Hz. Muhammed'in Hayatı [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Hz. M u h a m m e d ' i n Hayatı çağdaş bir 'siret'tir. Ç a ğ d a ş müslüman yazarın taşıması gereken sorumluluk bilinciyle kaleme alınan bu değerli eser, köklü bir araştırmanın ürünü olmasının yanısıra, yazarının bir 'edîb' oluşuyla kazandığı ayırıcı bir niteliğe sahiptir. E s e r e hakim olan üslup bir taraftan k o n u s u n u n g e r e k t i r d i ğ i y o ğ u n l u ğ u r a h a t ç a sürdürebilmektedir. Kitabın anlatım b i ç i m i y l e kazandığı bu e d e b î değer, A r a p ç a ilk k a y n a k l a r ı e s a s a l m a s ı y l a kazandığı ilmî değerle birleşince kendisini emsallerinden ayıran temel nitelik, iddialı bir tarzda ortaya çıkmaktadır. İngiliz asıllı müslüman yazar M a r t i n L i n g s ( E b u b e k i r S i r a c e d d i n ) üç yılını verdiği bu değerli araştırmasıyla, 'siyer' bilimiyle uğraşan ciddi çevrelerin haklı takdirlerine mazhar olmuş ve eseri " S İ R E T Ö D Ü L Ü " n e layık görülmüştür.



ISBN 17S-S74-220-4



T f a i r a a MCC lj 3



insan yayınları



insan yayınları: 11 siyer dizisi: 1 hz. muhammed'iıı hayatı martin lings istanbul, 2006



Hz. Muhammed'in Hayatı MARTIN LİNGS (Ebubekir Siraceddin)



Copyright © Martin Lings 1983, 1986, 1988, 1991. Muhammed: His Life Based on The Earliest Sources by Martin Lings, The Islamic Texts Society 1991. © insan yayınları Çeviren çeviren nazife şişman



NAZİFE ŞİŞMAN



ISBN 9 7 5 - 5 7 4 - 2 2 0 - 4 dizgi-içdiizen insan kapak düzeni Yalçın Yoncalık [email protected] baskı-cilt Uygun Basım insan yayınları keresteciler sitesi, mehmet akif cad. kestane sok. no: 1 merter/istanbul tel: 0212. 642 74 84 faks: 0212. 5 5 4 62 07 www.insanyayinlari.com.ı'r [email protected]



İ



insan yayınları



İ ç i n d e k i l e r



MARTIN LINGS (Ebubekir Siraceddin)



1909 yılında İngiltere'de doğdu. Önceleri protestandı, sonra ateist oldu. Oxford Üniversitesi'nde ingiliz edebiyatı okudu. Yirmibeş yaşlarında diğer dünya dinlerini incelemeye başladı. 1938'de tanıştığı Kuzey Afrika'lı müslümanlar vasıtasıyla büyük sufî Şeyh Ahmed el Alavî eş-Şazelî ile karşılaştı, müslüman oldu. Ebubekir Siracüddin adını aldı. 1939 yılında Mısır'a gitti. Burada Kahire Üniversitesi'nde, özellikle Shakespeare üzerine on iki yıl ders verdi. 1948'de tekrar İngiltere'ye döndü. Londra Üniversitesi'nden Arap dili diploması aldı. 1955 yılından itibaren İngiliz Müzesi Doğu elyazmalarının (özellikle Arapça) tasnifine iştirak etti. Eserleri arasında: Antik inançlar Modern Hurafeler, Yirminci Yüzyılda Bir Veli, Tasavvuf Nedir ve Onbirinci Saat Türkçe'ye çevrildi. Elinizdeki bu eser, ile yazar, Pakistan devletince her yıl verilen "Siret Ödülünü" kazandı. Eser belli başlı bir çok dile çevrilmiş ve büyük ilgi toplamıştır. Yazarın ayrıca Türkçe'ye çevrilmemiş Book of Certainty, Shakespeare in the Light of Sacred Art, Quranic Arts of Calligrapy and llumination isimli kitapları vardır. İyi bir şair de olan Lings'in iki de şiir kitabı vardır. Yazdığı makaleler, "Studies in Comparative Religion", "The Islamic Quarterly" gibi dergilerin yanı sıra, The New Encyclopadia of islam ve Encyclopedia Britannica gibi belli başlı ansiklopedilerde yer aldı. Yazar, 2005 yılında vefat etti.



Allah'ın Evi Bir Büyük Kayıp Vadideki Kureyş Bir Kaybın Tekrar Bulunuşu Bir Oğul Kurban Etmeye içilen And Bir Peygambere Duyulan ihtiyaç Fil Yılı Çöl İki Kayıp Rahip Bahira Hilfü'l-Füdul Evlilik Teklifleri Yuva Kâ'be'nin Yeniden İnşası İlk Vahiy Namaz Aileni Uyarıp Korkut Kureyş Karşı Çıkıyor Evs ve Hazrec Ebu Cehil ve Hamza Kureyş'in Teklifleri ve İstekleri Kureyş'in ileri Gelenleri Korku ve Ümit Ailelerde Bölünmeler Es-Sâa (Kıyamet) Üç Soru Habeşistan Ömer Boykot ve Kaldırılışı Cennet ve Ebediyet Hüzün Yılı "Senin Yüzünün Nuru" Hüzün Yılından Sonra Yesrib'in Cevabı Göçler Bir Suikast Hicret Medine'ye Giriş Ahenk ve Uyuşmazlık Yeni Yuva Savaşa Başlangıç



7 10 12 16 18 21 25 29 33 35 37 39 42 47 49 52 57 59 63 65 67 71 74 77 83 85 90 95 98 104 105 111 115 120 126 127 131 137 139 147 151



Bedir'e Doğru Bedir Savaşı Yenilenlerin Geri Dönüşü birler Beni Kaynuka Ölümler ve Evlilikler Ashab-ı Suffe (Ehl-i Suffe) Düzensiz Saldırılar Savaşa Hazırlıklar Uhud'a Yürüyüş Uhud Savaşı intikam Şehitlerin Gömülmesi Uhud'dan Sonra İntikam Kurbanları Beni Nadir Savaş ve Barış Hendek Kuşatma Beni Kurayza Kuşatmadan Sonra Münafıklar Gerdanlık İftira Kureyş'in Yaşadığı İkilem Apaçık Bir Zafer Hudeybiye'den Sonra Hayber "En Çok Sevdiğin Kim?" Hayber'den Sonra Umre ve Sonrası Ölümler ve Bir Doğum Vaadi Anlaşmanın Bozulması Mekke'nn Fethi Huneyn Savaşı ve Taif Kuşatması Uzlaşmalar Zaferden Sonra Tebûk Tebûk'ten Sonra Dereceler Gelecek Veda Haccı Seçim Cenazenin Gömülmesi ve Hilafet Soy Ağacı Referans Anahtarı



ALLAH'IN



J^J



EVİ



[1]



™ 1 8 3 1 8 8



*92 194 1 9 9 2 0 2



aratılış kitabı (Tekvin) bize İbrahim'in ç o c u ğ u olmadığını, ç o c u k sahibi



Y



olmaktan ümit kestiğini ve Allah'ın çadırındaki ibrahim'e şöyle seslen-



diğini söyler: "Şimdi göklere bak ve sayabilirsen g ö k t e k i yıldızları say." ibrahim gözlerini yıldızlara çevirdi ve şöyle b i r ses duydu: "Senin soyun da



aynı şekilde ç o ğ a l a c a k " (Tekvin: 1 5 : 5 ) 215



^9



2



Karısı Sare yetmişaltı, İbrahim ise s e k s e n b e ş yaşında idi; karısı tbra-



2 2 3



him'e Hacer adında Mısır'lı bir cariyeyi ikinci karısı o l m a s ı için verdi. Fakat



2 2 8



hanımla cariye arasında geçimsizlik ortaya çıktı. Hacer, Sare'nın kızgınlığın-



1



dan kaçtı ve ü z ü n t ü içinde Allah'a yalvardı. Allah ona melek'le bir vahiy



23



2 4 2 2 4 8 2



^



9



gönderdi: " S e n i n s o y u n u o kadar çoğaltacağım ki o n u s a y m a k m ü m k ü n olm a y a c a k . " M e l e k ona şunları söyledi: "İşte, bir ç o c u ğ u n olacak, bir e r k e k



2("5



çocuğu dünyaya getireceksin ve adını ismail k o y a c a k s ı n ; ç ü n k ü Allah senin



2 6 8



kederini işitti." (Tekvin: 16: 1 0 - 1 1 ) . Sonra Hacer, i b r a h i m ve Sare'nın yanı-



2 7 1 2 7 4



na döndü ve onlara meleğin söylediklerini h a b e r verdi; ç o c u k doğduğunda,



2 7 9



İbrahim ona "Tanrı işitir" a n l a m ı n a gelen ismail adını koydu.



2 8 4 29



0



2 9 7



304



Ç o c u k o n ü ç yaşına geldiğinde, İ b r a h i m yüz, Sare ise d o k s a n yaşındaydı; Allah tekrar İbrahim'e seslendi ve Sare'nın bir erkek ç o c u ğ u dünyaya getireceğini, adım l s h a k k o y m a s ı n ı söyledi. B ü y ü k o ğ l u n u n Allah katında



3



gözden d ü ş e c e ğ i n d e n k o r k a n i b r a h i m Allah'a yalvardı: "ismail senin katın-



318 325



da yaşamaya devam etsin." Allah ona şöyle cevap verdi: "ismail'le ilgili söy-



3 3 8



y ü k bir millet yapacağım. Fakat b e n i m ahdim ( s ö z ü m ) , Sare'nin gelecek yıl



346 351 356 360 364 372 376 379 385 391 396 397



b u vakitte dünyaya getireceği l s h a k ile yerine g e l e c e k . " (Tekvin: 1 7 : 2 0 - 1 ) .



lediklerini duydum. Ü z ü l m e , s e l â m ı m o n u n üzerine o l s u n . . . Ben onu b ü -



Sare, İshak'ı dünyaya getirdi ve onu kendisi emzirdi. l s h a k sütten kesildiğinde, İbrahim'e artık Hacer ve ismail'in kendi evlerinde kalmasına gerek kalmadığını söyledi, i b r a h i m , İsmail'i ç o k sevdiği için b u n a üzüldü. F a k a t Allah tekrar İbrahim'e seslendi ve Sare'nın teklifine u y m a s ı n ı ve ü z ü l m e m e sini söyledi; ve İsmail'in k o r u n a n l a r d a n olacağını tekrarladı. İbrahim bir değil, iki büyük milletin atası olacaktı - i k i büyük millet, yani hidayete erdirilmiş iki güç, yeryüzünde Allah'ın emirlerini yerine getirecek olan iki a r a ç - ç ü n k ü Allah din-dışı (profan) olan bir şeyi rahmet olarak vade tmez ve Allah katında ruh yüceliğinden başka b ü y ü k l ü k yoktur. İbrahim,



beraberce akmaması bilâkis herbirinin kendi yolunda gitmesi gereken iki ma-



balarını Hebron'da beraber gömdüklerini ve birkaç yıl sonra Esav'ın, kuze-



nevi ırmağın kaynağı olacaktı; ve her şeyin daha güzel olacağı inancıyla İsma-



niyle, yani İsmail'in kızıyla evlendiğini yazarken İsmail'in adı geçer. Fakat



il ve Hacer'i Allah'ın rahmetine ve meleklerinin gözetimine emanet etti.



Mezmur'da, "Ey Mihmandarların Rabbi, senin barınakların (tapınakların)



İki manevi ırmak, iki din, Allah için iki dünya, iki daire, binaenaleyh iki



ne güzeldir" adlı bölümü açarken İsmail ve annesinden ve Zemzem'in onla-



merkez nokta. Bir yer, asla orasını insanlar seçtiği için değil fakat Göklerde



rın vadiden geçmesi nedeniyle çıktığından bahsedilir: "Mübarek olanlar, gü-



seçildiği için mukaddes olur. İbrahim'in sahası dahilinde iki mukaddes mer-



cünü senden alan, Bekke vadisinden geçip, orayı bir su kaynağı yapanlann



kez vardı; bunlardan biri yanında, öteki belki de daha henüz bilmediği bir



yolunda olan ve onları kalbinde taşıyanlardır." (Mezmur; 8 4 : 5-6).



yerdi. İşte bu ötekisiydi Hacer ve İsmail'in götürüldüğü; bir kıraç Arabistan



İsmail ve Hacer gittikleri yere ulaştıklarında, İbrahim'in daha yetmişbeş



vadisinde, Kenan ilinin kırk günlük deve yolu kadar güneyinde. Vadinin adı



yıllık ömrü vardı ve oğlunu o kutsal yerde ziyaret etme fırsatı buldu. Kur'an



Bekke idi, vadinin darlığı yüzünden bu adı vermişlerdi ona; sadece üç geçit



bize, Allah'ın İbrahim'e İsmail'le birlikte Zemzem kuyusunun yakınına inşa



hariç her tarafı tepelerle çevriliydi. Üç geçidin biri kuzeye, biri güneye, di-



edecekleri mabedin yerini gösterdiğini söyler (Hacc: 26); nasıl yapacakları da



ğeri ise batıda Kızıl Deniz'e açılır ve kıyıya elli mil uzaklıktadır. Kitaplar,



onlara bildirilmişti. Bu mabede, şekil olarak "küp"e benzediği için Kâ'be adı



Hacer ve İsmail'in Bekke'ye nasıl ulaştığı hakkında bilgi vermiyor; kervan



verilir; dört köşesi, pusulanın dört yönüne göredir. Fakat bu kutsal yerdeki



yolcularının yardımıyla ulaşmış olmalılar, ç ü n k ü vadi büyük kervan yolla-



en kutsal nesne, yeryüzüne indiğinden beri Ebu Kubays Tepesi'nde bulun-



rından birinin üzerindedir. Bu yol, Güney Arabistan'dan Akdeniz'e götürü-



duğu ve oradan bir melek tarafından ibrahim'e getirildiği söylenen semavi



len güzel kokular ve misklerin taşındığı yol olduğu için bazen "misk yolu"



bir taştır. " O, Cennet'ten yeryüzüne sütten beyaz bir halde indi, fakat Ade-



diye de adlandırılır. Hacer'le İsmail vadiye vardıklarında, herhalde kervan-



moğlu'nun günahları onu kararttı." (Hadis: Tir. V I 1 , 4 9 . ) . Bu karataşı,



dan ayrılmış olmalılar. Ana-oğul susuzluktan kavrulmaya başladıklarında,



Kâ'be'nin doğu köşesine yerleştirdiler; mabedin yapımı bittiğinde Allah tek-



Hacer oğlunun ölmesinden korktu. Atalarının geleneklerine göre, İsmail



rar İbrahim'e seslendi ve ona Bekke'ye, veya daha sonra adlandırıldığı gibi



yattığı yerden Allah'a yalvardı ve annesi biraz ötedeki taşın üstüne çıkıp,



Mekke'ye Hac geleneğini kurmasını emretti: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sucuda



yardım gelip gelmediğini araştırdı. Kimseyi göremeyince karşıdaki yüksek tepeye kadar koştu, fakat yine kimseyi göremedi. Yarı çılgın bir halde iki



varanlar



nokta arasından yedi kez geçti, yedincisinde dinlenmek için kayanın üstü-



uzak yollardan



ne oturduğu sırada melek geldi. Tekvin'e göre Melek şöyle dedi:



ler." (Hacc, 26, 27)



"Tanrı çocuğun sesini duydu; ve Tanrı'nın meleği gökten Hacer'e seslendi ve şöyle dedi: 'Hacer, seni üzen ne?' 'Korkma, çünkü Tanrı, yatan çocuğun sesini duydu. Kalk ve çocuğu kaldır, kucağına al. Çünkü onu büyük bir millet yapacağım.' Tanrı onun gözlerini açtı ve o kaynayan bir su gördü." (Tekvin, 2 1 : 1 7 - 2 0 ) Allah, İsmail'in topuğunun olduğu yerden bir su kaynağı fışkırttı. Bun-



Tekvin, İbrahim'in diğer kolunun kitabı değil, lshak ve soyundan gelenlerin kitabıdır. İsmail'le ilgili şunları yazar: "Ve Tanrı çocukla beraberdi, çocuk vahşi doğanın içinde büyüdü, yaşadı ve bir okçu oldu." (Tekvin, 21: 172 0 ) . Bundan sonra İsmail'den çok az bahseder, sadece İsmail ve lshak'ın ba-



(derin vadilerden)



gerekse



gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana



gelsin-



Hacer, İbrahim'e Bekke'ye ilk geldiği günkü yardım arama çabalarından bahsetti. O da Hacer'in geçtiği iki nokta olan Safa ve Merve tepeleri arasından Hacıların yedi defa geçmelerini Hacc'm gereklerinden birisi kıldı. Daha sonra İbrahim- büyük bir olasılıkla Kenan'da- etrafındaki geniş otlaklara, buğday ve arpa tarlalarına bakarak şöyle dua etti:



dan sonra vadi, suyunun bolluğu ve güzelliği nedeniyle kervanların konak yeri oldu ve kaynak Zemzem adını aldı.



için Evimi tertemiz tut. insanlar içinde Hacc'ı duyur; gerek yaya,



"Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram (Kutlu ve Korun muş Ev'in) yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, dosdoğru namazı kıl smlardiye (öyleyaptım), böylelikle Sen, insanların bir kısmının kalbleıini onlara ilgi duyar kıl ve onları birtakım ürünlerden nzıklandır. Umulur ki şükrederler." (ibrahim, .17)'. *



Kitapta kuilanılaiı ayet meallerinde Ali Bulaç, Kur'aıı-ı Kerim'in Türkçe Anl.unı (Mc.ıl vc SıVl(lk), Pınar Yayınları, İst. 1983 meali esas alınmıştır, (çev.)



BİR



BÜYÜK



KAYIP



[23



harika suyun kaynağım araştırmadı. Ç ü n k ü o günlerde, Mekke'de başka kuyular kazılmış ve T a n r ı n ı n b u hediyesi bir ihtiyaç o l m a k t a n çıkmış, Kutsal Kuyu yarı u n u t u l m u ş bir hatıra olarak kalmıştı. O halde C ü r h ü m î l e r i n s u ç u n a Huzaa'lılar da ortak olmuşlardır. Hu-



- j b r a h i m ' i n duası kabul oldu. Arabistan'dan ve daha uzaklardan gelen hacı-



zaa'lıların tek suçu bu değildir. Onların bir şefi, Suriye'den d ö n e r k e n Mo-



11ar tarafından getirilen zenginlikler Mekke'yi doldurdu. B ü y ü k Hac yılda



abi'lerden, putlarından birini vermelerini istedi. O n a Hubel'i verdiler. Bera-



bir kez yapılıyordu; fakat Kâ'be, U m r e yapılarak yılın istenilen zamanında zi-



berinde Mekke'ye getirdiği H u b e l , Kâ'be'ye k o n d u ve M e k k e ' n i n baş putu



yaret edilebilirdi; b u ibadetler, i b r a h i m ve ismail'in koyduğu kurallara göre



oldu.



şevk ve bağlılık içinde yapılmaya devam ediyordu. Ishak'ın soyundan gelenler de, Kâ'be'yi i b r a h i m tarafından yapılan kutsal bir tapınak olarak ziyaret ediyorlardı. Bu onlar için Tanrı'nın var olan mabedlerinden sadece biri idi. Fakat yüzyıllar geçtikçe tek tanrıya olan ibadetin saflığı bozulmaya ve kirlenmeye başladı. İsmail'in soyundan gelenler, M e k k e vadisine sığmayacak kadar çoğaldılar; uzaklara göç edenler bu kutsal tapmaktan taşlar alıp, Kâ'be adına onlara saygı gösterdiler. Daha sonraları, k o m ş u putperest toplulukların etkisiyle bu taşlara putlar da eklendi; ve s o n u n d a hacılar b u putları Mekke'ye taşımaya başladılar. Bu putlar Kâ'be'nin çevresine yerleştirildi, işte o zaman yahudiler İbrahim'in tapmağını ziyaret etmemeye başladılar. ^ Putperestler, putlarının Tanrı ile insan arasında aracılık yaptığını savunuyorlardı. Bu nedenle, Tanrı ile olan ilişkileri günden güne azaldı ve Tanrı onların hayatından uzaklaştıkça, Ahiret'e olan inançları zayıfladı, s o n u n da çoğu ö l ü m d e n sonraki yaşama i n a n m a m a y a başladı. F a k a t gerçeği görebilenler için, onların Hak yoldan saptığını gösterir b i r ç o k delil vardı: artık Z e m z e m kuyusuna ö n e m vermiyorlardı, nerede olduğunu bile u n u t m u ş l a r dı. B u n u n asıl s o r u m l u s u Yemen'den gelen Cürhümîler'di. O n l a r M e k k e ' n i n yöneticiliği görevini üstlenmiş, İbrahim'in soyundan gelenler de b u n u kabullenmişlerdi, ç ü n k ü İsmail'in ikinci karısı bir C ü r h ü m î idi. F a k a t Cürhümıler h e r türlü adaletsizliği uygulamaya başladığında diğer kabileler onları M e k k e ' d e n kovdular. C ü r h ü m î l e r ayrılmadan ö n c e Z e m z e m k u y u s u n u doldurdular ve üstünü örttüler. Şüphesiz b u n u intikam a l m a k için kinlerinden yaptılar, fakat yıllardan beri hacıların Kâ'be'ye getirdiği mücevherleri geri d ö n ü p zengin o l m a k için kuyuya g ö m d ü k l e r i ; ve üstünü k u m l a kapladıkları da olasıdır. Onların görevini, yani M e k k e ' n i n yöneticiliğini Huzaa kabilesi üstlendi. Bu kabile İsmail'in soyundan gelen, Yemen'e göç eden, daha sonra tekrar kuzeye d ö n e n bir Arap kabilesidir. F a k a t Huzaa da, atalarımı verilen bu



1.



I.I., 15.



VADİDEKİ



KUREYŞ



[3]



Haşim ve kardeşlerini destekleyenler Zühre ve Teym'in t o r u n l a n ve en büy ü k o ğ u l u n soyundan olanlar hariç t ü m Kusayy soyundan gelenlerdi. Mahz u m ' u n soyundan gelenler ve diğer uzak k u z e n l e r hakların Abdu'd-Dar'da kalması gerektiğini savundular. İşler o kadar alevlendi ki Abdu M e n a f so-



-i- b r a h i m ' i n s o y u n d a n gelen en güçlü Arap kavimlerinden biri de Kureyş



y u n d a n bir grup kadın bir kâse güzel k o k u getirip, Kâ'be'nin yanına koydu-



I idi; ve İsa'dan yaklaşık dörtyüz yıl s o n r a , Kureyş'ten Kusayy, Huzaa'nın li-



lar; Haşim, kardeşleri ve diğer taraftarları ellerini b u kâseye daldırıp, birbir-



deri Huleyl'in kızı ile evlendi. Huleyl, damadını kendi oğullarına tercih et-



lerini bırakmayacaklarına dair and içtiler ve bu anlaşmayı teyid e t m e k için



ti; ç ü n k ü Kusayy z a m a n ı n ı n Arapları arasında sivrilmiş bir şahsiyetti. Hu-



k o k u l u ellerini Kâ'be'nin taşlarına sürttüler. İşte b u grup 'Güzel Kokanlar'



leyl'in ö l ü m ü n d e n sonra, şiddetli b i r çarpışma oldu ve sonunda M e k k e ' n i n



diye anıldı. Abdu'd-Dar'ın taraftarları da birleşme andı içtiler ve onlara da



yöneticiliği ve Kâ'be'nin k o r u y u c u l u ğ u Kusayy'a verildi.



'Müttefikler' adı verildi. Şiddet ve savaş sadece Mabed'in içinde değil M e k -



B u n u n üzerine Kusayy yakın akrabaları olan Kureyşlileri -kardeşi Züh-



ke'yi çevreleyen b ü y ü k bir daire içinde de yasaktı. İki grup, bir anlaşmazlık



re, amcası Teym, diğer bir a m c a s ı n ı n oğlu olan M a h z u m ve daha uzak olan



çıktığında, savaşmak için b u kutsal yerden millerce uzağa gitmek zorunday-



b i r k a ç k u z e n i n i - vadiye getirdi ve Mabed'in yakınına yerleştirdi. B u n l a r ve



dı. S o n u n d a Abdu M e n a f oğulları'nın vergi toplama ve hacılara yiyecek ve



yakınları 'vadi Kureyş'leri', Kusayy'ın daha uzak akrabaları olan ve çevrede-



su sağlama haklarını almasına, Abdu'd-Dar oğulları'nın ise Kâ'be'nin anah-



ki tepelerde yerleşmiş olanlar ise 'civar Kureyş'leri' olarak tanınır. Kusayy



tarlarına ve diğer haklara sahip olmasına ve onların evinin yine toplanma



bu iki kabileyi de kral gibi y ö n e t i r ve vergi alır, b u parayla da kendilerini



yeri ( D a r ü ' n - N e d v e ) olarak devam e t m e s i n e karar verildi.



b e s l e y e m e y e c e k kadar fakir olan hacıları doyururdu. Bu zamana kadar Ma-



Haşim'in kardeşleri, hacılara hizmet görevini Haşim'e verdiler. Hac za-



bed'in k o r u y u c u l a r ı o n u n çevresinde çadırlarda kalıyorlardı. F a k a t Kusayy



m a n ı yaklaştığında Haşim mecliste kalkar ve şöyle derdi: " E y Kureyşliler,



onlara, kendilerine evler yapmalarını söyledi, kendisi de Daru'n-Nedve



siz Allah'ın komşularısınız, O ' n u n evinin yakınlarısınız, işte b u bayramda



adıyla tanınan geniş bir ev yaptı.



Allah'ın ziyaretçileri, hacılar O ' n u n evine geliyor. O n l a r Allah'ın misafirleri-



Herşey ahenkliydi, fakat karışıklıklar ç ı k m a k üzere idi. Kusayy soyun u n belirgin özelliklerinden biri de h e r nesilde bir tek seçkin kişinin t ü m k a v m e h ü k m e t m e s i idi. Kusayy'ın dört o ğ l u n d a n en şerefli ve tanınmış ola-



dir ve h i ç b i r misafir O ' n u n misafirleri kadar c ö m e r t l i k b e k l e m e z . Eğer ben i m k e n d i zenginliğim yetse idi, bu yükü size y ü k l e m e z d i m . " Haşim h e m Arabistan içinde, h e m de dışında şeref kazandı. Mekke'den



nı Abdu Menaf'tı. Fakat Kusayy, en b ü y ü k oğlu Abdu'd-Dâr'ı içlerinde en az



k a l k a n iki b ü y ü k kervanı, Yemen'e giden kış kervanını ve kuzey-batı Ara-



yetenekli o l m a s ı n a rağmen diğerlerine tercih etti ve ö l ü m ü n d e n kısa bir sü-



bistan'a oradan R o m a İmparatorluğu'nun bir b ö l ü m ü olarak Bizans yöneti-



re ö n c e ona şunları söyledi: " O ğ l u m , insanlar, onları senden daha şerefli ka-



m i n d e olan Suriye ve Filistin'e giden yaz kervanını o düzenlemiştir. İki ker-



b u l etseler de, seni onların seviyesine çıkaracağım. Sen a ç m a d ı k ç a Kâ'be'ye



van da eski " m i s k y o l u " üzerinden geçerdi ve yaz kervanının en önemli du-



k i m s e giremeyecek. Kureyş'in savaş sancağı senin ellerinde olacak, sen izin



raklarından biri ve ilk durağı, kuzeyde Mekke'den onbir g ü n l ü k deve yolu



v e r m e d i k ç e h i ç b i r hacı Mekke'de i ç e c e k su b u l a m a y a c a k , sen v e r m e d i k ç e



uzaklıktaki Yesrib vahası idi. Bu vahada bir zamanlar sadece yahudiler hü-



h i ç b i r yiyecek b u l a m a y a c a k , Kureyş s e n i n evinden başka yerde bir mesele-



k ü m sürüyordu, fakat daha sonra G ü n e y Arabistan'dan bir Arap kavmi böl-



de a n l a ş a m a y a c a k . " Kendi hak ve güçlerinin tümüyle birlikte Darü'n-Ned-



geyi k o n t r o l ü altına aldı. Yahudiler, t o p l u m u n genel yaşamında rol almaya



ve'nin sahipliğini de ona verdi.



ve k e n d i dinlerini koruyarak zenginlik içinde yaşamaya devam ettiler. Yes-



Evlâda yakışır bir şekilde Abdu Menaf, babasının dileklerini tartışmasız



rib'deki Araplara gelince, onlar ana-erkil gelenekleri devam ettiriyorlardı.



kabul etti; fakat bir sonraki nesilde Kureyş'in yarısı, g ü n ü n ü n en ileri gelen



Atalarından bir kadının ö l ü m ü n d e n sonra Kayle'nin çocukları adını aldılar,



adamı olan Abdu Menaf'ın oğlu Haşim'in etrafında toplandılar ve hakların



fakat Kayle'den sonra kabile, oğulları Evs ve Hazreç arasında ikiye ayrıldı.



Abdu'd-Dar sülalesinden Haşim'in kendi sülalesine aktarılmasını istediler.



Hazreç'in en etkin ve tanınmış kadınlarından biri, N e c c a r sülalesinden



Amr'ın kızı Selına idi. Haşim onunla evlenmek istedi. Selma kendisiyle ilgi-



cevap verdi. Sözlerine karşılık olarak verilen selâmla birlikteki gülümseme,



li işlerin kontrolünün kendisinde olmasını şart koşarak teklifi kabul etti ve



şehirde ağızdan ağıza dolaşacak olan genç adamla ilgili haberlerin başlangı-



ayrıca bir erkek ç o c u k dünyaya getirdiğinde en azından dört yaşına dek Yes-



cıydı; o günden sonra genç, Abdu'l-Muttalib olarak anıldı.



rib'de büyütmeyi şart koştu. Haşim bu şartları kabul etti. Çünkü yeni gelen-



Mekke'ye vardıktan kısa bir süre sonra, babasının hakları üzerinde Ab-



ler için daha tehlikeli olan vaha humması sayılmazsa, Yesrib'in iklimi Mek-



du'l-Muttalib ile amcası Nevfel arasında anlaşmazlık çıktı: fakat koruyucu



ke'den daha sağlıklıydı. Bundan başka Haşim sık sık Suriye'ye gidiyordu.



amcasının ve Yesrib'den gelen desteğin yardımıyla Abdu'l-Muttalib, hakları-



Gerek oraya giderken, gerekse dönüşte Selma ve oğlunun yanında kalabilir-



nı kazanabildi. Muttalib'in Yesrib'de verdiği sözlerden de ümit kesmedi. Yıl-



di. Fakat Haşim'in yaşamı uzun sürmedi, seferlerinden birinde Filistin'de,



lar sonra Muttalib öldüğünde hiç kimse yeğeninin hacılara yiyecek ve su



Gazze'de hastalandı ve öldü.



sağlama haklarını almasına karşı çıkmadı. O n u n bu işi becermekte amcası-



Haşim'in Abdu Şems ve Muttalib ^ adında iki öz kardeşi ve Nevfel adın-



nı ve babasını bile geçtiği söylenirdi.



da bir üvey kardeşi vardı. Abdu Şems Yemen'de ve Suriye'de ticaretle meşguldü, Nevfel ise İrak'ta ticaret yapıyordu. Bu nedenle ikisi de çoğu zaman Mekke'den uzakta bulunuyorlardı. Bu ve daha başka sebepler yüzünden, hacılara su verme ve onları beslemek için vergi toplama haklarını Haşim'in küçük kardeşi Muttalib aldı ve kendisinden sonra bu görevleri yüklenebilecek bir kişi düşünmeye başladı. Haşim'in Selma dışındaki diğer eşlerinden üç oğlu vardı. Fakat söylenenlerin tümü doğru ise, bunların hiçbiri -ve Muttalib'in kendi oğullarından hiçbiri- Selma'nın oğluyla karşılaştırılamazdı. Çok genç olmasına rağmen Şeybe -annesinin verdiği isim- liderlik için özgün vasıflar göstermeye başlamıştı. Vaha'dan geçen yolcular onunla ilgili çok mükemmel haberler getiriyorlardı. Sonunda Muttalib onu görmeye gitti, gördükleri onu. Selma'dan yeğenini kendisine emanet etmesini istemeye yöneltti. Selma oğlunu bırakmak istemiyordu. Şeybe de annesinin rızası olmadan onu bırakmayacağını söyledi. Fakat Muttalib'in ümidi kırılmamıştı. Mekke'nin anne ve oğula Yesrib'in sağlayamayacağı olanaklar sağlayacağını vurguladı. Kutsal Ev'in bekçileri ve tüm Arabistan'daki Hacc'ın merkezi olan Kureyşliler şerefçe diğer Arap kabilelerinden üstündüler; büyük bir ihtimalle Şeybe, birgün babasının görevini üstlenecek ve Kureyş'in liderlerinden biri olacaktı. Fakat bunun için önce kendi halkıyla bütünleşmeliydi. Dışardan gelen bir göçmen böyle bir şerefe tabiî ki hak kazanamazdı. Selma onun öne sürdüğü düşüncelerden çok etkilendi. Eğer oğlıı Mekke'ye giderse onu Mekke'de ziyaret etmesi veya oğlunun onu ziyaret etmesi zor olmayacaktı. Bu nedenle onun gitmesine izin verdi. Muttalib yeğenini devesinin arkasına aldı ve yola koyuldu. Mekke'ye giderken yolda onlara rastlayanların, bu yabancı genci gördüklerinde "Abdü'l-Muttalib" yani "Muttalib'in kölesi" dediklerini duydu. O da "bu benim kardeşim Haşim'in oğludur" diye



ı.



" e l " takısının kaldırıldığı hitaplar dışında isim el-Muttalib'dir. Fakat bu belirlilik takısı transkripsiyonda zorluk yarattığı için, bu ve bunun gibi " e l " takısı taşıyan isimlerde hitap halini kullanmayı tercih ettik.



BİR



KAYBIN



TEKRAR



bays T e p e s i n i ve sarı ışıkta kesin çizgileriyle belli olan diğer tepeleri göre-



BULUNUŞU



biliyordu. Mabed'in etrafında yedi kez döndü. Her d ö n ü ş ü n d e ışık daha parlaklaşıyordu, ç ü n k ü Arabistan'da alacakaranlık ile şafağın arası ç o k kısa-



[4]



dır. Tavafı tamamladıktan sonra Hacerü'l-Esved'den Kâ'be'nin kapısına gitti, kilide asılı olan metal halkayı tutarak kendisine öğretilen duayı o k u d u .



T T â'be'nin kuzey-batı y ö n ü n e bitişik, alçak, yarı dairesel bir duvarla çev-



Yakınında, k u m u n ü s t ü n d e kanat ve kuş sesleri duydu. Bir başka kuş



I V rilmiş bir b ö l ü m vardır. Duvarın iki u c u Kâ'be'nin kuzey ve batı köşe-



daha göründü. Abdu'l-Muttalib ibadetini bitirip, kuşların kapının karşısın-



lerine b i r l e ş e m e y e c e k k a d a r kısadır ve bu da hacılara geçiş sağlar. Fakat ha-



da yaklaşık yüzyıldan beri duran kayalara doğru ilerleyişlerini seyretti. Bu



cıların çoğu tavaflarım b u noktada geniş alırlar ve duvarın dışında tavaf



kayalar put olarak kabul edilmişti ve Kureyşliler kurbanlarını bu iki kaya



ederler. Bu duvarın b u l u n d u ğ u yer Hicr-i İsmail adını alır, ç ü n k ü İsmail ve



arasında kesiyorlardı. Kuşlar gibi Abdu'l-Muttalib de kayaların arasında kan



Hacer'in mezarları o n u kaplayan kayaların altındadır.



o l d u ğ u n u biliyordu. G ü b r e de vardı. Oraya yaklaştığında bir karınca yuva-



Abdu'l-Muttalib, Kâ'be'ye y a k ı n olmayı o denli seviyordu ki bazen



sının da varolduğunu gördü.



Hicr'e bir şilte serilmesini emrediyordu. Bir gece orada u y u r k e n bir gölge



Eve gitti ve biri oğlu Haris, biri de kendisi için iki kazma aldı. Kazma



geldi, ona: "Tatlı berraklığı kazıp ç ı k a r " dedi. "Tatlı berraklık n e d i r ? " diye



sesleri ve garib görüntü - ç ü n k ü burası her taraftan rahatlıkla görülebilirdi-



sordu, fakat o sırada gölge kayboldu. Buna rağmen uyandığında ruhunda



kalabalığı onların yanına çekti. Abdu'l-Muttalib'e duyulan b ü y ü k saygıya



bir hafiflik ve m u t l u l u k duydu, b u nedenle ertesi geceyi de orada geçirme-



rağmen, kurbanların kesildiği b u putların dibini k a z m a n ı n h ü r m e t s i z l i k ol-



ye karar verdi. Ziyaretçi tekrar geldi ve: "Hayri kaz" dedi. F a k a t Abdu'l-



d u ğ u n u ve Abdu'l-Muttalib'in kazmayı bırakmasını söyleyenler çıktı.



Muttalib yine sorusuna cevap alamadı. Ü ç ü n c ü gece ona şöyle söylendi:



durmayacağını, Haris'e arkasında bekleyip k i m s e n i n m ü d a h a l e etmesine



" S a k l a n m ı ş hazineleri k a z . " Abdu'l-Muttalib'in onların ne olduğunu sorma-



izin v e r m e m e s i n i söyledi.



sı üzerine yine k o n u ş a n y o k oldu. Fakat dördüncü gece emir: " Z e m z e m i k a z " idi; ve bu kez " Z e m z e m n e d i r ? " sorusuna k o n u ş a n şu cevabı verdi: "Onu kaz, pişman Çünkü o



O hiçbir zaman Ve tüm hacıları



Bu heyecanlı ve sihirli bir andı. S o n u ç güzel çıkmayabilirdi. Fakat iki Haşimî kararlı ve birlik içindeydiler, seyredenler ise şaşkınlık içindeydi, isaf ve Naile adındaki bu iki put M e k k e putları arasında y ü k s e k bir yere sahip



olmayacaksın,



değildi, hatta onların Kâ'be'nin kudsiyetine tecavüz ettikleri için taşa çevril-



mirastır



Senin büyük



O



m i ş C ü r h ü m ! bir kadınla bir e r k e k olduğu bile söyleniyordu. Bu nedenle



atalarından



Abdu'l-Muttalib'i d u r d u r m a k için h i ç bir aktif hareket m e y d a n a gelmedi. O ,



kurumaz, sulamana



kuyuyu kaplayan kayayla karşılaşıp, Allah'a şükrettiği sırada, kalabalığın bir



yeter."



Daha sonra k o n u ş a n ona kan, gübre, karınca yuvası ve gagalı kuzguni kuşların b u l u n d u ğ u b i r yer aramasını söyledi. O n a "Allah'ın hacılarını tüm h a c b o y u n c a sulayacak temiz akan su i ç i n " dua etmesi söylendi. 1 G ü n e ş doğarken, Abdu'l-Muttalib kalktı ve Irakî Köşe adı



verilen



Kâ'be'nin kuzey köşesinde Hicr'i terk etti. Kuzey-batı duvarı b o y u n c a diğer köşedeki Kâ'be'nin kapısına doğru yürüdü; birkaç adım gittikten sonra durdu, doğu köşesindeki Hacerü'l-Esved'i (Kara Taş) öptü. Oradan tavafa başladı, tekrar Irakî Köşe'den Hicr'e, oradan batı köşesine -Suriye Köşesi - oradan da güneydeki Yemen Köşesi'ne gitti, ibrahim'in soyundan gelenler, lshakoğulları olsun, Ismailoğulları olsun mabedi güneşin tersi y ö n ü n d e tavaf ederler. Yemen Köşesi'nden I lacerü'l-Esved'e doğru y ü r ü d ü ğ ü n d e , E b u Ku-



kısmı oradan ayrılmak üzereydi. Kalabalık tekrar toplandı ve çoğaldı. Abdülmuttalib, Cürhümîlerin g ö m d ü ğ ü hazineleri çıkarırken h e r k e s b u n l a r üzerinde k e n d i n e bir pay çıkarmaya çalışıyordu. F a k a t o, b u hazinelerin kendisine mi, topluluğa m ı , yoksa Kâ'be'ye mi kalacağı k o n u s u n d a kur'a çekilmesine karar verdi. Şüpheli bir şeye karar vermekte kullanılan bu usûl, kabul edilmiş bir gelenekti. Bu gelenek Kâ'be'de Moabi putu Hubel ö n ü n d e o k ç e k e r e k uygulanıyordu. Bu çekilişte hazinenin bir k ı s m ı Kâ'be'ye, bir kısmı da Abdu'l-Muttalib'e çıktı ve Kureyş'e hiçbir şey çıkmadı. Aynı za manda Z e m z e m üzerindeki k o n t r o l ü n Haşimîler'de o l m a s ı n a karar verildi, ç ü n k ü hacılara su sağlamak onların göreviydi. ı.



I.I, 93



BİR



OĞUL



KURBAN



ETMEYE



İÇİLEN



AND



[5]



sözden bahsetti. Her oğul k e n d i o k u n u hazırladı ve Abdu'l-Muttalib, Hubel'in yanında yerini aldı. Yanında getirdiği b ü y ü k bıçağı çıkardı ve Allah'a dua etmeye başladı. O k l a r çekildi, çıkan Abdullah'ın okuydu. Babası bir



bdul-Muttalib, cömertliği ve akıllılığı ile Kureyş'ten saygı görüyordu. O



A



ç o k yakışıklı b i r adamdı, etkili bir görünüşü vardı. Zengin oluşu da



k e n d i n i şanslı saymasının n e d e n l e r i n d e n biriydi; b ü t ü n b u n l a r ı n üstüne Z e m z e m ' i n tekrar inşa edilmesine vesile olan seçilmiş kişi olması da ekleniyordu. Bu lütufları için Allah'a ç o k minettardı. F a k a t , Z e m z e m k u y u s u n u kazmayı durdurması söylendiğinde, gönlü birtakım düşüncelerle sıkılmıştı. Her şey iyi gitmişti, Allah'a ş ü k ü r ! Fakat daha ö n c e bir oğul sahibi o l m a n ı n eksikliğini h i ç b u kadar hissetmemişti. Ö r n e ğ i n , Abdü Ş e m s kabilesinin başı, k u z e n i Umeyye'ye b i r ç o k e r k e k evlat lutfedilmişti ve eğer kuyuyu kazan M a h z u m ' u n reisi Muğire olsaydı, oğulları o n u n etrafında b ü y ü k ve güçlü daire oluşturabilirdi. Oysa kendisi, birden fazla karısı olmasına rağmen o n u destekleyecek bir tek e r k e k ç o c u ğ a sahipti. Buna alışmıştı; fakat kendisine Zemzem'i veren Allah o n u başka yönlerde de yüceltebilirdi. Bu yeni lütfün verdiği şevkle Tanrı'ya daha fazla e r k e k ç o c u k vermesi için dua etti. Duasına, eğer Allah, on evlat verirse ve hepsi de büyüyüp, b ü l u ğ çağına gelirse, onlardan birini Kâ'be'de k u r b a n edeceğini de ekledi. Duası k a b u l o l m u ş t u ; yıllar g e ç m i ş ve d o k u z oğlu daha o l m u ş t u . O andı içtiğinde, b u , ona ç o k uzak bir olasılık gibi g ö r ü n m ü ş t ü . Fakat, Abdullah dışındaki t ü m oğullan b ü y ü d ü ğ ü n d e , içtiği ant düşüncelerinde yer etmeye başladı. B ü t ü n oğullarıyla iftihar ediyordu, fakat içlerinde en ç o k Abdullah'ı sevdiği açıktı. Belki Tanrı da b u ç o c u ğ u s e ç m i ş ve ona b u belirgin güzellik ve iyilikleri vermişti. Belki de o n u n k u r b a n edilmesini istiyordu. Ne olursa olsun, Abdu'l-Muttalib s ö z ü n ü n eri b i r insandı, sözünden d ö n m e y i h i ç b i r zaman d ü ş ü n m e m i ş t i . O aynı zamanda ç o k adaletli bir insandı ve s o r u m l u luklarının farkındaydı. Hangi oğlunu k u r b a n edeceğini s e ç m e y ü k ü n ü k e n di üstüne alamazdı. Bu nedenle Abdullah b ü y ü d ü ğ ü n d e , on o ğ l u n u da çevresine topladı ve onlara Tanrı'ya verdiği sözden bahsetti s ö z ü n ü yerine getirebilmesi için onlardan yardım istedi. O n a b o y u n e ğ m e k t e n başka seçenekleri yoktu. Babalarının sözü k e n d i sözleriydi; ve ona ne yapmaları gerektiğini sordular. Babaları onlara h e r birinin bir o k üzerine kendi işaretini k o y m a s ı n ı istedi. O sırada Kureyş'in oklara b a k a n falcısına Kâ'be'de b u l u n ması için haber gönderdi. Oğullarım Kutsal Ev'e s o k t u ve falcıya verdiği



eliyle onu, diğer eliyle de bıçağı tutarak o n u kapıya doğru sürükledi, kendisine d ü ş ü n m e payı b ı r a k m a k istemezcesine k u r b a n edeceği uygun bir yer arıyordu. Fakat o evindeki kadınları, özellikle de Abdullah'ın annesi Fatıma'yı hesaba katmamıştı. Diğer karıları M e k k e dışındaki kabilelerdendi, bu nedenle M e k k e üzerinde etkileri ç o k azdı. Fakat Fatıma, en güçlü kabilelerden biri olan M a h z u m kabilesindendi, yani bir Kureyş'liydi. B u n u n yanı sıra a n n e tarafından soyu Kusayy'ın oğullarından Abd'a dek uzanıyordu. Fatıma'nın t ü m ailesi bir yardım gerektiğinde müdahale edebilecek kadar yakındaydılar. Abdülmuttalib'in o n oğlundan ü ç ü Fatıma'dandı: Zübeyr, E b u Talih ve Abdullah. Fatıma aynı z a m a n d a , kardeşlerine ç o k bağlı olan Abdu'l-Multalib'in beş kızının da annesi idi. Bu kadınlar boş d u r m u y o r d u ve şüphesiz kendi oğullarının başına da gelebilecek olan b u tehlike nedeniyle diğer karıları da Fatıma'nın yanında yer alıyorlardı. Oklara bakıldıktan sonra b ü y ü k bir topluluk fal oklarının bulunduğu yeri doldurdu. Abdülmuttalib ve Abdullah, Kâ'be'nin kapısında ölü gibi renksiz bir halde belirince M a h z u m î l e r arasından bir mırıltı yükseldi, çünk ü kendi kardeşlerinin oğullarından birinin kurban edileceğini anladılar. " O bıçakla nereye?" diye bir ses yükseldi, halbuki hepsi bu s o r u n u n cevabını biliyordu. Abdu'l-Muttalib ettiği yeminden b a h s e t m e y e başladı, fakat M a h z u m ' u n şefi Muğire o n u n sözünü kesti: " O n u k u r b a n e t m e y e c e k s i n , o n u n yerine başka bir şey feda et, o n u n bedeli ne kadar ç o k olursa olsun, tüm Mahzumoğulları kendi mallarını feda etmeye hazırdırlar." Bu zamana kadar Abdullah'ın diğer kardeşleri de Kâ'be'nin dışına çıkmışlardı. Hiçbiri k o n u ş m a m ı ş t ı , fakat şimdi babalarına d ö n ü p kardeşlerini kefaret karşılığında kurtarması için yalvarıyorlardı. Herkes aynı şeyi söylüyor ve Abdu'lMuttalib de ikna o l m a k istiyordu, fakat aklı şüphelerle doluydu. S o n u n d a , b u d u r u m d a kefaretin m ü m k ü n olup olmadığını sormaya ve m ü m k ü n s e nasıl olacağını ö ğ r e n m e k için Yesrib'de yaşayan akıllı bir kadına gitmeye karar verdi. Abdullah'ı ve bir veya iki oğulunu daha yanına alarak Abdu'l-Muttalib, doğduğu şehre gitti. Orada kadının Yesrib'in yüz mil güneyinde, yahudilo rin yerleştiği Hayber'e gittiğini öğrendi. Bu nedenle yollarına devam e t t i l n



ve k a d ı m buldular. Kadına olayları anlattıklarında, kadın onlara ruhla ko-



BİR



PEYGAMBERE



DUYULAN



İHTİYAÇ



n u ş m a s ı gerektiğini ve ertesi gün gelmelerini söyledi. Abdu'l-Muttalib Allah'a dua etti. Ertesi gün kadın şunları söyledi: "Bana ilham geldi. Sizde kan



[6]



bedeli n e d i r ? " O n a on deve olduğunu söylediler. " M e m l e k e t i n i z e d ö n ü n ve k u r b a n edeceğiniz adamı bir tarafa, on deveyi bir tarafa k o y u n ve aralarında kura ç e k i n . O k adamın aleyhine çıkarsa, on deve daha ekleyin ve tekrar kura ç e k i n . Fal develere çıkıncaya kadar develeri arttırm. Develeri k u r b a n edip adamı salıverin" dedi. M e k k e ' y e döndüler, Abdullah'ı ve on deveyi Kâ'be'nin avlusuna koydular. Abdu'l-Muttalib, Kâ'benin içine girdi ve Hubel'in yanında durarak, yaptıklarını kabul etmesi için Allah'a yalvardı. Okları çektiler ve o k Abdullah'ın aleyhine çıktı. On deve daha eklediler, fakat oklar yine develerin yaşaması, Abdullah'ın k u r b a n edilmesi gerektiğim söylüyordu. Her seferinde o n deve ekleyerek develerin sayısını artırmaya devam ettiler. Develerin sayısı yüzü b u l u n c a y a dek falın s o n u c u aynı çıktı. S o n u n d a fal, develerin aleyhine döndü. F a k a t Abdu'l-Muttalib ç o k titiz bir insandı: b u kadar b ü y ü k karara varm a k için bir o k u n s o n u c u n u yeterli görmedi. Ü ç kez fal o k u ç e k i l m e s i üzerinde durdu ve iki kez daha o k çektiler. Her seferinde fal develerin aleyhine çıktı. S o n u n d a Abdu'l-Muttalib T a n r ı n ı n kefareti kabul ettiğinden emin oldu ve develer k u r b a n edildi.



bdu'l-Muttalib hiçbir zaman Hubel'e ibadet etmedi: o h e p Tanrı'ya-Al-



A



lah'a- ibadet ederdi. Fakat M o a b i putu, nesillerden beri Kâ'be'nin için-



deydi ve tüm mabedlerin en büyüğü olan b u mabedi kaplayan lütuf ve manevi etkinin yani bereket'in c i s i m l e ş m i ş şeklini temsil ediyordu. Arabistan'da başka k ü ç ü k m a b e d l e r de vardı. Bunların en önemlileri Hicaz bölge-



sindeki "Allah'ın kızları" olarak k a b u l edilen Lat, Uzza ve Menat idi. Diğer Yesrib Arapları gibi, Abdu'l-Muttalib de k ü ç ü k l ü ğ ü n d e n beri, vahanın kuzeyinde, Kızıl Deniz'deki Kudayd'da b u l u n a n M e n a t ' m tapmağına götürülmüştü. Kureyş için b u n l a r ı n en önemlisi, M e k k e ' n i n bir g ü n l ü k deve yolu güneyinde, Nahle ovasmdaki Uzza putu idi. Bir g ü n l ü k yol daha gidilirse, Havazin kabilesinden Sakif tarafından y ö n e t i l e n ve Yeşil C e n n e t denilen Tai f e varılır. Lat "Taif'li bir k a d ı n " d ı ve o n u n putu gösterişli bir tapınağa k o n muştu. Bu putun koruyucuları oldukları için Sakifliler kendilerini Kureyş'le bir tutarlardı: Kureyş'liler de M e k k e ve Taif'i kasdettiklerinde, "iki ş e h i r " diy e c e k kadar Taif'i yüceltmişti. "Hicaz'ın B o s t a n ı " denilen Taif'in verimliliği ve i k l i m i n i n güzelliğine rağmen halkı yine de kuzeydeki b o ş vadiyi kıskanıyordu. Ç ü n k ü kendi mabetlerinin, ne kadar yükseltseler de, Allah'ın Evi ile b o y ölçüşemeyeceğini biliyorlardı. T a m a m e n tersi olmasını, yani kendi tapmaklarının tercih edilmesini de istemiyorlardı, ç ü n k ü onlar da İsmail'in soyundandılar ve Mekke'yle b i r ç o k bağları vardı. Bu k o n u d a k i duyguları ç o ğ u n l u k l a k a r m a ş ı k ve birbirine karşıt oluyordu. Diğer tarafta Kureyş kabilesi h i ç kimseyi k ı s k a n m ı y o r d u . D ü n y a n ı n merkezinde yaşadıklarından haberdardılar ve pusulanın h e r y ö n ü n d e n hacı ç e k e b i l e c e k derecede b ü y ü k bir m a b e d i n sahibi olduklarını biliyorlardı. Onların yapması gereken tek şey kendileriyle diğer kabileler arasında kurulan iyi ilişkiyi b o z m a m a y a çalışmaktı. Abdu'l-Muttalib'in hacıları Mekke'de ağırlamayla ilgili görevleri, o n u n t ü m bunlardan haberdar olmasını sağladı. O n u n işlevi kabilelerarası bir işlevdi ve bir noktaya kadar tüm Kureyş tarafından paylaşılıyordu. Hacılara M e k k e ' n i n bir ev olduğu hissettirilmeliydi. Onları hoş karşılamak, onların ibadet ettikleri çeyleri h o ş karşılamak ve beraberlerinde getirdikleri putlara saygıda k u s u r e t m e m e k anlamına geliyordu. Putları kabul e t m e n i n ve onla-



rın etkili olduğuna inanmanın tek delili ve meşruiyeti gelenekti: babaları, babalarının babalan ve daha büyük ataları hep öyle yapmıştı. Bununla birlikte, Allah, Abdu'l-Muttalib için büyük bir hakikat ifade ediyordu. Şüphesiz o, İbrahim'in dinine Kureyş, Huzaa, Havâzin ve diğer Arap kabilelerindeki çağdaşlarından daha yakın durumdaydı. Fakat İbrahim'in dinini tam anlamıyla sürdüren bir kaç kişi vardı ve daima da olmuştu. Onlar putlara ibadetin geleneksel olmaktan çok, sonradan ortaya çıkmış bir tehlike (bid'at) olduğu kanaatindeydiler. Hubel'in lsrailoğullan'nın altın buzağısından pek farklı olmadığını görebilmek için tarihe bir göz atmak yeterliydi. Kendilerine Hanifler^ adını veren bu şahısların putlarla hiç ilgisi yoktu ve putları Mekke'yi pisleten ve alçaltan varlıklar olarak görüyorlardı. Taviz vermekten uzak oluşları ve çoğu şeye karşı çıkışları onları Mekke toplumunun dışında kalmaya zorluyordu. Onlara karşı takınılan tavır, bir bakıma da kendilerini korumaya hazır olan kabileler tarafından belirleniyordu. Abdu'l-Muttalib dört tane Hanif tanıyordu ve onların en saygını olan Varaka, Esed kabilesinden ikinci kuzeni Nevfel'in^ oğlu idi. Varaka hıristiyan olmuştu. O bölgedeki hıristiyanlar arasında bir peygamberin gelişinin yakın olduğu fikri yaygındı. Bu inancın bu kadar yayılmasının sebebi ise Doğudaki kiliselerden bazılarının bu inancı desteklemesi ve astrologlarla, kahinlerin de bu inancı paylaşmasıydı. Yahudilere gelince, onlar da son gelen peygamberin İsa olduğunu bildikleri için yeni bir peygamberin geleceği konusunda hemfikirdiler. Yahudi alimleri onlara peygamberin çok yakında geleceğini, onun geleceğine delalet eden birçok işaretin görüldüğünü ve muhakkak onun seçilmiş kavim olan yahudilerden çıkacağını söylüyorlardı. Varaka'nın da içlerinde olduğu bir grup hıristiyan ise bu konuda şüphedeydiler. Onlara göre peygamberin Arap olmaması için hiçbir sebep yoktu. Arapların; yahudilerden daha çok peygambere ihiyaçları vardı, çünkü en azından yahudiler tek Tanrıya tapma bakımından İbrahim'in dinini takip ediyor ve putlara tapmıyorlardı. Arapların bu yalancı tanrılara tapmalarını ise sadece bir peygamber önleyebilirdi. Kâ'be'nin içinde ve çevresinde toplam 3 6 0 put vardı. Bunun yanı sıra Mekke'de her evde, evin merkezini oluşturan bir put bulunurdu. Yolculuğa çıkarken ve dönüşte yapılan ilk iş, putu okşamak ve ondan yardım dilemek olurdu. Bu uygulamalar sadece Mekke'ye özgü değildi, tüm Arabistan'a yayılmıştı. Bazı yerleşik hıristiyan Arap topluluklarının varolduğu da bir gerçekti: Bunlar Gûney'de, Nccran ve Ye-



m e n d e , Kuzey'de ise Suriye kıyılarında bulunuyorlardı. Fakat, tüm Akdeniz'i ve Avrupa'yı değiştiren Allah'ın son vahyi (İsa), altı yüzyıldan beri Mekke vadisindeki putperest topluluk üzerinde hiçbir önemli etkiye sahip olamamıştı. Hicaz Arapları ve doğusundaki geniş Necd ovasmdaki Araplar kutsal kitapların mesajına kapalı gibi görünüyordu. Kureyş ve diğer putperest kabileler hıristiyanlara düşman değildiler. Hıristiyanlar bazen İbrahim'in Mabed'ini ziyarete gelirler ve Araplar tarafından diğer hacılar gibi ağırlanırlardı. Hatta bir hıristiyanm Kâ'be'nin içinde Meryem ve İsa portresi boyamasına izin verilmiş, teşvik bile edilmişti. Fakat bu resim ve diğerleri bir tenakuz teşkil ediyordu, Kureyşliier ise bu çelişkiye aldırmaz görünüyorlardı. Onlar için bu, sadece putlarına iki yeni putun eklenmesinden ibaretti. Kabilesindeki çoğu kişinin aksine Varaka eski kutsal kaynaklan okuyabiliyordu. Onlar üzerinde bir araştırma bile yapmıştı. Bu nedenle O, hristiyanlarm çoğunlukla Hamsin yortusunda kutladıkları mucizeye (Pentecost) delalet ettiğini söyledikleri İsa'nın sözlerinden bir kısmının bu anlamı aştığını ve henüz ortaya çıkmamış bir şeyi kasdettiğini farkedebiliyordu. Fakat bu cümlelerin anlamı gizli idi, neye delalet ettiği anlaşılmıyordu: "O hiçbir zaman kendiliğinden konuşmaz, onun söyledikleri duyduklarından ibarettir." 3 Varaka'nın kendine çok yakın olan Kuteyle adında bir kızkardeşi vardı. Çoğunlukla bütün bunları ona anlatırdı. Onun söyledikleri Kuteyle üzerinde o denli etkili olmuştu ki beklenen peygamber sürekli düşüncelerinde yer ediyordu. O gerçekten aralarında olabilir miydi? Develer kurban edilir edilmez, Abdu'l-Muttalib kurtulan oğlunu evlendirmeye karar verdi. Biraz araştırdıktan sonra, Kusayy'ın kardeşi Zühre'nin torunu olan Vehb'in kızı Amine'yi uygun bir eş olarak seçtiler. Vehb, Zühre kabilesinin şefiydi, fakat birkaç yıl önce ölmüştü. Âmine, babasından sonra kabilenin şefi olan erkek kardeşi Vuheyb'in velayeti altındaydı. Vuheyb'in de evlenecek yaşta Hale adında bir kızı vardı. Abdu'l-Muttalib evlilik kararını onaylatırken Amine'yi oğluna, Hale'yi de kendine istedi. Vuheyb de bu anlaşmayı kabul etti ve aynı zamanda yapılacak olan bu çifte düğün için tüm hazırlıklar yapıldı. Karar verilen gün Abdu'l-Muttalib oğlunun elinden tutup Beni Zühre'nin^ yerleştiği evlere doğru yürümeye başladı. Beni Esed'ın evleri de yol üzerindeydi. O sırada Varaka'nın kardeşi Kuteyle de, bu meşhur düğünü görebilmek için evinin kapısı önünde otu



FİL



ruyordu. Abdu'l-Muttalib o sıra yetmiş yaşlarmdaydı, fakat yaşma göre her b a k ı m d a n hâlâ genç görünüyordu. İki damadın yavaş yavaş yaklaşması,



YİLİ



[7]



k u t l a n a n tören nedeniyle daha da ziyadeleşen heybetli ve zarif g ö r ü n ü m l e ri g e r ç e k t e n etkileyici bir manzara arzediyordu. Daha da yaklaştıklarında Kuteyle gözlerini g e n ç adama dikti. Abdullah güzellikte z a m a n ı n ı n Yusuf'u gibiydi. Hatta Kureyş'in en yaşlı erkek ve kadınları o zamana d e k böyle gü-



O



yıllarda Yemen, Habeşistan'ın y ö n e t i m i n d e y d i ve E b r e h e adında bir Habeş'li tarafından yönetiliyordu. E b r e h e , San'a'da b ü t ü n Arabistan'ın hac



zel k i m s e g ö r m e d i k l e r i n i söylüyorlardı. O şimdi gençliğinin baharında, yir-



yeri olarak Mekke'den daha ileri olmasını istediği b ü y ü k b i r katedral yap-



mi b e ş yaşında idi. F a k a t Kuteyle bu kez o n u n yüzünde başka b i r şeylerin



tırdı. Bu katedral için Saba m e l i k e s i n i n terk edilmiş saraylarından mermer-



varolduğunu ve alnında dünyanın ötelerinden gelen bir n u r ( ı ş ı k ) parladı-



ler getirtti, altından haçlar, fildişi ve abanozdan m i n b e r l e r yaptırttı ve Neca-



ğını fark ederek şaşırdı. B e k l e n e n peygamber Abdullah olabilir miydi? Yok-



şi'ye şunları yazdı: " K r a l ı m , sizden ö n c e hiçbir krala nasip olmayan bir ki-



sa o b e k l e n e n peygamberin babası mı olacaktı?



lise yaptırdım. Sizi ve t ü m Araplar'ı b u kiliseye h a c c e t m e y e razı edene ka-



Baba-oğul tam o n u n yanından geçmişlerdi ki " E y Abdullah," diye bir ses



dar uğraşacağım." Bu dileğini gizli de tutmuyordu. Bu nedenle Hicaz ve



duydular. Babası, sanki o n u n gidip kuzeniyle konuşmasını istermiş gibi eli-



Necd Arapları arasında b ü y ü k bir gerginlik ortaya çıkmıştı. S o n u n d a Ku-



ni bıraktı. Abdullah, yüzünü Kuteyle'ye çevirdi, kadın ona nereye gittiğini



reyş'e yakın kabilelerden biri olan Kinane'li bir adam San'a'ya kiliseyi pislet-



sordu. Abdullah bir şeyler sakladığı için değil, fakat o n u n düğüne gittiğini



mek için gitti. Bir gece gizlice gidip, sağ salim geri d ö n d ü .



bilmesi gerektiğini düşünerek sadece "Babamla gidiyorum" diye cevap verdi.



Ebrehe b u n u d u y u n c a , Kâ'be'yi yerle bir etmeye and içti. Hazırlıklarını



Kuteyle: "Beni şimdi ve burada al ve b e n i m l e evlen, sana yerine k u r b a n edi-



tamamlayıp büyük bir ordu ile Mekke'ye doğru yola çıktı. O r d u n u n ö n ü n -



len develer kadar deve vereceğim" dedi. Abdullah ise "Babamla beraberim,



de ise bir fil gidiyordu. S a n ' a ' n m kuzeyindeki birtakım Arap kabileleri onu



o n u n isteklerinin dışına ç ı k a m a m ve onu b ı r a k a m a m " diye cevap verdi.^



durdurmaya çalıştılar, fakat Habeşistanlılar onları yendi ve Kes'am kabilesi-



Evlilikler planlandığı gibi yapıldı ve iki çift birkaç gün Vuheyb'in evinde kaldılar. Bu sırada Abdullah, k e n d i evinden bir şeyler a l m a k üzere yola



nin lideri Nufeyl'i esir aldılar. Nufeyl hayatının bağışlanmasına karşılık o n lara rehberlik etmeyi kabul etti.



ç ı k m ı ş t ı , yine Varaka'nm kardeşi Kuteyle'ye rastladı. Kadının gözleri yüzü-



Ordu Taif'e vardığında S a k î f kabilesi, Ebrehe'nin Kâ'be yerine kendi ta-



nü öyle araştırır bakışlarla tarıyordu ki, k o n u ş m a s ı n ı bekler bir şekilde ya-



pınakları Lat'ı y ı k m a s ı n d a n k o r k a r a k onu karşılamaya çıktılar. Varmak iste-



nında durdu. Kadın bir şey söylemeyince, bir gün ö n c e söylediklerini neden



diği yere h e n ü z ulaşmadığını söyleyip, geri kalan yolda onlara rehberlik et-



tekrarlamadığını sordu. Kuteyle şu cevabı verdi: " D ü n y ü z ü n d e varolan ışık



mesi için beraberine bir adam verdiler. E b r e h e yanında Nufeyl olmasına



b u g ü n y o k . Bugün b e n i m senden istediklerimi bana v e r e m e z s i n . "



rağmen teklifi kabul etti. F a k a t yanına verdikleri a d a m M e k k e ' y e iki mil ka-



E v l e n m e l e r i n meydana geldiği yıl M.S. 5 6 9 idi. B u n u takip eden yıl Fil yılı olarak bilinir ve birden fazla sebep nedeniyle ö n e m taşır.



la, Muğammis'te öldü, o n u oraya gömdüler. Araplar b u mezarı b u g ü n e dek hep taşlayagelmişlerdir. Ebrehe Muğammis'te m o l a verdi ve M e k k e tepelerine atlı bir grup gön-



1.



Hanif kelimesi (çoğulu hunefâ) "ortodoks" anlamını taşır. Bak. K. VI. 161. Yazar M. Lings, Hanif terimini her ne kadar ortodoksluk olarak tarif ediyorsa da, gerçekte asıl anlamı 'Hak dine eğilim', 'tevhid dini' , 'muvahhid olmak' veya 'Allah'ı birleyen, bir tanıyan' demektir. (İnsan Yay.)



derdi: Bu ö n c ü grup yolda ne bulurlarsa aldılar ve Ebrehe'ye Abdu'l-Mutta1 ib'in ikiyüz devesini de içeren bir sürü gönderdiler. Kureyş ve k o m ş u kabileler savaş konseyi topladı ve d ü ş m a n a karşı k o y m a n ı n b i r anlamı olmadı-



2.



Haşim'in kardeşi Nevfel'le karıştırılmaktadır.



3.



St. John, 16-13



tirmesi için b i r elçi gönderdi. E l ç i onlara savaş e t m e k istemediklerini, sade-



4.



Zühreoğulları ve onun soyundan gelenler. Benî, İbn'in çoğuludur.



5.



I.I., 100.



ce Kabe'yi yıkacaklarını ve k a n dökülmesini istemiyorlarsa şefin kendisiyle



6.



I.I. 101.



ğına karar verdiler. O sırada E b r e h e , Mekke'ye beraberinde oranın şefini ge-



birlikte Habeşliler'in karargahına gelmesi gerektiğini söyledi.



Haklar ve görevler Abdu'd-Dar ve Abdu Menaf sülaleleri arasında bölüştürüldüğünden beri Kureyş'in resmî bir başkanı yoktu. Fakat herkesin fikrinde kabilelerden birinin başkanı, Mekke'nin şefi olarak yer etmişti. Bu kez elçi Abdu'l-Muttalib'in evine yöneldi ve Abdu'l-Muttalib, oğullarından biriyle beraber elçinin arkasından gitti. Ebrehe onu gördüğünde görünüşünden o denli etkilendi ki selamlamak için ayağa kalktı ve halının üstüne, onun yanına oturdu. Ebrehe tercümana Abdu'l-Muttalib'den bir şey sorup sormak istemediğini öğrenmesini söyledi. Abdu'l-Muttalib, askerlerin ikiyi'ız devesini aldığını ve onların geri verilmesi gerektiğini söyledi. Ebrehe biraz şaşırdı ve hayal kırıklığına uğradığını belirtti. Develerinden ç o k yıkılmak istenen dinini düşünüyor olmalıydı. Abdu'l-Muttalib şu cevabı verdi: "Ben develerin sahibiyim, Kâ'be'nin de onu koruyan bir sahibi vardır". Ebrehe: "Bana karşı koruyamaz" dedi. Abdu'l-Muttalib: "Bunu göreceğiz, sen bana develerimi geri ver" dedi. Ebrehe de develerin geri verilmesi için emir verdi. Abdu'l-Muttalib, Mekke'ye döndü ve Kureyşliler'e şehrin üzerindeki tepelere çekilmelerini tavsiye etti. Daha sonra ailesinden bir grupla Kâ'be'ye gitti. Kâ'be'nin yanında durarak, Allah'a, Ebrehe ve askerlerine karşı kendilerine güç vermesi için yalvardılar. Abdu'l-Muttalib de Kâ'be'nin kapısındaki metal halkaya yapışarak "Allah'ım, kulun kendi evini korudu. Sen de kendi Ev'ini k o r u " diye yalvardı. Duayı bitirdikten sonra diğer Kureyşliler'le birlikte Mekke'nin dışındaki tepelere çıktılar, oradan aşağıda ne olup bittiğini görebiliyorlardı. Ertesi sabah Ebrehe şehrin üzerine yürümek için hazırlandı. Kâ'be'yi yıkıp tekrar aynı yoldan San'a'ya dönmeyi düşünüyordu. Süslenen fil, zaten hazır olan ordunun en önüne geçirildi. Güçlü hayvan, k o n u m u n u aldıktan sonra, bakıcısı Üneys tarafından ordunun gittiği yöne, yani Mekke'ye doğru çevrildi. İsteksiz olmasına rağmen rehber yapılan Nufeyl, ordunun en önünde Üneys'le birlikte gitmek zorundaydı. Bu sırada Üneys'ten hayvana nasıl kumanda ettiğini de öğrenmişti. Ve Üneys ilerleme emrini anlayabilmek için başını çevirdiği bir anda Nufeyl filin kulağına yavaşça çökmesini fısıldadı. Bunun üzerine fil Ebrehe ve askerlerini şaşırtacak bir şekilde kendini yere bıraktı. Üneys ona kalkmasını emretti, fakat lil Nufcyl'in emrinden çıkmadı. Onu ayağa kaldırmak için ellerinden geleni yupiılaı, batta başına demir çubuklarla vurdular, karnını sivri çubuklarla dürlüklrdiler, fakat fil taş gibi yerinde sabit duruyordu. Daha sonra tüm orduyu Yemen tarafına



yürütüp kendilerini takip etmesi için kaldırmayı denediler. Fil kalktı ve peşlerinden gitti. Orduyu tekrar Mekke yönüne çevirdiler, fil de o tarafa döndü, fakat bir adım bile atmadan oraya çöktü. Bu, bir adım bile ileri gitmemeleri gerektiğine açık bir uyarı idi. Fakat Ebrehe yaptırdığı mabedi kabul ettirmeye ve onun rakibini yok etmeye o kadar kararlı idi ki, bu uyarıyı göremez hale gelmişti. Eğer geri dönmüş olsalardı, belki büyük felaketten kurtulabilirdi. Ama geç kalmışlardı: birden baLi tarafındaki gökyüzü karardı ve acayip bir ses duyuldu. Denizden gelen bu karanlık manzara genişledi ve yukarı baktıklarında gökyüzünün kuşlarla dolu olduğunu gördüler. Kurtulanlar, kuşların uçuşunun kırlangıca benzediğini ve her kuşun, biri ağzında ikisi ayaklarında olmak üzere, kuru fasulye büyüklüğünde üç çakıl taşı taşıdığını söylediler. Askerlerin üzerine çullandılar ve taşlamaya başladılar; taşlar o denli sert ve hızlı idi ki, zırhları bile delip geçiyordu. Her taş hedefini buluyor ve öldürüyordu, çünkü taş bedene değer değmez beden yavaş yavaş veya aniden çürümeye başlıyordu. Taşlar herkese isabet etmemişti, Üneys ve fil de bunlar arasındaydı. Kurtulanlardan bir kısmı Hicaz'da kaldı ve çobanlık ederek veya başka işler yaparak geçimlerini sağladılar. Fakat ordunun büyük bir çoğunluğu



tekrar



San'a'ya döndü. Çoğu yolda öldü, Ebrehe'nin de içinde bulunduğu diğer grup ise San'a'ya vardıktan sonra öldüler. Nufeyl ise ordunun dikkatinin file çevrildiği bir sırada oradan ayrılmış ve Mekke'nin üstündeki tepelere kaçmıştı. O günden sonra Araplar Kureyşliler'e "Tanrı'nın halkı" adını verdiler ve daha çok saygı göstermeye başladılar. Çünkü Allah, onların dualarını kabul etmiş ve Kâ'be'yi yıkılmaktan korumuştu. Kureyşliler birincisiyle pek ilgisiz olmayan ve aynı yılda, Fil yılında meydana gelen başka bir olayla da şeref ve saygınlık kazanacaklardı. Abdu'l-Muttalib'in oğlu Abdullah kuşların mucize gösterdiği sırada Mekke'de değildi. Kervanlardan biriyle Filistin ve Suriye'ye ticaret için gitmişti; dönüşte Yesrib'te babaannesinin akrabalarına uğradı ve orada hastalandı. Kervan Mekke'ye onsuz döndü. Oğlunun hastalık haberini duyunca Abdu'l-Muttalib, iyileştiğinde kardeşini geri getirmesi için oğlu Haris'i gönçlerdi. Fakat Haris Yesrib'li kuzenlerinin evine vardığında teselli dolu selamlamalar aldı ve kardeşinin öldüğünü anladı. Haris döndüğünde Mekke üzüntüye boğuldu. Amine'nin tek tesellisi doğacak olan bebeğiydi ve doğum yaklaştıkça kederi daha da azaldı. İçinde



ÇÖL bir nur taşıdığının farkındaydı. Birgün kendisinden öyle bir ışık parladı ki Suriye'deki Basra kalelerini bile görebildi. Kendisine bir sesin şöyle dediği-



[8]



ni duydu: "Sen karnında halkının önderi olacak bir şahsı taşıyorsun; doğduğunda şöyle de: " O n u her türlü kötülükten, Allah'ın koruması altına emanet ediyorum" ve adını Muhammed koy."* Birkaç hafta sonra çocuk dünyaya geldi. Amine amcasının evindeydi. Abdu'l-Muttalib'e gelip torununu görmesi için haber gönderdi. Abdu'l-Muttalib çocuğu kucağına aldı ve Kâ'be'ye götürdü. Orada verdiği hediye için Allah'a şükretti. Daha sonra çocuğu tekrar annesine getirdi. Fakat dönüşte önce kendi evine uğradı ve çocuğu evdekilere gösterdi. Kendisi de Amine'nin yeğeni Hale'den kısa bir süre sonra çocuk sahibi olacaktı. O sırada en küçük oğlu, üç yaşındaki Abbas'tı. Kapının önünde durmuş babasına bakıyordu. Abdu'l-Muttalib yeni doğmuş bebeği ona doğru uzatarak: "Bu senin kardeşin, kardeşini öp" dedi. Abbas da onu öptü.



rkek çocukların, doğduktan sonra çöle emzirilmek ve belli bir yaşa ka-



E



dar büyütülmek üzere gönderilmesi Arabistan'da yaygın bir gelenekti.



Çocuk ölüm oranının yüksek ve salgın hastalıkların yaygın oluşu nedeniy-



le Mekke'de de bu gelenek sürdürülüyordu. Fakat bundan amaç sadece çocuğun çölün temiz havasını teneffüs etmesi değildi. Bu sadece bedenle ilgili bir sebepti. Çölün insan ruhu üzerinde de birtakım etkileri vardı. Kureyş yerleşik hayata yeni geçmişti. Kusayy, onlara Mabed'in etrafına evler yapmalarını söyleyene dek yarı göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Yerleşik hayat tabiî ki kaçınılmazdı, fakat bu türlü yerleşme sakıncalıydı. Soyluluk ve özgürlük birbirinden ayrılmaz iki kavramdı ve göçebe özgürdü. Çölde bir insan, mekâna hükmettiğinin bilincindeydi; bu hükmetme sayesinde de bir bakıma zamanın baskısından kurtuluyordu denebilir. Çöl insanı, çadır bozarak geçmiş zamanı silebiliyordu; zamanı ve yeri henüz belirmediği için yarın bir hüsran olarak görünmüyordu. Fakat şehirli insan bir mahpustu. Onun bir yerde sürekli kalmak zorunda oluşu herşeyi çürütüyor ve -dün, bugün, yarını- zamanın gayesi haline getiriyordu. Şehirler bozulma yerleriydi. Şapşallık ve tembellik onların duvarları arasına gizlenmiş ve insanın uyanık ve tetikte oluşunu köreltmek için hazır bekliyorlardı. Orada her şey, hatta insanın sahip olduğu en önemli özellik olan dil bile bozuluyordu. Araplar'ın çok azı okuyabilirdi, fakat güzel konuşma tüm Araplar'ın çocuklarında görmek istediği üstün bir meziyetti. İnsanın değeri güzel konuşması ve belagatı ile ölçülürdü ve belagatın başı da şiirdi. Ailede bir şairin bulunması övünülecek bir olaydı. En iyi şairler hemen hemen tamamen çöldeki birkaç kabileden çıkıyordu. Çünkü çölde konuşulan dil şiire çok benziyordu. Bu nedenle çölle bağlantı her nesilde yenilenmeliydi; ciğerler için temiz hava, dil için saf Arapça, ruh için özgürlük. Kureyş'in erkek çocukları, çölden bu faziletleri kapabilmeleri için, daha kısa süre de yeterli olmasına rağmen, sekiz yaşlarına kadar çölde kalırlardı. Bazı kabileler çocuklara bakma ve büyütmede iyi şöhret kazanmıştı. Bunlardan biri de Mekke'nin güneydoğusunda yerleşen, Havazinler'in en önemli kollarından biri olan Beni Sa'd lbn Bekr kabilesi idi. Amine oğlunu bu kabileden bir kadına vermek istiyordu. Onlar Mekke'ye belirli zamanlar-



t.



I.I., 102.



da süt çocuğu almak için gelirlerdi ve yakında bir grubun gelmesi bekleniyordu. Mekke'ye bu kez yaptıkları yolculuğu, onlardan biri, kocası Hâris'le birlikte gelen ve yeni doğum yapmış olan Ebu Zu'ayb'm kızı Halime şöyle anlatıyor: "O yıl bir kıtlık yılıydı ve hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Dişi eşeği-



olanlarıydı. Halime ve diğeri arasında bir tercih ihtimali olduğunda, diğeri tercih ediliyordu. Sonunda Halime dışında tüm Beni Sa'd kadınları birer çocuk sahibi olmuşlardı. Sadece en fakir sütanne çocuksuz, en fakir çocuk da sütannesiz kalmıştı.



min üzerine bindim. Yanımıza bir damla bile süt vermeyen yaşlı dişi deve-



"Mekke'den ayrılmaya karar verdiğimizde" dedi Halime, "kocama de-



mizi de aldık. Açlıktan ağlayan k ü ç ü k oğlumuz yüzünden bütün gece uyu-



dim ki: tüm arkadaşlarımın arasında emzirecek bir çocuk bulamadan dön-



yamadık. Çünkü göğsümde onu besleyecek kadar süt yoktu. Eşeğim o ka-



mekten hoşlanmıyorum. Gidip o yetimi alacağım." "Nasıl istersen" dedi.



dar zayıf ve güçsüz idi ki çoğunlukla diğerlerini bekletiyordum."



"Onun sayesinde Tanrı bize belki lütfeder." Ondan başka bir bebek bulama-



Develerin ve eşeğin beslenip güçlenebilmesi için nasıl bir damla yağmur yağmasını beklediklerini anlattı. Fakat Mekke'ye varana dek hiç yağmur yağmadı. Beni Sa'dlılar süt çocuğu almak için etrafa bakınmaya başladıklarında, Amine orada bulunanlara sırayla oğlunu almaları için teklifte bulundu, fakat hepsi reddettiler. Halime: "Bunun sebebi çocuğun babasından biraz destek beklememizdi. O bir yetim, annesi ve dedesi bize ne sağlayabilir? diyerek onu almadık" dedi. Ç o c u k emzirmek için doğrudan bir ücret istemiyorlardı, çünkü çocuğa verilen süt karşılığında para almak şerefsizlik sayılıyordu. Aldıkları karşılık daha dolaylı ve uzun süreye bağlıydı. Şehirlilerle göçebeler arasındaki bu değiş-tokuş doğal bir şeydi, çünkü birinin zengin olduğu konuda diğeri fakirdi. Göçebenin teklif ettiği şey Tanrı vergisi



dığım için döndüm ve onu aldım. Onu alıp konakladığımız yere döndüm, onu kucağıma alıp göğsüme yaklaştırdığımda göğsüm onun için sütle doldu. O kendi memesini emdi, diğerinden de süt kardeşi doydu. Sonra ikisi de uyudular. Kocam yaşlı devemizin yanma gitti, bir de ne görsün! Memeleri süt doluydu. Onu sağdı ve doyuncaya dek ikimiz de sütten içtik. En güzel gecemizi geçirdik ve sabahleyin kocam bana şöyle dedi: "Halime, senin aldığın bu çocuk korunmuş bir varlık." "Benim dileğim de b u " dedim. Daha sonra yola koyulduk, ben eşeğe bindim, arkama da çocuğu bindirdim: Eşeğim herkesinkini geçti ve hiçbiri ona yetişemedi. Bana: "Hey, bizi bekle! Geldiğin eşek bu m u ? " diye sordular. "Tabiî b u " dedim. "Ona bir mucize isabet etmiş" dediler.



geleneksel yaşam şekliydi. Habil'in yaşam şekli. Kabil'in oğulları ise -ilk şe-



"Beni Sa'd yöresindeki çadırlarımıza ulaştık. Allah'ın yarattığı yeryü-



hirleri kuran Kabil'di- zenginliğe ve güce sahiptiler. Bedevi'nin avantajı, bü-



zünde burası kadar kısır ve verimsiz bir toprak daha olduğunu sanmıyo-



yük ailelerden biriyle sürekli bir bağ kurmaktı. Sütanne, kendisine ikinci



rum. Fakat biz çocuğu beraberimizde getirdikten sonra sürümüz her sefe-



bir anne gibi bağlanacak ve yaşamı boyunca minnettar kalacak bir oğul sa-



rinden karnı tok ve sütle dolu olarak eve dönüyordu. Diğerlerinin bir dam-



hibi oluyordu. O aynı zamanda kendi çocuklarına da kardeş gibi davrana-



la bile sütü yokken biz onları sağıp içiyorduk. Komşularımız ise kendi ço-



caktı. Bu ilişki sadece sözde bir ilişki değildi. Araplara göre süt de veraset



banlarına "Gidin ve onların çobanının otlattığı yerlerde sürüleri otlatın" di-



kanallarından biriydi ve emzirenin nitelikleri hemen bebeğe de geçerdi. Fa-



yorlardı. Yine onların sürüleri aç ve sütsüz dönerken, bizimkiler tok ve süt-



kat süt çocuktan büyüyene dek hiçbir şey beklenemezdi, o büyüyene dek



le dolu dönüyorlardı. Ç o c u k iki yaşma gelip ben onu sütten kesinceye dek



çocuğun görevlerini babası yüklenirdi. Bir büyükbaba (dede) görevler için



Allah'ın bu lütfü devam etti.^



uzak sayılabilirdi. Bu durumda ise Abdu'l-Muttalib'in yaşlılığı nedeniyle



" Ç o c u k iyi büyüyordu" diye devam etti. "Ve diğer çocukların hiçbiri



uzun süre yaşayamayacağı belliydi. Öldüğünde torunu değil oğullan miras



büyümede ona yetişemiyordu. İki yaşma geldiğinde iyi gelişmiş bir çocuk-



alacaklardı. Amine ise fakirdi; çocuğa gelince, babası ona zengin bir miras



tu, bize getirdiği bereket nedeniyle bizde daha çok kalmasını istememize



bırakacak kadar yaşamamıştı. Oğluna beş tane deve, küçük bir koyun ve ke-



rağmen onu annesine geri götürdük. Ona şöyle dedim: "Küçük oğlumu da-



çi sürüsü ve bir cariyeden başka miras bırakmamıştı. Abdullah'ın oğlu as-



ha çok güçlenene dek benim yanımda bırak, çünkü Mekke'de onun salgın



lında saygın bir aileye mensuptu; fakat bu yıl teklif edili n en fakir çocuktu. Diğer taraftan sütanne ve ailesinin zengin olmaları heklenmese de çok fakir olmamaları istenirdi. Halime ve kocası arkadaşları arasında en fakir



hastalıklara yakalanmasından korkuyorum". Onu bize tekrar verene dek annesine ısrar ettik. "Dönüşümüzden aylar sonra bir gün, o ve kardeşi çadırın arka tarafın-



da kuzularla beraberlerdi. Kardeşi koşarak geldi ve: "Kureyşli kardeşim, be-



İKİ



yazlar giymiş iki kişi o n u aldılar, yere yatırdılar ve göğsünü açtılar, elleriyle göğsünü karıştırıyorlar" dedi. B u n u n üzerine b e n ve babası onların yanına



KAYIP



[9]



gittik, o n u o t u r u r b u l d u k , fakat yüzü solgun görünüyordu. O n u yanımıza çektik ve " S a n a ne oldu o ğ l u m ? " diye sorduk. Şöyle cevap verdi: "Beyazlar giymiş iki adam y a n ı m a geldi, beni yatırdılar ve g ö ğ s ü m ü açtılar, içinde bilm e d i ğ i m bir şeyi



araştırdılar"2.



j



- r a l i m e ve Haris s o n u n d a ç o c u k l a r ı n doğru söylediğine inandılar ve b u



i i o l a y onları ç o k etkiledi. Haris, süt ç o c u k l a r ı n ı n kötü bir ruha sahip ol-



Halime ve kocası Haris etrafa bakındılar, fakat insana b e n z e r bir şey gö-



masından veya büyüye u ğ r a m a s ı n d a n k o r k t u ve karısına b u k ö t ü l ü k l e r



remediler. İki ç o c u ğ u n söylediğini doğrulayacak bir damla kan veya yara bi-



meydana ç ı k m a d a n ç o c u ğ u a n n e s i n e teslim etmeleri gerektiğini söyledi.



le yoktu. Sorulan sorular çocukları söyledikleri şeyden vazgeçiremedi. Ç o -



Halime o n u bir kez daha M e k k e ' y e götürdü, geri götürmelerinin asıl nede-



c u ğ u n k ü ç ü c ü k g ö ğ s ü n d e bir çizik bile yoktu. Normal olmayan tek şey ço-



nini gizlemek niyetindeydi. F a k a t A m i n e , daha ö n c e k i fikirlerini n e d e n de-



c u ğ u n sırtında, iki k ü r e k k e m i ğ i n i n ortasındaydı: k ü ç ü k , fakat belirgin yu-



ğiştirdiklerini ö ğ r e n m e k için ç o k ısrar etti, s o n u n d a t ü m hikâyeyi öğrendi.



varlak bir işaret. Sanki bir bardak k a p a n m ı ş gibi oranın etleri derinin üstün-



Her şeyi öğrendikten sonra Halime'yi teskin ederek: " B e n i m k ü ç ü k oğlum-



de bir y ü k s e k l i k meydana getiriyordu. Fakat bu işaret doğuştandı.



da b ü y ü k harikalar gizli" dedi. Sonra h a m i l e y k e n başından geçenleri, kendi



Daha sonraki yıllarda ç o c u k bu olayı daha ayrıntılı bir şekilde anlatabi-



içinde b i r n u r taşıdığının nasıl farkına vardığını anlattı. Halime ç o c u ğ u ya-



liyordu: "Beyazlar giymiş iki adam yanıma geldi, ellerinde karla dolu altın



nında tutmaya razı o l m u ş t u , fakat b u kez A m i n e ç o c u ğ u n a k e n d i b a k m a y a



bir leğen vardı. Sonra beni yatırdılar ve g ö ğ s ü m ü açtılar, kalbimi dışarı çı-



karar verdi: " O n u b e n i m l e bırak ve selametle evine d ö n " dedi.



kardılar. Aynı şekilde o n u da ikiye ayırdılar, i ç i n d e n siyah bir pıhtıyı alıp at-



Ç o c u k , annesiyle Mekke'de yaklaşık ü ç yıl kadar m u t l u yaşadı ve dede-



tılar. Daha sonra kalbimi ve g ö ğ s ü m ü karla y ı k a d ı l a r . " 3 Şunları da ekledi:



sinin, a m c a l a r ı n ı n , halalarının ve k u z e n l e r i n i n beğenisini kazandı. Özellik-



" M e r y e m ve Isa dışında, doğduğu andan itibaren t ü m Ademoğullarına Şey-



le ona en yakın olanlar, M u h a m m e d ' i n anne-babasıyla aynı günde evlenen



tan



dokunmuştur."4



Abdu'l-Muttalib'in son evliliğinden olma ç o c u k l a r ı Hamza ve Safiye idi. Hamza, M u h a m m e d ' l e (s.a.v.) aynı yaştaydı, Safiye ise biraz daha k ü ç ü k t ü . Babası tarafından amca ve halası, a n n e tarafından ise kuzenleri olan bu ikiliyle ö m ü r b o y u s ü r e c e k olan güçlü bir bağ kurdu. Altı yaşına geldiğinde, annesi o n u Yesrib'deki akrabalarına ziyarete götürmeye karar verdi. Kuzeye giden bir kervana katıldılar, yanlarında iki deve vardı, birinde A m i n e , diğerinde cariye ile M u h a m m e d (s.a.v.) gidiyordu. Daha sonraları, ç o c u k beraber kaldıkları Hazreçli akrabalarının yanında nasıl u ç u r t m a u ç u r m a y ı ve havuzda yüzmeyi öğrendiğini hatırlayıp anlatırdı. Fakat Yesrib'den ayrılmalarından kısa bir süre sonra Amine hastalandı ve kervandan ayrılıp orada istirahat e t m e k zorunda kaldılar. Birkaç gün sonra A m i n e vefat etti - Yesrib'den ç o k uzak olmayan bir yerde, Ebva'da- ve oraya g ö m ü l d ü . Şimdi iki taraftan da yetim olan ç o c u ğ u Bereke elinden geldiğin-



ı.



I.I., 105.



ce teselli etmeye çalıştı. Bazı yolcuların yardımıyla o n u Mekke'ye getirmeyi



2.



A.g.e.



başardı.



3.



I.S.I/1,96.



4.



B. Lx,54.



Şimdi artık ondan t a m a m e n dedesi sorumluydu. G ü n l e r g e ç t i k ç e Abdu'l-Muttalib'in Abdullah'a duyduğu özel sevginin o n u n oğluna aktarıldığı



gözleniyordu. Abdu'l-Muttalib her zaman Kâ'be'ye yakın olmayı seviyordu. Zemzem'i kazması emredildiginde de Hicr'de uyuyordu. Bu nedenle ailesi o n u n için Kutsal Ev'in gölgesine hergün bir şilte sererdi. Babalarına duy-



RAHİP



BAHİRA [10]



dukları saygı nedeniyle oraya, oğullarından hiçbiri, hatta Hamza bile onun yanında oturmaya giremezdi; fakat k ü ç ü k t o r u n u n u n bu tür sorunları yok-



. bdu'l-Muttalib'in malları hayatının son d ö n e m i n d e o l d u k ç a azalmıştı,



tu. Amcaları ona b a ş k a yerde oturmasını söylediklerinde Abdü'l-Muttalib



A ö l ü m ü n d e n sonra oğullarına sadece ç o k k ü ç ü k bir miras bırakmıştı.



şöyle derdi: " O ğ l u m u olduğu gibi bırakın, o n u n geleceği ç o k b ü y ü k . " Mu-



Oğullarından bazıları, özellikle E b u L e h e b olarak tanınan Abdu'l-Uzza k e n -



h a m m e d , o n u n yanında o t u r u r ve sırtına binerdi. Dedesi de o n u n yaptıkla-



diliklerinden zengin olmuşlardı. F a k a t E b u Talib fakirdi. Bu nedenle yeğeni



rını m e m n u n i y e t l e seyrederdi. Hemen h e m e n her gün Kâ'be'de ve Mek-



kendisini, yaşamını k a z a n m a k için elinden geleni yapmaya zorunlu hissedi-



ke'nin diğer yerlerinde elele görülebilirlerdi. Hatta Abdu'l-Muttalib, Mec-



yordu. Hayatını keçi ve koyunlara çobanlık ederek kazanıyordu ve gün geç-



lis'e giderken de o n u beraberinde götürürdü. Hepsi kırk civarında tüm şef-



tikçe M e k k e ' n i n üstündeki tepelerde veya ötesindeki ovalarda yalnız geçirdi-



lerin toplandığı bu mecliste ç o k ö n e m l i meseleler konuşuluyordu ve seksen



ği günler artıyordu. Buna rağmen amcası onu bazen beraberinde yolculuğa



yaşındaki yaşlı şef, yedi yaşındaki bu çocuğa olaylar k o n u s u n d a k i fikrini so-



götürüyordu. Bu yolculuklardan birinde, M u h a m m e d (s.a.v.) dokuz, bir gö-



ruyordu. Dedesi her seferinde " O ğ l u m u b ü y ü k bir gelecek b e k l i y o r " derdi.



rüşe göre de oniki yaşındayken bir ticaret kervanıyla Suriye'ye kadar gitti.



Annesinin ö l ü m ü n d e n iki yıl sonra yetim, dedesini de kaybetti. Abdu'l-



Basra'da, M e k k e kervanının h e r zamanki k o n a k yerlerinden birinde, içinde



Muttalib ölürken t o r u n u n u , babasının öz kardeşi olan, amcası Ebu T a l i b e



nesilden nesile bir hıristiyan rahibin yaşadığı bir hücre vardı. Biri öldüğün-



emanet etti. E b u Talib de yeğenine dedesinden gördüğü sevgi ve şefkatin ay-



de, diğeri o n u n yerini alıyor ve eski el yazmalarını da içeren manastırdaki



nısını gösterdi. B u n d a n sonra artık O, E b u Talib'in oğullarından biriydi. Ka-



b ü t ü n eşyaya varis oluyordu. Bu el yazmalarından birinde Araplar'a bir pey-



rısı Fatıma



da ç o c u ğ u n annesinin yerini t u t m a k için elinden geleni yapı-



g a m b e r geleceği kayıtlıydı. Manastırda yaşayan Rahip Bahira b u kitapların



yordu. Daha s o n r a k i yıllarda M u h a m m e d (s.a.v.), o n u n kendi çocukları aç



h e p s i n d e n haberdardı. Bu k o n u y l a ilgilenmesinin asıl sebebi ise Varaka gibi



dururken kendisini doyurduğundan bahsederdi.



o n u n da peygamberin kendisi hayatta iken geleceğine inanmasıydı. Bahira M e k k e k e r v a n ı n ı n manastırdan p e k u z a k olmayan b i r yerde konakladığını b i r ç o k defa görmüştü. F a k a t b u sefer daha ö n c e h i ç görmediği b i r şeyle karşılaştı ve dona kaldı: Alçak ve k ü ç ü k bir b u l u t onların üstünde yavaş yavaş ilerliyor ve sürekli yolculardan bir veya ikisi ile güneşin arasında yer alıyordu. B ü y ü k bir ilgiyle onların yaklaşmasını izledi. F a k a t birden ilgisi şaşkınlığa dönüştü. Ç ü n k ü konakladıkları anda bulut h a r e k e t etmeyi durdurdu ve altında gölgelendikleri ağacın üstünde sabit olarak kaldı. Ağaç ise dallarını aşağı indirerek onların iki kat gölgede olmalarını sağlıyordu. Bahira böyle bir m u c i z e n i n ö n e m l i olduğunu biliyordu. Sadece yüce bir şahsiyetin varlığı b u olayı açıklayabilirdi ve aniden b e k l e n e n peygamber aklına geldi. Sonunda gelmiş miydi, b u yolcuların arasında olabilir miydi? Manastıra kısa bir süre ö n c e ç o k miktarda yiyecek gelmişti, elindekilerin hepsini birleştirerek kervana şöyle bir haber gönderdi: " E y Kureyşliler! Sizin için yiyecekler hazırladım ve buraya gelmenizi istiyorum. Yaşh-genç,



1.



Ebu Talib gibi O da Haşim'in torunuydu, Abd el-Mmalih'ın üvay kardcji K-rd'ın (I U j u ı ı m ofiln) kızı ıdı. " '



k ö l e - h ü r hepinizi davet e d i y o r u m . "



HILFU'L



B u n u n üzerine hepsi manastıra geldiler, fakat Bahira'mn tembihlerine rağmen M u h a m m e d (s.a.v.)'i develerin ve yüklerin yanında gözcü olarak bı-



[11]



raktılar. Oraya vardıklarında Bahira onların yüzlerine teker teker baktı. Fakat kitaplarda tarif edilen yüze benzer bir yüz göremedi. Onların arasında bu iki m u c i z e y e m a z h a r olabilecek özellikte k i m s e yoktu. Belki de hepsi gelmemişti. " E y Kureyşliler," dedi, "geride k i m s e kalmadığından emin mis i n i z ? " "Başka k i m s e k a l m a d ı " dediler, "sadece en k ü ç ü ğ ü m ü z olan bir erk e k ç o c u k kaldı". Bahira " O n a öyle davranmayın, o n u da çağırın bizimle beraber y e m e k t e b u l u n s u n " dedi. Ebu Talib ve diğerleri bu düşüncesizlikleri için ö z ü r dilediler. İçlerinden biri şöyle dedi: "Biz, gerçekten suçluyuz, Abdullah'ın o ğ l u n u geride bırakıp, bu ziyafetten m a h r u m etmemeliyiz." Daha sonra M u h a m m e d ' i n (s.a.v.) yanına gitti ve o n u da beraber y e m e k yemeğe davet etti. Ç o c u ğ u n y ü z ü n e bir kez b a k m a k Bahira için b u mucizeleri açıklamağa yetti. Yemek b o y u n c a o n u dikkatle incelediğinde yüz ve vücut özelliklerinin kendi kitabında anlatılanlara ne denli yakın olduğunu gözledi. Yemekten sonra rahip b u g e n ç misafirinin y a n m a gitti ve ona yaşam şekli, uykuları ve genel konulardaki tavırlarıyla ilgili bazı şeyler sordu. M u h a m m e d ona



FUDUL



uriye'deki ticaretini bitirdikten s o n r a E b u Talib, daha ö n c e k i yalnız yaşa-



S



mına devam eden yeğeniyle birlikte Mekke'ye döndü. Fakat amcaları,



Abbas ve Hamza gibi o n u n da savaş araçlarını k u l l a n m a k için eğitimden geçmesi gerektiği kanısına vardılar. Hamza fiziksel açıdan güçlü bir yapıya



sahipti, güçlü bir adam olacağı ö n c e d e n b e l l i y d i . İyi bir güreşçiydi ve iyi kılıç kullanırdı. M u h a m m e d ise ortalama uzunluk ve güçte bir gençti. O k ç u luğa özel bir yeteneği vardı ve b ü y ü k ataları İsmail ve İ b r a h i m gibi iyi okçu o l m a yolundaydı. Bu başarıdaki en b ü y ü k rol ise gözlerinin k e s k i n oluşundaydı: o n u n Süreyya b u r c u n u n o n i k i yıldızını sayabildiği söylenirdi. O yıllarda, uzun fakat aralıklarda süren ve haram aylardan birinde başladığı için Ficar Savaşı denilen şavaştan başka önemli bir çatışma olmadı. Kinane kabilesinden bir adam, Necd'deki Havazin kabilelerinden Amir'in bir adamını öldürmüş ve Hayber kalesine sığınmıştı. Olaylar dizisi her zamanki çöl kurallarına uygun olarak meydana geldi: şeref intikam gerektirirdi. Öldürülen adamın kabilesi, Kinane'ye yani öldüren adamın kabilesine saldırdı. Kureyş o sıra-



bu konularda ayrıntılı cevaplar verdi; ç ü n k ü adam saygıdeğerdi, sorular ise



larda Kinane ile müttefik durumdaydı. Savaş üç dört yıl sürdü. Fakat gerçekte



saygılı ve h ü r m e t k a r c a soruluyordu. Hatta rahip sırtına b a k m a k istediğinde



beş günden fazla çatışma meydana gelmedi. O sıralarda Haşimî'lerin başında,



gömleğini sıyırmakta tereddüt etmedi. Bahira zaten kesinlikle o n u n pey-



Ebu Talib gibi Muhammed'in babasının öz kardeşi olan Abdu'l-Muttalib'in oğ-



gamber olduğu kanaatindeydi. Bir de sırtında, iki k ü r e k kemiği arasında, ki-



lu Zübeyr vardı. Zübeyr ve Ebu Talib yeğenleri Muhammed'i ilk çatışmalardan



tabında anlatılan yerde peygamberlik m ü h r ü n ü g ö r ü n c e tüm şüpheleri si-



birine götürdüler.Fakat onun savaşmak için çok genç olduğu kanaatine vardı-



lindi. Bahira E b u Talib'e döndü ve: "Bu ç o c u k l a akrabalık dereceniz n e d i r ? "



lar. Bu nedenle onun sadece hedefine ulaşmayan düşman oklarını toplayıp, am-



diye sordu. E b u Talib " O ğ l u m d u r " dedi. R a h i p , " O ğ l u n u z değil, bu ç o c u ğ u n



calarına iletmesine izin verdiler. ^ Fakat bunu takip eden çatışmalarda, Kureyş



babası sağ o l a m a z " dedi. E b u Talib " K a r d e ş i m i n o ğ l u d u r " dedi. "Peki baba-



ve taraftarlarının kötü bir durumda olduğu sırada, onun da bir okçu olarak ma-



sına ne o l d u ? " dedi rahip. Öteki "Daha annesi ona h a m i l e y k e n ö l d ü " dedi.



rifetini göstermesine izin verildi ve başarısı kutlandı. 2



"İşte b u d o ğ r u " dedi Bahira. "Kardeşinin o ğ l u n u ülkene geri götür ve o n u



Bu savaş, yerleşik topluluklarla çöl kanunu arasında her zaman varolan



yahudilerden koru. Ç ü n k ü b e n i m bildiğimi onlar da bilirler ve görürlerse



hoşnutsuzlukların artmasına yol açtı. Kureyş'in ileri gelenlerinin çoğu Suriye'ye



ona k ö t ü l ü k yaparlar. Kardeşinin oğlunun geleceğinde b ü y ü k sırlar gizli."



gitmiş ve orada Roma İmparotorluğu'nun uyguladığı adaleti görmüşlerdi. Habeşistan'da da savaş etmeden adaleti sağlamak mümkündü. Fakat Arabistan'da suç kurbanı kişinin veya ailesinin hakkını alabileceği, bunlarla karşılaştırabilecek bir kanun sistemi yoktu; ve Ficar savaşının da, kendinden önceki diğer karışıklıklar gibi, birçok zihni, bu tür olayları önleme yolları ve araçlarıyla ilgili düşünceye sevk etmiş o l m a n doğaldı. Fakat bu kez sonuç sadece düşüncelerden ve kelimelerden ibaret kalmamıştı. Kureyş bu tür olayları önlemek için he-



EVLİLİK



men harekete geçmeğe hazırdı. Onların bu adalet anlayışları, savaşın bitiminden birkaç hafta sonra Mekke'de meydana gelen bir olayla sınandı.



T E K L İ F L E R İ



[12]



Zebîd kabilesinin Yemen'deki bölgesinden bir tüccar, Sehm kabilesinin ileri gelenlerinden birine değerli mallar satmıştı. Sehmli adam malları teslim almıştı, fakat kararlaştırılan fiyatı ödememekte ısrar ediyordu. Dolandırılan tüccar, onu dolandıranın da bildiği gibi Mekke'li değildi ve tüm şehirde ona yardım edebilecek bir velisi veya müttefiki yoktu. Fakat karşısındakinin küs-



uhammed (s.a.v.) yirmi yaşını geçmişti ve zaman geçtikçe, daha sık akra-



M



balarından biri veya diğeri ile birlikte sefere çıkmaya davet ediliyordu. Bir



gün, hastalandığı için sefere çıkamayan bir tüccarın mallarını teslim aldı ve yal-



tahça kendisine güvenişinden de ürkmüyordu. Bu nedenle Ebu Kubays tepe-



nız başına gitti. Bu başarısı bundan sonra da aynı tür teklifler almasını sağladı.



sine çıkıp, yüksek sesle ve beliğ bir şekilde tüm Kureyş'i adaleti yerine getir-



Artık yaşamını daha rahat kazanabiliyordu ve evlilik imkanı artıyordu.



meye davet etti. İlk tepki Sehm kabilesiyle geleneksel bağlan olmayan kabilelerden geldi. Kureyş ise her şeyin ötesinde kabile ayrımı gözetmeden birleşme taraftarıydı. Fakat yine de kendi birlikleri içindeki kesin ayrımın, Kusayy'm mirası nedeniyle meydana gelen Müttefikler ve Güzel Kokanlar ayrımının farkındaydılar ve Sehm de Müttefiklerdendi. Diğer grubun liderlerinden biri, Mekke'nin en zenginlerinden biri olan Teym kabilesinin şefi Abdullah İbn Cud'an idi; ve şimdi büyük evini, tüm adaleti sevenlerin toplanma yeri olarak açıyordu. Güzel Kokanlar grubundan sadece Abdu Şems ve Nevfel kabileleri orada değildi. Haşim, Muttalib, Zühre, Esed ve Teym kabileleri toplulukta temsil ediliyordu. Bunlara bir de Müttefikler'den Adiy katılmıştı. Birlikte yaptıkları tartışmalar sonucu zayıfları kollamak ve adaleti korumak için bir örgüt kurmaya karar verdiler. Hep birlikte Kâ'be'ye gidip Hacerü'lEsved'in üzerine su döküp, bu suyu bir kaba akıttılar. Bu şekilde kutsanmış olan sudan teker teker içtiler ve sağ ellerini yukarı kaldırarak Mekke'de ne zaman bir zulüm meydana gelirse, zulmedilen Mekke'li olsun, yabancı olsun



Amcası ve koruyucusu Ebu Talib'in o zaman üç oğlu vardı: en büyükleri Talib, Muhammed'le aynı yaştaydı; Akil onüç veya ondört: Cafer ise dört yaşındaydı. Muhammed çocukları çok severdi ve onlarla oynamaktan hoşlanırdı. İlgisi ve sevgisi daha sonra kendisine bağlılıkla karşılık verecek olan Cafer'de yoğunlaşmıştı. Cafer akıllı ve güzel bir çocuktu. Ebu Talib'in kız çocukları da vardı, bunlardan biri henüz evlenme çağma yeni girmişti. Adı Fahite idi, fakat daha sonra Ümmü Flani adını almış ve bu adla tanınmıştır. Onunla Muhammed (s.a.v.) arasında büyük bir sevgi vardı ve Muhammd (s.a.v.) onu babasından evlenmek üzere istedi. Fakat Ebu Talib'in, kızı için başka planları vardı: Mahzum kabilesinden dayısının oğlu Hubeyre de Ümmü Hani'yi istemişti. Hubeyre sadece önemli bir kimse değil, aynı zamanda Ebu Talib gibi iyi bir şairdi de. Bunun yanısıra Mekke'de Mahzum kabilesinin gücü artıyor; Haşimîlerin gücü ise azalıyordu. Bu nedenlerle Ebu Talib Ümmü Hani'yi Flubeyre ile evlendirdi. Yeğeni ona sitem ettiğinde ise ona şu cevabı verdi: "Onlar bi-



onun hakkını alıp, adaleti korumak için tek bir vücut gibi birleşeceklerine



ze kızlarını verdiler." - burada şüphesiz kendi annesini kastediyordu- "cömert



and içtiler. Bundan sonra Sehm'li adama borcunu ödettiler; bu anlaşmaya ka-



bir adama cömertlik yapılmalı" ^ Bu cevap inandırıcı olmaktan uzaktı, çünkü



tılmayan kabilelerin de hiç birinden karşı çıkıp Sehm'liyi koruyan olmadı.



Abdu'l-Muttalib, Atike ve Berre adlarındaki iki kızım Mahzumi'lere vererek



Teym'in şefi ile birlikte bu düzeni kuranlardan biri de Haşimî'lerden Zübeyr idi: Beraberinde aynı andı içen yeğenini de bu toplantıya getirmişti. Muhammed



(s.a.v.) daha sonraki yıllarda şöyle diyecektir:



"Abdullah



Ibn



borcunu ödemişti. Muhammed (s.a.v.) amcasının kibarca onun evlenecek konuma gelmediğini söylemek istediğini anladı. Kendisi de bu kanıya vardı; fakat beklenmedik durumlar onun fikrini değiştirecekti.



Cud' an ın evinde ben de vardım; orada bulunuşumu ve o anlaşmaya katılışımı



Mekke'deki zengin tüccarlardan birisi bir kadındı -Esed kabilesinden



bir sürü kızıl deveye değişmem ve şimdi, İslâm'da, o örgüte ç.ıgı ılsaııı memnu-



Huveylid'in kızı Hatice. Aynı zamanda Hristiyan olan Varakanın ve kardeşi



niyetle katılırım" 3 . Orada bulunanlardan biri de, oğlu Fbıı IVkiı ile birlikte ge-



Kuteyle'nin kuzeni idi.- Onlar gibi Hatice de Haşimoğullarınm uzaktan ye-



len ev sahibinin kuzeni Teymli Ebu Kuhafe idi. Ebu Bekir, Muhamıned'den bir



ğenleri oluyordu. O zamana dek iki kez evlenmişti ve ikinci kocasının ölü-



veya iki yaş küçüktü ve ileride onun en samimi arkadaşı olaı .ıl