kırkikindi hikayeleri [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...

Table of contents :
40 hikaye

Citation preview

TAKDİM 15 yaşındaki bir genç benden okumak için hikâye kitabı istediğinde içinde bin tane kitap bulunan kitaplıktan ona uygun bir kitap bulamadım. Kimi onun seviyesinde değilken, kimininse ona hiçbir faydası yoktu. Hülagu’dan sonraki en büyük kıyıma uğramış eserlerinse yerinde yeller esiyordu. Sonunda arayıp uygun bir kitap bulmaktansa, uygun bir kitap yazmaya karar verdim. Seçilen hikâyelerin kimi hadis kaynaklı iken kimi güvenilir kaynaklardan elde edilen peygamber kıssalarından oluşuyor. Bunlardan başka ehlisünnet evliya menkıbeleri ve birkaç özgün hikâye de mevcut. Mümkün mertebe kaynak vermeye çalıştım. Kaynağını bulamadıklarım haklarının helal etsinler. Zira burada amaç para kazanmak değildir. Bir şekilde emeği geçenler inşallah sevaba ortaktırlar. Amaç kurak topraklara bir damla su serpmektir. Bu damlanın Kırkikindi Yağmurlarına dönmesi temennisiyle…



Mayıs 2019



Not: 20x13 cm kitap boyutunda hazırlanmıştır. Çıktı olarak alınabilir.



2



İçindekiler 1. Kral, Rahip ve Çocuk ................................................................ 4 2.



Ben Fil Eti Yemem .................................................................. 10



3.



Hz. Musa ve Kasap ................................................................ 12



4.



Sultan Murad’ın İşi ne? .......................................................... 14



5.



Anne Karnındaki İkiz Bebekler ............................................... 18



6.



Sürekli Namaz Kılan Adam .................................................... 20



7.



Hayvanların Dilinden Anlayan Adam ..................................... 21



8.



Karıncanın İhtiyatı ................................................................. 24



9.



Zülkarneyn Aleyhisselâm ordusuyla gece yolda giderken ...... 25



10.



Kadı Karakuşi ..................................................................... 27



11.



Günaha Girebilme Şartları ................................................. 29



12.



Maşite Hatunun İmanı ....................................................... 32



13.



Mağaranın Ağzını Tıkayan İbretlik Kaya ............................ 34



14.



Hz. Musa ve Hızır Aleyhisselamın yolculuğu ...................... 38



15.



Rahip Barsisa ..................................................................... 42



16.



Yunus Hürmetine ............................................................... 45



17.



Tövbede Yol Ölçen Melekler .............................................. 47



18.



İlk Yel İkinci Yel .................................................................. 48



19.



Kabağın Sahibi ................................................................... 49



20.



Bir Tas Yoğurt .................................................................... 51



2



21.



Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat .................................... 52



22.



Sadece Kur’an Ayetleriyle Konuşan Kadın.......................... 53



23. Allahu Teâlâ’nın Zikir Meclisine Katılan Meleklere Söyledikleri.................................................................................... 56 24.



İmam-ı Azam’ın Gemisi ...................................................... 58



25.



Babasından Beddua Alan Adam ........................................ 59



26.



Derviş ve Kervan ................................................................ 62



27.



Mum Işığı ........................................................................... 65



28.



Beyazıd-i Bestami ve Rahip ................................................ 66



29.



Su Kadar Değeri Yok .......................................................... 72



30.



Üç Sual ve Bir Cevap .......................................................... 75



31.



Dünya Gölge Gibidir........................................................... 77



32.



Devesi Çalınan Bedevinin Nasihati ..................................... 79



33.



Fırıncı Hikmet..................................................................... 81



34.



Kel, Kör ve Abraş’ın İmtihanı ............................................. 86



35.



Delinen Kırbalar ................................................................. 89



36.



Nasıl Şükretmeyeyim ki?.................................................... 91



37.



Yalan Söylemeyen Çocuk ................................................... 93



38.



Sultan Ahmet’ten Eyüp Sultan’a ........................................ 96



39.



Allah İçin ............................................................................ 98



40.



Gün Batımı ....................................................................... 101



3



1. Kral, Rahip ve Çocuk Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Sizden önceki kavimlerden birinde bir hükümdar ve onun bir sihirbazı vardı. Sihirbaz ihtiyarlayınca hükümdara: -



Ben yaşlandım, bana bir oğlan çocuğu gönder de ona sihir öğreteyim, dedi. Hükümdar da ona sihir öğreteceği bir oğlan çocuğu gönderdi. Buna müteakiben çocuk sihirbaza gidip gelmeye başladı. Çocuğun yolu üzerinde manastırda (yaşayan) bir rahip vardı. Çocuk yola çıktığında onun yanında oturup sözlerini dinlerdi. Nihayet rahip çocuğa, “Kuşkusuz ki ben Allah’ın Kuluyum” dedi. Rahibin sözleri çocuğun hoşuna giderdi. Sihirbaza giderken rahibe uğrar ve onunla bir süre otururdu. (Bir gün çocuk) Sihirbazın yanına varınca, sihirbaz çocuğu geç kaldığı için dövdü.



Çocuk, bu durumu rahibe şikâyet edince rahip: -



Sihirbazdan korktuğunda, “Beni ailem alıkoydu”; ailenden korktuğun zaman da “Beni sihirbaz bırakmadı” dersin, dedi. Çocuk bu hal üzere gidip gelirken bir gün, insanlardan kalabalık bir cemaate uğradı. İnsanların yolunu kesen büyük bir aslanla karşılaştı!



Çocuk kendi kendine: -



Bugün sihirbaz mı daha faziletli yoksa rahip mi daha faziletli, öğreneceğim, dedi.



Bir taş aldı ve:



4



-



Ey Allah’ım! Eğer rahibin işi sana sihirbazın işinden daha sevgili ise şu hayvanı öldür de insanlar yoluna devam etsin diyerek elindeki taşı attı ve aslanı öldürdü.



İnsanlar: -



O büyük hayvanı kim öldürdü? diye sordular.



Onlar: -



Çocuk öldürdü dediler. İnsanlar korktular ve kuşkusuz ki bu çocuk, hiç kimsenin bilmediği bir ilim bilmektedir! dediler ve geçip gittiler. Bunun üzerine çocuk rahibe gelerek olup bitenleri haber verdi.



Rahip de çocuğa: -



Ey Oğlum! Bugün sen benden daha faziletlisin. Allah’a yemin olsun ki senin işin, görmekte olduğum bu yüksek dereceye ulaşmıştır. Kuşkusuz ki sen yakında çetin bela ve imtihana tâbi tutulacaksın! Eğer imtihana tâbi tutulursan, sakın benim yerimi söyleme! dedi.



Bu çocuk anadan doğma körleri, alaca denilen abraşları (yani cilt hastalıklarını) iyileştiriyor ve daha birçok hastalıklara yakalananları tedavi ediyordu. Bu durumu hükümdarın yakın dostlarından olan kör biri duydu. Birçok hediyelerle çocuğun yanına gelerek: -



Eğer bana şifa verirsen, bu hediyelerin hepsi senindir, dedi.



Çocuk adama: -



Kuşkusuz ki ben hiçbir kimseye şifa veremem! Kuşkusuz ki şifayı ancak Allah verir. Eğer sen Allah’a iman edersen, ben de Allah’a dua ederim, Allah da sana şifa verir, dedi. Adam



5



hemen Allah’a iman etti. Allah da ona şifa verdi. Sonra bu adam hükümdarın yanına gitti. Önceden olduğu gibi onun yanı başına oturdu. Hükümdar ona: -



Sana gözlerini kim iade etti? dedi.



Adam: -



Rabbim iade etti, dedi.



Hükümdar da ona: -



Senin benden başka bir Rabbin mi var? dedi.



Adam: -



Benim Rabbim de senin Rabbin de Allah’tır, dedi. Bunun üzerine hükümdar o adamı tutuklattı. Çocuğun yerini söyleyinceye kadar kendisine işkence ettirdi. Bunun üzerine çocuk hükümdarın huzuruna getirildi.



Hükümdar çocuğa: -



Ey Oğlum! Senin sihrin, anadan doğma körleri, abraşları iyi edecek dereceye ulaşmış, şöyle şöyle yapıyormuşsun öyle mi? dedi.



Çocuk da hükümdara: -



Kuşkusuz ki ben hiçbir kimseye şifa veremem! Kuşkusuz ki şifayı ancak, Allah verir, dedi.



6



Bunun üzerine hükümdar çocuğu da tutuklattı ve devamlı işkence ettirdi. Sonunda çocuk rahibin yerini söyledi. Buna müteakiben hemen rahip getirildi. Rahibe: -



Dininden dön! denildi.



Rahip dininden dönmeyi reddetti. Bunun üzerine hükümdar büyük bir ağaç testeresi getirilmesini istedi. Testereyi rahibin başının ortasına gelecek şekilde koydu. Testere ile rahibin başını ikiye ayırdı. Arkasından hükümdarın yakın dostunu getirdiler. Ona da: -



Dininden dön! denildi.



O da dininden dönmeyi reddedince onun da başına testereyi yerleştirip, başını ortasından ikiye ayırdı. Sonra da çocuğu getirdiler. Çocuğa da: -



Dininden dön! denildi.



Çocuk da dininden dönmeyi reddedince, hükümdar onu adamlarından bir gruba teslim etti. Hükümdar adamlarına: -



Bu çocuğu şu ve şu dağlara kadar götürün! Bunu o dağlara çıkartın ve dağın en yüksek yerine ulaştığınız zaman, dininden dönerse ne âlâ, yoksa onu dağdan aşağı atın! dedi.



Onlar da çocuğu götürüp dağa çıkardılar. Çocuk dağın en yüksek yerine ulaşınca: -



Ey Allah’ım! Beni, onlara karşı dilediğin şekilde koru, dedi.



Bunun üzerine dağ çok şiddetli bir şekilde sarsılıp hareket etti. (Yani deprem oldu.) Onlar da dağdan aşağı yuvarlandılar. Çocuk yürüyerek hükümdara geldi. Hükümdar çocuğa: -



Arkadaşların ne yaptı? diye sordu.



7



Çocuk da hükümdara: -



Allah beni onlardan kurtardı, dedi.



Hükümdar yine çocuğu kendi adamlarından bir gruba teslim edip şöyle dedi: -



Bu çocuğu büyük bir gemiye bindirin! Denizin ortasına götürün! Orada dininden dönerse ne âlâ, yoksa onu denize atın!



Onlarda çocuğu denizin ortasına götürdüler. Çocuk denizin ortasına gelince: -



Ey Allah’ım! Beni, onlara karşı dilediğin şekilde koru, dedi.



Bunun üzerine gemi onlarla beraber alabora oldu ve hepsi boğuldular. Çocuk yürüyerek hükümdara geldi. Hükümdar çocuğa: -



Arkadaşların ne yaptı? diye sordu.



Çocuk da hükümdara: -



Allah beni onlardan kurtardı, dedi.



Çocuk hükümdara: -



Kuşkusuz ki sana emredeceğim şeyi yapıncaya kadar beni asla öldüremezsin! dedi.



Hükümdar çocuğa: -



O nedir? dedi.



Çocuk hükümdara şu cevabı verdi.



8



-



İnsanları açık bir araziye toplarsın. Buna müteakiben beni de bir hurma ağacının gövdesine asarsın. Sonra benim deri ok torbamdan bir ok alarak, yayın tam ortasına yerleştir. Daha sonra, “Gencin Rabbi olan Allah’ın adıyla” de. Sonra oku bana at. Böyle yaparsan beni öldürürsün, dedi.



Bunun üzerine hükümdar insanları açık bir araziye topladı. Çocuğu da bir hurma ağacının gövdesine astı. Sonra o çocuğun deri ok torbasından bir ok aldı. Sonra oku yayın ortasına koydu. Sonra “Gencin Rabbi olan Allah’ın adıyla” diyerek oku üzerine attı. Ok çocuğun gözü ile kulağı arasına şakağına saplandı. Çocuk elini şakağına koydu ve öldü. Bu durumu gören insanlar: -



Çocuğun Rabbi’ne iman ettik! Çocuğun Rabbi’ne iman ettik! Çocuğun Rabbi’ne iman ettik! dediler.



Hükümdarın adamları hükümdarın yanına geldiler ve ona şöyle dediler: -



Gördün mü korktuğun şeyi? Allah’a yemin olsun ki korktuğun şey senin başına indi! Allah’a yemin olsun ki insanlar, Allah’a iman ettiler.



Bunun üzerine hükümdar yolların ağızlarına uzun çukurlar açılmasını emretti. Derhal bu uzun hendekler açıldı ve orada büyük ateşler yakıldı. Hükümdar adamlarına: -



Her kim dininden dönmezse onu ateşe atın! Ya da kendilerine “Haydi ateşe atlayın!” denilsin diye emir verdi!



Hükümdarın adamları da dediği gibi yaptılar. Nihayet sıra beraberinde küçük bir çocuğu bulunan bir kadına gelince, kadın ateş çukuruna düşmekten irkildi ve geri geri çekildi. Bunun üzerine kadının çocuğu (dile gelip) annesine:



9



-



Ey anacığım, Sabret! Çünkü sen, hak üzeresin, dedi.”



(Müslim 3005/73, Tirmizi 3560)



2. Ben Fil Eti Yemem Ebû Abdullah el-Kalansî (ra) Hazretleri zamanın büyüklerindendir. O başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatmaktadır: “Seyahatlerimin birinde gemiye binmiştim. Şiddetli rüzgâr esmeye başladı. Büyük bir tufan oldu. Gemide bulunanlar dua ederek ağlamaya başladılar. Türlü türlü adaklar adıyorlardı. Bense onların bu halini seyretmekten başka bir şey yapmıyor, sadece bir kenara çekilmiş Allah'ıma hamt ediyordum. Gemidekilerden birkaç kişi gelip bana: -



Sen de bir şey adasana! dediler.



Ben onlara: -



Benim bir dünyalığım yok ki, ne adak adayayım dedim.



Bırakmadılar, çok sıkıştırdılar... İlla da bir şey adamamı istiyorlardı. Ben: -



Allah'ım eğer bu beladan kurtulursam asla fil eti yemeyeceğim, diye adakta bulundum Bu senin yaptığın nasıl adak, hiç fil eti yenir mi? dediler.



Ben onlara: -



Allah öyle aklıma getirdi. Dilime onu söyletti Allah, dedim.



10



Çok geçmeden bindiğimiz gemi battı. Bir grupla beraber yüzerek sahile çıktık. O arada birkaç gün geçtiği halde hiçbir şey yememiştik. Çok da acıkmıştık. Ansızın bir fil yavrusu çıkageldi. Bulunduğumuz yerin yakınlarında hiçbir insan emaresi, köy- kasaba gibi bir şey yoktu. Yanımdakiler fil yavrusunu kesip yediler, bana da yemem için çok ısrar ettilerse de ben: -



Fil eti yemeyeceğime dair ahdettim, adağım var, dedim ve filin etinden yemedim. Zaruret halinde yenir illâ da ye! dedilerse de yemedim.



Onlar bir miktar yedikten sonra uyuya kaldılar. Biraz sonra onlar uykuda iken o filin anası yavrusunun gittiği yerden gelerek koklaya koklaya kemiklerini buldu. Sonra da o kokudan kimde buldu ise ayakları altına alarak teker teker öldürdü. Sıra bana geldiğinde beni iyice muayene eder gibi tekrar tekrar kokladı. Bende yavrusunun kokusundan bir eser bulamayınca da arkasını dönerek hortumuyla binmemi işaret etti. Bir ayağını kaldırarak tekrar tekrar işaret ediyordu. Anladım ki binmemi işaret etmekte. Bindim. Üzerine bindikten sonra doğru oturmamı işaret etti. Ben de biraz daha doğru oturmaya çalıştım. Ben üzerine bindikten sonra fil o kadar süratle yol almaya başladı ki, tarifi imkânsız. Beni etrafı yeşillik ve sürülmüş tarlaları olan bir yere götürdü. Aşağı inmem için işaret etti. İndim. Ben yere indikten sonra o evvelkinden daha süratli bir şekilde uzaklaşıp gitti. Sabah olunca karşımda bir grup insan gördüm. Beni yanlarında götürdüler. Tercüman vasıtasıyla anlaşıyorduk. Tercümanları bana durumu, buraya nasıl geldiğimi sordu. Ben başımdan geçenleri olduğu gibi anlattım. Hayretler içinde kaldılar. Bana: -



O senin anlattığın yerden burası kaç günlük mesafedir biliyor musun? dediler.



11



Bilmediğimi söyledim. Ancak bir günde geldiğimi bildirdim. -



Orası sekiz günlük yoldur, fil nasıl seni bir günde getirmiş? dediler.



Sonra bana lüzumlu gıdayı temin ettikten sonra memleketime dönebilmem için hem azık verdiler hem de binek için bir at verip yolcu ettiler.



3. Hz. Musa ve Kasap Rivayet edildiğine göre bir gün Musa aleyhisselâm Cenab-ı Hakk’a niyaz etti: -



Yâ Rabbî! Benim cennetteki komşum kimdir?



Cevaben kendisine: -



Ben’im filan yerde kasaplık yapan ve dostum olan bir kulum vardır. Ancak onun kasaplıktan başka çok mühim bir işi daha mevcuttur ki, eğer yanına davet edersen gelemez! İşte cennetteki komşun o olacaktır, ey Musa! buyruldu.



Hazret-i Musa, derhal o kasabı ziyarete gitti. Kendisinin Musa Kelîmullâh olduğunu bildirmeden: -



Ben sana misafir olarak geldim, dedi.



Kasap da kendisine gelen ve her bakımdan diğer insanlardan farklı olduğu belli olan bu nur yüzlü misafire büyük bir tebessümle alâka gösterip onu evine götürdü. Hanesinin başköşesine oturtarak izzet ve ikramda bulundu. Ona kendi elleriyle et pişirdi ve önüne koydu. Musa aleyhisselâm, mühim bir işi olduğunu söyleyerek kendisini beklemeyip yemeğe başlamasını söyledi. Kendisi de pişirdiği et



12



yemeğinin diğer kısmını küçük lokmalar hâlinde hazırladı. Sonra duvarda itinalı bir şekilde asılı duran zembili indirdi ve içinde bulunan çok yaşlı, mecalsiz âdeta kuş kadar ufalmış bir kadıncağıza hazırladığı lokmaları yedirmeğe başladı. Yemeğin ardından onun ağzını güzelce sildi. Sonra temizliğini yaptı. Sevdi, okşadı ve tekrar büyük bir itina ile yerine koydu. O bunları yaparken, ihtiyar kadıncağız da sürekli ona dualar ediyordu. Hazret-i Musa, bu zembili kasabın dükkânında da görmüş, fakat bir şey sormamıştı. Hayretle bekledi. Kasap, bütün hizmetini bitirip Hazret-i Musa’nın yanına gelince, onun yemeğe başlamadığını görüp sordu: -



Ey nur yüzlü misafirim! Niçin yemeğe başlamadın?



Musa aleyhisselâm: -



Sen bana şu zembilin sırrını söylemedikçe yiyemem! dedi.



Bunun üzerine kasap şöyle dedi: -



Ey misafirim! Bu zembilin içinde bulunan yaşlı kadıncağız benim annemdir. Çok ihtiyarlamış olduğundan takatsizdir. Hem ona bakacak kimsem de yoktur. Ben de onu yalnız bıraktığım zamanlarda herhangi bir hayvanın kendisini rahatsız etmesi endişesiyle, böyle zembile koyup yukarı asıyorum. Bazen de yanımda dükkânıma götürüyorum. Benim gönlümün bütün huzuru, ona yaptığım hizmettendir. Günde iki öğün yemek veriyor, anacığıma karşı bütün vazifelerimi seve seve yapıyorum! der.



Hazret-i Musa sordu: -



Peki, sen bu hizmetleri yaparken o sana bir şeyler fısıldayarak ne diyordu?



13



Kasap: -



Annem yaptığım hizmetler için daima: “Allah seni cennette Musa aleyhisselâma komşu eylesin” diye dua eder. Ben de bu güzel duaya “âmin” derim. Ancak o yüce peygambere komşu olabilecek kıymette amel nerede, ben neredeyim? diye cevap verdi.



O ana kadar kim olduğunu gizleyen Musa aleyhisselâm tebessüm etti ve şöyle dedi: -



Ey sâlih kişi, müjdeler olsun sana! İşte ben Musa’yım. Beni sana Allah gönderdi. Buyurdu ki: “Anasının hizmetinde kusur etmeyerek rızasını kazanıp duasını alan o veli kulumu cennette sana komşu eyledim!” Şükreyle, lütf-i ilâhî sana mübarek olsun!



Gözleri sevinç gözyaşlarıyla dolan kasap, büyük bir muhabbetle Musa aleyhisselâmın elini öptü; sürur, şükür ve huzur içinde yemeklerini yediler.



4. Sultan Murad’ın İşi ne? Sultan Murat Han (III. Murat) o gün bir hoştur. Telaşlı görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar: -



Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var? Akşam garip bir rüya gördüm. Hayırdır inşallah. Hayır mı, şer mi öğreneceğiz. Nasıl yani? Hazırlan dışarı çıkıyoruz.



14



Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya. Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarlarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatli bakınır. İşte tam o sıra, orta yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar: -



Kimdir bu?



Ahali: -



Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın biri işte. Nerden biliyorsunuz? Müsaade ette bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.



Bir başkası tafsilata girer. -



Biliyor musunuz? Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır, nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine.



Hele yaşlının biri çok öfkelidir: -



İsterseniz komşulara sorun. Sorun bakalım, onu bir kere olsun cemaatte gören olmuş mu?



Hâsılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar ortada. Tam Vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser: -



Nereye? Bilmem. Bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım. Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz. Öyle veya böyle tebaamızdır. Defnini tamamlamamız gerek.



15



-



İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden. Olmaz. Rüyadaki hikmeti çözemedik daha. Peki, ne yapmamı emir buyurursunuz? Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından. Aman efendim. Nasıl kaldırırız? Basbayağı kaldırırız işte. Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini… Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasil hane bulmalıyız. Şurada bir mahalle mescidi var ama? Olmaz. Vefat eden sen olaydın nereden kalkmak isterdin? Ne bileyim Ayasofya’dan, Süleymaniye’den. En azından Fatih Camii’nden. Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiini iyi dedin. Haydi yüklenelim.



Ve gelirler camiye. Siyavuş Paşa sağa sola koşturur kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır: -



Sultanım yanlış yapıyoruz galiba. Nasıl yani? Heyecana kapıldık, cenazeyi sorup araştırmadan getirdik buraya, kim bilir hanımı vardı belki, belki de yetimleri? Doğru ya. Neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.



16



Vezir cüzüne, tespihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler, sanki bu vefatı bekler gibidir. -



Hakkını helal et evladım. Belli ki çok yorulmuşsun.



Sonra eşiğe çöker ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, belki hatıralara dalar. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından: -



-



-



-



-



Biliyor musun oğlum? diye dertli dertli söylenir. Bizim efendi bir âlemdi vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya. Niye? Ümmet-i Muhammed içmesin diye. Hayret. Sonra malum kadınların ücretini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek, der çeker giderdi, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki. Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki! derdi, tekbir alırken Kabe’yi görmeli. Öyle imam kaç tane kaldı şimdi. İşte bu yüzden Nişanca’ya, Sofular’a uzanırdı ya. Hatta bir gün “Bakasın Efendi! Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada” dedim. Öyle ya?



17



-



Kimseye zahmetim olmasın! deyip mezarını kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim: İş mezarla bitiyor mu? Seni kim yıkasın, kim kaldırsın? dedim. Peki, o ne dedi? Önce uzun uzun güldü, sonra: Allah büyüktür hatun, hem Sultan Murad’ın işi ne? dedi.



5. Anne Karnındaki İkiz Bebekler Anne rahmine düsen ikiz kardeşler önceleri her şeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri ayakları iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada etraflarında olup biteni fark etmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep ayni şeyi söylüyorlarmış: -



Anne rahmine düşmemiz burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!



Büyüdükçe içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde hiçbir zahmet çekmeden güven içinde beslenip büyütüldüklerini tespit etmişler. -



Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi gönderiyor.



Artık aylar birbiri ardınca geçiyor ikizler hızla büyüyor diğer bir deyişle “yolun sonu”na yaklaşıyormuş. Bu değişiklikleri hayretle



18



gözlemlerken bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar. Dokuzuncu aya yaklaştıklarında bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş: -



Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir?



Öteki daha sakin ve aklı basındaymış. Üstelik bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir âlemi arzuluyormuş. O cevap vermiş: -



-



Bütün bunlar bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor, demiş ve eklemiş “Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz.” Ama ben gitmek istemiyorum, diye haykırmış kardeşi. Hep burada kalmak istiyorum. Elimizden gelen bir şey yok. Hem belki doğumdan sonra hayat vardır. Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki? diye cevaplamış öteki. Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz söyler misin bana? Hem bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır bu her şeyin sonu olacak.



Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş: -



Hem belki de anne diye bir şey de yok! Olmak zorunda, diye itiraz etmiş kardeşi. Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz nasıl hayatta kalabiliriz ki?



19



-



Sen hiç anneni gördün mü? diye üstelemiş öteki. O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.



Böylece anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum ani gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.



6. Sürekli Namaz Kılan Adam Rivayete göre eski zamanlarda Rabbinin aşkıyla yanıp tutuşan sabah akşam ibadetle uğraşan bir zat varmış. Öyle ki bu adamın dünyalık hiçbir şeyi yokmuş. Nerde sabah orda akşam yaparmış. Bu adamın halini gören zamanın peygamberi: -



Gel sana bir kulübe yapalım, ibadetlerini orada daha rahat yaparsın, demiş.



Allah aşığı zat da zamanın peygamberine: -



350 yıllık hayat için kulübe yapmaya değmez, demiş.



Bunu duyan zamanın peygamberi Allah aşkıyla yanan zata: -



Ahir zamanda son peygamberin ümmetinin ömrü ortalama 60-65 yıl olacak, demiş.



O zat da: -



Peki, bu insanlar o kısa zaman içinde de ev yapacaklar mı? diye sormuş.



20



Zamanın peygamberi de: -



Hem de ne evler ne saraylar ne köşkler yapacaklar, der.



Bunu duyan zat da zamanın peygamberine: -



Benim o kadar ömrüm olacağını bilsem bir ağacın gölgesinde oturur ibadetlerimi yaparım.” demiş.



7. Hayvanların Dilinden Anlayan Adam Adamın biri Musa Aleyhisselâma: -



Ya Musa, ben bütün hayvanların dilinden anlamak istiyorum. Tur’u Sina’ya gittiğin zaman Allah’tan iste de benim duamı kabul etsin, diyordu.



Musa Peygamber: -



Her şeyi bilmek iyi olmaz. Senin hayvanların dilinden anlamaman daha iyidir. Bu sevdadan vazgeç, dediyse de adam illâ öğrenmek istiyordu.



Bir gün Musa Aleyhisselâm Tur’a çıktığı zaman Cenabı Allah Musa Aleyhisselâma: -



Ya Musa! O kulumun duasını kabul ettim, bundan sonra bütün hayvanların dilinden anlayacak. Yalnız her şeye ehemmiyet vermesin, sonra onun için iyi olmaz, buyurmuştu.



Musa Aleyhisselâm, Tur’u Sina’dan geldikten sonra bu adama durumu bildirip her şeyle fazla ilgilenmemesini söyledi. Kendisine salâhiyet verilen adam, akşam ahıra hayvanlarını yemlemeye



21



girmişti. Orada eşekle öküzün konuşmalarına şahit oldu. Onlar aralarında şöyle konuşuyorlardı: Öküz: -



Yahu eşek kardeş, senin işin ne iyi. Bana yazın rahat yok, kışın rahat yok. Sabah olacak çifte koşacaklar, ama sense akşama kadar rahat gezeceksin, diyordu.



Eşeğin öküze nasihati şöyle oldu: -



Bunlar hep senin ahmaklığından. Sen sabah olunca hasta numarası yaparsın, akşamdan sahibimizin döktüğü yemi bile yemezsin. O da sabahleyin seni bu haliyle görünce çifte koşmaktan vazgeçer ve birkaç gün olsun istirahat etmiş olursun, dedi.



Bu sözler öküzün hoşuna gitmişti. Hakikaten yem yemedi ve öyle aç karnına sabaha kadar yattı. Eşek ise öküzün yemlerini bile kendisi yemişti. Tabii bunların bu konuşmalarını sahibi duymuş ve gülerek ahırdan çıkmıştı. Sabah oldu, adam ahıra girdi ki, öküz aç. Kalkması için birkaç tekme vurdu ise de öküz hastalanmıştı. Adam, “Bu sefer de onun yerine eşeği koşalım” diyerek aldı tarlaya götürdü Akşama kadar eşekle çift sürdü. Eşeğin emdiği süt burnundan gelmişti. Akşam eve geldiği zaman öküz rahat rahat geviş getiriyor, kendi kendine hakikaten bu iyi bir numara oldu diyordu. Eşek bu işin çekilemeyecek gibi olduğunu görünce öküze başka yoldan akıl verip kurtulmak istedi: -



Öküz kardeş, sen böyle yatarsan sahibimiz seni satacak. Bugün tarlada beni gören köylüler sordular. O da zaten tembel bir öküzdü, şimdi de hasta oldu. Yarın kasaba vereceğim, dedi. Eğer yarın da böyle yaparsan kendini



22



bıçağın altında bil, diyerek sabahleyin çifte gitmekten kurtuldu. Adam bunların bu konuşmalarını dinledikçe kendi kendine gülüyor ve “Gördün mü ne kadar iyi bir şeymiş hayvanların dilinden anlamak” diyordu. Ertesi sabah horozla köpeğin konuşmalarına şahit oldu. Horoz: -



Yarın efendinin, öküzü ölecek. Sana müjdem var. İyi bir ziyafet olacak senin için, diyordu.



Adam bunu duyar duymaz hemen pazara götürüp öküzünü sattı ve zarardan kurtuldu. İkinci gün oldu, köpek horoza: -



Niye yalan söyledin? Hani ziyafet? Adam öküzü sattı kurtuldu, dediğinde, bu sefer horoz: Hiç merak etme! Öküzü sattı ama yarın kölesi ölecek ve onun hayrına mutlaka bir yemek yedirirler. Sen de artıklarından istifade etsen yeter, dedi.



Adam bunu da duymuştu. Hemen pazara çıkarıp kölesini de sattı. Köpek gene ziyafete erişememişti. Horoza: -



Beni ne kandırıp duruyorsun? diye çıkıştı.



Horoz: -



Ben yalan söylemem. Ziyafet var dediysem vardır. Efendimiz öküz ve köleyi satarak zarardan kurtuldu ama yarın kendisi ölecek, işte o zaman ziyafetin büyüğü olacak, dedi.



Adam horozdan bunları duyunca etekleri tutuştu. Ne yapacağını şaşırdı ve doğru Hazreti Musa’nın huzuruna çıkıp durumu anlattı:



23



-



Hakikaten ben yarın ölecek miyim? Bunun bir çaresi yok mu? diye yalvarmaya başladı.



Musa Aleyhisselâm: -



Ben sana demedim mi? Her şeye ehemmiyet vermeyeceksin diye. Eğer sen öküzü satmasaydın, o ölecek ve belâ atlatılmış olacaktı. Ama sen onları satmakla başkalarının zarar etmesini istedin. Kendi menfaatini düşünüp başkalarını kendisi gibi hesap etmeyenin hali budur, dedi.



(Mesnevi)



8. Karıncanın İhtiyatı Bir gün Süleyman Peygamber (as) bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar. Karınca: -



Bir buğday tanesi yerim, diye cevap verir.



Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Süleyman Peygamber (as) karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi koyarak hava alacak şekilde şişeyi kapatır. Ondan sonra da bir yıl bekler. Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Kendi kendine meraklanır. Acaba neden yemedi? Bunun üzerine Hz. Süleyman (as) karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar. Karınca: -



Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah (cc) verirdi. Ben de O’na güvenerek bir buğday tanesini tamam olarak yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye



24



sana pek güvenemedim. Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden de bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerek, diğer yarısını da ertesi yıla bıraktım, diye cevap verir.



9. Zülkarneyn Aleyhisselâm ordusuyla gece yolda giderken Zülkarneyn Aleyhisselâm ordusuyla gece yolda giderken ordusuna: -



Ayağınıza takılan şeyleri toplayın, diye emir verir.



Ordu bu emri duyunca içlerinden bir grup: -



Çok yürüdük, çok yorgunuz. Gece vakti bir de ayağımıza takılan şeyleri toplayarak boşuna ağırlık mı yapacağız. Hiçbir şey toplamayalım, diyerek hiçbir şey toplamazlar.



İkinci grup ise: -



Madem komutanımız emretti, birazcık toplayalım, emre muhalefet etmeyelim. Zira ordu komutanına itaat etmek gerekir, diyerek az bir şey toplarlar.



Üçüncü grup ise: -



Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez. Muhakkak bildiği bir şey vardır. Bir hikmete mebnidir, diyerek bütün abalarını ağzına kadar doldururlar.



Sabah olduğunda bir de bakarlar ki, meğer bir altın madeninden geçmişler de ayaklarına değen şeylerin altın olduğunun farkına varamamışlar. Bunu anlayınca hiç almayan birinci grup:



25



-



Ah niçin almadık! Nasıl dinlemedik komutanımızın sözünü. Keşke alsaydık! Bir tane bari alsaydık, diyerek pişman olurlar.



Az alan ikinci grup ise: -



Ah ne olaydı da biraz daha fazla alsaydık. Ceplerimizi, abalarımızı hınca hınç doldursaydık, diye sitem ederler kendilerine.



Çok alan üçüncü grup ise: -



Keşke gereksiz, lüzumu olmayan eşyalarımı atsaydım da daha çok altın toplasaydım, diyerek fazla almalarına rağmen üzülürler.



İşte bu misalde olduğu gibi ahrette bütün insanlar da böyle pişmanlık duyacaklar. Kafir olan: -



Keşke iman etseydik, keşke inansaydık da hiç olmazsa Cehenneme girdikten sonra iman etmemiz sonucunda Cennete girseydik, ebedi cehennemden kurtulsaydık.



Mümin, fakat az sevabı olan: -



Keşke biraz daha sevap işleseydim de biraz daha ikrama mazhar olsaydım.



Mümin, çok sevabı olan ise: -



Ah ne olaydı da makamımı biraz daha yükseltecek bir vakit daha namaz kılsaydım, biraz daha fazla sadaka verseydim, oruç tutsaydım, biraz daha sevap işleyecek ameller yapsaydım, diyeceklerdir.



26



10. Kadı Karakuşi Adaletin hüküm sürmediği bir ülkede bir hırsız bir gün gözüne evin birini kestirmiş. Karanlık basınca harekete geçmiş. Tırmanarak evin penceresine kadar ulaşmış. Tam pencereyi açacakmış ki çürük doğrama kırılıp adamın elinde kalmış. Adam birden aşağı düşmüş, ayağını kırmış. Hemen bir hekime gideceğine doğru Kadı Karakuşi’ye koşmuş: -



Kadı efendi, soyacağım eve girmek isterken, balkonun korkuluğu kırıldı, düştüm bu hale geldim, ayağımı kırdım, ev sahibinden davacıyım! demiş.



Kadı bir düşünmüş: -



Niye, ev sahibinin günahı ne? Pencereyi çürük yaptırdığı için düştüm ayağımı kırdım! Sen de evi soymak için girmek üzereymişsin Onun cezası başka efendim, demiş.



Karakuşi adama hak vermiş. Ev sahibini çağırtmış: -



Niçin pencereyi çürük yaptırdın, adam düşmüş ayağını kırmış! demiş.



Ev sahibi boynunu bükmüş: -



Pencereyi ben yapmadım ki, marangoz yaptı, kabahat onun!



Marangoz çağırılmış, kadı adamı azarlamış: -



Niçin işini doğru dürüst yapmıyorsun, bak adam düşmüş, ayağını kırmış!



Marangoz da kendisini savunmuş:



27



-



Kadı efendi, ben pencereyi yaparken, sokaktan güzel elbiseli bir kadın geçiyordu, ona dalmışım, işimi düzgün yapmamışım. Demek ona bakarken çiviyi boşa çakmışım, pervaz kırılmış!



Kadı, marangozun bu savunmasını da geçerli bulmuş, mübaşire bağırmış: -



Güzel elbiseli kadını bulup getirin!



Kadın gelmiş, kadı efendi çıkışmış: -



Be hatun, niçin o kadar göz alıcı elbise giyiyorsun, senin yüzünden marangozun dikkati dağılmış, kazaya sebep olmuş!



Kadın da kendisini savunmuş: -



Kadı efendi, ben terziye bir elbise siparişi verdim. O da ölçüyü yanlış almış. Bacaklarım mecburen açıkta kaldı, demiş.



Kadı efendi, terziyi çağırtmış: -



Bre terzi niçin ölçüyü doğru almıyorsun da senin yüzünden kadınlar kısa elbise giyiyor sonra da iş yapan erkeklerin dikkatini dağıtıyor. Sonra da insanların yere düşerek ayaklarını kırmalarına neden oluyorsun?



Terzi bir yanıt bulamamış. Karakuşi kükremiş: -



Götürüp asın bu terziyi...



Terziyi götürmüşler. Bir süre sonra cellât geri gelmiş: -



Kadı efendi, demiş, o terzinin boyu darağacına uzun geldiğinden kendisini asamıyorum...



28



Karakuşi: -



Öyleyse, kısa boylu bir terzi bul, onu as...



11. Günaha Girebilme Şartları Halk arasında İbrahim Ethem diye söylenen İbrahim’in babası Ethem, Belh sultanıydı. Sultan babasının yerine geçerek Belh hükümdarı olmuştu İbrahim. Bir gün meçhul bir adamın, teklifsizce sarayına girip kapının yanına oturduğunu görünce: -



Burası han değil, ne işin var burada? diye çıkışır.



Meçhul adam: -



Senden evvel burada baban Ethem vardı, ondan önce de öteki hükümdar oturuyordu. Ondan önce de bir başkası vardı. Bunların hepsi de burada bir müddet kalıp gittiler, şimdi de bir müddet kalma sırası sana geldi. Söyler misin burası yolcuların bir müddet dinlenip de gittiği han değil de nedir? Meçhul adam, “İşte benim istirahat müddetim de bitti, ben de gidiyorum.” diyerek çıkıp gözlerden kayboldu.



Belh hükümdarı İbrahim Ethem, Hızır diye kabul ettiği bu meçhul zatın uyarısından sonra artık sarayını da tahtını da terk ederek kendini tümüyle İslam hizmetine verir. İmam-ı Azam gibi büyüklerden ders alarak kendini iyice yetiştirir, gençleri de yetiştirmeye başlar. İşte bu sırada gelen gencin biri İbrahim Ethem’e sorularını şöyle sorar: -



Nefsim beni günaha girmeye zorluyor, nefsime nasıl karşılık vereceğimi bilemiyorum, ne tavsiye edersiniz bana? der.



29



İbrahim Ethem de kendine mahsus üslubuyla cevap verip açıklama yaparak der ki: -



Önce günaha girmenin şartlarını hatırlat nefsine. Günaha girme şartlarını yerine getirebilirse, günaha girebileceğini söyle, der.



Genç heyecanlanır: -



Günaha girmenin şartları da mı var? Öyle ise o şartları söyle de hemen yerine getireyim, der.



İbrahim Ethem de anlatır günaha girmek için yerine getirilmesi gereken üç şartı: -



-



-



Birincisi içinde günaha girme duygusu başlayınca kendisine karşı günah işleyeceğin Zat’ın mülkünden dışarıya çık, günahı orada işle! Sonra geri dönüp gel! Bu mümkün mü? Her yer O’nun mülküdür. Mülkü olmayan yer yoktur ki oraya gideyim de günahı orada işleyip döneyim! Öyle ise der İbrahim hem mülkünde oturacaksın hem de mülkün sahibine karşı gelmekten utanmayacaksın; senin gibi civanmert bir gence yakışır mı böyle saygısızlık?



Genç: -



Sen ikinci şartı söyle, der. Onun mülkünün dışına çıkmam mümkün değildir.



İbrahim Ethem de ikinci şartı anlatır: – Öyle ise kendisine karşı günah işleyeceğin zatın verdiği rızkı da yememeye karar ver, ondan sonra ona isyana niyetlen!



30



Genç, düşünmeye başlar: -



-



Bu da mümkün değil, der. Ben Allah’ın verdiği rızkı yemeden yaşayamam ki? Öyleyse hem mülkünde oturacaksın hem verdiği rızkı yiyeceksin hem de O’na karşı günah işlemekten utanmayacaksın, buna akıllı, insaflı civanmert bir gencin vicdanı razı olur mu? Olmaz. Sen üçüncü şartı söyle de bir de ona bakalım.



İbrahim Ethem de günah işlemenin üçüncü şartını söyler: -



-



İçinde günah arzusu kıpırdayınca hemen O’nun görmediği gizli bir yere git, günahı görmediği gizli bir yerde işle. Sonra geriye dönüp gel! Bu şart da öteki şartlar gibi imkânsız. O’nun görmediği bir yer var mı ki gidip günahı orada gizlice işleyeyim de sonra dönüp geleyim?



İbrahim Ethem de sözlerini şöyle bağlar: -



Öyleyse benim civanmert evladım hem mülkünde oturacaksın, hem verdiği rızkı yiyeceksin hem de görmediği gizli bir yer bulamayacaksın, yine de ona karşı günah işlemeyi göze alacaksın. İmanlı, insaflı, civanmert bir gence yakışır mı böylesine isyan ve itaatsizlik?



Genç, daha fazla dayanamaz, iki elini birden kaldırarak: -



Teslim oldum ey İbrahim teslim! der. Bundan sonra nefsim beni günaha zorlayınca haykırarak diyeceğim ki, “Ey nankör nefis, utanmıyor musun, mülkünde oturduğun, verdiği rızkı yediğin, görmediği gizli bir yeri bulamadığın Zat’a karşı



31



açıkça, alenen isyan bayrağı çekip de nankörce günah işlemeye?”



12. Maşite Hatunun İmanı Peygamber Efendimiz (sav) şunları söyledi: “Miraca çıktığım gece, bir yerde çok güzel bir koku aldım. Bu kokunun ne olduğunu Cebrail’e sordum. Dedi ki: -



Bu koku Firavun’un kızının berberi/ tarakçısı olan kadının ve çocuklarının kokusudur.



Bu olayın aslını soruduğumda, Cebrail şöyle dedi: “Firavunun hazine işleriyle görevli bir veziri, bunun da Maşite adında bir hanımı vardı. Firavunun kızının dadılığını yapıyordu. Kendisi Musa aleyhisselamın dinine inandığı halde imanını gizliyor, ibadetlerini de gizli yapıyordu. Maşite hatun bir gün hamamda Firavunun kızının saçını tararken, tarak yere düştü. Tarağı yerden gayri ihtiyari besmele çekerek aldı. Firavunun kızı bu söze kızarak dedi ki: -



-



Ey dadı! Bu nasıl sözdür. Benim babamdan başka tanrı mı vardır? Babamın adını değil de bir başkasının adını nasıl söylersin? Evet, yavrum Allah vardır. Yeri, göğü ve içindekileri yoktan var eden, seni, beni, babanı ve bütün varlıkları yaratan bir Allah vardır.



Firavunun kızı bu sözlere daha da kızarak dedi ki:



32



-



Seni babama şikâyet çarptırılacaksın.



edeceğim.



Hak ettiğin cezaya



Kız, durumu babasına söyledi. Firavun Maşite hatuna dedi ki: -



Sen benden başka bir tanrıya inanıyormuşsun. Söyle, benden başka yeryüzünde tanrı var mıdır? Ey Firavun sen de biliyorsun ki sen ilâh değil, aciz bir kulsun. Seni de yaratan Allah’tır. Sen fânisin, yok olacaksın. Fakat Allah ebedidir. Fâni değildir. Musa aleyhisselâm da Onun Peygamberidir.



Bu sözlere çok kızan Firavun onu hemen öldürmektense, her gün bir uzvunu keserek başkalarına da bir ders olmasını istedi. Önce tırnaklarını çektirdi. Saçından tavana asıldı. Kamçılarla vücudundan kan çıkıncaya kadar kırbaçlandı. Bunlara rağmen dininden dönmeyince, Firavunun kini günden güne fazlalaşıyordu. Maşite hatunu bir ağaca bağlattı. Biri 5 yaşında, diğeri de 5 aylık olan iki kız çocuğundan büyüğünü karşısına getirerek şöyle söyledi: -



Ey Maşite, beni tanrı olarak kabul edersen seni serbest bırakacağım.



Maşite, yavrusunun acıklı hâline, bir de Firavunun hâline baktı. Sonra dedi ki: -



Ben ancak bir olan Allah'a inanıyorum.



Firavun eline geçirdiği bıçakla 5 yaşındaki yavrunun gırtlağını annesinin gözü önünde kesti. Kanını da Maşite’nin ağzına yüzüne sürdürdü. Sonra tekrar hiddetlenerek şöyle sordu: -



Söyle, benden başka tanrı var mıdır? Allah birdir, Allah’tan başka ilâh yoktur.



33



Bu sefer Firavun 5 aylık kundaktaki yavruyu getirmelerini istedi. Getirilen yavruyu annesine yaklaştırdıklarında saatlerdir süt emmeyen yavru, meme aramaya başladı. Maşite hatun önceki yavrusunun uğratıldığı akıbeti düşündü. İkinci yavrusunun da hunharca kesilmesine bir anne olarak dayanamayacaktı, kararını verdi. Firavuna Rabbim sensin diyecek, fakat kalben inanmayacaktı. Tam “Rabbim sensin” diyeceği sırada küçük yavru dile gelerek dedi ki: -



Hayır, anne, hayır! Sabreyle! Rabbim sensin deme! İmanından asla dönme. Firavuna inanma! Benim için, ablam için, senin için, Allah’ın Cennette hazırlamış olduğu makamı görüyorum. O makamı, etrafında sana hizmet etmek için pervane gibi dönen hurileri de görüyorum.



Firavun ve orada hazır olanlar bu sözü duydular. Tövbe edeceklerine daha da hiddetlenen Firavun, 5 aylık yavruyu da hemen boğazlattı. Fakat Maşite hatun ağlamıyor, gülüyordu. Kızının gördüklerini artık o da görüyordu. Ölümünün bir an evvel gelmesini arzuluyordu. Firavun, kocasıyla beraber Maşite hatunu ve yavrusunu kaynar kazanın içine attı. Fakat kini hâlâ yatışmamıştı. “Dünyada şu dört bebek konuşmuş: Yusuf’un şahidi, Cüreyc’in sahibi, Meryem oğlu İsa ve Firavun’un kızının berberi/ tarakçısının oğlu.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/30-31) 13. Mağaranın Ağzını Tıkayan İbretlik Kaya Üç arkadaş beraberce yola çıkmışlardı. Saatlerdir yürüyorlardı. Çok yorulmuşlardı. Güneş de batmak üzereydi. Tam bu sırada yağmur yağmaya başlamıştı. Aralarından birisi:



34



-



Bugünlük bu kadar yolculuk yeter. Hava kararmak üzere. Yağmur da başladı. Yarın sabah devam ederiz. Şu tepelik yerde bir mağara biliyorum. Oraya sığınalım. Hem yemeğimizi yeriz hem de geceyi orada geçiririz, dedi.



Hep beraber mağaraya doğru ilerlediler. Mağaranın içine kendilerini zor attılar. Elbiseleri ıslanmıştı. Hemen bir ateş yaktılar. Ateşin sıcaklığında hem elbiselerini kuruttular hem de ısındılar. Bu sırada yüreklerini ağzına getiren bir gürültü koptu. Deprem oluyor zannettiler. Yağmurun da etkisiyle mağaranın üzerinde bulunan bir kaya parçası yukarıdan yuvarlanarak aşağıya gelmiş ve mağaranın ağzını kapatmıştı. Derhâl oraya doğru yöneldiler. Maalesef kaya parçası neredeyse mağaranın ağzını tamamen kapatmıştı. Çok korkmuşlardı. Hava da iyice kararmıştı. Günün verdiği yorgunluk da üzerlerindeydi. Uyumaya ve sabah olunca mağaradan çıkmanın bir çaresine bakmaya karar verdiler. Sabah olmuştu. Kaya parçasının tıkadığı mağaranın ağzının kenarlarından içeriye güneş ışıkları giriyordu. Mağaranın içi aydınlanmıştı. Hep beraber kaya parçasını bütün güçleriyle itmeye başladılar. Ama nafileydi. Kaya parçasında en ufak bir hareketlenme olmamıştı. Defalarca denediler ama kaya parçası bir santim bile yerinden oynamıyordu. Şimdi ne yapacaklardı? Kara kara düşünmeye başladılar. Dışarıya seslenseler onları kimse duymazdı. Zaten oradan birilerinin geçmesi çok zayıf bir ihtimaldi. Yanlarında da sadece iki günlük su ve yiyecekleri vardı. Çaresizce birbirlerinin yüzlerine bakakaldılar. Onları oradan çıkarabilecek sebeplerin hepsi ortadan kalkmıştı. Tek çareleri vardı. O da bütün sebepleri yaratan Yüce Yaratıcıya



35



yönelmek. Neden sonra içlerinden birisinin aklına şöyle bir fikir geldi: -



-



Rabbimize yönelmekten başka bir çaremiz yok. İsterseniz şöyle yapalım. Her birerimiz Cenabı Hak katında makbul olduğuna inandığımız bir amelimizi vesile kılarak O’ndan o amelimizin yüzü suyu hürmetine bu kaya parçasının buradan gitmesini isteyelim. Tamam, dediler ve içlerinden birisi söz alarak şunları söyledi:



“Benim çok yaşlı bir anne ve babam vardı. Onlar yemeklerini yemeden, ailemin dahi yemek yemelerine razı olmazdım. Bir gün odun toplamak için evden çıkmıştım. İşim biraz uzun sürmüştü. Bu sebeple eve biraz geç döndüm. Hemen hayvanları sağıp, sütlerini anneme ve babama götürdüm. İkisi de daha fazla dayanamamış ve uyuya kalmışlardı. Onları uyandırıp da rahatsız etmek istemedim. Çocuklarımın da onlardan önce yemek yemesine razı olmadım. Süt kabını elime aldım ve onların uyanmasını beklemeye başladım. Bu hâlde sabaha kadar bekledim. Nihayet uyandılar ve ben de onlara sütü ikram ettim. Allah’ım! Ben bu amelimi sırf senin rızanı kazanmak için yaptım. N’olursun bu amelimin bereketine şu kaya parçasını buradan kaldır.” Bu sırada hepsinin gözü kaya parçasına dikilmişti. Birden kaya parçasının hareket ettiğini gördüler. Çok sevindiler. Mağaranın ağzına doğru koştular. Kaya parçası hareket etmişti, ancak açılan yerden bir insanın dışarıya çıkmasına imkân yoktu. Bunun üzerine ikinci kişi söz aldı ve şunları anlattı: “Benim bir amcamın kızı vardı. Onu çok seviyor ve onunla beraber olmak istiyordum. Ancak her defasında kız beni reddediyordu. Bir süre sonra memlekette kıtlık baş gösterdi. Amcamların durumu zaten



36



iyi değildi. Bir de kıtlık olunca iyice zor durumda kalmışlardı. Amcamın kızı çaresiz olarak bana gelmek zorunda kaldı. Benim durumum gayet iyiydi. Benden yardım istedi. Elime müthiş bir fırsat geçmişti. Ben ancak benimle beraber olması şartıyla kendilerine yardım edebileceğimi, yoksa yardım etmeyeceğimi söyledim. Zavallı kız, başka çaresi olmadığı için teklifimi istemeyerek de olsa kabul etmek zorunda kaldı. Aksi takdirde açlıktan hem kendisi hem de ailesi kırılıp gidecekti. Nihayet onunla baş başa kalmıştım. Kız, bu sırada bana: -



Allah’tan kork. Bu hareketinin haram olduğunu sen de biliyorsun. Allah’ın yasakladığı bir harama girmekten sakınalım, dedi.



Kızın bu sözü beni çok etkilemişti. Bütün imkânlar elimde olmasına rağmen düşüncemden vazgeçtim. Verdiğim paraları kızdan geri almadım ve onu gönderdim. Allah’ım bu amelimi sırf senin hoşnutluğunu kazanmak için yaptım. Bu amelimin yüzü suyu hürmetine senden diliyor ve dileniyorum, n’olursun bizi buradan kurtar.” Bu sırada kaya parçasında bir hareketlenme daha oldu. Ancak meydana gelen açıklık, hâlâ yeterli değildi. Sıra üçüncü kişideydi. O da şu amelini anlattı: “Bir işim dolayısıyla yanımda işçiler çalıştırıyordum. İşimin sonunda çalışanların paralarını ödemiştim. Ancak bir işçi o gün parasını almaya bana gelmemişti. Ben de ileride gelir düşüncesiyle o parayla bir inek aldım. Aradan yıllar geçmişti. O ineğin yavruları oldu. Onlardan elde ettiğim kazançla bir inekten koca bir sürü meydana gelmişti.



37



Yıllar sonra adam çıkageldi ve benden o zaman hak etmiş olduğu ücretini istedi. Ben de ona sürüyü gösterdim ve bunların hepsinin kendisinin olduğunu söyledim. Adam çok şaşırdı ve bana şöyle dedi: -



Benimle dalga geçmeyin lütfen. Ben sizden sadece ücretimi istiyorum. Ben de: Hayır, beyefendi. Seninle alay etmiyorum. Senin o gün almadığın parayla ben bir hayvan aldım. Zamanla hayvanların sayısı çoğaldı ve işte bu gördüğün sürü meydana geldi. Bunların hepsi senin. Annenin ak sütü gibi sana helal olsun, dedim.



Benim bu sözüm üzerine adam bana teşekkür ederek hayvanları aldı ve gitti. Ya Rabbi! Ben bunu sadece senin rızanı kazanmak için yapmıştım. Bu amelimi vesile kılarak sana yalvarıyorum. Bizi buradan kurtar! Bu dua üzerine kaya parçası tekrar hareketlendi. Artık mağaranın ağzı açılmıştı. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Şükürle iki büklüm oldular ve gözyaşları içinde şükür secdesine kapandılar. (Buhârî, Büyû 98, Müslim, Zikir 100)



14. Hz. Musa ve Hızır Aleyhisselamın yolculuğu Firavun Kızıldeniz’de boğulduktan sonra Hazret-i Musa aleyhisselâm, kavmine çok fasih, beliğ ve heyecanlı vaazlar vermekteydi. Kavmi, Hazret-i Musa’nın ilim ve marifetteki derinliğine hayran kaldı. Musa’nın bu ilmine hayran olanlardan biri:



38



-



Ey Allah’ın peygamberi! Şu yeryüzünde Sen’den daha âlim bir kimse var mı?” dedi.



Hz. Musa: -



Böyle bir kimse bilmiyorum!” dedi.



O esnada kendisine vahiy gelerek: -



İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, ona has bir ilim (ledünnî ilim) vermişimdir. Ümmetinin seçkinlerinden biri ile ona git! diye buyruldu.



Kendisine işaret edilen zat, Hızır’dı (as). Hz. Musa: -



O zatı nasıl bulabilirim ya Rabbi?” diye niyaz etti.



Allah (cc), zembiline tuzlanmış ölü bir balık koymasını, bu balığın canlanıp denize atladığı, iki denizin birleştiği yerde Hızır’ı bulacağını bildirdi. Hz. Musa, rivayete göre kız kardeşinin oğlu olan Yuşa bin Nûn ile Hızır’ı bulmak için derhal sefere çıktı. Hz. Musa ve Yuşa bin Nûn; iki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular. Balık, denizde bir yol tutup gitmişti. Uzun bir müddet gittikten sonra nihayet bir ağaç altında oturdular. (Buluşma yerlerini) geçip gittiklerinde Hz. Musa, genç adamına: -



Azığımızı getir! Hakikaten şu yolculuğumuz esnasında (epeyce) yorulduk” dedi.



Yuşa bin Nûn, birden hatırladı: -



Ben onları balığın denize atladığı yerde unuttum! dedi.



Tekrar iki denizin birleştiği yere gittiler. Hz. Musa:



39



-



İşte aradığımız yer orasıydı, dedi.



Hz. Musa, kendisine vahiy ile işaret edilen zatı, bir kayanın üstünde hırkasına bürünmüş olarak gördü ve selâm verdi: -



Ben Musa’yım! dedi.



Hızır’da (as) cevaben: -



Demek Beni-İsrail peygamberi olan Musa sensin! dedi.



Hz. Musa: -



Bana Allah tarafından bildirilen, insanların en âlimi sen misin? Ya Musa! Allah bana bir ilim vermiştir, o sende yoktur. Sana da bir ilim vermiştir, o da bende yoktur, dedi.



Hazret-i Musa, Hızır’dan (as) bu ilmi telakki etme arzusunu bildirdi. Zahiren akılla anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acayip ve garaipten görülen bazı hakikatlerin hikmetini Hızır’dan öğrenecekti. Hz. Musa O’na: -



Allah’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim? Doğrusu sen, benimle beraberliğe sabredemezsin. (İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?



Bu sözlerle Hızır (as), Hz. Musa’nın psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, O’na kendini anlatmış oluyordu ki, bu tespit sonunda gerçekleşecekti. Hz. Musa’nın alacağı hisse, kendi yerini bilmek ve bir sabır dersi almaktı. Yani Hz. Musa’ya hâl lisanı ile: “Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususta mazursun. Çünkü bu ilmin kemali, henüz sana verilmemiştir” demekteydi. Hazret-i Musa:



40



-



İnşallah, beni sabredenlerden bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem! Eğer bana uyacaksan, ben sana sırrımı açmadıkça, hiçbir şey hakkında bana sual sorma! Yani tartışma şöyle dursun; sorup anlamak için bile sorma! dedi.



Ve ikisi o meşhur yolculuğa çıktılar. Kur’ân-ı Kerim ayetlerinde bu hikmet ve ibret dolu yolculuk şu şekilde anlatılır: “Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman O (Hızır), gemiyi deldi. Hz. Musa: “Halkını boğmak için mi onu deldin? Gerçekten sen (ziyanı) büyük bir iş yaptın!” dedi. Hızır (as): Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?” dedi. Hz. Musa ile Hızır (as) yine yürüdüler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında Hızır (as) hemen onu öldürdü Hazret-i Musa dedi ki: -



Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana nasıl kıyarsın? Gerçekten sen fena bir şey yaptın! Ben sana, benimle beraber (olacaklara) sabredemezsin, demedim mi? Eğer, bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaşlık etme! Hakikaten benim tarafımdan (ileri sürülebilecek) mazeretin sonuna ulaştın! dedi.



Bu sözü ile Hazret-i Musa, artık özür dileyecek hâli kalmadığını anlatmak istemişti. Yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındı. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. Hızır (as) hemen onu doğrulttu. Hazret-i Musa: -



Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alabilirdin!” dedi.



Hızır (as) şöyle dedi:



41



-



İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim! Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu hâle getirmek istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasp etmekte olan bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun ebeveyni mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin! Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı; babaları ise, salih bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur!



(Osman Nuri Topbaş)



15. Rahip Barsisa Allah-u Zülcelâl tarafından emirle, Peygamberimize (sav) gelen Şeytan, onun her sorusuna doğru bir şekilde cevap vereceğine dair Allah’a söz verdiğini beyan etmiş ve bunun üzerine de Hz. Peygamber (sav) kendisine çeşitli sorular yöneltmişti. Bu konuşma sırasında İblis aldattığı bir kişinin Rahip Barsisa’nın ismini de zikreder ve bundan sonra aldattığı bir rahibin hikâyesini anlatmaya geçer: “Bilmez misin, Yâ Muhammed, Rahip Barsisa tam yetmiş yıl ihlâs ile Allah’a ibadet etti. Bu ibadetleri sonunda, ona öyle bir hal ihsan edilmişti ki her dua ettiği hasta, duası bereketi ile şifa buluyordu. Onun peşine takıldım; hiç bırakmadım. Barsisa gece gündüz ibadet



42



eden bir zahittir. En çaresiz hastaları bile, kendisine gönderilen suyu okuyup üfleyerek iyileştirebilmektedir. Şöhreti zamanla bütün dünyaya yayılır; halk artık ilaçların tesirinden şüpheye düştüğü için devrin bütün hekimleri işsiz güçsüz kalırlar. Herkes rahibin peşindedir. Bu durumdan çok rahatsız olan Şeytan, bir gece oğullarını toplayarak Barsisa’yı nasıl yoldan çıkarabileceklerini sorar. Oğullarından biri: -



Bu işi benim adıma yaz, diye böbürlenir, benden iste ki seni dertten kurtarayım! Bu işi becerirsen, der Şeytan, gerçek oğlum sen olursun, kör gözümü sen aydınlatırsın!



Şeytanın oğlu, Barsisa’yı önce altınla, mal ve mülk yoluyla azdırmayı düşünürse de bunun çare olamayacağını anlar. Zira altın sevgisi tek taraflıdır, sen seversin onu, fakat o seni sevemez. Doğrusu insanları avlamak için genç ve güzel kadınlardan daha güzel tuzak yoktur. Sen onu sever ve istersin, o da seni. Bir hırsız geceleyin kapıyı açmak için bir düzen kurar; ama evde eşi ortağı olur yahut bir halayık içerden kapıyı açarsa, bu hırsızın dışarıdan uğraşmasına benzer mi? Şeytanın oğlu kararını verdikten sonra ülke ülke dolaşarak uygun bir kadın aramaya koyulur. Fakat o ülke kralının kızından uygununu bulamaz. Tam aradığı gibi güzel ve akıllı bir kızdır. Vakit geçirmeden beynine girerek kızı deli divane eder. Kralın kızının birdenbire ortaya çıkan hastalığı karşısında devrin bütün hekimleri aciz kalırlar. Bunun üzerine şeytanın oğlu zahit kılığına girerek kralın huzuruna çıkar ve kızını ancak Barsisa’nın kurtarabileceğini söyler. Kral, başka çaresi kalmadığı için kızını Barsisa’ya gönderir. Şeytanın oğlu, Barsisa okuyup üfledikten sonra



43



kızın beyninden çıkar. Kralın güvenini artık kazanmıştır. Bir müddet sonra kızın beynine tekrar girer ve bu sefer şöyle der krala: -



Yine Barsisa’ya götürün, fakat hemen getirmeyin, O size iyileştim diye haber gönderinceye kadar kalsın yanında!



Kızı yine Barsisa’ya götürüp bırakırlar. Uzun zaman yanında kalır. Derken kıza gönlünü kaptıran Barsisa onunla birlikte olur. İstediği neticenin hâsıl olduğunu görünce şeytanın oğlu, kara kara düşünen Barsisa’nın yanına giderek niçin düşünceli olduğunu sorar. Barsisa olanları bir bir anlatır ve kızın gebe, kendisinin de artık büsbütün çaresiz kaldığını, ne yapacağını bilemediğini söyler. Şeytanın oğlu der ki: -



Bu kızı öldürmekten başka çare yoktur, şayet sorarlarsa, öldü, gömdüm dersin.



Başka bir çare düşünemeyen Barsisa, onun dediğini istemeyerek de olsa yapar. Bunun üzerine Şeytanın oğlu vakit geçirmeden krala gider ve kızının iyileştiğini, artık gidip getirmelerini söyler. Kral ve adamları Barsisa’ya giderek kızı isterler, fakat öldüğünü ve gömüldüğünü öğrenince çaresiz döner ve yas tutmaya başlarlar. Şeytanın oğlu bu sefer bir başka kılıkta kralın huzuruna çıkar: -



Kız nerede? diye sorar. Barsisa’nın yanına götürdük, orada öldü! Kim söyledi? Barsisa!



Şeytanın oğlu o zaman: -



Hayır, diye itiraz eder, yalan söylemiş. Kız ondan gebe kaldı. Bir çare bulamayınca öldürdü onu, sonra filanca yere gömdü. İnanmıyorsan orayı kazdır, görürsün!



44



Kral öfkeyle yedi kez yerinden kalkıp başka yere oturur. Sonra atına atlar ve adamlarıyla beraber Barsisa’nın ibadet yurduna gider ve tekrar kızını sorar. Aynı cevabı alınca öfkeyle: -



Peki, niye bize haber vermedin? Evratla meşgulüm, evradımdan kalırım diye korktum, haber veremedim! Dediğinin aksi çıkarsa ne yapayım?



Bu söz üzerine Barsisa kızar ve ileri geri söylenmeye başlar. Kral adamlarına Şeytanın oğlunun bildirdiği yeri kazdırır, kızı çıkarırlar. Görürler ki öldürülmüştür gerçekten. Barsisa’nın ellerini bağlar ve darağacına götürüp ilmeği boynuna geçirirler. Halk meydana toplanır. Şeytanın oğlu o anda insan şekline girip Barsisa’ya görünür: -



Barsisa, bunların hepsini ben yaptım sana, hala da gücüm var, çaren benim elimde. Bana secde et seni kurtarayım! der.



Barsisa çaresizlikle: -



Nasıl secde edeyim? Boynumda ip var. Secde niyetiyle başınla işaret et, akıllıya işaret de yeter!



Barsisa can korkusuyla secdeye niyetlenir, fakat başını eğince ip boynunu daha fazla sıkar. (Mevlâna, Mecalis-i Seb’a)



16. Yunus Hürmetine Yunus Emre Hazretleri Taptuk Emre dergâhında iken şeyhi tarafından verilen bir emaneti yerine ulaştırmak için yola çıkar. Yolda iki derviş ile daha karşılaşır. Bu dervişlerle birlikte yol



45



arkadaşlığı ederler. Yolda havadan sudan konular bulup sohbet ede ede giderler. Bir zaman sonra acıkırlar ve iki derviş bir ağacın gölgesine oturur. Yunus Emre de oturur. Çıkınındaki azığı çıkarmak üzereyken dervişlerden birisi elini açıp dua etmeye başlar ve gökten bir sofra iner. Yunus Emre şaşkındır, gözleri fal taşı gibi açılmıştır. Bu şaşkınlık içinde yemeklerini yiyip karınlarını doyururlar. Tekrar yola devam ederler. Yol boyunca sohbetler devam eder, saatler geçer gider, gün döner. Akşam hava kararmak üzereyken tekrar dinlenmek üzere yolda uygun bir yere dururlar. Bu defa diğer derviş ellerini açıp dua etmeye başlar. Duanın ardından gökten yine bir sofra iner. Yunus Emre yine şaşkın bakışlar eşliğinde yemeğini yer. Bu defa içine şöyle bir vesvese düşmüş olur “Bu zat-ı muhteremler evliya olsa gerek, keramet gösteriyorlar” der. “Ya benden de dua edip gökten sofra indirmemi isterlerse ne yaparım” der. Karınlarını doyurduktan sonra bir süre uyurlar ve tekrar yola koyulurlar. Sabaha kadar yürüdükten sonra tekrar acıkırlar. Yine bir ağaç altına durup otururlar. Dervişlerden birisi Yunus Emre’ye: -



Hadi bakalım derviş, dua et soframız insin karnımızı doyuralım, der.



Yunus Emre korku ve panik içerisinde ne yapacağını bilemez. Ellerini açıp dua eder. -



Ya Rabbim. Sen bu Yunus kulunu mahcup eyleme. Gökten sofra indirmek kim, ben kim. Bu zat-ı muhteremler neye dua ettilerse bende sana onun için dua ediyorum. Dualarının kabulüne mazhar olan şey için duamı kabul eyle, der ve elini yüzüne sürer.



46



Gökten bir sofra iner ki muazzam mı muazzam, mükemmel mi mükemmel. Tabir-i caiz ise Yunus için inen sofranın yanında diğer iki dervişin sofrası atıştırmalık gibi kalır. Diğer iki derviş muazzam sofrayı görünce şaşırırlar ve merak ederler. Ne diye dua ettin de bu sofra indi şeklinde sorular sormaya başlarlar. Yunus: -



Ben kim sofra indirmek kim, ellerimi açıp Rabbime yalvardım. “Ya Rabbim bu zatların duasının kabulüne mazhar olan şey için duamı kabul eyle” dedim, der.



İki derviş daha da heyecanlanarak: -



Biz Taptuk Emre dergâhındaki evliya zat Yunus Emre Hazretlerinin yüzü suyu hürmetine dua ettik. Hep onun hürmetine dua ederiz ve Rabbimiz kabul eder, derler.



Yunus Emre'nin gözlerinden yaşlar süzülerek elini açıp “Ey Rabbim sana şükürler olsun. Senin aşkından makamımı göremedim. Makamımı gizleyip nefsimin elinden beni korudun, hamdolsun” der.



17. Tövbede Yol Ölçen Melekler Resûlullah (sav) buyurdular ki: “Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir rahip tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânının olup olmadığını sordu. Rahip: “Hayır yoktur!” dedi. Adam onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı. Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü, kendisi için



47



bir tövbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim: “Evet, vardır, seninle tövben arasına kim perde olabilir?” dedi ve ilâve etti: “Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zira orada Allah’a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah’a ibadet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Çünkü orası kötü bir yer.” Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azap melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: “Bu adam tövbekâr olarak geldi. Kalben Allah’a yönelmişti.” dediler. Azap melekleri de: “Bu adam hiçbir hayır işlemedi.” dediler. Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara: “Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslim edin.” dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar. Bir diğer rivayette (aynı hikâye ile ilgili olarak) şöyle denmiştir: Allah Teâlâ beriki köye adamdan uzaklaşmayı, öbür köye de yaklaşmayı emretti, sonra da: “Adamın geldiği ve gitmekte olduğu köylere uzaklıklarını ölçüp kıyaslayın.” dedi. (Buharî)



18. İlk Yel İkinci Yel Vaktiyle bir sufi varmış. Kerameti o kadar enginmiş ki, İsa Peygambere (as) bahşedilen nefese sahipmiş. Bu sûfinin bir tek talebesi varmış. O ise bu hâlinden hoşnutmuş. Daha fazla öğrencim, müridim olsun diye hırsı yokmuş. Ne var ki talebesi farklı



48



düşünürmüş, istermiş ki herkes hocasının izzeti ve kudreti karşısında şaşkına dönsün. Bu nedenle ondan yalvar yakar bir tarikat kurmasını ve pek çok mürit edinmesini istermiş. “Eyvallah” demiş sufi en nihayetinde. “Madem bu kadar çok istiyorsun, yapalım bakalım.” O gün pazara gitmişler Tezgâhlardan birinde kuş şeklinde şekerler satılıyormuş. Sufi nefesini üflemiş, bir yel esmiş, şekerden kuşların hepsi can bulmuş, kanatlanıp uçmuşlar. Şehir halkının nutku tutulmuş, anında sûfinin etrafını sarmışlar. Hepsi kapısında mürit olmak için sıraya girmiş. Gel zaman git zaman öyle çok hayran toplanmış ki, eski talebesi hocasını doğru dürüst göremez olmuş. “Efendim” demiş talebe günlerden bir gün. “Çok kalabalık olduk. Bir sürü insan var etrafınızda. Çoğunun niyeti ilim irfan değil; alâyiş, nümayiş. Eskiden her şey daha iyiydi. Bir şey yapın. Samimi olmayanları gönderin ne olur.” “Eyvallah” demiş Sufi. “Madem bu kadar çok istiyorsun, yapalım bakalım.” Ertesi gün Sufi vaaz verirken hafiften bir yana eğilip yellenmiş. Müritleri bunu çok yadırgamış. İğrenerek oradan uzaklaşmışlar. Geriye bir tek eski talebesi kalmış. Hoca sormuş: -



Evladım sen neden diğerleriyle gitmedin?



Mürit cevap vermiş: -



Efendim, ben ilk yel ile gelmedim ki ikincisi ile gideyim.



(Elif Şafak, Aşk) 19. Kabağın Sahibi Vaktiyle bir derviş, nefis ile mücadelenin sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden arınması gerekmektedir. Saç,



49



kala, bıyık vs Derviş usule uygun hareket eder ve soluğu berberde alır. -



Vur usturayı berber efendi, der.



Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır ki daha sol tarafa geçmeden, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı içeri girer. Doğruca dervişin yanına gelir ve başının kazınmış olan kısmına okkalı bir tokat atarak: -



Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.



Dervişlik bu, “sövene dilsiz, vurana elsiz” olmak gerek. Kaideyi bozmaz derviş, ses çıkarmaz, usulca yerinden kalkar. Berber mahcuptur ancak korkudan ses çıkaramaz. Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder “Kabak aşağı, kabak yukarı…” Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanan bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar. Berber ise şaşkın şaşkın, bir kabadayıya bir dervişe bakar. Gayri ihtiyari: -



Biraz ağır olmadı mı derviş efendi? der.



Derviş, mahzun ve düşünceli: -



Vallahi gücenmedim ona, hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın da bir sahibi var, O gücenmiş olmalı.



50



20. Bir Tas Yoğurt Kanuni Sultan Süleyman İstanbul’daki Süleymaniye Camiini yaptırırken ustalara sıkı sıkı tembih ediyordu. Diyordu ki: “Bu baki eserin sadece benim defterime kaydolmasını arzu ediyorum. Kimsenin bunun içinde bir katkısı olmasını istemiyorum. Sakın ha kimseden bir şey almayın” der. Ustalar çalışıyor, cami, kubbe kubbe yükseliyor. Karşıdan mahzun bir nine, ustaları ve o koca mabedi seyrediyor. İçinden de yardım hevesi duyuyor. Fakat elinde avucunda hiçbir şeyi olmayan o nineciğin sadece iki keçisi var ve onların sütleriyle geçiniyor. Düşünüyor: “Ey Allah'ım! Süleyman’a servet ve saltanat verdin. Senin uğrunda cami yapıyor. Bu fakir kuluna bir şey vermedin. Ne edeyim ki ben senin rızanı kazanayım? Benim elimden öyle büyük işler gelmez. Benim elimden sadece o ustalara bir tas yoğurt hediye etmek gelir.” Gidiyor ustalara müracaat ediyor: -



Evladım, ben fakir bir kadınım. Ben cami yapamam. Ancak elimden bir tas yoğurt hediye etmek gelir. Rica edeceğim bu yoğurdumu kabul edin.



Ustalar Kanuni’nin tembihatı karşısında: -



Hayır ana, kabul edemeyiz! derler.



Kadın ısrar eder. Ağlar, sızlar: -



Ne olur oğul! der. Benim başka yapacak hayrım yoktur. Bu sadaka-i cariye içinde damla damla damlayan bir yoğurdum olsun, der.



Ustalar kadının bu yalvarışını ve sızlanmasını kıramazlar. Onun gönlünü hoş etmek için o bir tas yoğurdu alır ve yerler. İçleri serinler. Büyük Hükümdar o gece rüyada, yaptığı hayrın tartıldığını görür. Koca Süleymaniye Camii, terazinin bir kefesine konmuş tartılıyor.



51



Allah’ın huzurunda ne değerdedir diye paha biçilecek. Kanuni bakıyor. Fakat ne gariptir ki Koca Süleymaniye’yi taşıyan kefeye mukabil öbür kefeye bir tas yoğurt konulmuş. Ama yoğurt öyle ağır basıyor ki, yoğurdun konduğu kefe zeminde, öteki kefe ise yüksekte. Koca caminin değeri bir tas yoğurt kadar bile yok. Sabahleyin dehşet içinde uyana Kanuni, doğruca ustaların yanına koşar: -



Ne yaptınız siz öyle? der.



Ustalar korku içinde anlatırlar: -



Vallahi hükümdarımız, yaşlı bir nine geldi. Istırap içinde bize yalvardı. Biz de ağlamasına tahammül edemedik bir tas yoğurt aldık, yedik.



Bunu duyan Kanuni, gördüğü rüyayı kederli olarak dile getirdi: -



Ben alem-i manada gördüm. O bir tas yoğurt, niyet ve ihlâsından dolayı Allah katında Süleymaniye'den daha ağır tutuluyordu. Onun değeri ilahi ölçüler içinde Süleymaniye Camiinden daha da fazla geliyordu.



21. Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat Hz. Mevlâna, şeriat, tarikat, marifet ve hakikat arasındaki farkı soran bir öğrencisine; “Karşı medresede rahlelerine eğilmiş ders çalışan dört kişi var. Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at sonra gel sana anlatayım” diye buyurur. Öğrenci gider, birincinin ensesine bir tokat aşk eder. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını döner ve daha kuvvetli bir tokatla Hz. Mevlana’nın öğrencisini yere yıkar. Bu kez ikincisine tokat atar. O da derhal ayağa kalkar ve elini kaldırır. Ancak tam tokadı atacakken



52



vazgeçip yerine oturur. Üçüncü tokadı yiyince, şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam eder. Dördüncü ise, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmaz. Bunun üzerine öğrenci durumu Mevlâna Hazretlerine anlatır. Mevlâna Hazretleri şöyle buyurur: “Birinci şeriat kapısını geçememiş biri idi. Şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti. İkincisi, tarikat kapısındadır. Tokadı yiyince tam iade edecekti ki, tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi, “Sana kötülük yapana bile iyilik yap” Onun için döndü, oturdu. Üçüncüsü marifet kapısına kadar gelmişti. İyinin ve kötünün tek Yaradan’dan geldiğini bildiği için, Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye, merakından şöyle bir dönüp baktı. Dördüncüsü, hakikat kapısını da geçmişti. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bildiği için, dönüp bakmadı bile!..” 22. Sadece Kur’an Ayetleriyle Konuşan Kadın Tebe-i Tâbiîn neslinden Abdullah ibn Mübarek hazretleri anlatıyor: “Hacca gidiyordum. Irak-Suriye topraklarından geçerken yalnız bir kadına rastladım. Selâm verdim; selâmımı “Söz olarak Rahîm bir rabden selâm sözüdür onların duyacağı” (Yâ-Sîn:58) ayetiyle aldı. “Buralarda ne yapıyorsun?” diye sordum. “Allah kimi yoldan çıkarmışsa, ona yol bulduracak yoktur” (A'râf: 186) ayetini okudu. Anladım ki, yolunu kaybetmiş. Nereye gittiğini sorduğumda: “Bir gece kulunu Mescid-i Haram'dan alıp Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ı tespih ederim” (İsrâ: 1) ayetiyle karşılık verdi. Anladım ki, geçtiğimiz hac mevsiminde haccını tamamlamış, Kudüs’e gidiyor. “Ne zamandan beri böyle yolunu kaybettin?” dedim.



53



“Tam üç gece (yani üç gündür)” (Meryem: 10) dedi. Yiyecek verme teklifinde bulundum. “Sonra orucunuzu gün batıncaya kadar tamamlayın” (Bakara: 187) ayetini okudu. “İyi de Ramazan'da değiliz” dedim. “Kim Allah için nafile bir hayır yaparsa, Allah her hayrın karşılığını verendir, her şeyi hakkıyla bilendir” (Bakara: 158) ayetiyle cevap verdi. “Yolculukta oruç açılabilir” dedim. “Ama orucu tutarsanız, bu hakkınızda daha hayırlıdır” (Bakara: 184) ayetini okudu. Niye benim gibi konuşmadığını sordum. “Ağzından tek bir söz bile çıkmasın ki, yanında onu gözleyen ve o sözü kaydetmeye hazır bir gözcü bulunmamış olsun” (Kâf: 18) dedi. “Kimlerdensin?” diye sordum. “Bu konuda bilgin yok (ailemi söylesem de tanımazsın). Sonra göz de kalp de (görmeden, kesin bilgiye dayalı olmadan verdiğin her hükümden) sorumludur” (İsrâ: 36) ayetiyle cevap verdi. “Hata ettim, hakkını helâl et!” dedim. “Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın” (Yusuf: 92) dedi. Deveme bindirip kafilesine ulaştırma teklifinde bulundum. “Hayır adına ne işlerseniz Allah onu bilir” (Bakara: 215) ayetiyle mukabele etti. Devemi yanına getirdim. Binecekken, “Mümin erkeklere söyle, bakışlarını sakınsınlar” (Nûr: 30) ayetini okudu. Gözlerimi çevirdim; binecekken deve ürküp kaçtı, bu arada elbisesi az yırtıldı.



54



“Başınıza musibet olarak ne gelirse, bu bizzat işleyip, onu hak etmeniz sebebiyledir” (Şûrâ: 30) ayetini mırıldandı. “Sabret, deveyi bağlayayım!” dedim. "Bu hususta Süleyman’ı anlayışlı ve daha isabetli davranır kıldık” (Enbiyâ: 79) ayetini okuyarak, devemi yönlendirme konusunda benim daha başarılı olduğumu kastetti. Deveye bindi ve: “Bunu bize baş eğdiren Allah’ı tespih ederim; yoksa bunu biz başaramazdık. Ve sonunda şüphesiz Rabbimize döneceğiz!” (Zuhruf: 13-14) ayetlerini okudu. “Haydi!” diye deveyi hızlandırdım. “Yürüyüşünde (ve davranışlarında) vakur ol ve sesini yükseltme. Seslerin en çirkini, (bağıran) eşeğin sesidir!” (Lokman: 19) mukabelesinde bulundu. Yürürken şiir okumaya başladım. “Kuran’dan kolayınıza geleni okuyun!” (Müzzemmil: 20) dedi. “Şiir okumak haram değil ki!” dedim. “Bu hususu ancak gerçek idrak ve basiret sahipleri düşünüp anlar!” (Bakara: 269) cevabını verdi. Bir süre gittik; sonra evli olup olmadığını sordum. “Ey iman edenler! Cevabı verildiğinde sizi üzecek meselelerden sormayın!” (Mâide: 101) ayetini okudu. Derken kafilesine ulaştık ve “Kafile içinde kimsen var mı?” dedim. “Mal ve evlât dünya hayatının süsüdür!” (Kehf: 46) dedi. Anladım ki, evlâdı var. İsimlerini sordum. “Allah İbrahim’i dost edindi; Allah Musa ile konuştu, Ey Yahya, Kitab’a kuvvetle tutun!’ (Nisâ: 125,



55



164; Meryem: 12) ayetlerini okudu. “Ey İbrahim, ey Musa, ey İsa!” diye kafileye seslendim. Nur yüzlü üç genç “Buyur!” diye çıkageldi. Onlara para verip, “Bununla içinizden birini şehre yollayın! Yemeklerin helâl ve temiz olanına baksın ve size bir yiyecek getirsin. Dikkatli davransın!” (Kehf: 19) dedi. Yiyecek gelince bana, “Geçmiş günlerinizde yaptıklarınızın karşılığında şimdi afiyetle yiyip için!” (Hâkka: 24) dedi. Çocuklara, “Annenizin bu durumunu bana söylemezseniz bu yemekten yemem!” dedim. “Annemiz” dediler, “Ağzından Cenab-ı Allah’ın gazabını çekecek yanlış bir söz çıkar korkusuyla 40 yıldır böyle sadece Kuran’la konuşur.” İbn Mübarek, bu hadiseyi Kur-an’da her şeyin bulunduğuna delil olarak anlatırdı. (Irmied)



23. Allahu Teâlâ’nın Söyledikleri



Zikir



Meclisine



Katılan



Meleklere



Peygamber (sav) Efendimiz buyurdular ki: Şüphesiz ki, Allah Tebâreke ve Teâlâ’nın bir takım seyyah (gezici) melekleri vardır. Bunlar zikir meclislerini araştırırlar. İçinde zikir olan bir meclis buldular mı, onlarla beraber otururlar ve kanatlarıyla birbirlerini kuşatırlar. Ta ki, kendileriyle alt semanın arası dolar. Cemaat dağıldığı vakit, yükselir ve gökyüzüne çıkarlar. Aziz ve Celil olan Allah, onların hallerini meleklerden daha ziyade bildiği halde (övdürmek için) meleklere sorar:



56



-



Nereden geldiniz?



Melekler derler: -



Yeryüzündeki kullarının yanından geldik. Onlar (Subhânallah diyerek) seni tespih ediyorlar, (Allahu ekber diyerek) seni tekbir ediyorlar, (Lâilâhe ilallah diyerek) tehlil ediyorlar, (Elhamdülillah diyerek) sana hamt ve sena ediyorlar, (seni seviyor, yüceltiyor) ve senden istekte bulunuyorlar.



Allahu Teâlâ buyurur: -



Benden ne istiyorlar?



Melekler derler: -



Senden cennetini istiyorlar. Onlar cennetimi gördüler mi? Hayır, ey Rabbimiz, (onlar cennetini görmediler.) Ya cennetimi görselerdi! Kulların senden aman ve kurtuluş istiyorlar. Neyden aman ve kurtuluş istiyorlar? Senin ateşinden (cehenneminden) Ya Rab! Onlar ateşimi gördüler mi? Hayır, (ateşini görmediler.) Ya ateşimi görselerdi! Onlar senden mağfiret talep ediyorlar.



Allahu Teâlâ buyurur: -



Ben de onları muhakkak bağışladım. İstedikleri cenneti verdim ve onları korktuklarından emin kıldım.



Bunun üzerine melekler derler:



57



-



Rabbimiz! (Onların içinde bulunan) filan kul çok günahkârdır. (Şahsi işi için) oradan geçerken onların yanına oturdu.



Allahu Teâlâ buyurur: -



Onu da bağışladım. Onlar öyle değerli bir cemaattir ki, meclislerinde bulunan hiçbir kimse şaki olamaz. (Sevaptan mahrum kalmaz.)



(Müslim, Zikir 25 (2689); Buhârî, c.7, De’avat 66; Tirmizî, c.5, De’avat, h.3600)



24. İmam-ı Azam’ın Gemisi İmam-ı Azam ilmi faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul olurdu. Bu sebeple de kendisi Bağdat’ın zenginlerindendi. Onun ticari işleri hiçbir zaman ilim öğrenmesine ve öğretmesine engel olmamıştı. Bir gün ders verdiği sırada bir adam mescidin kapısından seslendi: -



Ya İmam! Ticaret mallarınızın yüklü olduğu gemi batmış...



İmam bir müddet tefekkürden sonra: -



Elhamdülillah, dedi.



Bir müddet sonra aynı adam yeniden gelip haber verdi: -



Ya İmam! Biraz önce yanlış haber vermişim. Mallarınızın olduğu gemi batmamış, dedi.



İmam bu yeni habere de biraz tefekkürden sonra: -



Elhamdülillah, diyerek karşılık verdi.



58



Ders okuyan talebeler her iki habere de “Elhamdülillah” diye karşılık verilmesinden hayrete düştüler ve bunun sebebini sordular. İmam-ı Azam şöyle açıkladı: -



Ticaret mallarımın olduğu geminin battığı haberi gelince iç alemimi, kalbimi şöyle bir yokladım, dünya malının yok olmasından ve elden çıkmasından dolayı en küçük bir üzüntü yoktu. Bu sebeple Allah’a hamt ettim. Geminin batmadığı haberi gelince yine kalbimi yokladım ve dünya malına kavuşmaktan dolayı kalbimde bir sevinç hissetmedim. Gönlümde dünya muhabbeti olmadığı için de tekrar Rabbime hamt ettim.



25. Babasından Beddua Alan Adam Malik bin Dinar bir yıl hacca gitti. Haccını tamamladığı gece rüyasında şöyle bir ses işitti: Muhammed



oğlu



Malik bin Dinar sabahleyin çevresinde Muhammed Abdurrahman’ı aramaya başladı. Sordukları kimseler ona:



oğlu



-



-



Ey Malik! Hacca gidenlerden Abdurrahman affedilmedi.



Aradığın kimse Kur’an ehlidir. Her yıl hacca gelir, dediler.



Araya araya onu bir köşede Kur’an okurken buldu. Abdurrahman onu görünce bir ah çekip bayıldı. Daha sonra şöyle dedi: -



Beni rüyanda gördün. Bana Allah-u Zülcelal’in beni affetmediğini söylemeye geldin değil mi?



Malik bin Dinar bu duruma çok şaşırdı. Hayretle sordu:



59



-



Sen salihlerden birine benziyorsun. Çok merak ettim. Acaba Allah-u Zülcelal seni neden affetmiyor? Ne günah işledin?



Bu soruya karşılık Abdurrahman şöyle anlattı: -



Bir Ramazan ayının ilk gecesi idi. İçki içip sarhoş olmuştum. Bu sırada babam beni aramış ve bir yerde yatar bulmuş. Beni çekince ben de sarhoşluktan kendimi bilmez halde ona vurup gözünü çıkarmışım. O da bana beddua etmiş. Ertesi gün ayılınca neler yaptığımı büyük bir üzüntü ile öğrendim. Bütün içki küplerini yok ettim. Kölelerimi azat ettim. Yaptıklarıma pişman olup doğru yola girdim. Her yıl böyle hacca gelir dua ederim. Fakat her seferinde sizin gibi birisi rüyasında: “Allah seni affetmedi!” diye söyler.”



Abdurrahman bunları anlatırken tekrar ağlamaya başladı. Onun bu haline Malik bin Dinar çok acıdı, babasının kim olduğunu sorup yerini öğrenerek yanına gitti. Babası Malik bin Dinar’ı görünce şöyle dedi: -



Hoş geldiniz ya Malik bin Dinar! Buyurun bir istediğiniz varsa hemen yerine getireyim.



Malik bin Dinar şöyle dedi: -



Farz et ki kıyamet kopmuş, oğlun Abdurrahman’ı tutup cehenneme götürüyorlar. Onu bu halde görsen üzülmez misin?



Bunu duyan babası ağlamaya başladı. Daha sonra kendine gelip dedi ki: -



Sen şahit ol ki, oğlumun kusurunu affettim ve ona hakkımı helal ettim.”



60



Daha sonra Malik bin Dinar, ondan izin alarak oğlunun yanına gidip müjdeyi verdi ve babasının onu görmeye geleceğini söyledi. Bunu duyan Abdurrahman ağlayarak tekrar bayıldı. Bu sırada babası geldi. Malik bin Dinar’a şöyle rica etti: -



Oğlumu affettim. Diğer âleme yakın zamanda göçeceğini zannediyorum. Şahadet getirip ruhunu teslim etsin.



Malik bin Dinar şahadeti telkin etmeye başladı. Fakat Abdurrahman cevap vermiyordu. Nihayet gözlerini açıp karşısında babasını görünce ona yalvaran bir sesle dedi ki: -



Babacığım ne olur, gel sen de benim gözümü çıkar ki, kıyamete kalmasın!



Babası şöyle dedi: -



Ey Gözümün nuru! Ben suçunu bağışladım. Senden razı oldum.



Bu sırada Abdurrahman iki defa şahadet getirdi. Malik bin Dinar ona: -



Halin nasıldır? diye sordu.



O da şu şekilde cevap verdi: -



Baygın halde iken başucumda elinde topuz olan bir melek durup bana: “Baban senden razı değil. Ben topuzla senin başına vuracağım.” dedi. Az sonra başka bir melek gelip yeşil bir mendille gözlerimin yaşını sildi ve dedi ki: “Şahadet getir! Baban ve Allah-u Zülcelâl senden razı oldu.”



Abdurrahman bunları söyler söylemez vefat etti.



61



26. Derviş ve Kervan Zamanın birinde bir derviş uzak bir diyara yolculuk yapmak ister. Fakat yolların tehlikeli ve masraflı olduğu bu dönemlerde bir kervana katılmadan yolculuk yapmak imkânsızdır. Şehre gider ve sorar soruşturur. Birkaç gün içinde büyük bir ticaret kervanının yola çıkacağını öğrenir. Hemen gidip kervanbaşı ile görüşür. -



Efendim ben garip bir dervişim. Küfe’ye gitmek niyetindeyim fakat durumum buna müsait değil. Size teklif edebileceğim tek şey hayır duadır. Uygunsa size katılmak isterim, der.



Kervanbaşı kalender bir adamdır. -



Olur, tabi, der. Kiminin parası kiminin duası. Git hemen diğerleriyle yolculuk için hazırlan.



Derviş sevinerek kervan yerinde hazırlanan diğer insanların yanına varır. Büyük bir kalabalık vardır. Kimi ticaret yapmaya, kimi ilim tahsil etmeye, kimi şifa aramaya kimi de sıla-ı rahim yapmaya hazırlanmaktadır. Hepsi bir yandan eşyalarını yüklenip bineğini hazırlarken, kimisi de muhtemel eşkıya baskınlarında haramilerden korumak için altınlarını ve gümüşlerini saklamaktadır. Ertesi gün sabah erkenden kervan yola koyulur. Aradan birkaç gün geçmiştir ki tepeliklerin ardından bir eşkıya sürüsü tozu dumana katarak kervana yaklaşır. Gelen eşkıya çetesinin büyüklüğünü gören kervanbaşı: -



Sakın direnmeyin. Bunlarla baş edilmez. Mümkün olduğunca malınızı saklayın. Canımızı kurtarırsak kârdır, der. Eşkıyalar kervana ulaşınca elebaşı bağırır:



62



-



Kimin değerli eşyası varsa adamlarımın çuvalına doldursun. Davranmaya kalkan olursa yakarım, der.



Kervandakiler elleri mahkûm görünürde olan saklayamadıkları neleri varsa eşkıyalara verirler. Eşkıyalar taşıyamadıkları mallarla ilgilenmezler. En son dervişin yanına gelirler. -



Dökül bakalım, der biri.



Derviş: -



Ben garip bir dervişim. Malım mülküm yoktur. Kervanbaşı de buna şahittir, der.



Kervanbaşı bunu onaylayınca, elebaşı: -



Peki, salın gitsin onu, der.



Derviş birden seslenir: -



Ama efendim size söyleyeceklerim var. Söyle bakalım, der elebaşı. Kervan liderinin eyerinin altında bir altın kesesi, şuradaki kadının bebeğinin kundağının içinde altınlar ve şu ihtiyarın sarığında da gümüş paralar vardır. Onları da alabilirsiniz, der.



Herkes dervişin bu hareketine çok şaşırır. Elebaşı pis pis sırıtarak adamlarına emir verir: -



Ne duruyorsunuz. Bakın çabuk dervişin dediği yerlere, der.



Eşkıyalar baktıkları yerde tam da dervişin dediklerini bulurlar ve onlara el koyarlar. Eşkıyalar ayrılınca kervandakiler dervişin üzerine yürürler. Kervanbaşı araya girer ve:



63



-



Biz sana yardım eli uzattık. Sen ise bize karşı kötülerin yanında oldun. Neden? der.



Derviş: -



Her şeyin bir hikmeti vardır, deyince dervişi kendi halinde bırakırlar.



Kervan ilk konak noktası olan şehre varınca, valinin adamları derhal kervan liderini bulur ve valinin onu görmek istediğini söyler. Birlikte valinin huzuruna çıkarken bahçede darağacında ölmüş halde asılı olan kendilerini soyan elebaşı ve eşkıyaları görürler. Gördüklerine çok şaşırırlar. Vali: -



Galiba sizi soyan eşkıyalar bunlardı, değil mi? der.



Kervanbaşı şaşkınlıkla başını sallar. Vali: -



Onları dün hırsızlık yaparken yakaladık. Üzerlerinden yüklüce altın çıkınca da bir kervan soyduklarını anladık. Biz de gelecek kervanı bekliyorduk. Siz de şimdi kimden ne alınmışsa yazın ve bize verin size kayıplarınızı iade edelim, der.



Kervanbaşı sevinçle ayrılır ve kervanına döner. Olanları anlatır, herkes çok şaşırmıştır. Kervanbaşı dervişe dönerek bunun hikmetini sorar. Derviş: -



Eşkıyaların yaptıkları Rabbin gazabına neden olmuştu. Ne var ki Gayretullaha dokunması için dört parmak mesafe kalmıştı. İşte yerini bildirdiğim son paralar, eşkıyaların yaptıklarının Gayretullaha dokunmasına neden oldu, der.



64



27. Mum Işığı Delail-ül Hayrat eserinin sahibi Muhammed b. Süleyman, “Damat Efendi” lakabıyla meşhur olmuştur. Bu iffet abidesi zat, talebelik döneminde bir gece yarısı, mum ışığı altında ders çalışmaktadır. İlmî mütalaalara daldığı bir esnada kapısı çalınır. O vakitte birinin gelmesinin hâsıl ettiği hayret ve misafirin kimliği hakkındaki merakla hemen kapıyı açar. Karşısında genç ve güzel bir kızcağız durmaktadır. Misafir, yolunu kaybettiğini ve etrafta başka bir ışık göremediği için onun kapısını çalmaya mecbur kaldığını söyler. Genç talebe, misafirini geri çeviremez, onu gece karanlığına ve sokağın soğuğuna terk edemez, çaresizce kızı içeri alır. Ona oturup dinlenebileceği bir köşe gösterdikten sonra da sabaha kadar dersine çalışmaya devam eder. Utangaç ve gizli-saklı nazarlarla onu seyreden kızcağız, bu iffetli talebenin bir haline taaccüp eder. Genç, arada bir parmağını önünde yanan mumun alevine tutmakta ve bir müddet öylece bekledikten sonra geri çekmektedir. Gün ışıdıktan sonra genç kız teşekkür ederek oradan ayrılıp etraftakilerin yardımıyla yolunu bularak evine ulaşır. Ulaştığı ev, Osmanlı vezirlerinden birinin sarayıdır; bu genç kız da o vezirin kerimesidir. Saray halkı, ona geceyi nerede ve nasıl geçirdiğini merakla sorarlar. Genç kız başından geçenleri, gördüklerini ve hususiyle de kendisini misafir eden talebenin tuhaf halini bir bir anlatır. Vezir, kızına yardım eden o genci sarayına davet eder. Elindeki sargıyı görünce hemen sorar: -



Eline ne oldu?



65



Yusuf yüzlü genç: -



Yolunu kaybettiği için kapımı çalan bir misafiri dışarıda bırakamazdım; bu sebeple onu kulübeme aldım. Şeytan beni kandırmaya yeltendiğinde, parmağımı ateşe tutarak, nefsime cehennem azabını hatırlattım eğer bu kadarcık ateşe dayanabiliyorsan, bu günaha yönel” dedim. Böylece yanlış bir şey yapmaktan kurtuldum.



Vezirin takdirini kazanan genç, onun teklifiyle o kızcağızla evlendikten sonra da “Damat Efendi” olarak anıla gelen Muhammed b. Süleyman olacaktır. (Test Tal-frattura -7) 28. Beyazıd-i Bestami ve Rahip Beyazıd-i Bestami Hazretleri kırk beş kez haccetmiş ve her gün bir hatme okumuş ulu kişilerin ön safında yer alan kadri yüce bir zattı. Bir gün Arafat tepesinde oturuyordu. Nefsi ona şöyle fısıldadı: -



Beyazıt. Senin bir benzerin var mıdır? Kırk beş defa haccettin ve binlerce defa Kur’an-ı hatim etme bahtiyarlığına eriştin.



Bu ses onu üzdü, nefsin hala onu kendine doğru ittiğini anladı. Derhal toparlandı ve orada bulunan mahşeri kalabalığa dedi ki: -



Kim benim kırk beş defa yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?



Bir adam başını kaldırdı: -



Ben alırım, dedi.



66



Ekmeği uzattı. Beyazıt ekmeği aldı. İşini bitirip yol hazırlığı yaparak Rum diyarlarına doğru yüzünü çevirdi. Günlerce yol aldıktan sonra bir rahip ile karşılaştı. Rahip terbiyeli bir adama benziyordu. Hazretin elini tutup evine misafir olarak götürdü. Evinde ona bir oda ayırdı. Beyazıt kendisine ayrılan bu odada ibadete başladı ve kalbini her şeyden çevirip Cenab-ı Hakka yöneltti. Rahip her gün onun yiyeceğini getirir önüne kor, sonra dışarı çıkardı. Bu hal bir ay devam etti. Beyazıt bu kez nefsine dönerek dedi ki: -



Ey nefis! Seni kırmak istiyorum, fakat sen uğursuzluğunla kırılmıyorsun. Tam bu sırada rahip içeri girdi ve Beyazıt’a: İsmin nedir diye sordu:



O da: -



Beyazıt, diye cevap verdi.



Rahip: -



Ne güzel adamsın. Keşke Mesih’in kulu olmuş olsaydın!



Bu söz Beyazıt’a ağır geldi ve evi terk etmek isterken rahip ona seslendi: -



Bizim burada kırk gününü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni arzu ediyorum. Aynı zamanda çok değerli bir vaizimiz var, senede bir defa bize hitap eder, birde onu dinlemeni istiyorum.



Beyazıt Hazretleri onun bu teklifini kabul etti ve kırk gün kalmaya razı oldu. Kırk gün olunca rahip içeri girdi ve: -



Buyurun kalkın, bayram günümüz geldi.



Beyazıt ayağa kalktı; fakat rahip ona dedi ki:



67



-



Sen bu kıyafetinle nasıl bin rahibin arasına girebilirsin? Doğrusu biraz endişeliyim. Bu sebeple üzerindeki elbiseyi çıkar, şu üstlüğü giy, beline şu zünnarı bağla, İncili de boynuna as.



Bu teklif ona çok ağır geldi. Fakat bunda bir hikmet ve esrar, İslam’ın da izzet ve şerefi gizlenmiştir, onun dediğini yapayım, diye düşündü. Hemen üzerindeki elbiseyi çıkardı, onun verdiği üstlüğü giydi, beline de zünnarı bağladı. İncili de boynuna astı ve rahiple birlikte bine yakın rahibin arasına katıldı. Hiç kimse onu yadırgamadı. Biraz ilerledikten sonra birdenbire kalabalık durdu. Rahiplerin en büyüğü ve en saygıdeğeri geliyordu. Gözler ona çevrildi. Gelen rahipler bunun manasını anlayamadılar ve sordular: -



Ey büyüğümüz! Neden konuşmuyorsunuz? Nasıl konuşabilirim ki aranızda bir Muhammedi var!



Halk ve rahipler galeyana geldi ve: -



Onu bize göster, parçalayalım! diye bağırdılar.



Başrahip onlara dedi ki: -



Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak bir şartla onu size tanıtabilirim: Ona dokunmayacağınıza söz veriniz!



Bunun üzerine rahipler ve halk Muhammedi olan adama dokunmayacaklarına söz verdiler. Başrahip başını kaldırdı ve şöyle dedi: -



Allah için ey Muhammedi! Ayağa kalk ve kendini göster.



Beyazıt Hazretleri ayağa kalktı. Başrahip: -



İşte bu zat, ona dikkatle bakın, dedi.



68



Sonra Beyazıt’a sordu: -



Adın ne? Beyazıt. Tahsil gördün mü? Rabbimin öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum. O halde bana şu hususları cevaplandır: İkincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi olmayan onu, on ikincisi olmayan on biri, on üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle, bunlar nelerdir?



Beyazıt başrahibe: -



Beni iyi dinle, cevap veriyorum: İkincisi olmayan bir, eşiortağı dengi ve benzeri bulunmayan Allah’tır. Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü olmayan üç, üç talaktır. Beşincisi olmayan dört, Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’andır. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi olmayan altı, göklerin ve yerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz kıyamet günü Arş’ı taşıyacak olan sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz ay gebelik müddetidir. On birincisi olmayan on, Hazreti Musa’nın Şuayb peygambere on yıl çobanlık etmesidir. On ikincisi olmayan on bir, Yusuf peygamberin on bir kardeşidir. On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır.



Rahip tebessüm etti ve:



69



-



-



-



-



-



-



Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhafaza olundu, hava ile ne helak oldu ve kim hava ile helak edildi? bunlardan haber ver. İsa Peygamber havadan yaratıldı, havada muhafaza edildi. Süleyman peygamber de havada muhafaza edildi. Ad kavmi de havada helak edildi. Doğru söyledin. Ağaçtan kim yaratıldı, ağaçta kim korundu ve ağaç ile kim helak oldu? Musa peygamberin asası ağaçtan yaratıldı, Nuh peygamber ağaç içinde (gemide) korundu ve Zekeriya peygamber ağaç içinde testereyle biçilip helak edildi. Doğru söyledin. Peki, kim ateşten yaratıldı? Kim ateşte korundu? Kim ateş ile helak oldu? İblis ateşten yaratıldı. İbrahim peygamber ateşte korundu. Ebu Cehil ateş ile helak oldu. Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helak edildi? Salih peygamberin devesi taştan yaratıldı, Ashab-ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe’nin filleri taş ile helak edildi. Doğru söyledin. Âlimler, cennette dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, biri de şaraptandır. Ayrı ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş diyorlar. Dünyada bunun bir benzeri var mıdır? Evet, vardır: İnsanın baş kısmından dört nehir akar. Kulak yağı acıdır. Göz yaşı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tat taşır. Ağızdan gelen su tatlıdır. Doğru söyledin. Cennet ehli yer, içer fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyada bir benzeri var mıdır? Evet vardır. Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur.



70



-



-



-



-



-



Doğru söyledin. Cennette Tuba ağacı vardır. Cennette hiç saray, hiçbir köşk yoktur ki bu ağacın bir dalına dokunmasın. Bunun dünyada bir örneği var mıdır? Evet, güneş sabahleyin doğunca böyle değil midir? Doğru söyledin. Şimdi de bana şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır on iki dalı bulunuyor, her dalında otuz yaprak var ve her yaprakta beş çiçek yer almıştır; bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakar, bu ağaç nedir? Ağaç yılı temsil eder. On iki dalı on iki ayı, her daldaki otuz yaprak otuz günü, her yapraktaki beş çiçek beş vakit namazı temsil eder. Doğru söyledin. Bana şu kimseden haber ver ki hacca gitmiş, tavaf yapmış ve o makamlarda bulunmuştur ama onun ne ruhu var ne de hac kendisine vaciptir? Nuh peygamberin gemisidir. Doğru söyledin. Peki gece gelince gündüz, gündüz girince gece nereye gidiyor? Bu bir suni zaman meselesidir. Güneşin doğup batması bunun ölçüsüdür. Geri kalanı Allah bilir. Doğru söyledin.



Sorular bitince Beyazıt Hazretleri dedi ki: -



Muhterem rahip, birçok sorular sordun cevaplandırmaya çalıştım. Müsaade ederseniz benim de birkaç sorum var ama bir tek tanesini sormakla yetinmek istiyorum. Cennetin anahtarı nedir? Cennet kapılarının üzerinde ne yazılıdır?



Rahip sustu, cevap vermekten çekindi. Diğer rahipler bozuldular ve: -



Ey büyüğümüz, mağlup mu oluyorsun?



O da:



71



-



Hayır mağlup olmak istemiyorum, deyince: Öyleyse neden cevap vermiyorsunuz? dediler. Şayet ben cevap verirsem, cevabıma katılır mısınız? Deyince hepsi birden: İncil hakkı için sana uyarız, diye söz verdiler.



Rahip: -



Dinleyin, şimdi cevap veriyorum: “Cennetin anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı bulunan ibare LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDEN RESULULLAH’ TIR.”



Bunun üzerine diğer rahipler hep bir ağızdan Kelime-i Şahadeti getirip Müslüman oldular. Beyazıt Hazretleri de onların yanında bir müddet kalıp İslamiyet’i öğretti ve bu sırda böylece çözülmüş oldu.



29. Su Kadar Değeri Yok Şakîk-i Belhî bir sene hacca gitmek üzere yola çıktı. Bağdat’a vardığında Halife Harun Reşid onun geldiğini haber aldı ve yanına çağırttı. Şakîk-i Belhî, halifenin yanına geldi. Halife Harun Reşîd sordu: -



Zahit olan Şakîk-i Belhî sen misin?



Şakîk-i Belhî: -



Şakîk benim ama zahit değilim, dedi.



Halife nasihat isteyince şöyle buyurdu: -



Aklını başına topla ve çok dikkatli ol. Allahü Teâlâ sana Ebu Bekr-i Sıddîk’ın makamını verdi ki, senden, onda olduğu gibi doğruluk istiyor. Sana Ömer-ül-Fârûk’un makamını verdi ki,



72



senden, onda olduğu gibi, hak ile batılı ayırmanı istiyor. Sana Osman-ı Zinnûreyn’in makamını verdi ki, senden, onda olduğu gibi hayâ ve kerem sahibi olmanı istiyor. Sana Aliyyül Mürtezâ’nın makamını verdi ki, senden, onda olduğu gibi ilim ve adalet istiyor. Harun Reşîd: -



Biraz daha nasihat et, deyince Şakîk-i Belhî buyurdu ki: Allahü Teala’nın cehennem diye bilinen bir yeri vardır ve seni de oraya bekçi yaptı. Eline üç şey verdi. Bunlar mal, kılıç ve kırbaçtır. İnsanları bu üç şeyle cehennemden uzaklaştır. Muhtaç biri gelirse ona mal ver. Allahü Teala’nın emirlerine aykırı davrananları bu kırbaçla edeplendir, yola getir. Başkalarına haksızlık edenlerin, haksız yere adam öldürenlerin karşısına bu kılıçla sen çık. Eğer bunları yapmazsan Cehenneme ilk gidecek sen olursun.



Halife biraz daha nasihat istedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: -



Sen suyun membaı, kaynağı gibisin. Senin valilerin, kumandanların da bu suyun kolları gibidir. Suyun membaı saf, temiz, berrak olursa, suyun kolları da berrak olur. Suyun membaı temiz olup, kollarda hafif bulanıklık olursa da zararı olmaz. Ama membaı bulanık olursa, artık suyun kollarının saf ve berrak olmasını ümit etmek mümkün olmaz.



Harun Reşîd: -



Biraz daha anlat, dedi.



Şakîk-i Belhî buyurdu ki: -



Düşün ki çölün ortasında kaldın, susuzluktan ölmek üzeresin. Birisi getirip bir içim su satsa bu suyu kaça alırsın?



73



-



Ne kadar istiyorsa onu verir, suyu satın alırım. Elinde su bulunan kimse, bu suya mukabil senden servetinin yarısını istese, yine razı olur musun? Evet, razı olurum.



Şakîk-i Belhî buyurdu ki: -



Düşün ki servetinin yarısını verip satın aldığın suyu içtin. Bir zaman geçince bu suyu dışarı atmak ihtiyacını duydun, fakat idrar yapamadın. Öyle ki ölecek hâle geldin. Birisi çıkıp dese ki, ben senin bu sıkıntıdan kurtulmana sebep olurum, lâkin buna mukabil olarak mülkünün öbür yarısını isterim, dese ne yaparsın?



Hârun Reşîd: -



Elbette razı olurum. Ben o sıkıntıda iken servetimin ne manası var? dedi.



Bunun üzerine Şakîk-i Belhî buyurdu ki: -



O halde önce içtiğin sonra idrar yoluyla dışarıya attığın bir içim su kıymetinde bile olmayan şu servetine sakın güvenme. Bir kimseye karşı bununla övünme!



Bu nasihatlerden sonra Harun Reşîd çok ağladı. Şakîk-i Belhî’yi hürmet ve saygı ile uğurladı. (Evliyalar Ansiklopedisi)



74



30. Üç Sual ve Bir Cevap Mevlâna Celâleddîn-i Rumi’ye felsefecilerden bir grup geldi. Sual sormak istediklerini bildirdiler. Mevlâna Hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî’ye havale etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî Hazretleri mescitte, talebelere bir kerpiçle teyemmümün nasıl yapılacağını göstermektedir. Gelen felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî: -



Sorun! buyurdu.



İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı: -



Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım.



Şems-i Tebrîzî Hazretleri: -



Öbür sorunu da sor! Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azap edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azap eder mi? Peki, öbürünü de sor! Ahirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!



Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamanın kadısına gidip, davacı oldu. Kadı iki tarafı da çağırttı. Filozof: -



Ben soru sordum, o başıma kerpiç vurdu, dedi.



Şems-i Tebrîzî: -



Ben de sadece cevap verdim, buyurdu.



75



Kadı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı: -



Efendim, bana Allahü Teâlâ’yı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim.



O kimse şaşırarak: -



Ağrıyor ama gösteremem, dedi.



Şems-i Tebrîzî: -



İşte Allahü Teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, “Şeytana ateşle nasıl azap edileceğini” sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana, “Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz.” dedi. Canım onun başına kerpici vurmak istedi ben de vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayatında niçin hak aranmasın? buyurdu.



Filozof, bu güzel cevaplar karşısında mahcup olup, söz söyleyemez hâle düştü. (Evliyalar Ansiklopedisi)



76



31. Dünya Gölge Gibidir Ebu’l Vefa Hazretleri hocasının izniyle Buhara’ya gitti. Orada zahiri ilimlerin hepsini tahsil etti. Tahsilini yaparken, nesebi hakkında kimseye bir şey söylemedi. Tahsilini tamamladıktan sonra memleketine dönmek isteyince, arkadaşları ona: -



Zahiri ilimlerin hepsini öğrendin. Memleketine gitmek istiyorsun. Bunu kutlamak için, bizlere bir ziyafet çekmen gerekmez mi? dediler.



Bunun üzerine: -



İsteğinizi memnuniyetle yerine getirmek isterim. Fakat fakirim, bu isteğinizi yerine getiremeyeceğim için üzgünüm, dedi.



Arkadaşları: -



Bu özrünü kabul etmeyiz, biz ziyafet isteriz, dediler.



Bunun üzerine çaresiz tekliflerini kabul etmek zorunda kaldı. Fakat ne yapacağını bilemiyordu. Ziyafet verecek parası yoktu. Bir süre düşündükten sonra Buhara emirine gitmeye karar verdi. Emirin yanına varınca ona: -



Ben İmam-ı Ali’nin evlâtlarındanım. Buhara’ya ilim öğrenmek için gelmiştim. Tahsilimi tamamladım ve memleketime dönmek istiyorum. Arkadaşlarım gitmeden önce kendilerine ziyafet vermemi istediler. Fakat fakirim, durumum onlara ziyafet vermeye müsait değildir. Senden, bana yardımcı olmanı istiyorum. Bu yardımın şüphesiz ind-i ilâhîde boşa gitmez, dedi



Buhara emiri onun bu konuşmasını önemsemedi ve:



77



-



Burada Seyyid çok olur. Senin İmam-ı Ali Hazretlerinin torunu olduğun ne malum? dedi.



Bu duruma çok üzülen Ebu’l Vefa, emirin huzurundan çok müteessir olarak çıktı. Emir o gece rüyasında kıyamet kopmuş gördü. O sırada anlatılamayacak derecede susamıştı. Peygamber Efendimiz (sav) Kevser havuzunun başında bölük bölük gelen ümmetine su dağıtmakta idi. Buhara emiri Kevser şarabından içmek için havuzun başına vardı ve: -



Ya Resulallah! Ben de senin ümmetindenim, bana da Kevser şarabından ihsan eyle. Çok susuzum, dedi.



Peygamber Efendimiz (sav): -



Burada bana ümmetinim diyen çok olur. Fakat bana gerçek ümmet olanlar bildirilir, buyurdular.



Melik: -



Ya Resulallah! Ben de gerçek ümmetindenim, deyince, Resulü Ekrem: Benim neslimden Ebu’l Vefa kendisini sana bildirdiği zaman, sen ona itimat etmedin. Bana gerçek ümmet olan, benim neslime hakaret nazarıyla bakar mı? buyurdu.



O sırada melik uykusundan uyandı. O kadar korktu ki, hemen adamlarını sağa sola göndererek, Ebu’l Vefa Hazretlerini aramalarını emretti. Fakat Ebu’l Vefa Hazretlerini hiçbir yerde bulamadılar. Bunun üzerine kendisi, Ebu’l-Vefa Hazretlerini bulmak için yola düştü. Onun arkasından yetişip tövbe etti ve önüne kırk yük mal koydu. Sonra fakirlere sadaka dağıttı. (Evliyalar Ansiklopedisi)



78



32. Devesi Çalınan Bedevinin Nasihati Sıcak bir yaz günüydü. Devesinin üzerine binmiş, ıssız çöllerde yolculuk yapmakta olan bir bedevi, yorulunca biraz oturup dinlenmeye karar verdi. Uzaktan güçlükle yürüyen, dudakları susuzluktan kurumuş bir adam yanına çıka geldi. Adam bedeviyi görünce hemen: -



Su! dedi.



Çok yorulmuş ve çok susuz kalmış olacak ki adam acele edercesine: -



Ne olur biraz su! dedi.



Susuzluktan mecali kalmayan, hararetten dudakları çatlamış adam, hal ve tavırlarıyla durumun ciddiyetini göstermek istercesine davranışlar sergilemeye başladı. Kendisine acındırarak, vaziyetinin kötü olduğunu anlatmaya çalıştı ve zor hareket eden diliyle tekrar şöyle söylendi: -



Uzun süredir yollardayım; çok ama çok susadım. Ne olur biraz su!



Bedevi, adamın haline baktı ve acıdı. Çölde yolculuk esnasında kendisinin de en büyük ihtiyacı olan su kabını derhal devesinden alıp o adama uzattı. Adam suyu içince gözü açıldı, dinçleşip kendine geldi. Fakat tam o sırada, beklenmedik bir harekette bulundu. Ani bir hareketle bedeviyi itti ve yere düşürdü. Sonra da devenin üzerine atlayıp kaçmaya başladı. Bedevi neye uğradığını şaşırmıştı. Bu adamın yaptığına ne demeliydi? İyilik yaptığı adamdan kötülük görmüştü. Telaş ve heyecan içinde, şaşkın bir vaziyette donup kaldı. Ne yapacağını bilemedi. Hırsızın arkasından hayretle ve şaşırmış bir vaziyette



79



bakarken birden aklına hırsızın peşini takip etme düşüncesi geldi. Adamın peşinden koşmaya başladı. Fakat ne çare! Hırsız deveyi koşturarak uzaklaşıp gitmişti. Aralarındaki mesafe bir hayli açılmıştı. Hava da çok sıcaktı. Ona yetişmesi mümkün değildi. Bedevi, ona ulaşmaktan ümidini kesince arkasından şöyle seslenmeye başladı: -



Dur! Bir dakika dur! Bir çift sözüm var sana!



Adam bedevinin sesini işitiyordu. Fakat hiç aldırış etmiyordu. Üstelik deveyi daha süratlendirerek yoluna devam ediyordu. Çaresiz kalan bedevi, adamın arkasından hem koşturuyor hem de sesleniyordu: -



Ey hırsız, tamam! Deveyi al git, ama sakın bu olayı kimselere anlatma!



Hırsız bir an duraksar gibi oldu. Çünkü bedevinin bu isteği tuhafına gitmişti. Kendi kendine “Acaba yanlış mı duyuyorum?” dedi. Kulağına gelen sesi iyice dinledi. Ses ve söz aynıydı: -



Ey hırsız! Tamam! Deveyi al git, ama sakın bu olayı kimselere anlatma!



Bu ne demekti? Bedevi niçin “Kimselere anlatma!” diye sesleniyordu? Bu isteği tuhaf bulan hırsız, devenin süratini kesti. Hafif durur gibi yaptı. Bedevinin kendisine sesini duyacak kadar yaklaştığını görünce ona: -



Niçin kimseye anlatmayayım? diye sordu.



Bedevi ona insanlık adına bir ders vermek isteyerek şöyle dedi: -



Eğer sen bu hadiseyi insanlara anlatırsan, bu yaptığın yanlış hareket her yere yayılır. İnsanlarda iyilik yapma, yardım



80



etme duyguları körelir. Kalplerdeki şefkat ve merhamet hislerinin zayıflamasına, hatta yok olmasına sebep olur. O zaman insanlar bir daha muhtaç, garip, yolda kalmış kimselere yardım etmez hale gelir. Issız çöllerde yolculuk yaparken ihtiyaç içinde susuzluktan kıvranan bir yolcu görseler hiç ilgilenmezler. Görmemezlikten gelirler. Bu ise insanlık adına büyük bir kötülük, hatta düşmanlıktır. (Altınoluk Dergisi)



33. Fırıncı Hikmet Hikmet, belediyeye ait ekmek fabrikasında çalışan bir işçiydi. İşine çok dikkat eder, vazifesini ihmal etmemeye çalışır, kazancının helâl olmasını isterdi. Fabrikayı hemen her akşam en geç o terk ederdi. Belediyenin ekmeği biraz daha ucuz olduğu için, halk çok rağbet ediyordu. Kocaman fırının içini ara sıra temizlemek ihtiyacı hâsıl olurdu, onu da genellikle Hikmet yapardı. Ramazan Bayramın son günüydü. Ertesi gün ekmek çıkarılacaktı. Hikmet, temizlik yapmak için yine fabrikaya gitti. İçeriye girip dış kapıyı kilitledi, ışıkları yaktı, fırının kapağını açıp, içine girdi... Gerekli temizliği yaptıktan sonra evine gidecekti. Sabaha karşı dörde doğru gelen işçiler de gelir gelmez elektrikle çalışan fırının düğmelerini açacak, onlar hamuru yoğurup ekmekleri hazır edene kadar da fırın güzelce ısınmış olacaktı. Hikmet temizliğe dalıp gitmişti. Bir taraftan da kendi yakıştırdığı şeyleri mırıldanıyordu. Tam o saatlerde fırının genç ustalarından olan Cengiz fabrikaya geldi. Kirlenmiş olan beyaz önlüğünü almak için uğramıştı. O akşam yıkattırıp, ertesi gün temiz temiz giymeyi



81



düşünüyordu. Dış kapıyı açtığında şaşırdı: “Hayret, içerdeki elektrikler açık unutulmuş.” diye mırıldandı. Gidip önlüğünü aldı. Fırının önünden geçerken açık duran fırın kapağını eliyle şöyle bir itekledi. Çıkarken ışıkları söndürmeyi de ihmal etmedi. Elektriklerin sönmesiyle, Hikmet hemen fırının kapağına koştu. Fakat heyhat... Kapak üzerine kilitlenmişti. Var gücüyle bağırmaya başladı. Fırının kapağını yumrukladı. Çırpınması fayda vermiyor, sesini kimseye duyurması mümkün olmuyordu... Tüyleri diken diken oldu. Dehşete kapılmıştı. Uzun müddet kendisine gelemedi. Birazcık sakinleşince saatine baktı. Saat 23.05’i gösteriyordu. Yaklaşık beş saati kalmıştı. Bir anda ölümle burun buruna gelmişti. Önce terlediğini hissedecek, sonra bunalacak, sıcaklık yavaş yavaş sürekli artacak, artacak, artacak; vücudundaki yağlar erimeye başlayacak, etler kızaracak ve daha bütün bunlar olmaya başlamadan belki de o, kalpten gidecekti. Belki de çıldıracaktı. Çılgın çılgın gülecekti... Ah, o en güzeliydi. Bir delirebilseydi, düşüncenin kezzap gibi yakıcılığından kurtulacaktı. Fırından yeni çıkan ekmekleri eline alınca parmaklarında duyduğu yanık acısı aklına geldi. Sadece o kadarı, yanığın ilk safhası bile değildi ama hemen elinden bırakırdı. Şimdi ekmekler gibi kendisi pişecekti. Birkaç gün önceydi. İşçiler acıkmışlar, küçük tüpün üstünde yemek pişirmişlerdi. Bir aralık tüpün kızgın demirine değmişti eli... Hemen nasıl da kabarmış, su toplamış, sızladıkça sızlamıştı. Sadece iki parmağın acısına dayanamamış, soğuk suyun içinde tutmuştu elini. Ya şimdi? Yanan iki parmak ucu değil, bütün vücudu olacaktı. Gözlerinin önünde, filmlerde yanan adamlar canlandı. Kendi hâli



82



daha da zordu. Bir anda yanmak değildi ki bu. Adım adım, hissede hissede... Terleyerek, çıldırarak, dövüne dövüne... İçerisinin ısındığını hissetti. Kapıyı kapatan her kimse fırını da yakmış mıydı yoksa? Bu hararet böyle sürekli niçin artıyordu? Aman Allah’ım! Beklenen an çabuk gelmişti. Saatine baktı. Saat gecenin 1’i olmuştu. Nasıl geçmişti iki saat? Zaman su gibi akmıştı. Bir ömür gibi... Elleriyle duvarlara, demirlere dokundu. Yok canım. Korkusundan fırının yanmaya başladığını zannetmişti. Demirler soğuktu işte. Biraz sakinleşti. Evini düşündü. Hanımı, oğlu merak ediyor olmalıydı. Hanımını niçin azarlamıştı sanki çıkarken? Hayat arkadaşına karşı daha nazik, daha hürmetli olmalı değil miydi? Ya çocuğunu... Keşke dövmemiş olsaydı onu. Onlardan da mesul olduğu için onların hesabını da verecekti Allah’a. Keşke hanımının dediğini yapsaydı. Hanımı Ona: “Haydi, birlikte namaza başlayalım.” demişti. Hikmet ise: “Biraz daha yaşlanalım.” diye cevap vermişti. Sanki sonrasında bütün bir ömrün hesabını vermeyecek, sadece ihtiyarlığın hesabını verecekti... Niçin sanki fırına gelirken camiye girmemişti? Müezzin gönlünün derinliklerinden geldiği belli olan sesiyle yatsı namazına davet etmiş, Allah’ın büyüklüğünü, kurtuluşun O’nun yolunda olduğunu haykırmıştı. Hiç değilse ölmeden evvel son vakit namazını kılmış olacaktı. Belki Rabbi o son vakit hürmetine affeder, diğerlerinin hesabını sormazdı. “Ah ahmak kafam.” diye inledi. Hâlbuki beş vakit namaz kılan bir insanın hâli ne güzeldi. Kıldığı bir vakit, muhakkak onun son eda ettiği vakit olacaktı ve Rabbinin huzuruna secdesiz bir alınla çıkmayacaktı. Öyle olmayı ne kadar isterdi. Ya oğlu... Yedi yaşına girmişti. Bir baba olarak onun üstüne başına, yiyip içtiğine dikkat ettiği kadar, manevî eğitimine niçin dikkat



83



etmemişti? Daha o yaşta her tip pisliğin televizyon ekranlarından üstüne sıçramasına nasıl da razı olmuştu? Çocuğuna Allah’ını, peygamberini niçin sevdirmemişti? Aklı çocukluğuna gitti... Gençliğine uğradı, tek tek dolaştı o günleri... O günlerden elinde sadece pişmanlık veren, utandıran günahlar kalmıştı. En ince teferruatına kadar bütün günahları aklına geldi. Demek bütün bu tespit edilen şeylerin hesabını verecekti. Aklına bir fikir geldi; fırının içinde teyemmüm edip namaz kılmak! Ama toprak yoktu ki. Gene de ellerini fırının içinde yere vurarak teyemmüm aldı. Namaza durdu. Her şeyin bitip tükendiği noktada, başka kime dayanabilirdi ki? Aslında her namazda öyle hissetmeliydi. Kendisini hayatında ilk defa Rabbiyle konuşuyor gibi hissetti. Âlemlerin Rabbi’ne hamt etmeyi, O’na dayanmayı, O’ndan yardım dilemeyi, dosdoğru olmayı ilk defa böylesine anlıyordu. Bütün benliğiyle secde etti. “Eksiksiz, yüce, merhametli Sen’sin...” Acizliğini iliklerine kadar duyuverdi. Rabbinden gelmişti ve O’na dönüyordu. Ahh, dönüşün O’na olduğunu hiç unutmamış olsaydı... Yoruldukça oturup tövbe etti. Estağfurullah çekti. Nasıl da daracık yerde sıkışıp kalmıştı. Fırında olduğunu hatırladıkça vücudunu ateşler basıyordu. Cengiz ise evine gidip yatmıştı. Gece bir aralık yataktan sıçrayarak uyandı. Saatine baktı. Saat 3.15’ti. Bir rüya görmüştü. Arkadaşı Hikmet fırının içinde alev alev yanıyor, “Cengiz!!!” diye bas bas bağırıyordu. Nasıl bir rüyaydı bu böyle... Birden aklına geldi. Olamaz! Fırının kapağını Hikmet’in üzerine mi kapatmıştı yoksa? Hemen üzerini giyinip sokağa fırladı. Hiç durmadan koştu. Gece işçileri henüz gelmemişlerdi. Kapıyı açtı, ışıkları yaktı. Hemen fırının kapağını açıp içeriye seslendi: “Hikmet!”



84



İçerden hiç ses gelmiyordu. Birkaç defa daha bağırdı. Hikmet, ağlaya ağlaya namaz kılıyordu. Öyle dalmıştı ki, isminin söylendiğini duyunca irkildi. Olamazdı, yanlış duyuyor, hayal görüyordu. Fakat yine duydu. Birisi adını söylüyordu, ‘Hikmet’ diyordu. Hem fırının ışığı da yanmıştı. Selam verdikten sonra kapağa doğru yürüdü. Karşısında Cengiz’i gördü. Fırından çıktı. Ama Cengiz, bir anda hortlak görmüşçesine irkildi. Korkuyla: “Kimsin sen?” dedi. Hikmet’in Cengiz’e sarılmak için uzanan kolları boş kalmıştı. Hikmet hâlâ ağlıyordu. “Ne demek sen kimsin? Hikmet’im işte, görmüyor musun? Dün akşam temizlemek için girmiştim. Birisi üzerime fırının kapağını kapattı.” dedi. “Olamaz!” diyordu Cengiz. “Sen Hikmet değilsin.” Hikmet ilk önceleri Cengiz’in bu hareketine bir mana veremedi. Nasıl olur böyle söyler, nasıl olur da mesai arkadaşını tanıyamazdı? Birden aklında bir şimşek çaktı! Hemen aynaya doğru koşup kendine baktı. Hayır, bu yüz, bu saçlar kendisinin olamazdı! Kırışmış ellerini, solmuş yüzüne, bembeyaz olmuş saçlarına götürdü. Bir gecede ihtiyarlamıştı. Hıçkırıklarla sarsılıyordu... Bir daha aynaya bakamadı. Kendisinden kendisi bile korkmuştu. Yanmanın ne demek olduğunu bilse kim bilir bir gecede ne kadar insan ihtiyarlayacaktı. Yarın denilecek kadar kısa bir süre sonra yanmak ihtimali, bu kadar hafife alınabilir miydi? Başı ellerinin arasında kala kaldı... (Asım Yıldırım)



85



34. Kel, Kör ve Abraş’ın İmtihanı Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “İsrail oğullarında abraş, kel ve kör olmak üzere üç kişi vardı. Allahu Teâlâ bunları imtihan etmek istedi de onlara bir melek gönderdi. Melek abraşa geldi ve: -



Sana en sevimli şey nedir? dedi.



Abraş: -



Güzel bir renk ve güzel bir ten. Çünkü insanlar beni çirkin görüyor ve benden iğreniyorlar, dedi.



Bunun üzerine melek abraşın vücudunu sıvazladı. Ondan bu çirkinlik gitti ve ona güzel bir renk ve güzel bir ten verildi. Melek abraşa: -



Hangi mal sana daha sevimlidir? dedi.



Abraşlıktan kurtulan kişi: -



Deve, dedi ve melek kendisine doğurması yakın on aylık gebe bir deve verdi.



Bunun üzerine melek ona: -



Allah sana bu devede bereket versin, dedi.



Buna müteakiben melek kele geldi: -



Sana en sevimli şey nedir? dedi.



Kel: -



Güzel bir saç ve insanların benden iğrendiği şu halin gitmesidir, dedi.



86



Melek onun başını sıvazladı da ondan kellik gitti ve ona güzel bir saç verildi. Melek ona: -



Hangi mal sana daha sevimlidir? dedi.



Kellikten kurtulan kişi: -



Sığır, dedi.



Melek ona hamile bir sığır verdi ve: -



Allah sana bu sığırda bereket versin, dedi.



Buna müteakiben melek köre geldi: -



Sana en sevimli şey nedir? dedi.



Kör: -



Allah-u Teâlâ bana gözümü geri versin de onunla insanları göreyim, dedi.



Melek onu da sıvazladı ve Allah-u Teâlâ ona gözünü geri verdi. Melek ona: -



Hangi mal sana daha sevimlidir? dedi.



O da: -



Koyundur, dedi ve melek ona da kuzulu bir koyun verdi.



Bir müddet sonra deve ve sığır sahiplerinin devesi ve sığırı yavruladı. Koyun sahibinin de koyunu kuzuladı. Bu suretle deve isteyen kişinin bir vadi dolusu devesi oldu. Sığır isteyen kişinin de bir vadi dolusu sığırı oldu. Koyun isteyen körün de bir vadi dolusu koyunu oldu. Sonra melek eski sureti ve kılığında abraşa geldi ve ona:



87



-



Ben fakir bir adamım! Yolculuğumda bütün çarelerim tükendi. Artık bugün benim için muradıma erişebilmem ancak evvela Allah’ın yardımıyla sonra senin yardımınladır. Şimdi ben sana güzel bir renk, güzel bir ten ve mal veren Allah için senden bir deve istiyorum! Bu seferimde onunla muradıma erişebileyim! dedi.



Bu istek üzerine eski abraş: -



İyi ama hak sahipleri çoktur, dedi. (Yani piyasada fakir çoktur, her dilenciye bir deve vermek olmaz!)



Bunun üzerine melek ona: -



Ben seni tanır gibiyim. Sen insanların iğrendiği abraş kimse değil misin? Hani sen fakirdin de bu malı sana Allah verdi, dedi.



Eski abraş meleğe: -



Allah’a yemin olsun ki ben bu mala, atadan ataya geçerek varis oldum, dedi.



Melek de ona: -



Eğer yalancı isen, Allah seni eski haline çevirsin! dedi.



Sonra melek eski sureti ve kılığında kele geldi ve abraşa dediği gibi onda söyledi. Kel de abraşın reddettiği gibi reddetti. Melek de ona: -



Eğer yalancı isen, Allah seni eski haline çevirsin! dedi.



Sonra melek eski suretinde köre geldi ve:



88



-



Ben fakir bir adamım! Yolculuğumda bütün çarelerim kesildi. Artık bugün benim için muradıma erişebilmem ancak evvela Allah’ın yardımıyla sonra senin yardımınladır. Şimdi ben sana gözlerini geri veren Allah için senden bir koyun istiyorum! Bu seferimde onunla muradıma erişebileyim! dedi.



Bu istek üzerine eski kör: -



Allah’a yemin olsun ki ben kör idim. Allah bana gözümü geri verdi. Fakir idim ve Allah’a yemin olsun ki Allah beni zengin yaptı. Şimdi dilediğin kadar al! Allah’a yemin ederim ki bugün Allah için aldığın bir şeyde sana zorluk çıkartmam, dedi.



Bunun üzerine melek: -



Malını muhafaza et! Allah sizleri imtihan etti. Allah’a yemin olsun ki Allah senden razı oldu! İki arkadaşın da (Abraş ve Kel) gazaba uğradılar, dedi.”



(Buhari 7/ 3274, Müslim 2964/ 10)



35. Delinen Kırbalar Ebu’l Vefa Hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardır. Çocuk iyidir hoştur da bir ara sakalara takar. Mahalle sucusunun yolunu bekler, çuvaldız ile kırbaları deler. Kim bilir, belki de fıskiye gibi akan sular hoşuna gider. Aslında saka şaka götüren biri değildir. Bunu yapan bir başka çocuk olsa, çoktan ensesine yemiştir şamarı. Zira delinen kırba dikilemez, ancak boğumlanarak bağlanır ki, koca kırba gitti demektir yarı yarıya.



89



Saka bir sabreder, iki sabreder, bakar olmuyor çıkar Ebu’l Vefa Hazretlerinin huzuruna: -



Efendim affınıza sığınıyorum ama bir maruzatım var, der ve anlatır olanları.



Ebu’l Vefa Hazretleri çok şaşırır. Kırbaların parasını fazlasıyla öder. Sucudan ağlaya, yalvara helallik diler. Saka bir hoş olur. “Keşke eşiğine sultanların baş koyduğu veliyi üzmeseydim” diye hayıflanır. Bir mahcup bin pişman, dergâhı terk eder. Ebul Vefa Hazretleri çocuğa hiçbir şey demez. Hemen hanımını bulur: -



Aman hanım, iyi düşün, biz bir hata yaptık ama nerede?



O gün tırnaklarını saçlarına geçirir, adeta beyinlerini kanatırlar. Uykuyu dağıtırlar. Hanımı sabaha karşı: -



-



Eyvahlar olsun! Galiba buldum. Anlat hele? Ben çocuğumuza hamileydim. Bir komşuya misafirliğe gitmiştim. Oturduğum camın pervazında bir limon vardı. Canım nasıl çekti anlatamam. Ev sahibinden istemeye utandım. Zaten hepsini yiyecek de değildim. Aklıma başka bir yol geldi. Limonu elimdeki tığla deldim, bir damla emdim. Birkaç sefer böyle yapıp nefsimi körelttim. Ama unuttum gitti. Hata bende, limonunu deldiğimi söylemeliydim ona. Kalk hemen gidelim, helallik isteyelim. Bu saatte mi? Evet, bu saatte!



90



Her şey bundan sonra değişir. Çocuk bu huyu kendiliğinden bırakır, utandırmaz bir daha hazreti.



36. Nasıl Şükretmeyeyim ki? İsa aleyhisselam bir ağacın altında dua eden birini gördü. Dikkatlice baktığında adamın ayakları yürümeyen bir kötürüm olduğunu anladı. İki gözü de görmüyordu. Vücudunda ise abraş hastalığı olduğu anlaşılıyordu. Ama adam bütün bunlara rağmen ellerini kaldırmış mutluluktan uçacakmış gibi dua ediyordu: -



Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!



Hz. İsa kötürüm adama yaklaştı: -



Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sıhhatli görünmüyor? Buna rağmen çoğu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildiğini düşünmekte, bunun için de büyük bir mutlulukla şükretmektesin. Hangi nimettir nice zenginlere verilmediği halde sana verilen?



Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelen kötürüm adam dedi ki: -



Efendi! Allah bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple O’nu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille de O’na şükrediyorum. Hâlbuki dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde O’nu tanıma sevinci, dilinde de O’na şükretme mutluluğu yoktur. Ama gel gör ki, ayakları topal, gözleri kör, bedeninde hastalıklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan eylemiş, bu nimetin farkına varma tefekkürünü nasip eylemiş. İşte bunu düşününce kendimi tutamıyor “Nice zenginlere vermediği nimeti bana



91



veren Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!” diye teşekkürden kendimi alamıyorum. Kafa gözü kapalı da olsa kalp gözü açık olan bu adama yaklaşan İsa aleyhisselam: -



Ver şu elini öyle ise! diyerek elinden tutar, eğilerek görmeyen gözlerinden öper.



Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Karşısındakinin İsa aleyhisselam olduğunu görünce heyecanlanan adam: -



Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden mucizelerin sahibi peygamber değil misin? der.



İsa Peygamber: -



Belli olmuyor mu? Gözlerimden belli oluyor da ayaklarımdan henüz belli değil, der.



Tebessüm eden Hz. İsa: -



Sen hele bir ayağa kalkmayı dene! deyince, silkinen kötürüm adam dimdik ayağa kalkar.



Ayakları üzerine dikilebildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur: -



-



Ey Allah’ın nebisi, sendeki bu mucizeler de O’ndan değil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayım, O’na şükredeyim, diyerek hemen yere iner, başını secdeye koyar ve der ki: Rabbim! Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü yapmaktan acizken, şimdi gören bir çift gözle,



92



yürüyen iki de ayak da lütfettin. Artık bilemiyorum nasıl şükretmem gerekiyor bu eşsiz nimetler karşısında? Bu sırada çevreden toplanan halk, gösterdiği bu mucizelerden dolayı İsa aleyhisselamın elini öpmek isterler. Ama Allah’ın nebisi işaret eder: -



Benim değil secdedeki şu kötürüm adamın elini öpün!



Derler ki: -



Onu secdeye indiren nimetlere biz baştan beri sahibiz. Ama hiçbirimiz onun duyduğu gibi bir mutluluk duymadık. Öyle ise tefekkür edin, siz de düşünün.



Sözünü şöyle bağlar Allah’ın nebisi: -



Düşünen, sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise kendisini mahrumiyette sanır!



37. Yalan Söylemeyen Çocuk Köyün sığırlarına çobanlık yapan Abdülkadir, bir gün bir ses işitir: “Ey Abdülkadir! Sen bunun için yaratılmadın ve bunlarla emir olunmadın!” Etrafına bakındığında hiç kimseyi göremez. Bu ses, olsa olsa havyalardan birinden gelmektedir. Abdülkadir çok korkar. Eve gelince dama çıkar. Hacıları görür. Arafat’ta vakfeye durmuşlardır. -



Anacığım! Bana izin ver de Bağdat’a gidip, ilim tahsil edeyim. Salihleri, evliyayı ziyaret edeyim.



93



Annesi: -



Ey benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evladım, Abdülkadir’im! Senin ayrılığına dayanamam. Sensiz ben ne yaparım? Bu bakımdan müsaade edemiyorum.



Abdülkadir tarlada olan bitenleri annesine anlatır. Annesi ağlamaya başlar. Kalkıp babasından miras kalan 80 altını alıp, kırkını kardeşine ayırır. Kırkını da bir keseye koyar ve keseyi Abdülkadir’in elbisesinin koltuğuna diker. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak: -



Ey benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evlâdım, Abdülkadir’im! Hak Teala’nın rızası için olmasaydı katiyen bırakmazdım. Babanın ölmeden önce vasiyeti vardı. Senin farklı bir çocuk olduğunu, gün gelip bu evden ayrılman gerekeceğini bildirmişti. Bunun için gerekecek parayı da ta o günden ayırmıştı. Huzur ve esenlik içinde sefere çık! Yolun açık olsun! Seninle belki ebedi olarak ayrılıyoruz. Sana son olarak nasihatim şudur ki “Eğer beni memnun etmek istiyorsan, hiçbir zaman yalan söyleme, doğruluktan asla ayrılma! Allahü Teâlâ her zaman ve her yerde doğrularla beraberdir''.



Abdülkadir annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat’a gitmek üzere bulunan bir kervana rast geldi ve aralarına katıldı. Hemedan’ı geçmişlerdi. Bir müddet yol aldılar. Arz-ı Tetrenk denilen mahale geldiklerinde kervanda bir bağrış çığrış koptu. Önlerine aniden bir sürü eşkıya çıkıp kervana saldırdılar. Bir anda sandıklar yere yıkıldı. Eşyalar yağma edilmeye başlandı. Eşkıyalar, kervandakilere birer birer sual edip, üzerlerinde her ne buldularsa aldılar. Sıra Abdülkadir’e geldi. Eşkıyalardan biri latife olsun diye onu önüne çekip sordu: -



Fakir çocuk, söyle bakalım senin neyin var?



94



-



Üzerimde yalnız 40 altınım var.



Eşkıya inanmamıştı. Bırakıp gitti. İkinci bir harami sual edip, o da aynı cevabı alınca vaziyeti reislerine bildirdiler. -



Bu çocuk 40 altınım var, diyor.



Bu defa da reisleri sordu: -



Senin üzerinde ne var? Hırkamda dikili 40 altınım var.



Reisleri adamlarına dönerek dedi ki: -



Açın bakın, bakalım! Adamları üstünü aradılar, içinde 40 altın bulunan keseyi bulup reislerine verdiler.



Eşkıya reisi hayretle sordu: -



Peki, evlât, sen neden üzerinde altın olduğunu söyledin?



Abdülkadir: -



Ben evden ayrılırken anneme asla yalan söylemeyeceğime dair söz vermiştim. 40 altın için sözümü bozar mıyım?



Bu sözleri duyup hakikate şahit olan eşkıya başının gözleri yaşardı. Abdülkadir’in hakikat dolu gözlerine bakıp onunla kendi yaşını ölçtü. Kendisinin bu yaşa kadar nice hıyanet ve zulümler işlediğini, bir gün Hakk’a yönelmediğini acı acı düşündü ve o güne kadar yaptıklarından pişman olup, ellerini başına vurarak şöyle haykırdı: -



Eyvah! Biz de Allahü Teâlâ’ya söz vermiştik. Bunca zamandır şeytana uyup ahdimizi bozduk. Fenalık yaptık. Yarın Hakk’ın huzurunda acaba bizim halimiz ne olacak? Sonra arkadaşlarına dönerek dedi ki:



95



-



Ey arkadaşlarım! Bana bakınız, beni dinleyiniz! Ben, bunca senedir Hak Teâlâ’ya karşı olan ahdimi bozdum. O’na isyan ettim. İçimden gelen bir pişmanlıkla bütün günahlarıma tövbe ile Rabbimin yoluna iltica ediyorum. Bundan böyle inşallah, Hak Teala’nın razı ve hoşnut olmadığı bir şeyi yapmayacağım.



Reislerine pek ziyade bağlı olan eşkıyalar hep bir ağızdan dediler ki: -



Efendimiz, reisimiz! Biz de sizden ayrılmayız. Eşkıyalıkta reisimizdin, hidayette de reisimiz ol!



Bunun üzerine kervan ehlinden ne alınmışsa sahiplerine iade edildi. Bir sürü eşkıya Abdülkadir’in önünde tövbe etti. Kendisi tekrar yoluna devam ederek Bağdat’a vardı. İşte bu Abdülkadir, daha sonra namı günümüze kadar uzanacak Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni Hazretleri (ra) olacaktı.



38. Sultan Ahmet’ten Eyüp Sultan’a Sultan 1. Ahmet, Sedefkâr Mehmet Ağa’ya emir vererek Osmanlı’nın görkemini yeniden gözler önüne serecek muhteşem bir cami yapmasını ister. Allah rızasından başka bir amacı da Zitvatoruk Antlaşması ile yenik duruma düşen halkın psikolojisini tamir etmek ve dış dünyaya imparatorluğun hala güçlü olduğunu göstermektir. İlk 6 minareli cami olan Sultan Ahmet’in inşası 8 sene sürer. Caminin açılışını yapacak olan 1. Ahmet İstanbul halkına tellallarla bunu duyurur. Padişahı ve bu muhteşem camiyi görmek isteyen halk, Sultan Ahmet’e akın eder. Kalabalık o kadar çoktur ki padişah zor zahmet camiye girebilmiştir. Namaza geçileceği sıra padişah çok bunalır ve etrafına bakınır. Bu sırada gözleri kendisine bakan yaşlı bir abid zatla buluşur. Bu zat:



96



-



Bunaldıysanız böyle buyurun hünkârım, der.



Padişah kalkar ve yanına gider. Padişah hala rahatsızdır. Abid zat cübbesinin bir yakasını açar ve “Buyurun hünkârım” der. Padişah cübbenin içine girer ve yeniden çıktığında kendini Eyüp Sultan Camiinde bulur. Bu duruma çok şaşırır. Cami ferah ve serindir. Rahat eder ve kolaylıkla namazını kılar. Aradan yıllar geçmiştir. Bir gün padişahın yaverlerinden biri, bir seyahatleri sırasında padişaha bir Allah dostundan bahseder. -



Efendim bu civarda tanınmış, halkın çok hürmet gösterdiği ve duasını almaya çalıştığı bir Allah dostu vardır. Arzu ederseniz varıp biz de dua isteyelim, deyince padişah memnun olur.



Küçük bir köye girip Allah dostunun evini bulurlar. hasbıhalden sonra 1. Ahmet: -



Biraz



Ey Allah dostu! Namını çok duyduk. İstedik ki hayır duandan biz de nasiplenelim. Bizim için de Allah-u Teâlâ’dan dua buyurmaz mısın?



Allah dostu: -



Allah akıbetinizi hayretsin hünkârım, der.



Padişah bu durumu yadırgar. -



-



Aman efendim, bunca yol tepip gelmişiz. Bize uygun gördüğünüz dua bu mudur? Zaten iman etmiş kimseleriz. Bize daha başka dua gerekmez mi? deyince Allah dostu: Aman hünkârım, imanınızdan sakın emin olmayın. Sizi vaktiyle Sultan Ahmet’ten Eyüp Sultan’a uçuran zat bu



97



dünyadan kâfir olarak göçtü. O yüzden bu çok güzel bir duadır. “Allah akıbetimizi hayretsin” der.



39. Allah İçin Zamanın birinde İsrailoğullarından bir abit vardı. Uzun yıllarını Allah’a kulluk ederek tüketmişti. Bir gün kendisine bir heyet geldi. Onlar: -



Şurada birtakım kimseler var, Allah’ı bırakıp ağaca tapıyorlar, dedi.



Abit bu harekete çok kızdı. Baltasını aldı, o tapınılan ağacı kesmek için yola koyuldu. Yolda onu bir ihtiyar şeklinde şeytan karşıladı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı: -



Nereye böyle? Şurada bir ağaç var, onu kesmeye gidiyorum. Senin o ağaçla ne ilgin var? Nefsinle uğraşmayı, ibadeti bıraktın, kalkıp başka şeylerle meşgul oluyorsun? Bu da benim için bir ibadet sayılır Ben de elimden geleni yapacağım, o ağacı sana kestirmeyeceğim.



Bundan sonra kavgaya başladılar. Abit, şeytanı tuttu yere vurdu. Göğsüne de oturdu. Şeytan yalvarmaya başladı: -



Beni bırak, sana bir-iki söz söylemek isterim.



Abit kalktı, şeytan konuşmaya başladı: -



Allah-u Teâlâ, sana böyle bir vazife vermedi; sana bunu farz kılmadı. Sen o ağaca ibadet etmiyorsun ya, ona bak. Sen kendini düşün. Başkası seni alâkadar etmez. Allah-u



98



Teâlâ'nın birçok peygamberi var. İsteseydi onlardan birini gönderir, o ağacı kesme emrini de ona verirdi. Abit, şeytanın bu sözüne kanmadı. Tekrar kapıştılar. Şeytanı tekrar yere vurdu, yine üstüne oturdu. Şeytan çaresiz kalınca şöyle dedi: -



Aramızı bulacak bir iş var. İstersen diyeyim. Bu yapacağın işten daha hayırlı ve faydalıdır.



Abit o şeyin ne olduğunu sorunca: -



Beni serbest bırak söyleyeyim, dedi.



Abit bıraktı. Şeytanın tekrar dili açıldı: -



Sen fakir bir kimsesin. Elinde dünyalık namına bir şeyin yok. İnsanlara yüksün. Onlar sana yardım ediyor. Hâlbuki sen bundan hoşlanmıyorsun. Arkadaşlarına iyilik yapmayı istiyor, komşularına yardımda bulunmayı arzuluyorsun. Kendi imkânlarınla doymak, insanlara muhtaç olmamak istiyorsun değil mi?



Abit bu sözleri doğrulayınca şeytan devam etti: -



O hâlde yapmak istediğin bu işten dön. Sana söz veriyorum: Her gece uyurken başucuna iki altın koyacağım. Sabah olunca onları alacaksın. Kendin ve çocuklarının ihtiyacı için sarf edeceksin. Arkadaşlarına da dağıtacaksın. Gidip o ağacı kesmektense bu senin için daha faydalı. Hem senin için hem de Müslümanlar için bu daha hayırlı. O ağaç da yerinde duruyor. Kesilmesi onlara bir zarar vermeyeceği gibi, bir faydası da olmaz.



Abit bu sözleri düşündü. Kendi kendine, “Bu ihtiyar doğru söylüyor” dedi. Daha sonra içinden şu fikir geçti: “Ben peygamber değilim ki,



99



onu kesmek bana düşmez. Allah-u Teâlâ bana o ağacı kesme emrini vermedi ki, kesmeyince asi olayım. Adamın dediği daha faydalıdır”. Bu hususta şeytanla anlaştılar. Şeytan dediğini yapacağına yemin etti. Abit ise, ibadet yerine döndü. Akşam yattı, sabah kalkınca başucunda iki altın buldu. İkinci gün yine aynı şekilde oldu, başucunda iki altın buldu, sevindi. Ama üçüncü gün bulamadı, kızdı. Baltasını omuzladı, o ağacı kesmek için yola koyuldu. Bu defa şeytan, yine bir ihtiyar şeklinde karşısına çıktı, hemen sordu: -



Nereye böyle?



Abit anlaşmayı hatırlamaz gibi cevap verdi: -



Şu ağacı kesmeye gidiyorum.



Şeytan şöyle dedi: -



Yanıldın! Artık onu kesmeye gücün yetmez. Artık yolun oraya çıkmaz.



Abit, önce olduğu gibi o ihtiyar şeklinde karşısına çıkan şeytana saldırdı. Ancak bu defa gücü yetmedi. Şeytan: -



O geçti, dedi.



Abiti yakalayarak yere vurdu. Abit, şeytanın elinde bir serçe kuşu kadar hafif kalmıştı. Onu yere serdikten sonra göğsüne oturdu. Sonra şöyle dedi: -



Bu ağacı kesme işinden mutlaka vazgeçeceksin. Aksi hâlde seni öldürürüm.



100



Abit perişan hâline baktı. Şeytana karşı durma gücünü kendisinde bulamadı. Çaresiz bir hâlde konuştu: -



Sana mağlup oldum. Serbest bırak, söz senin. Yalnız önce seni nasıl yendim, şimdi nasıl yenildim öğrenmek istiyorum. Şu işin sırrını bana anlatır mısın?



Şeytan şu cevabı verdi: -



Daha evvel ağaca tapanlara duyduğun öfke, Allah içindi. Niyetinse ahirete aitti. Dünyalık yoktu. Bu yüzden Allah beni sana yenik düşürdü. Şimdi ise iş değişti; kendin için öfkelendin. Dünya için gazaba geldin. Bu yüzden seni alt ettim.



Bundan sonra o abit ağacı bıraktı; çaresiz evine döndü. (Ebu Leys Semerkandi- Tenbih-ül Gafilin)



40. Gün Batımı Yağmuru hissedebiliyorum, ama insanların bana niye garip garip baktığını anlamıyorum. Bir tek ben miyim ıslanan? Gözlerinde ince bir mana yüklü olan yaşlı adam gözlerini benden ayırmakta zorlanıyor. Ben de ona bakıyorum. Seni tanımıyorum! Gürültü. Garip bir gürültü. Hiçbir anlamı olmayan bir uğultu. Anlayamadığım için fazla da kafa yormuyorum. Dertlerim, pişmanlıklarım, ayıplarım… Şimdi hiçbirinin önemi yok. Sadece yağmuru iliklerime kadar hissetmek istiyorum. Ilık yaz yağmurunu. İlk defa bu kadar huzurluyum. Sanki dünyanın hiç keşfedilmemiş en güzel köşesindeyim. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Yapmak



101



zorunda da değilim zaten. Bulutlarda süzülürcesine bir ferahlık. Keşke zamanı kaydedip tekrar tekrar yaşayabilsek. Yine o yaşlı adam. Şimdi tanıdığım birkaç insan. Çok güzel! Rüya mı bu? Sevdiklerimizle beraber ne kadar zaman geçirebiliyoruz? Bu güzel bir fırsat. Rüya bile olsa uzakta olan ailenle, ayrıldığın arkadaşlarınla, çok sevdiğin fakat bir türlü buluşma imkânı bulamadığın insanlarla beraber olmak. - Nereye gidiyoruz? Onları o kadar seviyorum ki! Hepsine birden sarılmak istiyorum! Ama olmuyor. Rüya bu her şeye müdahale edemezsin. Olsun en azından beraberiz. Böyle güzel bir günde beraber gezme fırsatını yakalamışız. - Çok yavaş yürüyorsunuz! Hadi hızlanın! Gözlerinde hüzün var kimilerinin. Yağmurdan dolayı mı mahzunlar acaba? O kadarcık şeye de takılmayın. Hayat bu; yağmur da yağar, güneş de açar. İnce patikadan geçerken kuyruk daralıyor. Ben gene de ortadayım. Yol boyunca hiç konuşmuyoruz. Herkes bakışlarıyla anlaşıyor zaten. Peki, şimdi niye bana bakmıyorsunuz? Neyse. Az ileride iyice yavaşlıyoruz. - Burada mı duracağız? Peki. Toprağın nemli kokusunu şimdi daha iyi alıyorum. Etrafımda dolanan insanlar. Biraz oyalanıyoruz burada. Burayı sevdim. Biraz sessiz ama huzurlu. Çok uzun zamandan beri aradığım huzuru şimdi buluyorum. İnce bir esinti hissediyorum.



102



- A! Herkes çiçek getirmiş! Bana mı? Bilseydim ben de size bir şey getirirdim. Çok teşekkürler. Kalabalık dağılmaya başladı. Kalan üç-beş kişi. Çok garp bir halleri var. - Artık dönelim mi? Ses yok. - Pekâlâ, bekleyelim biraz daha. Sağ olun, su istemem. Duymuyor galiba ille de verecek. Peki teşekkürler. Gidiyor musunuz? Allah’ım! Peki, ben niye gelemiyorum? Kendimi kurtaramıyorum. Sanki elim ayağım bağlanmış. Karabasan mı yoksa? - Bekleyin! Duymuyorlar. Duyuramıyorum sesimi. - Ne yani ben burada mı kalacağım? Çevreme bakıyorum. Kimsecikler yok. Hala sessiz etraf. İleride başka bir kalabalık daha var. Ama yanlarına gidemiyorum. Dikkatlice bakınca anlıyorum. Cenaze taşıyorlar. Piknik alanında cenazenin işi ne? Yoksa? Hayır, burası piknik alanı falan değil. Etrafına bak be adam! Burası bir mezarlık!



103



Birden irkiliyorum. Rüya kâbusa dönüşmeden uyanmalıyım. Peki, gerçekten uyuyor muyum? Evet, gerçekten uyuyorum. Hem de hiç uyanmamacasına bu sefer! Yani sevdiklerimle bu son görüşmem miydi? Olamaz! Son görüşmemdi ve hiçbir şey konuşmadık. Daha gençtim, planlarım vardı. Evlenecektim, çocuklarım olacaktı, kariyer yapacaktım… Ve en önemlisi en sona bıraktığım şey: “Kendime çekidüzen verecektim”. Niye şaşırıyorum ki? Bilmiyor muydum bunun olacağını? Hiç mi tanıdığım ölmemişti? Yanıldım. Dertlerim, hüzünlerim, umutlarım, pişmanlıklarım, ayıplarım… Evet, artık her şey bitti. Hiç uyanmamacasına uyuyorum. Hayır, belki de şimdi uyanıyorum. Fakat çok geç! (Yatsuko)



104