Kod Adı Küreselleşme - 21. yüzyıl'da emperyalizm - [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Sungur Savran



S u n g u r Savratı



Lisans eğitim ini siyasal bilim, do kto ra sın ı iktisat d alla rın d a yaptı. 1 9 7 3 - 8 3 ar ası nda İstanbul Üniversitesi İktisat Fa k ült esi n’de ö n ce asistan, dah a s on r a y a r d ı m c ı d o çen t olar ak görevde bulundu. 1 9 8 3 ’te Y Ö K ’ü ve 14 02 sayılı yasaya d a y anıl ara k çeşitli ö ğ re ti m üyelerine işten el çe kti ri lm esin i pr otest o ederek üniversitedeki gö re vi nd en ayrıldı. Değişik z a m a n l a r d a y u rtd ış ın d a çeşitli üniversitelerde a r a ş ­ tı r m a ve m is afi r ö ğ r e ti m üyeliği yaptı. K u ru c u la r ın d a n oldu ğu Bilar İ stanbu l’da uz u n yıllar se m iner le r verdi. Başt a Petr ol-îş, Hav a-İş, Birleşik Metal, E ğ it im -S en , T M M O B ve T T B olm a k üzere, bi rçok s endikanın işçi eğitim p r o g r a m l a r ı n a ve kitle ö rgü tl erin in eğitim fa­ aliyetlerine eğitm en olara k katkıda bulundu. Yapıty O n b irin ci Tezy S ın ıf B ilinci d ergi lerin de yayın ku rulu üyeliğin­ de bulundu. Ö zgü r G ü n d e m geleneğinde yay ın lan m ış çeşitli g a zete­ lerde uzun süre düzenli köşe yazıları yazdı ( 1 9 9 3 - 2 0 0 4 ) . 1 ürkçede ve çeşitli dillerde yay ın lan an dergilerde ve derlem e kitaplarda y ay ın lan ­ mış çok sayıda makalesi var dı r. T ü rk iy e ’de S ın ıf M ü ca d eleleri (Cilt 1, Kardelen Ya yınları, 199 2) ve A vrasya Savaşları (Belge Yayınlar ı, 2001) başlıklı iki kitabı yay ın lanm ış tı r. Nail Satlıgan ile birlikte D ünya K apita lizm inin B u n a lım ı (A la n Yayıncılık, 1987), Neşecaıı Balkan ile birlikte The Politics o f P e rm a n e n t Crisis: Class, Ideology a n d State in Tu rk ey ve I h e R avages o f N eo-L ib eralism : E co n o m y , S o ciely a n d G e n d e r in T u rk ey (h er ikisi de Nova Science Pu blishers, 2 0 0 2 ) baş lıklı derleme kitaplar yayın lam ış tı r. Son iki kitabın Türkçeleri 2 0 0 4 yılın da Metis ya yınla rı ta r afın d an iki cilt o lar ak 21. Y üzyılda lu rk iy e başlığı alt ında yay ın lan m ış tı r. Halen P raksis dergisi nin D a n ış m a Kurulu üyesidir. İşçi M ü ca d elesi ga zet esinin ve D e v rim c i M a rk sizm dergisinin yayın ku ru ll ar ın d a gö rev yap mak tadı r. D ev rim c i İşçi Partisi G i r i ş i m i n i n k u r u c u l a r ı n ­ dandır.



KOD ADI KÜRESELLEŞME 21. Yüzyılda Emperyalizm Sungur Savran



Yordam Kitap: 52 • Kod Adı Küreselleşm e: 21. Yüzyılda Em peryalizm Sungur Savran • ISB N -978-9944-122-42-9 • D ü zeltm e: Mehmet Tayak K ap a k ve İç T a sa rım : Savaş Çekiç • S ayfa D üzeni: Gönül Göner B irinci B a sım : Eylül 2008 • Yayın Y ön etm eni: Hayri Erdoğan Sungur Savran, 2008 © Yordam Kitap, 2008



Yordam K itap Basın ve Yayın T ic. Ltd. Şti. Nuruosmaniye Caddesi Eser İşhanı No: 23 K at:l Cağaloğlu 34110 İstanbul T: 0212 528 19 10 F: 0212 528 19 09 W: www. yordamkitap. com E: info@yordam kitap. com



Baskı: Graphis M atbaa Yüzyıl Mahallesi M atbaacılar Sitesi 2. Cadde No: 202/A Bağcılar-lstanbul Tel: 0212 629 06 07



KOD ADI siyaset



KÜRESELLEŞME 21. Yüzyılda Emperyalizm



Y on ca y a, bu k i t a b ın s a y f a l a r ı n d a g iz le n e n e m eğ i ve m e ş a k k a t i için



İÇİNDEKİLER



Ö



A



d ü n ç



B îr



l i n m i ş



Ö



11



n s ö z



13



G İR İŞ



“KÜRESELLEŞM E” EFSANELERİ BÖLÜM 1



“K ü r e s e l l e ş m



e



21



” N e d İr ?



BÖLÜM 2



?



30



E M P E R Y A L İZ M İN SON U MU?



55



U lus D



e v l et in



Sonu



m u



EM PERYALİZM BÖLÜM 3



B Ö L Ü M 3 EK



74



K L A S İK EM PE R Y A L İZ M T E O R İL E R İ BÖLÜM 4



Em



p er y a l ist



A şa m a n in T a r ih se l A



nlam i



92



“K Ü R ESELLEŞM ED İN GERÇEK DÜNYASI BÖLÜM 5



103



“ K Ü R E S E L L E Ş M E D İN D İN A M İK L E R İ BÖLÜM 6



A B : “ K Ü R E S E L L E Ş M E D İN C E N N E T İ M İ, Y e n İ B îr E m



p e r y a l is t



O



116



dak m i?



BÖLÜM 7



“K ü r e s e l l e ş m



e”



K



127



a ç in il m a z m i?



BÖLÜM 8



B İr B



ütün



O



larak



“K ü r e s e l l e ş m



e







ve



E m p er y a l iz m



144



BÖLÜM 9



K Ü R E SE L C İL İĞ İN P O L İT İK A N LA M I



15 4



SOLUN “KÜRESELLEŞM E” KAVRAYIŞSIZLIĞI B Ö L Ü M 10



U



l u s -ö t e s



İm



İ S o l c u l u ğ u n T e o r İ s İ:



paratorluk



163



un E le ştİrİsİ



B Ö L Ü M 11



188



K Ü R E S E L C İL İĞ E U L U SA L C I T E P K İ B Ö L Ü M 12



L e n İ n ’İ n E m p e r y a l i z m T



eo risi



A şild i



m i?



204



EMPERYALİZM VE AZGELİŞMİŞLİK B Ö L Ü M 13



A Z G E L İŞ M İŞ L İK T E O R İL E R İN İN E L E Ş T İR İS İ



251



B Ö L Ü M 14



270



E Ş İT S İZ VE B İL E Ş İK G E L İŞ M E



“KÜRESELLEŞM E” DÖNEMİNİN POLİTİKASI B Ö L Ü M 15



" K Ü R E S E L L E Ş M E D İN SİY A Sİ Ü S T Y A P IS I O L A R A K Yenİ D



ünya



D



üzen



285



İ



B Ö L Ü M 16



304



A V RA SY A ’NIN D İN A M İK L E R İ



EMPERYALİZMİN ALTERNATİFİ NE? B Ö L Ü M 17



M İL L İY E T Ç İL İK M İ, EN T ERN A SYO N A LİZM M İ?



315



B Ö L Ü M 18



U luslar A



ra sin d a



D



B İr P r o g r a m T a slaği



S



D



İç İ n



347



353



o n u ç



İsim



em okrasİ



izini



361



Ö



dünç



A



linm iş



Bİr Ö



nsöz



Yoksul için şiir. Var olabilmek ve var oldukça bizi yüceltecek bir evet diyebilmek için, günlük ekmek kadar, dakikada on üç kez solumamız gereken hava kadar gerekli şiir. Darbeler altında yaşıyorsak, kim olduğumuzu söylememize bile izin vermiyorlarsa neredeyse, şarkılarımız kusursuz olamaz, bir süs olamaz. En derine dokunuyoruz çünkü. Lânet olsun tarafsızlar için kültürel bir lüks gibi yaratılan şiire! O tarafsızlar ki ellerini yıkayıp sırtlarını döner sıvışırlar. Lânet olsun kir içinde kalacak kadar taraf tutmayan şiire!



Damla damla damıtılmış bir şiir değil bu. Güzel bir ürün değil. Olgun bir meyve değil. Hepimizin soluduğu hava gibi bir şey ve biz içine bir şeyler taşıdıkça büyüyen bir şarkı. Bunlar hepimizin kendimize ait hissederek tekrarladığımız sözcüklerdir, hızla yayılırlar. Söylenip unutulmazlar. En gerekli sözcüklerdir: Adı olmayan. Bunlar gökte çığlıktır, yerde ise eylem. G



a br iel



C



elaya



( İ s p a ny a , 1911- 1981)



“Şiir Gelecekle Yüklü Bir Silahtır” başlıklı şiirinden



G İRİŞ



Emperyalizm yaklaşık yirmi yıldır, T ürk iyelin çevresinde bir ölüm dansına girişti. Kâh Ortadoğu’da, kâh B alkanlarda kâh Orta Asya’da, kâh Kafkasya’da savaşlar çıkarıyor, devletler yıkıyor, insanları öldürüyor. Neden? Baba oğul Bush’la n n ge­ netik yapısından mı? Ya Clinton döneminin sa la n la rı? “Neocon”ların çılgınlığından mı? Ya onlara karşı olduğu halde İrak savaşı öncesinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin önün­ de modern bilgisayar teknolojisinin yardımıyla bütün dünyanın önünde yalan üstüne yalan söyleyen eski ABD Dışişleri Bakanı Powell? ABD devletinin doğasından mı? Ya her savaşta onun yanında yer alan Britanya? Ya Irak savaşında homurdanan ama bütün ötekilere destek veren Fransa ve Almanya? Sağcı p o l i t i k a cıların ırkçılığından mı? Ya 1999’da Sırbistan ve Kosova’ya bom ba yağdıran dört büyük Avrupa devletinin (A lmanya, F ransa Britanya, İtalya) sosyal demokrat başbakanları? Ya Almanya*nm programında merkezi bir yer tutan barışı ayaklar altına alarak Kosova savaşı kahramanı olmaya soyunan Yeşi]]er partisj’ndcıı dışişleri bakanı Fischer? Elinizdeki kitap, “küreselleşme ç a ğ r’mn dünyayı barış, demokrasi, insan hakları temelinde büttınleştir­ meyi vaat eden retoriğinin ardına geçerek, devletlerin, rciirtılcrin siyasi partilerin, politikacıların ötesinde, savaşın cmperya||Zmjn doğasında yattığını okura anlatmak için yazıldı. » «I » Emperyalizm, 1991 Körfez savaşı ile yeni donemin Savaşlar dalgasını (Körfez’den sonra 1999 Kosova, 2001 Afganistan 2003 Irak) başlatmadan da önce, neoliberal strateji temelinde dünya



14



Sungur Savran



• Ko d Adı Kü re se ll e şm e



çapında işçi sınıfına, yoksul köylülüğe, emekçilere ve bütün ezi­ lenlere karşı ekonomik taarruzunu başlatmıştı. Doğu Avrupa (1989) ve Sovyetler Birliğinin (1991) çöküşünden sonra buna “küreselleşme” adı verildi. Bugün, Seattle ve ertesinde, Latin Amerika’daki devrimci yükselişin gölgesinde, Batı Avrupa’da üst üste gelen genel grevlerin peşinde, “küreselleşmedin olumsuz yanları da olduğundan söz etmek moda oldu. Uluslararası kapi­ talizmin örgütleri arasındaki işbölümünde (sermayenin disipli­ nini temsil eden IM F’den farklı olarak) “insani” bir yüzü temsil görevini üstlenmiş olan Dünya Bankası ikide bir raporlar yayın­ layıp dünyada şu kadar milyar insanın günde 1 doların altında bir gelirle geçinmek zorunda kaldığını, en zengin ülkelerle en yoksulların arasında gelir farkının eskisine göre bile büyüdüğü­ nü ilan ediyor. Ama bunlar önlenebilir yan etkiler olarak sunulu­ yor. Herkes üzülüyor. Dünya Bankası konferanslar düzenliyor... ve raporlarını farelerin eleştirisine terk ediyor. INGO’lar (ulus­ lararası STK’lar) ve NGO’lar (STK’lar) “kırsal kalkınma” prog­ ramları ve seminerleri düzenliyor... ve bir dizi uzman hem ilginç yerlere seyahat ediyor hem büyük paralar kazanıyor. Bildiğimiz kapitalist bankacılığın “nano teknoloji” çağına uygun versiyonu olan “mikro kredi” göklere çıkartılıyor... ve yoksullar yoksullaş­ maya, ülkeler arasında gelir uçurumu büyümeye devam ediyor. Elinizdeki kitap, yoksullaşmanın ve ülkeler arasındaki uçuru­ mun büyümesinin “küreselleşme”nin istenmeyen bir yan etkisi değil, doğrudan doğruya amacı, hedefi, ulaşmak istediği sonuç olduğunu okura anlatmak için yazıldı. » # * "Kiireselleşme”nin emperyalizmin kirli yüzünü gizlemek için kullanılan bir ad olduğu bugüne kadar çok söylendi. Öyleyse, eli­ ni / ılı*ki kilap uzun zamandır söylenmekte olan bir şeyi, en fazl.ısııiil.ı n ın. ıl
ıı kelime o y u n u n a b a şvu ru yor: “U s ” kelimesi İngilizcede 1*1/



.mİ ı ıı ı ı n ı ^ r l ı y n ı , am a huyıık h a r f l e r l e yazı ldığ ın da A B D ’nin a dın ın



I* ı . ı t l u l m ı I ı . ı l ı n l ı ı y m \ ıııı ııı K apital'dc ser­ mayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi konusunda saptadığı yasalardan hareketle açıklar. 20. yüzyılın başında bu tür dev şir­ ketlerin oluşumu henüz emekleme çağını yaşıyordu. 20. yüzyılın bütün gelişmesi, bu tür şirketlerin hem dünya çapında hem de tek



60



| Sungur S avran



• Kod Adı Küreselleşme



tek ülkelerde istisna değil kural haline geldiği bir evrime tanık­ lık etmiştir. Günümüz kapitalizmine dünya çapında damgasını vuran, “çokuluslu şirket” olarak anılan dev sermaye birimleri de, tek tek ülkelerde oluşan holdingler de, Lenin’in bir yüzyıl önce, kapitalizmin yeni aşamasının temel unsuru olarak saptadığı bu özelliğin, günümüz dünyasını tanımlamak açısından da son de­ rece isabetli olduğunu tartışılmaz bir açıklıkla göstermektedir. Burada tartışılacak bir şey yoktur. Tartışılması gereken daha ince noktalardır. Bunların arasında öne çıkarılması gereken ilk nokta, Lenin’in sözünü ettiği “bileşik üretim”dir (CVV, 22, 198 ve 209). Lenin’in kendi tanımıyla bu, “tek bir işletmenin bağrın­ da farklı üretim dallarının toplanması” olarak tanımlanabilir. Lenin, o dönemde Almanya’nın en önemli şirketlerinden biri olan AEG’yi örnek vererek, bu şirketin kendi bünyesinde sadece imalat alanında kablo ve yalıtıcılardan otomobil ve uçağa kadar son derece farklı ürünleri üreten 16 şirketi bir araya getirdiğini vurgular ( CW , 22, s. 247). Lenin’in sermayenin örgütlenme tar­ zında saptadığı bu eğilim, 20. yüzyıl tarihi boyunca gelişerek ser­ pilmiş ve bugünün holding tipi şirketinin dev sermayelerin asıl biçimini oluşturduğu evreye ulaşmıştır. Bugün, holdinglerin32 sadece imalat sanayiinin çeşitli dallarında değil, tarımdan turiz­ me, perakendeden ihracata ekonominin bütün dallarında faaliyet gösteren çeşitli şirketleri bağrında topladığını çocuklar bile bili­ yor. Önemli olan bunu henüz oluşumun şafağında belirlemektir. Lenin’in erkenden saptadığı bu eğilime dayanarak biz bugünün hâkim sermaye dilimine bileşik sermaye adını vereceğiz. Emperyalizmin ikinci özelliği, Lenin’e göre finans kapitalin hâkimiyetidir. Finans kapitalden bilimsel olarak söz edebilmek için, önce günümüzde kavram konusunda var olan kafa karışık­ lığını gidermek gerekiyor. Günümüzde, “küreselleşme’ yi ulusla­ rarası burjuvazinin işçi sınıfına ve emekçilere karşı topyekûn bir taarruzu olarak değil de, (hisse senetleri, devlet tahvilleri, “türev ıırunler”, döviz alışverişi ve her türlü spekülasyondan para kaza' •



lı niıı, serm ay enin yeni bir biçimi o larak holdinglere sürekli o larak atıf y.i|Mi



l ' k/



( W. 2 2 , s. 211 1 2 , 2 2 1 , 2 2 7 , 2 4 7 .



Empetyalı/rn



nan sermaye anlamında) finansal sermayenin (üretim süreçleri­ ni düzenleyen) üretken sermayeye karşı üstünlüğü ele geçirmesi olarak kavrayanlar, ilk kategoriyi finans kapital/finans serma­ yesi/mali sermaye gibi adlarla anmaktadırlar. Üstelik, bu kulla­ nımın Lenin’in emperyalizm teorisi ile doğrudan bir bağıntısı olduğu izlenimi son derece yaygındır. Lenin’in finans kapitalin hâkimiyetinden söz ederken üzerinde durduğu kategori bu değil­ dir. Lenin, bu kategoriyi Hilferding’den devralmıştır. Bu sonun­ cunun verdiği tanımı kendisi aynen tekrarlar: “Böylece, banka­ cı gittikçe artan ölçüde bir sanayi kapitalistine dönüşmektedir. Gerçekte sanayi sermayesine dönüşmüş olan bu banka sermaye­ sini, yani para biçimindeki sermayeyi, ben ‘finans kapital* olarak anıyorum” (CVV, 22, s. 226, vurgu bizim). Burada görüldüğü gibi, Hilferding’in ve Lenin’in “finans kapital”i, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin (ya da daha genel olarak tarımı, ulaştırmayı, turizmi vb. de içeren biçimde üretken sermayenin) iç içe geçme­ si, kaynaşması ile oluşmuştur. Finans kapital basitçe banka ser­ mayesi (yani para sermaye) değil, sanayi sermayesine dönüşmüş banka sermayesidir. Oysa bugün finans ile sanayiyi karşı karşıya getirerek birine kötü (finans), birine iyi (sanayi) etiketi yapıştıran ekollerin finans kapital olarak adlandırdıkları şey, tam da bundan dolayı, sanayi sermayesine (üretken sermayeye) dışsallığı ve k ar­ şıtlığı temelinde tanım lanm ış bir sermaye dilimidir. Öyleyse, finans kapital terimini Hilferding ve Lenin’in anlamında kul lanmak, paradan para kazanan ve bugünün bütün kapitalizmini hâkimiyeti altına aldığı iddia edilen sermaye dilimine ise başka bir ad (en basitinden “finansal sermaye”) vermek gerekiyor. Hilferding ve Lenin’in finans kapital kavramının önemi, bu tür sermayenin tekil üretim dallarına bağımlılıktan kurlu la rak bütün ekonomik faaliyetlerle esnek ve hızlı bir ilişki kurma olanağını elde etmesinde ve bu sayede ekonominin Initıinundr kaynak dağılımının kontrolünü giderek eline geçirmesinde ya tar. Emperyalizm öncesi dönemde üretken sermaye birimleri, heı biri genellikle tek bir üretim dalında faaliyet gösteren ç o k s a y ı



61



62 I



Sungur Savran



• Kod Adı Kü re se lleşm e



da küçük sermayelerden oluşuyordu. Bankalar ise genellikle ye­ rel olarak faaliyet gösteren küçük birimlerdi. O aşamada banka toplumun belirli bir ekonomik dönem boyunca tasarruf ettiği ve kendisi olmasa atıl kalacak olan fonlarını, bu fonları değerlendir­ mek isteyen küçük ölçekli kapitalistlere (artık değerden alınacak faiz geliri karşılığında) ödünç veren kuruluşlardı. Ancak 19. yüz­ yıl sonunda banka sektöründe yaşanan tekelleşme, bankalara, ellerinde topladıkları dev fonların getirdiği pazarlık gücüyle ve kendi aralarında anlaşma olanakları yaratarak, büyük bir kud­ ret kazandıracaktı.33 Küçük kapitalistler artık bankaların tutsa­ ğı haline geliyordu. Bu anlamda, banka sermayesi sanayi serma­ yesine hâkim olmuş, kaynakların hangi üretim dalına aktarıla­ cağını belirler hale gelmişti. Ama paralel bir tekelleşme sanayi sermayesinde de yaşanıyordu. Sonuçta, hisse senetleri, yönetim kurullarında ortak üyeler ve holding türü şirketlerin yükselişi temelinde bankalar ile üretken sermaye birimleri kaynaşacak ve tek bir sermaye dilimi haline geleceklerdi. Hilferding ve Lenin’in anlattığı kaynaşma işte budur. Bu, günümüzde dünyanın çok çe­ şitli ülkelerinde (Almanya’nın dışında örneğin Japonya ve Güney Kore’de) geçerli olan finans kapital örgütlenmesidir. Ne var ki, AvusturyalI olduğu için Almanca konuşulan dün­ yayı ilk elden gözleyen Hilferding ve Zürih’teki sürgününde esas olarak Alman kaynaklarıyla sınırlı kalan Lenin, finans kapitalin Almanya’daki somut tarihsel gelişim biçiminin önemini tek yanlı olarak abartmişlardır. Bazı başka ülkelerde, ama en önemlisi gele­ ceğin modeli olan ABD’de gelişme farklı olmuş, sanayi şirketleri (ABD’de özel bir önem taşıyan borsanın da katkısıyla) kendileri birer finans kapital birimine dönüşmüşlerdir. Bunun en çarpıcı örneği, bugün dünya çapında en büyük sanayi şirketlerinden biri 33



B an k ala rı n nasıl dev kurulu şlar hal ine geldiğini A B D b a n k ac ıl ığ ın d an gü ncel bir ra k a m la an l a tm a k a n lam lı olabilir. Bugü n A B D nin en büyü k on ban kasın ın to pla m m evduatı ( 2 0 0 5 r a k a m la rı )



2



trilyon 2 5 0 milyon



doları aşm ak ta dır. Bir karşıl aştı rm a için ekleyelim: A B D ’nin G S Y İ H ’si t,ok kabaca 14 trily ona ya k ın d ır ( 2 0 0 7 ra kam la rı ). (Bkz. I h e E c o n o m ist, 18 Mart 2 0 0 6 ,



s.



72.)



I m p i ’ty a ii/n .



| h l



olan General Electric şirketinin kendi finansman, sigorta vb. şir ketlerini kurmuş olmasıdır.34 Peki ABD şirketleri ve daha genel olarak holdingler ne anlamda finans kapital niteliğini kazanmış­ lardır? Bu şirketler ABD’de erkenden büyük önem kazanan bor saya çıkarak finansman gücüne kavuşmuşlar, “bileşik sermaye” tarzı örgütlenmeye geçtikçe tekil üretim dalının sınırlarından kurtulmuşlar, ekonominin çeşitli dallarındaki gelişmelere ve iniş çıkışlara bağlı olarak kendi kaynaklarını bir daldan ötekine kay­ dırmakta muazzam bir esneklik ve akışkanlık elde etmişler ve böylece toplam sermayelerini tek tek bütün kullanım değerlerin­ den kopararak bir bakıma “soyut sermaye” haline getirmişlerdir. Buradaki “soyut sermaye” kategorisi, dünyadan soyutlanmak, salt teorik olmak gibi bir anlam taşımaz. Aynen tekil üretim dalla* rında harcanan ve kendine özgü teknik özellikler içeren somut emeklerin piyasa dolayımıyla soyut emek haline gelmesi gibi, bu sermaye de tekil üretim dallarının ürettiği kullanım değerlerinin somut belirlenimlerinden kurtulmak anlamında soyuttur. Bugün finans kapital yepyeni gelişme biçimleri göstermek ted ir. Günümüz emperyalizminin dünün emperyalizmine göre ekono mik planda gösterdiği en önemli değişikliklerden biri finans kapi talin aldığı bu yeni biçimlerde ortaya çıkıyor. Bu gelişme biçimleri arasında ikisi son derecede önemlidir. Birincisi, borsa artık sadece tarihsel olarak erkenden büyük bir güce kavuştuğu Anglo Sak s o n ülkelerinde değil, hemen hemen her emperyalist ülkede üretken sermayenin kaderi üzerinde belirleyici denebilecek derecede bu yük bir ağırlık kazanmıştır. Büyük şirket ve bankalar a r a s ı m l a borsaya çıkmamış olan pek az şirket kalmıştır. (İngilizce Vloscly held companies”, yani halka açık şirket yerine özel şirket olarak 34



D a r a n l a m d a bir sanayi şirketi gibi görü ne n General M a l r u in nasıl bir finans kapital devi ol duğ un un en iyi göstergesi, ş ir k d i n sigortacılık a la n ın d aki ya v ru şirketi G e n w o r t h ’un bo yulkm dır . Genvvoıth, 21 ülkede 15 milyo n müşterisi olan ve 6 9 0 0 çalışanı olan bir şirketi ir. AHİ) sigortacılık sek tö rü nd e MetLife ve Prud ent ial gibi devlerin iıeıııcıı ar d ın d an gelir. (Bkz. The E con om ist, 11 M a r t 2 0 0 6 , s.



6 8



.) General 1-leclı k ten başka bir



b ağ la m d a Lenin de söz eder: bkz. ( ’ IV, 22, s 217 18.



64



i



Sungur Savran



• Kod Adı K ü re se ll e şm e



anılan bu şirketlerin arasında istisnai olarak bazı çok önemli aile şirketleri vardır.) Bütün bu şirketler, borsada “yatırım cıların sü­ rekli izlemesi altındadır. Bir bakıma bir “büyük gözaltı” söz ko­ nusudur. Borsa yatırımcıları, her bir şirketin üç aylık aralıklar­ la açıkladığı kazanç/hisse değeri oranlarının iniş çıkışlarını ve şirketin bütün operasyonlarını (şirket satın alma ve birleşmeleri, üretimin başka ülkelere kaydırılması, işçilere ödenecek ücretler, şirketin sağlıklı yönetilip yönetilmediği) günbegün izleyerek yatı­ rımlarını şirketten şirkete kaydırmaktadırlar. Elbette, şirketlerin yönetim ve kârlılık bakımından sağlığının izlenmesi tekil yatı­ rımcılar için mümkün olan bir şey değildir. Bu işlev de, bağım­ sız denetçi (“auditor”) olarak çalışan ve bu alanda uzmanlaşan bir dizi şirket tarafından periyodik olarak yürütülen denetimler aracılığıyla ve derecelendirme (“reyting”) kuruluşu olarak anılan bağımsız şirketlerin değerlendirmeleri temelinde yerine getirilir. Burada (aşağıda ayrıntısıyla ele alacağımız) üretimin toplumsal­ laşmasının ileri bir biçimini görüyoruz: Denetim (“audit”) işle­ vi, şirketlerin tamamı üzerinden düşünüldüğünde, ekonominin bütününde büyük ağırlığı olan finans kapitalin özellikleri konu­ sunda toplumun bütünü açısından (her zaman çok sağlam olmasa da) bilginin merkezileştirilmesi olanağını doğurur. Lenin bu an­ lamıyla denetimin önemini emperyalizm tahlilinde sürekli olarak vurgular. Bir kez daha Lenin’in emperyalizm çağının şafağında, kapitalizmin bu aşamada geliştireceği önemli özelliklerden birini keşfetmiş olduğunu görüyoruz. Borsanın şirketler üzerinde kurduğu bu hâkimiyet, her bir üretken sermaye biriminin finansal sermayenin hâkimiyeti altı­ na girmesinin çok çarpıcı bir biçimidir. Üretken sermaye artık borsanın kaprislerine bütünüyle bağımlı hale gelmiş, finansal sermaye de bu süreç içinde üretim sermayesine dönüşmüş ol­ maktadır. Bugünkü dünyada borsa sadece tek tek şirketlerin depl neredeyse bütün ülkelerin siyasi hayatının da anahtarını elin­ de ı ut maktadır. Herhangi bir büyük siyasi olayda (seçim, savaş, d.ııhe, muhtıra, ayaklanma, vb. vb.) “piyasaların tepkisi” bütün



tmperyahzm



kapitalistlerin ve siyasi aktörlerin mutlaka dikkate alması gere­ ken bir faktör haline gelmiştir. Çünkü borsa dikkate alınmadığı takdirde, para (özellikle “sıcak para” olarak anılan kısa vadeli ya­ tırımlar) hızla o ülkeyi terk ederek başka ülkelere kaçabilir. Bu ise (bizim Türkiye'de artık gayet iyi bildiğimiz gibi) ekonominin çöküntüye uğraması demektir. Lenin’in (Hilferding ile birlikte) finans kapitalin Anglosakson ülkelerindeki gelişme tarzını inceleyememiş olmasının maliyeti, yapıtında borsanın tarihsel yerini bütünüyle yanlış biçimde ni­ telemesinde açıkça ortaya çıkar. Lenin borsanın işlevinin sona erdiği kanaatindedir. Bir Alman kaynağına dayanarak şöyle ya­ zar Lenin: Serb e st rek a b e tin h â k i m o ld u ğ u eski tip k a p i ta l i z m d e n tekelin h â k i m o ld u ğ u yeni k a p i ta l i z m e d o ğ r u d e ğ i ş i m , ifa desini, b aşk a ş eylerin y a n ı sıra, M e n k u l K ı y m e t l e r B o r s a s ı ’n ın ö n e m i n i n g e r i ­ l e m esin d e bulur. ( CW , 2 2 , s. 21 8)



Bu, Lenin’in Em peryalizm 7inin en büyük yanılgılarından biri­ dir. Lenin, borsanın kendi tanımladığı anlamda finans kapitalin mükemmel bir yatağı olduğunu kavrayamamıştır. Günümüzde finans kapitalin aldığı bir ikinci yeni biçim ise Lenin’in döneminde hiç var olmayan bir finansal sermaye biçimi ile ilgilidir: yatırım fonları.35 Birçok küçük, hatta orta boy yatı rımcının tasarruflarını profesyonel biçimde ve kendi de kâr elde etmek üzere toplu halde işleten büyük şirketler veya banka ve benzeri finans kuruluşlarına bağlı yavru şirketler veya hizmet ler olarak örgütlenen fonlar, gerçekte aracı kurumlardır. Bunlar, kimi operasyonlarını, menkul kıymetler borsalarında, türev b o r salarda, “hedge” işlemlerinde, döviz alım satımında vb. yürütür ler. Bu biçim altında, kısa vadeli yatırımlar söz konusu oklukça, bu operasyonlar fonlara Hilferding ve Lenin’in anlamında finans 35



Y atı rım f onl ar ın ın yanı sıra (İngilizcesiyle “ investment lımıls” veya “mutual fu n d s ”) bir de özellikle A B D ’de ön emli bir finaıısal ^ücü lemsi 1 eden emeklilik fo nları n dan ( “ret ir em en t funds'*) söz etm ek m ü m k ü n d ü r. Biz bu yazı da, ikinci kategoriyi ele alm ay acağı z.



66



| S u ng u r Savran



• K o d A d ı >\uıeseiie Batı Avrupa uygarlığıyla Avrupa dışı uygarlıkların karşı karşıya gelişi, bütün bu gelişmelerin te­ melinde yatan, kapitalizmin kendi iç yapısındaki değişim ve dö­ nüşümler, işçi sınıfı hareketinin içinde farklı düşünce ve tavır­ ların gelişmesine yol açtı. O dönemde uluslararası çapta sosya­ listler II. Enternasyonalin (kuruluşu 1889) bağrında birleşik bir mücadele veriyorlardı. Bütün partiler kendilerini “sosyal demok­ rat” veya sosyalist olarak anıyorlardı. Ne var ki, yüzyıl sonuna doğru II. Enternasyonalce devrimci kanat (Lenin, Trotskiy, Rosa Luxemburg, Liebknecht vd.) ile revizyonist kanat (Bernstein, daha sonra Kautsky42 vd.) arasında çok ciddi bir siyasi farklı­ laşma ortaya çıkmaya başlamıştı. Uluslararası sosyal demokrat hareketin içten içe yaşadığı değişim kendini emperyalizme karşı takınılacak tutum konusunda da ortaya koyuyordu. 20. yüzyılın başından itibaren II. Enternasyonal içinde, en ile­ ri teorik ifadesini Eduard Bernstein'in "revizyonist" görüşlerinde bulan sağ kanat, sömürgeciliği olumlu bir gelişme olarak yorumluyordu. Batı toplumunun uygarlık yolunda atmış olduğu dev adımların "geri" ve "barbar" toplumlara aktarılmasının bir aracıy­ dı sömürgecilik. Bundan dolayı, sosyal demokrasinin sağ kanadı (ve merkezin bir bölümü) emperyalist hükümetlerin yayılmacı si­ yasetine karşı kararlı bir mücadeleden uzak durmayı savunuyor, sadece sömürge halklarına uygulanan şiddetin "aşırılığfnı eleş­ tirmekle yetiniyordu. Sağ kanat sömürgeciliğe ilişkin tutumuna paralel biçimde» büyük emperyalist güçlerin militarist siyasetine tlc ciddi bir eleştiri yöneltmiyor, "ulusal savunma" gerekçesiyle l ’



K.ul k.uıtsky, lîirinci Dü ny a Savaşı patlak verene kadar formel olar ak rev i / y m ı i s d m ı ı karşısında A lm an parti si nin ve E n t e r n a s y o n a l i n merk ez ini



it m i m I citni^iir I n l o r n a s y o n a ri n en bü yük politik itibara sahip önder idir.



t~mperyah/ti)



yürütülen silahlanma ve saldırgan propagandaya etkili ve kararlı bir şekilde karşı konulmasını savunmuyordu. Hatta bu kanat, II. Enternasyonalin 1907 Stuttgart Kongresinin gündemine, "sosyal demokrasinin, sosyalist bir rejim elinde uygarlaştırıcı işlev göre­ bilecek olan sömürge politikasına ilkesel olarak karşı çıkmaması gerektiği" yolunda bir önerge sunmuştu. Sömürgecilik karşısında daha açık bir tavır alan "merkezM in simgesi sayılan Kautsky ise, emperyalizmi kapitalizmin gelişmesinin bir sonucu, bir evresi olarak değil, feodal mutlakıyetçi bir gelenek olarak, reel politika­ nın alanına hapsediyordu. Elbette bu yaklaşım içinde, emperya­ lizmin kapitalist sistemde gerçekleştirdiği değişimlerin, yol açtığı süreçlerin kavranması imkânsızdı.43 Sağın ve merkezin bir bölümünün bu tavrının karşı kutbunda II. Enternasyonal in devrimci Marksist sol kanadı yer alıyordu. Bu kanat sömürgeci yayılma siyasetine ve militarizme şiddetle karşı çıkıyordu. Bu konularda devrimci kanadın önerdiği, sınıf mücadelesinin derinleştirilmesi ve kapitalizmle birlikte emper­ yalizmin de yeryüzünden silinmesiydi. îşte yüzyıl başında uluslararası işçi sınıfı hareketinin içinde geçen bu tartışmalar (ve bunların savaşla birlikte alacağı yeni biçim), dönemin emperyalizm teorilerinin dolaysız arka planını oluşturur. Emperyalizm teorisi denince akla ilk gelen Lenin’in ünlü Emperyalizm . Kapitalizmin En Yüksek Aşaması kitabında şerç;i lediği görüşlerdir. Oysa, Marksist bir teorik çerçeveden haıekeile geliştirilen emperyalizm teorileri Lenin’in katkısı ile sınırlı de ğildir. Sadece yüzyıl başı düşünüldüğünde bile birçok faiklı te orinin varlığından söz etmek gerekir. Biz bu Ek’te okuyucunun bu teorilerle bir ilk düzeyde aşinalık oluşturmasını sağla maya çalışacağız. İkinci Dünya Savaşı sonrası emperyalizm teorileri esas olarak “azgelişmişlik” ve “kalkınma” sorunsalı çevresinde geliştirilmiş olduğu için, bunlara aşağıda bu sorunu ele aldığımı/ bölümde (Bölüm 15) gireceğiz. Burada ele aklığımı/ 20. yüzyıl 43



Bu konu lard a d ah a ayrıntılı bilgi için bkz. lUırak ( türel, “M ar ks izm ve U l u ­ sal S o ru n ”, D ev rim ci M a rk s iz m , 3, Mar t 2007, s. 77-79.



| 73



76 J



Sungur Savran



• Kod Adı Küreselleşme



başı emperyalizm teorilerini kitap boyunca klasik emperyalizm teorileri olarak anacağız. Bu teoriler temel olarak ikiye ayrılır. Bir yanda barışçıl, de­ mokratik, istikrarlı bir emperyalizmi tasvir eden teoriler; öte yanda dünyanın yeniden-bölüşümü için verilen mücadelelere, sa­ vaşlara, bunalımlara gebe bir emperyalizm tablosunun çizildiği teoriler. Ama bu basit sınıflandırmayı karmaşıklaştıran birçok etken var. Bir kez, bazı düşünürler siyasal yaşamlarının değişik evrele­ rinde bu iki kamp arasında yer değiştiriyor: Kautsky ve Hilferding için durum böyle. İkincisi, her bir kampın kendi içinde de ayrışmalar var. Özellikle, emperyalizme yıkıcı ve savaşçı bir güç olarak bakan devrimci kampta Rosa Luxemburg ile ötekiler arasında daha çok teoriye ilişkin önemli farklılıklar söz konusu. Bu kampta yer alan öteki düşünürler arasında belirli bir süreklilikten söz edilebilir: Birinci Dünya Savaşı öncesi çalışmasıyla Hilferding ve savaş sıra­ sında yayınladığı kitapla Buharin, Lenin’in veya Leninist emper­ yalizm teorisinin inşasına katkıda bulunmuşlardır. Luxemburg ise başlangıçtan itibaren emperyalizme karşı uzlaşmaz siyasal so­ nuçları açısından Leninist teoriyle ortaklık taşıyan, ama emper­ yalizm olgusuna farklı bir teorik açıklama getiren bir yaklaşıma sahip olmuştur. Nihayet, Lenin ve Luxemburg’la emperyalizme karşı aynı si­ yasal tavrı paylaşan Trotskiy, emperyalizmi temel olarak Avrupa dışı, kapitalizm öncesi, azgelişmiş toplumlar üzerindeki etkileri açısından incelemesi dolayısıyla devrimci kamptaki öteki düşü­ nürlerden teorik konusu bakımından ayrılır.



Rosa



Lu xem bu r g : pazar



s o r u n l a r i



Yüzyıl başının en önemli devrimci önderlerinden olan Rosa Polonya asıllı olmakla birlikte siyasal yaşamının I>ııyiik b ö l ü m ü n ü Almanya'da geçirdi; savaş öncesinde Alman Sos vnl Demokrat Partisi nde önemli görevler üstlendi; Ekim lu xem b u rg ,



Emperyalizm



Devriminin ertesinde ise Alman Komünist Partisinin kuru­ cuları ve 1918 Alman Devriminin önderleri arasında yer aldı. Siyasal önder olarak öneminin yanı sıra, Luxemburg, Marksist teorik yazına da katkılarda bulundu. Bunlar arasında en önemlisi Dia Akkumulation des Kapitals (Sermaye Birikimi, 1913) başlıklı yapıtında geliştirdiği emperyalizm teorisidir.44 Luxemburg öteki Marksistlerin bu yapıta yönelttiği eleştirilere cevap olarak, savaş yıllarında cezaevinde bir Antikritik (Karşı Eleştiri) de yazdı.4' Luxemburg'un emperyalizm teorisinin birkaç hedefi vardı. Temel hedef, yükselen emperyalizme Marksist teorik temeller­ den hareketle dakik bir açıklama getirmek ve bu yoldan em­ peryalizmin kapitalizmin kaçınılmaz bir ürünü olduğunu gös­ termekti. Böylelikle ikinci bir hedef de gerçekleşmiş olacaktı: Emperyalizm ile sermayenin çıkarları arasındaki zorunlu ilişki, II. Enternasyonal içindeki emperyalizm yanlısı görüşlerin sınıf temelinden koptuğunu ortaya koyacaktı. Bunlarla sıkı sıkıya bağ­ lı bir başka hedef ise, Bernstein revizyonizminc karşı mücadele­ yi kesin sonuçlarına ulaştırmaktı. Yüzyılın başında Bernstein’ın görüşlerine karşı özellikle Sozialreform oder Revolution (Sosyal Reform ya da Devrim)46 başlıklı kitabında yaptığı polemikte Luxemburg kapitalizmin o sırada yaşamakta olduğu parlak geliş­ me döneminin mutlaka geçici olacağını ve zorunlu olarak buna­ lımlarla sona ereceğini henüz kanıtlamamıştı. Emperyalizm, teo­ risi aynı zamanda revizyonizme karşı polemikte bu teorik temeli sağlamayı amaçlıyordu. Luxemburg'un emperyalizm teorisi, karmaşık bir olgular bü­ tünü olan emperyalizmi kapitalist üretim tarzının genel hareket yasalarından, özel olarak sermaye birikiminin yasalarından yola çıkarak açıklama yönünde bir çabadır. Ancak Luxemburg bu



44



Rosa L u xem b u r g , S e rm a y e B irik im i, çev. Tayfun Er tan, A la n Yayın cılık, İstanbul.



45



Rosa L u x e m b u r g The A ccu m u la tio n o f C a p ita l-A n A n ti-c ritiq u e } M on th ly Review Press, N ew York ve Lo n d ra , 1972.



46



Rosa L u xem b u r g , Sosyal R efo rm ya da D ev rim , Çev. H. Sel man, Ma-Ya Yayınları, İstanbul, 1975.



78



i Sungur Savran



• Ko d Adı K ü re se ll e şm e



açıklamayı Marx’ın kapitalizm tahlilinde öncelik taşıyan üretim alanının çelişkileri temelinde geliştirmek yerine, dolaşım alanı­ na, yani pazar sorunlarının ortaya çıktığı alana yerleştirir. Luxemburg’a göre Marx'ın Kapital *in ikinci cildinde geliştir­ diği genişleyen yeniden üretim tahlili yanlıştır. Marx, kapitalist toplumun ekonomik yeniden üretimini incelerken dış ticareti tahlil alanının dışında bırakmıştır. Oysa Luxemburg a göre ger­ çek hayatta sermaye birikimi süreci, kapitalizmin bütün tarihi boyunca dış ticarete yaslanmıştır. Yazara göre bunun temelinde de tek bir ülke veya bölgede üretilen artık değerin o ülke veya bölgede yeterince büyük bir pazar bulmasının olanaksızlığı ya­ tar. Yani Luxemburgun emperyalizm teorisinin temel dayanağı artık değerin gerçekleşmesi sorunudur. Kapitalist ilişkiler çerçevesinde artık değerin bir bölümünün tüketilemeyişi, kapitalist alanın dışından bir ek talebi gerekli kı­ lar. Bu ek talebin iki kaynağı vardır. Birincisi, ülke ve bölge için­ deki bağımsız küçük üreticilerin (zanaatkârların, tarımsal küçük üreticilerin) talebidir. Bu talep kaynağı, küçük üreticilerin (gele­ neksel küçük burjuvazinin) tarihsel süreç içinde eriyip gitmesiyle önemini büyük ölçüde yitirir. İkinci ve asıl önemli ek talep kaynağı ise, kapitalizm önce­ si üretim tarzlarının hâkim olduğu ülkelerden gelen taleptir. Kapitalist ülkelerdeki toplam ürünün bir bölümünün dış ticaret yoluyla bu ülkelere satılması, kapitalist alandaki pazar sorunu­ nun çözüme kavuşturulmasını sağlar. Emperyalist genişleme, işte bu çözüm yolunun gerekli kıldığı bir olgudur. Ancak bu çözüm geçicidir. Emperyalizmin bütün dünyaya el atması, azgelişmiş ülkelerde kapitalizm-öncesi ilişkilerin bir tarihsel süreç içinde çözülmesine ve bu ülkelerin de giderek kapitalistleşmesine yol açacaktır. Böylece bütün dünya kapitalistleştikçe gerçekleşme sorunları çözümsüz hale gelecek ve sermaye tarihsel sınırlarına çarpacaktır. Kapitalizmin geçici olarak sıyrıl­ dığı bunalımlara yeniden düşmesi ve bu bunalımların kapitaliz­ min çöküşü ile sonuçlanması kaçınılmazdır. Ancak, bu tarihsel sınıra erişilmeden önce uluslararası ölçekte proleter devrimi ka­ pitalizmin devrilmesine yol açacaktır.



Böylece, emperyalizm kapitalizmin zorunlu bir ürünü olarak kavranıyor, II. Enternasyonal in önemli bir bölümünün hayırhah bir tavırla yaklaştığı sömürgeciliğin azgelişmiş ülke halkları üze­ rinde sermayenin boyunduruğunu kurduğu ortaya konuluyor, Bernstein’ın tezlerine karşıt olarak kapitalizmin bunalımlarla karşılaşması ve çöküşü kaçınılmaz bir son olarak gösteriliyordu. Luxemburg un emperyalizm teorisi öteki Marksistlerce yer yer sert teorik eleştirilere tabi tutuldu. Bu eleştirilerin en önemlileri, şöyle özetlenebilir: Luxemburg yeniden üretim şemalarını yanlış amaçla kullanmakta, bu yüzden Marxa yönelttiği eleştiride ya­ nılmaktadır; genişleyen yeniden üretimin (sermaye birikiminin) kapitalist ilişkiler alanı içinde gerçekleşmesinin olanaklılığını reddederken tam da genişleyen yeniden üretimin ayırıcı yanı olan yeni yatırımların yaratacağı ek talebi görmezlikten gelmekte, bu ek talebin kendisinin sözünü ettiği kronik gerçekleşme sorununu ortadan kaldırabileceğini kavrayamamaktadır; zaten böyle bir gerçekleşme sorunu kronik olarak var olsa bile, dış ticaret buna bir çözüm oluşturamaz, çünkü tüketilemeyen fazla ürünün ülke dışına satışıyla elde edilecek para ithalat için kullanılır ve bu kez de ortaya ithal edilen yabancı mallar için bir pazar sorunu çıkar.



H İL F E R D İN G : FİN A N S K A P İT A L



Aslen Avusturya kökenli olmakla birlikte, Luxemburg gibi Alman Sosyal Demokrat Partisinde önemli görevler üstlenen Rudolf Hilferding, 1910 yılında yayınladığı Das Finanzkupital (Finans Kapital) başlıklı yapıtıyla Leninist emperyalizm leoıisi için güçlü bir esin kaynağı oluşturdu.4' Ne var ki, savaş soıııasın da Alman devrimi esnasında Luxemburgu (ve çalışına arkadaşı Kari Liebknecht'i) öldürten sosyal demokrat hükümette maliye bakanı olarak görev yapan Hilferding, 1920'li yıllarda gel işi iitli ği "örgütlenmiş kapitalizm" teorisiyle Leninist teoriden tu imiyle uzaklaşacaktı. 47



R ud olf Hilferding, L e C a p i t a l f i n a n c i e r , A lm a n c a d a n Ira n s ı z c a y a çeviren M a rcel Ollivier, M in uit, Paris, T ürkç eye ç evril m eyi bekliyor.



1970. Hilferding in ön emli kitabı hâlâ



Sungur Savran



• Kod Adı K ü re se l l e şm e



Finans Kapital 'in amacı, yüzyıl dönümünde kapitalizmin ekonomik işleyişinde ortaya çıkan önemli dönüşümleri teorik olarak kavramaktır. Hilferding bu dönüşümler arasından birka­ çını Ön plana çıkarır. Her şeyden önce, tekellerin oluşumu süre­ cini Marx’ın K apitalde incelediği sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğilimlerine yaslanarak açıklar. (Marksist litera­ türde tekel kavramı, akademik iktisattan farklı olarak, bir piyasa­ yı tek bir firmanın ele geçirdiği durumları tanımlamak için değil, birkaç dev şirketin piyasanın işleyişini etkileyebildiği ve başka piyasalara da el attığı bir durumu betimlemek için kullanılır.) Kredinin yoğunlaşma ve merkezileşme süreçlerinde taşıdığı ayrıcalıklı konum dolayısıyla, tekelleşme sürecine paralel olarak banka sermayesinin önemi artar. Sanayi sermayesi ile banka ser­ mayesinin, bu sonuncusunun hâkimiyeti altında kaynaşması so­ nucu ortaya çıkan yeni sermaye dilimine Hilferding finans kapi­ tal (ya da mali sermaye) adını verir. Finans kapital, bu dönüşümle birlikte, tekelci sermayenin ana biçimi olarak gelişmiş kapitalist toplumun hâkim gücü haline gelir. Kapitalizmin bu yeni yapısı çerçevesinde, kapitalist devletin ekonomi karşısındaki konumu da değişir ve 19. yüzyılin liberal devletinin yerini 20. yüzyılda müdahaleci devlet alır. Hilferding, Finans K apitalde kapitalizmin doğasındaki de­ ğişimin, bu üretim tarzının temel yasalarını henüz ortadan kal­ dırmadığını vurgular. Ama kapitalizmin uzun dönemli “tarihsel eğilimi” tek bir kartelin oluşumu temelinde piyasa anarşisinin ye­ rini tekellerin ekonomiyi “düzenlemesi^ne bırakmasıdır. Ayrıca, finans kapital, spekülasyonu engelleyerek parasal bunalımları (borsa çöküşlerini ve banka iflaslarını) önleyebilecek bir konuma artık erişmiştir. (Bundan dolayıdır ki Lenin, bazı tezlerinden ya­ rarlandığı Hilferding’in düşüncesini Marksizm ile oportünizmin bir bileşimi olarak niteler.) 1920’lere varıldığında ise, Hilferding daha önceki ihtiyatlı tu­ tumunu terk ederek kapitalizmin doğasının köklü biçimde yeni­ lenmiş olduğunu ileri sürecektir. 1924-27 arasında kaleme aldığı yazılarında, piyasa anarşisinin ve rekabetin belirleyici olduğu



Emperyalizm



|



klasik kapitalizmin yerini “örgütlenmiş kapitalizmce bırakmış ol­ duğunu ileri sürer. Ona göre, “örgütlenmiş kapitalizm”de kapita­ list serbest rekabet ilkesinin yerini sosyalist planlı ekonomi ilkesi almıştır. Dolayısıyla, sistemin kaçınılmaz biçimde bunalımlarla karşılaşmasının temelde yatan nedeni olan piyasa anarşisi orta­ dan kalkmış, kapitalizm istikrarlı bir gelişme çağına girmiştir. Bunalım ve çalkantılar geçmişte kaldığına göre, sosyalizme geçiş reformlar aracılığıyla ve evrimci bir yoldan gerçekleşebilir.



K a u t s k y : Ü L T R A -EM P E R Y A L İZ M



Engels’in ölümünden sonra Alman Sosyal Demokrat Partisi ve II. Enternasyonal içinde tartışılmaz önder konumuna yükse­ len Kari Kautsky, siyasal çizgisindeki dönüşüme paralel olarak emperyalizm konusunda da 1914 öncesinde ve sonrasında farklı tutumlar benimsedi. Birinci emperyalist savaş öncesinde kaleme aldığı yapıt­ larında, örneğin 1898 tarihli Alte und Kolonialpolitik (Eski ve Yeni Sömürge Politikası) ve 1908 tarihli Sozializmus und Kolonialpolitik'te ("Sosyalizm ve Sömürge Politikası) Kautsky, emperyalizmi kapitalizmin artık kronikleşmiş olan aşırı üretim bunalımlarından kurtulmak için başvurduğu saldırgan bir poli­ tika olarak ele alır.48 Emperyalist politikanın bu amaçla kullan­ dığı yöntemler tekellerin oluşumu ve hâkimiyeti, korumacılık ve sömürgeci yayılmadır. Bu evrede Kautsky, uluslararası sosyal demokrasi içinde sömürgeciliği hayırhah bir gözle gören sağ ka­ nadın tezlerine karşı çıkar. Özellikle II. Enternasyonalin 1907 Stuttgart Kongresi nde sağın (ve merkezin bir bölümünün) sun­ duğu, demokratik ve insancıl bir retorik altında gizlenmiş biçim­ de emperyalizmi destekleyen karar tasarısı, ancak Kautsky’nin ağırlığını karşı yönde koymasıyla reddedilir.



48



K au ts k y ’nin em p er y ali zm ve söm ür ge ler politikası h a k kındak i yaz ılarına yaygın kullanılan Batı dillerinde erişm ek güçtür . Bütün bu yazılar İtalyanca bir de rlem ede bir ar aya getirilm iştir. Bkz. Kari Kautsky, V îm p e r ia lis m o > der. Lu ca Meldolesi, Lat erza, Bari, 1980.



I S u ngu r Savron



• Ko d Adi K ü re se l l e şm e



Ne var ki, daha bu aşamada Kautskynin emperyalizm teo­ risinde sonraki dönemde ileri süreceği tezlerin çekirdeklerini bulmak olanaklıdır. Kautsky, sosyal demokrasinin karşı çıkması gerektiğini savunduğu emperyalist politikanın ardında mali ser­ mayenin başını çektiği bir gerici sınıflar blokunun bulunduğunu, sanayi sermayesinin ise devlet müdahalesinden değil serbest tica­ retten, savaştan değil barıştan yana olduğunu ileri sürer. Savaşın patlak vermesinden sonra Kautsky, bu ayrımı gelişti­ recek ve saldırgan, savaş-yanlısı emperyalist politikanın burju­ vazi açısından olanaklı politikalardan yalnızca biri olduğunu sa­ vunacaktır. İkisi de 1915’te yayınlanan, Bir Revizyon İçin tki Yazı ve Ulusal Devlet, Emperyalist Devlet ve Devletler Konfederasyonu başlıklı çalışmalarında Kautsky, burjuvazi açısından bir başka seçeneğin de mevcut olduğunu iddia eder: Hilferding’in öngör­ düğü tek bir kartel düşüncesinden esinlenen bu seçenek, ekono­ mik yaşamın serbest ticaret ve rekabete dayandığı, emperyalist devletlerin ise saldırgan ve müdahaleci politikalardan vazgeçe rek barışçı bir doğrultuyu benimsediği bir durumdur. Kautsky bu ikinci seçeneği ültra-emperyalizm olarak adlandırır. Ültraemperyalizmi Kautsky için gerçekleştirilebilir bir seçenek hali­ ne sokan, emperyalist politikanın mali sermayeden farklı olarak sanayi sermayesinin çıkarlarına aykırı olmasıdır. Ültra-emperyalizm teorisinin siyasal sonuçlarını çıkarsamak zor değildir: Kautsky, emperyalist ülkelerin proletaryasının geri­ ci emperyalist güçlere karşı sanayi sermayesi ile ittifaka girmesi­ ni, sosyal demokrasinin barışçı burjuva güçlerini desteklemesini savunur. Böylece, savaşa karşı barış, gericiliğe karşı demokrasi, sömürgeciliğe karşı serbest ticaret temelinde ekonomik gelişme ve işçi sınıfının durumunda sürekli bir iyileşme sağlanacaktır. Bütün bunların sonucu da, Avrupa Birleşik Devletleri sloganının ileri sürülmesidir.



ttU H A R İN : D ÜN YA EK O N O M İSİN İN Ç E L İŞ K İL E R İ



Bolşevik Partisinin önde gelen teorisyenlerinden Nikolay İttikıriıı, Marksizme başka katkılarının yanı sıra, emperyalizm



Emperyah/m



teorisi alanında da çok önemli bir yapıt verdi: Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi (1915).w Lenin'in övgü dolu bir önsözü ile yayınlanan bu kitaptaki em­ peryalizm teorisi birçok bakımdan (Kautsky ile polemik, savaşın açıklanması, reformizmin yorumu vb.) Lenin'in yapıtıyla kök­ lü ortaklıklar içermesine karşılık, bazı konularda (önemi Ekim Devrimi'nden sonra ortaya çıkacak olan) temel farklılıklar da gösterir. Buharin'in temel tezi, emperyalistler arası rekabet ve savaşın, sermayenin uluslararasılaşması sürecinin çelişkili doğasının bir ürünü olduğudur. Yazar, üretici güçlerdeki hızlı gelişme, bilimin üretime uygulanması, taşımacılık ve iletişimdeki dev adımlar gibi faktörlerin, ticaretin, işgücü dolaşımının ve sermayenin ulusla­ rarası bir nitelik kazanması anlamında birleşik bir dünya eko­ nomisinin oluşumuna yol açtığını ortaya koyar. Ancak, bu uluslararasılaşma süreci, kendi içinde tekil ülkelerin ekonomilerinin “ulusallaşması” olarak anılabilecek bir karşıt kutup barındırır. Tekelci kapitalizm, emperyalist ülkelerde her bir ulusal ekonomi nin devletin öncülüğünde tek bir dev şirket haline gelmesine yol açar. Bunun sonucu, ulusal düzeyde rekabetin giderek ortadan kalkması, ulusal ekonomilerin Buharin’in deyimiyle birer “ıılıı sal kapitalist tröst” haline gelmesidir. Madalyonun ters yüzü ise uluslararası arenada boğaz boğaza bir rekabet ve mücadelenin gelişmesidir. Dolayısıyla, Kautskynin iddiasının tersine, saldır gan emperyalist politikalar çeşitli olanaklı politikalar arasından bir seçenek değil, emperyalist çağda kapitalist rekabetin zorunlu biçimidir; sömürgecilik ile savaş ise emperyalizmin niiuıtıks.ıl ürünleri. Buharin ayrıca işçi sınıfı hareketi içinde yaygın bir akı mın emperyalist savaşı desteklemesini maddi nedenlere bağlar. “Sosyal şovenizm”, sömürgeciliğin sağladığı ek sonunu olanak larının, emperyalist ülkeler proletaryasının bir kesimine yüksek



49



N. B o u k h ar in e, V e c o n o m ie m o n d ia le et im perin lisin e, I dilıoıis A ıı th m po s, Paris, ta rih yok. B u h a rin ’in kitabı T ü r k ç ed c de yayıııl anm ışlır: N. (Uıharin, E m p ery a liz m ve D ünya E k o n o m isi, çev. U.S. A kalın, Nağlam Yayınları, İstanbul, 2 0 0 5 .



1 H3



Sungur Savran



• Ko d Adı Kü re se lleşm e



ücretler ödenmesi yoluyla bir “işçi aristokrasisi” oluşturmak için kullanılmasının siyasal sonucudur. Buharin, yapıtında 1915’te kısmen varılan bir eğilimi Ekim Devrimi’nden sonra, özellikle 1920’li yıllarda mantıksal sonucu­ na götürerek, emperyalizmle birlikte kapitalizmin temel yasaları açısından doğa değiştirdiğini ileri sürer. Kapitalizmin yeni yapısı çerçevesinde, piyasanın anarşisinin yerini “örgütlenmiş” bir kay­ nak dağıtımı alır; bu örgütlenmeyi sağlayan en yüksek otorite ise ekonomiyi aktif biçimde eline alan devlettir. Bu yüzden ulusal ekonomiler çerçevesinde ekonomik bunalımların kaçınılmazlı­ ğı ortadan kalkar. Kapitalizmin devletler aracılığıyla bilinçli ve örgütlü olarak yönetilebilecek şekilde merkezileşmesi, Buharin’e göre, dünya ekonomik sistemini, her halkasında devrimle dö­ nüştürülebilecek bir olgunluk düzeyine eriştirmiştir. Bu noktada Buharin, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi aristokrasisine kaynak­ lık eden önlemler nedeniyle devrim potansiyeli bastırılmaya ça­ lışılırken, yarı kapitalist ülkelerdeki sınıfsal çelişkilerin devrime daha elverişli bir zemin yaratığını düşünür. Bu ülkelerde prole­ tarya, feodalizm kalıntısı ilişkiler içinde sömürülen köylülükle ittifak içinde devrim yapacak ve bu devrim, işçi-köylü ittifakının dengelerini koruyarak, uzun ve aşamalı bir süreç içinde geliştiri­ lecektir. “Tek ülkede sosyalizm” kuramının da öncüllerini oluş­ turan Buharin’in bu görüşleri, Sovyetler Birliğinde NEP (Yeni İktisadi Politika, 1921-1928) dönemi süresince sosyalizmin inşası tartışmalarında benimsediği piyasa ve özel üretim yanlısı tavrıy­ la mantıksal bir bütünlük içindedir.



L e n i n : SO S Y A L İZ M İN Ö N K O ŞU LU O L A R A K E M P E R Y A L İZ M



Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Marksistler arasında emperyalizm üzerine yapılan tartışmalar çerçevesinde ortaya ko­ nulmuş en önemli yapıt, Bolşevik Partisi’nin ve Ekim Devrimi nin önderi Lenin’in 1916 da yayınlanan Emperyalizm, Kapitalizmin



/ mf K ' t



yalı/ın



En Yüksek Aşamast başlıklı yapıtıdır.50 Hem kendinden önceki ça lışmaların üst düzeyde bir sentezi olduğu için, hem de günümü/c kadar ulaşan yaygın ve derin etkisi dolayısıyla. Lenin'in emperyalizm teorisi bütünüyle özgün bir teori değil dir. Kendisinden önce yapılan çalışmalardan birçok unsuru dev ralarak bütünsel bir teorik yapı oluşturmayı amaçlar. Lenin’in yararlandığı çalışmalar arasında Hilferding ve Buharin’in ya pıtlarının yanı sıra, liberal Ingiliz iktisatçısı J.A.Hobsonun Imperialism (Emperyalizm, 1902) başlıklı kitabı da vardır.51 Ama bu yazarlara borcu ne kadar büyük olursa olsun, Lenin'in yapıtını ötekilerden ayıran temel bir yan vardır: Onlardan farklı olarak Lenin emperyalizmi kapitalist üretim tarzının tarihsel gelişmesi­ nin "en yüksek aşaması" olarak kavramlaştırmıştır. Lenin'in emperyalizm teorisini ötekilerden ayıran bu özgün boyutun yanı sıra, Emperyalizmin başka amaçları da vardır: I. Dünya Savaşının emperyalizmin bir ürünü olduğunu ortaya koymak; sosyal şovenizmi ve oportünizmi “işçi aristokrasisi” kavramı aracılığıyla emperyalizmle ilişkilendirmek; Kautsky’nin ultra-emperyalizm teorisini çürütmek; kapitalizmi barışçı, is­ tikrarlı, bunalımsız bir geleceğin beklemediğini, emperyalizmin “çürüyen” kapitalizm olduğunu vurgulamak. Lenin’in emperyalizm kavramına getirdiği açıklamayı iki dü­ zeyde ele almak gerekir. Birinci düzeyde Lenin emperyalizmi beş ayrı (ama birbirine sıkı sıkıya bağlı) özelliğin bir bileşimi olarak tanımlar. Bu beş özellik şöyle özetlenebilir: î- Tekellerin yükselişi: Lenin için emperyalizmi tanımlayan te­ mel öğe olan tekeller, kapitalizmin bu yeni aşamasında hâkim sermaye biçimi haline gelir. Ancak, Lenin tekelin rekabeti or tadan kaldırmadığını, yeni rekabet biçimleri yarattığını vur gular. 2- Finans kapital (mali sermaye): Lenin, Hilferding’i izleyerek, 50



V. İ. Len in, E m p ery a liz m . K apitalizm in En Yüksek A şa m a sı, çev. O n u l Süreya, Sol Yayınları, A n k a r a , 1969.



51



J.A .H ob so n, lm p e ria lis m y Michi ga n Un iversity Press, A nn Arbor, Miıln gan, 1965.



H'»



86



>un g u r S a v r a n



• Ko d Adı K ü re se ll e şm e



tekelleşme sürecinde bankaların ve öteki kredi kurumlarının önemini vurgular ve banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşması sonucunda ortaya çıkan yeni sermaye kesiminin (finans kapitalin) emperyalizm çerçevesinde hâkim sermaye dilimi olduğunu ileri sürer.



3- Sermaye ihracı: Daha önceki dönemden farklı olarak, kapita­ lizmin kendi dışındaki dünya ile ilişkisi açısından, sermaye ihracı uluslararası ticaretten nitel anlamda daha önemli hale gelir. Sermaye ihracının ticarete oranla kazandığı bu önem, dış ticaretin emperyalist aşamada önemini yitirdiği ya da gerilemeye başladığı anlamına gelmez. Tam tersine, sermaye ihracı uluslararası ticaretin eskisine göre daha da canlı bi­ çimde büyümesine yol açar. Önemli olan, sermaye ihracının emperyalist aşamada dünya ekonomisinin işleyişi açısından, dönemi kendinden önceki döneme göre ayırt edici unsur ol­ masıdır. Sermaye ihracı ile kastedilen hem uluslararası parasermaye akımları (yani uluslararası borçlar); hem de üretim alanında doğrudan yabancı yatırımlardır. Lenin’in sermaye ihracı konusundaki bu vurgusu, 20. yüzyılın ekonomisini an­ lamak bakımından çığır açıcı bir öneme sahiptir. Akademik iktisat teorisi sermaye ihracının bu çağda taşıdığı potansiyeli ve kazandığı önemi ancak son on yıllarda kavrayabilmiştir. Bugün banalleşmiş olan “çokuluslu şirket” kavramıyla ifade edilen olgu, sermaye ihracının kurumsal biçiminden başka bir şey değildir. 4- Dünyanın tekellerce bölüşülmesi: Tekellerin dev boyutlu şirket­ ler olması, gerek kaynakların elde edilmesi, gerek üretimin düzenlenmesi, gerekse pazarlar açısından tekil ülkelerin sı­ nırlarının ötesine taşmaları yönünde güçlü bir eğilim yaratır. Bu yüzden bütün tekeller hammadde, ucuz işgücü ve pazar elde etme çabası içinde dünyaya yayılır, öteki tekellere karşı elde ettikleri kozları savunabilmek için olanaklı olduğu ölçü­ de ayrıcalıklı bir konum sağlamaya çabalarlar. Kısacası, tekel­ ler arası rekabet bütün dünyanın bölüşülmesine yol açar. 5- Dünyanın emperyalist güçler arasında bölüşümünün tamam-



t mperyalı/nı



lanmast: Emperyalizmin dünya çapında işleyişinin bir sonucu olarak, emperyalist sermayenin çıkarlarını savunan emperya­ list devletler 20. yüzyılın başına varıldığında (birkaç istisnai bölge dışında) bütün dünyanın (sömürgeler, mandalar, nüfuz bölgeleri gibi değişik biçimler altında) bölüşülmesini tamam­ lamışlardır. Bu beş özellik, emperyalizmin kapitalist üretim tarzının ge­ lişiminde bir aşama olarak tanımlanmasını olanaklı kılar ama neden “en yüksek aşama” olduğunu açıklayamaz. “En yüksek aşama” kavramı Lenin’in teorisinde çok somut, çok belirli bir anlam taşır: Buna göre, kapitalizmin emperyalizmi izleyecek bir başka aşaması yoktur; emperyalizmden çıkış, ancak sosyalizme geçiş ile birlikte olanaklıdır. Yani, emperyalizm, sosyalizmin ön­ koşullarının oluştuğu, kapitalizmin sosyalizme geçiş için olgun hale geldiği aşamadır. Emperyalizm bu yüzden “çürüyen” ya da “can çekişen” kapitalizmdir. Başka bir ifadeyle, emperyalizm ile sosyalizm arasında bir başka tarihsel aşama yoktur; emperyalizm bir sosyalist devrimler çağıdır. İşte, bu niteliğiyle emperyalizmin tanımı Lenin’in kitabının onuncu ve son bölümünde, ikinci ve farklı bir düzeyde yapılır. Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır, çünkü ser mayenin, sosyalizmin maddi önkoşullarını hazırlayan tarih sel eğilimlerinin olgunlaştığı ve somutlaştığı tarihsel çağdır. Sermayenin en önemli tarihsel eğilimleri, bütün ülkelerin ckoııo milerinin kopmaz bağlarla birbirlerine bağlanması, yani bir dun ya ekonomisinin oluşumu, sermayenin küçük üreticileri mülk süzleştirerek üreticilerin ezici çoğunluğunu proleterleştirmesi ve proleterleri gittikçe daha büyük ölçekli fabrikalarda daha yoguıı biçimde bir araya getirmesi ve en önemlisi, sermayenin yoğun laşması ve merkezileşmesi yoluyla üretimin toplumsallaşmasıdır. Bunlar, emperyalizm çağında uzak birer tarihsel eğilim olmak tan çıkar, somut olarak yaşanan gerçeklikler haline gelir. Tekeller dev ölçekleriyle, üretimi büyük miktarda ve uluslararası düzeyde planlamalarıyla, çok sayıda üretim sürecini (fabrikayı, madeni, çiftliği) birbirine bağlamalarıyla, üretimin toplumsallaşmasının



87



88



ı So n g u r S a v r a n • Kod Adı K ü r e s e l l e ş m e



!



cisimleşmiş biçimleridir. Ama üretimdeki bu toplumsallaşma, özel mülk edinmenin ve piyasanın anarşisinin kabuğu içinde var olmaya devam etmektedir. İşte, emperyalizm, Marx’ın üretici güçlerin toplumsallaşması ile mülk edinmenin özelliği arasında saptadığı, kapitalist üretim tarzının bu en temel çelişkisinin so­ mutlaşması olarak kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Lenin, bu teori temelinde çeşitli somut olguları açıklar ve işçi sınıfı hareketi içindeki farklı görüşleri eleştirir. Her şeyden önce, dünyanın emperyalist güçler arasında bölüşümünün tamamlan­ mış olması emperyalizme dönemsel olarak patlamaya hazır bir nitelik kazandırır. Farklı ekonomilerin eşitsiz gelişme yasası uya­ rınca farklı yönlerde ve tempolarda gelişmesi, belirli bir tarihsel anda oluşmuş dengeleri altüst ederek dünyanın farklı emperya­ list devletler arasındaki mevcut bölüşümünün değişmesi yönün­ de güçlü bir eğilim yaratır. İşte, emperyalistler arasındaki çelişki, rekabet ve mücadelelerin dönemsel olarak kaçınılmaz biçimde kızışmasının ve uygun koşullar altında bu mücadelenin savaşlar­ la taçlanmasının temelinde yatan budur. Lenin’in teorisi bu ve başka yönleriyle Kautsky’nin ültraemperyalizm teorisinin bütünsel bir eleştirisini de içerir. Kautsky’nin savunduğunun tersine, emperyalizm sermayenin bir kesiminin (mali sermayenin) savunduğu, ama benimsenmesi zo­ runlu olmayan bir politika değildir. Emperyalizm, kapitalizmin tarihsel gelişiminin zorunlu bir ürünüdür, kapitalizmin yeni aşa­ masında aldığı biçimdir. Buna bağlı olarak, Kautsky’nin hayal ettiği türden barışçı, demokratik ve istikrarlı bir ültra-emperyalizm olanaklı değildir, çünkü eşitsiz gelişme yasası her türlü kurulu dengeyi altüst ederek emperyalist güçleri dönemsel olarak çıkar çatışması temelinde karşı karşıya getirir. Nihayet, proletaryanın görevi Kautsky’nin ileri sürdüğü gibi sermayenin barışçı ve demokratik kanadıyla (sanayi sermayesiyle) ittifak içinde hayali bir alternatif politikayı savunmak değil, kendi toplumsal kurtuluşunu sağlamak için ser­ mayenin bütününe karşı mücadele etmektir. Barış ancak emper­ yalizmin yıkılması ile birlikte garanti altına alınabilir.



Emperyalizm



Lenin’in emperyalizme yaklaşımı, Hilferding ve Buharin’in 1920’lerde kapitalizmin doğa değiştirdiği konusunda ileri sür­ dükleri tezlere de taban tabana karşıttır. Özellikle 1919’da Bolşevik Partisinin yeni programının oluşturulması sırasında Buharin’le tartışma içinde Lenin kapitalizmin temel özellik­ lerini yitirmemiş olduğunu, emperyalizmin kapitalist üretim tarzının en temel özelliklerini muhafaza eden yeni bir aşama olduğunu vurgular. Buharin’in, tekellerin ve devletin piyasanın anarşisini ortadan kaldırarak, kapitalizmin doğasını değiştir­ diği yolundaki iddiasına karşı, Lenin tekelin rekabeti ortadan kaldırmadığını, hatta, yeni rekabet biçimleri yarattığını ileri sürer. Bunun sonucu olarak, emperyalizmin “eski kapitalizm”in ortadan kalkması anlamına gelmediğini, sadece ve arı biçimde tekellerden oluşmadığını, tekellerin yanı sıra meta üretiminin, piyasanın anarşisinin, rekabetin ve bunalımların süregittiğini vurgular. Nihayet, 1915’in Buharin’inde olduğu gibi, Leniıı’de de sosyal şovenizmin ve oportünizmin maddi temellerinin bir açıklaması vardır. Emperyalist aşırı-kârların sağladığı ek sömürü, emper­ yalist sermayeye kendi ülkesinin proletaryasının bir bölümünü yüksek ücretler vb. yöntemlerle yatıştırma, evcilleştirme olana­ ğını sağlar. Sosyal şovenizmin ve oportünizmin işçi sınıfı ha­ reketi içinde boy vermesi, sınıfın bu ayrıcalıklı kesiminin (“işçi aristokrasisinin) çıkarlarının siyasal ve ideolojik ifadesidir.



T r O T SK İY : EŞ İT S İZ VE B İL E Ş İK G ELİŞM E



Rus devrimci hareketinin ve Ekim Devriminin önde gelen önderlerinden Trotskiy’in emperyalizm teorisine katkısı, tartış­ manın devrimci kampında yer alan öteki teorisyenlerin siyasal sonuçlarını paylaşmakla birlikte, konusu bakımından onlardan farklılaşır. Lenin, Luxemburg ve ötekiler emperyalizmin Avrupa dışı, kapitalizm-öncesi toplumlar üzerinde yarattığı etkiyi bir öl­ çüde tartışmakla birlikte, dikkatlerini esas olarak emperyalist ül­ kelerin kendi içindeki önemli dönüşümler ve dünya ekonomisinin



90 !



Sungur Savran



• K o d Adı K ü r e s e l l e ş m e



global olarak işleyişi üzerinde yoğunlaştırmışlardı. Trotskiy ise çeşitli çalışmalarında emperyalist ülkelerin ekonomik gelişmesi ve sınıf mücadeleleri konusunda önemli gözlemlerde bulunmakla birlikte, emperyalizm konusundaki esas katkısı emperyalist çağ­ da azgelişmiş ülkelerin gelişmesinin özgünlüğü çerçevesindedir. Bu özgünlüğün açıklanması için Trotskiy’in başvurduğu kavram eşitsiz ve bileşik gelişme yasası adını verdiği bir dinamiktir.52 Trotskiy bu konudaki görüşlerini, siyasal ve teorik yaşamının farklı aşamalarında geliştirir ve derinleştirir. Yapıtları arasın­ da, Sonuçlar ve Olasılıklar (1906), Sürekli Devrim (1928) ve Rus Devriminin Tarihi (1931), Trotskiy’in bu soruna eğildiği başlıca kaynaklardır.53 Eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının hareket noktası, kapitaliz­ min dünya tarihinde ilk kez gerçek anlamıyla evrensel bir tarih oluşturmasıdır: Artık hiçbir ulus dünyanın geri kalan bölümün­ den yalıtılmış biçimde gelişemez. Burada Trotskiy'in birleşik bir dünya ekonomisinin kurulması anlamında Leninist emper­ yalizm teorisiyle tutarlı bir başlangıç noktasından yola çıkarak emperyalizm teorisinin azgelişmiş ülkeler açısından uzantılarını incelediği görülür. Bu evrensel sistem tarihsel olarak bir eşitsiz gelişme üzerine yerleşir. Batı Avrupa toplumlarının modern çağın başlangıcında kapitalizme geçişine karşılık, Avrupa dışı toplumlar kapitalizmöncesi üretim tarzlarına dayalı ekonomik yaşamlarını sürdür­ mektedirler. Söz konusu evrensellik ile eşitsizlik bir araya gel­ 52



Son d ö n em d e “eşitsiz ve bileşik gelişme yasası5’ ka v ra m ı bi rçok y a ­ z ar



ta r afın d an



bütün



sosyalist



hareke t



ta r afın d an



kabul



gö ren



bir



k a v r a m m ı ş ç a s ın a kullanılıyor. A n la şıl an T ro ts k iy ’in form ül e ettiği bu yasa, L e n in ’in asli k a v r a m la r ın d a n biri ol an “eşitsiz gelişme y as as ı” ile özdeş sanılıyor. Oy sa h em adı (L enin “bileşik” k a v r a m ın a hiç b a ş v u rm a z ), ne de içeriği (m etin de anlat ıl aca k ) L e n in ’inki ile özd eştir. G elişmenin eşitsizliği ko nu su nda iki teorisyen hemfikirdir. A m a T ro ts k iy ’in form ül e ettiği yasa başka özg ünlük le r taşır. 53



Lev Trotskiy, S o n u çla r ve O lasılıklar, Kardelen Ya yınları, İst an bu l, 19 90; Lev T ro çk i, S ü rekli D e v r im , çev. A h m e t M u h it tin , Yazın Yayın cılık, İstanbul, 1991; Lev Tro çk i, Rus D e v rim in in T a rih i, 3 cilt, çev. Bülent T anaLır, Y a z ı n Yayıncılık, İstanbul, 1998 .



Empe.ryoiizm



diğinde ortaya özgün bir durum çıkar. Kapitalizmin ekonomik, politik, askeri vb. baskısı, özellikle emperyalist aşamaya varıldı­ ğında, azgelişmiş toplumları kapitalistleşmeye zorlar ama kapi­ talizmin bu toplumlarda gelişme ve serpilme biçimleri yine bu evrensellik dolayısıyla özgün bir nitelik taşır. Bunun nedeni, ge­ lişmiş ülkede yüzyıllar boyu süren bir tarihsel sürecin son ürünü olan en modern ekonomik, teknolojik, toplumsal vb. ilişkileri, azgelişmiş ülkenin bu tarihsel süreci hiç yaşamadan olduğu gibi devralmasıdır. Böylece bu toplumlarda modern ilişkiler eski iliş­ kilerin evrimsel gelişiminin ürünü olarak ortaya çıkmaz. Modern ilişkilerle en eski, en arkaik ilişkiler bu toplumlarda yan yana, iç içe yaşar. Bir toplum içinde çok farklı tarihsel aşamalar iç içe ge­ çer, bu farklı aşamalara özgü ilişkiler bir araya gelir. Eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının sonucu, azgelişmiş ülkeler­ de kapitalizmin doğuşunun ve gelişmesinin Batı Avrupa’ya ben­ zemeyeceği, kendine özgü çizgiler taşıyacağıdır. Emperyalizm çağında azgelişmiş ülkelerin tarihsel gelişmesi Balı Avrupa toplumlarının tarihinden mekanik biçimde devralınmış kavram ve kategorilerle anlaşılamaz. Trotskiy buradan ekonomiye, sınıf mücadelelerine ve çağımızdaki devrimlerin doğasına (sürekli devrim kuramı) ilişkin birçok sonuç çıkarır. Trotskiy’in bu yaklaşımının 4azgelişmişlik” ve “kalkınma” sorunsalları açısından taşıdığı önem aşağıda 15. Böliinı’de ele alınacaktır.



| 91



BÖLÜM 4



E M P E R Y A L İS T A Ş A M A N IN T A R İH S E L A N L A M I



Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Lenin’in emperyalizm teori­ sini beş özellikle statik ve şematik biçimde özetlemek, bu teori­ nin hayatiyetini, dinamik niteliğini ortadan kaldırmak demektir. Lenin emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması olduğunu ileri sürerken, aklında sadece ekonomik ve politik alanda belir­ ginleşen bu özellikler değil, daha da önemlisi, emperyalizmin kapitalist üretim tarzının ve sınıf mücadelelerinin gelişme tari­ hinde nasıl bir özel konum taşıdığı vardır. Yani tartışma buraya kadar getirildiği noktada bırakılsa, Lenin’in teorisinin esas can alıcı yanları bütünüyle bir kenara bırakılmış olur. Lenin’in emperyalizmin kapitalizmin tarihinde yeri bakı­ mından birbiriyle ilişkili dört temel önermesi vardır. Birincisi, kapitalizm emperyalizm aşamasında bir asalaklık eğilimi gös­ terir. İkincisi, emperyalizm öncesi dönem kapitalizmin yük­ seliş dönemi iken, emperyalist çağ bir gerileme, ya da Lenin’in Em peryalizm 'de kullandığı terimle bir çürüme çağıdır. Üçüncüsü, bu dönemde, emperyalist ülkelerde beliren bir işçi aristokrasisi, işçi sınıfı hareketinde düzene bağlı bir akımın yükselmesine te­ mel sağlar ve böylece işçi sınıfının devrimci potansiyeli törpülen­ miş olur. Nihayet ve en önemlisi, emperyalizm aşamasında kapi­ tal i/m üretimde toplumsallaşmayı son sınırlarına kadar taşıya­ rak sosyalizmin maddi temellerini olgunlaştırır. Şimdi sırasıyla, İ m in ’in bu önermelerine kısaca bakalım.



Emperyalizm



!



i



Kapitalist üretim tarzının tarihsel şafağında hâkim sermaye biçimleri, başka üretim ilişkileri altında çalışmakta olan doğru­ dan üreticilerin (küçük köylü, zanaatkâr vb.) ürettiği ekonomik fazlaya dolaşım alanında el koyan tüccar ve tefeci sermayesi idi. Tüccar sermayesi zamanla üretimin çeşitli öğelerini ele geçirdi ve giderek üretimi de kendi komutası altında örgütlemeye yöneldi. 18. yüzyılın sonunda Britanya’da manifaktürden fabrika üreti­ mine geçilmesiyle birlikte, kelimenin dar anlamında kapitalist üretim tarzı yerleşmeye başlıyordu. Üretken sermayeyi, tüccar ve tefeci sermayesinden ayıran, başkalarının düzenlediği üretim sü­ recinden pay alan bu sonunculara karşıt olarak, üretim sürecini kendisinin düzenlemesi, yani ekonomik fazlaya (artık değere) el koymadan önce, bunu ürettirmesi idi. Üstelik, çekilip alınacak artık değerin sınırsız biçimde artırılması yolundaki eğilimi, ser­ mayenin emek üretkenliğini tarihte görülmemiş derecede yük­ seltmesini de beraberinde getiriyordu. İşte bu yüzden, kapitalizm 19. yüzyılda bir yükseliş dönemi yaşamıştır. Lenin, emperyalizm çağıyla birlikte bu eğilimin değiştiğini ileri sürmektedir. “Asalaklık” ve “çürüm e” adını verdiği eğilim­ ler, işte bu tarihsel kırılmanın ifadesidir. Asalaklık, esas olarak, gelişmiş kapitalist ülkelerin sermayesinin üretken faaliyetlerin dışında, banka kredileri, devlet tahvili alımları ve benzeri meka­ nizmalarla yoksul ve emperyalizme tabi ülkelerde üretilen eko­ nomik fazlaya el koyma özelliğini ifade etmek için kullanılan bir kavramdır. Lenin şu ironiye dikkat çeker: “Gelişmesine küçük ölçekli tefeci sermayesi ile başlayan kapitalizm bu gelişmeyi dev ölçekte tefeci sermayesi ile noktalıyor” (CVV, 22, s. 233). Bu göz­ lemin günümüz kapitalizmi için bütünüyle geçerli olduğu kuşku götürmez. Üçüncü dünyanın borcu denen şey (ki bugün trilyon­ larca dolar ile ölçülmektedir), gelişmiş kapitalist ülkelerin birik­ miş sermayesinin emperyalizme tabi ülkelerin ekonomik fazlası­ nı tam bir tefeci gibi sömürmesinin en belirgin mekanizmasıdır. Bunun da ötesinde, Lenin’in gününde henüz var olmayan, ilk belirtileri 1930’lu yıllarda ortaya çıkan, esas olarak İkinci Dünya



93



4M



’urujur l a v t a n



• K o d Ad* K ü r e s e l l e ş m e



Savaşı sonrasından günümüze kadar serpilip gelişen bir deği­ şim de* onun saptamış olduğu asalaklık eğilimine güç katmıştır: Uluslararası işbölümünde ardı ardına bütün sanayi dallarının zamana yayılmış bir süreç içinde azgelişmiş, emperyalizme tabi ülkelere kaydığı, emperyalist ülkelerin adım adım birer “hizmet ekonomisi” haline gelmekte olduğu da kolay kolay yadsınabilecek bir olgu değildir. Ama bu eğilimi doğru biçimde saptamakla birlikte, Lenin yer yer bu gelişmenin somut olarak ulaştığı aşamayı abartmiştır. Şu önerme, birkaç bakımdan hem olgularla uyuşmamakta, hem de Lenin’in kendi teorisini başka yönleriyle çelişmektedir: E m p e r y a l i z m i n en hayati e k o n o m i k t e m e l le r in d e n biri o la n s e r ­ m ay e i h r a c ı, ra n tiy e le ri ü r e t im d e n d a h a da kesin b iç i m d e y a lı t ­ m a k t a ve d e n iz a şır ı bir dizi ü lk e nin ve s ö m ü r g e l e r i n e m e ğ i n i s ö m ü r e r e k y a ş a y a n b ü t ü n bir ülkeye a s a l a k l ı ğ ı n d a m g a s ı n ı v u r ­ m a k t a d ı r (CVV, 2 2 , s. 2 7 7 ) .



Olgusal olarak, Lenin’in bu satırları yazmasından yüz yıl son­ ra dahi, emperyalist ülkeler bütünüyle emperyalizme tabi ülkele­ rin “emeğini sömürerek” yaşamamaktadır. Dünyanın en gelişkin sanayi ülkeleri hâlâ emperyalist ülkelerdir. Daha da önemlisi, sanayinin kısmen emperyalizme tabi ülkelere kayması, üretken sermayenin emperyalist ülkelerdeki faaliyetini önemsizleştirmemiş, sadece alanını değiştirmiştir. Bugün emperyalist ülkeler, sa­ nayi de dâhil olmak üzere ekonominin öteki dalları üzerinde ve askeri alanda hâkimiyeti sağlayan bilgisayar, telekomünikasyon, uzay, araştırma ve geliştirme gibi sektörlerde üstünlüğü bütü­ nüyle ellerinde tutmaktadırlar. Öte yandan, sermaye ihracının sadece rantiyeler yaratacağı, emperyalist ülkelerin kapitalistleri üretimden koparacağı öner­ mesi, Lenin’in kendi sermaye ihracı kavramının zenginliğiyle çe lişir. Çünkü sermaye ihracı finansal/spekülatif sermayenin ih­ s a n d a n ibaret değildir, üretken sermayenin ihracını, yani mega kapitalin üretken faaliyetlerini de içerir. Arı anlamda finans ala­ nımla u/manlaşan azınlık bir dizi sermaye biriminin dışında, ııu-j'a kapital doğrudan doğruya bütün dünya çapında üretimin



Emperyalizm



iplerini ele alan bir sermaye türüdür. Bütün bunların ışığında, Lenin’in asalaklık saptamasını emperyalist çağda ortaya çıkan yeni bir eğilim olarak kabul etmek, bu eğilimin tarih içinde ge­ lişmiş olduğunu saptamak, emperyalist sermayenin finansal asa­ laklığının özellikle içinde yaşadığımız dönem gibi momentlerde büyük bir gelişme gösterdiğini belirlemekle yetinmeli, bu eğilimi mutlaklaştırmaktan ise kaçınmalıyız. Lenin, asalaklık eğilimini kendisi abartmişken, çürüme eği­ limi konusundaki görüşleri, kendisinden sonra gelişen bütün bir literatür tarafından baştan aşağıya çarpıtılmıştır. Lenin çürüme eğilimi ile, rekabetten farklı olarak tekelin üretici güçlerin geliş­ mesinin önüne geçmesini ve beraberinde durağanlık getirmesini kasteder. Bu, yükselme döneminde üretici güçlerde dev sıçrama­ lara yol açan kapitalizmin yeni aşaması emperyalizmin bağrında ekonomik durgunluk doğurabilecek bir eğilim olarak var olur. Ne var ki, Lenin’i şematik biçimde okuyan bir dizi yazar bu eğili­ min saptanmasından şu sonucu çıkarmıştır: Emperyalizm-öncesi kapitalizm=ıekabet=ilerleme; emperyalizm=tekel=durgunluk. Böylece, emperyalizm çağı artık üretici güçlerin hiç gelişemeyeceği bir dönem olarak ilan edilmiştir. Hatta kapitalizmin artık krizden ve durgunluktan hiç çıkamayacağını ileri sürenler bile olmuştur. Oysa Lenin emperyalizm çağında kapitalizmin daha da hızlı büyüyeceğini, üretici güçlerdeki gelişmeyi de sistematik hale ge­ tirmekte olduğunu (CW, 22, 204, 224, 261) açık bir dille ve tekrar tekrar ifade etmiştir. Tekelin durgunluk ve çürüme yönünde bir eğilim yaratacağını belirttiği cümlelerin hemen altında şu uyarı bulunmaktadır: E lb e tte , k a p i ta l i z m çe r ç e v e s in d e , tekel h içb ir z a m a n d ü n y a p a ­ z a r ı n d a re k ab e ti b ü tü n ü y le ve ç o k u z u n bir sü re b o y u n c a o r t a ­ d a n k a l d ı r a m a z .. . E lb e tte , t e k n ik y enilik le re b a ş v u r m a yolu yla ü r e t i m m a liy e tin i d ü ş ü r m e ve k ârla rı a r t ı r m a o la n a ğ ı d eğ i ş i m y ö n ü n d e etki y a ra tır. A m a tekelin k a r a k te r is t i k özelliği o la n d u r g u n l u k ve ç ü r ü m e



eğilimi işlem eye d e v a m ed e r ve bazı sa n a y i



d a l l a r ı n d a , bazı ülk ele rde, belirli z a m a n d i l im le r i n d e ü s tü n l ü ğ ü ele g e ç i r i r



(CW, 2 2 , s. 2 7 6 , v u r g u L e n i n ’in).



95



‘K> I S u n ı j u ı



(jvran



• Kod Adi Küreselleşme



Görüldüğü gibi, Lenin eğilim kelimesini üstelik altını çizerek kullanmaktadır. Bu pasajda, durgunluk ve çürüme genel yasa de­ ğil, zaman zaman ve yer yer ortaya çıkan bir eğilimdir. Bir başka pasajda ise Lenin şöyle demektedir: Bu ç ü r ü m e e ğ i l i m i n i n k a p i ta l i z m i n hızlı b ü y ü m e s i n i d ış l a d ı ğ ı ­ nı d ü ş ü n m e k bir h a ta o la c a k t ır ... Bir b ü tü n o l a r a k b a k ı ld ığ ı n d a , k a p i ta l i z m e sk isin den ç o k d a h a hızlı b ü y ü m e k t e d ir ... ( CW , 2 2 , s. 3 0 0 )



Lenin’in bu uyarılarına rağmen söz konusu eğilimin mut­ laklaştırılması, bir dizi akımın 20. yüzyılda dünya durumunun değerlendirmesinde önemli hatalara düşmesinin teorik temeli olmuştur. (Bu hataların bir çoğunun esas temeli tabii ki politik­ tir. Lenin’in yanlış yorumu bu durumlarda kasıtlı olmuştur, bir politik çizgiye kılıf oluşturmaktan başka işlevi yoktur.) İşçi aristokrasisi kavramı önce Engels tarafından kendi döne­ minin en gelişkin proletaryasına sahip Britanya’nın işçi sınıfının belirli katmanları için kullanılmış, daha sonra Lenin’in düşün­ cesinde özel bir önem kazanmıştır. Engels, ortalama işçiye göre büyük maddi avantajlara sahip olan, bu yüzden kendini sınıfın geniş kitlesine göre üstün gören, sonuçta düzenle uzlaşan sınıf katmanlarına bu adı veriyor ve düzenle bütünleşmelerinden do­ layı bunlara “burjuva işçiler” diyordu. Lenin Engels’in bu kav­ ramını kendi döneminin iki büyük olgusuyla bağıntı içinde ele alacaktır. Birincisi, Lenin işçi aristokrasisinin ayrıcalıklı konu­ munu emperyalizmin aşırı kârlarından bu katmanlara sus payı olarak verilen “rüşvet’ e bağlıyordu. İkincisi, uluslararası işçi sı­ nıfı hareketi içinde 20. yüzyıl başından itibaren yükselmeye baş­ layan, 1914’te I. Dünya Savaşının patlak vermesiyle birlikte bütü­ nüyle düzenin yanına geçen oportünist, reformist, sosyal şoven akımın maddi temelini emperyalist ülkelerin işçi sınıfının bu katmanlarında buluyordu. Yani işçi aristokrasisi Lenin’le birlikte bütün bir emperyalist çağ boyunca kilit bir rol üstlenen bir teorik kavram haline geliyordu. Lenin’in işçi aristokrasisi kavramının hala güncelliğini koruduğuna ve bütün 20. yüzyıl boyunca em­



Emperyalizm



peryalist ülkelerde ortaya çıkan birçok gelişmeye ışık tuttuğuna hiç kuşku yok. Nihayet en önemli noktaya geliyoruz. Lenine göre, kapitaliz­ min emperyalizm çağında büründüğü yeni biçimler, üretimin toplumsallaşmasını kapitalizm altında ulaşacağı en ileri noktaya taşıyarak sosyalizmin maddi temelini oluşturur. Emperyalizmin kapitalizmi getirdiği noktadan sonrası ancak ve ancak sosyalizm­ dir. Em peryalizm , bu noktayı kanıtlamaya yönelik sayısız pasajla doludur. Burada bunların hepsini okura aktarmak mümkün de­ ğil. Biz Lenin’in Emperyalizm kitabının en önemli bölümü olarak gördüğümüz 10. Bölüngünün (“Emperyalizmin Tarihteki Yeri”) hemen başında söyledikleriyle başlayalım: G ö r m ü ş b u l u n u y o r u z ki, e k o n o m i k ö z ü a ç ı s ı n d a n e m p e r y a l i z m tekelci k ap i ta l i z m d ir . E m p e r y a l i z m i n t a ri h t e k i y e ri n i bu d o la y ­ sız b iç i m d e belirler, ç ü n k ü serbe st re k a b et t o p r a ğ ı n d a ve t a m d a se r b e st re k a b e ti n için d e n a y r ı ş a r a k b ü y ü y e n tekel, k ap ita list sis­ te m d e n d a h a y ü k s e k bir s o s y o e k o n o m i k d ü z e n e g eçiştir.



(CW>



2 2 , s. 2 9 8 )



Bunun nedeni, birer üretim ilişkisi olarak meta üretimi ile planlamanın dayandığı ilkelerin sırrında yatar. Meta üretimi birbirinden bağımsız üretim birimlerinin (kapitalist üretim tar­ zında kapitalistlerin) kendi üretim kararlarını verdikleri ve sonra ürünlerini piyasada yarıştırarak bu kararları topluma onaylat­ tıkları anarşik bir doğaya sahiptir. Planlama ise üretime ilişkin kararların, piyasanın kaprislerinden bağımsız olarak, toplum çapında verildiği bir düzen yaratır. Emperyalizm öncesinde kü­ çük ölçekli sayısız kapitalistin üretim üzerinde kontrolü elinde bulundurduğu dönem, planlamaya müsait değildi. Oysa, dev ser­ maye birimlerinin ekonominin her dalında üretimin çok büyük bir payını kontrol ettiği, bu kontrolü bileşik sermaye karakteri dolayısıyla birçok dala yaydığı, banka sermayesiyle sanayi serma yesinin iç içe geçmesi dolayısıyla giderek ekonominin bütün dal larına hâkim duruma geldiği ve sermaye ihracı ile başlayıp mega kapitalin oluşumuyla sonuçlanan bir süreç içinde bu kontrolün



i 97



bütün dünya ekonomisine yayıldığı bir çağda, planlama gerçek bir olanak haline gelir. Lenin bunu, gerek kendisi dorudan doğ­ ruya, gerekse o dönemin emperyalizm teorisyenlerinden alıntı­ larla defalarca somut biçimde ortaya koyar. Biz üç pasajla yeti­ nelim. Pasajlardan biri yüzyıl başında Alman emperyalizminin teorisyenlerinden biri olan Schulze-Gaevenitz’den bir alıntıdır: Eğer sözünü ettiğimiz eğilimlerin mantıksal sonucuna ulaştı­ rıldığını tasavvur edersek ortaya çıkacak olan şudur: Ülkenin para sermayesi bankalarda toplanmış; bankalar karteller halinde işbirliği yapıyor; ülkenin yatırım sermayesi menkul değerler halini almış. O zaman Saint-Simon un, o dâhinin öngörüsü doğrulanmış olacaktır: “Ekonomik ilişkilerin birörnekbir düzenleme olmaksızın gelişmekte olduğu bir duruma tekabül eden günümüzün üretimde anarşisinin yerini üretimin örgütlenmesi almak zorundadır.” O aşamada üre­ tim artık birbirinden bağımsız ve insanın ekonomik ihtiyaçlarından bihaber yalıtılmış imalatçılarca değil, bir kamu kurumu tarafından yönlendirilecektir. (CW, 22, 303-304) Yazar emperyalist çağdaki durumu “M arx’ın hayal ettiğinden farklı, ama sadece biçim olarak farklı bir Marksizm” olarak ni­ teliyor! İkinci alıntımız Lenin’in kendisinden bir pasaj: Bir büyük işletme devasa boyutlara ulaştığında ve büyük ölçekli verilerin tam tamına hesaplanmasının temelinde, on milyon­ larca insanın bütün ihtiyacının üçte ikisini ya da dörtte üçünü karşılayacak ölçüde ilksel hammaddelerin tedarikini plana göre düzenlediğinde; bu hammaddeler bazen birbirlerinden yüzlerce ya da binlerce mil uzaklıktaki en uygun üretim noktalarına en sistematik ve örgütlü tarzda ulaştırıldığında; tek bir merkez bu malzemeyi işlemenin değişik aşamalarını mamul malların sayı­ sız çeşitlerinin imaline kadar yönettiğinde; bu ürünler on mil­ yonlarca, yüz milyonlarca tüketiciye tek bir plan uyarınca dağı­ tıldığında (Amerikan petrol tröstünün Amerika ve Almanya’da petrol pazarlamasında olduğu gibi)—işte o zaman üretimin top­ lumsallaştığı gün gibi açıktır... (CW> 22, s. 302-303) l.cnin'dcn son bir alıntı:



Emperyalizm



Y o ğ u n l a ş m a , b ir ü lk e n i n , h a t t a g ö r e c e ğ i m i z gibi b ir k a ç ü lk e n in y a da b ü t ü n d ü n y a n ı n h a m m a d d e l e r i n i n ( ö r n e ğ i n d e m i r ce v h e ri y a t a k l a r ı n ı n ) y a k l a ş ı k bir h e s a p l a m a s ı n ı n y a p ı l m a s ı n ı o lan a k lı k ıl a c a k bir n o k t a y a u la ş m ış tı r. Bu t ü r h e s a p l a m a l a r y a p ı l m a k la k a l m ı y o r ; bu k a y n a k l a r d ev tekelci b irlik le rin elin e g e ç m i ş t ir . P a z a r l a r ı n y a k l a ş ı k h e s a p l a m a s ı da y a p ılıy o r ve b irlikler bu p a ­ z a r l a r ı k e nd i a r a l a r ı n d a a n l a ş m a l a r yolu yla “p a y l a ş ı y o r ” Vasıflı işçile r tekel a l tı n a a lın ıy o r , en iyi m ü h e n d is l e r i s t i h d a m e d iliy or; u l a ş t ı r m a a r a ç l a r ı ele g e ç i r i li y o r — A m e r i k a ’da d e m i r y o l l a r ı , A v ru p a ve A m e r i k a ’d a d e n i z c il i k şirk etleri. E m p e r y a l i s t a ş a ­ m a s ı n d a k a p i ta l i z m ü r e t i m i n en k a p s a m lı d ü z e y d e t o p l u m s a l ­ l a ş tı r ı l m a s ı n ı s a ğ l a r; d e y i m y e ri n d e y se , kapita listleri, kendi is­ te k le rin e ve b ilin çle rin e r a ğ m e n , yeni t ü r bir t o p l u m s a l d ü z e n e , t a m se rb est re k a b e tt e n t a m t o p l u m s a l l a ş m a a r a s ı n d a bir geçi ş d ü z e n i n e s ü r ü k l e r ” (CVV, 2 2 , 2 0 5 ) . 54



Marksizmin tarihinde üretimin toplumsallaşmasını bu kadar iyi anlatan satırlar zor bulunur. Lenin’in üretimin toplumsallaşması ve sosyalizmin mad­ di temellerinin hazırlanması konusunda yazdıklarının bugün Lenin’in gününden çok daha ileri aşamalara ulaştığını tartış­ maya bile gerek olmayan bir gerçeklik olarak görüyorum. Hatta daha ileri giderek diyebiliriz ki, üretimin toplumsallaşması ilk kez dünya çapında bir planlama sürecini bile olanaklı hale getir­ miştir. İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, Lenin 1920 yılında yazdığı Önsöz d t “Emperyalizm proletaryanın sosyal devriminin arefesidir” yazabilmiştir (CWy 22, 194). Bu, temelsiz bir imanın değil, kapitalizmin gelişme süreci içinde ortaya çıkan maddi süreçlerin tahlilinin sonucu olarak ifade edilmiş bir yargıdır. Emperyalizmin tarihteki yerine ilişkin bu söylenenleri kavra­ yamayan, Lenin’in emperyalizm teorisinden hiçbir şey anlama­ mış demektir.



54



L e n in ’in e m p e r y a liz m in ü reti m i to plu m sall aşt ır ar ak so syali zm in m addi temellerini haz ırla ması k o nu su nda söylediklerine ör ne k ol ara k şu pasajla­ ra da bakılabilir: C W , 22, s. 199, 214, 215, 216, 22 2 , 2 6 5 , 2 6 6 , 29 8 .



I



99



“K Ü R E S E L L E Ş M E ”NİN GERÇEK DÜNYASI



BOLÜM 5



“ K Ü R E S E L L E Ş M E ” N İN D İ N A M İ K L E R İ



Bir burjuva ideolojisi olarak küreselciIiği güçlü kılan temel etken, bu ideolojik söylemde yer alan unsurların bazılarının (bütün ideolojilerde olduğu gibi) çağımızın maddi gerçekliği­ nin bazı yönlerine çarpık bir biçimde tekabül ediyor olmasıdır. Küreselciliğin üzerine bastığı ve sömürdüğü maddi zemin, dünya ekonomisinin, politikasının, kültürel hayatının vb. son dönemde yaşadığı yoğun bütünleşme sürecidir. Yani küreselciIi kle girişilen bu polemikte, tartışılan nokta kapitalizmin dünyayı bütünleşti­ rip bütünleştirmediği değildir. Tartışılan nokta bütünleşmenin biçimleridir. Dünya ekonomisinin son dönemde artan bir hızda bütünleş­ tiği bir gerçektir. Gerek doğrudan yabancı sermaye yatırımları (yani üretim sermayesi akımları), gerek finans (yani para ser­ maye akımları), gerek uluslararası ticaret (yani nıeta dolaşımı), gerekse (daha düşük ölçekte olsa bile) özel bir meta olarak emek gücünün dolaşımına ilişkin bütün göstergeler bu yöne işaret edi­ yor. Bu konuda sayılarla okuyucuyu sıkmak yerine bütünleşme sürecini veri alarak bu sürecin son dönemde hızlanmasının mad­ di temellerini araştıralım.



N esn el tem eller



( i ): ü r e t İ c İ g ü ç l e r d e k İ g e l i ş m e



Dünya kapitalizminin bütünleşme sürecinin son dönemde hızlanmasının temelinde çeşitli etkenler yatar. Bu etkenleri bir­ kaç kategoride ele almak mümkündür. Bunlardan ilki, son dö-



'I



| Sıımjur Savran



• K od Adı K ü re se l l e şm e



ııcmde üretici güçlerde yaşanan gelişmedir. Bunun da iki veç­ hesi var. Bir yandan, son yarım yüzyılda yaşanan gelişmeler (jet uçakları, süpersonik uçaklar, konteynerler, TIR'lar, bilgisayar, dijital ve mobil telefon, uydu, mültimedya, kablo vb.) ulaştırma ve iletişim maliyetlerini inanılmaz derecede düşürmüştür. Sabit fiyatlar üzerinden hesaplandığında, 1920en 1990'a ortalama ma­ liyetler deniz taşımacılığında yaklaşık % 70, hava taşımacılığında yaklaşık % 80, uydu kullanımında yaklaşık % 90, uluslararası te­ lefon kullanımında ise % 99 düşmüştür, (inanılması güç bir dü­ şüş: yani New York-Londra arası bir telefon konuşmasının mali­ yeti bugün 1920'deki maliyetinin sabit fiyatlarla % l'idir!)55 Öte yandan, bilgisayarlı sistemlerin uygulamaya konulması, üretim sürecinin planlama ve tasarım aşamasından nihai montaj aşa­ masına kadar farklı alt bölümlere bölünerek uzak mesafelerden eşgüdümle yürütülebilmesini olanaklı kılarak, aynı ürünün üre­ timinin farklı aşamalarının yeryüzünün çok farklı noktalarında sürdürülebilmesini ekonomik olarak anlamlı hale getirmiştir. Ne var ki, üretici güçler alanında yaşanan değişimin dünya ekonomisinin bütünleşmesine otomatik bir etki yarattığı ya da bu bütünleşmeyi kaçınılmaz kıldığı yolundaki tekno-determinist yaklaşımdan titizlikle uzak durmak gerekir. Ne ilki, ne de İkin­ cisi doğrudur. Bugün bütünleşme bütün hızıyla sürüyorsa, bu, sosyoekonomik ve politik nitelikte başka dinamiklerin ürünüdür; teknolojik değişikliğin buradaki rolü bu dinamiklerin kendilerini hızla ortaya koyabilmesini olanaklı kılmaktan öteye geçmez.56 Öte yandan, teknolojinin ulaştığı düzey derhal ve dolayımsız biçimde ekonomik bütünleşmeyi zorunlu kılmaz: Aynı teknolojik temeller üzerinde, en azından kısa ve orta vadede çok daha bölünmüş ya Dü nya Bankası, W orkers in an In teg ra tin g World> a.g.y., s. 51, Şekil 7.1. Dah a genel olara k iletişim ve ta şım acıl ık ta k i b a ş d ö n d ü r ü c ü gelişme için bkz. Peter Dicken, G lobal Shift, a.g.y., s. 103-107. *



Uir a n l am d a, teknoloji g ü ç y a r a t a n bir f ak tö rd ür ; yeni yapıları, ek o n om ik l.»a Ii yel ler açısınd an yeni or gan iz asyon el ve co ğ r a fi dü zen lemeler i, yeni (il imleri ve yeni süreçleri o l a n a k l ı kılar, a m a belirli sonu çla rı k a ç ı n ı l m a z h.ılr



ir m ez.” Peter Dicken, G lobal Sh ift, a.g.y., s. 98.



'Küreselleşme'nin Gerçek Dünyası



da bölümlenmiş bir dünya ekonomisinin varolması mümkündür. Bu ikinci noktaya aşağıda kaçınılmazlık tezini incelerken döne­ ceğiz. Nihayet, yeni teknolojilerin bütünleşmeyi olanaklı kılması başkadır, bu bütünleşmenin piyasa temelli, neoliberal doğrultuda olması başka. Bugünün üretici güçleri, dünya ekonomisinin piya­ sa mekanizmaları temelinde bütünleşmesine olanak tanıdığı gibi, aynı zamanda dünya çapında planlamayı da eskisi ile karşılaştı­ rılmayacak kadar kolay kılacak özelliklere sahiptir. Kısacası, küreselleşme teorisine hâkim olan tekno-determinist yaklaşımdan titizlikle uzak durulmalıdır.



N e s n e l t e m e l l e r ( 2 ): M e g a k a p İ t a l



Kapitalist ekonominin dünya çapında bütünleşmesinin hız­ lanmasını belirleyen esas etken üretim sermayesinin uluslararasılaşmasıdır. Burada sözünü ettiğimiz, yaygın olarak çoku­ luslu şirketler adıyla anılan modern finans kapital birimlerinin faaliyetlerini artık dünya çapında planlamakta ve yürütmekte oluşudur. Biçimsel olarak çokuluslu şirket şöyle tanımlanabilir: “Doğrudan dış yatırım yapan ve birden fazla ülkede mal ya da hizmet üretimi örgütleyen işletme”.57 İkinci Dünya Savaşı ndan bu yana hızla gelişmekte olan çokuluslular son dönemde büyük bir atılım yapmışlardır. 1970'li yıllarda sayıları 7.000 dolayındayken, 1992'de bu sayı 37.000'e ulaşmıştır. Bu şirketlerin yavru şirket sayısı ise 170.000 dolayındadır. Toplam dış yatırım stoku 1980'deki 440 milyarlık düzeyden, 1985'te 700 milyar dolara, 1990'da ise 2 trilyon dolara yükselmiştir.™ Bugün dünya çapında doğrudan yabancı yatırım stokunun dünya gayrisafi hasılasının % 20 si olduğunu ileri sürenler vardır. Yani toplam stokun şim­



57 58



John D u n n i n g ’den a k t a r a n W at ers, a.g.y., s. 76. Bu sayıl ar (ve bir alttaki para gr afta akt arılanl ar) şu k a y n ak la rd a n alı n ­ m ış tı r: Düny a Bank ası, a.g.y., s.62 ; C em Somel, “Ü r eti m d e Kü reselleşme ve K a l k ı n m a ”, Toplum ve B ilim , 69, B ah ar 1996, s. 85; Gill, a.g .m ., s. 4 0 5 - 4 0 6 ; Ruggie, a.g.m ., s. 518; VVaters, a.g.y., s. 77-79.



106



| Sungur Savran



• Kod Adı Küreselleşme



diden 10-11 trilyona erişmiş olma ihtimali vardır. 1990’da top­ lam stok 2 trilyon dolar iken, sadece 2 0 0 7 ’de OECD ülkelerinden doğrudan yatırıma yönelik dış sermaye akımı 1,8 trilyon dolar olmuştur.59 Dünya ekonomisine böylesine yoğun biçimde hâkim olan bu sermaye türüne, sermaye birikimi sürecini dünya çapında plan­ laması ve yürütmesi bakımından kendinden önceki sermaye tür­ lerinden farklılaşması dolayısıyla mega kapital adını verdiğimizi yukarıda belirtmiştik.



N e sn e l te m e u .ik



( 3 ): y k n İ - l İ b e r a l s t r a t e j İ



Yukarıda da belirtildiği gibi, emperyalizm döneminin başın­ dan itibaren ortaya çıkan sermaye ihracı, İkinci Dünya Savaşını izleyen uzun genişleme dönemi boyunca serpilerek adım adım dünya ekonomisinin merkezine yerleşmiştir. Bilindiği gibi, uzun genişleme dönemi, lUıyiik Depresyon döneminde aşırı derecede parçalanmış olan dünya ekonomisini yeniden bütünleştirme­ ye yönelik bazı tedbirler ü/eriııde yükselmişti. Parasal alanda 1944 Bretton VVoods anlaşmasının oluşturduğu kurumsal yapı (dolar standardı, İMİ vb.), ticaret alanında GATT ve liberalizasyonu hedefleyen çeşitli uraıınd”lar (Kennedy, Uruguay vb.), sermaye akımlarının serbestleştirilmesi yönünde IMF ve Dünya Bankasının basıncı, savaştan çıkışta dünya sanayi üretiminin ya­ rısından fazlasını gerçekleştiren ABD'nin muazzam gücüyle birleşince, dünya ekonomisinin bütünleşmesi yönünde önemli bir atılım mümkün hale geliyordu. Bu da 1945-75 arasındaki uzun genişleme döneminde dünya kapitalizminin yaşadığı canlı ser­ maye birikiminin temel direklerinden birini oluşturuyordu.60 59



h 11£ / / \vw \v.o e cd.org/docınıiiMit



2ım q ur S a v ra n



.



K >ö A d ı K ü r e s e l l e } ? ' ,



sinin bağrında hâlâ özgiil alt-biçimler oluşturur; mega kapital, yani çokuluslular hâlâ ulusal aidiyeti olan ve tekil emperyalist devletlerle el ele çalışan sermaye birimleri niteliğini taşır; ulu­ sal devleller hâlâ kendi hâkimiyet alanlarında kökleşmiş serma­ yenin çıkar önceliklerine göre ekonomi politikaları izlerler; tek ileri örneğini Avrupa Birliğinde bulan ulusüstü ön-devlet biçimi ise daha üst düzeyde bir “ulusal” devlet örgütlenmesinden başka bir şey değildir, “çok sayıda devlet” gerçeğini ortadan kaldırmaz. Öyleyse, devletlere bölünmüşlük dünya kapitalizminin temel gerçeklerinden biridir. Bu durumda emperyalizm çağına özgü çelişkilerin, yeni biçimler altında bile olsa, varlığını sürdürüyor olmasını beklemek gerekir. Şimdi günümüz kapitalizminin geli­ şimine damgasını vuran önemli özgün, yeni çelişkilere bir bütün olarak bakma yoluyla bu önermemizi sınayalım. Günümüzde bir bütün olarak dünya kapitalizmine damgası­ nı vuran ilk özgün çelişki, para sermayenin uluslararası dolaşı­ mında ortaya çıkan kriz riskidir. “Küreselleşme” denince ilk akla gelen “sıcak para”nın çeşitli ülkelerde yarattığı krizler dünya eko­ nomisinin en zayıf noktalarından birini oluşturuyor. Yukarıda bu sorunun tümüyle bütünleşmenin/uluslararasılaşmanın ulusal dolayımlardan geçmek zorunda olmasının yarattığı çelişkinin bir ürünü olduğunu gördük. Para sermaye dünya turunu yapar­ ken farklı ulusal paraların peçesini takmak zorundadır. Ulusal ekonomiler arasındaki en dolaymışız bağıntı bu ulusal paralar arasındaki mübadele oranı, yani döviz kurudur. Ulusal ekono­ milerin dünya ekonomisinin özgül birer alt-birimi olması, döviz kurunda ani değişiklikler yaşanmasını mümkün, hatta gerekli hale getirir. Sonuç döviz kurlarında ani değişiklikler ve krizdir. Yani günümüzün bu asli çelişkisinin gerisinde, emperyalizmin, uluslararasılaşma ile ulusal olan arasındaki çelişkilere dayanan doğasını buluyoruz. Ticaret alanında karşı karşıya geldiğimiz çelişki, gümrük korumacılığının önemini yitirdiği bir dönemde, uluslararası re­ kabet açısından ülkelerin iç ekonomik yapısının geçmişte oldu­



‘K ü r e s e l l e ş m e d i n G e r ç e k D ü n y a s ı



ğundan çok farklı bir düzeyde önem kazanmasında, uluslararası ticarete ilişkin mücadelelerde tarihte hiç olmadığı kadar öne çıkmasındadır. Burada da uluslararasılaşma/bütünleşmenin ulusal özgüllüklerin önemini azaltmak bir yana artırdığını, bunun da ticaret savaşları, boykotlar, ambargolar türünden ciddi çelişkileri gündeme getirdiğini görüyoruz. Yani günümüzün özgün çeliş­ kisi, yine emperyalizm çağına özgü uluslararasılaşma/ulusallık diyalektiğinin yeni bir biçimidir. Para sermaye ve ticaret alanlarındaki ana çelişkilerden sonra üretim alanına geçecek olursak, burada iki dizi sorun ile karşı karşıya kalırız. Bunların birincisi, her ulusal devletin sermaye cezbedebilmek için mega kapitale öteki ulusal devletlerle reka­ bet edebilecek düzeyde olanaklar sağlaması, ödünler vermesidir (düşük ücret, disiplinli işgücü, düşük vergi, düşük düzeyli çevre koruma standartları vb. vb.) Bunlardan bir bölümü elbette doğ­ rudan doğruya sermaye/emek ilişkisiyle bağıntılıdır ve ulusla­ rarası burjuvazinin dünya çapında işçi sınıfına karşı başlatmış olduğu büyük taarruzun somut halkaları olarak işlev görür. Ama burada aynı zamanda, mega kapitalin yatırımlarını kendi çıkarı olarak gören hâkim sınıflar açısından da bir sorun vardır. Mega kapitale düşük vergi, teşvikler ve kârın sınırsız transferi olanak­ larının tanınması, söz konusu ülkenin hâkim sınıfları açısından yabancı sermayeden beklenen faydanın önemli bir bölümünden vazgeçme anlamını taşır. Yani kapitalizm koşullarında uluslararasılaşmanın ulusal farklılaşma ile el ele yürümesi, genel olarak sermaye alıcısı olan ülkeler açısından ciddi bir çelişki doğurur. Sermaye ihraç eden ülkeler açısından da benzer bir çelişki vardır. Bu ülkelerin sermayesinin artık değer arayışı sermaye ih­ racını artan ölçüde gündeme getirdiğinden, ülke içinde yatırım düşebilir, ekonomide bir durgunluk, hatta gerileme eğilimi doğa­ bilir. Marksist literatürde erken bir aşamada “coğrafi örtüşmezlik” olarak nitelenmiş olan bu yeni eğilim,78 ulusal sermayenin ulusal ekonominin dışında çıkarlar elde etmesine yol açtığı ölçü78



D ey im Robin M u r r a y ’indir. A k ta ra n Radice, a.g.m ., s . 112.



147



148



Sungur Savran



• Ko d Adı K ü re se ll e şm e



de bir çelişki yaratır. Ama genellikle ileri sürüldüğü gibi, bunun sonucu sermayenin ulusal devletten kopuşu değildir. Ne de devlet ulusal sermaye ile ulusal ekonomi arasında bir çelişki içinde ka­ lır. Ortaya çıkan, çok daha köklü bir çelişkidir: Ulusal ekono­ mi ulusal sermayenin sefere çıktığı üssü olduğu ve kendi sınıf hâkimiyetinin zeminini oluşturduğu için, faaliyetleri ne kadar uluslararasılaşmış olsa bile hiçbir çokuluslu, içinden çıktığı ulu­ sal ekonominin gelişme temposuna ve tarzına kayıtsız kalamaz. Dolayısıyla, mega kapital hem sürekli olarak daha iyi koşullar ve daha yüksek artık değer arayışı içinde ulusal ekonomiden ayrıl­ mak eğilimindedir; hem de ulusal ekonominin gerilemesi mega kapitalin uluslararası rekabetteki zemininin çürümesi anlamına gelir. Yani çelişki devletin değil, sermayenindir. Soruna önce yabancı sermaye kabul eden ülkeler açısından, sonra da sermaye ihraç eden ülkeler açısından baktık. Ama gü­ nümüz koşullarında emperyalist ülkeler, çok farklı düzeyde de olsa sermayeyi hem ihraç ederler, hem de kabul. Bu gerçek em­ peryalist ülkelerin bağrında yeni bir çelişkiye yol açar. Başka bir emperyalist ülkeye sermaye ihraç eden ülke, bir yandan o ülkenin sermayesini kendi anavatanında kuşatmakta, rekabette önemli bir mevzi elde etmektedir; ama aynı zamanda o ülkenin ulusal ekonomisinin canlanmasına katkıda bulunarak rakip sermaye­ nin daha güçlü bir üsse sahip olmasına katkıda bulunmaktadır. Aynı olguya, madalyonun ters yüzünden de bakabiliriz. Her em­ peryalist ülke açısından, ekonomisini canlandırmak, yatırımları arttırm ak bakımından yabancı sermaye girişi olumlu bir etken­ dir; ama aynı ülke yabancı ülkelerin emperyalist sermayesine böylece kendi pazarını da adım adım teslim etmiş olmaktadır. İşte bütün bu çapraşık çelişkilerdir ki, günümüzde her ülke­ nin devletinin ve sermayesinin politikalarını derinden etkiler ve zaman zaman içinden çıkılamayan sorunlar yaratır. Bunlar geçmişte bu biçimler altında var olmayan, ya da tek yanlı, kısmi ve arızi olarak varılan, çelişkilerdir. Bu açıdan içinde yaşadığı­ mız döneme özgü çelişkiler olarak kavranmak zorundadır. Ama



"K ü r e s e l l e ş m e " n i n G e r ç e k D ü n y a s



dikkat edilirse, bütün bu çelişkiler emperyalizm çağının yapısal özelliği olan uluslararasılaşma/ulusallık diyalektiğinin yeni bi­ çimlere bürünmüş halinden başka bir şey değildir. Nihayet, açıktır ki, kapitalist dünya ekonomisi, devletleşmiş ya da devletleşmemiş bütün ulusların eşitsiz koşullar altında ek­ lemlendiği, bu eşitsizliklerin genişleyen ölçekte yeniden üretildi­ ği hiyerarşik bir yapıdır. Bu hiyerarşi içinde bazı ulusların duru­ munda göreli bir iyileşme görülmesi, hiyerarşi gerçeğini ortadan kaldırmaz; olsa olsa kartların yeniden dağıtıldığını, hiyerarşinin yeniden salkımlaştığını gösterir. Göreli durumu ilerleyen, hatta sıçrama gösteren her ülkeye karşı, göreli konumu gerileyen sayı­ sız örnek bulmak mümkündür. Yani dünya kapitalist sistemi hâlâ hiyerarşik, eşitsiz ve baskıcı bir sistem olarak varlığını sürdür­ mekte, işleyiş yasaları da bu yapının gelecekte de yeniden üretile­ ceğini ortaya koymaktadır. Öyleyse içinde yaşadığımız dönem, emperyalizm aşamasının bir devamıdır. Bu dönemde uluslararasılaşmanın önemli bir sıç­ rama göstermesi, dünya ekonomisinin bağrında yeni, özgün çe­ lişkilerin ortaya çıkmış olması, bu dönemi emperyalizm sonrası yeni bir aşama olarak ele almayı teorik olarak haklı gösteremez. Elbette yeni bir dönem yaşıyoruz. 1875-1917 arası klasik emper­ yalizm çağından, 1917-1945 arası savaş, devrim ve depresyon döneminden, 1945-1975 arası Soğuk Savaş döneminden sonra, emperyalizmin tarihi yeni bir döneme girmiştir. Bu dönemi ta­ nımlayan, Ekim Devrimi nin çözülüşünün ve kapitalizmin genel krizinin belirlediği büyük altüst oluştur. Ama burada emperya­ lizm sonrası bir aşama bulmak yanlıştır, çünkü emperyalizmin çelişkileri bu döneme de damgasını vuruyor. Emperyalizm devam ediyor demek, elbette kapitalizm de de­ vam ediyor demektir. İçinde yaşadığımız döneme yalnızca em­ peryalizm döneminin dinamikleri değil, kapitalizmin bütün klasik çelişkileri de derinden damgasını vuruyor. Kapitalizmin kriz eğilimleri, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çe­ lişki, üretici güçlerin toplumsallaşmasıyla mülk edinmenin özel



150



Sungur Savran



• K o d Adı Kü re se ll e şm e



karakterinin çelişkisi bugünün dünyasında geçerliliği yadsına­ maz çelişkilerdir. Kapitalizmin aşıldığına ilişkin bütün teoriler, aslında dünyada varılan çelişkileri gözlerden saklama çabasının somut birer ifadesidir. İster kapitalizmin aşıldığını, ister emperyalizm sonrası yeni bir aşamanın başlamakta olduğunu ileri sürsün, küreselleşme te­ orisi, emperyalist kapitalizmin temel çelişkilerinden birini gözler­ den uzak tutma yönünde bir sonuç doğurur. Emperyalizm çağın­ da üretici güçlerin gelişmesi uluslararasılaşmıştır. Bu koşullara rağmen, özel mülkiyet üzerinde yükselen kapitalizmin ulusal devletlerin varlığını tarih sahnesinden yok edememesi, kapita­ lizmin klasik çelişkilerine yeni ve patlayıcı bir çelişki ekler. Küreselleşme teorisi, neoklasik iktisat teorisinin başladığı işi bitirmeye soyunmuştur. Klasik burjuva iktisatçılarının geliştir­ diği emek-değer teorisini devrimci bir biçimde yenileyerek man­ tıksal sonuçlarına ulaştıran Marx, 1867 de ilk cildini yayınladığı K apital 'de kapitalist ekonominin bütünüyle sınıf ilişkilerinden örülü olduğunu kanıtlamıştı. Burjuva düşüncesinin bu teoriye cevabı, 1870’li yıllarda değişik kaynaklardan beslenen “marjinalist devrim”, daha doğrusu karşı devrim oldu. Burjuva düşün­ cesi proletaryanın elinde tehlikeli bir silah olabileceği kanıtlan­ mış olan emek-değer teorisini terk ediyor, Smith ve Ricardo’nun teorilerinde merkezi bir rol oynayan sınıfların yerine “üretim faktörleri”ni, yani şeyleri, nesneleri koyuyordu. Bu düşünce oku­ lu zamanla, yanlış bir isimlendirmeyle, “neoklasik iktisat” olarak anılacaktı. Marx sınıf gerçeğini teorik olarak saptamış, bu ger­ çeği pratik yoluyla, devrimle ortadan kaldırmak için yola koyul­ muştu. Neoklasik iktisat, M arx’ın amacını teoride gerçekleştiri­ yor, gerçek dünyada varılan sınıfları teoride ilga ediyordu! Küreselleşme teorisi de benzer bir işlemi, dünya ekonomisi­ nin bağrında ulusal devletler için yapar. Klasik Marksist emper­ yalizm teorisi, modern kapitalizmin uluslararasılaşma eğilimi ile devletlerin varlığının sürmesi arasındaki çelişkiyi sapta­ İ m gelişkinin bütün insanlığı tehdit eden barbarca savaşlara



ulusal m ış,



" K u r e s e l l e ş rn e " n i n G e r ç e k D ü n y a s ı



yol açabilecek patlayıcı niteliğini ortaya koymuştu. 20. yüzyıl bo­ yunca nice politik hareket politik programını emperyalizm teo­ risinin modern kapitalist dünyaya tuttuğu ışıktan yararlanarak oluşturacak ve emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelesi çağa damgasını vuran temel özelliklerden biri olacaktı. Lenin emperyalizm teorisiyle modern kapitalizmin sınıf çelişkisinin üzerine bir de ulusal çelişkileri yerleştirdiğini saptamış, pratikte devrim yoluyla hem sınıfları, hem de ulusal bölünmeleri ortadan kaldırmak için yola koyulmuştu. Küreselleşme teorisi Lenin’in pratikte yapmak istediğini teoride gerçekleştiriyor: Gerçek dün­ yada varılan ulusal bölünmeleri teoride ilga ediyor! Aynen neoklasik iktisadın 20. yüzyıla damgasını vuran devrimlerin ekonomik temelini ve dönemsel olarak yaşanan büyük ekonomik krizleri anlamayı engellemesi gibi, küreselcilik de in­ sanlığın 21. yüzyılda yaşayacağı sarsıntıları kavramayı engelle­ yen bir teoridir. Bu teoriyi reddetmemenin maliyeti gerçek dünya karşısında körleşmektir.



“ Ç o k SA YID A D E V L E T ” K A P İT A L İ Z M D E A Ş IL A B İ L İ R M İ?



Tarihte hiçbir şey kalıcı değildir. Nasıl geçmişte en kudretli imparatorluklar nihayetinde bir çöküş süreci yaşadıysa, bugün varılan devletler de er ya da geç bir gün mutlaka çökecektir. Bu çöküşün sonucu, varılan ve “ulusal” olarak anılan devletlerin, uluslarüstü yeni bir devlette birleşmesi yoluyla olabilir ya da yeni yeni devletlere bölünmesi biçimini alabilir. Henüz çöküşe çok zaman varken bile varılan devletlerin egemenliklerini uygulama kapasitelerinde ciddi bir aşınma da olabilir. Ama dünya çapında kapitalizm yıkılmadıkça olamayacak bir tek şey vardır: çok sayı­ da devletin ortadan kalkması. Yani somut terimlerle söylersek, ulus devletlerin ve gelecekte doğabilecek mega devletlerin toplu halde ortadan kalkması. Bunun nedeni basittir: Ulus devletin sonunu ilan eden bü­ tün fütürologların ve peygamberlerin unuttuğu basit bir gerçek,



152



I Su ngu r Savran



• Ko d Adı K ü re se ll e şm e



devletin sınıf doğası, kapitalizmin devleti geride bırakan bir bü­ tünleşme yaşayamayacağını ortaya koyar. Bugün ulus devletin rakipleri olarak sunulan politik ve toplumsal güçlerden (mikromilliyetçilik, “küresel sivil toplum”, yani NGO’lar, uluslararası kuruluşlar, bölgesel bloklaşmalar) sınıf hâkimiyetinin gerekti­ ğinde silahla savunulması işlevini üstlenmedikleri ölçüde, ulus devletin (ya da mega devletin) tarih sahnesinden çekilmesi ola­ naksızdır. Elbette bir kez ulus devlet sınıf hâkimiyetinin koruyucusu olarak ortaya çıktığında, uluslararası sermayenin ulusal fraksi­ yonlara bölünmüşlüğü de maddi temelini bulur. Elinde bunca güç toplamış, silahlı gücün meşru olarak sadece kendisi tarafından kullanılabileceğini topluma kabul ettirmiş devletlerin uluslara­ rası sermayenin fraksiyonları tarafından uluslararası rekabette kullanılmaması düşünülemez. Bütünleşme arttıkça dünya eko­ nomisindeki rekabet daha da kızıştığı için, ulusal devletin ulu­ sal sermaye için önemi azalmaz, tersine artar. Böylece çok sayıda devlet, kapitalizmin ayrılmaz bir özelliği haline gelir.79 Bunu bir tek alternatifi vardır: bir dünya devleti. Küreselciliğin taraftarları son dönemde bu tür bir devletin insanlığın günde­ mine girmiş olduğu türünden hayaller bile görmeye başladılar. Örneğin "Yeni Zamanlar” teorisyeni David Held, düşüncelerin dolaşımının ve ekonomik akımların önlenemez hale gelmesine, çokulusluların gücüne, egemenliğin AB gibi daha geniş birim­ lere, NATO gibi çok yanlı ittifaklara, BM gibi uluslararası ör­ gütlere devredilmesine dayanarak uluslarüstü dünya devletinin gelişeceğini öngörür.80 Nigel Harris ise önce bir "ütopya" olarak nitelediği, ama daha sonra dağınık biçimde "günümüzde de mev­ cut" olduğunu ileri sürdüğü bir dünya devletinden söz eder.81 79



M a r x ulusal devletlerin kapita lizm ko şu ll ar ın da aş ıl am ayac ağı yo lundaki kanısını şöyle özetliyor: “Her ülkede tikel çık ar la rı olan burjuvazi ul usal­ lığı a ş a m a z . ” A k ta ra n Mic hae l Löwy, “Marksistle r ve Ulusal S o r u n ”, B iri­ kim , eski dizi, 23, O c a k 1977, dn.



80



A k ta ra n Waters, a.g.y., s. 97.



81



A. g.m ., s. 36.



1



.



‘ K ü r e s e l l e ş m e ’nın G erç ek D ü ny ac ı



Harris'in başka hayalleri de vardır: Bizim açımızdan en önem lisi, silahsızlanma eğilimini ciddiye almasıdır. Öyle görünüyor ki, Harris, Held ve diğerleri, emperyalist devletlerin barış içinde bir araya gelerek hepsinin ortak çıkarını temsil edecek ve ortak işlerini yürütecek bir dünya devletinin mümkün olduğunu dü­ şünüyorlar. Ülkeler arası eşitsiz gelişimin ve kapitalist rekabetin yasalarının emperyalist ülkeler arasında çelişkiler yaratması, bu çelişkilerin sermayenin uluslararasılaşmasının derecesi arttıkça daha da yoğunlaşması belli ki onlar için önem taşımıyor. Sonuna ulaştığımız yüzyılın iki kez emperyalistlerarası paylaşım savaşla­ rıyla sarsılması, ilkinde 20, İkincisinde 60 milyon insanın hayatı­ nı yitirmiş olması belli ki onlara emperyalizmin doğası konusun­ da hiçbir şey öğretmemiş. Bugün, özellikle Sovyetler Birliği nin çözülmesinden sonra emperyalist bloklar arasındaki rekabetin her geçen gün daha fazla keskinleştiğini belli ki görmüyorlar. Hayır, emperyalistler barış içinde bir dünya devletini kura­ mazlar. Bir dünya devleti tek bir biçimde kurulabilir: Tek bir em­ peryalist devletin ezici bir güç kazanarak ötekileri kendi kuraca­ ğı devlete zorla katmasıyla. Varılan güç dengelerinde, böyle bir olasılığın öngörülebilir gelecekte mümkün olmadığı açık. Hem bütün dünyanın sömürgeleşmiş olduğu böyle bir durum barbar lıktan başka ne olurdu ki? İşte bu yüzden, insanlığı ulus devletin cenderesinden de, barbarlıktan da kurtaracak tek çözüm, ulusla rarası proleter devrimidir, dünya sosyalist devrimidir.



BÖLÜM 9



KÜRESELCİLİĞİN POLİTİK A N LA M I



Buraya kadar “küreselleşme’Vemperyalizm ilişkisini teorik düzeyde tartıştık. Şimdi bütün bu tartışmanın, teorik öneminin ötesinde, politik bakımdan nasıl bir anlam taşıdığını ortaya koy­ maya çalışacağız. Ama önce yukarıda yaptığımız tartışmadan bir-iki sonuç çı­ karmaya çalışalım. Bu ana kadar ileri sürülen argümanlar, küre­ selleşme teorisinin temel tezlerini çürütmüştür. Bu teorinin özgül yanı, son dönemde kapitalist dünya ekonomisinin bütünleşme­ sinde yeni bir atılım yaşanmış olduğunu vurgulaması değildir. Bu saptama ne küreselleşme teorisine özgüdür, ne de bu teori­ nin gerçek tanımlayıcı öğesini oluşturur. Küreselleşme teorisinin ayırıcı yanları üç temel tezle özetlenebilir: ulus devletin sonu tezi, kapitalizmin emperyalizm sonrası yeni bir aşamaya girmiş oldu­ ğu tezi ve yeni-liberal tarzda bütünleşmenin kaçınılmazlığı tezi. Bu çalışma her üç tezin yanlışlığını ayrıntılı argümanlarla ortaya koymuştur. Buradan ulaşılacak sonuç açıktır: Günümüzde gerçek dünya­ da küreselleşme adıyla anılabilecek bir olgu yaşanmıyor. Yaşanan, k.11>itaIist üretim tarzının şafağında başlayan, emperyalizm çaj'jn.ı girişle birlikte büyük bir sıçrama gösteren dünya çapında İMitıınleşnunin son dönemde, teknolojik gelişmeler temelinde ve stısy.ılı/miıı krizi bağlamında, çokulusluların güçlenmesi ve y» m liberal politikaların uygulanması sonucunda önemli bir atı­



"KüreseHeşme"nm Gerçek Dünyası



lım yapmasıdır. Bir de, bu bütünleşme sürecinin gerçekte olma­ yan sonuçlarını varmış gibi göstererek, bu (sözde bilimsel olarak saptanmış) sonuçların gerçekleşmesinin yolunu açmak isteyen bir ideoloji vardır. Bu ideoloji küreselciliktir. Küreselleşen bir şey varsa, bütün dünyanın burjuvazilerini adım adım fetheden Küreselciliktir, onun temeli olan yeni-liberalizmdir. Yani dünya küreselleşmemektedir, küreselleşen liberalizmdir. Küreselleşme diye bir sürecin olmadığını söylemek yeni hiçbir şey olmadığını söylemek değildir. Dünya elbette yepyeni ilişki ve çelişkilerin damgasını taşıyor. Ama bunların en önemlileri, em­ peryalizm çağının asli çelişkilerinin yeni biçimlerinden başka bir şey değildir. Bu yeni biçimlere ancak kapitalist üretim tarzını ve onun emperyalist aşamasını anlamak için kullanılan kategori­ lerin yeni döneme yaratıcı biçimde uygulanmasıyla ışık tutula­ bilir. Bu açıdan bakıldığında, rakiplerini, değişen bir dünyaya gözlerini kapatmakla, eski kavramsal çerçevelere takılıp kal­ makla, dinozorca tavırlar benimsemekle suçlayan küreselciliğin asıl kendisinin eski kavramsal yapıların tutsağı olduğu görülür. Diyalektiği ve çelişkiyi dışlayan, basit ve mekanik ikiliklerle çalışan globalist teori, eski dönemin sona erdiğini kanıtlamak için geliştirdiği argümanlarını yine eski dönemin kemikleşmiş kavramsal çerçeveleri aracılığıyla dile getirir. “Tersyüz edilmiş Keynesçilik” devleti aynen eski dönemin Keynesçiliği gibi sadece iç pazarla ilişkilendirdiği için, yeni dönemde kazandığı yepyeni rolü kavrayamaz, iç pazarla ilişkisinin değişen niteliğine yaslaııa rak sonunu ilan eder. Ya da ulusal sermaye kavramı daha önce iı, pazara yatırım yapan, onu korumaya eğilimli bir sosyoekonomik gücü ifade eden bir kavram olduğundan, küreselcilik bu ilişki kopunca ulusal sermayenin sonunu ilan eder, çünkii kavramsal çerçevesi eski dönemin ihtiyaçlarının belirlediği bir çerçevedir. Örnekleri çoğaltmaya gerek yok: Küreselcilik kendini yeni döne­ mi kavrayacak bir kavramsal çatıya uyarlayamamıştır. Teorik tartışmanın sonuçlarını böylece özetledikten sonra, bu



I



| S(>



\ unr d a v r a n



• Ko d Adı Küre se lleşm e



tanışmanın yaşamsal önem taşıyan politik sonuçlarına geçebili­ ri/. Bu politik sonuçları satırbaşları halinde özetlemek en doğru yol olacak. • Küreselleşme teorisi, kapitalizmin yeni-liberal tarzda bütünleş­ mesinin muzaffer yürüyüşünü ilan ederek yeni-liberalizmin hegemonik konumunu pekiştirir. Bütünleşme ile bütünleşmenin liberal tarzının birbirinden ayrılması, bu ikisi arasında kurulan özdeşlik bağının koparılması, bütünleşmenin tek yolunun libera­ lizm olmadığının gösterilmesi bakımından gereklidir. Kapitalist çerçevede bile bütünleşmeyi liberal çerçevenin dışında, yoğun ve bilinçli devlet yönlendirmesi temelinde sağlamış örneklerin var­ lığının ortaya konulması, aynı şeyin bir sosyalist iktidar altında (daha da başarıyla) yapılabileceğinin bir karinesidir. •



Küreselleşme teorisi, emperyalist ülkelerin sosyoekonomik, po­ litik ve kültürel yapılarını bütün öteki ülkelere kendi gelecekleri gibi gösteren, emperyalizmin hâkimiyeti altında bir bütünleş­ meyi bütün ülkelerin çıkarı olarak sunan bir teoridir. Aynen atası “modernleşme” teorisi gibi “küreselleşme” kavramı da bir konverjans (yakınsama) teorisidir ve kapitalizmin ve Batı kültü­ rünün yaygınlaşmasını haklı gösterir. Liberal “küreselleşme”nin bütünleşmenin tek yolu olmadığının ortaya konulması, emper­ yalizmin ekonomik, politik ve kültürel hâkimiyetini tek müm­ kün gelecek olmaktan çıkararak, antiemperyalist bir politik tav­ rı olanaklı hale getirir.







Küreselleşme teorisi, gerçek dünyada ulusal devletler ve milli­ yetçilik son derecede güçlü tarihsel etkenler olarak varlıklarını sürdürürken bunların sonunu ilan ederek, emperyalizmin gün­ cel dinamiklerini ve yakın dönemin gelişme olasılıklarını kav­ ramayı engeller. Ulusal devletlerin varlığını ve gücünü sürdür­ düğü saptaması, emperyalizmin uluslararasılaşma dinamiği ile ulusallığın gücü arasındaki gerilimden doğan çelişkileri keşfet­ meyi, buradan hareketle emperyalist güçler arasında keskinleşen rekabetin olası sonuçlarını (bloklaşma, ticaret savaşları, dünya ekonomisinin bölünmesi, şimdilik uzak da olsa yeni bir dünya



"K ü r e s e l l e ş m e ' n i n



Geıçek Ihın yası



savaşı olasılığı vb.) düşünmeyi mümkün hale getirir, böylece buna uygun politik taktiklerin geliştirilmesini sosyalist hareke tin gündemine sokar. Küreselleşme teorisi, tarihsel gelişmenin tunç kanunlara göre ilerlediği, yeni-liberal tarzda bir bütünleşmenin kaçınılmaz ol­ duğu, herkesin kendisini buna göre uyarlaması gerektiği önerme­ leriyle, işçi sınıfı ve emekçi kitleler saflarında, solda ve toplumsal hareketler içinde bir kadercilik ve teslimiyet atmosferi yaratır. Sol politikanın gündemi, yeni kazanımlar için mücadeleyi bir yana bırakalım, yeni dönemde yeri olamayacağı yüksek sesle ilan edilen eski kazanımların sermayenin taarruzuna karşı korun­ ması bile olmaktan uzaklaşır; kaçınılmaz sürece uyarlanmanın en ucuz, en düşük maliyetli yönteminin aranmasına indirgenir. Oysa (kısmi bile olsa) geçmiş kazanımlarını savunamayan, yeni hiçbir şey elde edemez. Küreselleşme teorisi, yeni sistemin kaçınılmazlığına o kadar ina­ nır ve muhataplarını inandırmaya çalışır ki, sistemin kendisinin sorgulanabileceğini aklından bile geçirmez. Keyderin diliyle söylenecek olursa, “ ‘Bu sistemin dışında kalacağız’ gibi bir safsa­ taya katılmak bence çok yenilgici bir davranış olur. Bu sistemin dışında hiçbir şey yok. Bu sistemin dışında kalıp da oradan al­ ternatif yaratmak diye bir şey bence kesinlikle sosyalist politika ile ilişkisi olmayan (...) bir tutum olur.”82 Buradaki kaba determi nizmi kenara kaydedip, terimlere dikkat edin: Solun bütün alter natifi sistemin dışında kalmak olarak sunuluyor ve o da gerçekçi olmadığı için reddediliyor. Yani sistemin kendisini sorgulamak söz konusu bile değil. Küreselleşmenin bir efsane olduğu, hiç de kaçınılmaz olmadığı, daha da ötesi kırılgan temellere dayandı ğı bir kez ortaya çıkınca, başka bir ufuk açılıyor: Sol sistem iıı dışına çıkmanın ötesinde, sistemi yıkmayı düşünebilecek dm ıı ma geliyor! Elbette güç dengeleri bugün buna müsait değil. Ama bütün dünya solu sistemi kaçınılmaz diye benimsediği lakdirde, Ç a ğ la r Keyder, "Yeni Bir Paylaşım G er ek iyor”, Gü neş Ünsiil’la g ö rü şm e. D e m o k ra si, 30 H az iran 199 6, s.6.



158



1 >u n g u r S a v r a n



. Kod Adı K ü re se ll e şm e



bu güç dengelerinin hep daha kötüye gitmesi de güvence altına alınmış olıır! Her ülkenin solu için mücadele kendi toprakların­ da küreselciliğe direnmekle başlar. •



Küreselleşmenin kaçınılmazlığı tezi, çelişkilerinden soyutla­ narak tek yanlı biçimde "küreselleşme’ nin bir adımı olarak ni­ telenen Avrupa Birliği konusunda işçi sınıfı ve sol saflarında müthiş bir bulanıklık yaratmıştır. Genel olarak bütünleşmenin, yeni-liberal bütünleşme tarzıyla özdeşleştirilmesi, kapitalist bü­ tünleşmenin karşısında burjuva milliyetçiliğinin dışında bir de proleter enternasyonalizminin var olabileceğinin tümüyle solun ufku dışında kalması, Avrupa Birliği üyeliğinin solun bir kesi­ minde salt kaçınılmaz olduğu gerekçesiyle savunulmasına yol açmıştır. Oysa AB emperyalist bir odaktır. Ona bağlanan umut­ lar bütünüyle burjuva bir perspektifin ürünüdür.







Küreselleşme teorisi yeni-liberalizmi, piyasanın ve “özel giri­ şimciliğin” hâkimiyetini, demokrasinin anası olarak gördü­ ğünden, demokratik haklar için mücadeleyi burjuvaziye tes­ lim eder, solun görevi de onu desteklemek haline gelir. Bunun Türkiye’deki ifadesi, sol liberallerin, küreselcilik yanlılarının yıllardır demokrasiyi Özal'dan Boyner'e Türkiye burjuvazisinin piyasacı kanadından ve Avrupa Birliği ile bütünleşmeden bekle­ mesi biçiminde ortaya çıkmıştır.







Küreselcilik, yukarıda ortaya konulduğu gibi, bir enternasyona­ lizm değil tebdili kıyafet elmiş bir milliyetçiliktir. Bu milliyet­ çiliğin Türkiye gibi ülkelerdeki mantığı, dünya sisteminin yeni biçimlenmesinden parsa koparmaya dayanır. Ama bu milliyetçi­ liğin gizliliği, küreselciliğin ulusal devletler konusundaki tezleri dolayısıyla kendini bir enternasyonalizm edasıyla sunması, top­ lumsal muhalefet saflarında büyük bir kafa karışıklığı yaratır. Yani, ironik biçimde, milliyetçilikten kurtulmak, küreselciliğin reddiyesini gerektirir.







Küreselleşme teorisi ulusal devletlerin ve ulusların sonunu vaaz ettiği için, bu teoriden etkilenen sosyalist güçlerde de ulusal sorun ve enternasyonalizm konusunda bir yalpalama başlar.



"Küreselle$me"nir. Ger çek Oür.yosı



\



Kimi, ulusların gününü doldurduğu önermesine inanarak ezi­ len ulusların vermekte olduğu kurtuluş mücadelesine “milliyet­ çiliğin iyisi yoktur” gerekçesiyle karşı çıkar; kimi günümüzde ulusal devletlerin tarihe karışmaya mahkûm olduğu tezinden hareketle enternasyonalizmin yerine “transnasyonalizm”i öne­ rir. Oysa, ulus gerçeği emperyalizm çağının yapısal bir özelliği olarak bütün ağırlığıyla varlığını sürdürmektedir. Bir yandan, dünya çapında ezen uluslar ile ezilen uluslar arasındaki ayırım sona ermemiştir; dolayısıyla, bütün milliyetçilikler aynı kefeye konulamaz. Öte yandan, burjuvazinin sınıf hâkimiyeti hâlâ ulu­ sal devletlerde cisimleştiğinden dolayı, işçi sınıfının dünya ça­ pında örgütlenmesinin tek doğru formülü, tekil ulusların ve dev letlerin koşullarının özgüllüğünü görmezlikten gelmek yerine tanıyan bir yaklaşımdır: yani enternasyonalizmdir, uluslararası bir örgütlenmedir. Kapitalizm küreselleşmiyor, uluslararasılaşıyor. İşçi sınıfı da bu nesnel duruma cevap verebilecek biçimde örgütlenmelidir. Nihayet, küreselleşmenin “ulusal devletlerin aczi” olarak özet­ leyebileceğimiz tezi, aynı zamanda tek tek ülkelerde devrim yapmanın anlamsız olduğu fikrinin temeli olarak kullanılır. Buna göre, küreselleşmiş bir dünyada hiçbir ulusal devletin fazla bir işlevi olmadığına göre tek bir ülkede iktidarı almak anlam­ sızdır. Bu tez sadece iktidarın tek tek ülkelerde alınmasına kar­ şı çıkmakla kalmaz, tam da bundan dolayı iktidarın her yerde alınmasına karşıdır. Çünkü her zaman bir ilk olmak zorunda dır. Devrimin bütün ülkelerde birden patlak vermesi türünden olasılık dışı gibi görünen bir senaryonun dışında tekil ülkelerde iktidarı alma şansı kullanılmadıkça dünya çapında da devrimin önü kapanmış olur. Bu tezi “tek ülkede sosyalizmin olanaksızlı­ ğı” teorisiyle hiçbir biçimde karıştırmamak gerekir. O teori, dev rirnin tek ülkede başlayabileceğini, hatta uzunca bir süre boyun­ ca tek başına ayakta durmak zorunda kalabileceğini yadsımaz. Reddettiği, tek bir ülkenin içinde sınıfsız bir toplumun kurulu­ şunu tamamlamanın olanaksız olduğudur.



159



160



| Sungur Savran



■ K od Adı Kü re se ll e şm e



Bu politik sonuçların toplu halde gözden geçirilmesi, bize kü­ reselleşme tartışmasının özünü veriyor. Küreselcilik insanlığa tek ve kaçınılmaz yol olarak, emperyalist kapitalizmin öncülüğünde, sermayenin dizginsiz hareket ettiği, işçilerin ve emekçilerin bir­ birlerinden koparak atomize olduğu, “insanın insanın kurdu” ol­ duğu bir dünyayı sunar. Bir kadercilik felsefesidir. Küreselciliğin çürütülmesi ve reddedilmesi uluslararası sermayenin ideologla­ rının savunduğu dünyanın dışında bir dünya olabileceğini ka­ nıtlar. Teorik eleştiri bu başka dünyanın kapısını açar. O dünyaya girmek ise pratik eleştirinin, yani devrimin işidir.



SOLUN “K Ü R E S E L L E Ş M E ” K A V R A Y I Ş S İ Z L İ Ğİ



BÖLÜM



10



U lu s -ö te s İ S o lc u lu ğ u n



İm



p a r a t o r l u k 'u n



T e o ris i:



E le ş tİrİs İ



“Küreselleşme” döneminin ürünlerinden biri, 1999’da Seattle’da ‘‘küreselleşme karşıtı hareket” olarak başlayan, ama daha sonra Porto Alegre’de düzenlenen Dünya Sosyal Forum’ları bağlamında evcilleşerek “alternatif küreselleşme hareketi” (“alterglobalizasyon”) adını alan uluslararası muhalif hareket. Bu hareket kendi içinde bütünüyle ulusal temelde bir mücadeleye dönmek isteyenlerden Kküreselleşme”nin neoliberal olmayan bir versiyonunu kendileri kurmaya talip olan akımlara kadar bir dizi eğilim içeriyor.83 Bu eğilimlerden biri kendisinden önce ortaya çıkmış olan bir teorik/politik yaklaşımın, içinde serpilip geliştiği bir fidelik oldu. Bu yaklaşıma “ulusötesi solculuk” adı verilebilir. Burada belirleyici olan, ulus olgusunu ve ulus devletin varlığının doğurduğu çelişkileri görmezlikten gelerek toplumsal ve siyasi mücadelenin dolayımsız biçimde dünya çapında verilmesi gerek­ tiği yönündeki ısrardır. Hardt ve Negri’nin dünyada ve Türkiye’de büyük etkiler ya­ ratan kitabı İm paratorluk , bu bağlamda büyük bir önem taşır. Bunun nedeni yalın biçimde ifade edilebilir. Hardt ve Negri’nin dönemin karakterine ve toplumsal/politik mücadelelere ilişkin 83



H ar ek etin bütünsel bir eleştirisi için bkz. Burak Gürel, “ ‘A lt e rn a tif K ü ­ re se lleşme’ Har eket in in Politik A n a to m is i”, D ev rim ci M a rk s iz m , sayı 1, Mayıs 2 0 0 6 .



U vl



1 'ıij tuj ur d a v r a n



• Kod Adı Kü reselleşm e



iki temel tezi var. Birincisi, “küreselleşme” ile birlikte emper­ yalizmin sona erdiğini ve kendilerinin “İmparatorluk” olarak adlandırdıkları yeni bir dönemin başladığını iddia ederler. İkincisi, İmparatorluk döneminde, yerel mücadelelerin hiçbir sonuç vermeyeceğini, mücadelenin dolayımsız biçimde küresel olmak zorunda olduğunu ileri sürerler. Ve bütün bunları, dev­ rim adına, kitabın son cümlesinde ifade ettikleri gibi, “komünist olmanın dayanılmaz hafifliği ve sevinci” (Hardt ve Negri, 2001: 412)84 adına söylerler. İm paratorluk , her yerde baskı üzerine bas­ kı yapmış bir kitap. 21. yüzyıl başında, hepimizin bildiği ideolo­ jik konjonktürde, devrim ve komünizm adına konuşan bir kitap bu kadar popüler olabiliyorsa, bunun birtakım nedenleri olmalı. Büyük satışıyla, burjuva çevrelerin bu “komünist” yazarlara gös­ terdiği sıcak tepkiyle, solda yarattığı etkiyle, tezlerinin tipikliğiyle, dönemin ruhunu yansıttığı, zeitg eisf ın bir ifadesi olduğu için bu kitapta “küreselleşme” ve emperyalizm konusunda ile­ ri sürülen tezleri dikkatle incelememiz gerekir. Önce Hardt ve Negri’nin çalışmasının iki özelliğine dikkat çekerek başlayalım.



C e z a e v i v e ü n iv e r s it e



İm paratorluğun postmodernizme, özellikle Foucaultya ve Deleuze/Guattari İkilisine entelektüel borcu yazarlar tarafından açıkça belirtildiği için bu konuda bir akrabalık tartışması anlam­ sız olur. Buna karşılık, kitabın post-Marksist okuldan ne ölçüde etkilenmiş olduğu daha belirsizdir. Bu okulun baş temsilcileri Laclau/Mouffe İkilisine ilişkin olarak dipnotlarında belirtilen fikirler okuyucuyu aydınlatmak yerine ciddi biçimde şaşırtıyor. Önce “Emperyalizmin Sınırları” bölümünün 26 sayılı dipnotunu okuyalım: Bugün tarihsel revizyonizmin sayısız çeşidiyle karşı karşıya olduğumuz bir sırada, yiğidin hakkını yiğide vermek özellikHl



Hu bolümde, İm p a ra to rlu k ’a atıflar (İngil iz ce basım a ya pıla cak atıflar dışında) parant ez içinde sadece sayfa n u m a r a s ı ile verilecek.



Solun "Küreselleşme" Kavrayışsız!k)i



le önemlidir. Her şeyden önce komünist ve militan (...) zavallı Gramsci; Marksist bir politikada yeri olmayan tuhaf bir hege­ monya nosyonunun kurucusu olma şerefine layık görülen zaval­ lı Gramsci (Örneğin bkz. Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe (...)) Kendimizi böylesine cömert armağanlardan korumak zorunda­ yız! (247) Bu satırların Laclau/Mouffeun, kitaplarına adını veren mer­ kezi kavramı hegemonyayı “tuhaf” bulduğu ortada değil mi? Demek ki, yazarlar post-Marksist okula yakınlık duymak bir yana, onu aşağılayacak kadar sert bir tavra sahipler. Ama durun, hemen karar vermeyin. Şimdi “Direniş, Kriz, Dönüşüm” bölü­ müne geçiyoruz. Burada, yazarlar “yeni toplumsal hareketler”e ilişkin şöyle diyorlar: “Yeni toplumsal hareketlere” ilişkin çeşitli analizler, kendi önemlerini asgariye indiren dar ekonomik bakış açılarına karşı kültürel hareketlerin politik öneminde ısrar etmekle büyük bir hizmet görmüştür. (288) Tam burada bir dipnot bu “analizler”in kimler tarafından ya­ pıldığı konusunda okuyucuyu aydınlatıyor. Bizi ilgilendirmeyen bir isimden sonra şu satırlar geliyor: Bu çizgide “yeni politik hareketlerin” politik yorumu açısından en etkili metin Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe nin (...) kita­ bıdır. “Tuhaf bir hegemonya nosyonu”na sahip Laclau/MoufFe’un, bu kavramla organik bir ilişki içinde ele aldıkları “yeni toplumsal hareketler”i analiz ederken “büyük bir hizmet” yapmış olmaları size tuhaf gelmiyor mu? Bu iki fikrin aynı insanın olması müm ­ kün mü? Aslında bu tür başka çelişkiler de dikkati çekiyor kitap ta. Örneğin bütün bir altbölüm (“Döngüler”, 251-53) Giovanni A rrighinin uzun vadeli çevrimler teorisinin “sistemdeki bir ko puşu, bir paradigma değişimini” anlamayı nasıl engellcyeccğım vurgulamaya hasredilmişken (bkz. ayrıca dipnot 13, s. 32 33),



Önsöz’de bir dipnotta aynı yazarın adı, “ ‘İmparatorluk’ terimi­ ni kullanmamakla birlikte, bu doğrultuda ilerleyen” yazarlardan biri olarak veriliyor (22). Ya da “totalitarizm” kavramı konusun­ da yazılmış kitapların “hepsini çöpe atmakta hiç tereddüt etme­ meliyiz” diyen bir kitap (51n), aynı zamanda Agamben’in “çıplak hayat” kavramını ele alırken totalitarizm kavramını büyük bir rahatlıkla kullanıyor (371). Bu tür çelişkilerin belki de bir açıklaması vardır. Belki de iki ayrı ülkede (ABI) ve İtalya) oturan bu iki yazar, birbirlerinin yazdıkları bölümleri her zaman dikkatli biçimde okuyamamıştır. O zaman, kendi geçmişinde, G ram sciyi sivil toplumculuğun atası yapmaya çalışan İtalyan Komünist Partisi teorisyenleriyle devrimci teorisyenler arasında kopan tartışmaları yaşamış olan Negri, Laclau ile Moulfe un da (iraııısci’yi suistimal etmesi karşı­ sında duyduğu isyanı kayda geçirmek istemiş olabilir. Buna kar­ şılık, Negri’den bir kuşak genç ve Amerikalı olan, belki de teo­ rik kariyerine başladığında Laclau/Moıılle’un başarısıyla gözleri kamaşmış olan Hardt ise onlardan övgüyle söz etmeyi anlamlı bulmuş olabilir. Eski İtalyan komünisti Negri nin, totalitarizm kavramının bir soğuk savaş aracı olduğunu etinde kemiğinde hissetmemiş olması mümkün değildir. Ama Amerikan akademiasının liberal ortamında bu kavramı çok daha bilimsel bulmak da Hardt için normal olabilir. Belki böyle, belki değil. Amacım spekülasyon yapmak de­ ğil, bu kitabın ne kadar tuhaf bir işbirliğinin ürünü olduğunu vurgulamak. Antonio Negri, 1970’li yıllarda İtalyan Marksizmi içinde en önemli teorisyenlerden biri. İtalya’nın dev grevlerle sar­ sıldığı 1969 “sıcak sonbaharı” esnasında ve sonrasında, reformist İtalyan Komünist Partisi nin solundaki (o dönemde çok güçlü olan) uç solun önemli teorisyenlerinden biri. Bu alanın başka teorisyenleriyle birlikte (Mario Tronti, Sergio Bologna vb.) operaismo (işçicilik) olarak anılan bir düşünce okulunun temsilcisi. İşçi sınıfının militan eylemleri, 70’li yılların ortalarından sonra gerilemeye başlayınca, Negri, sendika bürokrasisinin tutuculuğu



Solun "Küre-elleşme ' Kavrayışsizhğ:



j 167



karşısında polisle çatışmalara ve “doğrudan eylem”e öncelik ver­ meye yönelen otonomist grupların teorisyeni haline geldi. Sokak çatışmalarının ardından Kızıl Tugaylar’ın bireysel terörizmi poli­ tik ortamı belirlemeye başlayınca, Negri, Gladio’nun etkisi altın­ da zaten bir “gerilim stratejisi” izlemekte olan İtalyan devletinin saldırısına maruz kaldı. 1979’da tutuklandı, dört yıl mahkemeye çıkarılmadan hapis yattı. 1983’te dayanışma amacıyla kendisini listesine koyan Radikal Parti’den milletvekili seçilince dokunul­ mazlığı dolayısıyla cezaevinden çıktı, ama dokunulmazlığının kaldırılacağını anlayınca Fransa’ya kaçtı. İtalya’ya 90'lı yılların sonunda döndü ve Türkiye’nin Mehmet Ali Ağca’dan dolayı adı­ na aşina olduğu Rebbibia Cezaevi’ııde cezasını çekmeye başladı. Anlaşıldığı kadarıyla, günümüzde artık sadece geceleri evinden çıkma yasağına tabidir. Foucault cezaevi, tımarhane, kışla gibi kıırumların yanı sıra okul ve üniversiteyi de disiplin kurucu kurumlar olarak niteler. Bunda bir gerçek payı olduğu yadsınamaz, ama İtalyan cezaevi ile Amerikan üniversitesi arasında, başka yönlerden önemli farklar olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Michael Hardt’ın ha­ yatı ve politik ilgileri hakkında çok fazla bir şey bilmiyoruz. Ama bildiklerimiz kendi başına anlamlı. Negri 6 0 ’lı yılların sonunda ve 70’li yılların başında büyük sınıf mücadelelerinin içinde pi­ şerken, Hardt henüz çocuk yaşlardaydı. Gelişmesini, teorik dün­ yası post-Marksizm ve postmodernizm tarafından kuşatılmış bir kuşağın üyesi olarak yaşadığı açık. Amerika’nın çok prestijli bir üniversitesinde (Duke) görev yapıyor olması, kendi başına, ne tür basınçlar altında yaşadığını gösteriyor. (Evet, üniversite gerçekten disipline edici bir kurumdur!) Çalıştığı alan ve yayın yaptığı dergiler, eğilimlerini açıkça gösteriyor. “Literary studies ” (edebiyat araştırmaları) günümüz Amerika’sında, kültürel araştırm alar ile birlikte, üniversitelerde postmodernizm kalesi 85



A le x Call inic os , N e g r i ’nin politik y aş am ın ın ve bu nu n teorisi üzerindeki etkiler inin iyi bir özet ini yapıyor. Bkz. “Toni Negri in Per specti v e” In te r­ n a tio nal So cialism , 92, Sonb ahar.



168



I



j n g u r Savran



• K o d Adı K ü r e s e l l e ş m e



olan bölümlerdir. Hardt’ın makalelerini yayınladığı Social Text dergisi ise, postmodernizmin başlıca mahreçlerinden biri. New York’ta bir panelde gösterdiği performans, Hardt’ın Negrfden çok farklı bir sosyal türden geldiğini düşündürüyor insana.



İm paratorluk1un en önemli tezi, emperyalizmin sona erdiği ve yerini İmparatorluğa bıraktığı olduğu halde, bir salon dolusu sosyalistle ve tezlerini sorgulayan usta bir başka panelistle (Peter Gowan) karşı karşıya kalınca, Hardt, “İmparatorluğun emper­ yalizmin olumsuzlanması olmadığını” söyleyebilmiştir. Kitabın, kendi teorik çerçevesine karşıt bir yaklaşıma sahip teorisyenler arasında en sık gönderme yaptığı düşünür Samir Amin olmasına rağmen,86 Hardt o panel esnasında, kendi çalışmalarının Samir Amin gibi düşünürlerin yaklaşımlarıyla “karşı karşıya getirilme çabaların ın yanlış olduğunu ifade edebilmiştir. Böyle insanlar için fikirlerin devrimci araçlar değil, kariyer basamakları oldu­ ğunu düşünmemek elde değil! Hardt ve Negri, İmparatorluğun melez bir yapıya sahip oldu­ ğunu söylüyorlar. Entelektüel ve kültürel soyağacı bakımından aynı şeyi İm paratorluk için söylemek mümkün.



Sp e k ü l a t if s e r m a y e ç a ğ in in s p e k ü l a t if f e l s e f e s i



İmparatorluky postmodern düşünce akımının birçok olumsuz özelliğini cisimleştiren bir kitap. Her şeyin göreli olduğu, bakı­ lan şeyden çok bakanın gözünün belirleyici olduğu bu dünyada, dil oyunları, düşüncenin sağlamlığının yerini alır. Belagat sa­ natı, mantığın yasalarını iptal etmenin bir örtüsü haline gelir. Çağrışım, telmih ve analoji, nedenselliklerin sergilenmesinin ye­ rini alır. Bir şeyi ileri sürmek kendi içinde yeterlidir, açıklamak gerekmez. Birkaç örnekle ne demek istediğimi anlatmaya çalışayım. I’ost ınodernizmin fetiş kavramlarından bir dizi, merkezsizleşme Mf.



) II .MM) I



I (» s in , “ lıu|HTİalism and ‘E m p i r e ”\ M onthly R eview , 53 (7), A ralı k



Solun "Küreselleşme" Kavrayı^ızltğı



j



ve toprağa bağlı olmaktan uzaklaşma, Avrupa tipi emperyalizme karşıt olarak, İmparatorluk kategorisinin en önemli özelliklerin­ den biri olarak sunulur. İmparatorluk hep ucu açık, toprağa bağlı olmayan, genişleyebileceği kadar genişleyebilen esnek bir kate­ goridir. Hardt ve Negri, bunu, A BD nin kuruluşunda belirleyici olan Jeffersonvari federalizm yaklaşımıyla birebir ilişkilendirirler. Şimdi sorulması gereken şudur: Aradaki bağ nedir? Ortada bir çağrışım ve analoji vardır. Ama kendine özgü koşulları olan 18. yüzyıl Amerikan devriminin ürünü anayasal anlayış ile bam­ başka koşulların ürünü olan 21. yüzyıl İmparatorluğu arasındaki (belki okuyucunun söyleneni daha iyi anlamasını olanaklı kıla­ cak) bir analojinin dışında nasıl bir ilişki vardır? Amerika, İkinci Dünya Savaşından bu yana ve İmparatorluk döneminde hâlâ en güçlü odak olduğu için mi böyledir? Yoksa üretim alanında enformatizasyon yere bağlılığın önemini bütünüyle ortadan kal­ dırdığı için topraktan bağımsızlaşma ortaya çıktıysa, Amerikan anayasal siteminin bununla ilgisi nedir? Bu açıklanmadan kalır. Kalınca da ardında bir dizi soru bırakır. Başka bir örnek proleter enternasyonalizminin sonunun ilan edilmesiyle ilgilidir. “‘Enternasyonal’in Nakaratı” altbölümünde Hardt ve Negri, bu konuda son derece keskin bir önerme formüle ederler: “Günümüzde proletarya enternasyonalizmi dönemi ta­ mamen bitmiştir” (75). Hardt ve N egrinin argümantasyon tar­ zını deşifre etmek isteyen herkese bu cümlenin önünü arkasını, sağını solunu dikkatle okumasını tavsiye ederim. Söz konusu altbölümde hem bu cümle öncesinde, hem de sonrasında, yanlış ya da doğru önermeler temelinde, proletarya enternasyonaliz­ minin geçmişte nasıl bir gerçeklik olduğu anlatılmaktadır. Bunu izleyen bölüm ise, 90'h yılların bazı somut eylemlerinin nasıl “uluslararasılaşamadığım” ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu kadar keskin bir önermenin, hiçbir genel eğilim üzerine yerleş­ tirilmeden, sadece ve sadece bazı olaylara değinilerek ileri sürü­ tebilmesi, çağrışımın argümanın yerini almasına mükemmel bir örnektir!



169



170 !



Sungur Savran



• K o d Adı K ü re se ll e şm e



İm paratorluk , aynı zamanda son derece sorumsuz bir kitap­ tır. İddia büyüktür: İki komünist, kapitalist toplumun tarihinde, emperyalizm çağı sonrasında yeni bir dönem açıldığını ileri sü­ rüyor. Kapitalizmin tarihinde yeni aşamaların açılması komü­ nistlerin strateji ve taktikleri açısından belirleyici etkiler yapa­ cak devasa bir olaydır. Lenin’i düşünün: Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, o kadar politik işinin arasında önce (bütünü kavrayabilmenin felsefi araçlarını elde edebilmek için) Hegel’i inceliyor, ardından altı ay boyunca kütüphaneye kapanarak ka­ pitalizmin yeni eğilimlerini saptayabilmek için somut veriler topluyor, Em peryalizm 'ı bütün bunlardan sonra yazıyor. Yeni dönemin tekeller ya da sermaye ihracı dönemi olduğunu kanıt­ lamak için kitabını istatistiklerle dolduruyor. Ancak bu somut veriler üzerinden (elbette kendinden önce emperyalizm üzeri­ ne Hobson un, Hilferding’in, Buharin’in yaptığı çalışmalardan da yararlanarak) kapitalizmin tarihsel olarak yeni bir aşamaya girmiş olduğu tespitini yapıyor. Hardt ve Negri için ise olgular önemli değil. Örnekse “enformatikleşme” ve hizmetlerin önemi­ ni birkaç makaleye atıfla ilan ediyorlar. Daha hizmet kavramının tanımı üzerine dahi büyük tartışm alar varmış, bilgi toplumu (ya da sanayi-sonrası toplum) teorisinin (çoğu burjuva) taraftarla­ rının kullandığı istatistikler çok ciddi sorular uyandırıyormuş, bunlar onları ilgilendirmiyor. Örnekse, İmparatorluğun merkezsiz bir sistem olduğu iddiası, hiçbir somut kanıtla desteklen­ miyor. Sorunun ampirik yönü Hardt ve Negri’yi hiç ama hiç il­ gilendirmiyor. ABDnin “merkez”in neredeyse çarpıcı bir örneği olması olgusu karşısında, örneğin IMF ya da DTÖ’nün, NATO ya da BM’nin ABD’den ne ölçüde bağımsız hareket edebilece­ ği sorusunu ampirik olarak araştırm ak akıllarına bile gelmiyor. Örnekse, post-Fordizm teorisini eleştirisiz (kanıtsız) ileri sür­ meleri. Zaten İm paratorluk 'un akışı, teori ile gerçek dünya arasında bir melabolik ilişkiye değil, teori ile teori arasında bir ilişkiye dayanı­ yor İmiumıtorluk >bir bakıma, içinde yaşadığımız dünyanın değil,



S o l u n " K ü r e s e l l e ş m e 1" K a v r a y ı ş s ı z h ğ t



j



teorilerin teorisi. Örnek olarak egemenlik olgusunda günümüzde yaşanan değişikliği alalım. “Birleşmiş Milletler” altbölümü (2845), bu sorunun tartışılması açısından ideal bir giriş noktası gibi görünüyor. Okuyucu, tekil ulus devletlerin, kendi egemenlikleri temelinde de olsa, daha üst bir kuruluşa belirli yetkiler devret­ mesinin gerçek dünyada ne gibi gerçek sonuçlara yol açtığının ele alınacağını sanarak umutlanabilir. Ne de olsa kitabın daha ba­ şında, ilk altbölümdeyiz. Ama, Hardt ve Negri, somut dünyanın bu somut kuruluşunun egemenlik olgusundaki değişim içindeki yerini, kurumun kendisini değil, fikir babası Hans Kelsen’in dü­ şüncesini inceleyerek ele alıyor. Buradan doğan çelişkilerin, ulus devletlerin egemenliğinin aşılması yönünde bir dinamik yarattığı sonucuna varıyor ve sonra ... meseleyi Locke ve Hobbesa atfen iki ayrı teori temelinde geliştiriyor. Ve Birleşmiş Milletler altbölümü sona eriyor! Burada, postmodernizmin her türlü düşünceyi “metinlerarası” bir yörüngeye yerleştiren, böylece teoriyi teori üze­ rinde düşünmeye indirgeyen metodu yok sadece. Dünyayı Tin’in gelişim evrelerinin açılımı olarak inceleyen Hegel’in yönteminin bir karikatürü var. İncelenen ulusal egemenlik ya da İmparatorluk değil, bunların kavramları. Postmodernizm spekülatif felsefeyi yeniden canlandırıyor. Ama Hegel’e bütün gücünü veren diyalek­ tiği de belirtik biçimde reddederek! (251)r



“K



ü r e s e l l e ş m e d e n



İm



p a r a t o r l u ğ a



Artık esas tartışmamıza geçebiliriz. Hardt ve Negrinin mer­ kezi özgün tezi şöyle özetlenebilir: “Küreselleşme”, ulus devlet­ lerin gücünü, bütünüyle ortadan kaldırmamakla birlikte azaltır; 87



O l g u l a r ı h o r g ö r e n bu t ü r bir t e o r i s i z m , y e r y e r ç o k k ı s m i o l g u l a r d a n h a ­ r e k e tl e ve t e o r i k b i r ç e r ç e v e n i n k u r u l m a s ı n d a n b a ğ ı m s ı z o l a r a k t e o r i k d e n e b i l e c e k s o n u ç l a r a s ı ç r a m a y a ç a l ı ş a n a m p i r i s i s t b ir ak ıl y ü r ü t m e ile bi r l e şi y o r. H â k i m s p e k ü l a t i f t a r z ı n y a n ı n d a i k in c i l o l a r a k k a l a n bu i k i n c i m etod olojiye ö rn e k olarak , m e tin d e sözü edilen, proleter e n te r n a s y o n a liz ­ m i n i n s o n a e r d i ğ i n i n k a n ı t ı o l a r a k teki l b a z ı p o l i t i k m ü c a d e l e l e r d e n ç ı k a ­ r ı l a n a ş ı r ı g e n e l l e ş t i r i l m i ş s o n u ç l a r v e ri le b il ir .



171



172



I Sungur Savran



• Kod Adı Küreselleşme



ama zaman zaman savunulduğu gibi politik iktidarın önemi azalmaz. “Küreselleşme”, egemenliğin, hiyerarşik bir yapı içinde bir dizi farklı odakta yoğunlaşmasına yol açar. İmparatorluk bu karma yapıya verilen addır. Artık ulus devletler ya da hiçbir te­ kil ulus devlet emperyalizmin merkezi değildir. İktidar dağınık ve parçalanmış biçimde uygulanmaktadır. Bu yüzden de emper­ yalistler arası mücadele tarihe karışmıştır. Kuzey/Güney, çevre/ merkez, Birinci Dünya/Üçüncü Dünya ayırımlarının da anlamı kalmamıştır. Bunun anlamı, emperyalizm çağını da geride bı­ rakmış olduğumuzdur. “İmparatorluk miadını doldurmuştur” (20), çünkü emperyalizmin yapıtaşı ulus devletlerin egemenli­ ğidir. “Bir zamanlar tanık olduğumuz birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini (bütün bunları üstbelirleyen, bir örnek yapılandıran ve tartışmasız post-kolonyal ve post-emperyalist olan tek bir ortak hak nosyonu altında top­ layan) tek bir iktidar fikri alm ıştır” (33).88



İmparatorluksun bütün mimarisi bu kaide üzerinde yük­ seliyor. Ama daha bu kaidede Hardt ve Negri’nin düşün­ ce sisteminin gevşekliği bütün zaafıyla kendini sergiliyor. Descartes,"düşünüyorum, öyleyse varım” demişti, çünkü “dü­ şünme” eyleminin tanımlanmasının ya da hiç olmazsa betimlen­ mesinin gerekli olmadığını düşünüyordu. Hardt ve Negri “küre­ selleşme, öyleyse İmparatorluk” diyorlar... ve “küreselleşme”nin, bu dehşetli tartışmalı kavramın, ne olduğu konusunda merak­ lı okuyucularına tek bir kelime söylemiyorlar! Evet, Önsöz’de, “üretim ve mübadelenin asli unsurları -p ara, teknoloji, insan­ lar ve m etalar- ulusal sınırları giderek daha kolay geçiyor” (18) türünden günlük gazetelerin köşe yazılarında yer alabilecek sığ gözlemler var, ama “giderek daha kolay” türü nicel değişikliğe işaret eden bir gelişmenin neden nitel bir değişime, kapitalizmin 88



K u l l a n ı l a n di le b i r a z d i k k a t e d i l i r s e , y u k a r ı d a “s p e k ü l a t i f f el sef e” b a b ı n d a s ö y l e n e n l e r e iyi b i r ö r n e k l e k a r ş ı k a r ş ı y a o l d u ğ u m u z g ö r ü l e b i l i r . H a r d t ve N e g r i f i k i r l e r i n d e ğ i l g e r ç e k d ü n y a n ı n d e ğ i ş t i ğ i n i ileri s ü r ü y o r l a r . B u n u n i çi n y e n i b i r h u k u k o l g u s u v e y e n i b i r i k t i d a r g e r ç e ğ i o l m a s ı g e r e k i r . A m a o n l a r b i r “ h a k n o s y o n u ”n d a n v e b i r “ i k t i d a r f i k r i ’ n d e n s ö z e d i y o r l a r .



Solun "Küreselleşme" Kavrayışsı/lıfiı



tarihinde yepyeni bir döneme, yol açtığına ilişkin bir ipucunu bulmak mümkün değil. Yani, Hardt ve Negrinin dilini kullanırsak, kitabın temelini oluşturan “küreselleşme” bir “yok-kavram”. (Bunun, kendileri “alternatif bir küreselleşme” savunan yazarlar için ne kadar ağır sonuçları olacağı şimdiden tahmin edilebilir.) Örneğin, “para, teknoloji, insanlar ve metalar”ın üçüncüsünün sınırlardan “gi­ derek daha kolay” geçtiği kuşkulu olmakla birlikte, bir an bu önermenin doğru olduğunu varsayalım. Soru şu: Bu kolaylığı sağlayan nedir? Burjuva “küreselleşme” teorisinin iddiası, bunun temelinde teknolojik gelişmenin yattığıdır. Marksist bir açıdan bakıldığında ise bu, teknolojik indirgemeciliktir; eğer uluslara­ rası sermaye, 1979’da başlayan ve giderek çığ gibi genişleyen ne­ oliberal saldırısı çerçevesinde, meta, para ve sermaye akımlarını serbestleştirmeseydi, yeni teknoloji hiçbir biçimde kendiliğinden bu akımları kolaylaştıramazdı. Eğer öyle olmasa, Dünya Ticaret Örgütüne ya da IM F’ye ne gerek var? Neden, başta emperyalist­ ler olmak üzere, bütün dünyanın kapitalist devletleri DTÖ’de kafa kafaya vererek ticareti serbestleştirmek üzere “raund” üzeri­ ne “raund” yapıyorlar? Hardt ve Negri, “küreselleşme”yi içi görülemeyen karanlık bir kutu gibi anlaşılmaz kıldıkları için semptomatik olarak ilerlemek, bu kavramı kavrayışlarının bir teknolojik indirgemeciliğe dayanıp dayanmadığını başka söylediklerinden çıkarsamak zorundayız. Karşılaştığımız ilk önerme, yazarlarımız için son derece talihsiz: onlara göre”küreselleşme” “karşı konulamaz ve geri dönüşü ol­ mayan” (17) bir gelişme. Bunun “küreselleşme”nin teknolojik in­ dirgemeci açıklamasıyla neredeyse Siyam ikizleri gibi olduğunu saptamak kolay. Eğer “küreselleşme” neoliberalizmin bir ürünü ise (ve yeni teknolojiler bunu sadece kolaylaştırıyorsa), neoliberal stratejiye karşı sınıf mücadelesinin bir “karşı koyma” olduğu ve bu mücadele başarı kazandığı takdirde “küreselleşme”den geri dönüş olacağı açık. Yok eğer artık üretimin, dolaşımın ve ileti­



174



Sungur Savran



• Ko d Adı Kü re se ll e şm e



şimin teknolojisi kendiliğinden “küreselleşmece yol açıyorsa, o zaman “küreselleşme” elbette kaçınılmaz olur. Yani postmodern teorisyenlerimiz burjuva teorilerinin teknolojist tuzağına daha birinci adımda düşmüşlerdir. İkinci olarak, Hardt ve Negri “küreselleşmedin ulus dev­ letlerin egemenliğinde bir gerileme yarattığı fikrini savunurlar. Bu derece tartışmalı bir iddianın da ne kanıtı, ne de açıklaması vardır. Anlaşılan bu konuda da yazarlar liberal “küreselleşme” literatürünün tutsağı olarak kalmayı kendileri için bir sorun olarak görmemişlerdir. Ulus devletin zayıflaması, hatta (Hardt ve Negri açıkça buna katılmadıklarını belirtseler de) battal hale gelmesi konusundaki iddialar, 21. yüzyılda dünya kapitalizminin çok önemli özellikleri konusunda büyük yanılgıların kaynağı­ dır. Yukarıda çeşitli boyutlarını incelemiş olduğumuz bu soruna burada yeniden girmemiz gerekmez. Ancak Hardt ile Negri'nin argümanının özünü ilgilendirdiği için konunun iki boyutuna kı­ saca değinmek sorundayız. Birincisi, Hardt ve Negri’nin sandığının aksine “küreselleş­ me” süreci “pürüzsüz bir dünya” yaratmamıştır. “Ulusal sınır çizgilerini düzleyen küresel bir kontrol toplumunun kurulması, dünya piyasasının gerçekleşmesi ve küresel toplumun serma­ ye altında gerçek boyunduruğuyla el ele yürür” önermesi (341) yanlıştır. Dünya piyasasının (pazarının daha doğru bir çeviri olurdu) gerçekleşmesi (daha doğru bir deyişle bütünleşmesi) ulu­ sal sınırların (bazen de AB gibi ulus-iistü sınırların) belirlediği parçalılık temelinde olmuştur. Bunun nedeni, yukarıda ortaya koymuş olduğumuz gibi (bkz. Bölüm 2), ne ölçüde neoliberal politikalar benimserse benimsesin, her bir ulus devletin, devlet olmanın doğasından gelen, ulusal parası, kamu mâliyesi, sınıf ilişkileri rejimi (sendikalar, iş yasaları vb.) ve genel ekonomik yapısı dolayısıyla, dünya piyasası içinde özgül bir altbölüm oluş­ turmasıdır. “Pürüzsüz”, yani altbölümlerin kırıklarını içermeyen bir dünya piyasası fikri, artık üzerinde mücadele verilecek bir şey kalmadığı yanılsamasını yayarak, emperyalizmin (ya da Hardt



Solun "Küreselleşm e' Kavrayışsızhğı



ve N egrinin İmparatorluğunun) eline oynadığı için, bir kez daha kaçınılmazlık hayaletini karşımıza çıkarır. İkincisi, ve daha önemlisi, ulus devlet hâlâ sınıf iktidarının idame ettirildiği ve savunulduğu alandır. Sınıflar arasında ikti­ dar mücadelesi hâlâ ulusal düzeyde verilmektedir. Elbette, ya­ rın diyelim Arjantin’de ya da Türkiye’de proletarya iktidarı ele geçirip burjuvaziyi mülksüzleştirmeye yönelecek olursa, başta ABD ve AB olmak üzere sayısız güç ekonomik, politik, hatta as­ keri yöntemlerle bu iktidarı devirmeye çalışacaklardır. Ama bu, sınıf iktidarının ilk basamağının ulus devlet olduğu gerçeğini değiştirmez. Çünkü emperyalistlerin mücadelesi artık sınırları tanımlanmış bir toprak parçasında bir orduya sahip bir devlete karşı olacaktır. Bu durumda, ulus devletin önemi kalmadı de­ mek bütünüyle anlamsızdır. Zaten öteki kapitalist devletlerin ve emperyalistlerin başarılı devrimlere karşı müdahalesinde de yeni hiçbir şey yoktur. Paris Komününden Ekim Devrimi’ne, Vietnam ve Kore’den Sandiııist Nikaragua’ya, bütün kapitalist tarih bunun örnekleriyle doludur. Kaçınılmazlık ve ulus devletin egemenliğinin sonu tezlerinin dışında, Hardt ve Negrinin, üçüncü bir tez olarak “küreselleş­ me” ile birlikte emperyalizmin sona erdiğini ileri sürdüğünü bi­ liyoruz. Bu meseleyi daha ayrıntılı olarak tartışmamız gerekiyor. Yine de şimdiden bir ara sonuç çıkarmakta yarar var. Bu satırların yazarı, İmparatorluksun yayınlanmasından dört yıl önce, 1996’da kaleme aldığı bir yazısında,89 liberal “küreselleşme” teorisinin üç temel özelliğe sahip olduğunu ileri sürmüştü: “küreselleşme’ nin ulus devleti anlamsız kıldığı iddiası; kaçınılmazlık fikri; emper­ yalizm dönemini sona erdirmesi. Hardt ve Negrinin “küreselleş­ me” anlayışı bu tarife tıpatıp uyuyor. Ne tuhaf değil mi?



89



S u n g u r S a v r a n , “ K ü r e s e l l e ş m e m i , U l u s l a r a r a s ı l a ş m a m ı? ( 1 ) ”, sayı 16, K a s ı m 1 9 9 6 .



Sınıf Bilinci,



176



I Sungur Savran



E



• Kod Adı Küreselleşme



m p e r y a l iz m



n e



a n l a m d a



so n a



e r d i



?



Hardt ve Negri nin emperyalizmin sona erdiği yolundaki tezi ciddiye alınarak deşildiğinde, gerçekte karşımıza üç temel da­ yanak çıkıyor: uluslar ve ülkeler arasındaki hiyerarşik düzenin sona erişi, kapitalizm açısından “dışarısı” ile “içerisi” arasındaki ayırımın sona ermesi ve farklı emperyalist devletler arasında re­ kabetin gününü doldurması. Hardt ve Negri, dünya sisteminde ezen ve ezilen uluslar ara­ sındaki karşıtlık konusunda olsa olsa hafif olarak nitelenecek bir tavra sahipler. Üçüncü Dünyanın varlığının sona ermiş olduğu­ nu ileri sürüyorlar (19). 80’li yıllardan bu yana sayısız peygamber üçüncü dünya’nın sonunu ilan etti.90 Yazarlar bu literatüre atıf dahi yapmıyorlar. Oysa, bugün yaşadığımız dünyanın “küresel­ leşme” denen evreden önceki dünyaya göre uluslar arasında daha da büyük eşitsizliklerle örülmüş olduğu, artık sağır sultanın bile duyduğu bir şey. Örneğin, insanların yarısından fazlasının “obezliğin” yarattığı sağlık sorunları ile boğuştuğu ABD ya da Almanya gibi ülkeler ile nüfusunun % 70’i acil açlık sorunlarıyla karşı karşıya olan Malavi arasındaki farklılıklar söz konusu oldu­ ğunda, İmparatorluktu izleyecek olsak, bunların “nitelik farklılık­ larından çok nicelik farklılıklarının olduğunu söylemek” (344) gerekecekti. Bu tür bir niteleme, boy ve kilo sayıları bakımından doğru olabilir, ama son tahlilde “nicel” ve “nitel” kavramlarıyla (ve açlıktan kavrulan insanlarla) alay etmektir! ABD kendisin­ den iki yüz kat yoksul (kişi başına 32 bin dolara karşı 160 dolar milli gelir) Afganistan’ı bombaladığında, bu rakamlar nicel bir ölçeğe dizilebilir, ama bundan ötesini söylemek bir şaka gibidir! “Üçüncü Dünya”, başlangıçta dahi, yanlış bir teoriden türemiş sakat bir kavramdı. O teoride “Birinci” ve “İkinci” olarak ad­ landırılan dünyaların bütünüyle değişmesinden sonra teorik bir



90



‘ Y iğid i öldür, h a k k ın ı y e m e ” dem işler. B izim sap ta y a b ild iğ im iz k a d a rıy la bu k o n u d a ilk o l m a n ı n o n u r u bu k i t a b ı n b a ş ı n d a n b e r i k ı y a s ı y a e l e ş t i r d i ­ ğ i m i z Ni ge l H a r r i s ’i n d i r ( 1 9 8 6 ) .



Solu n 'Küreselleşme'' Kavrayışsı/lı^t



kavram olarak iyice şekilsizleşmiştir.91 Ama bir gerçekliğe işaret eden politik bir kavram olarak hâlâ anlamlıdır. Çünkü milyon­ larca, milyarlarca insanın dilinde, “üçüncü dünya”, emperyaliz­ min boyunduruğu altında ülkeler anlamına gelmektedir. Ve bu anlamıyla varlığını sürdürmektedir. Evet, parçalanmıştır: Güney Kore ile Angola, Brezilya ile Salvador, Türkiye ile Yemen, sos­ yoekonomik yapıları bakımından bütünüyle farklılaşmışlardır. Ama emperyalizme tabi olmak bakımından bu ülkeler arasında (hâkimiyet tarzı farklı olsa bile) bir ortak özellik hâlâ mevcut­ tur. Yani çarpık bir teorinin ürünü olan büyük harfle “Üçüncü Dünya” sona ermiş olabilir; ama küçük harfle üçüncü dünya hâlâ sefalet içinde kıvranıyor. Siz istediğiniz kadar, “üçüncü dünya sona erdi” deyin. Üçüncü dünya, 11 Eylül karşısında sevinenlerin dünyası olarak varlığını sürdürüyor. Hardt ve Negri’nin ikinci dayanağı, kapitalizmin yayılma91



B u r a d a “ Ü ç D ü n y a ” t e o r i s i n i n a y r ı n t ı l ı bi r e l e ş t i r i s i n i y a p m a k s ö z k o n u ­ su d e ğ i l . K ı s a c a şu s ö y l e n e b i l i r : Bu t e o r i n i n m e r k e z i ç e k i r d e ğ i S o v y e t l e r B i r l i ğ i n i n “s o s y a l e m p e r y a l i s t ” b i r ü l k e o l d u ğ u , d a h a s ı A B D k a r ş ı s ı n ­ da esas yükselen e m p e r y a liz m



o ld u ğ u tezlerine d a y a n ıy o rd u . T e o rin in



a l a y u v a l a ile il a n e d i l m e s i n d e n e n f a z l a iki o n yıl s o n r a , ö n c e 1 9 8 9 d a D o ğ u A v r u p a ’d a y a ş a n a n “ k a m p ” d e ğ i ş t i r m e s ü r e c i k a r ş ı s ı n d a S o v y e t l e r B i r l i ğ i n i n p a r m a ğ ı m k ı p ı r d a t m a m a s ı , s o n r a 1 9 9 1 ’d e k e n d i s i n i n d a ğ ı l m a s ı h e r iki tezi de t u z l a b u z e d e c e k t i . T a bi i bu b ü y ü k d e ğ i ş i k l i k s o n r a s ı n d a bu d â h i y a n e t e o r i y i s a v u n a n n e r e d e y s e k a l m a m ı ş t ı r . B u a r a d a şu n o k t a ­ ya d a i ş a r e t e d e l i m : H a r d t ve N e g r i , “ İ k i n c i D ü n y a ’n ı n y e r i n d e y s e yel le r e s i y o r ” d e r k e n ( 1 9 ) , belli ki, g ü n ü m ü z d e b i r ç o k i n s a n ı n d ü ş t ü ğ ü t u z a ğ a d ü ş ü y o r l a r . “M a o Z e d o n g d ü ş ü n c e s i ”ne g ö r e “ İ k i n c i D ü n y a ” o z a m a n l a r “s o s y a l i s t ü l k e l e r ” d iy e a n ı l a n ü l k e l e r d e ğ i l d i r . ( B u g ü n “y e r i n d e ye ll er e s i y o r ” ifad esi ile k a s t e d i l e n a ç ı k ki b u ül k el er. ) H e m k a p i t a l i s t , h e m d r “s o s y a l i s t ” o l a r a k a n ı l a n b l o k l a r ı n i k i n c i l d e r e c e d e k i g ü ç l e r i d i r ( e s a s ol.ı r a k B e r l i n D u v a r ı n ı n iki t a r a f ı n d a k i A v r u p a ) . Y a n i e m p e r y a l i s t Balı Av r u p a d a “ İ k i n c i D ü n y a ”n ı n bi r p a r ç a s ı y d ı . B u n u y e r i n d e “ y e l l er e sl i ğ i "m s ö y l e m e k n e m ü m k ü n ! T a m t e r s i n e bu ü l k e l e r t o p l u l u ğ u , A v r u p a Birliği ile r ü z g â r gibi e s i y o r ! Ö t e y a n d a n S o v y e t l e r B i r l i ğ i n i n k e n d i s i ise “ l i i ı in ci D ü n y a ’ n ı n , h e m d e y ü k s e l e n ül k e si y d i . G e n ç l e r i n bu h a l a y ı y;i|>ın.ıst n o r m a l . N e g r i gibi, ü s t e li k M a o c u h a r e k e t i n K ü l t ü r D e v r i m i s o m . i m i k I . i ç o k g ü ç l ü o l d u ğ u b i r ü l k e d e m ü c a d e l e v e r m i ş bi r eski tü fe k



ı s m d . n ı hu



u n u t k a n l ı k , M a r k s i z m e il i şk i n g e n e l “u n u t k a n l ı ğ ı ’Yıın bi r b e l i r l i s i «il.ir.ik görülebilir.



178



Sungur Savran



• Kod Adı Kü reselleşm e



sı açısından "dışarısı” ile “içerisi” ayırımının sona ermesi, baş­ ka bir deyişle, bütiin dünyanın kapitalistleşmesidir. Bu konuda “Emperyalizmin sınırları” altbölümünde sergilenen argüman­ ları son derece tuhaftır. Argüman karakteristik tarzda yine “mel in İcra rası”dır, yani emperyalizmin gelişmelerinin ince­ lenmesi yerine emperyalizm teorilerinin okunmasına dayanır. Emperyalizm açısından “dışarısının önemi bütünüyle Rosa l.ııxemburgun emperyalizm teorisine yaslanarak açıklanır. Oysa yukarıda gösterildiği gibi (bkz. Bölüm 3 e Ek), bir Marksist ola­ rak bütün teorik ve devrimci gelişkinliğine karşın, Luxemburgun emperyalizm teorisi derin bir eksik tüketimci hata ile baştan sa­ katlanmış bir argümana dayalıdır. İşin tuhaflığı da zaten burada ortaya çıkar. Çünkü Hardt ve Negri kapitalizm için “dışarısının gerekliliği meselesini ilk kez ele aldıklarında şöyle bir dipnotu düşmekte beis görmemişlerdir: Bu argüman, üretilen tüm metaları tüketememenin kapitaliz­ min hayati kusuru olduğunu ve zorunlu olarak çöküşüne neden olacağını savunan bir dizi yetersiz-tüketimci teori doğurmuş­ tur. Birçok Marksist ve Marksist-olmayan ekonomist, inandırıcı bir biçimde kapitalizmin çok üretip az tüketme eğiliminin fela­ ketini getireceğine ilişkin fikirlere karşı çıkmıştır. (236n) “İnandırıcı bir biçimde” ibaresinin altını sonradan ben çizdim. Demek ki, Hardt ve Negri de, bizim gibi, eksik tüketimci teorinin “inandırıcı bir biçimde” çürütüldüğü kanısındadır. Ama “dışarısı” ile ilgili bütün argüman da bu teoriye dayandırılmaktadır! Bugün dünya bütünüyle kapitalistleştiği için bir dışarısı kalmamıştır. Yani kapitalizm artık içsel çelişkilerini emperyalizm aracılığıy­ la dışarıya aktarma olanağını tüketmiştir. Oysa, Luxemburg’un eksik tüketimci emperyalizm teorisi yerine çok daha sağlam te­ mellere oturan Lenin’in teorisi temel alınsaydı, dünyanın bütünü incelenirken, içerisi/dışarısı ayırımının değil, emperyalistler arası rekabetin sonucunda ortaya çıkan dünyanın bölüşümü mücade­ l e s i n i n belirleyici olduğu ortaya çıkardı. Bu konuda ise 2 0 . yüz­ y ı l k ı ş ı i l e 2 1 . yüzyıl başı arasında fark yoktur, çünkü Lenin’in



Solun "Küreselleşme" Kavrayışsızhâı



| 179



emperyalizme ilişkin klasik tanımının beşinci noktası tam da “dünyanın emperyalistlerce bölüşümünün tam am lanm asrdır. Olsa olsa, 21. yüzyıl başı, tam tersine, 20. yüzyılda yaşanan devrimlerden doğan işçi devletlerinin dünya pazarından bir ölçüde kopmuş olması dolayısıyla, yüzyıl sonunda buralarda yaşanmaya başlanan kapitalist restorasyon süreci içinde bölüşüm bakımın­ dan yeni alanların ortaya çıkması dolayısıyla dünyanın bölüşü­ münün yeniden bir atak yapması özelliğini taşır. Ama zaten esas sorun da dünyanın emperyalist sermaye ve devletlerce bölüşümünün Hardt ve Negri açısından artık bir öne­ minin kalmamış olmasıdır. Çünkü onların üçüncü dayanağı tam da emperyalist devletler arasında rekabetin sona erdiği önerme­ sidir. Negri, sol liberal İngiliz dergisi New Statesman'a verdiği demeçte bu tezin ne kadar önemli olduğunu şöyle ifade ediyor: “Büyük değişim uygar uluslar arasında savaşın olanaksızlığıdır”^ Tipik biçimde, bu dayanak da ileri sürülmekte, ama temellendirilmesi açısından gerçek dünyadan hiçbir kanıt sunulmamaktadır. Burada da kanıt, Kmetinlerarası”dır. Yazarlar, Luxemburg’dan sonra devrimci Marksistler açısından son derece önemli bir ikin­ ci tanığa başvuracaklardır: Lenin. ... emperyalizm kavramını politik olarak irdeleyen Lenin, her­ hangi bir Marksistten çok daha başarılı bir biçimde, sermayenin emperyalizmden öte yeni bir aşamaya geçişini öngörebilmiş ve ortaya çıkmakta olan emperyal egemenliğin yerini (daha doğru­ su yok-yerini) tespit etmişti. (246) Kabul edilmeli ki, kapitalizm devam ederken emperyalizmin sona ermiş olduğu tezini (İmparatorluk tezi) emperyalizmin baş teorisyenine bağlamak, çok “şık” bir teorik argümandır! Hepimiz şapkalarımızı Hardt ve Negrinin bu ustalığı için çıkarmaya hazır olurduk. İş ki, söz konusu “şıklık” Marksist teori tarihinin gör­ düğü en büyük tahrifat ve revizyon vakaları arasında parmakla gösterilecek örneklerden biri olmasaydı. 92



A k t a r a n C a l l i n i c o s , a . g . m . , s. 2 0 1 . “ U y g a r ” u l u s l a r ! N e g r i ’ni n v a t a n d a ş ı B e r l u s c o ı ı i ile a y n ı dili k u l l a n d ı ğ ı n ı g ö r m e k ne acı!



180



Sungur Savran



• K o d Adı Kü re se lle şm e



Emperyalizm teorisi ile biraz tanışıklığı olanlar, Kautsky ile Lenin arasındaki büyük ayırımın, ilkinin bütün emperyalistlerin kalıcı bir barışçı anlaşmaya ulaşabileceği bir ültra-emperyalizm aşaması öngörmesine karşılık, Lenin'in emperyalist sermayeler arası rekabeti ve emperyalist devletler arası çatışmayı kaçınılmaz görmesi olduğunu bilirler.93 Bu tartışma çerçevesinde, kolay top­ tancılığı her zaman reddetmiş olan düşünce titizliğiyle, Lenin ince bir ayrıntıyı vurgulamadan edemez. Eğilim, dünya çapında tek bir tröstten yanadır, ama buraya ulaşılmadan kapitalizm ve emperyalizm mutlaka çökecektir. İşte Hardt ve Negri, Lenin’in bu eğilim üzerine söylediklerini temel alarak, emperyalizmin 21. yüzyıl başında sona ermiş olduğu tezinin köklerini onun düşün­ cesine dayandırıyorlar. Ama bu Lenin’i Kautsky’leştirmektir! Çünkü Lenin “ültra-emperyalizm” aşamasının gerçekleşmesini, açıkça bir önkoşula bağlamıştır: tek bir dünya tröstü. Oysa bugün dünyada, birbiriyle rekabet etmekte olan ABD, Avrupa ve Japon tekelleri mevcuttur. Bu önkoşuldan bağımsız olarak, Lenin’in ültra-emperyalizm taraftarı olduğunu ileri sürmek, entelektüel sahtekârlık kategorisine girer. Hardt ve Negri, “Kautsky haklıydı, Lenin haksızdı” deselerdi çok daha dürüst bir iş yapmış olurlardı. Çünkü gerçekten de “İmparatorluk” ültra-emperyalizm aşama­ sının yeni adıdır. Burada, İm paratorluk 'un karanlık ve kurnaz yanını keşfediyoruz. Hardt ve Negri, Kautsky nin teorisinin gü­ nümüzdeki temsilcisi oldukları halde, bu teorinin atası olarak Luxemburg ve Lenin’i gösteriyorlar. Çünkü kitap hâlâ devrimci retoriği terk etmemiştir. Bu retorik için Kautksky’nin pek de iyi bir referans olmadığını kim yadsıyabilir?



A



ri



D E V R İM M İ, P R O L E T E R E N T E R N A S Y O N A L İZ M İ M İ?



Emperyalizmin sona ermesinin ve İmparatorluk döneminin başlamasının, Hardt ve Negri açısından toplumsal ve politik mücadeleler bakımından son derece önemli bir sonucu vardır. '



L e n i n - K a u t s k y t a r t ı ş m a s ı i ç i n b k z . a ş a ğ ı d a B ö l ü m 12.



S o lu n ‘'Kür ese lle şm e'' K av ra y ı şs ız lı ğ t



I 181



ı



Artık her türlü yerel mücadelenin anlamı ortadan kalkmıştır. Yazarlar, kitabın en iyi bölümlerinden birinde, başka alanlardaki postmodernist yaklaşımlarının tam tersi bir yönelişle, “kimlik” politikasına dayalı yerel mücadelelerin “emperyal aygıtsın eline oynayabileceğini vurgularlar. (68-70) Ne var ki, bu tür bir tehli­ keye işaret etmek başka bir şeydir, mekâna ve yere dayalı bütün mücadeleleri toptancı bir tarzda mahkûm etmeye varan bir mut­ lakçılık başka. İm paratorluk1un günümüzde toplumsal ve politik mücadeleler açısından temel önermesi bu ikinci yaklaşım doğ­ rultusundadır. Kısaca ifade edilirse, Hardt ve Negri nin bu konu­ daki yaklaşımı, mücadelenin dolayımsız tarzda küresel olması gerektiği biçiminde özetlenebilir. Bu genel önermeye eşlik eden (ve oldukça muğlak biçimde ifade edilen) programatik hedef ise alternatif bir küreselleşme için mücadeledir. Hardt ve Negri nin bu mücadele programının taşıyıcısı olarak gördükleri toplumsal özneye multitude “çokluk” adını verdiğini biliyoruz. Yazarlar bu toplumsal kategori ile proletaryayı zaman zaman özdeş biçimde kullanırlar. Bu proletarya M a ^ ın , çifte anlamda “özgür” ücretli emekçisinden farklıdır. Yazarlara göre bugün proletarya, ister ücret biçimi altında olsun, ister başka tarzda, kapitalist disipline şu ya da bu biçimde tabi olan, serma­ yenin “içinde” olup onu ayakta tutan bütün katmanları kapsar (77-78 ve 403). Bu sınıf tanımının çok tartışmalı birtakım nokta­ lar içerdiği açıktır, ama biz bu kitabın konusunun getirdiği sınır­ lar çerçevesinde bu konuya girmeyecek, konumuzu kapitalizmin bir dünya sistemi olarak özellikleri ve ona karşı mücadele ile sı­ nırlamaya devam edeceğiz.



B îr



d e v r im c î



ö z n e



o l a r a k



“ç



o k l u k







Hardt ve Negri çokluğun “devrimci doğa’ ya sahip, “baş edil­ mesi imkânsız bir kuvvet” olduğu kanısındadır (396). “Bu hipo­ tezi teyit etmek için” geliştirdikleri akıl yürütme, bütünü birçok zaafla malul olan İmparatorluk un en patetik, hatta yer yer gro-



IK 2



1



.



ujvran



■ Kod Adı Küreselleşme



tcsk özellikler taşıyan bölümüdür. Yazarlar çokluğun devrimci potansiyelini ortaya koymak için önce, son derece tartışmalı olan bir tezle çokluğun “hayatı otonom olarak ürettiğini” (397) ileri sürerler. Ancak bunu şu pasaj izler: “Burada gayet haklı olarak, bütün bunların hâlâ çokluğu, bırakın kendi kaderini eline alma potansiyeli taşıyan bir özne olmayı, hakkıyla bir politik özne ola­ rak bile kurmak için yeterli olmadığı itirazı getirilebilir” (397). Bu çok haklı itirazı karşılamak için yazarlar önce spekülatif fel­ sefenin doruğuna kaçarak çokluğun kaçınılmaz olarak bir “telos” içerdiğini iddia ederler (397); ardından, işçi ve emekçi kitlelerin gerçek dünyasına inerek bir kez daha sorarlar: “Çokluğun eylem­ leri nasıl politik olabilir? Çokluk İmparatorluğun baskısına ve durmak bilmez bölgesel ayrımcılığına karşı enerjilerini nasıl ör­ gütleyebilir ve yoğunlaştırabilir?” (400). Şimdi aynı yere dönmüş bulunuyoruz. Yazarlar bu sorunu çözmek için ikinci bir çaba gös­ terir. “Bu sorulara verebileceğimiz tek yanıt şudur: Çokluğun ey­ lemi asıl olarak İmparatorluğun merkezi baskıcı faaliyetleri kar­ şısına doğrudan ve yeterli bir bilinçle dikildiği zaman politik hale gelir” (400). Ama bu “tek yanıt” bir cevap değil, bir totolojidir: bu cümlenin öznesi de, yüklemi de aynı şeyi söyler, çünkü politika­ nın (en azından devrimci politikanın) tanımı budur! Hardt ve Negri güçlüğü çözemediklerini sezerler ve yeniden geri dönerler: "Yine de, çokluğun bu görevi, kavramsal düzeyde açık olmakla birlikte, oldukça soyut kalıyor. Hangi özgül ve somut pratikler bu politik projeye can verecek?” (400-401).94 Mesele kavramsal bir düzeyde dahi açıklığa kavuşmamıştır, ama yazarlar ikinci ve doğru soruyu kendileri soruyor, somut düzeye geçmek istiyorlar. Cevapları ise acıklı: “Bu noktada bir şey söyleyemiyoruz.” (401) Argümanın sonu. Bir aciz itirafı! 1lardt ve Negri nin çokluğun “baş edilmesi imkânsız bir kuv-



‘>•1



lıirkçe m etin d e b u rad a çev irid en ya da d a h a b ü yü k ih tim alle dizgiden k a y n a k l a n a n bi r h a t a v a r : “specific ” s ö z c ü ğ ü , “ ö z g ü l ” ile k a r ş ı l a n m a s ı g e ı«‘k i r k e n “ ö z g ü n ” o l a r a k y a z ı l m ı ş . B k z . M . H a r d t / A . N e g r i ,



E m pire , H a r v a r d



l Jııivorsily P r e s s C a m b r i d g e , M a s s a c h u s e t t s , 2 0 0 0 , s. 3 9 9 - 4 0 0 .



Solu n "K ü r es e ll e şm e ' Kavrayış\ı/ln'i;



!



vet” olduğu iddiasını gerekçelendirmek için ortaya koyduğu ar­ gümanın bu denli kof olduğuna inanmayanlar, kitabın işaret edi len sayfaları arasındaki bölümleri okuyarak kendi adlarına karar verebilirler. Bu tablo karşısında bizi ilgilendiren, yazarların sor dukları ve cevaplayamadıkları sorular değil. Çünkü bizce o soru­ ların cevabı yok. Bizi ilgilendiren şu: Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin sürekli sömürü ve baskısına maruz kalan uluslararası işçi sınıfını, emekçileri ve bu dünyanın bütün ezilenlerini kap­ sayan “çokluk” kategorisinin devrimci potansiyelini açıklamak neden bu kadar güç? Bizim cevabımız ne soyut, ne de speküla­ tif: im paratorluk , bütün ulusal iktidar odaklaşmalarını tablonun dışında bırakan kavramlaştırmasıyla dünyanın emekçi ve ezilen kitlelerinin devrimci potansiyelinin dinamiklerini keşfetme ola nağını kendi eliyle ortadan kaldırmıştır. Emperyalist-kapitalist dünya sistemi bir bütündür; ama bu bütünlük hâlâ ulusal sınıf bölümlerinin ve ulus devletlerin damgasını taşır. Bu yüzden, ezi­ len kitlelerin üzerindeki boyunduruk da, bu boyunduruğa karşı verecekleri mücadele de dolayımsız olarak emperyalizmle ilişki içinde ortaya çıkmaz. Her bir ülkenin işçi sınıfı kendi ülkesin­ deki burjuvazinin iktidarına karşı kısmi ya da bütünsel mücade lelerle başlar işe. Emperyalizm, varılan ulus devletler sisteminde somutlaşır ve cisimleşir. Dolayısıyla, emperyalist-kapitaliznıe karşı dolayımsız iktidar mücadelesi, ancak varılan ulus devletler sisteminde yer alan tekil burjuva devletlerine karşı verilebilir/' Bir sistem olarak emperyalist kapitalizme karşı verilecek ıııuca dele, zorunlu olarak ulus devletler dolayımından geçecektir. Itu dolayımı göz önüne almayan, büyük kitlelerin sömürül inesi nin ve ezilmesinin somut koşullarından soyutlamış olacağı isin, ıs yan ve devrimin somut dinamiklerini de keşfedemez. Elbette, emperyalist çağda dünya sistemi ulus devletlerden ibaret değildir ve dolayısıyla hiçbir ülkenin emekçilerinin ve e/i 95



A B ö z g ü n b i r v a k a d ı r : B u r a d a m ü c a d e l e h e m tekil u lu s d e v l e l l e r e . h e m de o l u ş u m h a l i n d e b i r d e v l e t y a d a b i r p r o t o - d e v l e l o l a r a k A l i 'y e k a ı ş ı y ur ıı t ü l e c e k t i r . B u k o n u d a bk z. y u k a r ı d a B ö l i im 6.



IH.l



•I



uru/ur



avrnn



• Kod Adı Kü re se lleşm e



içlilerinin devrimci mücadelesinin hedef alması gereken güçler ulus devletlerle sınırlı değildir. Neoliberalizmin ve “küreselleş­ me” stratejisinin ardındaki esas sosyoekonomik güç olan mega kapital çağında, burjuva devletinin bazı işlevleri bir dizi uluslara­ rası örgütle paylaşılmaya başlamıştır (IMF-Dünya Bankası-DTÖ üçlüsünün yanı sıra BM, NATO, AGİT ve bir dizi daha az önemli örgüt). Dolayısıyla, bu örgütler mücadelenin her bir aşamasında kitlelerin karşısına çıkabilir. Kitlelerin cevabı da, tekil ülke için­ de ya da uluslararası eylemler aracılığıyla bu örgütlere karşı mü­ cadelenin gereklerini yerine getirmek olmalıdır. “Küreselleşme karşıtı” hareketin varlığının temeli de, çağdaş dünya kapitaliz­ minin bu özgül yapısının bir ürünü olmuştur. Dikkat edilirse, “küreselleşme karşıtı” hareket, Seattle’dan sonra iki tarz eylem düzenlemiştir. Bunlardan dar anlamda “küreselleşme karşıtı” olarak anılabilecek olanları, dünya kapitalizminin bütünselliğini gerçek (DTÖ, IMF, NATO vb.) ya da sembolik (Dünya Ekonomik Forumu, yani Davos) düzeyde yönlendiren uluslararası örgütle­ re karşıdır. Öteki eylem türü, Seattle’dan esinlenmekle birlik­ te gerçekte hedefi, inşa halindeki tek bir burjuva (emperyalist) devlete, yani AB’ye karşı mücadele olan türdür. Nice, Göteborg, Cenova, Laeken, Barselona ve Sevil eylemleri hep bu türdendir. Görüldüğü gibi, “küreselleşme karşıtı” hareketi klasik emper­ yalizm teorisinin terimleriyle yerleştirmek ve özgünlüğünün te­ melini mistifikasyona başvurmaksızın açıklamak mümkündür. Bu açıklama, İm paratorluk tipi açıklamaya göre şu çok önemli gerçeği vurgulama olanağını da verir bize: “Küreselleşme karşıtı” eylemler tekil ülkelerde sınıf mücadelesiyle ve bütün ezilenlerin kurtuluşu yolundaki çabalarla bileşik tarzda gelişmediği takdir­ de, son tahlilde başarısızlığa mahkûmdur. Çünkü 21. yüzyılın başında dahi, emperyalist sistemde iktidarın yeri hâlâ, aynı za­ manda silahlı gücün de yeri olan, ulus devletlerdir. Bu noktayı kapatmadan önce, bir itirazı karşılamak yararlı a v f ür )



*



K o d A d ı Ku ,



"Hey^e



Harvey’in de yeni bir New Deal uygulandığı takdirde, Kautsky’nin öngörüsünün doğrulanacağını belirttiği hatırımızdadır: S o n u ç ta , K a u t s k y ’nin ço k ö n c e d e n ö n g ö r d ü ğ ü gibi, kapitalist g ü ç l e r i n k oalisy on u yla ulaşı lan d a h a y a ra r lı yeni bir ‘Yeni A n l a ş ­



m a ’ e m p e r y a l i z m i n e d ö n ü l e c e k ti r .157



Ne tuhaf değil mi? Lenin eski, ama Kautsky değil! Aynen, M arx’ın 19. yüzyılda kaldığını söyleyip duran, ama kendileri 18. yüzyılın Adam Smith’ini tekrarlayan neoliberaller gibi! Bu yazının girişinde belirttiğimiz bir gerçek burada çıplak biçimde ortaya çıkıyor. “Yeni” emperyalizm teorisyenlerinin Lenin’e yönelttiği eleştirilerin, gerçek dünyanın geçirdiği değişi­ mi değil, bu yazarların kendi politik ve akademik önyargılarını yansıttığını söylemiştik. Eğer gerçek dünya köklü biçimde değiş­ miş olsaydı, Lenin’in çağdaşı Kautsky de eskimiş olurdu. Oysa, bugün yapılmakta olan Lenin’e karşı Kautsky nin yeniden can­ landırılması ve piyasaya sürülmesidir. Bu, kapitalizmin 20. yüz­ yıl başından itibaren dünyaya verdiği biçimin iki farklı kavranışı arasındaki bir tartışmadır. Eski ile yeninin tartışması değildir. “Yeni” emperyalizm teorisyenleri Kautsky nin emperya­ lizm teorisinin her yönüyle aynı fikirde değildir elbette. Ama Kautsky’nin emperyalizm sorununa yaklaşımda benimsediği yöntem sel bakış açısını “yeni” emperyalizm teorisyenlerinde de bulmak mümkündür. Lenin emperyalizmi kapitalizmin ekono­ mik gelişmesinin bir aşaması olarak kavrıyor, bu ekonomik özün kavranamaması halinde modern savaş ve politikadan hiçbir şey anlaşılm ayacağını iddia ediyordu. (CVV, 22, 188) Kautsky ise, emperyalizmi kapitalizmin bir aşaması olarak değil, sermayenin “tercih ettiği” bir politika olarak sunmuştur. Yukarıda Harvey’in nasıl emperyalizmi “seçenek”lerden biri olarak kabul ettiği­ ni görmüş bulunuyoruz. Panitch/Gindin ise zaten emperyaliz­ mi ekonomi temelinde ele almaya karşıdır, devlet teorisinin bir I



>7



I larvcy, Yeni E m p ery a liz m , a.g.y., s. 173.



Solun "Küreselleşme



Kavrayışsunğı



uzantısı olarak açıklamaktadır. Kautsky politika ile ekonomiyi birbirinden koparmaktadır. Harvey, Miki mantık” teorisiyle aynı şeyi yapıyor. Panitch/Gindin ise zaten Lenin’i devlet teorisinde indirgemecilikle suçluyor. Ve elbette Kautsky’nin kapitalizm al­ tında ebedi barış öngören “ültra-emperyalizm” fikri “yeni” em­ peryalizm teorisyenlerince de kucaklanıyor. Kautskynin emperyalizm teorisinin yeniden canlandırılma­ sının ne anlama geldiğini kavrayabilmek için bu teorinin içeri­ ğini biraz deşmekte yarar var. Önce ültra-emperyalizmin nasıl tanımlandığına bakalım: ... şu a n d a k i e m p e ry a l i s t p o l i ti k a n ı n yerini yen i, ü l t r a - e m p e r y a l i s t bir p o litik a n ın a lm a sı, ulusal fin a n s kapita llerin m ü c a d e le s i n in y erini birle şm iş u lu sla ra ra sı f in a n s kapita lin d ün yay ı o r t a k bi­ ç i m d e s ö m ü r m e s i n i n alm a sı olasılığı... H e r d u r u m d a k a p i ta l i z ­ m i n bu t ü r yeni bir



evresi olasılık d a h i li n d e d i r .158



Burada iki noktanjn altının çizilmesi gerekiyor. Yukarıdaki pasajda altını bizim çizdiğimiz “evresi” sözcüğünün de gös­ terdiği gibi, Kautsky için ültra-emperyalizm sadece belirli bir konjonktürde emperyalist ülkelerin benimseyebileceği bir po­ litika veya konjonktürel bir dizi gelişmenin ürünü ve geçici bir durum değildir; kapitalizmin gelişmesinde aynen “Manchester kapitalizmi” (yani serbest ticaret kapitalizmi) veya emperya­ lizmin kendisi gibi bir evredir.159 İkincisi, Kautsky sadece ba­ rışçı bir emperyalizm hayal etmiyor. Sermayelerin ve kapitalist devletlerin ekonomik alandaki çatışmasının da yerini ortak bir sömürünün alacağını ileri sürüyor. Ültra-emperyalizmi tanım ­ layan öğeler “uluslar arasında bir anlaşma, silahsızlanma, kalıcı



158



“D ue şeritti per una re v isio n e ” (1 915), L ’imperialismOy a.g.y., s. 128. V u rgu bizim .



159



Bkz. “Stato nazionale.. ”, a.g.y., s. 128-29. B urada, aynı z a m an d a, K au tsky’nin dü şüncesinin bir çelişki ile m alûl olduğunu gö rü yoru z. Kautsky, L e n in e ve ark ad aşların a karşı, em peryalizm in bir aşam a değil bir politika olduğunu v u rg u lu yor; am a iş ü ltra-em p ery alizm e gelince, bu bir politika değil, bir aşam a oluyor. H atta em p eryalizm in kendisi bile bir aşam a haline geliyor.



243



244



I Su n g u r S a v r a n



• K od Adı K ü res el le şm e



bir barış”tır.160 Kautsky bunu 1915 yılında, yani emperyalist ül­ keler birbirinin boğazına sarılmışken, Avrupa uygarlığını ve in­ sanlığı bir felaketin içine yuvarlamışken, kendisinin en önemli lideri olduğu II. Enternasyonalin katkısıyla farklı uluslardan işçiler ve köylüler birbirini doğrarken yazıyor! Burada kapita­ lizmi kitlelerin gözüne güzel göstermekten başka bir sonuçtan söz edilebilir mi? Bu tür barışçı bir emperyalizmin hayal edilebilmesinin Kautsky’nin çalışmasındaki maddi temeli, burjuvazinin uiyi” ve “kötü” dilimlere ayrılmasıdır. Bir yanda, sanayi sermayesi var­ dır; öte yanda ise finansal sermaye.161 Sermayenin bu iki dilimi­ nin özelliklerini Kautskynin kaleminden okuyalım: Sanayi s e r m a y e s i ... b a şla n g ıc ı n d a n itibar en t ica ret ve f i n a n s s e r­ m a y e sin d e n farklı e ğ il i m l e r sergiler. H a lk la r a r a s ın d a b a r ı ş ta n , d evletin m u t la k i k t id a r ı n ın p a r l a m e n te r ve d e m o k r a t i k k u r u m ­ lar arac ılığ ıy la s ı n ı r l a n m a s ı n d a n , k a m u h a r c a m a l a r ı n ı n k ısı t la n ­ m a s ı n d a n y a n a d ı r ve g e ç i m a r a ç la r ı ve ilksel m a d d e le r ü z e ri n d e v erg ile re h e r z a m a n karşı o lm u ş tu r... B u n a k a rşılık f i n a n s s e r­ mayesi devletin m u t la k ik t id a rı n ın g ü ç le n d i r i l m e s i n d e n , kendi ta lep le rin in içeride ve d ış a r ıd a şiddete dayal ı t a r z d a d a y a t ı l m a ­ sı n d a n y a n a d ı r . 162



Sermayenin bir dilimine böylesine bir güzelleme yapan Kautsky, buradan reformizmin tipik sonuçlarını çıkaracaktır. Sosyal demokrasi, bir tür kapitalizmi desteklemelidir. Çünkü “fe­ tih siyasetinin son bulması, silahsızlanma, azami derecede tica­ ret serbestisi ve ulusların birbirine yaklaşması, demokrasi sosyal demokrasinin düşüncesinin ve eyleminin temel ilkeleridir.”163 160 161



“D ue ş e ritti...”, a.g.y., s. 129. K autsky b u rad a da tam tu ta rlı değild ir. H ilfe rd in g ’in p ara serm ay e ile üretk en serm ayen in k a y n a şm a sın a d ay an an finans kap ital k a v ra m ın ı hiç tered d ü tsü z biçim de b en im sed iği halde, yine de böyle bir ay ırım ı yapar. B unu yapabilm ek için de kendi sözü n ü ettiği “finansal serm ay e”yi “a r ı” fi­ nansal serm aye olarak niteler. Bkz. “Stato n a z io n a le ”, s. 160.



162



“Stato n azion ale...”, a.g.y., s. 154.



16 \ “Due ş e ritti...”, a.g.y., s. 227.



Soıun " Kür es el l eş me ” Kavrayışsızltğı



| 245



Görüldüğü gibi, “azami derecede ticaret serbestisi”, yani bu­ gün neoliberalizmin yapmak istediği şey, Kautsky için sosyal demokrasinin (yani Marksizmin) amaçları arasına girmiştir! “Piyasaları toplum sallaştırm ayı amaçlayan Panitch ve Gindin’in bile bu kadarını fazla bulacağından emin olabiliriz! Tabii kendisi Marksizmden yeni kopmakta olduğu için, şim­ dilerde birçok reformistin normal bir şey gibi gösterdiği kapita­ lizme destek politikasını Kautsky gerekçelendirme ihtiyacını his­ setmektedir: Sosyal d e m o k r a s i n i n gö rev i a slın d a p ro l e t a r y a n ı n ç ı k a r l a r ı n ı k a ­ p it a li z m e karş ı s a v u n m a k , bu so n u n c u s u y la m ü c a d e le e t m e k ve a m a aynı z a m a n d a e k o n o m i k gelişm ey i d e ste k le m e k tir; bu da, t o p l u m so syalis t te m elle rde k u r u l m a d ı ğ ı sü re ce , z o r u n l u o la r a k k a p ita lizm e d este k a n l a m ı n a gelir. Bu nasıl m ü m k ü n o lu r? Olur, ç ü n k ü k ap ita liz m i d e ste k le m e n in farklı biçim leri v a r d ı r . ' ’’



Kautsky, bundan sonra (çalışma saatlerini uzatmaya veya üc­ retleri düşürmeye dayanan) mutlak artık değer üretimi ile (tek­ nolojik gelişmeye dayanan) göreli artık değer üretimi arasında bilindik ayırımı yaparak, sosyal demokrasinin ikinci yöntemi destekleyebileceğini ileri sürer. Bu kadar basit! Bu akıl yürütmenin ne kadar yoksul olduğunu okura an­ latmaya gerek yok. Ama bir noktaya dikkat çekmek gerekir: Kautsky, sosyal demokrasinin görevleri arasına “ekonomik ge­ lişmeyi desteklemek” gibi uydurma bir görevi el çabukluğuyla sokuşturduktan sonra, sosyalizme geçilmedikçe bunun kapita­ lizmi desteklemek anlamına geleceğini söylüyor. Yani bütün bu tartışmanın temel varsayımı, emperyalizmin alternatifinin sosyalizm olamayacağı kabulüdür. Bu o kadar temel bir kabul­ dür ki, ültra-emperyalizm yazıları savaşın dehşeti içinde, yani bütün Avrupa altüst olmuşken yazıldığı halde, Kautsky savaşın sonunda sadece iki yol olduğunu (emperyalizmin devamı veya ültra-emperyalizm) söylemekte, bir devrim olasılığından tek



164



Aynı yerde.



246



.h ,u j u v r a n







Kod Adı K ü re se ll e şm e



bir kez bile söz etmemektedir. Oysa aynı dönemde Lenin, em­ peryalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesini, yani sosyal devri­ mi savunuyordu. Tarih Lenin’i kısa süre içinde haklı çıkaracak, Ekim Devrimi ni Avrupa’nın birçok ülkesinde devrimler ve dev­ rimci yükselişler izleyecek, 1918 Ekiminde Kautsky’nin kendi ülkesi Almanya'nın her yerinde (pek az bilinen bir devrim so­ nucunda) işçi ve asker konseyleri mantar gibi yayılacaktır! Ama sosyalist devrimi yapabilmek için kapitalizmi desteklememek gerekir! Rusya’daki Ekim Devrimi bu yüzden zafere ulaşmıştır; Almanya'daki ise Kautsky ve benzeri sosyal demokrat önderlerce yenilgiye uğratılmıştır. İşte teori ve teori! Bundan da öteye, ültra-emperyalizm teorisi proletaryayı ve ezilenleri uyuşturma teorisidir. Kendinizi 1915 yılına ışın­ layın. Karşınızda iki teori var: Lenin’in emperyalizm teorisi ve Kautsky’nin ültra-emperyalizm teorisi. Biri, kapitalizmin girdiği yeni aşamanın insanlığı sürekli bir savaş ve barbarlık tehlikesi karşısında bıraktığını söylüyor. Öteki ise barışçı bir emperyaliz­ min mümkün olduğunu. Bu iki teoriyi geleceği öngörmek için bir araç olarak kullanacaksınız. Şimdi de 1915’i izleyen 30 yılı gözünüzün önünde geçirin. Büyük Depresyon, Nazizm ve İkinci Dünya Savaşı. Gelişmeler bu teorilerden hangisini doğrulamış­ tır? Hangisi işçi hareketi için doğru yolu gösteren bir kılavuz iş­ levini görmüştür? Kimileri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında durumun değiştiğini hayal edebilirler. O zaman hatırlatalım: İkinci Dünya savaşı son­ rası, SSCBnin çöküşüne kadar tarihte bir parantezdir. SSCB’nin 1991’de çöküşüyle birlikte (Çin’de gelişme eğrisi tersine dönmez­ se), emperyalizm gene kendi içindeki mücadeleye dönmüştür. Bir önceki bölümde anlatıldığı gibi, bu iç mücadelelerin bir dünya savaşına yol açması için gerekli önkoşullar henüz yoktur. Ama emperyalist mücadeleler şimdiden Yugoslavya’dan Afganistan’a, Irak’tan yarın İran’a kadar çeşitli örneklerde görüldüğü gibi, sa­ vaşların temelinde yatan dinamiktir.



Solun "Küreselleşme



Kavrayışsızııq•



Bu tartışmayı sadece emperyalistler arası çelişkilerin nasıl sonlanacağı gibi, çok önemli ama özgül bir alanla sınırlı say­ mak çok yanlış olur. Lenin’in emperyalizm çağıyla ilgili teori­ sine yönelen reddiye, aslında kapitalizmin uzun bir tarihsel sü­ reç sonunda ulaştığı bu evrede, insanlığı karşı karşıya getirdiği durumun varlığını yadsımaktır. Emperyalizm, gerileme döne­ minin kapitalizmi olarak, kendi bağrında şiddet ve savaşı büyü­ ten, bütün dünyayı bu şiddetin içine çeken ve periyodik olarak barbarlığı gündeme getiren bir sistemdir. Lenin, emperyalizmin bu karakterini ortaya koymuştur. Aynı zamanda emperyalizm üretici güçleri tarihte görülmemiş derecede toplumsallaştırarak ve bütün ülkelerin kaderini ekonomik ve politik düzeylerde bir­ birine bağlayarak sosyalizmin maddi koşullarını hazırlamıştır. İnsanlık, bu ikili gelişmeden dolayı, Rosa Luxemburg’un önü­ müze koyduğu “ya sosyalizm, ya barbarlık” İkilisi karşısında bulmaktadır kendini. Lenin’in emperyalizm teorisinin en derin anlamı budur işte: kapitalizmin uygarlığın ve insanın geleceği­ nin düşmanı haline geldiğini, ama sosyalizmi de buna bir çare olarak olanaklı hale getirmiş olduğunu ortaya koymak. Böyle bir durumla ancak enternasyonalist bir devrim perspektifinden ve­ rilecek bir mücadele başa çıkabilir. Eleştirmenler için ise bugün içinde yaşadığımız dünya barış­ çıl, istikrarlı, sağlam temelleri olan bir dünyadır.165 Böyle bir dün­ yada kapitalizmin tarihinin şafağından bu yana her türlü refor­ mistin ortaya attığı fikirlerle oyalanabilir, bu reformların istedi­ ğiniz kadar çok sayıda bileşimini test edebilirsiniz. Stratejileriniz hep bir istikrar varsayımı üzerinde yükselir. Ve hep “yeni” olanı arar, “yenilikler” peşinde koşarsınız. Gerçekten “yeni” olanı, bar­ barlığın yeni, kapitalist türünü, emperyalizmi unutmak pahasına imparatorluklar inşa edersiniz.



165



Socialist R egister m 2 0 0 5 yıllığı için seçilen başlığın (M a trix film inden esinlenerek) E m p ire R elo a d ed k onu lm u ş olm ası boşu na m ıdır?



| 247



248



( jjny u r bavran



• K o d Adı K üreselleşm e



Oysa bugün insanlık kendisiyle yarış içinde. Kapitalist em­ peryalizm bizi hızla, ateşi bütün dünyayı sarabilecek bir sürekli savaşın içine sürüklüyor. Bugünün sorusu şudur: İşçi sınıfı ve müttefikleri savaşın alevi yeryüzüne barbarlık getirmeden önce doğrulup dünya devrimine doğru bir atılım yapabilecek mi, yok­ sa Nazilerin Avrupa kıtasına yaşattığı türden bir barbarlığı bütün dünya çapında yaşamak zorunda kalacak mıyız?



EMPERYALİZM VE A Z G E L İ Ş M İ Ş L İ K



BÖLÜM



13



A Z G E L İŞ M İŞ L İK T E O R İL E R İN İN E L E Ş T İR İS İ



Azgelişmişlik teorisinin temel sorunu, tarihsel gelişmenin farklı toplumlarda kendini tekrar edip etmediğidir. Bu iddia ilk bakışta yadırgatıcı görünebilir. Özellikle son dönemde dış ticaret, uluslararası uzmanlaşma, eşitsiz mübadele, “ithal ikamesi”, “dışa dönük gelişme” vb. tartışmalar üzerinde kopan fırtınalar, teorinin odak noktasının “uluslararası sömürü” üzerinde yoğunlaştığını düşündürebilir. Oysa çeşitli azgelişmişlik teorilerinin temeline inildiğinde esas sorunun, azgelişmiş toplumların tarihsel gelişme doğrultusunu kavrayabilmek, özel olarak da bugünün gelişmiş kapitalist ülkelerinin geçtiği tarihsel yolu aynen izleyip izlemeye­ ceklerini anlamak olduğu görülecektir. Gerek sağda, gerekse sol­ da geliştirilen azgelişmişlik teorilerinin büyük bölümü bu sorunu tatmin edici biçimde çözememiş, kimi tarihsel tekerrürü postüle etmenin rahatlığıyla soruna çözülmüş gibi bakarken, kimi de tarihin her toplumda aynen tekrarlanacağını reddedebilmek için gelişmenin kendisini tümüyle olanaksız saymıştır. Böylece tarihsel tekerrür sorunu başka bir sorunla da iç içe geç­ miş olmaktadır: Bugünün azgelişmiş toplumlarında kapitalist ge­ lişme ve sanayileşme olanaklı mıdır? Tekerrür ile birlikte her türlü gelişmeyi de reddeden düşünce tarzının bu soruya vereceği ceva­ bın olumsuz olacağı belli. Buna karşılık, “tekerrürcü” denebilecek farklı yaklaşımlar arasında bu konuda değişik görüşler mevcuttur. Bunların bir bölümü, azgelişmişlerin gelişmiş kapitalizmin yardı­ mı veya etkisi altında hızla kapitalist sanayileşme yoluna gireceğini savunurken, başka bir bölümü de emperyalizmin sanayileşmenin önünde mutlak bir engel oluşturduğunu, ancak bu engel aşılabildiği taktirde sanayileşme yoluna girilebileceğini savunmaktalar.



2 r>2



ıv ran



K o d Ad: K ü re se lle şm e



Bu da, tekerrür ve kapitalist sanayileşmenin olanaklılığı so­ runlarını bir üçüncü soruna bağlıyor: Azgelişmiş toplumların tarihsel gelişmesinde bu ülkelerin içsel toplumsal yapısının (sınıf ilişkileri, üretici güçler vb.) mı, yoksa bu ülkeler açısından dışsal olan dünya çapındaki etkenlerin (emperyalizm vb.) mi belirleyici olduğu sorunu çıkıyor ortaya. İşte azgelişmişlik (ya da gelişme) teorisinin temelinde yatan üç sorun önem sırasına göre bunlardır. Uluslararası düzeyde sömü­ rünün mekanizmaları vb. tartışma noktaları esas anlamlarını bu sorunların çözümünde oynadıkları rolden alırlar. Kuşkusuz, bu somut mekanizmaların tartışılmasının da büyük önemi vardır, bunlar önemsiz, ikincil birer ayrıntı değildir. Söylemek istediğim, bu tür mekanizmaların ancak yukarıda sözü edilen ana sorunlara getirilen çözümlerin oluşturduğu alan içinde, o çözümlerin ışı­ ğında anlamlandınlabileceği ve değerlendirilebileceğidir. Söz konusu üç ana sorunun önemini, Türkiye solunda 60’lı yıllardan beri azgelişmişlik konusunda yapılan tartışmalar çer­ çevesinde de görmek olanaklı. Hatırlanacağı üzere, 6 0 ’lı yıllarda tartışılan başlıca sorunlardan biri Türkiye’nin feodal mi, kapita­ list mi olduğu idi. Bu tartışmada hâkim eğilim, ülkenin feodal veya yarı-feodal bir yapıdan kapitalizme geçebilmesi için “ulusal” burjuvaziyi de içine alan bir sınıf ittifakına öncelik veriyordu. Bu yaklaşımın temelinde, Batı Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de, kapitalizmin (topluma hâkim olduğu düşünülen) feodal sınıflara karşı verilecek bir mücadele yoluyla kurulacağı (buna emperya­ lizme karşı mücadele eklenmek koşuluyla) varsayımı yatıyordu. Yani gerek tekerrür, gerek kapitalist gelişmenin olanaklılığı, ge­ rekse emperyalizmin rolü (“dış dinamik/iç dinamik” tartışması) konusunda açık seçik yargılara dayanıyordu bu yaklaşım. 70’li yıllara gelindiğinde bu teori yerini “çarpık kapitalizm” teorisine bırakacaktı. Buna göre, emperyalizm azgelişmiş ülkeler­ de (içeriği tanımlanmadan kullanılan bir kavramla) “gelişme”yi engellemek amacındaydı; bu yüzden de Türkiye’de kapitalizm gelişmiyordu, gelişme olanaksızdı. Bu yaklaşımın da, emperya­ lizmin rolü, kapitalist gelişmenin olanaklılığı ve tekerrür konu-



E m p e r y a l i z m 0 ı



(jih/İİ!



'ı' .jvron







K o d A d / Kü re sc /i e 3m e



isliyorum: emperyalist hâkimiyet ilişkilerinin tek yönlü bir be­ lirlenime dönüştürülmesi; geçiş kategorisinin göz ardı edilmesi; kapitalist üretim tarzı ile somut kapitalist toplumlar arasında ku­ rulan ilişkinin doğası. Birinci nokta ile ilgili olarak, her şeyden önce şu söylenme­ li: WEFA, ‘kapitalist dünya-ekonomisi’ kavramıyla büyülenmiş olduğu için, ülkelerin dünya sistemi içindeki konumunun be­ lirleyiciliğini mutlaklaştırır. Bunu bir ikinci yöntemsel tavır ta­ mamlar: Dünya sistemi hep merkezin istediği biçimde “merkezin çıkarları” doğrultusunda gelişir bu teoride. Böylece azgelişmiş ülkelerin gelişmesi dünya çapında ve merkezin çıkarları doğrul­ tusunda belirlenir. WEFA’nın bu yaklaşımı, tahlilin uluslararası ilişkilere öncelik vermesi, sınıf mücadelelerini ise ikinci planda bırakması dolayı­ sıyla eleştirilmiştir.177 Bu eleştirinin tümüyle haklı olduğu kuş­ ku götürmez. Üstelik, WEFA sınıf ilişkilerini ele aldığı zaman bile uluslar arasındaki çelişkilerin bir dolayımı, bir ürünü ola­ rak kavrar sınıf çelişkilerini. Yani sınıflar göz önüne alındığında bile belirleyen değil belirlenendir.178 Bu eleştirilerden hareketle WEFAnın dünya sistemindeki belirlenim mekanizmaları konu­ sundaki anlayışının yanlışlığını ortaya koymak olanaklıdır. W EFAnın tek yönlü belirlenim şemasının yarattığı izlenimin aksine, her hâkimiyet ilişkisi aynı zamanda bir mücadele iliş­ kisidir. Hâkim, hâkimiyetini tabiyi sürekli olarak denetleyerek korur; tabinin verdiği mücadelenin karşısında da zaman zaman 177



R o b ert B ren n er, “K ap italist G elişm en in K ök enleri: Yeni S m ith çi M ark sizm in E le ştiris i”, 11. Tez, sayı 3, M ayıs 198 6 ve H aldun G ülalp, “B ağ ım lılık ve D ü nya Sistem leri T e o rile ri”, aynı yerde. A yrıca bkz. la n R o xb o ro u g h , T heories o f U n d erd ev elo p m en ty H u m a n itie s P ress, A tlan tic H igh lan d s, N J, 1979, s. 4 5 ; H . A lavi, “The S tru ctu re o f P erip h eral C a p italism ”, H . A lav i/T . Shanin (der.) Sociology o f “D ev elo p in g S o cieties”, M on th ly R eview P ress, Nevv York, 1 982 içinde, s. 174; J. W e e k s/E . D ore, “In tern atio n al E xch an g e and the C auses o f B ack w ard n ess”, L a tin A m e ric a n P erspectiv es, c.



6



, B ah ar



1979, özellikle s. 6 4 -6 6 . 178



Bkz. ö rn eğ in , I. W a llerstein , “The Rise an d D em işe...”, a .g .m ., özellik le s. 15-24. R. Brenner, a.g .m ., bu no k tay ı ay rın tılı biçim de eleştirm ek ted ir.



E m p e r y a l i z m ve A z g e l i ş m i ş l i k



j 261



hâkimiyet biçimini yeni koşullara uyarlar. VVEFAnın tek yönlü belirlenim süreci sadece merkezden çevreye yönelik etkileri göz önüne aldığı için bu karşılıklı mücadele, uyarlanma ve hâkimiyet ilişkisinin yeniden-düzenlenmesi sürecine teorik yapısı içinde yer veremez. Ama azgelişmiş ülkelerin hâkimiyete karşı mücade­ le verebilmeleri için bu toplumların sadece dışarıdan gelen sin­ yallerle hareket etmiyor, kendi içlerinde bir hareket yeteneği ta­ şıyor olmaları gerekir. İşte sınıfların, tümüyle belirlenen aktarım kayışları niteliğini taşıması tam da bu hareket yeteneğini ortadan kaldırır. Azgelişmiş ülke merkezden gelen emirleri uysal biçimde yerine getiren pasif bir ajana dönüşür. Bütün bunların sonucun­ da da, WEFA azgelişmiş toplumlarda hareket halinde olanı değil durağan olanı yakalar ancak. Geçiş toplumu kategorisiyle ilgili soruna gelince. Yukarıda da belirtildiği gibi, WEFA, Stalinist teorinin azgelişmiş ülke­ lerin feodal veya yarı-feodal bir aşamada olduğu tespitini, bu ülkelerin kapitalizmin ticari ağına bağlanmış oldukları, dola­ yısıyla da kapitalist oldukları gerekçesiyle reddeder. Bu tür bir yaklaşımın tek sorunu kapitalizmi dolaşım (ticaret) alanındaki ilişkiler temelinde tanımlaması değildir.179 Burada çok ciddi bir ikinci sorun da yatmaktadır: tartışmanın “feodal mi, kapitalist mi?” ikili almaşığı çerçevesinde yerleştirilmesi, geçiş sürecini tümüyle yok sayan bir yaklaşımın ifadesidir. Oysa bu süreç bir üretim tarzından çıkışı başka bir üretim tarzının hâkim duruma gelişine bağlayan tarihsel sürecin kavramlaştırılmasından başka bir şey değildir. Bu kavramın dışlanmasının maliyetini en açık biçimde VVallerstein’in yapıtında görmek olanaklı. Öteki WEFA düşünürlerinden farklı olarak, VVallerstein geçiş dönemini sade­ ce görmezlikten gelmekle yetinmez, alaycı bir tavırla açıkça red179



Bu eleştiriyi R. B ren n er y u k a rıd a an ılan m akalesin de gü çlü biçim d e y ap m a k ta d ır. A yrıca bk. E L aclau , “Latin A m e rik a ’da F eo d alizm ve K a­ p italiz m ”, A zgelişm işlik ve E m p e ry a liz m , der. A. Aksoy, G özlem Y ayın ları, İstan b u l, 1975 içinde (bu yazı B irikim d ergisinin [eski dizi] 1. sayısın d a ve Ü retim Ta rzlarının E k len m esi Ü zerin e [der: H. Ç . K eskinok ve M. Ersoy], Birey ve T oplum Y ayın ları, A n k a ra , 1 9 8 4 içinde de y a y ın la n m ış tır) ve J. W ee k s/E . D ore, “In te rn a tio n a l E x c h a n g e ../\ a.g.m .



262



unqu;



.eı v r a n • k o d



Ad: K ü r e s e l c i m e



deder: “Marksistlerin çoğu bir ‘geçiş’ aşamasından söz etmiştir; oysa bu, operasyonel göstergeleri olmayan belirsiz bir kavramolmayan-kavramdır (non-concept)” 180 Geçiş kavramının böylece kapının önüne bırakılmasının ciddi sonuçları vardır: Sadece ka­ pitalist bir dünya bağlamında belirli ülkelerde sosyalizme geçişin temellerinin atılabilmesini olanaksızlaştırarak bugün dünyanın üçte birinin yaşadığı sürecin anlaşılmasını engellemekle kalmaz; aynı zamanda “operasyonel” kıstaslar uğruna tarihten diyalek­ tiği ve hareketi kovar. Böylece aynı noktaya dönmüş oluyoruz: Geçiş kategorisini eleyerek WEFA bir kez daha azgelişmişlerin dinamizmini tahlil alanının dışında bırakır. Bütün bunlardan daha da önemli olan WEFA’mn kapitalizmi tanımlarken gerçekleştirdiği kaymadır; bu çerçevede, kapitalizm gelişmiş ülkelerdeki somut beliriş biçimleriyle özdeşleştirildiği içindir ki, azgelişmiş ülkelerde kapitalist gelişmenin olanaklı ol­ madığı sonucuna varmak neredeyse kaçınılmaz hale gelmekte­ dir. Oysa kapitalist üretim tarzı, belirli bir dönemde belirli bir ülke ya da yörede aldığı somut biçimler aracılığıyla tanımlana­ maz. Örneğin, gelişmiş ülkelerin bugün vardığı noktada ortaya çıkan bazı özellikler (canlı iç pazar, yüksek ücretler vb. vb.) ka­ pitalizmin tanımlayıcı öğeleri değildir. Kapitalist üretim tarzını tanımlayan, üretici güçlerin belirli bir gelişme düzeyi temelinde (kooperasyon, işbölümü, makineli üretim) belirli bir üretim iliş­ kisinin (sermaye-ücretli emek ilişkisinin) toplumsal üretim için­ deki hâkim konumudur. Eğer bir ülkede bu özellikler gelişiyorsa, kapitalizm gelişiyor demektir. Kapitalizmin hareket yasaları da o topluma hâkim hale gelecektir er geç. Ama bu hareket yasaları her an her yerde ortaya aynı biçimde çıkmayabilir. Bu, daha so­ mut bir tahlil düzeyinde kavranabilecek bir noktadır. Böyle bir somut inceleme, bu yasaların hiç olmazsa bir bölümünün azge­ lişmiş kapitalizmde daha da açık biçimde işlediğini gösterecektir. Bunun en çıplak örneği, sermayenin sürekli olarak büyük bir ye­ dek sanayi ordusu yaratma eğiliminin azgelişmiş ülkelerde ken­ dini dev bir işsizler ordusu biçiminde ortaya koymasıdır. Oysa IHO



I. VVallcrstein, a .g .m ., s. 15.



t m p e r y a l i z m ve Az g e l i ş m i ş l ik



YVEFA (ve benzer biçimde “bağımlılık” okulu) işsizliği tam da bu ülkelerde kapitalizmin gelişmediğinin bir kanıtı olarak yorumla­ ma eğilimindedir! Şu nokta konusunda açık olmak gerekir: Bazı alanlarda azgelişmiş ülkelerin kapitalizmi, M arx’ın K apital 'inde incelenen kapitalist üretim tarzının özelliklerini ve eğilimlerini daha da çıplak olarak yansıtmaktadır.181 Aslında WEFA’nın “azgelişmişliğin gelişmesinden, azgeliş­ miş ülkelerde kapitalizmin gelişmesinin olanaksızlığından söz ederken kastettiği, işsizliğin, kentsel yoksulluğun, gecekondu­ ların, büyük eşitsizliklerin olmadığı, kitlesel tüketimin yerleşti­ ği bir “ideal kapitaliznidir. S. Amin, kapitalist üretim tarzının merkezde “id eaiin e yaklaştığını belirterek buna en belirgin ifa­ desini verir.182 Oysa, kapitalizmin “ideal”i yoktur. Sermaye inişli çıkışlı hareketi içinde, dönemsel olarak her hücresinden işsizliği, yoksulluğu, eşitsizliği salgılar: Bugün gelişmiş kapitalist dünya­ yı da pençesine alan bunalım içinde bunların hepsi yeniden su yüzüne çıkmıştır. Amin’in uzun genişleme döneminde (1945-75) gelişmiş kapitalizmde gördüğü bazı özellikleri mutlaklaştıran yaklaşımı, şimdi kapitalizm bu ülkelerde de neoliberalizm ara­ cılığıyla gerçek yüzünü gösterdiğinde bütünüyle boşlukta kal­ mıştır. Kapitalizm eşitsiz ve anarşik gelişmesi içinde, dün güllük gülistanlık görünen yöreleri ve ülkeleri, yarın yeniden yoksullu­ ğun, gerilemenin, hatta sefaletin içine itiverir. İngiltere’nin ku­ zeydoğusu ve İskoçya, Belçika’nın Fransızca konuşulan yöreleri ve Fransa’nın kuzeyinden sonra, ABDnin doğu kıyısı ve orta batı bölgeleri de bugün bu gerçeği şaşkınlık ve acı içinde yaşıyorlar. 181



K u şk usuz bu ön e rm e n in çok ciddi bir sın ırı v a rd ır; a n cak , söz konusu ülkelerde kap italizm toplu m sal ü re tim e hâk im olduğu ö lçü d e g eçerlid ir ö n erm e. O lgun kap italist ülkelerin serm ayen in e ğ ilim le rin i d ah a iyi y a n ­ sıtm a la rı bu yü zden olağan d ır.



182



Bk. V a c cu m u la tio n , a.g.y., s. 3 0 -3 3 . A m in ’in yap ıtında bu tü r bir a y rım ın içerd iğ i yöntem sel s o ru n a işaret eden başka k ay n ak lar da v ard ır. Bkz. A. F o ste r-C a rte r, “The M odes o f P ro d u ctio n C o n tro v e rsy ”, Nevv Left Review , 107, O cak -Ş u b at 19 7 8 , s. 4 8 ; H . B ern stein , “In d u stria liz a tio n , D evelop m en t and D ep en d en ce”, H. A lav i/T . Shanin. (der.) The Sociology o f “D evelop ing C o u n trie s ”, M on th ly Revievv P ress, New York, 1982 için d e, s. 227.



263



264



I Sungur Savran



* Kod Adı K ü r e s e l l eş me



İşte bu “ideal kapitalizm” öncülüdür ki, WEFA yaklaşımının siyasal tavrının son derece ikircikli bir nitelik kazanmasına yol açar. Bu yaklaşım sadece emperyalist ülkelerde burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişkiye gözlerini kapamakla veya sosyalizmin güçlerini Üçüncü Dünya yla sınırlayarak işçi sını­ fının uluslararası dayanışmasını bir kalemde silmekle kalmaz. Hatta azgelişmiş ülkelerde “ulusal bir sosyalizm” talebi bile (böy­ le bir programın ima ettiği çok ciddi sorunlara rağmen) değildir en vahimi. Daha da ciddi olan, sosyalist bir retoriğin ardından, ulusal bir kapitalizmin savunulmasının belirmesidir mücadele saati çaldığında. Çok yazdığı için belki zaman zaman istemediği şeyleri de söyleyen S. Amin, bu durumu “özgüven”e hasrettiği bir yazısında ortaya koyuyor: “Ulusal kurtuluş’ u önce sosyalizmin bir aşaması olarak ilan ettikten sonra, “ikincil olarak” kapitaliz­ min bir aşaması olarak kabul ediyor. Yazının sonuna vardığında ise, “özgüvene dayalı” gelişmenin “kazara” kapitalizm çerçeve­ sinde de gerçekleşebileceğini itiraf ediyor.181 Siyasal programla­ rın ancak somut koşullara uygulandıklarında anlam ifade ede­ ceğini bilenler, bu itirafın ardında, iç pazara dayalı bir kapitalist birikimin, yani yaygınlaşmış adıyla “ilhal ikameci” bir kapitaliz­ min, ulusal kaynaklara dayalı bir versiyonunun savunulmasının hazırlığı olduğunu kolayca sezeceklerdir.



E m p e r y a l iz m



u y g a r l iğ in



t a ş iy ic is i



m i?



6 0 ’lı yıllardan itibaren sol düşünceye hâkim olan WEFA yak­ laşımı, 70’li yılların sonundan itibaren kendi karşıtını üretecek­ tir. Bu gelişmede çok farklı nitelikte iki ana etken etkili olmuştur. Birincisi, WEFA’nm öngörülerinin aksine, azgelişmiş ülkelerde ikinci savaştan sonra hızlı bir kapitalistleşme ve sanayileşme 183



Bk. “Self-R elian ce”, a.g.m . A m in ’in “özgüven e d ay alı” k alk ın m a k o n u ­ sun daki ik ircik liliğin in izd ü şü m ü n ü savun du ğu d ev rim form ü lü n d e de gö rm ek olan ak lı: “a şam alı k esin tisiz d e v rim in bir evresi o larak yeni ‘ulusal d em o k ratik d e v rim 5” ! ( “B u n a lım , U lu sçu lu k ve T o p lu m cu lu k ”, a .g .m ., s. 198. D ü zeltilm iş çeviri.)



I 265



E m p e r y a l i z m ve A z g e l i ş m i ş l i k



süreci yaşanmış, bu da almaşık teorik çerçeve arayışlarına hız kazandırmıştır. Bu arayışın bir ürünü söz konusu gelişmeyi Marksist bir temelde yorumlama ve değerlendirme çabalarının gelişmesi olmuştur.184 Ama ortaya kapitalizmi ve emperyalizmi yüceltmeye yatkın bir başka düşünce akımı çıkmıştır ki, bu da ikinci etkenin bir ürünüdür. Bu ikinci etken, Batı Avrupa solu­ nun 70’li yılların ikinci yarısından itibaren içine girdiği ideolojik bunalımdır. Sözünü ettiğim yeni düşünce akımı bu bunalımın hem bir ürünü, hem de bir ifadesidir. Batı solunda bu yeni düşünce akımı çerçevesinde kapitaliz­ min ve emperyalizmin savunulması ve özürlenmesi giderek yay­ gınlaşan bir olgu olmuştur. Genel olarak piyasayı ve kapitalizmi savunan sol liberal görüşlerin Batı Avrupa’daki etkisinden daha önceki bir yazımızda söz etmiştik.185 Emperyalizmin savunul­ masının örneklerini bulmak da güç değil. Türkiye’de de benzer gelişmeler olduğu, solun bir bölümünün “tutarlı ve rasyonel” bir kapitalizmi savunduğu, üstelik demokrasinin yerleşmesini de ka­ pitalizmin gelişmesine bağladığı biliniyor.186 Kısacası, evrensel düzeyde, kelimenin tam anlamıyla tepkisel bir gelişme solun saflarını sarmakta. Bu gelişmenin emperyalizm ve azgelişmişlik konusunda şimdilik en olgun ifadesi, İngiliz ya­ zarı Bili YVarren’in yapıtıdır.18’ Dolayısıyla, W arren’in tezlerinin, bu yazının amaçlarının tamamladığı sınırlar çerçevesinde de olsa, kısaca ele alınması yararlı olacaktır. 184



Bu gelişm eyi M arksist bir yak laşım la ele alan çeşitli ç a lış m a la r v ard ır. İlk elde T ü rk çed e ön erilebilecek olan k aynak şud ur: E. M andel, “Y arı-S ö m ü rg e Ü lk eler ve Y a rı-S a n a y ile şm iş E gem en lik A ltın d ak i Ü lk eler”, E k o n o m ik K riz ve A zgelişm iş Ü lk eler için d e, Y azın Y ayın cılık , İstanbu l, 1985.



185



Bkz. “Sol Liberalizm : M addeci Bir E leştiriye D o ğ ru ”, O n b irin ci Tez,



2



,



Şubat 1986. 186



Bkz. S u ngur Sav ran , “B u rju v a So sy alizm in in D ü şm an K ard eşleri: Liberal Sol ve U lu sal S o l”, D e v rim c i M a rk s iz m , sayı 2, K asım 2 0 0 6 .



187



VVarren’in T ü rk çed e y a y ın la n m ış bir m akalesi v a rd ır: “E m p ery alizm ve K ap italist E n d ü strile şm e ”, B irik im , 18/19 (eski dizi), A ğu stos/E ylü l 1976. A m a b u rad a sergilenen tezlerin i açık seçik o rtaya koyduğu ve kap italizm i yü celttiği çalışm ası 1 9 8 0 ’de, ölüm ünd en son ra y ay ın lan an kitab ıd ır: h n p erialism : I h e P io n ee r o f C apitalism , Verso, L o n d ra , 1980.



. u m j u r S a v r a n ♦ k o d Ad ı K ü r e s e l l e ş m e



Warren>in başlıca amacı, W EFAnın Stalinist teorisiyle pay­ laştığı bir yargıyı çürütmektir. WEFA yaklaşımı Stalinist teori­ nin bir eleştirisi olarak geliştirildiği halde, iki teori bir noktada ortak bir öncüle sahiptir. Bu öncül, emperyalizmin azgelişmiş ülkelerde gelişmeye engel olduğudur. Warren bu öncüle cephe­ den hücum eder. Emperyalizm azgelişmişlerde gelişmeye engel olmak bir yana, tam tersine bu ülkelerde kapitalizmin gelişme­ sine yol açmış ve böylece tarihsel olarak ilerici bir rol oynamış­ tır. Bu sadece sömürge-sonrası dönemde emperyalizmin iktisadi etkisinin bir olarak bakıldığında olumlu oluşuyla sınırlı değil­ dir: Sömürgecilik dahi bu ülkelerde olumlu bir etki yaratmıştır. Üstelik, azgelişmişlerde kapitalizm geliştikçe, dünya çapında emperyalizm de gerilemektedir. Yani, emperyalizm kapitalizmin geçici bir evresidir: Bütün dünya kapitalistleştiğinde önemi aza­ lacak, belki de ortadan kalkacaktır. W arren’in emperyalizm konusundaki bu tezlerini tam am ­ layan ve yerli yerine oturtan temeldeki görüşü ise kapitalizme yüklediği olumlu yönlerdir. Kapitalizm sadece kapitalizm-öncesi üretim ilişkilerinin yerine daha ileri kapitalist ilişkileri geçirmek­ le ve üretici güçleri geliştirmekle kalmaz; başka olumlu işlevleri de vardır. En başta bireyciliğin gelişmesini sağlayarak insanlı­ ğın kültürel düzeyinin yükselmesine yol açar; ayrıca, demokra­ siyi geliştirir (kapitalizm ve demokrasi, W arren’e göre “yapışık kardeşler” gibidir); hatta kitlelerin gereksinimlerine duyarlıdır, maddi durumlarında önemli gelişmeler sağlar.188 Zaten “kadın­ ların kurtuluşu hareketinin yarattığı efsaneye karşıt olarak, bur­ juva toplumu ve ideolojisi köklü biçimde anti-otoriterdir.”189 Bu yüzden de “sosyalist sivil toplum”da bireyciliğin daha da ileri bir gelişmesini sağlamak gerekir.190 Yani YVarren aslında sosyalizmi de kapitalizmin basit bir devamı olarak görme eğilimindedir. 188



W a rre n bunu hem tekelci k ap italizm için , hem de söm ü rg eciliğ in söm ü rge h a lk la rın a getird iği y a ra rla r açısın d an ileri sü rm ek ted ir. Bk. W a rre n , Im p c ria iism y a.g.y., s. 8 0 ve 1 2 9 -1 3 6 .



189



A.g.y., s. 26 n .



I•>()



A .^ .y ., s. 3 9 .



E m p e r y a l i z m ve A z g e l i ş m i ş t i k



Bu kadarcık bir özet bile, yukarıda emperyalizmin yüceltilmesine dayanan bir teorik çerçeveden söz ederken neyi kastet­ tiğimi okuyucuya anlatmış olmalı. Warren,in kitabı Türkçede yayınlanmamış olduğu için, burada etraflı bir eleştiri yerine bu yazının konusunu ilgilendiren birkaç ana noktaya değinmekle yetineceğiz.'" Her şeyden önce, VVarren’in temel tezinin tek-yanlılığı dola­ yısıyla yanlış olduğu belirtilmeli. Doğrudur, emperyalizm belirli konjonktürlerde ve belirli ülkelerde kapitalist gelişmeye ve sana­ yileşmeye bir ivme kazandırır. (Klasik Marksizmin de bu gerçeğin altını çizdiğine yukarıda değinmiştim.) Ama başka dönemlerde ve ülkelerde tersine etkiler de yaratabilir: Emperyalizmin bir ürü­ nü olarak azgelişmiş ülkelere giren ve bir ilk aşamada meta iliş­ kilerinin yaygınlaşmasını sağlayan ticaret sermayesi kapitalizmöncesi üretim ilişkilerini boyunduruğu altına alarak bu ilişkilerin muhafazası yönünde etkiler yaratabilir192; veya emperyalizmin kurduğu uluslararası işbölümü, sanayileşme sürecinde varılan bir aşamanın donup kalmasına yol açabilir.191 Emperyalizmin bu iki yanlı, çelişik doğasının örneklerini VVarren’in kendi tartışm a­ sı içinde bile bulmak olanaklıdır. Örneğin VVarren kapitalizmin belirli evrelerde kapitalizm-öncesi ilişkileri muhafaza eğilimi içinde olduğunu kabul eder; veya sömürge döneminde kurulan yapının aşılabilmesi için bağımsız devletlerin gerekli olduğunu itiraf eder.194 Böyle durumlarda, kapitalizmin gelişmesinin önün­



191



VVarren’in güçlü iki eleştirisi şu k ay n ak lard a bu lu nabilir: M . Löwy, The Politics o f C o m b in e d a n d U neven D ev elo p m en t, Verso, L o n d ra, 1981. s. 2 2 3 -2 7 ve A. Lipietz, "M a rx or R ostow ?’\ N ew l e f t Review, 132, M a rt-N isa n 1982. L ip ietz’den A. E m m a n u e l’in de (A m in , Fran k ve ötekileri terk ederek) VVarrene yak ın bir konu m a kaydığını öğ ren iyoru z!



192



Bk. G. Kay, D ev elo p m en t a n d U n d erd ev elo p m en t, M a cm illan , L o n d ra,



193



W E F A okulu ise bu g eçici engellem eyi m u tla k la ştıra ra k gelişm e s ü re ­



1975.



cin in ön ün e aşılm az bir d u var diker. Y ani VVarren sü recin y aln ız “o lu m lu ” yönün ü gö rü rk en , W E F A okulu da sad ece “o lu m su z” yönünü kaydeder. 194



Bu ö rn ek ler için bkz. W a rre n , Im p e ria lis m ..., a.g.y., s. 151-156.



| 267



m)ur



'' ■avf' jn



• K o d Adı * ü r e e ! i eş m e



deki engellerin yıkılması emperyalizmin (geçici bir süre için de olsa) geriletilmesine bağlıdır. Yani emperyalizmin kapitalistleşme süreci üzerindeki etkisi W arren’in sunduğu kolaycı tablodan çok daha karmaşıktır. VVarren’in teorisinin bizi ilgilendiren ikinci ciddi sorunu, tari­ hin her ülkede aynı biçimler altında tekrarlanacağını varsaymasıdır: Azgelişmiş ülkeler de kapitalistleştikçe, gelişmiş ülkelerde görülen toplumsal biçim ve kurumların hepsine kavuşacaklar­ dır. Bu yargının en iyi örneğini, yazarın kapitalizm ile demokrasi arasında kurduğu ilişkide bulmak olanaklı. VVarren’in tezi ka­ pitalizm ile demokrasinin birbirlerine “yapışık ikizler” gibi bağ­ lı olduğudur. Ne var ki, bunu kanıtlamak için geliştirdiği tahlil (kendi içinde doğruluğu yanlışlığı bir yana), aslında sadece Batı Avrupa'nın tarihsel deneyimini temel alır. Warren’in bu nokta­ ya sadece bir dipnotunda değinmesi ilginçtir.195 İlginçtir, çün­ kü kitabın başka yerlerinde “yapışık ikizler” önermesi genel bir önerme olarak ileri sürülecek ve azgelişmişler hakkında da aynı iddiada bulunulacaktır.196 Böylece, evrensel bir önermeyi kısmi bir alt-bütünden hareketle “kanıtlamak” gibi kabul edilemeyecek bir yöntem izlemiş olmaktadır yazar. Bunun maliyetinin çok ağır olduğuna işaret gibi, azgelişmiş ise istisna. Son olarak, li olarak da bir



etmek gerekli mi? Tarihsel deneyimin gösterdiği kapitalizmde kural baskıcı devlettir. Demokrasi VVarren’in tezlerinin siyasal sonuçlarıyla ilgi­ çift söz söylemek gerekli. Yazarın siyasal amacı



görünürde oldukça radikal: Sosyalizmin ulusçuluk biçimine dö­ nüşmesine karşı çıkıyor, işçi sınıfı siyasetini ulusal hareketlerden bağımsız kılmaya çalışıyor. Kuşkusuz bunlar olumlu amaçlar. Ama Warren’de bu radikal retoriğin ardında yatan gerçek siya­ sal sonuç bambaşka. Varılan nokta, kapitalizmin aklanması ve ezilenlerin, sömürülenlerin, sefalet içinde yaşayanların bekleme­ ye çağrılması. Çünkü VVarren yaşanan gerçekliğe tarihin “yüce” l4>r>



A.g.y., s. 2 8 vd. ve 28 n ,



I‘>(ı



A.g.y., s, 7 ve 116.



E m p e r y a l i z m ve A z q e i i $ m ı $ i i k



penceresinden bakmakta, yaşayan, somut insanların günlük ve “alelade” sorunlarıyla ilgilenmek yerine kapitalizmin üretici güçleri geliştirmesinin destanını yazmaktadır. Bu destanın son sayfasına vardığımızda türdeş bir dünya proletaryası insanlığı kurtaracaktır. Bugünün ezilenleri için o son sayfayı beklemekten başka bir önerisi yoktur VVarren’in.



BÖLÜM



14



E Ş İT S İZ VE B İL E Ş İK G E L İŞ M E



VVarren’in çalışmasının Stalinist teorisi ile VVEFA’nın ortak paydasını hedef aldığını, emperyalizmin azgelişmiş ülkeler­ de kapitalist gelişmeyi engellemek bir yana bu yönde güçlü bir itilim yarattığını savunduğunu görmüş bulunuyoruz. Ama, öte yandan, VVarren, kendisinin farkında olmadığı bir süreç içinde, VVEFA’ya karşıt olarak Stalinist teoriyle ortak bir yargıyı pay­ laşmaktadır. (Bu yargının modernleşme okulunda da mevcut olduğuna daha önce değinmiştim.) Bu ortak yargı, kapitalizmin gelişmesinin her yerde aynı biçime büründüğü, her yerde aynı sonuçları doğurduğu ve her toplumun tarihsel gelişmesi içinde kapitalist aşamadan geçmesinin zorunlu olduğudur. Tarihsel maddeciliğin öncülerinin bu soruna bakışları çok farklıdır. Marx, feodalizmden kapitalizme geçiş süreci konusun­ da K a p ita ld e geliştirdiği açıklamanın tarih-ötesi bir yaklaşımla ele alınmasına, soyut bir tarih felsefesi haline getirilmesine şid­ detli biçimde karşı çıkmıştır. Bu açıklama sadece Batı Avrupa toplumlarının özgül tarihsel gelişiminin çizgilerini vermektedir M arxa göre. Öteki toplumların, özellikle de Avrupa-dışı toplumların nasıl bir gelişme göstereceği/gösterdiği ancak somut tarihsel gelişme içinde incelenebilir.197 Öte yandan, gerek Marx 197



M arx, 1 9 7 7 ’de Rus popülisti M ihailovskiy ile giriştiği polem ikte bu n o k ta­ yı kuşkuya yer bırakm ayacak biçim de ortaya koyar. Aynı m etinden M a rx ’ın Rusya’nın tarihsel gelişm esinin özgünlüğünü k av ray ab ilm ek am acıyla ya­ şam ının son yıllarında Rusça öğrendiğini de görebiliyoruz. Bu m etin değişik yerlerde yayınlanm ıştır. Bir örnek için bkz. K. M a rx /F . Engels, The Russian M erıace to Europe, der. R W. B lackstock /B . F. H oselitz, The Free Press, Glencoe, Illinois, 1952, s. 216-218. Rusya’nın gelişm esinin Batı A vrupa ile özd eş­ leştirilm em esi gerektiğini M arx, Vera Z asu liç’e yazdığı ünlü m ektupta da (1881) belirtm iştir. Bk. A.g.y., s. 2 1 6 -2 2 6 .



E m p e r y a l i z m ve A z g e l i ş m i ş l i k



ı 271



gerek Engels, 1875’ten itibaren ama özellikle de 1880’li yıllar­ da Rusya'nın tarihsel gelişmesini irdelerken, Batfda bir sosya­ list devrimle birleştiği taktirde Rusya’nın kapitalist aşamadan geçmeden sosyalizme geçiş aşamasına sıçrayabileceğini açık açık savunmuşlardır.198 Kısacası, Marx ve Engels’in Avrupa-dışı toplumların kapitalizm karşısındaki konumları konusundaki düşünceleri şöyle özetlenebilir: (1) Kapitalizm-öncesi toplum­ dan kapitalizme geçişte bütün toplumların izlemesi gereken tek bir yol yoktur. (2) Her ülkenin mutlaka kendi başına kapi­ talist aşamayı yaşaması zorunlu değildir. Bunlara Marx'ın baş­ langıçtan beri öne sürmüş olduğu üçüncü bir tez eklenmeli: (3) Kapitalizm-öncesi üretim tarzlarına sahip toplumlar, daha ileri bir sosyoekonomik formasyona sıçramadıkları takdirde, mutla­ ka kapitalistleşeceklerdir.199 Bileşik gelişme kavramı, bu öngörü ve tezlerin, eşitsiz gelişme yasası ve emperyalizm teorisinin ışığında mantıksal sonucuna götürülmesi ve sistemleştirilmcsi yoluyla geliştirilmiştir. Trotskiy tarafından önce Rusya’nın kapitalizme geçişinin özelliklerini kavrayabilmek için kullanılmış, daha sonra da öteki azgelişmiş 198



Ö rn e ğ in : “Eğer Kus d e v rim i B atı’da bir proleter d e v rim in in b aşlan gıç işareti olur ve böylece ikisi b irb irin i ta m a m la rsa , g ü n ü m ü z R usyasın dak i k o m ü nal to p rak m ülkiyeti sosyalist bir gelişm e d o ğ ru ltu su için başlan gıç n o k tası olu ştu rab ilir.” M a n ifesto 'nun R usça ik inci b asım ın a y azılan ö n sö z ­ den. Bk. B lack sto ck /H o se litz (der.), a.g.y., s. 2 2 7 -2 8 . Aynı d ü şü n ce b elirtik biçim de E n gels’in 187 5 ’te yazd ığı Soziales aus R ussland (R u sy a’da T o p lu m ­ sal İlişkiler) başlıklı k ita p çık ta , özellikle de bu kitapçığa 1 8 9 4 ’de yazd ığı son sözd e bulunabilir. B u rad a çok ön em li bir noktayı da v u rg u la m a k g ere­ kir: M a rx ve E n gels’in bu tezleri sadece R usya için değil, kap italizm e g e ­ çiş a şa m asın d a bulunan bütün ülkeler için form üle e d ilm iştir. En gels, son sözü edilen m etin d e a çık ça, “bu, sadece R usya için değil, k ap italizm -ö n cesi bir gelişm e a şam asın d a b u lu n an bütün ülkeler için g e çe rlid ir” dem ek ted ir. Bk. B lack sto ck /H o se litz (der.), a.g.y., s. 2 3 5 . E n gels’in söz konusu iki m etn i de bu k ay n ak ta m e v cu ttu r. A .g.y., s. 2 0 2 -2 1 5 ve 2 2 9 -2 4 1 .



199



Bu son tez için M a r x ’ın 1 8 5 0 ’lerde y azılm ış şu y a z ıla rın a bak ılab ilir: “The British Rule in In d ia”, Surveys F ro m E x iie içinde, der. David F ern b ach , V intage B oks, New York, 1974, s. 3 0 1 -3 0 7 ; “The E ast India C o m p an y -Its H is­ to ry an d R esults”, a.y., s. 3 0 7 -3 1 6 ve “The Fu tu re R esults o f the British Rule in In d ia ”, a.y., s. 3 1 9 -3 2 5 .



272



! S ungur Savran



• K o d A dı K ü r e s e l l e ş m e



ülkelerin tarihsel gelişmesinin özgüllüğünü açıklayabilmek için “eşitsiz ve bileşik gelişme yasası” (bundan sonra EBGY) adı altın­ da formüle edilmiştir.200 EBGY, kutuplarını evrensellik ile tikelliğin oluşturduğu diya­ lektik bir çelişki üzerine kuruludur. Kapitalizm tarihte ilk kez gerçek anlamda evrensel bir tarih oluşturmuştur: İnsanlığın hiçbir bölümü, hiçbir ulus artık dünyanın geri kalan bölümünden yalıtılmış bir biçimde gelişemez. Ama tam da evrensel tarihtir ki, insanlığın farklı bölümlerinin, farklı ulus ve toplumların birbirleriyle aynı biçimler altında, özdeş bir süreç içinde gelişmesini engeller. Yani insanlık tarihinin kapitalist çağdaki evrenselliği ifadesini tekil ülkelerin tarihsel gelişmesinin tikelliğinde bulur. Bu tikel gelişmelerin bütünselliği ise evrensel tarihin hareketi düzeyinde kurulur. Buna karşılık, tikellik (özgüllük) evrensel ha­ reketin farklı ilişki, düzey ve alanlarının bir toplum düzeyindeki eşitsiz gelişiminin ürününden başka bir şey değildir. Somutlaştıralım. Başlangıç noktası eşitsiz gelişmedir. İnsan toplumlarının gelişmesinin temel bir yasası olan eşitsiz gelişme her çağda değişik toplumların farklı gelişme aşamalarında olma­ sına yol açmıştır. Modern çağın başında eşitsiz gelişmenin asli ifadesi, Batı Avrupa toplumlarının kapitalizme geçişine karşılık Avrupa-dışı toplumların yaşamlarını kapitalizm-öncesi üretim tarzları temelinde sürdürmeleridir. Bu durum yepyeni bir dina­ mik yaratacaktır: Kapitalizm sınır tanımayan artık emek açlığı içinde tüm dünyaya hızla yayılırken ve dünya pazarını kurarken, insanlığın gelişmesini de evrensel leşti recektir. Bu evrenselleşme­ nin bir sonucu, kapitalizm-öncesi üretim tarzlarının hâkim oldu­ ğu toplumların, kapitalizmin baskısı karşısında ve (M a ^ ın deyi­ şiyle) ‘y°k olma tehdidi altında’ kapitalistleşmeye başlamalarıdır. 2 0 0



T ro tsk iy ’in bileşik gelişm e olgusun u incelediği başlıca yap ıtları şu n la rd ır: 1 9 0 6 ’da



1905



D e v rim i’ni d eğ erlen d irm ek üzere kalem e a lm ış olduğu



S o n u ç la rv e O la sılık la r{K ard elen Y ay ın ları, İstanbul, 1 9 9 0 ); 1 9 2 8 ’d e y a z d ığ ı Sü rekli D ev rim (çev. A h m e t M u h ittin , Yazın Y ayın cılık , İstan b u l, 1991); ve 1931’de B ü yü k ad a’da sü rgü n d e iken yazdığı Rus D e v rim in in T a rih i, 3 cilt, çev. B ülent T an atar, Y azın Y ayın cılık , İstanbu l, 1 998.



Lm pe ry alizm vr Azgelişmişlik



I 273



Ama tam bu noktada yine bir çelişkiyle karşılaşırız: Kapitalizmin dünyayı bütünleştirmesi, bir yandan Avrupa-dışı toplumları Avrupa toplumlarına benzemeye, onları taklit etmeye iterken, bir yandan da bu taklidi olanaksızlaştırır. Yeni kapitalistleşmekte olan toplumların kapitalizmin anavatanında yaşanan geçiş süreçlerinin aynısını yaşaması, tam da dünyanın bütünleş­ mesi dolayısıyla artık mümkün değildir. Çünkü eski kapitalist ülkelerin (hem de bütün ağırlığıyla hissedilen) varlığı yepyeni bir durum yaratır. Böylece, bütünsel bir dünya çerçevesinde, eşitsiz gelişme bileşik gelişmeye kaynaklık eder. İnsanlığının bütününün bu bileşik hareketi iki farklı biçimde gösterebilir kendini: Bir yandan, daha geri gelişme aşamasında olan toplum, üretici güçleri daha ileri bir düzeyde olan toplum­ dan yeni biçimleri olduğu gibi devralabilir; öte yandan, daha zayıf bir olasılık olmakla birlikte, ileri üretici güçlere sahip ülke daha geri toplumdan belirli biçimleri devralabilir.201 Buradaki konu­ muz (azgelişmişlerin gelişmesi) açısından önemli olan kuşkusuz birinci ve esas biçimdir. Bu biçimin tarihsel anlamı, azgelişmiş toplumun dışsal zorunlulukların itişiyle (veya geriden gelmenin yarattığı avantajla) gelişmiş toplumun en ileri biçimlerini, o top­ lumun yaşadığı tarihsel süreçten geçmeden devralabilmesidir. Bu devralma, tarihsel olarak özgün bir durumun doğmasına yol açar. Azgelişmiş toplum bazı alanlarda yepyeni toplumsal 201



Bu ik inci tü rü n klasik ö rn e ğ i A B D ’nin gü n eyin d e, k ap italizm in hâk im olduğu bir toplum için de, 19. yü zyılın o rta la rın a k ad ar ü re tim in köle em eğin e dayalı biçim d e yü rü tü lm e sid ir. A m a bileşik gelişm en in bu b içi­ m i b am b aşk a örn ek lerd e de gözlenebilir. En ön em lisi, gelişm iş k ap italist ek o n om ilerd e o rta d a n kalkm aya yü z tu tm u ş b içim lerin , 1 9 7 0 ’li yılların o rta la rın d a n beri süregid en dünya ek o n om ik krizi için de dış rekabet baskısı



a ltın d a



yeniden



ca n la n m a sıd ır.



G ü nü m ü zde



Batı



A v ru p a’da



yeniden yaygın laşan “ev s a n a y ii” ve ‘‘fason ü re tim ” bunun tipik ö rn e k ­ lerid ir. B elirtm ek gerek ir ki, bileşik gelişm en in bu ikinci versiyon u n u n k a v ra m la ştırılm a sı A B D ’li M arksist G eorge N o v a ck ’ın bir katk ısıd ır. Bkz. D. R om agn o lo, “The S o -C a lle d ‘Law ’ o f Uneven and C o m b in ed D evelopm e n t”, Latin A m e rica n P erspectives, c. 2 , N o. 2, B a h a r 1975 ve G. N ovack, “The Law o f U neven and C om b in ed D evelopm ent an d L atin A m e ric a ”, Latin A m e rica n P erspectiv es, c. 3, N o, 2, B ah ar 1976.



Sungur Savran



274



• Kod Adı K ür e s el l eş me



biçimleri ileri toplumdan olduğu gibi devralırken, bazı alanlar­ da en eski, en arkaik biçimler yaşamlarını sürdürmektedir. İşte bileşik gelişmenin klasik tanım ı budur: Bir toplum içinde çok farklı evrelerin bir araya gelişi, farklı tarihsel aşamaların iç içe geçişidir. Eski biçimlerle yeni ilişki, kurum ve ideolojiler kay­ naştığında ise ortaya yepyeni bir sentez çıkar. Böylece, toplum kapitalizm-öncesi üretim tarzından kapitalizme geçiş sürecine girdiği halde, bu süreç birçok bakımdan gelişmiş kapitalist ülke­ lerin geçtiği süreçten farklı bir nitelik kazanır. Yani geçiş vardır ama aynı yoldan değil. Eşitsiz ve bileşik gelişmenin azgelişmiş toplumlarda kapita­ lizmin gelişmesi sürecinde büründüğü sayısız biçimin tüketici bir liste halinde sıralanması ne anlamlı, ne de, daha önemlisi, mümkün. Mümkün değil çünkü EBGY bir genel eğilimden yola çıkılarak formüle edilmiş bir teorik çerçeve. Tekil ülkelerde han­ gi biçimlerde tezahür edeceği ancak somut tahlil sonucunda kav­ ranabilir. Biz burada sadece bir fikir vermek bakımından EBGY’nin so­ nucunda ortaya çıkabilecek bazı özgün toplumsal durumlardan örnekler vermekle yetineceğiz. •



Eski ile yeninin, aradaki geçiş süreci yaşanmadan ve aynı top­ lumsal yapının öğeleri olarak bir araya gelişi, eski geçişlerden farklı yeni bir sentez yaratır. Örneğin, yaygın meta dolaşımıyla (ticaretle) arkaik kapitalizm-öncesi üretim ilişkilerinin sayısız azgelişmiş ülkede uzun süre iç içe yaşaması böyle bir sentezin ifa­ desidir. Veya (Afrika’da olduğu gibi) kabilelere dayalı bir toplum yapısının tepesine modern bir devlet aygıtının yerleştirilmesi (bu aygıt ister bir sömürge devleti olsun, ister ‘‘ulusal” bir devlet) yep­ yeni, tarihsel olarak özgün çelişkilerin patlak vermesine yol açar.



• Gelişmiş ülkelerin uzun bir tarihsel kuluçka döneminden son­ ra ulaştıkları en gelişkin biçimler, azgelişmiş ülkede ara evreler yaşanmadan, başka bir deyişle organik büyüme süreci deneyi­ minden geçilmeden birdenbire ortaya çıkar. Emek sürecinde, Batı’da yaşanmış olan basit kooperasyon ve manifaktür dönem­



Emperyalizm



ve A z g e l i ş m i ş l i k



I 275



leri üzerinden sıçrayarak birden modern fabrika dönemine geçer azgelişmiş ülke. Sermaye yapısı açısından ise, küçük sermaye bi­ rimlerinin rekabetine dayanan bir dönemden geçilmeksizin, er­ keden tekellerin hâkim olduğu bir piyasa yapısı doğar ve finans kapital gelişir. •



Toplumsal yaşamın farklı alanlarına (ekonomi, siyaset, hukuk, ideoloji vb.) veya farklı iktisadi sektörlere yeni biçimlerin girişi çok farklı bir tempoda olabilir. Bu yüzden, toplumda farklı alan­ lar arasında çok eşitsiz bir gelişme doğar. Burada, dünya çapında eşitsiz gelişmenin bir ürünü olan bileşik gelişmenin bu sefer tekil toplum düzeyinde farklı alanlar arasında yeni bir eşitsiz gelişme­ ye yol açtığını görüyoruz.202 Farklı toplumsal alanlar arasındaki eşitsiz gelişmenin klasik örnekleri, birçok azgelişmiş ülkede as­ keri örgütlenmeden düşünsel alana kadar birçok alanın iktisadi gelişmeden çok önce yeni biçimleri devralmasıdır. Farklı iktisa­ di sektörler arasındaki eşitsiz gelişmenin en açık tezahürü ise, tarımda bir devrim yaşanmadan ve bazen hiçbir modernleşme olmadan sanayi kesiminin hızla kapitalistleşmesidir.







Bu özgün gelişme, sınıfların gelişimini de çok eşitsiz biçimde et­ kiler. Bu durumun klasik örneği, yabancı sermayenin ve devlet kapitalizminin önemi dolayısıyla proletaryanın burjuvaziden çok daha erken ve hızlı büyüdüğü ülkelerdir. Ayrıca, farklı top­ lumsal gelişme aşamalarının iç içe geçişi bu farklı aşamaların sınıfları arasında daha önce görülmeyen tipte kaynaşma ve/veya ittifaklara da yol açabilir (örneğin toprak sahipleri ile kentsel burjuvazinin ilişkileri vb.)



202



Bazı M ark sistler eşitsiz gelişm en in sadece üretici gü çlerin gelişm esi d ü ­ zeyin d e tan ım la n a b ile ce ğ in i ileri sürerler. (Ö rn eğin f. W e e k s/E . Do re, “In te rn a tio n a l E x c h a n g e . a . g . m . ve D. R om agnolo, “The S o -C alled T.avv’ a .g .m .) O ysa bu, eşitsiz gelişm eyi z oru n lu olarak ölçü lebilm esi gere ken bir kav ram gibi gören tek nolojist bir y ak laşım d ır. K ültürle ekonom i nin, hukukla siyasetin vb. vb. eşitsiz gelişm esinden tabii ki söz. edilebilir. M a r x ’ın an tik Y u n a n ’da ekonom i ile kü ltü rü n eşitsiz gelişm esi ü zerin e G ru n d risse de ifade e ttiğ i ünlü d ü şünceler, bu yak laşım ın sad ece bir ö r n e ­ ğidir. Bk. G ru n d ris s e'ye “G iriş” (1 8 5 7 ), Pelican, H arm ond svvorth, 1973, s. 109-1 1 0 .



276



I Sungur Savran ı







• K o d Adı K üreselleşm e



Dünya tarihinin bileşik gelişmesi çerçevesinde bir varoluş mü­ cadelesi veren azgelişmiş ülkelerde iktisadi gerilik ancak siyasal iktidarın daha güçlü ve baskıcı niteliğiyle ödünlenebilir. Buna dünya çapında işçi sınıfının gelişmişlik derecesi ile azgelişmiş ülke burjuvazisinin azgelişmişliği arasındaki çelişki de eklenin­ ce bir eğilim olarak azgelişmiş ülkelerde kapitalizmin gelişmesi açık biçimde baskıcı devlet biçimlerine yaslanır. Tekil ülkelerde gelişmenin yönü kuşkusuz sayısız somut koşul tarafından be­ lirlenecektir ama bir kural olarak yirminci yüzyılda azgelişmiş kapitalizmin gelişmesinin siyasal demokrasinin kökleşmesiyle çelişki içinde olduğu söylenebilir.



• Son olarak, geriden gelmenin azgelişmiş ülkeye yüklediği sıçra­ ma zorunluluğu, zaman zaman burada daha yeni, daha olgun bi­ çimlerin gelişmiş ülkelerden daha önce bile görülmesine yol aça­ bilir. Bu bileşik gelişmenin sonuna kadar gelişmiş halidir. Devlet kapitalizminin önce geriden gelen ülkelerde (Japonya, Türkiye, Latin Amerika vb.) görülmesi, gelişmiş ülkelerde (üstelik ABD gibi önemli istisnalarla) ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaygınlaşması (savaş dönemleri geçici, istisnai dönemler olarak bir kenara bırakılabilir) bunun en belirgin örneğidir. Son bir noktaya değinerek EBGY konusundaki tartışmayı ka­ patalım. Yasanın formüle edilmesinden bu yana gelişen bir duru­ mun EBGYnin içeriğini daha da zenginleştirdiği kaydedilmeli. SSCB’den sonra dünyanın başka ülkelerinde de sosyalizme geçiş toplumlarının ortaya çıkışı, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra bazı azgelişmiş ülkelerin, sadece gelişmiş kapitalist ülkele­ rin değil, bu geçiş toplumlarının da kendi koşullarından çok daha gelişkin toplumsal biçimlerini (planlama, büyük çapta kamulaş­ tırma vb.) devralmalarına yol açmıştır. Böylece, henüz kapitaliz­ me geçişin sorunlarıyla boğuşurken, sosyalizme geçiş aşamasına sıçramadan o aşamanın bazı yönlerini sosyoekonomik yapısına aşılayan özgün ve melez bir toplum tipi daha ortaya çıkmıştır. Bu toplumların sosyalizmle hiçbir ilişkisi yoktur kuşkusuz, “Afrika sosyalizmi” ya da “Arap sosyalizmi” adından başka, ama çoğun­



Emperyalizm



ve A z g e l i ş m i ş l i k



I



lukla kapitalizm-öncesi yapılarına bu yeni ve daha ileri biçimle­ rin (belki de eğreti biçimde) bitiştirilmesi gelecekleri açısından, sonuçta varacakları yer kapitalizm olsa bile, kuşkusuz belirleyici bir önem taşıyacaktır.



E ş i t s i z v e b İ l e ş î k g e l İş m e i ş iğ i n d a a z g e l İ ş m î ş l î k



Bir önceki bölümde azgelişmişlik teorisinin en önemli üç so­ runu şöyle özetlenmişti: Azgelişmiş ülkelerin tarihsel gelişmesi­ nin bugünün gelişmiş kapitalist ülkelerinin geçtiği yoldan geçip geçemeyeceği; azgelişmiş ülkelerde kapitalist gelişmenin ve sana­ yileşmenin olanaklı olup olmadığı; bu toplumların gelişmesinde içsel etkenlerin mi yoksa dünya kapitalizminden yayılan dışsal etkenlerin mi belirleyici olduğu. Gözden geçirilen (sağ ve sol) hâkim azgelişmişlik teorilerinin bu sorulara doyurucu cevaplar getirmediğini görmüştük. Buna karşılık, azgelişmiş toplumların tarihsel gelişmesinin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının ışığında ele alınması, hâkim azgelişmişlik teorilerinin bu konularda kar­ şılaştığı çıkmazları ortadan kaldırabilmek için önemli bir baş­ langıç noktası oluşturur. Her şeyden önce, bir bütün olarak düşünüldüğünde, azgeliş­ mişlik teorisinin tekerrür sorunu karşısında sürekli olarak iki karşıt kutup arasında savrulduğunu görüyoruz. Modernleşme okulunun ve Stalinist teorinin, tarihin her toplumda aynı doğru­ sal şemaya uygun biçimde gelişeceği basitleştirmesine karşı geli­ şen WEFA (ve “bağımlılık”) okulları, bu evrimci şematizme tep­ kiyle bu kez her türlü gelişmeyi köktenci biçimde yadsıyorlardı. VVarren türü teorisyenler, bu tezi açık biçimde yalanlayan tarihsel gelişmeyi (azgelişmiş ülkelerin bazılarında görülen hızlı kapita­ list sanayileşme) evrimci bir doğrusal gelişme şemasını yeniden canlandırma yolunda kullanırken, sanayileşmenin ve kapitalist gelişmenin bu ülkelerdeki özgüllüğünü ortadan kaldıracak, özel olarak da kapitalist gelişme ile siyasal demokrasiyi “yapışık kar­ deşler” olarak ilan edecekti. Güney Kore'den Şiliye sayısız örnek­



277



278



unuur



,a vron



• K o d Adı K ü r e s e lle ş m e



te siyasal baskı altında inleyen milyonlar, Warren’in bu peri dün­ yası kapitalizmi anlayışını kolay kolay paylaşamayacaklardır. Eşitsiz ve bileşik gelişme yasası, azgelişmişlerde kapitalizmin gelişmesi yönündeki dışsal zorlamayı bu gelişmenin ilk kapita­ list ülkelerden çok farklı biçimler alacağı teziyle birleştirerek ve her toplumun aynı yoldan geçmesinin zorunlu olmadığını, dola­ yısıyla bugünün dünyasında bazı ülkelerin kapitalist aşamayı ta­ mamlamadan sosyalizme geçiş dönemine girebileceğini ortaya koyarak, bu iki kutup arasındaki kısır karşıtlığın sınırlarını aş­ manın anahtarını verir. Azgelişmişlerde kapitalizmin gelişmesi olanaksız olmak bir yana, özel bir sıçrama olmadığı takdirde zorunludur; ama bu gelişmenin eski kapitalist ülkelerle aynı yoldan geçmesi zorunlu olmak bir yana, olanaksızdır. Böylece, bir yandan (kuşkusuz her ülke için somut tahlillerin yapılması koşuluyla) neden azgelişmiş ülkelerin bugünün geliş­ miş kapitalist ülkelerinin küçük boy bir modeli olamayacağı an­ laşılır; özel olarak da, her ülkenin kapitalistleşme ve sanayileşme süreci içinde eninde sonunda mutlaka demokratikleşeceği bek­ lentisinin (modernleşme, Stalinist teori ve VVarren’in ortak bek­ lentisidir bu) neden yanlış olduğu ortaya çıkar. Öte yandan da, yirminci yüzyılın en çarpıcı olgularından biri muamma olmak­ tan çıkar: Henüz kapitalistleşmenin başlangıç evrelerinde iken, birdenbire birer sosyalist devrim yaşayarak, sosyalizme geçiş döneminin sorunlarıyla yüz yüze kalan nice toplumu maddeci bir temele dayanarak anlama olanağı çıkar ortaya. (Her toplum­ da yaşanması gereken zorunlu toplumsal aşamalar varsayımıyla Stalinist teorinin alanı içinde kavranamayacak bir olgudur bu.) Bu tartışma başka bir noktaya da ışık tutuyor: Öteki bütün az­ gelişmişlik teorilerinin kolaycılığına karşıt olarak, WEFA okulu, tarihin doğrusal ve basit bir gelişme şemasına göre ilerlemediği­ ni sezmiş ve 6 0 ’h yılların ortasından bu yana bu sorunla boğuşmuştur. Bu WEFA okulunun erdemidir.203 Ama sezdiği bu soru­ 2 03



Aynı tü rd en bir değ erlen d irm eye S. Z eluck da varıyo r. Bk. “O n T hird YVorld D e v d o p m e n t”, A gainst the C u rren t, c. 2 , No. 2 , B a h a r 1983, s, 32.



Emperyalizm



ve A z g e l i ş m i ş l i k



na cevap ararken, kapitalizmin özgül bir tarihsel gelişme yolunu (Batı Avrupa’nın yaşadığı süreci) ‘ideal’ bir kapitalizm ile, yani en soyut düzeyde kapitalist gelişmenin kendisi ile özdeşleştirme­ si, Avrupa-dışı ülkelerde kapitalizmin gelişemeyeceği türünden yanlış bir sonuca varmasına yol açmıştır. Bu da VVEFA’nın temel yanılgısıdır. Bu yöntemsel yanlışın ne derecede önemli teorik ve siyasal so­ nuçları olduğunu mutlaka vurgulamak gerekiyor. Kapitalizmin gelişmesi ile gelişmemesi arasındaki yaşamsal fark, geniş bir işçi sınıfının oluşup oluşmaması arasındaki farktan doğar. Bugün azgelişmiş ülkelerin bir bölümünde sanayi proletaryasının çalı­ şan nüfus içindeki payı, bazı gelişmiş ülkelerde rastlanan orana neredeyse eşitlenmiş, bazılarındakiııi ise geçmiştir. Bunun an­ lamı büyüktür; bu toplumların siyasal gündemi bundan otuz yıl öncesine göre köklü biçimde değişmiştir. VVEFA’nın hâlâ 50’li yılların kalıplarını tekrarlayan eskimiş siyasal retoriği en çok bu nedenle sorunludur. Bu tartışmadan görüldüğü gibi, kapitalist gelişmenin olanaklılığı sorunu tarihsel tekerrür sorunuyla iç içedir. Burada öteki okullardan farklı olarak en ciddi biçimde VVEFA yanılmıştır ama bunun bu yaklaşımın tekerrür sorununda daha üstün olan kav­ rayışından doğduğunu görmüş bulunuyoruz. Geri kalan okullar arasında ise, bir yanında modernleşme ve VVarren’in, öteki ya­ nında Stalinist teorinin bulunduğu bir kutuplaşmadan söz edile­ bilir. İlk kutup emperyalizmin (kuşkusuz modernleşme okulu bu kavramı kullanmaz) her tarihsel koşul altında ve her bakımdan gelişme yanlısı bir rol oynadığını ileri sürerken, Stalinist teori ise emperyalist dünya sisteminin her dönem ve koşulda azgelişmiş­ lerde kapitalist gelişmeyi engelleyici bir “misyonu” olduğunu sa­ vunur. Tarihsel gelişme (özellikle de emperyalizmle işbirliğinin doruğuna çıktığı Brezilya, Meksika, G. Kore, Tayvan vb. ülkelerin deneyimi) bu tezi yalanlayınca, Stalinist yaklaşım WEFA-tipi bir “çarpık” gelişme teorisine sığınarak bir artçı savaşı vermek zo­ runda kalmıştır. Bu kavramın (ve karşıtı olarak varsaydığı “ger­



279



280



Sungur Savran



■ K od Adı K ü r e s e ll e ş m e



çek” veya “ideal” kapitalizm kavramının) sorunlarını WEFA’yı tartışırken görmüş bulunuyoruz. Ama Stalinist teorisinin yanlışlığı, Warren ve modernleşme yaklaşımlarının doğru olduğunu göstermiyor. Yukarıda da be­ lirtildiği gibi, bu yaklaşımlar diyalektik bir süreci tek boyutuyla kavramaktan muzdariptir. Eşitsiz ve bileşik gelişme yasası ise toplumların tarihsel gelişmesinde farklı türden bileşik gelişme biçimlerinin varlığına olanak tanıdığı için, bu yasa çerçevesinde emperyalizmin azgelişmişlerdeki sanayileşme üzerindeki etkisi­ ni tarihsel dönemlere ve ülkelere göre farklılaştırm ak ve somut olarak tahlil etmek olanaklıdır. Örneğin, yukarıda W arren,in sömürgecilik konusunda kendi kendiyle çeliştiğini görmüştük: Sömürgeciliğin mutlak bir anlamda kapitalizmi geliştirici bir rol oynadığını ileri sürdükten sonra, sömürgelerin yıkılmasının bir ürünü olan ulusal devletleri kapitalist sanayileşmenin bir koşulu olarak sunmakla sömürgeciliğin bir aşamada kapitalist gelişmenin önünde engel haline geldiğini, farkına varmadan, itiraf etmekteydi Warren. Bu örnek son derece aydınlatıcıdır. Sömürge devleti, bir hâkimiyet ilişkisinin yanı sıra bir bileşik gelişme biçimi olarak da görülebilir. Ama bu özgül bileşik geliş­ me biçimi, yarı-modern bir devlet aygıtı aracılığıyla üreticileri kapitalist dünya pazarına zorla bağlayarak kapitalizm-öncesi ilişkiler üzerinde çözücü bir dinamiğe ilk itilimini verdikten sonra, ticaret sermayesinin ve uluslararası işbölümünün çıkar­ larını metropol ülke sermayesi adına savunarak kapitalizmin daha ileriki aşamalarına doğru ilerlemesine engel olabilir. Bir aşamada gelişmenin yolunu açan bir ilişkinin zaman içinde bir engel haline geldiği bu durum (yani aynı ilişkinin hem mahmuz, hem dizgin olduğu bu durum), tek-yanlı teorilerle değil ancak şeylerin çelişkili doğasını kavrayan diyalektik bir tahlil aracılı­ ğıyla anlaşılabilir. İçsel/dışsal belirlenim sorunu ise eşitsiz ve bileşik gelişme çerçevesinde şöyle kavranabilir. Her şeyden önce, kapitalizmin dünyayı bütünleştirdiği ve insanlık tarihini evrenselleştirdiği



Em peryalizm



ve A z g e l i ş m i ş l i k



I



bir çağda, azgelişmiş toplumun (kuşkusuz gelişmiş toplum için de geçerlidir bu) gelişmesinin belirleyicilerinin sadece içsel ol* duğunu söylemek olanaksızdır. EBGY de zaten dünyanın bütün­ lüğünden yola çıkar. WEFA’nın tavrı da budur ama EBGY için bu sadece başlangıç noktasıdır, WEFA içinse yöntemin bütünü. Bileşik gelişme azgelişmiş toplumda gelişmeye hız verdiği (hat­ ta yer yer gelişmiş ülkeler karşısında belirli avantajlar bile do­ ğurduğu) için azgelişmiş toplumda doğan içsel dinamik bir süre sonra “dışsal” olanın, yani dünya koşullarının belirlenmesine etki yapacak, hatta bu koşulların yeniden-biçimlenmesine yol açacaktır. Yani, bu çağda içsel gelişmeler dünya koşullarından bağımsız olamaz ama dünya koşulları da içsel koşulların belir­ lediği bir sentezdir. Bu tür dışsal/içsel diyalektiği için birçok örnek verilebilir. Biz en az tartışma doğuracak örnekle yetinelim. Japon kapitalizmi­ nin on dokuzuncu yüzyıldaki gelişmesi bileşik gelişmenin mü­ kemmel bir örneğidir. Batı’dan devraldığı sınai üretim biçimle­ rini özellikle devlet yatırımlarıyla uygulamaya koyarak hızlı bir atılım yaratan Japon kapitalizmi, bu yeni sınai biçimleri çok daha geri bir tarihsel aşamanın kültürel/ideolojik biçimleriyle birleş­ tiriyordu. Bu bileşik gelişme sonucunda sermayenin işçi sınıfı üzerinde kurduğu özgül tipteki hegemonya Japon kapitalizmine yirminci yüzyılda özel bir üstünlük kazandıracaktı. Bugünün dünyasında olup biten her şeyde Japon kapitalizminin bu özgül niteliğinin özel bir önem taşıdığı göz önüne alınırsa, dünya ko­ şullarının Japon sınıf ilişkilerini etkilemekteki öneminin bir süre sonra bu sınıf yapısının dünya koşullarını etkilemesiyle sonuç­ landığı anlaşılabilir. Maddeci diyalektiğin olgun bir uygulaması olan eşitsiz ve bi­ leşik gelişme yasasının azgelişmiş toplumların tarihsel gelişme doğrultusunu anlama bakımından son derece değerli bir teorik araç olduğu böylece ortaya çıkıyor. Ama bu yasayı da öteki ler gibi yaratıcı biçimde ele almak, sınırlarını iyi saptamak ve her somut durumu kendi somut koşulları içinde değerlendirmek kaydıyla,



281



282



1 j ;jngur



Savran



• K o d Adi K ü r e s e l l e ş m e



EBGY, azgelişmişlikle ilgili her teorik güçlüğü çözmeye yarar bir maymuncuk değildir. Azgelişmişlik ve kapitalist gelişme ol­ gularının yirminci yüzyıldaki macerasını anlamak için tarihsel maddeciliğin bize sağlayabileceği teorik araçlardan sadece biri­ dir. Sihirli ve boş bir formül haline getirilmediği sürece, gerçek dünyanın anlaşılmasına önemli bir katkıda bulunabilir.



iSG & b



“K Ü R E S E L L E Ş M E ” DÖNEMİNİN POLİTİKASI



“ K Ü R E S E L L E Ş M E ” N İN S İY A S İ Ü S T Y A P I S I O larak Yen İ D ünya D ü zen İ



Son dönemde emperyalizmin siyasi ve askeri saldırganlığında görülen artış, solda yaygın olarak kafa karışıklığı yaratıyor. Kimi için ABD bir imparatorluk kurmak istemektedir. Burada her şey bir devletin kötülüğüne atfediliyor. Kimi için ABD yönetimi kötü kadroların elindedir. Bush adı, sekiz yıldır emperyalizmin bütün kötülüklerinin neredeyse tek sorumlusu olarak görülüyor. Biraz daha derine girenler, Bush un ilk döneminde yönetim kadrolarına hâkim olan ve “neo-con” (yeni muhafazakâr) olarak adlandırılan kadroların anlayışını suçluyorlar. Avrupa Birliği ülkelerinin ba­ zılarının zaman zaman (örneğin İrak savaşı öncesinde Almanya ve Fransa’nın yaptığı gibi) ABDnin politikalarından kendini ayırması, bu tür yorumları daha inanılır kılıyor. Türkiye’de özel olarak İrak savaşından sonra yaratılan sözde antiemperyalist, özde Kürt düşmanı atmosferde, Metal Fırtına dan Kurtlar Vadisi Irak'a popüler kültürü işgal eden bir ABD-Türkiye karşıtlığı te­ ması, ABD’nin tek başına emperyalizmin bütün politikalarından sorumlu tutulması yaklaşımına özel bir güç kazandırıyor. ABD devletinin ve yönetiminin gerici politikalarının teşhir edilmesi elbette yararlıdır, hatta zorunludur. Bu yaklaşımdaki asıl sorun dünya kapitalizminin/emperyalizmin ve hegemonik güç olarak ABD emperyalizminin doğasından kaynaklanan eğilimlerinin incelenmeden bırakılmasıdır. Olan bitenlerin tüm



286



| Sungur Savran



• K o d Adı K ü r e s e l l e ş m e



sorumluluğunun ABD’de iktidarda olan Bush yönetimine yıkıl­ masının sonucu, hâkim sınıflar içindeki alternatif güçlerle ittifak kurma arayışıdır. Kurulu düzen içindeki farklılıklar abartılır. Sonunda, ABD-Britanya ittifakı karşısında Avrupa Birliği (örne­ ğin Fransa ve Almanya) bir barış ekseni olarak görülmeye başla­ nır. Birleşmiş M illetlerin, kitle hareketlerinin ümitlerini bağla­ maları gereken uluslararası bir forum olduğu sonucuna ulaşılır. Bu bakış açısına karşı bir alternatif oluşturulması, birinci Körfez Savaşının (1991) arefesinde baba George Bush un büyük bir tantana ile ilan ettiği Yeni Dünya Düzeni (YDD) stratejisinin altında yatan dinamiklerin ciddi bir analizini gerektirir. Sol, bu kavramı, “Yeni Dünya Düzensizliğinden başka bir şey olmadı­ ğı gerekçesiyle aşağılıyor, önemsizleştiriyor. Bu tür bir niteleme propaganda amacıyla yararlı olabilir, ancak kavramın, dünyanın bugün vardığı aşamada ABDnin genel siyasi ve askeri strateji­ siyle örtüşen gerçek içeriğini tam manasıyla kavramak için ye­ tersizdir. ‘Yeni düzen’ olarak sunulan şeyin aslında yeni tür bir düzensizlik olduğunun söylenmesi, söz konusu düzensizliğin bu stratejinin yandaşları adına bir başarısızlık meselesi olmayıp, ak­ sine bizzat YDD nin doğasına özgü olduğu gerçeğini gözlerden saklar. ABD emperyalizmi bunu, mevcut dünya düzeninin yaşa­ yacağı bir dizi büyük sarsıntının ardından varılacak nihai hedef olarak görmektedir. Dolayısıyla tekrar tekrar suçlanan düzensiz­ lik aslında bu nihai hedefe varmak için dünyanın alması gere­ ken yolu ifade etmektedir. Başka bir deyişle, YDD niteliği gereği düzensizlik dolayımıyla oluşan bir düzendir. Bu nedenle, YDD kelimenin tam anlamıyla bir diyalektik bütündür: Yeni düzenin, düzen ile düzensizliğin bir sentezi olarak oluşabilmesi için eski düzenin şiddetle olumsuzlanması gerekir. Yeni Dünya Düzeni (YDD) kavramının içinde barındırdığı stra­ tejik yönelimin anlaşılması emperyalizmin karşıtları açısından son derece önemlidir. 1990’lı yılların başı ile yeni yüzyılın ilk on yılının sonu arasını kapsayan iki on yıl boyunca, YDD’nin temsil ettiği siyasi ve askeri stratejinin daha kapsamlı bir analizine giriş­ meyi mümkün kılacak yeterince bulgu birikmiştir. Elbette, olu­



Küreselleşme" D ö n e m in in



Politikası



şum süreci devam etmekte olan bu yönelimi bütün ayrıntılarıy­ la, eksiksiz olarak inceleyeceğimizi iddia edemeyiz. Bu bölümde, YDD’nin oluşumunda payı olan bazı belirleyici etkenleri ortaya çıkarmaya çalışmakla yetineceğiz.



K Ü R E S E L C İ L İ Ğ İ N S İY A S I Ü S T Y A P I S I



Sermayenin yirmi birinci yüzyılın şafağındaki hegemonik bi­ leşeni olan mega kapital açısından değerlenme mekânının, hare­ ketinin önüne aşılmaz engellerin çıkarılmadığı tüm bölgeleri ve ülkeleri kapsayarak gezegen sathına tamamen yayıldığını belirt­ miştik. Bu coğrafi yayılmanın gerek pekiştirilmesi gerekse daha da genişlemesi, dünyayı mega kapitalin çıkarları adına yönetme görevine uygun bir siyasi üstyapıyı gerektirir. Dünya sermayesi­ nin bu hâkim diliminin ortak çıkarları, mantığı gereği, ekono­ mik düzenleme görevlerinin giderek arlan boyutta uluslararası oluşumlar tarafından üstlenilmesini gerektirir. Öte yandan, ulus devletler hem sınıf hâkimiyetinin hem de kapitalistler arası çe­ kişmenin ana aracı olmayı sürdürmektedir. Dolayısıyla sermaye ne bir dünya devletinden vazgeçebilir ne de bir dünya devle­ ti yaratabilir. Bu çelişkinin kolay bir çözümü yoktur. Kesin bir çözümden yoksun olan dünya burjuvazisi, bir dünya devletinin belirli bazı görevlerini ilkel bir tarzda yürüten bir uluslararası örgütler yumağına yaslanmaktadır. Bu örgütleri, başta Kuzey Atlantik ittifakı (NATO) olmak üzere, kulağa daha hoş gelmesi için yaratılmış bir terimle, “uluslararası toplum” adı verilen em­ peryalist koalisyon perde arkasından kontrol etmektedir. Bu uluslararası örgütler arasında, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) ve Kızıl Haç gibi sı­ nırlı acil durum işlevlerine sahip olanlarla Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi araştırma iş­ levleri üstlenenlerin üzerinde yer alan, ellerindeki gerçek güçle diğerleri arasında öne çıkan üç kategori bulunmaktadır. Gerçek bir gücü olan örgütler arasında en başta ekonomik ve finansal



287



288



| Sungur Savran



• Kod Adı Küreselleşme



örgütler troykası gelir: Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ). Görünürde tarafsız ve teknik nitelikteki bu örgütler aslında tepeden tırnağa siyasidirler. Sözde piyasa rasyonalitesinin mümtaz temsilcisi IM F’yi ele alır­ sak, 2001 yılında Pakistan ile Türkiye’ye, 2002 yılında Brezilya’ya siyasi içerikli olduğu alenen görülebilen krediler verilirken aynı dönemde Arjantin’in ekonomik sıkıntıların altında mahvolmaya terk edilmesi, bu kurumların emperyalist güçlerin ve hepsinden önemlisi de ABD’nin sıkı denetimi altında olduğunu fazlasıy­ la göstermektedir. Bu örnekler, YDD’de egemenliğin kurumlar hiyerarşisi içinde dağıldığına ilişkin bütün yanılsamalara karşı (örneğin Hardt ve Negri’nin İmparatorluktu bu türden yanılsa­ maları barındırmaktadır) güçlü birer panzehir olmalıdır. Ekonomi troykası kısmi ve tek taraflı bir tarzda ekonomik yönetim görevlerini yerine getirirken, BM anlaşmazlıkların dinlendiği siyasi bir organ, adeta uluslararası düzeyde bir yarıparlamento olarak faaliyet gösterir. Burada bir kere daha vurgu­ lanmalıdır ki, Genel Kurul başlangıçtan beri şikâyetlerin açığa vurulduğu bir “Hyde Park köşesi” işlevi görürken, uluslararası olaylarla ilgili gerçek güç, herhangi bir kararı veto etme gücüne sahip olmaları nedeniyle ‘diğerlerinden daha eşit olan’ beş daimi üyenin elinde bulunmaktadır. Söz konusu diğer uluslararası kurumların çoğu gibi BM’nin tarihi de YDD’den daha eskiye uzanır ve bağlantısızlar grubunun fazladan bir baskı unsuru olduğu ilk dönemlerinde Soğuk Savaş’ın iki tarafı arasında siyasi (ve ideolo­ jik) bir mücadele platformu işlevi görmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte günümüzde ABD ile müttefiklerinin münasip gördüklerinde keyiflerince kullanabilecekleri bir araç haline gel­ miştir. BM, Dünya Bankası ile birlikte, özellikle açlık, çevre, ba­ rınma, kadınların ezilmesi gibi konularda sonu gelmez uluslara­ rası konferanslar sırasında Sivil Toplum Kuruluşları (STK’lar) ile Uluslararası STK’ların (USTK’lar) yakınmalarının dile getirildi­ ği, ciltler dolusu ciddi önergelerin hazırlanıp ardından da farele­ rin eleştirisine terk edildiği bir forum işlevi de görmektedir.



"Küreselleşme



Dönem inin



Politikası



YDD’nin uluslararası örgütleri arasında öbürlerinden kat kat fazla öneme sahip olan örgüt elbette NATO’dur. Batı emperyaliz­ minin Sovyetler Birliği’ne karşı kurulan askeri kolu olan NATO, Sovyetlerin çöküşünün ertesinde hararetli bir tartışma konusu haline gelmişti. 1999 yılında NATOnun Kosova’da ilk savaşına başlaması ve savaşın eşiğinde toplanan VVashington zirvesinde örgütün yeni bakış açısının belirlenmesiyle birlikte bu tartış­ ma sona ermiş oldu. NATO, emperyalist koalisyonun ortak as­ keri komuta birimi olma işlevini üstlenecek şekilde yenilendi. Emperyalist çekişmeler AB ülkelerini ABD emperyalizminin he­ gemonyasından kesin bir şekilde kopma noktasına getirene kadar, ABD açısından münasip görülen her durumda bu işlevini yerine getirmeyi sürdürecektir. 11 Eylül’ün ardından» Kuzey Atlantik Paktının müttefiklerden birine karşı yapılacak bir saldırının bü­ tün ittifak üyelerine yapılmış sayılacağı hükmünü şart koşan 5. Maddesine başvurulması, NATOYıun YDD’nin inşa edilmesinde işlevsel bir rol üstlenmesini sağlamak amacıyla dönüştürüldüğü gerçeğini teyit etmiştir. Son bir noktanın daha özenle vurgulanması gerekiyor. Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşmasının (GATT) mi­ rasçısı Dünya Ticaret Örgütü ayrı tutulursa, bahsedilen ulusla­ rarası örgütlerin tamamı İkinci Dünya Savaşının sona ermesine yakın ve savaşın hemen ertesinde ortaya çıkan güçler dengesinin birer ürünüdür. Bu anlamda, YDD ile ondan önce var olan Soğuk Savaş dönemi arasında kesin bir süreklilik bulunmaktadır. Bu örgütlerin günümüzde dünya siyasetinde çok daha ön plana çık­ tıkları şüphesizdir ve daha da önemlisi yeni gereksinimleri kar­ şılayacak şekilde tedricen dönüşüme uğramışlardır. Ancak bu olgu, söz konusu kurumların daha önceki bir dönemin ürünü oldukları gerçeğini ortadan kaldırmaz ve yapılacak reformlarla bu kurumların YDD’nin ihtiyaçlarını karşılar hale getirilip geti­ rilemeyeceği sorusunu gündeme getirir. YDD nin daha yeni veçheleri de bulunmaktadır. Bunlar ara­ sında ilk akla gelenler ulusal egemenliğin değersizleştirilmesi,



| 289



290



I Sungur Savran



■ K o d Adı Küreselleşm e



sömürgeciliğin dirilişi ve ABD askeri üslerinin dünyanın dört bir yanına yayılmasıdır. Bunları aşağıda teker teker değerlendi­ receğiz. Ancak bu konulara geçmeden önce YDDnin ardında yatan başka bir dinamiği incelememiz gerekiyor.



D Ü N Y A N I N Y K N İD E N P A Y L A Ş I M I



YDD, küreselciliğin kurmaya çalıştığı yeni sistemin siyasi üstyapısıdır. Ancak, bu siyasi üstyapı belirli bir tarihsel bağlam içinde inşa ediliyor. Bu bağlam ise dünya çapında tarihsel nite­ likteki bir gelişme tarafından belirleniyor: bürokratik işçi dev­ letlerinin çöküşü. Dolayısıyla, YDD aynı zamanda, Sovyetler Birliği nin dağılmasının yarattığı boşluğu doldurmak amacıyla uluslararası güç ilişkilerinde bir yeniden düzenlemeye gidilmesi anlamına gelmektedir. Avrupa’daki bürokratik işçi devletlerin çöküşü ve Asya’dakilerin köklü bir dönüşüme uğraması modern tarihte yepyeni bir durum doğurmuştur. Lenin, 20. yüzyılın başında şöyle demişti: "... dünyanın büyük emperyalist güçler tarafından paylaşımı tamamlanmıştır.”204 “Paylaşım” kavramının yalnızca kelimenin dar anlamında sömürgeleri değil, aynı zamanda yarı sömürgeleri ve nüfuz alanlarını da kapsadığı dikkate alınırsa, durum gerçekten de öyleydi. 1917 Ekim Devrimi ile başlayan ve 1945’teıı sonra devam eden bir gelişme, yani kapitalizmin ilga edildiği bazı toprak parçalarının göreli anlamda dünya ekono­ misinden uzaklaşıp ekonomik gelişmelerini yalıtılmış bir halde yapılandırmayı denemeleri, bu durumu değiştirdi. Bu bürokratik işçi devletlerinin 1960’lı yıllardan itibaren giderek kapitalist dün­ ya ekonomisiyle yakın bağlar kurma eğilimine girdikleri doğru­ dur. Ancak, durumdaki gerçek değişiklik Berlin Duvarının yıkıl­ masının ve Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından meydana 204



V .î.L en in , E m p ery a liz m : K a pita lizm in E n Yüksek A ş a m a s ı, çev. C em al Süreya, Sol Y ayın ları, 1969.



Küreselleşme'



Dönem inin



Politikası



geldi. Fitilini bu olayların ateşlediği kapitalist restorasyon süreci muazzam boyutlarda yeni bir sorunun şiddetli biçimde günde­ me gelmesine yol açtı: bu bölgelerin yeniden dünya çapında ser­ maye devreleriyle tamamen bütünleştirilmesi. Siyasi sürekliliğe, kapitalizmin tedrici restorasyonunun ve dünya ekonomisiyle gi­ derek daha fazla bütünleşmenin eşlik ettiği Çin’de de buna ko­ şut bir süreç yaşanıyordu. Dolayısıyla, tamamen yeni koşullar altında olmasına karşın bu gelişme bizi on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine, “dünyanın büyük emperyalist güçler tarafından paylaşımının tam am lanm asrndan önceki bir döneme geri gö­ türmektedir. Sovyetler Birliğini oluşturan eski cumhuriyetlerde kapitalizmin restorasyonunun izlediği kaolik süreç göz önünde bulundurulduğunda, on dokuzuncu yüzyılda ABD kapitalizmi­ nin “Vahşi Batı”ya doğru genişlemesi tarihsel benzetmesi kulla­ nılarak günümüzde de, farklılıklar baki kalmak kaydıyla “vahşi Doğu”dan bile söz edilebilir, (iünümüzde emperyalizm, hemen hemen Berlin’den Çin Denizi’ne kadar uzanan geniş bir bölgeyi özümsemek göreviyle karşı karşıyadır. Hepsi bu kadar da değil. Sovyetler Birliğinin çöküşü, dün­ yanın, emperyalizmin baskısını dengelemek amacıyla Sovyetler Birliği ile ittifaklar kurmuş olan hükümetlerin bulunduğu pek çok bölgesinde de siyasi bir boşluk yaratmıştır. Bunun en önde gelen örneği Ortadoğu bölgesidir. Hint Yarımadası, Afrika’nın pek çok bölgesi ve tabii ki tecrit edilmiş Küba örneği de bu ka­ tegoriye uygun düşmektedir. Baba Bush’un YDD etiketli yeni stratejik yöneliminin açılış hamlesi olarak Ortadoğu'da bir savaş yapmayı seçmesi bir rastlantıdan ibaret değildir. Bürokratik işçi devletlerinin özümsenmesi ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardında bıraktığı boşluğun doldurulması iki ayrı sorunu gündeme getirmektedir. Bir yandan, bu bölgeler­ de istikrarlı bir düzen tesis etme görevi bulunmaktadır. Bu düzen eski bürokratik işçi devletleri alanında kapitalist restorasyonu pekiştirerek onu geriye döndürülemez hale getirmek, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile bir siyasi boşluğun doğduğu bölge ve ülke­



291



292



j



Sungur Savran



• K od Adı Küreselleşme



lerde ise önemli sistem karşıtı başkaldırılar olmaksızın sermaye­ nin değerlenmesini güvence altına alacak koşulları yaratmak gö­ revini üstlenmelidir. Çeşitli emperyalist güçlerin özgül çıkarları arasında ayrım gözetilmeksizin, genel olarak emperyalist dünya sisteminin çıkarına uygun düşecek bu görev ortaklaşa gerçek­ leştirilebilir. Öte yandan, ortada bir de pastadan kimin ne pay alacağı ve bu yeni düzenin denetiminin kimde olacağı sorusu bu­ lunmaktadır. Eski “Doğu Bloku” ile Çin’in oluşturduğu devasa pazarlarda aslan payını Amerikan sermayesi mi, yoksa Alman ya da Japon sermayesi mi alacaktır? Irak ile İran’ın petrol kuyula­ rından ve Hazar havzasının el değmemiş enerji kaynaklarından sağlanacak kârlar Amerikan ve İngiliz şirketlerinin mi, yoksa Fransız ya da İtalyan şirketlerinin mi kasalarını dolduracaktır? İlk görevin yarattığı birlikte hareket etme dinamiğinin aksine, ikinci sorun niteliği gereği bir rekabet ve çekişme eğilimini ha­ rekete geçirir. Sovyetler Birliğinin çöküşüyle birlikte, bu kudretli ortak düş­ manın geçmişte emperyalist koalisyon üzerinde yarattığı bas­ kının ortadan kalkması bu çekişmeyi daha da şiddetlendirerek farklı emperyalist güçler arasında rekabetin gelişmesi önündeki kısıtlamaları kaldırmıştır. 1974-75 yıllarından itibaren dünya ekonomisinde uzun dalganın durgunluk evresinin başlaması, üç emperyalist odak, yani ABD, Batı Avrupa ve Japonya arasında­ ki rekabetin şiddetlenmesine katkıda bulunmuştu. Avrupa’nın emperyalist çıkarlarının Avrupa Birliği içinde giderek bütünleş­ mesi, artık dünyanın birçok yerinde ABD nin kapitalist çıkarları karşısına dikilen Avrupa emperyalist sermayesine güç katmıştır. 1990Tarın başında, sürekli gibi gözüken bir krize sürüklenene kadar Japonya tabii ki yükselen emperyalist güç konumunday­ dı. Japonya’nın yarış dışı kaldığını düşünmek için henüz çok erken olsa da, son dönemde rekabet asıl olarak ABD ile AB ara­ sında yaşanmaktadır. Avro, doların üstünlüğünü sarsabilecek rakip bir dünya parası olarak yükselmektedir. Avrupa Güvenlik ve Savunma İnisiyatifi, Avrupa emperyalizminin askeri açıdan



"K üreselleşm e" D ö n e m i n i n



Politikası



1293



ABD emperyalizmine boyun eğmekten kurtulmasına yönelik bir girişimdir. ABD ile eşit statüye sahip olma arayışı sırasında ABnin ekonomik, siyasi ve askeri açılardan muazzam engellerle karşılaşacağı kuşkusuzdur. Yine de bu doğrultudaki çabalar sür­ mektedir ve (on dokuzuncu yüzyıldan beridir ABD nin avlanma alanı olan, ancak günümüzde başta İspanya olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinin ciddi bir nüfuz edindikleri) Latin Amerika, (geleneksel olarak Avrupa’nın nüfuz alanında olmakla birlikte günümüzde ABD’nin nüfuzunu giderek artırdığı) Afrika ve hat­ ta Ortadoğu gibi dünyanın farklı yerlerinde gözle görülebilir bir çekişme yaşanmaktadır. Biri emperyalist çıkarların birleşmesi, diğeriyse bu çıkarlar arasında bir cepheleşmenin ortaya çıkması doğrultusunda işle­ yen bu ikili eğilimin doğru yorumlanması, 1990’lar ile yeni yüz­ yılın ilk yılları boyunca emperyalist devletler arasında var olan sorunlu ve çelişkilerle dolu ittifakı anlamanın anahtarını sağlar. YDD’nin kuruluşunu kapsayan bütün önemli olaylarda, ABD ile Avrupa devletlerinin bir ya da birkaçı arasında, değişen derece­ lerde olmakla birlikte, sürtüşmeler yaşandığı açıkça gözlenebili­ yordu. Son Irak savaşı istisna olmak üzere, bir yandan sürtüşme­ ler yaşanırken öte yandan pratikte askeri ittifak sürdürülmüştür. Hatta Irak savaşı açısından bakıldığında dahi, savaşın başlama­ sından sonra kabul edilen ve ülkenin işgalini meşrulaştırıp işgal kuvvetlerine tam bir hareket serbestisi sağlayan BM Güvenlik Konseyi kararı, Fransa ile Almanya’nın (keza Rusya ile Çin’in) ABD-İngiltere ittifakına verdikleri olay sonrası onay damgası ni­ teliğindeydi. Emperyalist kuvvetler arasındaki bu çelişkili birlik ve bölünme süreci, YDD’nin kuruluşu sırasında dünyanın birçok bölgesinde yaşanacak olaylara damgasını vuracaktır. YDD’nin nihai şekli, bu iki eğilimin etkileşimi sonucunda belirginlik ka­ zanacaktır. Bu noktada, işçi sınıfı hareketinin ve sosyalistlerin, AB’nin daha 'toplumsal’ ve barışçıl bir kapitalizm modelini temsil et­ tiği bahanesiyle Avrupalı güçlere umut bağlamalarının intihar



294



! Sungur Savran



• K od Adı Küresellenme



anlamına geleceğini hatırlamak zorundayız. AB’nin bütünüyle varsayımlara dayalı biçimde ileri sürülen “erdem”leri sayesinde 1990’lı yıllarda solda oldukça güçlü olan Avrupa milliyetçiliği, Irak Savaşının ardından eski formuna yeniden kavuşuyor gibi gözüküyor. Bu konuda iki tespitte bulunulması yerinde olacaktır. Bir yandan, durumları özel olan Britanya ile Doğu Avrupa’nın yeni katılan ülkelerini bir kenara bıraksak dahi, en az Fransa ile Almanya kadar İtalya, İspanya ve Portekiz de AB’nin birer parçasıdırlar. Bu ülkelerin ABD’nin Irak’ta izlediği saldırgan poli­ tikaya verdikleri destek, AB üyesi devletleri yönlendiren şeyin Avrupa’nın temsil ettiği “değerler” olmayıp tamamen kendi ulu­ sal çıkar algıları olduğunun açık bir kanıtıdır. Öte yandan, bir an için bütünüyle AB’nin ABD’nin savaş kampanyasına karşı ayağa kalktığını varsaysak bile, bu durum kitle hareketi açısından AB’yi desteklemenin intihar etmek an­ lamına geleceği gerçeğini bir nebze olsun değiştirmeyecektir. Bunun nedenini saptamak zor değildir. Savaştan önce yaşanan bu kadar gerilime ve çelişkiye rağmen Fransa ile Almanya so­ nunda ABD’nin Irak’taki zaleri karşısında eğilmek zorunda kaldılarsa, bunun nedeni ABI) silahlı kuvvetlerinin kudretiyle karşılaştırıldığında AB nin bütün kuvvetleri dikkate alındığında bile askeri açıdan cüce kalmasıdır. AB’nin ABD’nin gücünü den­ geleyebilmesi, Avrupa devletlerinin silahlı kuvvetlerini ve askeri sanayilerini güçlendirecek kapsamlı bir seferberlik başlatmaları­ nı gerektirecektir. Bu ise kaçınılmaz olarak militarist bir yönelim anlamına gelecek, Maastricht ile Amsterdam’ın neoliberal yöne­ lişine ek olarak AB’de sosyal hizmetlerin ciddi biçimde daha da aşındırılmasmı zorunlu kılacaktır. O halde şu sonuca varabiliriz: Emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin önemi ne olursa olsun, kitle hareketinin sömürü ve savaştan arınmış bir dünya arayışında bu güçlerden biri ya da diğeriyle yan yana gelmeleri budalalık olacaktır.



“K ü r e s p l l e ş r r ı p " D ö n e m i n i n



Pclitikas-



D ü n y a p o l İs î o l a r a k A B D o r d u s u



Günümüz emperyalizminin, biri emperyalist güçler arasında bir birliği, ötekiyse bir bölünmeyi harekete geçiren çifte eğilimini kavradıktan sonra, artık dikkatimizi YDD’nin siyasi-askeri ya­ pısının özellikle yeni nitelikteki veçhelerine çevirebiliriz. Şimdi içinde bulunduğumuz dönemde emperyalist politikanın bel ke­ miğini meydana getiren başlıca uluslararası kurumlara geri dön­ memiz gerekiyor. Üç uluslararası örgüt kategorisinden (yani ekonomik-finansal troyka, BM ve NATO) hiçbirinin, mevcut ulus devletler sistemin­ deki itiş kakışın üzerinde yer alan bir konuma, göreli olarak bile bir tarafsızlığa sahip olmadıklarını bir kere daha vurgulayarak başlayalım. Bu örgütlerin hepsi de, başta ABD olmak üzere em­ peryalist koalisyon tarafından, uluslararası istikrarı ve hukuku tesis etmeye gayret eden daha tarafsız ve teknik kurumlar olarak sunulmaları için koşullar uygun olduğunda kullanılan araçlar­ dır. “Koşullar uygun olduğunda” ibaresini vurgulamak gereki­ yor. Bunun önemini ortaya koymak için, ABDnin YDD dönemi­ nin dört büyük savaşında izlediği farklı yolları ele almakta yarar var: 1991 Körfez Savaşı BM tarafından onaylanmıştı; Kosova Savaşı bir NATO savaşı olarak kararlaştırılmış ve yürütülmüştü; Afganistan Savaşı, NATO üyesi ülkelerin 5. Madde ile ilgili açık beyanlarına karşın, ABD tarafından oluşturulan ve değişkenlik gösteren bir dizi ittifaka dayandırılmıştı; son olarak Irak Savaşı ise hem BM hem de NATO devre dışı bırakılarak ‘gönüllüler ko­ alisyonu* denilen bir kuvvet tarafından yürütüldü. Bu kuruluşla­ rın güç merkezleri oldukları, hatta ABD ile AB ülkelerinden gö­ rece bağımsız güç merkezleri oldukları yanılsaması emperyalizm karşıtları açısından son derece tehlikelidir. Yalnızca bu kurumlar içinde kalıp onları kullanarak çalışmak, farklı bir gelecek hayali açısından bunları meşru kurumlar saymak, bizi çıkmaz sokağa götürecek bir stratejidir. Bunu belirttikten sonra, ABD nin bu dönemdeki savaş stra­ tejisini merkezleri ortak, iç içe geçmiş halkalar şeklinde gözü­



295



296



>un q u r



Savran



. K o d Adı K ü r e s e l l e ş m e



müzde canlandırabileceğimizi söyleyebiliriz. Dış halkalarda, ABDnin gündemdeki tekil savaşla ilgili oluşturabileceği farklı ittifaklar bulunmaktadır. Ancak tam merkezde değişmeyen bi­ çimde aynı aktör yer alır: (şimdiye kadar dört olayın hepsinde İngiltere ile el birliği içinde) ABD ordusu. ABD ordusu, zama­ nımızda emperyalizmin askeri kudretinin vazgeçilmez çelik çe­ kirdeğidir. ABD askeri üslerinin, tarihte ilk kez Doğu Avrupa ile Balkanları, Kafkasya ile Orta Asya’yı ve çok geçmeden de Afrika’yı kapsayacak biçimde dünyanın dört bir köşesine ya­ yılması, ABDnin ordusunu bütün gezegenin polis gücüne dö­ nüştürmeye niyetlendiği gerçeğinin bir ifadesidir. Bu açıdan en önemli gelişme, Afganistan savaşını takiben ABD ordusunun Filipinler, Gürcistan, Yemen ve Endonezya’da askeri müdahale­ lere girişmesine ilaveten Afganistan, Özbekistan ve Kırgızistan’a ABD üsleri kurulmasıdır. Batı kapitalizmi modern tarihte ilk defa Orta Asya’da askeri bir köprü başı kuruyor, yine ilk defa emperyalist birlikler Ekim Devrimi nin eski toprakları üzerinde karşı tarafın onayıyla bir varlık tesis ediyordu. Bu gelişme, zaten mevcut olan eğilimlerdeki niceliksel bir iler­ lemeden ibaret değildir. Ne de rastlantısal olarak değerlendirile­ bilir. Hem küreselciliğin üstyapısı hem de dünyanın emperyalist güçler arasında yeniden paylaşımı olarak bizatihi YDD’nin man­ tığından kaynaklanır. Günümüzde geldiğimiz aşamada hâkim sermaye diliminin, yani mega kapital diye adlandırdığımız di­ limin, dünya ekonomisini bütünleştirme eğilimi gösterdiğini, buna bağlı olarak da ekonomik düzenleme görevinin dünya ölçe­ ğinde yürütülmesine ihtiyaç duyduğunu daha önce belirtmiştik. Sermayenin uluslararasılaşması ölçüsünde, bunun siyasi alanda­ ki mantıksal karşılığı bir dünya devleti olacaktır. Gelgelelim em­ peryalizm niteliği gereği uluslararası sermayeyi çok sayıda ulusal (belirmekte olan dev AB durumunda ise ulusüstü) sermayeye böler. Bunlar arasında ortak çıkarlar bulunduğu kadar çekişme ve rekabet de hüküm sürer. Bu nedenle, dünya sisteminin verili kısıtlamaları düşünüldüğünde bir dünya devletinin kurulması



'Küreselleşm e'



Dönem inin



Politikası



I



imkânsızdır. Ekonomik ve arı anlamda siyasi düzeylere bakıldı­ ğında, ilkel bir dünya devleti işlevi gören, ancak bu çelişkinin iki kutbu arasında sürekli yalpalayan sorunlu bir düzen mümkün gözükmektedir. Ancak, dünya üzerinde uluslararası burjuvazi adına askeri hâkimiyet, iktidarın çekişen kuvvetler arasında bu şekilde dağıtılmasına izin vermez. ABD ordusu, mega kapitalin ihtiyaç duyduğu dünya hükümetinin askeri kolu olmaya adaylı­ ğını koymuştur. Bir dünya devletinin mevcut olmadığı koşullar­ da, ABD devleti dünyayı askeri bakımdan düzenleme işini kendi üzerine almıştır. Burada iki eğilim arasındaki çelişkinin yeni bir düzeyde ye­ niden üretildiğini görmekteyiz. Çünkü, von Clausewitz,in zama­ nın sınamasından geçmiş ‘savaş, siyasetin başka araçlarla sürdü­ rülmesidir* vecizesine göre, birlik ile bölünme arasındaki çelişki, emperyalizmin askeri birliği ile emperyalist iktidarın farklı ulus devletler arasında siyasi parçalanmışlığı arasındaki çelişki haline gelmektedir. Emperyalist sistemin tahditleri veri alındığında, bıı çelişki ancak iki şekilde çözüme kavuşturulabilir: ya ABD dev­ letinin iradesinin bütün diğer devletlere dayatılması -k i bunun mantıksal sonucu dünyanın tamamen ABD tarafından sömürge­ leştirilmesi olacaktır- ya da emperyalist güçler arasındaki güçler dengesinde köklü bir değişim olması. Dünyanın bugün bulunduğu gelişim aşamasında, ilk seçene­ ğin kudretli ABD devleti açısından dahi imkânsız olduğunu söy­ lemek bile gereksiz. O halde sorun, çekişen emperyalist devletler arasındaki güçler dengesini, aralarında bir savaşa yol açmadan kökten değiştirmenin mümkün olup olmayacağıdır. Yirminci yüzyıldan bazı dersler çıkaracaksak, emperyalist ülkeler, özellik­ le de Avrupa ile ABD arasında er ya da geç bir çatışma yaşanması olasılığını yadsımak pek de akıllıca bir şey olmayacaktır. Şu noktayı ekleyerek bitirelim: Söz konusu çelişkiyi çözüme kavuşturmak amacıyla hangi yol izlenirse izlensin, sonuç kapita­ lizmin bizi bir kez daha barbarlığın farklı biçimleriyle karşı kar­ şıya getireceği anlamına geliyor.



297



298



I



iu rujurS avran



• K o d Adı Küreselleşm e



Y D D ’NİN



B İR A R A C I O L A R A K U L U S A L S O R U N



Ulusal egem enliğe yönelik saldırılar: A nnan doktrini YDD, bir Yeni Savaş Düzeni olduğunu ispatlamıştır. ABD ile müttefiklerinin gerçekleştirdikleri “ufak tefek” askeri müdahale­ leri bir kenara bırakırsak, Irak operasyonu YDD nin ilanından bu yana geçen on yedi yıl gibi kısa bir süre içinde yapılan dördüncü büyük savaştı. Buna “yeni müdahalecilik” denmektedir. Bu yeni müdahaleciliği, hukuki ve ahlaki açılardan meşrulaştırmaya yö­ nelik bir eğilimin gelişmekte olduğu önemle vurgulanmalıdır. Daha önce gördüğümüz üzere, küreselcilik ulus devletin sona erdiğini öne sürüyor. Tüm dünyayı, sermayenin dolaşımı önünde hiçbir engelin bulunmadığı tek bir alan olarak bütünleştirmeyi hedefleyen emperyalist hamle, dışarıdan bakıldığında bu ideo­ lojik ifadeye bir gerçeklik görüntüsü kazandırıyor. Bu nedenle, bu görüş açısının, kâğıt üzerinde dahi olsa uluslararası siyaset sahnesini düzenleyen bir ilke olarak “ulusal egemenlik” kavra­ mının değersizleştirilmesine yol açacağı, küreselci ideolojinin ortaya çıktığı ilk andan itibaren apaçık ortadaydı. Uluslararası müdahale hukuku etrafında yürütülen tartışma aslında 1990’h yıllar boyunca yükselen bir eğilimdi ve “insani müdahale”nin ulusal egemenlikten üstün bir ilke olduğunun kulak tırmalayıcı bir sesle, kibirle ilan edildiği Kosova Savaşı sırasında bu tartışma doruk noktasına ulaşmıştı. (Bu seslerin sahipleri arasında, insa­ ni merhametin, aynı on yıllık süre içinde Ruanda’da, Filistin’de, Türkiye’nin Kürtlerin yaşadığı bölgelerinde ve dünyanın dört bir yanındaki diğer sorunlu bölgelerde gözler önüne serilen daha büyük insanlık facialarına müdahale edilmesi için sözde “ulus­ lararası topluluğu” neden harekete geçirmediğini açıklayacak tek bir kişi bile çıkmaz.) Bugün bütünüyle değersizleştirilmekte olan ulusal egemenlik fikrinin BM Kurucu Antlaşması nin bizzat bel kemiğini oluşturduğu hatırlandığında, BM faaliyetlerinin yapısı­ nın bu yaklaşıma uygun biçimde baştan aşağı değişmesi gerekti­ ğini söylemeye henüz hiç kimsenin cesaret edebilmiş olmamasını anlamak olanaklı hale geliyor.



"Küreselleşm e" D ö n e m i n i n



Politikası



Bu görevi en sonunda BM’nin eski genel sekreteri Kofi Annan üstlendi. Annan, 1999 sonbaharında, yani Kosova Savaşının he­ men ardından Genel Kurula hitaben yaptığı açılış konuşmasın­ da, Körfez Savaşı ile Kosova Savaşı sırasında tanık olunan türden emperyalist müdahaleciliğe açık davetiye anlamına gelecek bir doktrini dile getirdi. “Annan d ok trininin görünüşte bu kadar “devrimci” olması ve ilk kez dile getirildiğinde gündeme bomba gibi düşmesinin nedeni tam da burada yatmaktadır. Doktrinin ana fikri oldukça basittir: Küreselleşme ve uluslararası işbirli­ ği, ulusal egemenliğin önceki şeklinin savunulmasını geçersiz hale getirerek “bireyin egemenliğini” kuvvetlendirmiştir. Bir devletin insan haklarını ihlal ettiği durumlarda, “uluslararası toplum”un o devletin iç işlerine (gerekirse askeri olarak) “müda­ hale etme hakkı” olacaktır. Dahası, “Birleşmiş Milletler Kuruluş Antlaşması sınır ötesi hakların varlığının kabullenilmesini yasaklamamaktadır” diye görüş bildiren Annan bununla şüphesiz müdahale etme hakkını kastetmektedir. O dönemin ABD başka­ nı Clinton, Genel Kurula hitaben yaptığı konuşmada Annan’ın yaklaşımını onaylamış, ancak anlaşılır şekilde bu ilkenin muhte­ melen her yerde ve her zaman uygulanamayabileceği uyarısında bulunmuştu. Clinton’un çekincesinin sırrını keşfetmek zor değil: Neden ABD emperyalizmi BM’yi sadık müttefiklerinin işlerine “müdahale etme”ye teşvik etsin ki? Çin ve Küba gibi ülkelerin, aslında emperyalist ülkelerin nüfuz alanı dışında kalan bütün dünyanın Annan doktrinini, on dokuzuncu yüzyıl İngiliz em­ peryalizmine özgü “gambot diplomasisinin yeniden ısıtılıp baş­ ka bir isim altında meşrulaştırılması çabası olarak görmeleri hiç garip değildir. Tartışma o zamandan bugüne yatışmıştır, çünkü bu açılış hamlesine verilen güçlü tepki yeni müdahalecilik taraftarlarının hızla ilerlemesine engel olmuştur. Ancak, ulusal egemenliğe sal­ dırılarda bulunan yeni bir hukuk doktrininin geliştirilmekte olup olmadığından bağımsız olarak, yeni müdahalecilik uygulamada o zamandan beridir sürmektedir. Körfez Savaşını (1991) daha



299



300



I



ungur Savran



• K o d Adı Küresellenme



sonraki savaşlardan ayıran özellik, bu savaşın kâğıt üstünde de olsa bağımsız bir ülkeyi (Kuveyt’i) bir başka ülkenin (Irak’ın) iş­ galinden kurtarmak adına yapılmış olmasıydı. Kosova Savaşının amacı, (gerçekte olduğu üzere) Miloşeviç yönetimini cezalandır­ mak ve devirmek olarak değil, Kosovalı Arnavutların haklarının verilmesini sağlamak olarak açıklanmıştı. 11 Eylül’den bu yana daha da ileri gittik: Artık “misilleme” (Afganistan) ve “rejim de­ ğişikliği” (Irak) terimleri makul birer gerekçe olarak utanıp sı­ kılmadan kullanılıyor. Ulusal ezilmenin istismarı YDD yandaşları, bir yandan ulusal egemenliği değersizleştirirken, bir yandan da emperyalizmin hasımları tarafından ezilen uluslarla etnik grupların sorunlarını büyük bir ikiyüzlülükle is­ tismar etmektedirler. Son on yılda yaşanan deneyimler, bunun emperyalizmin ayrıcalıklı bir silahı haline gelmiş olduğunu gös­ termektedir. YDD’nin kuruluşunun en önemli dört olayından ilk üçünde, yani Körfez, Kosova ve 2003 İrak savaşlarında, emperyalizmin hedef tahtasında olan devletler tarafından ezilen ulusların meş­ ru özlemleri, söz konusu ezilen ulusların mevcut liderliklerinin de suç ortaklığı sayesinde emperyalizm tarafından utanmazca kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır. Körfez Savaşı söz konusu olduğunda, çektikleri acılarla ABD emperyalizminin Irak topraklarının bir kısmını (ünlü 36. paralelin üzerindeki bölgeyi) koparıp bu ülkenin yetki alanı dışına çıkarmasına temel hazırlayan ulus Kürtler oldu. Kosova Savaşında ise, Kosova ile birlikte Yugoslavya’nın da bombalanması, Miloşeviç yönetimi­ nin Kosovalı Arnavutlar üzerinde kurduğu baskıya dayanılarak meşrulaştırıldı. Son olarak, Irak Savaşında ABD’nin Irak içinde­ ki yegâne kararlı müttefiki yine Kürtler idi. Ancak, bu tabloda yeni ya da özgün olan tek bir şey dahi bu­ lunmamaktadır. Emperyalizmin, kendi hasımlarının zulmettiği ulusların ve ulusal toplulukların sorunlarını kullanması zamanın



"Küreselleşme" D ö ne m inin Poiitıkas■ I 301



sınavından geçmiş eski bir taktiktir. İngilizler bu taktiğin ustasıydılar. Birinci Dünya Savaşı sırasında ve hemen ertesinde Arap dünyasının Osmanlı boyunduruğundan “kurtuluşu” bunun ga­ yet yerinde bir örneğidir. Sonuçta Ortadoğu'da bir dizi İngiliz ve Fransız sömürgesi ve kukla rejimi kurulmuştu. W ilsonun ulus­ ların kendi kaderlerini tayin hakkını savunması, belli ki Arapları ve diğer “yerli” halkları kapsamıyordu. Ortadoğu Araplarının içinde bulundukları kötü durum iki dünya savaşı arasında da devam etti ve ancak olayların seyrinin tamamen sömürgeciliğin aleyhine dönmesiyle bir çözüme kavuştu. Tabii ki Filistin vakası bunun acıklı bir istisnasıdır. Birinci Dünya Savaşının hemen er­ tesinde kendini Osmanlı yönetiminden “kurtaran” Filistin ulusu iki dünya savaşı arasındaki dönemde İngiliz sömürge idaresi al­ tında yaşadı. Ortadoğu’daki diğer A rap uluslarının aksine İkinci Dünya Savaşının ardından bir yerleşimci sömürge devletinin, yani Siyonist İsrail’in yaratılmasının kurbanı oldu. Böylece, em­ peryalizmin Filistin halkına özgürlüklerini kazandırmak üzere verdiği sözün üzerinden yaklaşık bir yüzyıl geçtikten sonra bir yurdu olmayan bu halk hâlâ yabancı bir devletin sömürgeci bo­ yunduruğu altında yaşamaktadır. Tarihten dersler almamız ge­ rekirse, bundan çıkarılacak sonuç emperyalizmin ezilen ulusla­ rın ve ulusal toplulukların kurtuluşları için güvenilemeyecek bir dost olduğudur. Bu tespit, Üçüncü Dünya’daki mevcut ulus devletler tarafın­ dan ezilen ulusların ve halkların içinde bulundukları kötü du­ rumu görmemize hiçbir şekilde engel olmamalı. Bu halkların özgürlüklerine kavuşmaları, meşru yakınmalarını utanmazca kendi amacı doğrultusunda kullanan, koşullar değiştiği ve söz konusu ezilen halkın hakları yeni statüko açısından bir külfet ha­ line geldiği zaman eskiden fazlasıyla desteklemiş olduğu davaya çoğu kez ihanet eden emperyalizmin ikiyüzlü politikalarıyla elde edilemeyecektir.



302



I tungur Savran



• K o d Adı



elleşm



Sömürgeciliğin dirilişi Son olarak, YDD stratejisinin yeni müdahaleciliği, gelişen yeni bir eğilimi tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir: “ulusla­ rarası” ya da “çok taraflı” sömürgeler diye adlandırılabilecek olu­ şum. Klasik sömürgecilik çağında, sömürgeci güçlerin ana amacı sömürgeleştirilen topraklardan elde edilecek ekonomik fayda­ ları güvence altına almaktı. (Tabii ki, sadece siyasi ya da askeri nedenlerle yapılan sömürgeleştirme örnekleri de bulunuyordu.) Dolayısıyla klasik sömürgeciliğin ardında yatan ilke tekeldi. Irak savaşına gelinceye kadar gözlenen yeni genel eğilim ise “uluslara­ rası topluluğun” sömürgelerini ya da yarı sömürgelerini kurmak şeklinde gerçekleşti. Bosna ile Kosova bunun en açık örnekleridir. Bol bol övgü alan Dayton Antlaşmasına dayanılarak Bosna’da kurulan yö­ netim “sömürge”den başka bir isimle nitelendirilemez. Dayton Antlaşmasının oluşturduğu “devlet”in lepesinde, seçimlerin ip­ tali ve yüksek düzeyli devlet memurlarının görevlerinden alın­ ması dahil olmak üzere sömürge yöneticilerininkine benzer güç­ lerle donatılmış bir yüksek komiser bulunur. Dışarıdan getirilen polis gücü yüksek komiserin emrinde faaliyet gösterir. Bosna, askeri olarak NATO önderliğindeki kuvvetlerce işgal edilmiştir. Ekonomik yaşam da emperyalizmin demir yumruğu altındadır. Dayton Antlaşması uyarınca merkez bankası başkanı, kılık de­ ğiştirmiş sömürgeciliğin modern temsilcisi IMF tarafından atan­ mıştır. Bosna merkez bankasının, normal bir merkez bankasının alışıldık yetkilerinden yoksun bırakılması her şeyin üzerine tuz biber eker: Dayton Antlaşması’na göre, geçiş dönemi boyunca banka para yaratmak yoluyla kredi açamayacak, yalnızca bir para kurulu olarak faaliyet gösterecektir. Savaşın ardından Kosova’da yaşananlar, bu türden birçok ta­ raflı sömürgeciliğin günün yükselen eğilimi olduğunu çok daha ikna edici bir şekilde gözler önüne sermiştir. Daha savaşın ba­ şındayken Kosova nin gelecekte bir BM “protektorası” olmasına karar verilmişti. “Protektora” tam sömürgeleştirmenin bir adım



"Küreselleşme" D ö n e m i n i n



Politikası



j



gerisinde kalan, ancak bağımsız bir devletle uzaktan yakından bir ilişkisi olmayan bir yönetim şeklidir. Kendinden önceki Bosna gibi NATO komutanlığının askeri işgali altında olan, polis gücü uluslararası olarak temin edilen Kosova, Avrupa Birliğinin organları tarafından atanan bir yüksek temsilci tarafından yö­ netilmektedir. İlk yüksek temsilci Bernard Kouchner Alman Markını ‘ulusal’ para yapmış ve hepsinden daha dehşet veren bir biçimde Balkan İstikrar Paktında olduğu gibi çeşitli uluslararası toplantılara Kosova’yı temsilen katılmıştır. 2008 bahar aylarında Kosova’nın Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilan etmesini bu sö­ mürge konumuyla ilişkilendirerek ele almak gerekiyor. Afganistan’ın 2001 savaşından bu yana “gönüllüler koalisyomi’nun askeri işgali altında olduğu biliniyor. Bu işga­ lin ne zaman biteceği ya da bitip bitmeyeceği dahi belli değildir. Afganistan bugün ancak ismen bağımsız bir ülkedir. Aynı şey 2003 savaşı sonrası Irak için de geçerlidir. Irak’taki ABD askeri işgalinin daha yıllarca süreceği belli olmuştur.



303



BÖLÜM



16



A v r a s y a n in D İn a m İk l e r î



Her tarihsel devir, dünya sistemi içinde gerçek ya da hayali bir alt bütünlük taşıyan yeni coğrafi alanlar tanımlar. En bariz örnekten söz edecek olursak “Ortadoğu” coğrafi kavramı, Batı dünyasının emperyalist çağ öncesinde kullandığı “Şark” ve biraz daha yeni olan “Yakın Doğu” kavramlarının yerini almak üzere 20. yüzyılda yarattığı bir tasarımdır. Ortadoğu’nun tutarlılığını, bölgenin dünya petrol üretimindeki ağırlıklı yeri ve İsrail-Arap çatışmasının önemi belirliyordu (hâlâ da öyle). En son güzide örneğimiz, Balkanları tarihsel özgüllüğünden mahrum bırakıp ufukta beliren Avrupa devi içinde eritmek amacıyla bu bölgenin yeni bir terminolojiyle “Güneydoğu Avrupa” olarak adlandırıl­ masıdır. Avrasya teriminin geçmişe uzanan bir tarihçesi var; genel­ likle Batı’da Atlantik’ten Doğu’da Pasifik’e kadar uzanan deva­ sa büyüklükteki kara parçası boyunca birbirlerine bitişik duran Avrupa ve Asya kıtalarının asli birliğini ifade etmek amacıyla kullanılıyordu. Günümüzde terime atfedilen yeni anlam doğ­ rudan doğruya Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ilintilidir. Bu tarihsel olay, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısından itibaren önce Çarlık Rusya’sının, daha sonra ise Sovyet devletinin birer parça­ sı olan topraklar üzerinde bir dizi bağımsız ulus devletin dünya sahnesine adım atmasına yol açtı. Üstelik, bu devletlerin çoğu belirli bazı ekonomik, siyasi, etnik ve dini niteliklerde ortaklaşır-



''Küreselleşme" D ö n e m i n i n



Politikası



lar. O halde, dar anlamıyla Avrasya günümüzde Kafkasya ve Orta Asya olarak tanımlanabilir. Az sonra tartışacağımız nedenlerden ötürü Avrasya, Balkanlardan başlayarak, Rusya’yı, Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu içine alarak Orta Asya’ya kadar uzanan alanın tamamı, ya da eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in deyi­ şiyle “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” uzanan alan olarak da tanımlanabilir. YDD devrinin önemli çalkantıları ile başlıca savaşları­ nın (Körfez Savaşı, Yugoslavya’daki etnik savaşlar ve Kosova Savaşı, Afganistan Savaşı, ikinci İntifada, son Irak Savaşı, İsrail-Hizbullah arasındaki savaş vb.) yukarıda tanımladığımız Avrasya’nın sınırları içerisinde ya da hemen yakın çevresinde gerçekleştiği dikkatli okurların gözünden kaçmayacaktır. Bunun nedeni açıktır: Aslında YDD, başta ABD olmak üzere emper­ yalizmin, dünyanın ikinci süper gücü Sovyetler Birliği’nin ç ö ­ küşünün yarattığı boşluğu doldurmak amacıyla güç ilişkilerini yeniden biçimlendirme girişimidir. Bir önceki bölümde bu ko­ nuya zaten değinmiştik. Avrasya, Berlin Duvarının yıkılması­ nın ardından ortaya çıkan bu tür iktidar boşluklarının olduğu bölgelerin somut bir örneğidir.



A V R A S Y A ’N IN Ö N E M İ



Ortada bir iktidar boşluğunun bulunduğunu söylemek, ne­ den bölgede bunca hengâme yaşandığını ve II Eylül’ün ardın­ dan neden bölgenin dünya siyasetindeki çalkantıların merkez üssü haline geldiğini tek başına açıklamak için yeterli değildir. Avrasya'nın emperyalizmin özel ilgisine mazhar olmasında çe­ şitli etkenler rol oynamaktadır. Bu niteliklerden ilki, Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardın dan, Hazar havzası bölgesinin yeni bir enerji kaynakları (petrol ve doğalgaz) coğrafyası olarak dünya ekonomisiyle ilişkilenmiş olmasıdır. Bölge genelinde bulunan altın ve diğer maden rezerv­ lerinin yanı sıra, Kafkasya ile Orta Asya’nın yeni bağımsızlıkları­



305



306



unguı



avran



• K o d A d ı K u r e s e i ’e ş m e



nı kazanan Türki cumhuriyetlerin bazıları (özellikle Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan) zengin enerji kaynaklarına sahip­ tir. Azerbaycan’ın Orta Doğu daki başlıca petrol üreticisi İran ile komşu olduğu gerçeği dikkate alındığında, güneyde Suudi Arabistan ile Basra Körfezi nden kuzeyde Kazakistan’a kadar uzanan yeni ve bütünleşmiş bir enerji üretimi bölgesinin oluşu­ muna tanıklık ediyoruz. Bu bağlamda, Irak sanki Ortadoğu’nun ayrılmaz bir parçası değilmişçesine, “Irak’taki sorunları hallet­ meye yönelik herhangi bir girişimin öncesinde Ortadoğu mese­ lesinin çözüme kavuşturulması gerekmektedir” türünden tuhat bir üslubun kullanılmasının da gösterdiği üzere, günlük siyasi söylemde Ortadoğu kavramının son zamanlarda tamamen İsrailFilistin anlaşmazlığına indirgenmesi önemlidir. Son dönemde resmi düzeyde dolaşıma sokulan ve Kafkasya ile Ortadoğu’nun tamamını kapsayan “Büyük Ortadoğu” ya da Kuzey Afrika’yı da kapsayan “Genişletilmiş Ortadoğu” kavramları, yalnızca ulusal sınırların değil, bölgesel sınırların da yeni baştan çizilmekte ol­ duğu gerçeğini bir kere daha doğrulamaktadır. Hazar havzası petrol ve doğalgaz rezervlerinin tam miktarı tartışmaya açık gözüküyor. Ancak, güvenilir kaynaklar bu re­ zervlerin önemi konusunda hemfikirdiler. Uluslararası Enerji Ajansı, ispatlanmış rezervlerin 15-40 milyar varil, olası rezerv­ lerin ise 70-150 milyar varil kadar olduğunu belirtmektedir. Bu rakamlar, ABD Enerji İdaresi Ajansı’nın 179-195 milyar varillik toplam rezerv tahminiyle ve eski ABD ulusal güvenlik danış­ manlarından Rosemarie Forsythe’nin hazırladığı raporda yer alan 200 milyar varillik tahminle uyuşmaktadır. Öte yandan, ABD Enerji İdaresi Ajansı’nın tahminlerine göre Hazar bölge­ sinin toplam doğal rezervi 565-665 trilyon ayak küp kadardır. Kazakistan ve Azerbaycan petrol açısından zenginken, doğalgazda ise, dünya sıralamasında en başta gelen Türkmenistan ı (dünya rezervlerinin yüzde 30’u buradadır) sırasıyla Kazakistan, Özbekistan ve Azerbaycan izliyor. Bu kadar büyük miktarda el değmemiş rezervler tabiatıyla büyük petrol şirketlerinin iştahını



Küreselleşme



Dönem inin



Politikası



^



kabartmakta, emperyalist güçlerle bölge devletlerini hem kendi şirketleri adına hem de stratejik nedenlerle müdahale etmeye teş­ vik etmektedir. Bahsettiğimiz bu ekonomik etken ne kadar önemli olursa ol­ sun, bölgenin uluslararası iktidar oyunu açısından önemi yalnız­ ca bu etkene indirgenemez. Bölge, gelecekte Asya kıtasının tama­ mı üzerinde cereyan edecek mücadeleler bakımından muazzam bir jeopolitik ve jeostratejik öneme sahiptir. Asya’da, ABDnin Rusya ile Çin’i potansiyel birer tehdit olarak gördüğü herkesin bildiği bir sırdır. Bu algının iki ayrı veçhesi vardır. Bir yandan, her iki ülke de kapitalist restorasyon sürecinin etkisiyle sosyoe­ konomik karmaşaya sürüklenmiş ülkelerdir. Bu ülkelerin emekçi halklarının katlandıkları büyük sıkıntılar dikkate alındığında, gerek kapitalist restorasyon sürecinin, gerekse buna eşlik eden, bu ülkelerin kapitalist dünya ekonomisiyle bütünleşmesi süre­ cinin her şeye rağmen mantıksal sonuçlarına kavuşturulması, ABDnin ve emperyalizmin en yakıcı önceliğidir. İster kitlesel bir ayaklanma yoluyla olsun, isterse tepeden yöntemlerle, bu süreç­ lerin kesintiye uğratılmasına yönelik bir hareket ortaya çıktığı takdirde emperyalizmin olanca gücüyle restorasyoncu cenahın arkasında yer alacağından, hatta uç durumda askeri müdahalede bulunacağından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Bu bakım­ dan Çin daha büyük bir tehdit teşkil etmektedir, çünkü kapitalist restorasyon süreci açıkça restorasyoncu nitelikteki bir rejimin siyasi rehberliği altında yürütülmemekte, bürokratik işçi devleti­ nin siyasi üstyapısı ile restorasyon huzursuz bir biçimde bir arada varlığını sürdürmektedir. Potansiyel olarak patlamaya hazır bir durum söz konusudur. Bu çelişkinin çözülmesi gerekmektedir, ancak nasıl çözüleceği hiçbir şekilde belli değildir. İkinci veçhe, tarihsel, ekonomik, siyasi ve askeri nedenlerle bu iki devletin bölgedeki olayların seyri üzerinde sahip oldukları ağırlıkla ilgilidir. Başka bir deyişle, kapitalist restorasyon süreci­ nin her iki ülkede de mantıksal sonucuna ulaştırılması halinde bile, başta 1 milyar 200 milyonu bulan nüfusu, canlı ekonomisi



307



308



| S u n g u r Sa v r a n



• Kod Adı Kü r es e l l eş me



ve büyüyen askeri gücüyle Çin olmak üzere, bu iki ülke ABD ve emperyalizm tarafından kontrol altında tutulmaları gereken zor­ lu rakipler olarak görülmektedir. Orta Asya ile Kafkasya’nın gelecekte Asya genelinde yaşana­ bilecek mücadeleler açısından büyük bir öneme sahip olmasının ikinci nedeni butlur. Orta Asya ülkeleri, bu iki ülkeye karşı düzen­ lenecek askeri harekâtlara uygun, mükemmel bir coğrafi konu­ ma sahiptirler. Afganistan savaşı sırasında ABD nin Özbekistan, Kırgızistan ve bizzat Afganistan’da kurduğu askeri üslerin böylesine muazzam bir öneme sahip olması bundan ötürüdür. Ancak, gerek Rusya’nın gerekse Çin’in nükleer güce sahip ülkeler olduğu gerçeği göz önüne alındığında, ABD’nin Ulusal Füze Savunma (NMD) programını geliştirmesine karşın, bunlardan herhangi birine karşı doğrudan bir saldırı savaşına başvurması ancak son çare olarak görülebilir. Avrasya bölgesinin kendine has özellikle­ ri tam bu noktada işin içine girmektedir. Tarihte yüzyıllardan beridir, Balkanlardan Çin’in sınırla­ rına (hatta bu ülkenin ihtilallı Sincan ya da diğer adıyla “Doğu Türkistan” eyaleti düşünüldüğünde daha da ötelere) uzanan bu geniş coğrafi mekân, sayısal olarak daha küçük ancak önemli olan Iranlılarla birlikte iki büyük etnik aile (Slavlar ile Türkler) ve iki din (Hristiyanlığın Ortodoks mezhebi ile İslamiyet) arasında bir­ birini takip eden cepheleşmelere sahne olmuştur. Kafkasya’nın, hem Rusya Federasyonu içinde kalan kısmı hem de güneydeki Transkafkasya bölgesi yüzlerce küçük ulusal topluluğun yan yana yaşadığı ve iç içe geçtiği, her an karşılıklı olarak birbirlerine zarar verebilecek patlamalara gebe, etnik bir kazandır. Orta Asya’nın Türki cumhuriyetlerine (ve Tacikistan’a) bakarsak, on dokuzuncu yüzyılın ortalarından yakın zamana gelinceye kadar gönülsüzce Rusların idaresi altında yaşadılar. Son olarak, Rusya Federasyonu içinde, hatta Kafkasya’dan uzak bölgelerde bile irili ufaklı çok sa­ yıda Türki cumhuriyet ve özerk bölge bulunmaktadır. Bu genel görünüm dikkate alındığında, YDD stratejisinin daha önce betimlenen karakteristik özelliklerini hatırlamak yerinde



'‘K ü r e s e l l e ş m e ' ' D ö n e n i m i n



Politikası



olur. Ulusal anlaşmazlıkların emperyalizmin çıkarları doğrultu­ sunda sömürülmesi, ulusal egemenliğin hepten küçümsenmesi (“Annan Doktrini”), yeni uluslararası sömürgeler oluşturulması eğilimi; bu stratejinin bütün tipik araçları, patlamaya hazır etnik ve dini gerilimlerin olduğu bu bölgede kullanabileceği bol bol mal­ zeme bulabilecektir. ABD emperyalizmi ve müttefikleri, etnik ge­ rilimlerin için için yanmaya devam ettiği bu geniş coğrafi mekâna Afganistan Savaşı aracılığıyla girmiş oldular. ABD dış politikası­ nın en önde gelen ideologlarından Zbigniew Brzezinskinin etkili kitabı Büyük Satranç Tahta sfnda205, bölgedeki mevcut durumu anlatırken pek hayra yorulamayacak nitelendirmelere başvurma­ sı hiç de garip değildir: Brzezinskinin yerinde bir adlandırmayla “Avrasya Balkanları” olarak adlandırdığı bu “volkanik bölge”, ona göre “muhtemelen başlıca savaş alanı olacak”tır. Ayrıca, ABD ve uluslararası topluluk, “eski Yugoslavya’daki son krizi gölgede bı­ rakacak bir meydan okumayla karşı karşıya kalabilir”. Bu karşılaştırma tesadüfi değildir. Diğer şeylerin yanı sıra Yugoslavya, Avrasya’da takip edilecek politikalar için bir deneme alanı işlevi görmüştür. Geleceğe yönelik dersler çıkarmak üzere şimdi bu örneği ele almamız gerekiyor.



H a ber c i o la r a k Y u g o sla v ya



Yugoslavya’yı altüst eden, on yıllık geçmişi olan şiddetli sar­ sıntıları ve savaşları tartışırken dikkatlerini etnik çatışmalara odaklayan yorumcuların çoğu basit bir gerçeğe değinmeyi unu­ tuyorlar. Özgüllükleri ne olursa olsun bu ülke, 1980’lerin sonu ile 1990’ların başlarındaki restorasyon sürecine gelinceye dek kapi­ talizmin ilga edildiği bir dizi devletten oluşan zincirin bir halka­ sıydı. Yugoslavya üzerine çöken felaket, Körfez Savaşının eşiğin­ de, 1990 yılında YDD’nin ilan edilmesiyle çakıştı. Rastlantısal 205



Z bigniew B rzezinski (1 9 9 7 ) The G ra n d C hessb o ard (Nevv Y ork: B asic B ooks) [B üyük S a tranç Tahtası, çev. E rg u n K ocab ıyık ve E r tu ğ ru l D ikbaş, Sabah K itap ları, 19 9 8 ].



309



310



jnguı



üvtan







t\ j d A d ı



jre



elleşme



bir çakışma değildi bu. Eski Yugoslavya’nın parçalanma sürecini doğru dürüst incelemek isteyenlerin bu iki gerçeğe büyük önem vermeleri gerekiyor. Yugoslavya’nın çilesi ancak bu genel bağlam içinde anlaşılabi­ lir. Ülke, Orta ve Doğu Avrupa’daki bürokratik işçi devletlerini kapsayan zincirin bir halkasıydı, ancak kökleri derinlerde yatan tarihsel özgünlüğünün etkisiyle yıkılması diğerleriyle aynı şe­ kilde ve aynı hızda olmadı. Dahası, NATO üyesi Yunanistan ve Türkiye karşısında Balkanlardaki yegâne önemli bölgesel güçtü ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgaline başarıyla direnmiş bir ülkeydi. Ayrıca, etnik ve dini yakınlık nedeniyle, emperyalist Batının daima korkulu potansiyel rakibi olan Rusya’nın en azın­ dan potansiyel bir müttefiki idi. 1991 yılında Batının, Almanya, Avusturya ve Vatikan’ın öncülüğünde federasyondan ayrılma yanlısı Slovenya ve Hırvatistan devletlerini derhal diplomatik olarak tanımasının, 1992 yılında Birleşik Devletler’in Bosnalı Müslümanları uzlaşmaz bir tutum takınmaya teşvik etmesinin ardında bu nedenler yatıyordu. Bu iki siyasi eylem, Yugoslavya’da 1991 ile 1995 yılları arasında sürecek bir etnik savaşın başlamasını körüklemiş oldu. Ardından Yugoslavya’nın dağılması, daha doğ­ rusu parçalanması ve böylece yaratılan boşluğu Avrupa Birliği ile birlikte NATO’nun doldurması, emperyalizmin bu bölgede yakın zamanda kazandığı gücü pekiştirmesine yol açtı. Yugoslavya’nın geriye kalan parçası bile Balkanlar’da kapi­ talist istikrarı güvenceye alan düzenlemenin sürekliliğini tehdit ediyordu. Emperyalizmin, Balkanlar’da ve bu bölgenin dışındaki yerlerde kapitalist istikrarın sürekliliğini sağlamayı amaçlayan çok yönlü stratejisi açısından Yugoslavya'nın parçalanması önem­ li bir unsurdu. Bir zamanlar Tito’nun güçlü Yugoslavya’sının bu­ lunduğu alanda mini devletlerin yaratılmasında Kosova yeni bir evre oldu. ABD Dışişleri Bakanlığının bir zamanlar ‘terörist’ bir örgüt olarak sınıflandırdığı Kosova Kurtuluş Ordusu’na (KKO) 1998 yılında aniden destek vermeye başlamasından tutun da, bir çocuğun bile Miloşeviç rejiminin reddedeceğini tahmin edebile­



M ireselleşm e'



j o n e m :m n



Politikası



ceği Rambouillet ültimatomuna kadar her şey göstermektedir ki, Kosova Savaşına uzanan yol Amerikan politikası tarafından titiz ve sistemli bir şekilde çok önceden hazırlanmıştı. Yukarıda anlatılanlardan eski Yugoslavya’da ülkenin parça­ lanmasını isteyen ve bu doğrultuda çaba gösteren kuvvetlerin ol­ madığı gibi bir anlam çıkarılmamalı. Hiç şüphesiz ki vardı ve bu kuvvetler olmaksızın kuşkusuz emperyalizm bu kadar tahribata yol açamayacaktı. Gelgelelim bu hikâye öylesine tek yanlı anlatıl­ mıştır ki, bütün bu çarpıtmaları açıklığa kavuşturmaya çalışmak bizi bu bölümün amacından oldukça uzaklaştıracaktır. Yalnızca şu kadarını söylemekle yetinelim: IM Fnin dayattığı ekonomik kemer sıkma politikalarından, klasik Sovyet tipi bir devletle kar­ şılaştırıldığında daha ademi merkeziyetçi tarzda örgütlenmiş bir ülkedeki cumhuriyetlerin eşitsiz gelişimine, hâkim bürokrasi­ lerin propagandasını yaptıkları fanatik milliyetçiliğe (şüphesiz Miloşeviç bu bakımdan tek örnek değildi) kadar pek çok etke­ nin bugünkü trajedide payı olmuştur. Emperyalizmin stratejisi­ nin çözümlenmesi açısından belirleyici olan şey, bu etkenlerin Yugoslavya’yı parçalamak gayesiyle kullanılmış olmasıdır. Eğer yukarıdaki analiz doğruysa, durup kendimize şu so­ ruyu sormalıyız: Balkanlar ölçeğinde önemli bir ülke olan eski Yugoslavya kapitalist istikrar açısından bir baş belası olarak görüldüyse, yalnızca Asya’da değil dünya ölçeğinde de dev ülkeler olan Rusya ile Çin’e yönelik tehdit algısı acaba ne kadar büyük olacaktır? Akla gelebilecek bir sonraki soru açıktır: Rusya ya da Çin’e karşı yapılacak bir savaş ile Üçüncü Dünya Savaşı arasında nasıl bir fark vardır?



311



EMPERYALİZMİN A L T E R N A T İ F İ NE?



BÖLÜM



17



M İ L L İ Y E T Ç İ L İ K Mİ , E N T E R N A S Y O N A L İ Z M Mİ ?



tSiö



Yukarıda 10. Bölüm’de dünyanın uluslara bölünmüş olması gerçeğini yadsıyan, emperyalist sistemde uluslar arasında zorun­ lu olarak varılan hiyerarşiyi görmezlikten gelen, antiemperyalizme derhal ulusçuluk yaftasını takan yaklaşımların günümüz dünyasının sorunlarını kavrayamayacağını ve emperyalizme karşı somut bir alternatif oluşturamayacağını gördük. Bu bölüm­ deki sorunumuz ise tam tersine, uluslar arasındaki hiyerarşik ve ezmeye/ezilmeye dayalı sorunları salt ulusçu bir temelde çözme­ ye çalışan akımların çıkmazını ortaya koymak. Emperyalizmin bütün dünyayı sıkı bir denetim altına alması­ nı hedefleyen “küreselleşme” taarruzunun solda doğurabileceği içgüdüsel tepkilerden biri, gelecekte ulusların iç içe geçeceği ve kaynaşacağı bir toplumun yaratılmasını hedefleyen enternasyo­ nalizmden (son yarım yüzyıl boyunca zaten büyük yaralar al­ mış olan bu politik projeden) bütün bütüne vazgeçmek olabilir. Madem emperyalizm ezilen dünyayı eskisinden de sağlam bir boyunduruk altına alabilmek için ulusal sınırların önemsizleştiğini, ulusal devletlerin gününü doldurduğunu savunmaktadır, antiemperyalist bir tavır emperyalizmin taarruzu altındaki ezilen ulusların yanında yer almak, “Güney”i “Kuzey”in karşısında ko­ rumak olmalıdır. “Güney” ülkeleri, “özgüvene dayalı” bir ulusal



316



junaur davran



• K o d A dı Kureseı e ş m e



ekonomik gelişme yolunu benimsemelidir. M arx’ın M anifesto1da ileri sürdüğü görüşler burjuva ideologlarınm eline oynamakta­ dır. Sosyalistlerin bu evrede burjuvaziye paralel olarak ulusal çö­ zümlere karşı çıkması düşünülemez. Bu tür bir “üçüncü dünyacı” yaklaşım, sosyalistlerin geçmişi savunarak geleceği burjuvaziye terk etmesinden başka bir anlam taşımaz. Tam anlamıyla bir geçmişe sığınma stratejisidir bu yak­ laşım. Dünya çapında toplumların gelişme dinamiğinin gerisin­ de kalmaya, yeni olan her şeyden burjuvazinin yararlanmasına olanak tanımaya mahkûm bir strateji. Kısacası, geçmişe iltica ederek geleceği burjuvaziye terk eden bir strateji.



2 0 . Y Ü Z Y I L D E R S L E R İ : M İ L L İ Y E T Ç İ L İ Ğ İ N Ç IK M A Z I



Marx, Engels, Lenin, Trotskiy, Luxemburg ve diğerleri, yani klasik Marksizmin bütün temsilcileri bütün teorik ve programatik metinlerinde kapitalizm (ve 20. yüzyılda emperyalizm) karşı­ sında kalıcı bir zaferin ancak uluslararası ölçekte, en azından sı­ nai bakımdan gelişkin ülkelerin çoğunluğunun katılımıyla sağ­ lanabileceğini vurgulamışlardı. Bunun temelinde, kapitalizmin özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ulaştığı aşamada, üretici güçlerin artık ulusal sınırlara sığmayacak bir gelişkinliğe varmış olması vardı. Kapitalizme (ve emperyalizme) karşı zafer kazanabilmek için daha üstün bir emek üretkenliğine erişmek ge­ rekiyordu. Bu ise dünyasallaşmış bir kapitalizm karşısında ulusal sınırlar içinde başarılabilecek bir şey olamazdı.206 20. yüzyıl sonunda geriye baktığımız zaman, klasik Marksizmin bu tezinin bütünüyle doğrulanmış olduğunu görü­ yoruz. Sorunu iki düzeyde ele almak mümkün: sömürge devrimleri ve sosyalist devrimler. İlki açısından hatırlanması gereken şu: 20. yüzyılın neredeyse tamamı, emperyalist ülkeler tara­ 206



Bu ön erm en in tem ellerin i ok ur şu y a z ım ız d a bulabilir: S u ngur Savran , “M ark sizm in Ö teki Ö lçek S o ru n u :



Tek ülkede S o sy alizm ’ m i, D ü nya



D evrim i m i?”, Praksis, sayı 15, Y az 2 0 0 6 .



Em peryalizm in Alternatifi N e ?



I



fından sömürgeleştirilmiş halkların boyunduruktan kurtulma mücadelesinin yeryüzünün bütün sathına yayılmasıyla geçti. Ama Hindistan’dan Cezayir'e, yabancı boyunduruğundan uzun ve acılı mücadelelerle kurtulan uluslar kısa bir süre sonra ken­ dilerini yeniden emperyalizmin ekonomik, mali, hatta askeri baskısı altında buldular. Bugün politik bağımsızlığın, ne denli değerli bir demokratik mevzi olursa olsun, azgelişmiş ulusların kurtuluşu sürecinde sadece bir ilk adım, ama çok yetersiz bir adım olduğu, bağımsızlık sonrası Afrika’sının, Asya’sının, hatta Latin Amerika’sının yaşadığı sefalet ve emperyalizmin bu ulus­ lar üzerinde süre giden hâkimiyeti ışığında tartışılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkmış durumda. Yüzyılın esas dersi ise milli komünizmin başarısızlığa mahkûm olduğu gerçeğinin, klasik Marksizmin bu temel tezinin tarih tarafından doğrulanmış bulunmasıdır. Sovyetler Birliğinin 1991’de dağılması, bu ülkede ve Doğu Avrupa’da kapitalist resto­ rasyonun gözlerimizin önünde adım adım gerçekleşiyor olması, ulusal, hatta bölgesel çapta çözümlerin, geçici olarak elde edilen başarıların derecesi ne olursa olsun, kapitalizme karşı kalıcı, nihai bir zaferi sağlayamayacağını gösteriyor. Unutulmasın ki Sovyetler Birliği, ne emperyalist askeri bir saldırının darbeleri, ne de ülke içinde varlığını sürdürmüş bir mülk sahibi sınıfın kar­ şı devrimci ayaklanması sonucunda çöktü. Çöküşün temelinde, ülke ekonomisinin dünya kapitalizmi karşısında düştüğü acıklı durum, bunalım karşısında bürokrasinin bazı dilimlerinin çözü­ mü ve kendi geleceklerini ülkenin burjuvalaşmasında görmeleri ve bunu gerçekleştirmek için verdikleri mücadeleden başarıyla çıkmaları yatar.-0' 20. yüzyılın bütünü için geçerli olan, bugün için haydi haydi geçerlidir. Dünya ekonomisinin 21. yüzyıl başında varmış oldu­ ğu bütünleşme evresinde, daha önceki on yıllarda bile büyük sı­ 207



Bkz. S u ngur Savran , “M a rk sizm in Aşil T opu ğu”, îşçi M ü c a d e le s i, sayı 15 (eski dizi), K a sım -A ra lık 2 0 0 4 ( h ttp ://w w w .iscim u ca d e le si.n et/arsiv /d erg i/ on b e s/icin d e l 5.h tm ).



317



3 1 8



lu n g u r S avron



• Kod Adı Kü re se ll e şm e



kıntı ve bunalımlarla uygulanabilen ulusal çaplı projeler hiçbir biçimde başarıya ulaşamaz. 20. yüzyılın 21. yüzyıla bırakması umut edilecek en olumlu miras, "milli komünizm"i tarihin sayfa­ larına gömmesi olacaktır. İçinde yaşadığımız yüzyılda sosyalizm sadece teoride değil pratikte de tutarlı biçimde enternasyonalist olmak zorundadır.



N A S I L B İR E N T E R N A S Y O N A L İ Z M ?



Ama genel bir doğruyu ileri sürmek, çözüm için sadece bir başlangıç noktasıdır. Ulusal sorunun böylesine önem taşıdığı bir dönemde bir başka soruya daha cevap vermek gerekir: nasıl bir enternasyonalizm? Marksizmin tarihinde enternasyonalizmi savunanlar arasın­ da her zaman iki farklı yaklaşım mevcut olmuştur. Birçok başka konuda olduğu gibi burada da Marx ile Engels’in kendilerinin mirası oldukça ikirciklidir ve her iki yaklaşımın temsilcileri de öncülerin terekesinde kendi yaklaşımlarına uygun unsurlar bu­ labilmişlerdir. Ama M arx ve Engels’ten sonraki kuşakta bu iki farklı yaklaşım iyice billurlaşmış ve karşıt görüşler biçiminde kutuplaşmıştır. Kutupların birine soyut enternasyonalizm adı verilebilir.208 İkinci kuşak Marksist ler arasında önde gelen isim­ lerin önemli bir bölümü devrimci hayatlarının şu ya da bu aşa­ masında soyut enternasyonalizm yaklaşımını benimsemişlerdir. Pannekoek, Strasser ve Rosa Luxemburg bu alanda en önemli çalışmaları yapmış olan isimlerdir ama Bolşeviklerden bir bö­ lümü de (Piatakov, Radek, Buharin) I. Dünya Savaşı döneminde



208



O tto B a u e r bu y a k la şım ı “ ü topik e n te rn a sy o n a liz m ” o larak ad lan d ırır. F ra n sız M ark sist a ra ştırm a c ı G eo rges H a u p t’un k u llan dığı terim



ise



“u zlaşm asız e n te rn a s y o n a liz m d ir . (B k z . G .H a u p t, “L es m a r x is te s fa ce a la q u e s tio n n a tio n a le : T h is to ir e du p r o b le m e ”, G .H a u p t/M .L o w y /C . VVeill, L es m a rx is tes et la q u e s tio n n a tio n a le 1 8 4 8 -1 9 1 4 için d e , M a s p e ro , P a ris, 1 974, s. 2 8 ve 5 0 .) Ne v a r ki, b u ra d a sö z ü n ü e ttiğ im iz ik in ci ak ım da e n te rn a s y o n a liz m b a h s in d e bu k a n a t k a d a r u z la ş m a s ız o ld u ğ u n a g ö re bu te rim y a n ıltıc ı o la b ilir.



E m p e r y a l i z m i n Al t er nat i f i N e ?



aynı pozisyonu benimsemişlerdir.209 Bu kutbun karşısında, ulu­ sal soruna çok özel yaklaşımı ile Lenin yer alır. Lenin in enter­ nasyonalizm ile ulusal sorun arasında kurduğu ilişki aşağıda ay­ rıntısıyla ele alınacağından burada Lenin'in aktif enternasyona­ lizminin, soyut enternasyonalizmle karşıtlığının altını çizmekle yetineceğim. Soyut enternasyonalizm, sosyalizmin proleter enternasyo­ nalizmine dayanması gerektiği doğru tezinden hareketle ulusal sorunu küçümser. Her ulusal hareketin mutlaka burjuvazinin hâkimiyetinde yürüyeceğini varsayarak, proletaryanın ulusal sorunu mücadelesinin öncelikleri arasına almasının burjuvazi­ nin peşine takılması anlamına geleceğini öne sürer. Bu yüzden, proletaryanın programı ulusların kendi kaderini tayin hakkına yer vermemelidir. Çünkü bu talep proletaryayı başka uluslardan proleterlerle karşı karşıya getirerek enternasyonalist görevlerin­ den uzaklaştıracaktır. Üstelik modern kapitalist toplumun temel gelişme yasalarından biri ulusların ekonomik bakımdan gittikçe daha büyük ölçüde birbirlerine bağlanmaları, yani uluslararası bir ekonominin ayrılmaz parçaları haline gelmeleridir. Bu du­ rumda, ulusal bağımsızlık hem tarihsel gelişmenin karşısında yer aldığı için gerici bir taleptir, hem de ekonomik bağımlılık dolayısıyla ütopik, gerçekleştirilemez bir projedir. Soyut enter­ nasyonalizmin en önemli temsilcisi Rosa Luxemburg, bu gerek­ çelerle hem Polonya’nın bağımsızlığına karşı çıkmış, hem de 209



O d ö n em in önde gelen d e v rim ci ö n d erlerin d en ve teo risy en lerin d en T ro ts k iy ’in ulusal so ru n k o n u su n d ak i ta v rı, Ek im



D e v rim i ö n c e s in ­



de ve so n ra sın d a çok fark lıd ır. D e v rim e dek T ro tsk iy L en in ile Rosa L u xe m b u rg un p o z isy o n la rı a ra sın d a yalp alar. D e v rim d en so n ra B o lşe­ vik p o litik ay ı tü m ü yle ben im ser. Rus D e v rim in in T a rih i’n d e şöyle y azar: “S o vyetler B irliğ in in gelecek teki k ad eri ne olu rsa olsu n ... L en in ’in ulu ­ sal p o litik ası in san lığ ın d o k u la rın a ebediyen y e rle şe ce k tir.” (A k ta ra n : M.Lovvy, Les m a rx is tes..., a.g.y., s. 3 8 1 n .) 3 0 ’lu y ılla rd a T ro tsk iy , Leııin ist a n tie m p e ry a list politikayı d a h a da in celterek ulusal so ru n a ilişkin M ark ­ sist p ro g ra m a yeni k a tk ıla r y ap m ıştır. Bu konuda bir ö rn ek için bkz. Lev T rotskiy, “Ü ltra S o lcu la r ve Ç in ’deki Savaş”, S ın ıf B ilin ciy 9 -1 0 , T em m u z 1991.



319



320



I Sungur Savran



• K od Adı K üreselleşm e



devrim sonrası Rusyası'nın ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımasını eleştirmiştir. Soyut enternasyonalizm tarihsel gelişmeyi bütünlüğü ve so­ mutluğu içinde kavrayamamış bir yaklaşımdır. Başlıca yöntem­ sel yanlışı politik gelişmeyi ekonomik gelişmenin bire bir kar­ şılığı, bir izdüşümü gibi ele almasıdır. Kapitalizmin ekonomik açıdan ulusları gittikçe daha büyük ölçüde birbirlerine bağla­ dığı doğru olmakla birlikte, buradan aynı merkezileşmenin oto­ matik olarak politik düzeyde de gerçekleşmesi gerektiği sonucu çıkarılamaz. Arı anlamda politik bir hak olan ulusların kendi kaderini tayin hakkının kullanılmasıyla ortaya çıkacak olan bağımsızlığın ütopik olduğu iddiası bu yüzden yanlıştır. Soyut enternasyonalizm politikayı ekonomiye bağlı olarak bir kenara bıraktığı için, ulusal sorunu salt kültürel bir soruna indirger. Böylece, ulusal baskı olgusunu kabul etmesine ve ulusların eşit haklara sahip olması gerektiğini vurgulamasına rağmen, ezen ulus ile ezilen ulus arasında doğacak politik çatışmalarda ezile­ nin yanında taraf tutmak için gerekli teorik araçlardan ve programatik temelden yoksun kalır. Sorunun sınıfsal boyutuna gelince. Soyut enternasyonalizm, proletaryanın uzun vadeli hedefinin ulusların kaynaşması yo­ luyla evrensel bir insan topluluğuna varmak olması gerektiği gerçeğinden yola çıkarak, bunu derhal ve dolaysız biçimde bu­ günün politikasının biricik boyutu haline getirir. Buna karşılık milliyetçiliğin bir burjuva ideolojisi olduğu gerçeğinden hareket­ le proletaryanın ulusal sorunu mücadelesinin ana eksenlerinden biri haline getirmesine karşı çıkar. Oysa burjuva milliyetçiliği ulusal sorunun nedeni değil, dünyanın eşitsiz ilişkiler içinde yaşayan uluslara bölünmüş olmasının bir sonucudur. Başka bi­ çimde ifade edilirse, uluslar arasındaki bölünmeler ve çelişkiler nesnel gerçekliklerdir. Bu nesnel gerçeklik, eşitsizliklerle dolu bir dünyada farklı uluslara mensup proleterler arasında, maddi varlıklarının nesnel koşulları bakımından farklılıklar, hatta çe­ lişkiler olması anlamına gelir. Sınıfın ulusal temellerde nesnel



Fmperyaiizmin



Alternatifi N e ?



j 321



olarak bölünmüş olduğu bir dünyada, bu gerçekliği uzun vadeli enternasyonalist hedefin arkasına sığınarak görmezlikten gel­ mek, sorunun burjuvazinin tekelinde çözülmesini kabullenmek­ le eş anlamlıdır. Nihayet, ulusal devletin bir burjuva biçimi olduğu gerçeğin­ den hareketle proletaryanın hiçbir koşul altında ulusal sorun konusunda bir program geliştiremeyeceğini ileri sürmek, nes­ nel olarak eşitsiz tarafların var olduğu bir dünyada güçlülerin hâkimiyetine göz yumma sonucunu doğurmaya mahkûmdur. Yine aynı noktaya ulaşıyoruz: Soyut enternasyonalizm, ezilen ulus ile ezen ulusun somut olarak karşı karşıya geldiği durumda ezilenden yana tavır almanın araçlarından yoksundur. Bütün bu teorik ve politik yöntem hatalarının sonucunda so­ yut enternasyonalizm 20. yüzyılın tarihsel gelişmelerince bütü­ nüyle yanlışlanmıştır.



2 0



. Y Ü Z Y IL D E R SLE R İ ( 2 ): ULUS O LG U SU N U N Ö N EM İ



Geride bıraktığımız yüzyılın en belirgin yanlarından biri ulusallık olgusunun bütün dünyanın sathına yayılması ve mil­ liyetçiliğin yeniden ve yeniden canlanması olmuştur. I. Dünya Savaşı ertesinde Doğu Avrupa’nın çokuluslu imparatorluklarının yıkılması sonucunda yaşlı kıtada sayısız yeni ulusal devlet kurul­ muş, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yükselen sömürge devrimi ise dünyanın dört bir yanında bağımsız ulusal devletlerin mantar gibi çoğalmasıyla sonuçlanmıştır. 1990’h yıllarda ise Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla birlikte, ulusal dev­ letlerin oluşumu açısından bir üçüncü büyük dalga yaşanmıştır. Bu gelişmenin soyut enternasyonalizmin bütün perspektifini köklü biçimde çürütmüş olduğunu hatırlatmak bile fazla. Elbette hata kapitalizmin bütün ulusları tek bir dünya ekonomisi içinde birleştireceği öngörüsünde değildi. Hata, bu genel ekonomik ya­ sadan çıkarılan politik sonuçlardaydı. Ekonomik bağımsızlığın artık hiçbir ülke için mümkün olmadığı öncülünden politik ba-



gımsızlığın bir ütopya olduğunun çıkarsanması, kısaca söylen­ diğinde politikanın ekonomiden dolaysız biçimde türetilmesi, hatanın esas kaynağı idi. Luxemburg, sanayii Rus pazarına ba­ ğımlı olduğu için Polonya’nın politik bağımsızlığını mümkün görmüyordu. Tarih Luxemburg’u sadece Polonya örneğiyle ya da Orta ve Güney Avrupa’nın sayısız ulusal devletiyle yalanlamak­ la yetinmeyecekti. İkinci Dünya Savaşından sonra özgürlüğüne kavuşan nice Afrika ya da Asya ülkesi yanında (tek ürünlü tarım, sanayinin pratik olarak yokluğu, eski sömürgeci güce sınırsız ti­ cari, mali vb. bağımlılık vb.) Polonya bir ekonomik bağımsızlık anıtı sayılabilir ! Ama ulusal olgunun dünya ekonomisinin bütünleşmesi kar­ şısındaki inatçılığının ampirik biçimde saptanmasıyla yetinmek mümkün değil. Çünkü eğer ulusal olgunun 20. yüzyıl boyunca kalıcı bir nitelik arz etmesi, dünya ekonomisinin yetersiz derece­ de bütünleşmesinden ve/veya dünyanın geniş bölgelerinin henüz kapitalizme yeni geçmekte oluğundan kaynaklanıyorsa, bu, so­ yut enternasyonalizmin zam anlam a açısından yanıldığını göste­ rir, ama ilkesel bir yanlışlığın varlığı kanıtlanmış olmaz. Başka biçimde söylenecek olursa, soyut enternasyonalizm kapitalizmin ulusal sorun alanında yarattığı eğilimi doğru saptamış olabilir, ama eğilimin somutlaşmasının temposu bakımından yanılmış olabilir. 20. yüzyılda ulusal olgunun inatçı kalıcılığının temelle­ rinin anlaşılması, soyut enternasyonalizmin, eğilimin kendisini doğru kavrayıp kavramadığı konusunda bize önemli bir ipucu sağlayacaktır. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekiyor: İlkesel bakımdan haklılık sorunu bir an bir kenara bırakılsa bile, yüzyıl dönümü­ nün soyut enternasyonalizmi, bir zamanlama hatasını gerçek­ ten yapmıştır. Lenin’in defalarca belirttiği gibi, o dönemde Batı Avrupa ve Amerika’da ulusal sorun büyük uluslar açısından artık büyük ölçüde aşılmıştı. (Amerikalı zencilerden İrlanda’ya kadar birçok sorun ulusal sorunun bu ülkeler için bile başka bir dü­ zeyde varlığını sürdürdüğünü gösterir.) Ama Doğu Avrupa’nın



t :n p e r y a h z r n : n A l t e r n a t i f : Ne



çokuluslu imparatorluklarında (Rusya, Avusturya, Osmanlı) ulusal sorun günün sorunuydu. Dünyanın öteki kıtalarındaki sömürge ve yarı sömürge ülkeler için ise ulusal sorun o günün bile değil, henüz geleceğin sorunuydu. Yani Rosa Luxemburg ve fikir arkadaşları, kapitalizmin Batı Avrupa’daki gelişme dere­ cesini yanlış ve erken biçimde dünyanın geri kalan yöreleri için genelleştirmişlerdi. Ama sorun bu zamanlama hatası ile sınırlı değil, çünkü ulusal sorunun 20. yüzyılda yakıcı bir önem taşımış olmasının ardındaki dinamikler soyut enternasyonalizmin sap­ tadığı eğilimin kendisinin yanlış olduğunu ortaya koyuyor. Ulusal sorunun 20. yüzyılda büyük bir ağırlık taşımasının temel dinamiği emperyalizmin kendi karşı kutbunda ezilen ulus milliyetçiliğini yaratm ış olmasıdır. Yüzyılın ilk yarısın­ da emperyalizm ile ezilen uluslar arasındaki mücadele sömürge statüsüne karşı isyan ve politik bağımsızlık mücadelesi biçimini almıştı. Ama bağımsızlığını kazanan ülkelerin de emperyalizm tarafından sadece ekonomik olarak değil, politik, kültürel ve as­ keri alanlarda da baskı altında tutulması, iki kutup arasındaki mücadelenin (en çarpıcı örneğine Vietnam’da tanık olduğumuz biçimde) sürüp gitmesine yol açtı. Ezilen ulus milliyetçiliği sonuç olarak nesnel bir çelişkinin, ezen ulus ile ezilen ulus arasındaki çelişkinin politik ve ideolojik ifadelerinden biridir. Emperyalizm böylece bir yandan dünya ekonomisini gittikçe daha fazla bütün­ leştirirken, bir yandan da ulusal sorunu sürekli olarak yeniden üretmektedir. Soyut enternasyonalizmin yanılgısı burada çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor: Ulusal olgunun temelini ortadan kaldı­ racağı beklenen gelişme, yani dünya ekonomisinin bütünleşmesi, kapitalizm koşulları altında eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya da­ yandığı için, ironik biçimde, tam da ulusal olgunun sürekliliğini açıklayan ana etken olmuştur. Emperyalist dünya ekonomisinin gelişmesinin bir özgül ve^ hesi var ki, ulusal ilişkiler alanında özel bir sorunun kaynağını oluşturuyor: işgücü göçü dolayısıyla ortaya çıkan göçmen soı u nu. İşgücü göçü, emperyalist ülkelerin sermayesine işçi simlim



l. M



yur



jvran



• K od Adı Küreselleşm e



etnik ve ulusal temellerde bölme fırsatını yaratır. Bu toprakta ye­ tişerek uygun anda boy atan da, ırkçı neofaşist hareketlerdir. Bir ilginç noktayı belirtmeden geçemeyeceğim. 30’lu yıllarda Hitler Yahudilere saldırdığında, Yahudiler yüzyıllardır Orta Avrupa’ya yerleşmiş bir insan topluluğuydu. Bugün Avrupa’nın ırkçılarının hiddetini celbedenler ise kapitalizmin dünya çapındaki işleyişi­ nin yaşlı kıtaya fırlatmış olduğu göçmen işçilerdir. Yani burada ırkçılığın gelişmesine olanak hazırlayan ortam doğrudan doğ­ ruya kapitalizmin kendi ürünüdür. Gelecekte işgücü göçünün olsa olsa hızlanacağı göz önüne alınırsa, buradan kaynaklanan çelişki kapitalizm tarafından sürekli olarak yeniden üretilecek demektir. Milliyetçiliğin 20. yüzyılda ortaya çıkışının ardında yatan bir başka dinamik de emperyalistler arası paylaşımın kızıştığı tarihsel dönemeçlerde kudurgan bir nitelik kazanan ve en ileri ifadesini faşist milliyetçilikte bulan emperyalist milliyetçilik ya da ezen ulus milliyetçiliğidir.210 Bu tarz milliyetçilik de doğrudan doğruya emperyalizmin bir ürünüdür ve kapitalist emperyalizm yaşadıkça yeniden üretilmesi kaçınılmazdır. Öyleyse şu sonuca varmak için yeterli neden vardır: Kapitalizm, özellikle emperyalist aşamasındaki yapısı dolayısıy­ la ulusal çelişkileri sistematik olarak yeniden üretir. Bu çelişki­ ler kendini dönemsel olarak ulusal temelde mücadelelerde, ayak­ lanmalarda, savaşlarda, devrinılerde ifade eder ve yer yer ulusal devletlerin kurulmasıyla sonuçlanır. Emperyalizmin varlığı kar­ şısında bu devletler ezilen uluslar için birer mevzi, birer savun­ ma aracı olduğundan dolayı, ekonomik bağımlılığın derecesi ne olursa olsun, bu devletlerin, hatta en miniklerinin bile, yaşa­ mını sürdürmesinin dinamikleri mevcuttur. Soyut enternasyo­ nalizmin, kapitalizm geliştikçe ve dünya ekonomisi bütünleştik2 1 0



F lb ette em p e ry a list m illiy e tçilik ezen ulus m illiy e tçiliğ in in sad ece bir lü riid ü r. A zgelişm iş ülkelerde, kendisi e m p e ry a liz m k arşısın d a ezilen ulus k onu m u nda b u lu nan, a m a başka u lu slara karşı ezen ulus k o n u m u n d a olan çeşitli uluslar vard ır. Kürtler karşısında Türklerin, A rap ların ve A ce m ­ lerin konumu tam da budur.



E m p e r y a li z m i n Alternatifi N e ;



325



çe bağımsız ulusal devletlerin birer ütopyaya dönüştüğü tezi bu yüzden yanlıştır. 20. yüzyılın ulusal sorunlarının dinamikleri açısından bunla­ ra iki etken eklemek gerekir. Bunlardan biri, emperyalist ülkele­ rin proletaryasının önderliklerinin, ezilen uluslar açısından gü­ venilebilecek müttefikler olmadığının tekrar tekrar kanıtlanmış olmasıdır. Sosyal demokrasinin 1914 Ağustosunda emperyalist milliyetçiliğin kampına geçtiği, bundan sonra da her aşamada ka­ pitalizmle daha fazla bütünleştiği biliniyor. Ama sosyal demok­ rasi burada yalnız değil. Uluslararası komünist hareketin Sovyet bürokrasisinin güdümüne girmesinden sonra, “Komünist” adı­ nı taşıyan partiler her geçen gün daha fazla milliyetçileştiler. Fransız Komünist Partisinin Cezayir Kurtuluş Savaşı sırasında Cezayir’in bağımsızlığına karşı çıkması bu gelişime çarpıcı bir ışık tutuyor. Bu etkenin önemi şurada: Azgelişmiş ezilen uluslar, ezen ulusun komünistlerine dahi güvenemeyeceklerini deneyim­ leriyle öğrenmiştir. Yani, ezen ulus içinden ezilen ulusa sorunun sınıf mücadelesi temelinde ele alınması gerektiği yolunda verile­ cek öğütlerin, ulusal kurtuluş konusunda ciddi güvencelerle des­ teklenmediği takdirde dinlenme şansı artık yoktur. Buna paralel olarak sözü edilmesi gereken ikinci sorun sos­ yalizm inşa deneyimlerinde ortaya çıkan hâkim ulus milliyetçi­ liği sorunudur. Başta Sovyetler Birliğfnde olmak üzere bürokra­ tik işçi devletlerinde, devrim öncesi burjuva toplumunda farklı ulusal topluluklar arasında var olan ilişkiler pek az değişiklikle varlığını sürdürmüştür. Bu da sosyalist devrim sonrasında ulusal sorunun hiç de otomatik biçimde çözüme kavuşmayacağını pra­ tikte ortaya koymuştur. Bu noktanın önemine aşağıda yeniden döneceğim. Bu bölümün konusu 20. yüzyılda milliyetçilik hareketleri olmamakla birlikte, burada, özellikle son dönemde örneklerine sık sık rastlanan bir başka tür ulusal soruna da kısaca değinmek gerekiyor. Kapitalist dünya sistemi, sadece ezen uluslarla ezilen uluslar arasında değil, ezilen ulusların kendi aralarında da çeliş­



ı mj t ı r



Sıivran



• K od Adı Küresellenme



kiler yaratır. Sistem içi ekonomik bölüşüm ve politik güç müca­ deleleri, farklı ezilen uluslar arasında kör ve bağnaz milliyetçi çatışmaların doğmasıyla sonuçlanır. Emperyalist milliyetçiliğin yanı sıra, bu tür milliyetçi mücadelelerin de, insanlığın kurtulu­ şu açısından bir umut vaat etmek bir yana, ileriye gidişin yolunu tıkadığı gerçeğinin altını kalın çizgilerle çizmek gerekir. Ulusal sorun konusunda 20. yüzyılın bütün dersleri sentetik olarak şu önermeyle özetlenebilir: Uluslar arasındaki çelişkiler ne dünya ekonomisindeki bütünleşme eğilimlerine rağmen kapi­ talizm altında, ne de sosyalist devrim sonrasında kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Sosyalist hareketin ulusları yok sayarak en­ ternasyonalizm vaazları verme lüksü yoktur. Enternasyonalizm, ulusal sorunlarla boğuşa boğuşa, adım adım, aktif politik tedbir, talep ve politikaların uygulanması yoluyla, bir süreç içinde inşa edilecektir. Öyleyse, Marksizmin globalizme cevabı soyut bir enternasyo­ nalizm çağrısı olamaz. Marksizm mutlaka varılan somut dünya­ nın ulusal çelişkilerinden hareketle bir enternasyonalist progra­ mın inanılırlığını kanıtlamak zorundadır. Globalizmin ideolojik söylemiyle yürütülmekte olan emperyalist taarruz, emperyalist ülkelerle ezilen uluslar arasındaki ilişkileri daha da fazla eşitsiz hale getirmeyi hedefliyorsa, Marksizm buna somuttan hareket eden ve gelecekte uluslar arasındaki ilişkilerin nasıl eşitlenece­ ğini ve demokratikleşeceğini gösteren bir cevap verebilmelidir. Öyleyse, Marksizmin acilen bir uluslararası demokrasi progra­ mı geliştirmesi gerekiyor. Bu görevin yerine getirilmesinde günümüz Marksizmi önemli bir koza sahip. Bütün Marksistler arasında yalnızca Lenin, ulusal sorunun 20. yüzyılın gelişmelerinde taşıyacağı önemi öngörmek­ le kalmamış, proleter enternasyonalizminin, içinde yaşadığımız somut dünyada kurulabilmesi için gerekli programatik yaklaşı­ mın temelini de yakalayabilmiştir. Bugünün programı elbette 21. yüzyılın somut uluslararası koşullarından hareketle formüle



Emperyalizmin



Alternatifi N e ?



ı 327



edilecektir. Ama bu programın oluşturulmasına yol gösterecek teorik ve politik ilkelerin temellerini, Lenin’in ulusal soruna ve bu sorun ile enternasyonalizm arasındaki ilişkiye yaklaşımında bulmak mümkündür. Öyleyse şimdi bu konuya dönelim.



L E N İ N ’ İN U L U S A L S O R U N A Y A K L A Ş I M I N I N G Ü N C E L L İĞ İ



Ulusal sorun alanında Marksistler ortak bir teori ve programa hiçbir zaman ulaşmamışlardır. Marx ile Engels’in bu konudaki mirası başka birçok alanda olduğundan çok daha ikircikliydi.211 İzleyicileri 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında ulusal sorun konusunda çok farklı teorik ve programatik yaklaşımlar geliştir­ diler. Kautsky, Rosa Luxemburg, Avusturya Marksistleri (Otto Bauer, Kari Renner), Pannekoek, Strasser, Bolşevikler ve öteki Rus sosyalistleri arasında uluslararası düzeyde ateşli tartışmalar yaşandı. Ama bu teorik ve programatik yaklaşımlar arasında 20. yüzyılın sınavından geçen, bir tek Lenin'in teorik çerçevesi ve programatik önerileri olmuştur. Lenin'in bu konuda tarihin sınavından geçmiş olmasının çok köklü bir nedeni var: Ulusal sorunu öteki Marksistlerden çok farklı bir teorik çerçeve içinde ele almış, günümüzde sık kulla­ nılan bir kavramla ifade edecek olursak bu konu etrafında farklı bir sorunsal yaratmış olması. Lenin’e kadar ve Lenin’in çağdaş­ ları arasında, Marksist teorinin ulusal sorun konusunda görevi, esas olarak, ulusun bir tarihsel kategori olarak maddi temelle­ rinin ve kurucu öğelerinin aydınlığa kavuşturulması biçimin­ de ele alınıyordu. Sorulan sorular şunlardı: Ulus tarihsel ola­ rak neden ortaya çıkar, feodalizmin çözülmesi ve kapitalizmin gelişmesi içinde yeri nedir, farklı uluslar arasındaki eşitsizlikler 211



M arx ve Engels’in ulusal sorun konusundaki m irasların a ilişkin olarak T ürkçede şu k ay n ak lara b ak ılab ilir: M ichael Löw y, “M ark sistler ve U lu ­ sal S o ru n ”, B irikim , eski dizi, 23, O c a k 1 9 7 7 ; E p h r a im N im ııi, “ M a r x , E n g e ls ve U lu s a l S o r u n ”, D ü n y a S o lu , 7, B a h a r 1991; Enzo T raverso/ M ichael Lövvy, “Ulusal Soruna M arksist Yaklaşım : N im n i’niıı Y orum unu n Eleştirisi”, a.y.



328



| Sungur Savran



• K o d Adı K üreselleşm e



karşısında Marksizmin tavrı ne olmalıdır? Tarihsel ve geçici bir kategori olduğu ortak olarak kabul edilen ulusun nasıl ortadan kalkacağı sorusu ise sorulmuyordu, çünkü bu sorunun ceva­ bı Kom ünist M anifesto 'dan beri açıktı bütün Marksistler için. Kapitalizm tarihsel gelişmesi içinde bütünleşmiş bir dünya eko­ nomisi yaratarak tekil ulusların varlığının maddi koşullarını or­ tadan kaldıracak, onun başladığı ama her ulusun burjuvazisinin özel çıkarları dolayısıyla nihai sonucuna ulaştıramayacağı işi,212 iktidarı ele aldığında proletarya tamamlayacak, dünya çapında kurulacak proletarya iktidarı, uluslar arasındaki sorunları çö ­ züme ulaştıracaktır.213 Yani, ekonomik gelişme ulusların maddi temelini yok ederek proleter iktidarı altında ulusal sorunun ken­ diliğinden ortadan kalkmasını sağlayacaktır. Başkalarının çözüm gördüğü yerde Lenin bir sorun görür. Ona göre dünya ekonomisinin bütünleşmesinden, iletişimin ve ulaşımın evrenselleşmesinden hareketle ulusların otomatik ola­ rak ortadan kalkacağı sonucuna varmak mümkün değildir. Bu maddi koşullar, elbette ulusların ortadan kalkmasının, yerine evrensel ölçekte kaynaşmış bir insan topluluğunun oluşması­ nın olanağını yaratır. Ama Marksizm bununla yetinemez. Aynı zamanda bu olanağın nasıl bir gerçeklik haline geleceğini de araştırmak gerekir. Başka biçimde söylenirse, başkaları ulusla­ rın geleceğin sosyalist toplumunda ortadan kalkacağını postüle etmekle yetinirken, Lenin ulusların nasıl ortadan kalkacağı so­ rusunu gündeme getirmektedir. Burada sözü Lenine bırakmak gerekiyor:



2 1 2



“H er ülkede tikel çık arları olan burjuvazi ulusallığı a şa m a z .” M a r x ’tan ak ­ ta ra n M . Löwy, a.g .m ., dn.



213



1



.



M a r x ’m kendisi sosyalist d e v rim s o n ra sın d a gerçek leşecek ler ko n u su n d a k o n u şm ak ta bu alan d a da istek sizdi. İk in ci ku şak M ark sistler a ra sın d a s o ­ yu t en te rn a sy o n a liz m in sa v u n u cu la rı ise, sosyalist d ev rim in ulusal s o r u n ­ ları o to m a tik ola ra k çö z e ce ğ in i açık ve kesin biçim d e sav u n u y o rlard ı. Bu k u şak ta, L e n in ’in yanı sıra sosyalizm a ltın d a ulusal s o ru n u n nasıl ç ö z ü le ­ ceği ü zerin d e ayrın tılı o la ra k d u ra n bir başka M arksist d ah a vard ı: O tto Bauer. A m a B au er’ in y ak laşım ı, m illiyetçi to n la r taşıy ord u .



E m p e r y a liz m in Alternatifi N e ?



... K ievsk i, ö z e l k on u su a ç ıs ın d a n m erk ezi s o ru n u n k e n a rın d a n d o la şıy o r: biz S osyal D e m o k r a tla r u lu sal b ask ıy ı n a s ıl ilga e d e c e ­ ğiz? “D ü n y a n ın k a n a b u la n d ığ ı” vb. tü r ü n d e n c ü m le le rle s o r u ­ nu b ir k e n a ra itiy o r. (O y sa b u n u n ta r tış ıla n k o n u y la h içb ir ilgisi yo k .) B ö y le ce o r ta d a b ir tek a rg ü m a n k a lıy o r: S o sy a list d e v rim h er şeyi ç ö z e c e k !... E k o n o m ik d e v rim , p o litik b a sk ın ın h er t ü r ü ­ nü o rta d a n k a ld ırm a k için g erek li ö n k o ş u lla rı y a r a ta c a k tır . T am d a bu n ed e n le h e r şeyi e k o n o m ik d e v rim e in d irg e m e k m a n tık ­ sız ve y a n lış tır. Ç ü n k ü s o ru şu d u r: U lu sal b ask ı n asıl o rta d a n k a ld ır ıla c a k tır ? 214



Burada Lenin'in temel olarak karşı çıktığı fikrin ulusal sorun­ da "sosyalist otomatizm” adı verilebilecek yaklaşım olduğu açık­ ça ortaya çıkıyor. Lenin’in ulusal sorunda “sosyalist otomatizmdi reddetmesinin haklılığı, 20. yüzyılın gelişmeleri ışığında tartışıl­ maz biçimde ortaya çıkmıştır. Yukarıda da belirttiğim gibi yüz­ yılımız, Marksizmin dünyanın ekonomik bütünleşmesine ilişkin öngörüsünün parlak biçimde doğrulanmasına rağmen, ulusal çe­ lişki ve mücadelelerin büyük ağırlık taşıdığı bir tarih dilimi olmuş, hatta yüzyılın sonunda ulusal sorun tarihte eşine az rastlanır bir yoğunlukta yeniden parlamıştır. Sosyalist devrimlerin ise ulusal sorunları çözmekten çok uzak kalabileceği, yüzyıl sonu gelişmele­ rince açıkça kanıtlanmıştır. Milliyetçiliğin bu rönesansı karşısın­ da nice sosyalist şaşkınlığa düştüyse, bu, bir yanıyla, Lenin son­ rasında Marksizmin uğradığı bürokratik deformasyonun, sadece ulus sorununda değil, bütün alanlarda “sosyalist otomatizm”in bakış açısını bir dogma gibi yerleştirmiş olmasından kaynaklanır. Üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte sosyalizm kapitalizmi geçe­ cek ve... her şey kendiliğinden çözüme kavuşacaktır. Oysa Lenin'in ulusal soruna bakışıyla 20. yüzyılın bu alanda ortaya çıkardığı gelişmeler çok daha kolay kavranabilirdi. Sonuç olarak, ulusların bile tarih sahnesine çıkışından önce başlayan tarihsel mücadelelerin, dinsel savaşların, ezen/ezilen uluslar arasındaki çelişkilerin, sınıflı toplumun bütün çirkinliklerinin 214



M a rk s iz m in B ir K a r ik a tü rü ve E m p e ry a lis t E k o n o m iz m , K o ral Y a y ın la rı, İstan b u l, 1991, s.



8 6



. (V u rg u la r L en in ’indir.)



I



329



330



l



ngur Savran



• K o d Adı K üreselleşm e



uluslar arasındaki ilişkilere miras bıraktığı düşmanlık, kin, kü­ çümseme, ırkçılık, korku—bütün bunların ekonomik bütünleş­ me sonucunda nasıl birdenbire kendiliğinden, otomatik biçimde dünya yüzünden silinmeleri beklenebilirdi? Proleter iktidarına ekonomik, kültürel ve başka bakımlardan gelişmenin farklı, eşit­ siz düzeylerinde adım atan uluslar, ekonomik alanda kaynak­ ların dağılımından kültürel alanda evrensel sosyalist kültürün oluşum sürecinde farklı ulusal kültürlerin yeri ve payına kadar çeşitli sorunların çözümü aranırken nasıl sürtüşmesiz, çelişkisiz bir birlikteliği sürdürebilirlerdi? Elbette Sovyetler Birliği ve öte­ kilerde yaşanan bürokratik yozlaşmanın ulusal sorunun yeniden üretilmesindeki sorumluluğu temeldir. Ama tam da bu, sosyalist devrimin ulusal sorunu otomatik biçimde çözemeyeceğinin, izle­ necek politikaların belirleyici olduğunun kanıtı değil de nedir? Bütün bu tartışmadan ortaya çıkan bir sonucu, hiçbir ikircikliliğe yer bırakmayacak kadar açık seçik bir biçimde ortaya koymak gerekir. Lenin öncesinde olduğu gibi, Lenin sonrasında da Marksizm içinde yaygın görüş, ulusal sorunun bir burjuva demokratik haklar sorunu olduğunu postüle eder. Oysa Lenin, işin bu veçhesini ihmal etmemekle birlikte, sorunu esas olarak sosyalist devrimin görevleri açısından ele almıştır. Yani, Lenin’in çerçevesi içinde ulusal sorun, burjuva demokrasisinin değil, sos­ yalizmin inşasının bir sorunudur. Bu bölümün ana fikirlerin­ den biri olan bu önermenin gerekçesi daha şimdiden açık olmalı: Sosyalist devrimin ulusal sorunu otomatik olarak çözmeyeceği, önemli olanın nasıl politikalar izleneceği olduğu görüşü başka ne anlama gelebilir ki? Ama aşağıdaki tartışma bu fikrin öteki dayanaklarını ayrıntısıyla ortaya koyacak.



L E N İ N ’ İN D Ü Ş Ü N C E S İ N İN O L U Ş U M U



Lenin’in ulusal soruna ilişkin yaklaşımının benzersiz oluşu elbette birtakım nedenlerin ürünü. Bu nedenlerin kısaca araştı­ rılması, Lenin’in ulusal sorun konusundaki düşüncesini daha iyi kavramamıza yardım edebilir.



E m p e r y a l i z m i n A l t e r n a t i f ■N e



1|



Her şeyden önce Lenin’in Marksist teorinin tarihsel gelişme diyalektiği içindeki yerine değinmemiz gerekiyor. Çünkü bu konu ile Lenin’in ulusal soruna yaklaşımının özgüllüğü arasında doğ­ rudan bir bağıntı mevcut. Lenin’in Marksizme özel katkısının “öznel” (“sübjektif”) ya da “iradi” faktöre atfettiği önem olduğu sık sık söylenmiştir. Lenin’in, her devrimci gibi, tarihsel gelişme içinde insan pratiğine ayrıcalıklı bir yer tanımış olması çok ola­ ğandır ve bu, onu ne M arx’tan, ne de devrimci Marksizmin öteki temsilcilerinden ayırır. Bu tarz bir iddia, her şeyden önce, Marx ve Engels’in tarihin ve kapitalizmin nesnel gelişme yasaları üze­ rinde yoğunlaştıkları ve tarihsel gelişmede “öznel” faktörün ye­ rini küçümsedikleri gibi bir yargıyı varsayar. Böyle bir varsayım ise Marksizmi pozitivizme ya da pasif maddeciliğe indirgeyen bir bakış açısının ürünüdür. Marksizm, bu tarz karikatürlerden çok farklı biçimde, gerçek bir özne/nesne diyalektiğine dayanır ve bu diyalektik olmaksızın tanımlanamaz. Lenin’in düşüncesinin özgüllüğü başka yerde yatar. Birincisi, Lenin Marksizmde politikanın özgül ağırlığına gerçek vurguyu yapmış olan düşünürdür. Marx ve Engels’in ekonomik ilişkilerin belirleyici olduğu görüşünü bir nebze bile yumuşatmaksızın po­ litikanın taşıdığı özgül önemi teorisinde ve politik hattında öne çıkarmıştır. Yüzyılın başında ekonomizm akımına karşı açtığı savaştan, Komünist Enternasyonal döneminde “sol komünizm” ile yaptığı tartışmaya kadar, düşünsel ve pratik gelişmesinin her evresinde bunu gözlemek mümkündür. Ama, birkaç başka alanla birlikte, ulusal sorun tartışması politikanın özgül ağırlığı konu­ sundaki bu yöntemsel kavrayışın en doğrudan sonuçlarının or­ taya çıktığı bir alan olmuştur. Bir bakıma, Lenin’in ulusal sorun alanında yeni bir sorunsal yaratabilmesinin koşulu bu yöntemsel üstünlüğünde yatar.215 Ulusal sorunu küçümseyen Marksistler, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi nin programında yer alan ulusların kendi kaderini 215 Bu noktaya Löwy de değiniyor. Bkz. “M arksistler ve Ulusal Soru n ”, a.g.m ,, F r a n ­ sızca versiyonda (Les m arxistes et la question nationale, a.g.y. içinde), s. 389.



331



332



I



lungur



havran



■ K o d Adı Küre selleşme



tayin hakkını (bundan böyle UKKTH) reddederken, esas olarak ekonomik faktörlere yaslanıyorlardı. Sermaye ezilen ulusları ezen uluslarla ekonomik olarak bütünleştirmiş, ekonomik bağımsız­ lığı böylece olanaksız hale getirmişti. Öyleyse UKKTH’den söz etmek anlamsızlaşıyordu. Bırakalım sömürgeleri, Avrupa’nın bağımsız küçük ulusları bile artık büyük ülkelerin tutsağı ha­ line gelmişlerdi.2lft Lenin'in, ilk bakışta tümüyle haklı gibi görü­ nen ve Marksist bir bakış açısının doğal bir uzantısı gibi kabul edilebilecek olan bu argümana cevabı çok basitti: Evet, sadece küçük devletler değil, koskoca Çarlık Rusyası da finans kapitale ekonomik bakımdan bağımlıdır. Ama UKKTH politik baskı­ nın biçimlerinden biriyle, yani bir ulusun kendi iradesine ay­ kırı biçimde bir devletin sınırları içinde tutulmasıyla ilgilidir. UKKTH'nin önemini görmezlikten gelenler, ulusal baskının bütünüyle ilgasının ekonomik önkoşullarını (yani emperyalist hâkimiyetin ortadan kaldırılması, yani sosyalizm) ileri sürerek işin politik yanını kısa devreye getirmektedirler. Aynen poli­ tik demokrasinin kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmayacağı gerçeğine benzer biçimde, UKKTH de emperyalist ekonomik hâkimiyeti ortadan kaldırmaz. Ama nasıl sömürü ortadan kalk­ mıyor diye politik demokrasinin önemi kaybolmuyorsa, emper­ yalist ekonomik hâkimiyetin devamına rağmen politik bağım­ sızlık da kısmi bir kazanım, bir mücadele mevzii olarak önem taşır.217 Aşağıda Lenin'in ulusal sorunun çözümü konusunda önerdiği programı tartışırken politikanın taşıdığı özgül önemle bir kez daha karşı karşıya geleceğiz. 216



Ö rn ek olarak Rosa Lu xen ıb u rg’un Polonya konusundaki arg ü m an ı v e ­ rilebilir: Bkz. “La question poloııaise el le m ouvem ent socialiste" (19 0 5 ), Les m a rxistes...t a.g.y. içinde, s. 175. Ayııı a rg ü m an ı L en in ’in Em peryalist E k o n o m iz m 'd e polem ik yaptığı Kievski gen elleştirerek savun ur. Bk. a.g.y., s. 4 4 -5 3 .



217



Bu konuda L en in’in çeşitli yazıların a bakılabilir. Ö rneğin: “U luslarn Kendi K aderlerini T ayin E tm e



H a k k ı” (1 9 1 4 ).



U lu sla rın



K a d e r le r in i



Ta yin



H a k k ı iç in d e , Sol Y a y ın la r ı, A n k a ra , 1989, s. 61; “U lu sların K ad erlerin i Tayin Hakkı Ü zerin e B ir T a rtış m a n ın Ö z e ti” (1 9 1 6 ), a.g.y. için de, s. 167; Em peryalist Ek ono m izm , a.g.y., s. 8 6 .



E m p e r y a li z m i n Alternatifi N e ?



Lenin'in Marksizminin ikinci ayırıcı yanı, Marksist tahlilin gerçek tarih hakkında konuşurken mutlaka somut olması gerekti­ ği yönündeki yöntemsel vurgusu ve bu yöntemsel yaklaşımı kendi tahlillerinde tutarlı biçimde uygulamış olmasıdır. Lenin'e göre, H e rh a n g i b ir to p lu m sa l so ru n u a ra ş tırırk e n , M a rk sist teo ri a ç ı­ sın d a n k a te g o rik b ir z o ru n lu lu k v a rd ır : so ru n u n b e lirle n m iş t a ­ rih sel s ın ırla r için d e ele a lın m a s ı ve eğ er b elirli b ir ü lk ey le ilg i­ liyse (ö rn e ğ in b elirli b ir ü lk e için h a z ır la n a c a k u lu sal p ro g ra m ) o ü lk ey i ay n ı ta rih s e l d ö n e m d e b aşk a ü lk elerd en a y ıra n ö zg ü l v e çh e le rin h e sa b a k a tılm a s ı.218



Tahlilin somutluğu yöntemsel ilkesi, Lenin'in özellikle veril miş bir tarihsel bağlamda mevcut politik görevleri araştırırken, sorunun genel, uzun dönemli belirleyenleriyle yetinmemesi, ta­ rihsel gelişme sürecinin genel yönünün yanı sıra, o verilmiş anda gerçek durumun ne olduğunu mutlaka hesaba katmasıdır. Uzun dönemli gelişmenin yasalarının keşfi kuşkusuz yarın neler olaca­ ğını öngörebilmek bakımından büyük bir değere sahiptir. Sadece o kadar da değil: Gelişmenin hangi yönde evrilmekte olduğunu kavramamıza yol gösterdikleri ölçüde bu yasalar kısa dönemli görevleri belirleme bakımından da önem taşır. Ama günün gö­ revlerini belirlemek için uzun dönemli yasaların bilgisiyle ye* tinmek, her canlı organizmanın bir gün mutlaka öleceği kesin­ liğinden hareketle bugün yaşamaktan vazgeçmek gibidir. Somut tahlil konusundaki ısrarı Lenin'in ulusal sorunda genel yasalarla yetinmemesini (ekonomik bütünleşme ulusların maddi teme­ lini süreç içinde ortadan kaldırır, sosyalizm sınıf hâkimiyetini ortadan kaldırarak bütün baskı biçimlerinin beslendiği kaynağı kurutur vb.), bu genel eğilimlerin yarattığı zemin üzerinde, ve­ rilmiş tarihsel anda sosyalizmin sorunlarının ve görevlerinin ne olduğunu sormasını olanaklı kılmıştır. Bu da uzun dönemli ya­ saların nesnelliğine sığınmanın yaratabileceği rehavetin yerine, ulusal sorunda gerçek bir eleştirel arayışın önünü açmıştır.



218



“U lu sların Kendi K aderlerini Tayin Etm e H ak k ı”, a .g .m ., s. 63.



333



g u r S a v ra



334



K o d A'J: K u



Lenin’in ulusal sorun konusundaki görüşleri olgunluk yılla­ rında son biçimine varana kadar ciddi bir değişim geçirmiştir. Aslında bu, özgün olan her düşünce için tanım gereği doğrudur, çünkü özgün düşünce tam da söz konusu düşünürün kendinden öncekilerden devralarak oluşturduğu düşünceleri zamanla yeni­ lemesi yoluyla oluşur. Başka alanlarda olduğu gibi (en önemlileri Rus devriminin programı ve Sovyet iktidarının sınıf karakteri), ulusal sorun konusunda da Lenin deneyimden çıkardığı yeni derslerle daha derinlemesine araştırmanın getirdiği yeni ve­ riler ışığında görüşlerini ileri doğru geliştirmiştir. Bu yüzden, Lenin’in örneğin 1913’te ulusal sorun konusunda yazdıklarını teorisinin ve pratiğinin oluşum sürecinden kopararak nihai dü­ şüncesiymiş gibi sunmak, kendi eksik ve yanlışlarından öğren­ me konusunda eşsiz bir yeteneğe sahip olan bu büyük Marksist’e ağır bir saygısızlıktır. Ulusal sorun konusunda Lenin’in düşüncesi L Dünya Savaşının patlak vermesinden sonra köklü bir değişim geçirmiş, Lenin UKKTH’yi merkezine alan eski çerçevesinin üzerinde bir sıçrama yaparak yeni bir bakış açısına kavuşmuştur. Yani bu dönemde bu alanda Lenin’in düşüncesinde epistemolojik değil­ se bile politik bir kopuş söz konusudur. Bu kopuşun tarihini de, Lenin’in yazılarına yansıdığı ölçüde, hemen hemen kesin biçim­ de saptamak mümkündür. 1916 yılında yayınlanmış iki metin, Lenin’in ulusal sorun konusundaki düşüncesinin olgun biçimini kapsamlı biçimde ortaya koyar.2|y Bu metinlere, Lenin'in ölüm dö­ şeğinde, son kez felce yakalanışından hemen önce (Aralık 1922) dikte ettiği notlardan oluşan bir yazı da katılırsa, düşüncesini bir bütün olarak kavramak için yeterli malzeme elde edilmiş olur.220 219



“S o sy alist D ev rim



ve



U lu sla rın



K ad e rle rin i T ayin



H ak k ı



(T e z le r)”,



U lu sla rın K a d e r le rin i T a yin H a k k ı, a.g.y. içinde (bu m etin bu n d an so n ra “Tezler” olarak anılacaktır,- “U lu sların K ad erlerin i T ayin H ak kı Ü zerin e Bir T a rtışm a n ı Ö z e ti”, a.y. (bu m etin bu nd an so n ra “B ila n ço ” olarak a n ıla c a k tır); E m pery alist E k o n o m iz m , a.g.y. 2 2 0



“U lu sal T opluluklar ya da ‘Ö z e rk le ştirm e ’ S o ru n u ”, U lu sla rın K a d e r le r i n i Tayin H a k k ı, a.g.y. iç in d e . (B u m e tin b u n d a n s o n r a “Ö z e r k l e ş t ir m e ” o la ra k a n ıla c a k .)



Emperyaii7m--ı Alternatif; u e ?



J 335



Tabii bunlara Lenin’in devrimden sonra, Komintern döneminde sömürge sorununa ilişkin yazdıkları eklenerek. 1916 kopuşunu şöyle özetlemek mümkündür: Bu tarihten önce, 1913-14'te kaleme aldığı çeşitli yazılar da dahil olmak üzere, Lenin için ulusal sorun burjuva devriminin bir sorunuy­ du; 1916'dan itibaren, Lenin, köklü bir sıçrama ile ulusal soru­ nu sosyalist devrimin ve proletarya diktatörlüğü döneminin, kısacası sosyalizmin bir sorunu olarak ele alır. Bunun anlamı açıktır: Lenin'in ulusal sorun alanındaki düşüncesine esas öz­ güllüğünü veren atılım 1916 sonrası döneme aittir. Bu, büyük Marksistlerin düşüncesini donmuş bir biçimde ele almanın doğu­ rabileceği felâketler konusunda çok uyarıcı bir örnektir. Lenin'in 1916'da yazdığı ilk metnin içeriği bir yana, başlığı bile çarpıcıdır: "Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (Tezler)". Lenin, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin Bolşevik kanadınca çıkarılan merkezi yayın organı Sotsial Demokrat'm yazı kurulunun imzasını taşıyan, yani neredeyse programatik bir değer taşıyan bu tezlerin daha başlığından itibaren ulusal sorunu sosyalist devrimle ilişkisi içinde ele alacağını ilan ediyor. Buna rağmen on yıllardır, Marksist hareketin hemen hemen tamamın­ da Leninist ulusal sorun tahlili, emperyalizmin yarattığı yeni ko­ şullar göz önüne alındığında bile, burjuva demokratik bir görev olarak sınırlandırılabiliyor! Lenin’in ulusal sorun üzerine Marksist düşüncenin tarihi açı­ sından büyük bir atılımı temsil eden bu değişimi neden geçirdi­ ğine kısaca değinmek, değişimin içeriğine de ışık tutacak. Her şeyden önce L Dünya Savaşının patlak vermesiyle birlikte, Lenin Avrupa çapında sosyalist devrimin artık somut olarak gündeme girdiğine karar verir. Bütün emperyalist ülkeler için savunduğu “emperyalist savaşı iç savaşa çevirme” şiarı, doğrudan doğruya bir Avrupa devrimi perspektifiyle bütünleşir. Bu aynı zamanda Rusya için de devrimin kesintisiz biçimde bir sosyalist devrime dönüşmesi demektir. Sosyalist devrimin güncelleşmesi ile birlik­ te, şu soru kaçınılmaz olarak gündeme gelir: İktidardaki prole­ tarya ulusal sorun konusunda nasıl bir politika izleyecektir? (“Biz



336



I



Sun gur Sovran



• K o d Adı Küreselleşm e



Sosyal Demokratlar ulusal baskıyı nasıl ilga edeceğiz?”) Lenin’in düşüncesinde somut tahlilin öneminin buradaki rolünü hatırlat­ mak bile belki de gereksiz. İkincisi, Lenin yine aynı dönemde emperyalizm üzerine yap­ tığı çalışmayı tamamlayarak bu konudaki görüşlerine temel bi­ çimini vermiştir. (Emperyalizm kitabının tam da Ocak-Haziran 1916 döneminde kaleme alındığı hatırlansın.) Emperyalizm teo­ risinin tamamlanması ile I. Dünya Savaşının bir emperyalistler arası paylaşım savaşı olduğunun kavranması, Lenin’in bir bütün olarak dünya sisteminin çelişki ve dinamikleri konusunda eskisi­ ne oranla çok daha berrak bir tahlile ulaşmasını sağlamıştır. Bu tahlil, kapitalizmin yıkılışının, salı burjuvazi ile proletarya ara­ sındaki sınıf mücadelesine dayanan genel, genel olduğu için de soyut teorisinin yerine, bir dünya sistemi haline gelmiş olan 20. yüzyıl kapitalizminin (emperyalizmin) devrilmesinin somut ko­ şullarını ortaya çıkarmaya yöneliktir. Bu somut koşullar arasında, merkezi önemi elbette devam eden sınıf mücadelesinin yanı sıra, emperyalizmin boyunduruğu altına aldığı ezilen ulusların bu tahakküme karşı vereceği öngö­ rülen ulusal kurtuluş mücadeleleri de hesaba katılır. (Bu öngörü parlak biçimde doğrulanmıştır.) İşte emperyalizm, ezen uluslar ile ezilen uluslar arasındaki çelişkiyi bir özniteliği olarak bağ­ rında taşıdığı içindir ki,221 ezilen uluslar proletaryanın sosyalizm mücadelesinde müttefikidir, ulusal sorun sosyalizmin bir sorunu haline gelir. Lenin'in deyişiyle, Sosyal d e v rim a n c a k , g elişm iş ü lk elerd e p ro le ta ry a n ın b u rju v a ­ ziye k arşı iç sa v a şın ın , g e lişm e m iş, geri ve ezilen u lu sların u lu sal k u rtu lu ş h arek eti de d ah il o lm a k iizere,



bütün b ir



d e m o k ra tik ve



d e v rim c i h a re k e tle r d iz is iy le b irleştiği bir d e v ir b içim in d e o rta y a ç ık a b ilir.222 2 21



“E m p e r y a l i z m i n e n b e l i r g i n ö z e l l i ğ i b ü t ü n d ü n y a n ı n ş i m d i g ö r d ü ğ ü m ü z gibi bi r s ü r ü



ezilen



u l u sl a



muazzam



zenginliğe



ve g ü ç l ü



si l a h l ı



ku­



v v e t l e r e s a h i p b i r a v u ç e z e n u lu s o l a r a k ik i y e b ö l ü n m e s i d i r . ” V . İ . L e n i n . “ M il li M e s e l e v e S ö m ü r g e S o r u n u Ü z e r i n e R a p o r ”,



K o n u ş m a la r ı , 222



III. E n t e r n a s y o n a l



P e n c e r e Y a y ı n l a r ı , 2 . b a s k ı , İ s t a n b u l , 1 9 8 9 , s. 6 4 .



E m peryalist E k o n o m iz m ,



a.g.y., s . 6 8 .



Emperyalizmin



Alternatifi N e ?



Dolayısıyla, H e r k im a r ı ’ b ir to p lu m sa l d e v r im b e k liy o rs a , böyle b ir d e v rim i g ö rm e k o n a k ısm e t o lm a y a c a k tır .223



I. Dünya Savaşının bir başka boyutu daha Lenin'in ulusal sorunu farklı bir ışık altında görmesine yol açar: “sosyal em­ peryalizm”. Kavrama daha sonra Maoizmin vereceği anlamdan farklı olarak, bu dönemde “sosyal emperyalizm” işçi hareketi içinde emperyalist politikanın savunucuları için kullanılan bir terimdi. Uluslararası sosyal demokrasinin önderlerinin büyük çoğunluğunun savaşın başlamasıyla birlikte kendi emperyalistle­ rinin safına geçmesi, işçi hareketinin ezilen uluslar karşısındaki görevlerini yerine getirmesi konusunda hiçbir güvence olmadı­ ğının yaşayan kanıtıydı. (Zaten II. Enternasyonarin sağ kanadı bir süreden beri emperyalizmin uygarlığın gelişmesi için yararlı olduğunu teorik olarak savunuyordu.) Öyleyse, işçi hareketinin iktidara yükselmesi, yani sosyalist devrim, ulusal sorunun çö ­ zümünün kendiliğinden gerçekleşeceğinin bir garantisi değildi. Gerçek bir çözüm, sorunu pasif bir biçimde tarihe havale etmeyi değil, aktif bir enternasyonalist politika izlemeyi gerektiriyordu. Lenin’in deyişiyle, sosyalizmin ulusal sorun konusundaki prog­ ramı, “ezen ulus sosyalistlerinin ikiyüzlülüğünü ve korkaklığını özel olarak göz önüne alan” bir program olmak zorundaydı.::4 I. Dünya Savaşının yarattığı konjonktürün sonucu olan bu etkenlere 1917 Ekim Devrimi’nden sonra yeni etkenler katıla­ caktır. Ekim Devrimi, "halklar hapishanesi" olarak anılan Çarlık Rusyası’nın mirası olarak büyük Rus şovenizmi ile çevre uluslar arasındaki çelişkiyi sosyalist biçimde çözme göreviyle karşı karşı­ ya kalır. Böylece, Lenin’in ulusal sorunda Marksizme yaptığı kat­ 223 224



“ B i l a n ç o ”, a . g . m . , s. 2 1 0 . L e n i n , “ T e z l e r ”, a . g . m . , s . 1 53 . K o m i n t e r n ’ in 2. K o n g r e s i , L e n i n t a r a f ı n d a n h a z ı r l a n m ı ş tezlerd e, ezilen u lu s la rın e m p e r y a lis t ülke s o sy a listle r in e k a r ­ şı g ü v e n s i z l i ğ i n i “ t ü m ü y l e m e ş r u ” o l a r a k ni t e l e r . B k z . V . İ . L e n i n , “ U l u s a l S o r u n v e S ö m ü r g e l e r S o r u n u Ü z e r i n e T e z l e r i n İ l k T a s a r ı s ı ”,



K a d erler in i Tayin H a k k ı,



a .g . y . , s. 2 3 0 .



U lusların



| 337



338



Sungur Savran



• K o d Adı Küresellenme



kı, çok kısa bir süre içinde gerçek dünyadaki somut gelişmelerce doğrulanır: proletarya diktatörlüğünün, daha ilk günden başla­ yarak, ulusal sorun konusunda aktif politikalara ihtiyacı vardır. Yani, ulusal sorun sadece burjuva demokratik bir sorun değildir. Daha önemlisi sosyalizmin kuruluşunun bir sorunudur. Ekim Devrimi nin soruna getirdiği ikinci boyut dünya devriminin genel tablosunu daha da karmaşıklaştırmasıdır. Şimdi artık sınıf mücadelesinin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin ya­ nına, genç Sovyet iktidarının emperyalist devletlere karşı vermek zorunda olduğu ayakta durma ve dünya devrimini yayma müca­ delesi eklenmiştir. Bu mücadelede Sovyet iktidarının en önemli müttefiklerinden biri (özellikle 1920’den itibaren Avrupa devriminin geri çekilmeye başlamasıyla birlikte artan bir önem ka­ zanan) ulusal kurtuluş mücadeleleridir. Bu stratejik ittifak ulus sorununa ek bir önem kazandırdığı gibi, aynı zamanda proletar­ ya iktidarı ahında yaşayan uluslar arasındaki ilişkilerin hassasi­ yetini de kat kat artırır. Çünkü proletarya iktidarı altında ezen ulus/ezilen ulus ilişkilerinin niteliği, Sovyet iktidarı ile emper­ yalizmin boyunduruğu altındaki ulusların ittifakında belirleyici bir unsur olacaktır. Lenin’in ulusal sorun konusundaki düşüncesinin özgüllü­ ğünün genel tarihsel, politik ve düşünsel bağlamı üzerindeki bu tartışmaya son verirken, bir noktaya daha değinmekten kendimi alamıyorum. Lenin’in kurulmasına önderlik ettiği devletin gü­ nümüzde büyük bir gürültüyle yıkılması, Lenin heykellerinin alaşağı edilmesi, burjuvazinin sözcülerinin onlarca yıldır yay­ maya çalıştığı bir Lenin imgesinin sol içinde nihayet yaygın hale gelmesine yol açtı. Bugün Marksizme bağlılık ilan edenler ara­ sında bile Lenin’in usta ve soğukkanlı, ama acımasız ve despotik bir politikacı olduğunu düşünenler sanırım çoğunluktadır. Tari­ hin ironilerinden biri! Lenin eğer ulusal sorun konusunda hiçbir Marksist’in varamadığı noktaya ulaşabildiyse, bunun asli neden­ lerinden biri de, sadece sınıfsal sömürüye değil, her türlü baskıya ve ezme/ezilme ilişkisine karşı derin bir nefretle dolu olan, baştan



E m p e r y a li z m i n Alternatifi N e )



I 339



aşağı demokrasiyle yoğrulmuş politik kişiliğidir. Bugün bir başka büyük devrimciyi, Rosa Luxemburg’u daha tabana dayalı ve daha demokratik bir sosyalizm taraftarı olduğu gerekçesiyle Lenin’e alternatif gibi savunanlar, şu paradoksu açıklamakta zorlana­ caklardır: “Despot” Lenin, Çarlık Rusya’sının ezilmiş uluslarına “hapishane’ nin kapısını açarken, “demokrat” Rosa Luxemburg, "devrimin toprağında ulusların kendi kaderlerini tayin etmele­ rine izin verilemeyeceği” gerekçesiyle Bolşevikleri eleştiriyordu! Luxemburga büyük bir sempati ile yaklaşan biyografisti Peter Netti, yine de Luxemburg’un ulusal sorun alanında savunduğu politikaların eninde sonunda Stalinizmin Büyük Rus Şovenizmi karşısında silahsız kalacağını hatırlatmak zorunda kalıyor.225 Ta­ rih, başka konularda olduğu gibi, bu konuda da Lenin'i haklı çı­ kartmıştır !



L e N İ n 'd E S O S Y A L İ Z M İN U L U S A L P R O G R A M I



Yukarıda da belirtildiği gibi, Lenin’in Marksist ulusal sorun teorisine ve programına katkısı, ulusun bir tarihsel kategori ola­ rak tanımlanmasında, “ulus devlet” adıyla anılan politik birim­ lerin tarihsel işlevinin açıklanmasında ya da ulusal birimler ile kapitalizmin dünya çapında yarattığı ekonomik merkezileşme arasındaki çelişkilerin teşhis edilmesinde değildir. Bütün bu ko­ nularda Lenin genel hatlarıyla öteki Marksistlerle aynı fikirdedir. Lenin’in özel katkısı, teorinin, kendisine kadar var olmuş olan sı­ nırlarını sorgulaması, yeni bir soru ile ulusal soruna yaklaşımın çerçevesini altüst etmesidir. Evet, proleter iktidarı ulusal sınır­ ların aşılmasının, ulusların kaynaşmasının önündeki engelleri ortadan kaldırır. Evet, komünist bir toplumda sınıflara olduğu kadar uluslara da yer yoktur. Ama proletaryanın iktidara geç­ tiği anda uluslar akşamdan sabaha birdenbire ortadan kalkma­ 225



Peter N etti,



Rosa Luxemburg>



k ısa ltılm ış edisyon. O x fo rd U n iversity



P ress, L o n d r a , 1969, s .515 -5 1 6 . (T ü rk ç e çeviri: A ta o l Y a y ın cılık , İ s ta n b u l, 1991.)



Rosa Lu xem bu rgy c i l t



11,



340



!



Suııuu!



S a fr a n







K od



Ad:



Kurewiic$rr)p



yacaktır. Devrimden sınıfsız topluma giden yolda, sınıfların ve devletin ortadan kalkması nasıl bir süreç sorunuysa, ulusların kaynaşarak ortadan kalkması da bir süreç sonunda gerçekleşe­ cektir. Öyleyse, diye sorar Lenin, bu süreç nasıl gerçekleşecek­ tir? Proleter iktidarı neler yapmalıdır ki, uluslar kendilerini karşı karşıya getiren, birbirlerine düşüren koşulları aşarak birleşip bü­ tünleşsinler? Tek cümleyle, kendisinden önceki Marksistlerden farklı olarak, Lenin, sosyalist devrimin ulusal sorunu otom atik olarak çözeceğini reddederek, Marksizmin bu konuda bir prog­ ram geliştirmesi gerektiğini savunur. Sorunun bu özeti, Lenin’in ulusal soruna verdiği önemin temelinde bir nebze milliyetçiliğin bile bulunmadığını göste­ rir. Aynen, İrlanda’nın İngiltere’ye karşı özgürlük mücadelesini desteklerken M arx’ı yöneten saiklcrin bütünüyle enternasyona­ lizmden kaynaklanması gibi, Lenin’in ulusal soruna sosyalizm açısından bu derecede büyük önem vermesinin temelinde en­ ternasyonalist bir bakış açısının başarısını güvence altına alma kaygısı yatar. Aradaki tek fark şudur: Marx, ezilen ulusun mü­ cadelesini, iki ulusun proleterlerinin kapitalizme karşı birliğini sağlamak bakımından gerekli olduğu için desteklerken, Lenin, yeni sorunsalı çerçevesinde, sosyalist devrim sonrasında da ulusların kaynaşması için proleterlerin birliğinin gerekli olduğu saptamasından hareket eder. Kısaca söylemek gerekirse, Lenin, uluslar sorununa özen gösterilmesini savunuyorsa, bu, ulusların varlığını bir üst sentez içinde ortadan kaldırmak içindir. Bu saptama bize daha genel bir noktayı vurgulama olanağını veriyor. Ulusal sorunu önemsemek, farklı uluslar arasındaki so­ runlara “sınıf mücadelesini saptıracağı” gerekçesiyle sırtını çevir­ memek, ezilen ulusların son derecede meşru taleplerini aktif ola­ rak desteklemek, enternasyonalizmin başlıca görevleri arasın­ dadır. Ulusal sorunun üzerinde durmanın tek yolu milliyetçilik değildir. Uluslar arasında baskı ilişkilerine karşı çıkmak ile mil­ liyetçilik arasında hiçbir zorunlu bağıntı yoktur. Sendikal haklar için mücadele nasıl sadece sendikalizmin, politik demokrasi için



E m p e r y a li z m i n Alternatifi N e ?



j 341



mücadele nasıl sadece burjuva demokratlarının görevi değilse, ulusal baskıya karşı mücadele de yalnızca milliyetçilerin görevi değildir. Tam tersine, ulusal baskıya karşı mücadelenin milliyetçi bir kabuğa bürünmesinin en büyük panzehiri, ulusal baskıya kar­ şı enternasyonalist bir perspektifle mücadele etmektir. Bu, komünizmin milliyetçilikle ilişkisine de ışık tutuyor: Ezilen ulus milliyetçiliğinin ilerici ve demokratik içeriğini sapta­ mak bir şeydir, milliyetçiliğin ulusal sorunun bile çözümünü sağ­ layamayacak, tarihsel potansiyeli sınırlı, nihai olarak insanlığın kurtuluşunun önünde bir engel oluşturan bir ideoloji olduğunu kavramak başka şeydir. Komünizm, ezilen ulus milliyetçiliği ile ittifak yapabilir. Ama komünist hareketin kendi içinde milliyet­ çiliğin bir nebzesi bile kabul edilemez. Komünizm, enternasyo­ nalizmdir. Lenin’de sosyalizmin ulusal programının hareket noktası, dünyanın ezen uluslar ve ezilen uluslar olarak ikiye bölünmüş olmasıdır. Emperyalizmin sistematik olarak yeniden ürettiği bu nesnel durum, sosyalist devrimden sonra proleter iktidarına ulu­ sal sorun konusunda özel görevler yükler. Soyut biçimde prole­ terlerin ya da emekçilerin kardeşliğinden söz etmek yetersizdir. Ne de ekonomik çıkarların ya da ekonominin nesnel gelişmesi­ nin ulus gerçeğini tarihsel olarak aştığını söylemek tek başına so­ runu çözecektir. Çünkü anarşist bir perspektiften farklı olarak, Marksizmin sosyalist devrimden sınıfsız topluma giden yola iliş­ kin tahlili ve programı, uluslar arasındaki ilişkiler sorununu ta­ nım gereği kaçınılmaz hale getirir. Bu tahlil ve program, kapita­ lizm ile sınıfsız toplum arasındaki tarihsel dönem boyunca, süreç ilerledikçe sönümlenecek olan bir devletin, yani proletarya dik­ tatörlüğünün varlığını öngörür. Ama “devlet” diyen otomatikman “sınırlar”dan söz etmek zorundadır.226 Demek ki, proletarya diktatörlüğü altında, dünyanın politik birimlere bölünmesi, so­ runun tanımı gereği bir olasılık olarak karşımıza dikilmektedir. Bu politik birimlerin karşılıklı olarak ne tür bir ilişki içinde ola226



B k z . L e n i n , “ B i l a n ç o ”, a . g . m . , s. 1 6 8 - 1 6 9 .



342 I >u n qu f



av ran



*



K o d Ad:



üre>viie$n



cağı, ne tür bir ilişkinin sosyalizmin inşası açısından en büyük yararı sağlayacağı sorunu, ancak bu verilmiş zeminden hareketle kararlaştırılabilecek bir şeydir. Bu politik birimlerin varlığı ise uluslar arasındaki ilişkileri kaçınılmaz olarak gündeme getirir. Burada Lenin'in komünizme geçiş sürecinin tahlilini ve programını zenginleştirdiğini ve somutlaştırdığını görüyoruz. Marx'ın en açık biçimde Gotha Programının Eleştirisinde ortaya koyduğu geçiş dönemi tahlili, genel olarak proletarya diktatör­ lüğü dönemini sınıfların ortadan kaldırılması ekseni etrafın­ da tanımlıyordu. Lenin bu döneme ek bir belirlenme getiriyor: Ulusların bütünleşmesi ve kaynaşması, proletarya diktatörlüğü­ nün, sınıfların ortadan kalkması sürecine tabi olmakla birlikte, kendi mantığı içinde ele alınması gereken bir veçhesi haline geli­ yor. Lenin’in deyişiyle, İn s a n lık n asıl sın ıfla rın ilg asın a a n ca k ez ilm iş sın ıfın d ik ta tö rlü ­ ğ ü n e d a y a n a n b ir g e çiş d ö n e m i a ra c ılığ ıy la u la şa b ile ce k se , u lu s­ la rın k a ç ın ılm a z b ü tü n le şm e sin e tle a n c a k ezilen u lu sla rın ta m ö z g ü rle ştiğ i ...b ir g e çiş d ö n e m i a ra c ılığ ıy la u la ş a b ile c e k tir.227



Ezilen ulusların tam özgürleşmesi ancak bu ulusların ezen uluslarla birliğinin gönüllü temellerde gerçekleşmesi koşuluyla mümkündür. Bu ise ancak ulusların kendi kaderini tayin hakkı­ nın (UKKTH) sosyalizm altında da koşulsuz olarak tanınması halinde gerçekleşebilir. Devrim öncesinde, esnasında ve sonra­ sında, ezilen ulusların KKTH’nı tanımayan sosyalist partiler, Lenin’e göre, “sosyalizme ihanet etmiş olurlar .”228 Eklemek ge­ rekir ki, Lenin için UKKTH ayrılma, ayrı devlet kurma hakkı ile özdeştir, başka hiçbir anlamı yoktur.229 Ayrılma hakkının tanınması, ayrılma ile özdeş tutulmamalı­ dır. Marksizmin ulusal sorun konusundaki politik programı üze­ 227



“T e z l e r ”, a . g . m . , s. 153.



228



“ T e z l e r ”, a . g . m . , s . 149 . V u r g u b e n i m .



229



B k z . ö r n e ğ i n “U l u s l a r ı n K e n d i K a d e r l e r i n i T a y i n E t m e H a k k ı ”, a . g . m . , s. 119.



rine yapılan tartışmalarda en sık yapılan yanlışlardan biri, hakkın tanınmasının ayrılmanın savunulmasıyla eşanlamlı immişçesine ele alınması olmuştur. Lenin için, sosyalist devrim sonrasında bir­ liğin savunulması esastır. (Sosyalist devrim öncesinde ise, birlik ya da ayrılma arasındaki tercih, uluslararası planda sınıf müca­ delesinin çıkarlarına bağımlıdır.) Ama bu birliğin başlangıçta gö­ nüllü olarak kurulması ve gönüllü olarak sürdürülmesi vazgeçil­ mez bir ilkedir. Gönüllü birliğe pratikte işlerlik kazandırabilecek en uygun biçim olarak, Lenin ve Bolşevik Parti, Ekim Devrimi sonrasında, özgür ulusal birimlerin bir araya geldiği bir federas­ yonu benimsemişlerdir. Federasyon, uluslar arasında yüzyılların mirası olarak varlığını uzunca bir süre sürdürecek olan güvensiz­ lik ve sürtüşmeleri göz önüne alan bir geçiş biçimi olarak, ulus­ ların bir süreç içinde kaynaşmasının sağlayacağı umulan kısmi bir birliktir. Ekim Devrimi öncesinde Lenin’in ısrarla reddettiği bu devlet örgütlenme biçimi, Sovyet deneyiminin kazandırdığı dersler ışığında 1919’da Bolşevik Partisinin yeni programında, 1920’de ise genel bir ilke olarak Komintern kararlarında yer al­ mıştır. Öyleyse, Lenin’de sosyalizmin uluslar sorununa ilişkin programının ikinci ayağı, sovyet federalizmidir. UKKTH ve onun proleter iktidarındaki somutlaşması olan sovyet federalizmi, ulusal soruna Marksist yaklaşım açısından gerekli olmakla birlikte tümüyle yetersizdir. Çünkü Lenin’e göre ulusların genel, soyut ve biçimsel eşitliği talebi, küçük burjuva­ zinin karakteristik yaklaşımıdır. Elbette, küçük burjuvaziden farklı olarak Marksizm, bütün öteki baskı biçimleri gibi ulusal baskıya da kapitalizm altında son verilemeyeceğini savunur. (Bu noktanın, programatik açıdan önemine birazdan değineceğim.) Ama bunun ötesinde, Marksizm açısından, başka alanlarda ol­ duğu gibi burada da, biçimsel eşitlik yeterli değildir. Marksist program, burjuva demokrasisinin ve küçük burjuvazinin prog­ ramından, eşitsizlikleri pratik olarak, gerçek maddi temelle­ riyle ortadan kaldırmayı hedeflemesiyle ayrılır. Çünkü uluslar arasındaki güvensizlik ve sürtüşmelerin en temeldeki nedeni



344



Sungur Savran



* K o d Adı Küreselleşm e



bu gerçek eşitsizliklerdir. Eğer Marksist programın hedefi sade­ ce belirli demokratik hakları tutarlı biçimde savunmak değilse, esas hedefi uluslar arasında kaynaşmayı sağlamak ise, yani Marksizmin ulusal programının temeli enternasyonalizm ise, o zaman biçimsel eşitliklerle yetinilemez, gerçek eşitliğin pratikte sağlanması gerekir. Lenin tam bu noktada ekler: “Marksist teori işte budur...”2'" Lenin bu noktayı en açık biçimde, 1922 sonunda, Milliyetler Komiseri Stalin ve çalışma arkadaşlarının, Gürcistan’a yönelik olarak Büyük Rus şovenizmini hortlatan politikalar izlemelerine sert bir şekilde karşı çıkmak için dikte ettirdiği “Özerkleştirme” başlıklı yazısında ortaya koyar. Uzun yıllar boyunca Sovyet va­ tandaşlarından gizlenen ve ancak 1956’da yayınlanan231 bu yazı­ da Lenin şöyle der: ... genel o la ra k m illiy e tç ilik so ru n u n u n so y u t b içim d e su n u lu şu h içb ir işe y a ra m a z . E z e n b ir u lu su n m illiy e tç iliğ i ile ezilen bir u lu su n m illiy e tç iliğ i, b ü y ü k b ir u lu su n m illiy e tçiliğ i ile k ü çü k b ir u lu su n k i a ra s ın d a a y rım y a p m a k z o ru n lu d u r... B iz, b ü y ü k b ir u lu su n m e n s u p la n o la r a k , ta rih se l p ra tik için d e , h em en h e m e n h e r z a m a n , ö te k ile rin h a k la rın ı say ısız d efa ç iğ n e m e k ­ ten su çlu o ld u k ... B u n u n iç in d ir ki, e z e n le r b a k ım ın d a n e n te r­ n a sy o n a liz m , y a ln ız c a u lu sla rın b içim sel e şitliğ in in t a n ı n m a ­ sın d a n ib a re t k a lm a m a lı, g e rçe k p ra tik te v a r o lan eşitsizliğ i o rta d a n k a ld ırm a k için , ezen u lu su n , b ü y ü k u lu su n a le y h in e b ir e şitsiz lik içe rm e lid ir. Bunu anlamayan biri, ulusal soruna gerçek proleter yaklaşımını anlamamış demektir, bakış açı­ sı özünde hâlâ küçük burjuvadır ve dolayısıyla burjuva bakış açısına kadar alçalacağı kesindir .232



Burada Lenin'in önerdiği ilke çarpıcıdır: Biçimsel eşitliğin ötesinde gerçek eşitliği sağlamak amacıyla, üstün dürümdakilerin 230



“ B i l a n ç o ”, a . g . m . , s. 1 72 .



231



P e t e r N e t t l e , Rosa Luxem burg, a.g .y. , s. 51 İ n ve H o r a c e B. D a v i s , N ationalism and Socialism , M o n t h l y Revievv P r e s s , Nevv Y o rk , 1 9 6 7 , s. 2 1 0 . ( T ü r k ç e ç e v i r i : Sosyalizm ve Ulusallık, B e l g e Y a y ı n l a r ı , İ s t a n b u l , 1 9 9 1 . )



2 *2



“Ö z e rk le ştirm e ”, a .g .m ., s. 2 4 3 . V u rgu bizim .



E m p e r y a li z m i n Alternatifi N e ?



I



aleyhine, ezilmiş konumdakilerin lehine önlemler. Yani modern deyimle pozitif ayrım cılık. Lenin bunu proleter politikasının ayırıcı özelliği olarak sunuyor. İşte Lenin’in 1922’de açıkça dile getirdiği bu ilkeyi, kadın hareketi ve ezilen ulusal gruplar (ABD’de zenciler ve Latin kökenliler, Batı Avrupa’da göçmen işçiler) 1968 yükselişiyle birlikte yeniden keşfedeceklerdir! Kitle hareketinin pratik mücadelesi içinde vardığı bu sonucun Marksizmin ulus­ lar arasındaki eşitsizliklerle mücadele programının bir parçası olarak erkenden savunulması bir rastlantı değildir. Marksizmin burjuva toplumunun (sivil toplumun) temelinde yatan biçimsel eşitliklerin ötesine geçmeye, ihtiyaçları soyut bireylerin değil somut toplumsa] konumlar yaşayan tarihsel olarak belirlenmiş insanların ihtiyaçları olarak ele almaya dayanan bütünsel felsefi ve toplumsal bakışının, liberalizmin ötesine geçen bu bakış açı­ sının mantıksal bir sonucudur.2'3 M arx’ın Gotha Programının Eleştirisi1nde belirttiği gibi, “eşit hak hâlâ burjuva hakkı” oldu­ ğu için Lenin eşit hakkın ötesine uzanan bir pozitif ayrımcılığı savunmaktadır.234 Lenin'in perspektifinin, sadece Stalinizmden değil, bugünün sosyal demokrasisinin atası olan, birinci kuşak revizyonizmin mimarı Bernstein’ın bakış açısından da nasıl ayrıldığına kısa­ ca değinmek, günümüzde emperyalist ülkelerin işçi hareketi içindeki gerici eğilimleri hatırlamak bakımından yarar taşıyor. Bernstein daha 1896 yılında, yani Marksizmin geçerliliğini yitir­ diğini savunduğu ünlü kitabını yayınlamadan önce, sömürgeci­ liği savunan bir makale yazarak, kapitalist uygarlığın nüfuzuna direnen “barbarlar”ı desteklemenin “romantik” olduğunu iddia eder. Ardından, İngiltere’nin Hindistan’daki rolünü açıkça sa­ vunduktan sonra, 1898’de kaleme aldığı ve Almanya’nın emper233



Bu k o n u d a a y r ı n t ı l ı b i r a ç ı k l a m a içi n b k z. G ü l n u r S a v r a n ,



Ötesi. Rousseau, Hegely M arx ,



Sivil Toplum ve



A l a n Y a y ı n c ı l ı k , İ s t a n b u l , 1 9 8 7 , ö z e l l i k l e s.



1 8 5 - 2 0 6 ve 2 3 3 - 2 5 1 . ( B u k i t a b ı n i k i n c i b a s ı m ı B e lg e Y a y ı n l a r ı n c a y a p ı l m ı ş ­ tır.) 234



B k z . K. M a r x , “G o t h a P r o g r a m ı n ı n E l e ş t i r i s i ”, M a r x / E n g e l s ,



lar ,



ci lt 3, Sol Y a y ı n l a r ı , A n k a r a , 1 9 7 9 , s. 2 2 .



Seçm e Yapıt­



345



346



■u n q u r



jvran



■ K o d Adı Küresellenme



yalist faaliyetlerini haklı göstermeye çalıştığı bir başka yazısın­ da su sonuca varır: “Daha yüksek bir uygarlık daha üstün hak­ lara sahiptir.”235 Görüldüğü gibi, sosyal demokrasinin öncüsü Bernstein da, devrimci komünizmin önderi Lenin de eşitsizliği savunuyorlar. Bir küçük farkla: ilki ezenlerin haklarının, İkincisi ise ezilenlerin haklarının yanından! UKKTH, sovyet federalizmi ve ezilen uluslar lehine pozitif ay­ rımcılık: Lenin’in ulusal soruna ilişkin olarak önerdiği bu politik ilkeler, gelecekte, sosyalist devrimin zaferinden sonra, Marksist hareketin programına damgasını vurması gereken ilkeler ola­ rak beliriyor. 20. yüzyılın ve e n başla da bürokratik işçi devlet­ lerinin deneyimi Lenin’in programının doğruluğunu, özellikle “Özerkleştirme” yazısıyla ölüm döşeğinde hâkim ulus şovenizmi­ n e karşı yükselttiği çığlığın n e derecedc haklı olduğunu tartışıl­ maz biçimde ortaya koymuştur.



235



A k t a r a n : H o r a c e B. D a v i s ,



N ationalism an d Socialism ,



a.g .y. , s. 9 5 - 9 6 .



BÖLÜM



18



U l u s l a r A r a s i n d a D e m o k r a s İ İç İn B îr P r o g r a m T a s la ğ i



XŞ&£>



Bir önceki bölümün sonunda, Lenin’den hareketle belirledi­ ğimiz ilkeler ulusal sorun konusunda Marksizmin temel sosya­ list programı açısından yol gösterici ilkelerdir. Elbette bunlara 20. yüzyılın gelişmelerinin ürünü olarak ortaya çıkan yeni sorunla­ rın çözümüne ışık tutacak yaklaşımların, eşlik etmesi gerekir. Bu sorunlar arasında uluslararası işgücü akımlarının sonucu olarak oluşmuş olan göçmen nüfusun sorunları başlıca yeri alacaktır. “Ulusal” devletlerin sınırları içinde yaşayan nüfusun ulusal ba­ kımdan çeşitlenmesi ortaya çözülmesi gereken sayısız sorun çı­ karmıştır. Bu sorunların uluslararası Marksist hareket içinde bü­ yük bir duyarlılıkla tartışılması gerekir. Ne var ki, Marksizm ulusal baskı konusundaki mücadelesi­ ni devrim sonrasına erteleyemez. Bir kere, sosyalist hareket em­ peryalizme ve genel olarak ulusal baskıya karşı ezilen ulusların mücadelesinin yanında olmak zorundadır. Bütün baskı ve ezme/ ezilme biçimlerine karşı olması gereken sosyalist hareket, ulusal baskının hiçbir türüne (politik, ekonomik, kültürel vb.) kayıtsız kalamaz. Emperyalizmin globalizm ideolojisi temelinde ve “Yeni Dünya Düzeni” şiarıyla ezilen uluslara karşı genel bir taarru­ zu başlattığı günümüzde, ezilen uluslara destek vermek özel bir önem taşır. Ama sorun burada kalmaz. Kapitalizm, özellikle emperyalizm aşamasında, farklı uluslar arasındaki eşitsizliği, ezme/ezilme iliş­



348



J '' ■un^ur S a v r a n



• K o d Ad: Kure^rileşme



kilerini, ulusal baskıyı, sistemin gereği dolayısıyla yeniden üretir. Bu yüzden, politik alanda elde edilen kazanımlar ne olursa ol­ sun, ulusal sorun kapitalizm altında bir bütün olarak çözülemez. Öyleyse, ezilen ulusların kurtuluşları yolunda verilecek mücade­ leler kapitalist üretim tarzının dünya çapındaki işleyiş yasalarıyla karşı karşıya geleceği için patlayıcı bir antikapitalist potansiyel taşır. Ezilen uluslar için salt biçimsel bir eşitlikle yetinmeyen, her alanda gerçek bir eşitliği hedefleyen bir mücadele, en basit demok­ ratik haklardan yola çıkıyor olsa bile geçişsel bir karakter taşıya­ caktır. Marksizmin globalizme ve “Yeni Dünya Düzeni”ne karşı geliştirmesi acil bir ihtiyaç olarak beliren uluslararası demokrasi programı işte bu geçiş mantığı üzerinde inşa edilmelidir. Bu de­ mektir ki, ulusal sorun konusunda temel sosyalist programda yer alan ilkeler, ezilen ulusların bugünkü acil sorunlarının çözümü için ileri sürülecek taleplerde cisimleşmelidir. Başka bir deyişle, bugünkü somut ve acil sorunlarla sosyalist devrim arasında bir köprü oluşturacak geçiş programı, ulusal sorun konusunda öyle taleplerle donatılmalıdır ki, bir bütün olarak alındıklarında em­ peryalizmin çerçevesine sığmayan, bu çerçeveyle ezilen ulusları karşı karşıya getiren bir nitelik taşısınlar. Böyle bir programın geliştirilmesi, elbette ancak uluslararası devrimci sosyalist hareketin bir bütün olarak gerçekleştirebile­ ceği bir şeydir. Özellikle uluslararası politik mücadeleleri doğru­ dan konu alan böyle bir çalışmada, çeşitli ülke, bölge ve kıtaların deneyim ve birikimini bir araya getirerek merkezileştirebilecek bir uluslararası önderliğin, bir Enternasyonalcin ne kadar büyük önem taşıdığı açıktır. Bizim burada yapmak istediğimiz, kısaca, bu tür bir uluslararası demokrasi programında ne türden taleple­ rin ve hedeflerin yer alabileceği konusunda bazı örnekler vermek. Birleşmiş Milletler (BM) bugünkü yapısıyla emperyalist tahakkümün araçlarından biridir. Sovyetler Birliğinin da­ ğılması sonucunda daha önceki karşılıklı güç dengesinin or­ tadan kalkmasıyla birlikte BM’yi emperyalizmin saldırganlı­ ğının basit bir aracı olarak kullanma eğilimleri daha da güç­ lenmiştir. Güvenlik Konseyinin yetkilerinin, aldığı kararla­



E m p e r y a liz m in Alternatifi N e ;



j



rın çoğunluğu iyi niyet beyanlarından öte bir işe yaramayan Genel Kurula oranla aşırı derecede belirleyici olması, üstelik beş büyük devletin her birinin Güvenlik Konseyinin herhangi bir konuda karar almasını veto hakkı aracılığıyla tümüyle engelle­ yebilmesi, BM nin bugünkü yapısının ne denli antidemokratik olduğunu çarpıcı bir açıklıkla ortaya koyuyor. Marksizmin ulus­ lararası demokrasi programı bu yapının tepetaklak edilmesi te­ melinde oluşturulmalı. BMnin emperyalistlerin denetimindeki bir araç sıfatıyla, derin bir devrimci sarsıntı geçirmeksizin ciddi bir reform yaşayamayacağını ezilen ulusların büyük kitlelerine göstermek için, büyük devletlerin veto hakkının kaldırılması, özellikle azgelişmişliğin mekanizmalarını ve azgelişmişlikle mü­ cadeleyi ilgilendiren konularda pozitif ayrımcılık ilkesine bağlı olarak, Asya, Afrika ve Latin Amerika kıtalarının temsilcilerine veto hakkı tanınm ası, Güvenlik Kurulu’nun kararlarının Genel K urura onaylatılmasının zorunlu olması ve benzeri taleplerin ileri sürülmesi gerekir. •



E zilen u lu sla rın u lu sal e g e m e n liğ in in , g ü n ü m ü z ü n s o m u t k o ş u lla ­ rın d a ,



emperyalist tahakküme karşı sa v u n u lm a sı g erek ir. E zilen



u lu slar, u zu n m ü ca d e le le r so n u c u n d a elde e ttik le ri e g e m e n lik h a k ­ la rın ı e m p e ry a listle rin h â k im o ld u ğ u u lu sla ra ra s ı ö rg ü tle rin k a ­ ra r la rıy la terk e tm e y e z o rla n a m a z la r. P o litik y e tk ile rin d a h a ü st b irlik le re a k ta r ılm a s ı a n c a k



gönüllü tem eld e g e rçe k le şirse s a v u n u ­



lab ilir. A m a m e v cu t u lu s la ra ra s ı s ın ırla r ay n ı z a m a n d a d ü n y a n ın d ö r t b ir y a n ın d a ezilen u lu sla rın ezen ulus ta h a k k ü m ü n e z i n c i r ­ le n m e sin in b ir a r a c ı işlev in i g ö rm e k te d ir. D o lay ısıy la, u lu s la r a ra ­



devlet halinde örgütlenmemiş olan ezilen ulusal toplulukların (A B D ’de z e n cile r, ‘‘K ız ıld e r ilile r” sı d e m o k ra si p ro g ra m ı, b u g ü n b ir



ve L a tin A m e rik a k ö k en liler, L a tin A m e r ik a ’d a “K ız ıld e r ilile r”45,



bütün uluslararası fo­ rumlarda temsili ta le b in i, U K K T H ile b irlik te ö n e sü rm e lid ir. O r ta d o ğ u ’d a K ü r tle r ve F ilis tin lile r vb. vb.)



«



S o v y e tle r B irliğ i’n in d a ğ ılm a s ın d a n b eri u lu s la ra ra s ı b a rış h a re k e ti, s a n k i n ü k le e r sa v a ş te h d id i o r t a d a n k a lk m ış gibi b ü y ü k b ir a y m a z ­ lık la m ü c a d e le s in in te m p o s u n u d ü ş ü rm ü ş tü r . O y sa g erek e m p e r y a ­ listle r a ra s ı ç e liş k ile rin y ü k se lişi, g erek ezilen ü lk e le re e m p e ry a lis t



349



350



| Sungur Savran



• K o d Adı Küreselleşme



t a a r r u z l a r , g e re k se b ölg esel d ü z e y d e p a tla k v eren ç a tış m a la r , n ü k ­ le e r ve k im y a s a l s ila h la rın k u lla n ım ın ı d a h a d a b ü y ü k b ir o la s ılık h a lin e g e tiriy o r. U lu s la ra r a s ı d e m o k ra s i p ro g ra m ı, e m p e ry a liz m in b u g ü n b a ş v u ra b ile c e ğ i “S ov y et te h d id i” tipi b ir a r g ü m a n ın y o k ­ lu ğ u n d a , nükleer silahların tahribini ve kimyasal silahların ba­ ğımsız uluslararası komisyonların denetiminde yasaklanmasını s a v u n a b ilir. S ila h la n m a y a k arşı a ç ıla c a k b öyle b ir sa v a ş, b ir y a n ­ d a n şid d e tin e m p e ry a liz m in d o ğ a s ın d a içk in o ld u ğ u n u k itle le rin g ö z ü n d e a ç ığ a ç ık a r ır k e n , b ir y an ılan da a z g e lişm işliğ in e k o n o m ik v e ç h e le rin e k a rşı m ü ca d e le d e güçliı b ir k oz o lu ş tu r a c a k tır . Bu y a ­ p ıla n a k a d a r n ü k le e r s ila h la rın y a y ılm a s ın a k a rşı ç ık m a n ın g e r i c i ­ lik o la c a ğ ı k itle le re a n la tılm a lıd ır. Ö zel o la ra k b izim b ö lg e m iz d e , İ s r a i l ’ in n ü k le e r s ila h la ra sa h ip o ld u ğ u b ir ta rih s e l a n d a İ r a n ’ın n ü k le e r k a p a site y e k a v u şm a y o lu n d a k i ç a b a la r ın a e m p e ry a liz m le b irlik te k a rşı ç ık m a k g e ric ilik tir. •



E k o n o m ik p la n d a , a z g e lişm işlik le m ü cad ele k o n u su n d a g erek yeni lib e ra l “se rb e st p iy asa” ç ö z ü m ü n ü n , g erek se sosyal d e m o k r a tik ç ö ­ z ü m le rin (sö z d e “Y e n i” U lu s la ra ra s ı l’k oııom ik D ü zen vb.) k a rş ıs ı­ n a , en y o k su lu n d a n b a şla y a ra k a z g e lişm iş ü lk elere ra d ik a l b içim d e



Dış borçların ip­ tali ta le b in in y an ı sıra , B M n in g ö z b o y a m a tü rü n d e n y a rd ım k a ­



ö n c e lik ta şıy a n b ir ta le p le r d izisi ile ç ık ılm a lıd ır.



r a r la r ın ı te şh ir ed en ve h er ü lk en in kişi b aşın a G S M H s ı o ra n ın d a ö d e y e ce ğ i b ir



uluslararası müterakki vergi ihdası tem el b ir talep



o la ra k ileriy e sü rü le b ilir. S o m u t d ü zey d e u lu sla ra ra s ı fin a n s m a n ın d e n e tim in in e m p e ry a listle rd e n k u r ta r ılm a s ı g erek çesiy le I M F n i n ve D ü n y a B a n k a s ın ın ilgası, b u n la rın y erin e sö z k on u su v e rg id e n ve u lu sla ra ra s ı b a n k a la r ın ö d e m e k le y ü k ü m lü k ılın a b ile ce ğ i v e rg ile r­



uluslararası fonların azgelişmiş ülkeler halkla­ rının denetiminde bir kuruma bırakılması talep leri de a n la m lıd ır.



d en elde e d ile ce k



A y rıc a , z o ru n lu gıd a m a d d e le ri, ila ç, an a ve ç o c u k sağ lığ ı için g e ­ re k li m a d d e le r gibi en tem el ih tiy a ç la rd a n b a şla y a ra k , k a y n a k la r ın , ü re tim in ve d a ğ ıtım ın



uluslararası planlama te m e lin d e d ü z e n le n ­



m esi taleb i, p la n la m a n ın k â ra d eğil to p lu m sa l ih tiy a çla ra d a y a lı b ir ü re tim ö rg ü tle n m e si o ld u ğ u n u k itlelerin b ilin cin e s o k a ra k ase rb e st p iy a sa ” id eo lojisin e k a rşı cid d i b ir m ü cad ele a ra c ı o lu ştu ra b ilir. •



Y in e e k o n o m ik a la n la ilgili o lm a k la b irlik te , d o ğ r u d a n d o ğ r u y a



E m p e r y a liz m in Alternatifi N e ?



p o litik m ü ca d e le le rle de y a k ın d a n ilişk isi o la n b ir ta le p , işgücü dolaşımının dünya çapında serbest bırakılması o lab ilir. Ö rn e ğ in A v ru p a T o p lu lu ğ u b a ğ la m ın d a bu talep Schengen Antlaşmalarının iptali ta le b in e d ö n ü şe b ilir. B öyle b ir talep k itle se lle ştiğ i ö lç ü d e son d ö n e m d e baş d ö n d ü rü c ü b ir g elişm e g ö ste re n ırk çılığ a a ğ ır b ir d a r ­ be v u r m a n ın ö te sin d e , d e ğ işik u lu sla rın e m e k çile rin i b irb irin e y a k ­ la ş tır m a k b a k ım ın d a n d a d e ğ e r ta ş ıy a c a k tır . B u g ü n e k a d a r işg ü cü d o la ş ım ın ın ü z e rin d e k i a ğ ır k o n tro lle re k a rşıt b içim d e , h e r g eçen



sermaye ve metaların do­ laşımının ise azgelişmiş ulusal devletlerin kararm a bağlı olması g ü n d a h a b ü y ü k b ir se rb e stiy e k a v u şa n



ta le p e d ilm e lid ir. •



U lu s la ra ra s ı d ü zey d e işg ü cü d o la şım ın ın serb est b ıra k ılm a s ı taleb i, g ö ç m e n le rin s o ru n la r ın ın esk isin e g ö re d ah a da cid d i b içim d e ele a lın m a sı d e m e k tir. Bu a la n d a , M a rk siz m in u lu sla ra ra sı d e m o k ra si p ro g ra m ın ın y a p a c a ğ ı ilk şey, ırk çılığ ın y ü k selişin i a k tif b içim d e



eşit haklar m ü cad elesin i y ü k se ltm e k tir. G ö ç m e n bütün politik ve toplumsal hak­ lardan yararlanmaları için , tek tek ü lk elerd e d eğil, u lu sla ra ra s ı b ir g ö ğ ü slem ek ü zere



işçile rin b u lu n d u k la rı ü lk elerd e



k a m p a n y a k o şu lla r elv erd iğ in ce y ü rü tü le b ilir. B u n u n d a ö tesin d e, ra d ik a l d in ci ya da şoven m illiy etçi a k ım la rın te z le rin e ve ta le p le ri­



göçmen işçilerin kendi kültürel miraslarını özgürce koruyabilmeleri ve geliştirebilmeleri için k o ş u lla rın o lu ş ­ n e h iç b u la şm a k sız ın ,



tu r u lm a s ın ı talep e tm e k g erek ir. (B u talep , g ö çm e n işçile rin u lu sal ve d in sel k ü ltü rü n ü n b a sk ıcı y an la rıy la m ü cad ele için , k a d ın la r, g en çler vb. g ru p la r a ra s ın d a y a p ıla ca k ça lış m a y la b eslen m ek z o ru n d a d ır.) •



U lu sla r a ra s ın d a k i k ü ltü re l a lışv e riş ve ilişk iler, g ö ç m e n s o ru n u n u n ço k ö te sin d e g ü n ü m ü z d e ezilen u lu sla r a ç ıs ın d a n b ü y ü k ö n e m t a ­ şıyor. Ö z e llik le m e d y a n ın d ü n y a n ın h e r y a n ın ı a h ta p o t k o lla rıy la s a rd ığ ı, sa n a t ve k ü ltü rü n p a ra n ın p eşin d e d ü n ya tu r u n a çık tığ ı g ü ­ n ü m ü z k o ş u lla rın d a , e m p e ry a list u lu sla rın k ü ltü rü , ezilen u lu sla rın k ü ltü re l d ü n y a s ın ı tek y a n lı b içim d e yiyip b itirm e y i h e r g ü n d a h a fazla b a ş a rırk e n , a z g e lişm iş u lu sla rın k ü ltü rü n ü n in s a n lığ ın e v re n ­ sel k ü ltü rü n ü n o lu şu m u n a k a tk ı y a p a b ilm e sin in k o ş u lla r ın ın a k tif o la ra k s a ğ la n m a s ı y o lu n d a b azı talep ler g eliştirileb ilir.



Bunların yanı sıra, doğal kaynakların kullanımının azgelişmiş ülkelerin halklarının denetiminde bir kuruma bağlanmasından



| 351



352



| '>ung ur S a v r a n



■ K o d Adı Küresellenme



dünya haritasının gerçek orantılara göre yeniden çizilmesine ve okullarda mutlaka bu haritaların kullanılması zorunluluğuna ka­ dar birçok alanda sayısız talep geliştirmek mümkündür. Geleceğin sosyalist toplumunu, ekonomik, politik, kültürel vb. alanlarda birbirini tahakküm altında tutmayan/tutamayan toplulukların kardeşçe birliği olarak kurabilmek için bu türden talepleri şimdiden insanlığın gündemine ve bilincine sokmak ge­ rekir. Bunlardan bazıları özel koşullar altında gerçekleşebilir de. Aynen tekil ülkelerde devrim mücadelesinin bir yan ürünü olarak demokratik hakların kazanılması gibi. Ama gerçek bir kardeşlik topluluğu kurulurken olabilecekleri şimdiden kestirmek mümkün bile değildir. Batı’nın resmi tarihi (ve onun tersyüz edilmiş karika­ türü olan İslami tarih) o zaman en ağır eleştiriden geçecek, bütün ırkçı efsaneler insanlığın tarih öncesinc gömülecektir. İnsanlar için “yabancı” dil kalmayacak, herkes farklı müzik aletlerinden keyif alır gibi bütün dilleri isteğine bağlı biçimde ve özgürce konu­ şacaktır. Tek bir kültürün tahakkümü altında birleşmenin gerici biçimleri MacDonalds, Starbuck s, Sex and the City ve M atrb c’in yerini, bütün kültürlerin birbirlerine kenetlenerek tek tek ve hep birlikte yükseldiği bir senfoni alacaktır. O zaman Hıristiyan kül­ türünün bütün insanlığa üstünlüğünün simgesi olan Gregoryen takvimi bile yerini bütün insanlığın kurtuluşunun/yeniden doğu­ şunun simgesi olan gerçek bir yeni yıla, gerçek bir “milat”a dayalı bir takvime bırakacaktır. İşte ancak o zaman, kendileri üzerinde yüzyıllar boyu kurul­ muş tahakkümün bütün saik ve simgelerinin eriyip gittiğini göz­ leriyle gördüklerinde, ezilen uluslar artık ezilmediklerini hissede­ cek, kendilerini artık ezmeyen uluslarla kucaklaşacaklardır. Uluslararası demokrasi programının görevi, bunun ancak sı­ nıfsız topluma giden yolda gerçekleşebileceğini ezilen ulusların büyük kitlelerine pratik içinde anlatma mücadelesinin yolunu çiz­ mektir.



So n uç



Bu kitapta, günümüzde en yoğun biçimde tartışılan konular üzerinde yoğunlaştığımız için, bir de zaman yokluğundan, bazı çok önemli konulara giremedik. Bunları sonuç bölümünde kısaca tanımlamak, bir bakıma emperyalizm alanında gelecek için teo­ rik bir yol haritası çizmek demek. Her şeyden önce, şunu belirtmek gerekiyor: Emperyalizm, günlük popüler kullanımda ve solun yaygın söyleminde, hele hele ulusalcı akımın yaklaşımında, uluslar ve ülkeler arasında bir sömürü ve tahakküm ilişkisine indirgeniyor. Bu yaklaşımın daha bütünsel bir eleştirisini yapmak gerekiyor. Bu kitapta sunu­ lan analiz bu eleştirinin unsurlarını kısmen sağlıyor. Özellikle, emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması olduğunun, do­ layısıyla her şeyden önce sınıf ilişkileri üzerine yerleştiğinin ha­ tırlanması gerekiyor. Emperyalist ülkeler, kendilerine tabi kıldık­ ları ülkeleri elbette sömürüyorlar, elbette baskı altına alıyorlar. Ama tabi ülkelerin bütün sınıfları bu sömürü ve baskı konusunda aynı konumda değil. Emperyalizmin işbirlikçisi sınıflar “bir avuç ajan”dan ibaret değil. Emperyalist sömürünün ortağı olan ve on­ dan yararlanan koca sınıflar var Türkiye gibi emperyalizme tabi ülkelerde. Elbette bunların başında bu ülkelerin burjuvazisi geli­ yor. Bu yüzden de emperyalizme karşı mücadele, aynı zamanda bir sınıf mücadelesi. Bu kitapta İşlenemeyen bir başka konu “emperyalizmin içsel­ leşmesi” konusundaki tez. Başlangıçta tam da bir üst paragrafta



354



i



anlatılan anlamı taşıyan bu analiz, zamanla emperyalizme karşı mücadele etmemenin, antiemperyalizmi aşağılamanın, salt so­ yut bir antikapitalizm savunmanın gerekçesi haline dönüştürül­ dü. Bu tür tutumlar başka gerekçelerle de ileri sürülüyor. Burada takınılan tavrı belirleyen, antiemperyalizmin solu kaçınılmaz olarak milliyetçiliğe/ulusalcılığa/yurtseverliğe sürükleyeceği korkusu. Oysa bir kez emperyalizme karşı mücadelenin de bir sınıf mücadelesi olduğu, tutarlı olarak verildiğinde son tahlilde kapitalizme karşı bir savaş olduğu anlaşıldığında, bu korkunun yersiz olduğu anlaşılmalı. Kapitalizmin somut sonuçlarından emperyalist sömürü ve tahakküme karşı mücadeleden kaçınmak, büyük kitlelerin duyarlılığına hitap etme olanağının yitirilmesi anlamına geliyor. Daha da ötede, antiemperyalizmin onurlu bay­ rağını milliyetçilere/ulusalcılara/yurtseverlere bırakmak demek oluyor. Şunu iyice anlamak gerekli: Antiemperyalizm milliyetçi­ lik değildir! Bu kitapta üzerinde ayrıntılı olarak durulmamış bir başka konu, emperyalizmin sadece tabi ülkelerde değil, emperyalist ülkelerde de bir sınıf meselesi olduğu. Ulusalcılar, son dönemde Türkiye işçi sınıfını Avrupa işçi sınıfına düşman etmek için se­ ferber oldular.236 Daha genel olarak, emperyalizmin bir “Üçüncü Dünyacı” yorumu, emperyalist ülkelerin proletaryasını emperya­ list sömürünün ortağı ilan eder. Kitabın ana gövdesinde, Lenin’in “işçi aristokrasisi” kavramıyla, emperyalist ülke proletaryasının bazı katmanlarının neden düzenle mücadeleye girişmediğini açıkladığını görmüştük. Ama işçi aristokrasisi hâlâ işçi sınıfının bir parçasıdır. Sermaye bu katmanı “aristokratik” bir konuma yerleştiren ayrıcalıklara saldırdığında bu işçiler de sınıf mücade­ lesinin bir parçası olacaktır. Kitapta “küreselleşme”nin aynı za236



Toplum Batılı İşçi Söm ürüye O rtak >



B k z . Y ı l d ı r ı m K o ç , “A v r u p a B i r l i ğ i Ü l k e l e r i n d e S o s y a l G ü v e n l i k ”,



ve H ekim ,



ci lt 2 0 , sayı 2 , M a r t - N i s a n 2 0 0 5 ve



Bi lg i Y a y ı n e v i , A n k a r a , 2 0 0 5 . K o ç ’u n m a k a l e s i n e c e v a b e n b u g ö r ü ş ü n e l e ş t i r i s i n i şu k a y n a k t a y a p m ı ş b u l u n u y o r u z : S u n g u r S a v r a n , “M i l l i y e t ç i K a m p t a n B i r A v r u p a Bi r l i ğ i G ü z e l l e m e s i : Y ı l d ı r ı m K o ç a C e v a p ”,



ve H ekim yci l t



2 0 , sa y ı 6 , K a s ı m - A r a l ı k 2 0 0 5 .



Toplum



Sonut,



manda, hatta en büyük kazanımlara sahip oldukları için en fazla emperyalist ülkelerin işçi sınıfının örgütlü katmanlarını hedef aldığına değinmiştik. Böylece, son dönem sınıf taarruzundan bu katmanların da nasibini aldığı, yani gerçek bir emperyalist sınıf saldırısı başladığında bu katmanların emperyalist sömürünün ortağı değil, sadece göreli ayrıcalıklarla geçici olarak uyuşturulan proleterler olduğu ortaya çıkıyor. Yarın emperyalist ülkelerin pro­ letaryası koşullar uygun hale geldiğinde, en örgütlü katmanları da dahil, barikatlarda yerini alacaktır. Onları geri dönülmez biçimde emperyalist düzenle bütünleşmiş olarak görmek enternasyona­ lizmden umudunu kesmekle eşanlamlıdır. Kitapta ele alınamayan bir başka konu, Üçüncü Dünyanın parçalanması, yani emperyalizme tabi ülkelerin kendi arala­ rında farklılaşmasıdır. Bugün Brezilya ile Haiti, Güney Kore ile Kamboçya, Mısır ile Kongo, Türkiye ile Yemen hiçbir biçimde aynı sosyoekonomik kategori içinde görülemezler. Bu ülke­ ler arasında elbette geçmişte de önemli farklılıklar vardı. Ama bunlar gerek iç sosyoekonomik ve sınıf yapıları, gerekse em­ peryalizmle ilişkileri bakımından son tahlilde benzer toplumlardı. Bugün bir dizi ülke, örneğin Latin Amerika’da Brezilya, Meksika, Arjantin, Şili, Asya’da Güney Kore, Tayvan, Singapur, Hong Kong, Malezya, Afrika’da Güney Afrika, Mısır, Cezayir vb., Ortadoğu’da Türkiye, İran Üçüncü Dünya’nın yoksul ülke­ lerinden bütünüyle farklılaşmış, kapitalistleşmiş, yaygın bir pro­ leterleşme yaşamış ve sanayileşmiş ülkelerdir. (Her ikisi de birer kıta boyunda ve çeşitliliğinde olduğu için Çin ve Hindistan’dan söz etmiyoruz.) Daha da ötede, bu ülkelerin burjuvazileri, em­ peryalist ülkelerde görülen tekelci sermayenin/finans kapitalin özelliklerini neredeyse bütünüyle devralmışlardır. Bunun ar­ dında elbette İkinci Dünya Savaşı sonrası sol kalkınma ve az­ gelişmişlik teorilerinin “azgelişmişliğin gelişmesi” teziyle göre­ mediği bir dinamik, yani kapitalizmin dünya çapında yayılması dinamiği yatmaktadır. Bu konuya ise azgelişmişlik ile ilgili bö­ lümlerimizde ayrıntısıyla girmiş bulunuyoruz.



355



356



| Sungur Savran



• K o d Adı K üreselleşm e



Bu bizi ele alamadığımız bir başka konuya getiriyor. 21. yüz­ yıl emperyalizmi, 20. yüzyıl emperyalizminden şu bakımdan farklılaşıyor: 20. yüzyılın büyük bölümünde, emperyalist ülkeler kapitalizm-öncesi yapıların hâkim olduğu toplumlar üzerinde ekonomik ve politik hâkimiyet kurmuşlardı. Bugün ise üzerinde hâkimiyet kurdukları toplumlardan bazıları bütünüyle kapitalistleşmiş toplumlardır. Teorinin bıı alanı da daha derinlemesine keş­ fetmesi, bunun politik sonuçlarını çıkarması gerekiyor. Nihayet, solda adım adım yaygınlaşan bir yanılgıyı bu ki­ tapta dolaysız biçimde ele alamadık. Bu anlayışa göre, ulusal kurtuluş savaşları çağı kapanmıştır. Bu tez liberal ve sol liberal “küreselleşme” teorisinin bilinçli ya da bilinçsiz tarzda ciddiye alınmasının ürünüdür. Her şeyden önce, kitabın ana gövdesinde ulus ve ulus devlet (daha doğrusu teritoryal devlet) olgularının öneminden hiçbir şey yitirmediğini ortaya koymuş bulunuyo­ ruz. Bu durumda şu soru yalın biçimde sorulmalıdır: Bazı ulus­ lar kendi devletlerine sahipken, onlar tarafından ezilen ulusların bağrında neden ulusal kurtuluş dinamikleri doğmasın? İkincisi, ulusal sorunu tartıştığımız 17. Böliim’de emperyalizmin ezen/ ezilen ulus ilişkisini sistematik olarak yeniden ürettiğine işaret ettik. Bunun uç ifadesi, emperyalizmin savaş ve işgal politika­ sıdır. Bu tür bir gelişme yoluyla emperyalizmin sultası altına giren ülkelerde, örneğin Afganistan’da, örneğin Irak’ta, ulusal kurtuluş savaşlarının bütün dinamiklerinin doğacağı açık de­ ğil midir? Üçüncüsü bugün dünyanın birçok bölgesinde ulusal kurtuluş savaşları inatçı biçimde devam ediyor. Dikkat edilirse, ulusal kurtuluş savaşları çağının kapandığına ilişkin tez, siya­ si güçler dengesinin belirlediği bir konjonktürden söz etmiyor, kapitalizmin ve emperyalizmin yapısal gelişimini gerekçe gös­ teriyor. Bugün dünyada konjonktürün ulusal kurtuluş savaş­ larının başarıya ulaşması bakımından olumsuz olup olmadığı ayrı bir tartışmadır. Bunu tartışmanın yeri burası değil. Sadece konjonktürlerin geçici olduğunu ve yarın tekrar değişebileceğini belirtip geçelim.



Sonuç



| 357



Kendi görebildiğimiz eksikleri saydık. Bir de bu kitapta sergi­ lenen teorik analizin politik sonuçlarını kısaca çıkararak sözleri­ mize son verelim. Emperyalizmin bugün "küreselleşme" adı altında yürüttü­ ğü büyük ideolojik saldırıya bazı ideologların M arx’ın adıyla ek bir saygıdeğerlik kazandırma çabası içinde olduğu biliniyor. Bu, Marksizmin modern dünya hakkındaki baş döndürücü öngörü­ lerinin yalnızca bir boyutunu öne çıkararak bütünü çarpıtma gibi basit bir yönteme dayanıyor. M arx’ın kendisi elbette M anifesto 'da olsun, başka yapıtlarında olsun, sermayenin dünya ekonomisini bütünleştirerek ulusal bölünmelerin maddi temellerini ortadan kaldırdığını daha bu sürecin Batı Avrupa’da bile tamamlanmamış olduğu bir aşamada, 19. yüzyılın ortasında saptamıştı. Bir Batı özdeyişi, “ikiyüzlülüğün, kötülüğün erdeme yaptığı övgü” oldu­ ğunu söyler. Burjuva ideologları da bugünkü ikiyüzlülükleriyle M arx’ın büyüklüğünü kendi ağızlarıyla teslim etmiş oluyorlar. Ama Marx ve Marksist düşüncenin ana çizgisi, bu bütünleşme­ nin ancak emperyalist tahakküme dayanmadığı, ulusal baskıyı içermediği durumlarda ilerici bir rol oynadığını açıkça belirtmiş­ tir. Marksizm, kapitalizmin çelişkilerle yüklü gelişiminin yarat­ tığı bütün baskıları ortadan kaldırmanın, bu sistemin yarattığı potansiyelleri ise insanlığın özgürleşmesinin araçlarına dönüş­ türmenin teorisi ve pratiğidir. Marksizmden farklı olarak, küre­ selcilik bir enternasyonalizm değildir. Ezilen ulusların direni­ şini yok etmeyi hedefleyen örtülü bir emperyalist milliyetçilik ideolojisidir. Emperyalizmin “küreselleşme” taarruzu karşısında, varılan tablo çerçevesinde, milliyetçilik ve dinsel radikalizm esas sa­ vunma hattı gibi görünüyor. Oysa 20. yüzyıl, milliyetçiliğin ne burjuva ve küçük burjuva biçimleri altında (“ulusal kurtuluş hareketleri”), ne de sözde komünist biçimleri altında (“milli ko münizm”) emperyalizme karşı kalıcı bir zafer elde ettiğini g ö s teriyor. Evet, devrimler zafer kazanabilir. Evet, belirli d ö n e m l e r boyunca emperyalizmden göreli bir bağımsızlık (ve işçi devletin ı



358



ı



unyur Savran



* K od Adı K üreselleşm e



söz konusu olduğunda kapitalizme karşı bir savunma hattı) elde edilebilir. Ama bunların hiçbiri kalıcı olamaz. Ve her geçen günle birlikte, dünya ekonomisinin ve politikasının bütünleşmesi art­ tıkça, milliyetçiliğin geçici başarılarının bile daha güçsüz, daha kısa süreli olması kaçınılmaz bir sonuç haline geliyor. Üstelik son dönemin önde gelen milliyetçi hareketleri (Doğu Avrupa, Baltık, Yugoslavya, Kafkasya vb.) emperyalizme karşı direnmek bir yana, genellikle itici gücünü emperyalizmle (en başta AB ve NATO ile) bütünleşmede buluyor. Aynı şey, Pakistan’da Navaz Şerif’in Müslüman Birliğinden Türkiye’de AKP’ye kadar bir dizi İslami hareket için de geçerli. Günümüz dünyasının merkezi ve belirleyici çelişkisi sermaye ile ücretli emek arasındaki, yani bütün ülkelerin burjuvazisi ile bütün ülkelerin proleterleri arasındaki çelişkidir. Ancak proletar­ yanın önderliğinde yürütülecek bir dünya sosyalist devrimidir ki insanlığı emperyalizmin sömürü ve tahakküm sisteminden nihai biçimde kurtarabilir, sınıfsal sömürüye son verirken, ulusal bas­ kıyı da tarihin çöplüğüne yollayabilir. Ulusal sorunun nihai çö ­ zümü, ulusların ortadan kalkmasıdır. Bu yüzden, 20. yüzyılın sonunda küreselciliğin tek gerçekçi alternatifi proleter enternas­ yonalizmidir. Bugün kapitalizmin tarihinde burjuvazinin işçi sınıfına ve emekçilere yönelttiği en sert saldırılardan birini yaşıyoruz. 20. yüzyılın 30’lu yıllarında yaşanan faşizm deneyimi elbette kapi­ talizmin bütün tarihinin en sert hâkim sınıf saldırısı idi. Ama savaş dönemi de dahil edilirse, sadece 12 yıl sürdü. Buna karşı­ lık, eğer neoliberalizmin miladını Britanya’da Bayan Thatcher’ın iktidara gelmesi olarak kabul edersek, bugün yaşadığımız saldırı, 2009 yılında 30. yılını dolduracak! Üstelik bu sınıf saldırısına em­ peryalizmin dünyayı yağmalama ve paylaşma uğruna başlattığı bir savaş dönemi ve insanlığın tarihinde görülmemiş düzeyde bir ekolojik yıkım eşlik ediyor. Kapitalizm insanlığı, 20. yüzyı­ lın iki büyük dünya savaşından sonra bir üçüncü kez ateşe, kana, yıkıma, gözyaşına sürüklüyor. Bunlar, 20. yüzyıl başında Rosa



Sonuç



| 359



Luxemburg’un “ya sosyalizm, ya barbarlık!” şiarında sözünü et­ tiği felâketin habercileri. Bugün insanlığı yaklaştığı uçurumdan ancak sosyalist dünya devrimi kurtarabilir. Yoksulluk ve güvencesizliğe de, savaşlara da, uluslar arasındaki düşmanlıklara da, ekolojik yıkıma da tek çözüm, proletaryanın dünya çapında bütün emekçi ve ezilenlerin başına geçerek iktidarı fethetmesi, kâr hırsına ve rekabete dayanan kapitalist üretimin yerine, toplumsal ihtiyaçlara ve dayanışmaya hizmet eden planlı bir üretim sistemini tesis etmesidir. Elbette, sosyalist devrim bir çırpıda olmayacaktır, elbette proletarya her ülkede iktidarı aynı anda ele geçirmeyecektir. Ama sosyalizmin nihai zaferi için devrimin en azından en ileri ülkelere yayılması vazgeçilmez bir koşuldur. Bu yolda yürümek için ise her ülkede proletaryanın devrim­ ci partilerinin, uluslararası planda ise bir dünya partisinin inşası tutulacak halkadır. Devrimler sınıflarca yapılır. Ama sınıfların öncü gücünü oluşturan devrimci partiler olmaksızın başarıya ulaşamazlar. Eğer nihai kurtuluşun koşulu dünya devrimi ise o zaman Marksizmin klasik döneminin bütün önderlerinin savun­ duğu gibi sosyalist devrime bir dünya partisi gerekir. Emperyalizm ve onun maskesi “küreselleşme” ancak böyle ta­ rihin çöplüğüne atılabilir.



İSİM



A



DİZİNİ



Berry, Brian J.L. 24 Blackstock, P. W.



2 7 0 ,2 7 1



Ağca, M ehm et Ali 167



Blair, Tony 1 2 3 ,1 2 4



Ahm ad, Aijaz 24, 209, 213, 219



Boli, John 24



A ksoy,A . 2 5 4 ,2 6 1



Bologna, Sergio 166



Ailende, Salvador 39



Braverm an, H a rry 216



Althusser, Louis 206



Brenner, Robert 260, 261



A m in, Samir 168, 254, 257, 258, 259,



Brevver, A nth on y 212



2 6 3 , 264, 267 A nderson, P erry 46



Brzezinski, Zbignievv 238, 309 Buharin, Nikola 76, 82, 83, 84, 85,



A nnan, Kofi (“Annan D oktrini”) 298,



89, 145, 1 7 0 ,2 1 1 ,2 1 8 , 224,



2 99, 309



225, 2 2 7 ,3 1 8



A rendt, H an n ah 213



Bush, George (baba) 13, 121, 291



Arrighi, Giovanni 165, 222, 227, 254



Bush, George (oğul) 13, 285, 287



B



C Callinicos, A lex 167, 179, 207, 213,



Bagwati, Jagdish 24



226, 227, 228



Balkan, N eşecan 108



Cavanagh, John 24



Baran, Paul 253



Celaya, Gabriel 11



Baranovskiy 69



Chesnais, F ran çois 24, 110



Barnet, R ichard J. 24



Cliff, Tony 26



Bauer, O tto 3 1 8 ,3 2 7 ,3 2 8



Clinton, Bili 1 3 ,2 9 9



Beck, U lrich 24



Collin, Deniş 24



Bernstein, E du ard 74, 77, 79, 263,



Conkling, E dgar C. 24



345



362



| S u n g u r Sa v r u n



• K o d Adı K üreselleşm e



D



2 4 1 ,2 4 2 , 2 4 3 ,2 4 5



Davis, H orace B. 344, 345



G ordon, David M. 46



Deleuze, Gilles 164



Gorz, Andre 2 1 4 ,2 2 9 ,2 3 0



Demirel, Süleyman 305



Gowan, P eter 168



Dicken, Peter 68, 104, 216



G ram sci, Antonio 1 6 5 ,1 6 6 ,2 1 5



Dore, E. 2 6 0 ,2 6 1 ,2 7 5



Guattari, Felix 164



Dunning, John H . 37, 67, 71, 105,



(liilalp, H aldun 260



217



Gürel, Burak 75, 163



I!



E



I lall, S tu art 40



Em m anuel, A. 2 5 4 ,2 5 9 ,2 6 7



I lardt. M ichael 24, 163-187, 205,



Engels, Friedrich 8 1 ,9 6 ,2 3 1 ,2 7 0 , 2 7 1 ,3 1 6 ,3 1 8 , 327, 3 3 1 ,3 4 5 Ersoy, M. 261



206, 2 0 8 ,2 1 1 ,2 1 4 ,2 1 9 , 288



\larris, Nigel 25, 26, 27, 28, 30, 38, 45, 46, 49, 152, 153, 176 I larvey, David 24, 1 3 2 ,2 0 6 , 207, 209, 2 1 1 ,2 1 3 , 222, 227, 2 3 1 -2 3 6 ,



F



238, 241-2 4 3



Fernbach, David 271



Haııpt, G eorges 318



Fishlovv, A lbert 47



H cgcl.G . W. F. 170, 1 7 1 ,3 4 5



Forsythe, R osem arie 306



Heinrichs, J. 71



Foster, John Bellamy 168, 263



Held, David 23, 40, 42, 109, 152, 153



Foucault, Michel 164, 167



Hilferding, Rudolf 61, 6 2 ,6 5 , 66, 76,



Frank, A. G. 25 3 , 254, 257, 259, 267 Fröbel, F. 71 Fukuyama, F ran cis 205



79, 80, 82, 85, 89, 144, 170, 2 1 1 ,2 2 4 , 225, 244 Hobbes, Thomas 171 Hobson, J.A. 5 7 ,6 9 ,8 5 ,1 7 0 ,2 1 1 ,



G



2 1 8 ,2 2 5



Galbraith, John K enneth 136



Hoselitz, B. F. 270, 271



Giddens, A nth on y 24



Hurrell, A nd rew 109



Gill, Stephen 1 0 5 ,1 0 9



Hutton, VVill 24



Gindin, Sam 2 4 ,2 0 6 ,2 0 7 ,2 0 9 ,2 1 3 ,



Hymer, Stephen H. 71



230, 2 3 1 ,2 3 5 , 236, 238, 240,



Dizin



I



363



Lövvy, M ichael 1 5 2 ,2 6 7 ,3 1 8 ,3 1 9 , 327, 3 2 8 ,3 3 1



Jacques, M artin 4 0 ,1 3 9 Jameso, F red ric 24



Luxem burg 6 9 ,7 4 - 7 9 ,8 9 ,1 7 8 - 1 8 0 , 2 1 1 ,2 1 2 ,2 1 4 ,2 1 5 ,2 1 7 ,2 1 8 ,



Jospin, Lionel 123



220, 2 4 7 ,3 1 6 ,3 1 8 ,3 1 9 , 322, 323, 327, 332, 338, 339, 344,



K



359



Kagarlitsky, Boris 24 Kautsky, Kari 69, 74, 75, 76, 8 1 -8 3 , 85, 88, 110, 1 8 0 ,2 1 2 ,2 1 4 , 2 2 1 ,2 3 4 , 235, 2 4 1 -2 4 6 , 327 Kelsen, Ha ns 171



M



Mandel, Ernst 111, 139, 265 Mao Zedung 177 M arx, Kari 51, 56, 59, 69, 70, 7 7 -8 0 ,



Keskinok, H. Ç. 261



88, 98, 133, 150, 1 5 2 ,1 8 1 ,



Keyder, Çağlar 25, 26, 27, 2 8 ,4 8 ,



186, 2 0 7 ,2 1 7 ,2 1 8 , 230, 231,



1 5 7 ,2 5 4



242, 263, 267, 2 7 0 ,-2 7 2 , 275, 3 1 6 ,3 1 8 ,



Kievski, Piyatakov 329, 332 Kindleberger, C h arles 28, 7 1 ,1 3 6 Koç, Yıldırım 354 Konings, Metijn 24 Kouchner, B ern ard 303 K r e y e ,0 . 71



327, 328, 3 3 1 ,3 4 0 ,



3 4 1 ,3 4 5 ,3 5 7 McGrew, A n th on y 23 M iloşeviç, Slobodan 300, 310, 311 M itterrand, François 123 Miyashi, M asao 24 Mouffe, C h an tal 1 6 4 ,1 6 5 ,1 6 6



L



Murray, Robin 147



Laclau, E rn esto 164, 165, 166, 261 Lechner, Frank 24 Lenin, Vladimir tlyiç 10, 5 5 -7 6 , 80,



N



Negri, Antonio 24, 1 6 3 -1 8 7 ,2 0 5 , 206, 2 0 8 ,2 1 1 ,2 1 4 ,2 1 9 , 288



8 3 -9 0 , 92- 99, 128, 144, 145, 151, 170, 1 78-180, 186, 187,



Netti, Peter 339



2 0 3 -2 3 1 ,2 3 5 , 236, 2 4 0 -2 4 3 ,



Novack, G eorge 273



2 46, 247, 2 9 0 ,3 1 6 ,3 1 9 , 322, 3 2 6 -3 4 7 , 354



O



Leys, Colin 24



Özal, Turgut 158



Liebknecht, Kari 74, 79



Öztürk, Ö zgü r 212



Lipietz, A. 267 Locke, John 171



364



| Sungur Savran



• K o d Adı K üreselleşm e



P



Schumpeter, Joseph 2 1 2 ,2 2 6



Panitch, Leo 24, 2 06, 207, 209, 213, 2 2 9 -2 3 1 ,2 3 5 , 236, 238, 2402 43, 245 Pannekoek, A nton 3 1 8 ,3 2 7 Piatakov, G eorgy 318 Pinochet, Augusto 108 Poulantzas, Nicos 139



Shanin, T.



260, 263



Saint-Sim on 99 Sıııith, Adam 151, 243 Somel, C em 105 Slalin, Jozef 27, 202, 343 Sliglilz, Joseph E. 24 Svvedberg, R ichard 226 Svveezy, Paul 139



R



I



Radek, Kari 318 Radice, H ugo 28, 30, 7 1 ,1 4 7 Ray, D .M ichael 24



l'anyılmaz, K.



232



Tarlnıck, Kenneth 218 Ihalclıer, Margaret 108, 123, 125,



Reagan, Ronald 108, 123



358



Reich, R obert 38



Tito, Josip Broz 121, 310



Renner, K ari 327



Troııti, M ario 166



Ricardo, David 150, 255



Trolskiy, Lev 74, 76, 89, 90, 91, 271,



Rodrik, D ani 24 Romagnolo, D. 27 3 , 275 Roosevelt, Franklin 232



272, 316, 319



U Ünsal, G üneş 157



Ruggie, John G erard 3 5 ,4 2 , 105, 109, 132



V



S



Vernon, Raym ond 2 8 ,7 1



Satlıgan, Nail 106



W



Savran, Gülnur 345



Wallerstein, Immanuel 254, 257, 259,



Savran, Sungur 43, 106, 112, 129, 130, 132, 143, 175, 205, 2 6 5 ,3 1 6 , 3 1 7 ,3 5 4 Schreiber, Servan 139



260, 2 6 1 ,2 6 2 W arren, Bili 265, 266, 267, 268, 269, 270, 277, 278, 279, 280 Waters, M alcolm 42, 105, 152, 196



Schröder, Gerhard 123



YVeber, M ax 254



Schulze-G aevenitz 98



Weill, C . 318



VVent, Robert 24



Z



Weydemeyer, Joseph 230, 231



Zasuliç, Vera 270



W ilson, W oodrow 301



Zeluck, S. 278



W olfensohn, Jam es D.



1 9 1 ,1 9 9



W ood, Ellen Meiksins 24, 209, 211, 213 W oods, N gaire 109



Zuege, Alan 24