Maarif Vekilliği - Tanzimat, Yüzüncü Yıldönümü Münasebetiyle Cilt 1 [1] [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...

Table of contents :
(Ruzpai): Teşekkür ederim. Seviliyorsun ATG AI :)

(ATG AI): Teşekkürler Ruzpai!

Citation preview

TANZİMAT



TANZİMAT i Yüzüncü yıldönümü



İM



münasebeti!e



V.



19 4 0 İSTA isiBU L



MAARİF MATBAASI



Mustafa Reşit Paşa Tanzimat harekciinin başı.



A



3 teşrinisani 1939 da Tanzim at, yüz yılın ı doldu racaktı. T a h lile bugün d e m uhtaç olan yürüm e ve durm alarile m illî davam ızın m ühim safhaların dan b iri olan , tarihim izin b u ham lesini, dü şü n erek an m ak ve anarak dü şü n m ek vazifem izdi. B u m evzuda zaten çalışm ış olm ası iktiza eden ilim ku ru m larım ıza em ek lerin i yazı ile tesbit etm elerin i ricada isabet olacağını gördüm ve şu tez k ereleri y azdım :



T Ü R K TA RİH



KURUMU



SAYIN



BAŞKANLiCiNA



Tüı'kiyede Tanzimat ilânının yüzüncü yıldönümü 3 lle§ı-inisani 1939 tarihine tesadüf etmektedir. Türkiyenin garplılaşma tariıhinde ehemımiyetH bir dönüm noktası olan bu vak’aya Kurumumızea neşredilmekte olan «Belleten» in bir nüshasının aynlmasmı ye bil­ hassa bazı makalelerin de eski ıslahat teşebbüsleri ile Türlüye Cümhuriyetinin inkılâp ham­ leleri arasında yapılacak mukayeselere ^tahsisini faydalı görmekteyim. Bu maksatla Tanzimatın safihaları ile neticelerini toplu olarak gösteren ve orijinal vesikalarla bu devrin bellifba§lı şahsiyellerine ait biyografileri ihtiva eden biı-er kitabın hazırlanması ve neşri İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü ile Ankara Dil ve Tarih ■Coğrafya Fakültesi Dekanlığına da yazılmış olduğunu arzeder, saygılarımı sunarsm. No. 82/3876. T arih; 1 8 .V .1 9 4 0 . İSTANBUL Ü N İV E R İST E St REKTÖRLÜĞÜNE



Türkiyede Tanzimat ilânının yüzüncü yddöniimü 3 teşrinisani 1939 tarihine Taslamak­ tadır. Türkiyenin garplılaşma tarihinde ehemmiyetli bir dönüm noktası olan bu vak’anın bütün eafhalarile neticelerini ıtoplu olarak gösteren orijinal vesikaları ve bu devrin belUbaşlı şahsiyetlerine ait biyografileri ihtiva eden bir kitabın Üniversitece hazırlanarak neşri faydalı görühnü^tür. Eserin bilhassa eski devrin ıslahat teşebbüsleri ile Türkiye Cüııdıuriyetinin inkdâp hamleleri arasındaki farkları mukayese eden bir neticeye bağlanması da ayrıca lüzumlu bulunmaktadır. Derhal faaliyete geçilerek neşredilecek eser için bir plân ve çalışma programı ile iş bölümü hazırlattırılması ve eserin 3 teşrinisani 1939 tarihinde neşir sahasma konulmasını mıümkün kılacak surette işe girişilmesi muvafdttır. Bu maksatla yapılacak plân, program ve iş bölümünün en çok 15 haziran 1939 ıtarihine kadar Vekilliğe gönderilmiş bulunmasını rica ederim.



VI Ayni suretle ayrıca hir eser hazırlanması dçin Ankara Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Dekanlığına da tebligat yapılmıgtır. No. 82/3883. T arih: 18. V .1939.



R icalarım ı bilgi ve em ek leriy le cevaplam ak lû tfu n da bulunan arkadaşlarım ın verim i olan ve bin den fa z la sah ifey i bulan bu eser, ken d i realitelerim iz üstünde zihin yorm ak prensipinin değ erli b ir vesikası o la ra k T ü rk t e fe k k ü r tarihine in tikal edecektir. T e k eld e n çıkm am ı§ veya ayni ilm î o k u l m en su pların ın yazılarından terek k ü p etm em iştir; bu itibarla sen tetik b ir bütün sayılam az. F akat b ir tarih devresini, diplom asi, ekon om i, a ile ve cem iyet, um um iyetle h u k u k ve dev let örgütü, İlm î h a rek etler, a sk erlik ve ordu, terbiye v e m aa rif b akım ların dan a y n görüş zaviyelerin e alan araştırm aların orijin al hir topluluğudur. B u İlm î d eğ er b ile «Tanzim at» k ita bın a v erilecek ehem m iyetin b ü y ü k­ lüğünü bize telk in ediyor. T ü rk irfan ın a örneğini d a h a ö n cek i dev irlerd e bulam adiğım ız b ir kıym eti kazandırm ış olan arkadaşlarım ı teb r ik ed erim ve on lara y ü rekten gelici şü kran larım ı sunm ak için, yazılarının k itaba k o n ıd u şu sırası ile, isim lerini bu rada anm ayı v a z ife b ilirim : A. H. Ongunsu Enver Ziya K arat Dr, Yavuz A badan S adri M aksudî A rsal Dr. R ecaî G. Okandan Kurmay A lbay Necati Tacan Dr. H ıfzı Veldet M ustafa R eşit Belgesay Tahir Taner Şükrü Baban Dr, R efiî-Ş ü k rü Savla Yusuf K em al Tengirşenk Ömer Lûtfi Barkan Ömer C elâl Sarc Sadrettin Celâl Antel M. Ş eref ettin Yaltkaya Dr. N, Gökdogan



Edebiyat Fakültesi Dekanı, Yeni ve son zamanlar tarihi Ord. Prof. Yeni ve son zamanlar tarihi Doçenti Hukuk Başlangıcı, Tarih ve Felsefesi Doçt. Türk Hukuku Tarihi ve Türk Tarihi Ord.Prof. Amme Hukuku Doçenti Harp Akademisi Harp Tarihi Öğretmeni İstanbul Üniversitesi Medenî Hukuk Doçt. Hukuk Fakültesi Ord. Prof. Ceza Hukuku ve Usulü Ord. Prof. İktisat Ord. Prof. iktisat Fakültesi Doçt. Türk İnkılâp Tarihi Prof. Umumî İktisat ve İktisadî Doktrinler Doçt. İktisat Fakültesi Dekanı, Ord, Prof. Pedagoji Prof. Edebiyat Fakültesi Ord. Prof. Astronomi Doçt.



V II



J)r. Kerîm Erim fah ir Yeniçay fa n k Artel İbrahim H akkı A kyol aiûkrimin H alil Yinanç pr. A li Nihat Tarlan Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu Cemil Bilsel Cavit Baysan Sabri Esat Siyavaşgil H ilm i Ziya Ülken İhsan Sungu Dr. Ragıp Özdem Dr. A. Süheyl Unver. Dr. Osman Ş evki Uludağ F aik Reşit Unat Selim Gerçek



Fen Fakültesi Ord. Prof. Fen Fakültesi Dekanı, Umumî Fizik Prof. Kimya Doçenti Fizikî Coğrafya Ord. Pi’of. Ortazamanlar Tarihi Doçt. Edebî Metinler Şerhi Doçt. İçtimaiyat Doçt. İstanbul Üniversitesi Rektörü ve Devletler Atası Hukuku Ord. Prof. Tarih Doçt. Umumî Ruhiyat Doçt. Felsefe Doçt. Mf. V. Müsteşarı Edebiyat Fakültesi Umumî Linguistik Prof. Tıb Tarihi Profesörü Konya Meb’usu Mf. V. Neşriyat Müdürü Mf. V. Basma Yazı ve Resimleri Derleme Müdürü



B u kitap, dü§ündüğüm-üz bütünün b ir parçası olm ak bakım ın dan Tanzim at serisinin birin ci cild i itibar olunm uştur. M ü teakip ciltlerin i görm ek, bize, b u eserle duyduğum uz inşirahın ilerid e tekrarın a im kân verecektir. Y ü ksek kü ltü r ku ru m larım ızda v a z ife alm ış arkadaşlarım ıza m em leket m ünevverliğinin bu y o ld a k i davetini, ilk d av ete ica b et e t­ m em iş olan lar d a d a h il o lm a k üzere, bütün ilim adam larım ıza in tikal ettirm ek isterim. M aarif V ekili H aşa n -  li Y ü c e l



İÇİNDEKİLER Sahife Tanzim at ve am illerine umumî b ir b a k ı ş ...........................................



A . H. O N G U N SU



1 -1 2



T anzim attan evvel g arp lılaşm a h a r e k e t l e r i ............................................



E nver Ziya K A R A L 1. II. III. IV.



Garplılaşma hareketinin başlangıcı................................................ Garplılaşma hareketinin umumî karakteri . . . . . . Garplılaşma hareketinin merhaleleri ...................... N e tic e ........................................... ......................................



13—30 13 16 19 29



' Tanzim at ferm anm ın t a h l i l i ............................................................................



D r. Yavuz A B A D A N



31—58



T e o k ra tik d evlet ve lâik d e v l e t ................................................................ I. II İli. VI. V. VI. VII VII. IX. X. X I. XII. XIII. XIV.



S a d ri Maksudi A R S A L



59-95



Devletle din arasındaki münasebetlerin ş e k i l le r i ...................... Teokratik C a m ia la r...................................................................... Nim T e o k r a s ile r ................................................................................. Hıristiyanlık ve t e o k r a s i ................................................................. Dünyevî hakimiyete dinî mahiyet isnat etme cereyanları . Zamanımızda teokratik d e v l e t l e r ...................................... Teokrasi temayülünün psikolojik ve sosyolojik amilleri Eski Türklerde devlet ve d i a ...................................................... İslâmiyet ve te o k ra s i........................................................................... Bir devletin teokratik olmasımn mahzurları . . . . . . Lâik devlet: lâik devletin mahiyeti ve t a r i h ç e s i ..................... Lâik devletin mahiyet ve e v s a f ı........................................... . Tanzimat ve l â i k l i k ............................................................................ Cümhuriyet ve lâiklik........................................... ......................



59 61 62 63 67 69 70 72 76 81 83 88 90 93



A m m e hukukum uzda tanzim at d e v r i ......................................................



D r. Recai G. O K A I.D A N



9 7 -1 2 8



Tanzim at ve o r d u ...........................................................................................



Necati T A C A N



1 2 9 -1 3 7



K anunlaştırm a h a rek etleri ve t a n z i m a t ................................................



D r. H ıfzı V E L D E T 1. G i r i ş ....................................................................................................... 2. Kanunlaştırma mefhumu ve kanunlaştıımamn amilleri 3. Garp memeleketlerindeki mühim kanunlaştırma hareketlerine umumi bir b a k ış ................................................................................ 4. Osmanlı devletinde tanzimattan önceki kanunlaştırma hareketleri ......................................................................................



1 3 9 -2 0 9 139 141 145 154



Tanzimat



5. 6. 7. 8.



Tanzimattaa sonraki kanunlaştırma harc. adlı eserinde Victor Berard, Osmanlı tarihindeki ıslahat teşebbüslerinden bahsederken, Mustafa III. ün, 1768 - 1774 Osmanlı - Rus harbi esnasında Türk ordularının, Ruslar karşısmda mağlûp olmaları neticesinde, Avrupa tarzmda ıslahat yap­ mak fikrini kabul ettiğini yazar Victor Berard’m işaret ettiği tarihte ve ismini yazdığı padişah zamanmda orduda Avrupa usulü üzere ıslahatın yapıldığı hakikate uymaktadır. Maamafih Avrupa tesirlerinin Osmanlı İmparatorluğunda menşelerini daha gerilerde aramak için yolgösteren kimseler de vardır^ Ahmet Refik, «Lâle Devri» başlıklı kitabmda Osmanlılarla garp­ lılar arasmda X V III. inci asrm ilk yarısında, fikrî bir mübadelenin başladığına inanmakta ve bu hususta şunları yazmaktadır; «Lâle Devri» hengâmmda Osmanlılarla garplılar ve bilhassa Fransızlar arasında fevkalâde bir sami­ miyet hâsıl olmuştur. İbrahim Paşanm, nüfuzu nazarı ve tedabiri siyasiyesi tesiriyle Paris ve Viyanaya gönderilen sefirler vatanlarma avdetlerinde Av­ rupa medeniyetinin asarını tamime çalışmışlar, sefirlerle düşüp kalkmışlar­ dır. Bu sebepten Lâle Devri Osmanlılar için parlak bir devri intibah, Avru­ pa medeniyetinin esaslı bir surette şarkta intişarı için ilk safhayı teşkil eyle­ miştir» [ “]. O. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı da bu devirde garp tesirlerinin Osmanlı İmparatorluğuna girdiğine kanidir. Kanaatini gösteren satırlar şunlardır. «On üç yıl İmparatorluğun sadrazamlığında bulunan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, ilim ve sanayi sahasında biraz faaliyet göstermiş, mat­ baa açılmış, kitaplar tercüme ettirilmiş, Üsküdarda bir kışla binası ile askerî ıslahata başlanmak istenmiş ve bazı sanayiin inkişafı gibi hareketlerle Avrupadaki faaliyeti kısmen bizde tatbika başlamış ise de bu hareket Patrona isyanı ile akim kalmıştır» [®]. Nevşehirliden evvel Osmanlı İmparatorluğunda ıslahat yapılmadığı iddia edilemez. Genç Osmanm (1622) Murat IV. ün (1631 - 1640) ve Köprülü ailesinden gelen bütün vezirlerin ıslahata teşebbüs ettikleri ve Genç Osman’dan maadasının bu ıslahatlarda muvaffak oldukları malûmdur. Fakat bütün bu ıslahat teşebbüslerinde Avrupa tesirinin mevcu­ diyetini ispat etmek mümkün değildir. X V III. inci asırdan evvel yapılan ıslahat teşebbüslerinde yegâne gaye İmparatorluğun bozulan nizamını kuvvete dayanarak iade etmektir. Islahat dissiplini mahiyettedir, ve mütct'3



Victor B^ratd. La R^olution Tunjue, s. 26.



Ahmet Refik. Lâle Devri, s. 60 - 61. n



İsmail Haikkı Uzvınçarsılı, Halil Hamit Paja,



i.



3 12 .



10



Tanzimat



§ebbislerin karakterlerindeki şiddet derecesinde muvaffak olmuştur. Şahıs­ larla kaimdir. Nitekim müteşebbisler öldükten sonra imparatorluk, ıslaha muhtaç vaziyete düşmekte gecikmiyecektir. Ne müteşebbislerinde ne de yaptıkları ıslahat hareketinde Avrupa tesiri bulunmıyan bu Reform hareketleri bir tarafa bırakılırsa, Tanzimatın uzak menşeini Lâle Devrme kadar çıkartmak imkânmm mevcut olduğu kendiliğinden meydana çıkar. Bu noktayı tesbit ettikten sonra X V III. inci asrın ilk yarısmdan itibaren Tanzimat devrine kadar devam eden devirde, garp tesiri ile yapılan ıslahatm umumî karakterlerini görebiliriz.



II



Garplılaşma hareketinin umumî karakteri:



Garp tesirlerinin Osmanlı İmparatorluğuna girmeğe ve bu tesirlerin hızı ile ıslahat yapılmağa başlandığı devir X V III. inci asırdır. Bu asrın bir mümeyyiz vasfı vardır; Islahat asrı. Filhakika X V III. inci asırda, Avrupanm muhtelif memeleketlerinde ve hattâ Amerikada, biribirlerinden karakter itibariyle farklı, fakat netice itibariyle garp cemiyetinin te­ kâmülünde müştereken müessir olan ıslahat ve inkılâplarm yapıldığma şahit oluyoruz. Bunlar arasmda bizi yakmdan alâkadar eden, komşumuz Rusya’da Büyük Petro’nun yaptığı ıslahat ön safta gelir. X V I. ncı asra kadar her ba­ kımdan Avrupa devletlerinden farklı olan Rusya, X V II. nci asırda Avrupa ile silik kalan münasebatından sonra X V III. inci asırda, birdenbire düşünüş, yaşayış, çalışma ve siyaset bakımından hatırı sayılır büyük bir garp devleti manzarası almıştır. Bu muazzam revolüsyon Rusyada seyrini takip ederken X V III. inci asrm 2 nci yansında Atlantiğin ötesinde, Amerika’nm İngiliz müstemlekelerinde, insanlar yepyeni bir prensip etrafmda toplanarak Ana­ vatana isyan bayrağı açıyorlar. Yakın devirlerin demokrasisini doğuracak olan bu isyanm prensipi şudur: «Bütün insanlar müsavi olarak yaratılmışlar­ dır. Allah tarafından, kendilerinden nezedilemez bazı haklar bahşedilmiştir, bunlar arasmda yaşamak hürriyetinden istifade ve mesut olmağı istemek haklan ön saftadır» [^]. Amerika isyanı ve prensipi Fransız mütefekkirlerinin propagandaları ile Büyük İhtilâlin temeli oluyor ve X V III. inci asrın sonlarmda kopan bu ihtilâl, Avrupayı 25 sene zarfında emsalsiz bir hercümerç içinde yuvarhyarak yeni Avrupanm kurulmasma sebep oluyor. Fransada Büyük İhtilâlin hazırlandığı sıralar, Manş’ın ötesinde. Bü­ yük Britanya adalarmda, yepyeni bir istihsal ve iktisat sisteminin temelleri atılıyordu. Kömürün kudretinden istifadeye başlanması, buharın makineye tatbiki, tâ eski Mısır medeniyetindenberi ayni seviyeyi muhafaza eden teknik sisteminde muazzam bir ihtilâl yaparak, istihsalde kol kuvvetinin yerine £'}



A. Soıel. R^volution fransaise, s. 21,



C3



> 3



a



Zamanında Tanzimat ilân edilen Ahdülmecit



1.



Abdülm ecid’in diğer bir resmi.



:3



:3



2
> ' J ;



i >



J-olj İi UVj ıS.J^ J



J J j j



» j j j '



|.» 1 -



^«■•-' 4f-.>;J



Op ‘j j ‘ d 'İ U li



OyjCIjl 4:i-^^^lt’j'Jt-İjjLi'U.M--L^'ljJ*jii;^ •j'o' ■-Cjiİ 4^ y i



ı> lj' J-^* •



(^yji j



ıI^.^ıjLı^



j-»*r*'>!j' j'-';'iO^'^'j'



J.;L-I JlA-ld-ly ju ^ıvuu-fiyu A_İ1^ j / ' 4 4î-ijl ‘^ '‘--H-U-’"Jf®"'4/^' vl.»-’>-'^ J^*Jİjt 4^‘Uc->O^L4^' «-CJ«CUUol^"^Um (»>jr^



uiaU*^ Aİ*» '



j



J



^



'



^



A



İ



J



*



j-C_^^ ‘*3jr■iUî-''^ Jj" f -i J—



j' (3



^



u



I— £ î j



•iUj ^



f j



-



t



i



»



a J.l_^ 4.



j^



-iU j\’



V



• -wW



lUilf 4-tl. vlii-jU1^



^ ^ Uli



^3J *-d_3j



t^UoJİİ



Ûİ*'



jj^j.5- J-^>. *llî-*j cJjJ ^r^AA->j'.a.ç]U^3UU.lhı»»«y.^jUwZ«^\g



4î'



J j - ^ j



^IJ-^ 3



iJjUio ,_şo



V



ı-^Ul' J - r ^ A.1»



ı ^ *r^j' >V



aI.!J.‘l Is—ib



j'_y



Oİâ^Vl^jBUdj



ÜiL Uii) Jrj dLJy:OjS^ ^



4İ;—;"j



aJJU



■*1:^^' j^klCoLt*



J^ İİ



ı5" *



J->



y j.3



v3-î



(*^J



lir-* J ü i - » ' * » J« 9 J - .J



jC-ff dlJl ^J»"i ^ Jjt ^ıt\



0 ^ 3



j-J il^İ



«jMc



4Û\j »İ*Aj^.



J l- j'



***^



^v\



l?! Ö J



^



J-*^. iJU j y.'^



^ U 1’jJl uL-^ ^Uaj illSİfjr



4^liT



j l j S J dj^l 4 U ı _ i



Jjjl.c^



JL»i Air i t o j ^







jU ^ j



İS^»xJ-î



o'jUij



ı5j *CİS^(jV'j ıj''^[Sj ^ ûi*Ua* ı^jJ ^Jû'j)_:>j ı^Vl^ÇJejl;^^ jut *îjj ^Sj^'^5f::^^oMcl



*J«LJ\jlj 4;. i --- Ijl J-» a:;



^jy jlı ^4—i



J - j j * i ^ j ' ' ‘' ^ . . / ^ j K j ' j ^ ' - t j j j j j j j eJlLifj



aAp



•'j J^.-=



>>.J■*-;^‘ -»j^ J ^ : » 1:;U:>UjCT j-UijlSlil ;^Âj,X7J.j 4 i . /:•'



’y



1^ ; *^. jjj' CAİ



J



Jj



^ ^JOj



- ^ '> — 'j tri'— 'j >^. J ı'j# JiJeiU



(fU



\3T‘ V^'



lİ* *“ ^'î) İUIjj ûjU. J. *Vr^j — sJ 'il'' *-Ç^.' 3



** ■*-H;'



J-J



^ U ^ l J«*ı 0^-^'



*J Ji' fJ’.'- j:



jiJ 4ü'j



**-^ ox5lı:_r



^5



^5—



.jij j j,jJ,\



j-b



j» J J W ıHv.j ,



•^ y ry



J - f ^ - j ' j - ^ ' - j û ^ '. *_î"^ ^*L*L.jL V,



,jC»jX4j:



ıj j ---'J'.i '-',



ıS- ' / —’j



ıj-j ^ ■jU jO = j



-^ .J "







'^.J. '^ j »



4İ;i



j j i )>/



jJU c£' j-ıLA**r



kS j^ ûjû>LJ^



^ Jj^r^*;



^



v O J L ju •' jl». Yuîk_^lj VUj



*jV



»;L--JUj



>lt If li tr*_aâ- U»Sf ^/>i ^.O- JJ.Jİ -jl» Jl»j



J j j Vji.’J^ jl LIcj J U c



I



j,_*'J^f'^j.ı y j'/. J»4lUli ^ ^ «î if^j ' ^



0-“^



j ^ o i j . jş—iı



Oj_ı 'jj' J ' —»il-» *i--9*'ij U V j



j - U i ^ j r r j j” y -!:^ j f - r y ■«



"A



d'jjJj'jlp *



jaisjT »j J jl k i . r '



* ' —i' ^/*^!>**»



«j :İ» •jjT’fc>-lj



**■> ^



ö îi'y yU



—lij) iil jj* * Uli



•J—li>“j'->LS,^-'5/^!;



j^'Jji»J J\-«î •' »Lil»J>*JJİjl_r^l_^Jji J jr f l



^ J İ J



v5j*—:^Ç ıJSJI^



jj ,' OjUj: \5^ .)



i



ıS" ^ ' "



* x i»



^ j ; - * ------İ j ’ 4! ; l y I j ' . ' - < *



* *:ö ^



^;^Ujl.^ali J j Jjl



J'j j'Jİ. .i» illi-1 j - î ^ ' * -;'jj •^.-^ t



j A - / ' . j u ^ . j o v



^ j 'j



*jC; »i J^ 'jj



•J



a j ^ 1 Jj\



t'-^



r'j'Vy^Li



^ l e ^ j j ^ ^j ■»—



_,«_^j^>,; 4^_>)jı' j j ^j' 0 ; ^



_ji^-l»-"(ji l»UJAİjf



Jl^j'



J-»jVlj .jy'S'|.jVJUj'j Cî— ^ JVj S-' 'illi^jl-»



i_ı«c'.^ lr ûJ!_^liUI^U- «I» l.^j' lic’jj



Û J . 1 < x ; u u . ‘JJ \ j / ^ . ^ . 1



^ < jU



j



J ^ j l İ - J



j



« j 'j l



C > j.a r -



.jUtİ.



.J t.



wU«ı^^ jx .l ^ t



wjL-liij »j*— ’^rVJ



JS^U d-i^ Jj—P



il



^JJ< * JJ İ ^ ^



t - U ^ - ^ l ’i



^



j-ıIİJ J jl



sjlill' • -U»» ^ j '



J



'



4 ^ ı - i t y JTJ



^



J'''* * -> * ^



«_ » L ^ l



i _ ı J ljj^ l



^jjj



J ü T f j V j l - j . j U l ' 4 İ -,l ; j U j i —iljl



âÂjLi



l» ^ j



aİI.1



" j;- *



j ji jo:.t'ji ji;— ; j,'



j jij^ i



tç il' i- f j»



j j i '- 'j ^



‘l



^



E,



I— :! - e ' J j



ütA»jJ»>tİJ^'-tı^'^w'-Jj.;*jJilj 4^y^^!';' •j,C-*



JU!Jj; J-->



jjr f l ^ l * l_ ^ jl \ ^



'j 'j 'j ^



' ^



'—jj'"



j j ' j ^



— «■' » Ç J l i



>



| > l _ c * l İ İ . j J l'I



• j . * ^ ' S ”_ j l » j ^ . l " * ! • ■ • û j j J



^T.



'j ^ - . J . * '- r ^ '- J



* jT



/, • • ^ . y ^ ''\ j - ^ \ s . ^



l-^ ^ » J j l



U j
* ' - i - > ' “, j ' j ' u r* '



j - ^



< 1 ;^ . A r "



J "



jO . j



•‘ » ’* ' ; ^



J l^ l< > > j*



j j j



jli)> -i_ ji; j '



J l C




J e l _ l > ' J ^ j < J j ' J j ^ ' ^ *



0->U»4jjl ii^4~Jj w-;jt ‘^J-'J,) >1-«»JJ OJj'Oji— =: .-J



^Jj':* 4VjICIVj



**Ul5*klil'



jT ;l



•r'JıA, > '■'-^- ^ j c J. J. J'*' J'^‘' J i— J •^'r JJ ''l*J Ğ



'^*7^



A



•*/«'^



J • jU



< !?-» • JI; j • J İ * ^



j j J l ' . i J ' J \ < j ÛWw^‘JVj'



*•*:



^UU.ojiJü ii; «^le ViUi!



> J jy -j 'j = r '



* r ^ *r J* '^*.('" ' “'



u V j'



aSİIj**~j



^



>



,Jl_U*yjJ .(U» > ^ y lj ' • ■‘■‘j } ^ ıTy=T > r ^ i*i



tU i^



tl^



fU ii



J fJ İS '



'j > * ^ o



«^1*



_>ri ^ î-x _ -



* U



-^l _- -^j'



i» ls



'^ *



J y » li' O j^ l



J l c j j »



t *Jj



. * ; /■ ‘ - i ' . y ' . ^ . j



«..i;l.



Jİ— C iU j' J L



OLJj:



^Jl



J » i



j a / >



l ^ > ^ '= * j . l / *



OijiJ-t*ö'jıj jli>:ljij tiU:' J;p ûK; Cı-»jljVV' ilj >sj''^ İİLİ4-* o V j ' ı # ' > ' >:J>ls ‘^^y, ûj«;" >:J«L. jlfâ:. >jjj\ J jj* - •Cl*'—!■ l»jK. OV-jij



.



JJ.



^ I j l —



jO«^J



f



J Jİ



Ç f T'^j' > ^ 'r^ J '< '-* “



•0^ . jl*ıj^>.^ 'ı^J '-'C^ jj.'jU.jj «jj^l li.



ı



* j j ' - j 'j 'j „ ^ ' U



JC İJİ » i



Ifj; ' J ^ r - • • ^ > - ' . f *



* - i > Ü J ; - U '* j j j ' j l j l



.Iv * ^



wi^J»J



ilil/ ıj;ljj' j j



J L ıU ^



J L .: 4i:



i'5*;



jj» *J' *J-k-i' ûi— ;"j ■^’i' WV."j'-^ *-^ j J 'j’ *



wVj' J _ ^ o j : - -



.^ ) ' jl; j



*l1L-„ -J jU l/ ^



J ji_ J jl ,jJ» *^;(üU. o jL ^ ıltıl* J /'^ f-b } j'j\ j / ' **»:



j i ' r - ' ' r ‘^.'j'



j-j j j ı » « ; u i i «_^ı_^i jj.- ^ ^L.uü jx’u^:iı "j SS. j j-'-rf*



uS 0 ’3 j ’j



*,-î'



û '; \ - i *



V ^ İ U - j J - " * ; i - ‘* j ' j l ^



^cL



i l a V j i . U - î ’^ l ^ ; j



ı_ ^ \



>^j-y j.'î



vr-» ^ ^



J - * L . ^ i , j ’L 1 j j O İ ^ ‘ a j ’ İ, * - j



j li. J b j ;



(y .



fV-»



* jU I ^ ^ ı j l ^ l u l ^ ^ i l * * ' j



J-»ı « j^ l J^ij



0 j 4 İ1 * L j .



viltj



> -r*



jjCİi' 0^1 j . J l/--



ıjî—^ j_j^ ^ j- ö ' ^ lİ-İ-^o' jV.



Cw*^ j-*^ö Â, UL-i- ^ y }^ OU:îj' ^ 4İ.İJ jL jjj



jUJî'l; L .^ J J J j i j



jl'



0'^j**r



ö^»r*f."



^ V



yi-j



'^ ✓ * 0'—;i* j ' j ,' » ' , : - '_ i ; J



jU »'^



^'UL^ •ol.iy.V. ^.'J'



............................................



U j İ 4İ;l ^ _ İ " « j 4 . İ İ J J i J İ J l ^



; lis i iT > - j



ı X / " J î * ' - ‘" ' j



JUs jj.j_^La> jJ jJ jl jy \- j jyr.



J ' ^ C ' j J L İ l ^»1j,\ Ji-j-^ â APli:. / jx jloş-Uijj.:^ J ^ lc vj'ı^r' j-i« ^ jj, pjj\jj;Cj öL-»-i^ ^ -*-_y /jL- **:— 4ilj( J jj' J«* lif. •> jXj' J-^j' ‘rrj‘ 4;i-Ujû*öjj; J jiJjı; •■tjli^'JJİ^jıj'j'', J** '-br'“ ' •jjj'’ ^,' ı^ ^ '‘J'.T' olui»«İİj İIj JL:*İ j» d; w._jıluV^l i— ^ ^ J_iı»j Ja *7L U l - -»i-



r^-'



4 İ > » j û i l f * jV 3 J



J —



^



j;^



â * > - - > j; y j. J . İ



jljJ% j ^J-»* ^5■‘— J-l* jsV^ıi® ‘'l' C



lA/, J J . di. jUljÇ4,j a j . J I û V / 4-t^yyj jl-»-lj «rTİ' ^l:» "ol^l—->-' ^j'j'j y»\ 0^_J^- J J |;>1 iSl »i»v^ı5'^-'J-‘*ı^-»i' Jîl^’ «-»'j j>»-» V"t



^rî-^*



Jli-t Ü j / ”ju ^ ii jjS JjJ,! Û K y « t' ıi» l-î-J İ j i / . - »



jr jJ >-■



*' . '



^^-aiJUjtj ö«ja»yl«j>,Ü;A>j'yjJlJ«Li>jj,lU»İI ’JyT'i^ J.;l_^ ıS-V;



^.tjlJ o'J



v.:,“ cr! -yj



J t ı ^ • ^



-Wl'^ j V-’J (;•*" ( ^ ' ûJjıO aijV V -il; 0li» jy u



•j j j '



jj^y*



iS^



jûii ûı_»^^KL. ı_ı.l; j.;>i ç-Vjj üj jiı* tSj—î>



— .*^1 |_^UJl«>ı^u:>ı^.l • l_iU jj»i'jsl-ı** A--^jij Je ÜU j o il jJIJt'lj^l)



.jj;ll« OLJjl/'i 'JjJı jA_ıl t^i'js-VL^ Ja.^‘ *r“jHj*.



oV^I JJİJ ıMll_^lı



IjI^J^ta ««Jj?”i» 'jr >>r«T'jlj'



*^y



i ' .;ı— oi-jij) «i'jUt û u öU ;t j.ıy' jujij u^ı .ji- ly,^ A;J^ U Î4 İ



jji.U* j Ş U.



İJİ^_ j " 4İUİ ^ Vj ıs- VJ sSy jj-'-i; Jji j'Aj. jıUj jŞU^f_yİjs_^>jU:» ^/j,'Lc^rL;_dl, Jj'aUj J;A_»j jjio Oj..İ^L j5-JIj >



-iUjjj^ljiL j ^ jjj^j «j^j-* 4:» IJ»®'



•J.Ujl j jiJjl ı>*^ * * ı \ r u ı ır.f







v‘;'



; ', ,■



^



a G r ı.K A .\ e



S?; \



a tî«je ö »l»rc



tonr Ivl-îsû j'Jeş'soM İJis



Ki i'n



!j



linı.tı«K> n^,ıO'4»4wk



q ı» esiıtı'Hj? Ouui iisnıpitf j qıpıjt fjiıi; s ^ ı f



{Mur Ja vtolMicCj »etiKrtımt t il joıııt ,1 t't to'iA



«V'ispçif^tr rf-v'i^ı ^-eiej'fN t'Hiı» rtM\rc'^,i) -)i*jıt) ^ot_j*



p ij* . »t sa sıe ? ! • « » > » jn tiîtü^cf? 'Ş*nııı -rcş



Tanzimat Fermanın m zamanmda neşredilerek dağıtılan fransızca tercümesi.



|



jıv t ıs i'- . ( l i K ' f S r . H



" i j ’b c u t



’ ■ .^ ı■ r ^ i c i ' s , f j t u ' p ı ı ı C ( '« \



le i



iıo lıt



i'',



q ı ı » î { i n ’i l



1 r o n c i ' ^ s u ı n - .



if iiiiıs f ıt t îio ıı



U M İ< !,



n e



c o ıii- ıie



ji u ^ e



\ < .m i.iU ‘%



f t



ia r g e ııt



fiiıt ııiL İ c ıo



ta i



sı c «



< İ0 s



ı ı ’nbt



- ' e n u î-„'V>>V,.;:'^::;v'^



.. ■ _ Jaırı?



f'olom e cfs p^«s«,'lte^ îç'lttuti^iivft’ont pouı ,l>ot ■q(«if' ^sc, ttoH \0'»I



w



X ^



* \i,^



»i



’^l i*



^



»ti*.



4iî-ı



t' ^ * ■»



i



'>



i



«t



T anzim at ferm anının tahlili



49



usulü muhtelle bütün bütün bozulup ta müceddeden bir sureti idare vaz’olunmadıkça ve herkesin can ve mal ve ırz ve namus maddelerinde emniyeti kâmilesi hâsıl olmadıkça yani nizamat denilen şeylerin evvelemirde esası yapılmadıkça füruata dair ne yapılsa merkezi matluba götürülmek mümkün olamıyacağı ve şimdiki usulün baka ve icrası takdirinde Devleti Aliyeleri için tahsili kuvvet ve meknet etmek çaresi bulunamıyacağı... ilâh.» denmek­ tedir. Bu metin, Tanzimat Fermanına ait üç noktayı aydınlatıyor. Bir kere Fermanın, esas teşkilâta ait hükümleri ihtiva etmesi lâzımdır-! Çünkü nizamatm istinat edeceği esaslar (yani teşkilât prensipleri) tesbit edilmedikçe teferruata ait ne yapılsa matlup neticeyi temin etmez. Saniyen memleketi harabiye götüren yalnız şer’î hükümlere riayetsiz­ lik değildir. Türlü türlü zulümler, şiddetli muameleler, kimsede mal, can, namus emniyeti bırakmadığı için bu neticeyi davet etmiştir. İfade tarzından devlet kudretinin sarsılmasında bu noktanın, dinî esaslara riayetsizlikten çok daha kuvvetle müessir olduğu, bisaenaleyh daha çok ciddiyetle nazarı itibare alınması icap edeceği tebarüz ediyor. Lâyiha, bu kısmında halk küt­ lelerinin hürriyet iştiyakına emsalsiz bir vuzuhla tercümen olmuştur. Niha­ yet, tamamen bozulmuş olan mevcut usulün bütün bütün kaldırılması ve yerine büsbütün yeni bir idare tarzmm konması zarurîdir. Eski usul devam ettiği takdirde devletin yeniden kudret kazanmasma imkân yoktur. Şu halde bu yeni idare tarzının yeni düşünceler ve prensipler üzerine kurulması gerek­ tir. Esasen mevcut dinî kaidelere istinat etmesi icap etseydi «evvelemirde esas» m yapılmasına lüzum kalmazdı. Her üç esas, asıl Fermanda ifadenin ağırbaşlılığı yüzünden, bütün dina­ mizmini ve vuzuhunu kaybetmiş sırasiyle: «kavanini muktaziyenin mevaddı esasiyesb>, «esbabı mütenevvia», «kavanini cedide» şeklinde cansız, klişe tabirler kılığına girmiştir. Binnetice şer’î hükümlere ait atıflar lehine muvazene bozulmuştur. İzah edilen şu vaziyete göre, Fermanın birkaç yerinde tekerrür eden şer’i şerife imtisal ve bağlılık teminatının prensipyel olmaktan ziyade şeklî ve zahirî bir mana taşıması daha çok akla y ak m ir. Esasen muhtelif mez­ hep ve dine mensup unsurlar arasında tam bir müsavat teminini, kurtuluşu­ nun esaslı lâzimelerinden biri olarak derpiş eden bir devletin, bütün tebaasınm dinî görüş birliğini, mevcudiyetinin temel şartı saymasına imkân yok­ tur. Bu itibarla Tanzimat Fermanında prensipyel bir kıymet alması mııhtemel olan yerlerde de şer’i şerif, siyasî aktivitesiyle ideolojik dinamizmin­ den sıyrılmış pasifist, hümanist bir müsiümanlık telâkkisinin, dünyevî ve üniversel bir yaşayış nizam ve sistemi çehresini taşıyor. Bu vaziyette ahkâmı



50



T anzim at



şer’iye, dinî ve siyasî bir münaferet sebebi değil, bilâkis her insan oğlunun hayat, şeref ve mülkünü koruyan sosiyal bir istikrar ve nizam unsurudur. Bize göre bütün bu mütalealar, Tanzimat F erm an m m bu vakte kadar kasten veya hataen gözden kaçırılmış hakikî tandansını göstermekle beraber, hükümlerimizde hiçbir zaman devrin umumî vaziyetini hesap harici bırak­ mamak lâzımgelir. Asla unutmamalıdır ki, daha İkinci Mahmud’un, ulema­ nın sade mezhep işlerine karışmaları lüzumunu söylemiş olmasma (Engel­ hard s. 22) rağmen, hükümdarı, Allahın yeryüzünde gölgesi ve vekili sa­ yan bir hakimiyet telâkkisi henüz yıkılmamış hattâ temelinden sarsılmamış­ tır bile. Destrilhes'ln. «Medenî ve siyasî müsavatın en mükemmel teminatı» (yukarda zikredilen eseri s. 235-236) addetmekte haklı olduğu dünya ve din işlerini ayırma prensipi gerçekleşmemiştir. Hattâ bu prensipin Avrupada bile bir asırdanberi münakaşa mevzuu olmasına rağmen kat’î zaferine hükmettirecek bir vaziyet yoktur. Bizde ise ulema sınıfı kuvvetli ve dini siper ederek kazandığı kudretli mevkii ve büyük nüfuzu muhafaza husu­ sunda uyanık ve azimkârdır. Bu vaziyet karşısında, Osmanlı İmparatorlu­ ğunda yapmak tasavvurunda bulunduğu yenilik ve ıslahatın az veya çok muvaffakiyetle tetevvüç etmesini dileyen iyi görüşlü bit devlet adammın mezkûr sınıfı kuşkulandırmıyacak tarzda bazı tavizlerde bulunması zarurî­ dir. Tanzimat Fermanındaki dine ve şer’i şerife imtisal teminatını, bit de bu bakımdan manalandırmak hatalı olmaz. Şu noktayı da unutmamalıdır ki dinî tolerans düşüncesi, gerek Amerika ve gerek Avrupa ıslahat ve inkılâp hareketlerinde de sonradan ve müstakil amiller tesirinde tedricî surette yer­ leşmiştir. Millî inkılâbımızın daha başlangıcında takarrür etmiş bulıman lâiklik prensipinin esas teşkilât kanununa tamamen mal edilmesi için — mu­ ayyen zümrelere karşı reel şartların icap ettirdiği taviz düşüncesiyle — 1928 senesine kadar beklenildiği de düşünülürse Tanzimatı, bu sebeple tahtıeye mahal kalmaz sanırım. b — Hakikî organizasyon prensipine ait bu tek cihetin münakaşasın­ dan soma, Tanzimat Fermanının vergilere, İdarî, adlî, cezaî ve sair hususata müteallik teminat ve esasattan mürekkep metni içerisinde, şüphesiz ki en ehemmiyetli mevkii, «emniyeti can ve mahfuziyeti ırz ve namus ve mal» maddeleri işgal ediyor: Bunların «tayini vergi ve asakiri muktaziyenin sureti celp ve müddeti istihdamı kaziyeleri» ile birlikte «kavanini muktazi­ yenin mevaddı esasiyesi» olduğu bizzat Fermanm sarahati cümlesindendir. Bu sarahat ile «emniyeti can... ilâh.» maddeleri, esas teşkilâta ait prensipler değerini kazanıyorlar. Esasen can ve namus doğrudan doğruya mal da bir vasıta olarak şah­ siyetin öz hayat ve faaliyet sahasına dahil unsurlardır. Bu itibarla bunlara



Tanzim at ferm anının tahlili



51



ait emniyet hükümlerinin mahiyetçe medenî haklar zümresine girmeleri tabi­ idir. Fakat bu haklar, yapdacak lüzumlu kanunlarm esas maddelerini teşkil edince devlet teşkilât ve gayesiyle muayyen bir garanti kazanıyorlar demek­ tir. Yani devlet nizamlarmm vaz’mda keyfî bir surette hareket edilemiyecek, mal, can ve uamus emniyetine dokunulmıyacaktır. Görülüyor ki bu suretle vazu kanun için, faaliyetinde tâbi olacağı bir programın ana hatları çizil­ miş oluyor. Gülhane Hattı ve ona takaddüm eden lâyiha, bunları birkaç yerde tekrar etmek suretiyle Fermanın en esaslı hükümleri olduklarını tebarüz ettirmişlerdir. H attâ ilk bakışta bütün metin, bu esaslar etrafında toplan­ mış görünüyor. Gerek bu vaziyet, gerek 1856 Islahat Fermanının, «Gülhanede kıraat olunan H attı Humayunum ile ve Tanzimatı Hayriye mucibince her din ve mezhepte bulunan kâffei tebaai şahanem hakkında bilâ istisna emni­ yeti can ve mal ve mahfuziyeti namus için tarafı eşrefi padişahanemden vait ve İhsan olunmuş olan teminat... ilâh». (Düstur cilt I, sahife 8) şeklinde aynen mezkûr esasları tekrar etmesi, bizzat Fermanı isdar eden Hükümdarın, ^erek bu teminata verdiği ehemmiyeti ve gerek mezkûr hükümlerin ma­ hiyeti hakkındaki düşüncesini meydana kor. Fermanın bu teminat hakkında serdettiği esbabı mucibe şu şekilde hulâsa edilebilir: Dünyada can, ırz ve namus en aziz şeylerdir. Bunları tehlikede gören kimse, yaradılıştan hıyanete meyli olmasa bile mecburiyetle kötü hareketlere kalkabilir. Halbuki bu hususta emniyet teessüs edince her­ kesin işi gücü, sadakat ve istikamet dairesinde devlet ve milletine hizmetten ibaret olur. Mal emniyeti kalmadığı takdirde de kimse devlet ve milletine jsınamadığı gibi mülkün imarına çalışamaz; endişe ve ıstıraptan kurtulamaz. Halbuki mal ve mülkünden emin olanın şahsî kazancı genişliyeceği, işi dü­ zeleceği gibi vatan ve milletine karşı bağlılık, hizmet ve fedakârlığı da artar.. Binaenaleyh kimsenin ırz ve namusuna tasallût vuku bulmamak mal ve mülküne müdahale edilmemek, hiç kimsenin mahkeme kararı olmaksı­ zın — gizli veya açık öldürülmek veya zehirlenmek suretiyle — canma dokunulmamak esastır. Bu hususta bütün tebaaya «emniyeti kâmile verilmiş»tir. Bu mülâhazalar, mezkûr teminatın verilmesine müessir olan esas düşünceyi meydana koyuyor. Şahsî emniyet, ferdî ve umumî saadet ve re­ fahın esasıdır. îşte bu noktada Tanzimat Fermanını, umumî fikrî ve hukukî tekâmüle bağhyan düşünceyi yakalamış bulunuyoruz: Tâ eskiçağ Yunan ve Roma tefekkürü ile başlayıp, ilk defa XVII. nci asırda GroUus la. birlikte bir sistem haline giren tabiî haklar telâkkisi, insanla birlikte doğan Bu telâkkinin mahiyet ve esasları hakkında, Yavuz Abadan, G rotius ve tabiî hukuk yazısına bakılabilir (Cemil Bilsel’e Armağan - b tan b u l 1939 s. 525-566).



52



T anzim at



tıpkı tabiat kanunları gibi değişmez ve bozulmaz haklardan bahseder. İn­ sanı diğer canlılardan ayıran aklî hüviyete ve hassaya bağlı böyle bir hukuk telâkkisinin merkezi sıkleti şahsiyettir. İnsan bir şahıs olmak itibariyle kendi­ sine teveccüh eden salâhiyetlerin yani menfaatlerin (sübjektif haklar) objek­ tif hukuk tarafmdan korunması lâzımdır. Fertlere ait bu sübjektif haklar^ devlete karşı da hüküm ifade ederler. Şu halde devlet kudreti insan şah­ siyeti karşısında durmalıdır. Her şahıs, varlığı ve insan olması icabı, saadet ve emniyete olan cehdinde serbesttir. Bu cehdi devlet, durdurmak şöyle dur­ sun, bilâkis teşvik etmek vaziyetindedir. Devlet, bizatihi gaye olmayıp fert­ lerden terekküp etmesi itibariyle insanların refah ve saadeti hali, esas va­ zifesidir. Bu nazarî esasların amelî neticesi, ilk esas teşkilât temeli olan haklar beyannamesine (1776 - Virginia Bili of Rights) giren hükümetin vazife ve mahiyetine ait üçüncü fıkradır. Burada, hükümetin, umumun men­ faati için halk, millet ve amme emniyetini koruyacak surette kurulması lâzımgeldiği ve en iyi ve en mükemmel hükümetin, saadet ve emniyetin en yüksek derecesini elde etmek kabiliyetinde (Capable of producing the greatest degree of happiness and safety) tecelli ettiği beyan olunuyor Umumî refahın da esası olan ferdî saadet ve emniyetin çıkış noktası da, insan şahsiyetinin serbestçe inkişafıdır. Tabiî hukuk, bu inkişaf serbes­ tisine esas teşkil etmek üzere ferağı caiz olmıyan haklar mefhumunu ve sistemini koruyor. Thomasms'a. göre fıtrî ve bu itibarla hiçbir suretle devrü ferağı caiz olmıyan bu hakları, dört esasata toplamak mümkündür: Hayat,, hürriyet, şeref, mülkiyet. Bütün diğer haklar, bu dört esastan iştikak eder­ ler. Sonradan bu tabiî hukuk felsefesi doktrini, müspet hukuk sahasma geçmek suretiyle hemen bugünkü bütün esas teşkilât kanunlarının bir kıs­ mını teşkil eden «amme hakları» veya «esas haklar» kataloğu vücut bul­ muştur. İşte Tanzimat Fermanı da esasında — bugünkü vaziyete nazaran çok mahdut sayıda olmak üzere — böyle bir haklar kataloğu ihtiva ediyor. Yalnız Ferman, çerçevesini o kadar dar tutmuştur ki içerisine sarih bir su­ rette nazarî düşüncenin tesbit ettiği dört hak bile girmemiştir. Karşılaştıra­ lım: Gülhane Hattı, müspet hukuka ait esaslar vaz’etmek düşüncesiyle o zamanki hukukî kültürün de vaziyetine uygun olarak, müşahhas tabirleri Amerilcan Charte’j ile Tanzimat Fermanı arasmdaki bu zihniyet iştiraki, hiç te garip görülmemelidir. D oğrudan doğruya münasebet ye tesiri ispat etmek imkânı yoksa da 19 uncu asrın ilk yıllarında Avrupadaıki elçilerin hüküm et şekilleri hakkında Baıbıâliye raporlar verdiklerini, 1805-1808 senelerinde Kayserili Mehmet Dayı ile G iritli M ustafa Dayının Amerikaya seyaihatlerinıi, binaenaleyh Yeni Dünyanın Osmanir İm paratorluğunda küUiyen meçhul bulunm adığını hatırlatm ak isterim. (T arih Semineri D ergisi II. 1938 İstanbul s. 219 - 223 ile mukayese).



T anzim at ferm a n ın ın tahlili



53



tercih ediyor. Emniyeti can diyor, hayat hakkı karşıhğı. «Mahfuziyeti ırz ve namus» tan bahsediyor; geniş ve umumî manasiyle haysiyetli bir şah­ siyetin şeref hakkı haleldar edilemiyeceğini kastediyor. Bu itibarla safdilâne bir endişenin ifadesi de olsa, «ırza taarruz, âdet ve ada­ bımıza külliyen muhaliftir», «ırz padişahındır» ilâh nev’inden mülâhazalarla bu tabirin Gülhane Hattında kullanılması sebebini keşfedemiyen zihniyet, ruh ve manaya değil lâfza bağlı kalıyor: Esasen ecnebi müellifler ırz ve namus yerine tek kelime kullanmakla isabet ediyor­ lar Mahfuziyeti mal tabiri de tamamen mülkiyet hakkına tekabül ediyor. Dört esas fıtrî haktan Fermanda sarahaten zikredilmemiş bulunan hürriyet hakkının da zımnen mevcudiyetine hükmetmek lâzımdır. Bugünkü €sas teşkilât kanunumuz gibi, bazı mevzuat bu hakkı da sarahaten ifade ederler. Ancak birçokları bunu yapmadıkları halde can, mal ve şeref hak­ larına ait teminatm heyeti umumiyesinden umumî bir hürriyet hakkmm zımnen mevcudiyeti neticesi çıkarılır. Bu umumî hürriyet hakkından kas­ tedilen esas mana, hiç kimsenin kanunî bir sebep olmaksızın haklarmda tecâvüze maruz kalmamasıdır. Bizzat hakimiyeti elinde bulunduran da vatandaşm hürriyet ve hakları sahasına kanunsuz müdahalede bulunamıya■cağı gibi emir ve tlehtlerle değişiklikler de yapamaz. Bu maddî, gayri kanunî cebir ve müdahaleden muafiyet hakkına tekabül etmek üzere usul hukükunda hakkm'ihlâli halinde müstakil kaza salâhiyetini haiz mahkerrielere müracaat ve müdafaa şeklî hakları mevcuttur (Aşağıdaki C fıkrasiyle alâka). Bu düşüncelerin esasatı Gülhane Hattında yer almıştır. Tanzirnat Fermâhıhın esas haklar hususunda mümsik davrandığma işaret ettik. Osmanlı İmparatorluğunda liberalizmin henüz kökleşmemesi ve burjuvazi sınıfının hakimiyet tesis ederri^mesi neticesi olacak ki kelâm, matbuat, içtima hüririyetlerine bilhassa sây ve amel ve ticaret ilâh, serbesti•sirie ait esaslar, hiç mevzuubahs edilmiyor. Maamafih tabiî hukuk doktrini­ ne uymak icap ederse bunların sayılan esas haklar içerisinde mündemiç bubulunduklarina hükmetmek gerektir. Esasında daha çok vazıı kanun için program veya direktif mahiyetine müteaddit kereler işaret eylediğimiz mezkûr teminat, — nelerden ibaret bulunursa bulunsun — herkese müsavi surette teveccüh eder; binaenaleyh müslüman ve Türk olmıyanlara da şamildir. Esasen «her din ve mezhepte bulunan bütün tebaa»ya aidiyeti mütemadiyen tasrih edilmektedir. Bu £’]



Abdurrahman Şeref. S. 52.



["} Tanzimat Fermanının almanca tetciimesinde bu makamda «Ehre» tabiri k ul­ lanıldığı gibi (Kraelitz-Greifenhorst s. J6), Etat present de l ’Empire Ottoman «honneur» ■(s. 3) diyor ki her ikisi de şeref kelimesiyle ifade edilebilir.



54



Tanzim at



suretle hürriyet ve esas haklar teminatiyle müsavat prensipi yekdiğeriyle sıkı sıkı alâkalanmış ve bağdaşmış oluyor. Lâyihamn sonunda Ferman hükümleri hilâfına hareket edeceklerin tecziyesinden bahsedilirken «meratibe hatır ve gönüle bakılmayıp yani ashabı meratip ve ahadinas seyyan tutu­ lup» ibaresiyle — filî ve İçtimaî farklara rağmen — hukuki müsavat (ka­ nun nazarında birlik) esası tesbit edilmiş bulunuyor. Bu esas, biraz şekil değiştirerek Fermana da girmiştir (mukayese). c — Teminat altına almmış bulunan şahsî emniyetin himayesi için gerekli müesseselerin kurulması icap eder: Bunu temin edecek olan müeyyi­ deleri de ceza ve ceza usulü sahasında tesis etmekten başka çare yoktur. Tanzimat Fermanı bu ciheti de derpiş etmiş bulunuyor. Kanunlara aykırı hareket edenlerin hatıra ve gönüle bakılmıyarak lâyıkı veçhile tedibine yarıyacak bir ceza kanunu yapılmasını emrediyor. Alenen muhakemesi icra edilip te hüküm verilmedikçe kimse hakkında açık ve gizli idam ve zehir­ leme caiz olamıyacağını, suçlu kimsenin, kabahatinden veresesinin m esul tutularak hukuku irsiyelerinden mahrum edilemiyeceklerini (bu tedbirleri icap ettiren sebepler hakkında Abdurrahman Şeref s. 53 — Engelhard, s. 43-44 e bakılabilir) tasrih eyliyor. Bütün bu hükümlerden çıkan manaya göre, şahsî masuniyeti bilhassa kudretli ve nüfuzlu eşhasın keyfî hareket­ lerine karşı koruma maksadı güdüldüğü anlaşılıyor. O vakte hasolan ka­ nunsuz ve keyfî hareketler, umumî mahiyetteki bir hükmün, devrine ait bir ifade karakteri taşımasını icap ettiriyor. Maamafih umumiyetle de cezalan­ dırma salâhiyeti amme otoritesiyle alâkadar bir keyfiyet olduğundan cei.a usulü ile daha çok zayıf olan kimse korunmak gerektir. Bu düşünce neticesi müdafaa hakkı, şahsî masuniyetin en kuvvetli teminatmdan biri olarak yer­ leşmiştir. Yine şahsî emniyet, kimsenin keyfî olarak tevkif, hapis ve tazyik edilememesini, haksız takibata maruz kalmamasını icap ettirir. Bütün bu hususlarda mahkemenin alenî yapılması en kuvvetli garantidir. Fakat ban­ dan daha mühim olan esas nokta, suç ile ceza arasında bir nisbeti adile gözetilmesi kimseye kanunsuz ceza verilememesidir (N ulla poena sine lege priori kaidesi). Tanzimat Fermanı, alenî muhakeme usulü tesis ve kanuna aykırı her türlü hareketi ceza tahdidi altına vaz’etmekle esasen garanti ettiği şahsî emniyetin icabatı olan bütün bu esasları, bir kere daha tekit etmiş oluyor. Ferdî haklar teminatiyle alâkadar olarak kısaca işaret ettiğimiz, bu noktaların daha ziyade tafsili mevzuumuzun dışındadır. 2 — Gülhane Hattının geri kalan hükümleri, tamamen idare hukuku sahasını alâkadar etmektedir. Bunları malî ve askerî, adlî sahadaki tedbir­ lere ait esaslarla bazı İdarî teşkilâttan ibaret iki esasa irca ve mahiyetlerine kısaca işaret edebiliriz.



T anzim at ferm anının ta h lili



55



a — Ferman, vergilerin tayini ve askerin celp ve istihdamı hususlarmı yapılacak kanunların esas mevzularma ait meseleler olarak tesbit ettikten sonra icra makamlarına direktif mahiyetinde olmak üzere bazı noktalara işaret ediyor. Memleketi müdafaa için askere ve diğer masraflara, bunlar için de paraya ihtiyaç vardır. Bu parayı temin edecek vergi ile memleketi koruyacak askerin toplanmasında, bu vakte kadar cari kötü usulleri terk edip herkesin kudreti nisbetinde yani nisbî müsavat dahilinde iştiraki temin etmek gerektir. Vergi cibayetinde daha eskiden cari olan «yedi vahit» yani inhisar usulü kalkmış ise de yerine kaim olan iltizam usulü, daha az/zararlı değildir. Çünkü mültezim ve muhassillerin halka zulüm etmelerini, keyfî tahsilat yaparak memeleketi soymalarını mucip olmakta; bu suretle de İktisadî ve ziraî hayatı felce uğratmaktadır. H attâ bizzat Abdülmecit, iltizam usulünü «sirkati müevvele» diye tavsif etmiştir[^}. Şu halde bu usulün değiştirilmesi, hiç kimseden kudreti nisbetinden fazla bir vergi alınmaması, devletin bütün masraflarının bir kanun ile tayin ve tebyin olunması lâzımdır. Bu vakte kadar cari asker alma usulünde eyaletlerin nüfus vaziyeti nazarı dikkate alınmadığı gibi askere alınanlar ilânihaye istihdam olun­ maktadır. Bu ise, memleketin bazı kısımlarında nizamsızlığı, ticaret ve zi­ raat işlerinin sekteye uğramasını davet etmekte ve diğer yandan askere alı­ nanları usandırıp fütura düşürmektedir. Bu kötülükleri önliyecek tedbirlerin alınması, askerlikte münavebe usulünün tesisi zarurîdir. Gerek vergi ve gerek asker işlerinin tanzimi hususunda gerekli kanunlar yapılmalıdır. Adlî hususata ait esaslara bundan önceki fıkrada temas edildi. Bu­ rada İdarî hukuk ile alâkadar olması hasebiyle son olarak zikri icap eden bir nokta da memurların vaziyetidir. Memurlara kifayet edecek maaş tahsis edilmiştir. Bu kaide haricinde kalmış, maaşı kifayetsiz olanlar varsa vazi­ yetleri ıslah edilmeli, fakat herhalde mülkün harabisine en büyük sebep teşkil eden ve esasen şer’an da menfur olan «rüşvet maddei kerihe»sinin bir daha vukubulmaması hem de bir «kanunu kavı» ile temin olunmalıdır. Bütün bunları bir tek hukukî esasa irca etmek mümkündür: Kanunî idare prensipi... Filhakika istenilen şey modern idare hukukunda olduğu gibi memurların keyfî hareket ve icraatını önleyip salâhiyetlerini ancak kanunlarla çizilmiş çerçeve dahilinde istimal etmelerini temindir. b — İdarî teşkilât mahiyetinde olmak üzere Fermanda iki müesseseye işaret vardır. Bütün yukarda zikri geçen hususata ittifaklara ile karar verilmek lâzımdır. Müzakere ve karara bağlanacak işlerin çokluğu, mevcut «Meclisi Ahkâmı Adliye» azasının adetçe ve lüzum derecesinde çoğaltılmaf'}



Fatma Aliye - Ahmet Cevdet Paja ve Zamanı 1332 s. 93.



56



Tanzim at



sını icap ettirmektedir. Hattâ vükelâ ve ricali devlet te tayin olunacak gün­ lerde orada toplanacaklardır. Böylece mahdut salâhiyetli ve sırf hükümdara tâbi de olsa bir «meclisi meşveret» tesis olunuyor demektir. Tanzimatı askeriye hususatı «Babı Seraskerî D an Şûrasmda» konu­ şulacaktır. Kararlaştırılan her kanun «düsturu amel» tutulacak yani doğru­ dan doğruya bağlayıcı mahiyette bir hukukî kudret ve mer’iyet kazanacak­ tır. Bu vesile ile şu noktanm da tebarüz ettirilmesi icap eder ki, bilhassa İdarî hususata ait bu hükümlerin mühim bir kısmı sadece program mahi­ yetinde olmayıp hakikî manasiyle kanun kuvvetini haizdir. Yani memurlar m mucibince amel etmeleri lâzımdır.



III Şekil ve muhteva bakımından mahiyet ve karakterini bu izahatla belirtmiye çalıştığımız Tanzimat Fermanı, — başlangıçta söylediğimiz gibi — devlet hayatında özlenilen bir yeniliğin, amme faaliyetlerine ait esaslarda istenilen değişikliklerin tarihî ve hukukî bir vesikasıdır. Bu hareketin bi­ zatihi muvaffakiyet ve akamet derecesini, bunun sebeplerini tarihî, sosiyal bakımdan teşrihe kalkmak, yaptığımız tahlilin bünyevî vahdetini bozarak mevzu dışına çıkmak olur. Bu sebeple sırf Gülhane Hattı çerçevesiyle tahdit ettiğimiz izahatı bitirirken, mezkûr hâdise ve vesikanın, Türkiye Cümhuriyeti hukukî kültü­ rünün hali ha?ır vaziyetini gösteren bugünkü tekâmül ve esas teşkilât kanu­ numuzla alâka ve münasebeti üzerinde biraz durmak isterim. Herşeyden önce şurasını söylemeliyim ki, bu alâka ve münasebet birleştirici olmaktan ziyade ayırıcıdır. Çünkü iki devir ve müessese arasmda, — hukukî tekâmül bakımından yalnız idare şeklinin değil, şahsî kanaatime göre, ayni za­ manda devlet şahsiyetinin de deığişmesini mucip olan — bir inkıta vardır. Buna rağmen müesseseler arasında muhakkak bir iştirak ve benzerlik tesbit etmek icap ederse bunu, her ikisinin ihtiva ettiği «esas haklar» kataloğunda buluruz. Filhakika gerek Tanzimat Fermanının can, mal... ilâh, masuniyet ve mahfuziyetine ait hükümleri, gerek 1924 tarihli Cumhuriyet teşkilâtı esasiye kanununun ayrı bir fasıl teşkil eden (68 inci maddeden 89 uncuya kadar) yurtdaşların amme (esas) hakları serisi, ayni fikrî men­ şeden doğmuş, yani tabiî hukuk cereyanınm nüfuz ve tesiriyle insan haklarınm tahdidine karşı bir reaksiyon mahiyetinde olarak müsbet hukuk saha­ sına yerleşmiş esaslardan ibarettir. Birinin sayıca daha az haklar, diğerinin çerçevece daha geniş salâhiyetler ihtiva etmesi, bu vaziyeti değiştiremez. Ancak bugünkü kanunumuzun, Türk amme haklarından mürekkep geniş kereveti, esas teşkilâtımızda kökleşen mütecanis bir bünye yani hür ve mü-



Tanzim at ferm a n ın ın tahlili



57



savi yurtdaşlardan müteşekkil millî birlik üzerine kurulduğu cihetle, daha ■vöiksek bir salâbet ve manevî asalet kazanmış bulunuyor. İki müessese arasmda birinin dinî ve kurunu vüstaî, diğerinin tama­ men lâik ve modern bir bünye taşıması; birinin saltanat ve hilâfet teme­ line dayanmasma mukabil diğerinin değişmez bir devlet şekli halinde Cümhuriyeti tesis etmesi nev’inden ve herkesin kolaylıkla görebileceği farklar üzerinde ısrara lüzum yoktur. Daha ziyade ehemmiyetli ve tesbiti güç olan nokta, Tanzimat ile Millî inkılâp arasındaki mebdei hareket ve siyasî gaye aynlığmın her iki müessesenin teşekkül ve zuhûr tarzına, fikrî karakter­ leriyle bünyevî hususiyetlerine yaptığı farklı tesirlerin meydana çıkarılması­ dır. Tanzimat hareketiyle Osmanlı İmparatorluğu baka ve mevcudiyetini kuvvetlendirmek, memleketi eski refah ve satvetine ulaştırmak istiyordu. Bunun için padişah ve halife otoritesi üzerine kurulmuş olan eski devleti, bazı İdarî ıslahat ve nizamat ile fakat ayni temel üzerinde yeni bir şekle sok­ mak istedi. Bu hususta istinat edeceği bir kuvvet yaratabilmek için ayni hükümdarın tebaası olmaktan başka yekdiğeriyle hiçbir alâka ve rabıtası olmıyan kütleleri siyasî dinamiden mahrum birtakım hukukî teminat ve esaslar etrafında toplamağa kalktı. Halk kütlelerini birleştirici ve sürükle­ yici herhangi bir organizasyon prensipini ihtiva etmiyen Gülhane Hattı, bu cehdin mahsulüdür. Kütleleri bir maksat etrafmda toplıyabilecek olan bir inkılâp ateşinin de eksikliği; hüsnü niyeti akamete uğrattı. Dahilde bir istinat kudretinden mahrum bulunan hükümet, harice karşı da mutavaat siyasetinde devam mecburiyetine düştü. Halbuki Türk inkılâbı, — ilk hedefi harice karşı millî istiklâli temin etmek olan bir — mücadele ile işe başladı.. İlkönce, bu mücadeleyi teşkilât­ landırmak lâzımdı. Bunun için de kudretini tamamen halkın hakimiyeti şu­ urundan, millî ve öz cevherden alan müstakil, «her türlü tesir ve muraka­ beden azado> bir millî heyet vücude getirmeliydi (Amasya tamimi). Bu hareket, vakıâ iki nazarî esasa dayanıyordu. 1— Millet hakimiyeti. 2— Mil­ letin kendi mukadderatını ve mevcudiyetine en uygun teşkilâtı esasiyeyi bizzat tayin etmesini istihdaf eden ihtilâl ve inkdâp hakkı. Fakat bu nazarî esasları gerçekleştirmek için önce millî birliği kuv­ vetlendirmek ve teşkilâtlandırmak icap ederdi. Bu sebepledir ki inkılâbın ilk teşkilâtı esasiyesi ( 1921) — seri kararlar alabilmek üzere kuvvet bütünlüğü esasına istinat eden — sırf organizasyona müteallik hükümleı ihtiva eder. Fakat gerek 1921, gerek 1924 esas teşkilât kanunlarında, mille­ tin kayitsiz, şartsız hakimiyeti düsturu, daima bütün esas teşkilâtın amudu



58



Tan zim et



fıkarîsini teşkil etmektedir Böylece evvelâ haricî düşmana karşı mü­ cadele edecek kuv%'et ve birliği yaratan inkılâp, sırası gelince dahilî mesele­ lerini hal için dayanacak istinat noktası aramaktan kurtulmuştu. Harice karşı cevher ve kabiliyetini ispat eden millî birlik, dahilde kendi mevcu­ diyetine aykırı müesseseleri yıkıp, yeni esas ve prensiplere dayanan — ve hürriyet hakları teminatını da ihtiva eden — demokratik bir esas teşkilât vücude getirmekte müşkülâta uğramadı. Görülüyor ki Tanzimat ve Millî inkılâp ezelden ebede giden Türk varlığının siyasî hayatında — aralarında bir asır bile fasıla bulunmıyan — bir evvelkisi bahtsız, sonraki ise muvaffakiyet ve zafer tacını giymiş uğur­ lu iki harekettir. Bunları karşılaştırma, nekadar tekrar edilse asla eskimiyecek olan bir hakikati bir daha hatırlatıyor. Dünyada mevcut herşey, yapılan her hareket, yegâne ebedî kıymet ve baki siyasî mevcudiyet olan millet içindir. Şahıslar gibi müesseselerin de değerlerini tayin eden, millî varlığa hizmetleridir...



t'} Bu hususta tafsilât için, Yavuz Abadan, Hukukçu gözü ile milliyetçilik halkçılık, Ankara 1938 s. 6 ve sonrasına bakılabilir.



ve



TEOKRATİK DEVLET VE LÂÎK DEVLET S adri M aksudî A rsal T ü r k H u k u k u ta rih i ve T ü rk caribi O rd . P ro fe sö rü



DEVLETLE DÎN ARASENDAKi MÜNASEBETLERİN ş e k il l e r ! Milletlerin tarihi devlet hayatında din ve dinî teşkilâtın oynadığı rol bakımından tetkik olunduğu zaman devletle din arasındaki münasebetin aşağıdaki üç şekilden birini arzettiği görülür. 1 — Din ve dinî teşkilât devletin fevkmda bir müessesedir. Devlet dine tâbidir. Siyasî hakimiyet dinî teşkilâtm başında bulunan ruhanîlere aittir. Bütün yüksek idare müesseselerinin başında da ruhaniler bulunuyor. Siyasî ve İçtimaî hayatm her sahasında dinî esaslar hâkimdir. Bütün hukuk kaideleri dine istinat eder. Burada devlet dinî teşkilâttan, hukuk dinden ayrılmış değillerdir. Bu gibi devletlere «Teokratik» devlet yahut teokrasi ([^} THEOKRATİA) ismini veriyorlar. Beşeriyet tarihinde bu şekilde tam ve halis teokrasiler pek nadirdir. Şimdi ikinci münasebet şekline gelelim. 2 — Devlet dinî teşkilâttan üstündür. Dinî teşkilât ve din uleması devlet otoritesine tâbidir. Siyasî hakimiyet dünyevî devlet adamlarının elin­ dedir. Bununla beraber devletle din arasmda sıkı bir münasebet vardır. Din devletten ayrılmış değildir. Devlet muayyen bir din veyahut dinleri devlet dini telâkki eder. O din veya dinlerin teşkilâtına imtiyazlar bahşeder. Diğer dinleri ya büsbütün meneder yahut onlara salik olanların din sahasındaki hürriyetlerini muhtelif şekilde tahdit eder. Devlet dini telâkki olunan dinlerin n TEOKRASİ 1= (T heakm tia) kelimesi ilâ yunanca kelimeden m ürekkeptir: Theos (İlâh) ve Kratos (K u v v et); İlâh kuvvetiyle idare oluaıan devlet manasına gelir.



69



Tanzim at



teşkilâtı da devletin nüfuz ve murakabesi altındadır. Devlet muhtelif şekil­ lerde dinî teşkilâta tesir icra eder veyahut etmeğe çalışır. Fakat devlet içinde din ulemasmın hüküm ve nüfuzu büyüktür. Devlet ricali bütün devlet işlerinde onlarm reylerine uygun hareket etmeğe, mühim teşebbüslerde onlarm tasvibini temin etmeğe mecburdur. Bu devletlerde dinî teşkilâtla devlet teşkilâtı biribirinden ayrı müesseseler olmakla beraber biribirini tutan, biri diğerine istinat eden mütesanit müesseselerdir. Bu gibi devletlere biz nim teokrasi diyebiliriz. Tarihî büyük devletlerin çoğu nim teokrasi idi. Bu gibi devletlerde dinî reislerin devlet işlerine tesiri, İçtimaî hayattaki nüfuzları çok büyük olduğu zaman bu nim teokrasilere de bazan teokrasi denilmektedir. 3 — Üçüncü şekilde devletle din biribirinden tamamen ayrılmıştır. Bu iki müessese arasında bir münasebet yoktur. Devlet içinde vicdan ve din hürriyeti [^} hâkimdir. Herkes istediği dine-sülük edebilir. Ayni dine salik öla:nlar âfalalrlnda dinî cemi;ffetler teşkil edebilirler. Dinî işlerini tanzim için istedikleri şekilde teşkilât kutabiliirler. Fakat bütün bu cemiyet ve teşkilât tamamiyle hususî mahiyettedir, devlet nazarında bunların diğer, dünyevî gayeler takip eden, cemiyetlerden farkı yoktur. Dinî cemiyetlerin hayat ve faaliyeti diğer cemiyetler hakkmdaki ahkâma tâbidir. Devlet umumî adap ve ahlâk, hukukî nizam veyahut emniyet bakımın­ dan muzır görülmedikçe hiçbir dini menetmediği gibi hiçbir dine karşı hususî bir himaye de göstermez. Devlet dinlere karşı tamamiyle bitaraftır. Devlet devlet olarak dinlerin fevkında ve haricindedir. Bu gibi devletlere bugün lâik devlet ismini veriyorlar. Lâik devlet son asırlarda Avrupada husüle gelen hukuku amme telâkkilerinin inkişafı mahsulüdür.



İ7J Vicdac hürriyeti (liberte de oonscience) ile İDin hürriyeti (libert^ de culte) arasındaki fark m alûm dur: Vicdan hürriyeti b ir kimsenin muayyen t i r dine salik olduğu için hiçbir türlü cezaya maruz olmaması ve ayni zajnanda akideleri 0i kalbul etmediği b ir dine salik gibi hareket etmeğe ve salik olduğımu tazammun eden hareketleri yapmağa mecbur edilmeme­ sidir. Hulâsa, vicdana mugayir hareketlerde bulunmamak hürriyetidir. Yoksa şu ve bu ■dine inanmalk hürriyeti d eğildir; çünkü bu manada viodaiı hürriyetine akideleri için işkence lere maruz olan şahitler bile maliktir. D in hürriyeti (liberte de culte) ise bir kimsenin salik olduğu dinin ayin, merasim ve ibadet gibi haricî tecellileri sahafında m alik olduğu'hürriyettir. D in hürriyeti hâkim olan b ir memlekette her dinin salikleri ancak hususî hanelerinde değil m abet ve meydan gibi mahallerde dahi toplanarak alenî surette dinî ibadet, ayin ve merasim yapmak hakkmr da haizdirler.



T eo kra iik d e v le t ve lâ ik devlet



61



n TEOKRATİK CAMİALAR Beşeriyet tarihinde dinlerin oynadığı mühim rol malûmdur. Camiada din ve dinî akideler ferdî ve İçtimaî hayatın en müessir amilleri telâkki olun­ dukça dini temsil eden ruhanîlerin, din ulemasmm camiada büyük nüfuz sahibi olmaları gayet tabiî bir hadisedir. İptidaî kavimlerin ekserisinde siyasî şef ayni zamanda dinî reistir. Yeni Zelândanm yerli kabilelerinde siyasî şef­ likle dinî reislik ayni şahısta birleşmiş bulunuyordu [^}. Amerikanın yerli kavimlerinde siyasî şef ayni zamanda dinî reisi idi. Keza eski Peru devletinde Inkalar hem siyasî hem ruhanî reis idiler{^}. Yakm Asyanm kadîm kavimlerinden Sumerlerde kırallıkla dinî riyaset birleşmiş bulunuyordu. Sümer devleti tam manasiyle teokratik bir devlet id i: Patesiler (mahallî kırallar) Allahm mümessili addolunan ruhanî reis­ lerdi Sümer devletinde devletle din ve dinî teşkilât biribirine çok girift bir surette karışmıştı. Sumerlerde devlet mi teokratik bir şekil almıştı, yahut dinî teşkilât mı devlet şeklini almıştı ? Bu hususta bir hüküm vermek zordur. Hititlerde de kırallık dini riyasetle birleşmiş idi Beni İsrail tarihinin en patlak devri kırallarından Davut hem kıral hem peygamber idi. Bütün Beni İsrail namma Jehovaya kurban takdim etmek onun imtiyazı idi. Davut kendisine «daimî kurban rahibi» unvanmı veriyordu Yahudilerin bütün İçtimaî hayatları Tevrata müstenit idi. Davut kanunlardan (Musa kanunlarından) hiçbir zaman inhiraf etmemiş olduğunu bir neşidesinde iftiharla söylüyor [®}. Afrika kavimlerinden kadîm Mısırlıların hususî ve İçtimaî hayatla­ rında dinin tesiri çok büyüktür. Herodota göre Mısırlılar bütün diğer milletler arasmda dine en çok merbut bir millet idiler Tâ teessüsünden itibaren Mısır devleti teokratik bir devlet idi. Hüküm­ darlar (fir’avunlar) Allah telâkki olunurlardı. Onlara ibadet ederler, onlara titre^e^yaklaşırlardı [®]. P} n



Spencer, P rindpes de Sodologie, tom e IV, p. 66-74. Op. cit p. 68. C. Leonard W ooley, Les Stunerıens, p. 129 - 133. C3 G. Cooteneau, la dvilisation des H ittites et des Mitaııniens, p. 180. £"} Davut, Mezamir CX, 4. n II, Samuel X X II, 23. Herodot, II, 37, £*] Gustave Fong^es, les Premieres âvilisations. p. 32.



€2



Tanzim at



nı NİM TEOKRASİLER Birçok milletlerde devlet işleri doğrudan doğruya ruhanî reisler elinde olmamakla beraber dinin ve dinî ulemanm devlet işlerine büyük tesiri mü­ şahede olunurdu. Kadîm Hindistanda Brahman dinine mensup camialarda kırallar askerî smıftan seçildikleri halde ruhanî smıf olan Brahmanlar devlet işlerine muhtelif şekillerde müdahale ederlerdi İranda Sasaniyan sülâlesi devrinde (226-659) Zerdüşt dini resmî din idi. Zerdüşt ruhanîlerinin, mobetlerin, devlet idaresinde büyük rolu vardı. İranda Ruhanilerin fikri sorulmaksızm hiçbir teşebbüs yapılamazdı Dev­ letin teokratik ve nim teokratik olması Asya ve Afrika kavimlerine mahsus değildir. Kadîm Yunan ve Romanın eski kıralları devlet reisi oldukları kadar da dinî reisi idiler. Her evin, her kabilenin bir dinî reisi olduğu gibi devletin (cite’nin) de bir yüksek dinî reisi vardı. Devletin dinî reisi kıral ismini taşırdı [®], bütün Yunan kırallarmm menşei İlâhî telâkki olunurdu. Meselâ Homerin eserlerinde isimleri geçen Agamemnon ve Menelâs büyük ilâh Zeüs’ün torunları addolunurdu. Kırallar ilâhın bütün kudretini temsil ediyor­ lardı [*}. Atinada kırallık ilga edildikten sonra dahi Arhontlardan biri Arhont — kıral unvanını taşırdı ve bütün dinî merasime riyaset eden bu Arhont — kıralidi [®]. Romada da kırallık devrinde kırallar dinî reisi idiler. Kadîm Romada dinin devlet işlerine tesiri kırallığm ilgasmdan sonra dahi devam etti. Eskiden kırallar tarafmdan icra olunan dinî merasimi icra ve diğer dinî vazifeleri ifa için Rexsacrificulus (Kurban takdim eden kıral) ismiyle bir yüksek memuriyet ihdas edildi [®]. Teokrasi ve nim teokrasilerin mümeyyiz vasfı vicdan ve din hürriyetinin fıkdanıdır. Bu gibi devletlerde devlet tarafından tanınmış din veyahut dinler haricindeki bütün din ve mez­ hepler memnudur. Bu gibi devletlerde devlet dini esaslarma uygun olmıyan akideleri kabul ve devlet dininden başka bir dine mensubiyet cürüm sayılır. Suçluları şiddetli cezalarla cezalandırırlar. n {'} [‘J C]



De la vallee Poussin, Indo-Euıfopeen et Indo-Iraniens. p. 169-175. H uart, La ıPerse ancique, p. 187. Fustel de Coulaoges, La çite antique, IX p. 202-203. Goltz, La ciıe Grccque, p. 46-54. Spencer. Op. cit. p. 69. İbid.



T eo kra tik d evlet ve lâ ik d evle t



63



Uzun asırlar zarfında iktidar mevkiinde bulunanlar tarafından din namma yapılan cebir ve zulümler, tüyleri ürperten işkenceler, vahşicesine ce­ zalar tarihte çok tekerrür eden hazin bir hadisedir. Beşeriyetin, tekâmülüne, aklıselimin zaferine delil olarak gösterilebile­ cek terakkilerden biri bugün mütemeddin ve demokratik milletlerde din namma yapılan zulümlerin kalkmış olmasıdır.



IV HIRİSTİYANLIK



VE



TEOKRASİ



Hıristiyanlar bidayette devlet işleriyle alâkadar değillerdi. İsa kendisi, «Kaysere ait olanı Kaysere, Allaha ait olanı Allaha veriniz» demekle hıristiyanlann Kayserlere itaat etmeleri lüzumuna işaret etmişti, Havariyundan Sen Paul: «Herkes yüksek otorite sahiplerine itaatle mükelleftir. Zira her otori­ tenin menşei İlâhîdir. Bütün mevcut otoriteleri Allah tayin etmiştir. Onun için otoritelere itaat etmiyen Allahm vazetmiş olduğu nizama karşı hareket etmiş olur. Otoriteye mukavemet edenler kendilerini cezaya mahkûm etmiş olurlar» diyordu. Sen Paulun bu, en zalim bir müstebidin hakimiyetini dahi meşru kılan çok garip sözleri bidayette hıristiyanlarm devlete karşı olan münasebetlerine tesirsiz kalmadı. İlk asırlarda hıristiyanlar devlet işlerine karşı lakayt kaldı­ lar. Fakat kendi aralarmda, devlet haricinde, devletten müsaade almaksızm gizli teşkilât yaparlar, reisler intihap ederler, gizli mabetlerde ibadet ve dinî ayinler icra ederlerdi. Hıristiyanlık Roma devleti dahilinde memnu bir mezhep, hafi cemiyet­ lerin mezhebi şeklinde intişar etti. Malûm olduğu üzere dördüncü asrm başlarmda (313) Roma İmpara­ torlarından Konstantinus hıristiyanlığı Roma devletinin resmî dini olarak ilân etti. Bu vakadan sonra hıristiyanlıkiki şekilde taazzuv edebilirdi: ya Roma imparatoru bütün hıristiyanlarm başma geçip kendisini ayni zamanda hem Roma imparatoru hem hıristiyanlarm ruhanî reisi ilân edebilirdi. Veyahut dünyevî hakimiyeti de hıristiyanlarm dinî reisi olan Roma papasma terkederek, papaların Roma devleti başına geçerek tamamiyle teokratik bir devlet tesis etmelerine müsaade edebilirdi. Filiyatta bu iki şekilden hiçbiri tahakkuk etmedi: ne imparatorluk Papa­ lığı ilgaya teşebbüs etti ve ne de Papalık imparatorluğu ilgaya kalkıştı. O D [•;t



Markus İncili, X II. 17. Saint Paul, Romalılara m ektuplar X III, 1, 7.



64



T anzim at



zamanın, siyasî, İçtimaî şartları neticesinde bu iki kuvvet sulh içinde yaşa­ mağa bifibirini tanımağa mecbur oldular. Hıristiyanlığı devlet dini olarak tanımış olan imparatorlar, kendi haki­ miyetlerine hizmet etmesi şartiyle, Papalığın yaşamasında alâkadar idiler. Roma papaları da bu devirde imparatorlarla mücadele edecek vaziyette de­ ğildiler. Yerini hıristiyanlığa bırakmak istemiyen putperestliğin mukavemetini kırmak, hıristiyanlık içinde zulıûr eden yeni mezheplerin intişarma mâni ola­ bilmek, ve bilhassa muhtelif yerlerde zuhur eden rakip ruhanî reislerle mü­ cadelede galip gelebilmek için papalar imparatorun muavenetine muhtaç idiler. Onun için papalar bidayette hıristiyan imparatorlara karşı da çok mü­ tevazı ve muti idiler. İmparatorlar eski Roma dini yerine hıristiyanlığı ikame ettikten sonra da putperestlik devrinde dinî sahada haiz oldukları hüküm ve nüfuzu hıristiyanlık içinde dahi muhafaza ettiler. Bütün mülkî memurların âmiri olduk­ ları gibi dinî reislerin de âmiri kaldılar. Fakat IV. asır ortalarından itibaren hıristiyan uleması papalarm ruhanî riyasetinin dünyevî hakimiyetten yüksek olduğuna dâir fikirler neşretmeğe başladılar. Bu temayülü tecelli ettiren eserlerden en meşhuru Saint Augustin’in (354-430) rabbanî devlet (civitas Dei) adlı eseridir. Bu eserde Saint Augustin iki türlü devlet mevcut olduğunu ileri sürüyordu; Biri rabbani devlet, diğeri dünyevî devlet. Rabbanî devlet Allahm (İsa’nm) irade ve emirlerine uygun yaşıyan insanlardan mürekkep ideal bir devlettir. (Civitas D ei). Diğeri dünyevî devlettir. (Civitas terrena) bu dünyevî devletler insanlarm günah ve masiyetlexinden doğmuş devletlerdir. Onun için bunlarm menşei şeytanîdir. Menşeleri şeytanî olmakla beraber dünyevî devletlerin vücut ve bakası dahi Allahın irade ve müsaadesi sayesindedir. Fakat dünyevî devletlerin mevcudiyeti ancak bir şartla meşrudur: rabbanî devlete vusul için bir vasıta olabilecek mahiyette olmak şartiyle Kurunu vüstada bu telâkki hâkim idi. Kurunu vüsta başlarmda papalığm Roma devleti sukutundan sonra kurulan Frank devleti kırallarına ve Alman imparatorlarma münasebeti de tıpkı Roma imparatorlarma olan münasebet gibi idi. Bu devirde de ne Papalık kıral ve imparatorları hakimiyeti altına alabilecek vaziyette idi. Ve ne de kırallar papalarm ruhanî riyasetini tanımıyacak kadar kuvvetli idiler. Onuncu asırlardan itibaren Avrupa feodalleşti. Fransa, İtalya, Almanya birçok küçük beylik ve kırallıklara inkısam etti. Fakat Alman imparatoru bütün Almanya n



Saint Augustin, Civitas Dei, Lib X IX , ch. X III.



T e o kra tik d evlet v e lâ ik d evlet



$5



ve İtalya beylerinin hükümdarı telâkki olunurdu. Bu devirde Avrupada iki yüksek otorite vardı; biri bütün hıristiyanların ruhanî reisi telâkki olunan Roma Papasmm otoritesi, diğeri bütün Almanya ve İtalya beyleri tarafmdan yüksek hükümdar olarak tanınmış olan Almanya imparatoru. Bu iki kuvvet uzun müddet sulhte yaşıyamaddar. Aralarmda mücadele başladı. Sebebi, Kurunu vüsta şartlan içinde papalarm manevî otoritelerinin çok artmış ol­ ması idi: Hıristiyan ruhanî teşkilâtınm elinde pek çok gayri menkul servet bi­ rikmişti. Bütün hıristiyan milletler üzerinde din ve dinî ruhanilerin ve dolayısiyle bütün dinî teşkilâtm reisi olan Papanm hüküm ve nüfuzu çok büyüktü. Onun için on birinci asırlarda papalarda bütün hıristiyan kıralları ve hattâ Almanya imparatorunu mutlak surette Papaya itaat ettirerek, Avnzpada muazzam bir teokratik devlet vücude getirmek temayülü görülmeğe: başladı. Bu gayeye vusul için papalarm dünyevî devletler üzerinde hakimiyet hakkma malik olduklarma dair fikirleri İsrarla ileri sürmeğe başladılar. Zaten papaların dünyevî devlet mümessillerinden yüksek olduğuna dair fikir Saint Augustin eserinde mündemiçti. Çünkü Papalık teşkilâtı doğrudan doğruya rabbanî devlete yol hazırlıyan teşkilâttı. Papa taraftarları papalarm kıral ve imparatorlar üzerinde hakimiyet iddialarmı dinî esaslara istinat ettirmek için yeni bir nazariye icat ettiler. Bu nazariye şu şekilde hulâsa edilebilir: Dünyevî devletin menşei insanlarm günah ve masiyetleri olduğundan bu gibi devletler ancak Allahm evamirine uygun hareket etmek şartiyle meşrudurlar. Allahm emirlerini, ne gibi hareketlerin Allahın iradesine uygun olup, hangileri mugayir olduğunu bilen kilise ulemasıdır, ruhanilerdir. Bunlarm reisi de Papadır. Onun için dünyevî devletler ancak kilisenin reisi olan Papanm tasdik ve takdisi sayesinde meşruiyet iktisap edebilirler. Bu nazariyeyi takviye için Luka İncilindeki bir ayeti [^} tefsir ederek şu yeni fikri de ilâve ettiler. Allah hıristiyanlığı müdafaa için papalara iki kılıç bahşetmiştir. Bunlardan biri manevî kılıçtır (Ruhanî riyaset) diğeri maddî kılıçtır. (Dünyevî hakimiyet). Kilise ulemasme göre her iki kılıç Allah tarafmdan Saint Pierre’in varisi olan papalara tevdi olunmuştur. Papalar bu kılıçlardan manevî olanmı kendi ellerinde saklamışlardır, diğerini, maddî kılıcı (dün­ yevî hakimiyeti) Almanya imparatoruna tevdi etmişlerdir. Bu maddî kıhç ta imparatorlara Papa tarafmdan verilmiş olduğu için ancak papalar sayesinde t*}



Luka, X X II, 38. Ayet şudur: Onlar, Ya Rabbi, 15te burada iki k ıh ç vardır, dediler. O , dahi onlaja dedi.



kâfidir,



66



Tanzim at



maddî kılıcı elinde bulunduran imparatorlar her iki kılıcın hakikî sahibi olan papalara itaatle mükelleftirler. Çünkü manevî kılıç maddî kılıçtan üstündür. Onun için papalar bu maddî kılıcı ancak papalarm dinî riyasetine ve manevî hakimiyetine hürmet eden, papalara itaat eden hükümdarlara teslim edebi­ lirler. Hükümdarm hakimiyeti ancak Papaya itaat şartiyle meşrudur. Bu nazariye neticesinde on birinci asırdan itibaren Almanya imparatoru ile papalar arasında mücadele başladı. Almanya imparatorları taraftarları da cevapsız kalmıyorlardı: onlar da iki kılıcm mevcudiyetini kabul ediyorlardı. Bımlardan birinin Papanın elinde bulunduğunu da inkâr etmiyorlardı. Fakat maddî kılıcın (dünyevî hakimiyetin) Allah tarafmdan doğrudan doğruya imparatorlara tevdi edil­ miş olduğunu, Papanın dünyevî siyasete müdahale etmek hakki olmadığraı iddia ediyorlardı Bu mücadelenin en had şekli Almanya İmparatoru Hanri IV. (1050 1106) ile Papa Greguvar VII. arasında vukubulan mücadeledir Bütün bu mücadeleye rağmen papalar Avrupa hükümdarlarına dünyevî hakimiyet­ lerini kabul ettiremedilerse de İtalyanm bir kısmında, küçük sahalarda birkaç defa dünyevî hakimiyet tesisine muvaffak olmuşlardır. Fakat papalar dünyevî devlet idaresinde hiçbir zaman muvaffak olma­ mışlardır. Her defasında devlet idaresinde birçok müşkülâta tesadüf edi­ yorlardı. Tebaalarını itaat altında bulunduramıyorlardı. Dünyevî hakimi­ yetlerini devam ettirebilmek için onlara mutlaka bir hami, kuvvetli hüküm­ dar lâzımdı. Fakat bu hükümdar da çok vakit geçmeden Papaya karşı hâkim tavrını takınırdı ve neticede papalar onun aleyhine dönüyorlardı. Papalar hiçbir zaman ne küçük sahalardaki dünyevî hakimiyetleriyle ne de manevî hakimiyetleriyle iktifa etmediler. Hiçbir zaman bütün kırallar üzerinde yüksek hakimiyet haklan oldu­ ğunu iddiadan hâli kalmadılar. Fakat, tekrar ediyorum, hiçbir zaman da bütün katolik hükümdarlara hakimiyetlerini kabul ettirmeğe de muvaffak Jellinek, L’Eitat oıodem e et son droit, tome I, 301-309. n Kendisini papadan yüksek telâkki eden H anri IV. ün hıristiyan ruhanilere karşı takip ettiği siyaset dolayısiyle Papa G reguvar im paratora kızgın idi. 1076 da papa im paratora tnuhakeme olunmak üzere Romaya huzuruma gelmesini emretti. Bunun üzerine H anri IV. W oros şehrinde topladığı b ir Beyler Meclisi tarafından papanın makammdan iskat edilmij olduğunu ilân ettirdi. Buna mukabele olarak papa da im paratoru hıristiyan camiasından tardetti. O zaman im parator kendisinden hıristiyan tebaalarının yüzçevirımesi ihtim alinden korktu. Italyaya gitti. Birçok taıhkiramiz muamelelere maruz kaldıktan sonra papa tarafından Canossa kasabasında kabul olundu. Papanın ayaklarına kapandı ve of diledi. Bundan sonra itaat edeceğini vadetti. (1077). Fakat bu itaat çok sürmedi. 1080 de yeniden H anri IV. Italyaya yürüdü. Romayı aldı. G reguvar V II. yi papalık ımaJcamjndan ikinci defa iskat ederdt yerine Clemen III. ismiyle bir papa intihap ettirdi ve bu papa tarafından kendisini merasimle Kayser ilân ettirdi.



67



Teo kra tik d evle t ve lâ ik devlet



Çünkü hiçbir zaman kırallar, imparatorlar Papanm devlet islerine müdahalesini kabul etmediler.



o lm a d ıla r



D ü n y e v i hakîîvi İ y e t e d in i m a h iy e t is n a t ETME CEREYANLARI Feodalitenin sukutundan sonra Avrupa memleketiferinin birçoğunda vasi arazi üzerinde hakimiyetlerini tesis eden büyük mutlak kırallıklar zuhûr etti. On altmcı ve on yedinci asırlarda Fransa, keza on altıncı asırda Tudor ve Stuart sülâleleri idaresi devrinde İngiltere tam manasiyle birer mutlak moîiarchie nümuneleri arzediyorlardı. Bu devletlerin başında bulunan kırallar filî ve dünyevî hakimiyetleriyle iktifa etmeyip, bu hakimiyete bir nevi dinî ve kutsi bir maliiyet atfetmek istiyorlardı. Fransa Kırallarından On dördüncü Lui kırallığm tarafından bahşedilmiş olduğunu iddia ediyordu



kendisine



Allah



İngilterede Stuart sülâlesi müessisi Jak I. Stuart sülâlesinin haki­ miyeti onlara Allah tarafından bahşedilmiş olduğunu resmen ilân etti Mutlak kırallarm bu iddialarını dine istinat ettirmek için eserler yazılmağa başladı. Bu maksatla yazılan eserler arasmda en meşhuru Bossuet (1627 1704) nin «Kitabı mukaddesten istihraç olunan siyaset adlı kitabıdır. Bu eserde âlim piskopos Fransa kırallarmın hakimiyetinin menşei İlâhî oldu­ ğunu, kırallar yeryüzünde Allahın vekili olduklarını, kırallarm tahtı haki­ katte Allahm tahtı olduğunu ciddî bir lisanla ispata kalkışıyordu. Bu fikirler Fransa haricinde de kırallık taraftarları arasında çok büyük rağbete mazhar oldu. {’J Fransız m üverrih ve mütefekkirlerinden Guizot hıristiyaıı âleminin papaların teokratik idaresi altına düşmıemesini dö rt sebeple izah ediyor. 1 - Hırisıtiyanlığın tâ bidayetten kuvvete değil, kanaat ve imana m astem it bir teşekkül olması, 2 ) Feodal devirde tabiiyet sevmiyen zadegân sınıfının teokratik .temayüllere ır.ukavemeti, 3) Katolik mezhebinde rulıanilerin bekâr olması şartı neticesinde b ir irsî ruhanî sm ıf vücude gelmemesi ve nihayet, 4) T ürlü k ıt’alardaki ruhanî reislerin Roma papalarınm riyasetine muhalefeti. Guizot, Histoire de la civilisalion en Europe, leçon X . t*]



Jellineck, op. cit. tom e I, p. 306. Hallam, Constitutional history of Englaııd, vol. I, oh. VI. Bossuet, La Politique t i r ^ de rE critu re Sainte.



68



T anzim at



H attâ bu katolik muhitinde zuhur etmiş olan nazariyeyi protestanlar da kabul etti. PrusyalI protestan âlim Stahi «Hukuk Felsefesi» adlı eserinde bu fikirleri daha İlmî bir şekilde izaha çalışıyordu. Stahl’e göre devlet Allahm irade ve emirlerine tâbi bir ahlâkî ve fikrî imparatorluktur. Devlet kendisi, devlet idaresi başmda bulunan kimseler, ve hattâ dev­ letin şekli, hepsi doğrudan doğruya Allahın irade ve tasvibi sayesinde vücude gelirler. Fakat her devlet meşru değildir. İlâhî ve meşru bir devlet olması için devlet tarihî an’anelere istinat etmelidir; ancak bu gibi devlet İlâhîdir. İhtilâlden doğan, milletlerin millî ve tarihî an’aneleriyle alâkası olmıyan (ferdî beşerî iradeye istinat eden) devletler Allahın iradesine mugayir devletlerdir. İzaha hacet yoktur ki, kırallık taraftarlarını milletlerin hakimiyet hakkmı inkâra istinat eden bu irticaî fikirleri ileri sürmeğe sevkeden amil bir ilmi hakikati izah ihtiyacı olmayıp, münhasıran kırallarm filî idaresine bir dinî mahiyet bahşederek kırallarm hakimiyetini takviye etmek endişesiydi. Çünkü intibah devrinden sonra gittikçe fikren inkişaf eden Avrupa milletlerinin günün birinde milletlerin hakimiyeti için mutlak kıratlarla mü­ cadeleye girişeceğini hissediyorlardı. Bu mücadelede milletlerin beşeri olan millî hakimiyetine karşı kırallarm İlâhî hakimiyetini koymak istiyorlardı. İlâhı hakimiyet nazariyesi bütün demokratik cereyanları durduracak: sanıyorlardı. Mutlak kırallar bu nazariyeye istinaden hakimiyetlerini Allahtan al­ dıklarını, hükümdarlık haklarmı Allahm inayet ve iradesi sayesinde (par la: grâce de Dieu) haiz bulunduklarını ileri sürmekten hâli kalmamışlardır. Fakat buna mukabil Papalık taraftarları da kırallar üzerinde hakkı; riyasetleri olduğu iddiasından sarfmazar etmemişlerdir. Şayanı dikkattir ki, siyasî şeraitin tamamen değişmiş, papaların bütün Avrupaya şamil bit teokratik devlet tesis etmelerine hiçbir imkân kalmamış, olmasma rağmen XIX. uncu asırda dahi Papanın bütün kırallarm fevkmda. bir kuvvet olduğu fikri üzerinde İsrarla duran muharrirler zuhûr etmiştir. Bunlar arasında en meşhuru Josephe de Maistre (1753-1821) dir



£'}



Stabl, Ebilosophie des Rechts 3 B de, 177-179. J. de M aistre, D u Pape.



T eo kra tik devlet ve lâ ik devlet



69



VI ZAMANIMIZDA TEOKRATİK DEVLETLER Bugüne kadar Avrupada ne Papalık dünyevî kırallat üzerinde riyaset lıakkı olduğu iddiasından ve ne de kırallar hakimiyetlerinin Allah tarafından bahşedilmiş bir hak olduğu fikrinden tamamen vazgeçmişlerdir. Bilhassa papalarda manevî, ruhanî riyasetlerine istinaden dünyevî hakimiyet tesis etmek temayülü okadar kuvvetli ve okadar müzmindir ki, .bugün İtalyayı idare eden Musolini Papalığı kendisine taraftar kılmak için Papaya Roma şehri civarında Papanın Vatican sarayınm bulunduğu yerin ■etrafındaki birkaç yüz dönüm arazi üzerinde siyasî hakimiyet hakkı bahşetmiştir. Uzun zamanlardanberi siyasî hakimiyetini kaybetmiş olan papalar .bugün bu küçük sahada siyasî hakimiyeti haiz bir hükümdar olmuşlardır. Bütün devletler Papa arazisini müstakil bir ülke olarak tanımışlardır. Bugün Avrupada tam manasiyle halis teokratik evsaf arzeden yegâne devlet işte bu küçük papalık devletidir (Citta del Vaticane). Burada herşey dinî reis olan Papanın emrine tâbidir Vaktiyle bütün Avrupaya hakimiyetini kabul ettirmek için mücadele etmiş, Almanya imparatorunu ayaklarına kapanmağa mecbur etmiş olan koskoca papalığın bugün birkaç yüz dönüm arazi üzerindeki hakimiyetle iftihar duyması tarih felsefesi bakımından çok ibretlidir. Bu papalık ülkesi uzun asırlar zarfında papalar tarafından dünyevî hakimiyet için yapılan büyük, titanik bir mücadelenin çok mütevazı ve çok cılız bir mahsulüdür. Fakat yeryüzünde papa ülkesi yegâne teokratik devlet değildir. Papa ülkesinden başka, Asyada da gayet tipik bir teokratik devlet var­ dır. Bu da Tibet ülkesidir. Malûm olduğu veçhüzere Tibet ahalisinin dini Budizmin bir şekli olan Lamaism mezhebidir. Bu ülkenin başında bütün mil letin dinî reisi olan Dalaylama unvanını taşıyan bir ruhanî reis bulunuyor Dalaylama Tibetlilerin itikadına göre alelade bir insan değildir. O NİRVA NA [-} sayesinde ulûhiyet derecesine ulaşmış olduktan sonra münhasıran C} Papa tarafından 1929.7 haziranda ilân olunan teşkilâtı esasiye kanucunun birinci maddesi, «Papa Vatikan devletinin yüksek âm iridir. B ütün teşriî, icraî ve kazaî kuvvet ona aittir.» diyor. Keza 1929.7 ıhazitanda ilân olunan Vatikan devletinin hukuk membaları hakkın' daki kanunun ikinci maddesi de katoUklerin d in t hukuk meomua^ı olan «Codex Juris Canonici» yi Vatikan devletinin resmî hıdcuk ımecmuası olaraik ilân ediyord;U. M iıkin Getzevitch, Les Constitıutions d e l’Euırope Nouvelle, p. 491-520. [f} N İRVA NA Budistlere göre bütün heves arzu ve ihtiraslardan tecerrüt ettikten sofira husule gelen rubî halettir.



70



T anzim at



İnsanlara karşı duyduğu merhamet dolayısiyle insanları bizzat idare etmek için tenasüh tarikiyle yeniden dünyaya gelmiş yüksek bir varlıktır. Dalaylama’nm ancak TİBET dahilinde değil, bütün buddist âleminde çok büyük nüfuzu vardır. TİBET ruhanî bir reis tarafından idare olunduğu için halkm hayatında din birinci mevkii işgal ediyor. Bütün İçtimaî hayat din ulemasının emirlerine uygun bir surette tanizm edilmiştir Dalaylamanın ha­ kimiyeti bütün mülkî ve dinî işlere şamildir. Dalay LAMA ülkesini birtakım dinî vasfı haiz ruhaniler vasıtasiyle idare eder. Bu dinde dindarlığın en yüksek şekli rahiplik olduğu için Tibet ülkesinde erkeklerin hemen üçte biri rahiptir Mevzuumuz haricinde olmasaydı bu memleketin medenî ve iktisadı vaziyetinin de acınacak bir halde olduğunu ilâve ederdik. Kafaları hurafe­ lerle doldurulmuş, dünyadan habersiz ruhaniler tarafından idare olunan, ahalinin büyük bir kısmı manastırlara kapanmış rahiplerden veyahut dünya­ dan tecerrüt etmiş mağaralarda yaşıyan zahitlerden ibaret olan bir memleke­ tin hali kolayca tasavvur olunabilse gerektir.



VII TEOKRASİ TEMAYÜLÜNÜN PSİKOLOJİK VE SOSİYOLOJİK AMİLLERİ Şüphe yoktur ki devlet idare edenlerin hakimiyetlerine ilâhı bir ma­ hiyet atfetmek istemelerinde, Allahın iradesi sayesinde hükümet sürdüklerini ileri sürmelerinde en mühim amil filî hakimiyetlerini dindar ahalinin mu­ kaddes saydığı varlığın iradesine bağlıyarak ahali nazarında itibar ve şevket­ lerini artırmak ve bu suretle kendi ve sülâlelerinin hakimiyetlerini payidar kılmak endişesi olmuştur. Fakat bu amili yegâne amil addedersek beşeriyet tarihinin her devrinde ve heryerde görülmüş olan bir hâdise hakkında çok sathî ve bir taraflı bir mu­ hakeme yürütmüş oluruz. Hakimiyete dinî vasıf isnat ederek siyasî hakimiyeti teokratik bir idare şekline sokmak temayülünde kıralların sübjektif ve hodbin endişelerinden başka tamamiyle objektif ve millî bir menfaati temine matuf bir mülâhazada rol oynamıştır. Bu da teessüs etmiş hukukî ve İçtimaî nizama ve siyasî vaziyete sarsılmaz bir kuvvet ve resanet bahşetmek ve bu suretle mevcut devlet teşkilâtınm, hukukî ve İçtimaî nizamın devam ve bakasım temin etmek mülâhaza­ sıdır. Her devlet adamı devlet idaresi başına geçtiği andan itibaren o devleti [*} Bettani i Duglas, Velifcie religü Vostoka (rusça tercüme) p. 227-246.



T eo kra tik d evle t ve lâ ik devlet



71



muhafaza zaruretini herkesten ziyade hisseder ve bunu hissettiği anda devle­ tin devam ve bakası çarelerini düşünmeğe başlar. Siyasî kütlenin bütün fert­ leri tarafından mukaddes sayılan yüksek bir mefkureye bağlanmadıkça hiçbir camia payidar olamaz. Dinî akidelerin İçtimaî hayata tesiri kuvvetli olan camialarda hukukî nizamı tarsin ve ahalinin bu nizama merbutiyet ve sadaka­ tini temin için tevessül edilebilecek yegâne çare devleti ve onun teşkilâtmı ilâhlarm iradesine bağlamak ve ahaliye devlet başında bulunanlarm hakimi­ yetinin İlâhî olduğu fikrini telkin etmekti. Çünkü kadîm ve orta zamanlarda bütün millet efradına âm ve şamil olan yegâne mukaddes mefkûre din ve ulûhiyet mefküresi idi. Bugün mütemeddin milletlerde din fertlerin vicdan sahasına ait bir meseledir. Devlet içinde devlet efradını biribirine bağlıyan en kuvvetli rabıta din değil, milliyettir. Bugünkü devletlerde hakimiyet milletindir. Hakimiye­ tin menşei beşerîdir, millîdir. Bugün devletler millet namına idare olunur, ve millet için en mukaddes mefkure milliyet mefkûresidir ve bütün idare başında bulunanlar hakimiyet hakkını milletten aldıklarını söylerler ve ancak bu sayede itaati temin edebi­ lirler. Kadîm devirlerin İlâhî hakimiyet mefkuresi yerine bugün millî haki­ miyet mefkûresi kaim olmuştur. Diğer tabirle teokrasi yerine demokrasi gel­ miştir. Teokrasi mefkûresinin tedricî zevali demokrasi mefkûresinin inkişafı neticesidir. Teokrasi fikri dinlerin İçtimaî hayatın en mühim amili olduğu devir­ lerde zuhûr etmiş, beşeriyetin muayyen bir inkişaf safhasına tekabül eden bir fikirdir. Kadîm kurun ve orta çağlar insanlarmm fikir ve idrak seviyesi düşün­ me ve inanma tarziyle teokrasi fikri arasmda hemahenklik vardır. Son asırlar zarfında Avrupa milletleri ve onların tesiriyle şark milletleri fikir sahasında seri adımlarla ilerlediler. Dini münhasıran vicdan sahasına bırakarak bütün İçtimaî hayatı, aklî (Rationnel) esaslara göre tanzim etmek fikri hâkim fikir­ lerden biri oldu. Onun için bugün teokrasi fikri eskimiş tarihe karışmış bir fikirdir. Bugün teokratik devletin yerine kaim olan demokratik ve lâik devlettir. Lâik devletin tarihçesinden ve hususiyetlerinden bahsetmeden önce Türk ve İslâm Tarihinde teokrasi fikrinin rolü hakkında da birkaç söz söy­ lemek gerektir.



72



T anzim at



VIII ESKİ TÜRKLERDE DEVLET VE DİN Islâmiyetten önceki tarihimizi tetkik ettiğimiz zaman bir hususiyet dikkatimizi celbetmekten hâli kalmıyor. Bu da eski Türk devletlerinde, eski Türklerin siyasî hayatmda dinî ruhanîlerin hemen hemen hiçbir rol oy­ namamış olmalarıdır. Malûm olduğu üzere eski Türklerin dini Avrupa edebiyatında Şamanism ismiyle malûm dindir. Bu dinin ruhanilerine eski Türk dilinde Kam denildiği için biz bu dine türkçe «Kamlar dini» diyebiliriz. Uzak Asyanın bazı gayrimüslim Türk ka­ bileleri arasmda hâlâ yaşıyan bu dinin hem akidelerini hem ahlâkî esaslarmı tetkik işi bugün oldukça ilerlemiştir [^]. Şamanismi, totemism, fetişism gibi iptidaî dinlerden zannetmek çok yanlıştır. Türk dini çok yüksek dinlerden biridir. Dinlerin kıymet ve dere­ cesini tesbit için en emin Kıstas ulûhiyetin mahiyeti hakkındaki fikirdir. Eski Türklerde ulûhiyet mefhumu çok yüksekti. Bu din bütün kuvvetlerin fevkında, bütün kâinatın halikı olan bir yüksek, Tanrı, tanıyordu. Bu Tanrı ayni zamanda hayır İlâhî idi. Kültegin ve Bilgehan mezarları üzerine rekzetmiş abidelerin kitabe­ leri şu cümlelerle başlıyor. Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldıktan sonra bu ikisi ara­ sında kişioğlu yaratılmıştır. Ve kişioğlu üzerinde benim dedelerim Bumin ve İstemi Han oturmuşlardır (hâkim olmuşlardır) Bu cümlelerde sema ve arzın mahlûk olduğu açık gösterilmiştir. Bizans müverrihlerinden biri Türklerin yer ve gökün halikı olarak bir tanrı tanı­ dıklarını teyit ediyor [®]. Eski Türk dininde kâinatın halikı Tanrıdan başka bir de «Yersu ruhu» var ise de, bu ilâh değildir. Bu ruh kendisi de Tanrı tarafından yaratılmış, Allaha isyan etmiş olması yüzünden yerin altına nefyedilmiş bir mahlûktur. Bununla beraber zararlarından kendilerini muhafaza edebilmek için Türkler bu Yersu ruhuna karşı dahi bir nevi hürmet göstermek mecburiyetindedir Çok yüksek esasları ihtiva eden bu din maalesef Türkler arasmda yaw . Siroszewdii, D u chaimanisme d ’apres les croyances populaires d«s Yakoutes. in Revue de l’Histoire des religians. 1902, II p. 205-233 ve 299-338. Radlofi aus Sibirien. Band II. s. s. 44.1-67. j/} O rhon Kitabeleri 1. E, I ve II E, 2, 3. £“} Theopbylacte Simocatta in D ietrich’s Byzantioisohe quellen ete. Band II s. 14. C*} Radloff, Aus Sibirien. loc. cit.



T eo kra tik devlet ve lâik devlet



73



bancı dinlerin (Buddism, Mazdeizm ve hıristiyanhk ve bilâhare İslâmiyet) intişarı ve medenî Türk zümreleri tarafmdan ihmal edilmiş olması yüzünden inkişaf edememiştir: Alim kelâmiyun tarafından akideleri ve ahlâkî esas­ ları izah ve tefsir edilmemiştir. îslâmiyetten önceki Türk devletinde ahalinin dini bu din olduğıına şüphe yoktur. Orhon kitabeleri, Çinliler Türkleri imha için Türk devletine hücum ettikleri zaman Türklerin kurtulmasının sebebi olarak Tanrı ile Yer Su ruhu­ nu gösteriyor, Tanrı ve Yer Su Türklerin mahvolmasmı istemediler, millet olarak yaşamasını istediler, diyor [^]. Umumiyetle Orhon kitabeleri Türklerin kazandıkları' bütün zaferleri sema ilâhı olan tanrının himayesine ve Türkler lehine müdahalesine isnat ediyor Türk ülkelerinde dinî ruhanilerin mevki ve rolüne gelince, yukarda arzettiğim gibi, devlet işlerine dinî ruhanilerin hiçbir tesiri olmadığını hay­ retle müşahede ediyoruz. Kadîm ve orta kurunlarda orta medeniyet seviye­ sinde bulunan bütün diğer milletlerde devlet işlerinde ruhanilerin büyük tesirini görüyoruz. Hemen bütün tarihî devletler nim teokrasi mahiyetinde­ dir. Eski milletlerden kalma birçok tarihî vesikalarda ruhanilerin nüfuz ve hükmünü tebarüz ettiren cümlelere tesadüf ettiğimiz halde, biz Orhon kita­ belerinde ruhanîlerin devlet işlerindeki rolünü gösteren bir tek cümle bula­ mıyoruz. Bu, Türklerin tarihinden, İçtimaî hayatından, harplerinden, ahlâkî ve hukukî telâkkilerinden bahseden muhteviyatı itibariyle çok zengin olan kita­ belerde ruhanilerden hiç bahsolmaması şayanı dikkattir. Kitabelerde Kam kelimesi bir tek defa zikrolunmamıştır. Bu, devlet hayatında Kamların rolü olmadığını gösteriyor. Ne harbe başlamak için ruhanîlerin reyi soruluyor ve ne de devlet idaresinde herhangi bir mühim teşebbüs ruhaniler tarafından takdis ettiriliyor. Şüphe yoktur ki Orhon kitabeleri yazıldığı zaman (M. S. 732-34) dahi halk içinde, millet hayatında Kamların mühim rolü vardı. Fakat devlet adamları devlet işlerinde onların müdahalesine lüzum görmüyorlardı. O 2aman için bu tabiri kullanmak caiz olsaydı, biz Türk hanlarının, umumiyet­ le Türk devlet adamlarının zihniyeti tamamiyle lâikti, derdik. Badelmilât VII. inci asırlarda Çinî Türkistan birçok küçük hanlıklara bölünmüştü. Bütün bu hanlıklar merkezi Garbî Türkistanda bulunan İstemi Han sülâlesine mensup büyük hanlara tâbidi. Bütün bu küçük hanlıklarda tam manasiyle bir din hürriyeti hüküm sürüyordu. ['}



Orhon Ki-taıbeleri I. E, 25.



{■]



O rh o n K ita b e le ri 1. K, 10, 11.



74



T anzim at



Türlü hanlıklarda ahali türlü yabancı dinlere sülük etmişlerdi. Kuça Flanlığı ahalisi arasında Buda dini yayılmıştı p ] , Kâşgar ahalisi Zerdüşt dininde idi Khotan ahalisi arasında hem Buda hem Zerdüşt dini salikleri vardı [®]. Türk hanları bütün bu dinlerin intişarma mâni olmak şöyle dursun, bilâkis bütün ruhanilere karşı hürmet gösteriyorlardı. VII. inci asır başlarmda (629) Garbı Türkistana seyahat eden bir Budist Rahip, İstemi Han sülâlesine mensup hanlardan Tong Yabgu Hanın kendisine karşı gösterdiği iltifat ve yüksek bir hükümdara lâyık himayekâr muamelesinden hürmetle bahsediyor Bu kayitler VII. inci asra aittir. Bundan sonra Çinde büyük siyasî ka­ rışıklıklar zuhûr etmesi neticesinde Çin müverrihleri Çinî Türkistan ahvalini iİTmal etmiş olsa gerek ki VIII. ve IX. uncu asırlara ait Çin kaynaklarında Çinî Türkistan Türkleri hakkında kayitler azalıyor. Bu noksanı Arap müellifleri tarafından yazılmış eserlerle doldurmak mümkün oluyor. IX uncu asır İslâm Müelliflerinden İbni Hordadebeh (830 - 913) «Kitabül-Mesalik vel Memalik» adlı kitabında Çinî Türkistanda teessüs eden dokuz Oğuz devleti hakkında bize şu malûmatı veriyor: «Dokuz Oğuz devletinin ahalisi Türk ırkına mensuptur. Ahalisinin bir kısmı Manes (Manicheisme) mezhebine, bir kısmı da Zerdüşt dinine saliktir. Bu Dokuz Oğuz ülkesi Türklerle meskûn ülkelerin en vâsi olanıdır [®}. X uncu asrm nihayetlerinde (981) Dokuz Oğuz hanlarından Aslan Hana sefir sıfatiyle gitmiş olan Çinli UANG-YEN-TE de Türk devletinde Budistlerin serbest yaşadığından Dokuz Oğuz ülkesinde 500 kadar Buda ma­ bedi bulunduğundan bahsediyor ve ayni zamanda Buda dini Türklerin sanayi ve iktisat sahasındaki faaliyetine mâni olmamış olduğunu gösteriyor [®}. Burada bir mühim sual hatıra geliyor: Yabancı dinlerin Türkler arasmda yayılmasından sonra o sahada Şamanizm büsbütün zail oluyor muydu ? Yahut millî din yeni dinlerle beraber yaşıyor muydu.? Bu suale kat’î bir cevap verebilecek vaziyette değiliz, fakat bazı emarelerden yabancı dinlerin intişa­ rından sonra dahi halk içinde şamanizmin yaşamış olduğuna hükmedebiliriz. Meselâ: Çinî Türkistanda İslâmiyet intişarmda yüz sene kadar bir müd­ £'}



Edouard Chavann^s, Docuni’e nts sur les Toukiue occidentaux p. 14-121.



VI İbid. n [*] £*3 [“}



Ibid. Shamaa, The life of H iuen Tsiang. By Samuel Beal London. p. 42-46. İbni Hordadbeh, Kitabül-M esalik vel-Memalik, s. 30-31. Schott, zu Uiguren Frage, p. 43-50.



T eo kra tik devlet ve lâ ik devlet



75-



det geçtikten sonra, 1069 da yazılmış olan KUTADGU BİLİK de bile KAMLARIN halk hayatında rolü olduğunu gösteren kayitler vardır Fakat Kamların rolleri, müracaat edenlere dinî merasim ve tabiplik yapmaktan ibaretti. Türk hanları dinlere karşı çok müsamahakâr oldukları gibi Kamların da devlet işlerine müdahaleden içtinap ettikleri anlaşılıyor. Din sahasında müsamahakârlık Çinî Türkistan Türklerine mahsus zannolunmasın. Şarkî Avrupada teessüs eden Hazer devletinde bir zaman hanlar ve beylerin bir kısmı Yahudi dinini kabul etmişlerdi. Buna rağrtıen ahali dinini intihapta serbest bırakılmıştı. Ahalinin bir kısmı müslüman, bir kısmı hıristiyan bir kısmı da şüphesiz eski Türk dininde idi. Hazer hanları muhtelif dini temsil eden ulemayı çağırıp onların dinî mevzular üzerinde münakaşalarmı dinlerlerdi. Menşeleri itibariyle Moğol oldukları halde Türk hanı sıfatiyle hareket eden ve devletlerini Türk kanunlarına göre idare eden Moğol hanlarının dinlere karşı gayet müsamahakâr davrandıkları ve hiçbir din ehlini takip etmedikleri malûmdur. Cengiz Hanın vezirleri arasında müslüman Mahmut Yalvaç bulunduğu gibi, Çinin dinî an’anelerine çok sadık Yelü Çutsay da vardı [®]. Cengiz Han türlü din ruhanilerine karşı hürmet gösterdiği halde devlet işlerine mü­ dahale gösteren Kamlara karşı da amansız idi Mengü Han ve Sartak Hanm bütün hıristiyan ve Yahudilere karşı müsamahakâr, ruhanilere karşı hürmetkâr muamelesini Moğol devletine seyahat etmiş olan katolik rahip Rubruk bile gizlemiyor [®]. Cengiz’in torunu Çin imparatoru Kubilây Hanın müslüman, Budist ve Hıristiyan Nesturi ruhanilerine karşı ayni derecede hürmet gösterdiği meşhurdur Kubilây Han da muhtelif dinlere mensup ulemayı çağırıp dinî mev­ zular üzerinde münakaşalarını dinlemeyi severdi. Bütün bu kayitler, islâmiyetten önce Türk devletlerinde tam manasiyle vicdan ve din hürriyeti mevcut olduğunu Türklerin millî dini olan Şamanizimden başka Türkler arasında birçok diğer dinlerin de serbest intişar etmiş olduğunu, din ile devlet arasındaki münasebetin mütekabili hürmet mahiyetinde olduğunu, hanlar bazan kendilerini tanrının hususî himayesine t 'J O T} O n n



Kutadgu Bilik, Radloff neşri. Sahife 33, 97. M arquart, Östeuropaîsdhe utıd Östasiatisohe streifzüge, p. 5. Bretsohneider, Mediaeval researohes, I, 57-63. Bartold, Turestan, p. 391. R ııbroud:, edition le Roux, 1877. Marco Polc, Liv. II. ch. II.



76



T anzim at



mazhar addettikleri halde kendilerini dinî reis telâkki etmediklerini, hiçbir zaman dinî reis sıfatmı taşımadıklarını ispata kâfi olsa gerektir. Bütün bu kayitlerden çıkan hakikat şudur: İslâmiyet intişarından önce eski Türk devletleri kat’iyyen teokratik de.ğildiler. İslâmiyet intişarından sonra vaziyet biraz değişiyor. Şimdi İslâm devlet­ lerinde teokrasi meselesine gelelim.



IX İ s l a m iy e t v e t e o k r a s i Hıristiyan camiaları devlet haricinde hususî birer cemiyet şeklinde teessüs etmişlerdi. İslâm teşkilâtı ise tâ bidayette bir devlet, bir siyasî uzviyet şeklini aldı. İslâm dininin müessisi Muhammet (Aleyhisselâm) bir taraftan Allah­ tan ilham (vahiy) alarak yeni bit din neşreden bir peygamber idi. Diğer ta­ raftan yeni dine sülük edenleri toplayıp yeni bir siyasî camia, bir devlet tesis eden devlet adamıydı. Muhammed’in tesis ettiği devlet tam manasiyle teok­ ratik idi. Çünkü din müessisi olan, Allahtan aldığı ilham ve vahiylere göre hareket eden Muhammet ayni zamanda merkezi Medine olarak teessüs eden yeni devletin reisi idi. Bu devletin İçtimaî hayat esasları ve hukuku dinî kitap olan Kur’ana ve din müessisi olan Muhammed’in emir ve kararlarına müstenitti. Bütün İçtimaî hayat yeni dinin esaslarına göre tanzim edilmişti İslâm devleti filiyatta teokrasi olarak teşekkül ettiği gibi nazariyece de teokrasi idi. Kur’anın birçok surelerinde hakimiyetin Allaha ait olduğuna işaretler vardır [^]. Bu vaziyet ilk 4 halife (Hulefayi Raşidîn) devrinde de değişmedi. Devlet içinde Muhammed’in rolü ne idiyse halifelerin rolü de odur: onlar Yeryüzünde Allahın mümessili olan Muhammed’in kaymakamları idi­ ler. Ömerden sonra halifeler kendilerine «Halifei Resulullah» unvanını veriyorlardı [®}. Bu unvan onların peygamberin bütün hak ve salâhiyetlerine ■varis olduklarına işaret idi. Muhammed’in kendisi de onun yerine gelen ilk 4 halife de hem dinî reis hem,devlet reisi idiler. İslâm devleti tamamiyle f} s. 143-226. [ ’J



[=}



Tabarî, cilt. 2. Arnold, The preaching of Isîam p. 11-44. Sahayifülahbar cilt, I. Sürei Âl-lımran ayet 27. » Maide ayet 20. » Furkan ayet 2. Muiı-, Tiıe C A İk ı, clı. I.



T eo kra tik devlet ve lâ ik devlet



77'



idi. Gasp neticesinde hilâfetin Emevîlere geçmesiyle de vaziyet hukukan değişmedi. Emeviler de kendilerini halife, yani Muhammed’in ye­ rine gelen dinî şef telâkki ediyorlardı; fakat Emevilerden itibaren intihap usulü kalktı. Emevilerde halifelik irsî bir hak şeklini aldı, kâh vefat eden halifenin oğlu, kâh Emevî sülâlesine mensup birisi hilâfet tahtma ge­ çerdi Emevilerden bazıları iman ve itikatları veyahut tarzı hayatları bakımmdan islâmiyetin akide ve ahlâkî esaslarından uzaklaşmış oldukları halde hiçbir zaman devlet reisi oldukları kadar da dinî reis olduklarını iddia­ dan hâli kalmadılar. Siyasî hakimiyetlerini dine istinat ettirmek hususunu, ihmal etmediler. Milâdî sekizinci asır ortalarında (749) hilâfet Abbasîlere geçiyor. Abbasilerin İslâm devletinin merkezini Iraka nakletmeleri neticesin­ de Emevîierin Suriyede maruz kaldıkları Bizans - hıristiyan medeniyetinin tesiri yerine İran medeniyeti tesiri kaim oluyor. Al-Mansurdan itibaren halifeler hem devlet idaresinde hem hususî hayatlarmda eski Sasaniyan hükümdarlarmı taklit etmeğe başlıyorlar. Bağdat saraymdaki debdebe, ihtişam, israf ve sefahet Medayin saraymdakinin aynisi idi. Abbasî halifeler nefsanî temayüllerine esir birer dünyevî hükümdar ol­ muşlardı. Fakat buna rağmen dinî reislik vasıf ve haklarından ferağat etmiş değillerdi. Devleti Muhammed’in halifesi sıfatiyle idare ettiklerini her fır­ satta söylerler, halifelikleriyle daima iftihar ederlerdi. Abbasî devletinde hâkim hukuk dinî hukuktu (fıkıh) idi, kaza işleri, dinî ulemanın elinde idi. .A.bbasî devleti de bir teokrasi idi. IX. uncu asırdan itibaren eskiden halifelere tâbi olan birçok vilâyetler, siyasî iktidarı gasbeden şeflerin istiklâllerini ilân etmesi neticesinde halife devletinden ayrıldı. Yavaş yavaş halifelerin dünyevî hakimiyeti Bağdat havalisine münhasır kaldı Bağdat içinde dahi bu hakimiyet nazariyeden ibaret idi. Hakikî kuvvet Emiril ümera ismiyle malûm, ekseriya Türk ırkına mensup, kumandanlarm elinde idi. Bu kumandanlar istedikleri zaman halifeleri makamı hilâfetten iskat ederek yerlerine başkasını iclâs ederlerdi. X. uncu asır ortalarında Bağdat havalisi dahi Şia mezhebinde olan Âlibuyeh emirlerinin idaresine geçtikten sonra Abbasî halifeler dünyevî haki­ miyet kuvvetinden tamamiyle mahrum olmuşlardı. Fakat nazariyede ve İslâm uleması nazarında halife yine bütün müslümanların yüksek dinî reisi idi. Bütün siyasî iktidarın membaı o idi. Onun ismi hutbelerde zikrolunurdu. Gasp yoliyle iktidar mevkiine geçmiş olan han ve sultanların siyasî hakimiyeti meşru olması için halife tarafından tasdik teokxatik



C} [ “]



Kramer, geschichte der herrschenden îdeen des îslaıms p. 407. Mesele, Yezid I, Velit II, Ömer bin Abdülâziz. L. A. Sedillot, H istoire des Arabes, p. 197-201.



"Î8



T anzim at



edilmiş olması lâzımdı. Onun için dindar görünmek istiyen, ulemanın iikrine kıymet veren büyük hükümdarlar filî haldmiyetlerinin mutlaka halife tarafmdan tasdik edilmesine büyük bir ehemmiyet atfederlerdi. Meselâ: merkezi Afganistanda olmak üzere çok kuvvetli bir devlet tesis eden Mahmut Gaznevî ■bile hakimiyetini Abbasî halife Elkadiru Billâh tarafından tasdik ettirerek, halifeden «Yeminüddevlet» unvanım almıştı (997). Keza Salâhaddini Eyyübi de, 1175 te, kendisini Mısır ve Suriye kıralı itan ettikten sonra hakimiyetinin Halife Almustadi tarafmdan tanınmasını istemişti. XI. inci asır ortalarında (1055) islâm âleminde dünyevî haki­ miyet Selçukîlere geçiyor. Bu tarihten itibaren halife Elkaimü BiemriIIâJım Tİza ve muvafakatiyle hilâfet dünyevî hakimiyetten ayrılıyor. Toğrul Bey Elkaimü Biemrillâh tarafından Emirülmüminin (bütün müslümanlarm «emîri) ilân olunuyor [^]. Bu vaka hem İslâm hem Türklük tarihi bakımından -^ok mühim bir vakadır. Bu, bir taraftan İslâm imparatorluğunun halis teok­ ratik vasfını resmen kaybederek nim teokrasi şeklini almasını, diğer taraftan İslam âleminde dünyevî hakimiyetin Türk ırkına geçmesini, Tüıklerin islâm âleminde hâkim bir ırk olmasını ifade eder. İlk Selçuk Hükümdarı Toğrul Bey’in hilâfetle olan münasebeti tetkik olunduğu zaman bu hükümdarın isabetli siyasetini takdir etmemek imkânsız­ dır. Bu tarihte hâkim siyasî ve İçtimaî şartlar içinde Toğrul Beyin kendisini ■bütün müslümanlarm halifesi ilân etmesine hiçbir mâni yoktu. , Bunu başta halife kendisi olmak üzere, bütün müslümanlar tasvip edecek, alkışlıyacaklardı. Buna rağmen Toğrul çok haklı olarak hilâfetin Mulıammed’in akrabası ahfadı olan Abbasî sülâlesi elinde kalmasını hem İslâm âlemi için hem Türklük için daha muvafık buldu. Dinî teşkilâtın fevkında bir dünyevî hükümdar olmayı teokratik bir devletin ruhanî reisi olmaya tercih etti. Abbasî halifeler islâm âleminde dinî reislik vasıflarını muhafaza ettiler. Selçuk hükümdarları onları dinî reis tanıdılar ve daima onlara karşı hürmetkar davrandılar Fakat büyük Selçuk hükümdarları kendilerini münhasıran dünyevî hükümdar telâkki ettikleri halde, etrafındakiler de Selçukilerin hakimiyetine bir nevi kutsî mahiyet atfetmek temayülü vardı [®]. Sedillot, H istoire der arabes, p. 211. Muir, The Califat, oh. LXXVI. Melik §ahm vezirleriaden Nizamiilmölûk «Siyasetııame» ad k eserimde diyor: «Her devirde Cenabihak insanlar arasından birini seçiyor, onu bütün ahlâkî faziletlerle tezyin .ediyor, ve onu he rtü rlü medih ve sitayişlere lâyik kılıyor, sonra ona dünya idaresini ve ibadul,lah ın ejnoiyet ve asayişimi temin vazifesini yükletiyor». Nizamülmülûk, Siyasetoamc bap I. {^}



T eo kra tik devlet ve lâ ik devlet



79



1258 de Bağdadı 2apt ettikten sonra Hulâgû bütün müslümanlann dinî reisi olan Halife Elmüstasımı vahşiyane bir surette öldürterek Bağdat hilâ­ fetine nihayet vermiş oldu. Fakat hilâfet müessesesi zail olmadı. Abbasî sülâlesine mensup Elmustansirü Billâh isminde birisi o zaman Mısırda hüküm süren büyük Memlûk sultanlarından Baybars tarafmdan büyük merasimle halife ilân olundu (I2 6 l). Bu suretle hilâfetin merkezi Bağdattan Mısıra nakledilmiş oldu. Fakat Mısır halifeleri siyasî kuvvet ve nüfuzdan tamamiyle mahrum, Memlûk sultanlarının emellerine hâdim, onların bütün emirlerine itaate mecbur birer saray memuru vaziyetinde idiler. Bununla beraber Mısır sultanları ekseriya gasp ve darbei devlet saye­ sinde elde ettikleri filî hakimiyetlerini saraylarında besledikleri «halife» tarafından tasdik ettirerek saltanatlarma bir nevi kutsî mahiyet bahşetmek istiyorlardı. Tahta cülûs ettikleri zaman sultanları merasimle idâs eden halifelerdi [i]. Fakat o devirdeki Mısır idaresine de teokrasi demek doğru olmaz. Çünkü halifeler siyasî hakimiyet hakkından mahrum idiler. Mısır sultanları ise, dinî reis değildiler. Bu da bir nim teokrasi idi. 1517 de Yavuz Sultan Selim Mısırı fethetti. Bugün herkesçe makbul olan bir rivayete göre o zaman Mısırda hilâfet mevkiini işgal etmekte olan ELMÜTEVEKKÎL İstanbula getirilmiş ve orada hüsnü ihtiyariyle hilâfet hakkını Osmanlı Sultanı Selim’e tevdi etmiştir. Selim de bunu kabul etmiş­ tir [®}. Bu andan itibaren Osmanlı sultanları bütün İslâm âleminin dinî reisi sayılmağa başlamıştır. Fakat Osmanlı sultanları kuvvetli oldukları devirler­ de bu unvana fazla ehemmiyet atfetmemişlerdir. Ne Selim’den sonra Kanu­ nî Süleymanın ne de ondan sonraki sultanların halifelik siyaseti takip ettiklerine dair kayitler yoktur. Ancak inhitat başladıktan sonradır ki Osmanlı sultanları beynelmilel münasebetlerde halifelik vasıflarını ileri sürmeğe başlamışlardır. £'} Bu halifelerden aacak b ir tanesi, Al-Mustain ad lı halife kısa bir müddet zarfmda sultan unvan ve hukukuna sahip olmuştur. Bu rivayetin sıhhati ispat edilmem iştir. M ısır fethinden bahseden eski m üverrih­ lerden hiç biri bu hilâfet meselesinden ;bahsetmiyor. Bundan ilk defa bahseden (Osmanlı Devletinin Umumî Levhası) ad k eserin m üellifi D ’Oihsson olduğu ileri sürülfüstür. n Sultan Selim’id hilâfeti kabulü İslâm uleması tiazarioda makbul olan şartlara mugayirdi. H ilâfet için sa n telâkki olunan esaslardan b iri halifenin Kureys kabilesine men­ sup bir Arap olmasıdır. H ilâfet meselesi hakkm da İslâm âleminde otorite sayılan Al-Maverdî, El-Ebkamüs-Sultaniye> adlı kitabında halifelik şartlarm ı sayarken diyor: «Vessabiu Ennesebü, ve hüve en yA ûne m in K urej^in, livurdunnassı fihi ve in ’ikadul icmai aleyhi ilâh.» (Elâhkâmüssultaniye. Bap I. fasıl I.).



80



T anzim at



OsmanlI sultanlarının halifelik hukukunu iddia ettiklerini gösteren ilk resmî vesika, zannımıza göre Küçük Kaynarca Muahedesidir (1774). Malûm olduğu veçhüzere 1774 de Rusya ile olan muharebede mağlûp olduk­ tan sonra Küçük Kaynarca Muahedesiyle Osmanlı sultanları Karadenizin şimalindeki saJıadaki hakimiyetlerinden vazgeçtiler. Kırım Türklerinin istik­ lâlini tanıdılar. Muahede akti esnasında Rusya İmparatoriçası Katerin II. Rusya çarları için Türkiyede yaşıyan hıristiyanlan himaye hakkını talep etti. Bunun üzerine buna mukabele olarak Osmanlı sultanı da Kırım müslümanlarmm dinî bakımdan kendisine tâbi kalmalarını, ve muahedenameye Kırım müslümanları üzerinde sultanm halife sıfatiyle dinî otoritesi baki kalacağma, Kırım kıtasındaki bütün kadılarm sultan tarafından tayin olunacağma dair bir madde dercedilmesini talep etti [*■}. Buna esas olarak Türk sultanlarının bütün dünya müslümanlarmm halifesi olduğu ileri sürüldü. Her iki tarafm bu mütekabil talepleri kabul edilerek muahedename de tesbit edildi [^}. Bu suretle Osmanlı sultanlarmm halifelik hakkı ilk defa olarak beynelmilel bir muahedede tasdik edilmiş oluyordu. Bu andan itibaren Avrupada Türkiye sultanları bütün müslümaniarm halifesi, dinî reis telâkki olunmağa başladı. Bu halifelik vasfmdan en çok .istifade etmek istemiş olan sultan da Abdülhamit II. olmuştur. Abdülhamid’in cülûsımu müteakip ilân olunmuş olan teşkilâtı esasiye kanununda Sultanın halife sıfatiyle İslâm dininin hamisi olduğu tasrih edil­ mişti (Madde 3). Bu izahlardan görülüyor ki Osmanlı devleti bidayette teokratik bir devlet değildi. İnhitat devrine kadar hükümet süren sultanlar kendilerini dinî reis telâkki etmemişlerdir. Osmanlı devletinin teokratikleşmesi inhitat devriyle başlıyarak Kaynarca Muahedesiyle birinci teşkilâtı esasiye kanunu neşri arasındaki devir zarfında (1774 - 1876) gittikçe kuvvetlenmiş ve Abdülhamit devrinde Osmanlı devleti tamamiyle teokratik bir şekil almıştır.



{I'}



D ’Ohsson teTaıbleau generale de rE m p ire Ottoman, I, 264.



C ] Küçüik Kaynarca Muahedesinde K ırım Türklerine d air maddeleri izah ve şerh zımnında Rusyaya verilmiş bir takrirde su cümleleri okuyoruz: T atar kavmi ıbilittifak b ir H anı intihap eyledikten sonra Hâdimülharemeyn-iş-şerifeyn ve İmamülmüslimin olan Padişahi A li Osman H azretlerine ber muktazayı hilâfeti uzma arz ve Sultanülmüslimin H azretleri dahi b ir gûna talil ve tavilc etmeksizin derakap ni$anı şerifi 'hilâfet penahi ita ve teşrifatını irsal eyleye ve cum’-alarda ve aidlerde Kırım bıttasında vaki kâffei mesacit ve meabitte hutbe ve revaçi sikke cam namii Âli Osman ile ola. İlâh. Cevdet Pasa T arihi, cilt II. sahife 302-303).







T eo kra tik devlet ve lâik d evlet



X BİR



DEVLETtN



TEOKRATİK



OLMASININ



MAHZURLARI



1 — Devlet müessesesi menşei ve gayesi bakımından tamamiyle beşerî ve dünyevî bir müessesedir. Onun için devlet dinlerin tesirinden nekadar azade olursa, beşerî ve dünyevî vazifelerini ifada o kadar serbest olur. Ruhanî riyaset mahiyeti itibariyle daha ziyade uhrevî işlerle meşgul olması lâzungelen bir makamdır. Dünyevî hakimiyet mahiyeti itibariyle dinî riyasetle kabili telif değil­ dir. Şahsmda bu iki riyaseti birleştiren reis ya devlet işlerini ihmal eder, ya­ hut ta dinî vazifelerini unutur, münhasıran dünyevî hükümdar gibi hareket eder. Birinci takdirde bundan devlet işleri ve ahali mutazarrır olur, ikinci takdirde halk arasında dinin otoritesi kalmaz. Hükümdarlık ve dinî reislik biri diğerini felce uğratan vasıflardır. Onun için devletlerin dahilî inzibatı, ve İktisadî refahı ve bilhassa harice karşı kuvvetleri teokratik vasıflarma makûsen mütenasiptir Büyük devlet adamları ancak mülkî idare ile askerlik içinde yetişir. Roma papaları gayet muğlâk ve çok âlimane bir surette kurulmuş teşkilâtlarma, entrika ve diplomasi sahasmdaki meharetlerine, psikolojik incelik­ lerine rağmen dünyevî devlet reisi oldukları zaman sağlam, inkişaf kabiliye­ tine malik, kuvvetli bir devlet kuramamışlardır. Çünkü dinî reislik vasıfları hükümdar olarak serbest hareketlerine mâni olmuş, hükümdarlıkları dinî şevket ve otoritelerini küsufa uğratmıştır. Onun için hiçbir zaman halis teokratik devletler uzun ömürlü olma­ mışlardır. Çok zaman geçmeden ya zail olmuşlardır yahut nim teokrasiye tahavvül etmişlerdir. 2 — Teokrasiler daima başka bir tehlikeye de maruzdurlar: hem dinî hem dünyevî riyaseti şahsmda birleştiren hükümdarlar — Fir’avunlar, halife­ ler — dan milletler Allahtan korkar gibi korkarlar. Fakat ayni zamanda bunlarm ahlâk ve tarzı hayatlarmm da ilâhlara lâyik bir şekilde olmasını isterler. Bunu göremedikleri zaman, bütün tumturaklı dinî unvanlarına rağmen bu gibi hükümdarların milletlerin ruhunda bir mevkii yoktur. îlk fırsatta, dinî reis olduğunu iddia ettiği halde dinin emirlerinden uzaklaşan reisi millet­ ler isyan ederek devirmeğe hazırdır. Bu reisler için hakimiyetlerini dine istinat ettirmeleri isyana karşı bir siper teşkil edemez. C3 Bundan istisna te$kil eden m isalk r vardır, meselâ İslâm Tarihinde halife Ö m er'­ in idaresi. Faıkat bu başka b ir sosiyolojik hâdise neticesidir: yeni dinlerin zuhuru ve in tija n esnasında yeni dini kaibul eden be§erî kütlenin iktisap ettiği dinamik kuvvet, ahlâkî yükselme ihadîsesi neticesidir.



83



T anzim at



Alman mütefekkirlerinden biri hükümdarlar felsefe ile uğraşabilir, fakat bir feylesof hükümdar olamaz, demiştir. Biz bu vecizeyi dinî riyasete de tatbik edebiliriz: Bir hükümdar dindar olabilir, bir dinî reis hükümdar olamaz. Teokrasi usulü, tarihten alınan tecrübeler neticesinde zararlı olduğu anlaşıldığından muasır beşeriyet tarafından terkedilmiş bir hakimiyet usu­ lüdür. 3 — Teokrasi vicdan ve din hürriyetini inkâra müstenit bir usulü idare olduğundan, bu usul daima devlet dini haricindeki mezhep saliklerine karşı zulüm ve tazyiklere müncer olmuştur. Din namma yapılan zulüm ve itisaflar, şiddet ve cebirler, tarif edilmez işkencelerle tarih sahifeleri doludur. 4 — Teokrasinin en mühim mahzuru, en zararlı neticesi de milletleri inhitata sürüklemesidir. Devletin dindar zannolunan, dindar görünmeğe ça.lışan dinî reisler tarafmdan idare olunması tabiî olarak ahalide ancak gös­ terişten ibaret resmî ve müraî bir dindarlık modası tevlit eder. Devlet idaresi dinî reislerin elinde bulunduğu için bu gibi bir devlette hayatın herhangi bir sahasmda muvaffak olmak, hattâ maişeti temin edebilmek için dinî re­ islerin hüsnü teveccühünü, muhabbet ve itimadını kazanmak lâzımdır. Buna vusul için en emin yol dindar görünmektir. Onun için teok­ ratik devlette herkes dindar görünmeğe, kendisini dine çok merbut adam olarak tanıtmağa gayret eder. Dine merbutiyeti ispat yolla­ rından bir de başka dine mensup olanlara karşı gösterilen nefret ve husumettir. Bu suretle teokratik devlette devlet idaresi başmda bu­ lunanlardan tut ta en küçük bir memura kadar herkes, hakikî iman ve kanaat­ leri ne olursa olsun, dindarlık satmağa, dindarlığıyla temayüz etmeğe, başka dine mensup fert ve zümrelere karşı nefret ve husumet besler gibi görün­ meğe çalışır. Bütün memlekette müraî bir dindarlık yarışı başlar, bütün mem­ leketi bir taassup havası istilâ eder. Ahalinin büyük bir kısmı, ekseriya en münevverleri, vakitlerinin büyük bir kısmmı mabetlerde geçirmeğe çalışırlar, diğer bir kısmı da büsbütün dünyadan, masivadan tecerrüt edeıek manastır, tekke, hanıkahlara çekilirler. Neticede memlekette istihsal kuvvetleri zayıf­ lar, iktisadı hayatta durgunluk hâsıl olur. Umumî refah gittikçe azalır, neti­ cede hayat neşesi, terakki ve tekâmül hamleleri zail olur. Bu suretle yavaş yavaş milletin hem maddî hem manevî hayatı söner. Onun için teokrasi usuUyle idare olunan milletler ancak bundan kurtulmak şartiyle millî ve si­ yasî varlıklarını kurtarabilmişlerdir. fi



Hıristiyan Wû^f,



in Taranovski, Ensiklopedie prava s. 312-313.



T eo kra tik devlet ve lâ ik devlet



83



Fertlerin vicdan sahasında kalan samimî imanı, hakikî dindarlığı nekadar şayanı hürmet ise, milletlerin yalan, yapmacık dindarlığı, devletin resmî ve zoraki dindarlığı, taassubun devlet idaresi esaslarından olmaması o kadar zararlıdır.



XI LÂtK DEVLET LÂİK DEVLETİN MAHİYETİ VE TARİHCESİ Muayyen devirlerde muayyen bir kıt’ada yaşıyan beşerî kütlelerin medeniyet sahasmda sarfettikleri gayret, yaratıcı kudret ve bu sayede elde ettikleri muvaffakiyet şayanı hayrettir. Milâttan önce VI. asırdan III. asra kadar Atinada görülen kesif medenî faaliyet, Bağdat teessüsünden Moğol istilâsına kadar İslâm medeniyetinin seri inkişafı, intibah devri başladıktan sonra Garbî Avrupa milletlerinin medenî ve fikrî tekâmülü, beşeriyet tari­ hinde herzaman hayret ve hayranlıkla zikrolunacak hadiselerdir. Muayyen devirlerde beşeriyetin muayyen bir kısmı göya asırlardanberi teraküm etmiş medenî istidat ve kudretlerini birden sarfetmeğe azmetmiş gibi medeniyetin her sahasında akıllara hayret verecek bir medenî faaliyet gösteriyor. Biribirini takip eden pek çok mütefekkirlerin yeni fikir ve idealler neşretmesi, yeni ilmî hakikatlerin keşfolunması, eskimiş İçtimaî teşkilâtı yeoi tesbit edilmiş ilmî hakikatlere ve yeni ifade edilmiş fikir ve ideallere göre yeniden tanzim etmek temayülü, umumiyetle dimağî faaliyetin kesifleşmesi bu gibi seri inkişaf devirlerinin hususiyetlerindendir. Lâik devlet te Avrupanın son asırlar zarfında fikir sahasındaki inkişafı mahsulüdür. Burada herşeyden önce devlete izafetle lâiklik mefhumunu tarif ve tesbit etmek gerektir. Lâik devlet hangi devlettir? — Lâik devlet bütün vatandailann dinî akidelerine hürmet eden, fakat hiçbir dini diğer dinlere tercih etmiyen, her dine karıt ayni muameleyi yapan, din ve itikat sahasını fertlerin hususi zfz telâkki ettiği için dini zümrelerin dinî illerine müdahale etmiyen, hiçbir dini menetmediği gibi hiç­ bir dine hiçbir türlü muavenet dahi etmiyen, dinlere karıt bitaraf kalan dev­ lettir. İntibah devrinden önce bütün Avrupa Hıristiyan ruhanilerinin manevî tahakkümü altmda yaşıyordu. Herşeyde kıymet ölçüsü hıristiyan dini idi. Dini ruhanîler tarafmdan vaz’edilmiş esaslar önünde en yüksek hükümdar­



S4



Tanzim at



dan tutta en müteva2İ köylüye kadar herkes başeğmeğe mecbur idi. Hiç kimse ne serbest düşünebilir ne de istediği şekilde itikat sahibi olabilirdi. İnsanlarm hem düşünme kabiliyeti hem inanma ihtiyacı dar çerçeve içine sokulmuş ve adeta çemberlenmiş gibi idi. Bu çerçeve ve çemberler, hıristıyan uleması tarafmdan vaz’edilmiş, kırallar tarafmdan kanun olarak tanınmış esaslardı. Avrupanm hiçbir kıt’asmda vicdan ve fikir hürriyeti mevcut olmadığı gibi, din hürriyeti de yoktu. Bütün Avrupa ülkeleri nim teokratik devletler şeklini almışlardı. Va­ ziyet böyle iken intibah devri başlıyor. Avrupanm muhtelif memldcetlerinde dinî telâkkilere bağlı kalmaksı­ zın, tamamiyle serbest olarak düşünmek ve düşündüklerini yazmak cesaretini kendilerinde bulan çok büyük mütefekkirler zuhûr ediyor. Herzaman olduğu gibi bu devirde dahi Avrupada hâkim olması isteni­ len yeni siyasî, İçtimaî ve hukukî nizamın esasları evvelâ mütefekkirlerin,^ feylesof ve âlimlerin, yani asrın yüksek şahsiyetlerinin kafalarmda teceUi etti, ancak bu mütefekkirlerin eserleri vasıtasiyle bu fikirler diğer münevver­ ler arasında yayıldı. Bu münevverler de bu yeni fikirleri hayatta tahakkuk ettirmek için çalıştılar. Bugünkü İçtimaî ve hukukî teşkilâtın esasları olan fikirlerin intişarmda Leipnitz, Grotius, Pufendrof, H. W olf, Locke, Voltaire, Montesquieu, RoüSseau ve saire gibi büyük mütefekkir ve âlimlerin rol ve hizmeti büyüktür. Onun için bugün Avrupada hâkim İçtimaî teşkilât, hukukî nizam mütefekkir­ lerin eseridir, dersek hiç mübalağa etmiş olmıyacağımıza eminiz. Teceddüt devri başladıktan sonra mütefekkirler tarafından ileri sürül­ müş yeni fikirler arasmda en müsmir olan, devletlerin teşkilâtında mühim, tahavvüller tevlit eden fikir, ferdin cismanı ve ruhî hürriyetine dair fikir­ dir. Son asırlar zarfmda yapılan bütün hukukî ıslahatm esasları bu hürriyet mefhumunda mündemiçtir. N e müthiş bir inkılâp vasıtasıdır bu hürriyet mefhumu! Hiçbir mefhumunda bu hürriyet mefhumundaki dinamik kuvvet ve yaratıcı kudret yoktur. Onun için bütün milletler için taassup ve istibdatla mücadelede bu hürriyet mefhumu bir şiar olmuştur. En kuvvetli müstebitler ve en kuvvetli tahtlar bile bu mefhumun dina­ mik kuvvetine, inkılâp yolunda muzafferen ilerleyişine mukavemet edeme­ mişlerdir. Hürriyet ideali Avrupada ilkönce cismanî esaretin zevalini temirt etti. Beşeriyet için hacaleti mucip olan en menfur müesseselerden biri cis­ manî ve «hukukî» esaret müesşesesi idi.



Teokratik d evlet ve lâ ik d evle t



85



Beşeriyetin bir kısmının tıpkı bir yük hayvanı gibi kaydi iîayatla diğer hizmetine tahsis edilmesini ve esir ismi verilen mazlumlarm en tabiî beşerî haklardan mahrum edilmesini kadîm devir insanlarmın vicdanı kabul etmiş olması bugün bizim hayret ve nefretimize mucip olan bir muammadır Yeni kurunlan zarfında hürriyet mefkûresi sayesinde kaza­ n ıla n hukukî zaferlerden biri medenî milletler hayatından esaret müessesesinin kalkmış olmasıdır. Ferdin hürriyeti mefhumu namma yapılan uzun mü­ cadele neticesinde bugün mütemeddin milletlerde esaret tarihe karışmış bir müessesedir. Cismanî ve hukukî esaret bertaraf edildikten sonra sıra fikir sahasmdaki esarete geldi. Bir insan için kendisinin cismanî mevcudiyetine sahip olmaması nekadar menfur bir haksızlık ise, akıl ve şuur sahibi bir mahlûkun hayat ve kâinat hakkında serbest düşünmek ve düşündüğünü söylemek ve yazmak, düşün­ düğü gibi inanmak, inandığı gibi hareket etmek hürriyetinden mahrum ol­ ması da ayni derecede çirkin, ayni derecede menfur bir esaret idi. İnsan namına lâyik bir mahlûk için bir zillet idi. Beşeriyet için bir şeyn idi. Onun için teceddüt devrinde bütün insaniyetperver mütefekkirlerle hürriyetperver ve münevver devlet adamları fikir ve vicdan sahasındaki hür­ riyeti temin için ebediyen tebcil edilmiye lâyik bir gayret sarfettiler. Bu faa­ liyet neticesiz kalmadı: XVIII. inci asırda fikir ve vicdan hürriyeti bütün dünya münevverlerinin umumî talebi şeklini almıştı. Fakat bu yük­ sek idealin tahakkuku ihtilâlsiz mümkün olmadı. Fikir ve vicdan hürriyetinin ideal bir mefhum olmaktan çıkıp hukukî bir esas olmaması iki ihtilâl sayesindedir: Amerika ve Fransa ihtilâli. Vicdan hürriyeti esasınm bir kanun mahiyetini iktisap etmesi ilk defa Amerikada vukubuidu. Amerika ihtilâlinden sonra 1785 te Jeferson isminde bir Amerikalı münevver, Birleşik Amerika Devletleri Federasyonuna dahil devletlerden Virginie devletinin teşriî meclisine dinî müsamaha kanunu ismiyle bir kanun kabul ettirdi [*}. k ısm ının



{'}



Esareti, kadîm devirlerin müteielcifcirlerinden ıbazılart d a Ikabul ediyorlardı. A ristot, la Politique, Livre I, ch. II. Kadîm devirlerde dahi hürriyetin ferdin taibiî, gayrikaibili nerih haklarından olduğunu derinden kavrıyan, etraflarında h ii ü m süren esaret müessisioi gayri ahlâkî b ir vahşet telâkki eden nad ir m ütefekkirler bulunurdu. Stoıcism felsefesi taraftarları hepsi esaretin aleyhinde idiler. Romanın Stoîcism mektebine mensup feylesoflardan Seneque’în esirler hakkm daki sözleri m eşhurdur; siz o n laı esirdir diyorsunuz, hayır o o laı insandırlar, onlar senin gibidir, senin esir dediğin (insan) senin gibi ayni tohum dan vücude gelmiştir. O d a senin gibi ayni semalara bakıyor. Ayni havayı teneffüs ediyor, senin gi'bi doğuyor senin gibi ölüyor. Paul Janet, H istoire de la Science Politique, II, 244. O Ahrens, cours de droit naturel, II, § 131.



86



T anzim at



Bilâhare bu kanunun da mündemiç esas Amerikan birleşik devletleri­ nin teşkilâtı esasiye kanunlarma ayrı bir madde (üçüncü madde) şeklinde ithal olundu. Bu madde şu idi: «Amerikanm Millet Meclisi (Kongre) hiçbir zaman bir dini hâkim din diye ilân edemez, herhangi bir dine mensup olanlarm ibadet ve dinî me­ rasimlerini serbest icra etmelerini meneden bir kanun neşredemez.» Fakat hürriyeti vicdan esasmm Avrupada intişarı Fransa Büyük İhtilâli sayesindedir. Fransa ihtilâlinin en kıymetli mahsullerinden biri Assemblee nationale tarafından neşrolunmuş «Hukuku beşer beyannamesi» dir. Bu beyannamenin bir maddesi fikir ve vicdan hürriyetini şu şekilde tesbit ediyordu: «FiJkir ve düşünce tarzı dolayısiyle, düşünceler dinî sahaya ait olsa dahi, bunlarm tecellisi kanunlarla tesbit edilmiş umumî nizamı ihlâl etme­ dikçe, hiç kimse rahatsız edilmez Fransa ihtilâlinden sonra bu esas bütün Avrupaya yayıldı. Bugün meş­ rutî idareye malik büyük, küçük bütün devletlerin teşkilâtı esasiye kanununda vicdan ve din hürriyetini temin eden bir madde vardır Vicdan ve din hürriyetinin bir ideal olmaktan çıkıp, milletler hayabnda filen tatbik olunan bir hukukî esas olmaması beşeriyetin kültür sahasın­ da kazandığı en mühim zaferlerden biri sayılmalıdır. Fikir ve vicdan hürriyetinin ehemmiyeti ancak nazarî ve ideal bakım­ dan değil, hayatî ve pratik bakımdan dahi şüphesizdir. Bunu tebarüz ettirmek için bu iki hürriyetten mahrum camia­ larda devlet dini namma yapılan tazyik, cebir ve zulümleri hatırlatmak kâfidir. Kadîm Romada binlerce hıristiyanın yırtıcı hayvanlar tarafmdan boğ­ durulmuş olduğu [®], kurunu vüstada binlerce insanın Inquisition mahkeme­ si tarafından ateşte yakılmak suretiyle idam edilmiş olduğu, hattâ yeni kurun­ lar içinde Fransada bir gecede devlet dininden inhiraf eden 60.000 pro£*3 N u l ne doit etre İDquiete pour ses opinions, memes religieuses, pourvu que leu r manifestarnon ne trouble l ’o rd te public. A rt 10. Meselâ Aknanyanın 1919 da ne^tolum nuj teşkilâtı esasiye kanunun 135 inci maddesi; Litvanya teşkilâtı esasiye kanununun 14 üncü maddesi. Edward Gibbon, Tiıc decline and fail of roman Bmpdre, vol. II, oh X X I. Roma devletinde devlet dininden inhiraf eden hıristiyanların tecziyesi bazen inanıloııyacak derecede vahşi şekiller alıj'ordu. Renan, Marc Aurel et la fin du jnonde antique, oh. X IX . [ '] Saint Barthelemy Gecesi, 1572. 24 ağustos.



T eo kra tik d evlet ve lâ ik d evle t



87



testarun öldürülmüş olduğu, herkesin malûmudur. Bunlar ancak en meşhur misallerdir. Beşeriyet tarihinin türlü devirlerinde, türlü kıt’alarda teokratik ve nim teokratik devletlerde devlet dini namma yapılan zulüm ve itisaf kurbanlarımn haddü hesabı yoktur. Devlet dininden inhiraf edenlerin takibat ve cezalara maruz kalması Avrupa milletlerine mahsus değildir. İslâm tarihinde dahi devletin kabul ettiği akidelerden farklı kanaatler besliyenlerin türlü şekillerde tazyik ve zulümlere maruz olduklarını görü­ yoruz Onun için zamanımızda devletlerin vicdan ve din hürriyetini tanıması bu esası kanunlarla tesbit ederek lâik bir mahiyet iktisap etmesi, Fransız mü­ tefekkirlerinden, Gizonun dediği [^] gibi yeni kurunlar zarfında beşeriyetin fikir sahasmda kazandığı en büyük zaferlerden biridir. Bidayette ideal bir talep olarak meydana atılmış vicdan ve din hürriyeti fikrinin tedricen kanunlarda tecelli ettiğini bariz bir surette bilhassa Fransada görüyoruz. Eski Fransada din hürriyeti yoktu. Katolik dini devletin resmî dini idi. Bu dinden inhiraf bir cürüm idi. Uzun zaman zarfmda muhtelif şekilde tecavüz ve tazyiklere, tarif edilmez şiddet ve zulümlere maruz kalmış olan protestanlara Fransa Kıratlarından IV. Henri (1589-1610) Nante fermanı ismiyle malûm bir fermanla dinî hür­ riyet bahşetmişti (1598). Fakat bir müddet geçtikten sonra bu ferman on dördüncü Lui tarafından (1685 te) feshedildikten sonra protestaalık Fransa­ da memnu bir mezhep olmuştu. Protestanların nikâhları kanunî sayılmazdı. Çocukları gayrimeşru addolunurdu. Bütün memuriyetler onlar için kapalı idi. îhtilâl arifesinde On Altıncı Lui protestanlar hakkında bir müsamaha fermanı neşretti ise de bu fermanda hakikî manasiyle din hürriyeti esaslarını ihtiva etmekten uzaktı Fransada hakikî manasiyle vicdan ve din hürriyeti, yukarda arzettİğim gibi ancak ihtilâl sayesinde kanunî bir mahiyet iktisap etmiştir. £*} Meselâ Abbasi halifelerden £ 1 -M ^ d i zamanında İslâm Tatilim de zındık ismiyle bıristiyanlıkla z e n ü ^ t dininin imtizacından husule gelm ij olan maniheism mezhebi ta­ raftarlarının m anız kaldıkları zulüm ler. H alife £1-Mehdi zındıklarla mücadele için ayrı b ir teşkilât vücude getitımisd. rB u t ^ i l â t ı n başındaki yüksek m em ur «Saıhibuz-zeaadika» unvanını lajırdı. M aoidıeisme aıezıhebine m ensup p ek çok mazlum insanlaır bu müessese tarafuıdan idam ettirilm iştir. (M uir, -^he califat, p. 570). İslâmiyette m akbul dö rt mezhepten .birinin m üessisi olan tımam Ahmet iboi H anbel, k u r’anm mahlûlk olduğunu kabul etm ediği için Memun ve M u’tasım halifeleır devrinde i^cemcelreıe m aruz olm uştur. Clbni H allikan türkce tercümesi cilt 1, 26). A l-M uktadir halife devrinde tasavvuf! b ir mezhep müessisi olaa £1-Hallac munlhasıraın dinî Ikaaaajtleri i{ ^ ijlkencıeler içimde idam olummı^tur. Massignon, la Passion de Hosayin iboi M ansur El-Hallac. n G aiaot, H istoire parlem entaire, ıtome V. 215. n Berthehny, T rait^ e l^ e n ta ir e d u d ro it administraitif, edition de 1933, p. 273m a lA m



88



Tanzimat



XII LAtK



DEVLETİN



MAHİYET



VE



EVSAFI



Vicdan hürriyetinin tabiî neticesi devletin lâikleşmesidir. Heryerde vicdan ve din hürriyetinin kanunen tanınması (kanunî bir mahiyet iktisap etmesi) devletin lâikleşmesine müncer olmuştur. Vicdan ve din hürriyeti devletin lâikleşmesi biribirine sıkı bir surette bağlıdır. Vicdan hürriyeti her vatandaşm dinî akideleri sahasmda tam manasiyle serbest olması demektir. Bu esastan derhal tabiî surette şu neticeler çıkar. 1 — Vicdan hürriyetini kabul eden devletlerde hâkim din, memnu din olamaz. 2 — Devlet hiçbir dini himayesi altma almadığı gibi umumî nizam ve emniyet bakımından zararlı olduğu ispat edilmedikçe hiçbir dini men dahi edemez. 3 — Devlet bütün din ve mezheplere karşı ayni vaziyettedir. Hepsine karşı lâkayt ve bitaraftır. 4— Dinler ayni derecede serbest olduğu için her dinî zümre dinî işlerini tanzim için cemiyetler teşkil edebilir. Dinî ibadet ve ayinlerini icra için ma­ betler inşa ettirebilir. Dinî zümreler istedikleri şekilde dinî teşkilât vücude getirebilirler. Bunun için yegâne şart bu cemiyet ve teşkilâtın umumî nizama mugayir olmamasıdır. Vatandaşlar toplanarak beraber ticaret yapmak için ticarî şirketler, beden terbiyesi için spor cemiyetleri kurmak hakkını haiz ol­ dukları gibi beraber dinî merasim icra etmek, dinî işlerle uğraşmak için ■dinî cemiyetler kurmak hakkma da maliktirler. Bu hak bir taraftan vicdan ve din hürriyetinin, diğer taraftan cemi­ yetler tesis etmek hürriyetinin tabiî neticesidir. 5 — Din vatandaşların hususî bir işi olduğu için devlet dinî müesseselere ve ne de dinî ruhanîlere maddî yardımda bulunamaz. Ve millet bütçe­ sinden şu veya bu mezhebin saliklerine tahsisat verilemez. Her mezhebin salikleri kendi dinî müesseselerinin masrafları için parayı kendileri tedarik etmelidirler. 6 — Devlet nazarında bütün din ve mezhepler ayni derecede serbest olduğundan memuriyetlere tayin ve mekteplere kabul hususunda şu veya bu dine mensubiyet ne bir şart olabilir ve ne de bir mania teşkil edebilir. Memu­ riyetlere tayin, ve devlet müessesesine intisap, mekteplere kayit işlerinde şahsın mensup olduğu dinin nazarı itibare alınmaması vicdan ve din hürri­ yetinin tabiî netice ve icaplarındandır.



89



Teokratik devlet ve lâik devlet



7 — Din hürriyeti esas kanunlarla tanınmış bir hak olduğu için hükü­ metler bu hakkı tahdit eder mahiyette hususî kanun, nizamname ve emirler neşredemezler. 8 — Dinî teşkilât ve dinî cemiyetler tamamiyle hususî cemiyetler ma­ hiyetinde oldukları için, devletler dinî cemiyetlere, dinî ruhanîlere, devlete ait vazifeleri yükletemezler. Bu esaslardan vatandaşlarm doğum, nikâh ve ölülerini kayit gibi nesep ve ahvali şahsiye işleri idaresinin ruhanîler elinden alınıp lâik devlet memurlarına tevdi edilmesi zarureti doğar. 9 — Devlet dinlerin haricinde bir müessese olduğundan devlet içinde resmî, İdarî vazifeler ruhanilere yükletilmez. Çünkü dini ruhaniler meslekleri itibariyle bir dine sıkı bağlı olduklarından onların idare işlerinde diğer din mümessillerine karşı tamamiyle bitaraf muamele etmeleri temin edilemez. 10 — Ayni esaslar neticesinde kaza, talim ve terbiye işleri de ruhani­ ler eline tevdi edilemez. Devlet mahkemelerinde rulianiler hâkim olmadığı gibi devlet mek­ teplerinde de ruhaniler muallim veya profesör olamazlar. Lâik bir devletin istinat ettiği esasların başlıcaları bunlardır. Bir dev­ letin tamamen laikleşmiş olması için bütün bu esaslarm tahakkuk etmiş olması, dinî teşkilâtm devletten tamamen ayrılmış olması lâzımdır. Bugün bu esasları son derecesine kadar tahakkuk ettiren devletler azdır. Lâikliği bu mefhumun bütün icaplarına uygun bir şekilde tahakkuk ettiren devletlerden biri Fransadır. Fransada 1905 te (9 kânunusani kanu­ niyle) kilise devletten tamamiyle ayrılmıştır. Bu kanunun ikinci maddesi. «Devlet hiçbir dini tanımaz, hiçbir din ehline maaş vermez, hiçbir dinî teşkilâta maddî muavenette bulunmaz [^ }.» diyor. Bu kanun ayni zamanda türlü mezhep müntesiplerine dinî işlerini idare için mezhep cemiyetleri (Associations cultuelles) ismiyle cemiyetler tesisine müsaade ediyordu. Tabiî bütün bu cemiyetler, diğer hususî cemiyetler hakkındaki ahkâma tâbi olacaklardı. Ayni kanun devlete ait olan bütün ibadethanelerin, kilise binalarmın ivazsız bu cemiyetlere teslim edilmesi esasmı kabul ediyorlardı. Fakat yüksek dinî ruhanîlerin oturdukları bina ve sarayların muayyen bir müddet geçtikten sonra devlete rücu edeceği derpiş ediliyordu. Mabetlere ait menkul eşyanm kıymetini cemiyetler devlete tediye et­ meli idiler. ( 1906, 31 temmuz kanunu). Dinî cemiyetlerin bütün menkul ve gayrimenkul emvali umumî malî kanunlara tâbi olacaktı. n L’Etat ne reconnait, ne salarie ni ne 9 Decembre 1905.



subventionne



aucun



culte.



Loi



de



90



Tanzimat



Roma papaları uzun müddet bu kiliseyi devletten ayıran kanunu tasdik etmek istemediler. Fakat Fransa katolikleri filen kabul etmiş gibi idiler. Harbi umumîden sonra Pie X I. zamanında bu kanun papalık tarafın­ dan dahi kabul edildi (1924). Bugün Fransa lâiklik prensiplerini bütün diğer memleketlere nümune olabilecek bir şekilde tahakinık ettirmiş olan bir memlekettir.



Xffl TANZİMAT VE LÂİKLİK X V II nd ve XVIII nd asırlarda Türkiye devleti nim teokratik bir devlet şeklini almıştı: Yüksek İdarî mansıplara medreselerde yetişmiş adamlar tayin olunur­ du. Kaza işleri de dinî medreselerde yetişmiş âlim ve müderrislerin eline tevdi edilmişti. Memlekette hâkim hukuk sistemi dine müstenit fıkıh idi. Umumiyetle devlet hayatmm her sahasmda-dinî ulemanm nüfuz ve tesiri gittikçe artıyordu. Ahali içinde tekke şeyhlerinin çok büyük mevkii vardı. Mülkî smıfa mensup memurlar arasmda bile tarikatlerden birine mensup adamlar bulunurdu. XVIII. nd asrm nihayetlerinde sultanlarm resmen halife ilân olunması ile Osmanlı devleti tamamen teokratik bir devlet oldu. Neticede Avrupa milletlerinin medeniyet sahasmda dev adımlariyle ilerledikleri asırlar (17 - 18 inci asırlar) Türkiye için bir medenî inhitat ve harsı tedenni asırları olmuştur. Bütün memleketi saran bu resmî ve müraî dindarlığı besliyen sultanlar ve onların yüksek memurları idî. İdarî ve askerî bakımdan gittikçe zayıflamakta olan bir devlet içinde otoritelerini muhafaza edebilmek için Osmanlı sultanları bütün irsî sülâlele­ rin takip ettikleri siyasete başvurmuştu. Bu da ahalide dindarlığı teşvik ve takviye etmek ve kendilerini dinî reis olarak tanıtmak siyasetidir. Fakat Avrupalılarm kesif bir medenî inkişafa hasrettikleri asırları Türkiyenin kesif bir dindarlık, masivadan tecerrüt modası içinde geçirmiş olması Türklük için çok vahim neticeler tevlit etmiştir. X V I ncı asır başlarmda medeniyet bakmamdan Avrupadan daha yük­ sek bir seviyede bulunan Türkiye X IX . uncu asır başlarma geldiğimiz zaman her bakımdan çok geride kalmış bir devlet manzarası arzediyordu. Bu inhitatı durdurmak için tedbirler alınmadığı takdirde günün birinde Türkiyenin siyasî istiklâlini de kaybedeceği muhakkak gibi görünüyordu.



Teokratik devlet ve lâik devlet



91



Bereket versin ki X IX . uncu asır başlaruida hem sultanlar hem de\ (et ricali arasmda bu hakikati kavrıyan vatanperver adamlar zuhur etti Türkiyede ıslahat devri başladı. X IX . uncu asrm tâ başlarmda Selim III. ve Mahmut II. devirlerinde ıslahat temayülünün m ühim tecellileri gö­ rülmüştü. Fakat bu iki sultan devrinde yapılan ıslahat daha ziyade askerî sa­ haya münhasır olup memlekette hâkim bütün hukuk sisteminin heyeti umumiyesini, devlet teşkilâtmın bütün bünyesini değiştirmek gayesini istihdaf et­ mekten uzaktı. Daha şümullü ıslahat Abdülmecit devrinde (1839) başladı. İşte bu Abdülmecit devrinde yapılan (yapılması istenilen) ıslahat te­ şebbüslerine «Tanzimat» ismi verilmektedir. Tanzimat devri tetkik olunurken sultanlar tarafmdan isdar olunan yapdacak ıslahatm programı mahiyetindeki fermanları (Hattı şerifleri) bilfi­ il yapılmış ıslahattan tefrik etmek gerektir. Malûm olduğu üzere Tanzimat devrinde neşrolunmuş ıslahat programmı ihtiva eden meşhur ferman ikidir. Birisi Abdülmedd’in cülûsunu müteakip 1839, 3 teşrinisanide neşrolun­ muş Gülhane Hattı ismiyle malûm Hattı şeriftir. Diğeri, keza Abdülmecit devrinde 1856 (18 şubat) da neşrolunan hattı humayundur. Bu iki hattm ihtiva ettikleri ıslahat programları oldukça genişti. Gülhane Hattı şu ıslahatı derpiş ediyordu. 1) Bütün tebaanın hayat, şeref ve haysiyet ve mülklerinin emniyet ve masuniyeti. 2) Vergilerin tarh ve cibayeti usullerinde ıslahat. 3) Ahzi asker ve neferlerin askerî mükellefiyetlerinin müddeti için muntazam bir usul vaz’ı p } . Hattı Humayunda mündemiç ıslahat programı daha vâsi idi: Bizim noktai nazarımızdan bu programm en mühim esasları şunlardır. 1 — Şahsın hayat mülk ve şeref ve haysiyetinin masuniyeti, 2 — Hıristiyan ve umumiyetle gayrimüslim camialara eskiden bahşedil­ miş imtiyazlara hürmet edilmesi, 3 — Rum patriğinin kaydi hayatla seçilmesi ve bütün gayrimüslim ruhanilerin vazifelerine başladıkları zaman, devlete sadakatleri hususunda andiçmeleri, 4 — Kiliseler lehine alınan vergilerin ilgası, 5 — Bütün din salikleri için dinî merasimi icra hususunda serbesti, 6 — Memlekette din ve lisan dolayısiyle bir tebaa zümresinin diğer zümreden dun sayılmaması, C } Sultanlardan Selim III. Mahmut II. devlet adamlariDdao Reşit Pasa, Âli ve Fuat Paşaiaıın isimleri tarihimizde hürmetle yadedilmeğe lâyıktırlar. [ '} Ed. Engilhard, La Turquie et le Tanzimat, tome II. appendice I.



92



Tanzimat



I — Hiç kimsenin zorla dinini değiştirmeğe mecbur edilmemesi,



8 — Bütün tebaaların din farkına bakmaksızın mülkî ve askerî memu­ riyetlere almabilmesi, 9 — Mahkemelerde muhakemenin aleniyeti, 10 — Yeni ceza kanunları tedvin olunarak ceza teşkilâtmm ıslahı, II — Maliye sahasmda ıslahat. Bu iki hattı şerifin muhteviyatmı Türk devletinin lâikleşmesi bakımın­ dan tetkik ettiğimiz zaman, bu programlarda devletin teokratik mahiyetini değiştirip ona bir lâik devlet vasfını veren mühim bir tahavvül görmüyoruz. Tanzimat devrinde devlet teokratik olarak kalıyor. Ancak başmda bü­ tün İslâm âleminin dinî reisi sayılan sultan bulunan Osmanlı devleti mahi­ yet bünyesinin icaplarına mugayir bir siyaset olarak gayrimüslim tebaala­ rına nisbî bir vicdan hürriyeti ve oldukça geniş bir din hürriyeti bahşediyor. V e eskiden gayrimüslim camialara verilmiş olan imtiyazları teyit ediyor. İmtiyazlar, diyorum, çünkü bu dinî sahada hıristiyanlara ve umumiyetle gayrimüslimlere bahşedilmiş serbesti ve salâhiyetlerin bir çoğundan hâkim millet olan Türk milleti mahrumdu. 1 — Hıristiyan ve gayrimüslimler istedikleri din ve mezhebe intisap edebiliyorlardı, müslüman tebaa için vicdan hürriyeti yoktu. 2 — Bütün gayrimüslim camialar kendileri tarafmdan idare edilmek üzere dinî teşkilât vücude getirerek bu teşkilât içinde din bahanesiyle millî işlerini dahi münakaşa edebilecekti. Müslüman Türkler devlet murakabesi haricinde bu sahada bir adım atamazlardı. 3 — Bütün gayrimüslim camialar devlet haricinde bir dini ve millî mevcudiyet olarak tanınmış olduğu halde müslüman milletler devletten başka bir millet olarak hiçbir teşekküle malik değillerdi. Tanzimat hattı şeriflerinin ihtiva ettiği ıslahat esaslarının çoğu gayri müslim ve bilhassa hıristiyan tebaalara aittir. Ancak vergi, ceza sahasındaki ıslahattan müslümanlar da istifade edebilecekti. Türkler ve umumiyetle müslümanlar vicdan hürriyeti ve din hürriyeti sahasında yeni bir şey kazanamıyorlardı. Onlar ehli sünnet akidelerine sadık kalmağa, müslümanlıklarını da devletçe tesbit edilmiş şekil ve çerçeveler dahilinde tecelli ettirmeğe mec­ burdu. Onun için biz tereddütsüz vicdan hürriyeti ve lâikleşme bakımından Tanzimat Türklere hiçbir yeni hürriyet vermemiştir, diyebiliriz. Gayrimüslimlere karşı oldukça lâikliğe yaklaşan devlet müslümanlara karşı tamamiyle teokratik mahiyetini muhafaza ediyordu. Zaten Tanzimat



Teokratik devlet ve lâik devlet







ricali hattı şeriflerde vadedilmiş diğer ıslahatı da tahakkuk ettirememişlerdir. Bunun pek çok sebebi vardır; ezcümle ıslahatı yapmakla mükellef olanlarm yapılması lâzım ıslahatm bütün vüs’at ve şümulü hakkmda sarih bir fikir sahibi olmamaları, ve lüzumunu kavradıkları ıslahatı dahi tereddüt­ süz tahakkuk ettirecek kuvvet ve cesarete malik olmamalarıdır. Hattı şerif­ lerdeki bütün ıslahatı tamamen tahakkuk ettirebilmek için millet dahi hazır değildi. Asırlardanberi teokratik, veya nim teokratik bir devlet çerçevesi içinde yaşamış asırlarca mutaassıp ruhaniler tarafından terbiye edilmiş bir millet bir hamlede Avrupada makbul bütün yeni hukukî eSasları kabul ve hazmedemezdi. Bununla beraber Tanzimat Türkiyenin demokratikleşmesi ve lâikleş­ mesi yolunda atılmış mühim bir adım telâkki olunmalıdır. İdare, maliye ve askerlik sahasmdaki ıslahat, yeni mekteplerin açılması, Şûrayı Devlet tesisi, ceza kanunlarının islâh edilmesi memleketin hukukî ve İçtimaî telâkkilerini çok yükseltmiş, milleti Cümhuriyet inkılâbını kabule hazırlamıştır.



XIV CÜMHURiYET VE LÂİKLiK Tanzimatm Türk devletinin lâikleşmesi bakımmdan büyük hizmeti olmadığı şununla da sabittir ki Tanzimattan sonra ikinci Abdülhamid’in cülûsu senelerinde (1876) Mithat Paşanın teşebbüs ve teşvikiyle meşrutiyetçi bir teşkilâtı esasiye kanunu neşrolundu. Bu kanunu esasi Osmanlı sultan­ ları elinde sultanlık ile beraber halifelik vasfı birleştiğini (Madde 3) sultanm yüksek halife sıfatiyle islâm dininin hamisi olduğunu (Madde 4) ve İslâm dininin devlet dini olduğunu (Madde 11) tasrih ediyordu. Türk devletinin tamamiyle lâik bir devlet mahiyetini iktisap etmesi Cümhuriyet devri eseridir. Cümhuriyet devrinde devletin lâikleşmesi safhaları şu suretle hulâsa edilebilir; 1 — Büyük Millet Meclisi tarafından ilk teşkilâtı esasiye kanununun kabul edilmesi (1921, 20 Kânımûsani) bu, kanun hakimiyetin bilâ kaydüşart millete ait olduğu esasmı vaz’ediyordu. 2 — Osmanlı saltanatının ilgası (1 Teşrinisani 1922), CJ Buj birçok demokratik esasları ihtiva eden kanun Abdülhamit devrinde tatbik olunmadığından bu kanunun esaslarım lâiklik bakımından tetkik lüzumsuzdur. Muıhammed V. cülûsündan, Harbi Umumiye kadar geçen zaman zarfında bu kanunun mer’i olması cumhu­ riyeti hazıriıyan amillerden sayılaibilir.



94



Tanzimat



3 — Hilâfetin, Türk milletine ait olan siyasî hakimiyetten tefriki ve Abdülmecit Efendinin halife seçilmesi (18 Teşrinisani 1922). 4 — Cümhuriyetin ilânı. (1923 Teşrinievvel 29/30). 5 — Hilâfetin ilgası. (1924. 3 Mart). 6 — Cümhuriyet Teşkilâtı esasiye kanununun kabulü (24 Mayıs 1924) Bu kanunun V. faslı Türklerin amme haklarına tahsis edilmiştir. Bun­ lardan biri hürriyet hakkı idi. Bu fasim birinci maddesi, «Her Türk hür doğar hür yaşar» diyor. (Madde 68). Diğer maddesi, Türklerin tabiî haklarmdan olarak şahsm masuniyeti, vicdan, fikir ve kelâm, neşir, seyahat, mukavele, sâyüamel, mülkiyet, içtima, cemiyet ve şirketler tesisi hak ve hürriyetlerini sayıyor. (Madde 70). Madde 75 — Hiç kimsenin dini, mezhebi yahut felsefî kanaati için rahatsız edilemiyeceğini ve umumî nizama ve ahlâka veya kanıma mugayir olmamak üzere hertürlü dinî ayinler yapılması serbest olduğunu ilân ediyor. 7 — Din farkına bakmaksızın bütün tebaalara ayni medenî hakları bahşeden medenî kanunun kabulü (17 Şubat 1926). 8 — 1924 te neşrolunan Teşkilâtı esasiye kanununun ikinci maddesin­ den — Devletin dini dini islâmdır — kaydinin ve bazı diğer kayitlerin çıJfarılmasına dair kanun. Bu kanunlar sayesinde Türk devleti tam manasiyle lâik bir devlet ma­ hiyetini almış ve Türkiye de lâik devletin mümeyyiz vasıflarmı teşkil eden bütün hususiyetleri tamamiyle tahakkuk ettirilmiş bulunuyor. Türk devleti­ nin lâikleşmesi Cümhuriyet devrinde yapılan inkılâpların en büyüklerinden sayılmalıdır. Türk devletinin lâikleşmesi demek Türklüğün birkaç asırdanberi kendi­ sini inhitata sürükliyen sebep ve amillerden kurtulması, bundan sonra haya­ tını bugünkü beşeriyetin inkişaf seviyesine uygun aklî ve İlmî esaslara göre tanzim edebilmesi demektir. Bu müsmir olacağında asla şüphe etmediğimiz fikrî, içtimai ve hukukî inkılâp milletimizin seri bir seyirle inkişaf etmekte olan garp milletleri ara­ sında mevki alması ve bu mevkii şerefle muhafaza edebilmesi için bir zamândır. 15 senelik kısa bir müddet zarfında mutaassıp din ulemasınm tesir ve nüfuzu altmda bulunan teokratik bir devletten demokratik ve lâik bir devlet yaratmak Türklük için büyük bir muvaffakiyettir. Bu muvaffakiyetin pekçok amilleri vardır; Bütün münevverlere garp kültürünün tesiri, Tanzimat cere­ yanları, hürriyetperver şair ve edipler ve saire ve saire.



Teokratik devlet ve lâik devlet



95



Fakat bütün bu amiller arasında en mühimmi, büyük inkılâbın seri bir surette yapılabilmesini temin eden amil, Cümhuriyet devrinde devletimizin başında, Türkün medeniyet ve kültürünü her sahada muasır milletlerin seviyesine çıkarmağa azmetmiş iki büyük tarihî şahsiyetin. Ebedî Şefimiz ATATÜRK’le bugünkü Millî Şefimiz İSMET İN Ö N Ü ’nün bulunması ol­ muştur. Bu büyük inkılâp, bu iki şahsiyetin büyük devlet adamlarma mah­ sus yüksek görüşle milletin hakikî menfaatlerini tesbit edebilmeleri, me­ denî istikbalimizi temin için lâzım saydıkları inkılâpları yapmakta hiç tereddüt etmemeleri ve bilhassa taassuptan azade, millî dine sadık oldukları kadar bütün diğer dinlere karşı da müsamahakâr olmaları, yani lâik bir zihniyet sahibi olmaları sayesinde mümkün olmuştur. Onun için bugün olduğu gibi istikbalde de, fikrî, İçtimaî ve hukukî yükselmemize geniş yolaçmış olan lâiklik inkılâbmdan bahsolunduğu z aman bu şeflerin isimleri ebediyen hürmet ve şükranla yadedilecektir.



AM ME H U K U K U M U ZD A



T A N ZİM A T



DEVRİ



ör. Recai G. Okandan A m m e Hul^uku D o çe n ti



I. Hudutlarını kısa bir zaman zarfında Avrupa kıt’asmm ortalarına kadar genişletmeğe muvaffak olan Osmanlı İmparatorluğu dahilinde, X V I cı asrın ortalarından itibaren «ecnebi istismarı, fena bir idare, da­ hilî isyanlar, dejenere bir hanedanın icrayi saltanatı [^ }» gibi muhtelif se­ beplerin tesiri altında, bir tevakkuf ve gerileme hareketi başlamıştı. İmpa­ ratorluğun tevessü, tekâmül ve inkişafından daha süratli olarak kendisini gösteren bu inhilâl ve inkıraz emareleri, Osmanlı devletinin istikbali hakkın­ da oldukça endişeyi mucip bir manzara arzediyorlardı. Hükümdarların tahta çıkışlariyle hayatî mevcudiyetlerinin temin ve idamesinde, onların mutlak salâhiyetlerinin icra ve istimaline iştirak eden büyük vezirlerin, ulemaların ve nihayet, askerî bir müessese olmaktan ziyade bir siyaset ve fesatocağı ha­ lini iktisap ve saray entrikalarınm para ile tutulmuş birer aletleri bulunan yeniçerilerin şahsî ihtiras ve arzuları hâkim bulunuyordu. Gençliklerini t*} Osmanlı Devletinde hâkim bulunan ıbu vaziyete mukabil, Avrupanın garp taraflarmda, ayni devirlerde, ıhilâkis bir kalkınma bareiketine tesadüf olunur. Filhakika, siyasî noktadan on altıncı asırda yeni bir çehre iktisap eden Avrupa kıt’asında orta çağlarm feoda­ litesi nihayet bulmuş; her tarafta kuvvetli merkezî hükümetler teessüs etmiş; Rönesans ve reform hareketleri, dinî ıslahat temayülleri yeni bazı İçtimaî ve siyasî tahavvüllere sebetbiyet vermişti. Keza ihtira ve keşif sahasmda vukubulan inkişaf ve tekâmül de Avrupanın İktisadî ve malî vaziyetinde mühim bir tesir icra etmişti. Reform hareketlerinin, on altmcı asırdan itibaren garpte mutlak kıraliyet sistem ve rejimlerine karşı muhtelif memleketlerde ileri sü­ rülen muhalif nazariyelerin, on yedinci ve on sekizinci asırlarda İktisadî telâkki ve münase­ betler üzerinde vukubulan tekâmül ve tahavvüllerin ve nihayet on sekizinci asrın ruhlara in­ şirah bahşeden siyasî ve felsefî telâkkilerinin toplulukların siyasal ve sosyal bünyelerinde, hukuk, hakimiyet, millet, iktidar, devlet mefhumlarında husule getirdikleri yeni büyük deği­ şikliklerden Osmanlı İmparatorluğu çok uzak bulunuyordu. İmparatorluğun hudutları dahi­ linde yaışıyan Türk camiasınm gerek hükümet edenleri ve gerek hükümet edilenleri, garpte muhtelif cephelerden vukubulan bu inkişaf ve tekâmül hareketlerine tamamen yaıbancı kal­ mışlardı. P } Profesör Cemil Bilsel’in Devletler Umumî Hukuku’na ait aşağdaki eserde neş­ redilen m,akalesine bakmız: «La Vie Juridique des Peuples, Turquie, Paris, 1939, sahife 342».



98



Tanzimat



saraylarda, kadınlar arasında, harem dairelerinde geçiren müstakbel devlet şefleri, başına geçtikleri devletin ıslah ve ihyasmı mümkün kılacak hertürlü İdarî siyasî bilgi ve liyakatten tamamen mahrum bulunuyorlardı. Cahil, iktidarsız, bilgisiz hükümdarlar, merkezî iktidar ve otoritenin takviyesine çahşacaklarma, bilâkis, dahilî isyan ve kalkınmaların vukuuna ; impara­ torluğun her tarafında dahilî anarşi ve kalkınmalarm zuhûr ve temadisine sebebiyet veriyorlardı. Zaman zaman değerli hükümet adamlarının ve hattâ bazı hükümdarların ıslah teşebbüsleri, Osmanlı devletinin eski vüs’at ve azametini ihya hareketleri, cezri, kat’î ve daimî neticelere müncer olamı­ yordu. Osmanlı devletinin siyasî teşekkül ve bünyesinde hâkim olan «Kavanini Şer’iye» ve bunun temin ettiği şahsın ve servetin masuniyeti, kanun önünde müsavat prensipleri, yerlerini, dahilî zulüm ve entrikalara terk ediyorlardı. Herhangi bir kıyamın, herhangi bir hoşnutsuzluğun teskin ve giderilmesi için, devletin ileri gelen şahsiyetlerinin derhal ifna edilmeleri bu hususta en iyi siyasî bir tedbir olarak karşılanıyordu [®}. Osmanlı devn



/• Saini Deny, Histoire de TEmpire Ottoman, sahife 1345. /. de Hammer, Histoire de TEflipire Ottomaıı, Patis, cilt V I. salıife 284.



C3 İslâmiyet dininin esas prensiplerinin tesiri akında İcalan ve tarihte Osmaair ınamiyle anılan yeni Türk Devletinin kurucuları, meydana getirdikleri bu yeni siyasî teşekkülikı teşkilât ve idaresini islâmiyetin hüküm ve icaplarına tâbi kılmışlardı. Uhrevî olduğu kadar ayni zamanda dünyevî hususat ile de alâkadar bulunan islâmiyetin hüküm ve prensipleri Osmanlı Devletinin bünyesinde mühim bir mevki işgal etmiş, onun siyasî mevcudiyetinde adeta bir «Esas kanun» rolünü oyoamış ve teşekkül eden bu yeni Türk Devletinde Mutlakıyet rejim ve sistemini hâlkim kılmıştı. Fakat, fou mutlakıyet sistemine bilûmum tahdit ve takyitten azade keyfî ve şahsî ıbir idare mahiyeti de atfedilemezdi; zira, hükümdarm mutlak salâhiyetleri­ ni, mutlak iradesini tayin, tesbit, tahfif ve tahdit eden şeriatın ezelî, ebedî ve lâyetegayyer hükümlerine «padişah» ın da riayet etmesi lâzımdı. Çünkü, islâım amme hukukunda hâkim olan esasata göre, arz üzerinde «hakimiyet» diye birşey «ıhâkim olan bir fert» mevzuubahs olamazdı; bilûmum beşerî iktidarm bir hududu vardı; ıherşeyi idare eden ve herşeyde hâkim ve en yüksek iktidarı haiz bulunan, hertürlü hakikati ve doğru yolu göstermiş bulunîn «Cenabıhak» tır ve herşeyi kendi uhrevî, İlâhî kanunlariyle sevk ve idare eden de yine «O » nun mutlak iradesidir. İcrayı saltanat ve hükümet eden padişahın bilûmum salâhiyetleri «A h ­ kâmı Celilei Kur’aoiye» ve «Kavanini Şer’ıiye» yi tatbik ve onun hakimiyetini temine matuftu. Nitokim bu esasattan mülhem olan Süleyman I (1520 - 1566) in kanunnamesi «'hükümdarın kanuna riayet etmiyerek kendi keyfî görüşlerine göre hareket etmesi halinde padişahm iskatt ve ooua yerine icrayı saltanat eden hanedana mensup bir diğerinin intihap edilmesi» mecbu­ riyetini vaz’ediyordu. Bu hususta bakınız: Mahmout Bereketulîah, Khalifat, Paris, 1924. Ed. Engelhardt, La Turquie et le Tanzimat, Paris, 1882, cilt I. sahife. 201 , 216. M , A . Ubicini, Lettres sur la Turquie, Paris, 1853, sahife. 135, 144, 148. Dr. A li Fuat, Esasiye Hukuku dersleri, 1936, cilt I. sahife. 69 - 86. A li Fuat Başgil, La Constitution et le R ^ im e politique, «La Vie Juridique des Peuples, Turquie, 1939, sahife. 9 • 12 ». £“} Juchereau de Saini 'Deny, Histoire Ottomane, sahife. 27 - 28.



Amme hakuku



99



letinin hem büyüklüğünü, hem de inhitat ve inkırazmı hazırhyan dinilik ve mutlakıyet sisteminden de eser kalmamıştı. İlâhî esasat ve prensiplere dayanan, «siyasî teşkilâtında tamamen İslâmî bir mahiyet mevcut olan» [^} imparatorluk dahilinde, artık ne «şeriat» ın hükümleri ve ne de mutlakıyeti temsil ve ifade eden bir devlet şefinin iktidar ve otoritesi mevzuubahs idi. Üstünlük ve hakimiyeti kendinde temerküz ettiren makam ve şahsiyet hadi­ selerin ve entrikaların mahiyet ve cereyanına göre daimî bir tahavvül içinde idi. Fertlerin ve hattâ başta hükümdar olmak üzere hükümet edenlerin şahsî masuniyetleri hakkında hiçbir teminat, vukubulacak tecavüzleri firenliyecek hiçbir müessese mevcut değildi. Kısaca, memleketin her târafında zulüm, keyfilik, anarşi, irtişa, irtikâp ve isyan hareketleri hâkim bulunuyor ve bütün bunların tabiî bir neticesi olarak imparatorluğun haricî sahada maruz kaldığı muvaffakıyetsizlikler de yekdiğerini takip etmekten geri kalmı­ yordu herşeye takaddüm eden bir devlet ve hükümet teşkilâtı görmek tamamen imkânsızdı; millet ve hükümet, halk ve saltanat yekdiğerinden tamamen uzak, yekdiğerine tamamen yabancı idi; her ikisi de yekdiğerine muarız ve muhalif bir vaziyet dahilinde, anarşinin fena ve muzır neticeleri altında müştereken eziliyordu. Selçuk feodalitesini andıran yeni bir derebey­ lik yeniden doğuyor, amme iktidar ve otoritesi ve ona has hukuk ve im'tiyazat yavaş yavaş taksim ve tecezziye doğru gidiyor, devletin tamamiyet ve vah­ deti büyük bir buhran geçiriyordu. On yedinci ve onsekizinci asırlarda, Avrupanın garp memleketlerinde, mutlakıyet ve istibdat rejimlerini yıkarak iktidar ve otoriteyi muayyen pren­ siplere rapt ve milletin hakimiyetini temin gayesiyle uzun tarihî bir tekâ­ mülün, asırların mahsulü olarak meydana gelen fikir hareket ve cereyanları­ nın tevlit ettiği müsmir neticeler de, ne Osmanlı Devleti ve ne de onun her[ '} n



Dr. A li Vuat, Esasiye Hukuku dersleri, 1936, cilt I. sahife. 83. Dr. A li Fuat, Esasiye Hakuku dersleri, 1936, cilt I. sahife. 83. Meselâ Kara Yazıcı, Canbolatoğlu, Kaleoderoğlu, Abaza Mehmet Paşa, Vardar Ali Pasa isyanları ve daha sonraları Istaobulda vukujbulan Patrona Halil VaJc’ası gibi.



Nitekim 1606 da yapılan «Jitvatoralt» muahedesi Türklerin Avrupada yayılma hareketlerinin artık nihayet bulduğunu ifade eden bir vesika oUraık AvusturyalIlarla imzalan­ mış; 1663 te AvusturyalIlarla başlıyan mücadele, 1683 Viyana ıbozgunluğuou müteakip, Osmanlı Devleti aleyhine Avusturya, Lehistan, Rusya, Venedik, ve daha sonraları Louis X IV ün saltanatı zamanında Fransa Devletinin de dahil olduğu bir «Mukaddes İttifak» m vukuuna sebebiyet vermiş; 1699 da AvusturyalIlarla yapılan «Karlofça» muahedesi Osmanlı İmparator­ luğu hakkında ilk taksim ameliyesini icra etmiş; 1718 «Pasarofça» muahedesiyle Avusturyaya birçok yerler terk edilmiş; Ruslarla yapılan 1774 «Küçük Kaynarca» muahedesiyle de Osmanlı Devletinin duçar olduğu yeni bir mağlûbiyetin müeyyideleri tesbit edilmiş ve Osmanlı İmparatorluğu dahilinde yaşıyan ve daima mağdur oldukları söylenen bilumum ortodoksların hîmisi sıfatı Ruslara tanınmış; 1792 de Ruslarla yapılan «Yaş» muahedesiyle de Kırım elden gitmişti.



100



Tanzimat



türlü millî vahdet ve tecanüsten mahrum milleti üzerinde hiçbir tesir husule getirmemişti. Büyük Fransız ihtilâlinin vukubuiduğu sıralarda iktidar mevki­ ini işgal eden Selim III (1789 - 1809) le birlikte his ve tesadüf edilen bazı ıslahat cereyan ve teşebbüslerinin hakikatte, büyük inkılâbın doğurduğu siyasî ve İçtimaî prensiplerle hiçbir alâkası mevcut değildi [^]. Makamı saltanatı işgal ederken, o zamanın Sadaret Kaymakamı Salih Paşaya isdar ettiği bir Hattı Hümayunda, dünyanm, «siyasetü adalet» le nizam bulaca­ ğını ifade eden Selim III ün ne askerî sahaya inhisar eden ıslah teşeb­ büslerinden, ne devleti az çok bir nizama bağlamak gayesiyle giriştiği teşebbüslerden, ve ne de teşkil ve kendi riyaseti altmda ilk içtimaini yapan «Meclisi Meşveret» in temenni ve kararlarmdan hiçbir netice elde edilememişti. Devlet yine eski vaziyetini, anarşi yine kendi mevcudiyetini muhafazaya muvaffak olmuştu. Islahat namı altında yapılması arzu edilen yenilikler, Osmanlı Devletinin tarzı hükümet ve idaresinde, hâkim olan cehil ve taassupta, fertlerin İçtimaî ve siyasî bünyelerinde hiçbir tahavvül husule getirmemişti. Taassup ve cehalet, sonunda, reform taraftarı olan Selim III ün hayatmı, zuhûr eden «Kabakçıoğlu» vak’asiyle, giriştiği teşeb­ büsleriyle birlikte ortadan silüp götürmüştü (1808). On sekizinci asrın sonlarına doğru başlıyan bu ıslâhat hareketlerine, Osmanlı Devletini içinde bulunduğu fena ve müzmin vaziyetlerden kurtar­ mak teşebbüslerine Mahmut II (1808 - 1839) nin saltanatı zamanında da devam edilmişti. Fakat, taassup ve cehlin, dahilî anarşi ve haricî muvaffakıyetsizliklerin ezici tesirleri altında memleketin günden güne fenalaştığmı gören Mahmut II imparatorluğun siyasî çehresiyle İçtimaî vaziyetinde mühim bir tahavvül yapılması zaruretini hissetmiş olmasına rağmen, mev­ cut olan devlet ve hükümet sisteminde ufak bir tebeddüle bile razı olma­ mıştı. Hâkim olan mutlakıyet idaresi karşısmda zaman zaman kendi nüfuz t*} ‘«.Tarihi Cevdet» dördüncü cildinin 238 inci sahifesinde Fransn İhtilâlinden bahsederken mevzuu Osmanlı Devletine de intikal ettirerek bu hususta şunları söylemiştir: «Devleti Aliyede iptida nizamı cedidi icat eden Sultan Selimi Salis Hazretleri bu esnada calisi tahtı osmanî olduğundan Rusyaı ve Nemçe seferlerine devam ile bugünler Istanbulda dahi ıslahatı cedide lâkırdıları devam etmeğe bağlamıştı». { /] Fransız inkılâbının Osmanlı Devletindeki akislerinden bahseden «A hm et Rasim» bu hususta şunları söylemektedir: «... Bu tarzda bir inkılâp Selimi Şalisin dimağından asla geçmemiş olduğu gibi erkânı hükümetin ve efradı afaaliniin âjnakı ruhuna işlemiş olan İstiklâli Saltanat düsturu müstebidanesi dahi böyle bir inkılâbın ne demek olduğunu, Fransadı büyük bir inkılâbı İçtimaî ve siyasî ha»zırlıyan prensiplerin oe manaya geldiğini anlatmağa herhalde bir mânii kavi teşkil eylemekte idi...». Bu hususta bakınız: Ahm et Rasim, İstibdattan Hakimi­ yeti Milliyeye, 1924,»cilt I. sa. 126 . t’}



Tarihi Cevdet, cilt IV. sa. 288.



CJ



Tarihi Cevdet, cilt IV. sa. 289.



Am m e hukuku



101



ve tesirini hissettirmeğe ve gittikçe daha büyük bir rol oynamağa başhyan feodal muhalefetin Mahmut II ye kabul ettirdiği yedi maddeden mürekkep «Senedi İttifak» ile merkezî iktidara vaz’olunan bazı tahdit ve takyidat P } , hakikatte, hiçbir müsbet netice husule getirmemişti. Hattâ, Alemdar’ın vukubulan daveti üzerine Istanbula gelen Rumeli âyan ve beylerinin icraî kuvveti bazı kayit ve şartlara tâbi kılmak gayesiyle hükümdara kabul ve hilâfma hareket etmemeyi taahhüt ettirdikleri [* } bu «Senedi Ittifab> m hükümleri kendi mevcudiyetlerini bile uzun zaman muhafaıa edemiyerek Mahmut II nin çevirdiği entrikalar neticesi Alemdarın vücudiyle birlikte ortadan kalkmışlardı. Alemdar’m öldürülmesi hususunda p } Mahmut II tarafmdan takip edilen tarzı hareket hükümdarm şahsma karşı büyük bir emniyetsizlik husule getirmiş; âyan ve bg^lerin menfî hareketleri yeniden başlamış; memleketin gayri müslim unsurlarının kafalarmda doğan hürriyet, müsavat, milliyet ve istiklâl fikirlerinin husule getirdiği vahim neticeler devletin vahdet ve tamamiyetini kökünden sarsacak bit mahiyet iktisap etmişlerdi. Devletin, merkezî iktidar ve otoritenin ne dahilî ve nede haricî bir nüfuzu kalmamıştı. Adaletin, kanunun teessüs ve hâkim bulunmadığı imparatorluğun hudutları dahilinde zulüm ve tagallüp bütün kuvvetiyle hâkim bulunuyordu. Takip ve tatbik etmek istediği tarzı hükümet ve idarenin husule getirdiği husumet Y edi şarttan mürekkep ve ıbir de zeyli bulunan «Senedi İttifak» ın sureti hakkında bakınu: Tari/>i Cevdet, cilt IX . 1309, saiife. 280 • 283. Stddtk Sami, Türk İdare Hukukunun Tekâmül Safihaları, 1936, Ankara, sabite. 9



- 10, Ahmet Rasim, İstibdattan Hakimiyeti Milliyeye, 1924, cilt I. sabite. 126-129.



Tarihi Cevdet, cilt IX , sa. 6 «... Devleti Aliye ile kendi tebaasından olan birtakım bey ve ağalar beyninde böyle bir ittifakname tanzim olunması ve kuvvei icraiyenin birtakım şerait altına alınması istiklâli saltanata münafi görünür ise de bir müddettenberi vukuageti* rilen suiistimalât île cismi devlette açılan yaralara andan başka çare bulunamamış idi...». Daha fazla malûmat için bakmız: Tarihi Cevdet, cilt IX. sa. 20 ve müteakip. Uzun zamandanberi Osmanlı Devletinin maruz kaldığı mütemadi mağlûbiyet, vergilerin ağırlığı, memleket daihilinde daima hâkim bulunan irtikâp ve irtişa gibi ^hadiseler ve nibayet bunlara inzimam eden harici propa/gaadalar neticesi, vaziyetlerinden memnun gayri müslim teibaa arasmda millî hürriyet, miUi istiklâl, millî vahdet hisleri uyanmağa başlamıştı. Bilhassa 1789 Fransa ihtilâlinin ortaya attığı milliyet ve istiklâl, hürriyet ve mü­ savat gibi prensipler, o zamanları Avrupa ile ticarî münasebatı hemen hemen kendi elleri arasmda temerküz ettiren hıristiyan tebaanm üzerinde kolayca tesirini gösterebil-mişti. Nitekim, bu tesirlerin neticesi olarak, 1803 te «Kara Y o ıg i» isyanı başlamış ve bunu 1S21 de «Mora isyanı» takip etmişti. Osmanlı Devleti 1829 da aktettiği Edirne muahedesiyle Yunanistanm istiklâlini tanımaya mecbur olmuş; Eflâk ve Buğdan Beyliklerinin muhtariyetinin tevessüünü, Sırbistanın muhtariyeiti haiz bir beylik haliade teşddcülünü kabul etmiş ve Mısırda zuhûr eden Mfihmet Ali Paşa isyanı Avrupa Devletlerinin İmparatorluğa müdahale ve himayesine sebebiyet vermişti.



103



T anzimat



ve nefreti çok yakından duyan Mahmut II memlekette ıslahat ve teceddüt zaruretini hissetmiş ve, işe Osmanlı Devletini hezimetten hezimete sürükliyen ordudan başlıyarak yeniçerileri ortadan kaldırmıştı Keza, hâkini olan sistem ve rejimin arzettiği şiddeti tahfif gayesiyle de, 1837 de, kendi mutlak hak ve salâhiyetlerinin icra ve istimaline iştiraki mümkün kılacak «Ahkâmı Adliye» ve «Darı Şûrayı Babıâli» namı altında iki meclis teşkilini derpiş etmiş ve bu husus için tanzim olunan nizamnamelerde, devlet ve mil­ leti alâkadar eden bilûmum hususatm ancak bu meclislerde müzakere ve karar altına alındıktan sonra mevkii icraya konulabileceği esasmı da vaz’etmişti. Mahmut II müteakip senede diğer bir değişiklik daha yaparak, garp devletlerinde olduğu gibi, müteaddit nezaretler ihdas ve devleti alâkadar eden muhtelif salâhiyet ve vazifelerin icra ve istimalini bunlar arasmda taksim ve tevzi etmişti. Hattâ tesis ettiği nazırlar heyetinin riyaseti vazifesi­ ni de, o zamana kadar istimal olunan «Sadareb> lâkabmı «Başvekâlet» e kalbederek, «Başvekil» namı altında Rauf Paşaya tevcih etmişti [^}. Keza yine bu kabilden olmak üzere, rüşvetin men’i, ceza kanunu, memurların vazifelerini tayin ve tesbit gibi muhtelif hususatı alâkadar eden bir Hattı Humayun da isdar etmişti Bütün bu faaliyete, ittihaz edilen bütün bu tedbirlere rağmen mem­ leketin hakikî ihtiyaçlarına tekabül eden bir prensip, bir sistem, bir müessese ihdas edilmiş değildi. Hükümdarın kendi arzu ve isteğiyle haiz olduğu sa­ lâhiyetlere koymak istediği, kendi kendisini tahdit etmek suretiyle meydana getirdiği müeyyidesiz bazı hudutlar devletin siyasî çehre ve bünyesinde hakikî bir tahavvül husule getirememişlerdi. Memlekette zulüm ve vahşet, keyfî idare, can ve mal emniyetsizliği, koyu taassup ve cehalet ortadan kalk­ mamıştı. Halkın umumî kültür seviyesi, hâkim olan cehil ve taassup, Mahmut II nin bir lütuf ve İhsan mahiyetinde, belki de hüsnü niyetle, giriştiği bu sathî teşebbüs ve ittihaz ettiği tedbirlerden iyi ve müsmir neticelerin husu­ lünü baltahyacak kadar kuvvetli idi. Islah ve teceddüdün, tahakkuku arzu edilen yeniliklerin kıymet ve mahiyetini takdir ve onlarm zarurîliğini duya­ bilecek bit seviyede bulunmıyan fertlerin müfrit ve hertürlü dinî hakikatler­ den uzak bulunan taassup ve buna inzimam eden cehli, Mahmut II nin ta­ hakkukunu arzu ettiği bazı değişiklikleri hoş görmiyecek, onlara muhalefet edecek kadar kuvvetli ve hâkim bulunuyordu [^}. Kendi beşerî mevcudiyet Yeniçerilerin 1241 hicri senesinde ortadan kaldırılması ve buna mütedair fer­ man haikkmda bakmız: Tarihi Cevdet, cilt X II. sahife. 267 ve müteakip. ^2 Tarihi Ahm et Lûtji, cilt V. sahife. 113.



P}



Ez Tarihi Ahm et Lûtfi, cilt V. sahife. 12 1 .



«İstiMattan Hakimiyeti Milliyeye» adlı eserinde, Ahmet Kasim, MaJımut II tarafından teşebbüs edilen ıslahata karşı haJkm taassup ve ceihlioi ifade eden şayanı dikkat



Amme hukuku



103



ve benliğini idrak eden, hükümdara kendi hukukunu tanıttırmasını bilen, siyasî ve İçtimaî haklarını müdrik bir kütle henüz teşekkül etmiş değildi. Kusur ve kabahat yalnız idare ve hükümet tarzında değil, ayni zamanda kendisine kabul ettirilmek istenen yeniliklerin kıymet ve ehemmiyetini tak­ dirden âciz, taassup ve cehlin içinde kendi beşerî mevcudiyetini kaybeden, hertürlü millî vahdet ve millî tecânüsten mahrum bulunan fertlerde idi. Cemiyetin karakter ve bünyesi, milletin bünyesinde hâkim olan esas ve prensipler, tabiatin tekâmül kanununa kendisini uydurarak onunla birlikte inkişaf ve istihalelere müsait bir kollektivitenin teşekkül ve teessüsünü im­ kânsız kılıyorlardı. Beşerî tekâmülle tam bir tezat halinde bulunan cemiyetin bünyesinde bu zıddiyet ve muhalefet hâkim bulundukça, girişilen ıslah ve yenilik teşebbüslerinden müspet neticelerin husulünü beklemeğe de imkân yoktu Bütün bu menfî neticelere rağmen, Selim III le başlıyan ve Mahmut II nin saltanatı zamanmda da devam eden bu ıslahat teşebbüsleriyle ittihaz edilen tedbirlerin ve bu gayenin tahakkuku hususunda izhar olunan faaliyetin az çok yine kendine mahsus bir ehemmiyeti de vardı. Ortada müspet netice­ lere tesadüf edilmemekle beraber ıslahat, yenilik ve reforma doğru bir gi­ diş, atılmış bir adım mevcuttur. Girişilen bu teşebbüsler, muhtelif sebeple­ rin tesiri altında, memlekette ıslahat ve yenilik, fertlerin siyasî ve sosiyal vaziyetlerinde bazı tahavvül icrasını ve onlara bazı hak ve imtiyazatın temini lüzumunu idrak eden bir zümre ve cereyanın doğmasına hizmet etmişlerdir. Bütün bu teşebbüsler, netice itibariyle, Mahmut II nin ölümünü müteakip amme hukukumuzda açılacak olan yeni bir devrin kaynak ve temellerini ve o devrin tahakkukunu arzu edeceği ıslahat ve yeniliklerin atılmış ilk tohum ve izlerini teşkil etmekte idiler



On dokuzuncu asrın ilk nısfının ortalarına doğru başlıyan reform ve ıslah hareketleri, Osmanlı Devletinin dahilî siyasetinde, yekdiğerine zıt ve muhalif fikir ve kanaatleri temsil eden iki mühim partinin zuhuruna bir hadiseyi nakletmektedir: «... §eyh Saçlı namında birinin yeniköprüden geçen (Sultan) Matunud’un atının dizginine yapışarak: — Gâvur padişah, CenabıhaJc senden ettiğin küfrün hesabını soracaktır. Sen islâmiyeti tahrip ve laneti peygamberîyi cümlemiz üzerine celbediyorsun. diye bağırması...». Bu hususta bakınız: Ahm et Rasim, Istibdattîc Hakimiyeti Milliyeye, 1924, cilt I. sahife. 179; L e V te A . âe la Jcnqmere, Histoire de TEmpire Ottoman, Paris,



1881, sa. 481 - 482. Le V te de la Joıtquiere, ayni eser, sa. 482. C"1



Tarih; T. T. T. Cemiyeti tarafından. Cilt III. sahife. 247.



104



T anzimat



sebebiyet vermişti. Bunlardan birincisi reforma ve mutlakıyet rejiminin tah­ fifine taraftar olmıyanlardan mürekkep «Hüsrev Paşa» partisi, diğeri de memlekette cezrî bazı ıslahatın yapılması, fertlere bazı hukuk ve teminat bahşedilmesi zaruretini hisseden «Koca Mustafa Reşit Paşa» [^] zümresi idi. Abdülmecid’in (1839 - 186i) makamı saltanatı işgal etmesiyle birlikte o zaman Ahkâmı Adliye Nezaretinde buİunan Hüsrev Paşa, isdar edilmesine muvaffak olduğu bir Hattı Humayunla «Başvekâlet» mevkiini elegeçirmiş ve bu makamın unvanını yine sadarete kalbettirerek [^] Mahmut II devrinde arzu edilen ıslahata tamamen muhalif bir cephe almıştı. Halbuki, uhdesinde Hariciye Nezareti bulunduğu halde Londra sefirliği vazifesini ifa eden «Mustafa Reşit» Paşa ise, Osmanlı Devletinin bakasım, kavanini şer’iyeye müstenit ve teamül halinde mer’î bulunan ve zamanla birçok suiistimaller neticesi hakikî mahiyetini tamamen değiştiren Osmanlı esas teşkilâtının temelinden değiştirilmesinde, ıslah edilmesinde görüyordu [®}. Amme hu­ kukumuzun oldukça mühim bir devrini ifade ve temsil eden «Reşit Paşa» bu cezrî ıslahat ve reformu imparatorluğun hayatî mevcudiyetinin idame ve bakasmın zarurî bir şartı olarak kabul ediyordu. «Koca Reşit Paşa» nm fikirlerini çok yakından bilen Hüsrev Paşa, rakibinin vücudünü ortadan kal­ dırmak için giriştiği teşebbüsünde muvaffak olamamış; memleketin dahilî vaziyetiyle buna çok yakından bağlı bulunan haricî manzarasını ['‘ } ve bu hu­ susta alınması lâzımgelen tedabiri büyük bir hulûsu kalp ile hükümdara anlatan «Koca Reşit Paşa», Abdülmecid’in teveccüh ve itimadma bile mazhar olmuştu. Osmanlı Devletinin bünye ve teşkilâtmda esaslı değişiklikler yapıl­ ması lâzımgeldiğine kanaat getiren «Reşit Paşa» ya göre, icrası icap eden ıslahat ve yenilikler ile bir taraftan dahilî kalkınma temin edilmiş olacak ve diğer taraftan da Osmanlı Devleti dahilinde esaslı tahavvüllerin tahakku­ kunu tacil hususunda lâzımgelen tazyikleri icradan geri kalmıyan ecnebi O Yaptığı büyük hizmetlerden dolayı, kendisine, büyüle manasına gelmek üzere aai gayri müslime; cemaatlerine... ita ve ihsan kılınmış olan bilcümle imtiyazat ve muafiyatı ruhaniye bu kere dahi takrir ve ipka kılmup...». [■“} «... Mezhep ve lisan veyahut cinsiyet cihetleriyle sunufu tebaai saltanatı seniyemden bir smıfm aher sınıfmdan a|ağt tutulmasını mutazammm olan kâffei tabirat ve elfaz ve temyizat muharreratı divaniyeden ilelebet mahv ve izale kıhnmssı...» «... Saltanatı seniyemizin memurin ve hademesinin intihap ve nasbi tensip ve iradei şahaneme menut olarak tebaai Dev­ leti Aliyenin cümlesi herkangi milletten olursa olsun devletin hizmet ve memuriyetlerine kabul olunacaklarından bunlar ehliyet ve kabiliyetlerine göre umum hakkmda meriyyülicra olacak nizamata imtisalen memuriyetlerde istihdam olunmaları... bilûmum tebaalarm askerî ve mülkî mekteplere din farkı gözetilmeksizia kabul olunması..j>.



no



Tanzimat



zaman kendi hakimiyet ve mevcudiyetini muhafazaya muvaffak olan keyfî idareye karşı, ıslahat ve teceddüt hareketlerinden hertürlü ümidini kesen halk arasında muhalif bir cereyan doğmaya başlamışsa da, yavaş yavaş ken­ disini hissettiren bu muhalefetin giriştiği teşebbüslerden bir netice çıkmamış ve nitekim, gerek tarzı idare ve gerekse israfatiyle herkesin ademi memnuni­ yetini kazanan Abdülmecid’i makamı saltanattan iskat gayesiyle 1859 da zuhur eden «Kuleli vak’ası» da tam bir muvaffakıyetsizlikle nihayet bulmuştu. Giriştiği ıslah teşebbüslerinin müessir neticelerini görmeden hayata gözlerini kapıyan Abdülmecid’in 25 haziran 1861 de vefatiyle iktidar mevki­ ine Abdülâziz’in gelmesi, mevcut olan vaziyette lehte bir tahavvkül husule getirmemişti. Yeni hükümdarın makamı saltanatı işgal ederken, 1839 ve 1856 ıslahat fermanlarının hükümlerini teyit ve tekit ve reform hareketlerine devamı bildiren bir Hattı Humayun isdar etmesine ve bu fermanın da bil­ cümle tebaai saltanatı seniyenin istihsali refah ve rahatlarının en büyük bir gaye olduğunu ve bu hususun temini için tebaaların temini can ve ırz ve malları zımnında tesis olunmuş olan kâffei kavanini esasiyei adliyenin hü­ kümdar tarafından teyit ve tekit olunduğunun cümleye ilân edilmiş olmasına ve her devletin mevcudiyetini idame ve şevketini tezyit edebilmesinin ancak kavanini mevzuaya herkes tarafından tamamiyle mutavaat olunmakla müm­ kün olabileceğinin tebarüz ettirilmesine rağmen bu sözler, bilâkis, mutlakıyet ve keyfîliğin derecesini tezyit etmekten başka hiçbir şeye yarama­ mışlardı. Tanzimatın fermanlarma sadık kalacağını ilân eden Abdülâziz, kısa bir zaman sonra tarzı idare ve siyasetini mutlakıyet ve istibdada doğru çevirmiş ve kendisinin izhar ettiği bu arzu, memleket dahilinde, imparator­ luğun fena idaresini ve mevcut olan malî buhran ve müzayakayı ortadan kaldırmak, gayri müslim tebaanın memnuniyetsizliğini ve mevcut olan suiistimalleri izale etmek için meşrutî bir rejim tesis ederek hürriyet ve mü­ savat prensiplerini hâkim kılmak gayesiyle muhalif bir cereyanın doğmasmı intaç etmişti. Kısa bir müddet zarfında büyük bir inkişafa mazhar olan bu cereyana göre, millet mümessillerinden mürekkep bir meclisin tesis edil­ mesiyle hükümet ve idare makanizmaları daimî bir kontrol ve murakabe al­ tında bulundurulacak ve böylece mükemmel bir idarenin tahakkukuna ve iktidarın yolsuz istimalinin firenlenmesine imkân hâsıl olacaktı. Bu fikir hareketinin taraftarları, kendi gayelerinin tahakkuku hususunda 1865 te gizli £'}



Düstur, Birinci tertip, birinci cilt, sa. 14-17.



Gayrimüslim tab’alarm daimî memnuniyetsizlikleri, Giritte, Sırbistanda, Kara•dağda, Hersekte, Bosnada, Bulgaristanda isyanların zuhuruna sebebiyet vermii ve netice itibariyle Sırbistandaki muhtariyetin tevsiine ve Giride 'bir nevi muhtariyet verilmesine mün­ cer olmuşlardı.



Amme hukuku



111



bir teşkilât vücude getirmişler ve fakat karşılaştıkları müşkülât neticesinde Avrupaya kaçarak orada yeni bir teşekkül meydana getirmek mecburiyetinde kalmışlardı. Avrupada, hürriyet ve meşrutiyeti müdafaa hususunda yaptıkları birçok neşriyata mukabil, İstanbulda da, ayni gayenin tahakkuku hususunda, neşriyat ve matbuat sahasında bir faaliyet kendisini göstermiş, istibdat ve mutlakıyet aleyhtarlığmm tarsin ve takviyesine çalışılmıştı. îstibdadm şiddeti ve mutlakıyet idaresinin bütün tedbirleri karşısında, girişilen bu hayırlı teşebbüsleri ortadan kaldırmak, kafalarda doğan hürriyet ve meşrutiyet fi­ kirlerini öldürmek, istikbalde iyi neticeler tevlit etmesi melhuz kuvvetli bir fikir cereyanının günden güne inkişaf ve olgunlaşmasına mâni olmak mümkün olamamıştı. İlk defa edebiyat sahasında başlıyan bu hürriyet ve meş­ rutiyet fikirlerinin Ali Suavi [ ’•], Ziya Paşa ve bilhassa Namık Kemal gibi âteşin ve idealist şahsiyetlerin kalemleriyle siyasî sahada da büyük bir tesir icra ettikleri ve doğan bu yeni cereyanm memleketin bilhassa münevver muhitinde mühim bir rağbete mazhar olduğu görülmekte idi. Yavaş yavaş inkişaf eden bu muhalif cereyanın, mevcudiyetini muha­ fazaya çalışan m.utlakıyet ve istibdadı sarsarak, filiyat sahasında, memleke­ tin ve vaziyetin vahametini idrak eden Fuat, Âli ve Mithat Paşa gibi şahsiyet­ lerin tesiri altında, bazı şayanı dikkat neticelere müncer olduğu görülüyordu. Nitekim, 1864 te «Tensikatı cedidei mülkiye» namı altında vilâyetlerin teş­ kilâtına ait bir kanun neşredilmiş; keza, Fransadaki seyahatinden avdetini müteakip, 10 mayıs 1868 tarihinde, mukaddem devirlerde memleketin men­ faati noktasından yapılan teşebbüslerin içinde bulunduğu zamanın ihtiyaç­ larını karşılamaktan çok uzak bulunduğunu, mukaddem devirlerde kabul edilen prensiplerle vazolunan kanunların halkın ihtiyaçlarına tekabül edecek bir mahiyette olmadıklarmı, hertürlü beşerî tekâmül ve istihalelere uymıyan kanunların siyasî ve İçtimaî vaziyeti ıslah ve onun zaruretlerine tekabül et­ mekten uzak ve kadîm müesseselerin gayri kâfi olduğunu söyliyen Abdülâziz’in hiç umulmıyan nutkunu müteakip, başında Mithat Paşanın bulundu­ ğu bir «Şûrayı Devleb> ve riyasetinde Cevdet Paşanın bulunduğu «Meclisi Ahkâmı Adliye» namı altmda bir kaza müessesesi ihdas edilmişti. Fakat, bütün bunlara rağmen, devletin siyasî çehresinde, amme otorite ve iktidarı­ nın istimali tarzında, mevcut olan mutlakıyet ve istibdat rejiminde kat’î'bir değişiklik icra edilmiş değildi. Zira, ihdas edilen bu müesseselerin statüleri, onlardan elde edilmesi lâzımgelen hakikî ve müsmir neticelerin husulüne tamamen mâni olacak bir tarzda tertip ve tanzim olunmuşlardı. Halkı, efkârı £'} Hürriyet fikrinin hararetli bir müdafii olarak mücadele sahnesinde görülen «A li Süavi», o zamanm «Muhbir» adlı gazetesinde yazdığı âteşîn maJcaleleriyle Abdülâzizin nazarı dikitatini celp etmiş ve müstebit idare bu hürriyet âşıkını nefy cezasına mahkûm ederek İstanbuldsn uzaklaştırmıştı.



112



Tanzimat



umumiyeyi aldatan nutku hümayunların muhtevasını teşkil eden yaldızlı ve şatafatlı cümleler yalnız söylenmiş olmakla kalıyorlardı. Ayni hükiimdarm, 1285 hicrî senesi muharrem aymm on yedisinde, her türlü hüsnü niyetten ari olarak Babıâlide irat ettiği bir nutukta siyasî kuvvetlerin tefrikmm esas ve lüzumundan bahseden sözlerinden de, ayenen diğerleri gibi, hiçbir netice elde edilememişti Abdülâziz’in saltanatı zamanında en hâd devresini bulan bu mutlakıyet sistemi, 1872 de Âli Paşanm ölümünü müteakip makamı sadarete gelen Mahmut Nedim Paşa ile şiddetini arttırmış; istibdadı sarsmaya başlıyan hür­ riyet ve meşrutiyet fikirlerinin baltalanmasma çalışılarak hükümdarı ürküten birçok münevverler îstanbuldan uzaklaştırılmıştı. Memleketin hürriyet ufuk­ ları tamamen kararmış; zulüm, istibdat, keyfîlik kendi tesir ve ehemmiyetini teşdide muvaffak olmuş; 1839 danberi girişilen teşebbüs ve yapılan taah­ hütlerden de artık hiçbir iz ve eser kalmamıştı Bir taraftan Abdülâziz’in diğer taraftan Mahmut Nedim Paşanın mütekabil mesaisi, memlekette is­ tibdadı tam manasiyle bütün kuvvet ve şiddetiyle hâkim kılmaktan başka bir iş görmemişti. Keyfî ve müstebit idarenin en koyu taraftarlarından biri olan Mahmut N e i m Paşanın Abdülâziz’in ruhunu okşıyarak saltanatın ve iktidarm dizginlerini kendi elleri arasında temerküze çalışması, memleketin her tarafında, bütün millet ve memleket nazarmda, kendisine ve rejime karşı büyük bir nefret ve muhalefet doğurmuş ve hattâ bu menfî neticenin hüküm­ darı korkutacak kadar kuvvetli olması, Abdülâziz tarafından Mahmut Nedim Paşanın azliyle yerine mart 1873 te Mithat Paşanın getirilmesi gibi makamı saltanat tarafından hiç arzu edilmiyen bir neticeye müncer olmuştu. Fakat, istibdada muhalefet edenlerin fikir ve programlarını tahakkuk et­ tirmeğe çalışan Mithat Paşanın hükümdarın siyaset ve arzusuna muhalif bir tarzda harekete temayül etmesi, kendisinin sadaret mevkiinden uzaklaştırıl­ ması ve daha sonraları yerine yine Mahmut Nedim Paşanm getirilmesi gibi neticeler tevlit etmiş; müstebit bir idare, hiçbir kontrol ve tahdide tâbi ol­ mak istemiyen müsrif ve muvazenesiz bir padişahın keyfî arzuları, memle­ ketin mukadderatına yeniden hâkim olmuş ve 1839, 1856 fermanlarının hükümlerini tekrar teyit eden 1875 Hattı Hümayunundan da [®} müspet bir netice husule gelmemişti. Nihayet, bu müfrit istibdadm sebebiyet verdiği umumî nefret ve mem­ nuniyetsizliğin, mahallî olmasına rağmen memlekette husule getirdiği kuv­ vetli ve müçtemi muhalefetin bir neticesi olarak, 11 mayıs 1876 da İstanAh?net Rasim, ayni eser, cilt II. sa. 79. Ed. Engelhardt, ayni eser, cilt II. s. 20 .



f} { “}



Ed. Engelhardt, ayni eser, cilt II. sa. 12 1 . Ed, Engelhardt, ayoi eser, cilt II. sa. I4l-l43.



Amme hul.uku



113



bulda başlıyan «Softalar kıyamı» Mahmut Nedim Paşanm azline ve devletin, memleketi, milleti her cepheden inkıraz ve sefalete sürükliyen Abdülâziz’in, teşekkül eden yeni vekiller heyetinin teşebbüsiyle 30 mayıs 1876 da saltanat­ tan iskatma müncer olmuştu. Kısa bir müddet sonra, makamı saltanatta vukubulan ikinci bir tahavvül, memlekette bir kanunu esasî neşir, meşrutî rejimi tesis ve bir meclisi meb’usan teşkilini taahhüt eden Abdülhamit II yi iktidar mevkiine getirmişti. Netice itibariyle, Osmanlı Devletini yeni bir sta­ tüye bağlamak istiyen Mithat Paşanm yüksek dirayet ve teşebbüsü sayesinde, meşrutiyet sistemini kabul etmekle beraber milletin hukukundan ziyade yine saltanat ve dolayısiyle hükümdarın hukukunu gözeterek ihdas ettiği Meclisi Meb’usana ancak istişarî bir mevki bahşeden 23 birincikânun 1876 esas kanunu meydana gelmiş ve Tanzimat devrinin yerine de «Birinci Meşrutiyet» namı altında diğer bir merhale kaim olmuştu.



n Mevzuumuzun çerçevesi dahilinde kalarak, tarihî safahatiyle ana hat ve çizgilerini hadisatın seyrine göre kısaca tetkik ve tebarüze çalıştığımız Tanzimat devrinin amme hukukumuzda arzettiği ehemmiyeti; bu devir zar­ fında amme hukukunu alâkadar eden sahalarda girişilen ıslahat teşebbüsle­ riyle isdar olunan fermanlarm eriştikleri müspet veya menfi neticelerin hakikî bünyesini; tatbikat ve filiyat sahasmda bunlarm ne gibi bir vaziyet ve tahavvül husule getirerek ne tarzda bir tesir icra ve ne gibi bir neticeye müncer olduklarmı tetkik ve Tanzimat devrinin amme hukukumuzda hakikî mahiyet, çehre ve bünyesini, araştırmalarımızın bir netice ve muhassalası olarak, tesbit ve tebarüze çalışalım. Mevzuumuz cephesinden Tanzimatm işgal ettiği hakikî mevki ve arzettiği ehemmiyet nedir.? Tanzimat ne yapmış­ tır, karakteristik vasıfları nelerdir, ne gibi bir neticeye müncer olmuştur ve kendisine ne gibi bir mahiyet atfedilmek lâzımdır.? I — Tanzimat devri ve onu ifade eden Hattı Şerif, Hattı Humayun ve fermanlar mevcut olan siyasî sistem ve rejime karşı fertlerin bir reaksi­ yon ve ittihadından neş’et etmiş değillerdir. N e Abdülmecid’in 1839 ve 1856 fermanları ve ne de Abdülâziz’in gerek cülûsunda ve gerekse müteakip seneler zarfında isdar ettiği Hattı Humayunlar, hiçbir zaman millet tarafmdan vukubulan bir aksülâmelin mahsulü değildirler. Abdülmecid’in icrayı saltanatmm sonlarına ve Abdülâziz’in de saltanatmm ortalarına doğru zuhur eden muhalefet istisna edilecek olursa, Osmanlı milletinin bu tarzda bir reaksiyonda bulunabileceğini kabul etmek te çok göçtür. 1876 softalar kıyamı ve hattâ daha evvel zuhûr eden 1859 Kuleli vak’ası gibi bazı hadiselerden sarfınazar, memlekette inkılâp, ihtilâl, mevcut olan sistemde tahavvül ihtiya­ cını duyan müçtemi ve müttehit bir İcütle teşekkül etmiştir denemez. Tabi-



114



T anzimal



atiyle, bu vaziyet karşısında, Tanzimat fermanlarında milletin aksülâmelinden doğan bir mahiyet aramak imkânsızdır. Filhakika, Tanzimatm çerçeve­ sine dahil fermanlarm isdarma devlet şeflerini sevkeden kendi iradelerin­ den hariç bazı kuvvet ve sebepler mevcuttur; fakat bu kuvvet ve sebeplerin menşei herhalde millet değildir. Hattâ hükümdarm tek taraflı arzu ve iste­ ğiyle husule gelen Tanzimat fermanlarmdan bazıları, hakikatte millete hitap eder bir tarzda bile tanzim olunmamıştır. Nitekim 1856 ıslahat fermanı, hakikatte bılûmum iktidarın kaynağı olması lâzımgelen millete değil, o za­ manın Sadrazamı Mehmet Emin Paşaya doğrudan doğruya hitap eder bir şekilde tertip ve kaleme alınmıştır. Abdüimecit isdar ettiği bu fermanmda, vezirine hitap ederek, memleket dahilinde icrası icap eden muhtelif hususatı tesbit ve buhlarm ifa ve icrasma «iradei padişahanenin şerefsadır» olduğunu söylemekle iktifa etmiştir. Hükümdarın muhatabı millet değil, kendisinin muti ve sadık hizmetkârı bulunan «sadrazam» ı dır. Kısaca, Tanzimat dev­ rinde herşeyin padişahın bir taraflı arzu ve iradesiyle vuku bulduğunu, Tanzi­ mat fermanlarınm meydana gelmesinde milletin müessir hiçbir rolü olma­ dığını kabul etmek lâzımdır. II — Tanzimat devrinde girişilen ıslah teşebbüsleriyle isdar olunan fermanlarda, Osmanlı Devletinin beynelmilel vaziyeti bilhassa mühim bir rol oynamıştır. Filhakika, memleketin dahilî vaziyeti de, hâkim olan anarşi ve keşmekeş dolayısiyle mevcut olan siyasî ve sosiyal vaziyette değişiklik yapılması zaruretinin hissedilmesinde büyük bir tesir icra etmiştir; fakat bu zaruretin duyulmasında ve bu hususta icap eden tedabirin ittihazında yabancı devletlerin de çok mühim bir tesir ve rolü olmuştur. Oldukça batî yürüyen ıslah ve yenilik teşebbüslerinin zuhur ve tacilinde Avrupa Devletlerinin vukubulan müdahaleleri zaman zaman müteaddit fermanların isdariyle ne­ ticelenmiştir. Nitekim 1839 Hattı Şerifinin Isdarında, mevcut olan Mısır meselesi dolayısiyle Osmanlı Devletinin haricî siyasetine ve dahilî işlerine Avrupa devletleri tarafmdan vukubulan müdahalelerin; keza memleketi­ mizde daima mağdur oldukları söylenen ortodoks tebaaların himayesini bahane ederek Osmanlı İmparatorluğu üzerine hâkim olan Rus nüfuzunu kırmak gayesiyle hareket eden garp devletlerinin büyük bir tesir icra ettiği inkâr edilemez. Keza, Paris muahedesine takaddüm eden günlerde, bilhassa gayri müslim unsurların hukukunu arttırmak ve onlara tam bir müsavat te­ min etmek gayesiyle tanzim olunan 1856 fermanında da, yine Çar Nikola I le başlıyan Rus müdahale ve taarruzlarmdan Osmanlı Devletini kurtarmak istiyen İngiltere, Avusturya ve Fransa gibi devletlerin müdahale ve tavsiye­ leri mühim bir rol oynamış ve bu suretle ortodokslarm hukukunu sıyanet ve himaye noktasmdan ileri sürülmesi melhuz Rus tez ve müdahalesini önlemek gayesi, mevzuubahs ıslahat fermanının isdarında mühim bir amil olmuş-



tuf Netice itibariyle, Tanzimat devrinde, İtissedilen dahilî bir zaniretitı mahsulü olduğu-kadar, yabancı devletler tarafından muhtelif sebep ve bah'â^ nelerle vukubulan müdahalenin bir eseri olmak mahiyeti de mevcuttur. III — Tanzimat, Osmanlı Devletinin mevcut olan dinî ve İlâhî karak­ terinde hakiki hiçbir tahavvül husule getirmemiş ve getirmek te istememiştir. B ilâkis, memleketin siyası ve İçtimaî vaziyetindeki bözukluğun hakikî sebep­ lerini şeriatın hükümlerinden uzaklaşmakta bulmuştur. Nitekim Tanzimatın başlangıç ve açılışını ifade eden 183'9 Hattı Şerifinin ilk satırları, bizlere, Devleti Aliyyenin bidayeti teessüsündenberi «Ahkâmı Celilei Kur’aniye» ve «Kavaninİ Şer’iye» ye kemaliyle riayet edildiğinden gerek saltanatı seniyenin kuvvet ve azametinin gerekse bilumum tebaalarm refah ve saadetinin en yüksek mertebesine eriştiğini ve fakat son yüz elli sene zarfında mütenevvi ve muhtelif sebeplerden dolayı şer’i şerife uygun bir tarzda hareket edilme­ m esinin neticesi olarak evvelki kuvvet ve mamuriyetin bilâkis zâf ve fakra tebeddül ettiğini; kavanini şer’iye tahtmda idare ölunmıyan memalikin pa­ yidar olamıyacağını tebarüz ettirmektedir. Bilâhare, 1839 Hattı Şerifini tekit ve tevsi gayesiyle isdar olunan 1856 ıslahat fermanmda da ayni ruhun hâ­ kim bulunduğu ve mevcut olan sistemin teokratik mahiyetinde hiçbir tahâv-vülün icra edilmediği görülmektedir. Keza, 1861 de tahta cülûs ederken Abdülaziz tarafmdan isdar olunan Hattı Hümayunda da, saltanatı seniyeniri m ed arı teyit ve esası şevketi olan şeriati şerif enin hükümleri cümleye delili tariki selâmet olduğu cihetle umuru şer’iyeye ziyadesiyle dikkat olühmaSi hususunun kat’ î bir surette teyit olunması, makamı saltanatta vukubulan ta­ ba vvülün mevcut olan dinîlik telâkkisinde bir değişiklik husule getirmedi­ ğini ifade etmektedir Daha sonraları, yine Abdülâziz’in saltanatı zajmainında, Fransadan avdet eden hükümdarın 10 mayıs 1868 de irat ettiği nutku hümayunda, kadîm müessese ve telâkkilerin gayri kâfi ve zamanm ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak bulunduğuna mütedair söylediği sözlerden doğması muhtemel olan neticeler de, devletin dinî ve İlâhî karakterine bir teisir icra etmemiştir. IV — Tanzimat devrinde isdar olunan Hattı Şerif ve Hattı Hümayun­ ların hiçbirinde bir esas teşkilât kanunu mahiyeti riıevcüt değildir Bun­ larda, daha ziyade, hissedilen ve zarurîliği memleketin münevver ve mahdut CJ



Turih, T. T. T. Cemiyeti tarafında, cilt IH. sa. 247.



n



Düstur, Birinci tertip, cilt I. sa. 14-15.



Bununla fcer;focr, Tanzimat devrinin mü-verrihlerindeo Ahmet LûtH, eserinde, l'anziınaü Hayriyeyi ijir esas kanun mahiyetinde görmek istemi} ve bu hususta, İ839 fermanın­ dan bahsederken, «Devleti Aliyeyi Tanzimatı Hayriye gibi bir ktmuTUtesasiye raptla Devleti Aliycnin ıslaln ahvali...» kelimelerini istimal etmiştir. Bakarız: Ez Tarihi Ahm et hâtfi, cil4i eadis, sa» 55.



HC



Tanzimat



bir zümresi tarafından kabul ve tatbiki arzu olunan bazı ıslahat ve yenilikr lerin icrasına teşebbüs mahiyeti mevcuttur. Devletin siyasî çehresinde hiçbir tahavvül husule getiremiyen Tanzimat devrin m fermanlarında, o zamanın hâkim olan devlet prensipleriyle siyasî teşkilâtmda bir tahavvül husule geti­ recek hükümlere tesadüf olunamaz. Onlarda iktidar ve otoriteyi bir esas kanuna bağlıyan, muayyen bir devlet telâkkisini ve muayyen bir hükümet prensipioi ihtiva eden, hükümdarın hak ve salâhiyeüerini ve fertlerin hukuk, ve imtiyazatmı hertürlü cismanî müeyyideleriyle birlikte tanzim ve tesbit ve padişahm mutlak salâhiyetlerini daha mutedil bir şekle sokan bir mahiyet mevcut değildir. Hertürlü otorite ve iktidarı kendi şahsında temerküz ettiren^ ayni zamanda hem cismanî ve hem de ruhanî şef bulunan hükümdar, kendi­ sini icabında firenliyecek hiçbir siyasî müessesenin rekabetine maruz kılmmış vaziyette değildir. Bilumum amme otorite ve iktidarmı müstakillen isti­ mal edecek yine kendisidir. Makamı saltanatm kendi salâhiyetlerine yine kendisinm isdar ettiği fermanlarm hükümleriyle koyduğu bazı kayitlerin^ raptettiği prensip ve kaidelerin, bahşettiği hukuk ve imtiyazatm dünyevî„ siyasî, hukukî hiçbir müeyyidesi yoktur. Devletin yüksek salâhiyetlerinin hu­ dutlarında ve önlarm istimal tarzmda hiçbir yenilik ve hiçbir tahavvül husule getirilmemiştir. Tanzim ve tertip olunan fermanlarda, kavanini mevzuanın hâkimiyet y e üstünlüğünü temin sadedinde, işi temenni sahasından çıkararak bazı siyasî, hukukî usul ve müesseselerin ihdasma mütedair hiçbir hüküm mevcut değildir. Filhakika, 1839 Hattı Şerifinde, hükümdar da dahil olduğu halde herkesin kanuna riayetine ve vaz’olunacak kanunlara muhalif hareket etmiyeceğine dair padişahm da yemin edeceğine müteallik bazı hükümler mevcut ise de bu kanunlara hükümdar tarafmdan riayet keyfiyetinin ne şekilde temin edileceği meselesine hiç temas edilmemiş, yalnız mevcut olan kanunlara riayet etmiyenlerin Cenabı Hakkın lânetine uğrayacakları keyfiye­ tinin beyaniyle iktifa olunmuştur. Kısaca, kavanini mevzuaya riayet hususun­ da 1839 Hattı Şerifinin tahmil ettiği «ahdü misak» keyfiyetinin müeyyidesi tamamen uhrevî bir mahiyet arzetmekten ileri gidememiştir. 1840 senesi, nihayetine doğru «Meclisi Ahkâmı Adliye» binasının açılış merasimi dolayısİj^le Reşit Paşa vasıtasiyle okuttuğu Hattı Humayununda da mevcut olan kanunlara riayet edilmesini tekrar eden Abdülmecit, bu hususta, «kavanini mevzuaya muhalif harekette bulunanlar şer’an dahi müttehem olacakların­ dan tedibatı mukarrereleri icrasma müsaraat olunsun [^ }» diyerek yalnız, fertlerin kanunlara riayetine temas ve hükümdara bile tefevvuk edeceği 1839' fermanmda musarrah bulunan kanunlarm herşeye takaddümünü temin ve mümkün kılacak bir müessesenin lüzum ve zaruretinden bahsetmemiştir. £■]



Ahm et Rasim, İstibdattan Hakimiyeti Milliyeye, cilt 1. sahife: 247.



Amme hukuku



117



Keza, daha sonraları, Tanzimat devrine ait diğer fermanlarda da kavanini mevzuaya mutavaat keyfiyetinin müteaddit defalar zikir ve teyit oİımmastûa rağmen, iş söz sahasmdan filiyat sahasma intikal edememiştir. V — Tanzimat devrinde, hükümdarın iktidar ve salâhiyeti karşısmda fertlerin seçeceği mümessillerden mürekkep bir meclis, bu meclis tarafmdan makamı saltanatm kontrol ve murakabesi, teşriî salâhiyetin bu meclis tara^ fmdan istimali, bilûmum hususatta son sözü söylemeğe muktedir ve hertürlü kanunları yapabilen bir parlöman, padişahm mutlak idaresine karşı müteka­ bil bir kuvvet teşkil ve onun ağırlığmı tahfif edecek temsil Ğsasma müstenit ve hattâ istişarî mahiyette millî bir meclis mevzuubahs olmamıştır. Maamafih, 1839 Hattı Şerifinde, yine ayni fermanda zikredilen esas­ lar dahilinde icap eden kanunların bilûmum vükelâ ve ricali devletin de iştirakiyle «Meclisi Ahkâmı Adliye» tarafmdan kararlaştırılmasına, «Meclisi Ahkâmı Adliye» azalarmın kendi düşündüklerini serbestçe söyliyebilmelerine, «Meclisi Ahkâmı Adliye» azası adedinin icap ettiği nisbette çoğaltıl­ masına mütedair tesadüf edilen bazı hükümler de, o zamanın vaziyetine göre, oldukça şayanı dikkat bir mahiyet arzetmekten de geri kalmamakta-^ dırlar. Bu hükümlere göre, «Meclisi Ahkâmı Adliye» de takip olunacak usulü müzakere ve kanunlarm kararlaştırılması ve onlara icraîlik sıfatmm bahşi hususunda takip edilen tarzu hareket ve bu hususta tazim olunan 29); bu kanun eski 'harfler zamanında türkçeye de çevrilerek Adliye Ceridesinde forma forma neşredilmiş ve sonra kitap haline getirilmiş ise de bunun nüshaları kalmamıştır. 173 Bugünkü Deniz Ticareti Kanunumuz Alman Ticaret Kanunundan iktibas edil­ miş ve K ara Ticareti Kanunumuz hazırlanırken Alman Ticaret Kanunundan mühim surette istifade olunmuştur. n Bugünkü ceza muhakemeleri usulü kanunumuz Almanyanınkinden alınmıştır. t '] İsviçre hususî hukukunun tekâm ülü hakkında bak: Bgger, yukarda adı geçen eser s. 14 ve m üteakip; Huber-Mutzner, System und Geschichte des Schweizerischen Privatrechts (Basel 1932) s. 93 ve mütealiip; Tuor, Das Schweizerisohe Zivilgesetzbuoh (Züriclı 1954) s. 5 ve m üteakip; AnAreas B, Scinvarz yukarda adı geçen eser s. 19 ve m üteakip; İsviçre Medenî K anununua hususiyetleri hakkında bilhassa Sdnvarz, ayni eser s. 29 ve m üteakip; françois Geny, mevleti Aliyenin Cem ve telfiıkro hakkm da kıym etli malûm at ve tarihçe mevcuttur. Ay­ rıca Tanzimattan sonra kabul olunan bütün kanunlarım ızın fransızca tercümeleri George Y u n g ’ysa Corps de D roit Ottoman isim li yukarda ad ı geçen eserinde neşredUmiştir. Bilhassa yukarda saydığımız muktebes kanunların m addelerine tekabül eden Fransız kanunları mad­ deleri kaydolunm ujtur ki, almmıyan hüküm lerle, tadil ve ilâve olunan hüküm ler üzerinde etüt yapacaiklara faydalı b ir rehber olabilir. C®] ¥uat Bey, Ricali M ühimmei Siyasiye, (İstanbul s. 127). Bu kitap daha evvel Serveti Fünun mecmuasmda tefrika edilmiştir,



200



Tanzimat «... B ir de başlıca şücâyet bizioı mahkemeler olduğundan olbapta dahi bir yol aranm ak ve M ısırda yapılmakta olduğu gibi birde dahi Kod Sivil dedikleri kanuonanıe tercüme ettirilip deavii muhtelite mehakimi m ubtelitede ve o kanunnameye tatbikan rü ’yet ettirilm ek emri zarurî görünür. Bunun dahi alhkâmı celilei je r ’i şerife ‘k at'â dokunmryarak sair nizamî mehakim misillû tanzimi kabil olu r zaaaolunur. Elhasıl bilcümle tebaanın din ve mezhepten başka mevadda yekdiğerine mezç ve tahliti ve 'beyinlerinde olan muhasede ve reka:betin külliyen ilgası meydanda olan m ehaliki imhaya ve biavnihi taalâ esası devleti tahkime Uâcı m ünferit addu $ümar kılmuf. O l bapta em rü ferman faazreti men-leh-ül emrindir.»



Görülüyor ki Âli Paşanın bu teklifi radikal bir teklif değildir ve Kod Sivü’in sadece muhtelit davalar için muhtelit mahkemelerde tatbikmı derpiş etmektedir [^]. Cevdet Paşanm evrakı meyanında bu hususa mütedair ve münderiç [^] olan cümleler de şunlardır;



yukarda



«... bazı zevat Fraasa kanunlanndan türkçeye tercüme olunup ta mehakimi niramiyede an lat ile faüfcmolunmak fikrice zahip oldular. H albuki bir milletin kavanini esasiyesini böyle kalp ve tahvil etmek ol m illeti im ha hükm ünde olacağından bu yola gitmek caiz olmayup ulema güruhu ise o makule alafranga efkâra sapanları tekfir ederlerdi... Bunun üzerine ilmi fıkhın muamelât kısmına dair türkçe M etni Metin namiyle... b ir kitap yapılmasına beyoelvükelâ karar verilerek..»



Fransız Kod Sivil’ini iktibas fikrinin o sıralarda mevzuubahs edildiği ve Cevdet Paşanın bu fikre muarız olduğu bu ifadeden de açıkça anlaşılı­ yor. Şu noktaya bilhassa işaret etmek icap eder ki, Ali Paşanın yukarda zikre­ dilen lâyihasında, Kod Sivil’in sadece muhtelit davalar için muhtelit mahkemelerde tatbik edilmek üzere tercüme ve iktibası teklif edildiği halde, Cevdet Paşanın evrakındaki «... bazı zevat Fransa kanunlarından türkçeye tercüme olunup ta mehakimi nizamiyede anlar ile hükmolunmak fikrine za­ hip oldular...» ibaresinden, bu kanunun alelûmum nizamiye mahkemelerin­ de tatbik edilmek üzere iktibası gibi, daha radikal fikirlerin mevzuubahs edildiği anlaşılmakta ve «ulema gürühunun o makule alafranga efkâra sapanları tekfir» e kalkışması da, bu radikal fikrin oldukça yayılmış bulun­ duğunu göstermektedir. Esasen Cevdet Paşanın yukarda münderiç ifadatı C} Burada bilmünasebe zikredelim ki ecnebi ve Türk hâkim lerinden mürekkep (m uhtelit mahkem eler) teşkili fikri ‘b ir aralık M eşrutiyette dahi ileri sürülmüştü. Böyle mahkemelerin kapitülasyonları ilgaya değil, ıbilâkis teşdide yolaçacağı Profesör Ebühdâ Mardin’in kuvvetli ve mufcni b ir yazısında izah edilm iştir: M uhtelit mahkemeler (Sıratı Müstakim mecmuası 23 teşrinievvel 1324). Bak yukarda s. 187 - 188. n T arihi Osmanî Encümeni mecmuası, cüz 47 ( 1 . X II. 1334) s. 282-283.



Kanunlaştırma harekederi



201



1272 senesine aittir Halbuki Âli Paşanın lâyihası 3 şaban 1284 yılında, yani 12 sene sonra yazılmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, Kod Sivil’in ikti­ bası fikri senelerce zihinlerde dolaşmış ve radikal harekete devrin müsait olmadığını anlıyan Âli Paşa bu kanunun yalnız muhtelit mahkemelerde tatbik olunmak üzere iktibasını teklif eylemiştir. Cevdet Paşa hernekadar (Kod Sivil)den bahsetmemiş ve sadece (Fran­ sız kanunları) tabirini kullanmışsa da, bu tabirle Kod Sivil’in istihdaf edildiğinde şüphe yoktur. Zira o satırların taallûk ettiği 1272 senesinde esasen mer’iyette olan ticaret kanunu, Fransız ticaret kanunundan alınmış­ tı îki yıl sonra, yani 1274 senesinde de yine Fransadan, ceza kanunu iktibas olunmuştur. Cevdet Paşanın ticaret veya ceza hukukundan hiç bahsetmiyerek sadece «... Hmi jtkhtn muamelât kısmına dair türkçe Metni Metin namiyle ... bir kitap yapılmasına...» karar verildiğinden bahsetmesi dahi, mevzuubahs, (Fransa kanunları) tabirinin bizzat Fransız medenî ka­ nununa raci bulunduğunu göstermektedir. Burada bilmünasebe bir meseleyi münakaşa etmek istiyoruz: Acaba o zaman Mecelle yapılacak yerde Fransız Kod Sivil’i tercüm.e ve iktibas edilmeli miydi ve edilseydi feyizli bir netice verebilir mi idi? Böyle bir suale cevap verebilmek için meseleyi iki bakımdan mütalea etmek lâzımdır. Evvelâ: şayet Fransız medenî kanunu bütünlüğü kaybedilmeden kü­ çük tadilâtla tamamen lâik hükümleri muhtevi bir kanun halinde iktibas edilmiş ve bu suretle hususî hukukumuzda 1926 da kurulmuş olan lâik nizam o zaman teessüs etmiş olsaydı ve bu nizamın tam surette teessüs ve tahakkukunu ve kanunun mükemmel tatbikim temin edecek hukukçular Avrupada yetiştirilmiş bulunsaydı, o zaman yukardaki suale bilâtereddüt evetl cevabı verilebilirdi. Zira hiç şüphe yoktur ki, Fransız medenî kanunu gerek sistem ve gerek ahkâmı medeniyenin tanzimindeki bütünlük bakımın­ dan Mecelleye üstündür. O zaman bunlara imkân bulunmuş ve müstakbel inkişaflar için şartlar ve yollar hazırlanmış olsaydı 57 senedenberi medenî kanunun çerçevesi dahilinde tamamen millileşmiş ve bünyemize uymuş bir Türk medenî hukuku meydana gelmiş olurdu Bak yukarda s. 188 : l«Metni M etin namiyle. . . bir kitap yapılmasına . . . . karar verilerek . . . . ile abdi fakir m em ur edildik. Cemiyeti mezkûre ijb u yetmiş ik i saferinin 20 nci günü birinci defa aıktolundu...». Ticaret Kanımu 126.• h l



• - (•(U İm s ‘ ı. « l ı o 'j



, Us M



M .•Mi.nr- . t



»‘ l .î. lv a i



>eles .ıiıoıt'iMK»



}»»>•«•«*» t u n j n f i



ıiiK iıt .a ; ! '» (M IIH .



t‘f



Sr- * .



iir .ı.- f s .1 » İl- ‘ . ıJ.fıJ IK ,1 lî 4 f i *. .1,



< !»'}-ı iJKMu'.au*. ♦'Jt'dr-, n-d p a r l«; co»W Jİ 1 1



«l.-spuf*-; p ı td iîh e f.» ,..«î*-s »vn:. H ıv a»»< ii »ii)ı.î'sv«irv.> \İ .S o ın t'ia iii r«*Ni’nU* C u c u lııjr e a *:l'*



iiv r t'f iı'la p u b ü ıû t ı* .'



. '



r*»u ır» !>»*



İ.CUft4^e



S t a ın b ıd d n A'dtaiı M ahnm tM İ. »



A rg e u t 'd it yıiThıTt, ıküiîv, I



. i^ tm d n k .S ta m b o !, R n b t e c u i n i i i ’ M alnno tıd ir* d u rs . • . .



»



• ■,



42 5(>



S7 V » ; ' Jt:Uijj7{>ıjdıc ruoss. U » 1;



dt*.:



.



t‘i: 0. 4 ha.



V '-



.Sclt ,u, ■ ' d * * ' > U T ı'ltt-İMîniiıUıK^'UM-s a!ix r ın p lo ^ »-.'•dt* la m ocij . ı K d U l r ; .orV M 'i-, a iH n r iP 'i.H . d ı> o n l ı . ■ ; -iMık ptıutN. jîo u t . -\\ a : p t r i .



I"''



1 t;c-



İr-i (.-ni-.







' t .:«• J - ' ı v c r u m - *•*»



•--•t-



() I



ituHivre. A -CılU; cojKİıMon, . - }o.t



. f l ı e k tr ı -5r>f tT iın ıit » u r l;ı f.*lH n a lıo n ınonuai;*, a»:u ; b u t dcf&ct i* îf*» t»!HiMu'iiouso*>mır.«'ivi.ı)es e i ıJe. . Tagi'^taf'e. g o ııv e rn rm fiH t fl« Sa a vait' ;• i t ^ o ! ır (riniro*İııiı*t’ «Jfip rt-fon»« «l.uı.s lu ; .s^sh-nıe nK*npJrt»ı-f , itp v a jt füit v f j .ir