerin yarı çocuk kompozisyonunu hatırladı ı için efkatle dolu idi; -Benden iki ya büyük diye



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 169 / 279



üzülüyor; halbuki ben onu bazen çocu um gibi seviyorum!Tevfik Bey homurdandı: -Dı arıyı gömek isteyen dı arıya çıkar, denizi görmek isteyen sahile gider! Bahçe böyle daha iyi, hsan... hsan: -Yalnız mevsim çiçekleriniz az. Sen güle dü tün... Bütün yaz bu bahçeyi tanzim etmek hevesiyle hulyalar kuran Nuran etrafına bakındı. Çoktan beri Nuran kendi içinden bu bahçeye ilk geldi i günü, arıların vızıltısını, camekandan seyrettikleri kısa ya muru ve Mümtaz'ı tanımanın verdi i acayip hislere karı an, onların bahar kasırgası olan -nocturne-u hatırladı. Debussy'nin musıkisinden hatırladı ı kadın sesleri yabani, beyaz güller gibi hafızasında da ılıyordu. -Bizim iklimin çok güzel mevsim çiçekleri var, her nevi hatmi... gece safaları, gramofon çiçe i, zülfüaruzlar, begonyalar... Ba ım gö e kaldırdı. Bu ı ık çiçeksiz kalmamalı. Sonra birdenbire sordu: Cem'in annesinin adı ne idi?.. -Çiçek Hatun de il mi?.. Bursa seyahati nasıl geçti? -Evet, Çiçek Hatun, güzel ad. Güzel, hem de çok güzel! Nuran kızardı ve adeta bir çocuk peltekli iyle; -Biz de gidecektik; öyle istiyorum ki!.. -Gidelim... daha mevsim geçmedi. Nuran cevap olarak çenesiyle mahzun bir i aret yaptı. Sanki -Bu artlar altında kabil mi?.. diyordu. Biz bir mazi aynasında öpü tük... hiçbir iste imiz kolay kolay yerine gelemez...- hsan onlara dikkat etmiyordu. O kendi dü üncesinin pe indeydi. -Cem galip gelse, yahut Fatih yirmi sene ya asa nolurdu acaba? En büyük felaket onun erken ölmesi. Tarihte uzun süren saltanat devirleri daima faydalıdır. Mesela Elizabet devri, Viktorya devri gibi. Tabii, artlar müsait olursa! Fatih yirmi sene ya asaydı biz imdi belki de rönesansı vaktinde idrak etmi bir millet olurduk. Garip temenni de il mi? Zaman geriye dönmez. Fakat insan yine bilinen eyden istenen eye do ru hayal kuruyor. -Asıl garibi bu kadar tecrübeye ra men ya anan hayata müdahale edememekli imiz... -Fatih ölmeseydi... fakat ölmü , Cem muvaffak olmamı . O kadar çılgınca hareket, hatta ihanet, ihtiras, ümit, ıstırap, hepsi küçük bir mezar olmu . Annesiyle beraber alelade bir kubbe altında ve bir yı ın



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 170 / 279



çini içinde yatıyor. Fakat onların ölüsü, yüzlercesi, binlercesi ile beraber Bursa'yı yapmı lar. Gitti im zaman Bursa'nın en güzel mevsimiydi. Vakıa yine çok sıcak vardı. Fakat ak amları hava serindi. Beni çiçekler çıldırttı. Her tarafta, sessiz bir musıki, bir musıki idesi gibiydiler... Macide mavilikler içindeki yolculu undan bir lahza vazgeçti: - hsan, ak amüstü Yıldırım'ın yalnızlı ını hatırlıyor musun, hani Ye il'den baktı ımız zaman... Sonra o sabah yıldızı? hsan: -Macide gökyüzüne bayılır... dedi. -Bulutlu olmamak artıyle... Bulutlu olursa tahammül edemiyorum. O zaman hep içime bakıyorum. Bunu kendisi için gibi yava ça söylemi ti. Halinde solmaya yakla mı çiçeklerin daldırıldıkları suya kendili inden e ili leri vardı. Fakat bu sonbahar güne i bir saza benzetti i ve o kadar kendi musıkisiyle doldurdu u bu bahçede Macide'nin bile fazla mahzun olmasına müsaade etmezdi. Ona kar ı gelmek için hüzünden, kederden çok ba ka bir ey, her eyi silecek, örtecek o zalim ihtiraslardan biri lazımdır. Onun için ba ını tekrar gö e, gö ün tek ve zarif, maddesiz ve büyük yapra ına çevirdi, sonsuzluk içindeki macerasına daldı. Onun hayatının en büyük saadeti bu kaçı lardı. Bir gün hastahanede, çok a ladı ı, bir yı ın ölümün makasından bir arada geçti i bir gün, pencereyi bu masmavi davete açık bulmu , oradan dü üncesi dı arıya, sonsuzlu a do ru kanatlanmı tı. O günden beri bir tarafı hep orada sanki büyük mavilik tabaklarından birinden öbürüne atlayarak geçiyordu. Bazen bir ı ık külçesinin dibinde yorulmu bir çöl yolcusu gibi dinlendi i olurdu. Hiç kimse aydınlı ı, onun hiçbir realiteye sı mayan durulu unu Macide kadar tanıyamazdı. imdi de yarısından fazlası bu aydınlık gökteydi. hsan'la beraber bir aydınlık a acının dibinde oturmu konu uyorlardı. Tevfik Bey eliyle bir i aret yaptı: -Durun, sesimi tecrübe edece im! hsan'a geçmi günlere dön, der gibi tebessüm etti. Ve Nevakar'a ba ladı: Gülbüni ay midemed saki-i gülizar ku! Bu Itri'nin dehası idi. Nuran, gözleri dayısının gözlerindeki garip parıltıda eliyle dizinde tempo tutuyordu. hsan, Mütareke senelerinde hapishane-i-umumide Tevfik Bey'in kendisini ziyarete geldi i günler yaptı ı gibi alçak sesle onun arkasından yürüyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 171 / 279



Tevfik Bey asıl nevanın billurunun tutu tu u ilk cümlelerle makam oyunlarını bitirdikten sonra sustu: - te bu kadar... kaç senedir söylememi tim. Adeta sesimin izinde yürüdüm. Bundan gerisini tamamiyle unutmu um. Mümtaz'la, Nuran çok uzaklardan dönüyorlarmı gibi a kındılar. Tevfik Bey'in sesi Nevakar'da o zamana kadar pek az tanıdıkları bir kudret almı tı. Tanımadıkları bir ku bir yerde büyük bir nehrin, bir aydınlık tufanının sarayını kurmu gibiydi. Fakat asıl mühim olan etraflarındaki eylerin Itri'nin elinde birdenbire de i mesiydi! -Oldu olacak, bari bir de Mahur Beste'yi lütfetseniz? Tevfik Bey homurdandı: -Mahur Beste mi?.. Mümtaz'a alayla baktı! Pekala... ama yava sesle... Ve hakikaten yava tan makamı aradı, sonra sesi birden havalandı. Gittin emma ki kodun hasret ile canı bile... Hayır, bu ba ka eydi, burada Itri'nin ihti amı yoktu; demin hepsi beraber aynı eyi dü ünüyorlardı. imdi herkes bir kayalıkta oyulmu ta hücrelerde, birbirinden ayrı mahpustular. hsan: -Itri çok ma eri! diye dü ündü! Fakat bu da çok güzel, bir müddet sustu; hep aynı uzlet içinde mahpus oldu unu hissediyordu: -Bazı eylerin havasından çıkmak güç oluyor, dedi. Mümtaz: -Evet güç oluyor... O kadar güç oluyor ki, bazen biz neyiz? diye kendi kendime soruyorum. - te buyuz... bu Nevakar'ız. Bu Mahur Beste'yiz, bunlara benziyen nice nice eyleriz! Onların içimizdeki yüzleri, bize ilham edecekleri hayat ekilleriyiz. Yahya Kemal, bizim romanımız arkılarımızdır, diyordu, hakkı da var. -Müphem... her gün birkaç defa onlara ko uyorum. Hep eli bo dönüyorum. hsan -Sabır, dedi. Mümtaz dü ünceli dü ünceli ba ını salladı: -Evet sabır... Patience dans l'azur!..



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 172 / 279



-Tam o... Patience dans l'azur!.. Unutma ki daha kapısındasın. Bu sefer Bursa'da bunu daha yakından gördüm. Orada musıki, iir, tasavvuf hep içiçe konu uyor! Ta dua ediyor, a aç zikrediyor... Tevfik Bey, Mümtaz'a muhabbetle bakıyordu. Onun toy heyecanları, çırpını ları ho una gidiyordu. -Bir ey yapabilecek mi acaba?- Hayat fırsat verirse elbette yapardı.



Kapının önünde bir gürültü oldu. Selim, Orhan, Nuri, Fahri aralarındaki de i mez silsile ve merasimle girdiler. Yani kısa boylu Selim'i daima beraberinde gezdi i Orhan ileriye do ru fırlattı ve -bensiz hali nolur!- der gibi arkasından girdi. Nuri e ikte etrafı iyi görmek için gözlüklerini sildi. Fahri en arkadan kapıyı kapattı. hsan onlara, hafif bir ho geldiniz! dedi. Sonra sözüne devam etti: -Beni iyi anla! Mistik olmuyorum, belki bir aydınlı a, realitenin kendisi olan bir dü ünceye ba lanıyorum. Kendimizi tanımamızı ve sevmemizi istiyorum... Ancak bu suretle insanı bulabiliriz. Kendimiz olabiliriz... Orhan sordu: -Benim a ırdı ım ey bir taraftan insanın ve manevi kıymetlerin etrafında ısrar ederken, öbür taraftan cemiyet içinde bir kalkınma i i ile u ra manız, her eyin ba ında i hayatının tanzimini istemenizdir... Bu çok maddede kalmak olmuyor mu? -Halbuki gayet basit... ve gözüyle Nuran'ın üstünde kadehler ve buz kasesi bulunan tepsiyle evin kapısından çıkı ını seyretti. Genç kadın hakikaten güzeldi, yürüyü ünde, endamında, gülü ünde kendine mahsus bir üslup ve cazibe vardı. Mümtaz, kadrini bilirse hayat kendisi için çok güzel ve hatta kolay olurdu. Fakat ne gariptir ki, daha ba ından Mümtaz bir yı ın güçlük içindeydi. -Ne yapayım? O da ilk güçlükleri yensin!..- Ye enine hiçbir yardımda bulunamazdı. -Sabır tavsiye etsem zaman geçirir; iradeli ol! Fazla etrafını dü ünmeden, çabukça ve hatta ehemmiyet vermeden hareket et!.. desem beceremez.- On gün sonra mühlet bitiyor. Nuran serbest kalıyordu. Mümtaz, Nuran'a yardım etti. Ayakta ikisini beraber, aynı i içinde görmekten ho lanıyordu. -Evet, basit dediniz? hsan kadehini salladı: -Basit çünkü realitede mevcut... Bu ihtiyaç da öbürüyle beraber geliyor. Hatta ayrı de iller. Aynı vakıanın iki yüzü. Biz bir taraftan bir medeniyet ve kültür buhranı içindeyiz; di er taraftan bir iktisadi reforma ihtiyacımız var. hayatına açılmamız lazım. Bunların birini



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 173 / 279



öbürüne tercih edecek vaziyette de iliz. Buna hakkımız da yok. nsan birdir. Çalı tıkça ve bir ey yarattıkça kendisini bulur, i mesuliyeti, mesuliyet dü üncesi insanı do urur. Mümtaz dü ündü: -O halde i , kendi medeniyetini ve kültürünü de yapar; insanını yeti tirir demektir. Bize sadece maddi hayatımızı tanzim etmek kalıyor. -Zanneder misin? Evvela bunu yapabilmemiz için i in açılması, geni lemesi, cemiyetin ve hayatın yaratıcı vasıflarını tekrar kazanması lazım. Sonra böyle de olsa hayatı yine serbest bırakamazsın. Tehlikeli olur. Eski her zaman yanıba ımızda duruyor. Bir yı ın yarı ölü ekiller hayata müdahaleye hazır bekliyor. Di er taraftan yeni ile, garp ile münasebetimiz sadece akan bir nehre sonradan eklenmekle kalıyor. Halbuki su de iliz; insan cemaatıyız; ve bir nehre katılmıyoruz; bir medeniyeti kültürüyle benimsiyoruz; onun için de bir hususi hüviyet olmamız lazım. Halbuki bugün ondan dı a ait icapları kabulden ileriye gidemiyor, insanı ihmal ediyoruz. Yeniye ba ından itibaren bizim olmadı ı için üphe ile, eskiye eski oldu u için i e yaramaz gözüyle bakıyoruz. Hayat kendi ihtiyaçlarımızın seviyesine dahi gelmemi ; o bolluk, yaratıcılık içinde de il ki bize kendili inden ekiller ve kıymetler teklif etsin! Sanatımızda, e lencemizde, ahlakımızda, mua eretimizde, istikbal tasavvurlarımızda daima bu ikilik kar ımıza çıkıyor. Satıhta ya arken mesut oluyoruz. Derine iner inmez kayıtsızlık ve kötümserlik ba lıyor. Hiçbir kabile tanrısız olmaz; biz tanrılarımızı yaratmak, yahut yeniden bulmak mecburiyetindeyiz. Her milletten fazla uurlu ve iradeli olmamız lazım... Orhan, Nuran'ı tetkikten vazgeçti: -O halde size göre bir kriz zaruri ve muhakkak... -Sade muhakkak görmüyorum. Onu ya adı ımıza inanıyorum. hsan barda ını eline aldı ve yudum yudum içti. Nereye baksam dü üncem kendisine mukavemet eden bir eyle kar ıla mıyor. Çok yumu ak bir toprakta yuva yapma a çalı an bir hayvan gibi istedi im yere hızımı götürebiliyorum. Fakat bu kolaylık zararlı oluyor. Her istedi imiz yere gidiyoruz gibi geliyor bize, halbuki ölmü köklerin arasından daima aynı bo lu a, imkansızlı ın ta kendisi olan bir imkan kalabalı ına çıkıyoruz. Bu bizi elbette a ırtır. Bugün bir insan Türkiye'yi her ey olabilir, sanabilir. Halbuki Türkiye yalnız bir ey olmalıdır; o da Türkiye. Bu ancak kendi artları içinde yürümesiyle kabildir. Bizim ise elimizde adetten ve isimden ba ka bir ey, müspet bir ey yok. Cemaatımızın adını biliyoruz, bir de nüfus ve vatan geni li ini... -Tabii herkes için söylemiyorum ve müphem duygulardan da bahsetmiyorum. Sarih bilgi ve kıymet halinde kültürden bahsediyorum. -Fakat artlar, imkanlar?.. Bir imparatorlu un tasfiyesinden do duk. Bu imparatorluk eski bir çiftçi imparatorlu uydu. Hala onun iktisadi artları içinde bocalıyoruz. Nüfusumuzun yarısından fazlası istihsale açılmamı . Müstahsil olan da faydalı ekilde yapamıyor. Sadece çalı ıyor, emek sarfediyor.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 174 / 279



Fakat insan beyhude çalı ırsa çabuk yorulur. Bakın, hepimiz yorgunuz! Ne insan, ne toprak geni manasında ekonomimize, hayatımıza girmi . Münferit te ebbüslerin ötesine bir türlü geçemiyoruz. Bugünün çalı ması yarının hızını arttırabilmelidir. Çok hareketli, meselelerle dolu bir co rafyada ya ıyoruz; dünya her an sıkı bir birli e gidiyor; buhran, buhran üstüne geliyor. Vakıa bugün nisbi bir rahat içindeyiz. Orta Avrupa'ya iktisaden kendimizi ba lamı ız; klering hesabiyle, ununla, bununla geçinip gidiyoruz. Fakat bu muvazaa yıkılabilir, o zaman ne yapaca ız?.. Fakat asıl mesele bu de il, asıl mesele topra ı ve insanı hayatımıza sokamamakta. Kırk üç bin köyümüz var; birkaç yüz kasabamız var. zmit'ten öteye Anadolu'ya açılın; Hadımköy'den öteye Trakya'ya gidin. Birkaç kombinenin dı ında hep eski artların devamını görürsünüz. Co rafya yer yer esniyor. Sıkı bir nüfus siyasetine, sıkı bir istihsal siyasetine ba lamamız lazım. Ö retme ve yeti tirme i leri için de aynı zaruretlerle kar ı kar ıyayız. Birtakım mekteplerimiz var; birçok eyler ö retiyoruz. Fakat hep eksik olan bir memur kadrosunu doldurmak için çalı ıyoruz. Bu kadro doldu u gün ne yapaca ız? Çocuklarımızı muayyen ya lara kadar okutmayı adet edindik. Bu çok güzel bir ey! Fakat günün birinde bu mektepler sadece i siz adam çıkaracak. bir yı ın yarı münevver hayatı kaplıyacak... O zaman ne olacak? Kriz... Halbuki maarifi istihsalin yardımcısı yapabiliriz ve dahili e anjı arttırabiliririz. Bütün mesele burada. Dahili piyasayı geni letmekte. Yarı zirai, yarı sınai bir i hayatı temin edebiliriz. O kadar hususi istihsal kaynaklarımız var ki... te stanbul. Daha dün bir yüksek müstehlikler ehriydi. Bütün yakın ark buraya akardı. O kadar ki, otuz senede bir ehir yanar ve kö kleri, konakları, yalılariyle, çar ılariyle, pazarlariyle adeta yeni ba tan, yapılırdı. Yanya'nın çiftli i, Yenice'nin tütünü, Mısır'ın pamu u, hulasa slam dünyasının yarısının istihsali bu ehirde harcanırdı. imdi nüfusunun onda sekizi küçük müstahsilden ibaret. Adım ba ında küçük bir tezgah, tütün i letmesi, u bu, fabrika var... ve bütün bunlar ne ile geçiniyor biliyor musunuz? Çok defa topra ın üstündekini toplayarak. Halbuki stanbul'da planlı bir çalı ma, cemiyetimizin yüzünü yirmi senede de i tirebilir. Al arki Anadolu'yu. Ziraatle, hayvancılıkla muazzam imkanlar hazinesi görürsün! Tortum elalesinden i e ba la. Kademe kademe Akdeniz'e kadar elektri i indir... Marmara serveti içine gömülmü uyuyor. -Peki ama, bununla demin bahsetti iniz insan mefhumu, manevi insan arasındaki münasebet ne?.. Bu, hayatın maddi artlarını de i tirmekten ibaret. - nsan da hayatın maddi bir tarafıdır. Peguy'u okumadın mı? O ne cümledir? Ate gibi; fakirlik insanı güzelle tirir ve asille tirir. Fakat sefalet hoyratla tırır; ruhen sefil eder. nsanda insanı öldürür. nsanlık erefi ancak muayyen bir refah içinde mümkündür. Çalı maya imkan verecek bir refah! Taymis kıyılarının refahından veya Amerikan istihsalinden bahsetmiyorm, tabii. Yapabildi imiz kadar bir refah içinde cemiyet bugün ehemmiyet vermiyor göründü ü tanrılarına dönecektir; diyorum. Hayat, etrafında dönece i de erleri bulur, dü ünce, etrafında yüzünü saadete çevirmi bir cemaat görür, Cemiyette bazı bo ferdi gayelerin yerine mesuliyet duygusu ba lar.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 175 / 279



Konu tukça yüzü de i iyordu. Mümtaz içinden eski günlere döndük diye sevindi. -Bir airimiz, Selim'i Salis hendese ö renece i yerde, biraz siyasi tarih ö renseydi ne iyi olurdu, diyor. Buna Tanzimat biraz ekonomi politik bilseydi, diye ilave edebiliriz. Halbuki ö renme e de epeyce merak etmi ti. Fakat kim? Münif Pa a'dan, Abdülhamid ö reniyor... Birisinin bilip bilmedi i meçhul, öbürü ise vehminde mumyalanmı bir biçare. Otuz üç yıl kendisini bir kö kte hapseden bir iktidar delisi. Türkiye'nin bir numaralı kalebendi. Hani o yüz bir sene mahkumu biçareler yok mu, onlardan! Ondan sonrası ise malum... Birdenbire hadiselerin emrine geçeriz. Milli zafere kadar hep onların zarureti altında kaldık. Orhan, tembelce gerindi. Bu güne çok güzel ve rahattı! -Peki, bütün bunlar zamanla kendili inden olmaz mı? Hatta zamanla olacak eyler de il mi? -Olamaz... Çünkü zaman arta göre de i ir. Büyümekte olan bir çocu un zamanı ba kadır, bir hastanın zamanı ba ka... Biz umumi zamanın dı ındayız... Yani zaman tempomuzu de i tirmek mecburiyetindeyiz, demek istiyorum. Biz dünyaya yeti ece iz. Benim söyledi im, kafilenin en sonunda olsak bile ona katılmak, onunla yürümek, hususi patikadan umumi caddeye çıkmak içindir. Zaman üphesiz bir amildir, fakat dünya için ba kadır; çalı masının hızıyla dünyaya katılmı milletler için ba kadır; bugünkü halimizde bizim için ise büsbütün ba kadır. Kendi ba ına bırakırsak, lehimizde çalı maz; bizim gibilerde her ey derine do ru çeker. Kanat de il ayaktaki demirdir. Hayır biz Shakespeare'in dedi i gibi zamana do ru ko ma a mecburuz. Onunla mücadele edece iz. Biz her eyi irademizle yapaca ız. Evvela artlarımızı tanıyaca ız. Sonra i lerimizi sıralıyaca ız. Yava yava cihan piyasasına çıkma a ba lıyaca ız. Kendi piyasamızı kendi istihsalimize açaca ız. Aileyi, evi ehri ve köyü tekrar kuraca ız... Bunları yaparken insanı da yapmı olaca ız. imdiye kadar insanla yapıcı olarak me gul olamadık, bir yı ın inkılabın pe inde idik. çimizde kendimize kar ı bir hareket hürriyetini elde etme e çalı ıyorduk. Bu zaruretten imdi daha büyük ve esaslı zaruretlere uyanmamız lazım. Her zaman daha düzeltilmez ki... imdi o düzlü e bir bina kurmamız lazım. Bu bina ne olacak? Yeni Türk insanının ölçülerini kim biliyor? Yalnız bir eyi biliyoruz. O da birtakım köklere dayanmak zarureti. Tarihimize bütünlü ünü iade etmek zarureti. Bunu yapmazsak ikili in önüne geçemeyiz. Muvazaalar daima tehlikelidir. Bugüne getirdikleri kolaylı ı yarın çıkaracakları imkansızlıklarla bize ödetebilirler. Onun için son derecede vazıh olmalıyız. Nuri dayanamadı: -Vuzuhtan kastiniz nedir? Bana vaziyet o kadar garip geliyor ki... Bir taraftan iyi kötü bir tekni i alma a, onun adamı olma a çalı ıyoruz. Onun zihniyetini benimserken zaruri olarak eski kıymetleri atıyoruz. Mua eret eklimizi de i tiriyoruz. Di er taraftan



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 176 / 279



istiyoruz ki, eskiyi unutmayalım! Bugünkü realitelerimizde bu eskinin yeri nedir? Bu sadece bir hatıra, bizim için bir özleyi ... Belki sizin, benim hayatımızı süsleyebilir! Fakat yapıcı olarak ne kıymeti olabilir! -Vuzuhtan kastım... dü ündü. Sonra ba ını kaldırdı. Bilmiyorum, dedi. Zaten yapılacak eyin ne oldu unu bilsem burada sizinle konu mam. O zaman ehre inerim; etrafıma herkesi toplarım. Yunus gibi ba ırırım, size hakikatinizi getirdim, derim. Hakikat de bu üzerinde ilk dü ünecek olanı halledece i bir ey de ildir. Fakat burada da yapılacak birkaç ey bulabiliriz. Evvela insanı birle tirmek. Varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar... Birisi eski bir medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz ta ınmı kiracısı olmasınlar. kisinin arasında bir kayna ma lazım. Sonra, mazi ile alakamızı yeni ba tan kurtarmamız lazım. Birincisi nisbeten kolaydır; hayatın maddi artlarını az çok de i tirmekle bunu elde edebiliriz. Fakat ikincisi ancak nesillerin çalı masiyle elde edilebilir. Maziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine ister istemez sokaca ız. O, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir eydir. Bu devam fikrine bir vehim de olsa muhtacız. Kaldı ki, dün do madık. En çetin realitemiz budur. Sonra hangi köklere gidece iz.? Halk ve halkın hayatı bazen bir hazine, bazen de bir seraptır. Uzaktan namütenahi bir ey gibi görünür. Fakat yakla tın mı, be on motifin ve modanın içinde kalırsın; yahut do rudan do ruya bazı hayat ekillerine girersin. Klasik, yahut yüksek tabaka kültürü, ondan birçok yerlerde kopmu sun... ve zaten sıkı sıkıya ba lı oldu u medeniyet yıkılmı . Mümtaz: - te ben bunu imkansız görüyorum, dedi. Çünkü dedi iniz gibi dizi koptu bir kere. Bugün Türkiye'de nesillerin beraberce okudu u be kitap bulamayız. Dar muhitlerin dı ında, eskilerden zevk alan gittikçe azalıyor. Biz galiba son halkayız. Yarın bir Nedim, bir Nef'i, hatta bize o kadar çekici gelen eski musıki ebediyen yabancısı olaca ımız eyler arasına girecek. -Güçlük var. Fakat imkansız de il. Biz imdi bir aksülamel devrinde ya ıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yı ın mukayeselerle dolu; Dede'yi, Wagner olmadı ı için, Yunus'u, Verlaine, Baki'yi, Goethe ve Gide yapamadı ımız için be enmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya'nın o kadar zenginli i içinde, dünyanın en iyi giyinmi milleti oldu umuz halde çırçıplak ya ıyoruz. Co rafya, kültür, her ey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında de iliz. Ba ka milletlerin tecrübesini ya ama a çalı ıyoruz. u tefsir yok mu, bu eserin üzerinde durmak ve onu sende ya ayan insan tecrübesine maletmek; bir ona ba lasak. te onu yapamıyoruz. Demin sevmek dedim, fakat sevmek de kafi de il; daha öteye geçmek lazım. Fikri ve duyguyu canlı bir ey gibi ya amayı



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 177 / 279



bilmiyoruz. Halbuki halkımız bunu istiyor. Orhan üpheliydi: -Hakikaten istiyor mu? Bana öyle geliyor ki, halkımız bütün bunlara ba ından itibaren kayıtsızdır. Bütün mazi boyunca bizden o kadar uzak kalmı ki... bu i lerde adeta ümitsiz. Yahut hiç olmazsa üphede. -Evet, halk istiyor. Tarihe bugünün hesapları arasından bakmazsan bu memleketin de herhangi bir memleket gibi ya adı ını kabul edersin. Aradaki fark bizde orta sınıfın te ekkül edememesidir. Her an do mak için hadiseleri zorlamı tır. Fakat do amamı tır. Ayrılık manzarası buradan gelir. Halkın kayıtsızlı ı veya bizden üphesi bizim uydurdu umuz bir masal olsa gerektir. Aramızdaki ideoloji kavgalarında kar ımızdakini yenmek için buldu umuz bir tabiye. Hani o kısa ve yalnız okuyanın kafasında bir an için parlayan veya okunan gazete sahifelerinde kalan zaferler yok mu? Onları kazanmak için!.. Hakikatte halkımız münevverlerine inanır. Onu benimser. Zaten ba ka türlüsüne imkan yoktur. ki asırdır siyasi hadiseler bizi bir nevi gemi nizamı altında ya atıyor. Mutlak olan tehlikeler bize bu terbiyeyi verdi. Halkımız münevverine daima inandı ve gösterdi i yolda gitti. -Ve daima da aldandı?.. -Hayır, daha do rusu biz aldanınca o da aldandı. Yani her millette oldu u gibi. Sen tarihte akli bir yürüyü kabul eder misin? Böyle bir ey elbette imkansız. Fakat cemiyetlerin birikmi kudretleri nesillerin hatası üzerinden atlar. Bize her eyin iyi gitti i vehmini verir. Emin olun biz de her millet kadar aldandık, her millet kadar hata ettik... -Halkı sever misiniz? -Hayatı seven herkes halkı sever... -Hayatı mı, halkı mı?.. Bana öyle geliyor ki, hayatı daha çok seversiniz, yahut mefhumları? -Halk hayatın kendisidir. Hem manzarası, hem tek kayna ıdır. Halkı hem sever, hem tadarım. Bazen bir fikir kadar güzel, bazen tabiat kadar ha indir. Orada her ey büyük ölçüdedir. Çok defa büyük denizler gibi susar. Fakat konu aca ı a zı bulunca da... -Fakat ona gitmek, ona gidemiyorsunuz! Sefaletleri, ıstırapları, endi eleri, hatta zevki size kapalı kalıyor. Yani hepimize demek istiyorum. Ben Adana'da çalı ırken bunu çok iyi duydum. Daima kapının dı ındayım. -Kim bilir? Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde de il, arkasında bulundu umuz içindir. Büyük eylerin hepsi böyledir. Bir formülde hapsetmek için yakalama a çalı tın mı, senden uzakla ırlar. Küçük sefaletlerle inersin! Birisinde akla, mantı a, üpheye, inkara, öbüründe imkansızlı a, acze, isyana gidersin... Halbuki kendinde



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 178 / 279



ararsan bulursun. Bu bir disiplin, hatta metod meselesidir. -Peki ama nasıl buluruz?.. O kadar güç ki... Bazen kendimi Goethe'nin Homunculus'u gibi bir cam kabuk içinde mahpus sanıyorum... hsan dü ündü: -Zannetme ki, sana kabu unu kır! diye cevap verce im... O zaman da ılırsın! Sakın kabu unu kırma! geni let... ve kendine mal et, kanınla i le ve canlandır. Kabu un kendi derin olsun... Eski talebelerinin kar ısında yenilmemek için kelimelerle oynadı ını sanıyordu, fakat hayır, asıl dü üncesi buydu. Fert kendisini muhafaza etmeliydi. Kainat içinde erime e hiç kimsenin hakkı yoktu. Fert, fert olarak kalmalı, fakat bütün, hayatla kendisini doldurmasını bilmeliydi, ilave etti. -Homunculus'un kabahati, mahfazasını canlı bir ey haline getirmemesi, oradan bütün kainatla birle memesi, hulasa ya ayamamasıdır. Yoksa bir kabu u olmasından de il. -Beni anlamadınız ki hocam... Siz de ona ermi de ilsiniz! Erseydiniz içinizde aramaz, kendinizde yaratma a çalı mazdınız. Ona büyük, geni , kendisini size ve etrafa cebreden bir realite, bir de erler ve hakikatler mecmuası gibi bakardınız. Onu kendinize ait bir hakikat gibi ke fe çalı mazdınız. Bu beni tatmin etmiyor. Tabir caizse siz yaratıyorsunuz... Ben mevcut olana gitme i kastediyorum. hsan, Orhan'ın yüzüne mülayemetle baktı, sonra: -Bilmem böyle konu ma neye yarar? dedi. Fakat seninle daha sarih olmak isterim. üpheni anlıyorum. Sen kendimden vazgeçmemi, kendimi inkar etmemi istiyorsun. Sevgiyi ihtiyari bir i buluyorsun. Bu itibarla seni tatmin etmiyor. Bana; At kalbini girdaba. açıl engine ruh ol diyorsun... yahut da halkı ve hayatını tek realite; yahut bir emir gibi kar ıma çıkarıyorsun. Kendin için de böyle dü ünüyor ve yapmadı ın için mustarip oluyorsun. Yalnız bir noktayı unutuyorsun, o da her eyden evvel bir ahsiyet oldu undur. Ben her eyden evvel kendime sadık olmak isterim. Bu benim ruh bütünlü ümdür. Ancak onu elde ettikten sonra bir i e yararım. Kendime sadık olmak, yani birtakım kıymetleri kabul etmek daha ilk merhalede beni etrafımdan ayırır. Zaruretiyle onlardan sıyrılırım. Kendimi bu müntehada bulduktan sonra tekrar onlara dönerim. Onun için severim ve senin dedi in gibi kendimde yaratırım. Mistiklerdeki vecd haline girmek ve denizde kaybolmakla hiçbir ey kazanmam ve etrafıma da kazandırmam. Bu demektir ki, ben hayata muhafazasını istedi im çerçeveler içinden bakarım. Bu çerçeveler benim ahsiyetimdir, tarihi benli imdir... Ben milliyetçiyim, bir mefhuma çok yakın bir realitenin adamıyım. Fakat bu demek de ildir ki, halka yabancıyım, bilakis onun emrindeyim.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 179 / 279



-Fakat ıstırabını görmüyorsunuz? -Görüyorum. Fakat oradan hareket etmek istemiyorum. Onu mazlum gördükçe bir gün zalim olmasını hazırlayaca ımı biliyorum. Niçin o kadar çok ıstırap çekiyoruz; yani bütün dünya. Çünkü hürriyetin u rundaki her mücadele yeni bir adaletsizli i do uruyor. Ben aynı silahlarla mukabeleyi bırakmak istiyorum. Ben içinde yo ruldu umuz tekneden i e ba lamak istiyorum. Ben Türkiyeyim. Türkiye benim adesem, ölçüm ve realitemdir. Kainata, insana her eye oradan, onun arasından bakmak isterim. -Bu kafi de il! -Bir ütopyaya kapılmak istemeyen için kafi. Hatta müsbet bir i görmek isteyen için. -Peki, nedir bu Türkiye? hsan içini çekti: - te mesele burada. Onu bulmakta... -Ben bu suale bazen cevap verir gibi oluyorum. Kendi kendime biz gurbetin insanlarıyız diyorum. Mesafelerin terbiye etti i insanlar. Onun a kı, ıstırabı, hürriyeti. Tarihimiz, sanatımız; hiç olmazsa halkta böyle. Mümtaz bir an dü ündü. -Hatta klasik musıki bile. Bir mübarek sefer olsa da gitsem, Kabe yollarında kumlara batsam... Nuran, hsan'ın fikirlerini ilk defa dinliyordu; onu bu kadar realiteye ba lı bulmadan a ırmı gibiydi: -Hayata ne kadar uurla bakıyorsunuz?.. Adeta sentetik bir ilaç hazırlar gibi... Ve Ya ar'ın vitamin müstahzarlarının prospektüslerinden hatırladı ı cümleleri içinden okudu: -B vitamini tabiatta karı ık halde bulundu u gıdalar arasında kolaylıkla temessül edilemez. Binaenaleyh büyük ilmi mesai sayesinde laboratuvarımız...-Yapıcı olma a mecbur olan nesiller hayata ba ka türlü bakamazlar. Çalı ma a, çalı aca ın yolu hazırlama a ve hatta çalı tırmaya mecburuz. -Ama bazıları böyle demiyor, çalı ma insanı insanlıktan çıkarır, ufkunu kapar diyorlar. -O bazıları onu söylemeden evvel birçok ey söylüyorlar. Kurulmu Avrupa'nın içinde bir nevi misti in pe inde yürüyorlar. Ruha murakebe imkanı istiyorlar... Ben evvela ruhumun hatta maddemin te ekkülünü istiyorum. Onların istedi i her tarikatte esastır. Fakat bir



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 180 / 279



milletin hayatı bir tarikat de ildir ki... ben ki bu kadar içtimaiyim; Fransa'da olsam ben de ferdin pe inden dola ır, ona cemiyete ra men kendisi olması imkanlarını dü ünürdüm. Yahut unu, bunu... Her halde mevcuttan memnun olmaz, kendimce buldu um eksi i tamamlamak ister, onun mücadelesini yapardım. Türkiye'de Türkiye'nin ihtiyacı olan eyi dü ünüyorum. -Demin ahsiyetimi ve ferdiyetimi bırakmam diyordunuz... imdi ise... -Fert olmaktan niye çıkayım?.. Hatta niye ahsiyet olmayayım? Fert vardır. steksiz isteksiz ilave etti: Ormanda a acın esas oldu u gibi.



Kapı tekrar çalındı. Mümtaz: -Emin Bey'dir, muhakkak. Diye yerinden fırladı. Hemen hepsi arkasından ko tular. Nuran, koltu unda do rulan dayısının önünden geçerken ona gülümsedi. Senelerdir Emin Bey'i görmedi ini biliyordu. -Bu kı stanbul'da oturursak, sık sık gider, görürüm...diye birkaç gün evvel sevinmi ti. Ressam Cemil bir elinde kılıfları üstünden sardı ı iki ney, öbür eliyle Emin Bey'in arabadan inmesine yardım ediyordu. Emin Bey, hsan'a elini uzatırken: Tevfik de geldi mi? diye sordu. Her ikisiyle de çok eskiden dosttu. Tevfik Bey'i ilk gençli inde Yenikapı Mevlevihanesi'nde tanımı tı. hsan'ı ise Harb-i Umumi içinde Tamburi Cemil kendisine tanıtmı tı. hsan, Emin Bey'i tanıyana kadar neyi sevmemi , Türk musıkisinin tek aleti olarak tamburu, onun getirdi i co kunluk havasını tercih etmi ti. Fakat bir gece Tamburi Cemil'in kızkarde inin Kadıköyü'ndeki evinde onu asıl kudretli tarafiyle dinledikten sonra fikri de i mi ti. Bu Emin Bey'le, Tamburi Cemil'in Hilali ahmer menfaatine ehzadeba ı'ndaki Ferah tiyatrosunda verdikleri konserden sonra olmu tu. Konser bitince Tamburi Cemil bir türlü neyzen dedeyi bırakmamı ve hsan'ı da zorla alıp götürmü tü. ki gün iki gece orada mezesi kıt, fakat içki itibariyle çok zengin bir rakı masasının ba ında kalmı lardı. hsan bu iki gün içinde, her iki sanatkarın nasıl seçkin insanlar oldu unu anlamı tı. -An'anemizde ya anan hayattan bahsetmek olmadı ı için neler kaybetti imizi o iki günde anladım. Yeme e dü kün, içkiye lakayıt, Tamburi Cemil'e çok hayran Emin Bey bu geceden her bahsedi inde; - i elerin üzerinde -üstadım, aziz üstadım Cemil Beyefendiye- diye bir yı ın ithaf vardı, derdi. hsan o günden beri Emin Bey'i unutmamı , Tophane'de Kadiri yoku unun üstündeki evine son senelere kadar, bo saatlerinde vakit oldukça u ramı tı. Sorel'in talebesi bu eski Mevlevi için -Emin Bey'in dostları arasında velili ine inananlar bile vardı!- -Benim sırri tarafımdır!- derdi.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 181 / 279



Emin Bey, hsan'la -Erenler yine kayıpsın!..- diyerek selamla tı. Tevfik Bey'e senelerdir, sizi kaybettik, ama kusur bizde, evin yolunu biliyorduk! dedi. Tevfik Bey eliyle yanıba ında yerde torbası içinde bekliyen kudumü göstererek: -Senelerdir elime almamı tım. Bugün dolaptan çıkardım, dedi. Emin Dede bir medeniyetin en yüksek cihaz olarak kendisini seçti i insanlardandı. Neyinden daha narin denebilecek bir görünü ü vardı. Kendi gündeli inden kopmu herhangi bir mahluk gibi yava yava , hatta bu gündeli in sıkıntılarını -ufak tefek rahatsızlıklar, endi eler,beraberinde getirerek bahçeye girmi ti. Kadınları, sultanım! diyerek ellerini sıktı, Mümtaz'ın arkada larına iltifat etti. Sonra hsan'ın yanındaki koltu a rahat ve sakin oturdu. Ressam Cemil arkasından sakin melek çehresinde her zamanki tebessümü ile görünmü tü. Halinde, içinden o kadar ta'ziz etti i, her hareketini aradaki ya ayı ve alem farklarına ra men büyülttü ü adam için: - te o budur, bu çelimsiz adamdır, bütün mazi hazinelerinin son bekçisi, kafası altı asrın altın u ultulu kovanı olan ve nefesinde bir medeniyet ya ayan insan budur?..- diyen bir hali vardı. hsan: -Sizi buraya kadar yorsunlar ha?.. diye gülümsüyordu. -Aldırma erenler. Biz istedi imiz için geldik. Hava aldık, dost gördük. Hep sizler mi bize geleceksiniz. Biraz da biz yorulalım. Orta boylu, vücuda bir nevi, bostan korkulu u manzarası veren çökük omuzlu, esmer, çakır gözlü bir adamdı. Büyükçe, kemerli ve a a ıya do ru sarkık bir burun zayıf yüzünü adeta iki ayrı mıntıkaya ayırıyordu. O kadar ki hemen arkasından gelen kısa ve beyazı fazla bıyı ın ve dudakların düz ve keskin çizgisi ancak onun bitti i yerde çehreyi tekrar toparlıyabiliyordu. Bu haliyle Emin Bey devrinin en büyük musıki inasından ziyade -gümrük, posta i leri gibi- ehrin umumi hayatından adeta uzakta kalmı görünen bir bürokrasinin o görünmez, fakat çok çalı kan memurlarından birine benziyordu. Me er ba ınızı kaldırıp, gür ve kıvrık ka ların altındaki gözlere dikkat edersiniz; o zaman bu küçük ve lalettayin görünü lü adam sizinle maddesinin çok üstünden konu urdu. Mümtaz ilk defa tanı tıkları zaman Aziz Dede'nin talebesini, Tamburi Cemil'in yakın ve aralarındaki mizaç farkına bakılırsa çok sabırlı ve müsamahalıdostunu, kamı ın sırrına sahip bu son Mevlevi'yi sıkmadan tanıma a çalı tıkça bu gözlerin kendisini nasıl yakaladı ını, halim bir eda ile sanki, -Neden maddemle bu kadar me gulsün! Ne ben, ne de senin sanatım dedi in ey zannetti in kadar mühimdir... Elinden gelirse scnin de, benim de içimizde konu an sırra, alem ümul sevgiye yüksel!..- diye azarladı ını hatırlıyordu. O kadar asırlık Mevlevi terbiyesi onda ferde ait her eyi silmi , sanki bu halim, ilhamlı ve sabırlı adamı, -Aziz Dede'den bir gün dinledi i yedi sekiz notalık bir cümleyi aynen tekrarlıyabilmek için eve dönü ünde sekiz on saat üst üste çalı mı , o modulasyona yükselmi ti; bunu sık sık üstadım medh için anlatırdı- bir nevi hüviyetsizli in içinde eritmi ti. O kadar ki bu küçük ve kim bilir nasıl bir iç güne inin sıca ında yarı erimi



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 182 / 279



maddesinden ba ka bir ferdi tarafı yok gibiydi. Bu madde de bir yı ın adabın, te rifatın, kendini herkesle bir görmek, bize garip gelecek bir hicapta ahsi her eyi inkar etmek terbiyesinin altında her an gizleniyor, kayboluyordu. Mümtaz ona baktıkça Ne ati'nin: Ettik o kadar ref-i taayyün ki Ne ati Ayine-i pür-tab-ı mücellada nihanız! beytini hatırlıyordu. Hakikat de buydu. Emin Dede maddesinde ve medeniyetinde gizli bir adamdı. Bu kadar büyük bir sanatkarda, herhangi bir sanatkarane edayı, ahsiyetini bir uca ta ımı , orada kendi iç fırtınalariyle ya amı olmanın verebilece i bir de i ikli i aramak beyhude idi. Daha ziyade aynı sahile çarpan bir yı ın dalganın asırlar boyunca yaladı ı, yuttu u, bütün kenarlarını sildi i hususiyetlerini giderdi i bir çakıl ta ına benziyordu; herhangi bir kumsalda gezerken binlercesini gördü ümüz o yuvarlak ve sert çakıllardan biri! Hatta aramızdan el ayak çekmi bir alemin son ı ıklarını muhafaza etti ini, bir nevi zengin hazinedarı oldu unu dahi göstemiyordu. Tevazuu içinde hayatımızdaki bu de i ikli in, kendisini ve sanatını muhte em bir harabe, yahut güne batması gibi bir ey yapan üst üste inkarların bile farkında olmadan, herkese kar ı dost ve e itti. Ve Mümtaz onun imdi evinin bahçesinde, sonbahar güne i altında, siyah elbisesi içinde ve herhangi bir insan gibi oturu unu seyrederken öbür alemin o kadar sevdi i ustalarını, Emin Dede'nin varlı ından haberdar bile olmadı ı ruh iklimlerini yaratanları farkında olmadan dü ündü. Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Listz, bir Borodine bu gördü ü ebediyet yıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlamı bir sofra zanneden i tihaları ve bunları tek ba ına yüklenebilmek için imkansız bir Atlas gayretiyle gerilmi gururları, hiç olmazsa ahsiyetlerini de i ik planda göz önüne koyan bir yı ın nazariyeleri, garabetleri, yumu aklı ı bile etrafındaki her eye bir arslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Halbuki bu öhretsiz dervi in hayatı üst üste kendi ahsını inkardan ibaretti. Bu inkarlar, mutlaka kar ı beslenen bir a kta ve hayatın umumi gürültüsü içinde bu çifte kaybolma kararı sadece Nuri Bey'e ait bir ey de ildi. Bu kendi iradesiyle yahut medeniyetinin terbiyesiyle silinmi çehreyi sonsuz iti lerle geriye do ru götürerek ondan bir Aziz Dede, bir Zekai Dede, bir smail Dede, bir Hafız Post, bir Itri, bir Sadullah A a, bir Basmacızade, bir Kömürcü Hafız, bir Murad A a, hatta bir Abdülkadir-i Müragi, hulasa bizim bir tarafımızı, belki en zengin his tarafımızı yapan insanların hepsini çıkarmak mümkündü. Onlar bir kile bu dayın içinde tek bir tane olarak ya amayı seven insanlardı. Hiçbir azdırıcı ile kendilerini çıldırtmamı lar, saf bir idealin etrafında, içlerindeki hayatın henüz uyanmı mahmur günlerinden yı ın yı ın baharlar açmakla kalmı lar, sanatlarını bir benli in behemehal ikrar vasıtası olarak de il, büyük bütünde kaybolmanın tek yolu tanımı lardı. in garibi muasırları da bunu böyle görmü lerdi. çlerinde en fazla ahsi



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 183 / 279



olan, bize bir yı ın ilahi hastalık a ılayan Dede Efendiden bile, Abdülhak Molla'nın küçük karde i jurnalinde ne kadar basit bir ekilde, yapılan i in sanki manasını anlamadan, adeta bedbahtça bir cehalet içinde bahsederdi. hsan bir gün Letaif-i Rivayat-ı Enderun'un Dede'ye ait kısımlarındaki bo lu unu Emin Dede'ye anlatınca kar ısındaki gülerek: -Erenler, yanlı kapı çalıyorsun... demi ti. Ötekiler sanat yapıyor. Biz sadece duadayız. Bilirsin, bazı tarikatlerde de il eser vermek, kabrinin üzerine adını yazdırmak bile iyi sayılmazdı. te bu arktı. Mümtaz'a göre hem ifasız hastalı ımız, hem de tükenmez kudretimiz olan ark! Emin Bey i te bu muhte em inkarda ellerinden gelse ömürlerinin kısa im ek parıltısını bile söndürecek insanların son varisi idi. Emin Bey'in hayatı da çok temiz ve saftı. Ömrünün uzun bir kısmını a abeyisinin kat'i vesayeti altında geçirme e razı olmu tu. Alkol, cıgara kullanmadı; hiçbir ifratı yoktu. Biraz sonra yine bir medeniyetin a zından ve çok basit dikkatlerle konu tu unu gördüler. Aziz Dede'ye, asıl hocası Neyzen Hüseyni Efendi'ye, Cemil Bey'e, Zekai Dede'ye, daha eskilere ait bir yı ın fıkrası vardı. Aziz Dede, sert, titiz, i man, son derecede afif, okuması, yazması kıt bir adammı . Bir gün yazı yazmak için hokkasına daldırdı ı kalemin mürekkepsiz çıktı ını görmü ve bu i aretin manasını anlayarak yalnız kalble ve niyetle Allah'a ba lanma a karar vermi . Neyini, kendisini son devrin bazı molla beylerine benzeten iri göbe ine dayayarak oturdu u yerden çalarmı . Bir ak am Beylerbeyi iskelesinde kahve zanniyle girdi i bir gazinoda pencere kenarında bir müddet denize daldıktan sonra a ka gelmi , bir ney taksimi yapmı . Siyah gümrah ka larının altında iki ocak gibi yanan gözlerini kapayarak çaldı ı için yava yava gazinonun doldu unu ve ruhani ilhamının sofrasına bir ak amcı kafilesinin toplandı ını görmemi . Onlar da zaten çıt çıkarmadan demleniyor, garsonlar Dede'yi rahatsız etmemek için ayaklarının ucuna basarak gidip geliyormu . Taksim bitip de etrafındaki kalabalı ı ve rakı kadehlerini görünce Aziz Dede yerinden fırlamı . Bu hikayeyi her anlatı ında u cümle ile bitirmi : --Erenler öyle bir hicap duydum ki, üç gün evden çıkmadım; bir ay da ehibbaya rastgelmekten korktum.Bununla beraber Aziz Dede'nin talebesi sofraya oturdukları zaman içki içilmesine itiraz etmedi. Yalnız -Fazla kaçırmayın. Bugün pek co kunlu um var üstümde... Tevfik Bey'e her zaman rastlanmıyor artık! Sakın, Cemil'e de içirmeyin, çalarken a ırır...- dedi. Bunu söylerken gözlerinin içi gülümsüyordu. Hakikatte Cemil'i çok severdi. Onun ısrariyle ve epeyce hazırlıklı gelmi lerdi. Cemil ona Mümtaz'ın ferahfeza ve sultaniyegah'ı çok sevdi iıü söylemi ti. Emin Dede sofra nimetlerini seviyordu. Zaten a abeysi hattatlarımızdan Vasfi Bey, yemekteki ustalı iyle me hurdu; onun



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 184 / 279



ka ıt içinde hindisi bütün stanbul'da söylenirdi. Bu yeme e sanki bir nevi gecikmi Romalı zevkiyle kefenli hindi adını vermi lerdi. Bununla beraber yemeklerin güzelli ini metheden birkaç sözden ba ka yeme e dair bir ey söylemedi. Sadece a abeysinin usulüyle yapılmı piliçler gelince Nuran'a: -Bunu dayınız ö retmi tir sizededi. Tevfik Bey gülümsedi: -Hünerler el de i tirmezlerse devam etmezler... dedi. Bütün ö leyin boyuna canı sıkılmı tı. Bir zamanlar büsbütün ba ka ekilde u ra tı ı meseleler imdi onu rahatsız ediyordu. Hareketten uzakta ihtiyarlamanın verdi i bir küskünlükle hepsini bir tarafa bırakmı tı. imdi ölmek için kabuklama devrine gelmi bir hayvana benziyordu. Bütün hayatı ve etrafı ile kendisine zevkli bir laht hazırlıyor gibiydi. Eski musıki bunun en canlı tarafıydı; her na mede bir ba ka günü, fakat hiç de kendisinin olmayan bir ey gibi, tıpkı bu ba ının ucunda parlak, en saf elmastan güne i, bu yakut ve akikten sararmı yapraklar, biraz uzakta küçük bir ak ama benzetti i narlar ve Trabzon hurmaları ile, arılarının vızıltısı ile insanın bütün fanili ini hatırlatarak içine alan bu mevsim saati gibi etiyle, kanıyle ya adı ı bir ey de il, sadece davetlisi oldu u bir nimet gibi hatırlıyordu. Emin Bey onun sofra zevklerine olan merakını, eskiden verdi i o debdebeli ziyafetleri anlattı. Eski Mevlevi dergahlarının sımatlarından, kendisinin tanıdı ı a çı dedelerden, onların pi irdi i kuzu ve pilavlardan, aynı güzide insan ve asıl zevkle bahsetti. O kadar ki, Mümtaz onu dinlerken, -Bizi i rendiren alaturka büsbütün ba ka ey demek...- diye dü üudü. Sonra bahis Nuran'ın babasına geçti. Onun Yıldız fabrikası için yaptı ı tabak örneklerini, yazılarını çok iyi tanıyordu. Zaten kendisi de hattattı. Belki a abeysinin mutlak vesayeti altında olmasaydı bu istidadı daha geni lerdi, diyenler vardı. Mümtaz onun bu sanatlardan ve musıkiden bahsedi ini dinlerken daima halka yakın bir safiyeti muhafaza etti ine, güzel hakkında büyük bir seçme kudreti olmadı ına dikkat etti. Zevkimize ve an'anemize sonradan giren ve onu hayli soysuzla tıran eylere kar ı müsamahası da buradan geliyordu. Bu kibar Mevlevi etrafında de i en zevkle, onun içinde, her kımıldanı ın aksini kendisinde duyarak büyümü tü. Onun için Yahya Kemal'le zevkimize gelen o saf eklinde eskiyi aramak ve duymak arzusu onda yoktu. Tıpkı bizden evvelkiler nasıl Servet-i Fünun diliyle yazılmı bir gazele eskinin en saf eserlerine yakın bir itibar gösterirlerse, o da, yazıda, resimde, musıkide olan bir yı ın de i ikli i öylece kabul ediyordu. Zaten bahsetti i eylerde hususi çizgiler bularak konu an adam de ildi. Ve böyle eyleri pek az tadıyordu. Bununla beraber yaradılı ından gelen bir zevkle son derece seçkin olmasını biliyordu. ster yazıda, ister musıkide olsun etrafındaki an'ane de i ikli inden nasıl kendisini muhafaza etmi se konu masında da kendini öylece koruyordu. Sanat eserlerinden hiçbir hususi ıstılah kullanmadan iyi i çi dikkatiyle bahsediyor, iyi ve müstesna i çi hüviyetinin prestijiyle sofraya ve meclise hiç istemedi i halde hakim oluyordu. Macide onun için kızını beyaz bulutlar arasında ziyaretten vazgeçmi , Mümtaz'ın akıbeti için vehmetti i korkulardan kurtulmu , Nuran ise bu tecrübeli üstada



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 185 / 279



hayatına hakim olan baba ve ya lı erkek sevgisine ve bu sevgi ile beraber yürüyen itaat hissine kendini teslim etmi ti. Onu sevmekle, onu dinlemekle kendisini adeta bir yı ın günahtan kurtulmu hissediyordu. Emin Bey dondurmayı, dokunur diye reddetti. Ve yalnız sade bir kahve ile yeme i kapattı. V Bu prestiji, asıl yemekten sonra çekildikleri üst kat sofrasında neyini çalma a ba ladı ı zaman tattılar. Pek az insan bir hünerin emretti i duru u takınmakla bu kadar de i ebilirdi. lk önce Tevfik Bey'e; -Mirim, Ferahfeza'ya var mısın? diye sordu. Tevfik Bey senelerdir bu eseri de söylememi ti. Fakat tecrübeyi kabul ediyordu; bu, hiç beklemedi i zamanda gençli e dönmek olacaktı. Daha Mülkiye'de iken me ketti i ayini, Emin Dede'nin taksimi esnasında hafızasında aradı. Sonra elinde kudumü, alaturka sazların aya ını sarkıtarak oturanlara verdi i o acayip vaziyette, oturdu u kanapede bekledi. Emin Dede makamların arasında çok kısa bir gezinti yaptı ve sonra Dede'nin Devrikebir Pe revi'ne girdi. Mümtaz bu pe revi Cemil'den birkaç defa dinlemi ti. Fakat imdi o büsbütün ba ka bir eser olarak kar ısına çıkıyordu. Daha ilk notalardan itibaren garip bir hasret duygusu binlerce ölümün arasından güne e hasrete benziyen bir özleme içlerini kapladı, sonra bu hasret duygusu hiç da ılmadan Mümtaz kar ısındaki Nuran'ı hep bu duygunun arasından görüyordu;garip ve sonsuz bir sonbaharda yaprak yaprak da ıldılar. Altın semaların, büyük sararmı yaprakların, acayip nilüferlerin, beraberce yüzdükleri durgun bir havuz, bilmedikleri bir tarafta, belki -ve hatta üphesiz,- uzviyetlerinin bir tarafında geni ledi. Emin Bey'in neyi, nefes ve rüzgar mahiyetini hiç kaybetmeden, madeni, yahut daha iyisi garip ve renkli ço alı ında mücevher parıltılariyle nebat yumu aklı ını birle tiren bir ses çıkarıyordu. Fakat ne kadar tok, hacimli ve geni ti. Büyük sofa onunla doluyor, pencerelerden dı arı ta ıyor, adeta bahçe son çiçeklerinin, sararmı yapraklarının üzüntüsüyle onda de i iyordu. Bazen her eyi kendi cevherine ve oradan da daha derin bir asıla iade edilecek gibi eriyor, tavandaki küçük avize bu gül ya muruna benziyen ses ça layanında acayip kavs-i kuzahlarla tutu uyor, sonra cesur bir dirsek bükü üyle veya ancak hiç rengini kaybetmeden nizamını benimsedi i sarma ıklarda, salkımlarda, ince lifi nebatlarda görülen o acayip ve birbirine yapı ık tırmanı la kendi kendisinden biraz evvelki çehresi olarak do uyordu. Mümtaz Cemil'in neyini ustasının sesi arasında ararken birinci hane bitti. kinci hane daha sakin bir raksla bu biti in vehmettirdi i mahzun hatırlayı tan fırladı. Tekrar üst üste rüzgarlarda savruldular, ruh fırtınasından geçtiler, ümitsiz i tiyakların -Ah bu her eyin ebediyen kaybolmu vehmi,- aynasında yalnızlıklarını seyrettiler. Ve Ferahfeza Pe revi, yahut imkansız uzlet çöllerinde



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 186 / 279



yolunu seçme e çalı an ruh, dördüncü defa o mahzun hatırlayı a, o sular altında tutu mu ak am dünyasına döndü. Hemen herkes kendi ömrünün rüzgarında da ılmı gibiydi. Yalnız Emin Bey ayakta çok temiz ve dürüst kıyafetiyle, yüzü sertle mi , sırrın ve na menin mahfazası uzviyetiyle bir sembol gibi duruyordu. Kendi içinde toplanmanın bütün sırrı bu çehrenin içi, ten sertli indeydi; onun yanıba ında biraz arkada ressam Cemil, kumral saksonya fa furu çehresi biraz daha incelmi tatlı bir gülümsemede sanki biraz evvel geçtikleri yolu seyrediyordu. Tevfik Bey öbür tarafta kuca ında kudumü, alaturka sazların sandalye oturu una kattı ı o daima yadırgatıcı rahatsızlık içinde bekliyordu. hsan dayanamadı; çok yava bir sesle: -Dedem, senin muhte em bir renk dünyan var... dedi. Emin Bey bir gözü kudumünü çalma a hazırlanan Tevfik Bey de, tam bir neyzen bakı ıyla ve aynı yava sesle cevap verdi: -Erenler, pirin himmetini unutma... sonra sizin o renk dedi iniz ey, ben olsam a k derdim ya, asıl merhum Dede Efendimizde... Emin Bey eski musıki inaslardan veya velilerden ya ayan insanlar gibi bahsetmekle kalmıyor, ölümlerinin uzaklı ını, üstadımız, pirimiz, efendimiz gibi ahsını bir nevi ba ı lama vasfında siliyor, böylece kendisi, ya adı ı zaman, bahsetti i insan ve ölümün mücerret zamanı birle mi oluyordu. Fakat asıl mucize ayinin kendiyle ba ladı. Dede'nin Ferahfeza ayini sadece bir dua, inanan ruhun Allah'ını aradı ı bir çırpını de ildi. Mistik ilhamın vasfı olan geni hamleyi, sırrı, do rudan do ruya zorlayan büyük ve dinmez hasreti, hiç kaybetmeden eski musıkinin belki en oyunlu eserlerinden biriydi. Dede alaturka musıkinin makamlar arasında küçük gösteri ler, de i meler ve kararlarla dola maktan ibaret olan geli mesini o ekilde ifade etmi ti ki, ayin kendili inden bir sembol oluyordu. Ayinin ba ladı ı Mesnevi'nin ilk iki beytinde ferahfeza makamının bütün hususiyetlerini, aynı sarayın birbirinin aynı iki murassa cephesi gibi verdikten sonra, çok çe itli, uzun bir seyahati andıran kavislerle bu makamı birkaç defa tekrarlıyor, sonra birdenbire hep aynı mimari motiflerini kullanmak artiyle elde edilen ayrı ayrı terkiplere benziyen bir yapı ta onu yava yava kendi benzerlerinde kaybetmi görünüyordu. Böylece bütün ayin ilk cümlelerde, -yahut beyitlerde,dinlenilen o berrak ve muhte em Ferahfezanın hasreti içinde bir çe it kozmik seyahat oluyor, kulak tattı ı hazzı -veya ruh, bir lahza kendisini kama tıran mavera evkini- daima hatırlıyor, her cümlede ona yakla tı ını sanıyor, seviniyor, fakat bu sevinci duyar duymaz, ebedi hasret ve yolculuk -nevanın veya rastın veya acemin daha hafif veya sadece de i ik bir perdesinde- yeniden ba lıyordu. Sanki Dede bu acayip eserde mistik tecrübenin bütün mukadder seyrini gözle görünür ekilde vermek istemi ti. Bir an için Hak ile Hak olan ruh, kendini ve gayesini geni zaman ve mekanda arıyor, e yanın uykusunu sarsıyor, her eyin özüne e iliyor, büyük uzletlerde



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 187 / 279



kapanıyor, kehke anlar atılıyor, her yerde kendi hasretine benzer hasret, kendi susuzlu una benzer susuzluklar buluyordu. Ferahfeza makamını adeta bir nevi ir at gibi kendisine sunan acem perdesinden dügaha, kürdiye, rasta, çargaha, gerdaniyeye, sabaya, nevaya geçiyor, her ey birbirinde kayboluyor, birbirinde arıyor, birbirinde buluyordu. Ve ferahfeza bütün bu hasret sıtması yolculukta kah umulmadık dönemeçlerde mücevher kadehini -o tek cümleden, tek savrulu tan kadehini- birdenbire uzatıyor, kah çok de i tirici desenlerde seyredilen bir hayal gibi, kendi kendinin hatırası veya rüyası gibi görünüyordu. Bu arayı , bu kaybolma ve kendini idrak bazen son derece be eri oluyor, Dede'nin ilhamı, -Görünmezsen ne çıkar, ben seni kendimde ta ıyorum!- diyor; bazen de, madde kadar sert bir ümitsizli e kapanıyordu. Fakat Mevlana'nın hakkı vardı; neyin biricik sırrı hasrettir. Bir gün Rimbaud'nun -Voyelles-ler için yaptı ı o cesur tahlilin benzerini biri sazlar için yaparsa üphesiz alaturkanın bu en basit çalgısında bir ak amın ten rengi hasretini bulacaktır. Onu alafranga musıkiden flütlerin, kornelerin hatta o acayip ve asırlarca hayvani bünyeyi yoklamı av na melerinin koyu zümrüt ye ili veya kan rengi sesiyle karı tırmamalıdır. Onlar tabiatı, ba ka planlarda yaratmak veya yoklamak ihtiyaçlarında sanatın asıl malikanelerinden biri olması lazım gelen bu hasreti çok defa kaybederler. Çünkü ney mevcut olmayanın yerine geçerek, onun izinden yürüyerek konu ur. Niçin ruhi hayatımızın büyük bir kısmını bu hasret yapar? Bir katresi olarak yaratıldı ımız ummanı mı arıyoruz? Maddenin sükununun pe inde miyiz? Yoksa zamanın çocu u, onun potasında pi mi bir terkip ve onun mazlumu oldu umuz için geçen ve kaybolan tarafımıza mı a lıyoruz? Hakikaten bir kemalin arkasından mı gidiyoruz? Yoksa zalim zaman nizamından mı ikayet ediyoruz? Herhalde musıki yaptı ını bir anda bozan, hal dedi imiz o zaman platformunu, asgari bir gözle dokunup geçme ama indiren nizamiyle bizde bu hasreti en çok konu turan sanattır; ve ney bunun en belagatli aletidir. Belki Dede bu hasreti kendi ruhunda duydu u için ayinini Mesnevi'nin ondan bahseden beyitleriyle ba latmı tı. Devrikebir'in dört basamaklı e i i insanı bu alemin ancak kapısına kadar götürüyordu. Çünkü burada musıki pe revde oldu u gibi, insanın üstünde birtakım ameliyeler yapmakla kalmıyordu; onu yakalıyor, yerinden koparıyor, de i tiriyor, ruh ve bedeni çok ba ka türlü bir ölümü, hayatın ötesinde fakat onun ürperi halinde hatıralariyle dolu bir ölümü kabul edecek bir nevi kap haline getiriyordu. Hayır, bu artık ne Rüyükdere'deki mehtap gecelerinin erimi zümrüt ve akiki üzerinde kırılan ı ık kadehlerinin, ne de yaprak yaprak da ılan sarı güllerinin alemiydi. Buradaki hasret bin ölümün ötesinden, ya ayan her eye duyulan hasretti. Onun için hiçbir sivri, insana batan tarafı yoktu. Sanki Nuran, bilinmeyen bir yerde her an yeni ba tan uyanıyor, alevden bir raksın ritminde, bir yı ın eye birden -fakat neler?- de i iyor, sonra makamların dönü yerinde tekrar a ır ve çok yaldızlı bulutlardan birini üstüne çekiyor, orada çok sihirli bir uykunun içine gömülüyor, sonra tekrar bu a ır örtünün bir



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 188 / 279



kenarından, sanki bir ak amın bulutları arasından sızan o mercan rengi, safran rengi ı ık damarlarından biri imi gibi süzülüyor, farkında olmadan ba ka bir yerde tekrar toplanıyor, tekrar acayip raksında sade cevher bir dünya oluyor, geni liyor, büyüyor, parçalanıyor, e yada hiç kendisi olmadan ve yine kendisi olarak gülüyor, ço alıyor, imkansızın kapılarına kadar gidiyor ve orada dal dal, yaprak yaprak henüz sararmı bir sonbahar gibi savruluyordu. Kudumün a ır ve çok derinden, adeta topra ın altından, yüz binlerce ölümün küllerini silerek gelen ahengi olmasa belki büsbütün uçacak, bütün maddesiyle kaybolacaktı. Fakat o derin ahenk, artık hiç kendisi olmayan benli in her an de i ti i eylerin arasından, artık bizim olmayan bir zamanın davetiyle yol gösteriyor, mucizeli i aretleriyle derinliklerde birtakım perdeler açılıyor ve Nuran, onun pe inde ikiz bir ruhun parçasıymı gibi, bu sade özlerden dünyanın de i ikli inde, kendisini, öbür yarımını, kim bilir belki de bütününü arıyordu. Neyin altın uçurumuna Tevfik Bey'in sesi tanımadı ı kelimelerin mücevherlerini, yava yava , bütün kenarlarının parıltısını belirterek bırakıyor, urada bir -yar, yari men!-in ilk -yar- feryadı deniz ortasında tutu mu bir gemi dire i haliyle parlıyor, bestenin üzerine iyice bastı ı -men- hecesi birdenbire gümü ve mercan çerçeveli bir eski zaman aynası gibi derinle iyor, Nuran, orada da lar ba ında büyük rüzgarların didikledi i kendi hayalini iyice seçmeden, ebediyen kapanmı kapıların arkasından kah Mümtaz'ın süzülmü yüzünü görüyor, kah Fatma'nın -anne- diye yalvaran sesini i itiyordu. Çünkü bu acayip musıkide her ey hareketsiz, derinden, adeta gölge halinde bir trajediye de i iyordu. Sofa duanın denizinde çalkalanan büyük bir gemi olmu tu. Herkes tanıdı ı sahillere, kendi ömrünün sahillerine, son ı ıklarını da ıtan bir güne i selamlar gibiydi. Mümtaz hiç duymadı ı cinsten bir kendinden geçi le bu güne e ve etrafa bakıyordu. ki adım ötesinde oturan Nuran'ı ebediyen kaybedecekmi gibi korkuyordu; Neyin rüzgarı o kadar kendilerini geni mekana da ıtmak üzereydi. Bu bir nevi rüya idi. Ve her rüyayı hazırlayan ilk uykularda oldu u gibi, tesirini uurun kendisi üzerinde yapmı , benli i da ıtmı tı. Fakat bu da ılı da tam de ildi. Eserin kuma ı dalga dalga açıldıkça Mümtaz bu inkıraz dehasının ne oldu unu anladı. Ne Abdülkadir-i Meragi'nin segahkarında, ne Itri'nin naatında, ne de bir ak am Ahmet Bey'in evinde bir tesadüfle kendi a zından dinledi i Isfahan bestede -yine Itri'nin- bu ayinin içten yakalıyan ürpermesi yoktu. Onlar kendi üstlerine toplanmı büyük ruh kudretiyle ve sa lam mimarileri içinde, hiç a ırmadan Allah'ı veya ideali arayan, veya ruh macerasını nakleden eserlerdi. Adeta dikine uçuyorlardı. Burada ise ameliye iki türlü idi. Ruh ayrılma a çabaladı ı alemini bir türlü bırakmıyordu. Bu üphe de ildi; a kın eksikli i de de ildi. Sadece iki ayrı rüzgarda birden çırpınmaktı. Bir an Mümtaz'a öyle geldi ki, Tevfik Bey'in sesi, Emin Dedenin neyi ile girdi i yarı ta bu iki rüzgardan birini tutuyordu. Çünkü onun eski ayin usulüyle okudu u Ferahfeza, aynı bestekarın kendisine adeta sevme ve ıstırap çekme üslupları a ılayan öbür ferahfezalarından çok ayrıydı. Bu adeta söylendi i evin mimarisini bile yadırgayan bir eydi. Belki Farisi metin, belki an'anenin kendisi,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 189 / 279



Tevfik Bey'in o kadar iyi tanıdı ı sesini de i tirmi , ona eski Selçuk camilerindeki çinilerin renklerini, içlerinde yollarını aydınlattıkları dualardan bir ey yanan kandilleri, eski rahlelerin zamanla a ınmı tahtalarını andıran bir tad vermi ti. Halbuki neyin sesi ve üslubu eski ve yeni diye hiçbir ey tanımıyor, zamansız zamanın, yani cevher halinde insanın ve kaderin pe inde ko uyordu. Bununla da kalmıyordu. Çünkü zaman zaman neye ve insan sadasına çok derinlerden, adeta topra ın derinli inden gelen kudumün sesi, o unutma ve unutulma dolu uyanı , -bin uykunun küllerini silkerek, yahut be on medeniyetin arasından- kendini bulu karı ıyordu. Ve bu uyanı lar, kendisini bulu lar hiç de beyhude olmuyordu.. Çünkü kudüm sesinde daima kadim dinlerin büyülü daveti vardı; onun ıttıradı, bu semavi yolculu a adeta topra a ait bir olu un nizamını katıyordu. Birinci selam son bir çırpını ta adeta sakatlanmı bir kanat gibi muallakta kalan bir na me ile bitti. Nuran Mümtaz'ın gözlerini aradı, birbirlerini tanımıyormu gibi bakı tılar. Daha imdiden musıki onları birbiri için -tıpkı rüyalarımızda oldu u gibi- yalnız görenin tanıdı ı bir hayal haline getirmi ti. Mümtaz, -bu garip!- diye dü ündü. Emin Bey hep beraber geçtikleri tecrübenin ardından gibi hsan'a tebessüm etti. Sonra Tevfik Bey'e tatlı bir gülümseme ile neyini tekrar a zına götürdü. Tevfik Bey, neyin sesiyle, -belki de eseri bozacak bir yarı a girmemek için bu sefer sesini adeta hafifletmi , iyi yontulmu kıymetli bir ta ın üzerinde, gözün ancak takip edebilece i çok yumu ak bir kabartma haline getirmi ti. Bununla beraber duanın bazı yerlerinde ses birdenbire geni liyor, büyüyordu. Mümtaz Nuran'ın elinde kendi tesbihi, musıkinin uçurumunda sanki bir nezir gibi sıra bekledi ini gördü; genç kadın -Yak beni ey sonsuzluk!- der gibiydi; o kadar mustarip; kendi içine çekilmi bir yüzü vardı, fakat omuzları yerindeydi. Bütün ikrariyle kendine sahip ve bu ebediyet fırtınasına bir altın kalyonun sa rısı gibi kar ı koyuyordu. Mümtaz böyle bir ayin esnasında Yenikapı Mevlevihanesi'nin sultan hanımlara ayrılmı bir tarafında kafesler arasında Beyhan Sultan'ın tıpkı Nuran gibi ve be asırlık bir kudretin ikrarını sadece omuzlarında ta ıyarak eyh Galib'i süzmü olması ihtimalini dü ündü. Sema eden mevleviler, tennurelerin bo lukta dönü leri bir önden yürüyenin, bir arkadakine kollarını kavu turarak o kadar asrın terbiyesi arasından niyazı hayalinde bir an parladı. Üçüncü Selim'i, -hiç dinlemedi i, fakat son yıllarında,- bahçesine en nefis bir gül fidanını gelecek zamanlar için oldu unu bile bile diken bir bahçıvan gibi, imkanlarını hazırladı ı bu muhte em na melerin arasında, parma ında büyük yüzü ü, o Horasan Erenleri çehresiyle mahfilde altın ve sırmadan bir sanem gibi diz çökmü gördü. Fakat Dede, kendisi nasıldı? Bu ruh macerasını bu kadar intizamla hazırlayan adam kimdi ve nasıldı? Ferahfeza ayininin ilk okundu u gün kinci Mahmud hasta dö e inden kalkarak Yenikapı Mevlevihanesi'ne gelmi ti. Bütün stanbul en süzme tarafıyle, kibar



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 190 / 279



ecnebi davetlileri, saray adamlari ile, ikbalin e i ine ilk adımını koymak ümidiyle çıldıranlarıyle hep oradaydı. Hepsi bu yeni ayini, Ser-müezzin-i Hazret-i ehriyari Hamamizade smail Dede Efendi'nin hazırladı ı ayini dinleme e gelmi ti. Mümtaz bu acayip kasırganın arasında kinci Mahmud'un veremle eski bir mu amba gibi sararmı yüzünü, a ır püsküllü fesinin altında ve kendi icat etti i Avrupa biçimi lacivert, sırmalı elbisenin yakası üstünde aradı. Bu na meleri kinci Mahmud'la beraber, iyi beslenmi Arap atları üzerinde, geçtikleri yolun iki tarafını saran halkın alkı ları arasında ve henüz kaybolmamı eski ark te rifatı içinde gelenlerin hepsi dinlemi ti. Hepsi musıkinin oca ında bir an için, Anadolu'yu ve bütün imparaturlu u saran vak'aları, ba larının üzerinde bir kılıç gibi asılan yarının tehdidini unutmu lar, Allah'ın küçük, yalnız ruhun selametini dü ünen bir kulu olmu lar, kısa fasılalarla ömürlerinin hesabına dalmı lar, -Bu cinsten eserler yapılırken bu batmaz, daha baharımızdayız!- demi lerdi. Üçüncü selam Mümtaz'ı büsbütün ba ka ufuklara ta ıdı. Burada yörü e giriliyordu. Burada gittikçe artan bir süratle masiva'dan sıyrılmak lazımdı. Fakat öyle olmuyordu. Müslüman litürjisinde sembol yoktu; hatta, sade cemaatle dua ve ibadet vardı. Tarikatlerde de böyleydi. Adımlar daha çabukla ır, tennureler daha dar ve gözle tutulmaz kavisler yapardı. Fakat ne garipti; Mevlevi ayini vecde yakla tıkça mahzun ve yüklü aristokrat edasını bırakıyor, bir halk ne esi kazanıyordu. Ritm, hiç dinlemedi i cinsten bir pastoral ve halk bayramı olmu tu. Mümtaz na menin kıvrak raksında adeta halkımızın ne esini, Anadolu'ya bu kadar uzun ıstıraplarla tahammül kudretini veren o büyük kayna ı buluyordu. Bir tarafta çok ince bir duvar çatladı. Ye il bir filiz bir sabah müjdesi gibi canlandı. Ruh binası birdenbire büyüyen güller altında çöktü... Mor, acayip güller... Nuran uçmak, kendi hızı içinde tavanı delmek, göklere yükselmek istiyordu. Beraberinde, bütün dünyası beraberinde idi. Uçmak ve kaybolmak. Niçin bu musıki birdenbire kıvrak edasıyle çocuklu unun bayramlarını hatırlatmı , onların o gamsız, mesuliyet duygusuz, her zevki bir vicdan azabı ile beraber duymadan tattı ımız zamanların ne esiyle co mu tu? Bu kadar ölüyü birden diriltmek do ru muydu? Bu ne enin sonunda Allah'a mı varılıyordu? Yoksa hayata mı? Bunu bilmiyordu. Fakat -tıpkı o gamsız zamanlarının bayramlarında- çok e lenmekten, çok sevinmekten oldu u gibi -yava yava her eyden vazgeçme e hazırlandı ını, hatta o uçu arzusunun bile onu bıraktı ını duydu. Garip bir ekilde imdi kendisini yalnız görüyordu. çi kainat kadar geni ti. -Ben bütün bir dünyayım- diyordu. Fakat bu dünya kadar geni içine sahip de ildi. Ve ney üflüyordu. Ney yapıcı ve yıkıcı hilkatin sırrı olmu tu. Her ey bütün kainat onun nefesinde ekilsiz bir olu içinde de i iyordu ve kendisi külçelendi i yerden bel kemi ınde olan bu ameliyeyi büyük bir tevekkülle seyrediyordu. Orada bir umman kabarıyor, burada bir orman kül oluyor, yıldızlar birbirleriyle öpü üyorlar. Mümtaz'ın elleri erimi baldan imi ler gibi dizinden a a ı akıyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 191 / 279



Mümtaz silkindi. Dördüncü selamda idiler. eyh Galib imdi neredeyse abasının gö süne yakın bir yerini tutarak ayine katılacaktı. Onun da ems-i Tebrizi'nin güne inde, ebedi a k oca ında bir an için kül olması lazımdı! Son çı lıklarda Nuran Mümtaz'ı omuzlarından yakalıyarak -beraber ölelim- diye yalvardı. Emin Bey'in neyi, ayini bitiren iki yörük terennümün ikisini de çaldıktan sonra, kısa ve renkli yürüyü ünde bir sema haritasını çizer gibi, birkaç makamın burcunu birbiri ardınca dola an bir taksimle, bu yörüklerin çok de i ik Ferahfezası'ndan, ba langıcın büyük na mesine, etrafındaki her eyi bir hasret oca ı yapan na meye geçti ve orada sustu.. Tevfik Bey kudumünü elinden bıraktı; alnını sildi. Herkes bir devle, zaman deviyle güre mi gibi yorgundu. Emin Bey Tevfik Bey'e, -Sen ihtiyarlamıyacaksın!.. Sana ihtiyarlık yok!..- diye seslendi. Birbirine bizim nesillerin tatmadı ı bir sevgiyle baktılar. hsan: - kiniz de mucizesiniz... dedi.. V Suat birinci selamın ortasına do ru gelmi ti. Kapıdan oldukça ne eli bir çehre ile girmi , fakat musıkiyi ve etraftaki hareketsizli i görünce canı sıkılmı gibi bir tavırla hsan'ın yanına hiç ses çıkarmadan oturmu tu. Ancak etrafta bakı lariyle Nuran'la Mümtaz'ı aramı , onlarla selamla mı tı. Mümtaz onun kendisine adeta dostça ve biraz alayla güldü ünü, Nuran'a hemen hemen mahçup ve ümitsiz baktı ını -musıkinin kendisini ta ıdı ı dönülmesi güç ufuktan gördü. Sonra etrafiyle alakasını kesmi , bütün dikkatini musıkiye vermi ti. O kadar ki, genç adam -ne yazık, ba taki ferahfezaları kaçırdı...- diye dü ünmü tü. kinci selamın ortalarına do ru Suat'ın dikkati daha fazlala tı. Dirse ini dizine dayadı ı sa eline ba ını koydu, adeta kendinden geçmi gibi dinleme e ba ladı. Fakat biraz sonra -sanki aradı ı eyi bulamamı , sanki musıkinin uzattı ı kadehlerin hepsi bo mu , neyin ve Tevfik Bey'in sesinin beraberce yokladıkları iklimler sadece aldatıcı bir serapmı gibi ba ını isyanla kaldırdı. Mümtaz bir an için onun gözlerinde çok keskin bir hor görme ve isyanın, hatta hiddetin parladı ını gördü. Genç adam bu sefer de onun bakı larını yakalamı , fakat demin Nuran'ı selamlarken oldu u gibi sadece müphem bir kıskançlıkla içi burkulmamı , adeta korkmu tu. Sonradan bugüne ait hatıralarını toplama a çalı ırken o anda Suat'ın yüzünün fırtına altında bir orman gibi karı tı ını dü ünmü tü. Ve Mümtaz bu alt üst olmu ormanı, Suat'ın bakı larındaki isyan ve korku im eklerinin kendisi için aydınlattı ını dü ünmü tü. Evet, Suat'ın yüzündeki istihfafın altında, bu duyguların bulundu una emindi. O andan itibaren Suat'ın orada ve kendi aralarında bulunması onu ürküttü. Artık onu eskisi gibi kıskanmıyordu. Vakıa dü üncesi garip bir ekilde yine onunla me guldü. Suat'ın Nuran'la arkada olması, onu sevmesi, çoktan beri tanıdı ı, istihzasından, pervasızlı ından



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 192 / 279



ürküp sıkıldı ı, laubali hallerini, küçük çılgınlıklarını sevdi i, zekasının dü üncesinin sıçrayı larını be endi i; fakat yolları ayrı oldu u için elinden geldi i kadar uzak ya adı ı bu adamı, birdenbire büsbütün ba ka bir plana çıkarmı , hayatının ıstıraplı bir parçası yapmı tı. O kadar ki, Nuran'a yazdı ı mektuptan beri onu dü ünmeden, onu merak etmeden üst üste üç saat vakit geçirmemi ti. Mümtaz o günden beri Suat'a kar ı içinde, farkında olmadan bütün zulüm görenlerin kendilerine zulmedene, serçenin atmacaya kar ı duydu u cazibeye benzer bir his duyuyordu. Bu da tabii idi; aralarında artık bir frenk airinin dedi i gibi -öldürücü eylerin muzlim cazibesi- konu uyordu; Nuran'ın a kında kar ıla mamı lardı. Bu a kta vaziyetleri ne olursa olsun aralarında bir nevi itisaf duygusu bulunacaktı. Fakat imdi musıkinin ortasında duydu una ahit oldu u isyan, Suat'ı ona büsbütün ba ka bir aydınlıkta gösteriyordu. Birkaç defa kendisine -acaba noldu, nesi var?- diye sordu. Sonra bu sual daha sarih ekil aldı. -Musıkide ne arıyordu ki bu kadar keskin bir isyana gitti?- Bu dü ünceler arasında tekrar Suat'a baktı. Fakat bu sefer onun yüzünde hiçbir mana ve ifade göremedi. Suat çok terbiyeli çalınan esere ve onu icra için yorulanlara son derece hürmet eden; fakat bütün dü ünce hürriyetini kullandı ını iyice gösteren -serbest ve hatta zalim bir dikkatle yine musıkiyi dinliyordu. Bu kayıtsızlık Mümtaz'ı biraz evvelki isyan kadar rahatsız etti. O kadar ki, eserin sonralarını adeta irade cehdiyle kaçırmamı tı. Emin Bey'in taksimi, ayinin birinci selamında bestekarın yedi defa ayrı ayrı yollardan, kar ılarına -birincisinde çok güzel ve beklenmedik bir ey, kendi içimizden bir bulu , öbürlerinde iç hayatımıza tasarrufu; bu yüzden ferdili i ve kudreti gittikçe artan bir hatıra gibi,- çıkardı ı ferahfezayı onlara, artık kendilerine ait bir zaman gibi iade ederken, Mümtaz bu dü üncelerin arasında idi. Ve bu yüzden, kendi benliklerinin, bir ucu ölçüsüz mazi karanlıklarında gömülü gölge varlıkları arasına, Neyzen'in sakınılmaz bir netice, bir ömrün asıl çehresini buldu u son menzil gibi vardı ı bu ferahfeza cümlesinin de katıldı ını, onu da öbürleri gibi sık sık ya ıyaca ını, kendi yıldız uçu uyle veya pırıltılı nebülöz çörekleni iyle aydınlattı ı bir meçhulden, sırf Suat'ta gördü ü bu isyan yüzünden- duygularını idare edece ini anlamı tı. Getirdiklerini sadece teknik dikkat veya dü üncelerde harcamazsak, musıkinin bizdeki ameliyeleri daima enfüsi kalır. Derin ekilde hatırladı ımız her eserin altında, onunla temas etti imiz anın hususiyetleri, bir bakıma bu anın, musıkiyi az çok hayatımıza nakletmekten ibaret olan macerası vardır. Mümtaz Ferahfeza ayini boyunca etrafında, içinde ve zihni çalı maları arasında bir yı ın hayale, bu musıkiyi beraberinde ta ımak artiyle kaçmı tı.. Hakikatte Nuran'ın biraz ötede seyretti i yüzü etratında toplanan veya oradan Üçüncü Selim devrine, eyh Galib'e, kinci Mahmud zamanına, kendi yaz hatıralarına, Kanlıca'daki ak am saatlerine, Kandilli yoku una, Bo az sabahlarının o acayip ı ık oyunlarına da ılan bu hayaller, smail Dede'nin na melerinin kendili inden büründükleri renkli, narin ve devamsız ekiller ve çehrelerdi. Bu hayaller tek ba larına kalsalardı, tıpkı bir oca ın alevleri gibi kendilerini do uran musıkinin içinde, çok kısa



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 193 / 279



hayatlarını ya ayıp kaybolacaklardı. Böyle olmadı. Suat'ın çehresinde seyretti i ani ümitsizlikte, - imdi Mümtaz, Suat'ın çehresinde okudu unu sandı ı isyan, küçük görme ve hiddet ifadelerinin hakiki manasının, sadece bir ümitsizlik oldu unu anlıyordu;- bu hayaller manzumesi birdenbire derine geçtiler. Ve tıpkı sabadan, nevadan, rasttan, çargahtan, acemden gelen na melerin, asıl terahfezada karar kılmaları ile, o mahzun, hatıra yüklü, bütün ömürlerinin manasını ta ıma a, onların yerini alma a hazır cümlesini meydana getirmeleri gibi, Suat'ın ümitsizli i de bütün bu hayalleri benimsemi , onları kendi zalim tecrübesiyle Mümtaz'ın içine mal etmi ti. Öyle ki, musıkinin etraflarında kurdu u o çok hayali ak am bir alaim-i semada ya ıyormu hissini veren renk perdelerinden dünya, neyin sesi kesilip de bitti i zaman, herkes için oldu u gibi yava yava da ılaca ı yerde, Mümtaz'ın içine bu tesadüfle, -kudret ve mahiyeti de i mi ve artmı olarak,- bir kat daha yerle ti. Ve bütün musıkinin devamı boyunca muhayyilesi hangi merhalelerden geçerse geçsin, daima Nuran'ın etrafında dola tı ı için Suat'tan kendisine geçen bu ümitsizlik duygusu onda Nuran'ın dü üncesiyle birle mi oldu. O kadar ki, musıki bittikten sonra tekrar Tevfik Bey ve Emin Dede, yine aynı makamın etrafında dola an besteleri ve semaileri okurken Mümtaz evvelden tanıdı ı bu eserleri, imdi aynı ümitsizlik hissi içinde dinledi. Hatta, dayısına her zaman oldu u gibi refakat eden Nuran'ın sesini, yine her zaman yaptı ı gibi etrafından ayırma a çalı ınca, bu sesle kendi arasında bir nevi engelin varlı ını vehmetti. Sanki genç kadının sesini çok uzaklardan, sisli bir sabahın arasından dinliyordu. Alaturka musıkinin teganni edenlerin çehresine getirdi i o gergin de i ikli i, sarfedilen gayretin de il, bir nevi ayrılı ın, uzaklı ın ifadesi gibi duyuyordu. Sanki genç kadın çok uzaklardan kendisini imdada ça ırıyordu; ve Mümtaz bir türlü ona gidemiyordu. Sanki Nuran, sultaniyegahın, mahur'un, segahın iklimlerinde mahpustu. Bütün bunların gülünç oldu unu kendisi de biliyordu. Hatta Mümtaz, daha ba ka bir eyi, bu tarzda dü ünmek ve duymak itiyadını ta çocuklu undan beri biraz da kendisinin hazırladı ını biliyordu. Çocuklu unun hazin tesadüfleri ona, her sevdi i eyi kendisinden çok uzakta, eri ilmez bir alemde dü ünmek itiyadını vermi ti; nasıl a kı keskin günah ve ölüm fikriyle beraber, yani bir nevi telafisi kabil olmayanın mükafat ve azabı olarak tanımı sa, bu uzaklık dü üncesi de onda o yıllarda kök salmı bir dü ünce idi. Kaldı ki, Mümtaz çocuklu unun bu miraslarını, çok zihni, artlarına göre az çok marazi ve iirin terbiyesine erken açılmı bir ergenlik ça ında ve bütün gençli i boyunca, ta Nuran'ı tanıdı ı aylara kadar, kendi iste iyle derinle tirmi ti. Ona göre iirin asıl kaderi, her eyin ve her ümidin ötesindeydi. iir, bütün bir hayat, kuru bir yaprak yı ını gibi yakıldı ı zaman seyredilen parıltıya benzerdi. Okudu u ve be endi i airler, ba ta Poe ve Baudelaire olmak üzere hepsi -asla...nın prensi de il miydiler? Onların be ikleri hep -olamaz...burçlarında sallanmı , ömürleri -imkansız...-ın ülkesinde geçmi ti. Hayatımızı geriye dönemiyecek bir uca ta ımazsak, iirin pete ini nasıl doldururduk? Onun için gürültülü ne esine, riyazi denebilecek bir tahlil kabiliyetine, geni hayat i tihasına ra men Mümtaz, o zamana kadar ömrünün ve gençli inin kendisine üst üste açtı ı



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 194 / 279



sofraları reddetmekle kalmamı , hayatının acı taraflarını ancak ya anacak iklim gibi kabul etmi ti. Her dü ünce, her ihsas, onda, a ustos mehtabını seyrettikleri gece Nuran'a söyledi i gibi, zalim bir i kence, bir azap haline geldi i zaman tam eklini almı olurdu. Bunu yapamadı ı takdirde iirinin hayatla birle miyece ini biliyordu. O erime ve kayna ma ancak tahammülü güç hararetlerde olabilirdi. Aksi takdirde kapının önünde kalır, ödünç alınmı bir dili kullanırdı. Belki Nuran'a kar ı olan a kında da bunlar vardı. Genç kadının arkasında Mahur Beste'nin çok yüklü irsiyeti bulunmasa, kendisinden evvelki a k ve evlenme tecrübesinin verdi i üstünlükle hayatına girmi olmasa Mümtaz o kadar kendisine ba lanmıyacaktı. Nuran'ın hayata ve duygularımıza kar ı güvensizli i, ve onun yüzünden her eyi oldu u gibi kabul edi tarzı, günlerin getirdi i ile mesut olu u, hulasa sadece kabul etmekle kalı ı, onu yarı tanrıla mı bir çehre yapmı tı. Bütün bunları ya arken genç adam, bu duyguların arkasında i leyen zembere i gayet iyi tanıyordu. Hakikatte o, kendisine bir iç nizamı arıyordu. Kelimeleri, hayalleri canlandıracak bir ate in pe indeydi. Fakat oyun daha ba ında de i mi , bilerek girdi i imtihanda Mümtaz ma lup olmu tu. Bu gayet garip bir dü ünceydi. Zaman zaman Mümtaz saadet duygusundan uyanıyor, acaba lüzumundan fazla mı?- diye kendine soruyordu. Sade bu sual a klarının cennetini, yapmacık bir cennet haline getiriyordu. O kadar mesut oldu u bütün yaz boyunca adeta çifte denecek bir hayat ya amı tı. Garibi bu ki, kendi hislerine kar ı besledi i bu üphe, kendi kendisini bu göz altında bulunduru , ne Nuran'a kar ı olan sevgisini azaltmı , ne de bu sevgi yüzünden zaman zaman çekti i ıstırapların hakiki olmasını menetmi ti. te imdi de kendisiyle aynı ekilde konu maktaydı; -Ben budalayım... kendimi zorla telkin altına sokuyorum.- Fakat gözleri Nuran'a her tesadüfinde onu eskisi gibi görmedi ini, sanki bir hatıra arasından seyretti ini sanıyordu. Bu duygu uzun zaman kalacak, ekilden ekle girecektir. Bu yüzden yanı ba ında ya ayan ve kolları arasında gülen kadını adeta ortada olmayan bir varlık gibi sevecektir. Fakat Suat niçin bu kadar ümitsizdi? Neyi dü ünüyordu? --Acaba Dede'yi hakikaten inanmak ve bir ey bulmak ihtiyaciyle mi dinledi? Yoksa inkarla mı i e ba ladı? Niçin bu kadar mustarip?..- Bu sual dü üncesine gelir gelmez garip bir üpheye dü tü. Kendisi, Mümtaz, dini oldu u söylenen bu ayini nasıl dinlemi ti? Ferahfeza ayini boyunca dü üncesinin geçti i yerleri bir bir hatırladı. Garip eydi bu, bütün ayin boyunca, bir defa olsun mistik bir ürperme duymamı tı. Bütün ça rıları, Nuran'ın, bir de yazmakta oldu u eserin etrafında toplanmı tı. Bu yokluk Dede Efendi'nin kabahati miydi? Yoksa kendi yaratılı ı mı? çindeki fakirli e imdi kendisi de a ırıyordu. Yoksa, alaturka musıki kar ısındaki vaziyeti tamamiyle müstear bir vaziyet miydi? Onu da, hayatındaki birçok ey gibi, hatta o kadar çok sevdi i Nuran'ın a kı gibi, sadece bir nizam olarak mı benimsemi ti? Sadece zihninden, muhayyilesini zorla kırbaçlıyarak mı bütün bunları yapıyordu? Bu i e de, eninde sonunda elbette bir sahih ve kendimin olan dibe varırım ümidiyle mi girmi ti'? Acaba öbürlerinde ne duyuyordu? Bach'ı, Beethoven'ı dinlerken de böyle mi olmu tu? Huxley, -Allah var ve görünüyor; fakat sade kemanlar çalarken...-



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 195 / 279



diyor. Bunu çok sevdi i romancı La Mineur kuvarteti için söylemi ti. Fakat Mümtaz bu kuvarteti kitabı okumadan çok daha evvel dinlemi ti. Hislerini kontrol etmek imkanı yoktu. Birdenbire oldu u yerde irkildi. Nuran'ın sesi Dede'nin acema iran yörük semaisi arasından: Tü beher güca ki ba i Büved an bihi t-i mara! diye a lıyordu. Fakat niçin Nuran'ın sesi bu kadar uzaktan geliyordu? Sinirlerin bu gergin anında, aralarına bir varlık mı, yoksa bir yokluk mu girmi ti? Onu bir ümitsizli in aynasından mı seyrediyordu? Yoksa bir hakikatin, çok büyük bir hakikatin kendini aydınlatan fani bir kıvılcımı gibi mi görüyordu. Sanki bu suallerin cevabını, yalnız o verebilirmi gibi tekrar Suat'a baktı. Fakat Suat'ın yüzü sımsıkı kapalıydı. Belki de bir eyler yapmak için yerinden kalktı, muslu a gitti, yüzünü yıkadı. Döndü ü zaman Emin Dede me hur taksimlerinden birini daha yapıyordu. Fakat yine hep ferahfeza idiler. -Musıki, a k için iyi vasıta de il...- diye dü ündü. Çünkü musıki zamanın üzerinde çalı ıyordu. Musıki zamanın nizamı idi; hali yok ediyordu. Saadet ise bu gündedir. Mesut olmadıktan sonra niye sevmeliydi? Fakat kim mesuttu? Bu neyin ikayeti beyhude bir ey de ildi. Bu kozmik seyahat insano luna saadetin beyhude bir gaye oldu unu anlatmıyor muydu? Suat buraya mesut olmak için mi gelmi ti? Elbette hayır, elbette imdi o küçük kadınlariyle beraber olsaydı bin kere daha mesut olurdu. Fakat o buraya Mümtaz'ın aya ına basmak için gelmi ti. Hem kendisine, hem ona ıstırap çektirecek, birbirini bedbaht edeceklerdi. Bütün insanlı ın her gün, sanki bunun için yaratılmı gibi, yaptı ı ey buydu. Suat, yine alnını, dizine dayadı ı sol eline koymu neyi dinliyordu. Fakat bütün uzviyetiyle tetkikte oldu u halinden anla ılıyordu. Neyi dinlemiyordu, sadece canı sıkılıyor, sabırsızlanıyor ve bekliyordu. Ve Mümtaz da bu sabrın sonundan çıkacak eyi onunla beraber bekleme e ba ladı. Öyle ki artık Emin Dede'nin bir an evvel gitmesini kendisi de isteme e ba lamı tı. Suat'ın ilk yapaca ı eyi hakikaten merak ediyordu. Bununla beraber ney kendi kavsikuzah dünyasında yolculu una devam ediyordu. V Emin Bey taksimini bitirir bitirmez izin aldı. Cemil'i, çok yormamak artıyle, onlara bırakıyordu. Mümtaz misafirini yoku un ba ına kadar u urladı. Ve isteksiz isteksiz eve döndü. Suat'ın orada bulunu u ona ev sahibi vazifelerini bile unutturmu tu. Hayatının hiçbir devrinde bu kadar kaçmak, kurtulmak için kaçmak arzusunu duymamı tı. Kaçmak, bir yerlere gizlenmek istiyordu. Kapının önünde kendi kendine: -Bir, iki, üç... bir, iki, üç...- diye saydı. Suat'ı görmekten korkuyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 196 / 279



çeriye girince rakı masasını hazır bulmu tu. Fakat daha kimse içme e ba lamamı tı. Herkes ayakta birbiriyle konu uyordu. Kristal kadehlerin elektrik ı ı ının altında içlerindeki alkolle büyük aydınlık kütleleri yaptı ı masanın ba ında Suat'la hsan'ı buldu. Onlara yakla tı: -Nasıl buldun Suat? hsan Suat'ın yerine cevap verdi: - imdi onu konu uyorduk, dedi. Suat be enmemi ... Suat ba ını kaldırdı: -Be enmedim de il.. aradı ımı bulamadım... hsan: Sen musıkinin Allah'ı elinden kolundan kıskıvrak yakalayıp sana teslim etmesini istiyorsun... Bu imkansız bir ey! Her yerde, ancak getirdi ini bulabilirsin! Allah ne Dede Efendi'nin, ne de ba ka birisinin cebinde de ildir. -Belki, dedi. Fakat bundan ikayetçi de ilim, beni sıkan bo lu un etrafındaki o dönü ... fikrisabit halindeki o çırpınma. O beni sıkıyor. Önündeki kadehi kaldırdı. -Haydi bakalım! diye etrafa seslendi. Belki bunda bir eyler vardır. Hiç olmazsa unutmanın tesellisi! hsan: -Sen kendini bir eylere kurarak gelmi sin... diye yava ça kula ına fısıldadı. Sonra masanın öbür tarafından karısının yanına geçti. Suat: -Ev sahibinin sıhhatine...- diye kadehini bir yudumda bo alttı. Macide: -Bu ne acele Suat?.. dedi. Suat kendi kendine dü ünür gibi, ve kime oldu u pek bilinmeyen hafif bir istihza ile ona cevap verdi: -Kusura bakma, Macide... ben acele etme e mecburum. Sonra, acele etmek! diye bir daha tekrarladı. -Vakti olmayanlar acele ederler... Herkez kendi zamanının uuruyla do ar. Benim i im aceledir. hsan, yarı alay, yarı ciddi: -Amma da muammalı konu uyorsun, Suat! diye çıkı tı. Nerede ise Sfenks gibi bize kapalı sualler soracaksın. Suat omuzlarını silkti. Gözü, Mümtaz'ın elindeki i ede, genç



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 197 / 279



adama; büyük bir lütuf bekliyen çocukların tebessümüyle gülüyordu: -Lütfen, bir kadeh daha... Tren yakında kalkıyor. in fenası nedir biliyor musunuz? Tam hareket zamanını bilmemek; hep bu gün, yarın diye dü ünmek. Ve böylece bu havadan gelen zamanı en manasız ekilde harcamak! Durdu, üst üste iki yudum içti, yarı bo kadehi önüne koydu. Mümtaz sade dikkat dikilmi onu dinliyordu: -Macide benim için üzülüyor, merak ediyor. Biraz sonra o, belki hepiniz bana nasihat verme e kalkacaksınız. Bütün ömrümce nasihat dinledim. Dü ünmüyorlar ki ben gara erken gelmi insanım; tabiatiyle hayatım büfenin önünde geçecek... Ba ka ne yapabilirim sanıyorsunuz? Sizin gibi evimde, gündelik i lerimin arasında de ilim ki... Nuran Mümtaz'a baktı; elinde i e, kadehleri dolduruyordu. En sonunda kendisininkini doldurdu, fakat içmedi. -Ne acayip bir mü terek ba ımız var? Benim eski arkada ım ve a ıkım, onun akrabası... Fakat ne kadar çok içiyor?..- Sonra ta Fakülte'den beri Suat için tekrarlanan bir benzetmeyi hatırladı: -Halbuki atlar bu kadar çok içmezler... belki de hiç içmezler.- Bir ka ını kaldırarak zihninden aradı: -Hayır, hiç içmezler de il... Bazı yarı atlarının bira veya arap içtiklerini gazetelerde okudum. Ama elbette bu kadar içmezler.Korkuyla Suat'ın tekrar ve bir yudumda bo alttı ı kadehine baktı. Suat'ın ata benzedi ini dü ününce gülerdi. Fakat bu sefer gülmedi; demek ki ortada rahatsız edici bir vaziyet vardı. Bunu Mümtaz da sezdi i için içmiyordu. O halde kendisi de içmeyecekti... Halbuki içme e o kadar ihtiyacım var ki... -Bu musıki beni saatlerce çi nedi. Bazen kendimi ilahi bir hamur haline girdim sanıyordum...- çkinin de i ikli i lazımdı. Fakat içmeyecekti.. Mütareke yıllarında babası ile çok küçük ya ta Kafkasya'dan kaçmı olan Selim: -Büyük harpten evvel Rusya'da etüdyanlar, bilhassa büyük gar büfelerinde içerlermi ... Babam anlatır durur. Reis, yanıba ında zil, tarifeyi eline alır, yüksek sesle okurmu . Mesela -Falan gar, tren burada yirmi dakika kalıyor, üçer kadeh Bordo arabı içebiliriz, yahut bir i e votka...- diye içkileri ısmarlarmı . Böylece her istasyonda ayrı ayrı o ehrin hususiyetlerine göre mezelerle tattıkları içki bir nevi seyahat olurmu . Sarho olup masa altına devrilenler hangi istasyonda iseler orada kaldı addedilir, zil çalar, yola devam edilirmi ... Etrafına bakındı, kimse kendisini dinlemiyordu. Omuzlarını silkti. Selim'in babasından nakletti i hikayeleri kimse dinlemezdi. Bu Rusya hatıraları yüzünden arkada ları ona, -babasının hasreti...- adını vermi lerdi. Fakat Selim iyi çocuktu, zaaflarını bilirdi. Kızmadı. hsan'ın yanına geçti. Orhan, onu yanıba ında görünce büyük bir efkatle bir kolunu omuzuna attı. Selim'in bir talihi de kendisinden iki misli cüsseli olan Orhan'a bir nevi dayanacak ey vazifesini görmekti. Deminden beri bu kucaklayı tan kurtulmak için Orhan'ın uza ında kalma a çalı mı , fakat hikayesinin bo a gitmesinin verdi i a kınlıkla bu kavrayı a kendili inden teslim olmu tu. çinden mukadderat...- diye birkaç defa tekrarladı ve beli, üzerine çöken a ırlıktan bükük, kendi ahmaklı ına gülerek hsan'ı dinleme e



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 198 / 279



ba ladı. -Bilmiyorum, bir fiction'un yoklu una üzülmek ne dereceye kadar do rudur? Fakat müslümanlıkta ba langıç günah fikrinin bulunmaması, u cennetten kovulma hadisesi üzerinde hıristiyanlıkta oldu u gibi durulmaması, bence teolojiden sanata kadar her sahada tesir yapmı bir keyfiyettir. Bilhassa ruhi tahaffuza pek az yer vermi iz. Bence bizim alemimizi oldu u gibi almalıdır. -Söze hangi vesile ile ba ladı ını unutmu tu. Yalnız Suat'a marazi taraflarına ma lup olmak fırsatını vememek için acele acele konu uyordu. Bence bu iki dünya arasında münaka a zemini bile yoktur. Dinde, cemiyetin bünyesinde ayrılı daha ilk adımlarda ba lar. Dikkat edin ki, garp medeniyetinde her ey bir kurtulma, bir azat edilme fikri üzerine kurulur. nsano lu evvela dinde, sa'nın yeryüzüne inme e ve orada öldürülme e, kendisini feda etme e razı olu uyle kurtulur. Sonra cemiyette sınıf mücadeleleriyle evvela ehirli, sonra köylü kurtulur. Bir bakımdan biz ba ından itibaren hürüz. Suat üçüncü kadehini bitimi , ona bakıyordu. -Yahut ba ıbozuk.. -Hayır, evvela hür. Sitede esirin bulunmamasına ra men dahi hür. Fıkıh insanın hürriyeti üzerinde ısrar ediyor. Suat ısrar etti: - ark hiçbir zaman hür olmamı tır. O daima sıkı kadrolar içinde adeta anar ist bir fertçilikte kalmı tır. Hürriyetten o kadar çabuk vazgeçeriz ki... ve her vesile ile. -Ben asıl temelden bahsediyorum. arkta, bilhassa müslüman arkta cemiyet bu hürriyet fikri üzerinde kurulur. -Ne çıkar? O kadar çabuk vazgeçtikten sonra... -O ba ka. O bir nevi fedakarlık terbiyesi. Müslüman ark, asırlardan beri kendisini müdafaaa vaziyetindedir. Mesela biz. ki yüz seneye yakın bir zamandır, hayati müdafaalarla ya ıyoruz.. Böyle bir cemiyette bir nevi kale nizamı kendili inden do ar. Bugün hürriyet mefhumunu kaybetmi sek sebebi muhasara altında ya adı ımız içindir. Suat kadehini Mümtaz'a uzattı: -Mümtaz, bana lütfen hürriyetimi kullanmak fırsatını bir daha bah eder misin? Sesi, bir çocuk sesi gibi yumu aktı. Yahut bir ıslık olabilir... - u, Hak Taala'nın elimi kolumu o kadar iyi ba ladıktan sonra bana verdi i hürriyeti... Kadehi eline aldı, derin derin baktı. Sonra orada çok korkunç bir istikbal okumu gibi ba ını geriye çekti, ve yine sanki gördü ü hayali ebediyen bozmak ister gibi, su ile bulandırdı: - te benim hürriyetimin hududu... dedi. Fakat zannetti iniz gibi budalaca bir ey de ildir. Hiç azımsamayın!.. Sonra birdenbire kendisine kızarak, kadehi tekrar masanın üstüne koydu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 199 / 279



Ama ne diye beni ayıplamanıza bakıp da bunu söyledim? Hepiniz aynı eyi yapmıyor musunuz? Nuran: -Sana içki içiyorsun diye kızan yok... Burada e lenme e toplandık, elbette içece iz... Ve kadehini ona do ru kaldırdı. Mümtaz Nuran'la bu anda göz göze gelmemek için ba ını yana çevirdi. Hakikatte istemeden, belki onun telkinleriyle belki içlerindeki korku yüzünden, hatta onu sevmedikleri için hep Suat'ın etrafında toplandıklarını ve onu daha imdiden bir sürgün avında canının tela ına dü mü hayvan haline soktuklarını sanıyordu. Bu bir vaziyeti azdırmaktan ba ka bir ey de ildi. Sade burada de il, belki dünyanın dört kö esinde her lamba ı ı ı altında buna benzer eyler oluyordu. Ademo lu sakardı, bu yüzden hakikaten talihsiz olurdu. En iyi arzulardan bile bir yı ın manasız üzüntü do ardı. Üzüntüler, küçük üzüntüler... çini çekti. -Suat bu gece bir eyler yapacak. Sade bunu dü ünmek bir krizi hazırlamaktır. Politika böyle de il mi sanki? Korku ve müdafaa gayreti, onun kar ılı ı... tıpkı musıkide oldu u gibi... ve en sonunda bir altın fırtına gibi muhte em final...- Birdenbire alaturka musıkinin içinde uyandırdı ı ruh halinden dü üncesinin garp musıkisine geçmesine kendisi de a ırdı. -Ne kadar garip... ki dünyam var. Tıpkı Nuran gibi, iki alemin, iki a kın ortasındayım. Demek ki bir tamlık de ilim! Acaba hepimiz böyle miyiz?..Suat Nuran'ın cevabını duymamazlıktan geldi: -Herkes beni azarlıyor, huyumu tenkit ediyor. Kimi hastalı ımı söylüyor, kimi evlili imden bahsediyor. Halbuki ikisi de lüzumsuz. Kadehini sımsıkı avucunda tutuyordu. Herkes bana bir ey hatırlatıyor. Karım, arkada larım, akrabalar, herkes. Dü ünmüyorlar ki ben mesuliyet hissiyle do mu de ilim. nsan ya öyle do ar, yahut do maz. Bende bu yok. Karım bunu ilk haftasında anladı; fakat yine söylüyor, hatırlatıyor. Belki de bir mucize bekliyor. Mucize olmaz mı? Birdenbire mesela de i mi im, -hayatımı sevme e ba lamı ım. Bizim müdürden ube müdüründen, veznedardan, hukuk mü avirinden ho lanıyorum, çocuklarım omuzlarıma tırmanınca mesut oluyorum... Macide alay etti: -Buraya gelmeden evvel içmi miydin?.. -Dün ak amdan beri, Macide... Dün a kam Ya ar beni Sabih'lere götürmü tü. Orada gece yarısına kadar içtik; sonra Arnavutköyü'ne indik, saat üçe, dörde kadar orada kaldık. Sonra... Nuran çok meraklı bir hikaye gibi gerisini sordu: -Sonra?.. Sonra ne yaptınız Suat? Yüzü allak bullaktı.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 200 / 279



-Sonra malum... Arnavutköy merkezdir. Onun ayrı ayrı ubeleri vardır. Hatta etnik ubeler, diyebilirim... Fakat biz en famille e lendi imiz için, çingeneler: tercih ettik. Çifte nara ile fecri kar ılamak. u Hürriyet-i Ebediye tepesindeki mahut e lence yerleri yok mu? Do ru solu u orada aldık. Bir çingene bize çifte narasiyle gül yüzlü fecri gecenin içinden yava yava tulumbadan su çeker gibi çekti. Güzel bir kızca ız da vardı, çiçe i burnunda, adeta bir çocuk. Adı da Bade. Dü ünün bir kere... yahut Mümtaz dü ünsün, bu onun genre'ı. Çifte nara ile taksim, Bade adlı çingene kızı, arkada ları rakı, çiftetelli... Sonra arkada evinde bir divanda uyumak. Birdenbire yüzü buru tu. Kadehini a zına götürdü; fakat bir yudumda kaldı. Sabahleyin güç oluyor. çkiden sonraki yorgunlu a bir türlü alı amadım. Kadehini masanın üstüne bıraktı. Herkes a kın gibiydi. -Bu kadar kafi mi Nuran?.. Çok ayıp de il mi? Ama do rusunu istersen hiçbiri olmadı. Ne Sabih'lere gittik, ne de içtim. Dün gece karımla beraberdim; buraya da do ru Pa abahçe'den geliyorum. Tatlı tatlı gülümsedi. Sarho de ilim, emin olun sarho de ilim. Macide sordu: -Öyle ise ne diye uydurdun bu yalanı?.. -Sizi a ırtmak için. Beni ayıplamanız için. Mühim adam görünmek için. Kahkahalarla gülüyordu. Kısa ve kuru öksürükler arasında devam etti: Evlili imden bahsedilince kızıyorum... Nuran: -Ama kimse evlili inden bahsetmedi senin? -Zararı yok... ben bahsettim ya; yeter, demek ki üzerimde içtimai tazyik var! Alnını sildi, sonra Mümtaz'a döndü: -Mümtaz sana bir hikaye mevzuu vereyim mi? Dü ün bir kere, ben anlatayım da... Bir insan, faziletli bir insan, bir memur, bir hoca, istersen bir evliya tasavvur et!.. Öyle hazırla ki bütün de erler kendisinde mevcut bulunsun. Onlarla do mu olsun. Bir kere bile kendi içinde aksamamı bir adam hulasa... fakat mecburiyeti sevmiyor. Garip de il mi? Sadece kendini seviyor: Kendisinde ve kendisi için ya amayı istiyor. Ömrü gayesiz fakat cömert hareketlerle dolu; ve bu hareketler kendili inden hep iyili e do ru gidiyor. Fakat dü üncesinde hür olmayı seviyor. Ve hiçbir vazife hissi tanımıyor. Günün birinde bu adam bir kadınla evleniyor; belki de sevdi i bir kadınla. Birdenbire de i iyor, huysuz, titiz, kötü dü ünceli bir adam oluyor. Kendisini tasnif edilmi görmek onu yava yava çıldırtıyor. Bir etiket altında ya amanın, bir araba atı gibi beraber ya amanın sıkıntısı onu içinden de i tiriyor. Yava yava hemen herkese kar ı fenalık yapıyor, hayvanlara, insanlara, her eye zalim oluyor. Hasis oluyor, hiç kimsenin saadetine tahammül edemiyor. Sonunda: Mümtaz kısaca bitirebilmek için: -Malum hikaye... karısını öldürüyor, dedi.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 201 / 279



-Evet ama, bu kadar kısa de il. Kendi kendine uzun muhakemeler yapıyor. Hayatını bir mesele gibi alıyor ve dü ünüyor. Sonunda insanlıkla arasında tek maniayı görüyor. -Ayrılsın... -Neye yarar?.. Beraber ya amı iki insanın birbirinden ayrılaca ını, hakikaten ayrılabilece ini sanıyor musun? Bunu Mümtaz'ın yüzüne dik dik bakarak söylemi ti. -Hem ayrılırsa ne çıkar? Bütün ba ları koparsa bile, ara yerde kaybedilmi seneler bulunacak. Hepsini dakika dakika ya adı ı muazzam, korkunç, karanlık bir ömür; ondan kurtulabilecek mi? Sonra o ruh itiyatları. O zaman daha büyük bir tereddüde dü ecek. Etrafında olan bütün fenalıkları bilerek yapmı bir adam, dü ün. Ayrılmak da bunlardan biri olacak. -Peki, öldürünce unutacak mı?.. -Hayır, unutmayacak. Tabii unutmayacak. Fakat kini ortadan kalkacak. çindeki dargınlık gidecek. Nuri dayanamadı: -Mümtaz, bana kalırsa onun hayatını yazaca ın yerde bir tarafta rastlarsan öldür, daha iyi olur... Suat omuzlarını silkti: -Bu bir ey halletmez. Sadece meseleden kaçmı oluruz. Sonra öldüremez. Öldürmesi için tanıması, ayırması lazım. Herkese benziyen adamı niçin öldürsün, herkes az çok bir veya birkaç insanın yüzünden kötüdür. Emin olun buna... Her dü ü ün altında bir ba kası vardır. Ve herkes kendinin mezarıdır. O herkese benziyor, hepimize... fakat bunu kabul etmiyor. Evet sonunda bu zalim oyundan kurtulmanın tek çaresini buluyor. Bir tek hareket, kanlı bir hareket, bir nevi intikama benziyen bir i . Fakat bunu yapar yapmaz büyülü bir e ik atlamı gibi kendisini öbür tarafta, eski dünyasında, içindeki iyilik hazinesiyle zengin buluyor. Yüzü parıldıyor ruhu bütün geni li ini alıyor; insanları seviyor, hayvanlara acıyor, çocukları anlıyor. -Nasıl cinayetle mi?.. hsan bütün ne esini kaybetmi ti. Somurtkan, bir uçurum önünde gibi kendi içinde toplanmı Mümtaz'ın yüzüne bakıyordu. Nuran Mümtaz'ın yanına geçmi , elini omuzuna koymu tu: Bir kavgada gibi herkes en sevdi inin yanındaydı. Yalnız Selim tek ba ına, küçücük boyu ile önde, iki kollarını kavu turmu son derece e lenceli bir ey seyeredenlerin çehresiyle konu anlara bakıyordu. Daha ziyade mahallesinde horoz dö ü ü seyreden çocuklara benziyordu. -Burada artık cinayet yok. Macide:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 202 / 279



-Delirdin mi Suat? Böyle eylerden ne diye bahsediyorsun. Kafana acı... Ve sonra birdenbire senelerdir yanında söylenmeyen fakat imdi kendi a zından çıkan -deli- kelimesi önünde korkarak, geriye, hsan'ın arkasına do ru çekildi. Bütün vücudu titriyordu. -Hayır, niye delireyim. Ben bir hikaye mevzuu anlatıyorum. Burada cinayet yok; bir kurtulma i i var. Tek manianın ortadan kalkı ı. Tekrar dirilmek var. Evet kainatı buluyor. Kendisine yedi gün mühlet vermi ti. Yedi gün cinayeti gizliyor. Yedi gün tekrar dirilmi gibi insanlar arasında mesut, onları anlıyarak, altın parıltılar içinde ya ıyor. Tam bir tanrı gibi yedi gün... Ve yedinci günün ak amı bütün tabiat ve hayatla barı ık, insan kaderinin miracında kendisini asıyor. hsan: -Olmaz... dedi. Bu de i ikli i izah edemezsin! Hiçbir intikam hissi, hiçbir adalet duygusu ferde ba kasını öldürmek hakkını vermez. Fakat farzedelim ki, bu hakkı kendinde görüyor ve öldürüyor. De i me nasıl olur? Velili in yolu cinayetten geçmez ki... nsan kanı daima korkunçtur. nsanı küçültür, ezer. Cemiyetin adaletinde bile buna do rudan do ruya vasıta olana iyi gözle bakmıyoruz. Cellat hiçbir zaman sevilmemi tir. -Bizim ahlakımız için, evet, fakat onun üstüne çıkarak... -Ahlakın üstüne çıkılmaz. -Niçin olmasın? yili in ve fenalı ın üstünde ya ayan bir insan için... Sen velilikten bahsediyorsun; benim kahramanım velilik istemiyor. O hürriyet istiyor. Onu elde edince tanrıla ıyor. - nsan kanla hür olmaz... Kanla elde edilen hürriyet, hürriyet de ildir; kirlenmi bir eydir. Bırak ki insan tanrıla amaz. nsan insandır. Ve bu da oldukça güç varılacak bir merhaledir. -Bana hürriyeti tarif edebilir misin? Suat bir dakika hsan'a dikkatle baktı. hsan ona cevap vermek üzereydi; fakat birdenbire hakiki bir tela a kapılan Macide onun sözünü kesti: - hsan, sakın Afife'yi öldürme i kurmu olmasın... hsan gülerek karısını teselli etti: Ne çocuk Yarabbim!.. Sonra yava ça, hayır, dedi; korkma, o konu mak istiyor... Biraz içerledi, ondan. Ve tekrar kendisinden cevap bekliyen Suat'a döndü: -Ederim. Ba kaları için istedi imiz nimet. -Ya kendin, kendin ne oluyorsun? -Onu ba kaları için istemekle ben de nefsime kar ı hür oluyorum.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 203 / 279



-Esaretin ba ka bir nevi. Hepimiz ayrı ayrı varız. -Bir bakıma öyle, yani inanarak istemezsem... fakat herkesle beraber oldu unu dü ün, tam hürriyettir. Sen hepimiz ayrı ayrı varız dedi in anda her eyi kaybedersin. Varlık tektir ve biz onun parçalarıyız! Aksi takdirde dünya her an daha beter olur. Hayır, varlık tektir. Ve biz onun geçici parçalarıyız. Saadetimizi, huzurumuzu ancak bu dü ünce ile elde edebiliriz. Sonra gülümsedi; sana epeyce tavizat da verdim, Suat... Fikrimi anla, belki esasta birle ebiliriz. nsan teker teker Tanrı olmaz; fakat insanlık bir gün kendisine layık bir ahlak yaparsa tanrıla abilir!.. Yani bazı büyük vasıflar kazanır. Suat yorulmu gibi kö eye oturdu. Rakı kadehini sıkı sıkıya elinde tutuyordu. Mümtaz sadece ona bakıyordu. -Acayip bir gece geçiriyoruz...- Suat'a eskisi gibi kızmıyordu; mustarip oldu u belliydi. Fakat ona tam acıyamıyordu da. Suat'ın hüviyetinde acıma duygularını reddeden bir taraf vardı. Suat çok sevilebilir, veya ondan nefret edilirdi. Fakat ona acınamazdı. Huzursuzlu u insan kalbini ona kapamı tı. imdi bile sofada elektrik ı ı ı altında, herkese ve hepsine kar ı yabancı, bir muamma gibi ayrı duruyordu. -Hayır, mesele bu de il... Siz meseleyi ters anlıyorsunuz. Ben ferdi bir vakıadan bahsediyorum. Ben fakirden de il, zengin do mu bir insandan bahsediyorum. Siz herkesin disiplinini ona tatbike kalkıyorsunuz. Halbuki o bunların üstünde. Söze nasıl ba ladı ımı hatırlayın. Bütün kıymetleri kendisine hazır bulan adam, dedim. -Ne çıkar bundan? - u çıkar. Ba kalarının çalı arak elde etti i eyleri o tabiatında mevcut buluyor. -Bu elde edilen eylerin içinde vazife ve mesuliyet duygusu da var mı? Nuran gözlerini kapadı, -Acaba Fatma ne yapıyordu imdi-. -Hayır, o yok, etrafına kar ı tamamiyle serbest, fakat cömert... hsan yava ça sordu: -Anlamıyor musun imdi nerede aksadı ını? -Hayır anlamıyorum... fakat ne çıkar, Mümtaz yine bu hikayeyi yazsın... hsan devam etti: -Sen insandan mesuliyet duygusunu kaldırıyorsun. Yerine birtakım hazır, yaradılı tan gelme faziletler koyuyorsun. Halbuki insan mesuliyet duygusundan ba lar. Öbürleri mizaç zenginlikleridir. Nitekim hikayende bir evlenme, bir hayal dü ü ü veya sebepsiz nefretle kahramanın, tasavvur etti in tanrı adam, cinayete do ru



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 204 / 279



de i iyor. Halbuki mesuliyet duygusu... -Mesuliyet duygusu da de i ir. Yalnız ameliye geni ler... lk önce kıymetleri yıkar. -Yıkar ama, o zaman daireden çıkar! Çünkü insanlık mesuliyet duygusu ile ba lar. Suat ba ını salladı: -Ne çıkar bundan?.. - u çıkar. nsanlarla, hayatla dedi in gibi barı mı olmaz. Bilakis onlarla arasına kan girmi olur: nsanla ve kainatla barı ık kalmak için onların bendeki çehresinin tam ve yerinde durması lazımdır. Halbuki cinayet, hatta en ufak haksızlık bu çehreyi bizde bozar. Kainatı inkar etmi oluruz. Yahut kainat bizi kusar. -Senin ıstırabın bunu bozmuyor mu? hsan tereddütsüz cevap verdi: -Bilakis, ben ıstırabımla insanlıkla barı ıyorum. Onu mustarip oldu um zaman daha iyi anlıyorum. Aramıza o kadar sıcak bir ey giriyor ki... o zaman mesuliyet duygumu daha iyi idrak ediyorum. Istırap günlük ekme imizdir; ondan kaçan insanlı ı en zayıf tarafından vurmu olur, ona en büyük ihanet ıstıraptan kaçmaktır. Bir çırpıda insanlı ın talihini de i tirebilir misin? Sefaleti kaldırsan, bir yı ın hürriyet versen, yine ölüm, hastalık, imkansızlıklar, ruh didi meleri kalır. O halde ıstırap kar ısında kaçmak kaleyi içinden yıkmaktır. Ölüme kaçmak ise büsbütün korkunçtur. O sadece mesuliyetsiz hayvanlı a sı ınmaktır. Bir dakika durdu. Onun da Suat kadar ve belki de daha fazla ıstırap çekti i belliydi. Yüzü ter içindeydi. A ır a ır devam etti. - nsan talihinin mahpusudur. Ve bu talihinin kar ısında imandan ve bilhassa ıstıraba katlanmaktan ba ka silahı yoktur. - mandan bahsediyorsunuz, aklın yolundan gidiyorsunuz. -Akıldan gidiyorum. Elbette akıldan gidece im. Sokrat, akıllı a ık ihtiraslı a ıktan iyidir diyor. Akıl, insanın ayırıcı vasfıdır. -Fakat öldürenin de, kendisi de öldürme hareketinde ölenle beraber ölmüyor mu?.. -Bir bakıma göre do ru... Ama i te bu ölüm istedi in yeniden do u u temin edemez. Hiç olmazsa her zaman için. Çünkü bu isyanla biz kategorinin dı ına çıkarız. Sen insanı kainatın içine layıkiyle yerle tirmiyorsun. Halbuki i e oradan ba lamalı. Ben insana tanrılık vasfını reddedenlerden de ilim! Bilakis kainatın efendisi insan ruhudur.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 205 / 279



Suat güldü: - hsan'ın co kun tarafına rastgeldim, dedi. Fakat Mümtaz sen yine bu hikayeyi yaz! Mümtaz ilk defa söze karı tı: - yi ama, niçin benim yazmamı istiyorsun da kendin yazmıyorsun?.. -Gayet basit. Sen hikayecisin. Yazmaktan ho lanıyorsun. Rollerimiz ayrı. Ben sadece ya ıyorum! -Ben ya amıyor muyum? Bu suali Mümtaz en yumu ak sesiyle, yoksa öldüm mü? der gibi sormu tu. -Hayır ya amıyorsun; yani benim gibi de il. Sen bir noktaya çekilmi orada ya ıyorsun. Geni ve parlak hayallerin var. Zamana hükmedece im diyorsun. Kendine yarayacak hiçbir eyi kaybetmemek için çırpınıyorsun. Bu bana yarar, bu yaramaz, diye ayırıyorsun. stedi ine bakıyor, istedi ine bakmıyorsun. Adeta kendi kendine konu uyordu. kide bir öksürüyor, her öksürükten sonra aldırmayın geçer... der gibi ba ını sallıyordu. -Senin behemehal kendinin olmasını istedi in bir dünyan var. Yapmacık da olsa onda kalıyorsun. Ben senin gibi miyim? Ben sefil, maddi, ayya , vazifesinden kaçan bir adamım. Benim ömrüm biçare bir israftır. Su gibi akıyorum. Hastayım, içki içiyorum; evlat babasıyım, yüzlerini görmek istemiyorum. Kendi hayatımı bir tarafa bırakmı ım, her an ba ka bir insanın derisinde ya ıyorum. Bir hırsız, bir katil, baca ını sürükliyerek yürüyen bir zavallı, hepsi, her gördü üm canlı mahluk, benim için ayrı ayrı davetler oluyor. Beni ça ırıyorlar. Hepsinin pe lerinden ko uyorum. Bana kabuklarını açıyorlar, yahut ben onlara vücudumu açıyor, farketmeden içime yerle iyorlar, elimi, kolumu, dü üncemi zaptediyorlar, korkuları, vehimleri, benim korkularım, vehimlerim oluyor, geceleyin onların rüyasını görüyorum. Onların azabıyle uyanıyorum. Sade bu mu? Bütün inkar edilenlerin azabını içimde ya ıyorum. Her dü ü ü tecrübe etmek istiyorum. Bizim bankanın kasasını, bana emanet edilen kasayı kaç defa soydum biliyor musun? Macide a layacak gibiydi: -Neler söylüyorsun Suat?.. Dinlemeyin bunu Allah a kına... Ter içinde baksanıza... Mümtaz yengesine baktı; yüzü bembeyazdı, gözleri büyük büyük açılmı tı. Macide tam bir asab krizi içindeydi. Fakat Suat onun tela ına ehemmiyet vermedi: -Merak etme Macide. Zannetti in gibi de il. Hakikatte soymadım. Fakat belki yüz defa kasayı soymayı dü ündüm. Sade dü ünmedim, soydu umu tahayyül ettim. Belki yüz defa bankadan en geç olarak çıktım. Arkamda her an beni yakalıyacak adamlar vehmederek küçüle küçüle yürüdüm, hiç geçmedi im yollarda yürüdüm.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 206 / 279



hsan sordu: -Peki ama niçin yaptın bunu? Fakat Suat hep Mümtaz'a bakarak cevap verdi. -Niçin hayatımı en manasız ekilde budalaca ya adıysam, niçin e lendiysem, niçin içtiysem, niçin evlendiysem. Zamanı öldürmek için. Ya amak için; çürümemek için! Omuzlarını silkti; ne bileyim ben? Kendimi duymak istiyorum da ondan! Uçuruma, her an ben varım, demek ihtiyacı. imdi niçin sen yazasın istiyorum, ö rendin mi? Bir kere olsun belkemi inde deh et ürpersin diye! Hepinizin kafasında sevgi, ıstırap diye bir yı ın kelime var. Kelimelerde ya ıyorsunuz. Ben kelimelerin manasını ö renmek istiyorum. Onun için yaptım. Mesela öldürecek derecede sevmedi ini ö renmek için yazmalısın. Fakat sen ölümü de bilmezsin... Kahkahalarla gülüyordu: Eminim ki senin için ölüm bir fırında iyice pi tikten sonra, tıpkı bir müzede muhafaza edilen e ya gibi ebediyette daha parlak, daha kendisi olarak beklemektir. Öyle de il mi? Ve sen ölümden i renmezsin, onu güzelin ve a kın karde i görürsün. Hiç ölümün i renç bir ey oldu unu dü ündün mü? renç bir çürüme ve kokma!.. - çinizde Allah'a inanan var mı, bilmiyorum. Fakat eminim ki hepiniz müphem bir sükutta bu bahsi kapatmı sınızdır. Çünkü kelimelerde ya ıyorsunuz! Bir kere olsun, Allah'la konu mak istediniz mi? Ben dindar olsaydım onunla konu mak, onu tecrübe etmek isterdim. Nuran: -Lüzumu var mı Suat bunların, diye çıkı tı. Fakat Suat dinlemiyordu. O alabildi ine konu uyordu. Mümtaz'ın korktu u olmu , kriz ba lamı tı. Mümtaz hep aynı çocuk sesiyle sordu: -Sen inanmıyor musun? - Hayır, yavrucu um inanmıyorum: Bu saadetten mahrumum. nansaydım mesele de i irdi. Bilseydim ki vardır, insanlarla hiçbir davam kalmazdı. Yalnız onunla kavga ederdim. Her an bir yerde yakalar, bana hesap verme e mecbur ederdim. Ve zannederdim ki bana hesap verme e mecbur olurdu. Gel, derdim gel, yarattı ın mahluklardan birisinin derisine bir an gir. Benim her gün yaptı ımı yap. Bir tanesinin hayatım yirmi dört saat ya a! Pek bedbahtına gitmene lüzum yok. Sen ki yaratıcısın, bilmemen, anlamaman kabil olmaz. Onun için herhangi birinin derisine gir. Ve kendi yalanını bir an bizimle beraber ya a; bizim gibi ya a. Yirmi dört saat bu bataklıkta küçük susuzlukların kurba ası ol! hsan güldü: - yi ama, bütün bunları ancak inanan söyliyebilir. Sen pekala inanıyorsun!.. Hem hepimizden fazla! -Hayır, inanmıyorum. Yalnız hakikaten inananın kafasıyle



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 207 / 279



dü ünüyorum. Ba ını salladı ve hiçbir zaman inanmıyaca ım da. Ben yerde romatizmadan ölme i tercih ederim. Hepsi birden a kın güldüler. Yalnız Mümtaz'ın yüzü gergin bir dikkat içindeydi. Suat ne bu dikkatin, ne de gülü ün farkında oldu. -Evet, dedi. Yerde romatizmadan ölme i tercih ederdim! Hikayeyi isterseniz anlatayım. Akrabam arasında, çok safdil, iyi bir adam vardı. Dindar, temiz, evliya ruhlu bir adam. Hepimiz çok severdik. Hayat kar ısındaki duru una hayran olmamak kabil de ildi. Topkapı taraflarında bir yerde otururdu. ehre e ekle gelir giderdi. Bu e ek benim çocuklu umun zevklerinden biri olmu tu. Bir gün evlerine gitti imiz zaman e e i bahçede her zamanki yerinde görmedik. Ne oldu? diye sorduk. Zavallı romatizma oldu, dediler ve ahırı açıp gösterdiler. E e in e erini karnına ters vurmu lar, üzengilerden tavana asmı lar. Böylece ayakları ahırın rutubetinden kurtuluyor, üstelik de ayakta kalmasının önüne geçiliyordu. Bilir misiniz ba ınızın ucundan sarkan dört aya ıyle, yere do ru uzanan o mülayim çehresiyle ne kadar gülünç bir eydi. Hazin ve gülünç; adeta be erile mi ti. lk önce çok güldüm. Fakat sonra gülmedim. imdi her metafizik sistem bana onun halini, tepemizden o hazin bakı ını hatırlatır. Nuran: -Hiç i itmemi tim, bunu. Bari iyile ti mi? -Ne gezer... birkaç gün sonra öldü. Adeta intihar etti. Yani kendisini bir ak am bir çaresini bulup yere attı. Toprakta ölmek için. Ama öyle asılmasaydı romatizmadan ölecekti. Mümtaz omuzlarını silkti: -Maskaralık... dedi. Fakat Suat hala gülüyordu. Sonra birdenbire ciddile ti: -Belki, dedi. Fakat benim için hakikat budur. Anlıyor musunuz! Benim için Allah ölmü tür. Ben hürriyetimi tadıyorum. Ben Allah'ı kendimde öldürdüm. hsan sordu: -Hakikaten hür oldu unu sanıyor musun? Suat ona kinle baktı. Yüzü ter içindeydi: -Bilmiyorum, dedi. Hür olmak istiyorum... -Hayır olamazsın... -Niçin olamıyacakmı ım. Beni artık kim menedebilir?



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 208 / 279



-Çünkü içinde, öldürdü ün Allah var. Sen kendi hayatını ya amıyorsun artık. Sen bu halinle sadece bir mezar, bir tabut gibi bir eysin. Korkunç, zalim bir ölümü ta ıyorsun. Hangi hürriyet?.. Evet ben de biliyorum, o -olmazsa, her ey mübahtır- sananlar oldu. Onun bo alttı ı yeri, insanlı a parçalıyanlar oldu. Tanrı insanı ben de biliyorum. Ne oldu? Sadece sefaletlerimizle basba a kaldık. nsanın talihi yine aynı talih. Aynı imkansızlıklar içindesin. Aynı ıstıraplar içindesin. Hakikatte bir afak diye baktı ın ey bir yangındır... hayır, sen Allah dü üncesini içinde azdırmakla ondan kurtulamazsın. Hiçbir yara kurcalamakla iyile mez. Bir müddet durdu. -Fakat, bilir misin Suat; ne güzel bir ilahiyatçı olurdun? Çünkü yaptı ın tersine çevrilmi bir teolojidir. Suat: -Pek zannetmiyorum, dedi. Hatta hiç zannetmiyorum. - stersen... fakat bence böyle. Suat saatine baktı, kadehini herkese do ru kaldırarak bo alttı. Fakat Mümtaz onun bo kadehi masanın üstüne koymadan adeta dikkatle dibine baktı ını gördü. -Artık ben gitmeliyim!.. Cümleye Allah'a ısmarladık... Mümtaz'la Nuran itiraz ettiler. -Nereye, nasıl olur? Gece yeni ba ladı, daha e lenece iz, diyorlardı. Fakat o dinlemedi bile. -Hayır, benim verilmi sözüm var! Biraz geç olsa bile behemehal gitmeliyim; ho ça kalın! Bir el i aretiyle hepsine birden veda etti. Nuran'la Mümtaz onu kapıya kadar götürdüler. Mümtaz, Nuran'a: -Kalması için neden ısrar etmiyorsun?.. dedi. Bunu söylerken içinde garip bir çözülü vardı. Hakikaten Suat kalmı , kalmamı kendisi için artık ehemmiyeti olmadı ını sanıyordu. Nuran Suat'a bakarak: -Ona ısrar beyhudedir; madem ki gitmek istiyor. Güle güle Suat!.. ve elini sıkmadan evvel pardesüsünün yakasını düzeltti, -Bir boyun atkısı ister misin?.. -Te ekkür ederim, yakam çok geni . cabederse kaldırırım... Mümtaz, beni biraz götürür de il mi? kisi birden kapıdan çıktılar. V Mümtaz karanlıkta geni bir nefes aldı. Kendisini daha fazlasına tahammül edemiyecek kadar yorgun buluyordu. Rutubetli gecede



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 209 / 279



birkaç saat evvel büsbütün ba ka gözlerle baktı ı bir yı ın gölgenin arasından yürüdüler. Sonbahar gecesi Emirgan sırtlarını o imkansız yalnızlık vehmiyle kaplamı tı. Kar ı kıyının fenerleri bu yalnızlık içinde ümitsiz imdat i aretlerine benziyorlardı. Suat karanlıkta önüne bakamıyormu gibi sa a sola çarpa çarpa yürüyordu. Yoku un ortasına kadar böyle yürüdüler. Orada misafiri genç adama: -Sen artık dön... dedi. Fakat sözünü bitiremedi. Keskin bir öksürük birkaç saniye sürdü. Mümtaz: - stersen dönelim, bu gece bizde yat!.. Vasıta bulamıyacaksın! dedi. Yatak var! Suat öksürü ü bitene kadar cevap vermedi. Sade onun elini sıkı sıkı tutuyordu; öksürük geçince: -Hayır, gidece im, dedi. Zaten sizi kafi derecede tedirgin ettim... -Böyle bir ey yok, sade sen rahat de ilsin! -Evet de ilim, hiç de ilim... fakat geçer! Ve deminden beri iki eli içinde sımsıkı tuttu u Mümtaz'ın elini bıraktı, gülerek: -Haydi git, e len... dedi. Mümtaz karanlıkta gözlerinin kendi gözlerini aradı ını hissetti ve hiç istemedi i halde bakı ını ondan kaçırdı. Fakat Suat gitmedi, Mümtaz'ın ceketinin yakasını tutarak, onu durdurdu, yava sesle: -Ben Nuran'a mektup yazdım, bunu biliyor musun? dedi. Bir a k mektubu! Bu ani hücum kar ısında a ıran Mümtaz adeta kekeledi: -Biliyorum, dedi. Bana gösterdi. Evlenece imizi bilmiyor muydun? -Sevi ti inizi biliyordum. -O halde? -O haldesi yok. O gayesiz hareketlerden biri... yazmadan yarım saat evvel belki Nuran'ı aylarca dü ünmemi tim. Mümtaz arada kendisine ait bir mesele yokmu gibi sakin bir sesle: -Fakat bana kar ı, eski arkada ına kar ı, ne bileyim, pek do ru i de ildi bu. Bu sefer göz göze geldiler. Suat'ın yüzünde acıklı bir tebessüm vardı. -Sen, garip ve münasebetsizin bazen bizi nasıl istila etti ini anlamazsın. Belki hiç anlamıyacaksın. Çünkü hareketlerinin üzerinde ısrar eden, onların behemehal bir devamı ve neticesi olmasını isteyen takımdansın... Onun için her eyde bir mantık görmek istersin! Ne ise



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 210 / 279



oldu! Seni beyhude tutmayayım. Ben sadece bir münasebetsizlik olsa bile, bunu bilmeni istemi tim... Allah'a ısmarladık. Ve yoku tan a a ı acele acele inme e ba ladı. Mümtaz arkasından ba ırdı: -Herkes de böyledir; onun için angaje olmama a dikkat et! -Güle güle... Suat acele adımlarla yoku u iniyordu. Mümtaz oldu u yerde onun gece içinde daha tok gelen ayak seslerini ve iç yırtıcı öksürü ünü bir müddet dinledi. Sonra yava yava eve dönme e ba ladı. Elinin bu iri, kemikli ve ter içinde avuçların mengenesinden kurtuldu una memnundu. Nedense bu acayip gecede kendi elini onun avuçları içinde görmek Mümtaz'ı korkutmu tu. Bu yapı kan cendere ona adeta ruhuna kadar giden bir tasarrufun vehmini vermi ti; belki gözlerini ondan kaçırması da bu yüzdendi. Bunu hatırlayınca kendisine kızdı; bir hastadan korkmu tu. Fakat kurtulu hissi o kadar ciddiydi ki elini havaya kaldırıp karanlıkta, tekrar kavu tu u bir ey gibi seyretmesine mani olmadı. Hummanın ve terin yapı kan sıcaklı iyle Suat'ın elleri sanki avucunun derisinden ve parmaklarının ucundan, çok kuvvetli, kendisi için çok lazım, çok hayati bir unsuru sömürmü , beraberinde götürmü gibiydi. Kendi kendine: -Niçin bu kadar azapta? Niçin bu kadar zalim! diye birkaç defa sordu. Hiç olmazsa Nuran'ı tanıdı ı zamandan beri duymadı ı bir ruh hali içindeydi. -Ondan yüz adım ötede bulunuyorum ve bu yolda kendi kendime titriyorum...- diye içinden kendisine kızdı. Hakikaten dünyası diyebilece i herkes bu evde idi; fakat o anda ne Nuran'ı, ne hsan'ı ne de evdeki öbür misafirleri dü ünüyordu. Yoku un ba ında tekrar durdu ve etrafına baktı. Sonbahar gecesi siyah ve çok cilalı bir camın arkasında gibi, da ınık ve insanın içine kadar i leyen ı ıklariyle, her türlü de i me ihtimallerinin dı ında parlıyordu. Uzakta deniz koyu kül rengi parıltıdan bir çizgi olmu tu. Onun ötesinde kar ı yakanın puslu yol fenerleri yıldızları taklit eden bir durgunlukla, sanki etraflarındaki hayatı de il, kendi sükutlarını bekliyorlardı. Fakat hepsi, etrafında bulunan her ey, küçük gece çıtırtılariyle tek tük ku ve böcek sesleri, dal hı ırtılariyle beraber donmu gibiydi. -Ya dedi i do ru ise... Rabbim, ya dedi i do ru ise... Bu endi e ile ba ını kaldırdı, gökyüzünü seyretti. Bir yı ın yıldız berrak ürperi leriyle ancak karanlı ını daha iddetlendirdikleri bir gök ortasında a ır bir hasta evinin, ümit, azap, endi e yüklü pencereleri gibi parlıyordu. stemeye istemeye: -Daha ölmemi ... diye dü ündü. çindeki azap o kadar büyüktü ki, bir yerlere kaçmak, sı ınmak istiyordu. Fakat nereye kaçabilirdi? Sayısız zamanın ı ık kervanlariyle yüklü bu karanlık gecenin hiçbir tarafında insan ruhunun sızabilece i bir çatlak, bir yumu aklık yoktu. O, sert kabu una iri mücevherler kakılmı bir hayvan gibi tek ba ına, hiçbir eyi kabul etmiyecek bir toklukla, sanki canlı, her eyi inkar eden bir toklukla etrafını kaskatı almı tı. Canlılık, o her eyde gülen ve konu an sır, bu a ır mücevher yüklü perdenin arkasına çekilmi ti. Bir tarafta bir hı ırtı oldu, ufkun bir kö esi kımıldadı. A ır ve ha in gece, büyük, koyu lacivert ve altın bir ku gibi, sanki ba ının



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 211 / 279



üstünden kayar gibi oldu. Fakat kanatlarında hep aynı katılık vardı. -Beni de beraberinde götürse... Ba ka zamanlarda olsaydı, Mümtaz bu saf mücevherlerden, bakir uykusundan henüz uyanmamı madenlerden, siyah mermer ve granitlerden imi hissini veren gecede, kendi zevk ve iir dünyasının en halis tarafını bulurdu. Fakat imdi çok mustarip, bütün iir dünyasına kapanmı gibiydi. çinde büyük bir korku vardı. -Bir tarafım yıkılmı gibi... diye kendi kendine konu tu. Soka ın ba ındaki evde, her uzak mahremiyeti bizim için böyle gecelerde o kadar tatlı ve hulyalı yapan bir lamba yandı; ve bir pencere, birdenbire hayat hastalı ına tutulmu gibi gömüldü ü saf ve derin sükut içinden, önündeki a acın yarı ıslak profiliyle beraber Mümtaz'ın önüne kadar, bu büyük ve muhte em sükuttan henüz kesilmi kanlı bir parça gibi fırladı. Mümtaz birdenbire evde misafirlerini ihmal etti ini hatırladı. Nuran, onu merak edebilirdi. Acele acele yürüme e ba ladı. Fakat bu küçük arıza onu sadece kendi zamanına çevirmi ti; içindeki yalnızlık duygusunu ve azaplı darlı ı giderememi ti. Hala bir tarafıyle bo lukta yüzüyordu. -Kafamla vücudumun arasında ne kadar mesafe var?..Durdu ve dü ündü: -Acaba, hakikaten bunu mu demek istemi tim!..Belki daha güç, daha anlatılmaz bir eydi duydu u. Suat'a kızmıyordu. Yaptı ı eyin kötü oldu unu biliyordu. Fakat hüküm vermek istemiyordu. Artık insanlar hakkında hüküm vermekten vazgeçmi ti. O, içindeki sefaleti te hir ederek a ızlarının tadını bozmu tu. Mümtaz'ı a ırtan, bu sefaletin derinli i, daha do rusu onu bu kadar sefil yapan hayatının istikrarsızlı ıydı. Bununla beraber azapta oldu u da muhakkaktı. Bütün ak am onu dinlerken, çok rahatsız uykularda birdenbire kilitlenmi çenelerin vehmi olan o yorucu ve yarı kabus konu maları hatırlamı tı. Suat fena bir rüya gören adama benziyordu. V Evdekiler masanın ba ında, Suat'tan bahsediyorlardı. Nuran o girince -nerede kaldın böyle?- der gibi baktı. Mümtaz içindeki peri anlı ı örtmek için gizli bir öpü i aretiyle gülümsedi ve Nuran'ın, herkes arasında bu laubalili e kızmamasından sevindi. -Ben de bir kadeh içebilirim, de il mi? Nuran: - stedi in kadar, Mümtazcı ım! Zaten geceye yeni ba lıyoruz. O da Suat'tan kurtuldu una memnundu. hsan sözüne devam için Mümtaz'ın kadehinin dolmasını adeta aksilikle bekledi. O böyleydi;



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 212 / 279



sözünün kesilmesini hiç istemez, konu urken araya giren i lerin çabukça görülmesini beklerdi. Mümtaz kadehinin arasından Nuran'a bakarak: -Madem ki öyle, cümlenin sıhhatine... dedi. -Hazin tarafı u ki, bu cins azapları bütün dünya bir asır evvel ya adı, bitirdi. Hegel, Nietszche, Marx geldiler, geçtiler. Dostoyevski Suat'tan seksen sene evvel bu azabı çekti. Bizim için yeni nedir bilir misiniz? Ne Eluard'ın iiri, ne de Comte Stravoguine'in azabıdır. Bizim için yeni, en ufak Türk köyünde, Anadolu'nun en ücra kö esinde bu ak am olan cinayet, arazi kavgası veya bo anma hadisesidir. Bilmem, fikrimi anlıyor musunuz? Suat'ı itham etmiyorum. Fakat onun meselelerinin bugünümüzün, kendi günümüzün çerçevesine giremiyece ini söylüyorum. Mümtaz kadehini bo alttı. -Ama bir noktayı unutuyorsunuz! Suat hakikaten azap çekiyor... hsan eliyle bir eyi kendinden uzakla tırdı: -Çekebilir... ama bana ne?.. Benim ferdin pe inde ko acak vaktim yok. Ben cemaat ile me gulüm. Sürüden ayrılanın arkasından anası a lasın! Bilir misiniz bir gün bir mezat yerinde bir yı ın eski lokanta menüsü buldum. Bilmem hangi lokantanın talbdot menüsü. Galiba Hamid devrinin ortalarına do ru. Ba tarafında o gece teganni edecek muganniyelerin adı yazılıydı. Suat'ın meseleleri benim üzerimde bu tesiri yapıyor. Gecikmi eyler... Herkes bir dü ünceyi böyle dönülmez yere ta ıyabilir ve orada azdırabilir. Fakat niçin yapmalı? Zorla kendimize ba dönmesi yaratmaktan bir ey çıkmaz ki. Biz yapaca ı birtakım i i, mesuliyetleri olan insanlarız... -Ama, Allah ebedi meselemizdir. - nsan ve talihi de ebedi meselelerdir. Ve birbirine ba lıdır. Ayrıca halli imkansız meselelerdir. Tabii iman edilmezse... - hsan bir müddet dü ündü.- Biliyorum, bu tarzda konu ma a hakkım yok. Elbette bütün ahlakımız ve iç hayatımız Allah fikrine ba lıdır. Bu satranç onsuz oynanmaz. Belki Suat'a biraz da bunun için kızıyorum. Sözünü bitirmedi. Suat'ın konu ma tarzı onu, Macide'den fazla rahatsız etmi ti. Suat, hayatla barı ma imkanlarını kükünden kaldırmı adamdı. Her an bir delilik yapabilirdi. Bunu bilhassa Mümtaz'la ve Nuran'la konu ması lazımdı. Fakat meseleleri bu tarzda alması ho una gitmiyordu. Tevfik Bey, son derecede rahat bir edayla önündeki dolmalardan birini taba ına aldı: -Bilmem. Nuran ne diyecek ama, çünkü daha Mümtaz i lerime karı mıyor, ben bu senenin son patlıcanını yiyorum galiba. Gelecek



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 213 / 279



sene de yiyebilece ime üpheliyim. Yani Suat Bey o lumuzun u ra tı ı eyleri ben sizden evvel ö renece im... Son derece zalim ve asık bir çehre ile kendisiyle, Suat'la bütün hayatla ve yakla tı ını duydu u ölümle alay ediyordu. Beni asıl a ırtan nedir biliyor musunuz? Gençlerimiz e lenmeyi unutmu lar. Eskiden böyle miydi? Bu kadar insan hem bu ya ta, bir yerde olsunlar ve bunları konu sunlar... Nuran: -Dayım, Suat'ı hiç sevmez... dedi. Hatta Ya ar'ın Suat'la dost olmasını da istemez. Fakat siz ne derseniz deyin; bu gece ben hiç a ırmadım. Suat oldum olası böyledir. Bir gün Bo az'da hep beraber gezinirken bir köpek yavrusunu, artlarına göre fazla mesut diye denize attı. Zorla kurtardık. Öyle de güzel eydi ki... -Peki, sebep? -Sebep basit!.. Bir köpek bu kadar mesut olmamalıymı . Suat bu! O zamanlar, -canlı olan her eye dü manım!- diyordu. hsan bir teklifte bulundu: -Çocuklar, bu bahisten kurtulmamızı istiyorsanız Orhan'la Nuri bize halk havaları söylesinler. Orhan'la Nuri bu kafilenin folklor tarafıydı. Ne kadar çok türkü bilirlerdi. Ve gece hsan'ın dü üncesiyle yepyeni bir istikamet aldı. Orhan'la Nuri ilk önce Tamburacı Osman Pelva'nın yaydı ı o güzel Rumeli türküsünü söylediler. Sesi, dik ve heybetliydi... Bulut gelir pare pare Dördü aktır, dördü kare Sen açtın kalbime yare Ya ma ya mur, esme deli rüzgar Yarim yoldadır! Mümtaz, halk havalarının kendine has, elle tutulur ıstırabını bir devaya kavu mu gibi dinledi. Sanki birdenbire sert ve diriltici rüzgara, yenilmesi behemehal lazım güçlüklere, hayatın kendisine çıkmı tılar. Bulut gelir yer ya olur çer bade sarho olur



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 214 / 279



Yar kokusu bir ho olur. Mümtaz bu derin ve çıldırtıcı hasretin kendi ıstırabından çok ayrı bir ey oldu un anlıyordu. O bir asab bozuklu unun de i mi ekli de il, sıcak ekmek gibi hayatın kendisi ile dolu, onu yapan bir eydi. Bulut gelir seher ile Çiçek açmı bahar ile Herkes kavu mu yar ile - te bunu sevmeliyiz. hsan hakikaten mesuttu. Bütün hakikatler burada, bu engin manada. Halkımıza ve hayatımıza ne kadar yakla ırsak o kadar mesut olaca ız. Biz bu türkülerin milletiyiz. Sonra birdenbire Yahya Kemal'ın mısraını hatırladı: Duydumsa da zevk almadım slav kederinden.. Var mı? Yok mu? Ben varım; yeter. Kendime herkesten fazla hiçbir hürriyet de istemiyorum. -Fakat burada da azap var. Hem daha keskini? -Hayır, burada yalnız söyleyi var. E er bu türkünün, buna benzerlerin kederi hakiki olsa insan kalbi yarım saat tahammül edemez. Burada biz kalabalıkla kar ı kar ıyayız. Tecrübe bir ki inin de il, bütün medeniyetindir. Orhan'la Nuri birbiri ardınca Rumeli ve Anadolu türkülerini söylüyorlar. Cemil onlara neyle bazen yardım ediyordu. Sonuna do ru Tevfik Bey: -Size gül ilahisini okuyayım! dedi. Trabzon'da daha ziyade kadınlar söyler bunu! Mümtaz birdenbire Fra Flippo Lippi'nin Güller çinde Çocuk sa tablosunu andıran bir kainat içinde kaldı. Sanki ferahfezanın o hasret kasırgasında savurdu u bütün güller, bu eski ilahide toplanmı tı: Gülden kurulmu bir pazar Gül alırlar, gül satarlar Gülden terazi tutarlar Alanlar gül, satanlar gül... Hicaz makamı birdenbire bütün bir bahar olmu tu. Mümtaz'ın bu geceden hatırladı ı son hayal Nuran'ın bu gül tufanı içinden ve onların üst üste akislerini ta ıyan, yorgun, süzülmü , birkaç türlü dü üncede parça parça, fakat sakin tebessümünde birle en yüzüydü. Hayır. bütün o üpheler, azapla birer vehimdi. Nuran'ı seviyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 215 / 279



X Nuran etrafının açıktan açı a kendisiyle me gul oldu u bu sıkıntı devirlerinde yalnız Mümtaz'ın sükunetine güvenebilirdi. Halbuki Mümtaz bu güvene cevap verecek ruh haletinden çok uzaktı. Bütün bu i lere so ukkanlılıkla ve sevdi i kadına itimatla bakaca ı yerde ondan üpheleniyor, onu kendisini unutmakla itham ediyor, üst üste yazdı ı mektuplarda ikayetlerde bulunuyordu. Ne Fatma'nın bitmez tükenmez hastalıkları, ne Ya ar'ın çekilmez halleri, ne de etrafın dedikodusu Nuran'ı Mümtaz'ın bo yere üzüntüleri kadar rahatsız ediyordu. Ötekiler, beraberce kar ı koyma a karar verdikleri güçlüklerdi. Fakat a ı ının vaziyeti büsbütün ba kaydı. Nuran: -Niçin beni anlamıyor?- diye ikayet ederken, Mümtaz -Bu kadar basit bir i i ne diye böyle içinden çıkılmaz bir hale sokuyor?derken ikisi de birbirini anlamamakta ısrar ediyorlardı. Nuran'a göre Mümtaz'ın vaziyeti gayet basitti. Mademki seviliyordu, o halde sükunetle bir tarAfa çekilip beklemeliydi. Mümtaz ise, mademki seviyor, kendi saadeti için de bir an evvel kararını vermelidir, diye dü ünüyordu. Sade bu ta ınma keyfiyeti Mümtaz için bir yı ın sıkıntı olmu tu. kinci bir ev kirası, dö eme masrafı gibi eyler ilk defa genç adamı tabii kazancının dı ında yeni imkanlar arama a sevketti. imdi ikisi de stanbul tarafında oldukları, kı ortasında çıkılacak bir yoku , bizim vapur tarifelerimizle o kadar güç bir seyahat haline gelen bir yakadan öbürüne geçme külfeti olmadı ı için daha kolay bulu abiliyorlardı. Hemen her gün Nuran Mümtaz'a gelebilecekti. Fakat bu sefer genç kadının hayatına büsbütün ba ka engeller girdi. Beyo lu'na ta ınmakla Nuran eski mektep arkada larının, oldukça kalabalık bir aile muhitinin, Ya ar'ın bitmez tükenmez dostlarının, Fahir'in hısım ve akrabasının ve nihayet Adile'nin ve ahbaplarının arasına dü mü oluyordu. Hemen hiç kimse onun vaziyetini anlamıyor, herkes bilerek veya bilmeyerek eski ya ayı ının devamını istiyor ve genç kadın hiç olmazsa evlenene kadar onu de i tirme e cesaret edemedi i için bütün bu dostlukları kabule mecbur oluyor, davetler, toplantılar birbirini kovalıyordu. Öyle ki ubata do ru Mümtaz'a ayırdı ı saatlerin ço unun öbürleri tarafından zaptedildi ini görünce kendisi de a ırmı tı. Fatma'nın yaz sonundaki hastalı ının etrafta uyandırdı ı dedikodu olmasaydı bu kadar itaatlı olmayacak, kendi iç hayatını inkar etmiyecekti. Halbuki bütün bu ziyaretler, davetler, dostluklar bir yı ın karı ıklık çıkarıyordu. Mümtaz'la beraber, hiç olmazsa bir müddet için bir arada görünmeme e karar vermi lerdi. Bir bakıma göre bu çok do ru bir eydi. Fakat böyle ayrı ya amaları genç adam için kolay olmuyordu. Hemen her gün uradan buradan Nuran'ın dün ak am veya evvelki ak am bulundu u davetin, e lencenin, balonun hikayesi kendisine geliyordu. in daha fenası, Mümtaz için çocu unu feda etti, ithamını üzerinden kaldırmak arzusuyle Nuran bu e lencelerde oldu undan çok ba ka görünme e çalı ıyor, hakikaten



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 216 / 279



e lenme e, gülme e, ufak iltifatları kabul etme e kendisini mecbur sanıyordu. Öbür taraftan Ya ar'ın Mümtaz'ı kıskanması genç kadının ba ına birtakım genç erkek musallat etmi ti. Ya ar, adeta -Mümtaz olmasın da... kim olursa olsun,- diye dü ünüyordu. Ona kar ı garip bir dü manlı ı vardı. Onun gözünde artık iyi, kötü yoktu. Mümtaz ve Mümtaz'dan ba kaları vardı. Ya ar, bu dü manlık içinde Adile'ye kar ı olan kinini de unutmu tu. Hemen her gün onun evindeydi. Açıkça bir kelime söylemeden i birli i yapmı lardı. kisi de er geç Nuran'ın Adile'ye do ru kayaca ını tahmin etmi lerdi. lk ziyaret gününde -evet, bu zavallı çocu u kurtarmalı.. yoksa mahvolacak!- diye anla tıktan sonra genç kadını Mümtaz'dan uzakla tırmak için her türlü tedbiri beraberce sadece birbirlerinin dü üncelerini kabul etmekle almı lardı. Ya ar yarın ak am dostlarla size gelece iz!- diye haber gönderdi i veya kısa u rayı larında bizzat söyledi i zaman Adile, bu haberin veya vaadin altında -siz Nuran'ı ça ırırsınız, hatta icapederse ısrar edersiniz!- cümlesini kendili inden buluyor, o böylece Nuran'la Mümtaz'ın bir hafta evvelden verdikleri, o ak amı ba ba a geçirmek kararı birdenbire çıkan bu engelle kar ıla ıyordu. Bütün bu tesadüfler, oyunlar, Nuran'da yava yava neticelerini verme e ba lamı tı. Genç kadın, dü üncesinin, hiç olmazsa bu davetlerde ve toplantılarda Mümtaz'dan uzakla tı ını hissediyordu. Etrafın tecessüsünden, hayatını didikleyen dedikodudan kurtulmak için sakin görünme e çalı tıkça bu yeni muhite ve onun tesadüfe göre getirdiklerini ya ama a alı mı tı. Kaldı ki, Mümtaz'ı dü ünmemek, Fatma'yı dü ünmemek, son altı yedi ay içinde hayatını istila eden bir yı ın üzüntüden kurtulmaktı. Bu biraz da dı arıdan içeriye do ru bir hücuma benziyordu. Ve Nuran sonuna do ru kendisine cebreden eylerin ço unun ho una gitti ini, etrafındaki bu kalabalı ın, hayranlıklarla ve e lence ile dolu hayatın ho una gitti ini gördü. Vakıa içinde daima konu an Mümtaz'ın sesini susturmak için sık sık kendisine, -Nerede olursam olayım, ben Mümtaz'a aitim!- diyordu. Fakat bunu söylerken, bulundu u yerle Mümtaz'ın yanında bulunmak arasındaki fark gözünden kaçmıyordu. -Çin'de bulunsam bile dü üncem onundur!- diyordu. Fakat bu daima onun olan dü üncesine mukabil tebessümleri, konu ması, ne esi ba kalarınındı; ba ka erkeklerin kolları arasında dans ediyor, Mümtaz'ı me gul eden meseleye hiç benzemeyen meseleler üzerinde konu uyor, onunla ba ba a oldukları veya yalnız onunla me gul oldu u zamanlardaki gibi dü ünmüyor, ya amıyordu. Öyle ki, kı ın ortasına do ru kendisini hakikaten bu ruh da ınıklı ına alı mı buldu. Hiç olmazsa evinde de ildi. Hiç olmazsa annesinin gizli gizli ba sallayı larını, Fatma'nın açıktan açı a dü man bakı larını görmüyordu. Hiç olmazsa bu kalabalıkta kendini dinlemiyordu. O yaz sonunda Mümtaz'ın dedi i gibi evlenerek bu i i kökünden çözmemekle ne kadar hata etti ini imdi anlıyordu. Her hafta bir iki defa Mümtaz'la bulu masını genç adam için oldu u kadar kendisi için de kafi buluyor, fakat bu saadetin Mümtaz için nelere mal oldu unu hiç dü ünmüyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 217 / 279



Mümtaz'ın günleri garip ve zalim bir bekleyi içinde geçiyordu. Taksim'deki apartıman küçük ve güzeldi. Mümtaz bu ikinci ikametgaha kitaplarının bir kısmını ta ımı tı. stanbul'a inmedi i geceler orada kalıyordu. Böylece Nuran'a göre Mümtaz, çalı abilece i bir yerde, kendi evinde idi. Onu gelip gördü ü zamanlar, i inin arasında gelip görmü oluyordu. Nuran böyle dü ünmekle Mümtaz'ı neye mahkum etti ini dü ünmüyordu. Dü ünse bile bir ey yapamazdı. Kendince güç gördü ü eyin kar ısında bütün hamlesi kırılan kadın ruhu çoktan beri bu münasebeti Mümtaz'ın hatırı için devam ettirdi i dü üncesini ona vermi ti. Bu yüzden Mümtaz'ın günleri iki oda ile bir holün arasında tek ba ına beklemekle geçiyordu. Nuran çok defa ya vaktinde gelemez, gelse bile bu geli kısa bir u rayı tan ibaret kalırdı. Ve Mümtaz onu kaçırmamak için bazen bütün gün, bazen da Nuran'ın gelmesi ihtimali olmayan saatler hariç, üç dört gün üst üste evinde beklerdi. Bu hakiki bir azaptı. Nuran'ın vadetti i saate kadar çalı mak, bir eylerle oyalanmak kabildi. Fakat kararla tırılan saat yakla tıkça beklemek denen ey, insanın o kapı e i inde, zilde ve saatte parça parça ve sadece helecan ya ayı ı ba lardı. Mümtaz bu saatleri bir nevi ba a rısı duymadan, kapalı bir odada ya amanın verdi i o acayip üzüntüyü asabında hissetmeden hatırlayamazdı. O haftalar ve aylar boyunca gün denen eyi satıcı sesleriyle rahatsız sinirlerinde ya adı. Bunlara evvela hiç dikkat etmezdi. Kendimizi verdi imiz dü üncenin arasında, hepimizin alı ık oldu umuz bu seslerin, kendilerini göstermeden, adeta bir metinde lüzumsuz bir virgül, bir nokta gibi gelip geçi leri vardır. Sonra yava yava zihin sadece bekleyi ten ibaret bir hayata ba layınca bu sesler günün merhalelerini i aret eden alametler olurlar, nihayet vakit gelip de Nuran gelmeyince daha evvelki tecrübelerin acı hatıralarına kalb olurlardı. Saat ona do ru yo urtçunun sesi, sadece ev kadınlarına ilk kolaylı ı bah etmekten ba ka bir ey ifade etmezken, on ikiye do ru adeta dü üncesini Nuran'ın geli i meselesinde teksif etme i genç adama hatırlatır, ikide aynı satıcı aynı sesle Nuran'ın gelmesi saatidir, diye haykırır, üç, üç buçukta -Bugün de geçen haftaki gibi olacak, gelmeyecek!- der, ak ama do ru ilk karanlık arasında ba ırdı ı zaman ise bu sesin kıvrımlarında -Ben sana söylemedim mi?..- gibi bir nevi hitap ba lardı. Mümtaz için, Nuran'ı beyhude yere bekledi i bu günlerde, saatler, ümitten ye'se do ru a ır a ır çehresi de i en bir mahluktu. Sabahleyin ümidin be u çizgileriyle gülümser, ö leye do ru üphe ile sevinç arasında üzülür, ikindide bütün çizgileri kapanır, ak ama do ru renksiz, manasız bir benzeri olurdu. Bu esnada, apartımanda ziller çalınır, kom u kapıların önünde konu malar olur, yan katta, yemek masasının hazırlıkları ba lar; çatal, bıçak gürültüleri, radyo sesleri birbirine karı ır; sonra merdivenlerden acele çıkı ve ini ler peydahlanır, nihayet bütün apartıman, sessizli e gömülürdü. O zaman Mümtaz'ın bütün dikkati ister istemez soka a açılırdı.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 218 / 279



Saat üç buçukta, en üst kattaki Rum ailesinin sepeti a a ıdaki sebzeciye uzanır, karı ık bir dille yukarıdan a a ıya ve a a ıdan yukarıya bir konu ma ba lar, kar ı berber dükkanındaki manikürcü kadın, evlerde çalı ma saati geldi i için soka a ko ar, fakat mahalle hakkında tam bir tekmil haberi almadan sokaktan ayrılmak istemezmi gibi, kolacı kadınla, bitmez tükenmez, -onun tarafından sadece hayret, kolacının madaması tarafından yalnız sır tevdii eklinde- konu masına ba lar, yanıba ında apartımanda piyano dersinin akisleri Mümtaz'ın yalnızlı ına her perdeden Do'ların Mi'lerin kapalı i aretlerini atardı. Bu sadece kula ında ve biraz da gözünde ya amaktı. Çok defa Nuran'ın geli i bu üzüntülere nihayet verirdi. Fakat gelmedi i günler, geceyi, onu görmeden geçirmek azabıyle korkunç olurdu. Mümtaz böyle zamanlarda sevgilisinin evine ko ar, onu evde bulamazsa, Tevfik Bey'le, annesiyle biraz konu ur, bekleme e çalı ırdı. Bazen de, her eye küskün, evinde kalırdı. X O pazartesi ak amı da böyle olmu tu: Saat altıda, fakülteden Taksim'e döndü ü zaman, üç gün evvel Adile Hanım takımının, Suat ve Nuran da beraber olmak artiyle, stanbul'un kalabalık bir gazinosunda geçirdikleri gecenin haberini aldı. Bütün havadisini vermek için adeta yakasına asılan zavallı bir budala, uzaktan ahit oldu u e lenceyi, hanımların kıyafetlerini, Suat'ın ne esini, kadeh kaldırı ını, gürültülü gülü ünü unutmamak artiyle her eyi, anlatmı tı: -Ben yalnız ba ıma idim. Do rusu, sen orada olsaydın, gelir, katılırdım... Hatta bir müddet bekledim bile. Ne kadınlar, azizim! Ne kadınlar! Bunu söyleyen, Nuran'la Mümtaz'ın münasebetini bilmiyordu. Yalnız Sabih'le dostlu unu biliyordu. Onun için rastgele konu uyordu: -Hele, Suat Bey'in metresi olacak galiba, bir hanım vardı!.. Sonra birdenbire, e lence ümitlerini bo a çıkartmı olmasını affetmiyormu gibi: -Birader, sen de etraftan öyle bir çekildin ki... Yoksa bir ey mi yazıyorsun? Galiba faaliyet sahan de i ti? Ama, bu kadar da olmaz. Bari çıktı ın yeri söyle de gelip seni bulalım... Hem, bir gün beraber gideriz, olmaz mı? Senin dostların... Zaten nereye gitsen oradan daha e lencelisini bulamazsın!.. Mümtaz daha fazlasını dinlemedi. Bu budala sine in ve bedava e lence dü kününün yakasını bir türlü bırakmayan elini adeta zorla iterek uzakla tı. Birkaç dakika daha kalsa adamı orada dövme e mecbur olaca ını biliyordu. çinde Nuran'a kar ı acayip bir hiddet peydahlanmı tı. O cuma gününü Mümtaz, evde Nuran'ı beklemekle geçirmi ti. Genç kadın bir gün evvel telefonda, gelece ini o kadar kat'i vadetmi ti ki... Sonra, fazla ümitten, ıstıraptan yorgun, hiçbir tarafa çıkmadan yatmı tı. Üstelik bütün geceyi, bu kat'i vaad yüzünden, genç kadın için herhangi bir üzüntü korkusuyle geçirmi ti.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 219 / 279



kide bir uyanıyor, cıgara içiyor, odasında dola ıyor, pencereyi açarak soka ın sessizli ini dinliyordu. imdi ise, kendisi için o kadar azaplı olan bu geceyi sevgilisinin nerede geçirdi ini, sırtında henüz görmedi i yeni elbisesi ve saçlarının tuvaletine kadar haber vermi lerdi. Bu havadisten sonra Mümtaz'ın eve gitmesi çok güçtü. O yalnızlık, sükut, ümitsizlik hissi, içinde zehirli bıçaklar gibi çalı an hiddet ve kin... Bunları o kadar iyi tanıyordu ki... Acele acele, Beyo lu'na do ru yürüdü. kide bir duruyor; demin i itti i cümleyi kendi kendine tekrarlıyordu: -Galiba Suat Bey'in metresi olacak!Fakat niçin olmasın'? Birdenbire küçük bir teferruatı hatırladı. Nuran, bir gün beraber çıkarlarken, -Mavi boyunba ını niye takmıyorsun?- diye sormu ve Suat'ın üç gün evvel boynunda gördü ü bir boyunba ını tarif etmi ti. Bu alelade dalgınlık veya karı tırma imdi onu çıldırtıyordu. Bu daima böyle olurdu. Mümtaz, hariçten gelen tesirlerin altında bütün konu tuklarını yeni ba tan hatırlar, genç kadının her sözünde, her jestinde ihanet delilleri arardı. Sevdi i bir airin, -canilerin dostu- diye anlattı ı trajik ak am yava yava karanlık ve sisli bir geceye yerini bırakıyordu. Mümtaz, dükkanların, bu kömür ve sis kokusu içinde daha de i ik görünen aydınlık vitrinlerine baka baka caddede yürüdü. Nereye gitmeliydi? Vakıa içindeki sefaleti beraberinde ta ıdıktan sonra her yer birdi. Sonra, bir yere gitmek, insanlarla temas etmekti. Halbuki Mümtaz, insanlardan kaçıyordu. Onların anlamamazlı ından haraptı. Onlar meselesiz ya ıyorlardı. Yahut da... -Yahut da ben çok biçareyim...diye dü ündü. -Ne yapmalı? Nereye gitmeli, Yarabbim?..- Birkaç dakikada kıskançlık etrafında ve içinde vehimden, azaptan, o çılgın ve muazzam makinesini kurmu tu. Sanki bir örümcek durmadan çalı ıyor, çelik a larını örüyordu. Bu kıskançlıktı. A kın öbür çehresi olan kıskançlık. Bütün hazların ve saadetlerin, bizi mesut eden tebessümlerin, ahitlerin, ümitlerin tekrar gerisin geriye dönüp, keskin bıçaklar, çok sivri ne terler halinde içimize saplandı ı kıskançlık. Mümtaz'ın aylardır tanıdı ı ve tattı ı bir eydi bu. Çoktan beri a kın kadehi onda ikile mi ti. Birisinden çıldırtıcı ihsasların içkisini içerken, her dakikası bir duaya benziyen saadetinin ortasında, birdenbire bir el avuçlarının ortasına ikincisini sıkı tırıyor; birdenbire en ihti amlı sarho luktan, sefil acıların, küçük duyguların, zelil üphelerin alemine uyanıyordu. Sanki kafasının bir tarafında çok zalim, akla gelmedik i kencelerden ho lanan bir sihirbaz vardı. Birkaç saniye içinde, etrafındaki her eyi de i tiriyor; mevcudu ortadan yok ediyor, mevcut olmayanları getiriyor, sade ya adı ı anın de il, bütün mazisinin, geçmi günlerinin çehresini ve manasını bozuyor, yalnızlık saatlerinin lezzeti olan her hayalini tükenmez bir zulüm haline sokuyordu. Ve Mümtaz, içinde hiç tanımadı ı bir hiddetle, onun sivri, kemirici sesini, sinsi kıvranı ını duyuyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 220 / 279



Yeni çiseleme e ba layan ya murun altında ve keskin so ukta acele acele yürüyor, ikide bir durup kendisiyle konu uyor, hareketlerini kontrol edememek acziyle çıldırıyordu. Fakat ne bu acele ve sa a sola çarpma, yürüyü , ne ikide bir -hiç tanımadı ı cinsten mahluklar gibi- kar ıla tı ı insanlar, görmeden baktı ı ma aza vitrinleri, içinde gittikçe artan rahatsızlı ı, o gürültülü hiddeti ve kendisini yapayalnız ve biçare bulma hissini, biraz daha derinle tirmekten, her an daha ço almaktan, daha tahammül edilmez ekilde kesik ve öldürücü olmaktan menetmiyordu. Ah, bir tarafa kapanıp a lamak ne kadar iyi olacaktı. -Ne kadar sefilim, sefil ve biçare...- Hiç duymadı ı ekilde bedbahttı. Birdenbire Sabih'lere gitmek, orada hepsini beraber bulmak arzusuna kapıldı. Ça rılmadı ı bir e lencenin ortasında onları görmek istiyordu. Bu gece Nuran orada olmalıydı ve üphesiz Suat da beraberdi. Onları hepsini bir arada görmek bu anda en büyük ihtiyacı olmu tu. -Her eyi ö renmeliyim?- Fakat neyi ö renecekti? Ö renece i ne kalmı tı? -Galiba Suat Bey'in metresi olacak...- Biraz evvel rastgeldi i adamın bu cümlesi kafasından hiç çıkmıyordu. Demek ki, dı arıdan ufak bir bakı , öyle bir dikkatle bu hüküm verilebiliyordu. Yava yava Talimhane'ye do ru tekrar yürüme e ba ladı. Taksi sesleri, kornalar, çok rutubetli havada keskinliklerini kaybetmi ler, yüksek bir yerden atılan bir ilte gibi yayılıyorlardı. Bir adam, kolundan tutarak, bir otomobilin hemen hemen altından onu çekti. Mümtaz o kadar dalgındı ki, adama te ekkür edemedi. Ancak be on adım ötede i i anlıyabildi; ve dönerek: -Niçin yaptın bu i i? Neden bırakmadın? Her ey bu anda bitebilirdi.- diye baktı. Fakat adam, gece içinde kaybolmu tu. Sabih'lerin evi; salon, yemek odası, küçük büro, hulasa caddeye bakan bütün cephe aydınlıktı. -Muhakkak burada...- diye tekrarladı ve kapıya do ru yürüdü. Fakat kapının önünde birdenbire durdu. -Ya hakikaten oradaysalar, ya onları beraber görürsem?- Cesareti, hatta deminki hiddeti birdenbire kırılmı tı. imdi sade, haftalardır u ramadı ı bu eve, bu kadar peri an bir yüzle ve sırf kendisini aramak için, böyle birdenbire girmesinin, Nuran üzerinde yapaca ı tesiri dü ünüyordu. Onun böyle zamanlarında, Nuran'ın yüzü o kadar de i ir, o kadar mahzun ve serzeni le dolu gözlerle bakardı ki... Yava ça evin kapısından uzakla tı. Sanki gecikmi misafirlerin kimler oldu unu görmemek için yolda hiç kimseye bakmadan, adeta etrafını görmeme e çalı arak yürüyordu. lk katlardan birinde, bir radyo açıldı. Ve birdenbire Mustafa Çavu 'un türküsü bu kı gecesi, soka ı kapladı: - ahane gözler ahane...- Mümtaz'ın içi burkuldu. Bu, Nuran'ın en sevdi i arkılardan biriydi. Tekrar acele acele yürüme e ba ladı. Fakat musıki, zalim bir melek olmu , onu pe inden kovalıyor, sarsıyor. altına alıyordu. -Niçin, niçin böyle olsun?- kide bir elini alnına götürüyor, çok kötü bir dü ünceyi kendinden uzakla tırma a çalı ıyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 221 / 279



Böyle ne kadar yürüdü? Nerelerden geçti? Bunu kendisi de pek bilmiyordu. Birden kendi kendine: -Bir eyler içsem...- dedi. Tünel taraflarında küçük bir meyhanenin kapısı önündeydi. Yanmı zeytinya kokusu, Rumca arkı, garson ba ırı ları, havada uçar gibi hazır tebessümler, alkol ve cıgara dumanı içinde bir kö eye büzüldü. Hiç eski Mümtaz de ildi. Küçük, çok küçük bir ey olmu tu. Etrafındaki gürültüye ra men kendi içindeki sesler devam ediyordu. Eviç, elden çıkmı vatan parçalarından topladı ı hava ile hala hayalinde konu uyor, Nuran'ın güzelliklerini, insan talihinin acılıklarını, eski Tuna boyu ayan konaklarının, unutulmu ehirlerin hatırasından ona sunuyordu: -Eviç, Rumali'nin hüseynisidir.- diye dü ündü. Meyhane, a zına kadar doluydu. Herkes arkı söylüyor, gülüyor, konu uyordu. Yakınlarda gelmi ve birdenbire me hur olmu bir Yunan opereti trupunun a zından toplanmı birkaç arkı her masadan ayrı ayrı yükseliyordu. Dostlariyle gelmi i çi kızlar, evlerinden, o gece beraber e lenmek için alınmı fahi eler, bekar memurlar, bilmedi imiz ihtisaslariyle gündelik hayatımızı yapan, elleri nasırlı vardakosta i çiler, hepsi kendi insanlık yükleriyle, ayrı ayrı diyarlardan gelmi küçük kervanlar gibi buraya, alkolün su ba ına, bu hep bir arada payla ılan acayip inzivaya konmu lar, mizaçlarının ve talihlerinin kendilerine emretti i susuzlu u, -kimi unutmak, kimi hüzünlü hatırlama, kimi hayvani hazlar- kandırma a çalı ıyorlardı. Alkol bazılarının yüzünü bir sünger gibi silmi ti. Bir kısmının yüzü ise aydınlık bir ma aza vitrini gibi parlıyordu. Fakat hepsinde onun verdi i yarım uykunun altından bir irsiyet, gömülü bir his, alçakça bir tasavvur, doludizgin ko mak, kendisini her ne pahasına olursa olsun tatmin etmek isteyen arzu, kin, öldürme ihtiyacı, ertesi sabah unutulacak veyahut daha hazini bütün ömrünce devam edecek fedakarlık hissi, uzun zaman karanlık ve rutubette beslenmi hayvanlar gibi uyanıyorlar, tırmandı ı kaya parçasında ve güne altında ısınan kertenkeleler gibi canlı ve dikkatli bekliyorlar, sonra acayip bir de i iklikle ellerine geçirdikleri bu insan malzemesinin, bu küçücük ve canlı eyin yerini alma a çalı ıyorlardı. Hepsini adım adım kendi müntehalarına, her insanda mevcut o sadece bir tek an olmak iddiasına, ölümle hayatın mü terek manasını ta ıyan o keskin bıçak sırtına ta ınma a çalı ıyorlardı. Kaba, i renç, ulvi, veya budala, dünyadan el çekmi , veya sadece i tiha, herkes tek bir ey olma a do ru gidiyordu. Bir kısmı ise sadece da ılıyordu. Bir duvara atılmı gev ek bir buz parçası gibi görünmez zerreler haline giriyorlardı. Bunlar ömürlerinin tecrübesini henüz benimsememi , yahut hiç benimsenmiyecek yumu aklar, hulya adamları, biçareler, ya hakikaten yahut talihlerinin icabı garip bir mürahiklikte kalanlardı. Küçük ve tecrübesiz bir orospu, esmer ve cılız vücuduyle çamurda kalmı bir mısır koçanına benziyen biçare bir mahluk, dirse ini a ı ının dizine dayamı , ona yava bir sesle arkı söylüyordu. Sesi ek imi ve küflü bir hamura benziyordu. kide bir hıçkırıyor, gırtla ına kadar yükselen alkolün tazyiki altında yüzü de i iyor, fakat



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 222 / 279



hıçkırık kesilince arkısına devam ediyordu. Biraz ötede, üç erkek tek ba larına oturmu lar, konu uyorlardı. Birinin elleri masanın üstünde. mütemadiyen tempo tutuyordu. Ortadaki, hayatının zafer anlarından birini ya adı ı muhakkak olan bir zavallı, -ellilik bir adam- yava ve ahenkli olmasına çalı tı ı bir sesle kelimeler üstünde durarak. dinlenerek bir eyler söylüyor, bazen iki eli birden meze tabaklarının üstüne uzanıyor, onlara dokunmadan planlar çiziyor, her sözün nihayetinde öbürlerinin yüzüne bakıyor; kendi ehemmiyetinin idraki içinde kim bilir hangi hayali binayı, o hiç tahakkuk edemiyecek hulya saraylarından birini kurma a çalı ıyordu. Bu, fikri bulan adamdı. Yarın sabah unutursa ne çıkar? Ak amleyin tekrar burada, bu veya buna benzer bir masanın ba ında onu daha zengin bulacaktı. Mümtaz, elleriyle durmadan tempo tutan gencin yüzüne baktı. Mümkün mertebe bu hakikatler oca ından uzak kalma a çalı ır gibi bir hali vardı. Onun, fikrin sahibini kıskandı ı, dü üncesinin onunla dövü memesinden mustarip oldu u muhakkaktı. Bununla beraber, dalgınlı ın arasından onu dinliyordu. Ötekinden, asıl hayran görünenden ziyade sahte dalgınlı ı içinde ne bir kelimeyi ne de bir jesti kaybediyordu. Nefretle, kıskançlıkla, her kelimeye içinden ayrı ayrı itirazlar ederek dinliyordu. Yarın bu kelimeler aynıyle a zından çıkacak, bu jestler tekrarlanacaktı; ba ka türlü olmasına da imkan yoktu. Mümtaz bir daha bütün bir üphe içinde gencin yüzüne baktı. Daha ziyade, kapanmı bir avuca, a lama a, saklama a mahsus eylerden birine benziyordu. O kadar sert ve haris bir ho lu u çerçeveliyordu. Onların yanıba larında geçkin, fazla düzgünlü bir kadın, ba ını genç bir erke in omuzuna dayamı , söyledi i eyleri dinliyordu. Arada sırada, çok nazlı olmasını istedi i muhakkak olan bir sesle yava ça gülüyor, sonra kadehini yakalıyor, birkaç yudum içiyor, tekrar erke in omuzlarına yaslanıyordu. Uzaktan bir garson, kim bilir kaç senenin tecrübesi arasından onların haline gülüyordu. Mümtaz için bu ses, bu kireci rutubetle kabarmı duvarlara benziyen kaba, tecrübeleri kendisine yabancı, iptidai kadın yüzü, bu baygın ve cıvık bakı , garsonun sessiz gülü ünün yanında bütün fecaatini kaybediyor, ehemmiyetsiz bir ey kalıyordu. Muhakkak, garson, insan sarrafıydı. nsan sarrafı... Ve sadece çocuklu undan beri i itti i bu tabirin korkunç delaleti altında çıldıracak gibi oldu. Demek ki, ömür tecrübemiz bizi bu hiçbir eye inanmayan, acınacak eylere bu kadar üpheci ve zalim güldüren bir bilgiye götürebiliyordu. Demek ki, be eri dedi imiz ey sadece okur yazarın, yarı meczubun, kendi içindeki müphem parıltıları hakikat güne i sananların vehmiydi. Be eri, hayatın içinde de ildi; sadece bir dü ünme ekli idi. Bu dü ünce onu birkaç ay evveline, Emirgan'daki büyük geceye, hsan'la olan münaka alarına götürdü. Tıpkı kö kün sofrasında oldu u gibi Platon'u koltu un altında Republika'sı ile, gurbet yollarında gördü. Fakat dü üncesi burada birdenbire kesildi. Nuran'ın yüzü cıgara dumanı, alkol kokusu, yapı kan seslerle dolu meyhanenin havasında sanki kendi dü üncesinden, bir an için olsa dahi, bu kadar mahzun bir



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 223 / 279



ekilde ayrılma a razı de ilmi gibi, kar ısına çıktı. Tekrar soka a çıkmak, tekrar ba ıbo yollarda yürümek, birtakım insanlara çarpmak, otomobillerin altından, güçlükle kurtulmak için soka a çıkmak, gayesiz harekette içindeki eyleri ko turmak istedi. Nuran'ın yenile en dü üncesi o kadar kuvvetliydi ki, bir an bo ulaca ını zannetti. Sonra tekrar kadehine sarıldı. Alkol, alkol bir ey getirmeliydi. -Evet, insani tecrübe, insanın dı ında...- diye tekrarladı. Bunun gibi güzel, mutlak, mesut ve yüksek her ey insanın dı ındaydı. Derin dü ünce hepsini inkar ediyordu. Derin ve sa lam dü ünce, bir tek noktaya bakardı: Ölüm! Veya ba ıbo çılgınlık, yani hayat!.. Mümtaz, bu ikisinden hangisi, acayip ve mantıksız hayat mı, yoksa zaruretlerin efendisi ölüm mü girecek diye kapıya bakıyordu. Kapı açıldı. Genç bir kadınla, üç erkek içeriye girdiler, yanındaki masaya oturdular. Mümtaz bu masanın ne vakit bo aldı ını, bir türlü hatırlayamadı. Ve o zaman dikkatlerinin ne kadar satıhta dola tı ını anladı. Belki de gördü ünü saudı ı eylerin hiçbiri yoktu. O, çamura dü mü mısır koçanına benziyen kızca ızı, o garsonu, ve bir azap gibi kendisine musallat olan tebessümünü, kollarının bilezikleri bir eski zaman devesinin çanları gibi ıkırdayan orta ya lı, düzgünlü kadını, hep muhayyilesi uydurmu olabilirdi. Bu dü ünce ile korka korka etrafına baktı. Garson son derecede yılı ık bir tebessümle, yeni gelenlerle me guldü. Nazik ve maharetli olmasını istedi i bir el i aretiyle genç kadına zeytinya lı fasulye, tur u, lakerda ve i kebabı tavsiye ediyordu. Fakat elin hareketleri hiç de i miyor, bütün bu ba ka yerlerde bulunması imkansız nimetler genç kadının burnu dibinde hava bo lu una birle tirilmi iki parma ın üst üste çizdi i ufki çizgilerden do uyorlardı. Küçük kız, hala arkısını söylüyordu. Fakat bu sefer gözlerinde bir ya damlası vardı. Orta ya lı yosma, a ı ının omuzundan, bir gözü kör mandolinciye türkü ısmarlıyordu. Genç adam, burada ne i im var? diye dü ündü. Alkol kendisine hiçbir teselli getiremezdi. Onda unutmanın cennetini bulanlardan de ildi. -Bu kalabalı a gelince...- bir gün hiç istemeden Nuran'ı kaybederse nasıl olsa buna benzer yerlerde yemek yiyecek, bu kalabalıktaki insanların itiyatlarına benziyecek itiyatlar alacak, bu kadınlara benziyen kadınları istiyecekti: Ve sadece bu ihtimalle yarı çılgın yerinden fırladı. X Eve geldi i zaman saat on bire yakla ıyordu. Kapının önünde bu gecenin münasebetsizli ini dü üne dü üne anahtarını ararken kapı açıldı. Kar ısında Nuran vardı. lk önce, Tevfik Bey'e, annesine veya Fatma'ya ait bir fena havadis i itece im zanniyle korktu. Fakat Nuran'ın sırtında, bir hafta evvel, onun için Kütahyalı bir kadından satın aldı ı eski zaman elbiselerini görünce bunun sade beklenmedik bir saadet oldu unu anladı. Genç kadın, per embe günü, söz verdi i saatte Mümtaz'a gelmek için yola çıkmı , fakat tam kapının önünde Suat'a rastgeldi i için girme e cesaret edememi ti. Suat'a iki haftadir bu sokakta



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 224 / 279



rastlıyordu. Fakat bu sefer Mümtaz'ın akrabası muhasarayı ilerletmi , tam kapının önünde bir boyacıya ayakkabılarını boyatıyordu. ster istemez, dönmü , Sabih'lere gitmi , oradan da Arnavutköyü'ne gitme e karar vermi lerdi. Mümtaz'a, arkada ı tarafından o kadar mübala a ile anlatılan gece, buydu. -Hiç rahat etmedim... Ama, hiç! Suat'la her an kavga edebilirdim. O da, hiç beklemedi im ekilde mahçuptu. Her an, vaziyet üzerinde konu ma a mecbur olmaktan korkuyordum. Fakat iyi oldu. Ve Nuran, muammalı ekilde güldü. Mümtaz anlamamı gibi baktı: - yi oldu; çünkü kararımı verdim. Bu ruh serserili inden bıktım artık. Zaten annem de de i ti. Tevfik Bey ise sabah ak am ısrar ediyor. Onlar bugün Bursa'ya gittiler. Bir hafta kalacaklar. Biz de bu i i bitiririz. hsan'ın tanıdıkları bize bunu çarçabuk yaparlar. Bu, Tevfik Bey'in fikriydi. Tevfik Bey: - hsan, size bu i i çarçabuk bitirir!- diyordu. Hakikatte genç kadın, son günlerde garip bir korkuya dü mü tü. Kendisini o kadar erke in birden içinde gördükçe hayatını hiç idare edemiyor, sanıyordu. Bir çalı ma, bir gaye için erkek arkada lı ını kabul edebilirdi. Fakat sadece, ba ıbo e lenmek için... -Bu ak am da Sabih'lerde toplantı var. Sabih, fayans i inde kendisine yardım eden mühim bir adama ziyafet verecekmi . Beni de zorladılar. Hem bu sefer Sabih'in kendisi... Ben de gitmemek için, altıda buraya geldim. Mümtaz, daha ne gibi güçlükler çıkaca ını bilmiyordu. Fakat bir hafta beraberdi. -Saat altıda geldim. Beraber bir yerde, yahut evde ba ba a yemek yeriz, diye... Sen yoktun, ben de çarnaçar bekledim. Sonra elbiseleri gördüm, benim için oldu unu anladım, giyindim; i te böyle... Eliyle çocukça bir i aret yaptı. -Peki, ya yemek?.. -Sümbül Hanım, tabii ikram etti, ama ben, seni bekledim. Sen neredeydin? Mümtaz geceyi, hislerinin ve dü üncelerinin üstünde durmamak artiyle, kısaca anlattı. Nuran hep ba ını sallıyarak dinliyordu. Sonunda: -Bunlar manasız eyler. Fakat senin de hakkın var. Mümtaz: -Ya Sabih'lere girseydim?.. diye üzülüyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 225 / 279



-Evlenece imize göre, onun da ehemmiyeti yok. Yalnız, ben, sana mühim bir ey söyliyeyim: Ben evin anahtarını kaybettim, ya... Suat'ın bulmu olmasından korkuyorum. Suat bu evi biliyor. Hep etrafında dola ıyor... -Madem ki evlenece iz?.. -Evet, dayım ısrar ediyor. Hatta annem de. Bilir misin, ben de korktum artık... Nuran, açık turuncu cepken, mor kadife yelek, yine turuncu alvar içinde, o kadar sırma ve i leme arasında bir mücevher gibiydi. Kendisi de elbisesine pek bayılmı tı. kide bir aynaya bakıyordu. -Peki, saçlarını bu hale nasıl koydun? -Evde ayna, tarak yok de il ya? Sümbül Hanım da bana yardım etti. Sümbül Hanım'ın çürük di lerinin arasında çok tatlı bir tebessüm vardı. Suat'ın çılgınlıklarından, Ya ar'ın ihtibaslarından çok ba ka bir dünyadaydı. -Fakat Nuran, biliyor musun, seni görenler bir eski zaman masalını ya ıyor sanacaklar... Nuran; annesinden, ninesinden, gezdi i memleketlerden ö rendi i türküleri söylemek istiyordu. Mümtaz, hakikaten, ömrünün de i ik bir tarafını ya adı ını sanıyordu. -Sana imdi nasıl bir ad takalım, Nuran? -Benim adım bana yeter... Sonra ilave etti: -Ninelerimizin hayatı hiç de kötü de ilmi . Bir kere, gayet iyi süsleniyorlarmı ! Baksana u elbiselere... Ve Nuran, bir türlü önünden ayrılamadı ı aynada kendi hayalini seyretti: -Tam Pisanello! Yahut bizim minyatürler... -Yenisi kaça çıkar, acaba? Mümtaz, birkaç yüz liradan a a ı çıkmıyaca ını söylüyordu. -Fakat yenisini yapmak, zannetmem ki kabil olsun; bunları i leyen tezgahlar... Sonra hatırladı: Bir Cenuplu mektep arkada ı, ehirlerinin, kurtulu bayramı için bir abayı 50 altına yaptırmı tı. -Müthi ! Fakat Nuran, geçmi zaman rüyasını bırakmıyordu -Sonra, ya ayı ları çok rahat... O kadar emniyet altındalar ki. Mümtaz, genç kadının yüzüne üzüntüyle baktı ve:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 226 / 279



-Do ru, dedi. Verdi imiz bütün hürriyete ra men, kadın kafasıyle çok oynuyoruz, hatta kadın de il, genç kız kafasıyle... Her gün hayata bir yı ın ma dur atıyoruz! Nuran ba ını salladı: -Ne yaparsın, imdi insanlar rahat de il, kendi hayatlarını ya amasını istiyorlar... Fakat bu gece böyle ciddi meselelerle me gul olacak gecelerden de ildi. Zaten Sümbül Hanım onları yeme e ça ırıyordu. Yemekten sonra Nuran, üstündeki elbiselerin malı olan halk türküleri söyledi. kisi de Kozano lu'nu çok seviyorlardı. Fakat Nuran asıl Kütahya türkülerini bilmedi ine üzülüyordu. Ertesi sabah erkenden hsan'ı görme e gittiler. hsan, sırtında robdö ambrı, yazı odasında iki arkada ıyle konu uyordu. Mümtaz, onu bir kenara çekti; ve vaziyeti anlattı: -Olur, dedi. Bir hafta içinde olur... Fatih Kaymakamı bu i i bana yapar. Birazdan söylerim; sen hemen nüfus ka ıtlarını bana ver, yahut yolla., -Ö leden sonra artık... hsan ikisine de bakarak güldü: -Hiçbir ey beni bu kadar sevindiremez. Buna ra men çehresi asıktı. Sonra, Mümtaz'la beraber arkada larının yanına döndü. Nuran, Sabiha'yı yıkayan Macide'nin yanına gitti. Sabiha'nın yıkanı ı, bir on sekizinci asır kralının yıkanı ı kadar merasimliydi. Bu küçük çocuk, suyu, sabun köpü ünü, teknede ördek çırpını larını delice seviyordu. Fakat bütün bu sevdi i eylerin tadını çıkarması lazımdı. Her ey, müsaadesi alınarak yapılacak, -Anne dondum...- diyecek, -Nefesim kesildi! Beni ha ladınız ayol!- diye ba ıracak, nazlanacaktı. Mümtaz, alt kattan gelen kahkahaları oturdu u yerden i itiyordu: -Belki insano lunda tek kalan hayvani insiyak, küçük kızların, adeta ho a gitmek için ya ıyor gibi görünmeleridir.hsan, biraz evvel kesti i sözüne devam etti: -Fikre, fazla kıymet vermiyor muyuz? Emin olun, fazla kıymet veriyoruz. O kadar çok de i ir ki... Tıpkı hava ile ilk tesadüfte hususiyetlerini kaybeden, eskisinden büsbütün ba ka eyler olan maddelere benzer. Çünkü hayat kendi eklini veya ekilsizli ini, o devamlı olu halini fikrin hatırı için bırakmaz. Onun içindir ki, hiçbir yerde iktidar, velev ki kendi getirmi olsun, fikrin pe inden gitmez. Fikir, bazen iktidarı hazırlar. Fakat hükümran olamaz. Asıl hükümran olan, saltanatı süren hadiseler veya onların yanıba ında devrini savmadıkça kudreti azalmayan realitelerdir. Onun içindir ki, kim olursa olsun, aksiyonda büyük adam yalnız bir andır, yahut muayyen bir devredir. Her ömrün bir altın saati vardır. te büyük adam o altın saattir.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 227 / 279



ktidar, fikri ne yapsın ki, o hadiseler kar ısında elini, kolunu ba lamaktan baska bir i e yaramaz. Me er ki çok cesur ve münhasıran bir noktada kendisini teksif etmi olsun ve gündelik hadiselerin dı ına çıkabilsin! Küçük küçük gelen dalgaları yenmekten vazgeçsin! Asıl meseleyi görsün. Fakat hayat, yani etraf buna razı olur mu? Hangi ana kadar mukavemet edebilir? Ben dram muharriri olsaydım, Rienzi'yi tekrar yazardım. Bu halktan çıkan ve halk tarafından yıkılan kahramanı. Yahut ona benzer birini... hsan'ın eski mektep arkada ı, elli be lik, durgun, çok tecrübe geçirmi bir mülkiye memuruydu. imdi üç senedir mebus bulunuyordu: -Bütün fecaat, insanın, insanla kar ıla a kar ıla a, en sonunda kendisini tanımayacak hale gelmesi... -Fikirler de öyledir: Hayatla kar ıla a kar ıla a tanınmaz hale gelir. Dü ünce cesurdur; ve kendisine kar ı koyabilecek ba ka bir kuvvet bulunmamak felaketine maruzdur. Bir dü ünceyi ne tahdit eder? Hiç. Fakat icra mevkiine koy, bakın ne hale girer. Her an de i ir ve bir evvelki halini tutmaz. Büyük ihtilallerin tarihi budur. Dünyada Fransa htilali kadar büyük ve güzel epope azdır. Yirmi, otuz sene içinde be eriyet, iki bin yıl kendisini idare edecek düsturların hepsini bulmu tur. Fakat ba ladı ı zaman, neticenin sadece bir burjuvazi hakimiyeti ile bitece ini kim bilirdi. Hiçbir ey, hiçbir eyi oldu u gibi kabul etmez: htiyarı içimizdedir. Dı arıda sadece aletler ve vasıtalar vardır. -Bununla beraber, fikir için o kadar hareket oluyor. syanlar, ihtilaller, zulümler, katliamlar... hsan, robdö ambrının eteklerini topladı. Konu mayı hakikaten sevenlerdendi. Mümtaz'a: -Kusura bakma!- der gibi bir bakı tan sonra devam etti: -Evet, oluyor. Fakat hedef daima de i iyor. Daima ok mahrekinden çıkıyor. Zamanımıza gelince, o büsbütün korkunç. Her kıymet pazarda. Her ey alt üst. Bir tarafta on dokuzuncu asrın en korkunç, en yıkıcı ihtiraı olan ihtilal mühendisleri var. spanya'da veya Meksika'da oturup dünyanın herhangi bir kö esinde, bir ehrin eldeki planlarına göre elektrik tertibatını uzaktan hazırlayan herhangi bir teknik çalı ma gibi, ihtilal hazırlayanlar, hayatın azma a, kangren olma a müsait yerlerini ke fedip üzerine basanlar, onu azdıranlar var. Orta ya lı mebus sözünü kesti: - hsan Bey, diyordu, siz ki o kadar yeni görünüyorsunuz; bana öyle geliyor ki, devrinizi sevmiyorsunuz? -Hayır, sevmiyorum. Yahut, kelimeyi bulamadım; devrime hayran de ilim. Fakat yeni miyim hakikaten? Yeni olabilmekli im için, ya adı ını saatin adamı olmam lazım. Bense daha ba ka eylerin i tiyakındayım! Yeni olmak için, devrimle beraber her an de i me i



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 228 / 279



kabul etmeliyim. Bense bir yerde, bir dü üncede istikrarı sevenlerdenim. -Fakat her ihtilal böyle de il ki? Mesela bizimki?.. -Bizimki de ba ka türlü. Tabii ekilde ihtilal, halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasiyle olur. Bizde ise hayat ve halk, yani asıl kütle, devlete yeti mek mecburiyetinde. Hatta, çok defa münevver ve devlet adamı bile... Dü üncenin evvelden hazırlanmı yolunda yürümek! En a a ı 1839'dan beri bu böyle... Onun için hayatımız o kadar yorucu oluyor. Kaldı ki, üzerimizde asırlardan gelen büyük bir terbiye de var. Her eyi bozan, bizi adeta mahkum eden bir itiyat... Çabuk vazgeçiyoruz. Müslüman arkın en büyük hususiyeti budur. ark vazgeçer. Sade güçlü ün kar ısında de il, zamanın, tabii zamanın kar ısında vazgeçer... Fakat nelerden konu uyoruz? -Ba ını salladı- Zavallı adam... Mümtaz, birdenbire, hsan'ın halindeki de i ikli i farketti: -Ne oldu? Kim? -Eski bir arkada . Hani u rü diye arkada ım Hüseyin Bey. Dün ak am ölmü . Cenaze bugün kalkıyor... Mümtaz'ın önünde sanki bir kuyu açılmı tı. Kendi sevinci, hsan'ın fikirleri, Sabiha'nın a a ıdan do ru gelen hava fi e i gibi renkli, taze kahkahaları, ve birkaç adım ötede gömülme e hazırlanan bir cenaze... X Bir gece evvelinden ba layan ya mur, imdi kara çevirmi ti. Nuran, karlı havada Bo az'ı çok severdi. Yaz boyunca, Emirgan'da beraber geçirecekleri kı ların hulyasını kurmu , hatta bununla da kalmamı , Mümtaz'a bir gün, Bedesten'de rastgeldi i iki çini sobayı birden aldırtmı tı. Bir defasında da -ne olur, ne olmaz, bu da bulunsun!- diye bir gaz sobası istemi ti. Nüfus ka ıtlarını hsan'a gönderdikten ve Tevfik Bey'e mektup yazarak vaziyeti haber verdikten sonra: -Mümtaz, önümüzde bir hafta oldu una göre, Emirgan'a gidemez miyiz? diye sordu. Ama, so uktan da donarız, de il mi? Ve genç kadın, sobanın ba ında titredi. -Neden donalım? O kadar odunumuz, çalımız var. Yoksa bana aldırdı ın sobaları unuttun mu? -Hayır; sobadan yana zenginiz ama... Kim yakacak? Mesela o büyük çini sobayı? Bedesten'den aldı ımızı söylüyorum; dünyada ben beceremem. Bir eski pa a kona ından gelen bu sobayı çalı ma odasına kurmu lardı. Mümtaz dü ünüyordu: -Daha evlenmeden, sadece karar verir vermez, evvela de i iklik arama a ba ladık!-



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 229 / 279



-Sümbül Hanım var ya... -Sümbül Hanım bu gece hsan'larda kalacak! -Mektup bırakırız, yarın gelir. Emirgan, diye çıldırıyor. -Peki, bu gece? -Ben yakarım... Haydi gidelim. O da Bo az'ı çok istiyordu. Suat'ın, evi ö renmesi hiç ho una gitmemi ti. Nuran, yarı alay, ısrar ediyordu: -Hep yakarsın de il mi, Mümtaz? Benim yapamadı ım i leri sen görürsün, de il mi? -Daha evlenmedik, ehli i bölümü yapıyoruz. Nuran, gayet ciddi cevap verdi: -Rahatımız için, müstakbel rahatımız için... Mümtaz araya laf girmesini istemiyordu. Bir türlü bu apartımana alı amamı tı. Bu e ya arasında o kadar ıstırap çekmi ti ki... -Haydi gidelim! uradan hazır bir eyler alırız. Yarın Sümbül Hanım gelince her ey düzelir. -Sen sobayı yak. Yemek kolay. Ondan zevk alıyorum, aile mirasıdır. skeleye indikleri zaman vakit ak ama yakla mı tı. Birkaç saatin içinde kar epeyce tutmu tu. Deniz pusluydu. Nuran, Emin Bey'in bulundu u geceden sonra evi görmemi ti. Çocuk gibi seviniyordu. -Kim bilir bahçe ne haldedir?- Eve ilk geldi i gün Mümtaz ona, bir kısmı henüz çiçekli meyve a açlarını cariyeleriniz...- diye takdim etmi ti. Ondan sonra bu aka devam etmi , Mümtaz'la beraber bütün a açlara eski cariye adları takmı lardı. imdi onları bu adlarla hatırlıyarak merak ediyordu. Mümtaz, kı ın o kadar kendisini üzen hadiselerin arasında Nuran'ın bunları unutmamı olmasına taaccüp ediyor. i in fenası, Nuran'dan bu hayretini gizleyemiyordu: -Ne garip, beni adeta kendine yabancıla mı sanıyorsun! Neredeyse adını sormadı ım için te ekkür edeceksin!- Ve yüksek sesle bahçeyi sayıyordu: -Acaba Razıdil kalfa ne haldedir? Ü ür, de il mi imdi? Zavallıcık. Razıdil kalfa bahçenin biricik elmasıydı. Bu hafta, Mümtaz'ın hayatında mesut diyebilece i son günlerdi. Kı ın sıkıntısı içinden, yazın güzel günlerine birdenbire çıktılar. Saadet dedi imiz o turfa meyveyi, onun bütün lezzetini, insan hayatını iir ve sihirle dolduran, bir sanat eserine benzeten eylerin hepsini, genç adam bu hafta içinde tattı. kisi de bu son aylarda çok



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 230 / 279



sıkılmı tılar. Onun için saadetleri bir nekahet sıtması gibi geliyordu. Sanki çok uzun hastalıklardan sonra yeniden hayata kavu mu lar gibi birbirlerine sarılmı lardı. Mümtaz Nuran'la beraber olmanın verdi i asab sükuneti içinde tekrar eyh Galib'le me gul olma a ba ladı. Kitabın planını tamamiyle tanzim etti. Eskiden yazdıklarının hepsini atacak, yeni ba tan i e giri ecekti. Geldiklerinin üçüncü günü Nuran'a: -Kitabı artık vazıh olarak görüyorum! dedi. -Ben de ceketindeki dü menin bo yerini. -Mahsus mu yapıyorsun, Allah a kına? -Neden mahsus yapayım? Evlilik hayatına hazırlanıyorum. bölümü yapmadık mı? Pencereden, kar ı sırtları örten karın üstüne ak am çok hafif ve daüssılalı bir pastel kızıllı ı atmı tı. Her ey bu tül kadar ince rengin altında bir rüya hafifli inde yüzüyordu. Fakat hava pusluydu. Yine ya acaktı. Ara sıra vapur düdükleri onları gömüldükleri kö ede arayıp buluyor, içlerini, ıssız dalgalara teslim olmu kıyıların, bo yalıların, rüzgarla kamçılanan iskele meydanlarının, bir koridor gibi muzlim ve hayattan uzak yolların hüznüyle dolduruyordu. Bu, stanbul'un nadir görünen karlı havalarındandı. Sanki bütün mevsimi, -lodosların yalancı yazına aldanarak- tembel tembel geçiren kı , birdenbire bu ubat sonunda, tam ark usulü bir hızla harekete geçmi ve bütün ihmallerini birkaç gün içinde tamamlama a azmetmi gibi, fırtına, sis, kar, tipi, eline ne geçerse hepsini kullanarak ehri alt üst etmi ti. Bir gün evvel, tulumbanın borusundaki suya varıncaya kadar her ey donmu tu. Bahçedeki a açlar üzerlerinden sarkan büyük buz parçalariyle ak amın bo lu unda çok ba ka bir alemden gelmi a ır, ya lı hayallere benziyorlardı. Hakikatte de böyleydi. ki gündür Mümtaz, yazılmamı bir iiri, henüz üphenin zehiri de memi bir hakikati, hayat arızasiyle kırılmamı bir bütünlü ü andıran manzarayı seyretme e doymamı tı. Sanki kendi idraki ve kudreti üzerine kapanmı , bakir bir kainattaydı. Bir elmas parçasının ortasında ya ar gibi bembeyaz bir dünyada ya ıyordular. Bu kadar sessizlik pek az tesadüf edilir eydi. Her ey, bütün yaz, kendi hayatları, tanıdıkları, dü ünceleri, hepsi bu sessizli in altındaydı. Filhakika onun bembeyaz sahifesi üzerine her hatıra yazılabilir, her hareket tasavvur edilebilir, her tasavvur onun ne beyazlı ını, ne de bütünlü ünü bozmadan oradan fı kırabilirdi. Zaten yarı vakitlerini yazı hatırlamakla geçiriyorlardı. Yarı ömrü geçmi günlerinin pe inden geçen Mümtaz, Nuran'ın bu i te kendisine benzeyi ine a ıyor; -Yoksa beni mi taklit ediyorsun!- diyordu. Garip eydir ki, eve girdi indea beri Mümtaz kendi mazilerinden ziyade Suat'ı dü ünüyordu. Bu hoyrat adamın o geceki sözleri, duru u,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 231 / 279



gülü ü ve acayip bakı ı hayalinden bir türlü çıkmıyordu. -Ne demek istediydi acaba?- diye kendisine durmadan soruyordu. Suat'la sekiz on defa saatlerce beraber kalmı lardı. Fakat Suat bir daha o bahislere dönmemi ti. -Hakikaten dü ündüklerini mi söyledi? Yoksa...Nuran'a bunlardan bahsedince o kızıyordu. -Ba ka i in yoksa, git a a ıdan serçelere verilecek bir eyler getir. Mümtaz tembel tembel kapıya do ru yürüdü. Fakat Suat'ın dü üncesi kafasından çıkmadı. -Niçin Nuran'ın bu kadar pe inde? Sevmedi inden eminim. Nedir? Ne istiyor?- Bu bir talihe benziyordu. Ve onun için korkuyordu. Mutfak masasının üstünde ekmek içlerini avucunda ufalarken hep bu sualleri soruyordu. Geldiklerinin sabahı uyanır uyanmaz pencerelerin etrafında, ince, dantela kadar zarif, munis cıvıltılı bir kayna ma görmü lerdi. Nuran: -Ay! Serçeler geldi...- diye ba ırmı tı. O dakikadan itibaren serçeleri beslemek vazifesini üzerine almı tı. Yazık ki, serçelerin tad alma lezzetleri hakkında hiçbir fikrimiz yoktur. Çünkü Nuran elinden gelse bu küçük hayvanlar için hususi yemek dahi yaptırırdı. O gün ak ama do ru kö kün nüfusu bir ki i daha arttı. Bu karlı ve buzlu hava Emirgan'daki siyah köpe e tahammülü güç ve sıkıcı gelmi olacak ki, her zaman o kadar isti na gösterdi i Mümtaz'ın davetini bu sefer büyük bir memnuniyetle kabul ederek içeri girdi. imdi, Nuran'ın, kanatlı dostlarına i tihalı bakı lar fırlatarak sobanın kenarında temizleniyor, bir pencere dı ında, her türlü masuniyet içinde kendisiyle adeta alay eden bu nimetleri rahat bir rüyada tatma a hazırlanıyordu. Mümtaz, ekmek ufaklarını pencerenin kenarına koydu, camı kapattı. Sonra Nuran'a döndü: -Tevfik Bey, bizimle oturma a hakikaten razı olur mu? Bunu çok istiyordu. htiyar adama hemen hemen Nuran kadar ba lıydı. -Tabiatı bilinmez ki... Ama, herhalde imdi istiyor. Hatta odasını bile seçmi . Birdenbire sustu. Pencereden dı arıya baktı: Serçeler pencerenin pervazı üstünde birbirlerini ite ite ekmek ufaklarını topluyorlardı. -Mümtaz, sen hakikaten evlenebilece imize inanıyor musun? Mümtaz, duvardaki Amentü levhasından gözlerini ayırdı. Bir müddet Nuran'a baktı: -Do rusunu ister misin? Hayır. -Niçin? Neden korkuyorsun? -Hiçbir eyden, yahut sen neden korkuyorsan, ben de ondan korkuyorum. Emirgan'a geldikleri günden beri bu korku içlerindeydi. Nuran



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 232 / 279



yerinden kalktı; onun yanına geldi. -Artık stanbul'a dönelim, hem yarın! olmaz mı? - nelim! Geldiklerinin be inci günüydü. O sabah Mümtaz telefonda hsan'la konu mu , her eyin yolunda oldu unu, pazartesi günü saat dörtte Fatih nikah dairesinde bulunmalarını söylemi ti. -Eve dahi u ramadan nikah dairesine! Bu i böyle olur. Emirgan'dan inip evvela bize ve oradan nikah dairesine...Mümtaz sonradan bu nasihati dinlemedi inden çok pi man oldu. Ertesi günü stanbul'a döndüler. Sümbül Hanım, evi düzelttikten sonra ak ama do ru gelecekti. Bir gün evvelki temiz ve yarı mutlak çehreli kı manzarası, sa anakla dü en bir ya murun altında parça parça eriyor. Hava, gece lodosa çevirmi ti. Vapur adeta çalkana çalkana yürüyordu. Her taraf kül rengi bir perdenin altındaydı. Gariptir ki bu kül rengi perde onlarda, hafızanın o garip oyunuyle geçen yazı daha çok hatırlıyordu. Ara sıra manzara açılıyor gibi oluyor, bir koru, bir cami, eski bir yalı üzerlerine do ru geliyor. Bir siyah gemi teknesi -Ben de hayatınızın çerçevesi içindeyim...- der gibi yollarını kesiyordu. Sonra her ey aynı bulanık rengi alıyor, sert sa anak rastgeldi i her eyi sanki birle tiriyordu. Beylerbeyi'nin önünde Nuran birdenbire Mümtaz'ın elini tuttu: -Ben korkuyorum... dedi. -Ama neden, anlamıyorm. Daha bir saat evvel Bursa ile konu tuk. Hepsi iyiler. her ey yolunda. -Hayır, onları dü ünmüyorum. Ba ka eyden korkuyorum. Bu gece rüyada Suat'ı gördüm. Mümtaz a kın a kın ona baktı. O da Suat'ı rüyasında görmü tü. Hem çok sıkıntılı bir rüyaydı. Babasının billur lambasını elinden almı , sonra o çocuklu undaki köylü kızıyle bir kayı a binmi lerdi. Mümtaz, rıhtımdan -fakat neresi oldu unu bilmiyordu;- ha battılar, ha batacaklar! diye helecanlar içinde çırpınırken uyanmı tı. Pek az rüya bu kadar korkunç ekilde vazıh olabilirdi. Katran renginde mavunamsı kayı ı, Suat'ın uzun kemikli yüzünü, kızın çehresini, lambanın deniz çalkantısında alabildi ine kararan ı ı ını hala bile; bu vapur kanapesinde oldu u gibi görüyordu. -Ehemmiyet verme; be gündür sade ondan bahsettik!.. Sonra sözü de i tirdi. Bir kahve içer misin? Genç kadının cıgarısını yaktı, gelecek günleri için projeler yapma a ba ladı. Fakat Nuran dinlemiyordu. Nihayet dayanamadı. -Allah a kına hulya kurmayalım! Her ey olsun bitsin, ondan sonra...



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 233 / 279



Taksiden evin önünde indiler. Mümtaz bir elinde çantalar, Nuran'a kapıdan yol verdi. Evin ve soka ın sükuneti genç kadının asabını yatı tırmı tı. Ta lıkta kapıcının karısı yeri siliyordu. Nuran onunla kısa bir ahbaplık etti. Emirgan'a gitmeden evvel çocu una Mümtaz vasıtasiyle difteri serumu yapılmı tı. Çocu un iyile ti i haberini aldı. Mümtaz elinde çantalar, onu merdivenin alt basama ında bekliyordu. Her taraf, karlı havaların hemen arkasından gelen o sefil ı ıkla solmu tu. Ta lı ın mavi çinileri bu ı ıkta simsiyah görünüyorlardı. Merdiveni aydınlatan hava kuyusuna açılan pencereye bir kedi, yüzünü dayamı , nerdeyse çatırdayacak kadar kuru saman rengi gözleriyle onlara bakıyordu. Kapıcının büyük o lu bahçede sıtmalı sesiyle her zamanki arkısını söylüyordu: Erzincan'ı sel aldı da, Bir yar sevdim el aldı... Mümtaz, evin kapısından girerken Nuran'ı öpme e karar vermi ti. Girmeden evvel... e ikte.- Ve kendi içinden bu saadete gülümsüyordu. Fakat merdiveni çıkıp da kapının küçücük camından sahanlı a dü en keskin ı ı ı görünce a ırdı. Nuran, bir aya ı son merdivende, oldu u yerde durdu. Nuran: -Evde birisi var galiba... dedi. Mümtaz: -Sümbül Hanım aceleden lambayı söndürme i unutmu tur... diye onu teskin etti. Fakat kapıyı açtıkları zaman bu tahmini yaptı ını bile unuttu. Gördükleri ey, ikisinin de bütün ömürleri boyunca unutamayacakları cinstendi. Holde çok keskin bir ı ı ın altında tavana asılmı bir insan vücudu, kapıya do ru sallanıyordu. Mümtaz da, Nuran da ilk bakı ta Suat'ı tanıdılar. ri kemikli yüzü garip ve zalim bir istihzada kısılmı tı. Sarkan ellerinde kurumu kan parçaları vardı. Mümtaz biraz dikkat edince kanın holün serami i üzerinde de bulundu unu gördü. kisi de kısa bir an bir ey anlamamı gibi baktılar. Sonra Mümtaz belki de bir daha bütün ömrünce gösteremiyece i bir so ukkanlılıkla bayılmak üzere olan Nuran'ı evden çıkardı. Ne yaptıklarını bilmeden merdivenleri indiler. Bütün bunlar o kadar çabuk olmu tu ki, kendilerini getiren taksiyi hala kapının önünde buldular. Mümtaz, yine rüyada gibi hareketlerinin manasından adeta habersiz; Nuran'ı otomobile bindirdi. Kendisi de yanına oturdu. hsan evdeydi. Her vakit yaptı ı gibi evde kim varsa hepsini odasına toplamı tı. Ne o, ne Macide hiç beklemedikleri bu ziyarete a ırmak fırsatını buldular. hsan'ın yardımiyle hadise Nuran'ın ve Mümtaz'ın adı gazetelere geçmeden kapandı. Zaten Suat her eyi izah eden bir mektup bırakmı tı. Afife, kocasının el yazısını resmen tanıyordu. Mümtaz kısa tahkikat esnasında Afife ile Suat'ın bo anmak üzere olduklarını ö rendi.. Ertesi gün Nuran Bursa'ya hareket etti. Oradan yazdı ı bir mektupla:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 234 / 279



-Ne yapalım Mümtaz; kader istemiyor! Aramızda bir ölü var. Bundan sonra beni bekleme artık! Her ey bitmi tir.- diyordu. Mümtaz mektubu alınca Bursa'ya ko mu tu. Orada kendisinden evvel gelen Fahir'le kar ıla tı. Buna ra men, Nuran'la uzun uzun konu tular. Genç kadın a kı artık lüzumsuz ve gülünç buluyordu. Sana kar ı her zamanki gibi dostum. Fakat a ktan ve saadetten, evlilikten bahsetme! Gördü üm ey, beni hepsinden i rendirdi.-Peki, benim ne kabahatim var?.. Nuran: -Anlamıyorsun! Seni kabahatli bulmuyorum. Fakat saadetimiz mümkün de il artık, diyorum. Böylece hiç ummadıkları ekilde birbirinden ayrıldılar. Bir ay sonra Nuran stanbul'a dönünce Mümtaz'ın ümitleri biraz tazelenir gibi oldu. Genç kadınla birkaç defa urada burada bulu tular. Fakat bu kar ıla malar yukarıda yer yer bahsetti imiz sahnelerden ba ka bir netice vermedi. Nuran a ktan i renmi ti. Suat'ın yüzündeki korkunç tebessüm onu hemen her yerde takip ediyordu. Bir defasında -sevmekten bahseden kitap dahi okuyamam sanıyorum...- demi ti. O zaman stanbul'da Mümtaz için korkunç bir hayat ba ladı. Adım adım Nuran'ı takip eder gibi ya ıyor, fakat onun bulundu u yere yakla amıyordu. Ömürleri, adeta muvazi geçiyordu. Nadir kar ıla malarında ise Nuran'ın rahat dostlu una cevap veremiyor, a kın ve asabi, bazen delice kıskanç, bazen ölesiye hayran bir ruh haleti içinde genç kadını rahatsız ediyordu. Hareketimizin sebeplerini kendimiz bile çabukça gözden kaybederiz. Kaldı ki etrafımız için onlar çarçabuk kendi ba larına kalırlar. Hatta muhayyilemiz kendili inden bu müstakil hareketlere ba ka sebepler icat eder. Mümtaz için de böyle oldu. Aynı tecrübeyi beraber geçirdikleri halde bir türlü Nuran'ın kendisinden uzakla masını kabul edemiyordu. Biraz sonra bu uzakla ma için ba ka sebepler aradı. Genç kadının hayatına tekrar üphe ile bakma a ba ladı. Bazen da Suat'ın ölümünün kendisini bu kadar müteessir etmesini ba ka sebeplere yoruyor, bir kelime ile Nuran'ı bir ölüden kıskanıyordu. Bununla beraber Suat'ı o da unutmuyordu. Sanki o feci ölüm veya kar ıla ma -çünkü Suat ba ka yerde ve ba ka artlarla ölseydi elbette bu tesiri yapmıyacaktı! -bu ölümü onun hayatına eklemi ti. Polisten Suat'ın mektubunun bir kopyasını almı tı. Zaman zaman mektubu okuyor, asıl dü üncesini anlama a çalı ıyordu. Geceleri, karı ık rüyalar arasında, hemen hemen hep onunla bo u uyordu. Ne kendisine olan ve bir a ka pek benziyen dü manlı ını, ne inkarlarını, ne de azaplarını anlıyabiliyordu. Ara sıra hsan'la bu i i konu uyorlardı. hsan için Suat meselesi basitti:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 235 / 279



-O isyan duygusu ile do anlardandır, diyordu. Böyleleri için mesut olmak kabil de ildir. Ne de kendilerini unutmak... Fakat kendisini öldürmesi?.. -Bütün ömrünce hasretini çekti i hareket... Fakat Suat'ı tek bir dü üncede bulma a çalı ma. O karı ık adamdı. Garip bir gururu vardı. Sansüeldi, isyankardı, ve nihayet... hastaydı... X Bu bir nisan günüydü. Mümtaz Emirgan'da kendini bo acak gibi dört tarafından kucaklayan hatıralardan kurtulmak için stanbul'a gelmi ti. hsan'ın çalı ma odasında konu uyorlardı. Kar ıda bütün çocuklu unun ahidi olan Elagöz Mehmet Efendi Camii'nin kur unsuz kubbesi üstünde tesadüfün bir cilvesi olarak biten bir servi dalı, adeta bu müslüman mabedin mazisi üstünden ölüme ve hayata beraberce gülüyordu. Ve bahar her taraftan taarruz halindeydi. Her taraftan gülüyor, ça ırıyor, budalalar! diyor, kendisini arzuda tüketmeyen her eye kızıyor, göklerin geni orkestrasıyle durmadan a k türküleri söylüyordu. hsan, ba ının etrafında deminden beri altın kavisler çizen bir arıyı eliyle kovaladı ve pencereden soka ın kenarında iten katırtırnaklarına bakarak: -Sen eyh Galib'i ne yaptın? dedi. Genç adam aya a kalktı: -O da ba ka dert! dedi. Bütün füsun sönmü ... üç haftadır u ra ıyorum. Bir sahife bile yazamadım! Galiba yazamıyaca ım... Nuran'ın gitmesiyle zihni hayatı durmu gibiydi. Sanki genç kadın bu mazi rüyasının bütün canlı ve güzel taraflarını beraberinde götürmü , yerinde tıpkı Mümtaz'ın hayatı gibi bir kül yı ını kalmı tı. O kadar dikkatle hazırladı ı, beraberinde ya adı ı kahramanlar, bir daha dirilmeleri imkan olmayan gölgeler, sıska ve cansız kuklalar olmu lardı. hsan eliyle müphem bir i aret yaptı: -Aldırma, geçer... sonra birdenbire asıl söylemek istedi ini söyledi: Onları kendi duygularının aydınlı ında görüyordun. Kendi hayatında vehmetti in eyleri onlara ta ıyordun! Kendileri için de il, kendi hayatında ve kendin için seviyordun. E er seçti in devrin meselelerinde arasaydın o zaman her ey de i irdi. Halbuki sen tek bir insanın etrafında dünyayı toplama a çalı tın. Mümtaz iskemlenin kenarını tutmu onu dikkatle dinliyordu. - yi ama ben meselelerle me guldüm. -Hayır, sen yalnız Nuran'la me guldün. Sonra birden yüzü



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 236 / 279



yumu adı. Bu da gayet tabiiydi. Herkes için mukadder bir tecrübeden geçtin. imdi hayata açılacaksın! Hislerinin de il, dü üncenin adamı olman lazım! Suat sizin saadetiniz üzerinde ısrar etti i için kendini yıktı. Hiçbir eyi kendimize kader yapma a hakkımız yoktur. Hayat o kadar geni ve insan o kadar büyük meseleler içinde ki... Onu kavramak için dü üncelerimizde ve hayatımızda hür olmalıyız. Sonra daha a ır bir sesle: -Mesuliyetini ta ıyaca ın fikrin adamı ol! Onu kendi uzviyetinde bir a aç gibi yeti tir: Onun etrafında bir bahçıvan gibi sabırlı ve dikkatli çalı ! -Beni itham etti ini biliyor musun? -Hayır, itham etmiyorum. Nuran seni birtakım mebdelere kadar getirdi. Ba kaları oralara ba ka yollardan geçerek gelirlerdi. Burası ehemmiyetli de il. Fakat artık dü üncesi önüne sed çekmesin! Bir insanda fazla gecikilmez birçok eyler gibi insanlar da kuyuya benzer. çlerinde bo ulabiliriz. Arasından geç, git. Bir fikrin etrafında dü üncenin hür oyunlarını dene... Fakat hsan bir noktayı anlamıyordu. Mümtaz, Nuran'ın a kına bir tecrübe gibi bakmıyordu. O hayatının bir parçasıydı, hem büyük bir parçasıydı. Onunla pek az insana nasip olan eyi, a kı ve uzviyeti ilahile tiren bir anla mayı tatmı tı. Bu kendi saadetiydi, saadetini fedaya razı de ildi. Ayrılırken; -Anlamıyorlar... diye dü ündü. Bir türlü anlamıyorlar... O gün ak ama kadar surlarda dola tı. Kendinden uzak, biçare, yorgunluktan bile habersiz, terkedilmi olmanın azabına bürünerek yürüyordu. Bazen realiteyi görüyor: -Beyhude yere Nuran'ı itham ediyorum... diyordu. Bu, hissili inden geliyordu. Bu hissilik onda bütün binayı çürüten taraftı. -Hepimiz hissiyiz!. diyordu. Ben de hsan da, Suat da... Onun için hiçbir ey yapamadık! Bizde insanı çürüten bir taraf var!..- Onun yüzünden hakikaten mucizeli bir a kın çehresini, çizgi çizgi bozuyordu. -Daha muvazeneli bir adamda bu a k neler yapmazdı?. Birdenbire durdu: -Fakat daha muvazenelisi bu tarzda sevebilir miydi acaba?.. Hatta sevilebilir miydi?.. Ortasından çıkan bir çitlenbik a acıyle çok hususi bir güzellik kazanan harap bir mezarın önündeydi. Mümtaz kitabeden bunun eyh Sinan-ı Erdibli oldu unu ö rendi. -A a ı yukarı Fatih devrinin sonu. ehrin en eski hem ehrilerinden biriyle kar ı kar ıya idi. On, onbir ya larında, bütün vücudu sivilce ve yara içinde bir kız çocu u mezarın ortasında oturmu , ta ların üstündeki mum artıklarını topluyordu. Mümtaz'ın dikkatini görünce: -Bir bez ba layın, istedi iniz olur, dedi.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 237 / 279



Daha imdiden be on para kazanç kar ılı ında her eyi satma a hazırlanmı bir hali vardı. Mümtaz nerde ise, avuçlarını uzataca ını dü ünerek üzüldü. Fakat kız sanki Mümtaz'ın yüzünde bir eyler okuyormu gibi: -Sizin canınız sıkılıyor, dedi. Bari dua edin, tecrübelidir! Mümtaz, deminki dü üncesinin ne kadar hafif kaldı ını, bu küçük ve hasta çocu un imaniyle ne kadar üstün oldu unu anladı. Mümtaz onun ayakları dibinde belki de bir ölü kemi iyle oynayan küçük erkek çocu a bir parça bir ey verdi. Kızdan sekiz karde olduklarını, Merkezefendi'nin altına dü en bir evde oturduklarını, annelerinin çama ır yıkadı ını, kendilerinin böylece geçindiklerini ö rendi. - hsan'ın hakkı var? Hayat benden fikir ve belki de mücadele istiyor. Hissi duru lar de il! Birdenbire içinde bir isyan yükseldi. Fakat bunun için Nuran'ı unutmak behemehal art mıydı? Hem niçin unutmalı, neden kendisini fakirle tirmeliydi. Güne in altında terini sile sile kendisiyle konu arak yürüyordu. çinde hsan'a kar ı bir kin vardı: -Bu çocuk için ve benzerleri için ben Nuran'ı unutaca ım! Fakat onlar, kendileri, hayatlarında acaba bu cinsten bir fedakarlık yapacaklar mı? Etrafında, görmedi i, hiç tanımadı ı ufuklara kadar alan, kaba, ha in, kendisini ihtiraslarına bırakmı , bütün hak sandıklarında kıskanç, her kültürün ve terbiyenin üstünden atlama a hazır bir insanlı ı görür gibiydi. Fakat benim bunu onlardan isteme e hakkım var mı? Ben kendimi verirsem cömertçe vermi olmayacak mıyım? Surun tanımadı ı bir kapısından içeriye girdi. Küçük, betondan bir polis kulübesinin yanına çömelmi bir Ermeni kadını ona elini uzattı: -Yardım et ki kalkayım o ul!.. Mümtaz -kalkman behemehal lazım mı?- der gibi baktıktan sonra elini uzattı. htiyar kadın güçlükle yerinden kalktı. - urada bir kilise var da... mübarek yerdir. Fakir ama... Dile in varsa bir adak adayıver... kabul olur. Ben oraya gidiyorum! Mümtaz daha ziyade bo arsa parçalarına benziyen sokaklar içinde ve ço u bir gramofon kutusunu hatırlatan evlerin arasından yürüme e ba ladı: -Evet hayatı yapmak istiyenler kendilerini cömertçe ona ba ı lamalıdırlar.- Fakat Nuran'ın dü üncesi içinden bu cümleyi ba ka türlü tekrarladı: -Hakikaten sevenler de kar ılık beklemeden severler...-



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 238 / 279



Nuran'a kar ı haksızlık etti i dü üncesi bir türlü zihninden çıkmıyor, ondan uzak ya ama a tahammül edemiyordu. - hsan, bana fikirden bahsediyor... Ben o kadar bedbahtım ki... Birdenbire hsan'a kar ı deminki hiddet ve kini yeniden duydu: -Niçin hayatın üzerinde duranlar insanı anlamıyorlar? Hayat ve insan ayrı eylerdi. Biri ötekini etiyle, kemi iyle, alın teriyle, dü üncesiyle yapıyordu. Fakat aynı ey de ildiler. Birinden birini seçmek lazımdı. Fakat Mümtaz ikisinin ortasında sonuna kadar sallanaca ını biliyordu. Ne ferdi saadetinden vazgeçebilecek, ne de etrafındaki hayatın korkunç icabını, bu on ya ında evliya türbesini bekliyen biçare kızı ve ihtiyar Ermeni karısını unutacaktı. -Ben zayıf adamım; sadece zayıf yaratılmı bir adam. Fakat hangimiz zayıf de iliz... Bu son sözü söylerken Suat'ı dü ündü ünü kendisi de biliyordu. Nitekim girdi i küçük kahvede cebinden mektubunu çıkararak kim bilir kaçıncı defa okuma a ba ladı. Bu her eyle alay eden bir sinizm ile, iç benli e maledilmi azaplarla dolu uzun bir mektuptu. Mümtaz onu okudukça Suat'ın kendisini çok derinden yakaladı ını hissediyordu. Fikirlerinden hiç birine i tirak etmiyordu. Fakat azabını payla ıyordu. Nihayetinde Suat'ın da artık kendisini bırakmıyaca ını, onun da realiteleri arasına girdi ini anladı. O zaman, Nuran'ı ilk defa gördü ü gün onu sanatoryuma gitmek için vapura götürürken dü ündükleri ve konu tukları hatırına geldi. Suat her zaman oldu u gibi, ayrılırken, onunla alay etmi : -Yüzüme hakikaten ölmü üm gibi öyle hüzünle bakma! demi ti. Bu dünyayı tek ba ına sana bırakma a niyetim yok. Suat sözünü tutmu tu. Fakat nasıl bu aka o zaman kendisini rahatsız etmi se, imdi çok ba ka ve daha derin ekilde hakikat olunca kendisini yine öyle rahatsız ediyordu. Hayır Suat'ın dü üncesi de, Nuran'ın dü üncesi gibi, bütün öbürleri gibi onu bırakmıyacak, ve Mümtaz bütün ömrü boyunca onları beraberinde ta ıyaca ı için birkaç rüzgarda birden parçalanacaktı. ::::::::::::::::: DÜRDÜNCÜ BÖLÜM MÜMTAZ



Mümtaz genç kızlardan ayrılıp Eminönü'ne döndü ü zaman saat be i yirmi geçiyordu. lk önce tramvayların her türlü binme te ebbüsünü reddeden kalabalı ını seyretti. Çaresiz, bir taksiye atlaması lazım geliyordu. Fakat o zaman da Bayezıt'a çok erken



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 239 / 279



varmı olacaktı. Sabahleyin Orhan'a rastlamı , -Altıda beni Küllük'te bekleyin!- demi ti. Vakit daha erkendi. Onlar gelmeden evvel tek ba ına kahvede olmayı istemiyordu. O kadar çok insan tanıyordu ki... On be gündür, ilk defa kendi arkada lariyle bulu acaktı; ba kalarının aralarına katılmasından korkuyordu. -Ben müdafaasız adamım!Birdenbire söyledi i söze kendisi de a ırdı. Hakikaten müdafaasız adamdı. Ona insanlar kendilerini ve arzularını zorla kabul ettirirlerdi. Sade bu kadar mı ya? Dü üncesi hep Nuran'ın etrafında dola ıyordu. Fakat korktu u kadar hırpalanmı de ildi. Talihin ihanetine u rama a alı anların sükuneti içinde yorgun ve dalgın yürüdü. Yaz günleri, rüzgariyle o kadar ho a giden Yenicami'nin kemeri altında bir daha -müdafaasız adamım...- diye tekrarladı. -Her eyimi alabilirler...Sultanhamam'ın kalabalı ında bir dakika durdu ve etrafına baktı. Burası ehrin en i lek yeri olmalıydı. Bir yı ın insan, otomobil, yük arabası her tarafta kaynıyordu. -Bir modern ressam bu kalabalı ı hanların pencerelerinden hevenk hevenk sarkıtabilir! ve hiç de yanılmı olmaz! Fakat ne kadar gürültü?..- yi ama, neden Nuran'ı dü ünmüyorum? Hatta dü ünemiyorum?Sanki clal'le Muazzez, bütün sıkıntılarını, kalbini burkan acıyı, hatta o zenginle tirici a kı beraberlerinde alıp gitmi lerdi. -Nerede ise bu i in bitti ine memnun oldum, diyece im!..- Kendisinde bu de i ikli i merak ve endi e ile takip ediyordu. Genç kadını, hiç dü ünmüyor de ildi. Hatta hayaliyle beraber yürüyordu. Fakat çok uzak, sanki aralarında kalın su tabakaları, bilmedi i maddeler varmı gibi, nsandaki ölüm terbiyesinin verdi i bir ey olsa gerek!- Oldu ile bittiye çare yoktur, diyen bir atalar sözü hatırlıyordu. Bu da aynı eydi. Yava yava yoku u tırmanıyordu. -Ölüm dü üncesi bizde, kat'i vaziyetleri oldu u gibi kabul eden bir taraf vücuda getirmi !- Belki de bu, vaziyetin tesiriydi. Harp olacaktı. Karaborsanın hazırlandı ını gözleriyle görmü tü. Fakat ona da o kadar müteessir de ildi; hiç olmazsa isyan hissi duymuyordu. -Mademki bir zaruret haline geldi. Mademki bu hallerin ba ka türlü içinden çıkılmaz!- ne diye tela etmeliydi! Bu harp dü üncesinin arasından tekrar etrafına bakındı. Bu çar ı, altı ay sonra bu vaziyetini muhafaza edebilecek miydi? Bu dükkanlarda bu bolluk elbette devam etmiyecekti. Kuma , kadın e yası, fayans takımları, gündelik öteberi dolu vitrinleri üphe ile seyretti. Otomobiller insanların arasından adeta onları birbirinden ayırarak, iterek geçiyorlardı. Bir hammal sırtında, çok havaleli bir yükle ona do ru yava yava geldi. Adamın boynu ve gö sü yükün altında e ilmi ti. Yoku un üstünden, kendisine do ru, iki kolunu yanına sarkıtmı , sanki çok cesur bir çizgi kısaltmasında alnıyle elmacık kemikleri birle mi ve çene kaybolmu yürüyordu. Belki de bu çizgi kelimesinin uyandırdı ı bir ça rıyla Puget'in Cariatide'lerini hatırladı. Fakat hemen arkasından dü üncesinden üphe etti. -Hakikaten böyle bir kısaltma var mıydı?- Hammal daha ziyade, yolunu görmek için, bütün yüzü meydanda yürüyordu. -Yalnız ba ı omuzlarının üstünde de il de,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 240 / 279



gö sünden çıkmı a benziyordu.- Evet, gö üse eklenmi bir ba tı bu. Hatta öyle de de ildi. -Görmüyoruz, dikkat etmiyoruz; ezberden konu uyoruz!- adamın alnından iri ter taneleri akıyordu; tam Mümtaz'ın yanıba ında bu damlalar gözlerini örtmesin diye, eliyle alnını silmi ti. Mümtaz, kalın, esmer elin hareketini iyi hatırlıyordu. Tek ba ına bir kabus olabilirdi. Bütün uzviyetinde adımlarını hesap eden bir hal olacaktı. Gözleriyle görüyor, adımlarıyle yokluyor, tartıyor ve dü ünüyordu. Hayır, belki de dü ünmüyor, sadece yokluyordu. Tekrar durdu, arkaya baktı. Hammal henüz yedi sekiz adım ötedeydi. ri, tahta sandı ın bitti i yerde, beyaz, bez pantalonun yamalı, bol, ekilsiz dü ü ü geliyordu. Hiç de Puget'in devlerine benzemiyor. Onlar gerilmi adalenin, bütün vücuttan akan kudretin ifadesidirler. Bu biçare ise sırtındaki yük tarafından yutulmu !- Adamın yüzünü bütün vuzuhuyla zihninden bir daha geçirdi. Hiçbir kuvvet ifadesi, hatta hiçbir dü ünce yoktu. Sadece bir adım, bir adım daha diyordu. Küçük, kendi ayaklarının adımlarıyle, parça parça ya ıyordu. Yalnız ellerinde garip bir sertlik vardı. Ba ını salladı ve birkaç sene evvel çıkan, insan sırtında yük ta ımasını meneden o çok iyi niyetli kanunu dü ündü. stanbul'un içi birkaç gün allak bullak olmu tu. Çekçek arabaları ortaya çıkmı , yolları tutmu tu. Ta ıma denen ey adeta güçle mi ti. Sonra kanun, yava yava unutulmu , her ey eski haline gelmi , bu hammal ve benzerleri eski yüklerine tekrar kavu mu lar, tabii hal avdet etmi ti. Tıpkı Milletler Cemiyeti, sulh konferansları, büyük i birli i arzuları, harp aleyhindeki propagandalar, eserler gibi,- Mümtaz'ın kafasında asrımızın insanıyle bu hammalın talihi garip ekilde birle mi ti. Demek ki ikisi de imkansızdı.Acaba kimdi? Nasıl ya ar, ne dü ünürdü? Evli miydi, çocukları var mıydı? Birkaç saat evvel Bitpazarı'nda gördü ü e yaların, o ucuz tulumların, eski fistanların bollu u bu gibiler içindi. Hayatlarını hiçbir zaman ö renemiyece i insanlardı bunlar. Ara sıra gazetelerde, büyük, ciddi münaka aların, hayatın çiçe i zannedilen artist resimlerinin, emrivakili dünya havadislerinin arasında iki üç satırlık bir fıkra, bir cinayet veya ani ölüm haberi çıkar, o zaman, gözümüzün önünde ya adıkları halde yine bizim için gölgede kalan bu insanların hayatı, üzerinden bir tabancanın, bir hançer veya Bursa bıça ının kısa parıltısı geçti i veya bir ev çöküntüsünün altında kaldıkları için, bir saniye aydınlanır, sonra yine unutulurdu. Mümtaz, bir lahza Taksim'in biraz a a ısında, Fındıklı'ya inen yoku un sa tarafında, Unkapanı taraflarında tenekeden, kerpiçten evlerde ya ayan insanları hatırladı. Bula ık ve la ım sularının açıkta aktı ı sokaklar, pislik içinde çok zalim ve tesadüfi bir ayıklanma ile büyüyen çocuklar, sonra onların biraz kanatlanınca baba evini susuz çe me yalaklarına, kaldırımlara, köprü altlarına de i tirmesi. -Kaç muharebe ile bu hale geldik?- Doksanüç Harbi'nden beri bir yı ın felaket, stanbul'un yarısını köylü mü, ehirli mi oldu u bilinmeyen, fakirlikten, ihtiyaçtan ba ka, belli bir kategoriye girmeyen bu cins insanlarla doldurmu tu. - imdi sıra Avrupa'nın!diye dü ündü. Tabii tek muharebede olmıyacaktı bu. -Fakat kim



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 241 / 279



diyor ki tek bir muharebe ile kalacak... -Muharebe olursa bu hammal askere gidecek! Ben de gidece im! Fakat arada bir fark var. Ben Hitler'i ve fikirlerini tanıyor ve ona kızıyorum. Onunla sevine sevine dövü ürüm. Fakat bu biçare ne Almanya'nın, ne de bu fikirlerin farkında. Bilmedi i, tanımadı ı bir davaya kar ı harbedecek; belki de ölecek!Durdu ve kendisine büyük bir ciddiyetle sordu: -Peki, netice?..Fakat bu neticeyi alamadı. Kalabalıkta birisi ona sanki mahsustan yapıyormu gibi sürtünerek geçti ve hızla yürüyerek biraz önde, yan sokaklardan birine saptı. Mümtaz bu çarpan adamın kim oldu unu görmek için ba ını o yana çevirdi: -Garip ey...- diye birkaç defa tekrarladı. Adam, Suat'a benziyordu. -Ama Suat öldü.- Tekrar bu benzeyi in derecesini tayin için o tarafa baktı. Hakikaten Suat'a benziyen birisi, uzaktan ona bakıp gülünısüyordu. Sırtında kur uni elbiseler vardı. apkası elindeydi. - mkansız...- dedi. -Yoksa ölüler bu kadar fena mı gömülüyorlar?Bu son dü üncesine fena halde kızdı. -Bir felaketle alay etmek bana yakı maz. Kaldı ki ölümünden az çok ben de mesulum. Hatta yalnız ben ve Nuran. O anahtarı bulup evimize gelmeseydi; burnunun dibinde o kadar gürültü yapmasaydık.- Fakat yalnız kendileri de ildi. Bir üçüncü insan daha vardı. Son gece Suat Bo az iskelesinde tesadüf etti i bir küçük kızı da evine getirmi ti. Ve bu küçük kız, onu hayatı üzerinde dü ünme e mecbur etmi ti. Mektubunda -O zaman birdenbire hayatımı gördüm ve i rendim- diyordu. Genç olmaktan, hayat tarafından henüz çi nenmekten ba ka bir kabahati olmıyan bu kızca ıza da bu ölümden bir mesuliyet dü ünüyordu. -Birdenbire Allah'ı aradım. Ah, inansaydım, her ey o kadar kolay ve tabi olurdu ki...- Fakat Suat niçin Allah'ı bu kadar çapra ık yollardan aramı tı. Neye do rudan do ruya ona gitmemi ti? Bu kız elbette Suat'ın ölümünü gazetelerde okumu tu. -Kim bilir, ne kadar müteessir olmu , çırpınmı tır. Neden?- Çünkü bir adamın hayatına, yalnız bir gece, uzaktan, yatacak yeri olmadı ı, bir otelde kalmak istemedi i için girdi diye. Nasıl insanlar birbirini eziyorlardı? Dü üncesi bir sıçrayı daha yaptı. Suat'ı, Emirgan'daki evin sofasında, o kadar garip konu tu u o gecede, rakı masasının ba ında gördü. -Emin Bey yeni gitmi ti!- Birdenbire etrafı sanki de i ti. Bir ses, kendi içinde bir ses, ona ferahfeza ayininin ilk cümlesini tekrarlıyordu. Hiç göremiyece i bir güne in arkasından a lar gibi içinde hasret kımıldadı. Nuran'ı bir daha göremiyecekti. -Ne de Suat'ı?- Yine mi Suat? Üç gündür Suat'la me guldü. -Dün gece de onu rüyamda gördüm. Tabii, bu havadisi alacaktım.Sabahtan beri bu rüyanın tazyiki altında oldu unu imdi hatırlıyordu. Fakat rüyanın kendisini bir türlü bulamamı tı. Yalnız bütün gece Suat'la u ra tı ını biliyordu. -Çok büyük bir evde idim. Evet, çok büyük bir ev. Bir yı ın, koridor, sofa ve oda. Nuran'ı



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 242 / 279



arıyordum. Her kapıyı açıp bakıyordum. Fakat hepsinde Suat'ı görüyordum. Ona özür diliyor, rahatsız ettim, diyordum. O bana gülüyor ve ba ını sallıyordu.in garibi deminki adam, Suat'ın rüyadaki gülü ü ile gülmü tü. Evet, tıpkı tıpkısına!- Fakat hakikaten böyle bir adam var mıydı? Bütün mesele anla ılmı tı. Suat beraberindeydi. Belki de o küçük kız da, Nuran da onu kendisi gibi hatırlıyorlardı. Tekrar Ferahfeza'nın ilk cümlesini zihninden tekrarladı. Garip ey, na menin hasret gülleri içinde Nuran'ı de il, Suat'ı görüyordu. --Halbuki evlenme için acelemde onun ölümüne o kadar ehemmiyetsiz bir vaka gibi bakma a hazırdım ki... Yeniden durdu ve eliyle alnını sildi; tıpkı deminki hammalın, yolun ortasında, kendisinin bir adım önünde yaptı ı gibi. Fakat onun elleri hammalınkiler gibi de ildi. Mümtaz'ın elleri hayatla do rudan do ruya temasa girmemi ti. Onun fırınında pi memi ti. Hammalın elleri siyah, i kin damarlı, kaba ve kalındı. -Benimkiler, beyaz, itinalı ve yumu ak...- ve ellerine büyük bir dikkatle baktı. Ve birdenbire yine Emirgan'daki geceyi, yoku un ba ında Suat'tan ayrıldı ı anı hatırladı. Ellerini Suat'ın ellerinden nasıl zorla çekmi ti. -Ve gözlerine de bakamıyordum. Yarabbim, bu yoku bitmeyecek mi? Yoksa bu benim çarmıh yolum mu? Suat benim salibim mi?Etrafına bakındı, bir daha alnını sildi. -Fakat hayatıma, hayatımıza girme e ne hakkı vardı. Haydi bize neyse? Ya o küçük kız.- nsanlara emniyet edilmeden ya anmaz!- Kız Suat'a böyle söylemi ti. Zavallı yavrucak! Tekrar yürüme e ba ladı. Fakat Suat aklından çıkmıyordu. Ne mektuptu o. Niçin yazmı tı. Birdenbire aklında kalan cümleleri kendi kendine tekrarlama a ba ladı: -Talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun Mümtaz? nsanın yalnız insanla me gul olması. Bütün bina onun üzerinde kuruluyor; dı arıda ve içerde. Farkında olsun olmasın, insan insanı malzeme gibi kullanıyor. Kinimiz, garazımız, büyüklük arzumuz, a kımız, yeisimiz, ümidimiz hep onunla. Dilenciyi ve fakiri çıkar, merhamet ve gufran kalmaz, birdenbire fakirle iriz. Hayır, insan insanla me gul. nsano lu insana yüklenerek ya ıyor. Hatta sanatkarlar bile; senin o evliya ruhlu dedi in insanlar bile. O gece Dede Efendi bize nasıl yüklenmi ti? imdi son defa için dinledi im keman konçertosunda Beethoven bana nasıl yükleniyor? Hatta onlar, ötekilerinden daha fazla. Çünkü üst üste kendi ruhlarının hastalıklarını bize a ılıyorlar. Sen bile. Mümtaz. Haline bakmadan neler söylüyorsun, hem de o acayip üslubunla?.. Bereket versin ki, can sıkıcısın; yoksa...Mahzun mahzun ba ını salladı. -Beni hiç be enmezdi.- Fakat ne diye ölmü tü? -Niçin bize böyle yüklendi? Mademki bunu biliyordu.- hsan'ın bütün dedikleri do ru. Yalnız kendisi çok can sıkıcı; hem senden fazla, seninle hiç olmazsa alay edilir. hsan, üstelik makul da.Acele acele yoluna devam etti. -Bütün mektubu ezberlemi im!Ke ke hsan'ın nasihatini dinlese ve seyahate çıksaydı. imdi unuturdu. Fakat Suat, hsan'ın hangi fikrini do ru bulmu tu. - nsan, bütün kainattan mesuldür.- Evet, buydu. Suat, -do ru, fakat budalaca.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 243 / 279



Daha do rusu ilk bakı ta do ru fikrini veriyor.- diyordu. Biraz sonra da itiraz ediyordu; bu onun tabiatıydı. Bir an evvel be endi ine muhakkak hücum edecekti. -Zavallı insanlık! Hangi mesuliyet fikri? James Joyce'in M. Bloom'u gibi, kendi korkularımızın üstüne oturmu , felsefe ve iir yapıyoruz.Nuran'ın bu mektubu ilk defa okudu u zaman, yüzünün de i en ifadelerini hatırladı. Fakat sahneyi oldu u gibi göremiyordu; ikide bir sahifelerin üstüne, Nuran'ın ba ıyle beraber Suat'ın kendi ba ı da e iliyordu. Mümtaz, eliyle sanki Suat'ı oradan uzakla tırmak ister gibi bir hareket yaptı. Fakat arkasından gelen dü üncesi do rudan do ruya ona hitap ediyordu. -Ben fikirlerimin mesuliyetini kabul ediyorum. Sen istedi in gibi dü ün!- Ve hiçbir fasılasız deminki hammala döndü. -Evet, onu tanımadı ı insanlarla harbe gönderebilirim.- -Mademki inanıyorum. Muhafaza edilece ine inandı ım bir yı ın ey var. capederse ben de insanı bir malzeme gibi kullanırım!- Ölecekti. Bunu biliyordu; hatta daha fenasını biliyordu; bir insanı öldürecekti. Bir veya birkaç insanı. -Fakat yine insan için!Hayır, Suat onu be enmemi ti. Fikirlerinin mesuliyetini kabul ediyordu. Ama hammalın karısı ve çocukları buna razı mıydılar? Dü üncesi tekrar ehrin çukur ve havasız yerlerinde, bula ık suları akan sokaklardaki kerpiç evlerde dola tı. -Onların torunları daha rahat ve mesut olsunlar, diye...- Fakat kadın razı de ildi. Sabahleyin Bitpazarı'ndaki dükkanın vitrininde gördü ü ucuz, gelinlik esvabını giymi , kar ısında -gönderme!- diye yalvarıyordu. -Gönderme! diyordu. O da giderse çoluk çocuk biz ne yaparız? Bize kim bakar?Ve ucuz mezat yerinden alımı gelinlik elbisesi sırtında, kar ısında a lıyordu. Gelirken Sirkeci'de garın etrafında daha elbiselerini giymemi yeni silah altına alınanları görmü tü. Yanlarında küçük ni anlılar, çocuklarını ellerinden tutmu kadınlar, a laya a laya gidiyorlardı. -Fikirlerimin mesuliyetini üzerime alıyorum.- Suat bu cümleyi i itseydi, -Hangi fikirler, Mümtazcı ım?..- diye gülmekten katılırdı. Fakat Suat ba ka türlü adamdı. -Beni hiç sevmedi; hiç ciddiye almadı. Fakat ben onu seviyorum.Hakikaten Suat'ı seviyor muydu? Hakikaten kimseyi sevmi miydi? Bak, Nuran ondan ayrılmı tı; içinde ona ait tek bir dü ünce yoktu. hsan hastaydı. O tembel tembel sokaklarda dola ıyordu. -Beni Macide zorladı. Ak am olmadan eve gelme! Dola , hava al, sen de hasta olacaksın! Bakamam sonra! demi ti.- Bu son cümleyi Suat'a hitap ederek söylemi ti. Adeta bir ölüye kendisini mazur gösterme e u ra ıyordu. Eliyle alnını sildi. -Neden onunla bu kadar me gulüm sanki?..Zihninden onu uzakla tırma a çalı tı. Bu i lerin henüz olmadı ı, küçük, mesut sıkıntılarının devrini dü ünmek istiyordu. -Daha iyisi hiçbir ey dü ünmemek!- Acele acele Kazancılar içinden geçti. Di çi mektebinin önünden, sabahleyin yem verdi i güvercinleri ürküterek yürüdü. Sonra tekrar kar ıya döndü. Büyük kestanenin



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 244 / 279



altındaki kahveden, kimseye tutulmamak için adeta ko a ko a geçti. Camiin avlusuna girdi. Yan gözüyle saate bakmı tı. Altıya on vardı. Gelmi lerdir!adırvanda iki ihtiyar abdest alıyordu. -Ne namazı kılacaklar acaba?- Siyah çar aflı, pejmürde kıyafetli ihtiyar bir kadın, çömelmi , avucuna doldurdu u suyu yüzüne götürerek beceriksizce serinleniyordu. Elleri, sanki ate te kavrulmu gibi, küçücüktü. Birkaç güvercin, avlunun mermerleri üzerinde, çok mücerret bir bahçede gezinir gibi salınıyorlardı. -Eski minyatürlerin dilberleri gibi... Sonra kendine kızdı ve tekrar Suat'ın a zıyle bu benzetme i bozdu: -De il! Olsa olsa çok tecritçi bir kafada dü üncelerin dola ması gibi...- Fakat bu da de ildi. -Dü ünmeden evvelki dü ünce benzerleri gibi.- imdi olmu tu. Birkaç güvercin, revakın çatısında, dantelalı bir uçu la bir eyler çizdiler. Öbür kapının önünde tekrar ihtiyarların abdest alı ına ve bütün avluya baktı. Bu, Yahya Kemal'ın dedi i gibi, cami kuruldu u günden beri görülen bir ruh çerçevesiydi. te bunun devam etmesi lazımdı. -Acaba eskiden çar aflı kadın buraya gelir miydi?- Fakat de i iklik sade bu de ildi. Demin, geçerken yarı ucu kaldırılmı perdenin altından, içeride tek ba ına, sanki camiin lo lu unu arttırmamak için yanan bir elektrik ı ı ı görmü tü. -Fakat cami ve abdest alan ihtiyarlar...-Milli olan her ey güzel ve iyidir. Ve sonuna kadar devam etmesi lazımdır.- Sonra hammalın dü üncesiyle yeniden konu tu: -Senin ba ın üzerinde pazarlık etti imi sanma! Senin de inandı ın eyler namına konu uyorum.Fakat bu sefer hammal tek ba ına de ildi; imdi Ere li'de askerlik yapan Mehmet de, Boyacıköy'deki kahveci çıra ı da i e giriyordu. Kapının önünde, ba ka bir ihtiyar kadın, keskin bir Rumeli ivesiyle, fakat çok yava sesle dileniyordu. Onun da küçük, çocuk elleri kadar küçük elleri vardı. -Pörsümü yüzünde gözleri, da kenarlarındaki pınarlara benziyor.- Mümtaz kadına para verirken bu gözlerin içine bakmak istedi. Fakat hiçbir ey göremedi; o kadar sert ve acıyle örtülmü lerdi ki. Sonra tesbihçinin önünde durdu; çocuklu unun Binbir Gece'yi hatırlatan ramazan sergilerinin bu son ve ufalmı hatırası, içinden geldi i alemi birkaç tesbihle iki üç misvaka indirmi , küçük bir dolapta satıyordu. Nuran'la geçen a ustosta bu adamdan iki tesbih almı lar ve onunla konu mu lardı. Bu sefer de iki tesbih aldı; fakat tesbihleri Suat'ın birdenbire uzanan ellerinden adeta güçlükle kurtardı. -Uyanık iken rüya görüyorum...-



Kahve; bu yaz ak amının koyu ı ı ı içinde, sıcaktan, u ultudan bunalıyordu. Vapur bekliyenler, biraz sonra evlerine da ılacak semt insanları, plaj dönü ünde arkada larıyle bir çift laf etme e gelenler, her cinsten, her seviyeden bir kalabalık, akasyaların arasından sızan ak am güne ine Niobe'nin kırk çocu u gibi gö üslerini germi ler,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 245 / 279



vaziyet üzerinde konu uyorlardı: -Hakikaten bu güne te kahramanca bir tahammülleri var! Adeta Homerique.Mümtaz yürüdükçe Hitler'in, Mussolini'nin, Stalin'in, Chamberlaine'in adlarını adeta havadan kapıyordu. Bir masa önünden geçerken tanıdı ı birinin yüksek sesle söylediklerini duydu: -Azizim, bugünkü Fransa harp edemez, yozla mı millet... Andre Gide gibi insanlar...-Zavallı Gide -ve zavallı Fransa! E er Fransa harp edemezse, elbette bu Gide'in yüzünden de ildir. Ba ka sebepleri olsa gerek!- Fakat asıl garibi, bu adamın bugün için Gide'siz bir Fransa tasavvur edebilmesiydi. Birdenbire bu kahvede bu ak amüstü her masada söylenen sözler, savrulan kehanetleri toplıyacak bir kitabı dü ündü. Ne güzel bir ahadetti. -Ve sadece bu harbin ba ındaki e er olacaksa, ruh haletini onlarla anlatmak!- Hadiseler olup bittikten sonra, bunun kadar alaka çekici, insan dü üncesinin garabetini gösterecek bir ahadet olamazdı. -Ama sıca ı sıca ına... Mesela bu gece yazılmalı!Çünkü i ler olup bittikten sonra, aynı insanlar bütün samimilikleriyle bu ak am dü ündüklerini yazmak isteseler, araya hadiseler girdi i için aynı ruh halini ve dü ünceyi bulamıyacaklardı. -Çünkü hadiselerle beraber biz de de i iriz; ve biz de i ince mazimizi de yeni ba tan kurarız.- nsan kafası böyleydi. Zaman, onda daima yeniden te ekkül ederdi. Hal, bu bıçak sırtı, hem mazinin yükünü ta ır, hem de onu çizgi çizgi de i tirirdi. Bir ba ka masadan, ba ka bir sesin kehaneti geldi: -Azizim, ngiltere, zannetti in kadar zayıf de ildir.- -Görürsünüz, asıl kazanan Mussolini olacak!- -Herif yirmi dört saatte Paris'tedir!Kendisini, Cabi smet Bey'in Üçüncü Selim devri için yazdı ı kitabı okudu u zamanlarda sandı: -Bonapart nam general haber gönderdi kim, benim padi ahım, yedi derya dolusu asker ile imdadına gelirim... Tabii, böyle de il ama, buna benzer eyler.-O zaman da bu ekilde bir Avrupa buhranının içindeydik. Fakat ne Avrupa'yı, ne kendimizi tanıyorduk.- Bu memleketin ne kadar kanı akmı tı. -Fransa'yı tutaca ı yerde ngiltere'den ayrılmasaydı.- Fakat, tarih olup bitmi eydi. hsan'la bunları ne kadar konu mu lardı. Ama imdi hsan hasta idi. Arkada ları kahvenin gerisinde, bahçe duvarına sırtlarını dayamı lar, oturuyorlardı. Öteden beri Mümtaz'ı tanıyan bir garson: Orada sizi bekliyorlar...- dedi. Harp olursa bu da askere gidecekti. Arkada larının yüzleri asıktı. Selim, elindeki bir zarfla oynuyordu. Onu görünce seslendiler: - hsan nasıl? -Üçten beri görmedim. Ama, pek tehlikeli görünmüyor. Yalnız, geceden korkuyorum. Tek günler daima mühim imi . Bir sandalyeye oturdu. Elleri titriyordu. Göstermemek için cebine



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 246 / 279



soktu. -Yüzün çok solgun, neyin var? -Hiç... dedi, sıkıntılar. Ve cebindeki eliyle Suat'tan kurtardı ı tesbihi yokladı. -Ne kadar çocu um! Zorla kendimi çıldırtıyorum!-Bana bir ey ısmarlayın! -Ne istersin? Deminki garson masayı elindeki bezle silerek saydı: -Kahve, çay, ayran, limonata, gazoz... Mümtaz, talebelik senelerinin arasından onun yüzüne, yeni terleyen bıyıklarına baktı. Bir gün emanet etti i çantasını kaybetti i için onu azarlamı , sonra dost olmu lardı. -Bir çay! Sonra arkada lama döndü: -Sizin neyiniz var, böyle? -Neyimiz olsun! Vaziyeti konu uyoruz. Harp olacak mı, olmıyacak mı? Mümtaz, Orhan'ın atletik omuzlarına baktı: -Galiba olacak... dedi. Bu hükmü verebilmesine kendi de a ıyordu. Bugün olmazsa yarın olacak. Ba ka çaresi yoktur. ler bir kere bu raddeye geldikten sonra... -Peki, biz, biz ne olaca ız? Selim elindeki zarfı uzattı: -Beni ubeden ça ırdılar. Yarın gidece im. Genç adam, içinden dü ündü: -Belki bana da, Emirgan'a göndermi lerdir. hsan biraz düzelsin de ubeye u rarım!-Sualime cevap vermedin... Mümtaz, Orhan'a baktı. Dört sandalyeye birden gerilmi , esmer yüzü, camiin bahçesinden sarkan a açlarda, her zamanki sükunetiyle, yüzüne bakmadan, onun cevabını bekliyordu. -Taahhütlerimiz var: Fransa ve ngiltere, harbe girerse girece iz. çlerinde en kederlisi Nuri'ydi: -Bu hafta evlenecektim. Mümtaz'ın gözleri önünde, sabahleyin gördü ü gelinlik elbise bir daha sahip de i tirdi. Fakat hayır, Nuri zengindi; karısı bu kadar fakir



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 247 / 279



e yası giymezdi. Daha güzel, daha süslü, yepyeni gelinlik elbiseler giyecek, mücevherler takacaktı. Belki de Bedesten'de gördü ü mücevher. Fakat Nuri askere giderse hammalın karısından yine ayrılmayacaktı. Daha muntazam, daha rahat bir hayatın içinde onun için a layacak, tenha gecelerde uzviyetinin her kımıldanı ında onu ça ıracak, yanında bulamayınca bütün insanlı a dü man olacaktı. Küçük Leyla'yı fakülteden beri tanırdı. lk gördü ü gün ona -Cep kadını...- adını vermi ti. Bir gün ceketinin sökü ünü dikmi ti; küçücük ba ı gö süne do ru e ilmi , kıvırcık saçlarla elbisenin çizgisi arasından ensesinin yumu aklı ını çok yakın bir ey gibi seyretmi ti. Leyla, hakikaten lezzetli insanlardandı. imdi ba ını yine böyle e ecek ve a lıyacaktı. -Gitmeden evlenirsin... Yahut izin alırsın. Zaten bizim ne yapaca ımız pek belli de il! Sonra birdenbire, bu sıkıntılardan kurtulmak ister gibi hulyaya kaçtı: -Belki de hiç harp olmaz; bir uzla ma çaresi bulunur. Fahir: -Demin, ba ka çaresi yoktur, diyordun! -Ama, yine her ey bir pamuk ipli ine ba lanabilir. Asıl fenası nedir, bilir misiniz? Birdenbire durdu, çok sevdi i bir airin bir mısraını hatırlamı tı: Pire... Pire destin... diye tekrarladı. -Evet, asıl fenası, diyordu? - u, emniyetsizlik. Hayat bir türlü yoluna giremiyor. Ve giremiyecek de. Biz harpten evvelki zamanı tanımadık. Çocuktuk. Fakat insan kitapta okuyunca a ırıyor. O ne emniyet ve istikrardı. Para, i , dü ünme ekli, cemiyet içindeki mücadeleler, hepsi, evvelden dö enmi yollarda yürür gibiydi. Halbuki imdi, her ey alt üst. Hudutlar bile bir gün, bir saat içinde de i iyor. Hadiseler ve asabımız bir anda sıfırdan yüze yükselebiliyor. Evet, belki bir çare bulurlar. Fakat i leri halletmez. Çünkü emniyetsizlik, korku, politika adamlarını a ırttı. Verilmi bir yı ın söz, iflas eden ümitler sinirleri bozdu. Orhan aynı dalgınlıkla: -Evet, bu harp çıkarsa, artık geçen harp gibi kazaen çıkmayacak! -Geçen harp de kazaen çıkmadı. Hatta Poincare istedi i için çıktı, diyenler bile var! Fakat ne olsa, yine bütün dünyayı gafil avlamı tı. Herkes birbirinden korkuyor, herkes birbirine kar ı az çok silahlanıyordu. Fakat halk, böyle bir eye imkan vermiyordu.. Olamaz... diyorlardı. Bu medeniyet asrında bu kadar toptan ölüme karar verilemez.- Fakat imdi... dünya bir iç harbinde. Fikirler birbiriyle kavga ediyor. Fikirler soka a dü tü. -Ama, o küçük bir zümre, de il mi?



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 248 / 279



-De il! Çünkü bu her an devam eden buhranlar, öbürlerini, daha sakinlerini, sadece hayatlarını ya amak isteyenleri de bıktırdı. Onun için harp muhakkak gibi. Orhan, deminden beri, yeni açtı ı kimya laboratuvarının kapısına el kadar bir kilit asmakla me guldü. Onu bitirdikten sonra: -Bir küçük liman için de er mi? -Elbette de mez... Fakat bir liman meselesi de il ki... Arkasından ne gelece i belli de il! Sonra, orta yerde, hakikaten bir Nazi meselesi, bir tagallüp, bir tasallut var! Bu herif insanlı a musallat. -Mümtaz, hakikaten insanlı a inanmıyor musun? Mümtaz, Orhan'a baktı: -Ba ka neye inanılabilir? -Suat'ın mektubunda bahsetti i küçük kıza benzemi ti. -Ben inanmıyorum. Ve onların meseleleri için kan dökmek ho uma gitmiyor. Avrupa tehlikede imi . Bana ne! Biz tehlikedeyken o dü ündü mü? Balkan harbinde bir kere felaketi önleme i aklına getirdi mi? Asırlardır bize so ukkanlılıkla ameliyat yaptılar. Kestiler, biçtiler. Birkaç asırlık topraklarımızdan ot gibi söktüler. Sonra pirinç tarlasına havuç eker gibi yerimize ba ka milletler ekildi. Bunları yapan Avrupa de il miydi? Hitler'i, bugünün meselelerini Avrupa beslemedi mi? - yi ama, bize, ba kalarına üst üste yapılan bu eyler artık bir sona ersin, diye dü ünülebilir! Ve ermeli de! -Bunu harp ile mi önleyeceksin? -Mademki taarruz var, elbette harple... Evvela kapıdaki tehlikeyi savaca ım, sonra da tekrarının önüne geçme e çalı aca ım. -Fena bir eyden iyi bir ey do maz! -Bazen o fena ey, tek çare olur. Kangreni ameliyat durdurur. Cilt kanserini bıçakla kazırsın. Hulasa ameliyat fena eydir ama, bazen tek çare olur. Sonra, yeni bir ahlakın kurulması o kadar güç, ve zaman isteyen bir ey ki. Biz zannediyoruz ki, o güne do ar gibi birden gelir. Hayır ıstırapların ve tecrübelerin arasından, onların terbiyesiyle gelir. Fikirler aramızda daima mevcut. Kıymet hükümleri tenimize geçmi ; o kadar bizimle beraber, bizimle ya ıyorlar. Fakat hiçbir i e yaramıyorlar. Çünkü kafanın bulundu unu hayat bir türlü benimsemiyor. -Harple mi benimseyecek? 1914 ila 1918 arasının yaptıklarını gördük. -Do ru, tecrübe iflas etti.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 249 / 279



Orhan laboratuvarın kilidini asmı , dalgın dalgın dü ünüyordu. Böyle anlarında muhakkak bir halk arkısı söylerdi. Nitekim Mümtaz'a cevap verece i yerde dudaklarının arasından mırıldandı: Gide gide iki duvar arası, Kimi kur un, kimi bıçak yarası... Mümtaz bu türküyü tanıyordu. Geçen büyük harpte babasıyla Konya'da iken ak amları u radıkları istasyonda, nakliyat katarlarında sevkedilen askerler, sabaha do ru araba ile ehre sebze ta ıyanlar hep bunu söylerlerdi. Yanık bir bestesi vardı. Ona göre geçen harpte Anadolu'nun bütün dramı bu türküdeydi. -Ne garip! Halka sızlanmak ve ikayet etmek yakı ıyor ve hatta affediliyor, dedi. Geçen harbin türkülerine bakın! Ne muazzam eylerdir, onlar! Daha eskileri de öyle. Mesela Kırım için çıkan türkü gibi. Fakat münevverde ho görülmüyor. Demek ki onun sızlanma hakkı yok! Demek ki mesulüz. Nuri birdenbire tekrar eski bahse geldi: -Bu sefer de tecrübenin iflas etmiyece ini ne biliyorsun? Bir küçük eyin, bir saman parçasının eksikli i veya fazlası yüzünden. Mümtaz onun dü üncesini tamamladı: -Harbi müdafaa etmiyorum. Neye böyle dü ünüyorsun? Bir kere insanlık galip veya ma lup, diye ikiye ayrılıcak mı... Bu kadarı kafi. Kıymet hükümleri, hatta u runda dövü tüklerimizi iflas ettirmek için bu ayrılık yeter. Elbette her buhranın arkasından iyi, çok iyi eyler gelece ini beklemek hatadır. Fakat ne yapabilirsin? te burada be ki iyiz. Be arkada . Tek ba ımıza dü ündü ümüz zaman kendimizi bir yı ın kuvvete sahip bulabiliriz. Fakat herhangi bir hadise kar ısında... Arkada ları merakla ona bakıyorlardı. O devam etti: -Sabahtan beri kendi içimde bunu münaka a ediyorum. Fakat birdenbire tekrar, deminki fikre döndü. Bilakis daha kötü eyler çok kötü eyler de çıkabilir. -Sabahtan beri neyi münaka a ediyordun? -Sabahleyin Hekimalipa a Camii taraflarında idim. Kız çocukları türkü ile oyun oynuyorlardı. Ta fetihten beri belki bu türküler vardı. Ve kız çocukları onları söyliyerek oynuyorlardı. te bu türkülerin devam etmesini istiyorum. -O müdafaa harbi... o ba ka. -Bazen bir müdafaa harbi, çehresini de i tirebilir. Tabii harp olursa behemehal gidece iz, demiyorum. Çünkü hadiselerin ne olaca ını



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 250 / 279



kimse bilmez. Bazen en umulmadık yerde bir kapı açılır. Birdenbire, bir de bakarsın hesapta olmayan bir vaziyet hasıl olmu ! O zaman harbe girip girmemek senin ihtiyarında olan bir i olur. - nsan hakikaten dü ününce a ırıyor. Geçen harbin ba ında insaniyeti idare edenlerle bugünküler arasında fark, akla sı ar ey de il! Mümtaz hayalinde, bir eyler soracakmı gibi hsan'ı aradı. -Tabii çok ayrılık var. O zaman insanlık bir tek fabrikadan çıkmı gibiydi. Ne kadar çok eye hürmet ediyorduk. Sonra o asırlık diplomasi, onun nezaketleri, itiyatları... Halbuki imdi. Mahalleye deli ta ınmı gibi bir ey. Avrupa kalmadı. Avrupa'nın yarısı, halkı kı kırtmakla. kinler, yeni masallar icadıyle tutunan sergüze tçiler elinde. Konu tukça deminki sabit fikirlerden, hayallerden kurtuldu unu sanıyordu. -Biliyor musunuz ben ne vakit vaziyetten ümit kestim? Rus-Alman ademitecavüz paktı imzalandı ı gün. -Ama, solcular pek be eniyor. Bir dinlesen! Hepsi imdi Hitler'i övüyorlar. Sanki Rayi tag yangını mahkemesi olmamı gibi. Nuri'nin yüzü hiddetten sapsarıydı. -Sanki o kadar cinayet yapılmamı gibi. -Tabii överler. Fakat i 'ar-ı ahire kadar. Anlıyorsunuz ya, kıymet hükümlerini insan bir kere kaybetmesin! Onun için, harbi sevmemekle beraber harpten korkmuyorum ve bekliyorum. Kendisinde hiç tanımadı ı bir katiyetle konu uyordu. Kar ı kahvelerden birisinde bir radyo veya gramofon, ak am saatine ba ka bir sarsıntı getirdi. Eyyubi Bekir A a'nın Mahur Bestesi ak amın içinde yüzdü. Mümtaz oldu u yerde sarsıldı. Dinledi i bestenin arasından, Nuran'ın dedesinin Mahur Bestesi, a kın ve ölümün o muzlim iiri içine doluyordu. Kendi kendine -Yarın gidecek ve benden dargın olarak...- Birdenbire içinde garip, tahammül edilmeyecek kadar büyük bir hiddet kabardı. -Neden böyle oldu; niçin herkes bana böyle yükleniyor? Huzurdan bahsediyordu. Peki benim huzurum nerede kaldı? Ben yok muydum? Bu kadar yalnız ne yapaca ım?- Hemen hemen genç kadının kelimeleriyle konu mu tu. Huzur, iç rahatı...-Bütün mesele burada... Orhan sözünü bitirmedi. -Devam et!.. -Hayır, söyliyece imi unuttum. Yalnız bir noktada haklısın. Fenalı ı kabul etmemek lazım. Haksızlı ı her kabul edi , daha büyü ünü do uruyor. -Bir nokta daha var. Haksızlı a hücum ederken yeni bir haksızlık yapmamak... Bu harp, olursa e er, çok kan dökülecek. Fakat çekece imiz ıstıraplar beyhude olur, e er metodu de i tirmezsek... Huzuru Nuran'da de il, içimde aramalıyım. Bu da ancak feragatle olur.- Kalktı:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 251 / 279



- hsan'ı merak ediyorum, dedi. Beni mazur görün. Sonra bu dü ünceleri de bırakın. Kim bilir belki hiç harp olmaz! Belki de biz girmeyiz. Biz, çok kan kaybetmi milletiz, epeyce ders aldık. Hadiseler imkan verir, belki hiç girmeyiz. Arkada larından ayrılırken, böyle bir harp olursa geçirece i safhalar üstünde hiç konu madıklarına dikkat etti. Buna içinden sevindi. -Fakat hakikaten olacak mı?- Yanı ba ında bir ses, -Aldırma, dedi. Güzel konu tun, rahatladın! Bu kadarı yeter!- Bu Suat'ın alay eden sesiydi. Belki de ondan kaçmak için ko a ko a tramvaya atladı.



Hasta hep eskisi gibiydi. Zayıflamı yüzü hummanın ate iyle kızarmı tı. Dudaklar çatlak ve gergindi; zaman zaman dili ile onları ıslatma a çalı ıyordu. Artık eski hsan de ildi; belki onun bir hatırası olma a do ru gidiyordu. O kadar ki, onu böyle görmek, mukadder yolun yarısında kar ıla ma a benziyordu. Yalnız kendisinde, ba ka tanıdıklarında kalma a bir hazırlıktı bu. -Çehresi biraz daha yorulsun, içten ufalsın, sade bizdekiyle kalacak, bizim içimize geçecek.Ellerine baktı. Damarları dı arıya çıkmı , kavrulmu gibiydiler. Fakat canlıydılar. Ba ka türlü bir hayat tarafından zaptedilmi , ba ka bir iklimde ya ıyormu gibi canlıydılar. Bu kırk derecenin iklimi idi; fakat sade o de ildi; kırk derece bu iklimi tek ba ına yapmıyordu. Bir yı ın küçük mikrop, basil diye anılan, hususi aletlerle gösterilen, ince, sırça tüplerde, kıl borularda hapsedilen, cins cins hayvana a ılanan, böylelikle üretilen, yasaması, ço alması için hususi vasıtalar aranan, sıcaklıklar, so ukluklar bulunan, etrafındakilerden ayırmak, hakiki, küçük, gözle görünmez hüviyetlerinde yakalamak için bir yı ın tecrübeye giri ilen, en akla sı maz ekillerde boyanılan, kırmızı kandan derece derece, kirli ye ile do ru giden mayilerde muhafaza edilen varlıklar, onların artları vardı; ve bu mahluklarla beraberinde ta ıdıkları bu artlar, bu otuz dokuzla kırk arasındaki sıcaklık derecesini, hayatla ölümün arasında bizim co rafyamızdan çok ayrı bir iklim, çok hususi bir yükseklik, bo ucu, çürütücü bir bataklık, binlerce metre yüksekliklerde duyulan bir hava darlı ı, bilinmeyen gazların terkibiyle kayna an bir volkan a zı gibi bir ey yapmı tı. Hastanın gö sü, fena i leyen bir körük gibi inip çıkıyor, kurtarıcı, devam ettirici nefesi bir türlü yetecek miktarda bulamıyor, a ız yutarcasına bir i tiha ile aldı ını, belirsiz bir hareketle, delik bir lasti in havasını bırakması gibi, hiç farkettirmeden bo anıyor, yutma ne kadar çabuk oluyorsa ve ne kadar göze görünüyorsa, kusma da o kadar belirsiz oluyordu. Öyle ki artık buna, bu hırıltılı ve en ematik fonksiyonuna inmi , yetersizli i içinde inip çıkan uzva, insan gö sü demek güçtü. Ba ı ucundaki yarı örtülü ı ıkla bu sefalet, daha göze çarpar ekilde aydınlanıyordu. Bu hasta odası ı ı ı da garipti; sanki her eyi kendisine mahsus bir i aretle gösteriyor, burada u ve u, ötede u ve



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 252 / 279



unlar var diye ısrarla sayıyordu. -Ben çok hususi bir hali, otuz dokuzla kırk arasındaki bir haddi, en son e i i bekliyorum; onu aydınlatıyorum.- diyen bir ı ıktı bu. Fakat bu konu ma, Mümtaz'a göre her eyde biraz vardı. Yatak, hasta ile beraber kabarmı , onun ıstırabını benimsemi ti. Perdeler, gardrobun aynası, odanın sessizli i; gittikçe hızını arttıran saat sesi, her ey bu otuz dokuzla kırkın arasının ne acayip, korkunç, bir dehliz, malumdan meçhule, adetten sıfıra, uurdan mutlak atalete geçen, nasıl çetin bir yol oldu unu gösteriyordu. Bu bir saltanattı. Orada yatan, elleriyle otuz altı derecenin tabii ikliminde hiç yapmadı ı hareketleri yapan, bulundu u yükseklikte gö sünü biteviye indirip kaldırıp ci erlerini serinletecek hava arayan, gerilmi , yıllardır lülesinden su akmamı kır çe melerinin önündeki, o bir parça suya, serinli e hasret topraklar gibi çatlamı dudaklariyle, aydınlı ı kusan gözleriyle, içinden ufalan yüzü ile, -Ben artık eskisi gibi de ilim.- diye avaz avaz ilan eden bu hastanın uzviyetinde bu saltanat dokuz günde kurulmu tu. Dokuz gün içinde eskisi olmaktan, herkese benzemekten çıkmı , hayatın kenarına çekilmi , orada, yalnız dikkat edilirse sa ırtıcı olan bir de i me içinde yava ve emin bir ekilde onu kurmu tu. Tanıdı ı adamdan bu odada ne vardı? Maddenin ıstırabından ba ka hemen hemen hiçbir ey. Gözlerinde parlayan ı ık bile insana tanınan varlı ın ifadesi gibi gelmiyordu. Nerede ise, herhangi bir aksi ta ıyan bir madde de bu kadar parlar, diyecekti. Fakat hayır, hastanın gözleri ba ka türlü parlıyordu. Sanki bulundu u uçta, onun dü üncelerini okuyormu gibi bir eydi bu. -Neden hep böyle kötü dü ünürüm, bu kadar korka ım!- diye kendini içten azarladı ve konu mak için yanına do ru yana tı. Fakat hasta ellerini ellerine alınca gözlerini kapamı tı; konu mak istemiyordu. Küçük bir sessizlik oldu. O zamana kadar duymadı ı cinsten bir sessizlik. Buna sessizlik denemezdi. Çünkü masa saati alabildi ine i liyordu. Sanki her ey onun emrine verilmi ti. Gittikçe artan bir süratle ba ka bir zamanı. nsanın dı ında denebilecek bir zamanla, insan ömrünün zamanı arasında bir zamanı, yolun yarısına gelmi bir olu un, biraz sonra tek bir sıçrayı ta kendisini tamamlıyacak korkunç bir istihalenin zamanını sayıyordu. Bu mücerret hareketin de ilse bile insandan bo alma a çalı an, ölüme do ru giden bir de i menin zamanı idi. Bir sürfenin böcek haline, böce in kelebek haline girdi i anlarda, bu olu ları benimsemi , onların nabzı olmu , onları içinden idare eden zaman yok mu? te o cinsten bir zamandı. Ve bu gece burada yatanın da böyle bir mahiyet ve cins de i tiren hayvandan ne farkı vardı? Hasta gözlerini açtı; dudaklarını elinden geldi i kadar ıslattı; Mümtaz küçük kasıkla suyunu verdi; sonra e ildi, bu kabustan kurtuldu una memnun: -Nasılsın a abey? diye sordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 253 / 279



hsan eliyle her manaya gelebilecek bir i aret yaptı. Sonra kendisine ait bir hüküm vermekten çekiniyormu gibi: -Sen nasılsın? demek için dilini güçlükle a zının içinde dola tırdı. Durdu; kendisini biraz yukarıya do ru çekme e çalı tı. Fakat yapamadı. Gö üs birdenbire darla tı. Eller hareketlerini arttırdılar. Yüz bo ulacak gibi kızardı. -Bir doktor getirsek Mümtaz. Ben korkuyorum. Mümtaz bu gecenin sayılı gecelerden biri oldu unu biliyordu. Fakat krizin bu kadar kuvvetli olaca ını tahmin etmemi ti. Onun için hastanın gittikçe fenala an haline adeta a kınlıkla baktı. Kafasında korkunç ihtimaller birbiriyle çarpı tı: -Ya ben yokken bir ey olursa? diye dü ündü. a kınlık içinde, o zaman getirece i doktoru ne yapaca ını dü ündü. Bir saniye içinde o hiç sevmedi i, antipatik yüzlü mahalle doktoru, gözlerinin önünden geçti. Ötekiler, tanıdıkları, hepsi sayfiyedeydiler. Haksız mıydılar? Bu sıcak mevsimde kendisi de imdi bir hastalık olmasaydı, burada mı olacaktı? Gözlerinin önünde Vaniköy'den Kandilli'ye giden yol, kablonun büyük elmas i nesiyle, balıkçı ı ıkları, yıldız çalkantıları, ku ve böcek sesleriyle, tıpkı geceleyin perdesi indirilmi büyük yalı pencerelerinin camlarında seyredilen ve ı ıktan yapılmı ebruları andıran o sade parıltı ve renk perdesi hayaller gibi canlandı ve Mümtaz -herhangi fena bir ihtimalde,hiçbir i e yaramıyacak doktor sırtında, kendisini bu yolda, bu aydınlı ın içinde yürür gördü. O zaman muhayyilesinin bu korkunç ihtimallere ra men, hala uzakta ya adı ını, çok mühim bir tarafının yalnız Nuran'ı dü ündü ünü anladı. Kendisinden, hodbinli inden mahçup aya a kalktı. Macide enjeksiyon yapmasını biliyordu. Fakat bu kadar güç bir i i ona nasıl emanet etmeliydi? Tekrar hsan'a baktı. Tam bir bo ulma içinde çırpınıyordu. Mümtaz'ın tereddüdünü Macide yendi; aya a kalkarak: - ne yapaca ım, dedi. Bu hiç tanımadı ı bir Macide idi. Sapsarı, gözleriyle her itiraza meydan okuyan, erke ini kurtarma a karar vermi , bu kararla kendi kafasındaki zaafları yenmi kadındı. Mümtaz, hsan'ın kolunu açtı, Macide vakit kaybetmemek için i nenin ucunu sadece alkolle silerek ırıngaya taktı, sonra ı ı a kaldırdı; gözlerine inanamıyormu gibi Mümtaz'a gösterdi. Mümtaz, hsan'ın kolundan geni , atletik formunda ince bir kan izinin hala güne yanı ı geçmemi deri üzerinde yol aradı ını gördü. Hastanın annesi bütün bu i lere a ırmı yüzü ile çok korkunç bir ey gibi bakıyordu. O uzviyete herhangi bir müdahaleden korkardı. Fakat hasta ferahlamı tı. -Ne olur Mümtaz. bir doktor ça ır.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 254 / 279



Bunu Nuran mı söylemi ti, yoksa büyük yengesi mi? Fakat Nuran uzakta idi. Bu gece bu küçük evdeki korkuyu, tela ı bilemezdi. O yarın zmir'e gidecekti. imdi belki de e yalarını hazırlamakla me guldü. Yahut Fahir'le evde konu uyorlar, istikbal için projeler hazırlıyorlardı. Bir rüyadan yeni sıyrılanların garip ve sarsıntılı idrakiyle yerinden kalktı. Gördü ü iplik inceli indeki kan onu alt üst etmi ti. Halbuki neydi? Vücudumuzda kilolarla ta ıdı ımız bir ey. -Behemehal lazım mı? Macide de kaynanasının fikrindeydi. -Ne olur, ne olmaz? diyordu. Mümtaz kapıya do ru yürüdü. Doktor ça ıracaktı. Doktor ça ırmak adetti. Hastalar iyile sin, iyile mesin doktor ça ırılmalıydı. Ne hayat, ne de ölüm adını verdi imiz karde i, doktorsuz olurdu. Hele ölüm... Ya adı ımız dünyada ba ında doktor olmadan ölmek adeta ayıptı. Bu ancak muharebe meydanlarında, insanlar toptan, binlerce, on binlerce öldükleri zaman olabilirdi. Çünkü ölüm aslında pahalı bir eydi. Fakat bazen ucuzlar, herkesin olurdu. O zaman ne doktora, ne eczacıya, ne ilaca, ne de herhangi bir efkate ihtiyaç olmadan insanlar birbirlerine sokularak, birbirlerini kucaklıyarak, birbirlerinin içine geçerek, birbirleriyle en hususi taraflarını payla arak ölürlerdi. Fakat evinde, yata ında, kendine mahsus ölümle ölmek, bu muayyen kaideleri olan bir eydi. Hafız, papaz, doktor, Kur'an sesi, eczacı havanı, gözya ı, takdis edilmi su, çan sesi... Ancak bunlarla ölüm tamamlanabilirdi. Bu insan kafasının tabiatın nizamına ekledi i bir eydi. nsanların arasında bu i böyle olurdu. Vakıa tabiat bundan habersizdi. Bu ilavenin varlı ını bile bilmezdi. Tabiatın ölümü ba ka idi. O kozmik zamanı kendi içinde duymak, onun da ıtıcı pervanesi uzviyetinde ve ruhunda döndükçe, evvela hatıraları ve hafızayı, sonra duyumları ve duyuları perde perde kaybetmek, sonsuz bo lukta bu pervanenin hızına göre birbirinden uzakla an bir yı ın zerreye da ılmak, i te tabiattaki ölüm. Macide'nin tam vaktindeki cesaretiyle hsan'ın içinde bu pervane durmu tu. Tıpkı dü mesi tersine çevrilen vantilatörün hastanın odasındaki gardrobun üstünde, uçma a hazır bir ku u andıran o hareketsiz duru u gibi. Evet, durmu tu ve bu da bir eydi. Hastanın yüzüne bir daha baktı ve odadan müphem bir i aret yaparak çıktı. Yava , adeta su içinde yitirir gibi, kendisinin de layıkiyle bilmedi i birtakım dü üncelerin arasında hareket ediyordu. Sanki e ya ile kendisinin arasında bir yı ın perde vardı. Yahut da içinde kımıldadı ı, dü ündü ü, konu tu u alem, asıl ya adı ı alem de ildi. Bir nevi sadece mü ahit ahsiyetle etrafiyle temas eder gibiydi. Bununla beraber her eyi görüyor, kaydediyor ve dü ünüyordu. Fakat bu görme ve dü ünme, hatta konu ma adeta



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 255 / 279



dumanla mı , kesafetini kaybetmi bir hüviyetle oluyordu. Ta lı ın lambasını yaktı ve her zaman yaptı ı gibi aynaya baktı. Mümtaz hiçbir aynayı kaçırmazdı. Aynalar onun için insan talihinin remzi, zihnin gaibe do ru uzatılmı bir imkanı gibiydiler. Bu sefer de aynaya baktı. Düz billurda aydınlık, küçük bir sarsıntı ile yerine oturdu. Ve bütün ta lı ı derhal içine aldı. Aynalar garipti; derhal i e ba larlardı. Henüz uykudan uyanmı bir hali vardı. Ta lı ın öbür ucunda dört ayakkabı vardı. Dördü de hastanındı. Duvarda kalın saplı emsiye asılıydı. Acaba bunları tekrar kullanabilecek miydi? Niçin olmasın? Da ıtıcı pervanenin hızı insanın içinde durması ya amak için kafiydi. O zaman kozmik zamandan insanın, hayatın zamanına geçilirdi. Bu düzeltici, her yarayı kapayan, her pürüzü temizleyen bir zamandı. Orada saatler insano luna dosttu. Dört ayakkabı; ikisini yazın ba ında almı tı. Biri siyah, biri sarı, fakat ikisi de kı ın giyilebilecek cinstendi. A abey, yazın kı lık ayakkabı almı sın? diye alay etti i zaman, böyle zamanlardaki ciddi tavrıyla: -Ben ihtiyatlı adamım!- demi ti. htiyatlı adam! htiyatlı olsaydı hiç zatürree olur muydu? Tekrar ayakkabılara baktı; - u dünyada etrafımızdaki eylere ne kadar az sahip olabiliyoruz.- Bu ayakkabılar, bu emsiye, bu evin içindeki e ya, evin kendisi, her ey gibi onundu. Yalnız kendisinin olanlar vardı; ba kalarıyla payla tıkları vardı. Fakat yarın, Allah göstermesin, ona bir ey olsa. Hepsi onun olmaktan çıkacaklardı. Me er ki, hatırlayan bir insan, bir hafıza bulunsun. Hakiki tasarrufumuz yalnız insanla ve insanda idi. nsan zekası, insan kalbi, insan ruhu, insan hafızası... nsan çekilince orta yerde hiçbir ey kalmıyordu. -Vakıa bazı hayvanlar da sahiplerini ve ya adıkları yeri unutmazlar...- Fakat bu da insandan kendilerine geçen bir eydi. Elektri i söndürdü. Dört ayakkabı, emsiye, küçük masa üstüne konmu , ak amdan alınmı öteberi, ta lı ın ucuz cinsten maltızı her ey silindi. Aynanın billuru pencereden giren belirsiz ı ık altında, kenarsız, hatta ekilsiz bir takım gölgeler diyarı oldu. Her ey ne kadar çabucak silinmi ti. Bir tecrübe yapan insan haliyle tekrar lambayı yaktı. Bir an için tekrar düz satıhta ve onun bir kısmını daha parlak bir tekrarla içine aldı ı ta lıkta her ey bütün vuzuhuyle, kendi üstlerine toplanmı ekilleri ve hacimleriyle, birbiriyle olan sessiz alakalariyle, canlı, ahenkli, varlıklarını müdrik, hatta var olmaktan, beraber bulunmaktan, herhangi bir bütünü tamamlanmaktan adeta memnun, canlandılar. Bunlar, bensiz de mevcut...- Bir ı ı ın olması kafi. I ık, yani herhangi bir ihsaslar manzumesi ve onun emrinde, onunla i leyen bir uur, bir hafıza... O halde ben lazımım! Ben veyahut herhangi biri... sterse en son insan.Kapıyı merdivenlerden inerken gösterdi i dikkatle kapadı. Sokak ıssız, geceye ra men, az çok aydınlık ve gecenin sesleriyle doluyordu. Uzakta yolun ta ba ında, bu soka a ve açıldı ı daha



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 256 / 279



büyük yola, ortada duru uyle, yere yatırılmı bir terazi hali veren çe menin açık lülesi, birkaç kurba a ve böcek sesiyle bu yaz gecesini tek ba larına kurma a yetiyor gibiydi. Onların kurba a sırtı gibi benekli ve ye il zemini üstünde uzaktan gelen bo tramvay sarsıntıları, cinsi tayin edilemeyen gürültüler bir alev gibi parlıyor, sönüyorlardı. Bu, airlerin her eyin uyudu unu söyledikleri saatti. Kom u kapının e i ine sı ınmı bir kedi yavrusu, insan tecrübesini henüz geçirmemi hayvanların ani korkusu ile birdenbire adımlarının hemen ucundan geriledi ve üzerine atılacakmı gibi pufladı. Mümtaz yalnızlı ında ürküttü ü bu mahluka fevkalade bir ders alacakmı gibi baktı. Ona, bu küçük yavrunun korkusu ile günlerden beri kendi ya ayı ında, dü üncelerinin ıttıratsızlı ında, kafasında her gördü ü, her i itti i eyin bir musallat fikir haline geli inde bir benzerlik var gibi geliyordu. -Kaç aydır, sadece sarsıntı halindeyim...- -Kendi halime kalsaydım, yine her ey düzelirdi. Hiç olmazsa dargın ayrılmazdık...- Elinden geldi i kadar hiçbir ey dü ünmeden acele acele tramvay caddesine çıktı. Yolun iki tarafına, bo bir otomobil var mı? diye bakınarak, arayarak yürüyordu. Mamafih doktorun evi de uzakta de ildi; iki adımlık yerdi, elverir ki evde bulunsun ve kapıyı açma a, beraberce gelme e razı olsun. Fakat doktor evde de ildi. Sanki saat sekizde kendisine; -Emrinize her zaman hazırım, vazifemdir!- diyen adam ortadan kaybolmu . Sade kendisi de il, bütün ev halkı... Uzun uzun zile basıyor; kapıyı yumruklariyle dövüyordu. Fakat çıt bile i itilmiyordu. Evcek ölüm uykusuna mı yattılar acaba? Nihayet kapı aralandı, pejmürde kıyafetli bir hizmetçi, doktor beyle hanımın geç vakit gece yatısına gitme e karar verdiklerini söyledi. -Sekizden sonra gece yatısına gidilir mi? - nsanın parası olunca sekizden sonra da gider. Hizmetçi daha fazla konu ursa uykusu da ılmaktan korkar gibi cümlesini bitirmeden kapıyı kapattı. Çaresiz Bayezıt'a çıkacak, hükümet doktorunu ça ıracaktı. Evden uzakla tı ı andan beri vehimleri artmı tı. Her an, biraz daha gecikirse felaketin sakınılmaz hale gelece inden korkuyordu. Yolda kimse yoktu. Yalnız ta ileride, caddeye çıktı ı noktadan caddenin biter gibi göründü ü dirse inde birkaç tramvay amelesinin te kil etti i bir grup, gece içinde daha keskin görülen pembesi üstün eflatuni bir aydınlı ın üstüne e ilmi ler, insana ister istemez Rambrandt'ın tablolarım hatırlatan bir gölge ve ı ık oyunu içinde rayları tamir ediyorlardı. Gece içinde bu ı ıkla, onun kırdı ı karanlı a, parlayan çehre ve elbiselere ve karanlı a yava yava modele ilerledikçe daha fazla gömülen gölgelere baka baka yürüdü. I ık, her hareketi ayrı ayrı geceye nak ediyor ve çok saltanatlı bir gölge içinde yava yava ve emin ekilde, formları tamamlıyordu. Böylece alelade bir i çok kesif surette canlı oluyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 257 / 279



Yanlarına geldi i zaman amelelerden biri, kendisinden cıgara istedi. -Hiç birimizde kalmadı- diyordu. Mümtaz, cebindeki yarım paketi onlara bıraktı ve yoluna devam etti. Yaz gecesi, çekiç sesleri, a aç hı ırtıları, uzaklarda yolları deneyen bo tramvay arabalarının sarsıntılı geçi leri içinde devam ediyordu. Bayezıt'ta nahiye merkezi, bu cins resmi binalara mahsus o acayip ve dolu çıplaklık içinde, iki elektrik lambasının ı ı ında sanki tetikte uyuyordu. Fakat çabucak uyandı. lk önce nöbetçi bir polis, bilinmeyen bir yerden açık yakası ve elinde tuttu u kasketiyle çıktı; sonra bir hademe bir aralıkta üstünde uyudu u iskemle ile görünme e razı oldu. skemle ve misafiri beraberce uyandılar. Birisi Mümtaz'a do ru ilerledi, öbürü bir adım geri çekildi. Hayır, doktor yoktu. Biraz evvel çok a ır bir do um için ça rılmı , sonra da gecikece ini telefonla haber vermi ti. Bu gece bir çocuk do mu tu. Mümtaz'ın zihni bunu bir gazete havadisi gibi ehemmiyet vermeden kaydetti. Sonra aradı ını bulamamanın a kınlı ı içinde kar ısındakilerin yüzüne baktı. Polis memuru, doktor, doktor, diye tekrarladı. Nihayet, So ana a'nın biraz ilerisinde, bir askeri doktorun evini iyiden iyiye tarif etti: -Son derecede iyi adamdır, iki eli kanda olsa ko ar, fakat bilmiyorum, evinde mi? -Nasıl evinde mi? -Çocukları yazlı a ta ındılar. Fakat o bazı geceler bu tarafta kalıyor. Mümtaz bu bo ucu geceye biraz serinlik, biraz deniz aksi katmak için sordu: -Çocukları nerede oturuyor?.. -Çengelköyü'nde... Orada bir kö kleri var... Çengelköyü'nde... Mümtaz kendisini bu son günlerin endi esinden uzak, Çengelköyü'nde veya Bo az'ın herhangi bir kö esinde görme i ne kadar isterdi. Ne kadar isterdi ki, ayaklarının altında bozuk bir yol, ba ının üstünde Kuleli'nin a açları, o gölgelerin karanlık suda kendilerine mahsus bir alem kurdukları yerde bulunsun, biraz ileride fabrika bekçisiyle konu sun, sonra yava yava Vaniköyü'nden Kandilli'ye do ru yürüsün ve tam yoku un üstünde bir ta a otursun, denizi seyretsin, geceyi büyük ve siyah bir gül gibi koklasın. Nuran'la yarınki bulu malarını dü ünsün. Nuran'ın adı bir sıtma gibi vücudunu dola tı. Fakat hatırlamanın hazzı artık eskiden oldu u gibi saf de ildi. Ona hsan'ı ihmal etmi olma vehminin azabı karı ıyordu. Halbuki buraya kadar ko a ko a gelmi ti. O zaman ter içinde oldu unu anladı. Fakat yine ko acaktı. Bu bir nevi yıldız i iydi. Kabahatli do anlar bütün ömrünce daima



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 258 / 279



içlerinde bu azap, böyle ko arlardı. -Ben de bütün ömrümce... Zavallı hsan...- diye diye dar bir soka a saptı. V Kapıyı bir nefer açtı. Temiz giyinmi bir stanbul çocu uydu. Doktoru sorunca yukarıda diye bir i aret yaptı ve sonra kayboldu. Hemen anında tekrar a a ıya indi. Yukarıya çıkmasını rica etti. Burası büyükçe bir oda idi. ki penceresi, denize bakıyordu. Bir kenarda geni çe bir divan, yanında iki sandalye üzerine yı ılmı bir sürü plak, öbür tarafta da açık bir gramofon vardı. Mümtaz, doktorun yüzüne bakmadan evvel çalınan parçayı tanıdı. Viyolon konçerto sonuna yakla ıyordu. Doktor yata ının üzerinde aya ında getirler ve külot pantalon, sırtında terden vücuda yapı mı fanila, hiç istifini bozmadan dinliyordu. Mümtaz, motifin insana gerçekten bir rüyadaymı hissini veren acayip bir de i iklik içinde, kendi cevherinde yava yava yakla tı ını adeta gözleriyle gördü. Sanki gözlerinin önünde henüz topra a atılan bir tohum çarçabuk büyüyor, dal, yaprak, veriyordu. Ne beklenmedik bir hazırlanı ı, süzülü ü, kendini haber veri i, tereddütleri ve nihayet bir hakikat ke fedilir gibi geli i, kısa geli mesini, ince nüans farklarıyle, tıpkı bir sonbahar bereketi gibi tekrarlayıp sonra yeniden kendi de i ikli inin mucizesi içinde kaybolu u vardı. Hiçbir ey söylemeden, o da yata ın, doktorun bir aya ını çekerek kendisi için bo alttı ı bir kö esine oturdu ve dinleme e ba ladı. Neydi bu? Kendisine sorsalar, - üphesiz dünyada en ba lı oldu um eylerden biri- derdi. Fakat yine hiçbir ey söylememi olurdu. nsan talihinin bir remzi miydi? Bir ikayet veya tevekkül müydü? Hatıraların; gayri uurun ı ı ında muzlim bir raksı mıydı? Hangi ölüyü ça ırıyor, hangi zamanı diriltiyordu? Yoksa sadece bir devin, insan kılı ında, fakat insandan çok ba ka bir mahlukun içindeki kuvveti harcamak için hayatın dı ında, kendi kendine didinerek kurdu u bir baska dünya mıydı? Muhakkak ki, bu da hsan'ın ba ı ucunda iyiden iyiye duydu u o hususi iklim gibi, kendime mahsus sıcaklık dereceleri, bo ucu yükseklikleri, sert ve diriltici rüzgarları, kahredici samları olan hususi bir iklimdi. Burada da tıpkı nabız yüz yirmide ve hararet kırkta iken oldu u gibi, ba ka türlü ve çok güç, yahut hiç olmazsa çok derin ya anıyordu. Suat, ölmeden evvel bu konçertoyu dinlemi ti. Hatta daha evvel, bütün bir gün üst üste sade onu dinlemi ti. Mektubunda böyle yazıyordu. Fakat bu tercihi niçin yaptı ını söylemiyordu. Konçerto, a ır, ıstıraplı yürüyü ünde bunun sırrını vermiyordu. Hatta Suat'ın kendisini dinledi inden de habersizdi. O sadece alevden cevherini etrafa da ıtıyordu. Mümtaz gramofona, Suat'ın bütün sırrı, sanki mikrofonun küçük madeni yuvarla ı ile diskin donuk parıltılar içinde dönen çok kapalı



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 259 / 279



dünyası arasındaymı gibi bakıyordu. Kaç kere onu evinde o son gecede bu parçayı dinlerken tahayyül etmi ti. -Yüzü muhakkak sapsarı olmalıydı... Kim bilir, belki de bana yazmamı teklif etti i hikayedeki kahramanı gibi bir nevi velilik güzelli i içinde her eye gülüyordu.- Mektubunda söyledi ine göre ilk önce o küçük kızla bu konçertoyu dinlemi ler, o ertesi sabah gittikten sonra da kendi kendine onu çalmı tı. Ve gece, mektubunu yazarken yine bunu dinlemi ti. - üphesiz ara sıra ba ını kaldırıyor, en sonuncu defa oldu unu bildi i için bütün dikkatiyle bu ıstıraplı yürüyü e kendini veriyordu.- -Belki de bütün ölecek olanlar gibi dalgın ve her eye kayıtsızdı. Belki de korkuyordu. Yapaca ı i e pi mandı. Onu yapmamak için bir çare arıyor, birisi gelsin, beni bundan kurtarsın! diye kapılara bakıyordu.Acaba bu konçertonun da onun ölümünde bir hissesi var mıydı? nsanı o kadar imkansız yerlere götürüyordu ki... Sonra birdenbire aynı parçayı kendisinin de bu gece dinledi ini müphem ekilde hatırladı. Evet, u anda içindeki hatıra acılı ı, o biçare uyanı beyhude de ildi. -Fakat nerede? Ak am eve geldim; hsan'la biraz konu tum. yiydi. Ben de yorgundum. Yattım. Sonra Macide beni uyandırana kadar...- Diskin birinci tarafı bir hırıltıda bitti. Doktor genç adama bakmadan ikinci yüzünü koydu. Mümtaz uyanmı gibi alnını sildi. -Fakat nerede?..- -Yoksa rüyada mı? Elbette bütün parçayı dinleyemezdi. Fakat bu taptaze hatıra lezzeti, o acılık!Daha ilk gördü ü bir adamın yata ının bir kö esine oturmu iki eli akaklarında rüyasını hatırlama a çalı ıyordu. Hayır, konçertoyu dinlememi , Suat'ı görmü tü. Hem de çok garip ekilde. -Bir sahildeydim; bir yalı rıhtımında. Kar ımda ak amı hazırlıyorlardı. Tıpkı bir tiyatro dekoru gibi. Evvela büyük, çok büyük kalaslar getirdiler. Fakat ne kadar renkli eylerdi. Mor, kırmızı, lacivert, pembe, ye il kalaslar... Sonra onları birbirine çaktılar. -Güne i asaca ız buraya!- diyorlardı. Ben ba ımı sallıyor; -Rüyada güne görünmez, diyordum. Ne güne , ne ay. Uyku ölümün karde idir, diyordum.- Fakat onlar dinlemiyorlardı. Nihayet iplerle güne i çektiler. Fakat bu güne de ildi. Sadece Suat'tı. Fakat ne kadar güzel ve ne kadar renkliydi. pler vücuduna geçtikçe yüzünde tebessümü artıyordu. Sonra onu oraya, bir tiyatro sahnesi gibi hazırladıkları ak ama gerdiler. Batan güne o olmalıydı! Sonra makaralar, bilmedi im aletler i leme e ba ladı. Suat'ı ba layan ipler gerildikçe gerildi. Ben onların etine kadar de di ini anlıyordum ve acımaktan, oldu um yerde çıldırıyordum. Fakat Suat hiç acı duymuyor gibi gülüyordu; her tarafı renk içindeydi, parıl parıldı. Istırap çektikçe daha fazla gülüyordu. Sonra bilmem nasıl oldu? Suat da ılan azasını rastgele fırlatma a ba ladı. Sanki ipi kopmu bir Karagöz gibi bir ey olmu tu ve kendi kendini da ıtıyordu. Önümdeki denizde onun attı ı renkli vücut parçalarını görüyordum. Birdenbire yanımda bir ses peydahlandı: --Bak benim hisseme ne dü tü? Kolunu buraya; bana attı!- diyordu; sese do ru baktım, Adile'ydi; iki kat olmu gülüyordu. te o zaman uyandım. Macide gelmi , hsan'ın a ırla tı ını söylüyordu. Alnını sildi ve etrafına baktı. -Acaba benim için ne diyecek? Oturmu burada musıki dinliyorum. Kim bilir ne delice hareketler



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 260 / 279



yapmı ımdır?- Sonra tekrar rüyasına döndü. -Belki denizin sesiydi...dedi. Plak bitince doktor konçertonun kalan parçasına baktı. Fakat genç adamın üzüntülü yüzünü görünce, -anlatın bakalım!- dedi. Mümtaz: -Lütfen gidelim- diye yalvardı. -Gitmek kolay, delikanlı. Fakat neye gidece iz, onu söyle... -Yolda söylesem olmaz mı doktor? dedi. Doktor gülümsiyerek duvarda asılı duran ceketini giydi. Kasketini eline aldı, dü melerin hiçbirini iliklemeden kapıya do ru yürüdü. Genç adam içinden; Ne acayip gece, Yarabbim, diyordu. Ne bitmez tükenmez gece. Sanki dipsiz bir kabı dolduruyorum. Soka a çıkar çıkmaz i man doktor soluma a ba ladı. Mümtaz kısaca hastanın vaziyetini, gece ani olarak gelen hecmeyi, yapılan enjeksiyonu anlattı. Doktor vil kanfreyi bir ecdat ruhunu tatmin etmek istercesine tercüme etti: -Zeyti kafur... Zeyti kafur... Zeyti kafur, tababetin yüzünü a artan ilaçtan biridir. Fakat kalb için. Halbuki i buraya kadar getirilmezdi. Efendim, bazı arkada lar mesuliyet almaktan çekiniyorlar. Sülfamid varken zatürree ba ında önlenir. Bunu siz de yapabilirsiniz. Her dört saatte sekiz ultraseptil... Derhal mesele halledilir. Mamafih yola çıktık. Bir kere görelim. Kimdir hasta?.. -Amcamın o lu. Benden büyüktür, a abey derim. Kendisinden çok ey beklenen bir insan. -Sizden ba ka kimsesi var mı? -Annesi, karısı, iki çocu u... Fakat karısı... Söyleyeyim mi, söylemeyeyim mi? diye tereddüt etti. Sanki Macide her zamanki çehresiyle kar ısına çıkmı bir eli dudaklarının üstünde sırrımı fa etme! diyordu. -Ne olmu karısı? -Büyük çocuklarını otomobil ezdi i günden beri -birdenbire tam tabirini bulunca daha rahat bitirdi,- melekatı akliyesine pek sahip de il, yahut zaman zaman böyle oluyor. -Gebe miydi o zaman? -Evet, hem son günleriydi... Sonra humma ba ladı, çocuk o hummada do du. Doktor, bir an için yemek tarif eden bir ev kadını oldu:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 261 / 279



-Hafif ve daimi bir hüzün, çok gönül alıcı dikkatler bir nevi genç kız hali, büyük sükutlar, ani ne eler... Efendim, küçük büyük hafıza ittıratsızlıkları. Ah, bu humma-yi nifas! Bu son kelimeyi Moliere'den bir Vefik Pa a tercümesi temsil eder gibi i kin bir eda ile, gö sünü kabartarak söylemi ti. Sonra delikanlının koluna teklifsizce girdi. -Yava ... yava . Beni ko turmakla kazanaca ınız zamanı merdivenin ilk basama ında oturarak size kaybettirebilirim. Fena adam de ilimdir ama, cüsseme ra men küçük kaprislerim vardır. Bir müddet sustu. Elini Mümtaz'ın kolundan çıkardı ve Mümtaz bu yükten kurtulunca hayatı biraz daha çekilir buldu. Doktor ceplerini ara tırdı, sonra renkli ve çok geni bir mendilin katlarını iyice açtı. Terlerini sildi. Nefes aldı. -Çalı maktan yorulmam. Fakat bu i manlık. Vara ilof'un elma tedavisi bile pek i e yaramadı... Bir vaziyet yerle mesin bir kere... Mümtaz politikaya girilece ini anladı. -Bir vaziyet bir kere yerle mesin.- Ne korkunç hükümdü. Fakat doktor kendi açtı ı kapıdan geçme e cesaret etmemi gibi sözü çevirdi. -Galiba musıkiyi seviyorsunuz! -Hem çok. -Yalnız alafranga mı? -Hayır, alaturkayı da. Fakat galiba, aynı adam olarak de il. Sen, acayip bir mahluka benzersin, der gibi delikanlının yüzüne baktı: -O lum, çok do ru bir ey söyledin, dedi. O kadar do ru ki. Mesele musıkiden çok ötede. arkla garp birbirinden ayrı. Biz ikisini birle tirmek istedik. Hatta bunda yeni bir fikir buldu umuzu bile sandık. Halbuki tecrübe daima yapılmı , daima iki çehreli insanlar vermi ti. Mümtaz kendisini bu sabaha yakın saatte, yapı ık karde ler grubu halinde bir yüzü ma rı a, öbürü ma ribe bakar, iki vücudu ve dört aya ıyle yan yan yürür gibi gördü. -Korkunç de il mi doktor? Ama diye ilave etti. ki ba la de il, bir ba la dü ünüyorum. Doktor kendi telkin etti i hayali ke fetmi ti; gülümsiyerek: -Ama iki türlü dü ünüyorsun, dedi. Hatta daha garibi, iki türlü duyuyorsun. Ne hazin de il nıi? Daima Akdenizli bir tarafımız bulunaca ı gibi, daima arklı bir tarafımız da kalacak. Güne vurmu tarafımız. u batıcı ve keskin ayna kırıklarını ruhunda duymak.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 262 / 279



-Bu tek meselemiz galiba. -Hem de co rafyadan gelen, yani tarihin dehasından, yani bizden evvel ve bizden sonra da mevcut. A abeyiniz karısını seviyor mu? -Çıldırasıya. Zaten Macide'yi sevmemek kabil de ildir. Hastalıktan sonra bir çocukları daha oldu. -Vaziyetleri normal demek. Doktor hep kendi dü üncesinin izinde yürüyordu: -Anormallik içinde normal hayat. Görüyorsunuz ya, dünyada olmaz sandı ımız birçok eyler oluyor. Tıpkı yarın harp olursa, bu ate içinde yine hastaların, para sıkıntısı çekenlerin bulunması, hapishanelerde mahpusların ceza müddetlerini doldurma a mecbur olması, muayyen saatlerde karnımızın acıkması gibi bir ey. -Acaba olacak mı? -Ben dı tan gören bir adam sıfatiyle hemen harbin patlamasına ihtimal vermiyorum... Fakat dünya o kadar yüklü, o kadar bu felaketi kabule hazır ki... Durdu, nefes aldı: -Garip bir ey bu... nasıl söyliyeyim? Harbin hemen patlıyaca ına ihtimal vermiyorum. Bu bana olmaz bir i gibi geliyor. Çok ifritçe, çok korkunç, hemen hiç kimsenin yapmasına cesaret edemiyece i, en çılgın ve atılganın bile, en kurulmu makine gibi yürüyenin, o kadar az insan olanın, yahut kendisini böyle zannedenin -çünkü kendimize ait olan zanlarımız daha tehlikelidir,- bile son dakikada bunu yapmaktan çekinece ini, elindeki me aleyi birdenbire, hazırlanmı ocaktan uzaklara ataca ını sanıyorum. Fakat bu son ümittir... Son ümit nedir, bilir misiniz? Çok defa son ümit, temennilerimizin imkansızlı a akseden çehresidir! Tekrar durdu, nefes aldı; Mümtaz henüz Vezneciler'de bulunduklarını büyük bir hüzünle gördü; bununla beraber onu alakayla dinliyordu: -Bu ümidin ne kadar zayıf oldu unu size bir kelime ile söyleyeyim. Bütün ümitlerimiz senelerdir bu i i hazırlayanlarda, bu kadar ciddiyetle, riyazi bir formül üzerinde u ra ır gibi u ra anlarda. Dü ünün bir kere bir preparasyon, bir ameliyat masası, bir tiyatro aksiyon hazırlar gibi yıllarca onu kendileri hazırladılar. Evvela hayatın her tabii haline, her geli me e ve neticesinde buhran adını vererek, sonra da bu buhranlara, kudretlerini, ümullerini üç dört misli ço altacak tedbirler bularak... imdi neye bel ba lıyoruz; etrafımızdaki havayı böyle çıldırtanların, onu nefes alınmaz hale sokanların birdenbire bu i ten vazgeçmesine, birdenbire o imkansız kaynayı tan sükunete dönmelerine, etraflarına muayyen meselelerin gözlükleriyle de il, tabii gözleriyle bakmalarına, yani bir mucizeye... Asıl korkuncu, herkesin, yani kar ı kar ıya gelenlerin ayrı ayrı ruh



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 263 / 279



durumlarında olmasında, kimi refahın yahut tereddüdün, olamaz dü üncesinin verdi i gev eklik içinde, kimisi saf hareketin çılgınlı ında... Yahut sadece ben cesaret edersem, mesele halledilir, yok mu?.. Onu dü ünmede?.. Bir daha, fakat bu sefer elinin tersiyle alnının terlerini sildi ve fikirlerini bitirememekten korkuyor gibi acele acele söyleme e ba ladı. Mümtaz gecenin, içindeki maiye ba ka ey katılmı bir kadeh gibi bulandı ını görüyordu. -Felaket burada. Ama dahası da var, en müteredditleri bile yine hareketin ortasındalar. Onun için herkes kendi vuzuhuna inanıyor. Bu inanı Hitler'i en delice hareketlere te vik ediyor. Fakat bununla da kalmıyor, yava yava harbin tek çıkar yol oldu una inandık. Bununla da bitmiyor. Biz muharebe olaca ını sanıyoruz; tarihteki muharebelerden biri. Halbuki dünya politikacıların burnu dibinde birle mi , meseleleri birbirine kenetlenmi , bir iç harbine hazırlanıyor. ç harp, yani bir medeniyetin gömlek de i tirme ekillerinden biri. Büyük, kendi realitesi içinde kavranması imkansız derecede büyük, adeta tabiatın bir hezeyanına, bir kabusuna benziyen, o kadar büyük bir uzviyetin bir istihale noktasını ya ıyoruz. Her eyin bir içten patlamayı hazırladı ı, zaruri kıldı ı, tabir caizse fizyolojik bir noktadayız. Siyasi bir harbin sakınılması o kadar kolay ki... Bir dümen kırı ı, aklıselimin bir saniye için dönü ü her eyi halledebilir. Fakat bir medeniyet krizini yenmek, onun arızaları içinde uurunu muhafaza etmek, ona kar ı gelme e çalı ırken, dümeni ellerinden kaçırmamak, bir selde sürüklenmemek, bir tayfunda bo ulmamak, bir yıldız müsademesinde toz haline gelmemek kadar güç... -Ne kadar fazla kadercisiniz doktor... -Çünkü tabiat adamıyım. Senelerce bir fizyoloji laboratuvarı idare ettim. On binlerce hasta gördüm. Sakınılması mümkün olanla olmayam artık tanıdı ımı sanıyorum. Ölümün yerle mek için seçti i yeri uzaktan tanırım... -Fakat bu ayrı ey de il mi? -Nerede ki uzuvla ma vardır; orada biyolojik kanunların az çok hükmünü görürsünüz... Zannetmeyin ki bir benzetme i zorla son haddine götürmek için bedbin oluyorum. Daima müdahalenin kabil olaca ına inanıyorum. Doktorum, yani müdahale disipliniyle yeti tim. Fakat... Vaziyet zorla azdırılmı , uzviyeti öyle kavramı ki... Ba ka taraftan bakın. Böyle her eyin birbirine karı tı ı, her sualin birbirine muvazi olarak yürüdü ü, ümitle çalınan her kapıdan bir ejderha a zının açıldı ı bir devirde insanlı ın mukadderatının birtakım yarı deli meczupların, mesuliyetsiz peygamberlerin, production, surproduction deterministlerinin, hüsnüniyetleri ancak silah seslerinde vuzuhla konu an, idam hükümlerinde kıvamını bulan gerçek çehresini takınan ütopyacıların elinde bulunmasının felaketini dü ünün. Alın size



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 264 / 279



Stalin'in jesti. Hadiseler nasıl sıralanıyor. Hitler'de paranoyak olan hadise bu sonuncusunda, tam suikast oluyor. Lenin'in. mongolit peygamber çehresi, nasıl birdenbire tasavvuru imkansız bir Makyavel'e de i ti. Nasıl bir polis romanı entrikası oldu. Stalin kendi çehresinin ve resimlerdeki bakı ının sözünü nasıl tuttu?.. Dünyayı cennet yapacak bir ideal namına, bir gün kendisine çevrilmek ihtimali olan silahı bütün insanlı a nasıl çevirdi. Açıkça harbi te vik ediyor; olması imkanını hazırlıyor. Benden korkma, emin ol! diyor. Küçük ve do rusunu isterseniz son derece maharetli bir jest. Eski müverrihler olsa göklere çıkarırlar. Fakat nefsini müdafaa için olsa da cürme i tirakten ba ka bir ey de il; me aleyi tutan eli oca a iyice yakla ması için dürtmek gibi bir ey. Mantı ına girersek kendisine göre belki de haklı. Fakat kendisine göre... Halbuki bugünkü dünyada kendisine görenin tek yeri olmaması lazım. Bunu size, bana, Anvers'deki banka memuruna, Brüksel'deki imendifer kondoktörüne, ne bileyim, herkese anlatmak mümkün. Fakat bir misti e, dünyayı geni bir sahne, kendisini bir aktör sananlara, kanlı ölümü nefsi için bir hal çaresi bilerek i e ba lıyanlara nasıl anlatırsın. Birisi rolümü bana Allah ezberletti diyor; öbürü tarihi determinizmin içinden geliyorum, diyor. Girdikleri dar sokakta eski bir kona ın duvarından çiçek kokuları, bu durulmu gece içinde, sanki kaybolmu saadetlerin, ümitlerin, berhava olmu hulyaların hatırasiyle, tıpkı bir vicdan azabı, nefse kar ı i lenen bir cürmün o hiç affetmiyen, bir azap mele i gibi insanı bütün ömrünce kovalıyan uuru gibi ve yine tıpkı demin dinledi i konçertonun, her süzülü ünde biraz daha kendisini bulan, çoklu u içinden yava yava kendisi olarak halka halka sıyrılan ve sonunda bir altın ejderha gibi insanda çöreklenen arana mesi gibi, keskin, öldürücü bir hisle içine yerle ti. Kendisini son derece bedbaht duyuyordu. Sanki bütün bu cürümleri kendisi i lemi gibi ıstırap çekiyordu ve sadece hiçbir kabahatin kar ılı ı olmadan çekti i bu azapla, insanlı ın nasıl bir bütün oldu unu, bu bütünlü e kar ı yapılan her hareketin nasıl bir günah oldu unu bir kat daha anlıyordu. Artık hiç kimseyi tek ba ına dü ünemiyordu; ne Nuran, ne hsan a abeyi, ne yenge, ne Macide, ne yazaca ı kitap, hiçbiri yoktu. O imdi dün sabah okudu u, hatta anlamadan baktı ı gazete man etlerini görüyordu. ngiliz donanması seferber edildi; kara ve hava ihtiyat kuvvetleri davet edildi; Almanya, Polonya'ya yaptı ı 16 maddelik teklifi ne retti. Fransa taahhütlerine sadık. Evet aradan o kadar çok hadise, sıkıntı, ahsi üzüntü geçmesine ra men hepsini oldu u gibi ve asıl manalarını bilerek görüyordu. -Bilir misin, delikanlı, meselenin vahameti nedir? Mümtaz meselenin vahametini biliyordu. Ölüm küreye kanatlarını germi ti. Fakat yine dinledi: - nsanlık fena bir ihtimali bir kere kendisine ufuk bilmesin; bir kere uçurumu görmesin. Bir daha ondan geriye dönemez. Onu giyinir.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 265 / 279



Kıymetli bir eyiniz, iyi bir yazma, güzel bir gramofon, bir Acem halınız var mı, sakın onu satmayı bir imkan gibi dü ünmeyin, evliyseniz karınızı bo amayı, seviyorsanız sevdi iniz kadına darılmayı bir kere olsun aklınıza getirmeyin. Sonra bu i lerden ne kadar çekinirseniz çekinin, mıknatıslanmı gibi, arkanızdan itiyorlarmı gibi onu yaparsınız, insan hayatında sakınmak yoktur. Hele kütle halinde, asla. Bir kere uçurum göründü mü, ölüm simsiyah dili ile konu tu mu? Acaba Nuran'la aralarındaki dargınlık hangisinin hatırına gelmi ti. nsano lunun içinde çalı an o kendisi ve her yaptı ını beraberce harap etme kudreti hangisinde daha evvel hız almı tı. -Ben küçük bir hodbinim. Dünya ne ile mustarip, ben ne dü ünüyorum. Evde bir hastam var, ba ımı delikten bir parça çıkardım mı, milyonlarca insanın hayatiyle u dakikada oynandı ını görüyorum. Sonra küçük bir kadın için.Fakat devam edemedi; çünkü bu küçük kadının, söyledi i kadar küçük olmadı ını ve bir sene dünya ile arasında en güzel köprüyü kurdu unu, onun hassalariyle duydu unu, onun vücudu ile geni dünyaya açıldı ını biliyordu. -Yelkenim, denizim, sonunda adam...O kendisi için gerçek ufuktu; fikirlerini onunla derinle tirmi , onunla bir iç nizam sahibi olmu tu. -Fakat hangimizde daha evvel uçurum konu tu? Benim ipi gerdi im muhakkak... Fakat koparan o. Hayır, hiç de böyle de ildi. O ayrılma a karar vermi ti. --Mademki Fahir bana dönüyor, mademki hastayım, sana muhtacım, çocu unun babasıyım, beni reddetmemelisin diyor, ben dönme e mecburum; mesut olmayaca ımı biliyorum, fakat huzur için buna mecburum...- demi ti. Bütün bunları söylerken ne kadar mustarip yüzü vardı; fakat bu mustarip yüz, genç kadının bu karara varmak için iki ay sarfetti i gayretin, kendi kendisiyle didi melerinin yanında hiç kalıyordu. O da iki ay, kendi kendisinin gölgesi, kendinin iki yol a zında, içi ezgin bekleyen bir de i i i olmu tu. Mümtaz, -Kendisini süslemek ihtiyacı...- diye dü ünmek istedi; fakat de ildi. yi biliyordu ki, de ildi. Olsa olsa Fahir'i biraz sevebilirdi; çünkü efkat ve merhamet de bir nevi sevgidir; onunla son görü tükleri günü dü ündü. Bo az'dan stanbul'a beraber inmi lerdi. Köprü'ye kadar genç kadına son kararı üstünde tek bir kelime söylememi , fakat tam Köprü'de tekrar yalvarmı tı. Bu eski yalvarı ların çok ba ka türlüsüydü. çinde bırakılmı insanın hıncı, izzetinefis yarası, hepsi vardı. -Bugün gel- demi ti. -Bu i ten vazgeçmelisin!- -Beklemeyin beni. Çünkü gelmiyece im. Bundan sonra size yalnız dostlu umu verebilirim...- Mümtaz da bu dostlu u istememi ti. -Olmaz, demi ti. Bu vaziyet içinde en az olabilece imiz ey birbirimizin dostu olmaktır. Sen de biliyorsun ki, kalbini kendimden azıcık uzakta duydu um zaman benim için her ey bitiyor. En sefil mahluk oluyorum. Bütün ahengimi, vuzuhumu kaybediyorum. Biçare bir ey oluyorum.- O zaman mukadder cümle gelmi ti: -Yeter Mümtaz.. Artık bıktım...- demi ti. Mümtaz genç kadının bu sözü söylerken bu bir sene içinde onun yüzünden çektiklerinin hepsinin içinde canlandı ını biliyordu. -Eminim ki o dakikada benden hiçbir iyi hatıra kendisinde yoktu. Sadece...-



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 266 / 279



Sonra birbirlerine -Allah'a ısmarladık- demi ler, genç kadın, yoluna gitmi , Mümtaz birtakım karanlık, dar sokaklarda, küçük eskici dükkanlarına, kimlerin ve nasıl yediklerini bilmedi i, tahmin edemedi i yiyecek eyler satan satıcılara, her tarafına ya mur sefaleti akan biçare evlere, duvarlara, içinden gelen ne eyle aydınlanması hiç kabil olmadı ını sandı ı ölü pencerelere baka baka saatlerce yürümü tü. Sanki tanıdı ı, bildi i ehirde de ildi; sanki etrafındaki her ey, mütemadiyen ya an ve ya madı ı zaman dahi sefaleti eksilmeyen bu ince, yapı kan ya murla peydahlanmı gibiydi. Bu ıstırabının, kadınsız kalmı uzviyetinin, parça parça ruhunun kainatıydı. Neden sonra kendisini Dolmabahçe'de, deniz kenarına inmi , rıhtımda odun bo altan küçük, kırmızı boyalı, bir takayı uzun uzun seyreder bulmu tu. -Ya hep, ya hiç... O zamanki dü üncesi buydu.. Ya hep, ya hiç... Yani ölüm. Tıpkı Hitler gibi konu tu unun farkına vardı. Ya hep, ya hiç. Ya dünya imparatorlu u, yahut da siyah ölüm. Fakat tabiatta ne hep ne hiç vardı. Hep veya hiç beraber oldukları zaman, insan kafasının o terazi mükemmeliyetinin bir sakatlı ı oluyordu. Bu harikulade cihaz kendi mükemmeliyetinde a ırınca bu muadele çıkardı. Veya onu düstur tanıyanlara, bu mudil hayatı onun zaviyesinden görenlere!.. Bu hendesi noktada insano lu bütün hayatın kendi elinde oldu unu sanırdı. Çünkü bu öyle bir noktadır ki, orada yalnız kendimiz varız. Daha do rusu bir anımız. Çünkü -hep veya hiç-i biz dahi biraz kendimizde derinle tirdik mi, terazi mücerret muvazenesinden kıl kadar uzakla tı mı unutur, azapların, aldatıcı hayallerin, ümitlerin, pi manlıkların dünyası ba lardı. Ya hep, ya hiç. Hayır, her eyden biraz. Genç adam daldı ı dü üncelerden silkinmek istedi, muvaffak olamadı: ri cüsseli doktor koluna iyiden iyiye asılmı tı. Durdu. Bir daha içini geceye bo altır gibi nefes aldı. -Birkaç ki i her eyi de i tirebilir, anlıyor musun? yi bir ekip... Böyle iken... Bak bu sakin gece saatine. Bir de yarın sabahı dü ün. Yarın sabah Mümtaz'ın önünde siyah bir kuyu idi. Fakat doktor kendi i aret etti i bu kuyuya bakmadı bile. -Ne hazin de il mi? Bir milletin, veya bir sınıf insanlı ın evvela birtakım çıldırtıcı eylerle zıvanadan çıkartılması, sonra da bir delinin veya inzivada hazırlanmı bir planın onu istismar etmesi, benimsemesi, cin çarpmı gibi ta tan ta a çarparak uçuruma sürüklenmesi... Dü ünün bir kere u Almanya'yı. Fert fert dü ünün... Sonra kütle halinde bir sadistin eline dü ünce yaptıklarına bakın... imdi bu sadizm, bu kudrete iman, talihe güvenme, yalnız ben düzeltirim dü üncesi, ifrata gitmi bir ceza ile öbürlerine, kar ısındakine geçecek... Korkunç bir kapı açılıyor. Bir set çöküyor ki, arkasında yalnız sayısız felaketler vardır. Mümtaz bu kapıdan geçmek istemiyor gibi durakladı. -Ben geçen harpte Alman talebelerinin ailelerine yazdıkları



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 267 / 279



mektupları okudum. Hepsi insanlık misti i idiler... -Mistik... te en korkunç ey. Bir kere aya ınızı topraktan kesmeyin. Her ey olursunuz, havadan kaptı ınız her ey... Çünkü uzviyetinizde parazitler konu ur, insanlık misti i, kuvvet misti i, ırk misti i, hacalet, ıstırap misti i... Çünkü tanrılık yanıba ınızda bir aktör elbisesi gibi asılıdır, derhal giyinmek öyle kolay ki... Bir kere insan tanrıla ma a alı masın. Mutlak bir fikir oldu unu, hakikatin tek göründü ü yer oldu unu sanmasın. Delikanlı beni imanlarım, üphelerim kadar mustarip eder. Onun için kimseye zararım yoktur. Onlar, mistikler öyle de il. Onlar misyon sahibidirler... Küçük çocuk gibi bir gülü ü vardır. Mümtaz bu gülü ün saflı iyle mesut tekrar söze ba lamasını bekledi: -Küçükken bize bir deli hafız gelirdi. Huddam sahibi oldu unu söyleyen bir adam. Babam define arama a koyulmu tu. Hafız bizim selamlıkta yatar kalkardı... Erkenden kalkarlar, bilmem nerelere giderlerdi. Ben selamlı a girip çıktıkça onun define yerini aramasını bazen görürdüm. Gaiple konu urdu. Duvara yüzünü döndürür, orada tıpkı telefonla konu uyomu gibi mevcut olmayanla, kendi ruhunun sakatlı iyle konu urdu. Cevaplardan, suallerin eklinden konu mayı anlardım. Bir deli, görünü te zararsız bir deliydi. Fakat delinin zararsızı yoktur. Delikanlı, deli daima zararlıdır. Cezbe korkunç bir eydir. Bir gün babam yokken yine duvarla konu mu . Definenin bulunması için küçük Arap ahretli in biti ik arsada bo azlanması lazım geldi ini ö renmi . Evde birdenbire bir kıyamettir koptu. Deli hafız mutfa a girmi , bütün et bıçaklarını acayip dualarla okuyarak bileme e ba lamı . A çı evvela gözlerindeki parıltıdan üphelenmi , sonra da huddamı ile konu urken söyledi i sözlerden... çünkü hem bıçakları biliyor, hem konu uyormu ... Bereket versin vaktinde yakalandı. Babam Topta ı'na kapattırana kadar, neler çekmedi. Orada da rahat oturmadı; her gün babamın aleyhinde saraya bir jurnal yazardı. -Babanız define merakından kurtuldu mu bari?.. -Kurtuldu, yani bu sefer altın yapma a kalktı, ve neyimiz varsa, yoksa bir Merake li sahtekarın cebine girdi... - çini hüzünle çekti.Bu cins hastalıklardan kurtulmak zannetti imiz kadar kolay de ildir. O kadar birbirine benzer yüzleri vardır ki. Alın bugünkü Nazi sadizmini... Yarının bütün bir mazohist edebiyatını, yeraltı edebiyatını imdiden onların kuvvete ibadetinde okur gibiyim... Yalnız zaaf vardı, gözya ı vardı, beni öldürün, beni parçalayın; ben zulüm gördükçe, acı çektikçe kendimi bulurum... Sonra isyanlar ba lar. Oh, ferde acıyın... ferdin hakkı kayboluyor, fert eziliyor, fert bu et kemik Babil'in kanlı tu lası, kiremidi oldu... Bundan on sene evvelkilerini hatırlarsınız. Geni gö sünü gece içinde i irdi:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 268 / 279



-Sa lık, Yarabbim bize sa lık ver... Kuvvet de il, sa lık... nsano lunun sıhhati... Hayatı oldu u gibi kabul edecek sa lık... Tanrılara benzer ömür istemiyoruz... Bize nasip olan ömrü ya ayalım... nsanca ya amak... Hiçbir eye aldanmadan, kendimize yalan söylemeden, kendi yalanlarımıza, gölgelerimize tapmadan ya amak... Mümtaz, -Bu da bir ba ka türlü peygamber...- diye dü ündü. Mahallelerine girdiklerinden memnundu. Bu kadar dü ünce, bu kadar tezatlı muadele ho una gitmiyordu. Hepsini birden omuzlarından silkmek ister gibi Nuran'ı dü ündü; onun yanında hayat ne kadar rahattı. Her eyin kendi kıymetinde ayarlandı ı dünya... Fakat Nuran çok uzaktaydı, ve yakla tıkları evde ne halde oldu unu bilmedi i bir hasta vardı. Çok sevdi i bir hasta... -Yüz adım, ancak kaldı, diyordu, sade yüz adım...Ve tekrar birtakım hadlerin, engellerin arkasında ya amanın acılı ıyle içi burkuldu. -Noluyorum, benden evvelkiler de ıstırap çekti. Dü üncesini bitiremedi. Yolun ilerisinde arsanın ısırganları arasından bir gölge onlara do ru fırladı. Doktor irkilmi ti; genç adam: -Ehemmiyet vermeyin dedi. htiyar bir Bekta i'dir. Burada bir mahzende yatar... Mahalle halkı tarafından beslenir. htiyar adam önlerinde durdu: . -Hu erenler... Eliyle selam verdi. Sonra Galib'in beytini okudu: Ho ça bak zatına kim zübde-i alemsin sen, Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen! Sesi kalın ve dikti, kelimeleri eliyle bir kabartmayı yokluyormu gibi harflerin ve seslerin bütün kudretini a ikar ederek söylüyordu. Anla ılmaktan, i itilmek ve anla ılmaktan ba ka endi esi yokmu gibi hiçbir hususi ifade, hiçbir eda ta ımıyordu. Her türlü peygamberlikten, hatta davetten uzaktı; böyle oldu u için daha tesirliydi. Sanki onları bir gerçekle ba ba a bırakıp kendisi ortadan çekilmi ti; ve bu gerçek onların azabı olan gerçekti. Sade onların mı? Uzak ve yakın bütün dünyanın. Bu gerçek bütün gece, daha evvelki geceler, içinde dola tıkları, a ından bir türlü çıkamadıkları karı ık ve karanlık dehlizin içinde ilk yol gösterici i aretti. Doktor: - yi ama, bu Bekta i de il, Mevlevi...



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 269 / 279



-Hayır, Bekta i. Ben çok konu tum; kaç defa o, hsan A abey ve ben beraber rakı içtik... Halis Bekta i'dir, gayet güzel nefesler söyler; bu beyti ayrıca seviyor. Bana bir gün tek hakikat budur: nsana hürmet etmeli; bu hürmeti zorlamadan içimizde duymalıyız, diyordu. Ona göre sevgiden daha mühimmi ... Hulasa insana ve insanlı a hürmeti var... - nsanlı a hürmeti var... O halde tam deli. Sonra birdenbire tonunu de i tirdi. Etrafta cılız bir ı ı a tutulmu elleri andıran eyler arasında daha solgun görünen evlere, yabani otlar içindeki arsaya, yanındakinin yorgunlu u karanlıkta ancak sezilen yüzüne baktı; bir horoz ba larının üstünde bir yerde kanat çırptı ve gecenin içine uzviyetinde mahbus bir aydınlı ı yava yava eritilmi yakut ve akikten bir iksir gibi bo alttı. - ark, dedi. Canım ark. Dı arıdan miskin, budala, çaresiz, fakir... Fakat içinden hiç aldanmama a karar vermi ... Bir medeniyet için bundan daha güzel ne olabilir? nsanları içlerinden tatmin etme i ne zaman ö renece iz? Ne zaman bu -ho ça bak zatına-nın manasını anlıyacaklar?.. - ark anlamı mıydı sanki... -Anlasın, anlamasın... Söylemi ti ya. V Küçük ahretlik, onlarla beraber yeti mi ve lambayı yakmı tı. Mümtaz doktorun arkasından girer girmez aynanın aydınlı ında bir saat evvel bıraktı ı eyleri aynı vaziyette, aynı kayıtsız sa lamlıkla, bir saat evvelki gibi yalnız kendileri olmakla memnun, kendi üstlerine toplanmı , parıldıyor gördü. çinden: -Ah bu e yanın bizden ayrılma a fırsat bekler gibi halleri...- diye dü ündü. -Dünya, bensiz de mevcut. Kendi kendine mevcut. O berdevam. Ben bu devamın küçük bir çizgisiyim... Fakat varım, var olma kuvvetini bu devamın uurunda buluyorum. O devamla ba langıç noktamdan hareket ettim ve belki ebediyet boyunca yürüyece im... Çok zalim eylerden merhamet isteyen adam haliyle etrafına baktı. Çünkü ebediyet boyunca yürüyemiyece ini, belki u dakikada, belki yarın, belki birkaç gün sonra, hulasa bir gün bu devam içinde devamın bitece ini ve onun yerini alacak ba ka devamların gelece ini, artık eskisi olmayaca ını, aynı ürpermeleri duymayaca ını, hatta ürperip ürpermiyece ini dahi bilmedi ini biliyordu. Ebediyet zihninin zaman zaman çok derinlere uzattı ı müphem bir ı ıktı. Hatta çok derinlere de de il. Sadece bilinmeze do ru uzviyetinde bir lahza kayan bir taraf. Halbuki realite u bir bakı ta çift ya ayı le ve ömrü boyunca mazisiyle kavradı ı, ta lık, u çıktı ı merdiven, daha girmeden ilaç, ter, hastalık dolu tatsız kokusunu duydu u hasta odasıydı; oradaki ıstıraptı. Bununla beraber görmedi i, teniyle duymadı ı, fakat içinde bir bıçak gibi çalı an, ba ka realiteler de vardı. Nuran'ın bir gün beraber seçtikleri beyaz geceli i içindeki tek zambak hali, kö kün alçak duvarlarından ta an



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 270 / 279



a aç dalları, mehtaplı gecelerde adeta canlanan o bodur incir a acı, kapının önündeki genç çınar. Önünden geçti i geceler, tekrar bir gün onunla oturmasını, bir sabah çayı içmesini o kadar özledi i, bazen örtüsünü kaldırmayı unuttukları için kendisine bu saadeti daha mümkün gösteren o küçük masa ve koltuklar... Fakat daha ba ka realiteler vardı. Bunlar hiç görmedi i, hatta, var olup olmadıklarını bilmedi i; fakat u birkaç günün havadislerinin ı ı ında içine yerle ti ini duydu u eylerdi. Onlar da içinde bir bıçak gibi çalı ıyordu. Makine ba ında aldıkları havadisleri bir merkezden öbürüne karılarını, çocuklarını, evlerini dü ünerek veren telgraf memurları, matbaalarda bu havadisleri elleri yanarak dizen mürettipler, acaba unuttu um bir ey var mı diye ev içinde tekrar tekrar dola ıp belki yirminci defa hazırladıkları çantayı açan ve hiçbir ey yapmadıkları, bilinmezi kar ılayacak yeni ve faydalı hiçbir ey ilave edemedikleri için sadece kırık tebessümlerini, biçare dualarını ve ellerinin temasını bırakıp kapatan kadınlar... imendifer düdükleri, ayrılık arkıları... Bunlar da içinde bıçak gibi çalı ıyordu. Hayır, ebediyet de il, fakat dünya evindeydi. Herkeste dünya vardı. Bazen uzviyetimizin bir kö esinde, bazen tek bir ruh halinde, bazen gündelik i lerde unuttu umuz, fakat yanımızda ve kanımızda ta ıdı ımız bir dünya, -Bir dünya ki ister istemez bu ak am a ırlı ını sırtımızda duyuyoruz.- Ve hastanın ba ucunda doktorun pehlivan yapısını bu a ırlık altında biraz daha çökmü gördü. hsan biraz daha iyiceydi. Fakat dalgındı. Alnında derinin gerginli ini yumu atamıyor zannını bırakan, ona yabancı denebilecek ter damlaları vardı; nefesin tazyiki altında daha i kin ve daha kuvvetli görünen gö sü ile, bu ter damlaları ve kırmızı yüzü ile hastadan ziyade, saatlerdir yenme e çalı tı ı dalgalardan henüz çıkmı , kumsalda yattı ı yerde nabzın tabiile mesini bekliyen bir atlete benziyordu. -Gerçekten yendi mi...- diye dü ündü. Yüzü ne kadar garip bir uzaklık içindeydi. Zihninde en fena ihtimaller yine canlandı. -Hanımefendi tam zamanında hastayı kurtarmı lar... ben tahmin etmi tim zaten, sülfamid dozunu arttırmaktan ba ka yapacak bir ey yok. imdi size sekiz sülfamid içirtece im. Ve neticeyi emniyetle bekliyece iz. Yalnız kalb için bir ufak urup ve bir ilaç daha lazım. Mümtaz Bey galiba bir daha yorulacaklar. hsan kesin anlardan ibaret hayatı arasından Mümtaz'ın yüzüne bunu da nereden buldun?- der gibi baktı. Sonra elini uzattı, doktorun elini tuttu; belki geceden beri ilk sözünü söyledi. -Ne dersiniz? Olacak mı? Bu budalalı ı yapacaklar mı? Doktor, sade hastaya cevap verdi: -Siz iyile me e bakın! Fakat gözlerinin içinde -Seni anlıyorumdiyen bir ifade vardı. V



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 271 / 279



Tekrar soka a çıktı ı zaman kendisini evvelkinden daha çok hafif buldu. Demin kafasını çatlatan dü üncelerden hemen hemen eser yoktu. Garip, hiç duymadı ı bir hafiflik içinde yürüyordu. Sanki a ırlık kanununun dı ında idi. -Kanatlarım olsa uçabilirim- dedi. çinde ya adı ı vaziyetin a ırlı ıyle tezat yapan bu hal onu çok a ırttı. Çünkü yine her eyi oldu u gibi görüyordu. Bu gece belki harp ba lamı olabilirdi. hsan'ın vaziyeti ne olsa a ırdı. Hayatla ölümün arasındaki dehlizde o kadar ilerlemi ti ki, geriye dönmesi güçtü. Nuran bu sabah gidecekti ve bu gidi ikisi için de yıkımdı. Onun gidi i ile kendisi için her ey bitiyordu. Bütün bunların hepsini biliyordu. Fakat daha bir saat evvel onun için, o kadar yıkıcı olan bu hakikatlere imdi çok uzak, ahsiyle ve etrafiyle alakasız eyler gibi bakıyordu. Sanki hepsini bir ölümün ötesinden görüyordu. Fakat, son derece rahattı. -Acaba neden?- diye sora sora yürüyordu. -Ben ki o kadar dü ünürüm. Dü üncem, yorgunlu u yüzünden bir türlü yata ına giremeyip odasında sabaha kadar dola an adama benzer. Neden imdi hiçbir ey dü ünemiyorum? Fakat bu dü ünce bile kafi derecede zalim olamıyordu. -Yoksa ya amıyor muydum? Yoksa dünyadan ayrıldım mı?- -Belki de dünya beni bıraktı. Niçin olmasın? Bir kabı herhangi bir mayiin bo altması gibi...- Bununla beraber yapaca ı i i biliyor, yürüyece i yolu tanıyor, hsan'ın ilacını bir an evvel getirmek için acele ediyor, üstelik zihni her rastgeldi i eyi kendisine bile imkansız görünen bir sarahatle kaydediyordu. Arsa bilinmeyen bir tarafta, çok uzaklarda aydınlı ı tutan bir set çatlamı gibi gölgelere bürünmü tü. Otlar adeta üzerlerine üflenen cilalı bir ye illik vehmiyle parlıyorlardı. Her taraf ürperi içindeydi. Bu, sabahın sazlarını deneme e hazırlandı ı saatti. Biraz sonra kainatın çatısı yeniden kurulacaktı. Evlerin ta lıklarında, odalarda sabah ı ıkları yanmı tı. Bulanmı havada bu ı ıklar bir tiyatro dekorunun yapma havasını yaratıyorlardı. Bir kadın pencereyi açtı, yarı çıplak vücudu ile geceye kar ı gerindi, çıplak kollarıyle saçlarını düzeltti. Bir köpek yava ça yattı ı yerden kalktı, bu sabah yolcusuna do ru ko tu. Fakat tam yanına yakla ınca vazgeçti, biraz ileride kapalı penceresi önünde mumlar yanan bir türbenin dibine kadar ko tu. Bir sütçü, atının iki yanına astı ı gü ümlerinin üstünde rahatça ba da kurmu dörtnala yanıba ından geçti. Uzaktan bir korna sesi geldi. Mümtaz bütün bunları ve gö ün gittikçe de i en rengini görüyordu. Fakat bu görü te de bir de i iklik vardı. Bu duyularımızın her gün, her an e ya ile yaptı ı temaslara benzemiyordu. Daha ziyade e yayı kendisinde bulmak, her eyi kendi içinde kendisinden bir parça gibi seyretmekti. ehzade Camii'nin avlusundaki a açlardan büyük bir karga sürüsü koptu. Keskin bir çı lık ve madeni akırtılarla ba ının üstünden geçtiler. Açık fırından gelen taze ekmek kokusu bütün caddeyi sardı. Rayları tamir eden ameleler imdi camiin önünde idiler. Asetilen hala yanıyor, hala o zengin Rembrandt yaldızı yarı karanlı a do ru uzanıyor, yüzler, eller, vücutlar eritici aydınlıkta yutucu karanlık arasında ayrı ayrı perdelerde hüviyetlerini de i tiriyorlardı. Mümtaz,



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 272 / 279



bu ellerin hareketlerini ve yüzlerin dikkatini bir daha hayran hayran seyretti. -Bizim semt...- diye dü ündü. Bütün çocuklu u bu cadde ile etrafındaki sokaklardan ona do ru geliyordu. -Bir mahallesi, bir evi, itiyatları, dostları olmak, onlarla beraber ya amak ve onların içinde ölmek...- Kendisine gelecek günleri için hazırladı ı bu hayat çerçevesi bir türlü içine yerle medi. Zaten hiçbir dü üncesinde devam edemiyordu. E ya, bütün verimler onda kendiliklerinden mevcuttu. Bir akis gibi çok kısa bir dü ünce uyandırıyorlar. Sonra yerlerine ba kaları geliyordu. Ne kadar zalim olursa olsun bir dü üncenin dehlizinde yolunu a ırmanın hasretini duydu. Vezneciler'den geçerken ortalı ın biraz daha a ardı ını duydu. Bayezıt'a geldi i zaman set üstündeki kahvelerde hareket ba lamı tı. Vakıa iskemleler hala içeride üst üste yı ılıydı, fakat i güzar garsonlar sabah mü terileri için bir iki masa hazırlamı lardı. Bir tanesi Mümtaz'ı görünce adeta sevindi: -Buyurun Mümtaz Bey, çay imdi demlenir, dedi. Fakat imtihan sabahlarının birden bu geriye dönü ü Mümtaz'da hiçbir akis yapmadı. Eliyle i im var gibi bir i aret yaptı. Caddenin Aksaray'a do ru giden tarafında sabah yolcuları, gazete satıcılarının, simit ve po açacıların sesleri ehrin sabahını kurma a ba lamı lardı. Mümtaz, cami tarafına baktı. Bir güvercin sürüsü yere do ru süzüldü ve birdenbire tekrar yükseldi. -Acaba neden korktular?- diye dü ündü ve sualini sorar sormaz yine unuttu. Fakat henüz fikirlerin devamını hiç olmazsa yoklu u ile duyabiliyordu. -Bu imkansızlık de il, belki bir isteksizlik. Acaba her eye böyle kayıtsız mıyım? Dünyayı bir daha kendimde kuramıyacak mıyım? Bir daha hatıralar bende konu mıyacak mı?- Yoksa kendi kontrolüm altında iken çıldırıyor muyum? Böyle göz göre göre... Nöbetçi eczanenin kepenkleri hala kapalıydı. Bir kadın hem elleriyle kepenkleri vuruyor, hem de ikide bir küçük delikten içeriye bakabilmek için ayaklarının üzerinde dikiliyordu. Elinde yolda gelirken buru turdu u belli olan bir reçete ka ıdı vardı. Yorgun ve fakirdi. kide bir -Ah Yarabbim...- diyor, sonra tekrar içeriye kaymak ister gibi ayaklarının ucuna basıp içeriye bakıyordu. Nihayet eczacı geldi. kisi birden reçetelerini uzattılar. Mümtaz ilaçlarını aldı. Bütün bunları son derece vuzuhla hiçbir saniyesini kaybetmek istemeyen bir adam gibi yapıyordu. Gerçekten de böyle idi. lacı götürecek tarafı uyanıktı. O hiç a mıyordu. Onun dı ında bütün zihni hayatı bir uykuya kaymak üzere olan insanın o iki had arasında sallanı ıyle çalı ıyordu; kainata anında intibak eden ve objesini bir anda yakaladıktan sonra derhal bırakan acayip bir mekanizma olmu tu. -Ne oluyorum?- diye bir daha dü ündü. Muhakkak ki dünya ile arasında imdiye kadar tanımadı ı bir perde vardı. Çok effaf, son derecede vuzuh getirici bir ey onu dünyadan böyle ayırıyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 273 / 279



Fakat dünyadan ayrılabilir miydi? -Hayat o kadar güzel ki...Hakikaten bu sabah saatinde ya amak güzel eydi. Her ey güzeldi, taze ve ahenkliydi. Bir gülü ün yumu aklı ıyle insana geliyordu ve Mümtaz bir akasya yapra ına, bir küçük hayvan yüzüne, bir insan eline bu saatte bıkmadan ebediyet boyunca bakabilece ini sanıyordu. Çünkü hepsi, her ey güzeldi. Bu belirsiz ı ık bir senfoniydi; i te camiin avlusunda ilk huzme bir kadın gibi soyunmu oynuyordu. Bu taze simit kokusu, yürüyen adamların acelesi, bu dü ünceli yüzler hepsi güzeldi. Fakat hiçbirinin üzerinde duramıyordu. -Böyle bir saatte? Belki de e yayı bu kadar güzel buldu m için hayattan bo anmı olabilirim. Niçin olmasın?- Çünkü bu güzellik duygusu ve içinde ona bir orkestra gibi refakat eden sevinç alelade bir duygu de ildi. Bu bir nevi ke fe benziyordu. Hem o cins ke iflerden idi ki insana ancak en son dakikada, zihnin her eyle alakasını kesip kendi kendisi oldu u, en saf ekilde i ledi i anda gelebilirdi. Bu uçurumun ba ında bulunan hakikatlerdendi. çindeki berraklık ancak böyle bir son an berraklı ı olabilirdi. -Ne garip! Hiçbir ey öteki ile birle miyor. Her eyi ayrı ayrı görüyorum- diye söylendi. Yanındaki adam cevap verdi: -Elbette birle emez, çünkü hakikati görüyorsun. -Ama dün, evvelisi gün böyle görmüyor muydum? Hiç hakikat görmedim mi? Bir kere kar ıla madım mı? Adamı yanında hissediyor, yüzüne bakamıyor, fakat bunu tabii buluyordu. -Hayır... Çünkü o zaman etrafına kendi benli inin arasından bakıyordun. Kendini seyrediyordun. Ne hayat, ne e ya bütün de ildir. Bütünlük insan kafasının vehmidir. -Peki imdi benim benli im yok mu? -Yok. O benim avucumda. nanmıyor musun? Bak i te. Avucunu Mümtaz'ın burnuna do ru uzattı. Küçük ve acayip bir hayvan, kabukla me in arasında tanımadı ı bir te ekkül bu avucun içinde küçük takallüslerle kımıldanıyordu... -Demek benli im bu imi !- diye dü ündü. Fakat ona söylemedi. Çünkü adamın eli onu a ırtmı tı. Mümtaz bu kadar güzel ey hiç görmemi ti. Ne billur ne elmas bu içten parıltıyı verebilirdi. Bu donuk, hiç kama tırmayan, sadece kendisi için bir aydınlıktı ve bu aydınlık avucun içinde küçük, yengeç biçimli bir hayvan, söylendi ine göre kendi benli i, küçük takallüslerle bir damar gibi, açılıp kapanıyor, içten içe i liyordu. Korka korka sordu:



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 274 / 279



-Bana tekrar vermiyecek misiniz? -Neyi? Mümtaz çenesinin ucuyla bir i aret yaptı: -Onu, benli imi. Yani benli im dedi iniz eyi. - stersen al. Tekrar tecrübeye girmek istersen al ve el tekrar çenesinin hizasında açıldı, fakat Mümtaz'ın gözleri bu sefer de elin kendi parıltısında kaldı. Mümtaz, yanıba ındaki adamın Suat oldu unu, böyle bir eyin bütün imkansızlı ına ra men biliyordu. Ölüler böyle sokakta dola ırlarsa hayatın tadı kalır mı?- diye dü ündü ve yan gözle, -hakikaten o mu?- der gibi yava ça baktı. Evet, Suat'tı. Fakat ne kadar de i mi ti? Oldu undan çok büyük, çok güzel, adeta muhte em bir Suat'tı bu. Hatta birkaç saat evvel rüyasında gördü ü Suat'tan daha güzel, daha muhte emdi. O gün apartımam holünde, yüzünde seyretti i o her eyi, bütün hayatı kötüleyen sırıtma bile imdi derinlerden gelen ve sanki bilinmeyen tabakaları aydınlatan zengin bir tebessüm olmu tu. Ellerinde, boynunda ve yüzündeki yaralar da böyle parıldıyordu. -Zalim ve güzel...- Birdenbire a ırdı ve ellerini ovu turarak dü ünme e ba ladı: -Fakat ben ne yapaca ım imdi?- Onunla behemehal konu malıydı. Halbuki bu kadar güzel ve büyük bir Suat'la konu abilir miydi? Acaba bütün ölenler böyle güzelle iyorlar mı?- Suat, ölümden ve ölmekten i rendi ini söylemi ti. -Sade güzel de il, kuvvetli de...Evet kuvvetliydi; içinden bir ey mütemadiyen ona do ru akıyor, kendisini çekiyordu. Konu acaktı. Yava ça fısıldadı: -Suat, dedi. Niye geldin? Niçin beni bırakmıyorsun? Bütün gün ve gece benimle u ra tın! Yeter artık! Beni bırak. Konu tukça ürkekli i gitmi , onun yerine garip bir isyan hissi geçmi ti. -Bırak beni artık! Sonra bir ölüye bu kadar sert hitap etti inden pi man oldu. -Niye gelmiyeyim Mümtaz? Ben zaten senin yanından hiç ayrılmadım! Mümtaz ba ını salladı: -Evet, hiç ayrılmadın, adeta bana musallat oldun. Fakat dünden beri ba ka türlü. Dün ak amüstü o yoku ta seni gördüm. Bu gece de rüyamda. Fakat ne garipti biliyor musun? Bu geceki rüyamdan bahsediyorum. Bir ak am seyrediyordum. Daha do rusu ak am olacakmı da onun hazırlı ını yapıyorlardı. Mor, kırmızı, eflatun, pembe, tahtalar, kalaslar getirdiler. Ufka yı dılar. Sonra iple güne i çektiler. Fakat biliyor musun, bu güne de ildi, senin yüzün imdiki gibi güzeldi, hatta daha mahzun oldu un için daha güzeldin. Sonra seni oraya bir sa gibi gerdiler... Birdenbire kahkahalarla gülmeye ba ladı. Ne kadar tuhaftı bilsen, senin öyle mahzun olman; ve sa gibi çarmıha çekilmen... Sen hiçbir eye inanmayan, her eyle alay eden insan... Tekrar uzun uzun güldü. Suat, gözlerini üzerine dikmi , onu dinliyordu.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 275 / 279



-Dedim ya.. Seni hiç yalnız bırakmadım. Hep yanındayım! Mümtaz hiçbir ey söylemeden bir müddet yürüdü. çinde, fecirden ziyade yanıba ındakinin parıltısı içinde yürüyormu duygusu vardı. Ve bu, Mümtaz'a çok azaplı geliyordu. -Peki, benden ne istiyorsun? Bu ısrarın sebebi ne? -Israr de il... vazife. Vazifem seninle beraber olmak. imdi senin koruyucu mele in oldum. Mümtaz bir daha güldü; fakat gülü ünün çok sinirli oldu unu da farketti. -Bu olmaz! dedi. Sen bir ölüsün. Yani insansın -tekrar dü üncesini tashih etmek ihtiyacını duydu. -Ölülerle konu mak o kadar güç oluyor ki...- Yani insandın, demek istiyorum. Halbuki bu i asıl meleklerin i idir. -Hayır, artık yeti emiyorlar. Son zamanlarda dünya nüfusu çok arttı. Her tarafta nüfusu arttırma politikası var. Melekler yeti emiyor; imdi ölülere gördürüyorlar bu i i... Mümtaz ilk önce hiçbir cevap vermedi. Sonra birdenbire isyan etti: -Yalan söylüyorsun! dedi. Sen melek olamazsın. mkansız. Sen eytanın kendisisin! Ve bir ölü ile bu tarzda konu tu u için kalbi burkuldu. Bununla beraber sözlerine devam etti: -Sen beni aldatmak için kendini böyle süsledin. Oyununu biliyorum. Suat onun yüzüne hüzünle baktı: - eytan olsam, senin içinden konu urdum. Beni göremezdin. -Ama, diye Mümtaz söze ba ladı. Bilir misin ki, seni gördü üme çok memnun oldum. Hatta sevindim. Sonra tekrar onun yüzüne korka korka baktı. -Ne kadar güzelle mi sin! Hem çok, çok güzel olmu sun... Bu hüzün sana yakı ıyor. Bilir misin neye benziyorsun? Betticelli'nin meleklerine... Hani o Passion'da sa'ya üç çiviyi verene... Suat sözünü kesti: -Bırak bu manasız benzetmeleri... Bir eyi öbürüne benzetmeden konu amaz mısın? Bu fena huylar yüzünden i leri ne kadar karı tırdı ınızı hala anlamadınız mı? Mümtaz bir çocuk gibi yalvardı: -Beni azarlama... O kadar sıkıntı çektim ki. Ben hiç de fena bir ey yapmadım; seni sadece güzel buldum. Niçin bu kadar güzelle tin?.. -Bir zihinde ya ayanlar daima güzeldirler.



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 276 / 279



Mümtaz ilk önce, -Ya demin. eytan olsaydım senin içinden konu urdum, diyordun!- diye itiraz etmek istedi; fakat kafasına birdenbire ba ka bir fikir gelmi ti -Fikirlerimi takip edemiyorum... ne fena!-Ama ben seni imdi gözlerimle görüyorum. Sonra, seninle konu uyorum da... -Evet, gözlerinle görüyorsun! Konu uyorsun da.. Mümtaz'ın aklından im ek hızıyle bir dü ünce geçti: -Elimle de dokunabilirim, de il mi? -Tabii... Suat bu sefer öne geçmi , kollarını, sanki muayene et, der gibi havaya kaldırmı , uzviyetinden ta an parıltılar içinde ona gülüyordu. Mümtaz kama an gözlerini ondan öteye çevirdi. - stersen, ve korkmazsan! -Niçin korkayım? Artık hiçbir eyden korkmuyorum. Fakat ellerini ona do ru uzatmaktan çekindi; -ne olur ne olmaz!- der gibi cebine soktu. Suat, o gece Emirgan'daki gülü lerinden biriyle güldü: -Korkaca ını biliyordum... dedi. Bari hamala söyle de o gelsin yoklasın, yahut Mehmet'e, Boyacıköyü'ndeki kahveci çıra ına! Bugün ölüme gönderdiklerine. Mümtaz ta içinden sarsıldı: -Onların ne i i var aramızda? -Onlar senin yerine bana dokunurlar. -Ben onları yalnız göndermiyorum, kendim de gidiyorum.. -Fakat ölece ini hesaba katmadan. Onların ölümüne muhakkak gibi bakıyordun ve ölme e kandırıyordun! -Hayır, hayır... -Evet, öyle... Suat, çok zalim bir tebessümle üstüne e ilmi gülüyor, onu hırpalıyordu. -Yahut hamalın karısı. O senin yerine dokunsun. -Hayır diyorum sana. Bende gidecektim. Gidece im. Onları kendimden ayırmıyorum. -Ayırıyorsun, küçük bey, ayırıyorsun. Ölsünler diye pazarlık ediyordun. Kandırma a çalı ıyordun! -Yalan... yalan söylüyorsun. -Birdenbire kendine geldi. Bu münaka a beyhudeydi. Üstelik evde hsan vardı. Bir çocuk gibi yalvardı: -Suat, dedi. hsan çok hasta. Bana müsaade etsen de uradan



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 277 / 279



eve gitsem artık! Suat kesik kesik gülüyordu: -Benden ne çabuk bıktın? -Hayır bıkmadım. Fakat evde hastam var. Ben de yorgunum, sonra... sen artık bizden de ilsın. Demin sana yalan söyledim. Senden korkuyorum. Hem sen de çekil git. Nerede ise sokaklar kalabalıkla dolacak! Ya ıyanların dünyasında garip oluyorsun; o kadar ayrısın ki, ne lüzum var aramızda dola mana? Kendimizden çekti imiz yetmiyor mu? -Daha dün beraber de il miydik? -Evet ama, sen artık güne in malı de ilsin! -Onu hiç merak etme. Dün ak amdan beri ölüler hep meydanda. Mümtaz titreyerek soka a baktı. Evlerinin yirmi be , otuz adım ötesindeydiler. -O niçin; ne faydası var sanki? Bu ya ıyanların dünyası. Her ey burada hayat için! Yakamızı hiç olmazsa siz bırakın! -Olmaz, dedi. Seni bırakamam. benimle geleceksin. Keskin bir istihza ile konu uyordu. -Nuran'sız, bu kadar sefalet içinde... olmaz. Ve kollarını açmı onu kucaklama a çalı ıyordu. Mümtaz bir adım geriye çekildi. -Gel... Hem onu ça ırıyor, hem de kan dondurucu bir gülü le gülüyordu. Mümtaz: -Bari gülme! N'olur, gülmekten vazgeç! diye yalvardı. -Nasıl gülmeyeyim? Her eyi o kadar kendi hadlerine indirmi , o kadar kendine benzetmi sin ki... O kadar küçücük varlı ınla, onun hesaplarına ba lısın ki. Sonra o ya ama iptilan, ölçülü merhametin, küçük ıstırapların, ümitlerin, o kaçı lar, tapınmalar... Mümtaz kollarını sarkıttı: -Zalim olma Suat, dedi. Çok ıstırap çektim. Suat tekrar o geni kahkahayla gülme e ba ladı: -Peki, öyle ise haydi gel, seni kurtarayım. -Gelemem, yapaca ım i ler var. -Hiçbir ey yapamazsın! Benimle gel. Hepsinden kurtulursun. Bunlar senin ta ıyamıyaca ın yükler...



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 278 / 279



Mümtaz, yolun ortasında bir daha durdu ve Suat'a baktı: -Hayır, dedi. Ben yükümün derecesine yükselebilirim. Yükselemezsem altında ezilme e razıyım. Fakat seninle gelemem. -Geleceksin! -Hayır, alçaklık olur. -Öyle ise kal mezbelende... Suat kollarını açtı ve onun yüzüne iddetle vurdu. Genç adam sendeliyerek yere dü tü. Kalktı ı zaman yüzü, gözü kan içindeydi. laç i eleri avucunda kırılmı tı. Bununla beraber yüzünde garip, çok ince bir tebessüm vardı. Yan pencerelerden birinde bir radyo Hitler'in o gece verdi i hücum emrini tekrarlıyordu. Bütün macerayı unutmu tu. -Harp ba lamı ... dedi. Ve hala kırık i e parçalarını tuttu u avuçlarını açarak yaralarına baktı. Sonra yava yava eve do ru yürüdü. Yoldan geçenler, bu erken saatte kanlar içindeki bu yüzde dudakların garip tebessümüne hayretle bakıyorlardı. Kapıyı cebindeki anahtarla açtı. Ta lıktaki ayna, sabahla tabii halini bulmu tu. Bir lahza kendi yüzünü seyretti. Sonra yava yava merdiveni çıktı. Macide doktorla sofada oturmu radyo dinliyordu. -Aman Allahım! Mümtaz, bu ne hal?.. Mümtaz acıyan ellerini pencerenin önünde tekrar açıp kapadı. -Sorma, dedi. imdi büyük bir kaza geçirdim. Dudaklarında hep o garip, insanda bir ömrün üzerine vurulmu kilit hissini bırakan tebessüm vardı. - laçlar da kırıldı! dedi. Sonra doktora döndü: -Nasıl... dedi. - yidir, dedi. yidir. Hiçbir eye ihtiyacı kalmadı. Havadisi duydunuz mu? Fakat Mümtaz dinlemiyordu. O, bir kö eye çekilmi avuçlarına bakıyordu. Sonra birdenbire yerinden fırladı, merdivene do ru yürüdü. Fakat merdiveni çıkmadı. Orada ilk basamakta elleri ba ının arasında oturdu. Doktor, -artık benimsin, sade benim!- der gibi ona bakıyordu. Macide gözlerini silerek, ona do ru yakla tı. Radyo evin sessizli i içinde tek ba ına, hadiselerin gür sesiyle, herkes için



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005



Sayfa 279 / 279



konu uyordu. SON :::::::::::::::::



file://G:\multimedya\e-book\Ahmet_Hamdi_Tanpinar-Huzur.html



12.10.2005