MEB İslam Ansiklopedisi 5/1 [5/1] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

»



«



İSLAM ALEMİ a r ih , c o ğ r a f y a , e t n o g r a f y a VE BIYOGRAFYA LÜGATİ



MİLLf EĞtTlM BAKANLIĞININ KARARI ÜZERİNE İs t a n b u l ü n iv e r s it e s i e d e b i y a t f a k ü l t e s i n d e KURULAN BlR HEYET TARAFINDAN LEYDEN TAB'I ESAS TUTULARAK TELİF, TÂDİL, İKMÂL ve TERCÜME SÛRETİ İLE



NEŞREDİLMİŞTİR



^ krM y



M ® ''



5 .



C İ L T



1.



K I S I M



pSuöSfeaSMı»,.»faM«$'.i'.,.



n p “r ftjfcvv



DEVLET KİTAPLARI



'.■ Jifeîtv*". ■' •’••* k.VıV



MİLLÎ EĞİTİM BASIMEVİ İSTANBUL



H



H A 1. [ Bk. HÂ.] H A 1. [Bk. HÂ.] H A ’ . [ Bk. HÂ.] H Â . H A ’, a r a p a l f a b e s i n i n 26. b a r f i o l u p , ebced hesabında 5 rakamına de­ lâlet eder. Lâtin alfabesinin h harfine muâ­ dildir. Bu harf bütün arap lehçelerinde.ilk hali le kalmıştır, yalnız maltızcada değişerek, hamza eya h olmuştur. Müenneslîk eki olarak, kelinenin sonuna eklendiği (ha al-ta’ ni$) ve i elâffuz edildiği zaman, ta harfinin iki üst oktasını alır. Hakikatte bu yazış şekli müen;slik eki olan -af 'in durak hâlinde-ah telâffuz ileceğini belirtmek maksadına matuftur; cüminde vasıl hâllerinde ise, -at telâffuzu, ( ibrâde olduğu gibi, bakî kalmıştır. Bununla dber, duraklarda -at ’ten -ak 'e geçiş, arap anının hâkim olduğu bütün ülkelerde, aynı -manda vâkî olmamıştır. Telâffuzun yazılış .îkli üzerine kat'î bir te'sîr icra etmiş olduğu ^agrib memleketlerinde bu keyfiyet şark memketlerinde olduğundan daha erken vâki olmuş■ :r ( bk. Nöldeke, Beiir. zar sem. Sprachwisıschaft,s. 10) ; bunun içindir ki, farslar arap elimelerinin bir kısmını-at telâffuzu ile almışlar-r. Asıl arap lisanında ise, bu h harfinin, sonrarı bütün lehçelerde zail olduğu için, İmlâda levcûdiyeti artık sâdece tarihî bîr değeri hâizdir. H A . H A ’, a r a p a l f a b e s i n i n 6, h a r f i >1 u p , ebced hesabında 8 rakamına delâlet eder. Sâmî lisanlara hâs olan derinden bîr gırt­ lak sesi ile, hemen-hemen ‘ ayn [ b. bk,] harfinin sadâsız telâffuzuna yakın bir tarzda telâffuz edilir ; zâten 'ayn harfinin sadalılığını kaybettiği lehçelerde bu harf ha 'ya inkılâp etmiştir. Msl. mısır lehçelerinde, benzeşme sebebi ile ( arha'iaşar yerine arbahtâşer gib i), maltızcada ke­ lime sonlarında dâima böyle olmaktadır (»göz­ yaşları" demek olan dumü yerine dumüh g ib i). Bu sesin mâhiyeti hakkında yapılmış olan araş­ tırmalar, buna yakın olan ‘ayn sesinin mâhiyeti hakkında yapılmış olan araştırmalardan daha



kat'î netice vermiş değildir. Buna dâir muhte­ lif fikirlerin münakaşası için bk. E. Mattsson, Etudes phonologiçues sur le dialecte arabe vulgaîre de Beyroufh ( Upsala, 1910), s. 41 v.dd. — Arabistan'ın cenubunda bu ses ha se­ sine yaklaşır. Keza farslar ile türkler de, arapçadan alınmış kelimelerde, h 'ları ekseriyetle h gibi telâffuz ederler. Muhtelif Afrika adlarında, msl. Hausa kabilesinin isminin imlâsında görü­ len ha harfi, sâdece bir yazış şekli itiyadındandır ; yoksa telâffuz bakımından, bunlar h 'den başka bir şey değildir. ( H. Ba UER.) H A . H A 3', a r a p a l f a b e s i n i n 7. h a r ­ f i o l u p , ebced hesabında 600 rakamına delâ­ let eder. Arap alfabesine mahsus harflerdendir ( ha 'dan bir nokta ile ayrılır). Arâmî ve İb­ ranî yazılarında ha 'dan farkı yoktur. Habeşçede havi 'tan tefrik edilmek için, harm 'm kendine mahsus bir şekli vardır. Bununla bera­ ber, yazmalarda bu iki harf sık-sık biri diğe­ rinin yerine geçmektedir ve yeni habeş lehçe-' lerinde boğaz seslerinin telâffuz farkları pek hafiftir ve hattâ hiç yoktur. Minâ-î ve sâbi’î dillerinde ha harfi, ha 'dan pek hafif ayrılık gösteren bir işaretle tefrik edilir. Asûrî yazı­ sında ha 'ya tekabül eden ses umumiyetle bo­ ğaz seslerinden ayrı gösterilir. B i b l i y o g r a f y a : Sâmî dillerin mu­ kayeseli gramerleri ( Wright, Zimmern, Brockelmann, Cohen v.b.); A. Schaade, Sibawaihi*s Lautlehre (Leiden, 1911), s. 19, not 48. H A B A R . [ Bk. haber .] H A B A T [ Bk. h a b a t .] H A B A T . AL-H ABAT, cenubî Arabistan'da, m ü b a r e k m a k a m l a r a v e r i l e n İ s i m­ d i r ; bir velînin siyâneti altında bulunan ve ekseriya o velînin kabrini ihtiva eden böyle yerler bir sığmak teşkil eder. Bu mübârek ma­ kamlara sığınanlara dokunulmaz ve onlar Öl­ dürülmez. Habat a fiili cenûbî Arabistan lehçe­ sinde »durdurmak" v.e »tutmak" mânalarına gelir. Cenûbî Arabistan ’ın en mühim habat ı



4.



...y



h a b e ş -e y a e e t i :



cııdu on bin nefere bâlig oldu, özdemir Pa­ pek ehemmiyetsiz hâdiseler île bâzı paşaların şa Süveyş 'ten gemiler ile Savakin e geçerek, isimlerinden başka bir şey bilinmemektedir; msl. ilkin orayı ele geçirip, bir kaymakamın idare­ 1600 yılına doğru Hudaverdi, 16,00 ’ün ilk ya­ sine tevdi ettikten sonra, karadan harekete de­ rısında Aydın, 1650 'de İbrahim, 1655'e doğru vam ile -sahilleri, Muşavva' şehrine kadar boy- Mustafa ve 1673'te Fortacı Ahmed Paşa'Iar. dan-boya fethetmiştir. Habeşistan 'in Kızılde- Hudaverdi Paşa 'nın yukarıda Habeşistan mad-, niz sahilinde iskelesi olan Muşavva' ’ı özdemir desinde 1589'da Arkibı civarında Sarşa DenPaşa, bundan sonraki fütuhatı için, bir üs hâ­ gel tarafından mağlûp edildiği ve muharebe­ line getirmiş ve oradan hareketle evvelâ de vefat ettiği bildirilen Kadavert olması ih­ ( Debaroa ) beldesini almış, sonra »habeşin ma- timâli varsa da, Siciîl-i osmânî 'de »orada olup, karr-ı hükümeti olan (Bundİye?) şehri habeş beylerbeyisi ve^ 998 ( 1589/1590) 'de Re­ üzerine varıp, şehr-i mezkûru dahi kâffe-i mül­ van .beylerbeyisi ve 1003 'te Kars, 1005 'te Bos­ hakat ve inhası ile zapt ve teshir edip, mahal-i na beylerbeyisi olup, 1006 ( 1597/1598 ) 'da azl­ mezkûrda hukûmet-i osmaniyeyi teşkil eyledi" edilmiş ve bâdehû fevt olmuş" diye tavsif ( al-Hacc Ahmed Râşid, miralay âzâ-i meclis-i edilen Hudaverdi Paşa'nın 1589/1590'da Revan hassa, Târih-i Yaman va Ş a n a , İstanbul, 1291, beylerbeyiliğinde bulunmuş olması zihne te­ I, 287— 291). Aynı müellif »özdemir Paşa'nın reddüt vermektedir. Muharebede ölmek gibi Habeş'te feth île taht-ı hukûmet-i seniyyeye al­ mühim bir hâdisenin Sicill-î osmanî’ de ihmâl dığı bi ladin vüs'at ve mıkdan ancak ( kendisi­ edilmiş olması da mümkün „ görülmemektedir. nin yanında bulunan) askerin muhafaza edebi­ Bu hâle göre, ya Kadâvert 'in başka bir kimse leceği kadar mahalden ibaret" olduğunu kayd­ olması, yahut iki menbadaki tarihlerden birin­ ettikten sonra „imdad gönderilmek lâzım gel­ de hatâ edilmiş bulunması akla gelmektedir. se idi, Habeşistan '1 butün-bütün kabza-i teshire" Her hâlde XVIII. asırdan itibaren, bir taraftan almak mümkün olacaktı mutâleasım serdetmek- dahilî gaileler, diğer taraftan Avrupa'daki tedir. „Makarr-ı hükümet ittihaz eylediği Bun­ topraklar üzerinde devamlı harpler yüzünden,. dİye şehrinde cami ve mescidler bina" eylemiş Osmanlı imparatorluk idaresi Habeş eyâletini olan Özdemir Paşa 967 ( 1559/1560 ) 'de bu şe­ hemen-hemen tamâmiyle kendi hâline bırakmış, hirde vefat ederek, yine orada defnedilmişse de, zâten Kızıldemzin obur yakasında İktisadî kıy­ yerine serdar tâyin edilmiş olan oğlu Osman meti pek az bir sâhilde kararsız bir vaziyette Paşa babasının nâşını Muşavva' 'da inşa ettir­ bulunan bu yerler ile pek alâkalanmamış gö­ diği bir türbeye nakletmiştİr ( Kutb al-Din al- rünmektedir. Bununla beraber, XIX. asır baş­ Makkİ 'ye giire, Özdemir Paşa 969 = 1561/1562 larına ( yâni o havalinin mümtaz Mısır vilâye­ 'de ölmüştür). Özdemir-oğlu Osman Paşa hak­ tine bağlanmasına) kadar Yemen ve Habeş kında, bir çok kaynaklardan istifâde ederek, eyâletleri isimlerine, dâima birlikte olarak, bâzı dikkate şâyân bir seri makale neşretmiş olan resmî vesikalarda rastgelinmektedir. Abdurrahman Şeref Bey ( TOEM, nr. 21— 25), Habeş eyâleti hakkında osmanlı te'lifâtı için­ Osman Paşa "nın habeş beylerbeyliğinde 7 se­ de belli-başlı bir kaynak mevcut olmamakla ne kalmış ve türk Hâkimiyeti altına yeni gir­ beraber, Topkapısarayı müzesi arşivinde mühim miş olan bu toprakların — gerek coğrafî du­ vesikalar bulunduğu Türkiye cumhuriyeti ma­ rum, gerek Danakil kabilelerinin mütemâdi te­ arif vekilliği Topkapısarayı müzesi arşiv kıla­ câvüz ve yağmaları ve bir taraftan da habeş vuzu, II. fasikülde (İstanbul, 1940, s. 1 7 7 ) gö­ ümerâsının türkler eline geçen yerleri geri al­ rülmektedir. Bu vesikalar şunlardır: 1. Habeş mak için giriştikleri hareketler ve hücumlar diyarının fethine dâir ariza, N. E. 3462, A. sebebi ile — dâimi tehlike altında bulunmasına X V I; 2. Habeş mülkünden Mehmed IV. ’e gelen rağmen, bütün müşkilleri yenerek, hem Habeş nâme, N.E. 11977, T. 1650 ( 1060); 3. Habeş beyeyâleti ile Mısır 'in irtibatım muhafaza etmeğe, lerbeği İbrahim Paşa ’nın hemen hareketi; hak­ hem de »tebeanın zarar ve teaddiden vikaye­ kında buyuruldu, N. E. 5614, T. 1650 (1060); 4. sine . . . ihtimam eylemiş ve muvaffak dahi ol­ Habeş dârülharbi haritası, N. E. 9415, A. XVIII. muş" olduğunu kaydetmektedir. Özdemir-oğlu (a . B y E r i t r e a. Yukarıda da işaret edildiği gibi, Osman Paşa 16 safer 975 (22 ağustos 1567) 'te azledilmiştir. Abdurrahman Şeref Bey bu Sudan'ın Mısır'dan ayrılması üzerine, sahillere azlin sebebi hakkında kendi istifâde ettiği kay­ yerleşmeğe başlayan İtalyan]ar 1885 'te Muşavva'» naklarda malûmat bulamamış olduğunu bildire­ '1 zaptederek, kısa bir müddet içinde bütün sa­ rek, keyfiyetin Sultan Süleyman 'm vefatı üze­ hili hâkimiyetleri altına geçirmişlerdir. 1885 'dan rine vâki olan saltanat değişikliği ile alâkalı itibaren, italyanlar, eski romalıların Kızıldenize olmasını muhtemel görmektedir. Osman Paşa verdikleri Erythraeum Mare 'ye izafetle, bu yeni 'nın infisâlinden sonra, habeş ahvâli hakkında müstemlekelerine Eritrea adını vermişlerdir.



HABEŞ-EYÂLETİ.



S



Eritrea'nın ahâlisi göçebe, yarı göçebe ve Köylerde oturan diğer iki yerleşik kavim Kuyerleşik kabilelerden mürekkeptir. Bâzı hâller­ namalar (13.000'den bir az fa z la )'v e Barialar de aynı kabilenin bir kısmı göçebe, başka bir ( 7.000 ) 'dır. An'aneye göre, bu kavimler, hâmî kısmı yarı göçebe olarak yaşadığı hâlde, üçüncü olup, müstemlekede bulunan kavimler in en es­ bir kısmı yerleşik olabilir. Umûmî bir an'aneye kilerindendir. Sudanlılar ile az-çok karışmış­ göre, pek eskiden beri Eritrea'ya, birbiri ardı lardır. Habeşler kopt mezhebinden hıristiyan sıra, 8 kavim yerleşmiştir; fakat bunların men- oldukları hâlde, Kunamalar ve Barialar putpe­ şe’lerine ve hângi sıra ile yerleştiklerine dâir, resttirler. hiç bir sarih ve doğru bilgi yoktur. Bu an’aneEritrea 'nın diğer kavimleri, ekseriyet itibâ­ den istidlal edilmek lâzım geldiğine göre, rı ile, göçebe ve çoban olup, büyük bir kısmı Eritrea 'da dâima bir çok kavimler yaşamış ve müslumandır. En ehemmiyetlilerinden biri, baş­ yerleşik hâlinden ve çobanlık hayatından çift­ ka kavîmlerin birbirlerine karışmalarından vü­ çilik hayatına geçmek sureti ile, derin istihâ- cude gelen Bani ‘Amr '1erdir; hayvan yetiştir­ lelere uğramıştır. Nisbeten en sâkin geçen de­ mekle iştigâl ederler ve dağ ile deniz arasında virler için, hâl böyledir. Harp zamanlarında dolaşırlar. Umûmiyet itibârı ile Beca dili ile ko­ ahâlinin bu ahvâl dolayısı ile dağılmaları neti­ nuşurlar ve takriben 40.000 nüfusları vardır. On­ cesinde, vukua gelen ayrılmalar, asırlarca devam lardan sonra, Bani ‘Amr ile deniz arasında ederdi; başka yerlerdeki enkaz ve harabeler yaşayan Habablar ve bunlara benzer kavimler üstünde, yavaş-yavaş bîr takım yeni merkezler gelir ki, nüfuslarının yekûnu takriben 24.000 vücude gelir ve bu merkezler, tedricen, daha 'dir. Bunlar göçebe çobanlardır ve Tigre dili evvelden mevcut olup da az-çok sâbit kalabil­ ile konuşurlar. Bunlardan sonra Mensa, Mâria miş meskûn mahaller ile birleşirdi. yahut Marea, Sabderat, Torha, Hasu, Danâkil, Eritrea 'nın bugünkü ahâlisinin büyük bir Dahalaki, Engana v.b. gelir ki, hepsi habeş kısmı hâmî ırkındandır. Mısır medeniyeti dev­ dağlılarının neslinden gelme, gâyet eski kavim­ rinde ve yakın zamana kadar İtalya müstem­ ler olnp, ancak Mısır kolonları ve denizden ge­ lekelerini teşkil eden arâzinin bir çok yerle­ len yunanlılar ile tesâlüp etmişlerdir. Bu zümre rinde her hâlde kavmî vasıflarını hâlis bir su­ içinde, Keren vadisinde yaşayan Bilenler dik­ rette muhafaza etmiş bulunması icâp eden bu kate şayandır: bunlar, katolik, kopt mezhe­ ahâli, yukarıda kaydedilen sebeplerden dolayı, binden hıristiyan ve müslüman olarak, 3 'e bö­ hayli değişikliklere uğramıştır. Her hâlde halk lünmüşlerdir ve ötekiler gibi, sırf göçebe de­ arasında eskiden beri dolaşan 8 kavim telâkkisi, ğildirler. bugün âlimler tarafından, ıo yahut 15 ve hattâ Bet Takue (4.000), Begina ( 1.000) ve Man­ daha ziyâdeye çıkarılmıştır. İster aynı asıldan, salar, Bilenler ile komşudurlar. Assaorta ( 9.000), ister başka-başka asdlardan gelmiş olsunlar, Minıferi (5.060) ve Hasu (1.5 0 0 )'lar çobanlık bugün muhakkak olan cihet şudur ki, bu ka­ ve kısmen çiftçilik eden göçebe müslümantardır. vimler dil ve âdet itibarı ile, birbirinden çok Danâkil diyarı ahâlisi A far cinsin dendir ve farklıdırlar. İtalya 'ya âit topraklarda bunlardan 13.000 ka­ En ehemmiyetli unsur, yaylalarda yaşayan dar vardır. Yunanlı ve mısırlı kolonlar ile te­ habeşlerdir ki, hududun öte tarafında Habe­ sâlüp etmiş kabileler olsalar gerektir; çoğu şistan 'da yaşayan Tigrinalıların aynıdır. Müs­ göçebe ve hemen hepsi müslümandır. temlekenin habeş ahâlisinin sayısı, 110.000'e Adalar, muhtelif menşe'lerden, 2.500 kadar varmaz ve pederşahî esas üzerine kurulmuş bir ahâli ile kısmen meskûndur; bunlar başlıca medeniyet vasıflarını arzeder. Hepsi çiftçi ve balık avlamak ve inci çıkarmakla geçinirler. çoban olan bu ahâli yerleşiktir, umûmiyet üzere Muşsavva' sahillerinde büyücek köylerde sâmî birbirine yakın ve küçük köylerde yaşarlar ki, ırktan 10.000 kadar nüfus yaşar. bu hâl arâzinin az münbit olmasından ileri Eritrea müstemlekesinin nüfusu 808.000 kadar gelmiştir. Bu habeş ahâli kümelerinin vasati olup, bunun 50.000 kadarı avrupalıdır ; yerliler, sayısı 125 kişidir. Dainelli ve Marinelli, küçük hemen yara-yarıya olmak üzere, müslüman ve ve pek küçük köylerin sayısının çok olmasına kopt mezhebinde hıristiyandır. rağmen, bilhassa İtalyan işgali neticesinde inkişâf Müstemlekede bulunan dinler, ehemmiyet sı­ eden merkezlerden sarf-ı nazar edildiği hâlde bi­ rası ile, İslâm ( hanefî, şâfi'î, mâliki, hanbelî), le, nüfusları fazla olan bâzı merkezler bulun­ kopt mezhebi, katoliklik, protestan, hıristiyanduğuna dikkati celbederler. Her hâlde bunlar­ I.k ve rum ortodoks mezhebi, musevîlik ve dan belki hiç birinin 1.000'den fazla nüfusu budizmdir. En ziyâde yayılmış olan ve yayı­ yoktur. Eritrea müstemlekesine bitişik Habeşis­ lan dîn, islâmiyettir. tan vilâyetlerinde de aynı hâlin müşahede edil­ Italyan devrinde hükümet yerli kavimleri diği anlaşılmaktadır. commissario ve residente unvanlı me mûrlan



6



HABEŞ-EYÂLETİ -



HABEŞİSTAN.



ransa ) ; D. Odorizzi, La Dancalia setten. vasıtası ile idare ederdi. Bu maksatla müstem­ trionale (Asmara, 1909) ; Anonymus, Tre anni leke toprakları orta kısımda 5 komiserlice in Eritrea (Milano, 1901 ), Niceletti Altimari, ( commissariato) ve hudut boyunda ise, 5 re“ sidenza 'ya ayrılmıştır. Da Assab a Cassala (Roma, 1899) * Penne, Hukukî bakımdan, Eritrea 'da, 14 mayıs 1908 Per Vltalia africana ( Roma, 1906); G. tarihli , kıral irâdesi ile mer'iyet mevkiine konul­ Dainelli ve O. Marİnelli, Risulfati scientifici muş bulunan ceza kanunu carî idi. Medenî ka­ di un viaggio nella Cotonia Eritrea ( 1912); nunun neşrine kadar, ceza kanununun tatbiki A. Baldacci, La colonie de VErytree ( Bruhususunda, ne İtalyan, ne de hukuken tanınmış xelles, 19 10 ); G. Dainelli ve O. Marİnelli, A . bir yabancı devletin tebeası olmayıp, müstem­ Mori, Bîbliografia geografica delta Colonîa lekede doğan yahut müstemlekenin bir kabile­ Eriirea 7891— 1906 (Floransa, 1907); Ministero degli A f farı E steri: Raccolta di sine veya ırkına mensup bulunan her şa^ıs, »müstemleke tebeası" sayılırdı. Keza afrikalı publicazioni coloniali italiane (Roma, 1911) ve Raccolta cartografica (Roma, 1911). bir kayme yahut Kızıldeniz kıyıları kavimlerinden başka bir kavme mensup olup, müstem­ ( Â . B a l d a c c i .) leke idaresine karşı vazifelerini muntazaman H A B E ŞİST A N ( arap. H a b a ş ), Afrika 'nın yapan yahut yapmış olan veya iki seneden şimâl-î şarkîsinde b i r m e m l e k e t i n i s m i ­ beri fasılasız surette müstemlekede ikamet et­ d i r ; bu isim »muhtelif kabilelerin birleşme­ miş olan her şahıs, »müstemleke tebeası" add­ sinden teşekkül eden cemâat" ( kok : h B ş ) edilirdi. Avrupa medeniyetine mümasil bir mânasında bir kelime olarak izab edilmek iste­ medeniyete mâlik bulunmayan kavme mensup nilmiş ise de, daha ziyâde, garbı Yemen ( Tiyabancılar da »müstemleke tebeası gibi" mua­ hâm a) 'de yaşamış olması muhtemel bulunan mele görürdü. ve sonradan Afrika 'ya göçen bir cenubî Ara­ Yerliler hakkında adliye işleri, bidayet dere­ bistan kabilesinin adı olsa gerektir. Adulis cesinde, memleket reisleri, ihtiyar ve eşraf ( Zula) sahilleri, gerek Kızıldeniz ’de az-çok meclisleri, vilâyet ve kabîle reisleri, kadılar ile emniyetle yanaşılmağa oldukça müsait bir vazi­ komiserler ve residente '1ar tarafından rüyfet yette bulunması ve gerek Habeşistan yaylasına olunurdu. Bu sonuncular, evvelce kadılar ile yakınlığı sebebi ile, cenubî Arabistan 'dan çıkan memleket, kabîle ve vilâyet reisleri tarafından muhacırlar için bir cazibe merkezî teşkil ettiğ. bidayet derecesinde bakılmış olan dâvaları, gibi, Peygamber zamanında ticâret bayatı hayli mahkemelerin kazâî salâhiyetlerine dâhil bu­ gelişmiş olan Mekke ile ticarî münâsebetleri de lunanlar müstesnâ olmak üzere, ikinci derece­ kolaylaştırıyordu. İşte vaziyetin bu müsaitli­ de de f = istinaf suretiyle) rüyet ederlerdi. ğinden dolayıdır kî, İslâm dinini kabûi etmiş Italyan kanunları, müstemlekeye, İktisadî şart­ olan mekkelilerden bazıları, kureyşîlerin telkin­ ların, hukukun, ticarî münâsebetlerin, Örf ve lerine kapılarak, yeni dinlerinden dönmek teh­ âdetlerin ve memleketin ihtiyaçlarının istilzam likesine mâruz kalmamak için, bizzat Peygam­ ettiği d ğişîklikler ile tatbik edilirdi. İtalyan berin re’yi ile, Habeşistan 'a hicret ettiler. İslâm hukuku, aynı renkten kavimlerin dinlerine mü- müverrihleri buna başka bir sebep gösterirler feallik belli-başlı ve esaslı âdetleri, bâzı tak- ve artık şimdi uydurma olduğu anlaşılan bir -vid ati a, kabul etmişti. Müslümanlar hakkında, rivayeti ilâve ederek, Habeş:stan 'a ikinci bir balyan kanunî mevzuatının ruhu ile te'lif edi- hicretten, Peygamberin Habeşistan hükümda­ lebild;ği kadar, Kur an ve muhtelif kabileler rına bir elçi ile bir nâme göndermiş olduğun­ tarafından kabul edilmiş bulunan fıkıh hüküm­ dan bahsederler. Hicretin 20. (6 41.) yılında, lerine yaklaşıhrdı. Bu kaide, gerek medenî, ge­ bazılarına göre daha sonra, O m ar’İn bu mem­ rek cezaî hukuk hakkında carî ise de, bilhassa leket sahillerine küçük bir deniz kuvveti gön­ medenî kanuna taallûk eden hususlara, evlenme, dermiş olduğu, fakat bu hareketin muvaffakibay alım satım t, hazâna { çocuğa bakma) yetsızlikle neticelendiği söylenir. Bu devirden sonra asırlar boyunca, müslüve 'âda (â d et) işlerine tatbik edilirdi. [İkinci dünya harbinde İtalyanların mağlûbi­ manlarm Habeşistan 'a nufuzu, adetâ hiç dene­ yeti üzerine, 1943 'te müttefikler nâmına Bri- cek kadar, az olmuştur; nitekim İbn Hurdâzlanya orduları tarafından işgâl edilmiş olan beh, Yâkübi, İbn Rusta, Mukaddesi v.b. gibi, Eri!>-ea müstemlekesinin siyâsî ve hukukî, ni­ eski arap coğrafyacıları asıl Habeşistan hak­ hâî vaziyeti İtalya müstemlekeleri hakkında kında bize hemen-hemen hiç bir şey öğretme­ verilec k karara muallak kalmaktadır]. mişler diı*. Umumiyetle bunların malûmatı mem­ B i b l i y o g r a f y a ' . Quirino Maio, La leketin payitahtı dedikleri Carmi şehri hakkınColonîa Eritrea (Turin, 18 9 1); A . Mulaz- daki bilgilerinden ibarettir. Bu mâlûmatın men?ani, Geografia dçlla Çolonia Eritrea (F lo­ şe'ıni de Hvârizmi 'niu ( her hâldç Batlamyuş



.HABEŞİSTAN. 'un Yscoyq. v 34 )>: T ev ra t’a, uyan bu tahkiye zayıf ve kuru göründüğünden, Tevrat tefsirleri gibi, Kur’an tefsirleri de bu hareketin ruhî sâiklerini keşfetmeğe çalışırlar. K u r’an tefsirlerine göre, Adam 'in oğulları hep bîrer kız kardeş ile birlikte, ikiz olarak doğmuşlardır. Kabil ( buna bâzan Kayn ve Kâyin adları da verilmiştir) 'in kız kardeşinin adı Aklima, ve Kabil 'den iki yaş, küçük .olan H âbil'in kız kardeşinin adı da Labüdâ (bu isimler bize başka-başka şe­ killerde intikal etm iştir) idi. Aslı B i ’Ukitâb al-avval (bu tâbir ile k’ıtab-ı Tekvin kasdedildiği pek melhuzdur ) âlimlerine kadar çıkan bir nakle göre, Kabil, Adam daha henüz cen­ nette iken, doğmuş ve Hâbil ise, yer yüzünde dünyaya gelm iştir; nitekim Pirke da R. Elieser ( 2 1 ) 'de de böyledir. Adam her erkek



HÂBÛR.



kardeşin diğer erkeğin ikiz kız kardeşi ile ev­ lenmesini emretmiş idi. Kabil ise, kendi ikiz kız kardeşini almak istiyordu; çünkü o daha güzel idi. İki kız kardeşten daha güzel olanım kimin alacağı, kurban nezretmek suretiyle, tâ­ yin edilecek idi ( Jebamoth, 62, Tekvin, R., 22 ). Erkek kardeş ile kız kardeşin evlenmesini ahlâka mugayir gören başka bir nakle göre ise, Hâbil bir cennet kızı ile ve K abil ise, bir cin kadını ile evleneceklerdi. Kabil buna razı olmadı. Kurbanının kabul edilmemesinden Öfke­ lenen Kâbil (Tabari I, 114 'ye göre, K a b il’in kurban ettiği değeri az bir takım tarla mah­ sûlleri id i; Hâbil ise, beğendiği koyunu kurban etmişti) 20 yaşında olan kardeşini öldürdü ve bu husustaki bir nakle bakılırsa, bunu o sırada zuhur eden İblis 'in, elindeki bir kuşun, başım kesmek suretiyle, kendisine gösterdiği yola uya­ rak yaptı ( buna benzer bir tahkiye Sankedrin, s. 30 'da görülür). Hâbil ilk ölen insan olduğu için, Kabil cesedi ne yapacağım bilmiyordu. Bu sebeple onu kuşlardan ve yırtıcı kayvanlardan korumak için, bir torba içine koyarak, bir yıl sırtında, taşıdı. Bu müddetin sonunda bir karganın başka bir karga ile kavga ettiğini ve onu öldürerek, toprağa gömdüğünü gördü. Ka­ bil de kardeşinin cesedini ( Pirke d« R. Elieser, 21 'de böyledir ; Tekvin 22 'ye göre ise, Hâbil 'i kuşlar ve hayvanlar defnetmiştir) toprağa göm­ dü. Allahın : — »Kardeşinin kanının feryadı yer yüzünden bana kadar geliyor, onu neden öldür­ d ü n ? " — bitabına Kabil şöyle cevap verir:-— »Kardeşimi öldürse idim, kam olurdu; haniya, kam nerede ? “. — Bunun üzerine Allah toprağa insan kanı içmesini, ebedî olarak, yasak etti. B i b l i y o g r a f y a : Tabari, Annales ], 137 v.dd.; İbn al-Aşir (nşr. Tornberg), I, s. 30 v.dd.; al-Ya‘kübi ( nşr. Houtsma), I, 4; alSa'labi, Kişaş al-anbiyâ' (K ahire, 1325), s. 34— 37 î al-Kisâ’i., s. 70— 75 ; Grünbaum, Neue B eiirâge. . . , s. 68; Weil, Biblische Leğenden . . . , 38— 40. ( J. ElSENBERG.) H A BN . [B k, HABN.] H ABN . HABN, a r u z d a b i r ı s t ı l a h ­ t ı r ; bir sabab haf i f ile başlayan bir hecenin ikinci sakin harfinin düşmesini gösterir [ bk. mad. 'ARUZ], Şunlarda görülür: 1. f a L lun ( > fa ilu n ) , 2. mustaf ilun ve müstafi'lun ( > m utafilun = mafailun ), 3. maf ülatu ( > ma'ülâtu = fu ülatu) ve 4. failâtun ( > failü tu n ). Şu vezinlerde görülür : madid, basit, racaz, ramal, sari\ munsarih, ha fif, muktazab, muctaşş ve mutadârik. H A B U R . [ Bk. HÂBÛR.] H Â BÛ R . HÂBÛR, iki akar suyun İsmidir. 1. B ü y ü k H â b ü r Fırat nehrinin bellibaşlı kollarından biri olup, bu nehre Karkisi-



HÂBÛR. -r HvACA HİZR.



II



yâ [b . bk.]’da ulaşır. Eski müelliflerde bu isme bu yerlerin kıymetini ihlâl etmektedir. Sachau .muhtelif şekillerde rastlanır: 'A poççaç, Xa- Şaddâdı'ya Cabür ovasında yerleşmiş kabileler­ pitpa;, ’Apçoçaç, 'Apoupaç, 'Appöça, Boup- den bahsediyor. Seyahati sırasında. ( 1899 ), Qttç, Chabotas. Ksenofon buna 'Agd^Tjç ismi­ bu geniş ovada ne nehir, ne köy ve ,ne de ni vermektedir. insan vardı. Mezopo’.amya ’nın şimdiki Surıye-Türkiye hu­ B i b l i y o g r a f y a : B G A, I, 74; II, 155; V, 133— 134; al-İdrisi (trc. Jaubert), dudunun şimalinde ve Türkiye içinde kalan II, 150; Abu ' 1-Fidâ', Takvim al-buldân damlık sahadan doğar ( Karaca-Dağ ile Mardin ( nşr. Reinaud ) s, 52 ; Yakut, Mu cam (nşr. veya Mazı dağdan ; bu sonunculara eski müel­ Wüstenfeld ), II,. 383; Hamd Allah Mustavfi, lifler buna Izâla ve Masiu ismini vermektedir ) ; Nuzhat al-kulüb (nşr. ve trc. G. Ie Strange, Mezopotamya ovasının meyline uyarak, Cabal ■ ‘Abd al-Azİz île Sincar dağları arasından ge­ Gıbb Mem. Ser., XXIII, fihrist) ; Ritter, Erdkunde, XI, 253 v.dd.; Reclus, Nouvelle Geogçer ve bu son mevkide cenuba döner ve mec­ raphie Üniverselle, .IX, 488 v . d . G . Ie S t­ rasının son kısmında cenûb-i şarkiye teveccüh range, The Lands o f the Eastern Caliphöie eder. (Cambridge, 190$ ), s. 94 v.dd.; E. Sacbau, Hâbür'un ve müteaddit kollarının menbâları Reise in Syrien and Mesopotamien ( Leipbilhassa 3 belli-başlı şehir ile münâsebettedir. zig, 1883), fihrist ve harita; ayn. mil., Am Şimâl-i garbide — Ra’s al-'Ayn ( sür. Resh 'A îEuphrat und Tigris ( Leipzîg, 1900), s. 134 nâ ), şimalde — Mardin ve şimâl-i şarkide — Na­ v.d.; Chesney, The Expedition for the Sur vey sibin. Rivayete göre, Ra1s al-'Ayn kaynaklan o f the Rivers Euphrates and Tigris ( Lon300 kadardır; su, halkın boğulmasına mâni don, 1850), fihrist; ayn. mil., Narrative of the olmak üzere, konmuş demir parmaklıklardan Euphrates Expeditİon ( London, 1868 ), s, geçer. 250; Ainsvvorth, Travels in Asia Minör ( LpnRa’s al-‘Ayn 'in aşağısında Hâbür 'a, arap coğ­ don, 1842), II, 118; M, v, Oppenheim, Vom rafyacılarının Şavr da dedikleri, Mardin deresi Mittelmeer zum Persiscken Golf, fihrist. ulaşır; Sachau haritasında bunun ismi Nahr , Zrgân olarak gösterilmektedir. Cabal 'A bd al2. K ü ç ü k H â b ü r , D i c l e ' n i n b i r k o ‘A ziz ile Sincâr dağlan arasından tam geçme­ 1 u olup, menbamı şarkî Anadolu 'nun cemiden evvel, Hâbür, Nasibin deresini alır. Buna b-ı şarkîsinde, Van golü cenubundaki dağlık eski müelliflerde Myğdonius ismi verilmektedir, bölgeden alır. Bugün Caba). Harbâl ( şimalde ) Arap coğrafyacılarının Hirmas İsmi ile bu neh­ ve Zâhö Dağ ( cenupta) ismini alan sıra dağ­ ri kasdetmiş olmaları muhtemeldir; Sachau ların arasından geçer. Bu sonuncu dağlar ad­ haritasında Cağcağa İsmini alır. Kollarının larını Zâhö ( eski müelliflerde Azochis ) şeh­ isimleri İle bunların ve diğer derelerin mecra­ rinden alır. Hâbür Mağara ile Mazra arasında ları iyi bilinmemektedir, Dicle 'ye akar. Bugünkü Türkiye— Irak hududu Arap coğrafyacıları, Hâbür üzerinde kâin 1926 Ankara muahedesi mucibince, Hâbür ça­ .olup, Cabal ‘Abd al-'Aziz (eski müelliflerde: yının aşağı mecrasını takip ederek, dİeleye Gauzanitîs ) ile Karkisiya arasında, az veya çok ulaşmaktadır. Arap coğrafyacıları buna.ekseri­ ehemmiyette, müteaddit mevkilerin isimlerini ya, bu isimde olan şehre izafetle, Hâbür atzikrediyorlar: Al-Şâ'â; Tunaynir (yukarı ve aşağı Hasaniya adım vermektedirler. Bu şehirde neh­ T.), Taban (Sachau haritasında da böyledir), rin üzerinde muazzam ve taştan yapılmış bir ‘Arbân yahut ‘Arâbân ( Sachau haritasında böy­ köprü geçerdi kî, büyük mimarî kıymeti hâiz ledir ), Sukayr, al-Şamsâniya ( muhtemel olarak, idi. Al-Hasaniya 'den, pek muhtemel olarak, Sachau 'daki Ş emisan ), Makisin ( »gümrük" ), bugünkü Haşan*Ağa koyu kalmıştır. al-Gudayr ( »küçük göl" ) ve Şuyar ( Sachau 'da B i b l i y o g r a f y a : al-Dimaşlçi, ffuhes-Şavar ) bunların arasındadır. Mâkİsın 'de du­ bat al-dahr (nşr. Mehren), s. 190 v.d.; Ya­ ba üstünde bir köprü -vardı. »Burada mebzul kut, Mu cam ( nşr. Wüstenfeld ) II, 384 ; G. mıkdarda pamuk yetiştirilirdi. Civarında derîn le Strange, The Lands o f the Eastern Ca­ mâvî suları ile, al-Munharik isminde küçük bir li pkat e (Cambridge, 1905), s. 93; Ritter, göl vardı ki, derinliğinin ölçülemez olduğu ri­ Erdkunde, XI, 168 ; Chesney, The Expedition vayet edilirdi" ( G. le Strange ). for the Survey o f the Rivers Euphrates Hâbür'un geçtiği bütün mıntaka, bilhassa and Tigris ( Löndon, 1850), fihrist. aşağı mecrasındaki kısım münbitliğİ ile, meşH A B U S . [ Bk. HABÜS.] hûrdur. Arap şâirleri ağaçlarından da bahse­ H A B Ü S . HABUS ( A.), doğ rusu hubus olup, derler ; meyvaîarı Irak şehirlerine ıhrâc edilir­ vakf [ b. bk.] mürâdifidir, di. Fakat Idrisi daha o zaman bedevilerin ça­ H V C A . [ Bk. h âce .] pulcu akınlarından bahsetmektedir ki, bu hâl H VA Ç A HİZR. [ Bk, hâce hizir .]



12



HVACA*İ CAHAN — HACC.



Hv C A - t C A H A N . [ Bk. h â ce -Î Cİh An .] H A C A R . t Bk. HECER.] H A C A R . [Bk. h a cer .] H A C A R a l -N A S R . [Bk. h a ce r Onnesr .] H A C A R E N . [B k. heceren .] H A C C . H A CC ( A.), Mekiğe, Arafat ve Minâ *yı z i y a r e t ; islâmın beş rüknünden biridir. I. İSLÂMDA HACC,



- o. M e k k e ' y e s e y a h a t . — Şeriate göre, . erkek olsun, kadın olsun, her baliğ müslüman, istitâatı olduğu takdirde, ömründe en az bir defa hacc etmekle mükelleftir ( krş. Kar’an, 111, 91 ). ■ İstitâatı tâyin eden bâzı hâl've şartlar vardır. Mecnûnlar ve esirler bu mükellefiyetten muaf­ tırlar ; kendilerine refakat edecek zevçleri veya yakın akrabaları ( zü mahram ) olmayan kadın­ lar da boyledir. Zarurî nafakadan mahrumiyet, binecek vâsıta bulma imkânsızlığı ve yollarda, emniyetsizlik de hacc mükellefiyetini kaldıran hâllerdendir. Şâfi'î mezhebi, bunlardan başka olarak, hacc mükellefiyetinin ölümden sonraya bırakılmasına da cevaz ve rir; bu hâlde müte­ veffanın mirasından verilecek para ile bir bedel tâyin edilerek, müteveffa nâmına o hacca gider. Halife ve sultanların bir çoğu memleketlerin­ den ayrılmadıkları hâlde, bazıları bir çok defa­ lar hacca gitmişlerdir. Bir kaç gayr-i miislim de hacc mevsiminde Mekke 'ye gitmiştir. Peygamber tarafından kameri senenin mutlak surette ( her üç senede bir ay ilâvesi ile, mev­ simlerin muhafazası usûlünün kaldırılması ) ka­ bulünden sonra, dâima zilhicce ayının ilk yarı­ sında ifâ edilen haccın zamanı, sırası ile, bütün mevsimlere tesadüf etmektedir. Yaza tesadüf edince, seyahat yorgunlukları bu farizayı, bir çok hacılar için, pek tahammülfersâ bir hâle getirir. Bunun içindir ki, Peygamberin; — »Se­ yahat* ukubetten bir cüz’dür“ — demiş olduğu nakledilir ( Sunan thn Mâca, Bâb al-huruc ila ' 1-hacc). Dâima en çok mihhet çekenler mem­ leketlerinden kara yolu ile,’ yaya olarak veya deve üzerinde, Mekkeye gidenlerdir. Lâkin Cidde ile diğer İslâm memleketleri arasındaki vapur münâkaleleri, hususiyle hacılar için tertip edi­ len seferler, eski hacc yolculuklarını ikinci plâna atmıştır. [ Hattâ bir taraftan hacc seyahatini osmanlı, şimal ve şark türklerî için kolaylaş­ tırmak ve diğer taraftan hilâfet kuvvetini müslümanlar arasında arttırmak maksadı ile, Abdülhamid II. zamanında Şam 'dan itibaren Me­ dine ve Mekke 'ye kadar bir demir yolu inşa­ sına başlanmış ve Medine 'ye kadar olan kısım ikmâl edilmişse de, akabinde zuhur eden harp­ ler dolayısı ile, bu hattan hacıların büyük bir istifâdesi olmamış ve hat ancak birinci büyük harpte Türkiye 'nin askeri- hizmetlerine yara­



mıştır ]. Hacc kafilelerinin hâlâ devam etmesi ise, artık dinî bir an’anecilik ruhundan, başka bir sebebe müstenit değildir. Bunlar arasında bilhassa aşağıdaki kafileleri zikretmek icâp eder: S u r i y e k a f i l e s i, kadîm Şam (veya İstanbul) ticâret yolunu tâkip ederek, Şerî'a'm n ardın­ daki araziden, kadîm Moabîler memleketinden, Ma'an 'dan, Madâ’ in Salih 'ten geçip, Medine 'ye varır. Bu, kafilelerin en büyüğüdür (18 7 6 'da, C. M. Doughty 'nin verdiği malûmata görej aş.yk. 6.000 kişiden teşekkül etm işti) ve berabe­ rinde bir mahmal [ b, bk.] götürür. Yoliın muh­ telif menzillerinde müstahkem konak yerleri te'sis edilmiştir; bunlarda yiyecek ve içecek şeyler hazır bulundurulur. M ı s ı r k a f i l e s i de bir mahmal götürür ki, Kabe 'nin yeni kisva ( Örtü ; b.bk.) 'si bu­ nun içindedir. Bu kafile, mûtad olarak, şevvâlın son haftası içinde Kahire 'den kalkar ve sahil yo­ lunu tâkip ederek, 37 günde Mekke 'ye varır ( Mı­ sır ve Magrib halkının eskiden tercih ettikleri bir yol da Kahire 'den veya şimalde diğer bir ma­ halden Şap denizinde Cidde 'nin karşısındaki limanlardan birine giden yol id i; krş. İbn Cubayr seyahati ve al-Batanüni, al-Rikla al-Micâziya2, s. 27 v.dd.). İ r a k ' t a n g e l e n b i r k a f i l e , Arabistan ’ın içinden geçen yolu tâkip eder. Burckhardt, Travels adlı kitabının I ve II numaralı lâhikalarmda, Yemen kafilesinin menzillerini sayar ve diğer coğrafya malûmatı verir. Lâkin Magrib, Iran ve Yemen hacıları ekseriyetle deniz yolundan gelir­ ler ve daha uzak memleketlerden gelen hacılar da böyle yaparlar. Kafileler pek muhtelif unsurlardan teşekkül eder; emîrler, dilenciler, yanlarında malları ile tacirler, bedeviler, yayalar, ve süvariler kafilede, kendilerine göre, yer bulurlar. Kafile mutad üze­ re, kelimenin dar mânası ile, memleketlere göre, tertip edilir; o suretle ki, aynı şehirden olan kimseler hep bir arada seyahat ederler. Hacıla­ rın ekserisi, bir mıkdar para mukabilinde, ; kendilerine bir mukavvim bulurlar ki, bunlar seyahatin bütün ihtiyaçlarına göre icâp eden şeyleri tedârik ederler. Hacıların bedevîler tarafından mâruz kal­ dıkları tehlikeler her zaman seyahatin na­ hoş ciheti olmuştur. Soyulmağa razı olunca, hacılar, umumiyetle, canlarını kurtarabilirlerdi; lâkin aksi hâlde sağ kalmak her vakit nasip olmazdı. Nihayet Mekke hükümeti kafilelerin, arazilerinden geçtiği kabile reisleri île muahe­ deler yapmak mecburiyetini duydu ve bu muâhedeler sayesinde, hacılara o araziden - serbest geçmek imkânı bahşedildi. Buna karşılık ola­ rak, hükümet reislere, şıırra [ b. bk.] ■ adı ile, bir mıkdar para vermek mecburiyetindedir.



i. M e k ke . Harem-i Şerif ‘te namaz. (C. Snouck Hurgronİ© Mekke, a. 63 )*



2, A r a f a t . Caba) al-Rabma.



4. MİNÂ. Mescid al-Üayi.



Bundan başka olarak, hacc tarihinde hacılara yolu kapayan karmatîler, Mısır hükümeti, kor­ sanlar ve Vehhâbîler gibi, diğer bir takım kuvvetler de görülmüştür. Suriye ve Mısır kafilelerinin, iki mahmal ile birlikte, vusulü Mekke ahâlisi için dâima mü­ him bir hâdise teşkil eder. Her ikisini de kar­ şılamak için, ihtifaller tertip olunur; bu kafile­ ler asıl şehrin dışarısında ( bk. C. Snoiıck Hurgronje, Mekka, I, Mekke plânı ) kendilerine tâyin edilmiş olan mahallerde konaklarlar; mutad üzere, bunlar hacca, zamanından ancak bir kaç gün evvel, vâsıl olurlar. Beynelmilel sıhhiye meclisinin Cidde'de bir karantina istasyonu te’sîs etmesinden beri, bu­ radan geçen hacıların sayıları, oldukça sahîh olarak, bilinmektedir. Her hacı sözde sıhhî kontrol ve hakikatte ise, bu hususta tam bir ihmâlden başka bir şey olmayan muamele için, bir mıkdar para vermek mecburiyetinde tutul­ duğundan, Cidde 'ye gelen kimselerin sayısına son derece dikkat edilir. Bu sayededir ki, bi­ rinci cihan harbinden evvel, hacı sayısının 36.000 ile 108.000 arasında dolaştığı ve vasati olarak, 70.000 tuttuğu görülmüştür. Hacıların çoğu hacc mevsimine doğru gelir­ ler ; lâkin içlerinden hayli mühim bir kısım, hacc senesinin ramazan ayını Mekke 'de geçir­ mek için, daha önce gelir ki, bu hassaten bü­ yük sevap sayılır. Hacc farizasını ifâ ettikten sonra, ya dinî ilim tahsili için veya ömrünü mübarek beldede tamamlamak maksadı ile, Mek­ ke ’de yerleşıp-kalan hacılar da vardır. 10 zil­ hicce bayramının cumaya rastgeleceği evvelden bilindiği yıllarda hacı adedi pek ziyâde artar ( böyle olan hacca al-hacc-al-akbar denilir). Şi'îlerîn de hacca îştirâk ettiklerini kaydetmek lâzımdır ; lâkin seyyahlar 'A li tarafdarlarının mübarek şehirde her vakit rahat ve huzur bul­ madıklarını nakletmekte kusur etmezler. Şi'îlerin haedarına dâir dikkate şâyân malumat bul­ mak için bk. Kazein Zadeh, Relation d’un pelerinage d la Mecçae ( Revue du Monde Musulmant XIX, 1912 s. 144 v.dd., ayrıca kitap şek­ linde de çıkmıştır ). b. M e k k e ' y e m u v a s a 1 a t . — Haccda ifâ edilecek olan menâsikin her hâli mukaddes addedildiğinden, şeriat hacıya, seyahate başlar-başlamaz, ifıram [ b. bk.] 'a girmesini tav­ siye ederse de, bu ekser kimseler için çok sıkıntılı bir şey olduğundan, umumiyetle ancak mübarek makamlara yaklaşıldığı zaman ihrama girilir. Mekke 'ye muhrim ( ihram giymiş ) ola­ rak girilir ve akabinde "umra [ b. bk.] ifâ edi­ lir. Hacıların hemen hepsi bu merasimi ve di­ ğer menâsiki bir rehberin ( şayh, dalil, mutavv if) refakatinde yerine getirirler. D alil, her



vesile ile, icâp eden duaları okur ve yanında­ kiler de bunları tekrar ederler. Bu deliller, bundan başka, hacıların her türlü işlerine de bakarlar. Mahallin dilini ve âdetlerini bilme­ yen hacılar, dalil 'siz ekseriya güçlük çekerler. Kabe etrafında yedi defa devredilip ( tavaf, b. bk.), Şafâ ile Marva arasında yedi defa hızlı-hızlı gidip-gelindikten { sacy, b. bk.) sonra, saç kestirilerek, asıl hacca başlayıncaya kadar, ihramdan çıkılabilir. Lâkin, eğer ^ihrama hem ’umra, hem de hacc (kira n ) için girilmişse, haccdan evvel îlırâmdat) çıkmak câiz değildir ( bu ve mümasil meseleler için bk. mad. İHRAM ), c. H a c c ı n m e n â s i k i . — Mûtâd üzere, züheccenin 7. günü Mekke camiinde bir vaaz verilir; bu vaazdan hacılar baççın usûl ve er­ kânım Öğrenerek, bunları ifâya hazırlanırlar. O gün akşam üstü veya ertesi gün sabahleyin hacılar Mekke 'den çıkarlar. Zilhiccenin 8. gü­ nüne yavm al-tarviya ( sulama, su verme gü­ nü ) denir; çünkü izaha göre, o gün sonraki, günler için su tedârik etmek hacil arca âdettir. Şehrin dışarısında iki mahmal birleşerek, ilerİIemeğe başlarlar. Arkadan her soydan yaya, sedye, üstünde, eşek ve deve sırtında alacalı bir insan dalgası mütemâdi bir itîşme-kakışma hâlinde gelir. Minâ ( şimdi umumiyetle Munâ telâffuz edilir ) 'dan ve Muzdalifa (buna Cani ve al-Maş ar al-Ifarüm da denilir ) 'den geçi­ lerek, ‘A rafat ovasına varılır ; burada durmak ( v u k u f) lâzımdır. Burada halifenin mümessili tarafından b:r sancak açılması âdet idi ki;, şim­ di bunun yerine mahmal ’ler kâim olmuştur [ bk. AMlR AL-HACC ]. Ovayı dolduran kalabalığın tasvirinde zama­ nımızın seyyahları ile Arabistan 'm kadîm suk ( panayır) 'Jarını tavsif eden eski müellifler arasında, ana hatlar bakımından, tevâfuk var­ dır. Her tarafa çadırlar ye barakalar kurulur ( bk. C. Snouck Hurgronje, Bilder aus Mekka nr. 13 — 16, krş. 10— 1 2 ) ; bunların içerilerinde bir çok satıcılar, çarşı ve pazarlarda olduğu gibi, mallarım teşhir ederler; hokkabazlar ve fakirler marifetlerini göstererek, halkı eğlendi­ rirler. Bir çok hacılar Rahmet dağına ( Cabal aURnhma; bk. mad. 'ARAFAT ve resimler) çı­ karlar ; muayyen olan yerlerde şayh ( d a lil) 'lerini takip ederek, onların okudukları duaları tekrar ederler ve her taraftan labbayka [ b. bk.l nidaları işitilir. Akşama kadar vakit böyle ge­ çer ve gece her taraf mükemmelen tenvir edi­ lir. Sofu olan hacılar bütün gece dualar oku­ yarak, sabahı ederler. Asıl vukuf zilhiccenin. 9. günü, zevalden gu­ ruba kadar olur. Bu zamanın hemen tamamı iki hutbe ile geçer ki, mûtad üzere bunlar mubârek beldenin kadısı tarafından okunur. Kadı



U



Hâ c C.



mübarek dağın üzerinde bulunan minbere ka­ dar at ile gider; minbere çıkar ve bir kitaptan yüksek sesle hutbesini irâd eder. Heyecana ge­ len cemaat labbayka şadalar i ile etrafı inletir. Güneş garpta dağların-arkasında kaybolur-olmaz i fa z a (yahut daf\ na fr) yâni Muzdalifa 'ye doğru koşuş başlar. Haram [ b. bk,] 'in sı­ nırlarını teşkil eden'Alam ayn'den geçirilir; az sonra gece karanlığı bastırdığı için, meş'aleler yakılır; hava fişekleri atılır ve askerler de mütemadiyen silâh boşaltırlar. İşte bu suretle ve nadiren kazasız olarak, Muzdalifa 'ye varı­ lır ; burada hem mağrib ( akşam ) ve hem (işa ( y a tsı) namazları kılınarak, sabahlanır. Ma­ hallin camii ışık ile donatılır. Zilhiccenin 10. günü yavm al-nahr olduğu için, sabahleyin caminin yanında bir vukuf daha yapılır ve Mekke kadısı tekrar bir hutbe okur. Sabah namazı kılındıktan sonra, Minâ 'ya gidilir. Diğer bütün vazifeler orada ifâ edilir. Her hacı, üç Camra 'den Camrat al-'Akaba adı ve­ rilen birine yedi küçük taş atmakla mükellef­ tir. Daha Muzdalifa ’de iken, bu maksatla kü­ çük taşlar toplanır. Mina vâdisinin garp müntehâsıüda bulunan mezkûr Camra 'ye doğru tehacüm edilir ( tasviri için bk. Kazem Zadeh ayn. e s r s. 222 ). O gün için yalnız bu Camra 'nin taşlanması şeriatın emri icâbıdır; Öteki Camra'ler ertesi günlerde taşlanır. ıo zilhic­ cede hacılar tarafından ilkin şarktaki Camra ( Camrat al-Ulâ, C. al-Şuğrâ ), sonra ortadaki ( C, al-V ustâ; bk, resim) ve nihayet garptaki Camra ( C. al-Suflâ, C. al-Akşâ, C. aI-‘Akaba ) her birine Muzdalifa 'den getirdikleri taşlar­ dan yedişer taş atmak suretiyle, taşlanır. Akideye göre, bu taşlamanın hedefi şeytan­ dır; şeytan o mahalde İbrahim peygambere görünmüş ve İbrahim de onu taşa tutarak, kaçırtmıştır. Taşlama bittikten sonra, labbayka sadâları kesilir ve bu suretle asıl hacc da tamamlanmış olur. Lâkin hacc ile alâkalı daha başka merasim de vardır. Evvelâ o güne adını vermiş olan ( Yavm al-nahr = kurban kesme günü) kurban kesme merasimi gelir. Ekserisi koyun ve keçi olmak üzere, binlerce kurbanlık hayvan bedeviler ve Minâ tacirleri tarafından getirilerek, satılır. Kurbanım bizzat kesmek istemeyen hacılar bu iş için bir vekil tâyin edebilirler. Minâ 'da şer’an tâyin edilmiş bir mezbaha bulunmamakla berâber, vadinin garp müntehâsında ’Akaba yakınındaki kayalık, ter­ cihan, mezbaha ittihaz edilmiştir ( bk. Burckhardt, Travels, II, 59; Burton, A Pilgrimage, It, 240). Kurban etlerini fıkaraya dağıtmak sevap sayılır. O gün İslâm âleminin her ta­ rafında yapılan bu kurban kesimi ( bk. mad. AL-clD AL-KABİR) sünnettir. Kurban kesil­



mediği takdirde, bunun kefareti olarak, oruç tutulabilir. Kurbanlar kesildikten sonra, hacıların başla­ rını traş etmeleri âdettir. Bunun için Mina 'da sıra-sıra berber dükkânları vardır. Hacı gibi, berber de traş esnasında, kıbleye dönmek v. b. gibi, bâzı muayyen kaidelere uyar. Bunu müte­ akip ihram 'dan çıkılarak, alelâde kıyafete ve hâle girilir ( buna ihlâl denilir) ; bununla berâber hacı her kese mübâh olan işlerin hepsini yap­ mağa henüz me'zûn değildir. Yukarıda sırası ile tasvir edilen şeyler: taşlama, kurban kesme ve baş traş ettirme şer'an sünnettir ( Minhöc, I, 331 ). Lâkin şu cihete de dikkati çekmek gerektir ki, kurbau kesmek için şer’an muayyen bir zaman yoktur; diğer iki fiil ise, zilhiccenin 10. günü olmak üzere, zamanla takyit edilmiştir. Adet olduğu üzere, o gün Mekke 'ye dönüle­ rek, bir tavaf ifâ edilir; bu vesile ile Kâbe 'nin, yeni geçirilmiş olan örtüsü ( k isv a ) ilk defa olarak görülür. Eğer Minâ 'da iken kıyâfet değiştirilmemişse, burada değiştirilerek, alel­ ade elbise giyilir. Mübarek zemzem suyundan içmek veya bunu üzerine serptirmek de âdettir; lâkin bu başka günlerde de olabilir. Zilhiccenin 11. — 13. günlerine ayyâm altaşrik ( bu tâbirin izahı aşağıda gelecektir) denilir. „Yeme, İçme ve zevk etme günleri1* olarak tâyin edilen bu günler Minâ 'da geçirilir; her gün öğleden sonra üç Camra, her bîri yedi küçük taşla, tekrar taşlanır. Şabir tepesinin yamacında bir granit bloku üzerinde kurban kesmek âdeti de vardır ( al-Batanüni, al-Rihla, s. 696; krş. Burckhardt, Travels, II, 65 ). Söy­ lendiğine göre, İbrahim, oğlunu o yerde kurban etmeğe hazırlanmış imiş. Şeriat, zilhiccenin 12. gününden itibaren, Minâ 'dan ayrılmağa cevaz verir ( krş. K urany II, 199 ). Seyyahların naklet­ tiklerinden anlaşıldığı gibi, umumiyetle bu cevazdan istifâde edilerek, o gün Mekke 'ye dönülür. Mekke 'ye yakın bir mahalde Abu Labab 'in mezarı olduğu iddia edilen bîr yeri taşlamak âdettir. Nihayet bir de veda umra ( cumrat al-vada ) 'si ifâ edilir. Bu maksatla, Tanım denilen yere gidilerek, yeniden ihrama girilir. Zamanımız seyyahlarının bâzdan Tan im 'e al-Umra adını da verirler. Tavaf ve sa'y ifâ edilince, hacc tamam olur. Bir kaç gün sonra kafileler Mekke 'den kalkarak, Peygambe­ rin kabrini ziyaret için, Medine 'ye giderler. Yukarıda söylenenlerden anlaşılmıştır ki, şe­ riat, hacc menâsikini muhtelif kısımlara ayır­ maktadır. Lâkin şu da hatırda tutulmalıdır ki, muhtelif mezhepler, hemen her noktada bir­ birlerinden ayrılırlar Bu husûs al-Batanüni'nin evvelce adı geçen eserinde (s. 178)» bir levha hâlinde, güzelce icmal edilmiştir.



HACC.



II. İSLÂM HACCININ MENŞE’l. Peygamber hacc meselesi hakkında dâima aynı nokta-i nazarı muhafaza etmemiştir. Genç­ liğinde bir çok defalar hacc merasimine iştirak ettiği muhakkaktır. Nübüvvetinden sonra ilk zamanlarda hacc bayramına pek az ehemmiyet vermiştir. Kur’an 'da ilk sûrelerde haccdan hiç bahsedilmez ve diğer hiç bir yerde de Peygam­ ber câhiliye .devrinden gelen bu âdete karşı hiç . bir suretle vaziyet almamıştır. Eğer o mera­ simde ap-açık surette müşrikçe fiiller bulunsa idi, Peygamber bu hususta susmazdı ve böyle olunca, elbette ondan bâzı hadîsler mahfuz ka­ lacaktı ve biz de bunlar sayesinde eski hacc âdetine, az-çok vazıh bir surette, vâkıf olacaktık. Peygambere: hacca dâir vahiyler ancak Medine 'de nazil olmuştur. Buna muhtelif sebep­ ler saik olmuştur. Badr gazvesindeki parlak muvaffakiyet Mekke'yi fethetmek fikrini do­ ğurmuştu. Böyle bir teşebbüsün hazırlığı ise, ancak sahâbîlerîn buna hem dünyevî ve hem dinî bir meyil duymaları hâlinde, lâyıkı ile tahakkuk edebilirdi. Bir taraftan da Peygamber Medine'nin yahudi ahâlisi hakkmdaki ümitle­ rinde :inkisâra uğramıştı ve yahudilİk. ile olan nizâlar yahudiler ile dinî münâsebeti . kesmeği içtinap edilemez hâle getirmişti. Yahudilik ile islâmın aslını teşkil ettiği iddia edilen İbrahim dinî .akidesinin doğması, işte bu devre tesadüf eder ve o zaman Kâbe de yavaş-yavaş, dinî hürmet hususunda, ön sırada yer tutmağa baş­ ladı ; Kabe 'nin vahdâniyetçiliğin müessisi olan İbrahim tarafından, oğlu îsma'il ile birlikte, bina edilmiş ve bu sebepten ,.insanların top­ lanmasına mahsus bir mahal" olduğu söylendi. Orada icrâ edilen merasimin Allahın bir emri­ ne istinat ettiğine dâir âyet nazil oldu ( Kur’an II, 119 v.d.). Keza yine bu devirdedir ki, Kâbe kibla [ b. bk.] ittihaz edildi (II, 136— 145 ) ve hacc da, insanların Allaha karşı borçlu olduk­ ları bir fariza addedildi (III, 9 1), Hicretin 2. yılında vaziyet böyle idi. Ancak 5. yılda Me­ dine 'nin mekkeliier tarafından -neticesiz muha­ sarasından sonradır . ki, Peygamber tasavvur­ larım icraya teşebbüs edebildi. İlk deneme Hudaybiya seferi ile yapıldı ki; bu hareketle Mek­ ke 'ye kadar varılmadı ise de, Kureyşıler ile yapılan bir muahede sâyesinde, ertesi sene için bir *umra ümidi hâsıl oldu. Filvaki Peygamber 7. yılda Kâbe 'de yukarıda târif edilen menâsiki ifâ e t ti; fakat ancak 8. yılda Mekke 'nin fethinden sonradır ki, bu âyîne alenen iştirak fırsatı zuhur etti. Bununla berâber Peygamber o sene hacca iştirak etmedi; 9. yılda ken­ di yerine, hacc kafilesi reisi sıfatı ile, Abü Bakr 'İ Mekke 'ye gönderdi, Bu zat yolda



iken, 'A li b. A bi Tâlib, arkadan hareket ede­ rek, onu geçti. Çünkü o arada Bara a sûresi ( IX, 1 v.dd.) nâ^îl olduğu için, 'A li bunu müş­ rik hacılara okumağa me'mûr edilmişti; bu âyet artık o günden itibaren ancak Peygamber ile husûsî muahedeler akdetmiş bulunanlar müstesnâ olmak üzere, müşriklerin hacc âyînini ifâ etmelerini yasak ediyordu. Hicretin 10. yılında hacca Peygamber bizzat iştirak etti. Haccat al-vada denilen bu ziyaret ile alâkalı bir çok rivayetler nakledilir. Pey­ gamber tarafından icrâ edilen merasime dâir verilen bu malûmat, daha sonraları yapılan merâsime, esâs itibârı ile, tevâfuk etmektedir. Lâkin bunda, hacc tarihî bakımından, asıl mü­ him olan Peygamberin bu vesile ile vaz'ettiği bâzı ahkâmdır. Seneye ay ilâvesi ( naşı ) usû­ lünün ilgası suretiyle, yalnız on iki aydan iba­ ret olan mutlak kamerî senenin takvime esâs ittihaz edilmesi, bunların en mühimidir ki, bu keyfiyetten Kur*an 'da da şu suretle bahsedil­ mektedir : — «Doğrusu, Allah indinde, gökleri ve yerleri yarattığı günkü Allah kitabında ay­ ların sayısı on ikidir; bunlardan dördü, haram aylardır. Bu aylar zarfında kendi kendinize zulm­ etmeyiniz. En pâyedar ve en doğru âdet budur. Amnıâ müşrikler sizinle kâffeten harbettikleri gibi, siz de onlara karşı kâffeten harbediniz. Biliniz ki, Allah doğrular ile berâberdir. Sene­ ye ( lıer üç senede bîr ) ay katmak küfrü art­ tırmaktan başka bir şey değildir; çünkü naşı yapmak suretiyle, onlar -bir seneyi halâl ve ve; diğerini haram addederler" ( Kur’an, IX, 36 v.d.). — Veda haccı vesilesi ile Peygamberin vaz'ettiği diğer ahkâm hakkında aş. bk. III. İSLÂMDAN EVVEL HACC.



■ k-c kökünün asıl mânası hakkında yapılan araştırmalar bir takım farz ve tahminlerden başka bir neticeye varmamıştır; mamafih bu farz ve tahminler doğru olabilir. Arap lûgatçiieri buna „( bir yere) gitmek" mânasını verirler ki, garp dillerinde «ziyarete gitmek" tâbirine tekabül eder. Lâkin bu mâna, ibrânîcedeki fiilin mânası gibi, âşikâr surette tesmi­ ye mahiyetindedir. Hâlbuki gerek şimâl ve ge­ rek cenup sâmî dillerinde «devretmek, dolan­ mak" mânasına gelen 3J Mısır, Mas'üd'un S'ğâçi unvanını taşıyan ve bu mü­ 1909, s. 223 ; frns. trc. E. Fagnan, s. 552 ), bu âde­ him vazifeyi gören tavâşîsi ile ‘Hvârizmşâh tin İslâm dünyasında bütün orta çağ boyunca Altuntaş 'm Şeker isimli tavâşîsi mâlûmdur. nasıl yayılmış olduğu malûmdur. İslâmiyetin hâ­ Umumiyetle hadim diye zikredilen bu beyaz ve kim olduğu bütün sahalarda, daha en eski siyah tavaşîlerden siyah renklilerin daha ziyâde çağlardan başlayarak, bu âdet mevcuttu. Çin harem hizmetlerinde ve beyaz tavâşîlerin ise, imparatorluğu da dâhil olmak üzere, bütün eski hükümdarın hnsûsî hizmetlerinde kullanıldık­ şark imparatorluklarında, Roma'da, Bizans'ta ları anlaşılıyor. .Saray teşkilâtlarında Sâmânîve İran 'da saray hizmetlerinde tavâşîlerin kulla­ Gaznevî an'anelerini devam ettiren büyük Sel­ nıldığını ve bunlar arasında en yüksek mevki­ çuklularda ve onun isti lâlelerinde aynı vaziyetin lere hattâ hukümdalığa yükselen şahsiyetlere devam ettiğini söyleyebiliriz. Bu devirde bun­ tesâdüf edildiğini biliyoruz. İşte bütün bu te'sir- lar umûmî olarak hadim ismi altında zikrolunler altında ve bilhassa Sâsânî ve Bizans saray­ makta idiler ( al-Bundârİ, nşr. Houtsma, s. 286 ). larını takliden, iptida Emevî saraylarında tavâşî- Salâh al-Din Ayyübi 'nın meşhûr veziri Kara­ ler kullanılmağa başladı. Masrüdi 'deki bir kayıt, kuş, bir tavâşî idi. bunun başlangıcını Mu'âviya devrine kadar Mısır Memlûk sultanları devrinde, saraydaki irca etmektedir ( Murüc al-zahab, frns. trc., tavâşîlerin reislerine zimamdar unvanı verili­ VIII, 148— 150). Abbasî devrinde bunların sa­ yordu. Sultanın harem işlerine, ailevî hususlara yısı ve ehemmiyeti, bilhassa Amin zamanından o nezâret ediyor, hâricden alınacak şeyleri o başlayarak, fevkalâde arttı. Halife al-Muktadir alıyor ve hükümdar ailesine mensup prensesler bi-'İlâh ’ın beyaz ve siyah 11.000 tavâşîsi mev­ yahut âzâd edilmiş câriyelerin evlenmesi husu­ cut idi ( al-Fahri, nşr. Derenbourg, s. 352 ). Bir sunda sultandan doğrudan-doğruya emr alıyordu. bİzans sefaret heyetinin Bagdad 'da kabûlü Bâb al-sitâra yâni perde kapısı hizmetinde bu­ esnasında 4.000 beyaz ve 3.000 siyah tavâşînin lunan bütün tavâşîler onun emri altında idiler merasimde mevcut olduğunu görüyoruz ( Şubh ( Quâtremere, Hisioire des sulians Mamelouks, al-a'şâ, III, 272 ; bu hususta tafsilât içio bk. I, z. kısım, 65). Yalnız Memlûkler devrinde A . Mez, Die Renaissance des İslam, fasıl 20). bunlara iavâşi [ b. bk.] denildiğini görmekteyiz Siyah renkli tavâşıier bilhassa harem hizmetle­ ki, bu tâbir XIV. — XV. asırlarda Anadolu'da rinde kullanılıyordu. Bunlardan bazılarının li­ da yayılmıştır. Sinop 'ta, Isfendiyar b. Bayezid yâkat ve hizmetleri ile temayüz ederek, büyük zamanına âit, 838 tarihli bir kitabede ismi ge­ mevkilere geçtikleri malûmdur. Mısır 'daki Ah- çen Şihâb al-Din Şahin al-Mamlük al-Tavaşi şîdîler sülâlesi zamanında büyük bir nufuz ka­ 'nin, Aşık Paşa-zâde tarihinde Çandar-oğlu zanarak, hattâ sonunda hükümdarlık mevkiine Ismâıl Bey 'in veziri olarak gösterilen Şihab de geçen Kâfur [ b, bk,] bunlardan biridir. al-Din A ğa olduğu ve ağa unvanının da belki Endülüs Emevîlerinin saraylarında da tavâşî­ tavâşîliği dolay ısı ile verildiği kuvvetle tahmin lerin mevcudiyeti, hattâ Fransa 'da Verdun şeh­ olunabilir. Bütün orta çağ İslâm ve türk devletlerinde rinde İslav kölelerini hadım ederek, Endülüs'e sevkeden ve yahudi tâcirler tarafından idâre az-çok farklar ile devam eden bu saray an’aneedilen ticarethanelerin bulunduğu mâlûmdur ( L, sinc osmanhlarm da vâris olacağı pek tabi’îdir. Provençal, VEspagne musulmans au X iime siicle Moğul istilâsından sonra, İslâmlaşmış moğul 1932, s. 29, 58). Mısır'da Fâtımîler sarayında devletlerinde, msl. İlhanlılarda ve onlara vâris beyaz ve siyah tavâşîlerin mevcudiyetini muh­ olan sülâlelerde de devam eden bu an’anenin telif tarihî kaynaklardan Öğrendiğimiz gibi, osmanlı sarayında, hiç olmazsa Bayezid I. dev­ (msl. Şubh al-aşâ, III, 481, V, 489), bu hu­ rinde, mevcudiyeti muhakkaktır. XV. — XVI. sustaki müşahedelerini anlatan Iran şâiri Naşir asırlarda, imparatorluğun inkişâfı ile müterâfik Husrav de bnnları „üstadân, üstadın" namı olarak, saray teşkilâtının büyümesi, osmanlı sa­ altında zikretmektedir {Safarnâma,Berlin, 1341, rayında beyaz ve siyah tavâşîlerin çoğalması 62, 66; bn tâbir ile h^âca tâbiri arasındaki mü­ ve bunların muntazam bir teşkilâta raptolunnâsebet dikkate lâyıktır}. masında tabiatiyle müessir olmuştur. Fakat



HADİM — HADÎS. kökleri Abbasî ve Selçuklu saraylarına kadar çıkan bu tavâşîlik müessesesinin Bizans sara­ yından alındılı hakkında, bîr takım bizaniinistler tarafından, ileri sürülen iddiaların ( msl. E. Oberhummer, Die Turken und das osman. Reich, s. 55 ) hiç bir esâsa da ummadığı ve OsmanlI­ lardaki dârussaâde ağalığı 'nın Bizans sara­ yındaki archieunuchos ’iuğun bir taklidi olma­ dığı, yukarıki izahlardan sonra, kolayca anla­ şılabilir. Bu arada şu noktayı da ehemmiyetle belirt­ mek'mecburiyetindeyiz ki, ne X V. ve hattâ ne de XVI. asırlarda, saraydaki tavâşîlerin devlet işleri üzerinde müessir olduklarına dâir, elimiz­ de hiç bir kayıt yoktur. 982 'de kapı-ağası Ha­ beşî Mehmed Ağa, ilk defa, dârussaâde ağası unvanını almış ve ayrıca Haremeyn vakıflarına nezâret vazifesi de uhdesine verilmişti. Saray kadınlarının elinde bir oyuncak olan Murad 111. devrinde dârussaâde ağalığının böyle bir ehemmiyet kazanması pek tabiîdir. İşte bu za­ mandan başlayarak, ikinci meşrutiyetin ilânına kadar, dârussaâde ağalığının büyük bir kıymet ve nufuz kazandığını ve bu dârussaâde ağaları arasında memleketin umûmî hayatında ekseri­ yetle meş'ûm büyük roller oynayan bir takım şahsiyetlerin yetiştiğini biliyoruz. B i b l i y o g r a f y a : Umumiyetle tavâ­ şîlik meselesi ve onun muhtelif menşe’leri ■ ( dinî, askerî ve İktisadî ) hakkında malûmat âlmak için bk. R. Millant, Les eunuques â. tra~ vers les âges, ( Paris, ıço8 ) ve umûmî ansiklo­ pediler; orta çağda umûmî olarak köle ticâreti ve hadım edilmiş kölelerin nasıl tedârik edi­ lip, nerelere satıldığı hakkında W. H eyd’in şu meşhur eserinde mühim tafsilât vardır: Histoire da Commerce da levant au Moyenûge,ll (Paris, 1923 ) ; İslâm ve türk sarayla­ rında tavâşîler hakkında bk. Fuat Köprülü, Bizans müesseselerinin osmanlı müesseseleriner teTsiri hakkında bâzı mülâhazalar ( THITM, I, 1931, 208— 2i ı ; burada osmanh sarayındaki dârussaâde ağalığı hakkındakı tarihî kaynaklar hakkında da tenkidi malû­ mat vardır ). ( M. FUAD KÖPRÜLÜ.) HÂDİRA. ( Bk. HÂDİRE.] HÂDİRE. al-HADİRA ( al-Huvaydîra ), Şa'Iaba ( G at afân ) kabilesine mensup, câhiliye devri şâirlerinden Kutba b. A v s'in 1 e k a b ı ­ d ı r . ' Milâdın 600. yılı etrafında yaşamış gö­ rünüyor; Hassan b. Sabit onun bir kaç şiirini bilirdi. Kendisine bir defa tezyif kâr bir mua­ melede bulunmuş olan şâir Zabbân b. S ay yar al-Fazâri İle ara-sıra birbirlerini hicvederlerdi. İşte, gâlibâ, bu şâir bir şiirinde onun haricî şeklini kurbağaya benzetmiş olması sebebinden, kendisine yukarıki lekap verilmiştir. Kabilesi­



47



nin Bani ‘ A m ir’e karşı açtığı bir harbe işti­ rak etmiş olduğu da söylenir. Pek az şiir söylemiş olması muhtemeldir; şiirlerinden pek azı elimizdedir. Kendisinin mu~ kili olduğu söylenir. Kasidelerinden biri Mufazzaliyat ( krş. nşr, Abü Bakr b. ‘Umar Dâğistani al-Madani, Kahire, 1324, I, 10 v.dd.; nşr. Engelmann, s. 5 v.dd.) ’a dercedilmîştir. Divanı lisaniyaıtçı Abü cAbd Allah Muhammed b. al‘A b b is al-Yazidı ( ölm. 310 = 922) tarafından toplanmış ve şerhedilmıştir. B i b l i y o g r a f y a : A ğ â n i*, İH, 81— 84; W. H. Engelmann, Specimen literariam exhıbens al-Hâdirae Dizoânum (Leyden, dok­ tora tezi, 1858); Brockelmann, G A L , I, 26; SuppL, I, 54. Bk. bir de Cai. Cod. Arab. ( Leiden ), I, 353 v.d.; ZD M G , LXV 1II, 380, nr. 1597. HADÎS. [ B k .. h adîs .] HADÎS. HADİS ( A.) kelimesi aslında, umû­ mî olarak, dinî veya gayr-ı dinî mâhiyette, t e b l i ğ veya r i v a y e t mânasına olup, son­ radan husûsî ieşerek, Peygamberin ve sahabe­ lerinin f i i l ve k a v i l l e r i n e m ü t e a l l i k h a b e r mânasını almıştır. İşte müslumanların dinî nakillerinin hepsine birden, bu ikinci mâ­ nada olarak, hadis ve bununla alâkalı ilme de ‘iZm al-hadis denilir. 1. Hadî si n muht e va s ı ve mâ h i y e t i . Daha müşrikiik devirlerinde bile araplar ( bk. I. Goldziher, Muhamm. Studien, I, 41, not 8 ) ataların sünnetini ( sunna, aslında tâkip edil­ mesi âdet olan yol, yâni mûtad fiil ve hareket tarzı ve kadîm örf demektir) tâkip etmeği bir fazilet addederlerdi. Lâkin islâmda sünnet artık eski müşrik cedlerin örf ve âdetlerine uyup git­ mekten ibaret kalamazdı. İslâm cemâatinin yeni bir sünnete riâyet etmesi gerek idi. Her mü'roin bundan sonra, bütün hâl ve harekâtında Pey­ gamberin ve. ashabının hâl ve hareketlerini kendisi için örnek tutmakla mükellef idi ve işte bunun içindir ki, bu hususta malûmat topla­ mağa gayret sarfedildı. İlkin Peygamberin sünneti hakkında sahâbeler en iyi nakil kaynağı oldular. Onlar Peygamberin sözlerini kendisinden işitmişler, fiil ve hareketle­ rini de kendi gözlen ile görmüşler idi. Sonrala­ rı, evvelâ, bu husustaki mâlûmatı sahabeler­ den almış olan tabilin ( yâni Peygamber 'den sonraki ilk nesle mensup olanlar ) 'un nakilleri ile bundan sonra da, müteakip nesillerde, fâbıü ’l-tâbîin denilen, yâni Peygamber 'den sonra ikinci nesle mensûp olup, tabi un ile şaksan münâsebette bulunabilmiş olanların rivâyetleri ile iktifa etmek mecburiyetinde kalındı ve bu tarz, boylece bir müddet, nesilden-nesile devam etti. Hadîsler bir çok nesiller in devam mca şahsî nakiller şeklini muhafaza etti. Bunun için her tam



48



HADİS.



hadîs iki kısımdan teşekkül eder: birinci kısım — hadîs ’in muhtevasını sıra ile birbirine nakletmiş olan kimselerin adlarını ihtiva eder ve bıı kıs­ ma îsnad ( sanad) adı verilir ki, haberin sahîh ve sağlam olduğunu bildiren e s â s demektir. Hadîsi tebliğ eden A : — „ C 'nin nakline müs­ tenit olarak, B den işittim ( yahut: „B bana teb­ liğ etti" ) “ — der. Böylece son nâkil olan A 'dan başlayarak, hadîsi ilk tebliğ edenin adına va­ rıncaya kadar aradaki nâkillerin isimleri sırası ile sayılmak lâzımdır. İkinci kısım mata (me­ tin ), yâni nakledilen haberin asıl muhtevasıdır. Tafsilât için bk. Goldziher, ayn. esr., II, 6— 8. Eski cemaatte hüküm sürmüş olan ilk dev­ rin dinî fikir ve âdetleri, Peygamberin vefatın­ dan sonra, zamanla değişikliklere uğramaktan masun kalamadı. Yeni bir tekâmül devri açıldı. Kelâm âlimleri dinî vazifelere ve akaide mü­ teallik meseleleri, zamanın yeni icaplarını göz önünde tutarak, daba geniş bir tarzda mutâlea etmeğe başladılar. Büyük fetihlerin netice­ sinde, İslâm' geniş bir sahaya yayılıyordu. Fethedilen yerlerdeki kavimlerin yeni fikir ve müesseseler! île diğer dinlerin o zamanki müslümanların hayat ve tefekkürleri üzerinde te'sirleri görüldü. Bununla beraber islâmda, mü'minler için, Pemgamberin ve eski müslüman camiasının sünnetinden başka hakikî bir düstur bulunamıyacağı hakkındaki mebde, sım-sıkı muhafaza edildi. Bu vaziyet, çok geçmeden, hadîslerin kasden tahrif edilmesine saik oldu. Muhaddisler Peygamberin kavil ve fiillerini yeni zama­ nın düşüncelerine uygun şekle soktular ve bu suretle ortaya istihdaf edilen gayeye uygun bir çok hadîsler çıkarıldı; bunlarda o zaman­ lar hangi türlü hareket ve ya tefekkür tarzı, şahsî olarak, uygun görülüyorsa, o, Peygam­ berin fiil veya kavli imiş gibi gösteriliyor­ du. Hıristiyan akidelerinden, Incil 'in ve apokrif kitapların fıkralarından, yahudi fikriya­ tından, yunan feylesûflarmın nazariyelerinden v. b. bâzı müslüman muhitlerinde rağbet bulan her şey hadîslerde, Peygamberin sözleri imiş gibi, yer buldu ( Goldziher, ayn. esr., II, 382 v.dd.; ayn. mil., Neutestamentliche Elemente in der Traditionslitteratur des İslam, Oriens Christianus, 1902, s. 390 v.dd.). Bu suretle, hiç bir vicdan endîşesine düşülmeden, Kur’an 'da ancak kısaca işaret edilmiş bulunan kıssa­ lar Peygamber ağzından tamamlandı. Bir takım yeni akideler, düsturlar v.b. hakkında hadîsler ortaya çıkarıldı. Peygambere izafe edilen bu sözlerin pek çoğu ahkâm ( şeriat hükümleri) 'a, dinî vazifelere, halâl ve haram 'a, şer'î taha­ rete, yiyecekler hakkındaki şer’î hııkümlere, medenî ve cezaî hukuka, muaşeret ve âdaba,



bunlardan başka akaide, âhırette mükâfat ve mücâzâta, cennet ve cehenneme, meleklere, hil­ kate, vahye, geçmiş peygamberlere ve hâsılı insan ile Allah arasındaki münâsebetlere taal­ lûk eden her şeye dâirdir. Yine Peygambere izafe edilen bir çok hadîsler vardır ki, bunlar terbiyetkâr vecizeler ile ahlâka dâir talimatı ihtiva eder. Zaman geçtikçe Peygamberin kavil ve fiille­ rine dâir rivayetler, sayı ve şümul itibârı ile, mütemadiyen çoğaldı. Peygamberin vefatından sonraki ilk asırlara ve pek muhtelif sahalara âît bir çok meseleler hakkında müslümanlar arasında büyük bîr ictihad ihtilâfı hüküm sürü­ yordu. Bu suretle her taraf kendi görüş tarzını, mümkün olduğu kadar, Peygamberin hüküm ve kararlarına istinat ettirmeğe çalışıyordu. Kendi re’yini buna istinat ettirebilen, mutlak surette haklı oluyordu ve işte bu suretledir ki, Pey­ gamberin sünnetine müteallik olarak, bir birini tamimiyle nakzeden pek çok hadîsler vücuda geldi. Keza büyük fırka mücadelelerinde her iki tarafın da Peygamber ile ihticâc etmesi âdet idi (I. Goldziher, Muhammed. Studien, II, 88 v.dd.). Msl. Abbâsîlere devlet kuracaklarını, Pey­ gamberin evvelden bildirmiş olduğu iddia olun­ du. Hâsılı ona, yalnız sonradan vukua gelen siyâsî vak'al arın ve dinî bereketlerin nasıl cere­ yan edeceklerine dâir değil, hattâ büyük fetih­ lerin neticesinden başka bir şey olmayan yeni İçtimaî hâdiseler ( msl. ziynet ve debdebenin artması v-b.) hakkında da, bunları halk naza­ rında meşru göstermek için, keşif ve keramet mâhiyetinde, gayıptan haberler verdiriliyordu. Bu kehânet hadîslerinin husûsî bir kısmı müslümanlar m ancak pek muahhar zamanlarda fethedecekleri ülkelerdeki muhtelif mevki ve memleketlerin ehemmiyet ve faydalarına dâir Peygambere izafe edilen sözlerden teşekkül eder ( I. Goldziher, ayn. esr., II, 128 v.dd.'. Bunun içindir ki, Peygamberin sünneti hakkındaki hadîslerin bir kısmı hakikaten tarihî ve itimada lâyık haberler addolunamaz. Bunlar çok daba ziyâde Peygamberin vefatından son­ raki ilk asırlarda idare ve iktidarı ellerinde tutanların muhitleri içinde zuhur ederek, o za­ manlar Peygambere izafe edilmiş olan bir takım fikirleri ifâde eder. Şunu da, bir hakikat olarak, söylemek lâzım­ dır ki, hadîs uydurmak ve uydurma hadîs neşr­ etmek hürmetsizliğini müslümanlar takbih edi­ yorlardı. Bununla beraber, bâzı hâllerde, Pey­ gambere izafe edilen, hususiyle, dinî ve ahlâkî düstur mâhiyetinde sözler iç’n, esbâb-ı muhaffife kabul edilirdi. Daha etraflı tafsilât için bk. I. Goldziher, ayn. esr., II, 131 v.dd., 153 v.dd.; bir de ayn. mil., ZDMG, LXI, 860.



. IİADÎİ



49



Hadîs, bütün İslâm âleminde, Kur an 'dan H adîsin ara râ vîlerin e ne d ereceye k a d ar iti­ sonra, hükmü en çok mer’î olan mevzudur ve mat ed ileb ileceği h a k k ın d a bü yük re y ih tilâ fla ­ bundan dolayı Peygamberin sözlerinin yazı ile rı zuhur edebiliyordu . B ir ta ra fın fikrîn e göre, iesbit ve neşrine karşı, daha bidayette, bâzı mu­ sözlerine m u tlak su rette in an ılabilecek bir şah ­ hitlerde izhâr edilen muhâlefetler ( krş. Gold­ siy e t, b âzan d iğ erleri n azarın d a so n derede ziher, Kam pf e um die Stellung des Hadith im İs­ „a z em în ", h a ttâ d ah a ileri gid ilerek , « yalan cı" lam, ZDM G, LXI, 860 v. dd.) çar-çabuk bertaraf bile sa yıla b iliyo rd u . H a ttâ bir çok sah âbelerin edilmiştir. Bâzı hâllerde, tıpkı Kur an 'da olduğu sa lâ h iy e tle ri bile, h id ây e tte, h erk es tara fın d a n gibi, hadîste de, gerçekten „Allah kelâmı" mâhi­ teslim edilm iş d eğild i. M sl. b ilh a ssa A b u H urayyeti sezilir. Umumiyetle «Allah derki" cümlesi ra 'nin do ğru sözlü lüğü p ek çok kim selerce kabul ile başlayan bu nevi hadîslere İslâm âlimleri al- edilm eyerek, şid d etli itirazla r ile karşılan m ıştır. hadîs al-kudsi ( veya bâzan al-ilahi ) ismini ve­ H üküm , e k se riy e t ile, ta ra fla rd an h e r birinin rirler; diğer hadîslere de, umumiyetle, al-hadis al- kendi n okta-i n azarın a gö re d e ğ iştiğ i için, ne­ nabavi denilir (krş. Çatal. Cod. Or., IV, 98 ve tice d e ç o k d e fa şid d e tli m ü n âkaşalar zuhur Nöldeke-Schwally, Gesch. des Qorâns, 234 v.d.). ed iyordu . B ununla b eraber, şu n o k ta y ı da gö zII. Is l a m d a h a d î s l e r i i n t i k a d u s û ■l den ­ kaçırm am alıd ır ki, bu m ü nâkaşalarda dâl e r i . — Müslümanların telâkkisine göre, bir vânın e sâ sın ı h adîsin m u h tevası te ş k il ed iyor­ hadîsin sahih ve mûteber olabilmesi için, isnâd du. H ad îsin nâkillerin in d o ğru -söyleyip -söyle'mm, inkıtaa uğramayan bir silsile hâlinde, m edikleri m ünâkaşa edilirken , h a k ik a tte a sıl şikât ( sözüne inanılır kimseler) 'tan olması m esele, hem en dâim a, te b liğ e ttik le ri h ad îsle­ şarttır, isnâd 1ların intikadî bir surette tetkiki rin zih in leri k a rış tırıc ı tem ayülü idi. B in â en a leyh için, İslâm âlimleri en mûtenâ taharrilere giriş­ en sonda n azar-ı itib âra alınan cih et, hadîsin mişlerdir. Hadîsi nakledenlerin ( rical ) ne za­ râ v île ri d eğil, d ah a ziy â d e onlar tara fın d a n man ve nerede yaşamış olduklarını ve hângileri- nakledilen haberin m u htevası idi. nin bir birleri ile münâsebette bulunduklarını an­ M am afih son raları, II. v e III. a sırla r zarfın d a, lamak için, onların yalnız isimlerinin ve hayat­ g e re k ib â d et usûlü ve itik a d esâsları, g e re k d ev­ larının öğrenilmesi ile iktifa edilmez; aralarında le t v e cem iyetin en mühim m üesseseler! m üsteşikât 'tan olanların tâyini için, her birinin ahi k a r şekillerin i ik tisa p edince, h a d îs râvilerinden al-sunna v a ’l-camaa olup-olmachğı. hakikate p ek çoğunun sıd k -ı kelâm ı ve n ak le ttik leri h a­ muhabbeti bulunup-bulunmadığı ve metinleri tam dislerin k ıy m e ti ü zerind e bir nevi re y ittifa k ı bir sadâkat ile nakle ihtimamı olup-olmadığı da da husûle geld i. M u h telif m uhitlerde yü ksek inceden-inceye tetkik edilir. Hadîsin ata râvî- sa lâ h iy e tle ri teslim edilm iş olan M âlik b. A n a s lerinin bu suretle intikadına al-carh va ’l-td d il ve a l-Ş â fi'i ile d iğ er b âzı âlim lerin eserlerin de ( „cerh ve tasdik" ) denilir ( Goldziher, ayn. m ezhebin, itik a d ın bütün m üm eyyiz v a sıfla rı esr., II, 143 v.d.). M arifat al-ricâl (ricali, yâni d aha o devirde te s b it olunm uş ve bu hususta hadîs râvîlerinİ tanıma) bilgisi, hadîs ile meş­ en ziy â d e P eygam b erin nesilden nesle intikal gul olan âlimler için, mutlaka lâzım addolunur­ eden h a d îsle rin e istin at edilm işti. O v a k it ar* du. Bunun içindir ki, hadîslere âit bütün şerh tık hiç kim se bu had îslerin sıh h a tlerin i şüphe kitapları, hadîs râvîlerİ hakkında az-çok mu­ m evzuu etm ek istem iyordu . Bu h a d îsleri riv a ­ fassal mâlûmatı İhtiva eder. Bundan başka bu y e t etm iş olan A b ü H u rayra gibi zâ tla ra y a ­ mevzua dâir ayrıca kitaplar da vardır. Taba­ lan cılık a tfetm ek de a rtık mümkün değildi. kât adı verilen ve adedi çok olan bu eserler En bü yük zam an ten aku zların ı ih tiv a eden h a­ arasında, msl. ibn Sa'd ( ölm. 230 — 844 ) 'm d îsler bile um um ca itim ad a lâyık görüldü. Y a l­ meşhur Tabakât1! ile al-Zahabi (ölm. 748 = nız ço k ta n beri e k se riy e tin k a t'î su re tte sahîh *347 ) 'nin Tabakât a l-huffaz’ı vardır ( taba- a d d e ttiğ i h a d îsle r ile te 'lif edilm esi mümkün kât, muhtelif âlimlerin, hadîs nakledenlerin ve olm ayan lar reddedildi. F a k a t ekseriya , hiç ol­ diğer zâtların ayrı-ayrı tabaka ( sın ıf) içine m azsa t e ’v il su re ti ile, h adîsleri te 'lif etm eğe konarak, tertip edilmiş tercüme-i hâlleri de­ im kân bulununca, bunları bile itim ad a şâyân mektir ; krş. O. Loth, Ursprung und Bedeutung görm ek tem ayülü m evcu t idi. Zam an g eçtik çe, der Tabakât ( ZDMG, XXIII, 593— 614). Hadîs m ünakaşa m evzuu olan n oktalar yeni n esillerde nakli bakımından «zayıf olanlar" hakkındaki a rtık hiç b ir am elî alâka uyan dırm az oldu ve eserler de bu kabildendir; msl. al-Nasl'i, Ki- bu m eseleler d o lay ısı ile a raların d a en büyük tâb al-zuafa (Goldziher, ayn. esr., II, 141 te h â lü fle r m evcu t olan hadîslerin , e k se riy a mâv.d.), İbn Hacar (ölm. 8 5 2 = 14 4 8 ), al-Isâba hirâne te fs ir ve t e ’vii ta rik i ile, b irbirleri ile f i iamyiz al-şakâba ve İbn al-'Aşir ( ölm. 630 p ek g ü ze l te 'lif e d ile b ild iğ i görü ldü . B öylece = 1232), Usd al-ğâba ile sahâbîlerin tercüme-i n ih a y et b ir h ad îsi redd etm ek, an cak iztira r hâllerine dâir diğer kitaplar. hâlinde tev essü l ed ileb ilecek, en son te d b ir adİslâm Ansiklopediği



4



İİADÎS. dolundu ( bk. Snouck Hurgronje, aytı. esr.) Bundau dolayı, aynı mevzua dâir ve birbirini nakzeden hadîsler, itimada şayan imişler gibi, büyük hadîs mecmualarına yanyana dercolunmuştur ki, bu hadîsler, islâmın iç tekâmülünün seyrini takip için, tarihçilere baha biçilmez hazineler değerindedir.



bundan başka olarak, lâvîlerinin hepsine âit husûsî kayıtlar ( msl. râvîlerden her birinin yemin ederek, naklettiğinin veya. hepsinin bir­ birlerinin ellerini tutarak, nakletmiş oldukları nın da ayrıca tasrih edilmiş olması gib i) mev­ cut ise, böyle hadîs musalsal ( birinci hâlde — musalsal al-kalf ve ikinci hâlde — musalsal B un un la beraber, bütün h a d îsler, İslâm âlim ­ al-gad denilir) adım alır. Krş. W . Ahlwardt, lerin ce dahi, ayn ı k ıy m e tte addedilm em iş ve KataL der arab. H SS. dey Kgl. Bibliothek zu h er biri isnâd’ının tanrılığı v e râvîsin in lâ y ık Berlin, II, 267— 273. Eğer isnâd’ı hakikaten tam olduğu hâlde, bulu nd uğu itim ad d erecesin e g ö re , bir takım te k n ik İstılah lar ile ta v s if edilerek, sın ıfla ra son râvî ile ilk râvî arasına giren mutavas­ sıtlar pek az kimselerden ibaret olduğu için, ayrılm ıştır. III. H a d î s l e r i n t a s n i f i : a. E vveli şupek kısa ise, böyle hadîse 'ali denilir. Bu hâl üç sınıf ayırt edilir: i. safıik (sağlam ), bu, pek makbul sayılır; çünkü vâkıalatın ağızdanhadîsin ‘illa ( İllet) 'sı bulunmaması bakımın­ ağıza intikâli sırasında araya hatâlar karışması dan isn&d’ı ve ammece makbul olan hiç bir imkânı bunda çok mahduttur. Muhaddislerin fikir ile tezat hâlinde olmaması bakımından da, pek uzun ömür sürmüş olanları hakkında krş. meali itibârı ile mutlak surette tam ( mükem­ Goldziher, ayn. esr., II, 170 — 174. Bir hadîs râvîleri, ınkıtâsız tam bir silsile teşkil mel ) olması demektir; z. bir hadîs, gerek fsnûcf'mm eksikliği sebebinden ve gerek râvîle- ederse, buna muttaşil denilir ; bunun tam aksi rinin sıdk-ı kelâmları üzerinde tam bir rey it­ olan silsileye de ( kelimenin umûmî mânası ile ) tifakı mevcut olmaması yüzünden, mutlak su­ munkatı denilir; lâkin umumiyetle munkatı rette sahîh olmazsa, ona ancak haşan ( »gü­ tâbirinden, husûsî bir mâna ile, isnadında. zel “) denilir; 3. gerek, muhtevası bakımından ikinci nesilden ( tabı u n ) bir râvî eksik olan ciddî tenkitlere mahal verebilen ve gerek râ- hadîs anlaşılmak lâzımdır. —: Mursal Peygam­ vîlerinden biri veya bir kaçı şüpheli sayılan ve bere âit bir haberi ihtiva eden ve tabı Un 'dan yahut ehl-i sünnetten olmayan hadîsler ise, biri tarafından rivayet edilmiş, fakat hangi sahabeden işitildiği zikredilmemiş hadîs demektir. z a 'if sayılır. b. Bundan başka, râvîlerinden birinin şahsî Böyle hadîslere verilecek kıymet meselesi muh­ mülâhazaları Peygamberin sözleri arasına, met­ telif tarzlarda halledilmiştir; Abü Hanifa ve nin bu iki unsuru birbirinden kat’îyetle ayırt Mâlik b. Anas gibi imamlar bunlara müsbet edilemeyecek surette karışmış olması yüzünden, kıymet vermek tarafdarı »diler; sonrakiler ise, bir haberin kıymeti kat’ıyetini kaybetmiş ola­ menfi kıymet vermeğe tarafdar oldular ( krş. bilir; böyle hadîse mudrac adı verilir. — Bir hassaten ZD M G , X X III, 595, not 3 ). — îsnâd hadîs tek bir kimse tarafından rivayet edilmiş 'ın her hangi bir yerinde iki veya daha ziyâde olur ve onun da salâhiyeti zayıf addedilirse, o râvî eksik olursa ( ve diğer bâzı âlimlere göre, hadîse matrük ( »terk edilmiş") adı verilir. — Bir eksikler, fasılasız olarak, birbirini takip ederse), hadîs sarahaten yalan addolunursa, ona da hadîse mu'ial denilir. — İsnâd’ı râvîler an­ cak 'an harf-i cerrı kullanmak suretiyle ( msl. maviu ( »uydurma" ) denilir. c. Hadîslerin hepsi Peygamberin fiil ve ka­ A ‘an B, yâni »B 'den naklen A " İfâdesi ile ) villerine taallûk etmez; hadîste sahabelere ve nakletmişlerse, bun’arın şahsen birbirleri ile tâbi’ûna dâir malûmat da bulunur. Bu itibarla münâsebette bulunmadıkları hâlde, nakledilen bunları 3 'e ayırmak lâzımdır .* x, marfu, Pey­ vakıayı, sâdece, adlan isnad’da zikredilmeyen gamber hakkında bir haberi ihtiva eden hadî­ kimselerden öğrenmiş olmaları mümkündür. Bu se verilen isimdir; z. mavküf, yalnız sahabe­ hâlde hadîs muan'an adını alır ( tafsilât için lerin fiil ve kavillerine âit olan hadîs demek­ bk. Goldziher, Muhamm. Studien, II, 248 ). — tir ve 3, m akiu, bu da Peygamberden sonra, Mubham tâbiri de, isnâd 'ındakı râvîlerden bîri­ nihayet birinci nesilden daha uzağa gitmeyen nin adı zikredilmeyerek, sâdece »bir adam" ve ancak tâbi ün ’un fiil ve kavillerine dâir olan şeklinde gösterilmiş olan hadîs için kullanılır. e. Hadîs, muhtelif iuruk (»yollar", yâni, ha­ hadîs demektir. d. Isnâd’ın mükemmeliyet derecesine göre dîsin muhtelif intişar silsilelerine ) 'a göre, şu de, hadîsler şu suretle tefrik edilir. Bir hadîs, takımlara ayrılır: 1. mutavatir — pek çok kim­ hiç inkıtaa uğramayan bir silsile hâlinde, sİkât seler tarafından nakledilen ve zâten kadîmden Han, râvîler vâsıtası ile, Peygamberin eshâbm- beri her keşçe mâlûm olduğu hâlde, hiç kim­ dan birine izafe ediliyorsa, bu hâdîse, umumi­ senin tenkidine mârûz kalmamış bulunan teb­ yetle, musnad ( »mevsuk = sağlam " ) denilir; liğe delâlet eder; 2. maşhûr — si kât 'tan olmak



Si üzere, en az üç muhtelif râvî tarafından tebliğ zûlarma değil, râvîlerine göre ( "ala ’l-ricâl) edilmiş olan habere ve diğer bir tefsîre göre sıralanmıştır. Bu sûretle tertip edilen hadîs de, hakikatte, sonraları pek ziyâde intişâr et­ mecmuasında münderic bulunan tam isnadlı ha­ miş olduğu hâlde, İslâm ın ilk zamanlarında yal­ dîslere izafeten musnad adı verilmek âdet idi. nız tek bir kimse tarafından rivayet edilmiş -Demek oluyor ki, bu, tek bir hadîsten alınarak, bulunan hadîse delâlet eder; 3. ‘aziz — en az bütün mecmuaya verilen bir isimdir. Bu eser­ iki kişi tarafından rivayet edilerek, mutavatir lerin en ehemmiyetlisi Alımed b. Hanbal ( ölm. veya maşhür hadîsler mertebesinde intişâr et­ 241 = 855 ) 'in Musnad'idir (tafsilât için bk. memiş olan hadîs demektir; 4. âkâd — yalnız Goldziher, Neue Materialien zur Litteratur des t e k b i r k i m s e tarafından nakledilmiş olan Überlieferungswesens bei den Muhammedanern, hadîslerdir; 5. ğarib — umumiyetle, nâdir ha­ ZDM G, L, 465— 506. Sonraları, aynı tarzda, diğer musnad 'ler de dîsler için kullanılır; isnad bakımından da, ğarib mutfak tâbirinden, ancak ikinci nesilde, vücuda getirilmiştir. Bâzı âlimler büyük hadîs tâbi Un’dan tek bir kimse tarafından nakledil­ kitaplarındaki hadîsleri, msl. aramp-bulunmalamiş mânası anlaşılmalıdır [krş. FARD ve ĞARlBj; rında kolaylık olmak için, alfabe tertibine göre, bir haber, sonraki nesiller içinde, yalnız bir tek sıraladılar; diğer bâzıları Mâlik b. Anas ’in mpayyen kimse tarafından nakledilmiş ise, ona, Muvaitâ' '1 veya mümasili eserler ( msl. Abu ,,o kimseye nisbetle", ğarib adı verilir ( ğarib Hanifa ve a I-Ş ifi:i eserleri) gibi, tertip tarz­ bi ’l-nisbati ilâ şahsîr* mvıayyan>"). Keza me­ ları bakımından, hakikî bir hadîs mecmuası tinde garip ve yabancı tâbirler bulunan hadîse tarzında tertip edilmiş olmayan kitaplarda mün­ deric hadîsleri husûsî bir mecmuada topladılar de, muhtevasına nisbetle, ğarib denilir. Bu ıstılahları, bidayette, İslâm âlimlerinin hep­ ( bk. Goldziher, Muhamm. Siud., II, 226 v.dd.). Lâkin muahhar devrin hadîs kitaplarının si aynı mânada telâkki etmiyorlardı. Msl. İmâm a l-Ş ifi‘i hjin maktu ile munkatı arasında hiç bir hemen hepsinde umumiyetle hadîsler, mevzûlafark gözetmediği, hassaten, söylenir. Sonraki rma göre, sıralanmıştır. „Bâblara“ ayrılmış eserlerde de bu ıstılahların tariflerinde tam bir olan ( ‘ala ’l-abvâb) böyle kitaplara musannaf rey mutabakatı hâkim değildir. Tafsilât için ( tasnif edilmiş) denir. Bu muşannaf 'lerin al­ bk. F. Risch, Commentar des '/zz al-Din Abu tısı sünnî İslâm âleminde, asırlardan beri, hüc­ (A bd AUâh über dia Kunstausdrücke der cet hüküm ve İtibârım hâizdir; bunların hepsi Traditionsmissenschaft nebst Erlauterungen HI. asırda tasnif edilmiştir; bunlar aşağıdaki (Dıssert., Leipzig, 1885); krş. Djurdjanı, Kiiâb müelliflerin mecmualarıdır: 1. al-Buhâri (ölm. al-iarîfât (nşr. G. Flügel) ve A dictionary o f 256 = 870), 2. Müslim (ölm. 2 6 1 = 8 7 5 ) , 3-. the Teehnical Terms (nşr. A . Sprenger). Hadîs­ Abü Dâvüd (ölm. 275 = 888), 4. al-Tirmizi lerin muhtelif sınıflara ayrılması eilm al-rivâya (ölm. 279 = 892), 5. al-Nasâ'i (ölm. 303 = 915.) , ( yâni hadîs nakli ilmi) tahsili için umumî medhal ve 6. İbn Mâca ( ölm. 273 = 886 ). Bu eserlere olmak üzere, yazılmış eserlerde de bahis mev­ ekseriya kısaca „altı kitap“ ( al-kuiub al-sitta) zuudur. Bu nevi eserler arasında hassaten şu veya „altı Şahîh" ) yâni „mûteber“ ; binâenaleyh ÜÇÜ zikredilebilir: 1. İbn al-Şalah ( ölm. 643 = mevsuk ve ihticaca sâlih ) mecmua adı verilir. 1245 ), *Ulûm al-hadiş; Goldziher, ayn. esr., Denilebilir ki, bunlar asıl Allah kelâmı olan II, 187 v.d.; Bockelmann, G A L , I, 359; 2. al- Kur'an 'dan sonra, ikinci safta gelen mukaddes Navavi (Ölm. 676 = 1277 ), al-Takrib va ’l-tay- kitaplar sayılır. Hususiyle al-Buhâri ile Müslim 'in mecmuaları pek büyük bir hürmet ve itibâr sir (Kahire, 1307) ile al-Suyüti (ölm. 911 = 1505 ) ’nin buna âit Tadrib al-râvi adlı eseri; görür. Hüccet olmak bakımından, diğerlerinin 3. İbn Hacar ( ölm. 852 = 1448 ) 'in Nuhbat al- fevkinde addedildikleri için, bunlar, „kii sahih" fikar adlı eseri ile buna kendi tarafından yazı­ ( al-şahihân) unvanı ile mâruftur. Bu iki eser lan şerh, N. Less ve diğer bazıları tarafından, tamamiyle sabîh telâkki edilmesi lâzımgelen neşrolunmuştur ( Bibi. Indica 'nın 37 numara­ hadîsleri ihtiva eder. Bununla beraber, bu hu­ sındaki kitap, II. seri, Kalküte, 1862 ). susta al-Buhâri 'nin şurüt ( yâni kitaba hadîs . IV. H a d î s k i t a p l a r ı . Muhtelif za­ almak için kabul ettiği şartlar) 'u Müslim 'in manlarda, bir çok âlimler tarafından, hadîs 'unun dâima aynı değildi ( Goldziher, ayn. kitapları vücuda getirilmiştir. Bu eserlerden esr,, II, 247 v.d.). Bundan başka, al-Buhâri, bâzıları sonraki devirlerin müslümanları indînde kendi kitabına, bâb unvanı altında, ekseriya âdeta dinî bir kanun hüküm ve itibârını ka- hayli tafsilâtlı mütâlealar ilâve etmiştir ki, zânmıştır. Bununla beraber, hiç bir vakit, diğer Muslîm 'in Sahih, 'inde böyle hiç bir şey yok­ hadîs kitaplarım bertaraf edecek kat’î mâhi­ tur. Zâten bu iki müellif hadîsleri, imkân bulu­ yette resmî bir hadîs mecellesi tedvîn edilme­ nunca, birbirinden ayrı turuk 'a isnad ederek, miştir. Bidayette hadîsler, uzun zamanlar, mev- zikrederler ve bu iki kitap yalnız şeriat ahkâ-



S*



HADİS.



mına ve „câiz ve memnû olan'* şeylere dâir hadîsleri değil, keza tarihe, ahlâka ve itikada dâir bir çok hadîsleri de ihtiva eder. Krş. Gold­ ziher, ayn. e s r II, 234— 248Hâlbuki diğer dört müellifin eserleri hemen münhasıran sunna ’lerden, yâni ahlâk, ve âdet­ lerden bahseder. Bu sebeple umumiyetle o eser­ ler, toptan, dört kitap, sunan adı ile mârûftur. Bundan başka, bunlar yalnız sahih sa­ yılan hadîsleri değil, „güzel“ ( h aşan ) sıfatı verilenleri ve nmûıniyetle şeriat ahkâmının ted­ vininde âlimlere merci olan bütün hadîsleri, hattâ isnad ’ları tenkide uğrayabilecekleri bile ihtiva eder. Müellifler kendileri tarafından zikre­ dilmiş olan bir hadîsin reddi icâp edeceği mü­ lâhazasına varırlarsa, o hadîs hakkında karileri İkâz etmeği itiyat etmişlerdir. Bk. Goldziher, ayn. esr., II, 248 v.dd. Bu altı kitabın İslâm âleminde hâiz olduğu yüksek itibâr kolayca anlaşılır. Filvaki III. asır­ da muhit şeraiti hadîslerin derlenmesine müsait bir hâle gelmiş idi, O zamanlar şeriat ahkâ­ mına ve dinî itikatlara âit en mühim meseleler üzerinde bir mertebe fikir ve nazar ittifakı hâ­ kimdi ve müstliman âlimlerinin büyük ekseriye­ tinde hadîslerin pek çoğunun kıymeti hakkında kat'î bir kanaat husule gelmişti. İmdi itimâda şâyân oldukları teslim edilmiş olan bu hadîsleri artık derlemeğe teşebbüs edilebilirdi. Bunun içindir ki, al-Buhâri ile diğer Sahih ’leri te'lif -edenlerin meziyetleri, haksız olarak iddia edil­ diği gibi, yayılmış bulunan hadsiz hesapsız hadîslerden hangilerinin mevsuk ve hangileri­ nin uydurma olduğunu ilk defa tâyin etmele­ rinde değil, bundan çok daha ziyâde, o devir­ lerin sünnî muhitinde umumiyetle mevsuk ta­ nınmış olan hadîsleri derlemiş oltnalarmdadır; yoksa hadîs derleyenlerin şahsî hükümleri, o zamanlar bu hususta carî olan umûmî kanaat üzerinde artık pek o kadar müessir olamazdı (krş. Snouck Hurgronje, gost. yer.). Hakikatte III. asırda diğer bâzı hadîs mec­ muaları daha vücuda getirilmiştir; ‘Abd Allah al-Dar imi ( Öîm. 255 = 868 ) 'nin Sunan 'i gibi. Lâkin bu eserler zaman geçtikçe İslâm âleminde altı Sahih ' 1er derecesinde yüksek bir itibâr kazanamadılar. Zâten bu altı kitabın amme nezdinde hâiz olduğu yüksek itibâr bile yavaş-yavaş teessüs etmiştir; hususiyle Ibn Mâca'nin kitabına karşı, ihtiva ettiği pek çok «zayıf'* hadîslerden dolayı, gösterilen ihtirazlar uzun zaman devam etti. Bundan başka «altı kitabın** nail olduğu büyük itibâra rağmen, onlarda munderic bulunan, hakikatte ise, sahîbliği her kesce teslim edilmemiş olan hadîsler pek âlâ, serbestçe, tenkit edilebiliyordu. Msl. ‘AH alDârakutni ( ölm. 385 = 995 ), al-Buhari île Müs­



lim ’in kitaplarında zikredilmiş bulunan 200 ha­ dîsin zayıf olduğunu ortaya çıkaran bir eser yazdı (krş. Goldziher, ayn. esr., II, 257 ). Daha sonraları bir çok âlimler yeni hadîs mec­ muaları tertip ettiler. Lâkin bu muahhar hadîs derleyicilerin mesâisi, başlıca altı kitabın ( aynı zamanda, bâzan diğer bir takım meşhur hadîs mecmualarının da, msl. Ibn Hanbal 'in kitabı­ nın ) muhtevasından aldıklarını başka bir tarzda tertip ederek az-çok büyük hacimli kitaplar yazmağa münhasır kalmıştır. Bu muktatifler arasında, hassaten, Bağavİ (ölm. 510 = 1116) 'nın Masabih al-sanna adlı kitabı vardır. Muh­ tevasının zenginliği ve tertibinin kullanışlılığı sebebinden, bu eser müslümanlar arasında dâ­ ima itibâr görmüştür. Bu kitap eski hadîs mec­ mualarından iktitaf edilmiş hadîsleri ihtiva etmekle beraber, isnadlannı göstermez. Bu mecmuanın VIII, asırda, Vali al-Din al-Tibrizi tarafından, Mişkât al-maşâbih ( bu isim Kur’an XXIV, 3 5 'ten iktibas edilmiştir; umumiyetle «kandiller hücresi'* diye tercüme olunur) adı İle te’lif edilmiş olan muaddel bîr nüshası bil­ hassa mâruftur. Bundan sonraki devirde alSuyuti ( Ölm. 911 = 1505 ) ’nin, Cam' al-cauâmi ve al-Camı al-şağir adlı, iki büyük hadîs kitabı vücuda geldi. Al-Suyüti 'nin başlıca maksadı mevcut hadîs kitapları muhtevasının cem ve telfikı idi ( tafsilât için bk. W. Ahlwardt, Ka­ talog. der arab. H S S . der Kgl. Biblictkek zu Berlin, II, 155 v.dd.). Diğer muktatifler ise, bü­ yük hadîs kitaplarındaki hadîslerden muayyen bir takımı (msl,. ahlâkî hadîsler) ve yahut mühim hadîslerin muayyen bîr adedi üzerin­ de durmuşlardır. Bu suretle, diğerleri ara­ sında, Arba'in (k ırk mühim hadîsi ihtiva eden mecmualar) adlı bir çok kitaplar zu­ hur etmiştir. Hadîslerin mânası, bir çok cihetlerden, yeni İs­ lâm nesillerince anlaşılmadığından dolayı, bir çok âlimler hadîs kitapları üzerine şerhler yazmağa luzûm duydular. Eskiyerek, kullanılmaz olmuş kelime ve tâbirlerin izahı icâp ediyordu; her şeyden evvel, bir çok tenâkuzları bertaraf et­ mek veya mâhirâne izahlar ( te'villerle) ile onları ehemmiyetsiz bir mâhiyete, koymak lâ­ zım idi. Bundan başka tefsircilerin pek çoğu, hadîslerden istihraç edilen ahkâm ile muhtelif âlimlerin bunlar üzerine serd ve müdafaa et­ tikleri kanaatler arasındaki mübâyenetleri de münakaşa etmişlerdir. Mufassal hadîs şerhle­ rinden en mâruf olanların müellifleri şunlardır; İbn Hacar (ölm. 852=1448) ile al-Kastallâni (ölm, 932=1517), al-Buhâri nin Sahih 'ini, ve al-Navavi (ölm. 676=1277), Müslim'in Sahili 'ini şerh etmişlerdir (krş. C, Brockelraann, C A L , I, 156 v.dd. ve Sapph, I, 255 v.dd.).



HADİS. Şi'îler, hadîsler hakkında, kendi husûsî gö­ rüşlerine göre hüküm vermek ve bunların ‘A li 'den veya iarafdarlarından sâdır olanlardan maadasını itimada lâyık saymamak itiyadında idiler. Binâenaleyh onların da bu bâbda kendi­ lerine mahsus kitapları mevcuttur; hepsinin ba­ şında olmak üzere, âtideki $ kitabın onlar ara­ sında büyük bir itibârı vardır: i. Muhammed b. Ya'küb al-Kulini (ölm. 388 = 939), a l-K â fi; a. Muhammed b.'A Ii b.Bâbüyaal-Kumtni (ölm. 381=991), Man la yahziruha ’l-fakih', 3. Muhammed al-Tüsi ( ölm. 459 = 1067 ), Tahzib al-ahkâm ile 4. (bunun hulâsası olan) Istibşâr fim a ’htalafa fih i ’l-ahbâr; 5. 'A li b. Tâhir al-Şarif al-Murtazâ (Ölm. 436=1044) ve­ ya kardeşi Râzi al-Din al-Bağdâdi, Nahc albatağa ( 'A li 'ye atfedilen sözler). Krş. C. Brockelmann, G Â L, I, 187, 404 v.d.; E. Seli, The fatih of Islâm (London, 1880, s. 69, not a ; Goldziher, ayn. esr., II, 148, not 4; ayn. mil., Beiirâge zar Litferaturgeschichte der S h fa , S S B A K . Wien, Phİl.-hist. Cl., LXXVIII (1874 ), s. 508. V . H a d î s l e r i n t a k r i r i . Dinî ilmin, bil­ diğini kendisi de başkasından şifahî surette öğrenmiş olan bir muallimin takriri ile Öğreni­ lebileceği hakkmdaki umûmî müslüman kanaati ( krş. C. Snouck Hurgronje, ZD M G , L, 145 ), hu­ susîyle hadîs ilmi için pek eskiden beri riâyet edilen bir kaidedir. Hadîsi «işitmek* lâzımdı; hattâ bilgilerinin eminliği ile şöhret kazanmış hadîs hâmillerinin takrirlerini bizzat dinlemek için, uzun seyahatlere katlanmak bile âdet idi. Peygamber, muhtelif vesileler ile, f i talab al-cilm («ilim aramak maksadı ile* ) seyahati Allahın rızasını kazandıracak bir amel olmak üzere, tavsiye etmiştir. Bu talab seyahatleri ve bu usûlün ifrata vardırılın ası ( msl. bir takım mârûf âlimlerin hemen hemeu meçhûl olan bâzı hadîsleri sâdece «kulakla duymak* maksadı ile, pek uzak memleketlere gitmiş olmakla övünmeleri g ib i) hakkında bk. Goldziher, ayn. esr., II 175 — *93 ‘ Hadîs dersleri muallim tarafından takrir edi­ lirdi. Talebenin birinin bir nüshadan okuması ve diğerlerinin dinlemesi, okunan şey üzerine mualli­ min icâbında tashihler yapması ve izahat vermesi de bu hususta, ekseriya, tatbik edilen bir tedris tarzı idi. Bu tarzda dahi, okuyucudan işitilmiş olan hadisler için ,,N. N. ( hoca ) bana tebliğ etti* ( haddaşani yahut ahbarani ve buna kira at ‘ alayhi, «hadîs kendisine okutularak* kelimesi ilâve edilirdi) denirdi. Bir hocanın idâresi al­ tında bu tarzda okunan hadîsleri dinlemiş olan kimse de, onları başkalarına tebliğ ede­ bilirdi ve bunnn için ekseriya hocasından bir içâçct ( icazet; hadîsleri yaymak için, ruh­



53



sat veya müsâade) alırdı. Mamafih hadîs­ lerin takririnde kadîm usûle her vakit riâ­ yet edilmezdi. Ekseriya yazılı metinlerin is­ tinsah ve mukabelesine ehemmiyet verilerek, takrir usûlü büs* bütün terk olunur idî. Bu hâl­ de hadîsleri istinsah etmekle iktifa edilerek, bunların neşri, mûtad olan haddaşani ( yâni „N. N. bana tebliğ etti" ) formülü ile, gûya bu hadîsler doğrudan-doğruya hocanın ağzından işitilmiş gibi, yayınlanırdı, icaza âdetinin taf­ silâtı ve bunun İslâm âleminde nasıl bozularak, mâhiyeti değiştiği hakkında bk. Goldziher, ayn. esr., II, 188— 193; A . Sprenger, ZD M G, X, 9 v.dd.; W. Ahlıvardt, Kaini, der arab. HSSder Kgl. Bibliothek zu Berlin, I, 54— 95. Hadîslerin yazılı tesbiti ( kitâbat al-hadîs ), bidayette, bâzı muhitlerde tamamıyla merdût görülürdü. Yalnız itimâda şâyân kimselerin ha­ fızalarında duran ve sözle nakledilen hadîsle­ re inanılır ve ekseriyetle gayr-i tam vesikalar­ dan kâfi bir sihhat ve mutabakattan mahrum olarak, istinsah edilen metinlere itibâr edilmez­ di ; krş. İbn 'Asâkır 'in tavsiyesi: — «Hadîs toplamak için, gayretle çalış ve metin tahrifi marazı ile mâlûl olmaması için, hadîsi yazılı vesikalardan değil, insanların kendilerinden Öğ­ ren* (Goldziher, ayn. esr., II, 200). Bununla beraber kâğıda ve kitaba müracaattan tamamiyle içtinâp etmiş olan âlimler, dâima müs­ tesna olarak, gösterilirler ve hadîslerin yazı ile tesbit edilmesi, en eski devirde bile bir taâmül hâlini almış gibi görünmektedir. O za­ manlar bu tarzda yazı, sâdece hafızaya destek gibi kullanılarak, hakikatte ilmin satırlarda değil, «kalplerde* ( şuiür 'da değil, şudur 'd a ) hıfzedileceği tasavvur ediliyordu. Hadîslerin yazı ile tesbiti ve bu tarza karşı serdedilen tenkit­ ler hakkında tafsilât için bk. Goldziher, ayn. esr., II, 194— z o z ; ayn. mil., ZDMG., L, 475, 489; LXI, 862; A . Sprenger, ayn. esr., X, I v.dd.; ayn. mü., Journ. o f the Asiat. Society o f Bengal, X X V , 303— 329. B i b l i y o g r a f y a ' . Metinde adı geçen eser ve tetkiklerden başka b k .: al-Bokharı Les iraditions islamiqes, O. Houdas ve W. Marçais taraflarından tercüme edilmiş ve hâşiyeler ve indeks ilâve olunmuştur ( Public. de l’Ecole des langues orientales vivantes., 4. seri, VI v.d.), I— III, Paris, 1903— 1908; F. Peltier, Le livre des testaments du Çahîk d’el Bokhâri, izah ve şerhleri ihtiva eden tercümedir ( Paris, 1909 ) ; ayn. mil., Le livre des ventes da Çahth d’El-Bokhâri, izah ve şerhli tercüme ( Paris, 1916 ) ; ayn. mil., L e livre des ventes du Mouzoattû de Mâlik ben Anas ( izahlı ter­ cüme, Cezayir, 1911 ); W. Marçais, Le taqrîb de d‘En-Naaşka bk. bir de Arberry'nra India ramürsel Venediklilerin eline geçmiş ve bu sene Oflice 'teki farsça basmaların katalogu. Hâfiz halk arasında »kalyonlar yılı" adı ile meşhur hakkında Avrupa 'da yazılan en meşbûr tetkik olmuştu (K ara Çelebî-zâde, Ravzat al-abrâr, E. G. Browne 'un A History o f Persian L i­ Bulak, 1248, s. 512 ). Bâzı müellifler, msl. Kâteratüre under Tartar Dominion ( Cambridge, tib Çelebî ( Tuhfat al-kibâr f i asfar al-bihâr, 1920, s. 271— 319 ) 'da'ki yazısıdır. Tezkire­ İstanbul, 1329, s. ıo ı ), Hafız Ahmed Paşa'nin lerin verdiği malûmat Halhali basması diba­ bu hâdiseden dolayı vak'anın hemen akabinde cesinde görülür. Hâfiz hakkında eski kitâbi- azledildiğini kaydederler ise de, Ahmed Paşa'nin yâtı ve Hâfiz 'ra ne zaman ve nasıl Avru­ İstanbul'a döndükten sonra, 1017 zilkadesini pa 'ya girdiği hakkında mufassal malûmat A . Tersâne-i âmirede, donanma işleri ile hummalı Krimskiy 'nin yazdığı çok kıymetli bir kitabın­ bir surette meşgul olarak, geçirdiğini ve padi­ da bulunur ( H afiz ta yogo pisni, Kiev, 1924 ). şah Ahmed 1. 'in onun bu faaliyeti ile yakın­ Goethe 'de Hâfiz hakkında bk. H. H. Schae- dan alâkadar olduğunu (Abdülkâdir Efendi, Top­ der, Coethes Erlebnis des Ostens . . . , s. 105 çular kâtibi tariki, Es'ad Efendi kütüp., TY, — 122. Hâfiz gazellerinde tasvir edilen mey­ nr. 2151, var. 149° ) göz önünde tutarsak, Kâtib hane hakkında bk. George Jacob, Das Wein- Çelebî ve diğerlerinin hatâ ettiklerini kabul haus nebst Zubehör nach den Gazeten des etmek icâp eder. Nitekim Hafız Ahmed Paşa İfâ fiz ( Cari Bezold, Orientaliscke Studien, 'nin, 1018 iptidasında Şam beylerbeyiliğine tâ­ Theodor Nöldeke zum 70. Geburtstage, s. 1055 yin edilinceye kadar, kapudan-ı deryalığı mu­ — 1076). — Hâfiz hakkında yazılan en esaslı hafaza etmiş olması da, bizim mutâleamızı kuv­ tetkik Kâsim Gani 'nin, Bahş dar âşâr u vetlendirir mâhiyettedir. Mezkûr sene bidaye­ af kâr ız ahvâl-i Hâfi%' adlı eseridir; I. cild: tinde Şam beylerbeyiliğine getirilen Hâfiz Ah­ Târih-i ‘aşr-i Hafiz yâ târih-i Fars u mu­ med Paşa 'ya, Şam 'a giderken, gönderilen 25 zaf at u ayâlâi-i mucâvira dar karn-i koş­ muharrem 1018 tarihli bir fermanda, Akşehir tum (Tahran, 1321 = 1943), II. cild: Tâ­ 'de bulunup, o zamana kadar te'dip olunama­ rih-i tasavvuf dar İslam u tatavvurât u yan bâzı eşkıyanın tenkili emredildiği gibi tahavvulât-i muhtalifa-i ân az şadr-i İslâm ( Başvekâlet arşivi, mühimme defteri, 78, s. • tâ ‘aşr-i Jfâfiz ( Tahran, 1322 = 1944 ); R. 527 ), 27 muharrem tarihli ikinci bir ferman Lescot, Essai d’une ckronoîogie de Voeuvre ile de Adana civarındaki Külek kalesine ka­ de Hafiz ( Buletin d'etudes orientales, IX, panarak, gelene-geçene büyük zararlar ika eden 1942-43,3. 57— 100). £H, Ritter .) diğer bâzı isyan erbabının tecziye edilmeleri h â f iz a h m e d p a ş a , h a f iz a h m e d istenmişti ( Başv. arş., mühim, defteri, 78, s. PAŞA (156 4?— 1632) XVII. asır osmanlı s a d - 836 ). Hafız Ahmed Paşa bu işleri arzu edildiği r â z a m l a r ı n d a n d ı r . Filibe 'den neş'et et­ gibi neticelendirdikten sonra, i l rebiyülâhırda tiğini ve oralı bir müezzinin oğlu olduğu­ Şam 'a girdi (Muhibbi, Hulâşat al-aşar f i nu bildiğimiz Hafız Ahmed Paşa 'nin do­ a'yân al-kam al-hadi ‘ aşar, Mısır, 1284, I, 381 ). ğum tarihi hakkında kat'ı malûmatımız ol­ Hâfiz Ahmed Paşa 'nra işi burada da sıkı tut­ mamakla beraber, ilk sadâreti münâsebeti ile tuğunu, bu arada Havran civarında şakavet Venedik balyosunun raporunda yaşının 60 ola­ ile meşgul olan Yusuf-oğlu Reccâl ve S ü ­ rak kaydedildiğini gözönünde tutarsak ( J. v. leyman gibi şakilerin haklarından geldiğini Hammer, Devlet-i osmaniye tarihi, türk. trc. ve bu hizmetinin padişah tarafından takdir Mehmed Atâ, İstanbul, 1333, VIII, 50, not 3), edildiğini biliyoruz ( Başv. arş., mühim, def­ doğum tarihini, 971 (1564) olarak kabul etme­ teri, 78, s. 247 ). 28 cemâziyelâhır 1019 ta­ miz pek yanlış olmaz. Hayatının ilk zamanları rihli bir ferman ile, o sırada İran üzerine hakkında hemen hiç bîr şey bilmediğimiz Hafız sefer icra eden sadrâzam Kuyucu Murad Pa­ Ahmed Paşa, takriben 15 yaşlarında iken, İstan­ şa'ya, en kısa bir zamanda, iltihakı emredilince bul 'a gelmiş ( Şahri-zada Mehmed Sa‘id, Zubdat ( Başv. arş,, mühim, defteri, 79, s. 402 ), he­ al-ahbâr al-maia’allika bı l-bihâr, Üniversite men yola çıkan Hâfiz Ahmed Paşa Teş-



7*



HAFIZ AHMED PAŞA.



suy mevkiinde orduy-i hümâyûna ulaşarak, or­ dunun sağında yer almıştı ( Abdülkadir Efen­ di, ayn. esr., 157*» ). Orduy-İ hümâyûn ile Teb­ riz civarına kadar giden Hafız Ahmed Paşa 'nın, kışın yaklaşması dolay ısı ile, seferin ertesi seneye bırakılması üzerine, geri döndüğü anla­ şılıyor. Hafız Ahmed Paşa 'nın. Şam beylerbeyiliği esnasındaki icraatının en mühimmini Ma1an*oğlu Fahr al-Din 'e veya, daha umûmî bir tâbir ile, dürzîlere karşı kazandığı muvaffaki­ yet teşkil eder. 1022 senesinden beri isyan hâ­ linde bulunan Ma'an-oğlu üzerine, kendi aske­ rinden başka, Haleb, Maraş, Adana ve Trablus Şam askerine de 1023 senesinde serdar tâyin edilen Hâfız Ahmed Paşa ’ya, Zagarcıbaşı Hü­ seyin A ğa vâsıtası ile de, ayrıca 3.000 yeniçeri gönderilmişti (Abdülkadir Efendi, ayn. esr., 173b ; krş. Naimâ, ayn. esr., II, 120 v.d. ; Kara Çelebî-zâde, ayn. esr., s. 527). Hafız Ahmed Paşa, 30.000 kişiye yakın bir kuvvet ile, Fahr al-Din ’in üzerine yürüdü. Oldukça uzun süren muhasara esnasında çok sarp yerlerde bulunan kalelerden hiç birini ele geçirememekle bera­ ber, aldığı ağır vergiler dol ayısı ile Fahr alDin ’e karşı ahâlide mevcut olan memnûniyetsizlikten istifâde eden Hafız Ahmed Paşa Fahr al-Din'in en yakın adamlarını dahi kendi tarafına celbe muvaffak olmuştur. Hâfız A h ­ med Paşa dürzîlere karşı giriştiği mücâde­ leye devam ederek, bir kısım dürzî topluluklarını inkıyad altına aldığı gibi, bir çoklarını da kat­ letmiş ise de, Dayr al-Kamar 'i zapta muvaffak olamamıştır. Hâfız Ahmed Paşa 'nın, 1027 sene­ sinde, Erzurum beylerbey iliğine nakledilmesi ( Abdülkadir Efendi, ayn, esr., 195" ) dürzîlere karşı girişilen harekâtın neticelenmesine mâni olmuştur. Osman II., Hotin seferinden avdetinde, 1031 senesi başlarını Edirne'de geçirdiği sıra­ da, Hâfız Ahmed Paşa 'yı Diyarbekir beylerbeyiliğine getirerek, Kara-Kaş Mehmed Paşa 'ya namzet olan hemşiresini de Hâfız Ahmed Pa­ şa 'ya tezvic etmişti ( Abdülkadir Efendi, ayn, esr., 220b; krş. Hammer, ayn, esr., VIII, 213, not 3 ). Padişah, yine aynı sene zarfında, Ana­ dolu cihetinde sefere karar verince, Diyarbekir beylerbeyi Hâfız Ahmed P aşa'ya da alelacele İstanbul 'a gelmesi ferman olunmuştu. Ahmed Paşa, 1031 (1622) ortalarında, Maltepeye ge­ lerek, şehre dâhil olmak için iznin çıkması­ nı beklerken, „vak’a-i Osmaniye" vukua gelmiş ve vak'anın başlıca faili sadrâzam Dâvud Paşa, her hâlde Hâfız Paşa 'nın Maltepe 'de bulun­ masından kuşkulanmış olacak ki, bir kapıcıbaşı göndererek, onu İstanbul 'dan uzaklaştır­ mıştı ( Kara Çelebî-zâde, ayn. es?-., s. 549 v.d.). Hâfız Ahmed Paşa 'nın Diyarbekir'e avdetini müteakip, maktûl padişahın katiIIeripdeR inti­



kam almak istediğini ve bu fikrini tatbik mev­ kiine koymak için, imkânlar aradığını gorüyoyoruz. Onun sultan Osman ile yukarıda bah­ settiğimiz sıhrî münâsebeti de göz önünde tu­ tulunca, bu maksadının te'mini için, her türlü vâsıtaya baş vuracağını tahmin etmek gâyet kolaydır. Nitekim Hâfız Ahmed Paşa 'nın ya­ kın adamlarından olup, o sırada Diyarbekir def­ terdarı bulunan müverrih Peçevî [ b. bk.] 'nin Hâfız Ahmed Paşa 'nın Abaza Mehmed Paşa ile, mezkûr maksadın te'mini için, gizliden-gizlîye muhabere ettiğini kaydetmesi de onun ga­ yesini tahakkuk ettirmek için uğraştığını gös­ termektedir. Fakat Abaza Mehmed Paşa işin veçhesini tamamen değiştirerek, hareketini hü­ kümete ve bütün hükümet kuvvetlerine karşı tevcih ettiği zaman, Hâfız Ahmed Paşa bunun mâkul bir yol olmadığını ve iyi netice ver miyeceğini evvelden gördüğü içindir ki, ilk kara­ rında sâbit kalmakla berâber, Abaza Mehmed Paşa 'yı giriştiği harekette yalnız bırakmıştır. Nitekim Peçevî de Ahmed Paşa 'nın gayesinin münhasıran Üsküdar 'a kadar gidip, maktûl pa­ dişahın katillerini talep etmek olduğunu tas­ rih eder (Peçevî, Tarik, İstanbul, 1283, II, 391 ). Gerek Hâfız Paşa 'nın hareketinden, ge­ rek Peçevî 'nin ifâdesinden anlaşılacağı vecihle, o velev meşrû bir sebebe bile dayansa, intikam almak ve suçluları tecziye cihetine gitmek ile hükümete karşı isyan etmek arasındaki farkı hiç bir zaman nazardan uzak tutmamış, hattâ daha ileri giderek, hükümete Abaza Mehmed Paşa 'ya karşı müteyakkız davranmasını ihtar­ dan da geri durmamıştır ( Abdülkadir Efendi, ayn. esr., 224b). Hâfız Ahmed Paşa gibi kıy­ metli bîr vezirin devleti epeyce bir zaman teh­ dit eden Abaza Mehmed Paşa üzerine gönde­ rilmemesini, onun evvelce Abaza ile miinâsebâtının hükümetçe goz önünde tutularak, her ikisi arasında yeni bir anlaşmaya varmaların­ dan korkulması neticesinde ittihaz edilen bir karar olarak da izah etmek mümkündür. Bü­ tün ısrarlarına rağmen, Bağdad beylerbeyiliğinin kendisine verilmemesi üzerine, Bekir Su­ başı 'nın Bagdad 'daki tegallübü [ bk. mad. BAGDAD ], 1032 ( 1623 ) senesinde, Bagdad beyIerbeyiliğîne tâyin edilen Süleyman Paşa 'nın Bekir Subaşı tarafından şebre kabul edilme­ mesi ile hâd bir şekil alınca, hükümet Bagdad 'a karşı kat’î harekâta geçmeğe karar vermiş ve bunun infazına Diyarbekir beylerbeyîsi Ha­ fız Ahmed Paşa me'mûr edilmiştir. Maraş, Si­ vas, Musul, Kerkük ve Kürdistan askerinden terekküp eden bir orduya serdar nasbolunan Hâfız \hmed Paşa'ya, kapıcı-başı Idris Ağa vasılası ile, Bagdad'1 Süleyman P aşa'ya zapt­ ettir ıpeşipi hüdirçp bir (ıatt-j humâyun iİç fcl-



H Â F IZ A H M E D P A Ş A .



Jıç ve kaftan gönderilmişti. Bagdad ahvâline yakından vâkıf olan kimseler, ezcümle Peçevî İbrahim Efendi, Hâfız Ahmed Paşa 'ya mevcut şartlar altında Bagdad 'ı almağa kalkışmasının, ahâlisinin ekseriyeti kızılbaşlardan terekküp eden şehrin acem şahının eline geçmesinden başka bir netice vermiyeceğini söylemişlerdi. Gerçi Peçevî Hâfız Ahmed Paşa 'nın, hiç bir söze kulak asmayarak Bagdad üzerine yürümekte İsrar suretiyle, kendi fikrini kabul etmediğini yazarsa da ( Peçevî, ayn. esr., II, 393 ) diğer kaynaklar Hâfız Ahmed Paşa'nın, mezkûr İdris A ğ a ile, İstanbul'a gödîderdiği arzında Bag­ dad eyâletinin şimdilik Bekir Subaşı ya tevci­ hini rica ettiği hâlde, ikinci bir ferman ile ev­ velki kararda İsrar olunduğunu kaydederler (Kâtib Çelebî, Fezleke, İstanbul, 1387, IJ, 40; ondan naklen Naimâ, ayn, esr., II, 271). Di­ ğer taraftan yine Peçevî 'nın, Hâfız Ahmed P aşa'ya isnad ederek, kullandığı bir cümle de Ahmed Paşa 'nın, her ne bahasına olursa-olsun, Bagdad üzerine yürümekte musir olmadığını gösterdiği gibi, Bagdad 'm, muvakkat bir za­ man için de olsa, elden çıkmasında asıl meş­ guliyetin o zamanki sadrâzam Merre Hüseyin Paşa 'ya düştüğünü te'yit eder mâhiyettedir. Aldığı ikinci ferman üzerine, Musul 'a müte­ veccihen yola çıkan Hâfız Ahmed Paşa, emrine verilen kuvvetlerin toplanmasını te'min mak­ sadı ile, 1032 senesi ramazan ve şevval ayla­ rını Musul'da geçirdiği sırada, mevcut kuvve­ tinin me'mûr edildiği seferi başarmağa kâfi olmadığını ileri sürerek, bu seferden feragat edilmesi için, hükümet nezdinde son bîr te­ şebbüste daha bulunmuştu. Fakat kapı kethü­ dası Cafer A ğa 'dan gelen mektuplardan, Bagdad üzerine yürümek istemeyişinin Bekir Su­ başı 'dan aldığı rüşvetlere mebni olduğu hu­ susunda İstanbul 'da dedi-kodular döndüğünü öğrenince, 19 zilkadede K erkük'e doğru yoluna devam etti (.Kâtib Çelebî, ayn. esr., II, 4 1; ondan naklen Naimâ, ayn. esr., II, 272). Ha­ fız Paşa, acele etmeksizin, yoluna devam eder­ ken, öncüleri Bagdad yakınlarına kadar sokul­ muşlardı. Bekir Subaşı bu fırsattan faydalana­ rak, Hâfız Ahmed Paşa Öncüleri ile harbe rae'mûr ettiği Osman kethüda vâsıtası ile, mezkûr öncülere karşı hidâyette bâzı muvaffakiyetler de kazanmıştı. Hâfız Ahmed Paşa bu vaziyet­ ten haberdar olunca, kısa zamanda öncülerine mülâkî olup, kuvvetlerini muhtelif dalgalar hâ­ linde ileri sürerek, hasınım yıprattığı gibi, ken­ disi de bir kısım kuvvetleri ile muharebenin en hararetli bîr ânında işe müdâhale suretiyle, Osman kethüda kuvvetlerini kat’î bir mağlû­ biyete uğratmış ve kızıl-başlara büyük zayiat yerdirmiştî ( Kâtib Çelebî, ayn. esr., II, 42 ;



krş. Nazmı-zade Murteza, Gülşen-i hulefâ, İs-, tanbul, 1143, var, 70*»). Hâfız Ahmed Paşa bu zaferden sonra, vakit geçirmeden, Bagdad 'a yürüyerek, kazandığı muvaffakiyetten istifâde te'min edebilirken, bâzı kimselerin ordu üzerine iranlınm geleceğini öne sürerek, muhalefetleri sekbanların da, para almadan, yerlerinden kalkmamaları neticesinde, 3— 4 günlük bîr te'hiri müteakip, şehri Kuşlar kalesi tarafından mu­ hasara etmek mülâhazası ile, Dicle 'y i geçerek, İmam Musa mevkiinde yer aldı. Bekir Subaşı Bagilad 'm sıkı bir abluka altına alındığını gö­ rünce, hâlinden nevmid olup, Şâh ‘Abbâs 'tan yardım talebinde bulunarak, şehri teslim ede­ ceğini vaad ettiği gibi, Hâfız Ahmed Paşa 'ya gönderdiği elçisi île de, Bagdad 'in kendisine verilmesi hakkmdakî arzusunu tekrarlamıştı. Hâfız Ahmed Paşa şahın ileri gelen kuman­ danlarından olan hanlar-hanı Karçığay 'ın, Bag­ dad '1 hemen terk etmediği takdirde, sulhun bozulacağı hususundaki sözlerine ehemmiyet vermemiş ise de, ‘Abbâs 'ın Bagdad '1 Bekir Su­ başı 'dan teslim almak için gönderdiği Hemedan valisi Şafı Kuli Hân 'ın Bagdad 'a yaklaş­ tığını haber almca, şehrin iranlılar eline geç­ mesini önlemek maksadı ile, ümerasının da fikrim aldıktan sonra, Bagdad eyâletine Bekir Subpşı 'nm tâyin emrini yazıp, Bagdad '1 her türlü tehlikeden korumasını bir mektup ile Be­ kir Subaşı 'dan rica etmişti ( Nazmî-zâde Mur­ teza, ayn. esr., var. 7 ı1*). Bekir Su-başı, Hâfız Ahmed Paşa 'ya gönderdiği cevabî teşekkür mektubunda, Bagdad 'ın kendisine verilmesinden duyduğu derin memnuniyeti kayd ile, Hâfız Ahmed Paşa 'nın Diyarbekir 'e dönmesini has­ saten rica ediyordu. Hâfız Ahmed Paşa aldığı bu cevap üzerine, Bagdad 'm Bekir Subaşı ta­ rafından müdâfaa edileceğine emin olarak, şim­ dilik en mâkul hareketin Bekir Subaşı 'yi mem­ nun etmek olduğuna kanaat getirerek, vakit geçirmeden, . Musul 'a müteveccihen, Bagdad 'dan ayrılmıştır ( Kara Çelebî-zâde Abdülaziz’in — ayn. esr., s. 558 — bu ayrılışı Hâfız Ahmed Paşa'nın korkaklığına hamletmesinin hakikat ile hiç bir alâkası görünmüyor). Hâfız Ahmed Paşa, Bagdad 'dan ayrıldıktan sonra da, şehrin mukadderatı ile yakından alâkadar olmuş ve Iran kuvvetlerine karşı Bagdad’ı müessir bir şekilde müdafaa eden Bekir Subaşı 'nm yardım taleplerini, imkân mertebesinde, yerine getirme­ ğe çalışarak, Musul 'da bulunduğu sırada Bagdad 'a zahîre yolladığı gibi, Bekir Subaşı 'nın imdat taleplerini arttırması üzerine, Musul beylerbeyi Kör Hüseyin P aşa'yı Bagdad yardımına gön­ dermekten de geri durmamış; bu arada kendisi de Mardin'e müteveccihen Musul'u terk etmiş­ ti. Kör Hüseyin Paşa ’nın Karçığay Han 'ip



74



HAFIZ AHMED PAŞA.



tu2agırta düşerek, Bagdad'a varmadan şehit nı kurmuş ve burada bir taraftan emrine veri­ edildiğini yolda Öğrenen Hafız Ahmed Paşa bu len kuvvetlerin toplanmasını beklerken, diğer habere çok üzülmüştü. Bekir Subaşı ise, İran­ tarafdan da zahîre tedariki ile meşgul olmuştu. lIlara karşı büyük bir şecaat gösterdiklerini, ve Hâfız Ahmed Paşa sefer tedârikleri ile uğra­ iranhlann bütün hücumlarını defettiklerini, lâkin şırken, ramazan sonlarına doğru gürcü hâkim­ âcil yardıma ihtiyâcı olduğunu bildirerek, Hâfız lerinden Magrav 'dan gelen mektupta gürcüle­ Ahmed Paşa 'dan bu yardımı te'min etmesini rin iranltları büyük kayıplara uğrattıkları, musırrâne istiyordu. Hafız Ahmed Paşa, bilfiil Gürcistan 'a geldiği takdirde Karabağ, Gence yardım edecek kudrette bulunmadığı cihetle, ve Şirvan'ın derhâl kendisine itaat edecekleri keyfiyeti sadrâzam Kemankeş A li PaŞa 'ya kaydediliyordu. Bu mektubu getiren elçinin ka­ arz ile, iki ay Mardin 'de kalarak, gelecek bulü esnâsında hâzır bulunan Peçevî, Hâfız cevaba İntizar etmiş ise de, hiç bîr ses Ahmed Paşa 'dan bu fırsatı kaçırmamasını İs­ çıkmamıştı. Mamafih her şeye rağmen, Bekir rar ile istemiş ise de, Hâfız Paşa Bagdad sefe­ Subaşı Hafız Paşa 'nm tahmini vechi ile ıriuka- rine me'mûr edildiğini, Gürcistan 'a gidemeye­ vemete devam ediyordu. Fakat Bekir Subaşı ceğini söyleyerek, yalnız Batum beylerbeyisi 'nın oğlu Mehmed'in beklenmeyen İhaneti hem Ömer P aşa'yı Gürcistan üzerine serdar tâyin Bagdad 'm iranhlann eline geçmesine sebep ol­ etmekle ve bir mıkdar yeniçeri göndermekle muş [ bk, mad. BAGDAD ], hem de epeyce bir za­ iktifa etmiştir. Peçevî, böyle bir fırsatı kaçır­ mandan beri her türlü takviyeden mahrum Ha­ dığından dolayı, Hâfız Ahmed Paşa 'yı muahafız Ahmed Paşa 'nın kuvvetlerini, Bagdad 'm ze eder ( ayn. esr., II, 404 v.d.). Kâtıb Çelebi zaptı ile serbest kalan ve kazandıkları muvaf­ Peçevî 'nin fikrine iştirak etmeyerek, Hâfız A h ­ fakiyet dolayısı ile, kuvve-i mâneviyeleri yetin­ med Paşa 'nın mezkur sefere gitmemekle bir şey de mühim Iran birlikleri karşısında, çok müşkil kaybetmediğini ve Gürcistan 'da kazanılacak bir vaziyette bırakmıştı. Bu hâlin tabi'î bir neticesi zaferin Bagdad zaptına müessir olamayacağı muolarak, Kerkük ve Musul şahın ileri gelen ku­ tâleasında bulunur { ayn. esr., II, 68 v.d.). Naimâ, mandanlarından Kasım Hân 'ın eline geçti. Kâ- hiç bir fikir serd etmeden, her iki görüşü de sim Hân 'm, bununla da iktifa etmeyerek, Diyar- kaydeder { ayn. esr., II, 348 ). Hâfız Ahmed Pa­ bekir 'de dahi müsait zemin araması üzerine, şa, bir müddet daha Çermik sahrasında kaldık­ Hâfız Ahmed Paşa, her ihtimâle karşı, Diyar- tan sonra, zilhicce başlarında oradan hareket ile bekir 'de Dağ-kapısı 'ndan Rûm-kapısı 'na kadar ( Fezleke, II, 75; Abdülkadir Efendi, ayn. esr., imtidat eden küçük bir hisarın inşasını üç ayda var. 236b hareket tarihini yanlış olarak 103$ tamamlatmıştı. Kış esnasında vezir-i âzamdan saferi sonlarında gösterir ), Musul 'a varmış ve aldığı emir gereğince, Hâfız Ahmed Paşa Mu­ askere zahîre tevziini müteâkip, yoluna devam sul tarafına teveccüh etmiş ve Küçük Ahmed etmişti. 1035 muharreminde Kerkük 'e gelen A ğa ( P aşa) vâsıtası ile, Musul 'u Kâsim Hân Hâfız Ahmed Paşa orada maiyeti erkânı ile 'dan istirdat ettirmiş ve kendisi de, Mardin 'e yaptığı bir müşaverede toplarının az olduğunu, uğradıktan sonra, Diyarbekir 'e avdet eylemişti. doğrudan-doğruya Bagdad 'a yürümektense, ev­ Bu suretle Hâfız Ahmed Paşa şarktaki kayıp­ velâ Derne ve Dertenk boğazını tutmağı ve sonra ları kısa bir zamanda telâfi etmiş, fakat Bag­ Bagdad üzerine dönmeği teklif etmiş, fakat o bu dad da elden gitmiş oluyordu. fikrini kabûl ettirememiş ve doğru Bagdad 'a Abaza Mehmed Paşa üzerine yaptığı riiuvaffa- gitmeğe karar verilmişti. Bu karar mucibince kiyetli seferden sonra Tokat 'ta istirahate çekilen yola devam edilerek, 12 safer 1035 (13 teşrin sadrâzam Çerkeş Mehmed Paşa Bagdad harekâtı­ II, 1625 ) 'te Bagdad etrafında M etris'e giril­ na başlayamadan vefat edince (18 rebiyülâhır miş ve şehir Karanlık-kapı tarafından tazyika 1034), yeniçeri ağası Husrev Ağa f Paşa) ve baş- başlanmıştı. Askeri teşcî etmek için, Hâfız A h ­ defterdar Bakî Paşa yeni serdar tâyin edilinceye med Paşa Metris 'te yatıp-kalkıyor ve hiç bir kadar zaman geçeceğini, Diyarbekir beylerbeyisi fedakârlıktan çekinmiyordu. İki ayda 52 yerden Hâfız Ahmed Paşa 'nın, Bagdad ahvâlini bilir bir lağım yürütüldü ise de, mahsurlar hepsini vak­ vezir olması dolayısı ile, sadârete tâyininin çok tinde keşfetmişlerdi. Muhasaranın 72. günü pat­ yerinde olacağını İstanbul'a arzetmişlerdi. Bu layan bir lağımın açtığı gedikten içeri giren teklif muvafık görülerek, Hâfız Ahmed Paşa askerler de bağdadiıların yarığın arkasında al­ sadârete getirilmiş, serdarlık emri de, kapıcılar dıkları tedbirler neticesinde, tamamen mahvol­ kethüdası ile, cemâziyelâbır sonlarında Diyar­ muşlardı. Bu sırada Şâh ‘Abbas ın önce Zeynel bekir'e gelmişti. Bunun üzerine Hâfız Ahmed Han vasıtası ile, sonra bizzat kendisinin Diyâle Paşa 27 recepte Diyarbekir 'den çıkarak, Çer­ nehrini tutarak, Şat suyundan Osmanlı ordusu­ mik ( Fezleke, Naimâ, Hammer, yanlış olarak, na zahire getiren keleklerin yolunu kesmeleri Çevlik diye kaydederler) sahrasına karargâhı­ Hâfız Paşa kuvvetlerini güç vaziyette bırakmış-



HAFIZ AHMED PAŞA. tı. Maiyeti erkânı ile yaptığı bir toplantıda Hâfız Ahmed Paşa hadis olan yeni vaziyeti izah etmiş, fakat her ne bahasına olursa olsun, muhasaraya devama karar verilmişti. Bundan sonra Hâfız A h ­ med Paşa bir taraftan Bagdad 'ı muhasara eder­ ken, diğer tarafdan Ş a h ‘Abbâs ile de çarpışmak mecburiyetinde kalmış ve Şahın 12 ramazanda yaptığı hücum Osmanlı ordusuna büyük ka­ yıplar verdirmişti. Bu muharebede Hâfız Ahmed Paşa, elinde ok ve yay olduğu hâlde, bütün kuvveti ile çalışmış, osmanlı ordusu ancak o sırada zuhûr eden toz sayesinde, kat'î bir hezimetten kurtulmuştu. Sıcakların artması osmanlı ordusundaki humma vakıalarım hemen umûmî bir hâle getirmiş ise de, Hâfız Ahmed Paşa her şeye rağmen muhasaraya devam edi­ yor ve şahın elçisi Tohta Han ile, Bagdad ’daki hanlılara dokunmamak gibi, bâzı tâvizler vere­ rek Bagdad’m osmanlılara terki hususunda hemen-hemen bir anlaşmaya varmış bulunu­ yordu. Lâkin tam bu esnâda askerin, hiç bir yiyeceği kalmadığından bahs ile, ayaklanması ve Hâfız Ahmed Paşa 'yı bundan mes'ûl tuta­ rak, Imam-ı âzâm kalesine hapse teşebbüs ede­ cek kadar ileri gitmeleri ancak bâzı -nufuzlu ihtiyarların tavassutu ile önlenmiş, Hâfız Ahmed Paşa da, askerin arzusuna mukavemet edeme­ yerek, Bagdad 'ın teslimine ramak kaldığı bir sırada, muhasarayı ref'etmişti ( 8 şevval 1035 — — 3 temmuz 1626). Bu vaziyetten son dakikada haberdar olan Şâh ‘Abbas, Hâfız Ahmed Paşa 'nın elçisi Mustafa çavuşu yoldan çevirterek, giden askere şehrin teslim edilemeyeceğini bil­ dirmişti. 9 aya yakın süren Bagdad muhasara­ sının böyle muvaffakiyetsizlik ile neticelenme­ sinde başlıca âmiller Hâfız Ahmed Paşa 'mn nefsine güvenmesi ve hasmtm küçümsemesi, buna mukabil maiyeti erkânının fikirlerine fazla ehemmiyet vererek, Deme ve Dertenk misa­ linde olduğu gibi, kendi mâkul fikirlerinden fedakârlıkta bulunması ise de, bütün mes’ûliyeti Hâfız Ahmet Paşa 'ya yüklemek de doğru de­ ğildir. Çeşitli sebepler muhasaranın akîm kal­ masında birbirine inzimam etmiştir. İkmâl yol­ larının hemen tamamiyle Şâh ‘Abbâs kuvvetle­ rince kontrol altında bulundurulması, muhasa­ ranın son aylarında, şiddetli sıcaklar yüzünden, ordunun büyük bir kısmının hummaya tutula­ rak, sabır ve tahammülünün zaafa uğraması, Diyarbekir beylerbeyisi Murad Paşa ile Hâfız Paşa ’nın aralarının açık olması bu çeşitli se­ bepler arasında sayılabilir. Mamafih bütün bun­ lara rağmen, tam sulh yolu ile Bagdad 'ın tes­ lim alınacağı bir sırada askerin dönmeğe kalk­ ması Hâfız Ahmed Paşa 'nın asıl talihsizliği olmuştur. Bagdad'dan ayrılmasını müteâkİp geri çekilirken de Şâh ‘Abbâs 'in hücumuna uğrayan



75



Hâfız Ahmed Paşa çok gayr-ı müsait şartlar altında yaptığı muvaffakiyetli bir muharebeyi müteâkip, Musul 'a gelerek, bir ay kadar orada kaldıktan sonra, son baharı Diyarbekir 'de ge­ çirmiş ve kışlamak üzere de Halep 'e gitmiştir (Abdülkadir Efendi, ayn. esr., 239b). Hâfız Ahmed Paşa daha Halep 'e gitmeden önce, padişah dan gelen bir hatt-ı hümâyûnda, Bagdad seferinde çektiği meşakkatin kendisince bilin­ diği kaydolunduktan sonra, ya Diyarbekir ya­ hut Halep 'te gelecek sene Bagdad üzerine yapılacak sefer tedâriki ile meşgûl olması Ha­ fız Ahmed Paşa 'dan istenilerek, en büyük ga­ yesinin Bagdad 'ın fethi olduğu belirtiliyordu (Feridun Bey, Münşaât, İstanbul, 1275, II, 173 v. dd.J. Bu hatt-ı hümâyûndan padişahın Hâfız Ahmed Paşa 'yı azletmek niyetinde olmadığı anlaşılıyor ise de, aradan bir kaç ay geçmeden, 12 rebiyülevvel 1036 'da kaymakam Receb Paşa sarayında yapılan bir toplantıda Hâfız Ahmed Paşa 'nın azline karar verilmişti. Sadâretten azl­ edilen Hâfız Ahmed Paşa, 14 cemâziyelâhırda Halep 'ten hareket ederek, recebde İstanbul 'a gelmiş, padişahın hemşirelerinden Ayşe Sultan ile evlenerek, vezir.i sânî olmuştu. Hâfız Ahmed Paşa bir müddet ikinci vezirliği muhafaza et­ tikten sonra, 1038 'de üçüncü vezirliğe tenzîl edilmiş ve 29 rebiyülevvel 1041 'de Husrev Paşa 'nın azli üzerine, ikinci defa sadârete getiril­ miş idi. Hâfız Ahmet Paşa 'nın sadârete getirilmesini çekemeyen kaymakam Receb Paşa, muhitin bir ayaklanma için müsait bulunmasını göz önünde tutarak, askerin mâzûl sadrâzam Husrev Paşa 'ya olan sevgisinden de istifâde ile, Husrev Paşa tarşfdarlarmın 1041 recebinde A t meydanında toplanmalarını ve Hâfız Ahmed Paşa v.b. '1arın m kendilerine teslimini istemelerini mümkün kıl­ mıştı. Bayram Paşa 'nın îkazına rağmen, Hâfız Ahmed Paşa divana gitmekte ısrar ederek, bâb-ı hümâyûndan içeri girip, hastalar odası önüne geldiği zaman, zorbalar üzerine hücum etmişler, adamları Hâfız Ahmed Paşa 'yı, ya­ ralı bir hâlde, güçle hastalar odasına sokabil­ mişlerdi. Hafız Ahmed Paşa padişahın huzu­ runa girip, mühr-i şerifi sultan Murad 'a tes­ lim ile, vukua gelen vaziyeti anlatarak, saklan­ mak için, padişahtan müsâade almış ve Üskü­ dar'a geçmek üzere, Yalı-Köşkü 'nden kayığa binmişti ( Naimâ, ayn. esr,, III, 86 v.d.; Peçevî, ve Kâtib Çelebi Hâfız Ahmed Paşa 'nın o ge­ ceyi kendi sarayında geçirdiğini yazarlar ve Üsküdar a geçmesinden hiç bahsetmezler ). Ha­ fız Ahmed Paşa 'nın saklanması için müsâade eden sultan Murad, vaziyetin vahamet kesbettiğini görünce, Hâfız Ahmed Paşa 'yı geri çağırtmıştı. Bİr müddet padişah ilç Bâbiisşaâde 'de



76



HÂFIZ AHMED PAŞA.



• duran Hafız Ahmed Paşa fitnenin yatışmayaca­ ğını, âsîlerin istekleri yerine getirilmediği takdir­ de, padişahı dahi hal’den çekinmeyeceklerini . anlayınca, sultan Murad ’ı kurtarmak için, büyük bir cesaret ile ileri atıldı ve dÖğüşe-ddğiişe öldü. . Peçevî, Kâtib Çelebî ve Nev'î-zâde A tâî ( Zeyl-i şakayık, İstanbul, 1268, II, 769 ), katil tarihini 19 receb salı günü vuku bulmuş olarak gösterirler. Naimâ, hâdiseyi gayet tafsilâtlı bir şekilde an­ lattığı hâlde, gün tasrih etmez. J. v. Hammer ( ayn. e s r IX, 140 ). Hafız Ahmed Paşa 'nın kat­ lini Naimâ Man naklen vermekle berâber, her hâl­ de istidlal tariki ile olacak, katlini 18 receb ola­ rak gösterir. Hâfız Ahmed Paşa, vasiyeti mucibin­ ce, Üsküdar ’a gömülmüştür. Hâfız Ahmed Paşa dindar ve mağrûr bir kimse olup, tarihe dahi in­ tikal eden hazır cevaplığı onun parlak zekâsına bir delildir, Hâfız Ahmed Paşa büyük asker top­ luluklarını idârede kâfi derecede dirayet gös­ terememekle berâber, muhakkak ki, fedakâr ve cesûr bir İnsan idi. Hâfız mahlası ile şiirler yazdığını bildiğimiz Hafız Ahmed Paşa 'nın, dağınık bir şekilde, muhtelif yerlerde rastlanan -manzumeleri ( msl. bk, Nazmî-zâde Murteza, ayn. esr., var. 71*») arasında, Bagdad seferi esnasın­ da, sultan Murad 'a gönderdiği manzûm şikâyet­ namesi epeyce meşhurdur ( Naimâ, ayn, esr,, II, 393 )■ îlm-i aruza da vukufu olan Hâfız A h ­ med Paşa 'nın Şam beylerbeyiliği esnâsında, aruz ilminde ikinci bir Halil diye tanınan Zayn al-Din 'i imtihan ettikten sonra, Şam . medresesesine tâyin etmesi { Muhibbi, ayn. esr., I, 381 ) onun aruzdaki bilgisine kuvvetli bir delildir. Osmanlı tarihinde Filibeli Hâfız Ahmed Pa­ şa Man başka da Hâfız Ahmed Paşa namı ile mâruf bir çok kimseler bulunup, bunlar ara­ sında en meşhurları Hadım ve Köprülü-zâde Hâfız Ahmed Paşalardır. Bunlardan bilhassa Hadım Hâfız Ahmed Paşa, Filibeli Hâfız A h ­ med Paşa ile, çok defa yekdiğerine karıştırıl­ maktadır. Fâtih yangınında yanan ye bugün dahi Filibeli Hâfız Ahmed Paşa 'ya izafe edi­ len Karaman çarşısındaki cami, medrese ve se­ bil gibi hayrat ( Hüseyin Ayvansarayî, Hadikat al-cavami, İstanbul, 1281, I, 87 v.d.; İz­ zet Kumbaracılar, İstanbul sebilleri, İstanbul, 1938, s. 21), zannmıızca, Hadım Hâfız Ahmed Paşa 'ya ait olsa gerektir. Yine Flügel ( Wİen, 1865, I, 6 0 ) 'de Hâfız Ahmed Paşa kütüpha­ nesinin defteri olarak gösterilen ve tercüme-i hâl kısmında verilen malûmatta her iki Hâfız Ahmed Paşa 'nın birbirine karıştırılmasından, kim olduğu iyice anlaşılamayan şahsın da Ha­ dım Hâfız Ahmed Paşa olduğu, bugün Süleymaniye kütüphanesine mülhak olarak bulunan Hâfız Ahmed Paşa kitaplarının üzerindşki vakıf



mührünün 1012 tarihini taşımasından, kolayca anlaşılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ' . Hâfız Ahmed Paşa 'nm hâl tercümesi hakkında bazılarını me­ tinde de zikrettğimİz biyografya eserleri ara­ sında nisbeten ihticaca sâlih olanları Mu­ hibbi ve Şehrî-zâde 'nin yukarıda adı geçen eserleridir, A tâ 'nın Enderun tariki ( İstan­ bul, II, 56 v.d.) Osman-zâde Tâib ( ffadikat al-vuzarâ\ İstanbul, 1271, s. 73 v.d.) 'in kötü bir kopyesİdîr. Râmiz Paşa-zâde Mehmed 'in Kapudân-ı derya ( İstanbul, 1261 ) 'sı da bu cins eserler arasında gösterilebilir. — T a r i h l e r . H â f ı z Ahmed Paşa ile alâkalı vekayii yazan tarihler arasında, bir çok kıy­ metli malûmatı ihtiva ettiği hâlde, şimdiye kadar üzerinde durulmamış olanı Abdülkadır Efendi 'nin yukarıda adı geçen eseridir. Nai­ mâ, yukarıda da belirtmeğe çalıştığımız vecihle, umumiyetle Fezleke 'yİ aynen nakletmiş­ tik Feçevi 'nin yine metinde zikri geçen ese­ rinde Hâfız Ahmed Paşa 'nın hayat ve şah­ siyetine âit müşâhedelere müstenit bâzı ma­ lûmat bulunur ise de, Bagdad vekayii çok muhtasar yazılmıştır. Haşan Bey-zâde ( Ta­ rih, husûsî kütüphanemizdeki nüsha ); So­ lak zade ( Tarih, İstanbul, 1297, s. 740, v.d, 750); Şeyhî, Vakayı -i fuzalâ (Üniversite kütüp. TY, nr. 81, s. 74 v.dd.) ve Kara-Çelebîzâde 'nin metinde zikrettiğimiz eserinde, Hâfız ' Ahmed Paşa hakkında, fazla bir bilgi yoktur. Mustafa Sâfî Efendi 'nın Zubdat al-tavarih ( Veİiyüddin kütüp. nr. 2429 ) 'inde de Hâfız Ahmed Paşa'ya âit.. malûmat var ise de, Anadolu Ma bulunduğu cihetle, bu ese­ ri göremedik. Evliya Çelebî Seyahatnâme ( İstanbul, 1314, IV, 352,361, 400,403 ). Muah­ har tarihler arasında Hammer 'in metinde zikredilen eseri daha ziyâde notları itibârı ile mühimdir. Hayrullah Efendi ( Tarih, İstanbul, cüz 17 ) de bu arada kaydedilebilir. İskandar Münşi ( Târih-i ‘âlam-ârây-i ‘Abbasi, III, 701 v.d,, 727 v.d.); Rızâ Kuli Hân Hidâyat (Ravzat al-şafa-i Naşiri, Tahran, 1270, IV ) 'in Bag­ dad vekayii ile alâkalı kısımları, doğrudandoğruya Hâfız Ahmed Paşa 'ya âit görünme­ se bile, Bagdad muharebeleri hakkında İran görüşünü göstermesi bakımından, kayda şâyândır. — E c n e b î e s e r l e r . Rycaut 'un The History o f the Turkish Empire ( London, 1680), s. 9 v.d., 33.; Clement Huart, Histöire de Bagdad dans les temps moderns, Paris, 1901, 52 v.dd., 59 aynen Gülşen-i hulefû Man alınmıştır ) ; Lammens, La Sgrie ( Bey­ rut, 1921), II, 76 v.d. — E d e b î k a y n a k 1 a r, Riyâzî, Tezkire ( Üniversite kütüp., nr. 761, var, 44a); Belîg, Tezkire (Üniyer-



HAFIZ ÂkMEÎ) PAŞÂ — HÂFIZ RAHMET ÜAN. site kütüp., nr, 1182, var. 156)5 Nef’î, Divan (Bulak, *252), s. 92-—xoo; Azmî-zâde Hâletî, Münşaât (Üniversite kütüp., nr. 1916, var, 17®, 24b, 63®) ; Sarı Abdullah, Duştur al-inşa ( Üniversite kutup. nr. 3110, var. 274“— 27711 ; kapudân-1 deryalığı esnasında Hâfız Ahmed Paşa 'ya gönderilen ser darlık berâtını ihtiva eder) ; Hayriye Aydmalp, Fi­ libeli Hâfız Ahmed. Paşa ( Edebiyat fakültesi me’zûniyet tezi, 1946— 47, nr. 398; terkibi bir değeri olmayan bu eserde bâzı arşiv ve- sikalarından istifâde edilmiş ise de, bu vesi­ kalar da aynen kaydedilmemiştir ). ^ Orhan F. K öprülü.) HÂFIZ EBRÛ. HAFİZ-İ ABRU ( ? — 1430), iranlı c o ğ r a f y a c ı ve t a r i h ç i . Asıl adı Şihâb al-Din ‘Abd Allah b. Lutf Allah b. ‘Abd al-Raşîd al-Havâfi ('A bd al-Razzâk Şamar­ dandı 'nin yanlış ifâdesine istinâd eden Avrupa kataloglarında gösterildiği gibi, Nur al-Din Lutf Allah b. 'Abd Allah al-Haravi d eğ il) idi. 'Abd al-Razzâk 'a göre, Herat 'ta doğmuş ye Hemedan 'da tahsil etmiştir. Kendi eser­ lerinden yalnız şunları öğreniyoruz ki, Hâfiz-i Abru şatrançta üstadmış, Timur 'un asrayında bulunmuş ve bu hükümdar ile şahsî münâsebetleri varmış. Bu sâyede Timur 'un son harpleri ile vefatına ve belki Şâhruh 'un son harplerine dâir de bizzat görüp, şahidi olduğu şeyleri yazabilmiştir. Hâfiz-i Abru, 817 (1414/ 1415) 'de Şâhruh tarafından, o hükümdarın eline geçen ( Balhi-lştahri 'nin bir nüshası ol­ ması pek muhtemel) arapça bir yazmasını esâs tutarak, mücmel bir coğrafya kitabı yazmağa me'mûr edildi. Bu suretle yazılan ve hiç bir yerinde adı gösterilmemiş olan kitap, iki cilde ayrılmıştır. Birinci cild coğrafyaya âit bir medhâlden başka ( umûmiyetle garptan şarka doğ­ ru ) Magrıb 'ten Kirman 'a kadar muhtelif mem­ leketlerin târiflerini ihtiva eder; son iki ba­ bında, coğrafî tasvirlerden sonra, bahsi geçen memleketlerin, müellifin yaşadığı zamana ka­ dar, siyâsî tarihlerine dâir toplanan malûmat da nakledilmiştir. Müellif eserinin ikinci cildin­ de Horasan ve Mâverâünnehr 'in tarih ve coğ­ rafyasını daha mufassal yazmak istemiştir (yal­ nız Horasan 'dan bahseden bâb birinci cildin tamamından daha hacimlidir); lâkin bu cildin tam bir nüshası henüz bulunamamıştır ( Oxford, Bodleiana, Codex Fraser ıJS, Mâverâünnehr coğ­ rafyası ile sona erer; tarih kısmı eksiktir); diğer yazma nüshalar ise, yalnız Horasan 'a taalluk eden kısmı İhtiva etmektedir. Kozmografyaya dâir medhal 820 ( I417 ) 'de yazılmıştır. Birinci cilt 822 ( 14*9 ) de tamam olmuş ve ikinci cildde te'lif tarihî, yukankinin ertesi sene olmak üzere, gösterilmiştir. Aynı hükümdarın emri île, Hâ­



fiz-i Abrü'nun 820 ( 1417 ) 'de cihan tarihinin en mühim vukuatını bir kitap içinde toplaması icâp etmiştir. Bu işi kolay tarafından tutmak için, farşça Tabari tarihini, Raşid al-Din 'in Cami' al'iavarih 'inin büyük bir kısmını ve Nizâm al-Din al-Şâmi 'nin Zafar-nâma 'sini har­ fi harfine kopye ettirdi; bizzat ^afiz-i Abrü ise, yalnız, kendi eseri olarak, Camı al-tavâ­ rih (703 = 1304 'ten Timur 'un cülusuna kadar) 'in; ve Zafar-nâma (806— 819 = 1403— 1416 yılları vekayii ) 'nin devamlarını yazdı. Bunun tam bir nüshası İstanbul ( Damad İbrahim Paşa, kütüp., nr. 919 ) 'da mahfuzdur. 826 ( 1423 ) 'da, Hâfiz-i Abrü, emîr Baysungur [ b. bk.] ' için, dört cildlik bîr cihan tariki yazmağa başladı; ilk iki cild ( islâmdan evvelki zamanlar tarihî, Pey­ gamberin ve halifelerin tarih î) île dördüncü cildin ikinci kısmı ( 830=1427 'ye kadar Şâh­ ruh tarih i) zamanımıza kadar kalm ıştır; eser rîn en mühim kısmı olduğu muhakkak olan sonuncu kısım, son derece mühmel surette yazılmış bir yazma hâlinde mevcuttur ( Bodle­ iana, Elliot, 422); eserin kaybolan kısım­ larından en çok iktibaslar nakletmiş olan zât 'Abd al-Razzâk [b. bk.] 'tır. Son zaman İran muharrirlerinden Muhammed Haşan H in Zubdat al-tavârih 'in tam bir nüshasına mâlik olduğunu iddia etmiştir. Lâkin bu nüshanın bir daha bahsi işitilmemiştir. Hâfiz-i Abrü, 828 ( 1424/1425 ) 'de, Şâhruh 'un emri ile, Camı altavârih 'in yeni bir nüshasını neşretti; bu ese­ rin o zamanlar kaybolmuş sayılan kısmı yeri­ ne, Zubdat al-tavârih 'in birinci kısmı konul­ du. Yazmakta olduğu cihan tarihi, Hâfiz-ı Abrû'nun 3 şevvâl 833 (25 haziran 1430 )'te ve­ fatı üzerine, inkıtaa uğradı. Hâfiz-i Abrü, iltikatçı sıfatı ile, eserlerinde, o zamandan beri kaybolmuş bulunan kitaplardan, pek çok ma­ lûmat toplam ıştır; eserinin kendi zamanının vekayii ve ahvâli ile alâkalı kısımları ise, doğrudan-doğruya müşahedeye müstenit olmaları hasebi ile, birinci derecede kıymetli bir kaynak teşkil eder. Krş, W. Barthold, Hâfiz-i Abrü i ego soçineniya ( al-Muzaffariya, Petersburg, 1897, s. 1. v.d.) ; krş. bir de Zapiski vost. otd. ark. obşç., XVIII, 0138 v.d. (W . B arthold .) H Â F IZ RAH M ET H A N . HAFİ? RAHMAT HAN (1708— 1774). XVII. asrın sonları ile XVIII. asrın başlarında Ganj vadisindeki münbıt memleketlere bir çok efgan kolonileri yer­ leştiler. Avrangzib 'in vefatını ve hususiyle Nâdir Şâh'ın istilâsını takibeden kargaşalık devrinde bu kolonilerin şecî ve taşkın halkı, kendi kabîle reislerinin idaresi altında olmak üzere, yavaş-yavaş bir takım devletler te'sis ettiler. Bunlara umûmiyetle Rohilla ( daha doğ­



*



kÂFIZ feÂHMET FÎa M.



rusu Rohelâ) adı verilirdi; Rohelâ, garbı Paneab dilinde, „ârızalı yer" mânasında, rok ke­ limesinden müştak bir sıfat olup, yüksek arazi sakinleri ( »dağlılar" ) demektir. Ganj nehri ile Himalaya dağları- arasındaki başlıca Birleşik eyâletlerin Bareilly bölgesini ihtiva eden ülke Röhilkhand adını almıştı. Lâkin bu yeni gelen­ ler o arazinin hudutlarından ötelere kadar ya­ yılmışlardı. Reisleri arasında, hassaten, üç aile temayüz etmiştir. Aönla ve Bareilly 'de — Ba­ reç 'ler, Farruhâbâd'da— Bangaş'ler ve Bicnör 'da — Nacib Hân ailesi ki, bunların Bareç ' 1er ile karabeti vardı. Bunlardan belki en ehemmi­ yetlisi Hâfiz Rahmat Hân Bareç olmuştur ki, Bareç 'lerden Şâh ‘Alam 'in oğludur. Babasının mensup olduğu aile, aslen Şörâvak (şimdi Bri­ tanya Belûcistanı ’na dâhildir) 'tan gelerek, ilkin Sind ( İndüs) üzerinde Çaç Hazara 'ye ve son­ ra da Hindistan 'a yerleşmiştir. Şâh 'Alam 'in Dâ’ ûd isminde bir kölesi ( bazılarına göre, oğ­ lu ) Katehr ( sonraları Röhilkhand adını almış­ tır) ülkesinde yüksek bir mevki kazanmıştı. Buna oğlu ( veya evlâtlığı) 'A li Muhammed halef oldu ki, umumiyetle zannedildiğine göre, aslen ( doğuşunda) bir hindü Cat idi. Şâh 'Alam, Dâ’üd *u takip ederek, yeni memlekete geldi ve Rahmat Hân 1120 ( 1708 ) 'de orada doğdu. Dört sene sonra, galiba Farruhsıyar 'in saltanatı başlarında, Şâh ‘Alam, Dâ’üd 'un tahriki ile, öldürüldü. Çok geçmeden, bizzat Dâ’üd da katledildi. ‘A li Muhammed, yeni dev­ letin gelişmesi için, çalışmakta devam etti ve is­ yan eden Bârhâ seyyidleri aleyhine 1150 ( 1737 ) 'de Cansath muhasarasındaki hizmetlerine kar­ şılık olarak, navvâb unvanını aldı. Bunun üze­ rine Rahmat Hân kendisine iltihak ederek, dirâyet ve cesaret ile, bilhassa, Nâdir Şâh 'm istilâsından sonra, ‘A li Muhammed 'in ülkesinin genişlemesinde büyük yararlık gösterdi. *A1İ Muhammed 'in o sıralarda imparatorluk dâhi­ linde nufuzu en yüksek mertebeye çıkmış olan Avadh nevvâbl Safdar Cang ile arası çabuk açıldı ve 1155 ( 1 7 4 6 ) 'te mağlûp ve esir edi­ lerek, Dehlı 'ye götürüldü. Lâkin Rahmat Hân, payitahtta asker bulunmadığı bir anda, bütün kuvvetleri ile ilerileyerek, cesur bir hamle ile, Dehli Önüne vardı ve yalnız ‘A li Muhammed 'i esaretten kurtarmakla kalmayarak, kendisini de Sirhind valiliğine tâyin ettirdi ve bu suretle ertesi yıl, Ahmed Şâh Durrâni Hindistan '1 istilâ ettiği vakit, kaybetmiş olduğu arazisini geri alabilmesi mümkün oldu. Ahmed Şah 1161 (1 7 4 8 ) 'de, imparator sıfatı ile, Dehli tahtına cülûs edince, ‘A li Muhammed, Safdar Cang ile sulh akdetti ve Rahmat Han da bütün gayreti ile çalışarak, Safdar Cang 'i devlet vezirliği makamına çıkardı. O sene içinde ‘A li Muham­



med, Rahmat Hân '1 oğullarına hâfiz yâni vasî ve amcazadesi Dundi Hân 'ı orduya kumandan nasbedip, diğer hısımlarına da başka mühim mev­ kiler tevcih ettikten sonra, vefat etti. Büyük oğulları ‘Abd Allah ile Fayz Allah, Ahmed Şah Durrâni ’nin yanında, rehine bulunuyorlardı; diğerleri ise, henüz reşîd olmadıklarından, Hâfiz Rahmat Hân fi'len hükümdar vaziyetine geç­ mişti ve bütün ömrünce öyle kaldı. ‘A li Muham­ med ailesinin saltanat iddialarını ancak laf zan teslim etti. Röhilla devletlerini kendi ihtiras­ larının önünde engel telâkki eden Safdar Cang tekrar harp açmakta gecikmedi. Hâfiz Rahmat Hân 'a karşı bizzat yaptığı taarruzda muvaffak olamayınca, Bangaş ailesinden Farruhâbâd nev­ vâbl Kâ’im Hân '1, Katehr şuha 'sini mükâfat olarak vermek vâadı ile, Rahmat Hân üzerine hücuma ikna etti. Fakat Kâ’im Hân, Badâ’ün 'da mağlûp ve maktul düştü ve ülkesinin Ganj nehrinin şimâlindeki kısımlarım Hafız Rahmat Hân kendi mülküne ilhak etti. Safdar Cang, hiç bir ahlâkî tereddüde kapılmaksızm, hemen eski müttefikinin ailesini soymağa koyuldu; Bangaş Pathân ile sıkı ittifak hâlinde bulun­ makta olan Röhilla reisleri, bu hâlden muğber olarak, harbe karıştılar. Hâfiz Rahmat Hân ilkin bu harbe iştirak etmek istem em iştilâkin ‘A li Muhammed'in oğlu Sa'd Allah kumanda­ sındaki bir kuvvet hezimete uğrayınca, o da harbe girmeğe karar verdi. Kuvvetli Marâtha or­ dusu ile Cât ' 1ar Safdar Cang 'ın yanında idi ; iki Pathân devletinin orduları bütün bu kuvvetlere karşı dayanamadılar. Hâfiz Rahmat Hân, Aonla ile Murâdâbad'ı kaybetti ve Himalaya etekle­ rinde Ter ay'da Lâldhang'e çekilmeğe mecbur oldu. Lâkin Ahmed Şâh Durrâni ’nin ilerilemesi 1166 ( 1752 ) 'da veziri sulh akdine mecbur etti. Hâfiz Rahmet Hân, Avadh hükümdar: sıfatı İle, ona zicye vermeğe ve Marâtha 'lara 50 lek (5 milyon) vermeğe râzı oldu. Ahmed Şâh, ‘A li Muhammed 'in kendi nezdinde bulunan oğullarının hukukunun tanınması ve ülkenin aralarında taksim edilmesi için, İsrar etti; fa­ kat bu itilâflara uzun zaman riâyet edilmedi, Hâfiz Rahmat Hân hâkimiyetini Pilibhit (buna Hafizâbâd adım verd i) şehrine de teşmil etti ve Bareilly ile birlikte, bu şehir kendisinin başlıca payitahtlar: oldu. Uğradığı mağlûbiyet lerden sonra, çar-çabuk eskisinden daha kuv­ vetli bir hâle geldi. Vezirlik mansıbını kaybet­ miş olan hasmı Safdar Cang Avadh 'daki memâlikine çekilmişti ve 1167 ( 1 7 5 4 ) 'de orada öldü. Oğlu Şucâ‘ al-Davla bir ara Hâfiz Rah­ mat Hân 'ın müttefiki oldu ve her ikisi, birle­ şik kuvvetleri ile, yeni vezir Gazi al-Dİn tara­ fından, Bicnör 'da, kudretli Pathân hükümdarı Nacib al-Davla üzerine saldırmağa tahrik edi­



HÂFİZ RAHMEf Ha n - HÂFIZÂBAÖ. len Marâtha ordusuna karşı durdular. İmpara­ tor ‘Alam gir II. 'in Gazi al-Din tarafından öl­ dürülmesi üzerine, Durrâni hükümdarı tekrar Hindistan 'a girerek, bütün müslüman hüküm­ darları, Marâtha ’ların gittikçe artan kudretle­ rine karşı, birleşmeğe davet etti. Hâfiz Rahmat Hân, büyük bîr kuvvetle, bu davete icabet etti; oğlu ''İnayet Han ile amcazadesi Dündi Hân Panipat muharebesine iştirak ettiler (1174 = 1760). Buna mükâfat olarak, Durrâni hüküm­ darı Doâb Ma Etâva ülkesini Hâfiz Rahmat Hân M verdi ; lâkin henüz Marâtha ’ların elinde bulunan bu ülkeye sahip olmak için, Hâfiz Rahmat H in orayı bizzat fethetmeğe mecbur kaldı. ■ Farruhâbâd 'ın Bangaş reislerine karşı Avadh taarruzları, çok geçmeden, tekrar baş­ ladı ve. bu teşebbüste şimdi vezir bulunan Na­ cib al-Davla, Şucâ' al-Davla ile ittifak e tti; lâkin Hâfiz Rahmat Hân Farruhâbâd tarafmı tutarak, teşebbüsü akamete uğrattı. Fakat er­ tesi yıl bizzat kendisi Şucâ' ve bengâlli K i ­ şim Hân ile, ingilizlere karşı ittifak e tti; Patna 'ya yapılan taarruza ve Buxar ( Baksar ) harbine onlar ile birlikte girdi. Avadh nevvâbı mağlûp olunca, Bareilly Me Hâfiz Rahmat Hân 'a iltica e t ti; Körâ Ma ikinci defa . mağlûp olunca da, îngilizler ile sulh akdetti; lâkin Hâ­ fiz Rahmat H ân'a ilişilmediği için, Marâtha tehlikesinin devam etmesine rağmen, bir kaç sene daha saltanat sürdü. Memleketi iyi idare etti ve hassaten transit rüsumunu ilga etmiş olması sitayişle takdir olundu. Bununla beraber vaziyeti kararsızdı; zîrâ o devirde hiç bir mua­ hedeye ve ittifaka güvenilemezdi. 1184 (1771 ) 'te Hâfiz Rahmat Hân 'a ve Farruhâbâd dev­ letine taarruz için, Nacib al-Davla Marâtha ’lar ile birleşti ve bu vaziyet karşısında Hafız Rahmat Hân son zamanlarda zaptetmiş olduğu Etâva 'yi muhafaza etmeğe muvaffak olamadı. O sırada oğlu 'Inâyat Hân kendisine karşı is­ yan e t ti; fakat çok geçmeden, öldü. Amcazadesi Dündi Han 'm vefatı Rahmat Hân için, ağır bir darbe oldu; Nacib al-Davla 'nin vefatı ise, işleri büs-bütün bozdu; çünkü bunun oğlu Zabıta Hân, kendi nefsini kurtarmak için, çok kuvvetli bulunan Marâtha 'ların tara­ fına geçti. Bundan sonra cereyan eden vekayiİ anlamak için Marâtha kudretinin ilka etmekte bulunduğu umûmî korku ve dehşeti tasavvur etmek gerektir. İngiliz şarkî Hindistan şirketi, şimalî Hindistan 'm kamilen bu kavmin hâki­ miyeti altına geçmesine mâni olmak için, onla­ rın sonu gelmez akınlarına karşı koyacak bir müslüman devleti te'sİs etmeği en muvafık tedbir addetti. Dehli devleti bunu yapamaya­ cak hâle düşmüştü; nevvâb Şucâ' al-Davla'nin idaresi altında Avadh devleti o vazifeyi ifâ



için lâzım olan kudreti ihraza en çok muşta it yegâne devlet idi. Bn maksadın te'mini için, Hâfiz Rahmat Hân, nevvâba, Marâtha ' 1ar aley­ hinde kullanılmak üzere, 40 lek (4 milyon) rupya vermeği taahhüt etti. Bu ittifak İngiliz generalinin huzurunda yapıldı ve müttefiklerin müşterek gayretleri ile,' Marâtha ’lar geri püs­ kürtüldü. Lâkin Hâfiz Rahmat Han taahhüt ettiği meblağı vermeyince, arada çıkan ihtilâf çarpışmaya müncer oldu. îngilizler harpte Avadh ordusuna yardım ettiler. Röhilla 'lardan bazı­ ları reislerinin bu hareketini takbih ettiler; hususiyle 'A li Muhammed 'in oğlu Fayz Allah Hân ile Dündi Hân 'ın oğulları harbe karışma­ dılar. Avadh ordusu ile Britanya kuvvetleri, Marâtha ’Jarı Etâva 'den çıkardıktan sonra, Rö­ hilkhand '1 istilâ etti. Hâfiz Rahmat Hân bunlar ile Mirânpür Katrâ Ma karşılaştı, lâkin muha­ rebede mağlûp oldu ve maktul düştü (1188 = * 7 7 4 )• Ülkesi, Rampur hâriç olarak, A vadh'a ilhak edildi. Râmpür Fayz Allâh Hân 'a veril­ di ki, bu yer son zamanlara kadar onun ah­ fadı tarafından idare edilmiştir Eyâletin baştan-başa tahrip edildiği hakkın­ da, o zamanlar umûmî vali Warren Hastings 'in muhalifleri tarafından ortaya atılan rivâyetler tamamen asılsızdır; hükümetin değişme­ sinden halk kütleleri müteessir olmadı; Hâfiz Rahmat Hin 'm oğlu Musta'cab Hân da, Galistân-i Rahmat 'inde bu kabil ithamları te'yit eder bir şey yoktur. Bütün bu meseleler, Strachey tarafından, etraflıca tetkik edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . Musta'cab Hân, Gulistân-i Rahmat ( trc. C. Elliot., L ife o f Hâfiz Rahmat Hân, O. I. F., London, 1831 ) ; Sa'âdat Yar Hân, Gul-i Rahmat ( trc. için bk. Elliot ve Dowson, Hist. of India, London, 1877, VIII ) ; Francklin, Reign o f Shah Aulum (London, 1798); Mili ve WîIson, Hist. o f India (London, 1858), 5. tab., III; Keene, Fail o f the Mogul Empire (London, 1887); Nevili, Gazetteer of Bareilly (Allahâbâd, 1 91 1 ) ; Imperial Gazetteer of India ( Kalküte, 1908 ; Provincial Series, United Provinces and Oudh,, I ) ; Straclıey, Hastings and the Röhilla War ( Osford, 1892); Hamilton, History of the Röhilla Afghans ( London, 1787). ( M. JLonomorth D ames .) H ÂFIZÂBÂD . H ÂFİZABÂD, Pencâb 'm Gucranvâla bölgesinde 320 4' şimal arzı ve 730 41' şark tulünde kâin bir ş e h i r . Ekber'in teveccüh ve muhabbetini kazanmış olan Hâfiz tarafından te'sis edilmiştir, Â'in-i Akbari Me bir mahal 'in idare merkezi olarak zikredilir. Eskiden Hâfizâbâd tahsil 'i tamamiyle Gucrânvâla bölgesi içinde i d i ; şimdi ise, bir kısmı Chang bölgesindedir. Kurak yerleri şimdi Çi-



§6



hÂFlZÂBÂD -



nâb'dan ayrılan kanal ile sulanır; bu nehrin boyunca uzayan sulak ve münbit bir mıntaka da vardır. B i b l i y o g r a f y a : A'in-i Akbari (trc. Blochmann), Kalküte, 1873; İmperial Ga~ zetteer of India, XIII. ( M. L o n g v p o r t h D a m e s .)



HVA F İ H AN . [ Bk. HÂFÎ HAN.] H Â Fİ H AN. HVAFİ HAN ( 1 66 4 7 - 1 73 3 ? ) , Muhammed HÂş Im NI?âm â l -Mulk I, m üv e r r İ h olup, Hvâfı Han unvanı kendisine Muhammed Şâh tarafından verilmiştir. Bu unvan ailesinin, şarkî Iran 'da bir mıntaka olup, orada doğan mühim şahsiyetler ile meşhûr olan Hvâf ile münâsebetinden ileri gelir. Do­ ğum yeri ve tarihi belli değildir. Lâkin Hin­ distan'da doğmuş olması ihtimâl dâhilindedir ve tarihinde bir fıkra (I, 739) 1664'e doğru doğmuş olması lâzım geldiğini göstermektedir. Bu fıkradan Şâh Cihan 'm veziri Sa'd Allah ’ın ölümünden 74 sene sonra kendisinin rüşd çağına ( 1 4? ) ilâveten 52 yaşında olduğu anlaşıl­ maktadır. Başka bir tâbir ile, 1728 (1066+74 = 11 4 0 )'de, İslâm takvimine göre, 70 yaşında idi Babası Hvâca Mir, Şâh Cihan 'ın en küçük oğlu Murâd Bahş *m şahsî hizmetinde bu­ lunmakta idi. y v g ca Mir, Samögarh muha­ rebesinde ağır yaralanmıştır. Muhtemel olarak, Bernier 'nin arkadaşı Dânişmand gibi, hayata tüccar veya me’mûr olarak başlamış ve 1693/ 1694 'te Bombay 'a bu iki sıfattan biri ile gi­ dip, orada bîr İngiliz me'mûr ile karşılaşmıştır ( Iİ, 424 ve Eliiot-Dowson, VII, 350). Bahâdur Şah Avrangzib ve Muhammed Şâh devirlerin­ de Dakhan ve G ucarât'ta hizmetinde bulunmuş ve uzun müddet Surat 'ta kalmıştır. Keza C i­ hangir 'e karşı müdafaa ettiği Ahmedâbâd ile Sivei diyarında Rahuri 'de yaşamıştır. Bahâdur Şâh 'ın saltanatının başlangıcında Çampânir 'de vali bulunmakta idi (I, 77 ). Muhtemel ola­ rak, Haydarâbâd'da A şaf Câh Nizâm al-Mulk ( Nizâm al-Mulki lekabı kendisine bundan do­ layı verilmiştir ) 'Ün hizmetinde iken, 1732/1733 'e doğru ölmüştür. M aaşir al-umara müellifi ( kendisi gibi, Haydarâbâd 'da me’mûr bulunan ) Şâh Navâz 'ın samimî dostu idi ( krş. nşr. Bibliotheca îndica ve Hvâfi Hân, II, 678 ). Hvâfi Hân, Timur sülâlesinin Hindistan ko­ luna dâir, Muntahab al-lubâb unvanlı bir tarih yazmıştır. Bu eser, üslûbu, munakkahiyeti ve bîtaraflığı dolayısı ile, bilhassa şarklılarca, pek beğenilen bir eserdir; lâkin garp zevkine göre pek tumturaklı bir İfâdesi vardır. Bununla be­ raber, Hindistan 'ın mahallî tarihlerinin, belki Badâ’üni 'nin eseri müstesna, en dikkate değe­ ridir ve çoktan beri tercüme edilmiş olması icâp ederdi. Türk b. Yâfiş ile başlayıp, tatar



HÂFI HAbf. ve moğullarm menşe'Ieri v.b. hakkında bilgi verdikten sonra, Babur 'un ecdadı Timur, 3. oğlu Mirin Şâh ve bunun ahfadı hakkında kısa hâl tercümeleri vermektedir. Bundan son­ ra A gra ve Dehli hükümdarları gelmektedir. Bu tarih üzerinde oldukça tafsilâtla durduğu Babur ile başlamakta ve Muhammed Şâh'ın 14 yaşına geldiği zamana kadar devam etmekte­ dir. Babur Hindistan’ı 1526'da zaptetmişti ve Muhammed Ş âh 'm 14. yaşı 1732'ye tesadüf etmektedir, Böylece bu tarih 200 seneyi aşan bir zamana şâmildir. Son 10 sene hayli muh­ tasar bir şekilde anlatılmıştır. Bu eserin en mühim kısımları, haklarında müellifin de bü­ yük bir hayranlık beslediği Şâh Cihân ile A v ­ rangzib 'e âit olanlarıdır. Bu eser Bibliotheca îndica 'da, iki cild olarak, neşredilmiştir. Lâkin bu ueşr tamam değildir; zira birinci kısım veya birinci cild noksandır. Vakıa bu kısım pek nâ­ dirdir ve belki de tamamen muhafaza edile­ memiştir. British Museum 'da yalnız bîr parçası vardır. Müellif matbu nüshanın birinci cildinde ( s. 49) o kısma müracaatı tavsiye etmektedir. Hvâfi Hân Hindistan'ın küçük müslüman hü­ kümdar hanedanları hakkında da bir tarih yaz­ mıştır. Lâkin îndica Office kütüphanesinde ( Ethe, Çatal4 nr. 407 ) bir yazma muhafaza edil­ miş küçük bir parçası müstesna, tamamen kay­ bolmuştur. Bu sâdece Firışta 'nin bir telhisin­ den ibaret olduğundan, pek ehemmiyeti hâiz değildir. Hvâfi Hân tarihinin cazip tarafı, istidrad kabilinden sözleri ile ekseriyetle kendi müşa­ hedelerini ve babası ile kardeşinden aldıği malûmatı hikâye ediş tarzındadır. Kendisi ol­ dukça mutaassıp bir müslüman olup, Şâh C i­ han ile A vrangzib'e karşı pek tarafgirâne hareket etmektedir. Böylece küçük kardeşi Mu­ râd Bahş '1 hiyânetkârâne bir surette tevkif ve idam ettiren Avrangzib 'ın bu hareketini mes* kût geçmektedir. Tevkif, âmme menfaatine uy­ gun olmakla beraber, mâhirâne bir manevra şeklinde gösterilmektedir. Açıkça anlaşılıyor ki, müellif de bundan dolayı utanç duymaktadır. Zira tafsilât vermekten sakınmaktadır. Murâd Bahş 'ın kaçmak teşebbüsü ile muhakemesini ve idamını babasından dinlediği gibi anlatır­ ken Avrangzib 'in mes’ûliyetini açıkça gös­ termekte ve babasının ölümünden dolayı, Mu­ râd ’ı tâkipten istinkâf eden adamı mükâfat­ landırarak, gösterdiği âlicenaplıktan dolayı medhetmektedir. Şâh Cihân 'ın Husrav ile tah­ tı etrafındaki rakiplerine karşı hareketinden pek kısaca bahsetmekte ve sefahatleri hakkın­ da hiç bir şey söylememektedir. Bununla bera­ ber Abu ’I-Fazl 'dan daha dürüst davranmak­ tadır. Şir Şâh ile Cihangir hakkında söyle-



ANSİKLOPEDİDE KULLANILAN TRANSKRİPSİYON ALFABESİ *



5



* O*



-I



T



O



K



J



T



L



J



u



J» > \



M



r



D



N



0



V



J



F



N



i) i \



Y



kS



Z



j



A



't



J



A



T



K



B



*—>



C



£



Ç



£



G Ğ



? i



O



ö



j\



O



z



P



?



Ji



z



i



H



A



H



c



R



H



t



S



c



i



\



ş



)



i



.



Ş



J



t



*



m



i



HÂf Î HAN — HAESÂ. dikleri pek doğrudur ve bu sonuncu vesile ile, Nur Cihan hakkında çok dikkate değer bir hi­ kâyesi vardır. Bu hikâyeyi 1695— 1696’da, çocuk­ luğunda Surat ’te Nur Cihan'in babasına Iran 'dan Efganistan 'a ve Hindistan 'a kadar refakat eden bir ihtiyardan duyduğunu, söylemektedir. Bununla berâber Hvâfi Hân da, Tacitus gibi, hükümdarlar ile bunların muharebeleri üzerin­ de lüzûmundan fazla durur görünmekle berâ­ ber, daha şâyân-ı dikkat olan hastalık salgın­ larını kıtlıkları ve dahilî idare mevzularını da ihmâl etmemektedir. B i b l i y o g r a f y a ' . Elliot ve Dowson, History o f India, VII ( Dowson tarafından Hvâfi Hân 'm ikinci cildinden yapılan çok geniş bir hulâsayı muhtevidir) ; Lees, Ma­ terials for the History of India ( Hertford, 1868), s. 57 v.dd.— Hâfî Han'ın eserleri hakkında bk. bir de C. A. Storey, Persian Litarature ( London, 1939 )> fasc. 3, s. , 460— 470. C H. B e v e r id g e .) H A F İF . [Bk. h a f ÎF.] H A F İF . HAFİF, arap aruzu bal irlerind ,n on birincisi olup, 3 ‘araz ve 5 zarb '1 muhtevidir. 1, failâ tun m ustaf ilun failâ tu n failâtun m ustaf ilun fa*Hatun failâ tun m ustaf ilun failâtun failâtun m ustaf ilun fa ilâ II. fa ilâtun mustaf ilun fâ ilâ failâtun m ustaf ilun fa ila III. fâ 1ilâtan m ustaf ilun failâtun mustaf’ilun failâtun m usta f ilun fâ ’ilâtun m ustaf il Bütün kalıplar ikinci kısa hecelerini, evvelki kalıbın son sakin harfi kalmak şartı ile yahut onun .aksine, kaybederler. Zarb olarak kullanı­ lan failâtun kalıbı taş’iş yolu ile, ekseriya fa latan ( = m afulun ) şekline intikal eder. Ha­ fif bahri Iran ve türk edebiyatında, mahbün-i mahzuf ve aşlam şeklinde, bilhassa mesneviler­ de çok kullanılır. Şekli şudur : fâ( fa f ilâtun mafailun fa'ilun ( f al un) . Sanâ’i 'nin îfadika 'sı ve Nizami'nin Haft p jy k a r 1i ve nazireleri bu bahirde nazmedilmiştir. Gazellerde nisbeten az rastgelinir. ( Moh. B en CHENEB.) H A F İZ . [Bk. hâfiz .] HÂFÎZÜDDÎN. HAFİ? AL-DİN, di ni n k o ­ r u y u c u s u ; msl. al-Nasafi [ b. bk,] 'nin adında da görüldüğü gibi, f a h r u n v a n ı d ı r . H Â FtZÜ LM Ü LK . [ Bk. h â f iz r a h m e t h a n .] H A F R A K . [B k. h a f r e k .] H A F R E K . H AFRAK, Fârs eyâletinde bir b ö l g e olup, Pulvar-Rüd ile Kurr 'un birbirine karıştığı ovada kâindir. Bu havâlıden yalnız Hamd Allah al-Mustavfi ( G. le Strange, s, 66 ve 113) bahseder; daha evvelki / ° mğraftslâm Ansiklopedisi



$i



yacıları, gâlibâ, burayı bilmiyorlardı. Bir ara, Ha-pir-ti adında, elâmlı bir kavmın isminden müştak olan Hapirak bölgesi, şimdiki Hafrak bölgesi ile bir tutulmuş îdi. Her şeyden evvel, coğrafya bakımından, pek aykırı olan bu fik­ rin, V . Scheil tarafından Ha-pir-ti kelimesin­ deki pir işaretinin ia-am da okunabileceği ve elâmcada elâmlılara, Hapirti değil, Hatamti adı verilmesi lâzım geldiği isbat olunduktan sonra, tutar yeri kalmamıştır 5 krş. Sckeil, OLZ, (1905) VIII, 203 ve 250 v.d.; Deleg. en Perse Mem., II, n. XCIII ve XCVII. ( 1 9 1 1 ) ; Weissbach, Keilinschr. d. Achaem, Vord. A s. Bibi. ( 1 91 1 ) , s. *43; ZDM G, LXVII (1913 )» 292 v.d.; Nöldeke, Grundr. d. İran. Phil., II, 540. Hafrak, sık-sık zikri geçen ve şimdiki adı Hafr olan Habr bölgesi ve aynı adı taşıyan şehir ile de bir değildir. Bu bölge, Hâcci Mirza Sayyid Haşan al-Şirâzi tarafından tertip edilmiş olan haritada, Sarvistân 'm cenubunda ve Fasa 'rnn garbmdadır. Arapça Habr ve şimdiki Hafr isminden istidlal edilerek, bunun asıl adinin Hapr olduğu farzedilebilir. Binâenaleyh, etimo­ loji bakımından, bu isim ile Hafrak arasında münâsebet bulunabilir. (E . HERZFELD,) H A F S. HAFS B. SULAYMÂN. [ Bk. ABU SA­ LAMA.] H A F Ş a l -F A R D . [Bk. h a fs Olferd .] H A F Ş A . [Bk. H A F S  .] H A F S A . H AFŞA, halife 'Omar'in kızı ve P e y g a m b e r i n z e v c e s i . İlkin kureyşî Humays b. Huzâfa ile evlenmiş; kocası, çocuk bırakmadan, Badr muharebesinden az sonra, Medine 'de vefat etmişti. O sırada Hafşa 'nin 20 yaşlarında olması icâp eder. ‘Omar'in müzahe­ retini te'min etmek isteyen Peygamber, Uhud »gününden" sonra, Hafşa ile evlendi. Peygamber bir aralık Hafşa 'yı boşamış, lâkin sonradan dinî faziletlerini, yâni namaz kılıp, oruç tutmasını, takdir ettiği için, Allahtan gelen emir üzerine, nikâhı yenilemiştir. Hafşa, ‘A ’işa ile aynı mertebede olarak, Peygamberin diğer zev­ celerinden mümtaz mevkide idi ve bütün nufuzunu »üçlerin", yâni Peygambere Abu Bakr ve ‘Omar 'in halef olmasına çalışan partinin, maksadı uğrunda kullanmıştı. Diğer zevceler gibi, Haybar ganimetlerinden o da hisse almış ve Peygamberin vefatından sonra, kendisine, divân 'a kaydedilen ve takriben 10.000 dirhem mıkdarında olan, senelik bir tahsisat bağlan­ mıştır. Bununla berâber, Hafşa, mütemâdi bir faâliyet hâlinde bulunan 5A'işa 'nin tam zıddı olmak üzere, babasının halifeliği zamanında bile, pek mütevazı bir rol oynamıştır. Azruh [ b. bk.] 'ta hilâfet meselesinin hakeme tevdii vesilesi ile, Hafşa nüfuzdan mahrum bir adam olan, kardeşi ‘Abd Allah '1 hilâfete namzet6



8i



HAFSA



Iığini koymağa teşvik ve ikna etmiştir. Hafşa, ittifak ile söylendiğine göre, Marvân b. alHakam 'in valiliği esnasında hicretin 45. yılın­ da, 60 yaşında iken, Medine 'de vefat etmiştir. Peygamberden çocuğu olmamıştır. B i b l i y o g r a f y a ! İbn Sa'd, Tabakât ( nşr. Sachau ), III1, 285 v.d. î VIII, 56— 60; İbn Hacar, îşaba, IV, 273 v.d.; H. Lammens, Le triumvirat Abü. Bakr, *Omar et A b ü 'Obaida ( Mel. facul. orientale, Beyrut, III, 120, ayrı bas.) î İbn Hişam, Sira ( nşr. Wüstenfeld ), s. 321, 1001 ; H. Lammens, Fâtima et les filles de Mahomet, s. 15, 23, 46, 56, 86; İbn Hanbal, Musnad, VI, 283— 288; Sprenger, Das Leben des Muhammed% III, 74 v.dd.; Mehmed Zihnî, Meşâhirünnisâ. ( H. LAMMENS.) H A FSİLE R . HAFŞÎLER, şimalî Afrika ’nm b e r b e r î h ü k ü m d a r h a n e d a n ı olup, ifrikiya'de 3 asırdan ziyâde (626— 981 = 1228 — 1574) hüküm sürmüştür. Bu isim, İbn Tümart 'in ilk tilmizlerinden ve ‘Abd al-Mu'min 'in en sâdık ümerâsından olan Hintâta '1ar re­ isi şeyh Abu Hafş ‘Omar'den gelir [ bk. MUVAHHİDLER ]. Bu zâtın ahfâdı o kadar yüksek bir itibârı hâizdir ki, İbn Haldun 'a göre, Is­ panya, Magrib ve İfrikiya eyâletlerinde, ‘Abd al-Mu’min 'in ahfadı ile münâvebe suretiyle, valilik ederlerdi, işte bu suretledir ki, Abü Hafş'ın oğlu Abü Muhammed, halife al-Nâşir tarafından, ifrikiya valiliğine nasbedildi (603 = 1207). Abü Muhammed, İbn Gâniya [ bk. MURÂBITLAR ] üzerine büyük muvaffakiyetler kazanarak, kumandanlığını ölümüne (618 = 1221/1222) kadar muhafaza etti. Tunus'ta bu­ lunan Muvahhİd reisleri tarafından yerine in­ tihap edilen oğlu Abü Zayd, evvelâ azil ve sonra vazifesine İâde edildi ve nihayet oğulla­ rından diğer ikisi, Abu Muhammed ‘Abd A l­ lah ve Abü Zakariyâ’, halife al-'Adil tarafın­ dan, birincisi İfrikiya ve İkincisi Gabes vâliliklerine tâyin olundu. Bu zamana kadar Hafsîler Muvahhidlerin hâkimiyetine mutavaat ediyorlardı. Abü Zakariyâ’, bu hâkimiyetten kendisini kurtararak, müs­ takil bir hanedan kurdu. Halife al-Ma’mün ta­ rafından, kendisine biattan istinkâf etmiş olan kardeşinin yerine, ifrikiya valiliğine tâyin edi­ lince, Z ak ariya' Tunus’ta yerleşti (1228). Çok geçmeden, taaddîlerini ve ehl-i sünnet akide­ lerine muhalif bid'atlerini bahane ederek, hali­ fenin adını hutbeden çıkarttı ve bizzat kendisi amir unvanını aldı. Nihâyet 634 (1236/1237) 'te de hutbeyi kendi namına okuttu. Muvaffa­ kiyetli seferler neticesinde, Kosantina ( Constantine ) Bicâya (B ougie) ve Cezayir şehirlerini mülküne ithâl etti, isyan etmiş o'.aa Huvara'lar şiddetle tecziye ve Tlemsen zaptedİldi (639 =



HAFSİLEft. 1242); Yağmurâsen de cizyeye bağlandı. Mar'niler ile Miknâsa ahâlisi dahi artık Trablus 'tan Septe ( Ceuta ) ve Tanca 'ya ve Akdeniz 'den Zab ve Sicilmâsa 'ye kadar olan ülkeleri hâkimiyeti altında tutan Tunus emîrinin hükümranlığını tanıdılar. Hıristiyanların tehdidine mâruz ka­ lan Balansiya ( Valencıa ), Murcia, İşbiliye ( Sevilla ), Xeres ve Tarifa Tunus emîrinden ımdad istediler ve ona tâbi oldular. 647 (1249) 'de Böna 'de öldüğü zaman, müslüman Afrikası ’mn en kudretli emîrı sıfatını, hakkı ile, kazan­ mış bulunuyordu. Oğlu ve halefi Abü ‘Abd Allah al-Mustanşir bi 'ilâh 'm devri ( 647— 675 = 1249— 1277 ) de daha az parlak olmadı. Amcazadesi al-Lîhyâni 'nin, Riyâh, Davâvida v.b. araplarının is­ yanlarım muvaffakiyetle bastırarak, bütün or­ ta Mağrib 'de Hafşi otoritesini idâmeye mu­ vaffak oldu. Saint Louis ile Charles d'Anjou tarafından, 1270'te Tunus'a sevkedilen ordu­ lara muvaffakiyetle mukavemet etti. Şöhreti pek uzaklara kadar yayıldı. Sarayında Marini­ ler in ve Kânem hükümdarının elçileri ile bir­ likte, oraya iltica etmiş olup, Magrib 'e yapı­ lan seferlere müslüman ümerânın yanında işti­ rak eden hıristiyan prensler de görülüyordu. Abü Zakariyâ' amir unvanı ile iktifa etmiş ol­ duğu hâlde, al-Mustanşîr nihâyet halifa ve amir at-mu minin unvanını aldı. Bagdad'ı moğullar zaptedince (1258), al-Mustanşir Mekke şerifinden, kendisinin Abbasî halifelerinin vâ­ risi olduğunu bildiren bir berat getirtmişti. Hafşi devletinin kurulması ifrikiya 'ye yıllar­ ca hakikî bir refah te'min etti ve Tunus şehri, yalnız siyâsî cihetten değil, ticâret ve irfan bakımından da bütün ülkenin merkezî oldu [bk. TUNUS ]. Hanedanın ilk iki emîri orada bir çok binalar ( saraylar, camiler, zaviyeler, su kemer­ leri ve kütüphaneler) inşa ettirdiler. Islâm âle­ minin her tarafından, hususiyle Endülüs 'ten, oraya âlimler ve şâirler celbettiler. Hıristiyanlar ile dostâne münâsebetler idâme ettikleri için, avrupalılarm Afrika ile olan ticâretlerine yeni bir hız verdiler. Sicilya kıralı Friedrİch II. ( 1231 ) ile, marsilyaiılar, pİsalılar ( 1234) ve Venedikliler ile muahedeler akdolundu ve bun­ lar al-Mustanşîr devrinde yenilendi. 1270 haçlı seferi emirlerin bu müsâadekâr vaziyetlerini bozmadı. al-Mustanşir, kendisinin Ziri selefleri tarafından Sicilya kır allarına verilmekte olan cizyeyi vermeğe bile razı oldu ( Charles d'An­ jou ile 1270 muahedesi). Bu parlak devirden sonra bir kargaşalık ve anarşi hengâmesi geldi. Al-Mustanşir'in halefi al-Vâşik, amcası Abü Ishâk tarafından, hal'edildi (678 = 1279); bu da, tahtı gasbeden ibn Abü ‘Amara tarafından, payitahttan teb'îd



ÜAFSİLE&.



H



■ ftg’.ar



ve Bicâya civarında idam edildi (692 = 1283). Çok geçmeden, Hafsi devleti de ikiye bölün­ d ü : biri Abu Hafş 'm idaresinde kalan Tunus ve diğeri Abü Zak ariya’ ’mn te'sis ettiği Biciya devleti ( 683 = 1284). İfrikiya ve orta Mag­ rib arap kabileleri ve Tlemsen 'in ‘Abdalvâdi 'lerinin de iştirakleri ile 23 sene süren karışık ve neticesiz çarpışmalardan sonra, nihâyet sulh te’sis edilebildi. Tunus hükümdarı Abü 'A sida Muhammed b. al-Vâsik ile Bicâya sultanı Abü ' 1-Bakâ* arasında akdedilen bir itilâf ile bu iki emirden biri vefat edince, bütün ülkenin ha­ yatta kalan diğerinin idaresi altına geçeceği hükme bağlandı. Abu ’l-Bakâ’, bu suretle, Haf­ şi birliğini, kendi lehine olmak üzere, yeniden kurabildi. Filhakika bu da kısa sürdü; çünkü 1311 'de Hafşi emirlerinden Abü Zakariyâ’ b. alLihyâni, Tunus 'u zaptederek, Abu ’l-Bakâ’ ’yı idam ettirdi; diğer taraftan da saltanat iddiasın­ da bulunanlardan Abü Yahya, Bicâya ’de hükü­ mete geçti. Mamafih Abü Yahya, 718 ( 1 3 1 8 ) ’de Tunus’u zaptederek, İfrikiya ile orta M agrib’i, kendi hâkimiyeti altında, yeniden birleştirmeğe muvaffak oldu. Fakat onun vaziyeti de pek ka­ rarsız kaldı. 'Abdalvâdi ’ler ile ittifak eden Ko'üb ’lar ve diğer Sulami kabileler ve Tunus’un eski sultanı Abü Dorba ile harp etmeğe mecbur kalan Abü Yahya, dört defa payitahtından tardedildi. Fakat Marinilerin müzahereti ile, bütün düşman­ larını yenmeğe muvaffak, oldu ve Mariniler ile sıkı1 bir. ittifak akdetti. Hafşi emîrelerinden biri Fas;şultanı al-Sâ'id ’in oğlu ile evlendi. Saltanat deVrinin'sonlarmda Âbu Yahya İfrikiya 'de sulh ve âsâyİşi iâde etmeğe muvaffak olmuştu. îğ tişâşlârdan istifâde ederek, müstakil emâretler hâ­ lini almış olan Carıd kasabalarını itaat altına aldı ve her ne kadar Trablus ülkesini kaybetti ise de, hiç olmazsa, geçen asrın sonlarında hıristiyanların zaptettikleri Cerba 'yi istirdat ede­ bildi [bk. madd. CERBA, BİLÂDÜLCERÎD]. Vefatı ( 747 = 1346 ) akabinde tekrar iğtişaşlâr başladı. Meşrû vâris Abu 'l-cAbbâs 'm yerine, iktidarı gasbetmiş olan Abü Hafş tara­ fından Hafşi emirlerinin katl-i âm edilmesi Marinilerin müdâhalesini intaç etti. Sultan alHaşan ifrikiya üzerine yürüdü; Çosantına ve Bicâya ’yi, güçlük çekmeden, işgâl ettikten sonra, Abü Hafş 'm bırakıp-kaçtığı Tunus 'a girdi (748 = 1347). Lâkin hemen ertesi sene, kıyam eden araplara Kayravân civarında mağ­ lûp olan ve diğer taraftan da oğlu Abü 'İnan ’m isyanı üzerine, kendi ülkesine dönmeğe mecbur kalan Marini hükümdarı fethettiği yer­ leri muhafaza edemedi. Hafşi emirleri Bicâya, Böna ve Kosantına 'ye tekrar yerleştiler. Bun­ lardan biri, aLFazI, Tunus ’a girmeğe bile mu­ vaffak oldu; fakat veziri İbn Tâfarâcin tara­



fından tertip edilen bir suikasta kurban gitti. Mariniler Hafşi ülkesini bir defa daha istilâ etmeğe muvaffak oldular. Abü 'İnan Bicâya 'yi zaptetti (1353 ), sonra Kosantına, Böna ve Tunus ’u da aldı ( 758 = 1357 ). Lâkin bu harp­ leri bîr tahrip ve talan vesilesinden başka bir şey addetmeyen arapIarın taşkınlıklarını bas­ tırmağa kalkınca, ordusunun kendisinden ayrıIıp gittiğini görerek, ifrikiya ’yi tahliye etmeğe mecbûr oldu. Hafş ilerden Abü İshale II., bun­ dan istifâde ederek, Tunus 'a tekrar girdi. Bununla beraber, devletin vaziyeti berbat bir hâlde devam ediyor ve anarşi sürüp gidi­ yordu. Üç emir aynı zamanda, Abü İsbak II. — Tunus'ta, Abü ‘Abd Allah — Bicâya’de ve Abu 'I-'Abbâs — Kosantina ’de saltanat sürü­ yorlardı. Bu sonuncu emîr nihayet iktidarı tamamiyle. kendi eline alarak, ülkeye tek başına hâkim oldu {770=1368/1369). Bütün emâreti müddetince, sulh ve sükûnu iadeye çalıştı. Arapların taşkınlıklarını durdurdu; Cari d, Gaf­ sa ve Gabes şeyhlerini itaat altına girmeğe mecbur etti. Hafşi devletinin bu suretle yeni­ den tarsin- edilmesine oğlu Abü Faris ‘A ziz ’ın emâreti devresinde (796 — 837 = 1393— 1434) de devam edildi. Bu emîr Magrib ’de büyük bir nufuz ve kudret kazandı. Bu suretle Tlem­ se n ’de, evvelâ sultan ‘Abd al-Malik'e karşı taht dâvasına kalkışan Abü ‘Abd Allah lehi­ ne ve sonra da bizzat ‘Abd al-Malik lehine müdâhalede bulundu. Bu emîrin vefatından sonra, Tlemsen ’i zaptederek, tahta Tunus ’u metbû tanıyan bir Zayyâni emîrîni oturttu (1431 ). Cedlerinin an'anasine riâyet eden Abü Fâris de, onlar gibi, münevver, san'at ve ilim dostu bir emîr oldu. Kayravâni, onun him­ meti ile vücuda getirilmiş olan her neviden binaların ( camiler, zaviyeler, mektepler, kü­ tüphaneler, hastahâneler) adlarını uzun bir liste hâlinde verir. Halefleri olan Abü ‘Omar ‘Oşmân ( 834— 893 = 1434— 1488 ), Abü Zakariyâ’ Yahya ( 893— 899 = 1488— 1494), Abü ‘Abd Allah Muham­ med (899— 932 = 1494— 1526) hep münevver, lâkin gevşek emîrler idi; zamanlarında Hafşi devleti tekrar ınhitâta uğradı. XV. asrın sonun­ da Kosantına, Böna, Bicâya yeniden birer müstâkil devlet olmuşlardı. Trablus, Gabes ve Carid kasabaları birer cumhuriyet şekline gir­ mişlerdi ; dâhildeki arap kabileleri Tunus sul­ tanlarına itaatten istinkâf ediyorlardı. Bütün bu devre imtidadınca, Hafşi hüküm­ darları hiristiyanlara karşı seleflerinin ittihaz ettikleri siyâseti aynen tatbik ettiler. Cenevizler ve pisalılar ile XIII. asırda aktedilmiş olan ticâret muahedesi XIV. asırda yenilendi; Aragon, Mayorka, Montpellier, Venedik ve Floransa ile



yeni ticâret muahedeleri yapıldı. Tunus, Bona, BieSya, Sfax, Gabes ve Cerba 'da o şehirlerin „fun­ duk" ( han ) ’ları vardı; hırıstiyan tacirler malla­ rını bunlara depo ederlerdi. Bununla beraber, bir taraftan hıristiyanlann ( Cerba 'mn işgali, Mahdiya 'ye taarruz v.b. gi bi ) irtikâp ettikleri te­ câvüzler ve diğer taraftan, XIV. asrın son sene­ lerinden itibaren Afrika sahillerinde genişleyen korsanlık hareketleri, ticarî münâsebetleri git­ tikçe daha güç bir hâle getiriyordu. Hafşi ül­ kesinin limanlan korsanların daimî melce'leri hâlini aldı. Bu yüzden Hafşi ülkesinin Afrika sa­ hillerinin en mühim noktalarına yerleşmeği tasar­ layan İspanyolların mukabelelerine mâruz kaldı. Lâkin türkler ispanyollardan daha evvel ha­ reket ettiler. Daha 1534'te, Barbaros Hayreddin [b . bk.], kardeşleri Abu 'Abd Allah Muhammed ’in halefi Mülây Haşan tarafından öldürülürken, kurtulabilmiş olan bir Hafşi emîrin daveti üzerine, gelip, Tunus'u zaptetti. Mamafih Mülây Haşan, 1535'te Tunus'u zapteden Charles Quint 'in müzâhereti sayesin­ de, tekrar ülkesine girdi ise de, Ispanya 'ya cizye vermeğe mechûr oldu. Zâten Tunus 'ta da, ancak La Goulette 'de bulunan İspanyol garni­ zonunun himâyesi ile, tutunabildi. Tunus ile Bizerta arasında dar bir şerîd gibi uzayan ara­ zı hâricindeki bütün Tunus topraklan hükmün­ den çıkmıştı. Nihayet oğlu Ahmed Sultân tarafından tahttan indirilerek, gözlerine mil çekildi ( 1542). Bu hükümdar 1569 senesine kadar hüküm sürdü; o yıl Oluç 'A li, İs­ panyolların türklere karşı hareket üssü ola­ rak kullanmalarının önüne geçmek için, Tu­ nus 'u zaptetti. Don Juan ( d’Austriche) 'm muvaffakiyetli seferi üzerine, Hafşiler, son ola­ rak, bir defa daha iktidarı ellerine aldılar { 1573 ). Fakat hemen ertesi sene Sinan Paşa. Tunus ile La Goulette 'i istirdat etti (981 = 1574 ). Hafşi hanedanının son mümessili olan Mülây Muljamr med, esir edilerek, İstanbul 'a götürüldü ve türkler de, kat’î olarak, Tunus 'a yerleştiler. B i b l i y o g r a f y a : İbn Haldun, Berberes ( trc. de Slane ), II ve III; al-Zarkaşı, Târih al-davlatayn al-Muvahhîdiya va ’la f siya (Tunus, 1289; frns. trc. Fagnan, Chron:que des Almokades et des Hafcides, Constantîne, 1S95 ) ; Kayravani ( îbn A bi D inar), al-Munis f i ahbâr îfrikiya va T fi­ niş (Tunus, 1283; frns. trc. Pellissier ve Remusat, Exploration scientifique de VAlgerie, Sciences historiques et geographiques, VII, Paris, 1845 ) ; Ticini, Rihla . .. ( trc. A . Rousseau, J A , 1853/1854); îbn Kunfüz, Faresinde, ou commencement de la dynastie'des Beni Haffs; arap. metin ve trc. Cherboımeau, JA, ağustos-eylül, 1852);



Rousseau, Annales tanisienr.es (Algier, 1864), I. devir ; De Mas Latrie, Relations et commerce de VAfriçue septentrionale ( Paris, 1886), tür. yer.; Faure-Biguet, Histoire de VAfrique septentrionale sous la domination musulmane (P a ris), bâb X— XIII; Mercier, Histoire de VAfriqae septentrionale, II, fasıl, n — 24; HI, fasıl, 1, 3, 7 ; bibliyografya için bk. bir de madd. CEZÂYİR, BİCÂYE, ÇOSANTİNA ve TUNUS. ( G, YVER.) H A F SÜ L F E R D . HAFŞ a l -FARD, A bu A mr yahut A bu Y a h y a , arap k e l â m â l i m ­ l e r i n d e n . Fihrist (s. 180) 'e göre, aslen mısırlı olup, Basra 'ya gitmiş ve orada mutezile kelâmcılarından Abu Hu zayi [ b. bk.]'in yanın­ da talebelik etmiştir. Başka bir nakle göre ise ( bk. Murtazâ, İthaf al-sâda, II, 47 ), ilkin kadı Abu Yusuf 'un yanında tahsil ettikten sonra, mutezileye iltihak etmiş oluyor. Hafş 'ın imâm al-Şâfi'i ile de hayli münâkaşaları olmuştur; bu imam, gerek kendisi ve gerek kelâmı hak­ kında, iyi bir lisan kullanmadığı gibi, adını zik­ rederken de, Far d yerine ( her keşten ayrıla­ rak, kendi başına kalmış mânasında) Munfarıd tâbirini kullanır. Lâkin söylendiğine göre, bu da, kendisinden sonra al-Aş'ari 'nin yaptığı gibi, bilâhare (insanların fiillerinin müsebbibi Allah olduğunu kabul eden) ehl-i sünnet mez­ hebine rücû ederek, halk, al-af âl akidesini ter­ viç etmiştir. Fihrist ( Şahristâni de böyle di­ yor ) Hafş ’ı, Naccâr ile birlikte, mucabbira ( mutlak cebriye tarafdarları ) arasında sayar ve altı eserini zikreder ki, bunlardan biri mûtezileye ve diğari hıristiyanlara karşı yazılmış­ tır. Krş. Horten, Die philos. Systeme der spek. Theologen ( s. 499 ve bu eserde gösterilen bibliyografya). ( H. BAUER.) H A ÎK . [ Bk. HÂ’İK.] H A ’ ÎK. H A ’İK, mustatil şeklinde b i r k u ­ m a ş p a r ç a s ı d ı r ki, takriben 10 arşın boyanda ve 3 arşın eninde olup, şimalî A f­ rika 'da erkek ve kadınlar tarafından, giye­ cek gibi, kullanılır. Doutte 'ye göre, 1. haik bir kaç türlüdür: 1. erkeklere mahsus olanı yündendir ve doğrudan-dcğruya çıplak vücûda sarılır veya asıl elbise gibi kullanılır; buna ekseriya, hâ'ik yerine, ksâ adı verilir; 2. üst h a ik ’i ipek ile yün ipliğindendir; şehirliler asıl elbiselerinin üstüne giyerler kî, bu daha ziyâde bir zarafet alâmeti olur; buna da ekseriya ksâ denilir; 3. izâr denilen yine mustatil şeklinde di­ kişsiz kumaş parçası olup, alelade bez veya pamuk dokumasındandır ; şimalî Afrika 'da ka­ bile kadınlarının umumiyetle büründükleri bir ö rtü d ü r...; 4. hassaten şehirli kadınların ev haricînde ,.asıl elbiselerinin üstüne giydikleri h â 'ik . . . H a ik şimâlî Afrika 'da ya erkekler



fin



u v



A in ı\ r u ıit



«5



tarafından kısa argaçtı, veya kadınlar tarafın­ C .); Tabari ( I, 745 ) 'ye göre de, Buhtnaşşar dan uzun argaçh el tezgâhlarında dokunur. Hira'de, oradaki arap tacirleri için pazar yeri Lyon mensucat fabrikalarında ipek ve yünden, olmak üzere, bir hayr inşa ettirmiştir. husûsî olarak şimâlî Afrika için dokunan Yukarıda bahsi geçen misâllerden belli ol­ haik 'ler pek makbuldür. Bunlar başka hiç bir duğu gibi, bu kelimenin mânası »etrafı çevril­ miş sâha, harım" olup, al-Hıra'nin asıl mâ­ yerde, hattâ Lyon 'da bile, satılmaz. Erkeklerin hai k 'inin nasıl giyildiğini görmek nasına benzemektedir. Bu hâle göre, hayr*ın için, bk. Doutte, Merrâkech { Paris, 1905, I, 255 başka bir dilden alınmış bir kelime olması da — 259 ve resimler) ve şehirli kadınlar için de mümkündür. Böyle başka.dilden gelme kelime­ A . Bel ve P. Rİcard, Le travail de la laine â lerde olduğu gibi, hayr kelimesinin müfredı Tlemcen ( Cezayir, 1931, s. 107 v.d, ve resim ler). iki şekillidir ve cemi de hirân, hurân ve huvâr Doutte 'nin Merrâkech (s. 248— 2 5 2 )'inde şekillerini almaktadır. Lügat âlimleri bu keli­ faaik hakkında iyi bir tetkiki vardır. H a i k 'in menin mânasını »bahçe, ağıl" olarak gösterir­ yerli çulhalar tarafından dokunuşu için A . Bel ler. Asm a'i 'ye kadar irca edilen bir etimoloji­ ve P . Rîeard’ın eserine (s. 109 v.d., tür.yer.) ye göre, bu kelime »ortası çukur, çevresi ve ayrıca Archives marocaines ( XV, cüz I ) *e yüksek yer" manasınadır ( Yâküt, II, 188'de müracaat edilmeli ve bunlara Doutte 'nin not­ huruf oku: curüf). Gerek bu etimoloji ve ge­ larındaki mükemmel bibliyografya ilâve olun­ rek bu kelimeyi öyle yerlerde görülen suyun hareketi ( yatahayyar ) ile izâlıa kalkışan veya malıdır. ( A lfred B el .) H A İR veya H A Y R . [Bk. HÂ’İR veya HAYR.] bir çok şekilleri olan hor kelimesine bağlamak H Â ’İR veya H A Y R . HÂ'İR veya H A Y R , isteyen diğer etimolojiler yanlış sayılmalıdır aslında m a h a l veya m e v z i mânasına gelen ( krş. Lane, Freytag, bîr de de Goeje 'nin Babir i s i m d i r ; msl. İbranî peygamberlerin ka­ lâzurî lûgatçesi ile Bibi, geogr. arab., II). ( E. H erzfeld .) birlerini ihtiva eden mukaddes Hebron ( HabH A K A M . [Bk. h a k e m .] rün yahut Habra ) bölgesi ( Yakut, II, 19$ 'te H A K A N . [ Bk. h a k a n .] yanlış olarak, Habr şeklînde gösterilmiştir; H A K A N . [ Bk. FETH-ALİ ŞAH,] Mukaddasi, s. 172, 10); keza Kerbelâ 'da HuH A K A N . [ Bk. k a ğ a n .] saya'e tahsis edilmiş olan yer ( Yakut, II, 188 ; Marâşid, s. 282; Tabari, III, 752 ). Tabari'de­ H Â K Â N Î. HAKANÎ, A f 2 a l a l -DÎN İbrâ ki fıkra tarih bakımından da ehemmiyetlidir; hîm B ad îl b. ‘A lî Ş îrvan I ( 1 1 2 6 ? — 1199? ), çünkü Kerbelâ âyininin, halife al-Mahdi 'nin İ r a n ş â i r l e r i n i n k a s i d e v a d i s i n d e annesi Umm Müsâ tarafından te'sis edilen va­ b ü y ü k l e r i n d e n d i r . Hemen bütün tezkirecikıflardan tahsisattı muvazzaf imamlar ile, daha ler âdım İbrahim olarak gösterirler. Hakikaten o zamanlarda bile yapılmakta olduğuna şaha­ bâzı şiirlerinde bunu îmâ eden beyitlere de te­ det etmektedir. Sâmarrâ 'nin .büyük bir ma­ sadüf olunur ise de ( bk. Divân, nşr. ‘Abd alhallesine de Hayr adı verilirdi; burası orta Rasüli, s. 425, beyit 1 1 ; 602, beyit 8) burada şehrin arka kısmını tamâmiyle kaplayan ve bulunan Ibrâhim adı mecâzen kullanılmış gibi aslında Mu’taşim 'ın büyük hayvanat bahçesinin görünmektedir. Başka bir şiirinde ise (bk. D ibir kısmını teşkil etmiş olan araziyi ihtiva vân, s. 602, beyit 11 ), babasının kendisine Baediyordu. Hayvanat bahçesinin, Hâ’ir al-Hayr dil adını vermiş olduğunu açıkça söylemekte­ şeklinde, tekerrürlü garip bir adı Vardı (krş. dir. Babasına gelince, Hakanı onun için yaz­ Tabari ve Yâ'kübi, tür. y er.; Yakut, bk. mad. dığı şiirlerin birinde (bk. Divân, s. 371 v.d,; hayr). Hayr, Muhammed b. Şâkir'in ‘ Uyun s. 645 ; Tukfat al-îrâkayn, Üniversite kütüp., al-tavârîh ( Sauvaire, J A , 1896, s. 377 ) 'inde fars. yazma nr. 380, var. 93b ) adının ‘A li ve bir bahçe adı olarak da geçer ki, bn Mu'âviya san'atının dülgerlik olduğunu söyler; bilhassa 'nin sır kâtibi Sarhün b. Manşür al-Rümi 'ye tabut yaptığını da tasrih eder. Tuhfat al-îrâ­ âit olan Hayr Sarhün bahçesidir. Şam 'ın Kay­ kayn adlı mesnevisinin sonunda, akrabalarını şan kapısında kâin olan bu hadîkaya sonraları sayar; dedesi ‘Oşmân — çulha idi. Bir amcası BustSn al-Kitt ( »kediler bahçesi" ) adı veril­ Kafi al-Dın ’Omar b. ‘Osman tabip idi (bk. miştir. Basra 'da bir Hâ’ir al-Haccâc vardı ve Divân, s. 86; Tuhfat al-îrâkayn, ayn. yazma, bunun kura olduğu iddiası, bu. kelimeye, yanlış 95a v.d.). Annesi ise, hıristiyan idi ve kaçırı­ olarak, »havuz*' mânası verilmesinden ileri larak müslüman edilmiş olup, san'atı aşçılık gelmiştir ( A z har i 'ye atfen, Yakut, II, 188 ve idi. Hâkâni 'nin sözüne göre, çok temiz kalpli Marâşid, s. 282). Yamama'de Hâ’ir Malham ve dürüst itikatlı bir kadın idi ( bk. Tuhfat yanında bir »araplar günü" vardır. ( Yakut ve al- îrâkayn, 94® v.d.). Marâşid, gos1. yer.). Bir de Mukaddasi, Sur Hâkâni 'nin doğum yılı hakkında eski ment Ty r e) limanına Hayr adını verir (s. 164 cod. bâlarda hiç bir kayıt yoktur. Bir şiirinde {Di-



*o



r ır v ı\ r v n ı*



van, s. 6 u ) : — «Zaman Sanâ'i ’nin devrini ka­ payınca, gökler benim gibi bir şâir doğurdu" — der; Sanâ’i'nin 545 ( 1 1 5 0 ) 'te Öldüğü ta­ hakkuk ettiğine göre ( bk, Rahmat 'A li Ha* bib Allah, Ahvâl a aşâr-i Hakim Sana i, Ka­ bil, 1936'dan naklen, J A (1939), 231, s. 144 v.dd.), onun takriben bu yıllarda kemâle ermiş olduğu ve 520 ( 1 1 2 6 ) 'de doğmuş olduğu ne­ ticesine varılabilir ( krş. Badi' al-Zaman Bişröya-i Horasan i, Suhan a suhanvarân, II, 145; burada başka deliller de zikredilmiştir ). Farz ve tahmine dayanan bu deliller yanında, kat’î bir delil de mevcuttur ki, şimdiye kadar nazar*ı dikkati celbetmemiştir: Hâkini, 551 ( 1 1 56) yılında Irak'a gidip, Sultan G iy iş al-Dın Muhammed’in ordugâhına vardığı zaman, Naşir al-Din İbrahim 'in öldüğünü duymuş ( Divân, s. 425, beyit 14, 15) ve ona yazdığı mersiye­ de : 1— «Otuz yıl sonra Hâkini şunu anladı: fakirlik sultanlıktır . . . " — demiştir. Bu senede takriben 30 yaşında olan şâirin 521 ( 1 1 27) yılı civarında doğmuş olması İcâp eder. Doğum yeri olarak, Khanikov ( Memoire sur Khâcâni, poete persan du siecle, 1. Etudes sur la vie et le caraciere de Khâcâni, J A , 1864, s. 143 ) ve ondan naklen bir çok muahhar eser­ ler Gence yi göstermektedirler. Gulistân-i İram 'deki bir kayda göre ( bk. Muhammed ‘A li Tarbiyat, Danışmandan-i Azarbagcân, Tahran, 1314, s. 130), Şirvan’ın mer­ kezi olan Şamâhi ’nin şimalinde bulunan Malhamlü kariyesinde doğmuştur. Bu kayıt Şirvan 'da doğduğunu söyleyen Hâkini 'nin sözlerini tavzih edebilirse de ( bk. Tuhfat al- îrâkagn, zÇa), bunun ne gibi bir esâsa dayandığını bil­ miyoruz. Şirvan 'da alelade bir esnaf ailesinde dünya­ ya gelen Hakanı, zamanın zulmü ve zaruret yüzünden, kendi hâ,line bırakılmıştır ( Tuhfat al*îrâkagn, 96“ ). Hakini ilk çocukluk devrini geçirince, güzel konuştuğunu gören tabip am­ cası onu yanına aldı ve tahsili ile bizzat meş­ gul oldu. Ona arapça öğretti ve daha sonra arap dilinin en mûtena eserlerini okuttu. Hâ­ k in i, bu ilk hazırlığı müteakip, d'ğer ilimlere geçmiş ve tefsir, hikmet, tıp, hey'et v.b. okumuş­ tur (agn. esr., 96*»). Aynı zamanda Sayyid Şar af al-Din Muhammed b. Mutahhar al‘A lavi 'den hadîs de okudu ( agn. esr., 98a). Hâkini 'nin sonraki hayatını ve şiirlerini an­ lamak bakımından mühim olan bir meselenin de tetkik:' lâzımdır: isminden ve. babasının isminden(‘Omar vc 'Osman) hakikî bir sünnî olduğu anlaşılan hocası ( am cası), tabi’î olarak, ona sünnî akidelerini aşılayacak ve onu hakikî bir sünnî olarak yetiştirecektir. „Şi‘i-tarâş„ diye meşhur olan Kâzı Nür Allâh Şuştari 'nin iddia­



larına rağmen ( bk. Macâlis aî-mu minin, Tah­ ran, 1248, 12. meclis), onun eserlerinde şi’î ol­ duğunu belirtecek hiç bir delil gösterilemez. Hâkini 'nin muasırı olan Nizâmi-i Gancavi 'nin de koyu sünnî olması, bu mıntakanın son za­ manlara kadar sünnî kalması da, onun esasen sünnî bir muhitte yetişmiş olduğunu gösterir. H â k in i, uzun m üddet devam eden bu ta h sil devresinde, şiir y a z m a ğ a başladı v e H a k â y ik i m ah lasım aldı. O nun ilk m evzuları, in tisap e t­ tiğ i bir em îr v e y a hüküm dar bulunm adığından v e sün nî olduğundan, ğ a ze l v e n a a tla r olsa g e ­ re k tir ( k rş. Tuhfat al- îrâkagn, 97*» ). D ah a so n ­ raki p a rla k n a a tla n ile H assan al-'acam lek ab ın a hak kazan an H â k in i, âilesinin seviyesin e rağm en, kendisin e şiirden anlayan kü çü k bir m uhit te'm in etm işti ( B unlar için bk. agn. esr., 99b v. dd.).



Hâkini henüz pek genç iken, şâir Abu 'l-'Alâ Gancavi ( Ölm. 554 = 1159; bk. Davlatşâh, s. 70 v.d.; Ataşkada, s. 54 ) Şirvan 'a gel­ di, Hâkini bir müddet ona çıraklık ederek, şiir san’atmda ilerilemeğe çatıştı, Abu 'l-‘AIâ ilk zamanlarda ona tam bir hocalık etmiş gö­ rünüyor; onu Şirvânşâh Abu ’l-Muzaffar Hâkan-İ Akbar Minüçihr b, Faridün ’a takdim et­ tiği gibi hükümdarın lekabma izafet ile, Haka­ nı mahlasını kullanmak müsâadesini aldı. Mem­ leketinde hemşehrileri tarafından durugar-pusar ( «dülger oğlu" ) diye çağırılan şâîre, mal ve şöhret temin etti. Üstelik diğer talebesi şâir Falaki ’nin almağa niyetlendiği kızını ona verdi ( bk. Hamd A llâh Mustavfi Kazvîni,' Târih-i guzida, s. 827 v.d.; Abu 'l-'A Iâ’nın Hakini ’ye karşı yazdığı hiciv için bk. Davlatşâh, Tazkira, s. 70). Böylece çırağına iyilik eden bu şâir hakkında H âkini 'nin acı ve şid­ detli hicviyelerini gören eski menbâlar ve son­ raki müellifler H âkini ’nin nankörlük ettiğini söylemekte müttefiktirler. Fakat hakikî vaziyet hiç de onların zannettikleri gibi değildir. Bir dereceye kadar şöhret kazanmış, yuvasını kurmuş, genç ve san’atmın kıymetini müdrik olan Hâkini, Şirvan sarayında kabiliyetinin ümit ettirebileceği şeyleri elde edemiyor; hattâ aile­ sini geçindirecek bir gelir vâsıtası, bir memu­ riyet bulamıyordu. Bu sırada yazıldığı muhak­ kak olan iki şiir bu bakımdan mübim kayıtlan ihtiva eder; babasına hitâben yazılmış, dört matlâlı, parlak bir medhiye olan birincisinde (bk. Divân, s. 371 v.dd.) yiyeceğini ve giyece­ ğini onun ( babasının) te’min ettiğini söyler. Galiba babası şairliğinden bir şey kazanamadı­ ğım görünce, onun dülgerlik etmesini istemişti. Hâkini de : — «Eğer o kendisine tesiere çek­ memi düşünüyorsa, doğru düşünce — onun dü­ şüncesidir ; emir onun emridir" ( agn. esr,, s. 374, beyit i ş ) -1- diye, zahiren bupa İtaat edçr



* i T r » \ r u ı a«



' görünüp, babasını fikrinden caydırmağa çalışır. Sonra üstadı Abu ’I-'AIâ’ 'yı o Vakitler sünnî bir muhitte en büyük leke sayılan bâtınîlik ile itham etmek için, «damganlı kopek" diye tav­ sif ederek, onun «cevherlerini" (güzel maz­ munlarını ) çalmasından şikâyet eder ( agn. esr., s. 375) beyit 9.). Babası hakkında bir hicviye olan ikinci şiirde ise (D ivân, s. 640), onun huysuzluğundan ağır kelimeler ile şikâyet et­ mesine rağmen: — «O benim rızkım için, tan­ rının naibidir; ey rabbim, sen onu felâketler­ den koru" — der. Bu hâdiselerden epey sonra, 552 ( 1158 ) 'de kaleme aldığı Tulıfat a l-îrâ kayn ’de bile ekmek ve elbisesini babasının te'mın ettiğini, ailesine onun baktığını, hattâ ken­ disini sıkıntıda gördüğü zaman, eşyasını bile sattığım . . . yazar ( bk. agn. esr., 93b v.d.). Onun bu hâle düşmesinde hocası ve üstadı Abu 'i-'AIâ1 'nin dahli vardı. Tuhfat al-îrâkayn ( 103b v.d. ve bilhassa 104b) 'de onu Haşan Şabbâh 'in taraftarlarından imiş gibi gösterdikten sonra: — «Muhammed 'e bakîm diyen, bak, H âkini'ye ne isim veriyor; Tanrı elçisi fâcirdir, diyor; ‘A li oğluna (kendisine) .ne deşin?." — diyerek, onun kendisi hakkında çok ağır iftiralarda bulunduğuna anlatıyor. Esa­ sen küçük bir eyâletten ibaret olan Şirvan böyle dedi-kodulara tahammül edemezdi. Arkadaşı Fa­ laki Şirvâni (ölm. 577 = 1181 veya 587 = 1191) de, muhtelif ithâmlar yüzünden, hapsedilmişti; hattâ idamı ihtimâl dâhilinde idi ( bk. Sukan u suhanvarân, II; 293 v.d.). Hâkini bu dar muhitte, hocasının ithamları ve entrikaları yü­ zünden, terakkî değil, bir geçim vâsıtası bile bulamadı; üstelik kendisine felâketler hazırlan­ dığını sezdi (krş. Divân, s. 42, beyit 2: 551 = 1 1 5 6 'da ölen Nâşir al-Din İbrahim 'e yazdığı mersiye) ve tabiî olarak, hocası ve üstadıua karşı şiddetli hicivler yazmaktan kendini men'edemedi. Bu devirde şiirin esâs şeklinin kaside ve esâs mevzuunun da medıb olması, kendi muhi­ tinde muvaffak olamayan H âkini'yi, ister-iste­ mez, civarındaki veya daha uzaklardaki başka memdûhlara teveccüh ettirecekti. Göıünüşe gö­ re, ilk teşebbüsü en yakın yere yaptı. Halhal ve Azerbaycan hâkimi olup, 541 ( 1 1 46) ’de öldürülen meşhur Selçuklu kumandanı 'Abd alRahmln Toğan-Yürek 'in oğlu Rukn al-Din Muhammed için yazılmış olan bîr kasîde ( bk. Divân, s. 176 v.dd.) bu ilk teşebbüsün mahsû­ lü olmalıdır. Bu şahıs .hakkında bilgimiz çok azdır (bk. Ibn al-Aşır, nşr. Tornberg, XI, 76, 87, 178; 556 h. vak'alan arasında; Tmâd alDin îşfahâni, Zubdat al-nuşra, nşr. Houtsma, s, 293 ) ; fakat Hâkini, onun babasının tahtına oturduğundan bahsettiğine göre, bu şiir 541



( 1 1 4 6 ) ’de veya müteakip senede yazılmış ve gönderilmiştir. Hâkini, galiba, bu teşebbüsten mühim bir şey elde edemedi; çünkü divanında bu kasîde hâriç, onun hakkında küçük bir kıt’adan başka ( bk. Dîvân, s, 604 v.d.), bir şiiri yoktur. İkinci teşebbüsü, daha uzak, fakat yine ikin­ ci derecede bir merkeze yaptı. Henüz 24 ya. şında iken, yâni takriben 544 ( ı i 4 9 ) ’te ‘A l i ’ al-Dİn Atsız b. Muhammed Hvarizmşâh (522— 551 = 1128— 1 1 5 6 ) ’a bir kasîde gönderdi (bk. Dîvân, s. 195 v.dd. ve bilhassa s. 199, be­ yit 2). Bu şiire mukabil, A tsız 'in münşisi ve saray şâiri olan Raşid al-Din Vatvat (ölm. . 573 = 1178; b. bk.) 'tan güzel bir medhıye aldı ve ona cevap vermekte gecikmedi (Divân, s. 30 v.d.); fakat eline yine bir şey geçmedi. Da­ ha sonra gidip-gelen şiirlerden hâdiselerin tarz-1 cereyanı şöyle tasavvur olunabilir: Ha­ kini, Vatvât 'ın tavassutu ile, A tsız 'm yanın­ da bir mevki, bir me'mûriyet elde etmek istedi; bu mümkün olmayınca ve Vatvât 'ın kendisine yardım etmediği kanaatini hâsıl edince, ona bed-duâ etti. Vatvât buna soğuk kanlılıkla ve hüsn-i niyetle cevap vermiş olmalıdır. Çünkü Hâkini başka bir şiirinde ( Divan, s. 659 ), bu cevaptan mahcubiyetini ve onu bir daha hicvetmiyeceğini anlatır. Bununla beraber, Hvârizm 'e gidip-gelenlerin naklettikleri sözler üze­ rine, ona çok ağır iki hicviye yazdı ( bk. D i­ vân, s. 632, 673 ve krş. ‘Abbâs ikbâl, H adaik al-sihr f i dakaik al-şır, mukaddime, s. 33 v.dd.), Hvârizmşâhlar sarayının büyük ve nuftızlu şâiri ile arası açılan Hâkini, oraya git­ mek ümidini kaybetti. Tam bu hâdiseler olurken, 25 yaşında, yâni takriben 545 (1160) ’te ilk hâmisi ve hocası olan amcası Kâfi al-Din 'Omar b. 'Oşmân öl­ dü ( bk. Tuhfat al- îrâkagn, 97a ). Bir kaç mersiye ile ağladığı bu hâdise ( bk. Divân, s. 57, 86, 321, 369, 455), onun her şeyi terketmek, insanlardan uzaklaşmak arzu ve emelini uyandırdı. Hâkini hayatının muhtelif devirle­ rinde tekerrür eden bu niyetini hiç bir zaman, kat'î olarak, tatbik edememiş görünüyor. Bu defa da böyle oldu. Hvirizm yolları kendisine kapanmıştı; amcasının ölümü dünyanın değer­ sizliğini isbat etmişti. Bunlar ile beraber, şairliği­ ni takdir edecek ve hülyalarını hakikat yapa­ cak kimse yok değildi, vardı ve o da büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer idi. Hâkâni, kabiliyetine ilk inandığı gün, onun sarayını ta­ hayyül etmiş olmalıdır; fakat onun etrafında Çok büyük şâirler vardı; kendisi gibi bir gen­ cin onlar arasında tutunabilmesi pek az muh­ temeldi. Buna rağmen, Horasan ’a, Sultan Senee r’ip sarayına, gitmeğe teşebbüs çtfi. Bu de*



fa bîr şâire değil, bir âlime, meşhur vâi zMuhy al-Din Muhammed b. Yahya ( bk. Subki, T a~ bakât al-şâfı iya al-kuhra, Kahire, I 3 24 > VI, 197 v.d.; İbn Hallikin, Vafayât al-a’yân, Ka­ hire, 1299, I, 589; İbn al-Aşir, XI, 120 ve 133; Ra vaadi, Rahat al-şudür, nşr. M. İkbal, London, 1921, GMNS, 2. 18i v.d.) 'ya müracaat etti. Ondan aldığı müsbet cevap üzerine, Ho­ rasan ’a gitmek için, yola çıktı. Takip ettiği yolu tamamiyle bilmiyoruz; fakat bu hususta söylediği bir şiirde ( bk. Divân, s. 413 ) : — „Veba evi olan Rey 'de niye oturuyorum ; in­ şallah Horasan 'a giderim. Bülbülüm, hâristanı ne yapayım; inşallah gülistana giderim" — di­ yor ve Tüs yolu ile, oraya varmağı düşünüyor. Fakat Şirvanşâh 'm teşebbüsü üzerine, Rey hâkimi Hâkani 'nin gitmesine müsâade etmedi (bk. Divân, s. 148 v.dd.). Ister-istemez Rey 'de kalan şâir hastalandı ( Divân, s. 454 v.d.) ve Sultan Sencer 'in 548 ( 1 1 6 3 ) 'de oğuzlar ile muharebe edip, bütün İslâm âle­ minde derin akisler uyandıran mağlûbiyet ve esaretini ( bk. Mehmed Köymen, Büyük Selçuklular imparatorluğunda oğuz isyânt, D il ve tarih-coğrafya fakültesi dergisi, Ankara, 1947, V , sayı 2, s. 158 v.dd.), „adı Horasan olan o vefa kâbesinin, fil gibi hâdiselerin aya­ ğı altında çiğnenmesini" (bk. Divân, s. 157, beyit 13 ) orada öğrendi. A z bir müddet sonra da, Muhammed b. Yahya ’nm, Öldürüldüğünü işitti ( h. 549 veya 550). Onun için yazdığı iki uzun mersiye ( bk. Divân s. 156, 241 ) ile ikİ kıt'a ( Divân, s. 627, ), aynı zamanda ümit­ lerinin kırılmasını bütün acılığı ile ifâde eder: — „Horasan taraflarına gitmek için kat'î olan kararını boz; çünkü o taraflarda emn-ü emân kalmadı. Sefer sözlerini bırak; çünkü zaman, talihin gibi, değişmelere namzet oldu. Hapis­ haneye benzeyen Şirvan 'da gönlünün derdi ile bağdaş; çünkü o dert kıyamet günü yolunun azığı oldu . . . Devlet kuyusundan su çekme­ ği umma; çünkü kovalar parçalandı, kuyu­ nun ipleri çürüdü" {D ivân, s. 157, beyit 14 v.dd.). Hakanı, me'yûs bir hâlde, memleketine dön­ dü. İlk memdûhu Hâkân-i Akbar Minüçihr Bâkillân şeddini yaptırıyordu ( 550 = 1155 ). O bu fırsattan istifâde edip, ona iki kaside yol­ ladı ( Divân, s. 25 v.dd., 45 v.dd.) ; fakat iyi bir kabul görmedi. Esasen o sene, memleketi için, sevinçli bir yıl değildi; her tarafta şiddetli bîr kıtlık baş göstermişti. Bu yüzden o, bu de­ fa da Irak Selçuklularının sarayına gitmek üzere, yola çıktı. Mekke 'ye kadar uzayan bu seyahatinin hâtıralarını, Iran edebiyatının ilk manzum seyahatnamesi olan Tuhfat al-cîrâkayn $tdlı eserinde mufassal an anlatmaktadır»



Hakanı Irak 'a giderken, oranın siyâsî vazi­ yeti, böyle bîr seyahat için, hiç de müsâıt de­ ğildi ( bk. ibn al-As ir, XI, 135 v. d d .; 'İrnâd alDin Işfahâni, Zubdat al-nuşra, nşr. Houtsma, s. 234 v.dd.; trc. Kıvâmüddin Burslan, T TK neşriyatı, seri II, nr. 4, s. 212 v.dd.; Râvandt, Rahat al-şadür, s. 259 v.dd.). Hâkini, buna rağmen, yola çıkmıştı. Yolda tesâdüf ettiği emirlere de medhıyeler söylüyordu. Bunlardan birincisi Kızıl Arslan için söylenmiştir ( bk. Divân, s. 281 v._dd,; burada s. 284, beyit 14, 5 5 0 = 1155 senesi açıkça zikredilmiştir; krş. Suhan u sahanvarân, II, 244, not 1 ). Ümid ettiğini bulamayan Hâkini İsfahan 'a gitti. Orada vezir Camii al-Din Muhammed b. 'A li al-Cavâd al-îşfahâni ( ölm. 559 = 1164; bk. İbn Hallikin, Vafayât aha yân, II, 95 v.d.; İbn alAşir, XI, 202 v.d.) 'yi gördü ( Tuhfat al-îrâ­ kayn, 146 v. dd.). Hâkini 'nin bizzat söy­ lediğine göre, bu vezir ona kemâle ermemiş olduğunu söyleyip, dönmesini tavsiye etti. Hâ­ k in i uzun bir yoldan geldiğini ve memleke­ tinde kıtlık olduğunu anlattı. Bnnun üzerine, vezir ona yüzüğünü verdi ve zahire tedârik etmesini söyledi ( Tuhfat al-îrâkayn, 17b). Hâkini, ıster-istemez, o yüzük ile memleketine dondu. Fakat, yine orada kalm adı; bu defa Bagdad 'a gelmek üzere, yola çıktı. Irak Sel­ çuklularından G iy iş al-Din Muhammed b. Mahmüd (548— 555 = n 5 3 — 1160) için' yazılmış ve onu oğuzlardan intikam almağa teşvik eden kasidesini her hâlde bu defa yazmış olmalıdır ( bk. Divân, s. 264). Fakat Sultan laşkar-gâh 'ta idi ( bk. Tuhfat al-îrâkayn, 34*» v.d.) ve belki Bagdad seferine hazırlanıyordu. Bun­ dan dolayı talihsiz şâir, oradan ayrılıp, Hemedan 'a geldi ve Bagdad 'a geçti. Vezir Cam ii al-Din İşfahâni halifeye Hakani 'den bahsetmişti. Halife onu arattı ve Hâkini halifenin eşiğini öpmek saadetine erdi ( bk. Divân, s. 377 v.dd. bilhassa s. 382, beyit, 16; Divân, s. 225, beyit 20 v.d.). Bu halife ona kâtiplik ( dabiri) teklif etti ise de ( bk. D i­ vân, s. 638 v.d.; krş. Suhan u sukanvarân, II, 328, not 3 ), bilmediğimiz sebepler ile, Hâ­ kini bunu kabul etmedi; şaraptan ve diğer günahlarından tövbe ederek ( bk. Dîvân, s. 565 ), bir kafileye katılıp, Küfe üzerinden, hac­ ca gitti. Hâkini 'nin Peygamberin mezarının başında duydukları, Tuhfat a l-îrâkayn’ in en parlak sahifeler ini teşkil eder. O pek erken İnkişâf et­ miş olan kabiliyetini çekemeyen muhitini ve oradan kurtulmak istediği zaman karşılaştığı talihsizlikleri hatııladı. O zaman hâdiselere çarpa-çarpa kendi üzerine kıvrılmağa başlamış olan rûhnnda yeni ve geniş manevî ufuklar



T m rvTîi'u;



belirdi; „iki parça ekmek için, alçakların at­ tıkları taşlardan dişleri kırılmıştı; fakat Pey­ gamber sayesinde, akıl dişleri çıktı". Artık hırsın su-ve havasından, nefsin kıtlık ve ve­ basından kurtuldu. Geçim endişesi ile şimşek ve seraplar yaratan, yalan sözler bulan şairliği vardı; fakat şimdi ağzı alevli âteşler ile yı­ kanmıştı, artık onun me d hinden veyahut onun ümmetini koruyanların medhinden başka bir şey söylemeyecekti (bk. Tuhfat al- îrâkayn, 7ob v.dd.); O bu sözünde de duramayacaktı; fakat bu heyecanla yazdığı naatı Mekke 'nin ileri gelenleri altın ile yazmışlardı (bk. Divân, s. 220 v.dd.); o kadar güzeldi. Hâkini haccını tamamladıktan sonra, Şam yolu île, Musul 'a geldi. Orada eski hâmisi Ca­ mii al-Din İsfahanı 'yi gördü ve bu hâmisi kendisine 1000 altın verdi ( bk. Divan, s, 360, beyit $ ve krş. s. 580 v.dd.). Musul 'dan sonra tekrar Bagdad'a geldi ve orada Tuhfat al‘‘İrâkayn 'i yazmağa karar verdi. Bagdad üç ay kadar devam eden şiddetli bir muhasaradan yeni kurtulmuştu ( bu muhasaraya 20 rebiyülevvel 552 = 1 mayıs 1 1 57'de nihayet verilmiştive asıl hacılar kafilesi bu muhasara sırasında gel­ mişlerdi; bk. Zuhdat al-nuşra, trc. Kıvâmüddin Burslan, s. 229; fakat Hâkini yolda bîr az gecikmiş olacaktır). Gâliba bu yüzden kim­ se.H âkin i'yi aramadı ve her büyük şehirdeki gibi, menfaatine düşkün oian halk, yeni bir manevî tasfiyeden çıkmış olan şâirde çok fena intîbâ bıraktı ( bk. Divân, s. 683, 691 ve tür.' yer.). Hâkini oradan İsfahan'a gitti. Bu şehir­ de de iyi bir kabul görmedi; çünkü Mucir-i Baylakani onun ağı zindan, şehir için, bir hic­ viye yazmıştı ( bk. Divân, s. 360, not 5 ). Ha­ lcini, Şifahan redifli uzun bir kasîdede ( bk. Divân, s. 358 v.dd.), böyle bir şey yapmadığı­ nı anlatarak, Mucir 'i şiddetle hicvetti ve mem­ leketine döndü. . Hâkini bu defa yine memleketinde kalama­ dı. Bir yıl önce, Mekke 'de „Kâbe gibi âsûde gönüllü" olan şâir (bk. Divân, s, 190, beyit 2), ber hâlde 7 u/ı/a'deki hicivleri duymuş olan Abu 'I-‘AIâ; 'nm ve diğer düşmanlarının te’sirı ile, sükûnetini kaybetti ve Mekke 'de .tanıdığı Derbend meliki Sayf al-Din Arslan'ın yanına gitti. Ona sunduğu kasîdede ( Divân, s. 187— 195) Sencer’in ölümünden bahsettiğine ve Sencer 14 rebiyülevvel 552 ( 26 nisan 1157 ) 'de öldüğüne göre, bu yılın sonlarında Derbend 'e varmıştır. Onun Derbend ’deki hayatı hak­ kında fazla bir şey bilmiyoruz, Sayf al-Din Arslan hakkında, Şirvan 'dan şikâyeti de ihti­ va eden arapça bir kasîdesi daha var ise de (bk. Divân, s. 940 v.dd.), bu da ilk gittiği Sirada söylenmiş olmalıdır. Nihâyet kendisin­



den evvel oraya gitmiş olan ve kendisini kıs­ kanan kimselerin, belki eski düşmanı Mucir al-Din Baylakani (krş. Suhan u sukanvarân, II, 259, not v.d.) 'nin te'siri ile, umduğunu bu­ lamadı ; — «Şirvan 'da cömertliğin rengi yok İse de, B ib al-Bâb ( Derbend) 'da kokusu da yok­ tur" ( Divân, s. 611 ) — diyerek, geri döndü. Hakini memleketine döner-dönmez, ramazan bayramı münâsebeti ile, Minüçihr 'e yine bir kasîde takdim etti ( bk. Divân, s, 226, 553 = 1158). Bunun da neticesi belli değildir ve bu zamandan sonra şâirin hayatı karanhklaşmaktadır. Ancak arada fark edilen şn bir kaç vakıayı kaydetmek lâzımdır: Abu 'I-'Ala1 5 S4 ( 1 1 5 9 ) 'te ölmüştür. Bundan sonra Hâkini kolayca hükümdarın sarayına girmiştir. Ha­ kikaten o artık hükümdarın ailesi efradı ara­ sına karışmış gibidir ve yıllık 30.000 dirhem tutan bir tahsisatı vardır ( bk. Divân, s, 526, st. 14). İster hükümdarın yanında olsun-ister olmasın, ona uzun fahriyeler ihtiva eden ka­ sidelerini takdim etmekten geri durmayordu (bk. Divân, s. 232, 337, 341, 387, 395, 634 v.b.). Bu arada civar emîr ve sultanlara da kasideler yolluyor, onlardan da câîzeler alıyor­ du. Muzaffer al-Din Kızıl Arslan ‘Osman b, Il-Deniz için yazdığı ve divanının en parlak ve en muhteşem sahifelerİni teşkil eden kaside­ lerin bir kısmı bu devirde yazılmış olmalıdır. Bunlardan biri ile Sultan Arslan b. Tuğrul ( 556— 573 = 1161— 1177 ) 'a takdim edilmiş terkib-i bend ( bk. Divân, s. 119 v.dd. ve 557 v.dd.), 558 ( 1 1 6 3 ) 'de, ilk Abhaz seferi sıra­ sında yazılmıştır ( bk. Ravandi, Rahat al-sudür, s. 287 v.d.; İbn al-Aşir, XI, 188 v.d.). Talihi açılmış olan şâirin canını sıkacak kü­ çük hâdiseler de eksik olmuyordu. Bunlardan yalnız ikisini kaydetmek lâzımdır: bir defa Minüçihr 'den sonra tahta çıkan A hisiin onu tahkir etmişti ( bk. Divân, s. 603 v.d.) ; bir defa da o kadar iyiliğini gördüğü vezir Camii al-Din Isfahini 'nin ölümünü duymuştu ( bk. Divân, s. 644 v.d.). Bir müddet sonra, gâliba 5 ^3 — 565 (1168— 1170) yıllarından az bir zaman evvel (bk. Divân, s. 407 v.dd.), Minüçihr öldü ve Hâkini, her şeye rağmen, onun için en müessir mersi­ yelerinden birini ( bk. Divân, s. 538 v.d.) yazdı. A z bir müddet sonra da, yeni hükümdar Abis­ tin b. Minüçihr 'e bîr terkîb-i bend takdim ederek onu medih ve tesliye etti ( bk. Divân, s. 519 v.dd.). Bu şiirin umûmî edası, yeni hü­ kümdarın şâire pek iyi bir kabul göstermediği intibaını veriyor ( bk. Dîvân, s. 524, st. 16 v. dd.) ; hattâ hükümdar, ona verilen 30.000 dir­ hem yıllık ile, 30 'dan fazla mızraklı asker te'min edilebileceğini söylemiştir ( s. 52®f st.



$0



n/\R.AINİ.



14). Belki yukarıda bahsedilen hâdisenin de ie'sirî île, bu hükümdar Hâkini 'ye karşı iyi hareket etmedi; ona verilen maaş kesildi, iktâ ile berâtı elinden alındı ve şâir iki üç yıl ge­ lirsiz kaldı (bk. Divân, s. 77, beyit 3/4). Hâ­ kâni, Minüçihr’ih son günlerinde tanıdığı zev­ cesi ve Ahistân 'ın annesi Şaffat al-Din 'e şi­ kâyette bulunarak, hükümdardan hiç bir ihsan' görmediği için, vazifesini terkedeceğîni ve onun dergâhında yer bulamadığından, müsâade iste­ diğini bildirdi ( Divân, s. 73 v. dd.). Bu mürâcaattan ne netice çıktığını iyi bilmiyorsak da, Hâkini 'nin bir müddet daha hükümdarın ya­ nında kaldığı, onun medhindeki kasidelerden bir kısmının bu zamanlarda kaleme alındığı düşünülebilir ( msl. Divân, s. 33 v.dd.). H akini 'yi, bir müddet sonra, mahbus gör­ mekteyiz. Bu hapsin sebebi hakkında menbâlarda muhtelif rivayetler vardır (bk. Kazvini, Asâr al-bilâd va ahbâr al-ihâd, nşr. F. Wüstenfeld, Göttingen, 1848, s. 404; Davlatşâh, Tazkira s. 79; uzun bir makalede bu meseleyi bütün teferruatı ile tetkik eden Minorsky de Davlatşâh ile aynı kanaattedir; bk. Khâqâni and Andronicus Comnenus, BSO S, XI, 1943— 1946, s. 5$ı v. dd., bilhassa 561 ). Fakat Divân ’daki şiirlere göre, hâdise­ nin sebepleri başkadır. Hâkini mahbus olduğu sırada 7 şiir söylemiştir ( bk. Divân, s. 19, 71, 109, 272, 327, 581, 601; s. 244'te bulunan şiir, başlığında görüldüğü gibi, bir hapsiye farzedilmiş ise de, hapis ile hiç alâkası yoktur ( krş. Minorsky, s. 551, not 3). Bunlardan başka, ha­ pis ile alâkadar olarak, vezir Abü Naşr Nizâm al-Mulk 'e hitaben yazılmış Savgand-nâma ( ye­ min şiiri) vardır ( Divân, s. 49— $7). Hâkini bu yemin şiirinde bir takım »nâkillerin— müzevvirlerin" hükümdara, kendisinin itaati terkeylediğıni söylediklerinden bahsediyor ve bir az ileride : — »Ben hiç bir yere kaçacak değilim" ( Divân, s. 57, beyit 8 ) — diyor. Hapiste.söyledi­ ği başka bir şiirde ( Divân, s. 109 ), kendini dil­ siz bir kuş ve aç gözlü bir karıncaya benzete­ rek, hapsedilmesine şaşıyor v e : — »Bir kuşun çengi nasıl bir orduyu harekete getirir; bir karınca nasıl ceng eder'1" — diyor. Bu beyitle­ rin açıkça delâlet ettiği gibi, Hâkâni isyan ile itham edilmiş ve kaçıp, başka bir memdûhuna sığınmaması için, hapse atılmıştı. H â k ân i, başın a ge le ce k felâ k eti sezm iş gib i­ d ir; atab e y K ız ıl A rsla n 'a yolla d ığ ı bir terkıb -i ben.d ( Divan, s. 494 v. dd.) bununla çok a lâ­ k a d ar görünüyor. F a k a t bu m ürâcaatı t e ’sirini gösterm edi ve o, tâlihinin bir m üddet için g ü l­ m esinden sonra, h ayatın ın en büyük felâketin e u ğ r a d ı: a ya ğın d a



d a ğ la r ka d ar a ğ ır zen cirler



y^rdij kirpiklerinden k şn h y aşla r akıyordu. H â­



kâni 7 ay bu hâlde kaldı (Davlatşâh, Tazkira, s. 79 ). Bu sırada Bizans prenslerinden Andro­ nicus Comnenus, Şirvan 'a gelmişti ( teferruatı İçin bk. Mînosrky, göst. ger.). Hâkâni bütün zekâsını kullanarak yazdığı iki kasîde ile ( D î­ vân, s. 19 ve 272 ), afvı için Şirvânşâh nezdinde tavassutta bulunmasını rica etti. Galiba bu şefaat sayesinde, 569 ( 1 1 7 3— 1174) sene­ sinde serbest bırakıldı. Hâkâni, hapisten sonra, Ahistân 'a takdim etti­ ği terkîb-ı bendin bir kıt'asında kendi hâlini çok güzel tasvir etmiştir ( Divân, s. 485 v. dd. 5 bu şiir 569'da söylenmiştir; çünkü 582'de vukua gelecek olan ve is!âm ülkelerinde heyecanla beklenilen 7 seyyârenîn mizan burcunda toplan­ malarına 13 yıl kaldığını söyler; bk. s. 494, beyit 1 3) : âlem kendisi için zulüm yağmuru­ nun okları ile doludur. . . başına gelene râzı olmuştur, başını düşmanlarının kılıçlarına uzat­ mış ve kapısını dostlarının yüzüne kapamıştır. Aym zamanda kendisini böyle sindirenlerin kim olduğunu biliyor; aynı tevekkül ve isyanla: — »İnsanlar ağzımı mühürlediler" — diyor ( Di~ vân, s. 488 v.d.). A b istin 'ın, bu şiir üze­ rine, nasıl bir tavır aldığını bilmiyoruz. Esasen bu yukarıda tavsif edilen rûh haleti içinde bulunan Hâkâni için o kadar mühim olamazdı. Hâkâni 'nin düşündüğü tek şey vardı: hacca gitmek, düşman ve hâsidler ile çevrili muhitten kurtulup, manevî lekelerden temizlenmek, Kabe 'de veya Peygamberin mezarı başında, muhtaç olduğu mânevi teselliyi bulmak. Hakîkaten da­ ha hapiste Andronicus Comnenus 'a yazdığı kasidede: — »Alemin şahından Beyt-i mukad­ desi ziyaret etmem için, müsâade iste" { D i­ vân, s. 25 ) — demişti. Hapisten çıkınca, belki terkib-i bendini takdimden sonra, Ahistân 'dan hacc için müsâade istedi. Fakat hükümdar o sene izin vermedi (D ivân, s. 251, beyit 4 ) ; hâlbuki o hacca gitse idi, 30 yıllık farzları Kabe 'nin yanında kaza edecek idi. Şimdi buna muvaffak olamamıştı ve o bu iztırap ile inli­ yordu ( bk. Divân, s. 247 v.d.). Bu tunç hisar içindeki hâli, îsfendiyâr 'ın hâline benziyordu ; şu kadar var kij onun yaptığı yedi büyük savaşı, kendisi her hafta yedi defa yalnız başına tek­ rar ediyordu. Gönlü toprağın karanlık mağara­ sında ölmüştü. Bununla berâber, bâzan yüksek ve parlak hülyalara da kapılıyordu. Aynı şiirde: — »Beni, eshâb-ı kehf gibi, hem uyur, hem uya­ nık bi l ; birden bire uykudan uyanmam mümkün­ dür" — diyor (Divân, s. 250, st. 15). Fakat kendisi de buna inanmıyor, hâlini, kamıştan at yapan ve onu caka ile süren çocuğa benzetiyordu. O bilhassa kendini lekelenmiş telâkki ediyor­ du; kendi tâbiri ile, zahirinde cenâbetlik ve bâ­ tılında işe, hayz yarejı ye bunlardan gusül çt-



* ınıvnm t



mek lâzım idi; fakat ömrünün bu akşam vaktin­ de, tiivbe denizini nerede bulacaktı ? ( Divân, s. 251, beyit t ). Bu iztırap ve azap ile bir yıl geçiren şâir, Mûmçihr 'in kızı, Ahistân 'ın kız kardeşi 'İşmat al-Din 'e bir kaside yazdı ve kardeşinden, hacca gitmesi için, kendisine mü­ sâade almasını rica etti ( Divân, s. 289, v. dd.; bilhassa s. 291, son beyit ve 293, beyit 12). Hükümdarın annesi Şaffat al-Din 'e de baş vur­ du (bk. D ivân, s. 152 v.dd.) ve bu yıl hacca gitmek istediğini bildirdi. Her hâlde onların yardımı ile, o sene, yâni 570 ( 1 1 7 5 ) 'te (krş. Sahan u suhanvarân, II, s. 334, not 1.), izin ala-., rak, yola çıktı.. Yaza tesadüf eden ve oldukça sıkıntılı geçen bu seyahatinin Bagdad 'dan Mekke'ye kadar olan kısmını, Mekke'de yazıl­ mış olan bir kasidede mufassalan tasvir et­ miştir ( Divân, s. 94 v. dd,). Burada Hâkâni 'yi adım adım takip edecek d eğ i l i z y a l nı z bu defa Madâ’in 'den geçtiğini ve memleketimizde çok meşhur olan Madâ’in harabeleri hakkındaki şiirini ( Divân, s, 362 ve krş. aşağıda eserleri) yazdığım kaydetmek lâzımdır. Bu hacc seya­ hati Hâkâni'ye umduğu sükûneti te'min etme­ miş olmalıdır. Memleketinde ailesi vardı, on­ ları terkedemezdi; oraya döndüğü takdirde ne yapacağını, hükümdarın kendisini nasıl karşı­ layacağını bilmiyordu ve bundan endişe edi­ yordu. Bundan dolayı, o sene haccda bulunan (bk. Dîvân, 415 v.dd. ye 411 v.d.) 'îşmat alD in'e müracaat etti. Hâkâni gâlıbâ ondan müsbet ve kat’î bir cevap alamamıştı. Bu yüzden memleketine dö­ nemedi ye çok muhtemel olarak, Bagdad'da kal­ dı. Burada bizzat Ahistân 'm eli ile yazılmış bir mektup . aldı. Bunun üzerine memleketine donen şâir, hükümdara bir kasîde ( agn. esr., 8. 440 v. dd.), sonra bir terkîb-i bend sundu .( agn. esr., s. 462 v. dd.). Bu son şiirde, hüküm­ dara vaadlerini hatırlatıp, divanda bîr vazife istedi (agn. esr., s. 461, beyit, 10,13). Ahistân sözünde 'durarak, ona bir vazife vermiş olmalıdır. Fakat kader Hâkâni 'ye yar olma­ yacaktı, A z sonra 5 7 1 ( 1 1 7 6 ) senesinde, 20 yaşma gelmiş olan oğlu Raşid al-Din öldü (agn. esr., s, 158 v.dd., 163 v.dd., 552 v. dd. mersiyeler). Henüz mâtem elbisesini çıkar­ mamıştı ki, şeyhî ve üstadı olan, Oğuz isya­ nından kaçıp, Tebriz 'e gelmiş ve yerleşmiş bu­ lunan ‘Umdat al-Din Muhammed b. As'ad alTûsi al-Nisâburi 'nin ölüm haberini aldı ( ölm. rebiyülevvel 571 = eylül 117$; bk. İbn Hallikân, Vafagât al-a'gân, Kahire, 1299, I, 596 ve D i­ vân, s, 303 v. dd.) Gerek menbâlardan, gerekse divanından, Hâ­ kâni 'nin hayatının bundan sonraki kısmı için, pıutçferrik bilgiler çıkmşkt&djr; Kl?ıl







Arslan için yazılmış bir şiiri (agn. esr., s. 281 v.dd.) 6 sene sonra meşhur kıran hâdisesinin vukua geleceğini bildirdiğinden, 576 ( 1 1 8 0 ) 'da yazılmıştır ( s. 284, son b ey it). Bu şiirdeki ifâ­ de ve eda onun bu senelerde tamamiyle me'yûs olduğunu gösteriyor. Her şeye karşı duyduğu usanç yüzünden, bir kaç defa memleketini terk etmiş, hükümdarın isteği ve belki ricası üzerine, geri donmuş olmalıdır. Bir defasında da Gen­ ce 'ye gitti. Orada Iran edebiyatmış en büyük mesnevî üstadı olan Nizam i'yi gördü, İki ihti­ yar hayatlarının sonunu düşündüler; Nizamî, Hâkâni hakkındaki mersiyesinin bir bey itine göre, kendisine Hâkâni 'nin mersiye söyleyece­ ğini zannediyordu. Burada Hâkâni 'nin eski hastalığı, Rey 'de yakalanmış olduğu sıtma nüksetti (D ivân, s. 776). Galiba Ahistân'ın çocuklari olan Fariburz ile Al-Çiçek Hatun 'un ölümleri üzerine, mersiye söylemesi için, Şirvan 'a çağırıldı. Memleketine döndü ve onlara, ken­ di acılarının da ifâdesi olan bir mersiye söy­ ledi (D ivân, s. 543 v.dd.). Hâkâni, hükümdarın arzusuna rağmen, mem­ leketinde kalmak istemiyordu; yine Horasan 'a gitmek arzusuna kapılmıştı. Bu kadar uzun bir fasıladan sonra şâirde baş gösteren bu arzu Hvârizmşâhların büyük şâiri Raşid al-Din V atvât'm ölümü (573 = 1178) île alâkadar olmalıdır. Sultan Sencer'in ölümünden sonra, Horasan tamamiyle Hvârizmşâhlara geçmişti; bi­ nâenaleyh buraya gitmek, Hvârizm sarayına git­ mekti. Hâlbuki Vatvât sağ iken bu mümkün de­ ğildi. Vatvât 'm ölüm haberini duyunca, bir müd­ det için unuttuğu hulyâları yeniden canlandı ve Hvirizmşâh 'ın dabiri ( münşisi) olan al-Tavassul ila ’t-tarassul müellifi Bahâ’ al-Din Muham­ med b. Mu’ayyad Bağdadi ( aî-Tavassul, nşr. Ahmed Bahmangâr, Tahran, 1315, h.ş., mukaddi­ me, s. 21; ‘A vfi, Lubâb, 1, 139 v.d.) 'ye bir ka­ sîde yollayarak ( bk. Divân, s. 269 v. dd.), onu Hvârizmşâh 'a ulaştırmasını rica etti ( Divân, s. 271, beyit 7 ). Bahâ’ al-Din Muhammed, tabi'î, bunu dabiri bulunduğu Tökış b. II-Arslan (568— 5 9 6 = 11 7 3 — 1200)'a ulaştıracaktı, Anlaşılan bundan bir netice çıkmadı; çünkü divanında bu hükümdarın medhi için söylenmiş yalnız bir kıt’aya tesadüf ediliyor ( s. 675 ). Bununla be­ raber, Hâkâni bu ümitten vazgeçmedi. Kendi­ sini Şirvan 'a bağlayan yegâne bağ olan zev­ cesi İle vedalaştı. Bu vedaı tasvir eden ve zev­ cesinin ölümünden sonra yazılmış olan bir par­ çaya göre ( bk. Divân, s. 311 v.d.; bu şiir mersiye olarak gösterilmiş ise de, değildir), o bu seyahati istiyordu; fakat bundan büyük bir saadet ümit etmiyordu. Bu hâl ile Şirvan 'dan Tebriz 'e gitti veya kaçtı. Orada da Horasan 'a gitmek ^rzuşupu ifâde çden şiirini yazdı



9*



HAKANI.



( ayn. esr., s. 297 v.dd.) — : «Yolcuyum, imkâ­ nın maksadım Horasan 'da bulacağım; susu­ zum, ihsan pınarını Horasan 'da bulacağım" — diye başlayan bu şiirde, Horasan için vatanını terkettiğini, bu defa, evvelce kendisine uğursuz gelmiş olan Rey yolu ile değil de, Taberistan j yolu ile gideceğini ve seyyarelerin mizan bur­ cunda kıranlarına iki yıl kaldığını ( b k .; D i­ vân, s, 300, beyit 13) söyler. Buna nazaran bu şiirin 580 { 1184 ) 'de yazıldığı anlaşılıyor. Hakanı Horasan 'a gidemedi ve Tebriz 'de kaldı. Onun bu ikameti sırasında yazmış olduğu muhakkak addedilebilecek ve hepsi zamandan şikâyet ile dolu bir çok şiirler vardır ( bk. Divân, s. 65 v.dd., 84 v.dd., v.b.). Bunlardan biri ( D i­ vân, s. 255 v.dd.) kendisini memleketine çağıran Şirvânşâh Ahıstân 'a cevaptır. Baştan-başa bir yeis ifâdesi olan bu şiirde hâlini şöyle tasvir eder: ruhunda binlerce ukde vardı, dostları bunları çözmüyordu. Ümit edecek bir şey kal­ mamıştı. Orada Hâkân-i Kabir (A hıstân'm lekabıdır) 'den aldığı bol maaş var; fakat onu ne yapacak?. Yalnız orada bir yardım adamı, zevcesi var; fakat onu da Tanrıya emânet etmişti. B öylece hükümdarın teklifini kabul etmeyen Hâkâni, bir daba Şirvan ’a dönmedi. Onun bu devirde başka bir hükümdara şiir takdim ettiğini bilmiyoruz. Yalnız cA tâ3 Malik Cuvaynı 'nîn kaydettiğine göre ( bk. Târik-i cikânguşây, nşr. Muhammed Kazvini, GMS, XVI, III, London-Leiden, 1936, s. 38 v.d.), Hvârizmşâh Tökiş 592 (119 6 ) yılında İsfahan'ı zaptettiği zaman, Hâkini onun için küçük bir kıt'a yaz­ mıştır. Her hâlde yine bu sırada, Tebriz 'de, zevcesinin ölüm haberini, çok geç olarak, aldı ( bk. Dîvân, s. 781 ). O şâirin yâri değildi, Ömrünün yadigârı îdi; sır ortağı, dert ortağı İdi. O gitmiş ve derdi kendisine bırakmıştı ( agn. esr., s. 808), Onun için tam sekiz mersiye yazdı ( Dîvân, s. 312, 704, 775, 781, 79$, 808, 860); fakat birbirinden daha dokunaklı olan bu şiirlerin gösterdiği gîbî, derdini bir türlü avutamadı. Hâkâni, böyle iztıraplar ile dolu olan son günlerini Tebriz'de tamamladı. Onun hayatında son tesbit edilen tarih 592 (119 6 ) olduğun­ dan, 595 ( 1199 ) senesi pek muhtemel bir Ölüm tarihî olarak kabul edilebilir. Tebriz'de son­ raları Makabarat al-şuarâ diye şöhret kaza­ nan Surhab mezarlığına defnolundu. Khanîkof 1855 'te, Rusya 'nın Tebriz konsolosu bulunduğu zamaıı, Hâkâni 'nin mezarının yerini bilen iki ihtiyar görmüşf:İ. 1856 'da, onların gösterdiği yerde hafriyat yaptırmış ise de, mezar taşını bulamamıştır ( bk. ayn. makale, J A , 1864, s. 199 v.d.) *



. E s e r l e r i . Hâkâni, D ivân 'inin bir çok yerlerinde hem nesri, hem de nazmı ile övü­ nüyor (msl. Divân, s. 209, beyit t i ) . Bugün onun nesrinden elimizde ancak mahdut sayıda mektuplar ile Tuhfat al- îrakayn 'in mukaddi­ mesi kalmıştır. Mektupların bir kısmı Armağân mecmuasında (XII, 81 v.d.; bir mektup; XVI, 611 v.dd.; bir mektup) neşredilmiştir. Bâzı külliyat nüshalarında nâdiren tesadüf edi­ len yazmaları için bk. H. Et he, Çatal., I, 479 ve E. Blochet, Çatal., III, 43. 1. Tuhfat al-îrâkayn. Hâkâni 'nin Irak-ı Acem, Irak-ı Arab, Hacc ve Şam seyahatlerin­ den bahseden küçük bîr mesnevi olup, farsça ilk manzum seyahatname sayılabilir. 552 (1157) 'de, 40 gün içinde yazılmıştır ( bk. ayn. yazma., ıo8a ). Bu mesnevi, cömertliği ile meşhur olan vezir Camâl al-Din Muhammed b. 'A li al-İsfa­ hanı 'ye ithaf edilmiştir ( yk. bk.). Her bîri güneşe hitap ile başlayan 6 maka­ leden mürekkep olan bu mesnevinin en iyi tab'ı Agra, 1855 tab'ı olmalıdır ( bk. Khanikov, ayn. makale, s, 194 v.dd.). Diğer tab’ılar, Luknov, 1876, ve Lâhûr, 1867 (m uhtasar). Ş e r h l e r i , a. Şayh ‘Abd al-Salam'm 1057 ( 1647 ) 'de yazdığı Şarh-i Tuhfat a l-îrâkay n ; b. Gulâm Muhammed adlı birinin şerhi; c. Mavlavi Abd al-Bari'nin şerhi (orduca, Luknov, 1930). 2. Divân, Hâkâni 'nin 17.700 beyit tutan ( bk. Divân, ön söz, s. XI ) kaside, terci1, kıt'a, gazel ve rubaileri ile arapça şiirlerini muhtevi­ dir; şark yazmalarını ihtiva eden hemen her kütüphanede bir veya bir kaç nüshasına te­ sadüf olunur. Bunların en eskisi, Fâtih 3810 yazması olup, 702 h. 'de istinsah edilmiştir. Bu nüshaların hepsi, gerek tertip, gerekse ihtiva ettikleri şiirlerin mıkdarı bakımından, birbirin­ den çok ayrıdırlar. Hâkâni'nin divanı iki defa basılmıştır: a. Kulliyât-i Hâkâni ( Nevalkişor, 1294 taş bas­ ması, 2 cild ). b. Divân Hassan al-Acam A fza l al-Din İbrahim b. ‘A li Hâkâni-i ŞirvârA, hatashih va tahşiya va ta'likât A li ‘Abd al-Rasüli, Tahran 1316, h. ş. Bu divan Hâhâni'nin bütün kasidelerini, terci’İerini, kıt'a, gazel ve rubailerini ihtiva eder ve bu şiirlerin hepsi, kendi aralarında, alfabe sırasına konulmuştur. Sonunda da (s. 945— 9 7 9 ) şahıs ve yer adları fihristi bulunmaktadır. Bir çok kusurlarına rağmen, Hâkâni divanının bir dereceye kadar okunabilecek yegâne basması budur. Hâkâni divanınmdan yapı’ mış müntebabâtlar: Intihâb-i kulliyât-i Hâkâni ( nşr. Muhammed Haşan, Luknov, 1925, 64 s.); Kaşâ'id-i Hâkâ­ ni ( nşr. Sayyid 'Abd al-Vâsİ' Ca'fari, Allahâbâd, 1926, taş basması, 50 s.) ; îniihâb-i Kasâ’id-i



Hâkâni ( nşr. Sayfi, Luknov, 1931, orduca notlar ile ) ; rubailer: Saleman, Çetverostişya Hâkâni ( Petersburg, 1875 ). Bilhassa Iran mecmuala­ rında sık-sık tesadüf edilen müteferrik kasîde veya kıt'aları buraya kaydetmeğe lüzum ve imkân yok ise de, bir zamanlar memleketimizde oldukça alâka uyandırmış olan bir kasidesinden bahsetmek lâzımdır ki, bu da Hâkâni'nin Matiâ'in kasrım tasvir eden kasidesidir. Hâkâni ikinci defa hacca giderken Madâ’in 'den geçti ( yk. bk.), orada gördüğü muazzam harabeler, ona, insanın fâniliğine, her türlü ikbâl ve ser­ vetin boşluğuna, ibret verici bir delil gibi gö­ ründü ve şâir bu hislerini terennüm etti. Bu şiir, gerek memleketimizde ve gerek Iran 'da, eski Iran medeniyetine karşı bir hayranlık şeklinde telâkki edilmiş ve bu gâye ile mektep kitap­ larına sokulmuştur. Hüseyin Danış bunu tesdis ederek, Rıza Tevfik 'in bir mukaddimesi ile, neşretmiştir. Sonra bâzı ilâveler ile Berlin'de basıldı: Aiwân-i Medâin. Un poeme de Khâgânî adapte et augmente par queîques poetes contemporains (Berlin, 13 4 3 = 19 2 5 ; Iransehâhr, nr. 5 ). Barada bir de hapishanede Tzz al-Davla ( Andıonicus Comnenus ) için yazdı­ ğı kasideyi kaydetmek lâzımdır. Bunun metni evvelâ Khanikov tarafından neşir ve fransızcaya tercüme edilmiş olduğu gibi ( JA , VI. serİe, 1865, s. 303, 321), Minorsky tarafından da İn­ gilizce tercüme ve şerh edilmiştir ( ayn. esr., s. 567— 578 ). Ş e r h l e r i ( tam liste V. Minorsky tarafından verilmiştir, bk. ayn, esr., s, 550 v.d.): 1. Ha­ şan Dıhlavİ (bk. Tarbıyat, Dânişmandân-i Azarbaycân, s. 109). 2. Şayh Azari, Cavahir al-asrâr 'ında Hâkâni 'nin hapiste Andronicus Comnenus'a hitaben yazdığı kasideyi şerhetmiştir ( Davlatşah, Tazkira, s. 79 ). 3. Cami, Şarh-i kasaid-i Hâkâni (bk. Minorsky, ayn. esr., s. 550, nr. 2 ). 4. Muhammed b. Dâvüd b. Muhammed ŞâdiySbâdi ( X. = XVI. a sır) 44 kasideyi şerh etmiştir ( bk. Ethe, Çatal. Bodl., I, 483 ; Rıeu, Çatal. II, s. 561 ; Blochet, Çatal., III, 47 v.b.). 5. ‘Alavi-i Lâhici 'nin şerhi ( XI. = XVII. asır; bk. Rieıı, Çatal., II, 562 ve W. Pertsch, Verzeichnis, s. 770 v.d.). 6. Ginâ’î, ‘Abd al-Vabab b. Mahmüd al-Hasani al-Husayni al-Mamürî (XI. = XVII. asır), Muhabbatnâma ( bk. G. Flügel, Die arabisehen, persisehen und tarkıschen Handschriften, I, 509 ). 7 * Kabul Muhammed, Farak-fazâ ( XIX. asır ; bk. A . Sprenger, Çatal., s. 463). 8. Rizâ-Kulî Hân Hidâyat, Miftâk al-kunuz ( bâzı müşkül beyitlerin şerhi; bk, Ch. Rieu, Supplement, s. 151» nr. 221 v.d.). 9. Ahmed Husayn Şavkat, ffa ll-i kasaid-i Hâkâni ( orduca şerhler, Meerut, 1911/1912, taş basma, 2 cild).



Tahran 'da Sipahsalâr kütüphanesinde bir tek yazması bulunan Hatm al-ğar&‘ib adlı, kü­ çük, 644 beyitlik bir mesnevi de Hâkâni 'ye is­ nat olunmakta ise de ( bk. Z. Hadâ’ık lbn Yu­ suf Şirâzi, Fihrist kutuphâna-i Madrasa-i ‘Ali- i Sipahsalâr, Tahran, 1318, h.ş., II, 502 v.dd.), bu isnâd bir müstensih yanlışından ileri gelmiş olup, bu eserin Hâkâni 'ye âit olması imkânsızdır. E d e b î h u s u s i y e t l e r i ve te 's i r I e r i . Iran tezkirelerinin hepsi Hâkâni ’yi bi­ rinci derecede şâirlerden addetmekte müttefik­ tirler. Hattâ ‘A vfi 'nin dâhil bulunduğu bâzı iranlılar, güzel üslûbun Hâkâni ile nihaye­ te erdiği, ondan sonra kimsenin beyân tez­ gâhında öyle şiir kumaşları dokumamış ol­ duğu iddiasında bulunmuşlardır ( Lubâb, II, 221 ). Meşhur Hvândmir de, kasidede çağdaş­ larının hepsinden üstün olduğunun her keşçe kabul edildiğini bildirir. Bazıları onun yeni bir {arz icat ettiği ve tarzında yegâne kaldığı kanaatindedirler ( Zakariya al-Kazvini, Aşar albilâd, s. 404; Ataşkada, s. 39). Davlatşâh, Aşir al-Din ve Anvari ile Hâkâni 'yi mukayese ederken: — «Bunların ayrı-ayrı üslûpları, tarz­ ları vardır ( Tazkira, s. 125) — diyerek, onun hakikaten yeni bir tarz ve üslûp sahibi oldu­ ğunu kaydediyor. Fakat kimse onun kendisine mahsus olan üslûbunun hususiyetlerini o kadar tavzih etmiyor. Yalnız Hamd Allah Mustavfi Hâkâni 'nin şiirlerinin «tumturaklı" olduğunu kaydeder (T ârih-i guzida, s. 818). Ataşkada müellifi de «yüksek mâna" ve »hoş lafızları" ol­ duğunu söyler. H âkân i 'nin üslûbunun hu su siyetleri şö ylece ta h lil olun abilir : H â k ân i 'nin erken y aşın d a baş­ layan ciddî v e e sa slı ta h sil ile elde e ttiğ i her an te m asta bulunduğu eşya ka d ar, d a h â zır bulunuyordu. H a cca gid erken kadın a tö vb e etm iş olm ası v e m ühim



bilg iler, şuurun­ içki ve b ir v a ­



zife s i bulunm am ası d o lay ısı ile, kend isin i bu şuur hâlinden ku rta ra ca k h â rici bir seb ep m ev­ cu t değild i. Bundan d o layı onun şiirine m evzu olan âlem , yaln ız ih sa sla rı ile m evcû t olan h ârici âlem olm ayıp, aynı zam anda h e y 'e t, riya­ ziye, sa rf, n ah iv, tıp v.b. ilim lerden a ld ığı g a ­ yet gen iş b ilgiler ile k a rışık olan bir âlem idi. O zam anki b âzı şâirlerde ayn ı şekild e birer âlem gö rü lü rse de, hiç b irisi bu iki âlem i m ezcetm ede H âkân i derecesine erişm iş değild ir. Bunun n eticesi olarak, şâir bugün için çok gü çlü kle h a tıra g e le b ile ce k eşy a v eya hâdiseler arasın da m ünâsebet gö rü r, te şb ih le r yapar, is ­ tiare ve m ecazlar b u lu r ; aym zam anda bunlar ile la fz ı sa n 'atle r de y ap a r. M sl. dünyadan ş i­ k â y e t için y a z d ığ ı en sam im î şiirlerinden birin­ de iki — ü ç viran evin den bahsederken ; —



§4



toÂKÂNÎ.



»Onların hepsini iki — üç gam manastın bil" dedikten sonra, hemen — »üç manastır — se dayr ve »gam bil = gam dan" münâsebeti ile »onlar ne S ad ir’dir ( al-Numân b. al-Munzir'in Bahrim Gür için yaptırdığa köşk ), ne Ğamdân ( Yemen 'deki fevkalâde binalardan b iri), ne yapayım?" — der. Bir çok yerlerde, bunlar ile iktifa etm ez; şiirlerine bildiği ilimlerden topla­ dığı çok garip ıstılâhları doldurur, üstelik on­ lar ile de lafzî ve manevî san’atler yapar. Bu­ na hıristiyan muhitinin her an hatırlattığı, gerek İslâmî eserlerden, gerekse ihtida etmiş olan annesinden öğrenmiş olduğu hıristiyan unsurları katmak lâzımdır. Bu hususta bir fikir verebilmek için, divanında yalnız ‘Isa adının aş.-yk. 200, Maryam'in adının 55 defa geçtiği­ ni kaydetmek kâfidir, öyle görünüyor kİ, Ha­ kanı bu tasannûlan her hangi bir cehd sarfetmeden yapıyordu. Gençliğinde yazdığı Tuhİat al- îrâkayn 'de, Çulha dedesinden bahseder­ ken, birden bire san'atı ile onun mesleği ara­ sında bir münâsebet görüp, şöyle d er: — »Fe­ leğin çevresinin pamuk tarlası gibi olduğu her akşam, her tarafta o pamuklardan bana iplik­ ler eğiri 1erek, ruhumun imalâthanesine getirilir; gönlümde ezel çırağının eli masura gibidir, vücudu ipliklerdendir ve ben Hizr ile Musa 'ya döşek yapmak için, mâna kumaşını dokurum" (89*»). Böylece, derin bir muhayyilenin muta­ ları ve geniş bilginin karışması ile yazılan şiir­ leri her kesin anlaması mümkün değildi. Bun­ dan dolayı C am i: — »Onun şiirin ötesinde öyle bir tavrı vardır ki, şiir onun yanında belirsiz kalır" { Nafahat, trc. Lâmi'i, s. 675 ) — demek­ tedir. Davlatşah, eserine numune olarak alaca­ ğı bir ş iir i:— »Müşkül, güç ve şerhe muh­ taç" ( Tazkira, s. 79 ) — diye tavsif etmekte­ dir. Hattâ şark dil ve kültürlerine vukufunda şüphe olmayan Ziya P a şa : — »Çok nükteleri açılmamıştır — Çok sözleri anlaşılmamıştır" ( jHarabat, İstanbul, 1292, I, mukaddime, s. 22 ) ;— demektedir. Şunu da hemen kaydetmek lâzımdır ki, Hâkini 'nin geniş muhayyilesi, hâ­ rici âlemin ihsasları ile hafızasında mevcut olan mutaları karıştırırken, her zaman yukarı­ da görülen misâllerde olduğu gibi, sun’î ve uzak münâsebetler bulmaz; ekseriya daha tabi'î, ilk okunduğu zaman birden bire kavranmamakla berâber, tekrar edildikçe daha derinden duyulan ve hakîkaten derin bir hassasiyetin mah­ sulü olan parlak şiirler ile teşbih ve mecazlar dîvanında daha fazla yer işgal eder. Hâkini 'nin mevzuları.medhıye, fahriye, dün­ yanın zemmi, hikmet, mersiye ve bir az da aşktır. Medhiye, dünyanın zemmi ve ona çok bağlı olan hikmet şiirleri— gen:ş muhayyilesine serbest hareket imkânları veren sahalardır. O



zaman Hâkâni, kendisinin haklı olarak övün­ düğü gibi, bu sahadaki Iran şâirlerinin hepsin­ den üstün görünmektedir. Bu bakımdan, her ne kadar Sanâ’i 'ye benzetilmek istenilirse de ve bizzat Hâkâni kendisini Sanâ’i 'nin yerini tutmuş sayarsa da ( Dîvân, s. 611 ), onu sun’îlık ve tasvirler bakımından, daha ziyâde 'Unşuri ile mukayese etmek yerinde olur. Hâkâni yal­ nız hikmetli şiirlerinde Sanâ’i 'ye benzetilebilir. Mersiyelerine gelince, Khanikov 'un çok haklı olarak işaret ettiği gibi ( ayn. esr., s. *85), iztırap şâire, bugün bazen ukalâlık gibi görü­ nen, derin bilgilerini unutturur ; o, samîmî, has­ sas, kaderin ber türlü musibetlerini tatmış, bazen inleyen, bazen öğüt veren bir insan ola­ rak karşımıza çıkar. Aşk mevzuları ise, dîva­ nında pek büyük bir yer işgal etmez ; bu mevzua en çok Ahistân için yazdığı kaside ve terkîb-i bendler ile gazellerde tesadüf olunur. Aile­ sine karşı olan sevgisi, hiç bir zaman elde edemediği dostluk ve vefakârlık, çocuklarına karşı şefkati, mutaassıp bir dindar ve koyu bir sünnî olan Hâkâni 'nin hayatında en mühim yeri tuttuğundan, onun serbest aşk maceralarına atıl­ masına o kadar imkân olmadığı görülür. Onda, en yüksek gayeye varmamış olmakla berâber, olduk­ ça derin bir tasavvuf temayülü vardır. Fakat bu tasavvufta Allahın bir güzel ( mahbûb) şek­ linde tecellîsi fikrîne tesadüf edemiyoruz. Bun­ ların neticesi olarak, o ya tamamıyle fikrî bir aşkı ( msl. bk. Divân, s. 103) veya hakikî ol­ ması çok şüpheli olan küçük, şuh aşk macera­ larını ( bk. Divân, s. 46, 465, 487 v.dd.) hikâye, yahut bir güzelin tasviri ile İktifa eder. Hâkâni 'nin şiirlerinin, şekil bakımından, beliibaşlı hususiyetleri şunlardır: kasidelerinde kısa vezinleri uzunlardan daha çok kullanmıştır. Bun­ dan dolayı en çok fikrî kaldığı zamanlarda bile, bir çok şiirlerinde diğer kaside şâirlerinde görülmeyen bir hareket ve canlılık vardır. Uzun kasidelerinde, bu canlılığı devam ettirmek için, sık-sık matla değiştirir. Bu hususta bir fikir edinmek için, bir kasidesinin şemasını gö­ relim ( Divân, s. 45 v.dd.): kasidelerinin ço­ ğunda olduğu gibi, sababı tasvir etmekle baş­ ladığı bu şiirde, o anda beklenebilecek bütün mehâretini gösterip, girizgâha gelerek, mendûhun adını söyledikten sonra, hemen matla’ı tazeler ve bir sabah vaktinde sevgilisi ile ma­ ceralarını anlatır; yine tam girizgâhta yeni matla'a geçer. . . Bu sayede onun kasideleri, can sıkıp, bezginlik vermeden, istediği kadar uza­ yabil mektedir ve hemen hepsi mûtaddan çok daha uzundur. Hâkâni medhiyelerde terkîb-i bend şeklini de kullanmıştır. Aslında daha ziyâde uzun mersiyelere, hikmetli şiirlere mah­ sus olan ve medhiyelerde o kadar kullanılma­



HÂKÂNÎ. yan bu şekil, onun tecdîd-i matla ihtiva eden kasidelerine çok benzemektedir: serbest kafi­ yeli olan beyit ekseriya bir kasidenin girizgâh beyitini hatırlatır; yâni şâir her bendde bir mevzuda» bahsederken, bu serbest beyitlerde memdûhunun adını zikreder veya ona bir tel­ mihte bulunur; son bend veya bendler, memdûhun medhine tahsis olunur. Hâkâni büyük bir san’at şuuru ile kullandığı, tâbir caiz ise, bu tâbiyeyİ nadiren bizzat kendisi bozmaktadır. O taşri*' ve gayet uzun redif meraklısıdır; çok uzun bir şiirde bunlar ile berâber mâna ve şe­ kil tenâsübiinü bozmamak mümkün değildir. Bundan dolayı onun beyitleri, bazen ■ mâna ve bazen de kelime bakımından, eksik kalmakta­ dır (bk. Sahan u suhanvarân, ‘ II, 304, not). Fakat şâir bu güçlükleri yenip, kasidenin so­ nuna geldi mî, derecesine erişilmez iktidarını okuyucuya, ister-îstemez, kabul ettirmiş bulunur. Gazellerde ise ( bk. Divan, s. 693— 892 ), yalnız gazele mahsus mevzular değil, onunla hiç alâkası olmayan mersiyelere bile tesadüf olunur. Bununla berâber, şekil bakımından, bu­ günkü gazel [b . bk.) tarifine uygun ve pek çok miktarda gazel numuneler ine tesadüf ederiz. Bu itibarla İran edebiyatında, ilk defa olarak, gazele son şeklini vermek şerefi Hâkâni 'ye aittir. Hâkâni, kendi san’atı hakkında, gayet yük­ sek bir kanaate sâhıptir ve kendini Iran ede­ biyatının en büyük şâiri sayar. Hvârizmşâh TÖkiş'e yolladığı bir şiirde: — „Bugün şâir çok ise de bu taifenin öncüsü benim" ( Divân, s. 272, st. 3 ) — diyor. Bir başka yerde: — „Cihanda, sâhir şâir benim, şâirler benim ağacım­ dan meyva toplarlar" ( Divân* s. 345, beyit 10) veya: »Söz iklimi için benden iyi padişah yok­ tu r; yer yüzünde şâirlerin hükümdarlığı bana teslim olundu" — der ve hattâ üstünlüğünü eski büyük şâirler karşısında da iddiadan geri durmaz: — »Kabiliyetli şâir benim, mânalar sofrası bana aittir; ‘Unşuri ile Rüdakı sofra­ mın kırıntılarını yerler" {Divân, s. 681, st. 9 ve krş., s. 680, 648 v.d. ve tür. yer). San'atı hakkında böyle bîr kanaat taşıyan Hâkâni, şiirle­ rini, bir çok defalar maniik ul-iayr ( »kuş dili" ) diye tavsif eder (msl. bk. Divân, s. 452, beyit 2). Tabi'î böyle bir dili her kes anlayamaz; bunun için Süleyman olmak lâzımdır. Nitekim bir yerde ( ayn.esr., s. 490): — »Kuşların dili­ ni anlayacak bir Süleyman kalmadı", bir başka yerde de, memdûhunu Öğerken —- »kuşların dilini anlar" ( ayn. esr., s. 47, beyit 2 ) — diyor. Mavlânl her ne kadar bu maniik al-iayr '1, muh­ tevası bakımından, bir aks-ı sadâdan ibâret say­ mış ise de (bk. Maşnavi, nşr. R. A. Nicholson, I, 45 9 î VII, 368; GMNS, IV, 1, 7 ve V. MU



norsky, ayn. esr, s. 553, not 1 ), bizzat kendisi onun fevkalâde te'siri altında kalmış görünmek­ tedir. Onun bir çok gazellerinin edası Hâkâni 'nin nesip ve gazellerinden alınmış görünüyor, (msl. Divân, s. 4 77'de başlayan terkîb-i ben­ din 6. bendinin de edası tamamiyle Mavlâna'yı hatırlatır). Diğer taraftan bâzı şiirlerinde tesa­ düf edilen rindâne ve şuh edâ ( msl. bk. Divân, s. 443 v.d.) Hâfiz ’ı hatırlatır. Hâkâni 'nin şiirleri, daha hayatında başlayarak, bütün İslâm ülkelerinde büyük bir şöhret kazan­ mıştı. Henüz 24 yaşında iken, şiirinin Hvârizm 'de Vatvât 'ın takdirini kazandığı görülmüştü. Davlatşah 'm bir kaydı doğru ise ( bk. Tazkira, s. 80), A şir al-Dın Ahsikati, Hâkâni ile müşâare etmek için, Fergana 'dan Şirvan 'a gelmek üzere, yola çıkmış ve yolda Irak Selçuklularından Sultan Arslan 'm ( 556— 573 — 1161— 1178 ) hi­ mayesini kazanmıştı. Bu vak'a şâirimizin he­ nüz olgunluk çağlarına geldiği sıralarda, şöh­ retinin İslâm âleminin en şark hudutlarına kadar yayıldığım isbat eder. ‘ Avfi 'nin de, onun şöh­ retinin »sabâ rüzgârından" daha sür'atle yayıl­ mış olduğunu söylemesi, bundan dolayıdır ( Lubâb, II, 221 ). Hâkâni 'nin bu şöhreti ve onunla berâber te'siri, asırlar boyunca, hiç eksilmeden, devam etmiştir. Gerek Iran ve gerekse türk edebiyatlarında son zamanlara kadar devam eden bu te'sirin bütün safhalarını burada an­ latmağa İmkân yoktur; Hâkâni 'nin Bahr al-abrar adlı şîniyesine ( Divan, s. 214 v.dd.; bura­ da adı Mirâ t . at-şafâ), emîr Husrav Dihlavi ( ölm. 725 h.; Mirât al-safa ), Cim i ( Ölm. h. 898; Cilâ‘ al-Jçalb veya Cila al-rüh ), ‘A li Şir Navâ’i (ölm. 1501; Nasâ'im al-Hudâ, bk. Mu~ hâkamat al-luğatayn, frsç. trc. Turhan Gence'î, Tahran 1327 h.ş., s. 30), Fuzuli ( ölm. 97o;.. Şehrin tik kurulduğu yer 2. Şehrin ilk mescidi; Şu*aybiya medresesi 3. Abrak hanı 4'



Tütün hanları



S- Hallâviya medresesi (eski katedral) tı. Büyük camı 7. özdemir hant 8. Ve2İr hanı :q. Havr Bey ham tc. Çarşı İl. Gümrük hanı ız.



Ahmedİya medresesi



13. Behrîim Paşa camii İ4. Şehrin eski devirden kalma sokakları 13. Mehmed Paşa camiî 16. Mengü-Boğa camii 17. Husrev Paşa camii 18. Zâhiriya medresesi 1



Saray



20. Ak*Boğa camii 31.



Eski kalenin şark duvarının yeri



'22. Alttın-Boğa camii 23. Belediye dâiresi 24. Nesimi ’nin mezarı 25. Eski kalenin şark duvarının y e ri' 26* ‘ Osman Paşa medresesi 27. Bâb al-Naşr 18. Bâb al-Farac 29. Bâb al-Cinân 30 Bâb Antâkiya 31. Bâb Kinnasrİn 32. Bâb al-Makâm 33. Bâb Nayrab 34. Bâb al-Kanât 35. Kiliseler 36. al-Talâl 37. 'A ziziya 38. Camiliya 39. Lise 40. Sayf al-Davla sarayının yeri 41. Maşhad-i Husayn 42. Maşhad-i Muhsin 43. al-Firdavs medresesi 44. Ağacık camii



I



i



ı [ ı



ı



I



HALEB, 'Ayn Câlut muharebesinin akabinde kölemen­ lerin eline, sonra yine moğullara, ikinci defa tekrar kölemenlere geçen Haleb, osmanlılar ta­ rafından zaptedilinceye kadar, onların elinde kaldı. Osmanlılar, bu şehri eyâletler arasında, Ş am ’dan sonra, en büyük merkez yaptılar; hemen-hemen eski Eyyûbî ülkesinin arazisini ihtiva eden şehir ehemmiyetini, imparatorlu­ ğun cenup hududunu koruyan coğrafî mevkiine borçlu idî. Bununla beraber şehir, 1260’ta uğ­ radığı felâketten sonra, ağır-ağır kalkınabil­ di; moğulların tekrar dönüp, hücum etmeleri korkusu yüzünden, yarım asır hemen-hemen bom-boş kaldı. Kalesinin eski hâline geti­ rilebilmesi için, 32 ve yıkılmış olan istihkâm­ larının ihyâsı için de, 130 yıl geçmesi lâzım gelmişti. Emniyet teessüs ettikten sonra da, vâlilerın isyanları şehirde yeniden eski faâliyetin canlanmasına imkân vermiyordu. 1348 'deki büyük tâ'ûnun ve ardından da Timur 'un tahribatı H aleb'i mefluç bir hâle getirmişti. Fakat IX. ( X V .) asırdan ıtibâren, Kilikya 'daki ermeni kırallığmın yıkılışı ve Avrupa ile Iran arasındaki ticârî münâsebetlerde mutavas­ sıt rolü oynayan Karadeniz 'deki Ceneviz ticâ­ ret merkezleri, Haleb 'e kısa bir zamanda refah te'm in eden büyük bir İktisadî ehemmiyet ka­ zandırmıştı. Venediklilere, İtalyan mâmûlâtı ku­ maşlar mukabilinde, Gilân ipeği satan kervan­ ların buluşma noktası hâline de geldiğinden, şehir bırden-bire fevkalâde bir inkişâfa mazhar oldu ve topografyası değişti. Bir taraftan çar­ şıları büyüyor ve buralara şehrin en göze çar­ pan ve tipik binaları olan hanlar yapılıyor ( Abrak, Özdemir, Hayr Bey hanları), diğer taraftan da, kervan yolları boyunca, kalabalık mahalleler kuruluyordu. Bunlar binaların bu­ lunduğu sahayı iki misline çıkardığı için, sûr­ lar ve şehrin cephesi değişmişti. Bu mahalle­ lerde minareli camiler ( Altun-Boğa, Ak-Boğa ve Mengli-Boğa camileri) ile gerek itikadları ve gerek amelleri o zamanlar pek yaygın olan sufîlere mahsus zaviyeler vardı [ bk. mad. NASiMÎ ]. Bu mahallelerden birine mârûnî hırîstiyanlar ve bilhassa avrupalı tacirlere simsar­ lık ve tercümanlık eden ermeniler yerleşmişti. Marc Dabik galebesinden sonra, muhârebesiz olarak, Osmanlıların eline düşen Haleb, köle­ menlerdeki nigaha 'ye tekabül etmek üzere, bir vilâyet merkezi olmuştu ve valileri mir-i miran rütbesini hâiz idi. Osmanlıların buradaki ida­ releri için, başka yerlerde olduğundan, daha fena veya daha iyi denilemez. Bununla beraber, şehir XVII. asrın başlangıcından itibaren, 1008 (1 6 0 0 )'de mahallî bir yeniçeri teşkilâtı kurul­ ması yüzünden, birbiri ardınca bir çok karı­ şıklıklara mâruz k ald ı; ayak takımı arasından



121



devşirilen bu adamlar, şerifler ile nnfûz mücâ­ delesine girmişlerdi; bu iki imtiyazlı zümre arasında doğarak, tâ yeniçeri ocağının 1825 'te ilga edilmesine kadar devam eden bn rekabet, bitmez-tükenmez isyanlara, silâhlı çarpışmalar ve katl-i âmlara sebep olmuştu. Bu iki fırka ancak 1235 ( 1 8 1 9 ) 'te vali Hurşid Paşa'nm şehre, mevcut sulara İlâve olarak, yeniden içme suyu getirttiğini öne sürerek, aldığı vergiyi ağır bulmak hususunda birleşmişlerdi. Bunlar bütün ahâliyi de peşlerine takarak, ayaklandırdılarsa da, Haleb 'i muhasara eden üç paşaya, dört aydan fazla karşı koyamadılar. Bu devrenin devamı müddetince, vergi talep­ leri ne olursa-olsun ( 991 = 1583— 1584'deki ha­ zine geliri asıl şehir için, 3*503.063 ve köyler ile birlikte 17.697.897 akçe), Haleb, son kölemen­ ler zamanında kazandığı ticârî ehemmiyeti mu­ hafaza etmekten başka, bu el-verişli durumu sayesinde, bütün şarkın belli-başlı-pazarı hâline gelmişti. Garp devletleri ile imzalanan „capitulationlar" üzerine, şehirde yeni ticâret mer­ kezleri açıldı. 955 (1 5 4 8 ) 'te konsolosluklarını ve başlıca ticâret müesseselerini Haleb 'e nak­ letmiş olan Venediklilerden sonra, sıra île fransızlar (156 2 ), ingilizler (158 3) ve hollandalılar (16 13 ) konsolosluklar ile ticâret evleri açtılar. Bunlar arasında, bütün XVII. asır bo­ yunca, şiddetli bir rekabet hüküm sürmüştü. Bir taraftan İzmir 'in çabuk inkişâfı ve di­ ğer taraftan türklerin Iran 'a karşı açtıkları harpler sebebinden, ticârî münâsebette bulun­ duğu bölgelerden ayrılması, Haleb 'i ikinci plâ­ na atmış ve üstelik ingilizler ile hollandalılarm Rusya 'yı ve Basra körfezini İran 'in ticâret mahreci hâline getirmeleri yüzünden, şehir bir kat daha zarara uğramış olmakla beraber, Ha­ leb dünya ölçüsünde ehemmiyetli bir yer ol­ makta devam ediyordu. İskenderun ve Trablus yolu ile Avrupa ’dan mâmûl emtia ( kumaş, cam, madenî eşya, kimyevî maddeler, kâğıt v.b ) ithâl ederek, bunları şarkî Anadolu 'ya ve İran 'a sevkediyor, kendi sanâyî mahsûlleri (ipekli,pa­ muklu kumaşlar )ile hinterlandından gelen ham maddeleri ( boya ve İlâç imâlinde kullanılan maddeler, pamuk ve m azı) ihrâc ediyordu. 1775 'te bu ticâretin toptan yıllık değeri 900.000 lira idi. Bu tarihten itibaren bu mıkdar gittikçe düştü; bu da Haleb 'de fi'lî bir inhisar vücûda getirmiş olan Fransa ’nın endüstrisinde ve deniz nakliyatında beliren yavaşlama yüzün­ den olduğu kadar, idaredeki bozukluklardan ve 1822 ’de büyük bir kısmım harap eden zelze­ leden sonra, şehrin ehemmiyetini kaybetmesinin neticesi idi. Bundan başka dünya iktisadiyâtın­ da gittikçe daha büyük bir yer tutmağa baş­ lamış olan yeni Asya ve Amerika memleket­



122



HALEB — HALEBI.



leri de şark memleketlerine eskiden hâiz ol­ dukları itibârı kaybettirmekte idi. 1841— 1846 arasındaki devrede Haleb 'in yıllık ticâreti 100.000 liraya bile çıkmayordu. Bu kesif ticâret faaliyetinin tabi’î neticesi olarak, şehrin yontma taş ile ve bir çoğu ye­ niden inş"a edilmiş olan çarşıları genişlemişti. Bundan başka valiler, yabancı tacirlerin ika­ meti için, hanlar yaptırttılar. Haleb 'deki bu osmanlı hanları, şehrin hususiyet taşıyan en bakımlı âbidelerindendir. Bunların içinde ticâ­ rete tahsis edilmiş olan diğer binalara bitişik olup, hepsi bir bütün teşkil edenler de vardır ( Dukagin-zâde Mehmed Paşa vakfı, 963 = 1SS5 î büyük bir cami, 3 han, Kaysarıya, ( ikametgâh dükkân ve İmalâthaneleri ihtiva eden binalar grubu ve 4 çarşıdan mürekkep olup, 3 hektarlık bir arâzi kaplar; İbrahim Han-zâde Mehmed Pa­ şa vakfı, 9 8 2 = 15 7 4 : gümrük hanını ve içinde 344 dükkân bulunan iki çarşıyı ihtiva etmekte olup, heyet-i umûmîyesi ile 8.000 m2, bir saha işgal eder ). A n ’anevî mimarîye uygun olan di­ ğer basit binalar da ehemmiyetçe evvelkinden aşağı değildir ( Vezir hanı, K ürtB ey h an ı). İşte osmanlı devrindeki bu inşaat faaliyeti sayesin­ de, bugün Haleb bütün İslâm dünyasında en güzel çarşılara sahip bulunmaktadır. Aynı de­ virde İstanbul camilerinde kullanılan inşa tarzı tatbik edilmek suretiyle bina edilen câmilerde de aynı anlayış genişliği aynı vesâit zen­ ginliği ve icrada aynı inşa mükemmeliyeti gö­ rülmektedir ( Husrev Paşa ve Behrâm Paşa camileri ile Ahmediye, Şâbâniye ve Osman Pa­ şa medreseleri). Ticarî faaliyetin artması ve civar köylerin fakirleşmesi neticesi olarak, şehre bir köylü akını olmuş ve küçük san'at erbabının ( doku­ macı v.b.) yerleştiği yeni mahalleler meydana gelmişti; bunlar şehrin kapladığı sahayı hemen -hemen bugün işgal ettiği sahaya yaklaştırdı­ lar. XVIII. asrın sonlarında, Haleb'de 14.000 ev var idi ki, bu o devir için mühimce bir ra­ kam idî. Şehre avrupalı tacirlerin yerleşmesi, bunla­ rın her zamanki aracılarının işine yaramıştı; bunlar yahudiler ile bilhassa hıristiyanlar idi. Konsolosluklarda tercümanlık etmek suretiyle, bâzı imtiyazlar da elde ediyorlar idi. Avru­ pa 'dan gelen misyonerlerin te'siri altında, ara­ larında katolik olanlar çok idî (170 9 'da 4.000 katolik vardı. XIX. asrın ortasında da katolik olmayan 2.638 nüfusa karşı, 14.478 katolik bu­ lunuyordu ). Bunların gittikçe genişleyen ma­ hallelerinde şehrin en güzel binalarından olan ikametgâhlar yapılmış ve hattâ buraları bir fi­ kir merkezi hâline gelmişti ( krş. FARHÂT CARMÂNUS). Bir çok bakımlardan, türk hâki­



miyetinin ilk devri ( XVI.— XVIII. asır ) bu su­ retle Haleb'in tarihinde en parlak safhayı teş­ kil eder. 1831 'den 1839 'a kadar süren ve muvakka­ ten H aleb'i türk idaresinden çıkarmış olan Mısır işgali [ bk. mad. İBRAHİM PAŞA ] halka yükletilen ağır vergiler ve mâlî mükellefiyet­ ler yüzünden, pek ağır gelmiş ise de, başka yerlerde olduğu gibi, burada da şehrin tari­ hinde yeni bir sahîfe açılmasına sebep olmuş­ tu. Eşrâfın 1266/1267 (.1850 )'de osmanlı vali­ sine karşı tertip ettikleri ayaklanma, yıkılmaya mahkûm bir İçtimaî nizamın son gösterişi ola­ rak telâkki edilebilir. Bütün XIX. asrın ikinci yarısında, garbın te'siri ile, Haleb 'in içtimâi ,( mektepler, gazeteler ), idâri ( yeni kanunlar ) ve İktisadî ( memlekete domates, petrol ve makineler idhâli) hayatında derin değişmeler olmuştur. Şehrin dışında plânı garp örnekleri­ ne göre çizilmiş eski yeni mahallelere (*Aziziya, Camiliya, al-T alâl) ahâli arasından bil­ hassa en çok garplılaşmış unsurlar toplanmıştı (hıristiyanlar ve yahudiler). Haleb, demir yo­ lu ile, Hama ve Şam 'a (1906), İstanbul ve Bagdad'a ( 1912 ) bağlandıktan sonra, demir yol istasyonlarına yakın olan bu yeni mahalle­ ler bir kat daha inkişâf e t t i; bugün de şeh­ rin ağırlık merkezi buralara doğru kaymakta­ dır. 1914— 1918 harbi sonunda Suriye 'ye ilhâk edilen Haleb, her ne kadar idâri bîr ehemmi­ yet kazanmış ise de, yeni siyâsî ve gümrük hu­ dutları ile, o zamana kadar ticarî münâsebet­ lerde bulunduğu Anadolu, yukarı Mezopotamya ve İrak gibi memleketlerden ayrıldığı için, ağır bir İktisadî buhrana uğradı. Bir muhafaza ( vilâyet) merkezi olan ve mükemmel bir idâre cihâzına ve bir çok mekteplere sâhip bulunan Haleb, bugün yalnız ticâret yeri değil, aynı zamanda bir sanayi şehri ( iplik, dokuma işleri) ve Şam 'dan sonra en mühim bir siyâsî ve fik­ rî merkezdir. 300.000 'e yaklaşan nüfusu ile Şam'dan daha kalabalık olan Haleb 'in istik­ bâli, mazisi kadar, parlak görünmektedir. B i b i i y o g r a f y a : J. Sauvaget, A le p : Essai sur le developpement d'une grande ville syrienne des origines au milieu da XIXcme siecle ( Bibliotkeque archeologique et historique, XXXVI, Paris, 19 14 ); burada . hulâsa edilmiş olan bu kitapta, metodik bir bibliyografya ile birlikte, me'hazlar hakkında notlar vardır. _ ( J. SAUVAGET.) H A LE BÎ. a l -H A L A B İ , İb r â h îm b . M u h a m MED (1459— 1549), a r a p f a k İh i. Hanefî mezhebine göre, furu hakkında, Türkiye 'de pek ziyâde revâcı olan ve müteaddit şerhleri bulunan Multaka ’l-abhur müellifidir. Bu eser,



w,V



HALEB! — HyLET EFENDİ. Şeyhî zâde’nîn şerhleri ile, İstanbul’da 1241 ve 1310’da ve al-Haskafi ’nin şerhleri ile, yine İs­ tanbul ’da, 1238,1287 ve 1310 senelerinde basıl­ mıştır ( frns. trc. Sauvaire, Marsilya 1882, türk. trc., Hamidi Râğib, Bulak, 1254, İstanbul 1269; krş. Haeci Halifa, VI, 102 v.dd.). Halep ahâlisinden olan al-Halabi evvelâ bu şehirde ve Kahire 'de tahsil ettikten sonra, İstanbul ’a ■ gelmiş ve burada vâîz ve müderrislik vazifele­ rini îfâ ederek, 956 { 1549) ’da 90 yaşında Öl­ müştür. Yukarıda adı geçen kitabından başka te'lifleri de vardır; .adları için bk, Brockelmann, G A L, II, 432; SappL, II, 642 v.d. H A LE BÎ. a l -HALABİ, N ur a l -D în b . B ur ­ h an AL-DIn ‘A t i B. İBRAHİM B. AHMED B. A lI B. 'O mar AL-K â HİrI a l -Ş âfi ! (1567— 1634), arap m u h a r r i r l e r i n d e n olup, 9 7 5 (1567) ’te K ahire’de doğmuştur; orada Madrasa alŞalâhiya ’de müderrislik etmiş ve 30 şaban 1044 (1 7 şubat 16 3 4 )’te ölmüştür. Pek çok olan eserleri arasında en meşhuru Peygamberin hayatına dâir, İnsan at-uyun f i sirat al-amin al-Ma’mün unvanlı kitabıdır kî, umumiyetle al-Sira al-Halabiya ismi ile mâruftur. Bu ki­ tap, Şams al-Din al-Salih i al-Şa’mi ( ölm. 942 = 1 5 3 6 )’nin al-Sira al-Şa’mi ya ’si esâs tu­ tularak, buna bir çok ilâveler yapılmak su­ reti ile, vücûda getirilmiş olup, 1043 ( 1633 ) ’te ikmâl edilmiştir, Kahire 'de 1280, 1304 ve 1308'de basılmıştır (türk. trc. Bulak, 1251). Bundan başka, bir de sûfîliğe dâir bir te’lif olan al-Naşiha al-alaviya f i bayan husn ta­ rikat al-sâda al-ahmadiya unvanlı bir kitabı da mahfuz kalmıştır; bk. Ahlwardt, Verzeichnis der arab. Hss. der Kgl. Bibi, zu Berlin, nr. 10104, bir de XVII. asrm t ü r k ş â i r l e r i n i n meşhurlarından ve mütetebbî âlimlerinden biri­ dir. İstanbul 'da doğmuştur. Babası XVI. asır âlim ve şâirlerinden olup, 1582 'de ölen Pîr Muhammed Azmî Efendi 'dir. Nev’î-zâde A tâ'î 'nin ifâdesine göre, Azmî Efendi 'nin Ma-



lifi



kârim al-ahlâk adlı kitabı o devirlerde »meş­ hur-i âfâk“ imiş. Hâletî, babasının mesleğini takip ederek, medrese tahsili gördü; Hoca Sa'd al-Din Efendi'den mülâzemei ru'ûsu aldı; 2i yaşında müderris oldu. Emsaline nisbetle, çabuk terakkî eden H âletî'yi 1600'de Süleymanîye müderrisi görüyoruz. İlk kadılığı 1602 'de Şamda 'dır. O aralık Şam 'da bulunan meş­ hur şâir Ruhi Bağdadi, Hâletî 'nin me'mûriyeti dolayısı ile, bir tarih kıt'ası kaleme almıştır ki, şâir burada kadının »sâhib kelâm" 'lığından, man­ zumelerinin gönüllerde yer tuttuğundan, aynı zamanda adaletinin, faziletinin mahşere kadar onu yâd ettireceğinden ve sohbetinin canlar ba­ ğışladığından bahseder. Hâletî 1604 'te Kahire 'ye nakledildi.Mısır emîrül'ümerâsı Hâci İbra­ him Paşa, asker isyanı neticesinde, şehit dü­ şünce, Hâletî kaymakamlığı eline aldı. Fakat âsâyîşi te'min edemediği için, azledilerek, açık­ ta kaldı. Nihayet 1606'da Bursa kadısı oldu. Fakat burada da tâlihsizlik yüz gösterdi; Ka­ lender-oğlu şehri muhasara ve şehre girerek, her tarafı yağma etti ( 1607 ). Hâletî bu hen­ gâmede kadılıktan ayrıldı ve bir yıl sonra, ar­ palık olarak, kendisine Ahyolu kazası verildi ve ancak 1 6 1 1 'de Edirne ■ kadılığını alabildi. Talih burada da kendini gösterdi. Tanımadığı bir kadıya, gaflet ile, hakaret etti. Aleyhdarları derhâl harekete geçtiler. Dört aylık kısa bir hizmetten sonra, tekrar Şam 'a nakledildi. Hulöşat al-aşar 'in verdiği malûmata göre, Hâ­ letî 'nin Abmed isminde yetişmiş bir oğlu bu aralık vefat etti. Çok necip ve dirayetli bir genç olan Ahmed 'e memleket. şâirleri mersiyeler söylemişlerdir. Filvaki Hâletî divanında da »Bir ferzend-i dilbendimiz vefat ettikte, hem mersi­ ye, hem hasb-i hâlimiz olmuştur" serlevhası ile müteessırâne yazılmış bir manzumeye tesadüf edilmektedir. Şâir, 16 13'te bu vazifeden ayrıl­ dı ; bir yıl sonra İstanbul kadısı oldu; fakat iki ay geçmeden, azledildi. Dört yıla yakın bir zaman açıkta kaldı. Bu aralık Osman II. tah­ ta geçmişti. Şâir bu hükümdara, mesnevi şek­ linde, manzûm bir arz-i bâl takdim etti. Bu man­ zumesinde hayatından bahseder, ilim ve hüneri ile akranının hasedini kazandığını ve tezvire uğ­ radığını acı-acı anlatır. Bilmünâsebe, ecdâdın­ dan bazısının kalem, bazısının kılıç sâhibi ol­ duklarını söyler. Padişahın cülusundan 5 ay son­ ra, ikinci defa olarak, Mısır kadılığına tâyin edildiğini görüyoruz ki, tâyininde, bu acıklı manzumenin te'sıri olduğu tahmin edilebilir (16 18 ). Bir yıl geçmeden, buradan da ayrıldı. Nihayet Murad IV. 'ın cülusundan bir ay son­ ra Anadolu kazaskerliğine geçirildi (1623 ). Yine divanında bu hükümdara da sunulmuş ikinci bir manzûm arz-i hâline tesadüf edilmek­



i 26



k L E T İ



tedir. Bunda da talihinden şikâyet etmekte, ilim ve edebiyat âlemindeki yüksek mevkiine rağmen, hasutlarının kurbanı olmaktan kurtu­ lamadığım anlatmaktadır. Bir yıl geçmeden, Anadolu kazaskerliğinden de ayrılarak, Rusçuk arpalığı ile iktifaya mecbur oldu. Nihâyet 1627 'de Rumeli kazaskerliğine geçirildi ve 1628'de Silistire arpalığı ile tekaüt edildi. 26 şaban 1040 ( 1631 ) ’ta vefat etti ve Sofular 'da, evinin karşısında, tamir ettirdiği mektebin bahçesine gömüldü. Divanı ba;tan-başa hayatta uğradığı sademeleri ve bunlardan hâsıl olan şikâyetleri ihtiva eder. Şâkirdlerinden H adaik al-hakaik sahibi N e v ’î-zâde A tâ'î H âletî'nin: — „IHm ve hünerimizin zararından başka eserini gör­ medik" — diye, bedbin ve nevmıd tavırlar gös­ terdiğini anlatır. Hâletî 'nin yaşadığı XVII. asır, divan edebi­ yatının zengin devirlerinden biridir. Bu devir esnâsında, başta Nef'î olmak üzere, Yahya Efendi, Bahâî Efendi, Nailî, Fehim, Neşatî ve Tıflî gibi, değerli ve üstad şâirler yetişmiştir. Hâletî de bu aradadır ve devrin daha başında şöhretini yapmıştır. Hâletî 'nin edebî eserleri Divan '1 ve Sâkînâme 'si ile nihâîlerinden ibâret olup, bir de münşaatı vardır; hepsi gayr-i matbûdur. Riyazi 'nin ifâdesine göre, divanını Mehmed III. namına tertip etmiştir. Divanında Mehmed III'e, Eğri seferinden avdeti münâse­ beti ile, bir kasidesi mevcut olmakla beraber, tâ başta Ahmed I. 'e sunulan bir kaside de vardır. Kasîde ve gazelleri, muasırlarının bu nevideki eserlerine nazaran, şâire bir faikıyet te'mîn edecek kudrette değildir. Fakat kısmen dîvan nüshalarında da mevcut olmakla berâber, eski kütüphanelerimizin bazılarında ayrı bir risale hâlinde bulunan rubaileri, onai azamî şöhret te'mîn etmiştir. XVII. asırdan itibâren şiir mecmualarında yer-yer Hâletî 'nin rubailerine tesadüf edilir. Kendisi bîr kıt'asmda rubâî yaz­ maktaki maharetini Öğdüğü gibi, Nedim de bir kasidesinde münâsebet getirerek: — „Hâletî eve-i rubaide uçar anka gibi" — demiştir. Gibb şâir hakkında bilhassa Muallim Naci 'nin mutâle al arını naklettikten sonra, rubaileri bahsine geçerek, bunları Hayyâm 'mkİler ile mukayese ediyor ve Hâletî'nin Hayyâm 'm orijinalitesine ve derinliğine mâlik olmadığı mutâleasında bulu­ nuyor. Hakîkaten ifâde ettiği duygu ve dü­ şünce bakımından, emsalsiz bir yenilik arzeden acem şâirinin rubaileri ile bizim şâirimi­ zin rubaileri arasında esasen mukayeseye im­ kân verecek bir münâsebet ve benzeyiş yoktur. Çünkü Hayyâm kendi hadsıne tâbi serâzâd bir dâhidir. İşte Hayyâm 'a beynelmilel şöhret te’mın eden onun bu hususiyetidir. Hâlbuki Hâ­ letî İslâmî tasavvuf telâkkilerini, türk şâirleri



içinde başka hemen-hemen hiç bir kimsenin muvaffak olamadığı bir maharetle, rubailer ile ifâdeye muktedir olmuştur, işte ona millî mu­ hit içinde şöhret te'mîn eden „üstâd-ı rubâî" unvanım verdiren bu kudretidir. Bâzı mecmua­ larda onun eserlerine işaret edilirken, „Hayyâm-ı Rûm" tâbirinin kullanılışı, Haleli 'nin Hayyâm'ı taklit ettiğine değil, onun da Hayyâm gibi ru­ baileri île şöhret kazandığına delâlet eder. Bil­ vesile kaydedelim ki, divanındaki kasîde ve gazellerinde hayatın darbelerinden son derece şikâyetçi olan şâir, rubailerinde tamamen dervîş-meşrep, mütevekkil görünür. Hâletî 'nin Sâ­ kînâme 'sine gelince, Gİbb 'in dediğine göre, 515 ve bizim saydığımıza göre, 520 beyitten teşekkül eden bu uzun manzûme Şahnama vez­ ni ile kaleme alınmıştır. Bîr iftitabtan sonra, 15 makala’ye ayrılmıştır ve hat m-i k âlâm ba-munâcât-i bari ile biter. Baştan-başa sûfiyâne vecd ve aşkı hikâye eden bu uznn manzu­ mesinde şâir, emsalinde olduğu gibi, sakı ye iltifat eder, zâbide çatar, „bâde-i tasavvufu" tavsif eder, tasavvuf badesi ile neşve bulan ar­ kadaşlar arasında sadakat ve vefâ lüzumunu anlatır ve fırsatın kaçırılmamasını tavsiye eder. Münşaat nüshalarına eski kütüphanelerimizin bazılarında tesadüf edilir. Münşaatı, hem kendi hayatı,- hem yaşadığı asrın vukuatı itibârı ile, müracaata lâyıktır. . Yukarıda söylendiği gibi, Hâletî aynı zaman­ da devrinin ileri gelen âlimlerindendi. Kendi­ sinden istifâde eden, adını ustâz-i mufahham diye anan Nev'î-zâde A tâî, çağdaşları arasında Haleti derecesinde kitap tetebbu etmiş adam olmadığını anlatarak, öldüğü zaman kalemi ile tashih görmüş ve tahşiye edilmiş 3— 4 bin cıld kitap bıraktığım bildiriyor. Kâtib Çelebi, Kına­ lı-zade A lı Efendi müstesnâ, XVI. asırda bu kuvvette âlim olmadığını ileri sürmektedir. Mu­ allim Naci de üşül 'den İbn Malak 'e ve fik k 'tan Durar 'e yazmış olduğu haşiyelerin gayet muhakkikane kaleme alındığım söylemektedir. Hâ­ letî'nin bunlardan başka Muğni al-labib’e şer­ hi, Hidâya ve Misbâh şerhlerine tâlikatı var­ dır. Babasının fârisîden, manzum olarak, ter­ cümeye başlayıp, 1000 beyit kadarım yazdığı Mihr u maştarî unvanlı eserini ikmâle çalış­ mış ve buna 500 beyit kadar ilâve edebilmiştir. B i b l i y o g r a f y a * , A tâî, fdadaik alhakâ’ik, s. 739; Muhibbi, Halâşat al-aşar f i a*yân al-kam al-hâdi ‘aşar, IV, 390— 392; Riyazi, Riyâz âl-şuarâ’ ( Üniversite ku­ tup., nr. 4099 ve 761 ) î Kâtib Çelebi, Fezleke, II, 135 ; Rıza, Tezkire, s. 26; Naimâ, Tarih, III, 73 ; Gibb, A History of Ottoman Poetry; Muallim Nâcî, Mecmua-i Muallim, s. 229.



(A li CânIb Yöntem.)



tfALF -



HALHAL.



İif



H A L F , HALİF* [ Bk. hîlf .] râbabâd) olan ve muhtelif türk boy ve uruğH A LH A* [ Bk. h a lh a .] ları ile meskûn bulunan b i r v i l â y e t i n H A LH A . H ALH A, bir g ö l ü n ve bu göl­ a d ı d ı r (krş. Mas'üd Kayhan, Coğrâ/yâ-i den Moğulistan ve Mançurya arasındaki hu­ mufaşsal-i İran, II, 168). 617 ( 1220/1221 ) ’de dutta Buyir-Nor golüne akan bir n e l ı r i n buralardan geçmiş olan Yakut Hamavi (bk. a d ı d ı r . Halha nehri daha XIII. asırda ,,Mo- Mu cam al- buldan, III, 454) ’de mühim bir ğollar ’ın gizli tarihi" *nde zikredilir ( Trudı şehrin ve bölgenin ve Hamd Allah Kazvini ross. duhovnoy missii v Pekine, IV, Peters­ ( bk, Nuzhat al-kulüb, s. 82 ) ’de ise, bir köyün burg, 1886, 90, 91, 102 ve u 8 ) ; R a ş i d al-Din adı olarak zikredilmektedir. (nşr. Berezin, Trudı vost. otd. russ. ark. obşç., Gerek Halhal kelimesinin asıl mânası, ge­ XIII, Petersburg, 1868; farsça metin, s. 216, rekse şehrin kuruluş tarihi hakkında bugüne XV, ve 1889, farsça metin, s. 3— 4 ) 'de Ka­ kadar esaslı bir tetkik neşredilmemiştir. Yâkıüt la. XVI. asırdan itibaren Moğolistan'ın şi- Hamavi kelimeyi, kadınların ayak bileğine ta­ mâl-i şark kısmına ( Mançurya ’nın garp hudu­ kılan bilezik mânasında, halâhil*in müfredi dundan Kobdo bölgesinin şark hudûdu ve rus olarak almaktadır (göst. yer.) Zeki Velidi Tohududundan Gobi çölüne kadar olan kısım ) ve gan, şimalî Azerbaycan 'm garp cihetlerinde bu mmtakanın halkına da Halha adı verilir. aym adı taşıyan bîr kaleden bahsederken, hal­ Ssanang Ssetzen ( Geschichte der Ost-Mon- hal 'm türk ve moğullarda kale mânasında kul­ goîen, nşr. I. J. Schmidt, Petersburg, 1829, s. lanılan lçalğan kelimesinden gelebileceği ihti­ 19i ve 197 ) 12 Halha kabilesinden bahs et­ mâlini ileri sürmektedir ( krş. i A , II, 97). Ba­ mekte, bunlardan 5 ’inı orta ve 7 'sini uzak ku hanlı ‘Ab bas Kul i A ğ a ( krş. Gulistân-i olarak ayırmaktadır { gösi, yer., s. 20S ve bir İram ) tarafından dahi şimalî Azerbaycan 'da de s. 191 ve 285 ). Geresen ( tam isim ve un­ bir kale olarak zikredilen bu Halhal türkçe vanı: Geresentse Calayr Hun T aycı) bütün isimli bir çok mahal ve mevkileri ihtiva eden Halha reislerinin bir ceddi olarak telâkki edilir. Albanya ( Agvanya, şimalî Azerbaycan) 'nin Kendisi bütün Moğulistan 'ın son hükümdarı II-— V. asırlarda kışlık pâyitahtmı teşkil ediyor olan Dayan Hân ( ölm. 1543 ) 'm torunu idi. ( krş, M. Kagankatvatsi, İsioriya Agvan, s. 363 Şeceresi için bk. A . Pozdneev, Mongoliya i ve Marquart, Erânşahr, s. 116) ve Albanya'um mongoîı ( Petersburg, 1896), I, 472. Bu sülâlenin yine türkler ile meskûn bulunduğu kuvvetle muhtelif kollarından Halha 'ların ismen ayrıl­ tahmin edilen Uti '1er eyâletinde, Gürcistan dığı dört aymak teşekkül eder ( çoktan beri hududuna yakın bir yerde, bulunuyordu (krş. Mançu imparatorları reisin her nevi iktidarını Klaproth, Tableux historiyues deVAsie, s. 234, elinden almış bulunuyorlar). Bunlar, şarktan 260; înostrantsev, Hannı i Hıungnu, 1925, s. garbe doğru, Tsetsen-Hân, Tuştetu-Hân, Sayın- 68, 137 ). Bakiyeleri aynı bölgede bugün de Udi Noyon ( 172$ 'ten beri) ve Tsasaktu-Hân aymak (U d in) adı altında mevcut olan ve araplar 'larıdır. Diğer bir tasnif daha vardır ( buna, devrinde, Bâbek [b. bk.]'e yardım etmeleri do1691 'de imparator K'ang-hsi tarafından Halha 1ayısı ile, kendilerinden bahsedilen bn Uti ’Jer, 'ların itaati altına alınması vesilesi ile, moğulca arap te'lifâtmda, Uz, Uzz ve Uvâzin adı ile Dolon-Nor kitabesinde rastlanır; A. Pozdneev; zikredilirler. O zaman bunların, türklerde gö­ ayn, esr., Petersburg, 1899, II, 291 v.dd.): rüldüğü gibi, tarhan 'ları da vardı ( krş, Tabarî, Geresen 'in 7 oğlu varm ış; bu sebepten halk III, 1179, 1193; İbn Fakih, s. 293; Balâzurı, s. da 7 kısma (hoşun, arapça yazılışı koş Un) 203 ). Argun Han devrinde bir türk aşîretı ayrılmış; bu tasnif ile 7 »uzak kabileler" ara­ olarak görülen ( krş. Raşid al-Din, Camt alsında bir münâsebet olup-olmadığı bilinme­ iavârih, Topkapısarayı kütüp., nr. 1518, 258*) mektedir. Aş.-yk. 1585 'ten itibaren Halha'Iar bu U z'ları yine Ilhanlılar devrinde Halhal'm büddhizme sülük etmişlerdir; o sırada hüküm­ cenubunda, Kazvin 'e kadar yayılmış görüyoruz. Diğer taraftan bu Uti'leri, Haldeya-Urartu darları Geresen 'in torunlarından Abatay-H in idi kî, buna Ssanang Ssetsen (s. 253 ) 'de Ab- devrinde Gökçe-Göl ile Arpa-Çay arasında, tây. Galsağo Taycı adı verilmektedir. müstakil bir devlet olan Etiuni '1er vâsıtası ile, Hittit 'lere bağlayan ve bütün Albanya'yı Hit. _' (W . B arthold .) H a l h a l . [B k. h alh al .] tit medeniyeti üzerine kurulmuş telâkki eden H ALH AL* HALH AL, cenûbî Azerbaycan 'da bir nazariye de vardır ( krş. Meşçaninov, Azer­ Erdebil 'in cenubunda, Mıyâniç 'in şarkında ve baycan tetkik ve ietebbû cemiyetinin akbârı, Gilân hududunda, 370— 38° şimal arzı ile 48° Bâkû, 1926, sayı 1, s. 8— 15). Buna göre, eski *—490 şark tülleri arasında,. K ızıl-özen ırmağı Hittit dilinde »köşe, köşe taşı ve duvar" mâna­ ile kollarının suladığı münbit ve mâdence zen­ sına gelen halhaltümari ( krş. Edgar H. Sturgin bir arazi dâhilinde merkezi Hiroâbâd ( Hi- tevant, Eti dili sözlüğü, türk, trc., s. 29 ) ile



İ2§



Ha LH a L



Halhal arasındaki tam benzerlik üzerinde cid­ baycan etnografyasına dâir, Azerbaycan yurt den durulması icâp eder. Azerî tÜrkçesinde bilgisi, İstanbul, 1933, yıl 2, sayı 14, s. 50). 558 'de ( m. s. ), Derbend tarîki ile, Azerbay­ »çok benekli ve pek alacalı" mânalarına gelen halhal 'ın Azerbaycan 'm garp bölgesinde aynı can 'a geçen Sabır ( Savir, Savar, Suvar ) türkzamanda »ağıl ve çit“ mânasını ifâde etmesi 1erinin mühim bir kısmı 575 'te Kür ırmağını de, bu benzerliği daha ziyâde kuvvetlendirmekte­ aşarak, cenubî Azerbaycan’a yayılmış ve Hal­ dir. Albanya dâhilindeki bir çok coğrafî mevki hal bölgesinde yerleşmişlerdi. Bunları Sâsânî adlarının yalnız türkçe ile izah edilebilmesi ordularında da görüyoruz. Emevî ve Abbâsî( krş. ÎA, II, 97 v.dd.; VII. asır ermeni coğraf­ ler devrinde burada Beylik ve Taş gibi, mes­ yası, Patkanyan'm hâşiye ve şerhleri ) ve Z'nin kûn mahaller ve civar bölgelerde, Burak ve ğ 'y a ve h 'nin v ’ye tahavvülü suretiyle, erme- Timur-Göl gibi, türkçe İsimli şehir ve kaleler nicede ağvân şeklini alan alban kelimesinin, vardı. Bu devirde buradaki türkler civar ülke­ bir çok tefsirleri arasında, eski ermenicedeki lerin bile siyâsî mukadderatına hükmedecek ( veya albanca) mânası ile bugünkü Yakut kuvvette bulunuyorlardı; Selçuklular devrin­ türklerinin dilindeki mânasının aynı olması de buranın hâkim zümresine maşâyih al-tark {ağvân ile alban 'ın »şirin ve lâtif" mânasına denilmekte idi ( Zeki Velidi, ayn. esr., s. geldiği hakkında bk. Kagankatvatsi, s. 5 ve $0— 53 )* İbn al-A şir ( X, 234, XI, 47 v.d.) 'e Patkanyan 'm haşiye ve şerhleri; E. Pekarskiy, göre, burada oturan türk emîrleri Halhal 'a ve Yakut sözlüğü, s. 19) bu sahaya şimalden Azerbaycan’ın bir kısmına sahip olup, Selçuklu geldikleri eski süryânî, ermeni, lâtin ve yunan devletinin hâkimi kesilmişlerdi. Selçuklulardan müelliflerince kabul edilmiş olan türk unsuru ile Sultan Berkyaruk kendi emirlerinden Tağayrek ) 'e Halhal ’ı, timar daha önce küçük Asya ’dan gelen Hittit unsuru­ ( bâzı metinlerde nun kaynaşmış olmaları İhtimâlini kuvvetlendir­ olarak, verdi. ( bk. ÎA . I, 52 ). Sultan • Mas'üd mektedir. Her hâlde cenubî Azerbaycan ’daki tarafından hâcib-i kabir tâyin edilm iş. olan Halhal ile şimalî Azerbaycan Maki Halhal arasın­ T ağayrek’in oğlu ‘Abd al-Rahman H alhal’a da bir münâsebet mevcût bulunduğu ve bugünkü dayanarak, bütün Azerbaycan ile Arrân 'ın idâHalhal 'm Albanya 'dan gelenler tarafından ku­ rsini uhdesine almıştı. Moğullar daha efsânevî rulmuş olduğu kabûl edilebilir. Bu ülke VII. ( m. devirlerde Azerbaycan 'a geldikleri kabûl edi­ ö.) asrın ortalarına doğru Saka, Bulgar, Barslı len Kaçar türklerinı toplu bir hâlde Halhal 'da ve diğerlerinin istilâsına mâruz kalmıştı. Daha bulmuşlardı. Alamut bâtmîlerine karşı yapılan sonraları Hun ve Hazar akmları karşısında harplerde Hulagu Han bu türkler in yardımına Albanlar, Kür ile Kafkasya dağları arasın­ müracaat etmişti. Sonraları Iran 'da hâkim olan daki yurtlarını bırakarak, Kür 'ün cenûbun- Kaçarlardan bir kısmının Esterâbâd taraflarında da Arran 'a çekilmişlerdi. VII. ( m. s.) asırda, yerleşmesi, bu suretle vâki olmuştur. Halhal merkezleri Partav ( Barza'a ) olmak üzere, Al- Kaçarlarının mühim bir kısmı moğullann Su­ banları burada buluyoruz. Fakat aynı asır­ riye seferlerine de iştirak etmiş ve oradan Ti­ da araplar geldikleri zaman, Azerbaycan ile mur ve Kara-Koyunlular zamanında yeniden beraber, bütün Kafkasya »Hazarlar memleketi" Azerbaycan 'a getirilerek, Erivan ve Gence böl­ adını taşıyordu (krş. Tabari, I, 884). Uti gesinde yerleştirilmişlerdi. Ilhanlılar devrinde ( Udî — Uz ) 'lerin Ilhanlılar devrinde Kazvin yazılan eserlerde Halhal bölgesinin hâkim züm­ civarına kadar yayılmasından da anlaşıldığına resi yine Ağaçeri türkleri olarak anılmaktadır göre, Albanlar, Hazar akınları karşısında, Araş ki, bunlar ile Kaçarların aynı olduğu kanaati ırmağını dahi aşarak, Halhal '1 bugünkü yerinde hâkimdir. Bu devirde Halhal 'ın dağ ve orman­ yeniden kurmuşlardır. Esasen araplara tekaü­ larında Oğuz, Kıpçak ve Uygur boylarının ka­ düm eden yıllarda şimalî Azerbaycan'dan Hal­ labalık hâlde yaşamakta oldukları da tesbit hal bölgesine türklerİn, külliyetli olarak, muha­ edilmiştir ( Zeki Velidî, ayn, e s r s. 50, 56 ). ceret ve iskânı devam ediyordu. Daha 466 'da, Hamd Allah Kazvini ( gösf. yer.), ilk Önce Huni arın hâkim zümresini teşkil eden bir ka­ Firüzâbad 'da, onun sukutundan sonra da Hal­ vim sıfatı ile, Bizans kaynaklarında adı geçen hal 'da oturan bu vilâyet hâkimlerinin Ağaçeri Agaçerilerin mühim bir kısmı Halhal 'm bir olduklarını tasrih eder. İlhanlılann sonlarına fersah mesafesindeki Firüzâbad ( Şahram-i Fı- doğru Halhal bir köy hâline gelmiş bulunu­ rüz ) 'da iskân edilmişlerdi. Tabari (I, 891 ) 'nin yordu. Fakat bir vilâyet olarak, adını zamanı­ bu bölgeye yerleştirildiklerini kaydettiği Yazar mıza kadar muhafaza eden Halhal ’ın Ilhanlılar ve Sol türklerinin de bu Ağaçeriler olduğu ka­ devrinde daha çok türkleştiği şüphesizdir, Vibûl edilmektedir. Bir Sâsânî kitabesinde A k- lâ}Ş;tin bugün 5 sancağından birini teşkil eden Katlan şeklinde okunan adın da bunlara âıt Şâhrüd bölüğünde yüze yakın türk-moğul köyü olması muhtemeldir (krş. A. Zeki Velİdi A zer­ kurulmuştu. Hanların çok sevdikleri yaylaklar­



dan Sokurluk ile Konkur-Ulan da Halhal böl­ gesinde idi. Meşhur Sultaniye şelıri bu civarda kurulmuştu. Halhal vilâyetini iki defa kat’eden Kizıl-Özen ırmağının yukarı kısım moğulca „H ulan-MÖren" adını almıştı. Burada aynı adı taşıyan meşhur bir yaylağa sonraları OlcaytuBuynuk adı verilmişti. Vilâyet sancaklarından Hâriş-i Rustam 'de 2.000 haneden ibaret bir türk topluluğu iskân edilmişti. Bu bölüğün merkezini teşkil eden bugünkü Heşcin, Hamd Allah Kazvini'de adı geçen ve Firüzâbad 'm sonraki adı olduğu ve Ağaçeri beylerinden ibaret hâkimlerin makam bulunduğu tasrih edilen Miscin olsa gerektir. Erdebil bölgesin­ deki „Mişkin ili" ile münâsebeti kabûl edilen Miscin'in moğullardan daha evvel, yine türkler tarafından, kurulduğu anlaşılıyor. Umumiyetle .moğullar ve onlar ile birlikte gelen muhtelif türk boyları, kendilerinden daha evvel gelipyerleşmiş olan türkler ile karışık oturuyorlar­ dı. Halhal vilâyetinin Kâğid Kunan sancağının (,merkezi Akkend) aynı adı taşıyan . kasabası, Önce moğullar tarafından tahrip ve sonra türk ve moğullar tarafından iskân ve imâr edilerek, Moguliye adını almıştı. Yine Hamd Allah Kazvini tarafından Halhal vilâyetinin nahiyelerin­ den biri olarak gösterilen Secesrüd 'da türk ve moğul muhâcir'erİ iskân edilmişti. Zahir al-Din Mar!aşi, Ilhanlılar devletinin sukutunu takip eden kargajalıkîardan bahsederken, Halhal'ın cenuba doğru devamım teşkil eden bölgelerde muhtelif türk boy ve topluluklarının yerleşip, oturduklarını kaydeder (krş, Zeki Velidi, ayn. esr., sayı 18, s. 249 ve tür. yer.; Nuzhat alkulüb; Mişkın için bk. mad. ERDEBİL). . 1307'de moğullar Gîlân'm istilâsına giriş­ tikleri zaman, Halhal dört hareket üssünden birini tekil etmişti. . Bugünkü Halhal vilâyeti, ahâlisi türklerden ibaret 300'den ziyâde meskûn mahalli ihtiva eden beş sancağa ayrılmıştır. Ahâli ziraat ve ticâret ile iştigâl eder. Burada buğday, arpa, tütün, üzüm v. b. hububat yetişmektedir; bölge taş kömür, bakır ve kurşun gibi mâdenlerce de zengindir. Mâdenler henüz işletilmemekte ise de, ahâli, iptidaî usûller ile, kendi ihtiyaçlarını karşılayacak mıkdarda, mâden kömürü istihsâl etmektedir, içlerinde hayvan beslemekle ge­ çinen yarı göçebeleri de vardır. Tarihte bir Çok kumandanlar ve devlet adamları çıkar­ mış olan Halhal, bir çok ilim adamı, edip, mütefekkir ve şâirlerin de vatanı olmuştur. Türkçe Şalabiya şâiri Muhammed Bakir Hal­ hali bunlardan biri olup, bütün Azerbaycan 'da meşhurdur. B i b l i y o g r a f y a î Ylküt, Mu cam ( Mı-



sır, 1906) ,'III, 454 î I^anıd Allah I£azvinij ■ İftn Ansiklopedisi



Nuzhat aUkulüb (Bombay, 1894); İbn alA şlr, al-Kamil ( nşr. Tornberg } ; Ş. Sâmî, Kamus al-alâm (İstanbul, 1308}, III, 2053; Mas'üd Kayhan, Coğrâfyâ-i mııfaşşal-i Iran (Tahran, 1311 ), II, 168 ; III, 40— 42, 156 v. d., 229, 440, 441; Bâkûhanlı \Abbâs Kuli Ağa, Gulistân-i Iram ( Bâkû, 1926) ; Istoriya Agvan Moyseya Kagankatvatsi, PisateU ya X. veka ( Patkanyan 'in ermenîceden rusçaya tercümesi, haşiye ve şerhleri ile ), Petersburg, 1861; Edgar H. Sturtevant, Eti dili sözlüğü (müellifin 1936'da basılan A Hittite glossary’si ile 1939'da neşredilen zey­ linin Münîre Çelebi tarafından tercümesi), İstanbul, 1946; Armyanskaya geografiya VII. veka po r. h. pripisiv. M. Horenskomu ( me­ tin, harita, Patkanyan 'ın ermenîceden rusçaya tercümesi ve haşiyeleri ile ), Petersburg, 1877; Eduard Pekazskıy, Yakut d ili sözlüğü (T . D. K. neşri), İstanbul, 1942, s. 19; ayn, mil., Kratkiy russko-yakutskiy slovar ( Yakutsk, 1905 ), s. 38, 45 ; W. Barthold, İstorİko-geografiçeskiy obzor Irana ( Petersburg, 1903), s. 157; G. le Strange, The Lands of the Eastern Calip kat e ( Cambridge, 1905), s. 185; İslâm ansiklopedisi, mad. TAROM (Leyden tab.); _Mahammed A l i Tarbiyat, Dânişmandân-i Azarbaycan ( Tahran, 1314)* _ , (Mİrza B a l a .) H A LI. K ALİ (kah, hah, ğ a h ) tâbiri, Yâküt 'a göre, büyük halıların dokunduğu Kilikalâ ( Er­ zurum ) 'dan geldiği için, bu şehre nısbetle halı­ lara da bu alem olmuştur. Bununla müteradif bir çok isimler daha var ise de, bunlar sabit bir esâsa dayanan sarih mân alı birer ıstılah mâhiyetini hâiz değildir; öyle ki, bu tâbirlerden biri di­ ğeri ile izah olunur, B*r çok hâllerde kullanılan tâbirden hangi tarzda imâl olmuş bir hah kasdedildiği anlaşılamaz. W orrel'in târifine göre, bisât ve züliya isimleri — büyük halı, iinfasa — ilmikli hah, zarbiya — yollu ve çok renkli hah ve büyük bir ihtimâl ile de, pek ince dü­ ğümlü halı mânasına gelir ; mahfüra ( Yâküt bunun, züliya ile birlikte, eski kaiifa 'nin ye­ rini aldığım söyler) — hakikî kabartma veya kabartma taklidi halıya, saccâda ( seccade ) — namaz halısına, humra — küçük kıt'ada namaz halısına ve namat — bilhassa başka halıların üstüne örtülen halıya delâlet eder. Serilmiş bir şey olmak üzere, farş, firaş ve farşa kelimeleri de hah mânasına gelir. Kafifa ve kartafa — ilmikli dokum a1ar dır ( W. H. Worref, On certain Arabic Terms for „Rug,c, Ars Islamica, 1934, I, 219— 222; II, 1935, s. 65— 68). Zilü, câcim (cicim ), nah, palas ve gilim (kilim ) farsça tâbirlerdir; gilim ismi, hassaten dokunarak vü­ cûda getirilmiş çeşit için kullanılır. G



13Ö s



HALI.



Halılar hakkında bir fikir edinmek için, düz den ve şarkta halı dokunan yerlerin tâyini hu­ satıhlı dokuma halılar ile İlmikli halıları bir­ susunda bir ip ucu elde etmenin güçlüğünden birinden ayırmak lâzımdır. İlmikli halılar, yün dolayı, bu mevzuda eski devirlere âit olup da, veya ipek ipliklerini r, 2 veya daha ziyâde zamanımıza kadar mahfûz kalmış olan malze­ argaç ipliğinin etrafında ilmiklemek suretiyle meden aydınlatıcı bir fikir elde edîp-edilmeyeyapılır kij bu da halıya bir kürk manzarasını ceğinİn düşünülmesi gerektir. Daha 1400 (m. ö.) yılı civarında M ısır’da verir. En eski değilse bile, en çok revâcda olan ilmikli halı tekniği, bîr yün ipliğinin iki argaç dokuma halılara rastladığımız hâlde, Aurel ipliği etrafına sarılmasından ibarettir. Bu usûl Stein tarafından, şarkî Türkistan ( Lou-Lan, iki tarzda tatbik olunabilir: biri — bilhassa Niya ve Tun-Huang ) 'da bulunan ve şark İslâm en ziyâde İran 'da ( Senna = Sine ilm iği) ve âleminin gerçekten karakteristik bir mahsûlü diğeri de — Anadolu ( Gördes ilm iği) 'da re- sayılabilecek olan ilmikli halı parçaları ancak vâc bulmuştur ( aş. b k .; halı tekniği hakkında milâdın ilk yıllarına âit bulunmaktadır. Üze­ krş. C. E. C. TattersalI, Notes on Carpet Knoi- rindeki ziynet unsurları bugün dahi vâzıh ola­ ting and Weavinğ, London, Victoria and Albert rak seçilebilen ilmikli ilk büyük hah parçası Museum, 1927 ). Halılar hakkında, san'at değeri Antinoe ( M ısır) menşe'ii olup, VI. ( m. ö.) bakımından, hüküm vermek istenilirse, şu cihet asra âit bulunmaktadır (Metropolitan Museum, göz Önünde tutulmalıdır ki, halılar' ayrı-ayrı New-York). Ortasında hendesî bir şekil ve içtimâi zümreler için ve bundan dolayı da baş- kenarlarında bir asma dalı motifi bulunan bu ka-başka ihtiyaçları karşılamak üzere imâl edil­ balı, mozayık şeklinde bir kaldırım taklit edi­ miştir. Umûmî bir tasnif ile 4 grup vardır: lerek yapılmıştır. Dokunuşu kop t dokuma sanX. hükümdarlar için yapılan halılar, 2, devlet 'atında çok kullanılan ( düğümleme ) tekniğin­ ricali ile zenginler için veya hârice gönderilip, den gelişmiş olup, muahhar devirlerdeki Senna satılmak için yapılan halılar, 3. şehir ve köy ( Sine ) ilmiğine benzer. O zaman Mısır Bizans halkı ile göçebeler için yapılan halılar ve 4. imparatorluğunun bir vilâyeti idi ve bundan dolayı imparatorluğun diğer bölgelerinde de modern halı endüstrisi mamulatı. ' Bugün muhafaza edilmekte olan büyük mık- aynı şekilde ilmikli halı imâl edilmiş olması darda halılar ancak XVI. asırdan itibaren top­ çok muhtemeldir; bâzı eserlerde rastlanan ka­ lanmağa başlamıştır ( umûmî kolleksiyonların yıtlar bu suretle tefsir edilmekte ise de, şim­ en mühimleri şunlardır: Victoria and Albert diye kadar bu çeşit halılardan elimize hiç bir Museum, Londra; Museum für Kunst und Ge- parça geçmemiştir. Aynı mütâlea islâmdan ön­ werbe, Viyana; Staatlıche Museen, Berlin; ceki İran için de ileri sürülebilir. Sâsânîlerin Musee des A rts Decûratİfs, Paris ; Metropolitan en meşhur halısı olan Bahâr-i Hasra v ile Museum of A rt, New-York; bunlar kadar ehem­ arapların 637 'de Madâ'in ( Ktesıphon ) 'i yağma miyetli olmayan kolleksiyonlar München, Lyon, ettikleri sırada, ganîmet olarak, ele geçirdikle­ Milano, Krakovi, İstanbul, Budapeşte, Boston, ri altın sırmalı dîba üzerine kıymetli taşlar ile Philadelplıia, Washington — bilhassa Freer vücûda getirilmiş olan halı, ilmikli halılar nevGalerie — Detroit müzelerinde, Çumm, Er- 'inden olmayıp, işleme halılardan idî. XVII, debil ve Meşhed camilerinde bulunmaktadır). asırda yaşamış bir İDgiliz seyyahı olan T. HerÜzerinde imza ve tarih bulunan halılar çok bert 'in de söylediği gibi, bu halının hâtırası nâdirdir. Fakat Avrupa 'da yapılan tablolarda asırlar boyunca yaşamış ve muhakkak ki, halı XIV. asırdan sonra taht tezyinatı, masa örtüsü, resimleri yapan san'atkârlarm muhayyilesi üze­ pencere saçağı, perde v.b. şeklînde görülen rinde iz bırakmıştır. Tük-i Büstün 'daki Sâsânî halı resimlerinden bunların tarihlerini tâyin kabartmalarında ve bir gümüş tas üzerinde etmek mümkün olmaktadır. Buna mukabil, muh­ görülen halı şekilleri, Herzfeld 'e göre, ilmikli telif halı çeşitlerinin imâlat merkezlerini tâyin halı olarak kabûl olunabilir. Sâsânî devrine Ötmek daha güçtür. Şark kaynaklan ve avru- âit bir kaç dokunmuş halı parçası zamanımıza palı seyyahlar, fırsat düştükçe, bâzı muay­ kadar gelmiştir ( Ermitaj = Hermitage, Lenin­ yen yerlerde halı imâl edilmekte olduğunu söy­ grad ve Mrs. Moore kolleksiyonu, New-York ). lerler ise de, çok kere, yapılan halıların ren­ Sâsânî devrinin sonunda yahut İslâm devrinin ginden bahsetmedikleri gibi, şekillerinden de başlangıcında Hıra 'de yapılmış olan ve üzerinde bahsetmezler. Halı san'atmın sönmeğe yüz tut­ kadeh, fil, at, deve, arslan ve kuş resimleri bu­ ması, halıcılık merkezi olarak gösterilen yer­ lunan halıların mevcûdiyetinden, ancak kitap­ lerde eski halıların bulunmayışı, muayyen bir lardaki tafsilât sayesinde bir fikir edinmiş ahâli zümresinin yer değiştirmesi, halı dokuyan bulunuyoruz. Ibn Rusta 'ye göre, bu halı­ san'atkârlarm hükümdarlar tarafından kaldırı­ daki resimler al-Nu'müniya 'de taklit edilmiş­ larak, başka bir mahalle yerleştirilmeleri yüzün­ tir. Tarih sırası bakımından, hemen bunun ar-



A IO U I»



M*



diadan gelen vesika, Le Coq tarafından, Kızıl verilen ve fevkalâde kıymetli olarak anılan Er( şarkî Türkistan) 'da bulunan ve VIII.'—IX. menîye halılarının teşkil ettiği düşünülebilir. asra âit olan bir halı parçasıdır. Bu halıda Bu halılar ( tezyinat hâriç) bu mevkii, Şa'âlibi yun iplikleri bir tek argaç ipliği etrafına sa­ ’ye göre, Mısır yününden sonra en makbûl sayı­ rılmıştır ki, bu tekniğe İspanya 'da XIV.— XVI. lan ince yünlerine ve Jçirmiz denilen husûsî asırlarda yapılmış olan halılarda rastlıyoruz. kırmızı renklerine borçludur. Marco Polo, kasa-, 1200 'e doğru Quedlînhurg'da aynı teknik ile ba ve köylerde san'at ve ticâret ile meşgul olan yapılmış olan bir ilmikli halı intikal merhalesini ermeni ve rumlann dünyanın en ince ve en teşkil etmektedir. Mas'ûdi 'ye göre, Abbasî sa­ güzel halılarını yaptıklarını söylemekle, mühim raylarında üzerinde eski hükümdarların resim­ bir hüküm vermiş bulunmaktadır. Venedikli sey­ leri İle farsça yazılar bulunan halılar vardı. yah bunların bulunduğu en mühim şehirlerin Çahar makâla 'den öğrendiğimize göre, Abbasî Konya, Sivas ve Kayseri olduğunu söyler. Bun­ halıları, Sâsânî halılarındaki gibi, altın sırma dan başka, X. asırdaki Dvin ( Dabil ) ! a'ıbrı ile işlenmiş ve mücevherler ile süslenmişti. ile birlikte, XII. ve XIII. asırlardaki Van ve Daha sonraki asırlarda muhtelif memleketler­ Kâlikalâ ( Erzurum ) halılarının da adı geçer. de, türlü tarzda beliren bir tekâmül görüyoruz. Yakut kâ lî ve Kâlikala tâbirlerini birbirine M ı s ı r . Fus tat 'ta yapılan hafriyattan üze­ bağlamakta ve Evliya Çelebî 'de XVII. asırda rinde Fatımî devrine atfedilebilecek kûfî yazı­ burada yapılan bir çeşit halıdan bahsedilmek­ lar bulunan parçalar çıkarılmıştır ( Kahire, arap tedir. Ibn Batjüta çok uzaklara ihrâc edilen müzesi ve Myers kollekstyonu, W ashington). Aksaray halılarını övmekte ve Kazvini ise, Ya'kübi, Ermenıye halıları ile aynı olup, ip­ Tiflis 'ten, bir halı şehri olarak, bahsetmektedir. likleri ( Usyüt kirmiz 'ı ile boyanmış ) halılar­ Bilhassa mühim olan bir nokta da, pek eski dan ve Makrizi de görünüşte Fatımî sarayla­ olan bu hah an'anesi göz önünde tutulursa, rında bulunan ve ışığın gelişine göre, renk de­ şarkta başka yerlerde bulunanlardan daha eski ğiştiren kalamunl ( bukalemun gib i) halılardan ve daha çok halmın Anadolu'da elimize geç­ bahseder. XVI. asırda Mısır halıları o kadar miş olmasıdır. Konya ’da Alâeddİn ve Beyşehir şöhret almıştı ki, Murad III. 1585 'te İstanbul'a 'de Eşref-Oğlu câmilerinde, Martin, M. Ağaoğlu Mısır'dan 11 halı ilmikçisi ile bir hayli yün ve Riefstahl 'in keşfettikleri çok eski halılar, getirtti. XV. asırda yaşamış olan İtalyan sey­ doğrudan-doğruya Selçuklu devrinden kalmış yahı Barbaro, Tebriz 'de Mısır halıları gördü­ olmamakla beraber, buna yakın asırlara âit bu­ ğünü söyler ; de Thevenot da 1665 'te Kahire'de lunmaktadır, Üzerlerinde bir takım sâde hen­ hâlâ çok güzel halılar dokunduğunu, bunların desî resimler olduğundan, bu halılar her hâlde İstanbul 'a ve Avrupa 'ya ihrâc edildiğini ve Marco Polo 'nun hayran olduğu Sivas ve Amas­ bu halılara „türk halısı" adı verildiğini anlatır. ya 'daki ekseriya halı tezyinatı karakteri taşı­ Evliya Çelebî de Mısır halılarını zikretmekte­ yan san'atkârâne taş kabartmaları andıran ha­ dir. Sarre, evvelce „Şam halısı" adı verilen ve lılar değildi. kölemen saraylarının döşeme taşı tezyinâtının Orta çağa âit ikinci bir grup olarak da taklidi gibi görünen bu grubu XVI. ve XVII. XIII. asrın sonundan XV. asra kadar ya­ asırlarda yapılan Kahire halılarına yaklaştır­ pılmış İtalyan tablolarında görülen bir tip maktadır. Bu halılarda ortada sekiz-köşeli bir hah zikredilebilir. Bu halıların üzerinde hay­ hendesî şekil ile bunun etrafında küçük, çok van resimleri vardır; önce kuşlar, sonra dört köşeli hendesî şekiller vardır; bunlarda terci­ ayaklılar ve nihayet yan-yana, döşeme taşları han. parlak kırmızı, mâvî veya yeşile çalan sarı gibi, sıralanmış murabbâlar içinde hayvan grup­ bir yün iptik kullanılmıştır. Bu tip halılar ilk ları gelmektedir. Bu şekillerin tekâmülü neti­ defa XV. asrın sonundaki İtalyan tabloları ile, cesi olarak, sahalar küçülmüş ve zemin üzerin­ daha sonra XVI. asır ortalarına doğru yapıkn de dekoratif motifler olarak kalmış, buna kar­ tablolarda görülmeğe başlanmıştır. Bu grup­ şılık çevrenin ehemmiyeti artmıştır. Bu grup­ tan olan en meşhûr halı asırlarca eski Avus­ tan zamanımıza kadar muhafaza edilmiş olan turya imparatorluk âilesinin elinde bulunuyor­ ilk orijinal hah, Ming sülâlesinin stilize bir d u; şimdi Viyana müzesindedir. İstanbul'da tarzda ejderha ile ankanın boğuşmasını tasvir Yeni-Câmi 'in demir-baş defterinde (1674 yılı­ eden armalarını hâvî bir parçadır. Bunun tari­ na â it ), üzerinde cemâat ile namaz kılmağa hi, Domenico di Bartolo 'nun Siena 'da yaptı­ mahsûs olan ve en büyüğü 132, en küçüğü ğı bir freske bu halının resmi alınmış olması de 10 mihrabı ihtiva eden halılardan bahsedil­ sayesinde, 1440-— 1444 olarak tesbit edilebil­ mektedir. mektedir. Hah zeminini murabbâlara taksim A n a d o l u ve K a f k a s y a . Birinci grubu etmek fikrinin mozayık bir çini döşemeyi tak­ Emevîler devrinden beri, bütün dünyaca değer I litten doğduğu ( bk. Metropolitan Museum, kopt



*3â



HAU .



tarzı halı parçası) söylenebilir yahut bunlar dâireler içinde hayvan , resimlerini ihtiva eden ilmiksiz Bizans halı örneklerinin bir istihale­ sinden ibaret olup, bu dâireler, ilmikli halı­ larda, murabba şeklini almış olabilir. Bunların şarkî Anadolu 'da ve hattâ daha ziyâde Kaf­ kasya'da yapıldıkları tahmin olunmaktadır. Eski hayvanlı-halılar, zemini baklava biçimi dört köşelilere bölünmüş ve çin tarzında son derecede stilize hayvanlar veya hayvan grup­ ları ile ( çok kere msl. ejderha ile ankanın boğuşması gib i) süslenmiş bir halı grubu şek­ linde devam etmiş gibi görünmektedir. Böyle değilse bile, eski hayvanlı-halılar, bu grubun mevcudiyetini icâp ettiren şartları hazırlamış­ tır. Daha sonraki örneklerde, hayvan yerine, çiçek şekilleri görülmektedir. Bir hah, Gölıar 'deki ermenice kitâbeye göre, ermeni takvimi ile 1149 (1699— 1700 )'da imâl edilmiş oluyor; ikinci bir halıda da ermeni halıcılarının işi göze çarpmaktadır; çünkü bu halının ( Staatliche Museen, Berlin) üzerinde ermeni yazısı taklidi bulunmaktadır. Bu halılardan üçüncü bir Örnek de ( her hâlde bir kürt kopyası ola­ c a k ), Haşan Bey adını ve 1101 (.1689) tarihini taşımaktadır ( Myers kolleksıyonu, Washington). Halıya dâir kitaplarda ejderhalı-halı adı ile zikredilen tip, doğu Anadolu 'da yahiıt Kaf­ kasya'da ermeniler tarafından yapılmış olma­ lıdır. Her hâlde bu grubun daha sonraki ör­ nekleri Kafkasya 'da yapılmıştır. İlk hayvanlı-halılar ile muasır olan ve bun­ lar gibi, garp ressamlarının tablolarında tas­ vir edilen üçüncü bir hah grubunda da müstatil bir zemin üzerinde hendesî bîr şekil gö­ rülmektedir. Buna benzeyen tezyinatı örnekle­ rine XV. asırdan beri rastlanan ve sonraları Bergama 'da yapılmış olan bir halı çeşidinde ■ bulduğumuza göre, daha önce yapılmış olanla­ rın da aynı merkezde işlenmiş olduklarını tah■ min edebiliriz. Bunlara garpta ekseriyâ «büyük Örnekli Holbeın halıları" denilmektedir. Bu isim ekseriyâ bir yıldız ve Iıaç kombinezonu gösteren ve XV. asrın ortaları ile XVI. asrın sonları ara- sında yapılmış olduğu tahmin olunan başka bir ■ gruba da verilmektedir («küçük örnekli Holbeın halıları"). Türkmen halıları ile bir çok benze•yiş- noktalan bulunan bu sonuncu grubun Herat mektebi minyatürlerinde ( XV. asrın so­ nu) rastlanan halılar ile bâzı münâsebetle­ ri vardır. Üzerinde dâima kırmızı zemin üzerine köşeli ve donuk san renkte bir arabesk desen bulun­ masından dolayı, «arabeskli Anadolu halıları" denilen bir kategori daha vardır kı, XVI. asrın başı- ile XVII. asrın sonu arasındaki zamana âit bulunmaktadır.



Diğer mühim bir gruba ait halılarda da canlı ve parlak renkler ile ( bilhassa kırmızı, açık ve koyu mâvî ) yapılmış büyük yıldız veya büyük madalyon dizileri vardır; bu halının kompozis­ yon plânında ve teferruatında acem te’siri görü­ lür. Bu halılar ile XVII. ve XVIII. asırlarda baş­ lıca halı istihsâl merkezlerinden biri olan ‘Uşak ( Uşak ) halıları arasında bir yakınlık bulunmuş­ tur (İstanbul'da Yeni-Câm i'in 1674 tarihli demir-baş defterindeki türk halıları‘Uşak adı île gösterilmiştir ). Yıldızlı iki ‘Uşak halısı ( asılları veya ingilizler tarafından yapılmış kopyaları) Montagu ailesinin arması ile 1584 tarihîni ve bir üçüncüsü de 1585 tarihini taşımaktadır ( Duke of Buccleuclı kolleksiyonu ). XVI. asır­ dan XVII. asrın sonuna kadar, resimlerde yıl­ dız ve madalyon şekilleri görülür, XVII. asır­ dan İtibaren ‘Uşak halılarına, ihrâeat limanına nisbetle, İzmir halısı adı verilmiştir. ‘Uşak gru­ buna üzerinde bir hizada mihrap şekli bulunan daha küçük halılar da dâhil edilir ki, bunlar aş.-yk. XVI. asrın ortasından itibaren, bir asır müddeti nce imâl olunmuştur. Tamâmı yle bu çift mihraplı halılara benzeyen daha yeni bir kategori daha vardır ki, bunun tarihini, tab­ lolara nazaran, XVII. asrın b a şı. ile XVIII. asrın ortası olarak tesbit etmek mümkün ol­ maktadır; daha sâde bir üslûp taşıyan bu gruba, bir çok numuneleri Transilvanya'da ele geçtiği için, «Erdel halıları" adı verilir. XVII. asra âit diğer iki gruptaki halılar, üzerinde de nebat motiflerinin bozulmasından doğmuş olan ve çift kuşa benzeyen bir şekil ile çift kurde­ leler üstünde üç yuvarlaktan ibaret bir terkip .......... vardır ( aş. bk.). I r a n . XV. asrın sonuna kadar İran halıları hakkmdaki bütün bilgimiz arap coğrafyacıları­ nın bunlara dâir verdikleri kısa mâlûınattan ibaret id i; XIV. asırdan itibaren yapılan acem minyatürlerindeki halı resimleri bize yardımcı olmakta ve nihayet XV. asrm sonundan beri de avrupalı seyyahların seyahatnamelerinde bunlar hakkında verilen malûmata sahip bulun­ maktayız. 718 ve 719 yıllarında Maymarğ ile Buhârâ 'dan Çin 'e halı ihrâc edilmiştir, Narşahi X. asırda Buhârâ'da halı imâlat hâne! eri bulundu­ ğunu söyler. IX, asırdan itibaren Mâzenderan, bil­ hassa Amul, asırlar boyunca, birinci plânda sa­ yılır ; X. asırdan beri bilinen ve uzun bir zaman durumlarım muhafaza eden diğer halı merkezleri de Hüzistân (Başinnâ, Tustar), Fars (Dârâbcird, Fasa, Furc ve- bilhassa Cahram, .Gundİcân ) ye Kühistân (Naşir-i Hıısrav bu bölgede Tün'da 400 halı dokuma tezgâhı bulunduğuna işâret eder)'dır. XVI, asırda İran’da halı san'atının ne. kadar ileri gittiğine dâir A'ifi-i Akbari 'de çok dikkate değer bir işâret vardır. Buna göre, o



HALI.



>3İ



şırada Hindistan'da yeniden kurulan halı san- halılarda esâs mevzu çiçek, asma ve ağaç tas­ 'atınm mahsûllerine rağmen, Hindistan'a Cav- virleri olup, bunlar XVI. asır başlarında, şimâl-i şakin 'dan Hüzîstân, Kirman ve Sabzavâr 'dan garbı Iran 'm „madaIyonIu" denilen madalyon halı idhâline devam edilmiştir. XVI. asırda diğer göbekli halılarında olduğu gibi, kabaca stilize istihsâl merkezleri Tebriz ile Kaşan idi. 1567 'de edilmiş bir şekilde görüldüğü hâlde saksılı ha­ Selim II, ’e verilen bir Iran sefâretnâmesinden lılarda veya daha geniş bir tasnife göre, „ He rat anlaşıldığına göre, Hemedan İle Derğezin — halılarında", muhteşem bir tertip dâhilinde, bü­ ipek halıların ve Dârâbcird — dokuma halıların tün bir bahçe, ağaçlıklar ile av sahnelerini ih­ merkezi idi. XVII. asırda ise, Isfahan başta tiva edecek kadar gelişmiş ve hayvan resimle­ gelmektedir; Safevîlerin payitahtı olması do- rinden de bol-bol istifâde edilmiştir. Şâh Tah­ 1ayısı ile, saray imalâthaneleri buraya yerleş­ mâsp devrinde, devrin mümtaz ressamlarına, tirilmişti. Olearius ( aş.-yk, 1635 ) Herat halıları­ karton üzerine halı resimleri sipariş edilmişti. nı, en güzel İran halıları olarak, medheder. Bu­ Bu ressamlar, bunlara ve bilhassa „av sahne­ nunla beraber, bu halıların yanında, Cavşakân, lerini gösteren halılara" insan ve cin tasvirleri Kaşan, Kirman ve Sistân halıları da mühim de soktular. Bununla berâber, hakikî mânası bir yer tutmaktadır. XVII. asra âit bir halının ile, tasvir motifleri nâdirdir; bundan dolayı Şi­ ( Kunstgewerbe-Mus,, Leipzig) üzerindeki yazı­ rin 'i hamamda yıkanırken gösteren yahut Ley­ nın türk hattı karakteri taşıması, nihayet Azer­ lâ'nın Mecnûn'u ziyaretini tasvir eden ( Musee baycan 'da da hah yapıldığını göstermektedir. des A rts Decoratifs, P aris) veya insan suret­ Minyatürlerdeki en eski halı resimlerinde leri ile dolu bir bahçe köşkü resmi ihtiva eden (basit çizgi hâlindeki resimler bir tarafa bıra­ ( Budapeşte, Hatvany kolleksiyonundaki bir kılırsa), iç sahada düğümlü bir desen ile bir parça üzerinde) halılar birer istisna teşkil eder. araya getirilmiş olan yıldızlar ve çok köşeli Klâsik devirde ejderha ile ankanın boğuşması, Şekiller görülür. Bu desen, bir çok renkli, sa­ kilin ve her şeyden önce muhtelif bulut şerit­ halara ' bölünmüştür; çevrede de değişik kûfî leri ( çi ) gibi, çin motiflerinin bol mıkdarda kul­ hattı ile yapılmış tezyinat vardır. Bu üslûp lanıldığı görülmektedir. Yazı tezyınâtı ikinci XV. asrın sonunda ortadan kalkmış ve yerini, derecede bir ehemmiyeti hâiz olup, daha ziyâ­ bir madalyon göbek ile, bir seri madalyon ile de kenarların farşça mısralar ile çerçevelen­ birlikte, bölmeler, arabesk ve çiçek motif­ mesinden ibarettir. Üzerinde âyetler yazılmış lerini hâvi, diğer bir üslûp almıştır. Safevîlerin bulunan halılar çok nâdirdir. XVII. asra âit olup, ipek ilmikli ve altın ve­ iktidarı ele almaları ile birlikte, İran halı san,’atı da en yüksek noktasına varır. Bu devir ya gümüş sırma işlemeli bir hah grubu az-çok hemen-hemen XVII. asrın ortasına kadar de­ Avrupa zevkine uydurulmuş gibi görünmektedir. vam etmiş, hâlbuki 1700'ü takip eden devir Çünkü bunlardan bâzı parçaların hikâyesinden .hah san'atının muahhar-klâsik devri addedil­ öğrendiğimize göre, bu halılar, şahlar tarafın­ miştir, Safevî devrinde meydana gelen ve Iran dan, Avrupa saraylarına hediye olarak gönde­ . halıcılığının şöhretini ebedileştiren bu gelişme, rilmek veya yabancı memleketlere ihrâc edil­ . hükümdarların saraylarında büyük ölçüde halı mek üzere, yaptırılmıştı. Bu gruptaki halılara imalâthaneleri te'sis edecek kadar, bu işe ehem­ umumiyetle „Leh halıları" denir; çünkü bu çe­ miyet vermiş olmalarından ileri gelmiştir. O şit halılar ilk defâ bâzı lehliler elinde görülmüş derece ki, bu imalâthanelerde yapılan halıları, ve yanlış olarak, XVIII, asırda Lehistan 'da elçileri vâsıtası ile, Avrupa 'dakî dost hüküm­ Slucz 'da mevcût bîr dibag fabrikası dolayısı darlara hediye gönderecek kadar kıymetli telâk­ ile, o memlekete izâfe edilmiştir. XVII. aşıra ki etmekte idiler. Hattâ Şâh Tahmâsp 'ın kendi âit, üzerinde Avrupa kılığında insanlar ve gemi eli ile halı örnekleri çizdiği bilinmektedir. tasvirleri bulunan çok nâdir „portekiz halıla­ -Büyük sayıda elimize geçmiş bulunan halıları rında" da başka tarzda bir Avrupa tesiri gö­ gruplara ayırma işi bunlardaki resimlerin mev- rülmektedir. zûlarına göre yapılmalıdır; çünkü muayyen Nihayet XVII. asırda büyük bir san'at kıy­ istihsâl merkezlerine âit olarak, pek az halı meti taşıyan dokuma halılar yapılmıştır. Bun­ grubu bulunmaktadır. Bundan dolayı halılar­ lardan bazılarında eski ilmikli halılar serbestçe dan bahseden eserlerde mevzuu aynı olan ha­ taklit edilmiş ve bâzıları da orijinal tezyinat lılar, üslûp farkına göre, ayrı merkezlerde ya­ Örneklerine göre yapılmıştır. Tarihî bakımdan, pıldığı isbât edilmiş olmakla berâber, msl. ma- üç balı çok dikkate şayandır. Bunların üze­ dalyonju, av sahnesi tasvir eden, hayvanlı, rinde bir az değişik olan Lehistan 'm Wasa sajcsıh ve bahçeli gibi isimler taşımaktadır. hanedanının armaları vardır ( Resıdenz-Mus., Bu devire ( aynı zamanda san'at bakımından, München; Prinz Rupprecht von Bayern kollekb.u jdeyirç bağlı olan daha eyvelki dey ir e ) âit sıyonu j Kelekian? P^riş ). îr^n 'da ipıâl çdiluıiş



>-34



HALI.



gib i görünen bu h a lıla r sonradan P a la tın at elek tö rii olan pren s P h ılip p W ilh e lm ile e vle ­



leri ) bulunm ayışı ve b â zı a câip n eb at m o tif­ leri, H in d istan h a lıla rın ı, a raların d ak i sıh riy e t



nen L e h ista n pren sesi ve S igism un d IIL 'unk ızı A n n a K a th a rın a K o n sta n ze 'nin c ih a zı ara ­ sında bulunm akta idî. B unlardan birinin üze­ rinde bulunan padişah kelim esinin gö sterd iğ i ğ ib ı ( S taa tlİch e M useen, B erlin ), bunlar sa ra y im alâthan esind e yapılm ıştır. E rd eb il 'de bir ca­



b a ğla rın a rağm en, Iran halılarından a yıran kom pozisyon ile te zy in a tın b â zı ana h a tla rın ı



mide bulunan üç halıdan da a n la şıld ığı gib i, sa ra y im alâthanesinde İran 'ın kendisi için de h a lı y a p ıld ığ ı görü lm ektedir.



te şkil etm ektedir, E n d ü l ü s . Y a k u t, A Iş ’te b a lı im âl edilm iş olduğunu n akleder. E lim ize geç'en eski İspanya ha lısı X I V . asra â it t ir ; bu halt S arre 'nin bild ir­ diğine g ö re, nev'inin tek nümûnesİ olup, üzerin­ de Tevrat sa n d u kala rı ta sv irle ri bulunm asın ­ dan dolayı, bir h avra h a lısı olduğuna hukm edilm ektedir. D a h a sonraki gru p la rd a g a rp izle ri görülür. B ütün bir seri te ş k il eden ço k uzun halıların , ü zerlerin deki arm a resim lerin e b a k a ­ rak, X V . asra â it olduğunu anlam ak müm kün­



Klâsik devreye âit muhtelif halılarda imza ve tarih vardır: i. Erdebıl'de Safevî türbele­ rindeki madalyonlu halılar, 946 (lS39)*da, Makşüd Kaşâni tarafından yapılmış yahut sipariş edilmiştir ( Victoria and Albert Muse- dür. X V . asrın sonu He X V I. a sra â it olan um ve D uveen Brothers, London);2. Giyâş al- d iğ er bir gru p ta da „b ü yü k örnekti H o lb ein Din Cami tarafından 949 ( 1542) veya 929 halıların ın " ta k lit e d ild iğ i gö rü lm ekted ir. B a n ­ { 1 5 2 2 ) 'da yapılmış olan büyük bir av-sahne­ la rd a k i resim ler garp zevkin e uydurulm uş bu ­ sini tasvir eden hah ( Poldi-Pezzolİ müzesi, Mi­ lu nm aktadır. Ü çüncü bir gu ru p ta zam anın İs­ lano ); 3. üstad Mu'min b. Kutb al-Din Mâhâni pan yo l ip e k li kum aşları az çok sa d a k a tla ta k ­ tarafından, 10^7 ( 1656 ) 'de yapılan ( saksılı- lit edilm iş olduğu hâlde, d iğ e rle ri tü rk , şa rk î halının değişik şekillerinden) bir „çiçeklİ halı,, İran ve b aşka şark h alıların ın ta k lid id ir. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen ( Sarajevo müzesi J ; 4. Kumm 'da Şâh'Abbâs II. eserlerden başka b i b l i y o g r a f y a için türbesindeki çiçek ve ağaç tezyinatlı ipek ha­ bk. R. M. Riefstahl, A skort Bibliograpky for lılar arasında bulunan ve 1082 (1671 ) ’de Ni'mat the Student of Orİental and Western handAllah Cavşakâni tarafından yapılan hali. knotied Rugs and Carpets (New-York, 1926); H i n d i s t a n . Abu ’l-Fazl al-'Allâmi, A in -i K. Erdmann (Sarre-Trenkwald, A lt Orien~ Akhcri adlı eserinde, Ekber 'in muhtelif şehir­ talische Teppiche, Wİen-Leipzig, II, 1929); lere bilhassa Agra, Fethpûr ve Lâhûr'a halı ayn. mil. ( A Sarvey o f Persian A rt, bibli­ İlmİkçileri yerleştirdiğini ve bunların çok geli­ yografya cİldİ). — XV,— X V III. a s ı r h a l ı ­ şen bir endüstri yarattığını, bununla berâber l a r ı h a k k ı n d a el k i t a p l a r ı : J. LesIran 'da halı idhâlinin durmadığını söyler. Lon­ sing, Orientalische Teppiche (Berlin, 1891); dra'da Girdlers, Company'ye â it olan r e lâ tî A . Riegl, Altorienialische Teppiche ( Leiptezyinatlı bir halı, bu müessesenİn kayıtlarına zig, 1891 ); F. R. Martin, A History o f Orinazaran, Lâhûr 'da imâl edilerek, 1634'te tes­ ental Carpets before 1800 (Viyana, 1908); lim edilmiş bir Lâhûr halısıdır. Herat haltları F. Sarre, Altorientalische Teppiche ( Leipzig, Hind:stan halıları üzerinde büyük bir te’sir 1908); W. Bode ve E. Kühnel, Vorderasiaicra etmiştir. Bunlardaki şekiller, pek az deği­ tische KnüpJ teppiche aus alierer Zeit 3 şiklikler ile, tatbik olunmuştur. Iran üslûbun­ (Leipzîg, 1922; ing). trc. R. M. Riefstahl, daki bu halılar ile tezat teşkil eden ve daha New-York, 1922 }; A . F. Kendrick ve C . E. C . serbest bîr kompozisyon ile olduğu kadar, daha Tattersall, Handtvoven Carpets, Oriental and natüralist bir tarzda yapılmış olan ve üzerinde Eurcpean ( London, 1922) ; F. Sarre ve H. hayvan (bilhassa hindû mitolojisine âit acâip Trenkwald, Altoirentalische Teppiche ( Leiphayvanlar) resimleri, sonra av sahneleri ve zıg-Wien, 1926— 1929; ingl. trc. A . F. Kend­ hemen-hemen heykelvârİ bîr şekilde bina ve rick, Old Oriental Carpets, Wien-Leipzig, insan tasvirleri bulunan başka halılar da var­ 1926— 1929; en meşhur halıların resimlerini dır. Cenubî Iran île şimâiî Hindistan 'da çok ihtiva eden mühim yeni eserdir). — M o ­ gelişmiş olan kadife sanayii, şüphesiz ki, baş­ d e r n h a l ı l a r i ç i n el k i t a p l a r ı : W. lıca vasfı örnek ölçülerine tıpa-tıp uygun olan Grote-Hasenbalg, Der Orientteppich, seine bir dokuma Û3İûbnnun doğmasına çok yaddım Geschichte ıınd seine Kaltar (Berlin, 1922 ); etmiş'ır; bu üslûp, bir Hindistan halı grubu­ R. Neugebauer ve S, Trol], Handbuch der nun başlıca vasfını teşkil eder. Bâzı halılarda orientalischen Teppichkunde ( Leipzig, 1930). tenâzursuzîuk ve bâzlarında ise, tenazura fev­ — K o l l e k s i y o n l a r : A , F. Kendrick ve kalâde riâyet, bir çeşit kırmızıya gösterilen C . E. C . Tattersall, Guide to the collection meyil, muayyen gruplarda, zemini canlandır­ of carpets ( Victoria and Albert Museum3 mak için, tâlî mot’flerin (saz ve asma resim­



HALI. (London, 193 1); K. Erdmaan, Orientteppiche ( Islamische Abteilung d. Staatlichen Museen, Berlin, 1935 ) î A . Riegl, Aitere . orientalische Teppiche aus dem Besiiz des AUerköchsten Kaiserhauses {Jahrbuch der Kunsthistorischen Sammlungen, Viyana 1892, ■ XIII, 267 v, dd.}; J. K. Mumford, The Yerkes Çollection o f Oriental Carpets ( London, 1910 ); G. Migeon, La collection Kelekian, eioffes et iapis . . . ( Paris, 1908 ) ; J. Breck— F. Morris, The James. F. Ballard Collec­ tion o f Oriental Rugs ( New-York, 1923); H. Jacoby, Eine Sammlung orientaliscker Teppiche (Berlin, 1923). — H a l ı s e r ­ g i l e r i : F. Sarre ve F. R. Martin, Aûssiellung von Meisterwerken muhammedaniscker Kunst in München 7970 (München, 1922) I,; W. R. Valentiner, Catalogae o f a Loan Exhibition o f early Oriental Rugs ( Metropolitan Museum o f A rt, New-York, 1910 ); A . U. Pope, Catalogae o f a Loan Exhibition o f early Oriental Carpets ( Arts Club o f Chicago, Şikago, 1926); M. S. Dımand, A Guide to an Exhibiiion o f Ori­ ental Rugs and TextiJ.es ( Metropolitan Museum o f Art, New-York, 1935 ). — M u h ­ t e l i f k i t a p 1 a r : J. Lessing, Âltorîentalisçhe Teppiche nach Bildern und Orîginalen des. X V. bis X VI. Jakrhunderts (Berlin, 1877; ingl. nşr. London, 1879; frns* nşr. Paris, 1879 )4 A Sakisian, Ulnventaire des tapis de la Mosquee Yeni-Djamî de Stamboul {Syria, 1931, XII, 368 — 373; H. Uhlemann, Geographie des Orieniteppichs ( Leipzig, 1930).-— H u s û s î t e t k i k l e r : a. E s k i h a l ı l a r : Sir Aurel Stein, Serindin ( Oxford, 1921 ), tür. yer. ve levhalar 37, 38; ayn. mi., Innermost Asia ( Oxford, 1928), tür. yer. ve levhalar 44, 87: P. Ackerman, A Sasanian Tapesiry ( Bull. of the Am. Institaie for Pers. Art, New-York, 193$, IV, 2— 4 ) ; M. S. Dimand, An early cui-pile Rug from Egypt ( Metropolitan Museum Studies, 1933, IV, 151— 162 ); R. M. Riefstahl, Ein Kniipfteppich spaiantiker Tradition aus Agypten im Metropolitan Museum zu New-York ( Miit. d. Deutsches Ârckaol. in si., Römiscke Abteilung, 1933, XLVIII, 127— 152 ; F. Sarre* T. Falkenberg, Ein frühes Knüpftepplchfragment aus Chinesisçk-Turkestan ( Berliner Museen, 1921, s. 110— 1 1 4 ); b. M ı s ı r : Ali Baghat Bey ve A. Gabriel, Fouilles d’A lFoustât ( Kahire, 1921 ), levha 31; F. Sarre, Die agyptische Herkunft der sogenannten Damaskus-Teppiche ( Zeitschrift fü r Bildende Kunst, 1921, XXXII, 75 v. dd.); Sarre, Die (igyptischçn Teppiche ( Jahrbuch der Asia-



>35



tisehen Kunst, 1924, I, 19 v. dd.; e. K ü ç ü k A s y a ve K a f k a s y a : F. Sarre, Seldschukisehe Kleinkunst, seetion: Knüpfteppiche (Leipzig, 1909); F. Sarre, Mittelalterliche Knüpfteppiche kleinasiatiseher und spaniseher Herkunft ( Kunst und Kunsthandzoerk, 1907, X, 503 v. dd.) ; R, M. Riefstahl, Primitive Rugs o f the „Konya{< type in the Mosque of Beyshehir ( Art Bullefin, 1931, XIII, 177— 220 ) ; K. Erdmann, Orientalische Tierteppiche auf Bildern des XIV. und X V. Jahrhunderts ( Jahrbuch der Preussischen Kunstsammlungen, 1929, L, 261— 298 ) ; A . U. Pope, The Myth o f the Armenian Dragon Carpets ( Jahrbuch der Asiatischen Kunst, 1925, II, 147 v. dd.); A. Sakisian, Les tapîs â dragona et leur origine armenienne {Syria, 1928, IX, 238— 256) ; A . Sakisian, Les tapis armeniens du X V £me au X IX ime siecle ( Revue de. VArt Ancien et Moderne, temmûz 1933, LX 1V, 21— 36 ); K. Erdmann, Later Caucasian Dra­ gon Carpets {Apollo, 193$, XXII, 21— 2$ ); E. Schmutzler, Altorienialische Teppiche in Siebenbürgen (Leipzig, 1933); R. M. Riefstahl, Turkish „Bırd“ Rugs and Tkeir Design (A rt Bulletin, 1925, VII, 91 v.dd.); of. İ r a n : J. Karabacek, Die persisehe Nadelmalerei Susandsehird ( Leipzig, 188 1); A. U. Pope, History o f Persian Carpets ( A Sur ney o f Per­ sian A r t) i ayn. m i l Datierte Seidenteppiche im Mausoleum zu Kum in Persien ( Kunsichronik, 1926, XXXV, 311 v.dd.); A. U. Pope, Un tappeio persiano del 1521 nel Mas eo Poldi-Pezzoli ( Dedalo, 1927, s. 82 v.dd.) ; K. Erdmann, Tappeii Persiani {Dedalo, 1932, XII, 707;— 738); M. S. Dimand, Loan Exhibition of Rugs o f the So-Called Polish Type in the Metropolitan Museum ( New-York, 1930 ); V. Slomann, The coronation carpet o f the King o f Denmark ( Bull. o f the Am . Instiiute for Pers. Art, 1934, nr. 7, s. 13— 18); F. Sarre, Zzvei Haapiwerke persiseher Teppichkunst ( Pantheon, 1931, VII, 24— 31); ayn. mİ,, A „Portuguese Sul­ fından bozguna uğratılması üzerine, Halîl Paşa, tan Mahmud I. ( 1730— 1754 ) devri u l e m â - ikinci defa olarak, „kapudan~paşa“ tâyin edil­ s u d a n d ı r , İki defa Anadolu kazaskerliğin­ di. 1023 ( 1 6 1 4 ) 'te büyük bir sefere çıktı; ev­ de bulunmuş olan Birgİlİ Halîl Efendi 'nin oğlu velâ Malta 'ya, sonra Trablusgarp 'a gitti ve idi. Evvelâ babasının yanında okumuş ve ondan burada idareyi gasben ele geçirmiş bulunan sonra tahsilini tamamlayarak me’mûriyet haya­ Safar Dâ‘i ismindeki âsîyi yakalayıp, idam et­ tına 1x35 (1722/1723)^0, Yenişehir mollası tirdi. Kapudan-paşalığı sırasında Ispanya'ya olarak, başlamıştır. Ulemâ merâtip silsilesini karşı Felemenk ve Fas ile bir ittifak kurmağa sırası i'e aşarak, en yüksek mevkie erişmiştir. çalışarak, büyük bir siyâsî faaliyet gösterdi. 1162 (1749 ) 'de şeyhülislâm tâyin edilmiş, lâkin Bu gaye uğuruna Felemenk 'i Bâbıâlî ile münâ­ 10 ay sonra, haşinliği ve dik kafalılığı yüzün­ sebete girişmeğe teşvik etti ve 1612 ’de İstan­ den, azledilerek, Bursa 'ya sürülmüştür. Bu şe­ bul 'a gelen ilk Felemenk sefiri Haga 'yi himâ­ hirde 1168 ( 1754/1755) 'de ölmüş ve Emîr Sul­ yesi altına aldı. Bundan sonra da, bir ittifak yapılmamış olmasına rağmen, Felemenk men­ tan civarında defnedİlmiştir, Kendisi malûmatlı, 'kalemine sahip ve va­ faatlerine karşı dâima müsâît davrandı. 1026 senesi muharreminde (kânun II. 1617), zifesinin bütün icâbâtmı yerine getirmeğe muktedir telâkki edilirdi. Bir tefsirden maada, İran'a karşı açılan muharebeyi kaybeden Öküz “Ayni ( ölm. 762 ) tarihinin bir kısmım tercü­ Mehmed Paşa 'nın yerine ve vekili Etmekçi-zâde me etmiştir. Oğulları ve torunları arasında 'yi hayâl sukutuna uğratarak, sadrâzam tâyin olundu. Aynı senenin şubat ayında, ulemâ ta­ bir çok fıkıh âlimleri vardır. B i b l i y o g r a f y a : A . Rif'at Efendi, rafından haraca tâbi tutulmak istenilen hırİsDavhat al-maşa*zh ( İstanbul, ts,, taş basma, tıyan elçileri bîmâye ederek, geniş bir görüş s. 97 ) î Sâmî, Kamus al-a'lam ( İstanbul, sahibi olduğunu gösterdi. Yine aym sene İçeri­ 1308), III, 2056; Süreyya, Sicill-i osmânî sinde Avusturya elçisi kont Czernin, müzâkere­ lerin kesilmesi üzerine, İstanbul'dan g itti; ra­ (İstanbul, 1311 ), III, 28. ( T. H. MENZEL.) H A L ÎL P A Ş A . HALİL P A Ş A , Ü ç t Ü r k mazan ayında ( eylül ) Basa 'da Lehistan ile sulh mukaddemâtı imzâlandı. Mamafih Halîl Paşa s a d r â z a m ı n ı n i smi di r. x. H alîl P a ş a , Ç a n d a r li , Murad II. devri Venedik, Felemenk, Fransa ve Ingiltere ile iyi münâsebâtta bulunmağa ve Cezayirli korsanları sadrazamlarından [ bk. Ç A N D A R L İ ). 2. H a lîl P a ş a , K ayserîlî ( 1560?— 1629),yatıştırmağa daha çok ehemmiyet vermiş gibi Ahmed I. ve Murad IV. devri sadrâzamların­ görünmektedir. Ahmed I. 'in ölümünden sonra dan olup, Kayseri civarında Zeytun veya Rus- ( 23 zilkade 1026 = 22 teşrin II. 1617), Mustafa van köyünde doğmuş bir ermenıdir ( Sicill-i I. 'nm tahta çıkması ve üç ay sonra Osman Osmânî, II, 286 'da, Maraş 'tan geldiğine dâir, II. 'm onun yerine geçmesi (1 rebiyülevvel verilen malûmat yanlıştır ). Doğum tarihi bilin­ 1027 = 26 şubat 1618 ) sırasında Halîl Paşa mü­ miyor; fakat 1560 yılı etrafında doğmuş olması him bir rol oynamamıştır. 161S senesi başlan­ muhtemeldir. Sarayda iç-oğlam olarak yetişti­ gıcında Iran 'a karşı gönderilen ordunun ku­ rildikten sonra, doğancılar bölüğüne girip, „do- mandasını üzerine almıştı. Türk ordusunun ğancı-başı" olmuş ve 1596'da Macaristan sefe­ öncüleri Sarâv ovasında bozguna uğradı; fakat rinde Mehmed III. 'in maiyetinde bu sıfat ile bu­ Halîl Paşa, Erdebil üzerine yürüyerek, şaha lunmuştur. 10x6 ( 1607 ) 'da yeniçeri-ağası olmuş aynı ovada, eski muâhede şartları ile, bir mu­ ve Anadolu isyanına karşı, sadrâzam Murad ahede imzalatmağa muvaffak oldu (6 şevvâl Paşa 'nın kumandasında yapılan seferde, yarar­ 1027 = 26 eylül 1618). Payitahta avdetinde lık göstermiştir. Ertesi sene, Hâfız Ahmed sadrâzamhktan azledildi ve hattâ müridlerin­ Paşa [ b, bk. ] 'ya halef olarak, „kapudan-paşa“ den bulunduğu Üsküdarlı Şeyh Mahmud 'un tâyin edilmiş ve bu vazifesinde son derece.mu­ yanma iltica etmek mecburiyetinde kaldı ( 1 savaffak olarak, bîr çok Malta ve Floransa gemi­ fer 1028 = 18 kânun II. 1619). Sultan Osman, leri zaptetmiştİr. Bilhassa 10x8 ( 1 6 0 9 ) 'de Mal- Ahmed 'İn ölümünden sonra kendisinin tahta talılara karşı Kıbrıs civarında cereyan eden çıkmasına yardım etmediğinden dolayı, Halîl bir muharebede türkleriu „Kara Cehennem" Paşa 'ya k ızgınd ı; fakat Şeyh Mahmud 'un ta­ ( „Kızıl-Kalyonw) adım verdikleri büyük ve vassutu sayesinde, eski sadrâzam, üçüncü defa meşhur bir kalyonu ele geçirmiştir. Bu muvaf­ olarak, kapudan-paşaiığa getirildi, 1621 sene­ fakiyet üzerine, kendisine vezirlik tevcih edildi. sinde vuku bulan 6 ayiık bir inkıtâ hâriç tutulur­ H Â LİL B E Y ,



su n g u r



S



û f î,



M



( A K -K O Y U N L U ).]



u su llu



.



[B k .



bay



­



Ha



l îl



sa, bu v a zifey i m u va ffa k iye tle başarm ıştır. 1622 senesinin m ayıs ayın d a Osm an II., y en içeriler tarafın dan , k a tle d ild i ve M u stafa, ikin ci defa olarak, ta h ta ç ık tı. Y en içerilerin v e ele-başıiarın ’.n bu v e k a y îi ta kip eden te th iş h a reketleri esnasında, H alîl on lara tem ayül gö sterm eyerek, V a lid e S u ltan tarafın d an te k lif edilen sad âreti üç d efâ red d etti



(5 şu b a t 1623 ). İki a y e vv el



H a lîl P a şa , kendilerin in düşm anı olan A b a z a P a şa [ b. b k . ] 'y i him aye e tti d iye, yen içerilerin hasm âne n üm âyişlerine m âruz k a lm ıştı. M am a­ fih büyük b îr nüfuz m uhafaza ediyordu v e *622 sen esi kânun I, ayın d a le h lile r aleyh in d eki k a ­ rışık lık la rd a L eh istan sefirin i him aye e tti. F a k a t M ere H üseyin P a şa sadrâzam olduktan sonra, kapudan-jpaşahktan azled ild i ve 1623 se n e si ni* sanında, bir çokların ın ve bilh a ssa sipah ilerin itirazın a rağm en, M alkara 'y a sürüldü. Osm an 'm intikam ın ı alm ak b ah an esi ile, E rzu ­ rum 'd a hüküm ete k arşı isyan eden A b a z a P aşa,



: Halîl 'in eski bîr mahmîsi idi. Kapudan-Paşalıği: sırasında ona bir kalyonun kumandanlığını ■ vermiş ve sadrazamlığı zamanında da onu Maraş valisi tâyin etmiş id î; mamafih Abaza Paşa 'nın isyanı Halîl 'in nasihatleri hilâfına vuku bulmuştu. Mustafa 'um hal’inden (4 zilkade 1032 = 30 ağustos 1623 ) ve Murad IV. 'in tah­ ta çıkmasından üç sene sonra, Abaza 'mn; îsyavnı hâlâ devam ettiğinden, ulemânın hâzır bu­ lunduğu Eüyük bir mecliste, Halîl Paşa 'ya, Hâfız Ahmed Paşa [ b. bk.] 'nın yerine, ikinci defa sadr­ azamlık teklif edildi ( kânun 1 .1626) ; onun eski mahmîsini yola getireceği ümit ediliyordu.; Ha­ lîl Paşa üç gün sonra Boğaz '1 geçerek, eski dostu Şeyh Mahmud 'u ziyaret etti ve 1627 sene­ si mart ayında Haleb 'e vardı. Temmuzda ordu Dıyarbekir önüne; geldi ve iranitlarm tehdidi altında bulunan A lıiska'ya bir kuvvet gönder­ mek iley: işe başlandı. H alîl Paşa A b aza'yı mu­ tavaat ve. bu. sefere.; iştirak ettirmeğe çalıştı. Fakat Abaza* bir tuzaktan korkarak, bu teklifi reddetti ve ilkin mülayim bir tavır takındığı hâlde, Erzurum'da yeniçerileri imha etti. H a lîl Paşa onun aleyhine harekete mecbur kaldı ve eylülde Erzurum 'u muhasaraya başladı. Fakat 70 gün sonra, teşrin II.'de, gayet şiddetli bîr kış başladı. Kar ve soğuk yüzünden büyük kayıplara uğrayan ordu, ricat ederek, Tokat'a çekilmek zorunda kaldı. Bu seferin neticesinde azledilen Halîl Paşa İstanbul'a avdet ede­ rek,; vezir mevkiini muhafaza etmiş ( 1 şaban 1037 = 6 nisan 1628) ise de, ertesi sene öl­ müştür ( 1039 = 1629). G e re k türk ve ge re k avru pah m ü ellifler H a ­ li l P a şa 'yi, itidalinden ve adaletperverliğİn den dolayı, ta k d ir ederler. H em en-lıem en hepsi k a tl­ edilen o devrin d iğ er d ev let adam larına n isb etİslâm Ansiklopedisi



f a ş a



.



ıöt



le, kendisinin yüksek bir şahsiyet sahibi olduğu görülmektedir. Onu müttekî bir adam olarak tavsif ederler ki, Üsküdarlı Şeyh Mahmud ile olanı dostluğu da buna delil sayılır. İstanbul 'da Fâtih Mehmed camii civarında bir cami yap­ tırmıştır (bk. Hâfiz Husayn al-Ayvansarâyi, Hadikat al-cavâmı, İstanbul, 1281, I, 97). Halîl Paşa'nın, Tarih-i H alîl Paşa yahut Guzânâme-î H alîl Paşa unvanı ile, kimin tarafın­ dan yazıldığı bilinmeyen bir hâl tercümesi var­ dır. Hammer 'in istifâde ettiği yazması Viyana 'da saray kütüphanesinde bulunmaktadır ( Flügel, Die Arab., Pers. und Türk, Handsckrifien der K . K. Hofbibliotkek in Wien, 11, 253, 254). B i b l i y o g r a f y a ı N aim â, Tarih ( İ s ­ tanbul, 1147), I, 378, 313 v.d., 324 v. dd ,, 333, 364, 444, 453 ; P e çev î, Tarih ( İs- tanbul, 1283), II, 343, 368 v.d., 408 v .d .; K â tib Ç e ­ leb i, Tuhfai al-kibâr (İstan b u l, 1141}, var. 46 v.d,, 49 ; M üneccİm başı, Salta i f al-ahbâr (İstan b u l, 1 27 5 ) , III, 677; O sm anzâde, f i a âikat al-vusar3) ( İstanbul, 1271 ), s. 62 ; J. v. H am m er, Gesch. des Osm. Reiches ( Peşte, 1827— 1835 ), IV ve V ( bk. f i h r i s t ) ; Bronnen tot de Geschiedenîs van den Levantschen Handel, to p l. K . H eerin ga ( 's G rav e n h ag e, 1910), bk. fih rist. 3, H a lîl P a ş a , A rn a vu t (1655— 1733), A h ­ med . İIL- devri sadrâzamlarından olup, 1635'e doğru Elbasan 'da doğmuş bir arnavuttur. Ağabeyisi Sinan A ğ a ’nm bostancı-başı bulunduğu bostancılar-bölüğüne girdi. Bir müddet Bagdad 'da hizmet ettikten sonra, „haseki“ olarak, tekrar İstanbul'a döndü ve 1133 ( 1 7 1 1 ) 'te bostancı-başı oldu. Muharrem 1128 (kânun II. 1 7 1 6 ) 'de Avusturya'ya karşı harp hazırlıkları yapılırken, Erzurum beylerbeyîsi tâyin olundu ve tahkim etmek üzere, Niş şehrine gönde­ rildi. A ltı ay sonra Dıyarbekir beylerbeyîsi oldu ve şaban (temmuz 17x6) ayında, sadrâzam Damad A li Paşa [ b. bk. ] Belgrad 'a girdiği zamsn, bu şehre vali, tâyin edildi. Damad Ali Pa­ şa Petenvardein muharebesinde şehit olduktan sonra (5 ağustos 1716), pâdişâh Halîl Paşa'yı sadrâzam ve aym zamanda pek çok sevdiği müstakbel sadrâzamı Damad İbrahim [ b. bk. ] 'i de »kaymakam" tâyin etti. Fakat bu zât Halîl Paşa 'dan daha büyük bir nufûza sahip idi. Temeşvar kaybedildikten sonra (13 teşrin İL), ordu, askerin ayaklanmasından korkularak, Edirne 'ye getirildi. Harbe ertesi sene devam olundu ve Halîl Paşa, Eugene de Savoie 'nın idaresi altında türkleri bekleyen Avusturya ordusunun bulunduğu Belgrad 'a doğru yürüdü, Belgrad muharebesinde ( 16 ağustos 1717 ) Ha­ lîl Paşa ’nın ordusu perişan oldu; bu daha ziyâde kendisinin ve müşavirlerinin kabiliyet­ li



162



Ha



l il



p a ş a



sizliklerinden ileri geldi. Belgrad avusturyalılar tarafından işgal edildi ve tiirkler Niş 'e çekil­ diler. Halîl Paşa teşrin L 1717 'de azledil­ di ve iki sene gizlenmeğe mecbur kaldı; son­ ra sultan tarafından affedildi. Kendisi 1133— 1140 (1721— 1737 ) senelerinde kadar, Midilli 'de menfada kaldıktan sonra, birbirini müteakip, Yunanistan 'm ve Girit 'in muhtelif şehirlerinde kumandanlıkta bulunmuş ve 1x36 ( 1 7 3 3 ) 'da vefat etmiştir. Halîl Paşa ’nıa halım ve mute­ kit bir zât olduğunu söylerler; fakat büyük şöhret sahibi olmadığından, Belgrad muhare­ besine dâir yazan avrupalı tarihçiler onun adı­ nı bile kaydetmezler. B i b l i y o g r a f y a : R âşid , Tarih ( Is. tan bul, 1282), IV , 264, 282 v.d ., 352 v.d., 362 v. d .; D ilâv er-zâd e Ö m er E fen d i, Jrfadikat aUvıızara ze y li ( İstanbul, 1271 ), s. 24 . — 26 ; Sicill-i osmâriî, II, 292; J. v. H aaım er, Gesch. d. Osman. Reiches ( P e ş te , 1831 }, VII, 210— 220. ( J. H . K ramers .) H A L Î L S U L T A N . H A L İ L S U L T Â N ( 1384 — 1411 ), T im u r sü lâlesin den bir h ü k ü m d a r



-



h a l îl î.



kalmıştır. Hvarîzm 'i receb 808 (kânun I. 1405 — kânun H. 1406) sıralarında zapteden Altm Ordu kuvvetleri, alanlarım Buhara'ya kadar îlerilettiler. Halil Sultân düşmanlarına karşı verdiği meydan muharebelerinde umumiyetle galip geliyordu. Hattâ Şâhruh 'un nihâî gale­ besi de, askerî muvaffakiyetlerden ziyâde, en­ trika ve mâhirâne siyâset neticesi olmuştur (bu­ na reisleri Muhammed Parsa olan Buhara ule­ mâları ile yaptığı müzâkereler de dâhildir). 1409 ilk baharında Şâhruh'un kuvvetleri Bâdğ i s ’te ve Halil Sultân 'ınkiler ise, Şahr-i Sabz ( K a ş ) 'de harbe hazır oldukları zaman, şimal­ de emîr Hudâydad'm kumandası altında, bir isyan baş gösterdi. Halil Sultân ordusunu terk ederek, Hudâydad 'a saldırmağa mecbur kald ı; lâkin beraberinde ancak 4.000 kişi götürebildi. 13 zilkade 811 (30 mart 140 9 )'de, Hudâydad tarafından, Semerkand 'm şimalinde esir edile­ rek, bu şehre götürüldü; daha sonra Fergana 'ya nakledildi ve arkasında kalan karısına Şâh­ ruh tarafından gayet fena muamele edildi; ni­ hayet Otrar 'a gitti ve emîr Şayh Nür al-Din olup, T im ur 'un toru nu M irânşâh ile A ltm -O rd u 'in tavassutu ile, Şâhruh ile bir muahede akd­ hanı Ö z b e g 'in h a fîd e si S ü y ü n -B eg H ânzâda ederek, Mâverâünnehr üzerindeki hâkimiyet 'nîn oğlud ur. 786 (1 3 8 4 ) 'd a doğm uş, 16 receb hakkından feragat etti; buna karşılık Rey 814 ç a rş a sb a (4 teşrin II. 1411 } günü Ölmüş­ şehrini alarak, orada Ölünceye kadar kaldı. tür. S em erk an d 'd a 807— 812 (*405— 1409) ara ­ Karısı da kendisine iade edildi. O da, kocası sın d a hüküm sürm üştür. Y etiştirilm esi, Tim ur­ öldükten sonra, intihar etti. Çağdaşları tara­ 'un en y a ş lı k a rısı S a ra y M ülk H anım *m uh­ fından, türlü romantik ilâveler İle süslenen bu desine verilm iştir. K en disinin T im u r 'u n H in ­ vak’a dolayssı ile, Halil Sultân, A . Müller ( Der d istan seferinde (1399), henüz 15 yaşında İslam im Morgen- und Ab endiand, Berlin, iken, tem ayüz e ttiğ i riv a y e t e d ilir ; ayn ı zam an­ 1887, II, 315; Halil Sultân burada, yanlış ola-' da yan lış o larak, „y e d i se n e " ism ini alan ( h a ­ rak, 'Omar Şayh ’in oğlu gibi gösterilir) ta­ k ik a tte bu 802— 807 — 1399— 1404 arasın da ol­ rafından, »duygulu çoban" sözleri ile tavsif m u ştu r) g a rp se ferin e de iştirak etm iştir. 1402 edilmektedir. Şüphe götürmez askerî kabili­ ’de, T im ur ona şa rk ta »T ürkistan hududunda", yetlere sâbıp bu genç şehzadeye bu sıfatın baş-kum andanlık v a zifesin i te v cih etm iştir. 1404 güçlük ile uyduğu bedihîdir. Karısına olan 'te aşa ğı ta b a kad an Ş âd M ülk isminde b ir k a ­ bağlılığı ve bütün düşmanlarına, hâttâ ken­ dın ile a lela ce le evlenm esi yüzünden, bü yük disine hıyanet edenlere karşı gösterdiği âlice­ babasın ın g a za b ın a uğram ış, lâkin afva m azhar naplık, aynı hanedandan diğer şahısların mi­ olmuş ve ayn ı sene, Çİn seferinin h a zırlıkları zaçları ve zamanının âdetleri bakımından, ba­ sırasın d a , T aşk en d 'de ve civarın da se fe r î v a ­ riz bir tezat teşkil eder. ziy e te ge çen s a ğ cen ah ın ku m an dan lığın a t â ­ B i b l i y o g r a f y a '. Krş. W. Barthold, yin edilm iştir. T im u r 'u n 18 şu b a t 1405 'te vu ­ Ulug Beg i ego vremya (Petrograd, 1918), kua ge le n ölüm ünden sonra, ordu kendisin i fihrist ( ekseriyeti yazma olan kaynaklar da hüküm dar ilân etm iş ve 16 ram azan 807 (18 burada gösterilmektedir). m art 1405 ) ’de S em erkau d 'a girm iştir. A slın d a (W . Ba r th o ld .) han u nvanı, eski velî ah d olup, T im ur 'dan e v ­ H A L İL İ [ Bk. HALÎLÎ.] vel v e fa t etm iş bulunan M uham med S u lt a n ’ ın H A LÎLÎ. HALÎLÎ (7 -1 4 8 5 ), Fâtih Mehmed oğlu ve Tim ur 'un torunu henüz b â lig olm ayan 11. devrinde yaşamış ve Firkat-nâma adlı mes­ M uhammed C ih a n g ir 'e verilm iş idi. H a lil Sultân nevisi ile meşhur olmuş bir t ü r k ş â i r i d i r . 1409 sen esin e k a d ar S e m e rk a n d 'd a tu tu nabil­ Nerede doğduğu ve ailesi hakkında kat’î bir m iş, fa k a t hükm ü M âverâünnehr 'in hâricinde şey bilmiyoruz. Bâzı kaynaklarda Dîyarbekir hiç bir ta ra fta tanınm am ıştı. Bu sahanın şim a­ 'den ve bazılarında ise, »diyâr-t şarktan", Meh­ linde, S ır-D e ry a ü zerinde, âsî kum andanlar ile med II. devrinde İznik'e geldiği kaydedilir; daim î m ücâdelelerde bulunm ak m ecburiyetin de şâirimizin, hâl tercümesine de yer verdiği meş-



HALÎLÎ.



163



hûr mesnevisinde, İznik ’e „acem mülkünden** miz hâl tercümesine de yer veren Halîlî, haya­ geîd’ğıni söylemekle iktifa etmesi, bu noktaları tım şöyle hikâye etmiştir s memleketinden, karanlık bırakmaktadır. „acem mülkünden,** bir arkadaşı ile birlikte, . Kendi ifâdesine göre, gençliğinde cami ve geldiği İznik önceleri onu pek memnun eder; medreselere devam ile fıkıh v. b. ilimleri tah­ fakat günün birinde pazarda dolaşırken, bir sil eden Halîlî, huzurunu ilimde tasavvuf yolu­ dükkânda oturan güzel bîr gence rastlayınca, nu tutmakta buldu. Bilgisini arttırmak için, bir her şey ait-üst olur. Şâir bu ıztırabma yol arkadaşının teşviki ile, yaşadığı devrin İlmî açan gözleri ve kalbi ile uzun münâkaşalara ve edebî merkezlerinden biri sayılan İznik 'e girişir; neticede gözün ileri sürdüğü kuvvetli geldi. Hayatının geri kalan kısmını, İstanbul'da deliller karşısında, kalp suçu üzerine alır. Şâir, bulunduğu bir yıl hâriç, İznik 'te te'sis ettiği bu ıztıraplı hâlden kurtulmak için, türlü çâ­ tekkenin şeyhi olarak geçirmiş ve 890 (1485 ) relere baş vurur. Ümitleri tahakkuk etmeyince, 'da burada vefat etmiştir. tesellisini İznik 'ten uzaklaşmakta bulacağını Çağdaşlarından şeyh Zarifi 'nin, bir beytinde, umar ve İstanbul ’a gider; fakat sevgilisinden vukuf sâhibî ve olgun bir mürşîd diye medbettiği aşkının samimîliğine inandığım bildiren bir (Al i Emîr\,Tezkire-i şu’arâ-i Amid, s. 280) Ha­ mektup alınca, yine İznik 'e döner. Kendisini lîlî’nîn şiirleri tetkik edilince, Seyyid Nesimi 'nin şefkatle karşılayan bu genç, az sonra gözden te'şirinde kaldığı göze çarpar; Nesİmî 'nin şiir­ kayboluverir ve bir çok mesnevilerde görüldü­ leri ile aynı kafiyede şiirlerin mevcudiyeti, nazire ğü gibi, göz yaşlarına, rüzgâra hitap yolu ile, değil, bir tesâdüf eseri kabul olunsa bile, onun içini döken şâire, sahrada, bir ışık hâlinde, bir gazelinin kafiye ve rediflerini aynen ve hattâ kendini gösterir. İşte eser böylece, bu İç ay­ sırası ile tekrarlayarak yazdığı şiir ( ayn, e s r s. dınlanması ile biter. 289), bu temayülünün şu'ürlu olduğunu anlatır. M a fa îlu n , m a fa ilu n , f a ü l u n vezninde ya­ Esasen yetiştiği muhit bakımından da azerî sa­ zılan, şeklin ve veznin verdiği monotonluğu ön­ hasına; yabancı sayılamayan Halîlî 'nin kendin­ lemek için, araya başka vezinde gazeiler de den önceki devrin bu büyük şâirinin te’sirinde ilâve edilen bu mesnevinin bilhassa son kısım­ kalması pek tabi'îdir. Bununla beraber, o yal­ ları tasavvufî bir edâ ile yazıldığını açıkça gös­ nız tasavvufî şiirler yazmakla kalmamış, çağ­ te rir; buna rağmen, H alîlî'den bahsedenlerin daşlarının çoğu gibi, baştan-başa tasavvufî, çoğu, onu mutasavvıf bir şâir gösterenler bile hikemî ve âşıkane gazellerinin yanında, her be- ( msl. Sehî, T e zk ir e , s. 65 ), F irkat-n âm a 'yi, yitınde bir başka fikri işleyerek, mevzu birli­ şâirin hakikî hayatının, kendi cinsinden birine ğinden uzak manzumeler de kaleme almıştır. karşı duyduğu aşkının hikâyesi olarak, kabul San'atlı kafiye kullanmakta mâhîr olup ( bk. ederler. Bu hükmü verenlerin F irka t-n â m a 'yi Latifi, Tezkire, s. 147 ), arapça-türkçe mülem- görmedikleri veya onun hayatını, XVI. asır mâlar da yazmıştır. Bir gazelinin makta beyi- osmanlı şâirlerinden olup, halk arasında bu tinde divan tertip ettiğini söyleyen şâirimizin türlü mâcerâîarı ağızdan-ağıza dolaşan ve hattâ en güzel şiirlerini terci' ve terkib-i bendleri ile hasûdîarımn nifakı yüzünden ve hicabından murabbâları teşkil eder; fakat şöhretini, bun­ memleketini terke mecbur kalarak, Hicaz ’a git­ lardan ziyâde^ pek sâde ve samimî bir ifâde tiği rivâyet edilen Halili-i Zardr ( San Halîlî ) ile yazdığı Firkat-nâma adlı mesnevisi sâye- 'in hâl tercümesi İle karıştırdıkları kuvvetli bir sındekazanmıştır. Bu mesnevinin adını, Kınalı- ihtimâldir. Diğer taraftan Murad II. devri oszade Haşan Çelebi 'den başka, bütün tezkire- manh şâirlerinden iznikli Hümâmî 'nin, Halli ciler Firâk-nâma diye kaydetmişlerdir 5 Aşık Paşa adına, farsçadan türkçeye çevirdiği 30 aşk Çelebî ise, halk arasında Divân-i Halil'i diye mektubundan ibaret S i-n â m a isimli mesnevisine, meşhûr: olduğunu söylüyor ( Divân-i HaVill ve mevzu ve tertibinden dolayı, Firâlf-nâm a veya Firkat-nâma, yazm a; W. Pertsch, Handschrif- F irk a t-n â m a denilmesi ( Sehî, s, 58 ve Latifi, s. İen-Verzeicknisse der Königlichen Bihliaihek 367 ), Halîlî 'nin F irk a t-n â m a 'sinin, mevzu cihe­ zvl Berlin, VI, 370, nr. 377; bu nüsha British tinden, bu yanlış tefsire yol açtığım sanıyoruz. Museum 'daki Firkat-nâma 'den farklıdır ). Ber­ Devrinin, Ahmed Paşa, Şeyhî ve Necati gibi, im; umûmî kütüphanesinde bulunan ve şâirin ya­ ön plânda gelen bir şâiri olmamakla beraber, şadığı; devre:; âit: 890 ( 1485 ) tarihli yazma nüs­ çağdaşları arasında oldukça mühim bir yer hanın gerek mukaddime ve gerek son kısmın­ tutan Halîlî, meşhûr âzerî şâiri Habibi üze­ da*^ eser adın m Firkat-nâ ma şeklinde 2İkri, bu rinde az-çok müessirdir ve Camı al-naza ir 'de kelimenin, ebced: hesabı ile, eserin tamamlan­ de Habibi 'nin bâzı gazelleri, Halîlî 'ye nazire dığı 876 (1471/1472 } yıhnı karşılaması, tezki- olarak gösterilmiştir ( M. Fuad Köprülü, Islâm recilerin bu meselede yanıldığını ortaya koyar. ansiklopedisi, mad. ÂZERÎ; Edebiyat fakültesi Firkat-nâma sinde, yukarıda kısaca naklettiği­ mec., 1932, III, sayı 5 ). Bu te'sır, Fuzulî'de



1İÜ4



H A L ÎL Î — H A L İM İ.



de h is s e d ilir ; h a ttâ F u zü lî ile H a lîlî 'd e



müş­



terek bazı m ısrâlara da ra stlıy o ru z ( krş. T e z ­ kiremi şu ’ arâ-i  m id , s. 283, 289 ). X V I, a sır­ da şeyh A h m ed H a y ali ve X V III. asırd a C am i'ı-İ A m id i ve H a fid m ahlasım kullanan İbrahim F aşa tara fın d a n da şiirleri ta n z îr edilm iştir. Y a ş a d ığ ı devrin edebî h a re k e tle ri ile yakın d an alâk a d a r olmuş, V eliyü d d in -o ğlu A h m ed P a şa , E d irn eli H a fi ve Y a k İn i, S a rıc a K em âl, M elîh î v . b. bir çok şâ irle r gib i, o d a M ehm ed II. 'in m eşhûr şa rk ısın a n azire y azm ağ ı ihm âl e t ­ m em iştir ( b k . ayn. esr., s. 235, 281, 304, 417 ). M eh di, S a fî, S iro zlu S a 'd î, M elîh î ve H â k i gib i, e d e b î şa h siy e tle r ile m üşâarelerde bulunan H a­ lîlî ’nin, Ölümünden sonra tertip olunan şiir m ecm ualarında bir ço k m anzum elerine yer v e ­ rilm esi de, şö h retin i v e k a y d a d eğer b ir şâir olduğun u gö sterm e ğ e k â fîd ir.



bk. bir de Hacı Kemâl, C a m ı a l-n a z a ir (918 — 1512/1513; yegâne yazma Bayezid umûmî kutup., nr. 5782 ); Edirneli Nazmî, M a cm d aln a ztfir ( Nûruosmaniye kütüp., nr. 4222 ; krş. Fuad Köprülü, M illî edebiyat cereyântm n ilk m ü heşşirlerî, İstanbul, 1928, s. 6r v.d.); Per­ vane b. Abdullah, M a c m u a i a l-n a z a ir (968 ==1560/1561; yegâne yazma Topkapı sarayı, Bagdad-Köşkü kütüp., nr. 406 ) ; Peşteli Hişâli, M a iâ lı a l-n a za ’ ir ( yegâne yazma Nuruosmaniye kütüp., nr. 4252/4253 ); Cemi' aln a z a ir ( Üniversite kütüp., Rıza Paşa yaz­ maları, nr. 1547 ) ; E. Bîoehet, Ç a ta l. d. M ss. tu res, ( 1932/1933, nr. 387, 1212, 1214 ) 5Rieu, Ç a ta l. o f T h e ta rk ish M ss., 2100 ; Fuad Köprülü, D iv a n edebiyatı a n to lo jisi (İstan­ bul, 1934), s. 117, şâirimizin adına kayıtlı bu şairlerin başında bâzan Halîiî-i Şarkî, Halîîî-i Amidî veya Halîlî kaydı vardır; bu bakımdan bunların bizim Halîlî 'ye âİt olupolmadiği hakkında şüphe edilebilir; nitekim onun şiirlerini San Halîlî 'nin şiirleri ile karış­ tıranlar da yok değildir ( krş. Ziya Paşa, Hâ­ râbat, İstanbul, 1292, II, 75; Recâî-zâde A h ­ med Cevdet, N a v a d ır a l-a şa r { Bulak, S. 5° ) î O sm an lı m ü e llifle r i, II, 162; fakat bu isim­ deki diğer şâirlerin kayda değer bir şahsi­ yet olmaması, bu şiirlerin bizim Halîlî 'ye ait olabileceği kanaatini kuvvetlendirmektedir. ( F evzîye A bdullah .) H A L Î L Ü R R A H M A N . H A L İ L al- R A H M A N ,



B i b l i y o g r a f y a : Halîlî 'ye dâir en eski malûmata Selıî tezkiresinde ( İstanbul, 1325, s. 64) rastlarız; bu bilgi, şâirin muta­ savvıf olduğu hakkındaki hüküm kaldırıla­ rak, Latîfî ( T e zk ir e , İstanbul, 1314, s. 147) tarafından aynen tekrarlanmıştır. Bazı tezkİrecîlerin, en basit şâirlerden bahsettikleri hâl- : de,H alîlî'ye yer vermemelerinin sebebi, haya­ tının başkaları ile karıştırılması olsa gerektir ( krş. Salım ve Fatîn tezkireleri, Süreyya Bey, S ic ill- i osm ânî ). Ş a k S ’ik ( İstanbul, 1269, II, 324) tercümesinde Bayezid ve Selim I. dev­ rinde yaşayan germiyanh Halîlî 'den bahs­ edilirken, bunun bizim Halîlî ile karıştırıl­ H aîîİ £ b. bk.) şeh rin in maması lâzım geldiği kaydının konulması ye adıdır. H A L İM . £ B k. H a l Î m .] mukayeseler yapılarak anlatılması manalıdır, G îb b ( A hi& iory o f O ttom an P o etry , II,



37 9 — 383 )> Halîlî 'nİn hayatına dâir, tezkire­



lerden naklen, bilgi vermiş ve F ir k a t-n a m a ’ nîn Berlin yazmasına dayanarak, güzel bîr tahli­ lini yapm ış; fakat yanlış olarak, tasavvufî olmadığı neticesine varmıştır; Firkai-nama adının, ebced hesabı ile, eserin yazıldığı ta­ rihi işaret ettiğini kaydına rağmen, bu tarihi 866 ( 1461/1462) göstermiştir. Th, Menzel, E n z y k l. d. İsla m 'da bu malûmatı, yanlış­ ları ile, tekrarlamıştır. Halîlî hakkında en doğru ve mufassal bilgiye Ali Emîrî 'nin ese­ rinde rastlarız f T e zk ir e -i şu ura-i  m id , İs­ tanbul, 1328, 277, 291); Bursalı Tâhir Bey ta­ rafından, O sm a n lı m ü e llifle r i (İstanbul 1333, II, 1 5 9 ) 'nde hulâsa edilen bu yazısında A li Emîıî, şâirin iki gazelini, bir terci’-i bend ve mülemmâmı, Firkai-n am a 'sinden bîr kaç par­ çayı, C a m i * a l-n a z a ir 'den naklen 50'ye ya­ kın gazelinin matlaım neşir ile bunlardan 26'sini bizzai tanzîr etmiştir. Halîlî 'nin şiirleri basılmamışhr. Bunlar İçin, yukarıda adı geçen. tezkirelerden başka



tü rk le r



arasın d aki



H A L İ M . A L -H A L ÎM ( A.), !ı a 1 î m, A lla h 'm a dların dan b ir id ir ; bk. ma d. ALLAH. H A L Î M A . [B k . HALİME.] H A L İ M E . H A L ÎM A , B anü S a ' d b . B akr kab ilesin d en bir k a d ı n olup, a a'a n ey e göre, P e y g a m b e r ' i n s ü t - n i n e s İ d ir . H alım a, bir k ıtlık senesinde, kab ilesin d en d iğ er bâzı kadın ­ la rla b irlik te , M ekke 'y e , em zirecek çocuk aram a­ ğ a , gelm iş i d i ; n ih a y et yetim olan M uham m ed 'i b u larak, sü t oğlu olm ak üzere, yan m a a ld ı ve bu seb ep ten ailesi en bü yü k sa a d e te erdi. M u­ ham m ed H ali ma 'nin evin de iken, yan m a iki m elek g e le re k , onun gö ğsü n ü a çıp , içinden s i­ y a h bir k a n p ıh tısı çıkarm ışlar. P e y g a m b e r 'in ga zv ele rin e dâir son radan nakledilen riv a y e t­ lerde, kendisin in B anü S a 'd ile sü t k a rd eşli­ ği olduğuna dâir geçen telm ih ler, sonradan u ydurulm uş bir hikâyeden b aşka bir şey d eğild ir. dığı gib i,



H ikâyen in bu



kendisinden



riv ayet,



rin, h ayatın d a bîr etm iş olm ası icâp



her h a k ik î



de



an laşıl­



p e y gam b e ­



defa bile olsa, çobanlık e t î:ğ i fikrîn e dayan m ak­



tadır. Ç o c u k la rı b ed evî k a b ile ler içine gönder-



HALİME — HALK. mek âdetinden, bâzı yerlerde, bahsedilmektedir (T aban , I, 851, krş. şerîf âileîeri hakkındaki bahis ve Burckhardt, Reîsen in Syrien, s. 344 vV d .); lâkin bu âdetin yalnız zenginler ve eşrâf arasında carî olduğu muhakkaktır. Başka bir an'aneye göre (Tabari, I, 1154 v.d., 1157), diğer bir zamanda vâki olan göğsün temizlenmesi halinin ise, Kur’an "in 94. suresinin 1. âyetine verilmiş maddî bir şekilden başka bir şey olmadığı âşikârdır ( krş. R. Basset, La Bordah, s. 74— 80). B i b l i y o g r a f y a ı îbn Hişâm ( nşr. Wüstenfeld ), s. 103— 107, 856 ; Wellhauseıı, Wâkidi, 350, 364; İbn Saki (nşr. Sachau), Ij 1, 69— 71, Tabari, Annales (nşr. de G oeje), I, 969— 972, 1143; Caussin de Perceval, Essai sur l’hîstoire des Arabes, I, 286 v.dd.; Sprenger, Muhammed, !, 119,163 v. d d .; Caetani, Annali deli' Islâm, I, 154— 155. ( F r . B uhl.) H ALÎM E. HALIMA, Gassân emîrı al-Hâriş b. Ç abala’nin fevkalâde güzelliği ile mâruf k 1 z 1 n 1 n a d 1 d 1 r . İşte, câhiîiye devri araplarının ayyâm al-ar ab [ b. bk.] adım verdikleri en meşhur harp günlerinden biri olan Yavm fialima^ba kadının adına izafetle yahut Marc flaVima denilen çayırlığının adına izafetle, bu ismi almıştır. Halıma muharebesi, yukarıda adı geçen emîrin kumandası altında, Gassâniler ile al-Munzir b. Mâ’ al-Samâ' kumandasındaki Lahmiler arasında vâkî olmuştur. Muharebenin sebebi ve seyir tarzı mevcut muhtelif rivayet­ lerde başka-başka gösterilmiştir. Hikâye olundu:ğuna göre, iki tarafın savaşmaları öyle müthiş olmuş ki, yerden kalkan toz kasırgaları güneşi kaplamış ve gün ortasında yıldızlar görünmüş. Mâ yavm Nalima bisirr ( „Halima günü bîr sır değildir") meşhûr b ir : meseledir ki, her keşçe malûm olan ve gizli kapaklı bir tarafı olmayan şey hakkında söylenir. B i b l i y o g r a f y a : al-Maydâni, Macmet al-amşSl (Kahire, 1284), II, 189, 334; krş. Freytag, Arabam proverbia, II, 611, III, 583; İbn al-Asir, Chronik ( nşr. Tornb.şrg ), I, 400— 404; Mittwoch, Proelia Ara­ bam paganorum ( Berlin, 1899), s. 22. (E . Mittw o c h .) H A L K . [Bk. h a l k .] H A L K . H A LÇ ( a .) , Kur’an (II, 159; XL, 59; LXVII, 3) ’da Allahın, yalnız başlan­ gıçta yoktan.var edişine değil, keza âlemin ve âdemin tekevvününe ve umumiyetle mevcut bulunan ve: tahaddüs eden her şeye şâmil olan y a r a 1 1 c ı f a â 1 i y e t i bu tâbir ile ifâde edilir. Bu mânada istimalinde ekseriya halaka ( »yarattı" ) ve halaknâ ( ,,biz yarattık" ) fî'il şekilleri: kullanılır,



*65



K ur’an ( LIX, 24) 'da Allahın isimleri ara­ sında al-Halik ( VI, 102 v. b .), al-Hallâk (XV, 86 ; XXXVI, 81 ), al-Bârı ( LIX, 24 hâricinde, yalnız H, 5 1 'd e) ve al-Muşavvir adları - zikr­ edilir.. Buna ilâveten Halik 'a her şeye kadir ( kad îr) her şeyi bilir, alîm v. b. gibi sıfatlar da izâfe edilir. Bunların mânaları umumiyet­ le sarihtir; müphem olanlar (krş. H. Grimme, Mohammed, II, 44,47 ), Allahın 6/ ’l-Hakk (XVI, 3; XXXIX, 2 - 7 ; XLIV, 39; XLVI, 2 ) veya alHafyk ( XXII, 5 v. d.) olarak yarattığını kayde­ den tâbirlerdir. K ur’an 'da gnostik mezhebine dayanan nazariyatın muhakemeleri mevcudiyetini farzetmek caiz ise, şu da unutulmamalıdır ki, marifette müşahhas veya âfâkî hakikat daha yüksek bir şe'niyet ile birleşir (krş. johanna Incil ’i, XIV, 6; bk. S. v. d. Bergh, Die Epitome der Metaphysik des Averroes, s. 218 v. d.). Hakikatte Allah her şeyin halikıdır ( VI, 101 v.d., v.b.}; istediğini haîkeder ( XXXVI, 82 v. b. ) ; lâkin Kar an 'm asıl bütün teferruatı ile tasvir ettiği insanın yaradılışıdır. însan ev­ velâ tozdan, balçıktan veya kilden, sonra da meni damlalarından, pıhtılaşmış kandan v. b. ya­ ratılır ( X V, 15 V. d d ,; XXII, 5; XXIII, 12 v.dd., v. b .). Bir de kıyamet gününde ölülerin tekrar diriltilmesi vardır ki, bu da İlk yaratıştan daha :ziyâde hayret verici bir yeni yaratış değildir ( II, 26: v. b .). İnsan yaratılışının ehemmiyeti Peygambere ( XCVI, 1; bu âyet, umûmî kanaata göre, ilk : vahydfr) „her şeyi ve insanı ta­ hassür etmiş kandan yaratmış olan" Allah nâmına söze başlaması (okumağa başlaması) enirinde görülür ve yer yüzünde her şey (II, 27 v. b .) ve bilhassa hayvanlar ( XVI, 5 ) in­ san için yaratılmıştır. Aynı şey hilkat vetire­ sinde de görülür: aşağıdan yukarıya doğru müteveccihtir. Dünya altı günde yaratılmıştır. Daha sarih olarak, evvelâ dünyâ iki günde, dünyanın üzerinde bulunan her şey müteâkip iki günde ve yedi gök âlemi kalan iki günde yaratılmıştır. Allah, ancak bir tâbir-i mahsûs mâhiyetinde olarak, „semâvâtm ve arzın hali­ kı" diye anılır ( VI, 101 v .b .) ve bir sır olarak (X L, 59), semâ vatın ve arzın yaratılışının insanın yaratılışından daha büyük olduğunu, yâni mûtat îzafıa göre, arz ile semâ vatın mutlak yokluktan, hâlbuki insanın tozdan v. b. yaratıldığı bildirilir. Bütün bunlara göre, Allahtan başka halik yoktur; o birdir (XIII, 17 v. b.; XXIII, 14, bu­ nu cerh etmez ), çocukları olmamıştır; o yalnız hiç birisi kendisinin küfvü olmayan eşya ve mevcudatı halk etmiştir (C X II). Lâkin Alla­ hın insana vücûd verdikten sonra, ona rûh,undan neflıettiğini bildiren ( XV, 29; XXXVIII, 72 ) fıkralar, hâiîk ile mahlûk arasındaki farkı dalla az keskim gösterir.



ı66



HALK.



Her şeyden evvel hilkat keyfiyeti, insan İçin, Allahm kudretinin bir nişanesidir. Yahut yara­ tılan şeyler, İnsana faydalı olduğu nîsbette, Allahm iyiliğinin bir nişanesidir. Semâvâfm âhengine ( LXVII, 3) ve insan suretinin gü­ zelliğine ( LXIV, 3) dâir âyetler nâdirdir. Ni­ hayet Allahın bütün eşyayı bir kadere ( LİV, 49— 3° î acebâ kadar burada amr ’in mür$difi midir? ) göre, yaratmış olduğunu, gökleri ve arzı «muayyen bir zaman için" (XLVI, 2), yâni şüphesiz kıyamet gününe kadar yarattı­ ğını kaydetmek gerektir. E s k i r i v a y e t l e r d e bunlara pek az ilâveler vardır ( Wensînck ün bana lütfen ver­ miş olduğu malumata g ö re). Hiikattan evvel Allah bulutta idi ( al-Tirmizi, Tafsir, XI, bâb I ) ve karanlıkta halk etmiştir ( ayn. mİ!., /man, bâb 18; krş, XXXIX, 8 ), Hilkatten ev­ vel bir kiiab yazmıştır ( al-Buhâri, Tavhid, bâb 55) ve ilk yaratılan şey kalam («kalem ") ol­ muştur ( al-Tirmizi, Kadar, bâb 17). Allah insanı kendi suretine göre halketmiştir ( Müslim, Birr, hadîs u s ; krş. Kur’an, LX 1V, 3 ; LXXXII, 8 ). D a h a m u a h h a r r i v a y e t l e r d e , hil­ kat vetiresi, Allahm arşı, her şeyin esâsındaki su v. b. ve Allahın tecellîsi veya sudûru hakkında yunandan ve şarktan gelen fikirler ile mezcedilmiş bulunmaktadır; Ekseriyetle bir hadîs-i kudslde yenî-eflâtûnî olan şu sözler tekrarlanmak­ tadır! — «Gizli bir hazîne idim;lâkin bilinmek istiyordum; bunun için, dünyayı yarattım". Şu hâlde bilgi ( 'Um ) yahut akıl ( ‘ a k l) yarattığı ilk şey olmuştur. . Nasıl ki, Karan 'da Allahın dünyadan ve insanlardan üstünlüğü vâzıhan görülüyor ise, bunun gibi sünnî İslâm akaidinde de Halik ile mahlûk arasındaki mesafeye dâima ısrar ile işaret edilmektedir. Umumiyetle bu dünyanın fânî mâhiyetinden, ezelî bir halik fikri istidlal edilmektedir. Allahın hudutsuz kudretine mu­ kabil, tabiatindeki illiyet (krş. Atomic Theorg, Hastİngs, Ene. of Relîgions andEthics ) ile insa­ nın flütlerindeki hürriyet, tamamen inkâr edilmese bİîe, imkân nisbetinde asgarî hadde indirilmiş­ tir. İlk Ceberîlerden olan Cahm [ b. bk.] Allahı sâdece, her şeye kadir halik diye tavsif etmek tarafdarı îdi. İbn Hazm ( Kiiâh l-Faşl, I, 39; II, 161/162) Allahm yalnız ezelî, bir, hakikî ve halik ( al-üvval, al-vâhid, al-Jıakk, al-hâ* lik ) olduğunun isbat edilebileceğini, çünkü an­ cak bu sıfatlar ile, mutlak olarak, bu dünyadan ayrıldığını ileri sürmekte idi. Lâkin bilhassa hıristiyan akaid sistemi ile fel­ sefî mülâhazaların te’sirİ altında mutezilece, mutasavvıfiarca ve feylezoflarca, tezada karşı şüpheler uyandı, Mutezile hilkatte, Allahm küîlî kudretinden ve irâdesinden ziyâde, hikmeti



üzerinde durdu. Onların mesleklerine göre, Allah ancak hayırı halk eder ve insan kendi hareket­ lerinin müvellididir. Nazzâm, Allahın ancak hay­ rı yaratabileceğini ve yaratmasının tefekkürden ibaret olduğunu, yânı hakikî mânada bir irâde fiÜli olmadığım ileri sürdü. Abu Ü-Huzayl ve Muammar gibi diğerlerine göre, Allahın irâdesi, halik ile mahlûk âlem arasında, mutavassıt bir cevherden İbaret idi. Al-Câhiz, AEahın yaratıl­ mış olan dünyayı yok edemeyeceğini tâlim et­ mektedir ( Philon ve diğerleri gibi eflâtûnî bir muhakeme ile ). Dünyanın ve insan fi'illerinin bu suretle tak­ dirine karşı tasavvuf, dünyevî ber şeye, fakat yalnız mevcudat âlemine münhasır olarak, kıy­ met vermez gibi görünmekte, bu dünyayı an­ cak manevî hayatı geliştirerek, Allah gibi ya­ ratıcı bir kudret duygusuna kadar götüren bir mertebeler silsilesi ( merdiven) gibi teîâkkî etmektedir ( krş. L. Massignon, La Passîon d’al~ H allâj, s. 513 v.d.). F e y l e s o f l a r arasında ikî cereyan göze çarpar: I. bilhassa Eflâtun'a meyleden eski cereyan; msl. İhvan al-Şafâ1 'ya g°re, maddî ( cismânî) dünyanın yaradılışından evvel bir sıra manevî mevcûdiyetîer sudur etmiştir; 2. daha ziyâde Aristo 'ya dayanan cereyana göre de ( bilhassa İbn Sina ve İbn Ruşd), ev­ velâ İlâhî cevherden akıl ( ‘a k l) sâdır olduk­ tan sonra, rûhânî ve maddî âlemler derecederece, fakat başlangıçsız ve birbirine muvâzi olarak, tekevvün eder. Her iki cereyanda da AİIah ancak te'sıri, muhtelif mutavassıtlar He, bu dünyaya erişen ilk illet olarak kabul edil­ mektedir. Bu f i k i r c e r e y a n 1ar 1 k a r ş ı s ı n d a s ü n n î İ s l â m l ı ğ ı n aldığı vaziyet, zaman ile pek muhtelif İstikametlerde inkişâf göstermiştir. Mutezilenin halk al-af âl mesleği ancak tâdil edilmiş bir şekilde kabul edilebilir idi; insana halk yerine bir kasb ( Aş1ar i ya ) veya bir ih­ tiyar ( M âturidiya) izafe edilmiştir. Felsefî mahiyette başlangıçsız dünya faraziyesi kat’îyet ile reddedilmiş, lâkin buna bağlı olan eflâk nazariyesi kabûl edilerek, yıldız ruhlarının gök melekleri şeklinde tefsir edildiği görülüyor. An­ cak dâima Allahtan başka halik tanımayan ta­ savvuf ile kolayca anlaşılabilirdi. Mutasavvıfların nazarında, insanın Allahm suretine göre yara­ tılmış olması ve ona İlâhî ruhun nefhedilmesi keyfiyeti, maddî dünyanın yaratılmasından ve insan faillerinden ( krş. £AZÂ ve ÇADÂR) daha mühim idi ( krş. Massignon, ayn, s. 599 v.dd.) Şu hâlde sünnî akîde, felsefeye ve mû'te ai­ leye muhalif olarak ve kısmen tasavvuf ile müttehiden, bilhassa Aş'ar i mektebinde büyük



HALK — HALLÂC. bir muvaffakiyet ile inkişâf etmiştir. Bu mez­ hebin akidesine göre, Allah ezelî olarak her şeye kadirdir; murad eder ise, dilediği şeyi, istediği vakit yaratabilir; lâkin yaratmağa muh­ taç değildir. Maddî âlemi yarattığı vakit bunun, zaman ve mekân dâhilinde, hudutlarım da tâ­ yin eder ve dünyayı her an yeniden halkeder. A l­ lah, hilkat kelâmı ve bilhassa Kuran 'daki vahy kelâmı bakımından, ezelî mütekellim olarak ka­ bul edilir. Şu hâlde mutezile mesleğinin tecel­ lîsine aykırı olarak, kelâmın ezelîîiği tâlim edil­ mekle beraber, yaratma faaliyeti hususunda Allaha ezelî halik sıfatını izafe etmekte te­ reddüt edilmiştir. Bu suretle eismânî ( mad­ dî ) hususlara taalluk eden şifât a l- fil {kalk razkv.hl), fi'il sıfatları zâtının ezelî sıfatların­ dan ayırt edilmektedir. Bu noktada Mâturidi nin sistemi; Aş'arim ektebinin görüşünden ay» rılır. Çünkü fafctı/n’i, yaratıcı faaliyeti, İlâhî cevherin ezelî bîr sıfatı olarak, kabûl eder. Bu suretle Mâturidi feylesoflara yaklaşmış olu­ yor. Çünkü bunlara güre, esersiz müessir ol­ mayınca, Allah, ilk illet sıfatı ile, dünyayı eze­ ri lî surette yaratmakla, hakikatte, zâtı ve faa­ liyeti de aynı suretle . değişmez olan ezelî bir hâliktir. Bâzı feylesoflar ve şüphesiz bir çök mutasavvıflar böyle bir görüşün ortaya çıkardığı güçlükleri »ezelî halik* 'ın, halkedıciliğini izhar, etmezden evvel, Allahta gizli kal­ dığım ileri sürmek sureti ile, bertaraf etmek istemişlerdir ( krş. Massignon, ayn. esr., s. 657 ). Sünnî-eş'ari akideler ile irfânî-tasavvufî faraziyelerin te’lifi Gazzâli 'de görülür. Bir taraf-: tan dünyanın eismânî ( maddî) yaratılışını, Allahın hür bir fi'ili olarak, açıkça kabûl eder. Ezelî ve aynı zamanda hür bir karar ile, sırf lütuf ve kereminden, dünyayı yaratmıştır ve onu kıyamet gününe kadar yaratmaktadır ve insan ancak kasb 'e mazhar olduğuna göre, onun faillerinin faili de Allahtır. Lâkin diğer : taraftan, Gazzâli, mutasavvıfların tavassut na­ zar iyeler in i kabule meyyaldir. Bu suretle A l­ lah ile insanın arasındaki münâsebetler artık sâdece halik .ve mahlûk arasındaki münâsebet­ lerden ibaret değildir. Dünya ( msl. al-Maznun al-şağlr 'de, XVII, 87 vesilesi İle; krş. VII, 72), ‘âlâm al-halk, yânı mekân dâhilinde yer tutan maddî âlem ile ‘âlâm al-amr yâni mekân işgal etmeyen melekler ve insan ruhları âlemi olarak, ikiye ayrılır (Bunlardan birincisi îhyâ\ IV, 20 v.dd. 'da ‘ âlâm al-mulk va ’l-şahâda, : İkincisi ‘ âlâm al-ğayr va ’l-m a la k ü i ismini alır ). Ruhlar âlemine mensûp olması sıfatı İle ( al-M azn â n aU şa ğ ir, Allah veya R a h m a n ’ Adem’i kendi sûcetine göre, yaratması rivayeti), İnsan, :zâtı, sıfatları ve fiilleri bakımından, Allah ile benzerlikler gösterir, insan irâdesi kendi vü­



167



cûdu ‘âlâm al-şağir (küçük âlem) dâhilinde, hâlikm ‘âlâm al-kahir (büyük âlem )'daki fâaliyeti gibi hareket eder. Yukarıda mahsûs âlem ve fevkeîmahsus âlem şeklinde yapılan ikinci taksimden başka, Gazzâli üçüzlü bir taksim de yapmaktadır ( al-Durra al-fakir a, s. 2 v.dd.; krş. V, 20 v. b .; bu âyette Allaha âit bulunan „gök, yer mülklerinden ve bunla­ rın arasında bulunandan* bahsedilmektedir ) : 'âlâm dunyavî ( — al-mulk ), 'âlâm malakâii ve ‘âlâm cabaruii [ krş. CABARÜT ]. Bu suret­ le insan, irfâniyenin semavî merâtibindeki meş­ hur vücûd ( = cisim ), rûh, akıl üçlü manzûmesine tekabül eden üç âleme de mensûp gö­ rünmektedir ve mülk, malakut, c aharat, St. Pauîus, Col. I, 1 6 ’daki «uiHotîyteç, dpxa£ ve s^oiKriat ile kıyas edilebilir, Gazzâli ’ye göre, Allah ile karabeti olan insan aklı yalnız maddî âlemden, melekler ve cinlerin rûh âle­ minden değil, hattâ en yüksek meleklerin ( almala’ihata al-mukarrabin) ruhlar âleminden de daha fazla yaşayacaktır. Huccat al-islâm unvanı ile salâhiyeti mü­ sellem bulunan Gazzâli 'nin mütâleasına rağ­ men, bu fikrin inkişâfı henüz nihayet bulma­ mıştır. Buna karşı ibn Ruşd ( Takafu t altahâfut) de dünyanın başlangıçsızlığı nazariyesini ileri sürmüştür;; bir; çok akâid âlimleri (605 — 1*0 9 'te ölen al-Râzi'den itibaren) aristocuîar denilen idrâkçıler yolunu tâkip et­ mişlerdir. İbn al-'Ârabi gibi, müfrit mutasav­ vıflar da ilk mutlak vücudda al-hakk ( yaratıcı ) ile al-halîç (yaratılan) arasındaki farkı ortadan kaldırmışlardır ( krş. A L - İ N S Â H A L - K Â M İ l ) . B i b l i y o g r a f y a ı Bu mevzua dâir toplu bir eser yoktur; metinde gösterilenler­ den başka bk. bir de M. Worms, Die Lehre von der Anfangslosigkeit der Welt bet den mittelalterlichen arabîsehen Pkilosophen des Orients and ihre Bekâmpfung durch die arabîsehen Theölogen ( Beiİr. z. Gesck, d . Philos. des M A , nşr. Baenmker ve Hertling, III, 4, Münster, 1900); A . Rohner, Das Schopfungsproblem bei Moses Maimonides, Albertus Magnus and Thomas von Aquin (ayn. esr,, XI, 5, Münster, 1 91 3) ; Tj. de Boer, Die Widersprüche der Pkilosophie nach al-Gazzâli and ihr Ausgleich durch ibn Rosd (Strassburg, 1894); ayn. mil., De Wijsbegeerte in den İslam ( Volksuniversiteitsbîbliötheek, XI, Haarlem, 1921 ) ; bk. bir de mad^A L L A H ve Ş İ F A . ( T j . D E B O E R .) H A L L A Ç . [ Bk. h a l l a ç .] H A L L Â C . AL-HALLÂC ( hallaç al-asrâr ), A bu 'l -Muğîs a l -H usayn b . Manşür a l -Ba y Z Â V Î (857— 922), t a s a v v u f a d â i r e s e r l e r m ü e l l i f i olup, türklerin İslâm dinini kabulle­



1 68



HALLAÇ.



rinde te'siri görülen dînî ve içtimâi bir hareke­ tin başıdır ( farsçada olduğu gibi, türkçede de Manşür adı ile mâruftur). 244 ( 857) yılma doğru, Sibavayh 'in va­ tanı al-Bayzâ ( Fars eyâleti dâhilinde ) civarın­ da al-Tür Ma doğmuştur; bunun da, Siba­ vayh gibi, Balhârislerin azadldarından biri ol­ ması muhtemeldir. Büyük babası Mahammâ adında bir zerclüştîdîr; sonraları buna, eshâbdan Abu Ayyüb ’un ( ana tarafından ? ) nes­ linden sayılarak, Anşâri denilmiştir. Hallaç V âsit'ta, Tustar Me ve siyahi kölelerin Zenc isyanı sebebinden karışıklığa uğrayan Basra Ma arap şehir muhiti içinde yetişti ve Basra Ma Banı Mucâşi' ( Tamim kabilesinden ) 'nin azadlılarmdan muteber bir aileye mensup Umm al-Husayn Karnaba'iya ile evlendi. Pek genç ya­ şında sûfîlerden Sahi Tustari (Sâlimiye fırka­ sının müessi sidir) ile 'Amr Makki ( Cidde ka­ dısı iken, ölmüştür ) 'nin yanlarında kendisini tasavvufa verdi; pek sıkı ve şiddetli bir riyâzet ve itikâf hayatına kapandı ki, bu hayat tarzı, bir müddet sonra, vaaz ve irşâd seyahat­ leri ile, fasılalara uğramıştır. Üç defa Mekke ’ye hacca gitti { Kudüs M de gitm iştir) ve bu arada, safilik hırkasından tecerrüd ederek, Ahvâz Ma, Isfahan Ma, Kumm Ma ve Horasan eyâletinde { Tâlaljân) halka muhabbetullahı vaaz etmeğe koyuldu; sonra asker kıyafe­ tine girerek ve kürt ile türk neslinden bü­ yük askerî rüesâdan muhakkak surette muave­ net görerek, İslâm şerhadlerindeki nbatlara, hattâ daha uzaklara, Keşmir Meki put-perest hindûları ve Mâ Şîn Meki türkleri müslüman etmek için, Hoten ve Turfan 'a kadar, gönüllü bir mücâhid gibi, gitti. Üçüncü haccı sırasında, 288 ( 900 ) Me, ‘Ara­ fat 'ta vakfede iken, kendisinin tezlîl edilme­ sini ve nefsine azap olunmasını halktan alenen talep etti. Halife Mu'tazıd 'in ölümünden evvel, Bağda d 'a giderek, şehir sokak ve pazarlarında şeriat ahkâmına göre, haceda kesilen hayvan­ lar misiîlû kurban edilerek, bütün müslümanlar uğruna fedâ-i canı istemek gibi, garip bir ar­ zuyu bağıra-bağıra izhar etmek için, orada yerleşti, al-Manşür câmiinin içinde cemâate hi­ tap ederek : — »Allah benim kanımı sîzlere helâl etti, beni katlettiniz; beni öldürmek müsİümanlara farz olmuştur; imdi hakikî bir din mücâhidi gibi, hareket edin; beni katlederek, A l­ lah yolunun hakikî mücâhidleri olun kİ, ben de şehid olarak öleyim" — diye bağırdı ( A h b â r aU H a lla ç, nşr. Massignon — Kraus, 1936, nr. 50 ) ; başka bir gün de : — »Ana ’l-H a k k " ( „Hakk be­ nîm" ) ~ dîye bağırmıştı; bu feryadı bir ihtilâl ve keşif sayhası, AMr'anMakİ sa y h a bi ’ l- ffa k k ( L, 43 } 'ın maâdî bir tecellîsi gibi, meşhur oldu.



Hayatım feda etmek bahasına olan cemiyet­ ten ( halktan) bu cür'etkârâne siyâset talebi, onu bîr taraftan zahiriye kadısı ibn Davud­ 'un, şi’î Bani Navhaht hizbinin ve mutezile kelâm âlimi Abü ‘A li Cubba'i 'nin şedit düşman­ lıklarına mâruz kıldığı hâlde, diğer taraftan da kendisine ( şâfi'î kadısı Ibn Surayc g ib i) müdâfiler, hattâ devlet me'mûrlan, askerî rüesâ arasından Husayn b. Hamdan ve hükümete kar­ şı hanbelî kıyamının mürettibi İbn al-Mu'tazz (296 = 908) gibi tarafdarlar kazandırdı. Han­ belî kıyamı muvaffak olamadığı için, Hallâe A h vâz'a kadar takip ve nihayet 301 (913)' de Süs 'ta tevkif edildi; kadı Ibn Surayc 'in reyi ve Hallâe 'ın eski hâmisi vüzerâdan Hamd Kımnâ'i 'nin şefaati ile, vezir ‘A li b. ‘Isa IÇunnâ'i Hallâe 'ın, siyâset meydanında üç defa teş­ hir edildikten sonra, hapse konulmasını kâfî gördü. Hapiste kaldığı sekiz sene zarfında, Hallâe 'ın dinî nufûzu Bagdad 'da mütemadiyen büyüdü ve hilâfet makamına mahsus olmak üzere, Peygamberin risâleti hakkmdaki Tâ sin al-sirâc ( Fayyâz — ölm. 288 — 'm ‘ aynıya ‘uly a iy a tezini reddeden Muhammedi ya şiddîkîya te z i) 'ım ve Îbîis 'in vazifesi hakkmda­ ki ( vezir Hâmîd 'in dostu şi'î Şalmağâni 'nin ikilik esâsına dayanan tezini reddetmek için ) Tâ sin al-azal 'ini yazmağa mecbûr oldu. Sonradan mâliye tahsildarı olan eski sûfî Avârici tarafından, ra‘ is al-kurra İbn Mucâhid 'e düzme kerametler gösteren bir sahtekâr diye İhbar olunan Hallâe mahkemeye verildi ve ilham akidesi hakkmdaki sözleri, Allah aşkı uğruna kurban nazar iyesi ve »beden kâbesinin tahribi" şeklindeki remzî ifâdesi harfiyen tefsir edilmek suretiyle, mahkûm edildi; bun­ dan kar maillerin Hicaz Maki isyanları netice­ sinde, Kabe 'nin gerçekten tahribi ve haccın ilgâsı mânası çıkarıldı. Diğer taraftan vezir Hâmîd ile baş-kumandan Mu’nis ( Rey 'in ziya­ mdan beri ) Hallaç taraftarlarım teslim etmek­ ten imtina eden Horasan Sâmânîlerî ile mü­ nâsebeti kesmek ve Bagdad Ma buğday muh­ tekirlerine karşı ayaklanmış olan hanbelî halk kıyamını bastırmak .hususunda anlaşmış bu­ lundukları için, Hallâe hakkmdaki hükmü tâ'cil ettirdiler. Baş-mâbeyincı Naşr'ın ve kendi anası Şağab 'm şefaatlerine rağmen, halîfe Muktadir, vezir Hâmid tarafından, mâliki ka­ dısı Abü ‘Omar Hammadi 'den alman katil fetvasını tasdik etti. Hallâe kamçılanmak, vü­ cûdu parça-paça edilmek, dar ağacına asılarak, teşhir olunmak, kafası kesilmek ve yakılmak suretiyle, idam edildi (24 zilkade 309 = 26 mart 922 ). idam hükmü icra edilirken, büyük bir halk kütlesi: — »Allâhu ekber" — diye ba­ ğırıyor ve şühûd yâni muvazzaf şâhİtler hükmü



HALLAÇ. imzalamış olan 84 kişi namına »Onun idamı islâmm selâmetidir,; kam bizim boynumuza olsun" — diyorlardı. Ertesi seneden ıtibâren Kahire şühûdunun reisi olan Ibn al-Haddâd (ölm. 344) Bagdad'da İbn Surayc 'in tilmizleri { vakf ; D a'laç) nezdinde .H allaç'm idamından bif: gün: evvel' takrir etmiş olduğu bir; nevi »mânevi" vasiyetnamesinin pek güzel olan .met­ nini ele geçirdi. i Hallâe 'dan;: mevsuk olarak* 6 mektup ( ikisi onun uğuruna kendisini öldürtmüş olan İbn 'Â ta 'ya ve biri Şâkir b. Ahmed 'e hitap etmek­ tedir ), tasavvufa dâir 350 kadar vecize ( Rüzbahâa Bakli ve Sulami mecmuaları zeyli), vaazlarına dâir 74 hulâsa ( Ahbâr aUtfallâc, yk. b k .), 80 parça manzume ( Journal Asiatique, Paris, 1931, ayrı baskı), 2 mensur mecmua, 290 senesinden evvele âit 27 rivâyât ( Fars eyâletinde yazılmıştır ? ) ve 11 Tavasın ( Paris, 1912) kalmıştır. Hallaç için bir çok makamlar vücûda geti­ rilmiştir ; Bagdad 'da maslib ( »asıldığı yer" ) 'i üzerinde ( h. 437 ile 581 arasında ) ; Musul 'da, Lâliş ( yezidîîerin Şayh ■A di 'si ) 'te ;Muhammed Bandar ( Madras yanında ) 'de. Bektaşî âyinlerine pek eski şekilde bir Hallâe fütüvvesi ( yiğitlik ) nyîni:karışmıştır;ki*:buna dar-i/Manşür:^,,Hal­ laç'm dar. ağacı" ) adı verilir; yezidîler Hal­ laç'ı, İblis'in bir hâdimı olmak üzere, som bakırdan bir tavus ( sancak) şeklinde sûretlendirirler. Mevlevîler musikî âletlerinden biri­ ne, onun adına izafet İle, nây-i Manşür ismi­ ni vermişlerdir. Bihzâd Hallâe'm başından ge­ çenleri Herat 'ta, bir seri minyatür ile, tasvir etmiştir. Hallâe'a âit İslâmî menkulâtm isnâd silsile­ ler tsneşredilmiştir. Bu isnadlar çağdaş olan 1 17 şahitten başlar ki, bunların 26 'sı kendisinin hasımdır; bn rakam, Bagdad 'da eserleri tâ 656 ( 1238 ) senesine kadar memnu olup, tekfir cezasına uğramış bir şahsa aidiyeti bakımın­ dan; dikkate değer derecede yüksektir. Hallâe 'a hasım olan nakiller şunlara aittir: zahiriye fakîhleri, Ibn Dâvüd, İbn Hazm, Ka­ hire Kâmiİîya darülhadîsinln müessisı İbn Dıhya Kalbi. Bu dârülhadîste sonraları l£utb Kastallâni derslerinde Hallâe '1 islâmda yunan felsefesinin ilk sâlikî diye tavsif edecektir ki, bu nazariyeyi İbn Taymiya de kabul ve te'yît etmiştir. Bunlardan sonra, kurra ( Kur’an oku: yucular, İbn MucâMd 'den Zahabi 'ye kadar ), mûdezıle gramer âlimleri ( Ma'arri, A. Y, K azvin i), aş'ariya kelâmcılarından bâzdan ( Bâlcillâni, A . I. Is'arâ’inv Cuvayni ); bunlar »deccâlı", bu mel'unu idam ettirmiş olan mâliki kadısının gay­ dana vâris olanlardır, Şi'ıicre gelince, bunların bir j ■ ■ î'a râfızîsi" addedilen Hallâe hakkmdaki mu- j



169



annidâne g a y ız la rı B ü v ey h îler devrin de T an uh i gib i m üelliflerin



y a z ıla rı



ile



devam etm iş v e



B agd ad 'd a M u fid v e T üs i 'nin y a zıla rı d a k u rt ve tü rk a sk e rî asîlerin in fuîuvva 'lerini ib tâî e tm iş tir ; bu âsîler hallaçların ş id d ik iy a ( A b ü B a k r 'e b a ğ lılık )



esâ sın a



sarılarak, B ü v ey h î-



İteri: devirm ek istiy o rlard ı.



Hallâe 'a taraftar olan nakiller şunlara âittır: Ibn Surayc 'in ( ki Hallâe ’ı mahkûm etmekten istinkâf etm iştir) tavakkuf ( ne lehte ve ne aleyhte hüküm vermek ) fetvasına iarafdar olan bir kısım şâfi’île r ; hanbelîîerden A. T. 'Uşşâri, Ibn 'A kil (bu tarafdarîığmdan dolayı, 465'te takibata u ğrad ı) ile İbn Mukarrab ( ölm. 563), Bagdad sûfîleri arasında Hallâe 'm dostu Şıbli 'nin gizli tılzimleri, husûsiyle Zavzani ribatındakiler ve bunlar vâsıtası ile, tarikatın muah­ har müridleri ( zikr hallâci; Tâvüsi, 'Ucaymi, San ü si) ; aş'ariya kelâmcılarından Kuşayri, Gazzâli ve Fahr R â zi; feylesoflardan Tavhidi, Suhravardi Halabi, Nâşir Tüsi ( şi'îdir ), Ibn Sab'in ve Şuştarı ( lehçe şâiri ). Naşrâbâzi, Ibn Abi 'İ-Hayr, Yusuf Hamazâni ve Hakim Sanâ’i 'nin mensûp olduğu Horasan mutasavvıfları kolu acem şiirinde Manşür 'un »edebî kudsiyet" mertebesine -, yükselmesine himmet ettiler ve Farid 'A tta r'm eseri Hallâe'm şanını her ba­ kım danîîâ eden hakikî bir âbide oldu ( krş, REI, 1946, 117— 144 ). işte bu eser vasıtası iledir ki, türk kavmi,. Türkistan 'da İslâmî mukadde­ ratım ile Uyuşup-kaynaşırken, Hallâe menkı­ besini öğrendi ve bu menkıbe ona, Yasavi, Yunus Emre, Nasimi ve • husûsiyle Lâmi'i, Müridi ( ve Ahm edi) ve Niyazi Mîşri tarafla­ rından terennüm edilen ideal bir güzellik ve kudsiyet örneği verdi (krş. REI, 1946, s. 67— 195). Şu nokta dikkate şayandır ki, A b ­ basî halifelerinin makam, olan Bagdad 'da Selçuklu türk saltanatının taht kurması şâfi’î fakîhleri içinde yegâne vezir hem de Hallâci fırkasına mensûp vezir olan İbn al-Muslima ( ölm. 4 5 0 = 1058 ) tarafından tasavvur edile­ rek, hakikat sâhasma çıkarılmıştır; tıpkı pa­ panın elçisi Mayence baş piskoposu Boniface'ın Fransa 'da Carolingiens hanedanının ilk hü­ kümdarına tac giydirmesi gibi. H allâe 'ın sim ası, râ fız île r h akkın da kitap yazan lar ta ra fın d a n , birbirini tu tm az şekillerde ta g y îr



e d ilm iş tir : onu ş e r îa t



m azlık



( iskât al~va$a’i t ), hulul ■ ta rafd arh ğı,



ve



kanun tan ı­



v ah d ân iy ecilik ( 'ayn al-cam , vahdat al-vucü d} ile itham edenler vardır. — M utasavvıf şâirler



ise, H a llâe



h akkın d a »keşif



cen gelis-



tanının a rsla m ", »cihâd-İ m ukaddeste A lla h tara fın d a n öldürülen m ü câhid ", »okunu is a ­ bet ettirin cey e kadar A lla h a fâ r ig



olm ayan



tîr -e n d â z "



te v cih



etm ekten



dem işlerdir.



XIII.



170



H ALLÂC -



HAM Â.



asırdan itibaren Hallaç 'ın şöhreti İslâm âle­ Hisarın taşlarının Bagdad'dan gelmiş olan ‘Abd minin hudutlarından aşmış olduğunu göste­ al-Kâdir al-Gilâni ailesi sarayının yapılması ren deliller vardır; onun vecîbelerini ihtiva için kullanılmış olduğu söylenir; bu sarayda, eden ibrânîce muhtelif yazmalar mevcuttur; ‘Azm ailesinin sarayında olduğu gibi, ağaç İşleri moğul hükümdarlarının saraylarında Naşir Tü- ile tezyin edilmiş iki güzel kaa ( yaz sıcakla­ si, K işi, vezir Raşid al-Din, Nîkpay, Sanmam rında rahatça oturulmak için, tertiplenmiş oda ) hep H allaç'a hayrandırlar. Avrupah müsteş­ vardır. Bahçe ve tarlalar, çağıltıları garip bir rikler arasında Tholuck — Hallaç 'ı ittiratsız rehavet te'siri yapan su dolapları ( n a u ra ) ve ve her keşten başka, v. Kremer — vahdet-i arıklar ile, ‘Aşİ nehrinden alman su ile sula­ vüoûdcu ve Kazanski ise — bir sinir hastası nır. Bu su dolapları Antakya 'da davardır (H aç­ addeder. Hallaç hakkında verilecek hükmün isa­ lılar devrinden itibaren, bu örneklere göre, A l­ betli olabilmesi için, bunun risale ve vecîbelerin­ manya 'da da bu su dolapları yapılmıştır; cenûden ziyâde, mektuplarına istinâd edilmesi gerek­ bî Almanya ’mn Bayreuth şehrî civarında, bunlar tir; çağdaşı olan müverrihler, Tabari, Hutabi ve bugün bile kullanılmaktadır ). Abü 'l-FidâJ za­ Mas'üdi kendisi hakkında pek ihtiyatlı bîr lisan manında 32 dolap var iken, son zamanlarda kutlanmışlardır ; hilâfet makamının resmî evra­ bunların mevcûdu 9 kadardı. Hama ’ma, birinci kı içinde, 322 ( 934) yılına âit bir metin par­ cihan harbinden evvel, ö.oco kadarı hıristiyan çasından başka, İdallâc 'a dâir bir şey yoktur ; olmak üzere, takrîben 51.000 kadar nüfûsu nitekim muhakemesi esnasında isticvabına âit var idî. [ 1943 kânun I.'unda bu nüfus 71.391 'e elimizde bulunan malûmat da Sabit İbn Sinan baliğ olmuştur]. Şehir, demir yolu ile, Haleb 'e ve ( Zanci 'nin anlattıkları), Tanühi ( İbn ‘Ayyaş 'm Şam 'a, Himş üzerinden de Trablus ve Beyrut 'a anlattıkları) ve ibn Dİhya (kelâma dâir müel­ bağlıdır. Hama ile Antakya arasında, Cısr allifi meçhul bir te'lif ) tarihlerindeki parça-par- Şuğr 'dan geçen bir araba yolu var idi. [ Son yıl­ ça hulâsalardan ibârettir. Geriye Hallaç 'ın larda kara yolları çoğaltılmış ve mükemmel üslûbu, bed-duâ ve inkisarlı cedelindeki ni­ hâle konmuştur ]. Ham a’nm müstakbel inkişâf zâm, cepheden hücum eden ahenkli ve vecîz imkânları için bk. Martin Hartmann, R eisecümleleri ( T a v â s în , II, 5— 7; V, 35— 39; XI, b rîefe aus S y rie n (Berlin, 1913), s. 50— 57. T a r i h . Hama eski zamanlarda Hititler 22— 26) kalıyor ki, bunlardan zahir olan da bir tek aşka vakfedilmiş bir ruhî tevettür tarafından işgal edilmiştir; burası Hitit kita­ beleri bulunmuş olan sahaların en cenubî nok­ haletidir. B i b l i y o g r a f y a : L. Massignon, N o u - tasıdır. Hama kıralı Îrhulenî, Şam kıralı Hazael ile birleşerek, 854 ve 849 (m. ö.) senelerinde v e lle b ib lio g ra p h ie hallâgienn e ( G o ld zih e r M em orial Volüm e, Budafok, 1948, s. 252— 279; Salmanassar II. ’a karşı açılan harplere İştirak burada L a P a ssion d 'a l-H a llâ j , Paris, 1922 'de- etmiştir; 738'de kıral Eni-El, Tıglat Pilesar'a kı bibliyografya ikmâl edilmiştir ) ; L. Massig- cizye veriyordu. 720 'de isyana kalkışan kıral non, E tü d e su r U s „îsn â d “ dans la trad îtion İIu- Bidu, Sargon tarafından, tenkil edilerek, şe­ m usulm ane h a lla g ien n e ( M elan ges F , G rat, hir Asûr imparatorluğu ülkesine iihâk olun­ Paris, 1946, I, 385— 420). — Arapça kaynak­ du. T ev ra t 'ta Hama 'ya „büyük“ sıfatı verilir lar için bk. Hatib, T â rih B a ğ d â d ( Kahire, ve şehrin adı burada sık-sık geçer. Elle193* )) VIII, 112— 141; Rüzbahan Baklı, M an - nistik devirde Antiochus IV. Epİpbanes şehre tik a l-a srâr { yazma nüsha, L, Massignon, Epihania admı verdi. Hicretin 16. yılında (o husûsî kütüp. ve Meşhed 'te bulunmaktadır ) ; zamanlar burası Himş gibi değildi; ehemmi­ ‘Abd al-Rahmân Badavi, Ş a h s iy a t k a lik a f i yetsiz bîr kasaba id i) müstümanlar Hama 'yı, ahalisi tarafından teslim edilmek sureti ile, ’l-islâ m ( Kahire, 1946 ), s. 59— 91. aldılar; şehir, IV. asra kadar, Himş cu n d (a s­ (L o u ıs M a s s i g n o n .) kerî b ö lge) 'üne bağlı olarak idare edildi» H A L V A , H A L V A T l. [ Bk. t a s a v v u f .] Hamdâni Sayf al-Davla zamanında ( 323— 356; H A M A . [ Bk. H AM Â.]. H A M  . HAMA ( Hamât veya Epiphanîa da b, b k.) saltanat merkezi bulunan Haleb bölge­ denilirdi), Sur İyede Ast nehri ( Nahr al-'Aşi, sine ilhak edilerek, 507 'de Rizvân 'm vefatına Orontes) üzerinde bir ş e h i r d i r . Şehrin kadar, böylece kaldı. Bundan sonra, Şam emîri büyük bir kısmı ( bk. plân) nehrin sol tara­ atabey Tuğ-Tİgin [ b. bk. ] tarafından alınmış fında kâindir ve bâzı yerlerinde £Aşi 'nin va­ gibi görünüyor. Selçuk ümerâsından Bursuh: satı seviyesinden 40 m. kadar yüksektir. Üç Hama 'yı Tuğ-Tigin'den zaptedinee, şehir Himş köprü şehrin iki kısmım birbirine bağlar. Or­ valisi Hirhân b. Karaca'nm hükmü altına girdi ta zamanlardaki hisardan eser kalmamıştır; ve o da burayı kardeşi Şihâb aî-Din Mahmüd'a yalnız, enkaz yığınlarından teşekkül etmiş bîr terkettî. Bu zâtın idaresi zamanında, 5 11 se" tepe hisarın vaktiyle bulunduğu yeri gösterir. nesinde, bir ay-tutulmasından istifâde eden



HAMA. frenkler, H am a ’ nm v aro şların a k a d a r



-171



so k u l­



kadır : m u h telif g e n işlik te ü ç sah n v ard ır v e 8



du lar ise de, a sıl şeh ri alam adan, g e ri çek il­ m eğe m ecbur oldular. M ahm üd 518 'de v e fa t



sütun üzerinde h a ç biçim inde sıralan m ış 5 k u b ­ be île Örtülüdür. G arp duvarı, görü nü şe b a k ılır­



edin ce, T u ğ -T ig in hemen a sk e r gö n d ererek, şeh ri za p te tti. Bu da 522 'de öldüğü zam an, oğlu BÖri [ b. bk. ] kendisine h a le f oldu. Böri $24



sa ,k ilise n in n arth ex du varı olsa g e re k tir. C enup du varı İse, h ırîstiy a n lık ta n e v v e lk i devirden kalm ad ır. Bu hâle göre, Ş a m 'd a k i g ib i, bu da



T e, Z e n gi iie bir ittifa k akd ed erek, kendisine yardım için, H am a v a lisi olan oğlu S ev in ç 'i g ö n ­



bir m âbed-kilise-cam i olup, p a g a n lık devrine âit bir m âbed evv elâ k ilis e y e teb d il edilm iş ve son­ ra bu kilise de cam i hâlin e sokulm uştur. Ş a r k ta ra fın d a , binadan a yrı o lara k , üzerind e k u fî bir



derdi. Z e n g i bu zâ tı, ih an et ile h a p settire re k , H irhan ile birlikte, İdama 'y a g ir d i ve şeh ri, bir m ukavele ile, ona te r k e tt i;



lâkin ço k g e ç ­



meden, onu da te v k if ettirip , H am a 'y ı ken d isi aldı. Ş e h ir k ıs a bir m üddet için, b ir d efa daha



k itâ b e bulunan m uşta ti I m a k tâ lı e sk i bir m inare v ard ır ki, m uhtem el o lara k , V. asırdan kalm a­ dır.



Güzel avlunun etrafı kemerli revâkiar ile ihâta edilmiştir; haremin önünde iki mihraplı tu tabild i. S o n ra Z e n g i te k ra r işg a l e tti ve bu­ bir seki de vardır; bir havuzu ve ayrı bir mih­ rabı olan ikinci bir seki de şimal revâkmm için­ ra y a k u v v e tli bîr a sk e rî birlik ye rle ştird i. D a h a dedir ; bir de 8 antika sütun üzerinde duran bîr sonra N ür a l-D in 'in ve oğlu İsm a il 'in hükm ü hazne vardır. Şark revakında bir türbe ile bir a ltın a g ire re k , 572 'de Ş a ia h a l-D :n tarafın dan : za p te d ilın ce y e kadar,: öy le ce k a ld ı. İk i sen e namaz yeri vardır ki, pencereleri Memlukler dev­ son ra Şaİâh a l-D in H am a 'y ı y e ğ e n i a l-M alik rinden kalma som bronzdandır. Garp revakın­ a l-M u za ffa r 'e , tım ar olarak, v e r d i; bunun a h ­ dan bir dehlizden geçilerek, al-Malik al-Muşaffar f a d ı şe h re hâkim k a ld ıla r v e E y y û b î hüküm ­ III. Mahmüd (683— 698 J'un türbesine gidilir; darları ile h o ş geçinm e siy â se tin i ta k ip e ttile r. bu türbede ağaç oymalı muhteşem sanduka^ lar vardır. Hâricde, şimal revakının ortasında, A c iz le r i sebebinden , H u la g u ’ y a k a rşı a çılan harb e g irm ek ten çekin d iler v e bu hanın m a ğ­ ikinci bir minare yükselir; kitabesine ve şek­ lup edilm esinden sonra, M em lûk su lta n ların ı line nazaran, Memlûkler devrinde İnşa edilmiş ken d ilerin e m etbû ta n ım ağ a m ecbu r oldular. olmalıdır. — Hama minâresinin bir hususiye­ â l-M alık a l-M u z a ffa r'in son h a le fi v â r is b ıra k ­ ti, pek âşikâr bir . surette, câmide kendi m a d ığ ı için, sü lâ le si 698 'd e in k ıra z e t t i ; son sini göstermektedir: duvarlarınV yüzleri, siyah su lta n în y e ğe n i m eşhûr A b u ' 1-F id â1 îsm â 'il bazalt ile: beyaz kalkeri münâsip bir tertipte [ b. bkiT'dîrj; . bü zâ t su lta n M uham m ed al-N aşir kullanmak sureti ile, vücûda getirilen ve sey­ 'in - a ç tığ ı se ferlere iştira k e tti v e sam im î bir redenler üzerinde mozaik renklerine benzer bir m uhabbetle ona m erbut ka ld ı. A l-N â ş ir d e ona te'sîr hâsıl eden resimler İle tezyin edilmiştir. C a m i * a 1 - N ü r i . — ‘Â şî nehrinin sol sa­ H am a tım arını, su ltâ n p a ye ve unvanı ile, tcv-: cih e lti. A b u 'İ-F idâ' d evrin de şe h ir bü yük bir hilinde meyilli bîr zeminde yüksek temeller refah a erdi. Bu zâ tm tü rb esi H am a 'd a hâlâ üzerine inşa edilmiştir. Nür al-Din 'in eseri b a k îd ir ( bk. G r a f M ülinen, Z D M G , 1908, s. 657 olan bina, birbiri ardına yapılmış olan bir çok — 660 ). O ğlu al-M alik a l- A fz a l : M uhatnmed, tâdillere rağmen, eski inşaatın mühim kısım­ k a b iliy e tsiz liğ i yüzünden, su lta n ı k ızd ırd ığ ı larını bugün hâlâ ihtiva etmektedir: husûsiyle için, n ih a y et Ş am 'a n efyedildi. Bunun ölüm ün­ uzunlama şekilli harem ( fakat bunun kemerleri den ( 742 ) sonra, H am a M em luk su ltan ların ın daha muahhar bir devre aittir ), şark revakının : üm erâsı ta ra fın d a n id a re edildi. T ra b lu s, H abaşka-başka şekillerde olan üç kubbesi, şark ve m â 'y ı g eçerek , ondan d a h a mühim bir şeh ir şimâi dılılarmm temel yapıları ile caminin şi­ oldu v e ta k rib en 750 'den sonra ise, H am a mal cihetteki dış duvarı. Minarenin beyaz ve ikin ci d ereced e bir idare m erkezi sa y ıld ı. O s- siyah kesme faş ile yapılmış olan alt kısmı­ manh sa lta n a tı devrinde, H am a ilk zam anlard a nın da eski olması muhtemeldir. Camide, e y â le t şeklin de idare edilm işti. [S o n r a la rı Şam Nür al-Din devrinden kalma ahşap bir minbe­ v e bir a ralık T ra b lu s •— Şam eyâletin e b a ğ ­ rin güzel bakiyesi ile, al-Malik al-Muzaffar Tak i lanm ış, n ih â y et S u riye vilâyetin in b ir sa n ca ğı al-Din ( 626— 642 ) devrinden müzeyyen mermer olm uştur. G e re k fra n sız m andası altın d a , ge re k sütunlar ile zengin bir surette süslü bir mih­ 1944 sen esi başından beri istik lâlin e kavu şm u ş rap ve bir de şark tarafındaki bir tetümmede olan : S u riy e cum huriyeti idaresin de H am a bir mermer sütûnlu bir mihrap vardır; bu mihrap sa n ca k m erkezi hâlini m uhafaza e tm iş tir ]. sütunlarının başlıklarında Abu 'i-FidâJ’nrn bir B ü y ü k c â m î ( H e rzfeld 'e gö re ). — E sk i kitabesi mevcuttur. b îr Hıristiyan b asilikasm dan b a k iy e olan harem B i b i i y o g r a f y a: Bk. bir de mad. bunun elinden alın d ı, B öri 'nin oğ lu İsma il 527 'de H am a 'y i za p ted erek, 529 'a k a d ar elinde



kısm ının şe k li, m âru f vc m ' ı a d şekillerd en b a ş­



H A L E B . H am a 'nin p ek çok olan k itabelerin -



HAMÂ -



HAMÂİL.



den bazıları, van Berchem tarafından, Freih, Bunların telâffuzu kulağa garip gelen isimleri v. Oppenheîm 'in Syrzsche ..* Inschriften çok defa çifttir: Talih ve İlih, Çaytar ye May( bk. mad. HALAB; s. 23— 34 } adlı eserinde tar, Kintaş ve Yâkintaş gibi. Bu isimler Kitab-i tetkik edilmiştir, Bk, bir de Evliya Çelebi, mukaddes 'te görülen Gog ve Magog ile arap an'anesinin Yâcüc ve Mâcüc 'u gibi, atıf terki­ Seyahatnâme, III, s. 57 v.d. bi şeklindedirler. Sihirde pek mühim bir yeri (M . SOBERNHEIM.) olup, kâh Müşteri, kâh Utârid seyyaresini idâre H A M A İL . { Bk. HAMÂ’İL.] H A M Â İL . H AM AİL, m u s k a . İslâm memle­ eden bir melek vardır ki, bu da arapîarm Mî» ketlerinde muska taşımak halk arasında âdet ka'ii ile karıştırmış gibi göründükleri Metatron gibidir. Buna şimalî Afrika 'da hurz, şarkî Ara­ 'dur. Bu melek cıfr kitaplarında adı geçen yük­ bistan 'da hamâya yahut hafiz, 'uza yahut ma‘â- sek şahsiyetlerden bîridir. Bunu Zobar 'da adetâ za, Türkiye ’de nüsha ( muska) yahut ha­ yaratıcı bir ilâh gibi görürüz ( krş. Renan, Vie de ma il denilir. Bunlar ekserıyâ küçük bir kese, Jesus, s. 247, not 4; Le$ Apötres, s. 270; Sclıwab, bir madalyon veya para-kesesi içine konularak, Vocabulaire de VAngelogie, s. 170). — K ur’an boyuna asıhr veya kola takılır yahut sarığa 'da adları geçen ve husûsî bir tarihleri olan iki bağlanır. Zenginler muskalıkları altm veya gü­ melek daha vardır kİ, bunların isimleri de tılsım­ müşten yaptırırlar, Arap memleketlerinde ço­ larda yer ahr : Hârüt ve Mârüt [ b. bk.]. Bunlar cuklara doğumlarının 40. günü muska takılır. insanların aczi ile istihza ettikleri, onların ba­ Bunlar gayet kaba şeyler olabilir. Meselâ şından geçenleri kendileri de denemek İstedik­ sâdece bir midye kabuğu veya kemik parçası leri için, yer yüzüne inmişlerdir. Meleklerden baş­ bir meşin zarf içinde sol koltuk altına konulur ka, bâzı efsânevî varlıklardan da istiâne edilir. ( bk. V. Emily Ruete, Memozres â’une princesse Mağara yârâm (nşAöh al-kahf) bunların en arabe, 1905, s. 64). Genç bedevî kızlarının çok meşhurlarıdır [ bk. mad. ESHÂBÜLKEHF ], Muskalarda en çok kullanılan Kur an sûreleri sevdikleri bîr muskaları {hurz) vardır ki, 7 em. boyunda, 4 veya 5 cm. eninde, İçinde dualar CXIII. ve C X IV .: — »Ben fecrin rabbine ... sığı­ yazılı küçük bir k itap tır; bunu, altm veya gü­ nırım, de" ve »Ben insanların rabbine... insan­ müş bîr kutu içine koyarak, bîr broş gibi takarlar. ların melikine sığınırım.,., de" — mealinde olan Muskalarda yazılı olan dualar, işaretler veya kısa sûrelerdir. Bu iki sûreye al-Mu avvizzatüni resimlerin muhtelifmenşe'İerİ olup, bunların tet­ „( ikİ) koruyanlar" denilir. Birincisinde »dü­ kiki hayli güçtür. Bu hususlarda Allahın isim­ ğümlere üfüren kadınların" yaptıkları büyüler­ leri ( al-asma al-fıusncC ),melek isimleri, efsânevî den bahsolunmaktadır. Bu sûrenin, hassaten şahısların isimleri, Kur’an sûreleri, nücûm işa­ cismânî marazlara karşı, te'sirli olduğuna ina­ retleri, remzî harfler, remil murabhâları, insan nılır ; diğeri ise, ruhî illetlere karşı pek mües­ veya hayvan resimleri görülür [ b k . mad. C E D V E L ] . sirdir. Bu İki sûreden başka, Yâ-sin, Ayat ,aU İslâm an’anesine göre, Allahın 99 ismi vardır kur s i (sûre H, 256), Fatiha ile Ayat al-'arş ki, bunlar hakikatte, kabir, 'alim, rahim v.b. (sûre IX, 130) da bamâ'illerde en çok kulla­ gibi, Allahın sıfatlarıdır [ bk. mad. A L L A H ] . Bu nılan sûrelerdir. Diğer bir çok sûreler bâzı isimleri aynen kullanmak mümkün olduğu gibi, husûsî hâller için kullanılırlar. Nücûma ait işaretler, seyyare ile 12 burca bunları teşkil eden harflerin adedî kıymetlerine göre, cedvelier vücûda getirmek de mümkün­ âit işaretler de mârûftur ve pek tabi'î olarak, dür. Bunlardan başka olarak, Allahın bahs ve muskalarda bunlar da yer ahr. Bu muskalarda tarif olunmayan bir ismi daha var ise de, bu hurûfî akidesi ile münâsebeti olan garip harf isim insanların meçhûiü olup, yalnız peygam­ şekilleri de vardır. Çok defalar bu İşaretlerin İbranî ve kufî harflerinden bozma şekiller olduğu berler ile evliyalar bilir. Meleklerin de bir çok isimleri vardır. En anlaşılmıştır. îbn al-Vahşiya'nin Kitab şavk almeşhurlan Mikâ’il, Cabrâ’il, ‘A z râ ’ il ve İsrafil mustaham isimli eserinde bu neviden bîr çok isminde 4 büyük melektir kî, İsimlerine bir çok elifbalar vardır. Bâzan İbranî harflerinin arkala­ muskalarda tesadüf edilir. Bunlardan başka rında küçük dâire veya halkalar yahut tezyinat daha bir çok melekler mevcût olup, isimleri 'ilm görülür. Bu tezyinata »küçük ay" veya „tâc" de­ al-malâ'ik kitaplarında sayılmıştır. Arapçada, nilir. Sefer y eşi ra 'ya göre, her harfin bir tacı bu kabilden olarak, Anzrün veya Andahriuş bulunmak icâp eder ( Sepher Yet sır a, trc. Magibi hayalî müelliflere isnat edilen bir çok ki­ yer Lambert, s. 114). Muhtelif tarzlarda kümeler teşkil edecek su­ taplar vardır ki, menşe’i gnostikierin devir te­ lâkkisine varan bir akideyi ihtiva eder. Sey­ rette noktalar ile yapılan remil şekilleri de yareleri idâre eden melekler olduğu gibi, ayları bâzan muskalarda kullanılır. Arapçada 'ı7m aU ve haftanın günlerini idâre eden melekler de ramal, kum üzerine çizilen şekillerden mâna vardır. Her gün için, 7 melek ismi mevcuttur. çıkarmak bilgisi demektir. Kum üzerine, çizil-



Ha m mtş dört çizgi boyunca, muntazam noktalar ko­ nulur; sonra bunlardan bâzdan rastgele silinir; geriye kalanlar ile, amûdî sütunları ikişer-İkişer birleştirmek sureti ile, bir takım şekiller vücûda getirilin Şekillerin husûsî isimleri ve muhtelif mânaları vardır. Bunlar muska ve tılsımlarda kullanılır. Tafsilât için bk. mad. KAMAL. Muskalarda murabbâlara [bk. mad. VAFjK, VİFIÇ ] da çok defa rastgelinir. Bunların 9 'dan 16'ya kadar haneleri vardır. Çok defa bu ha­ nelerin ilk 9 ve 16 rakamlarına bir o kadar daha ilâve edilir ve bu suretle şekil daha âlimâne bir manzara alır. Bu takdirde bir­ den başlanılacağına 9 Man başlandır ve 16 adedi 1 'den 16'ya kadar alınacağı yerde, 9 'dan 24 'e kadar alınır. Bâzı • defalar murabbâlar, rakamlar ile doldurulacak yerde, harfler ile dol­ durulura Msk bunlara Allah isminin 4 harfi, a ll h , yerleri dört defa muhtelif sıralarda de­ ğiştirilmek suretiyle,: konulur. Bu muska mıı. rabbâlan meselesi üzerinde arapların çok meş­ gul oldukları anlaşılıyor, zîra ihvan al-safö risalelerinde bunların dokuz sütûnîu murabbâ­ lara kad ar:bildikleri görülmektedir. Bu meselenin umûmî surette güzel bir hâl şekli al-Büni (Şarh ism A llah al-a'zam, Kahire, ts.) 'de bulunur; fakat farsca tâbirleri ihtiva ettiği için, müellifin kendisine âit değildir (krş. tara­ fımdan ilim tarihi kongresine ( mayıs— eylül, 1933 ) hû mevzua dâir yapılmış olan tebliğ ). . Muska!arda'.;.'insan ve hayvan resimleri şimâlî A frika'da az ğöıüiür; fakat şarkta İran saü'atmm te'sirİ altında tertip edilmiş muska­ larda veya efsunlu eşyada daha çoktnr. Si­ hirli hâssalar* olduğu iddia edilen aynalarda, taslarda ve mühürlerde ekseriya bu gibi tezyinat görülmektedir. Resimler ya melek yahut hay­ van resimleridir. Bâzan insan başlı kartallar veya burçları gösteren resimlere tesadüf edilir. Reinaud kuyudan bir şey: çekmekte olan bir insan resmini ihtiva eden bir muska görmüş­ tür. Bu tılsımın bilhassa defineler keşfettir­ mek hassası varmış. Herklois, On t he Customs oftheM usulm ans o f India (s. 339 v.dd.) 'da buna dâir bir çok misâller vardır. Islâm âleminde insan eli pek taammüm et­ miş bir remizdir. Bunları, gümüşten veya altın­ dan: kesilmiş veya madalyonlar üzerine hakk­ edilmiş olarak, pek çok taşırlar. Bunun kötü gözden ( göze gelmek, nazar değmek ) koru­ mak hassası vardır. Buna avam arasında ,p a tı­ ma anamızın eli“ denilir. Şi'îler eldeki beş par­ mağa: beş büyük zâtın ( Muhammed, 'A li, Fâtima, Haşan ve Husayn ) remzi mânasını verirler. Velhâsıl K u r ’an sûreleri müstesna olarak, bu muhtelif motiflerin esâsı ekseriya gnostik ve talmudî menşe’iere kadar gider. Arap an’aneleri



a il .



i' 1%



muskaların icadını Adam 'e atfeder; hattâ bu­ nun ona vahyedilmiş olduğunu söyler. A b r e g e des M e rv e ille s ( trc, Carra de Vaux, s. 142) isimli esere göre, Adam ’in çocuğu 'Anâk, Hav­ va 'nın cinlerin kuvvetinden istifâde etmek içîn, kullandığı tılsımı, uykuda iken, çalmış; fakat bunu fena bir yolda kullanmıştır. Müslümanîar nazarında Sulaymân tabiat üstü kuvvet­ lere hâkimdi. Bu zâtın yüzüğü Talmud hi­ kâyeleri ile arap rivayetlerinde meşhurdur. Bİn bir gece hikâyelerinden balıkçı hikâye­ sindeki peri Sulaymân 'm mühürü ile kapa­ tılmış bir kapta saklı bulunurmuş. Bugün bu isim ile ( Mühr-i Süleyman), müslümanlar ve musevîler tarafından taşınılan muska altı kö­ şeli bir yıldızdır. A b r e g e ' d es M erv e ille s 'e göre, berberîler de sihir ilminde pek mahir imişler ve tılsımlarını Nil 'e atmak suretiyle, Mısır 'm başına bîr çok felâketler getirmişler imtş. Arap lisanında tılsım ilmine dâir bir çok eserler vardır. Bu vadide en meşhur müellifler Ispanya 'ya ih v a n al-sa/â 'nın risalelerini ge­ tirmiş olan Maslama al-Macriti ( ölm. 1007) ile K . a U fila k a a l-n a b a tiy a adlı bir eser yaz­ mış olan kalpazan Ibn al-Vahşiya ve aî-Büni [ b. bk.] 'dır, Paris 'te Millî kütüphanede bulunan bir kaç muska, yanlış olarak, büyük sufî al­ toazzâl i ’ye isnat olunmaktadır. Islâm:kelâmı,^ stbîrî reddetmekle beraber; mus­ ka taşınmasına cevaz verir. Bu muskalar ekse­ riya muhtelif tarîkatîere mensup dervişler ta­ rafından: yazılmakta olup, doğrıidâh-doğruya on­ ları yazan dervişlerin elinden alındığı takdirde ancak bir faydası olacağı söylenir. B i b l i y o g r a f y a ı Reinaud, M onum en s arabes, p ersa n es ei tares da C ab in et da D a c d e B la c a s (Paris, 1828), 2 cild ; E. Doutte, M agie et religion dans V A fr iq u e da N o r d ( Alger, 1909 ) ; Ismael Hamet, L e s A m u le tte s en A lg e r i e ( B u lle iin d es Seances de la S o c ie te p h îlo lo g iq u e 'de basılmış bir



makale, 1503); M agasin pittore$qae ( tılısımlar hakkında bir iktibas), 1872, s. 64 ve 272 ; Depont ve Coppolani, C o n fr e r ie s relig ieu ses, s, 140 ; Abdes Selam b. Şu'ayb, N o ie s su r les am u lettes eh ez



les



indigenes



algeriens



( Tİemcen, 1905); Desparmeh, E n seign em en t de Varabe d ia le e ta l 2 (A lger, 1913), 1. kı­



sım, s. 40 v.d,; sihirli murabbâlar hakkında bk. Paul Tannery, L e Traite nfanuel de M osch op oulu s su r les C arres magiqttes ( rumca metin ve tercümesi, Paris, 1886); cifir ile alakalı alfabeler hakkında bk. Gottheil ( J A , 1907 ) ; büyü ve afsûn yapmak husu­ sunda bk. Carra de Vauz ( J A , 1907}. ( B. C a r r a de V aüx .)



i 74



Ha



m a l



HAMAL, t Bk. HAMEL.] HAMAL. [B k. ham m al .] HAMAM. [ B k . HAMÂM.] HAMAM. a l -RAM AM ( a .), g ü v e r c i n , bilhassa y a b a n i g ü v e r c i n . Güvercinlikler­ de oturan ve insana alışık güvercinler ile yabani güvercinler birbirlerinden ayrılırlar. Güvercin en zeki kuşlardan biridir. Çünkü pek uzaklar­ dan yuvasının yolunu bulur. İstikametini tâyin için, evvelâ helezonlar çevirerek, minareye çı­ kan bir adam gibi, yükselir ve vatanının isti­ kametini bulunca oraya döner ve dos-doğru, az zaman içinde, yerine varır. Yalnız görme saha­ sını Örten bulutlar ile yırtıcı kuşlar ona yolu­ nu şaşırtabilirler. Musanna b. Zulıayr 'e göre, erkek ile kadın arasında hiç bir aşk delîlİ yoktur ki, güver­ cinlerde bulunmasın. Erkek güvercin kuluçka yatmanın ne demek olduğunu . bilir ve dişisi kuluçka olunca, zaman-zam an gelip, nöbetle yumurtalar üzerinde yatmak vazifesini görür. Yuvalarını da birlikte yaparlar; evvelâ vücut­ larına göre, bir kovuk yapıp, sonra bunu saman ve yapraklar ile döşerler. Çiftleştikten 14 gün sonra, dişi güvercin, biri erkek biri dişi, iki yumurta yapar. Yavruların beslenmesi bilhassa erkeğin işidir. Küçük yavrular pek az zamanda kartallar ile şahinleri Öğrenirler ve bir şahin görünce, korkularından ölürler. Güvercinlerin en fena düşmanı zerdovadır; bu hayvan bir güvercinliğe girince, orada yüz güvercin olsa, bir tanesini sağ bırakmaz. , Allah Peygamber 'in gizlenmiş olduğu mağa­ raya iki güvercin gönderdi ve bugün mübarek Mekke bölgesindeki güvercinler o iki güverci­ nin yavrularıdır, »Mekke güvecinlerinden daha emin" ve »Mekke güvercinlerinden daha ehli" tabirleri darb-ı mesel olmuştur. Güvercinlerin seyyah güvercin olarak ve güvercin avlarında, güvercin tutmak için kullanıldıkları malûmdur. Harun at-Raşîd pek ziyâde güvercin meraklısı imiş. Güvercinler tababette pek çok kullanılır. B i b l i y o g r a f y a ', ihvan aUşafa ( Bom­ bay), II, i3 3 ;K azv ın i ( nşr,. Wüstenfeld }, 1, 410; Damîri, Hayat al-hayavân (K ah ire), I, aı 5 ; İbn aî-Baytar ( bk. Leclerc, N o tices et E x tr a its , I, 457) ; G, Jacob, S tu d ie n in arab. G eographen , II, 104. ( j, RUSKA.) H AM AM . HAMMÂM ( aslında »ısıtan", ar. hamma »ısıtmak", ibran, hamam »sıcak ol­ mak" ) ; bir taraftan İslâmiyet te vücut temiz­ liğinin bütün ibâdetlerin birinci şartını teşkil eden dinî bir vecîbe olması ve diğer taraftan İslâm dininin Arabistan dışında ilk önce Roma ye Bizans medeniyetlerinin te'siri altında kalan Suriye Me yayılıp-yerîeştnîş bulunması sebeple­ rinden dolayı,. müsîüman memleketlerinde ve



hamaE husûsiyle imparatorluk devrinde, şarkî Roma topraklarına taroâmiyle vâris olan Türkiye 'de hamamlara dâima ayrı bîr ehemmiyet verilmiş­ tir. Anadolu Ma eski devirlerden beri tabi'î sıcak su kaynaklarından istifâde edilerek, vü­ cûda getirilmiş ve türkçede üstü açık olanlara — ılıca ve örtülü olanlara — kaplıca adı ve­ rilmiş olan yıkanma yerlerine de bâzan hamam denilmekle beraber, bu İsim, türkçede daha zi­ yâde sun3! ısıtma sistemi üe ısıtılan, yıkanmaya mahsus binalar hakkında kullanılmaktadır. İp­ tidâi olmakla beraber, ilk hamam örneklerine Mısır Ma Teli al-!Amârnah ve Anadolu Ma Zin­ cirli kazılarında bulunan saray ve evlerde rast­ lanmıştır, IV. ( m. ö.) asırda Yunanisian Ma oldukça ilerilermiş ve birer bedenî terbiye ve tedâvî müessesesi hâlini almış hamamlar vardı. İmparatorluk devrinden önce, Roma Ma halka mahsus hamamlar te'sıs edildiğine dâir malu­ mat yoktur. Milâttan bîr asır önce, C. Sergİus örata adlı romalı tarafından icat edilen sıcak hava ile merkezî ısıtma sisteminin, umûmî ve husûsî hamamların gelişip-umûmîleşmesinde bü­ yük rolü olduğu şüphesizdir. İmparatorluk dev­ rinde muazzam ve muhteşem hamamlar inşa edilmiştir. Başlıcaları Caracalia, Titus, Diocietianus ve Constautinus hamamlarıdır. Romalı­ lar bu binaların halka mahsus olanlarına balneum ( çarşı hamamı ) derlerdi. Bizans yolu ile gelen ve şark hamamlarının ilk örnekleri olan Roma hamamlarının Önünde p a la estra veya atrium adı verilen ortası açık ve etrafı revakh avlular bulunurdu. Hamamın asıl giriş yeri, bu revâkh kısımda id». Bu av­ lulardan p a la estra ’lar oyun ve güreşler için ve atrium '1ar İse, bekleme yeri olmak üzere yapılmıştı. Hamamın cümle kapısından apoditeruun ( soyunma y eri) 'a girilirdi. Roma ha­ mamlarının apoditerîumları bîr köşede hizmet odası, duvar kenarlarında soyunma sıraları bu­ lunan büyük bir salondan ibaret idi. Bu sa­ londan frîg id a ria m veya b a p iisteriu m adı veri­ len soğuk su banyo dâiresi ile mukabilindeki tepidarium yâni ılıklığa geçilirdi. F rîg id a ria m kısmı, ekseriyetle, üstü açık, etrafında heykel­ ler, husûsî banyo hücreleri ve ortasında büyük yüzme havuzu bulunan bir mahal İdi. Burada yüzme sporları ve türlü müsâbakalar yapıldığı gibi, soğuk su ile yıkanmak isleyenler de bu havuza girerlerdi (1938 yıbnda Ankara Ma Çankırı kapısında yapılan bir kazıda, oldukça muazzam frig id a riu m 'İu bir Roma hamamı bulunmuş ve Türk Tarih Kurumu mutahassısları tarafından, bir kaç yıllık bir çalışma ile bu mühim eser tamâmıyle meydana çıkarılmıştır ). F rig id a riu m kısmında yıkanmak istemeyenler tep id a riu m Man hamamın caldarium ( sıcaklık )



HAMAM. 'una, geçerler; oradaki sıralarda oturarak, terler ve mevcut banyo teknelerine girerek, yıkanırlardı. Caldarium 'un duvarları içine yerleşti­ rilmiş kiinklerden ve döşeme altındaki boşluk­ lardan sıcak duman ve alev geçirilirdi. Tuğla . ayaklar üstüne: oturtulan döşeme taşlarının al­ tındaki: boşluklar v e duvarların içindeki kanal­ lar, hypocaustum denilen külhan ile birleşti­ rilmişti. Üstüne su haznesi inşa edilmiş olan külhanda yakılan odunların harareti ile, hem su, hem de caldarium ve tepidarium ’un döşe­ meleri ile duvarları ısınırdı. Ancak içtimâi ih­ tiyaçların artması hamamların genişletilmesini :zarurî kılmış olduğu için, /artık bir tek ısıtma : merkezî kifayet etmediğinden; hamam planları, müteaddit külhanlar ve bunları besleyecek gizli ; servis yolları ve yer altı galerileri ile, karışık bir hâl almıştı. Bu servis yollarının hamamın içi ile irtibatı yok idî. Hizmet galerilerine ayrı kapı­ lardan girilir ve bunlar odunluklar ile nihâyetlenirdi. Roma hamamının külhanında esirler ve köleler hizmet ederdi. Böyle geniş bîr plan üzerine kurulan hamamın romaîmm günlük ha­ yatında büyük rolü var İdi. Zengin sınıfından olan romahlar, yıkanmaktan ziyâde, eğlenmek, dinlenmek ve hattâ dostları ile konuşmak üze­ re hamama gittikleri zaman, orada saatlerce ■ kalır, spor:/ yapar, müsabakalar seyreder ve türlü eğlenceler ile vakit geçirirlerdi, Bizanshlar çağında da hamam bu mevkiini kaybet::memiş, tarihî îstanbul 'un meşhur Constantimıs, Arkadius ve Zeuxippus hamamları gibi, büyük "mimarî eserler vücûda getirilmiştir. İslâm dünyası Bizans medeniyeti ile karşı■ laştığı zaman, dinin emrettiği temizlik ile alâ­ kası bulunan hamamların ehemmiyeti daha çok artmış ve VIII. asırda yaşayan Emevî hüküm­ darları tarafından Suriye 'de pek çok yeni ha­ mam inşa ettirilmiştir. Sercilîa, Kuşayr-'AmrS, Ruhayba 'de Kubbat al*Kabir ve Assarah 'ta yapılan ilk müsîüman hamamları tetkik edilîrse, bunların hâlâ Suriye mimarî geleneklerini muhafaza ettikleri, hattâ süsleme ve teknik bakımından, Bizans'tâki örneklerine benzedik­ leri görülür. Bu hamamların soyunma mahal­ leri b a silik a tipindedir ve ısınma tertiplerinde de bir yenilik yoktur. Bunlar ile türk hamam­ ları arasında bir mukayese yapıldığı takdirde, gerek inşa, gerek plan kuruluşları bakımından, mühim ayrılıklar göze çarpar. Türk san’atınm yayıldığı bölgelerden Mısır, İran, Suriye, Anadolu ve Rumeli 'de bulunan hamamların, ayrı­ lıklarına rağmen, bir menşe'den zuhûr ettikleri bedîhîdir. Modern hamamların ısıtılmasında sıcak su ile buhar veya sıcak hava kullanılmaktadır. »Alaturka hamam" adı ile anılan tertipte bu iki



*7S



ısınma sisteminin birleştirilmiş olduğu görülür. Türk hamamı, külhanında yanan odunun du­ man, alev ve harareti ile alttan ve duvarla­ rında^ ısınır. Bu sıcaklığa bir pencere ile ha­ mamın içine bağlanmış olan su haznesi ve musluklardan intişâr eden su buharı da inzimâm eder. Hamamlar kullanış ve maksat itibarı ile, h u s u s î ve u m û m î olmak üzere, iki sınıfa ayrıldıkları gibi erkek ve kadınlar için ayrı hamamlar da vardır. Fakat çok defa aynı ha­ mam muayyen günlerde erkeklere veya kadın­ lara tahsis edilerek, kullanılır. Kalabalık ma­ hallerde bir ısınma merkezinden faydalanarak, erkekler ve kadınlar için, ayrı-ayrı iki hamam inşa edilirdi. H u s û s î h a m a m l a r , ev, konak ve sa­ raylarda, umûmî hamamların küçük bir örne­ ği hâlinde, inşa edilmiştir. Ev hamamları bir veya bir kaç odacıktan mürekkeptir. Bu cins hamamlarda, lüzum görülmediği için, soyunma mahalleri ve bâzan da ılıklıklar hazfedılmîştir. Konak veya saray hamamları, ekseriyâ bir giriş ile sıcaklıktan veya tek halvetten ve külhan kısmı ise, tuğla kanallar ile teçhiz edilmiş ba­ sit bir oeak ve su haznesinden mürekkeptir. Bu cins hamamlara, Topkapı sarayının harem kısmında ve tarihî konaklardakiler birer misal teşkil eder. U m û m î h a m a m l a r inşa edildikleri ar­ sanın hususiyetine uygun bir plânda yapılmış­ tır. Çifte hamamlarda binanın erkeklere mah­ sus kısmında, monumantal giriş kısmı esâs caddeye nazırdır. Kadınlar kısmının kapısı, ya mukabil arka taraftadır veya içerisi görüleme­ yecek bir tertipte yapılmıştır ( şek il: i a }. Hamamın kapısından çok defa üstü kubbe ile Örtülü geniş bir taşlığa (A) girilir. Cümle kapısının hemen yanında hamamcının oturma­ sına mahsus bir mahal ile müşterilerin bırak­ tıkları emânetlerin saklandığı dolaplar ( b ) bu­ lunur. Bu taşlığa soğukluk, soyunma mahalli ve son asırda c a mekân lar ile bölünerek, husûsî kabineler inşa edildiği için, „camel,ân“ (ar. m aşlah) denilir. Soğukluğun etrafı yüksekçe bir kaç basamak ile çıkılan kârgir sekiler ile çevrilmiştir. Bu sekilere türkler sofa, araplar maşfuhc adım verirler ( c ), Sekilerin altı papuç koymağa mahsus güzel kemerli oyuklar İle be­ zenmiştir, Bu sayede taş sekilerin kittevî te'siri azaltılmıştır. Soğukluk kubbesinin ortasında bir aydınlık feneri ve tam altında da bir havuz ve fıskiye ( d ) bulunur. Taşlığın kenarlarım çerçeveleyen sedîerin üstüne hasır, kilim ve ha­ lılar serilir. Müşteriler burada soyunur, giyinir ve istirahat ederler. Türkiye 'nin muhtelif yer­ lerinde bulunan hamamların soğuklukları mu-



î7Ğ



HAMAM.



rabbâ, mustatil, sekiz ve daha çok dılılı plân­ larda ise de, umumiyetle üstleri kubbe veya Çatılar ile örtülmüştür. Direkler ile bezenmiş ve eyvanlara bolünmüş olanları da vardır. Mısır ve şimalî. Afrika gibi, sıcak bölgelerdeki ha­ mamlarda bu soyunma yerlerinin Roma çağı a fn a m ’larım hatırlatacak tarzda inşa edildik­ leri müşâhade edilmektedir. Taşlığın bâzan esâs mihverinde, çok defa bir kenarında bulu­ nan, içeriye ve dışarıya doğru açıîabilen çifte ah­ şap kanatlı kapısından hamamın ılıklığına ( B ) girilir. Bu kapının üstündeki şemsiye şek­ linde kargir başmak, hamamın içinden dışa­ rıya vuracak buharı, buğu yapmadan çekip, hârice atmak için inşa edilmiştir. Bîr kenarda büyük bir ocak nişini veya davlunbazmı andıran tandır ise, ıslak peştemalları kurutmağa yarar. Yine bir köşede görülen mükellef kahve ocağı, sıcaktan çıkan müşterinin yorgunluğunu gider­ mek için, cezveler sürülmüş, hazır vaziyettedir. Hamamın ılıklık kısmında, dinlenmek ve kuru­ lanmak için, mermer sedler ile helâ ( e ) ve temizlik hücreleri ( f ) bulunmaktadır. Musevî ahâlisi çok olan mahalie ve şehirlerdeki hamam­ larda kargır büyük bir su teknesi bulundurul­ mak âdet olup, ekseriyetle ılıklığa bitişik bir halvet buna tahsis edilmiştir, Musevîler yıkan­ dıktan sonra, müslümanların guslü mukabilinde bu tekneye gîrîp-çıkarlar. Çok defa galeriye benzeyen, uzunlama inşa edilmiş ılıklığın dar ve kemerli kapısından hamamın en sıcak kıs­ mına ( C ) geçilir. Burası sıcak olduğu kadar rutubetlidir, Türklerin sıcaklık dedikleri bu mahalle araplar b a y t al-hariâra derler. Sıcak­ lık yeri her hamamda başka-başkadır. Fakat burası merkezî bir kubbe veya tonoz etrafın­ da toplanan eyvan ( g ) ile halvetlerden ( h ) müteşekkil olduğu cihetle ilk Selçuk hamamla­ rından beri, az-çok birbirine benzer plânda İn­ şa edilmiştir. Merkezî kubbenin altına, plân şekline göre, dört köşe, mustatil veya çok dılılı şekilde göbek-taşı adı verilen bîr sed yerleşti­ rilmiştir. Mısır hamamlarında göbek-taşının merkezine fıskiye konulması usûldendir. Türk hamamlarında, fıskiyenin yerine, hendesî be­ zemeli mozayik bir kaplama yapılması tercih edilmiştir. Ilıca ve kaplıcalarda göbek-taşınm yerini arslan ağızlarından akan şifalı suların doldurduğu havuzlar işgal eder. Kenarlan ka­ demeli olarak inşa edilen bu havuzlara yavaşyavaş, vücut alıştırılarak, girilir. Kaplıca ve ılı­ caların hamamlardan farkı büyük değildir. Yal­ nız ısıtma tertibatı yoktur. Hamam sıcaklıkla­ rının türlü şekillerde yapıldığını kaydetmiştik. Bu kısımların plân nisbetine ve teşekkül tarz­ larına göre, halvetler ve aralarındaki nişlerin adedi, şekil ve derinlikleri değişir. Mimarî ta­



rihimizdeki üsluplara göre, muhtelif hususiyet­ ler gösteren hamamlarımızın plân taazzuvunda tekâmül ve gerilemeler göze çarpmaktadır. Sı­ caklık denilen kısımda yıkanmağa tahsis edi­ len yerlere h a l v e t ve e y v a n derler. Hal­ vetler — kapıları peştemal ile örtülen, küçük, husûsî hücrelerdir. Rahat yıkanmak iste­ yenler bu halvetleri tercih ederler. Eyvan ise — önü açık olan, halvetler arasında türlü kemerli veya tonozlu niş şeklinde, döşemesi hamam zemininden bir iki kademe yüksek ma­ hallere denilir. Gerek halvet, gerek eyvanlar­ da yıkananın oturması için 1 5 — 20 cm ,'yük­ seklikte bîr sed yapılmış, sıcak ve soğuk akar su muslukları bulunan kurnalar yerleştirilmiş­ tir. Arap memleketlerinde ve arap kültürünün nufuz sahalarında bulunan hamamlarda kurnalı halvetler nâdir görülür, Mısır ve şimâlî Afrika ahâlisi al-miğtas denilen havuzlu mahalde yı­ kandıktan sonra, al-halva veya al-hanafıya adı verilen halvetlerde sabunlanıp, temiz su dökünerek, gusül ederler. Bu cins hamamlarda aî-miğtas adı ile anılan havuzlar, biri çok sı­ cak ve diğeri ılık su île doldurulmak üzere, çift olarak inşa edilmiştir. Başkasının değmiş olduğu su kirlenmiş sayıldığı için, kaplıcalar müstesna, türk hamamlarında bu tertip havuzlar yoktur. Hamamların soğukluk kısımlarında, dışarıdan ışık atmak üzere, muntazam kat ve kafa pen­ cereleri açılmıştır. Yıkanmağa mahsus mahal­ lerin ışıkları ise, kubbe ve tonozlarda açılan tepe pencereleri ve deliklerinden alınmaktadır. Bu delikler, hamamın mimari üslûbuna göre, dılılı şekilde veya yıldız biçiminde olduğu gibi, barok ve rokoko devirlerinde i’vicaclı, nervürlü, dantel şebekelere benzemişlerdİr. Tepe delikleri, ışığın girmesine müsâade eden, fakat havâî tehirlerin içeri sızmasına imkân vermeyen cam fanuslar île kapatılmıştır. Türk hamamları, içeriden en hurda teferrua­ tına kadar, onu inşa eden san'atkârın ince zev­ kinin eseri sayılabilir. Heykeltraşlık derecesine ulaşan fevkalâde san’atlı klâsik istalâktitli, barok, rokoko veya ampir'kurna ve ayna taş­ ları, üslûba göre değişen kapı kemerleri, sütun başlıkları, mozayik şeklinde renkli mermerler ile işlenmiş döşemeler, eyvan ve sedlerın ke­ narlarını ihata eden mermer şebekeli korku­ luklar, gece yakılan kandil ve çıraların yerleş­ tirildiği çırağlar, havuz ve fıskiyeler, kubbe­ leri tutan köşe tromp ve pandantiflerin her bîri ayrı tetkik mevzuudur. Bunlara devre gö­ re tahavvül eden halı, kilim, nalın, seki örtü­ leri ve ahşap aksam gibi eşyayı da ilâve et­ mek lâzımdır. . Hamamların yapılışları ve te’sİsatı en dikkate değer cepheleridir. Türk hamamında akar te-



Ha



miz s ı île yıkanmak âdet olduğu cihetle, sıcak ve soğuk su haznelerinden kurnalara kadar su nakleden mükemmel tertibat vücûda geti­ rilmiştir. Bu te'sisat büyvk mecralarda toprak künkler ile, ince kanallarda kurşun borular ile te'min edilmiştir. Arap ülkelerindeki hamam­ larda su tevziatı, daha basit şekilde, damın üstünden yapılmış olup, gerek miğias ’lar, ge­ rek havuz ve kurnalar, kubbe kasnakları sevi­ yesinden akıtılan sular ile doldurulur, Türk hamamlarında ısıtma sisteminin, romalılar ça­ ğından beri, daha ziyâde tekemmül ettirilerek kullanıldığı mâiûmdur. Sıcaklık, halvet ve ılık­ lıkların döşemeleri altındaki duman ve alev kanallarına cehennemlik diyoruz ( şekil: 2, 3, 4— 7 ). Bu cehennemliklerde dolaşarak soğuyan dumanlan dışarı atmak için, duvarların iç ci­ darlarına sıva altına yerleştirilmiş olan künk: lere tütkeklik adı verilin Tütkeklîk kelimesi halk arasında/ galat olarak, tüfeklik şeklinde kullanılmaktadır. Bu tütkekliklerîn aynı zaman: da hamam duvarlarının ısınmasında faydası ve rolü vardır. Hamamın ısıtılması; için; âteş yakılan ocağa külhan denir ( şekil: 2 ). Külhan ortalama 1,8 ™3,5 m. arasında değişen kuturda ve fırına benzeyen dâire şeklînde inşa edilmiş ve üstüne dökme bakırdan bir kazan konulmuştun Ka­ zanın derinliği fazla değil ise de, âteş ile tema­ sının çoğaltılmam için, tabam mümkün* olduğu kadar kubbelehdirilmiştir. Külhanın iç döşe­ mesi, ağzına -doğru meyillidir ve seviyesi ha­ mamın döşeme irtifaından daha aşağıda bulun­ m aktadır Ocağın yan duvarlarına hamamın cehennemlik-adı verilen döşeme-altı kanalla­ rına kadar: uzanan şakulî yarıklar açılmış ve ot-taşı denilen âteşe mukavim bir taş ile kaplanmıştır. Külhanın hârice bacası yoktun An­ cak ocak kapısı açılınca, geri tepecek duman­ ları emmek ve ahşap çatılı hizmet mahallinden dışarı atabilmek üzere, kapağın üstüne talî bir baca ilâve edilmiştir.: Suyun ısıtılmasına yara­ yan bakır kazan, mustatil şeklinde ve tonozlar ile örtülü olan su hazînesine bağlıdır. Burası bitişik soğuk su mahzeninden bir az yüksek konulmuştur. Bu yüzden sıcak ve soğuk sular arasında devamlı bir cereyan vuku bulur ve hazînedeki suyun her tarafta aynı sıcaklıkta ol­ ması te'min edilir. Türk hamamlarının çoğunun dış görünüşü sâde ve mütevâzî olduğundan, diğer âbideler gibi, dikkati :çekmezler.: Çünkü hamam inşa eden türk mimarları, binanın dış tefsirinden ziyâde, iç tenasübünü ve vazifesini göz önünde tut­ muşlardın: Buna rağmen İstanbul'da Ayasofya hamamı adı He anılan Haseki Sultan hamamında olduğu gibi, iç mimarînin dışarıya kütlevitye tsISm Ansiklopedisi



m a m



.



*77



ve ihtişâm şeklinde in'ikâs ettiği de vâkıdir ( şekil, 7, 8 ) . Mimar Sinan adı geçen hama­ mın yalnız vazifesine ve maksada yararlı­ ğına önem vermiş, dış duvarları moloz taş ile, fazla itinaya luzûm bile görmeden, inşa ettir­ miştir. Bu alâkasızlığa diğer bütün hamam­ larımızda da tesadüf ediyoruz. Yalnız büyük hamamların kubbeleri kurşunludur. Daha basit binaların çatılan, nisbeten ucuz olarak, taş ile kaplandığı gibi, çok defa kiremit ve sıva He de örtülmüştür. Türk hamamları plân ve kitle bakımından, 1. âbidevî kütleli ve mütenazır plânlı ve 2. taazzuv edememiş veya mütenazır olmayan plânlı olmak üzere, iki sınıfa ayrılır. Çifte ha­ mamların çoğu birinci sınıfa dâhil edilebilir. Ancak mimarîmizde tam ve riyâzî tenazurdan hoşlanmayan sanatçılarımız tek veya çift mih­ ver üzerine tanzim ettikleri mütenazır plânla­ rında az-çok farklı elemanların kompozisyon­ larını yapmağa çalışmışlardır. Abidevî bir kütleye ve iki mukabil mihvere göre çizilen jpîânlara Lâleli K ızlar-Ağası ve Ayasofya ha­ mamları Örnek olarak gösterilebilir. Zeyrek'teki Çinili ( Barbaros Hayreddin ), Gebze'deki Ço­ ban Mustafa Paşa, Bursa 'daki Bitpazarı ve İzmit 'teki Orhan Gâzî hamamları da tek mihver ile tenazurun örnekleridir (şekil:: 5, 7, 8, 9, 10 ,11), Mütenazır olmayan plânlara, Suley manîye 'deki Dökmeciler He Cerrahpaşa hamamı, Bursa 'da Çakır hamamlarındaki gibi, gayr-i muntazam arsalarda;inşa: edilmiş binalarda rastlıyoruz ( şe­ kil : i ). Klâsik devrin tipik bir hamamını kıstas olarak ele:alırsak, gözden geçirdiğimiz plânlar­ daki: noksanları daha iyi tebarüz ettirmiş oluruz. Osmanlı-türk mimarîsinin ilk hamam binala­ rından biri olan İzmit 'teki Orhan Gâzî hamamı XIV. ve X V. asırların ilk camilerinde olduğu gibi, basit bîr plâna göre, aynı boydaki kub­ belerin sıralanması ile vücûda gelmiştir. Bu hamam ahşap çatı ile örtülmüş murabbâ plânlı bîr soyunma yeri ile mustatil bir sıcaklık ve iki halvetten ibarettir. Bu plânda ılıklığın mev­ cut olmadığını görüyoruz. Daha sonra yine aynı hükümdar tarafından inşa ettirilen Gebze 'deki Menzilhâno hamamında ılıklık bölümü dar ve kötü bir geçitten farksız ölçüdedir. Bursa, Edirne ve hattâ İstanbul 'un fethini müteakip inşa edilen hamamlardaki sıcaklık kısımları iki halvetten, iki halvet ve üç eyvana doğru bir tekâmül gösterir. Klâsik çağda artık dört ey vanh ve dört halvetlı renaıssancevârı bir plânda gayesini bulduktan sonra, çokdıîılı, dâireye yakın bir mudallâa kadar temâdî eden sıcaklıklar kemer kavislerinin hünerle­ ri ile şekilden-şekile girer. Bu arada ılıklık kısmı merkez teşkil eden bir kubbenin etra­



12



ı?â



Ha m a m -



fına sıralanmış kubbe ve tonozların örttüğü ferah ve muntazam bir galeri hâlini almıştır. Bu hamam plânlarım en mühim unsur olan sıcaklığın teşekkül tarzına göre, i. murabba, 2. mustatil, 3. T şekli, 4. yonca yaprağı veya yıldızvârî, 5. çapraz şekli, 6. çok thhh, dairevî veya a. tek, 6. çift, c. dört ve d. çok halveti! ol­ mak üzere, sınıflara ayırabiliriz. Hulâsa XVI. asırda yaşayan sanatkârlarımız, mimarîmizin diğer şubelerinde olduğu gibi, hamam mevzuun­ da da en dikkate değer misâlleri ibda etmiş­ lerdir, En mükemmel, hamam kompozisyonunu bu asırda görüyoruz. Müteakip asırlarda inşa edilen hamamlar bize başka Örnekler vermiş ol­ makla beraber, bir yenilik getirmiş değildir. XVIII. asırdan sonra zâten çok nâdir inşa edi­ len hamamlar da plân merkeziyetim kaybeder. Bu tarihten itibaren, rokoko, barok ve am­ pir şekillerin kıvrımları ile bezeli mermer sü­ tunlar ve kaplamalar ile örtülü murabba ve mustatil hücrelerin sıralanmasından teşekkül eden saray ve konak hamamlarında artık eski iç İhtişam ve güzellik mevcut değildir. Türkiye 'yi ve İslâm memleketlerini gezen seyyahlar ve bilhassa XVII. asırda yaşamış olan Evliya Çelebi İstanbul hamamlarından sitayiş ile bahsederler. Bunların rivayetine gö­ re, bu büyük şehirde her sınıf halka mahsus hamamlar varmış. Evliya Çelebî kendi zama­ nında 302 çarşı ve 14.536 husûsî saray ve ko­ nak hamamı bulunduğunu kaydeder. Yalnız bir şehirde 14.838 adet hamam bulunması iürkîerin temizliğe verdikleri ehemmiyetin neticesi­ dir. İşte bu alâkadan dolayı, mimarlık tarihleri türklerin inşa ettikleri hamamlara mühim bir yer ayırmaktadırlar. B i b l i y o g r a f y a : J. Franz Pascha, Die Baukunsi des İslam ( Darmstadt, 1887); H. Saladin, Manuel d'A ri Musulman, I. L ’Architecture (Paris, 1907); Cornelius Gurlİtt, Die Baukunsi Konstantinopels ( Berlin, 1907 }; Kari Klinghard, Türkische Bader (Stuttgart, 1927 ) ; Heinrich Glück, Die Bader Konstan­ tinopels (W ien, 1921) ; Edmond Pauty, Les Hamams da Caire ( Kahire, 1933 ); G. Marçais, Manuel d’A rt Musulman. U Archiieciure (Paris, 1926), I; De Vogue, Syrie Cenirale. Archiieciure çivile et religieuse; Cagaot ve V . Chapot, Manuel d’archeologie romaine (Paris, 1916— 1920); Daremberg ve Saglio, Dictionnaire des antiyuite grecyues et romaines (Paris, 1873); P. Coste, Monumenis modernes de la jFerse; H. Wildey Brussa (Berlin, 1909); Süheyl Ün ver, Selçuk iabâbeti (Ankara, 1940); ayn.mil., İstanbul Ye­ dinci Tepe hamamlarına dâir bâzı notlar ( Vakıflar dergisi, II, Ankara, 1942,); Celâl



Ha m â s £. Es'ad Arseven, V A r i iurc ( İstanbul, 1939 ) ; ayn. m il., San*at ansiklopedisi ( İstanbul, 1947 fasik ü l. ( A l î . S âîm ÜLGEN.) HAM A N . [ Bk. HÂMÂN,] HAM A N . HAM AN, Esther kitabında, mûsevî düşmanı olarak gösterilen İ r a n v e z i r i olup, Kur’an ( XL, 25 ) 'a göre, Firavun 'un divanın­ da Kârün ( Korah ) ite birlikte zikredilir ve başvezir vazifesini görür idi. Bu İki vezir, yakında. Müsâ 'nın doğacağını haber aldıkları için, bü­ tün erkek çocukların öldürülüp, yalnız kızların bayatta bırakılmasını tavsiye etmişler. Müsâ Allahın resûlü olarak ortaya çıkınca, onu ya­ lancılıkla itham ettiler. Fir'avun on a: — „Yâ Hâmân bana bir kule yaptır kî, onunla göğün yollarına erişeyim de Müsâ ’mn Allahının ya­ nma çıkayım" ( XL, 38 v.d.) — demiştir. Hâ>. mân'ın bu devirde gösterilmesi, zaman ve me­ kan bakımından, Ahd-i atık 'deki Esther .hi­ kâyesine uymamakta olup, K ur’an 'da bu ka­ bilden ayrılıkların bir çok misâllerine rastlanır.: Filhakika Talmud ( S a n h s. 106) ve Midraş, ( Hurûc R* 18 ), Biİeam ile Eyyub ye Yethro 'nunFiravun büyük di yam âzası sıfatı ile Müsâ 'nın öldürülmesini tavsiye ettiklerini kaydeylemekle, böyle bir tarih aykırılığı göstermiştir. Mid­ raş başka bir yerde Hâmân ile ICorah Tn dün­ yanın en zengin adamları olduklarım kaydet­ mektedir. K u ra n 'm zikredilen âyetinin ( XL, 25 ve XXVIII, 38 ) tefsiri dikkate değer. Bu tef­ sirde Hâmân 'm yaptırmağa teşebbüs ettiği kule hakkında : — „Eîli bin mimar yedi sene kule­ nin inşası ile uğraştılar ve kule fevkalâde yük-, sekliğe erişince, Cibril onu yıktı" — denilmekte­ dir, Doğrusu söylenmek lâzım gelirse, ne Kur’an■. 'da, ne tefsirlerinde ve ne de arap müverrihlerinin eserlerinin hiç birinde Esther kitabında bahş-, edilen Hâmân 'm hakikî rolünün ne olduğuna dâir bir tek kelime bulunmayışı gariptir.-Her. hâlde Hâmân 'm tarihi Arabistan 'da tamâmiyİe meçhul olmasa gerektir. Hâmân isminin bir.çok yerlerde tekrar edilmesi de, bu ciheti, itiraz götürmeyecek bir surette, belirtmektedir.. jB i b l i y o g r a f y a : Zamahşari İle Bayz â v i’nin bu âyet hakkmdaki tefsirleri; Şa'labi, K iş a ş al-anbiya (Kahire, 1213 ), s; 110 v.d.; Kisâ'İ, K işa ş al-a nb iy a , s. .212— 21.4. .. ( J. Eisenberg .) H A M A S A . [ Bk.^HAMÂSE.] H A M Â SE . H A M ASA ( a .), y İğ İ t i İ k. Harp­ lerde gösterilen şeeâatı tebcil için yazılan şiir-, ier, eski arap şiirinin büyük bir„kısm mı teşkil ettiği için, antolojilerde pek mûtenâ bir yer .tu­ tar ve eski şiir mecmualarında ilk kısım bu nevişiirlere ah sis edilirdi. Bundan dolayıdır ki, Abu. Tammâm ile al-Buhturi [ b. b k .) 'nin antolojilerine [ kısana Kiiüb al-hamdsa adı verilmektedir.



Ha m a -v a n d — HAMDÂNÎLER. H A M A V A N D . [Bk. h a m â v e n d .] ' H A M ÂV E N D . HAM AVAND, kötü şöhretli bîr ' k u r t a ş î r e t î olup, geçen asrm ikinci yansında Musul 'un cenubunda Dicle sahilleri bunların yağmacılıklarına sahne olmuştur,.Bu aşiret Cuinet ( La Turgute d ’Asie, II, 768 ) 'ye göre; buralara cenubî İrandan hicret etmiştir. Curzön (Persia, I, 557 ) 'â göre ise, bu aşiret Kirmânşah'ta sakin bulunan kürtlerin küçük bir kısmıdır. Türkler,Sancak bir kaç seferden sönray bunları itaat aîfma alabilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Bk. bir de Clıolet, Ar: meniey Kurdistan et Mesöpotamie, s. 29^ v. dd. H AM AVÎ. [ Bk.' hâmev Î.] HÂMAZAN. [ Bk. h e m e d â n .] HAMD. [B k. H A M D .] HAMD. HAMD ( A.), medih ve sena etmek [bk. mad. HAMDALA.] '



B i b l i y o g r a f y a : Bk. mad. ç'A R M Â T . . J. ('C l . H uart .) ’ HAM DÂN Î. [ Bk. h e m d â n L] ^ H A M D ÂN ÎLER . BANİ H A M D A N ,' Musul^ Haleb ve civarında hüküm sürmüş olan bir h â~ n e d a n d ı . r Bu hanedan âdını büyük Tağlib ka­ bilesine mensup Hamdan b. H^mdÜn 'dan almış­ tır. Şeceresi İçin bk. Wüstenfeld, Tabellen, 32 ve Halil Edhem, Duitel-i zslâmiye, s. 155. Hamdan '1 272 (885 ) senesinden itibaren, haricîlerden Ha­ run ile sıkı bir ittifak hâlinde ve bir kaç sene sonra da Mardin kalesine sâhip olarak görüyoruz. Bundan sonra, 281 ( 894 ) 'de halife al-Mu'tazid bu şehrin üzerine yürüdüğü vakit, Han^ an >l orada bulamadı; zîra o, oğliı Husayn [ b. bk. ] 'i bırakarak, kaçmıştı. Husayn halifeye Dayr alZâ'farân kalesinin- kapılarını açtı ve az sonra Hamdan da halifenin eline düştü. Krş. İbn alMu'tazz ( bk. Lang, Mutadid als P rinz und ReHAMD A L LA H . [Bk. H a m d u l l a h .] g ent,ZD M G , XLI, 243). Hârün mutavaat etme­ H AM DALA. [Bk. h a m d e l e .] diği müddetçe, halife Hamdan '1 Bagdad 'da, esir HAMDAN. [Bk. h e m d â n .] ’ olarak, tuttu ; fakat 283 (896 ) 'te Husayn Hâ­ ‘ HAMDAN. [ Bk. h a m d a n .] HAMDÂN KARM AT. HAMDAN KÂR-' rün 'u mağlup edecek, zarar vermeyecek hâle ge­ M AT b , A L - A Ş :A Ş , ismâilî dâîsi .ve k a r m a t î tirince, Hamdan a ffed ild io ğ u lla rı ve bilhassa m e z h e b i n i n k ı ır u c u s u d u r . Küfa havalisi Husayn büyük lûtuflara nail oldular. Bu hâdise köylülerinden idi. Lekabı Karmısâ oralarda ko­ Hamdânîlerîn yükselmesine bir başlangıç teşkil nuşulan ârâmî lehçesinde ,»kırmızı" veya,„alev etti. Husayn Karmatilere karşı muharebelerde gÖzju adânvfve bu yüzden Haleb 'de her kesin menfuru oldu. Fâtih kalesi kumandam da Man sur 'un dâvasını müdâfaa 'dan vazgeçti ve Salih'in şehre girdiğine, bir hâle ile, onu inandırdı* ManşGr, korkusundan, bizanslılarm ordugâhına kaçtı. Haleb 'in bundan son­ raki vaziyeti için bk. mad. H A L E B . B i b l i y o g r a f y a : Hamdânîlerin tari­ hine âit menb.âlar için bk. Freytag, Gesckichte der fîamdaniden ( ZDM G, X, 190 v.dd., XI, 1, v,:,dd.); Tabari (nşr, d,e Goeje III; 2141 ; v, d d .; Arîb, Tabari continuatus,'s.. 8 v. dd.; ■ İbn al-Aş ir ( nşr. Tornberg }, VIII ve .IX; M. Wickerhauser, Wegweiser zum Versiândnişe der türk, Sprache, s. 11 v.’ dd.;. Weil, Geşck. der Ckalifen, II, 490 v. d d .; MüIIer, Der İslam, î, 562 v. d d .; Huârt, flistoire des . A r abes, I, .328 v. dd. Krş. bîr de mad. HALEB, DAVLA



EBOLHEY.CÂ-,



ve



GAZAN FER,



N A Ş İ R ' A L -'



S A Y F A L -D A V L A . ( M . SO B E R N H E IM .);



HAMDELE* a l -HAMDALA, al-hamdu lillâh ( -«,-ı ve-a şeklinde harekelenmesi içîh bk. Lisân, IV, 133, 7 v. d d .) yerine kullanılan mâ-r u f b i r t â b i r olup, «hamd (bütün mânası' ile ) Allaha mahsustur'* demektir; Çünkü sena edilmeğe lâyık her şey Allahtan ■ gelir ve ona rücû eder. hlamd, sena edilenin irâdesine tâbi olan bir şey için edilen şükür mânasında olduğu takdirde, zumm 'in zıddıdır ve bu bakımdan delâ­ let sahası daha geniş.olan mad/t'teh farklıdır. Binâenaleyh hamd tâbiri şukr («minnettarlık"; zıddı kufrân ) 'den de, bu hissin İfâdesi -demek olmakla beraber, farklıdır. Ekseriya „medih“ ke­ limesi ile tercüme edilmesine rağmen, sana* ke­ limesi, tam mânası ile, «takdir" demek olup, «hür­ met" manasında olduğu gibi, zemm mânasın­ da da kullanılabilir ( türkçede bu mânada kul­ lanılmaz ). Şekline göre, cümle ihbarı veya habari (yâni bir Hüküm!-) olabilir; fakat mânaya göre, inşa t 'd ir ; zîra burada söz söyleyenin kasdİ o dakikada Allaha' hamd ve sena etmek­ tir. ( bk. Muhamme d ‘Abdü, Tafsır al-Fâtihâ, Ka­



hire, 1323, 3.28; Baycüri, Ijfâşiya cala Kifryat al'ayâmm li ’l-Faizâlî, Kahire, 1313» s* 3 v.dd.)* Laae ( Lexicon, s. 638 ) «Praise be" diye tercüme ediyor ve orada bir duâ değil, kuvvetli bir tas­ dik edâst buluyor (bk. bir de ZD M G , XX, 187). Belki inşâ' mânası, Paîmer 'in Kur’an tercümesinde yaptığı gibi, bir nida işareti ile ifâde olunabilir. Bu terkip lahu ’l-hamd gibi ve ona müşabih bir çok terkipleri saymadan, Ku.r*an 'da 24 yerde tekerrür ettiğinden, gayet tabi'î olarak, müşlümanlann pek alışık olduk­ ları bir şeydir. Her şey Allahtan gelir; binâ­ enaleyh her gelen şey için, iyi olsun fena olsun, Allaha hamd etmek lâzımdır. Mamafih hamdala fiili, isîâmiyeiten daha evvel kullanıldığı anlaşılan başmala 'den muahhardır,, fîamdala ne Şâhah 't a , ve ne de Lisân 'da görülmemektedir, hâlbuki başmala her ikismde.de vardır. Lisân 'da başmala 'yi 'Omar b. Abi Rabi'a ’nm bîr beyitinde görüyoruz ( Sehwarz, Dîvân, nrı/413, II, 241; tafsilât için bk. Tâc [>b. bk.] ). Mişbâh (h ic­ retin 784. senesinde tamamlanmıştır ) 'ta (amdala bulunmakla beraber* yalnız başmala bah­ sinde geçmektedir. Buna mukabil Kamus 'ta mevcuttur; zîra husûsî bîr kelime olarak tanın­ makta gecikmemiştir. Her kesin zühd ve takva hissine göre, sık-sık kullanılmasından başka, bu kelime şalat■ ve tashih *in muayyen bir kıs­ mıdır. Tashihfte 33 defa tekrar edilir.. Fâzla olarak,\Föti£d 'ıun-yedİ maşâni 'sinden biri oldu­ ğundan, bizzat Fatifya gibi, gerek tasavvufta ve gerek Iıavâs ilminde, çok kullanılmaktadır. Msl. bu terkip rifâî tarîkati nin yedi vakfesinden birin­ cisini teşkil eder ( W. H. T. Gaîrdner, W ay o f a Mohammedan Mystic, s, 12, 23 ). Sünnî an’ânesine göre bile Fatiha ’nm i'cazkâr bir mânası vardır (krş. Buhârî, Kİtâh al-tafsîr ,, Bâb fatikat al-kitâb ; sivri sinek sokmalarına karşı Fatiha 'yı rukya olarak kullanan adamın hikâyesi ve bunu Peygamberin tasvip etmiş olması). Bunun kavâs ehli aramda daha sonraları geniş mikyasta kul­ lanıldığı hakkında, bk. al-Bûni, Şams al-ma'ârif, X. fasıl ve mısırlı modern havâsçı Ahmed al-Zarkâvi, M'afâtih al-ğayb, s. 175. Lbkin hamdala, havas ilminde; İasmala kadar, yalnız başına kul­ lanılmış görünmüyor. Buna mukabil bu terkip başlama tâbiri olarak kullanılması temâyülünü çok eskiden, bir hadîsten.almıştır. Peygamber: — «Allaha hamd ve sena ile başlanılmayan her iş sakat olur".— demiş imiş [bk. mad. BESME­ L E ]. Bu suretle hamdala her yazının mukaddi­ mesinde lâzım olan 3 kısımdan biri olmuştur. Fakat başmala 'nin aksine olarak, Bu terkibin sonraları istimal 'edilmeğe başlanılmış olduğu­ nun delîii, bunun İbn Hişlm ’ın Sira 'sinin başın­ da, Kitâb al-ağani 'de yahut Fihrist 'in başında bulunmamasıdır.'Bu terkibin istimal suretime'



HAMDELE — HAMDÎ. bundan çıkan an'aneler için bk. Say'yid Murta£â, İkıjd şerhi, I, 53 v.dd. ve bu nidanın te’min ettiği husûsî' faydalar , için bk; ayn. esr.} Vj. 13 v.dd. { kiiab at-azkar). '■ B i b l i y o g r a f y a ' . Yukarıda zikredilen kaynaklardan başka bk. bir de Bayzâvi (nşr. ■ Fleîscher), 1, 5, üû v.dd.; Tabari, Tafsîr, I, 45 v.dd.; Râzi, Mafütîh (Kahire, 1307), I, 115 v.dd. ( D. B. Macdönald .) ■ H A M D İ [Bk, H AM D Î.] ■■ HAMDÎ. HAMDİ, Muhammed H am » A llah (1449— 1503 ).- XV. asrın ikinci yarısında bil­ hassa mesnevîcilikte şöhret kazanan Mehmed Hamdullah meşhur sufî Ak-Şemseddin [ b. bk. ] ’in en küçük oğlu olup, XVI. asırda bu sûfînin ve ailesinin nienâkibini yazan emir Hüseyin Enîsî 'nin İfâdesine göre, 853 'te Göynük 'te doğ­ muştur.- Bu menâkibde, babasının ■ ölümü' esna­ sında z 2 yaşında olduğu kaydediliyorsa da, 'Yine: aynı eserde Ak-Şemseddin’in ölümü 863 (1459') rebiyülâhırının sonu olarak gösterildi­ ğine' göre, bu sırada i o yaşında olması icâp eder; Onun doğum- tarihini doğru kaydeden Evliya • Çelebi 'hin şârimiz hakkında naklet­ tiği: şeyler; (dahav doğumundan -evvel babasının şâir ve âlım ' alacağını keşf ve tebşir etmesi, -çocukluğunda aklî bir hastalığa tutulup, baba­ cının tâHîmiyile Ayasofya camiinde, Top-Kandil âltında, -yedı kere- namaz kılarak, muayyen bir duâyı üçer ' defa okuyup, yedişer tâne siyah üzuîn- yedikten sonram büyük -bir manevî ve fikrî inkişaf göstermesi ve oTop-Kandil altında Yusuf ve Zelihatıâzmma, başlaması, 8 yaşında divan -sâhibî* blrtıaSî) sâdece bîr efsâneden ibarettir (bk. SeyaKatnâme 1,135 ve 337). Hamdî.'nin Aya-sofya camii ile alâkası hakkındaki bu rivayetle­ rin, XV. asır şâirlerinden .olup, bu camide muarriflik vazifesinde bulunan diğer bîr Hamdı "ile karıştırılmasından ileri geldiği tahmin edilebilir. • Babasının ölümünden sonra Hamdullah 'm müşkül: bir vaziyette kaldığı ve büyük kardeş­ lerinden- hiç bir şefkat ve himaye görmediği, ■ Yusuf ve Zelîha'smd&kı bâzı samimî: şikâyet­ lerinden; anlaşılıyor ( Fâtk Reşad, Tarih-i edebiyat-t ö$mûttiyer \stanbul,. 1913, s. 213'te bu parça; zikredilmiştir). Mamafih- bütün bu müşkül -şartlar altında onun ciddî bir tahsil gördüğü, ■ .kuvvetli bir edebî kültür sahibi olduğu, hattâ hey’et, nücum ve mûsikî gibi sâhalarda da olduk­ ça geniş malûmat edindiği muhakktır. Bir aralık ; Bursa 'da, Çelebî Sultan Mehmed medresesinde, - ırtüderrisİik eden Ve meşhûr âlim Molla Hayâlı ile İlmî mübâhaselerde bulunan şâirimizin, her ■-nedense bu mesleği terk ederek, Göynük 'e . çekildiğini görüyoruz. Enîsî 'nin Menâkıb-z ~lAk-Şemseddin 'ine ' göre, bunun sebebi, Bur­ ssa 'da gördüğü, bir rüyadır; artık zâhir ilim­



m



lerini bırakarak, Kayseriye'de kendi eski ha­ lifelerinden şeyh İbrahim Tennûrî 'den el al­ masını babası ruyâsmda ona tavsiye etmiş ve Hamdî de buna ittibâ ederek, Şeyh İbrahim e mürîd olduktan sonra, Göynük 'e çekilmiştir. Yine aynı, eserde verilen malûmata göre, Ham­ dî 'nin 896 'da Mehmed ve Zeyneddin adlı iki oğlu dünyaya gelmiş ve bunlardan Zeyned­ din, Göynük ve havâlisinde şeyh sıfatı ile, ol­ dukça geniş bîr şöhret kazanarak, 977 ( 1570) 'de vefat etmiştir. Hamdî 'nin tedris hayatını bırakarak, Göynük -te âdeta münzevî bir hâlde yaşamasını yalnız' bir rüya ile izaha elbette imkân yoktur. Öyle anlaşılıyor ki, ne hükümdardan, ne de devlet ricalinden himaye ve teşvik göremeyen şâir, rûhî bir infial ile, Göynük 'e çekilmiştir. Yusuf ve Zelîha 'sini, iptida bir dibace ile Bayezid II. 'e takdim ettiği hâlde, umduğu mükâfata nail olamayınca, eserinden bu dibaceyi çıkararak, zamanının takdırsizliğinden şikâyet yollu bâzı parçalar ilâve ettiğini, şâir Zatî 'den naklen Latîfî tasrih etmektedir. Leylâ ve Mecnun 'unda da zamanının şiir ve san'ata karşı alâkasızlı­ ğından acı-acı şikâyet ederek, eğer Nizami Y/amsa'sini ve Firdavsi, Şâhnâma 'sini bu de­ virde yazmış olsalardı, kimsenin bunlara bir para: vermeyeceğini söylemekte ve „Rûm diya­ rının istihkak erbâbını mahrum etmek husu­ sundaki âdetinin eskiden beri mevcut olup-ol­ madığını" sormaktadır. Şâirimiz bu yoldaki şikâyetlerini ayrıca Kıyâfetnâme 'sinin sonunda da tekrarlamaktadır. Haşan Çelebî, büyük' ba­ bası Mîrî Efendi'ye atfeıi, babasının bir rivâyetini nakletmektedir ki, bundan Hamdî'nin hiç bîr geliri olmadığı ve Yusuf ve Zelîha 'sim yazıp, satmak süratiyle geçindiği anlaşı­ lıyor. Babasının ölümü ile başlayan talihsiz­ lik, öyle görünüyor ki, şâirimizi hayatının so­ nuna kadar takip etmiştir. Kabri Göynük 'te, babasının mezarı yanında bulunan Hamdî'nîn ölüm yılı hakkında muhtelif kaynaklarda bir­ birinden farklı rivayetler vardır: Latîfî, Riyâzî, Şakötik, Necati'nin ölüm yılı olan 914 (1508 'i *te öldüğünü söylerler; Enîsî menâkıbi ile Kafzâde tezkiresinde ise, 909 ( 1503 ) 'da öldüğü kaydedilir ki, Kâtib Çelebî de bunu kabul etmiş­ tir, Gibb, Riyâzî tezkiresinde, ölüm yılı olarak, 900 yıhnm gösterildiğini zikrederek, Leylâ ve Mecnûn 'unu 905 'te bitirmiş olmasına göre, bunun kabil olamayacağını ifâde eder kİ, bunun bir nüsha yanlışlığı olduğu anlaşılıyor; çünkü bizim müracaat ettiğimiz nüshalarda ölüm yılı olarak, 914 (1508) tarihi veriliyor. Biz AkŞemseddin ailesi hakkında, en mevsuk kaynak olan Enîsî menâkıbindekt 909 (1503) tarihini kabul etmenin daha doğru olduğu fikrindeyiz.



x84



HAMDI.



E s e r l e r i . Hamdî'yi, X V. asır osmanh şâirleri arasında en velûd olanlardan biri say­ mak icâp eder. Evliya Çelebi 'nin ona «yüz yetmiş pare eser" atfetmesi, müthiş bir mobâlega mahsûlü olmakla beraber, bâzı tezkirecilerin onu hamsa, yâni beş mesnevi, sahibi saymaları yanlış değildir. Bu mesnevilerin ve divanının dışında, onun Macâlis al-tafâsir'&dU tefsire müteallik iki cildlik eseri ile, tasavvufa ve fıkha âît diğer iki eserinden daha bahsedilirse de (Enîsî manâkıbinde), bunların daha o zaman bile şöhret kazanamadığı anlaşılıyor. Bu bakımdan, Hamdı *nin şöhretini te’mîn eden bilhassa şu manzum eserleridir: r. Yusuf ve Zelîha. Büyük İran şâiri Cami 'nin 888'de ikmâl ettiği bu İsimdeki meşhûr mesnevisinin İran 'da ve Türkiye 'de büyük rağbet kazandığı bir sırada, Hamdî 'nin de bu te'sir altında yazdığı ve 897 'de tamamladığı bu mesnevi, gerek zamanında ve gerek XVI. asırda umûmî rağbete mazhar olarak, onun şöhretini te'minde başlıca âmil olmuştur. Şâirimizden bahseden bütün tezkireciler ve terâcüm müel­ lifleri bu hususta müttefiktirler. İçlerinde itinâ ile yazılmış ve minyatürler ile süslenmiş nüsr halan da mevcût olmak üzere, pek çok nüsha­ larına tesadüf olunması buna bîr delildir. Hamdî 'den sonra bu mevzua dâir bir mesnevi yaz­ mış olan Kemâl Paşa-zâde 'nin: — »Eğer Hamdı 'nin mesnevisini evvelce görmüş olsa idim, bu mevzua el sürmezdim" — demek suretiyle takdi­ rini izhâr ettiğini söyleyen Riyazi 'nîn bu ifâ­ desi, her hâlde büyük bir şüphe ile karşılan­ mak İcâp eder. Çünkü Âşık Çelebi ve Haşan Çelebi tezkirelerinde, Kemâl Paşa-zade'nîn bu eseri her vesile Ue tenkit ettiği ve bunda tasavvur olunan ahenk ve selâseti sâdece fa'ilâtun mafâ‘ilun fa‘lun vezni ile yazılmasına isnat eyle­ diği zikrolunur, Haşan Çelebi 'nin »insafsızca verilmiş bir hüküm" telâkki ettiği bu ınütâleanm basit bir rekabet hissine dayandığı mey­ dandadır, Buna göre, Riyazi 'deki ifâdenin doğ­ ru addedilemeyeceği kendiliğinden meydana çıkmaktadır. Cami 'nin Yûsuf u Zulayha 'sı m afailıın ma~ fa ilu n fd u lu n vezni ile yazıldığı hâlde, Hamdî, zamanının zevkine daha uygun olarak, mesne­ visini başka bir vezin ile yazmıştır. Gibb, şâi­ rimizin, ilk kısımda Firdavsi 'nin Yûsuf u Zu­ layha 'smdan, ikinci kısımda İse, bir takım ilâ­ veler ile, Cami 'den mülhem olduğunu söylemek­ te ve bu eseri, Fuzulî 'ııin Leylâ ve Mecnûn 'u meydana çıkıncaya kadar, türk mesnevîcîliğinin en mühim eseri ve ilk inkişâf merhalesi say­ maktadır. Bu ifâdeyi iki noktadan tashih et­ mek lâzımdır: son zamanlara, kadar Firdavsi 'ye İsnat olunan Yûsuf u Zulayha manzumesi­



nin ona âit olamayacağı, oldukça kuvvetli delil­ lere dayanılarak Müctebâ Minovi tarafından ileri sürülmüştür ( Rüzigar-i nav, Londra, V , sayı 3, s. 16— 37 ) ; sonra osmanh mesnevîciîiğinin menşe' ve inkişâfı hakkında sağlâm bilgilere sahip olmayan Gibb 'in Hamdî ’nin bu mesne­ visi hakkındaki mütâleası da tam yerinde de­ ğildir ( bk. Köprülü-zade M. Fuad, Encyc. de VIslâm, mad. TÜRKS, s. 988 v. dd.), Hamdî bu mesnevisinde Cami 'yİ takıp ederek, bu meşhûr hikâyeyi başlıca İslâm tefsircîlerînm rivayetle­ rine uygun bir şekilde yazmıştır. Bu hikâyenin esâsını teşkil eden motifin çok umûmî olduğunu ve dünyanın her tarafındaki efsâneler ve masallarda buna tesadüf edildiğini A , Christensen ( Les Kayanides, Kobenhavn, 1932, s. m ), haklı olarak söylediği gibi, İran edebiyatında da bu mevzuun iptida Mu'ayyad Balhİ ve sonra da Bahtiyar i-i Ahvazi tarafından yazılarak, Hatif İsfahanı ve Azar gibi muah­ har şâirlere kadar, başlıca bir mesnevi mevzuu olarak, kullanıldığım biliyoruz ( bk. Ht.zari-i Firdavsi, Tahran, s. 103 ). Şâir Mu'izzi, Saltan Sencer 'in annesi Tâc al-Dîn Hâtûn hakkındaki bir kasidesinde, bu hikâyenin ne kadar mâruf olduğunu anlatır ( Dîvân-i amir al-M uizzi, nşr. ‘AbbSs İkbâl, Tahran, 1318 ş., s. 8). Türk edebiyatında, daha osmanh devrinden evvel yazılmağa başlanmış olan Yusuf ve Zelîha kıs­ saları hakkında malûmatımız olduğu gibi (F u ­ ad Köprülü, Türk edebiyatı tarihi, 1928, s. 276 ), XIV. asır Altm-Ordu şâirlerinden kırımlı Abdülmecid'in Munis al~ uşşak adlı bir Yusuf ve Zelîha mesnevisi yazdığından ( bk. mad. Ç A Ğ A T A Y E D E B İY A T I ] ve âzerî şâiri erzurumlu Darîr 'in bu mevzua âit eserinden de haberdâ­ rız (bk. mad, Â ZERÎ E D E B İY A T I. — Umumiyetle Yusuf ve Zelîha mevzuu hakkında daha geniş mâlûmat almak için bk. İslâm ansiklopedisi Leyden tsb., mad. Y U SU F . Buradaki bibliyograf­ yaya ilâve olarak: D. Sidersky, Les origines des legendes masulmanes dans le Coran et dans les vies des prophetes, Paris, 1933, s. 55— 68 ; Edebiyat fakültesi türk dili ve ede­ biyatı dergisi, III, sayı 1/2, s, 211 — 230'da farsça ve türkçe Yusuf ve Zelîha '1ar hakkında verilen mâlûmat çok karışık ve tashihe muhtacdır ). Her halde Hamdî’nin Yusuf ve Zelîha 'sı, gerek lisan ve üslûp, gerek nazım tekniği bakımlarından, o zamana kadar bu mevzua âit yazılmış türkçe mesnevilerin en güzelidir ve şâirimizin mesnevileri arasında en muvaffa­ kiyetlisidir. 2. Leylâ ve Mecnûn. Şâirimizin 90$ 'te ik­ mâl ettiği bu mesnevi, yine Cami 'nin aynı mevzua âit mesnevisinin te'sîrı altında yazıl­ mıştır. Yalnız Hamdî, diğer mesnevisinde oldu-



ü



A. Soğukluk



B, Ilıklık ,C» Sıcaklık a. b. c. d. e. f. g. h.



K a d ın la r kısmı kapısı Emânet m ahallî Seki (peyke, sofa) H avuz, fışkıya H ela T e m iz lik hücresi H a lvet Eyvan



I . İS T A N B U L ,



Cerrah Mehmed Paşa hamamı (çifte hamam)



Mimar: Davud, tarih: 1598 (S. Ü nver, Vakıflar dergisi* II)



a. b. c. d. e. f. g. h. İ,



K ü lh a n önü K ü lh a n Su hâzinesi B akır kazan K ü lh a n davlunbazı Baca Cehennem lik m erkezleri T ü te k lik Cehennem lik



Tophane, Kılıç AH Paşa hamamı Mimar: Koca Sinan, tarih: 1580



2 . İST A N B U L ,



( A li Sâim Ü lgen, Arkı Seki meçin,, 1941, V II)



3 ve 4, A nKARA, Cenâbî Ahmed Paşa Kamamı (bugün mevcut değildir)



Mimar : Koca Sinan, tarih; XVI. asrın ortası (çizen: A li Sâim Ü lgen)



5. EDİRNE, Sokullu Mehmed Paşa hamamı (Üç şerefeli çifte hamam) Mimar : Koca Sinan, tarih; XVI. asrın sonu (çizen: A li Sâim Ülgen)



6, S A P A N C A , Rüstem Paşa hamamı Mimar : Koca Sinan, tarih: XVI. asrın ortası (çizen: AÎİ Sâim Ü lgen)



n m



7 ve 8. ÎSTANBUL, Suitanahmed, Haseki Hurrem Sultan hamamı (çifte, hamam) Mimar : Koca Sinan, tarih: XVI. asrın ortası (çizen: Ali Sâim Ülgen)



9. LÜLEBURGAZ, Sokuilu Mehmed paşa hamamı (çifte hamam) Mimar ; Koca Sinan, tarih: XVI. asrın son yarısı (çizen: AIi Sâim Ülgen)



i



10.



Fâtih Sultan Mehmed hamamı (çifte hamam : bugün rnevcût değildir) Mimar : Atik Sinâneddin Yusuf, tarih: 1473 İST A N B U L ,



(A . Süheyl arjiv.i)



II.



İS T A N B U L , Haseki Hurrem Sultan (çifte hamam : bugün mevcut değildir)



hamamı



Mİmar : Koca Sınan, tarih: XVI. asır (çizen : Zühdî)



H A M D Î.



185



ğu gîbî, bunda da vezni değiştirmiş ve Cami olarak yazıldığı eski kaynaklarda zikrolunan *mn m af ülu mafailun fa Ulun veznini kullan­ bu eserin ismi Enîsî menâkıbinde ve Beyânı masına mukabil, eserini mafailun mafa ilun tezkiresinde Ahmediye olarak, Ş aka ik ter­ fa Ulun vezni ile yazmıştır. Mamafih bu eserin cümesi ile K a şf al-zunün 'da ise, Muhamme­ hiç bir zaman Yusuf ve Zelîha iîe mukayese diye olarak zikredilmektedir. Bu eserin de halk edilebilecek bir rağbet kazanmadığım ilâve ede­ arasında bir şöhret kazanamadığı anlaşılıyor. lim. Ba tnesnevîyi osmanlı edebiyatında bu mev­ 7. Divân. XVI. a s ır . tezkîrecilerinin Ham­ zua 'dâir; yazılan mesnevilerin İlki sayan Gibb'in dı 'nin mürettep bir divanı olduğundan sarahat bu hususla tamâmiyle yanıldığı meydandadır ile bahsetmemelerini ğoz önüne alan Gibb ve ona ( yukarıda bahsettiğimiz Osmanlı edebiyatı istinat eden Th. Menzel, onun sâır bir çok şâ­ makalemizde, bu hususta kâfi malûmat vardır ). irler gibi, divan tertip etmediğini ve yalnız bir 3. Tukfat al-*uşşak. Mevzuu itibariyle Ham­gazeliyât mecmuası vücûda getirdiğini söylerler. dı 'nin en orijinal mesnevisi sayılabilecek Hâlbuki Enîsî menâkıbinde «kaside ve gazel­ olan bu İcüçük aşk hikâyesi, mafâ ilun mafâ- lerinin hurûf üzere tedvin edildiğinden" yâni ’llun fa"Ulun vezni ile yazılmıştır. Hangi tarih­ mürettep divam olduğundan bahsolunur. Haki­ te tanzim edildiğini bilmediğimiz bu mesnevi­ katen Süleymâniye kütüphanesinde, Es’ad Efen­ nin hulâsası dâj bundan evvelki mesneviler gi­ di kitapları arasında, 2626 numarada, Hamdî bi, Gibb1 tarafından neşredilmiştir. Leylâ ve divanının bir nüshasına tesâdüf olunmaktadır. 2 Mecnun kadar bile şöhret kazanamayan bu münâcaat, 6 naat, bazıları farsça olmak üzere, eserin ismi, Enîsî menâkıbinde Munis al- 182 gazel, 18 kıt’a, t tarih ye 3 beyiti ihtiva eden "uşşak tarzında/ kaydolunmuş ise de, diğer kay­ bu nüsha, 990 'da istinsah edilmiştir. Göynük naklara -ve: eldeki nüshalara göre, bunun yan­ 'te A k :Şemseddin mescidi vaizi Hüseyin b. Seylışlığı meydandadır ve K a şf al-zunUn 'da da yid Muhammed tarafından istinsah edilmiş olan doğru şekli ile kaydolunmuştur. Hamdı 'den bu nüshanın müstensihi, bunu şâirin el yazısın­ sonra Tuhfat al-uşşak ismi altında muhtelif dan kopya edilmiş bir nüshadan yazdığım söy­ osmanlı şâirleri tarafından yazılan eserlere yi­ lemektedir kîj bu kayıt, Enîsî menâkıbindeki ifâdeyi:te'yİt eylemektedir. Mîllet kütüphane­ ne orada tesadüf olunur. , 4. Kıyâfetnâme. Hamdî'nin fd ilatu n mafâ- sinde, A li v Emîrî kitapları arasında ( manzûm "ilun fu tu n vezni,ile yazdığı bu mesnevinin han- eserler, nr. 120) mukayyet diğer bir divan g ita r îh fe y ü c û musarrah değildir. nüshası ise, tevhîd, münâcaat, naat,' kaside ve Küçük , bir başlangıçtan sonra hemen mevzua gazellerden mürekkep, 134 manzumeyi ihtiva et­ giren hu eserincEe, şâir muhtelif uzuvlarıbi- mektedir ( Türkçe yazma divanlar kataloğu, refrbirer şele alarak, onların görünüşlerine gö­ İstanbul, 1947, I, 75, v.d.). Mamafih Hâcı Ke­ re, ne gibi, ahlâkî hususiyetler ifâde ettiğini mâl, Nazmı, Pervane Bey ve Hisâlî taraflarından anlatır.. Şark; edebiyatlarında ve bilhassa ede­ tertip edilmiş muhtelif nazire mecmualarında biyatımızda, bu mevzua dâir yazılmış muhtelif şâirimizin şiirlerine tesâdüf edildiği gibi, XV.— eserler arasında, Hamdı 'nin Kıyâfetnâme ’si XVI. asırlara âıt mecmualarda da Hamdî'nin mevzuu itibârı ile halk arasında oldukça geniş eserlerine rastlanmakiadır. Yalnız XV. asrın bir,:,rağbete mazhar olmuştur. Mamafih edebî son veya XVI. asrın ilk yarısında Hamdî mah­ kıymet bakımından, bütün bu cins eserler gibi, lasım taşıyan muhtelif şâirler rnevcût olduğun­ hiç-bir ehemmiyeti hâiz değildir. dan ( msl. Latîfî tezkiresinde adı geçen Kas­ . 5. Mevlid. Bâzı kaynaklarda sâdece Mavlid tamonulu Hamdî g ib i), şâirimize âit olanları al-Nahl adı ile zikrolunan bu eserin ismini  şık ayırabilmek için, bunları sıkı bir tenkide tâbi Çelebi ve Kâtib Çelebi M avlid al-cismanî va tutmak zarûreti dâima göz önünde bulundurul­ mavrid al-rühânl diye kaydederler. Gördüğümüz malıdır. Mamafih bilhassa XVI. asırdan son­ Haşan Çelebi nüshalarında bu eser Mavlid-i cis- raki mecmualarda artık Hamdî 'nin eserlerine mâni va mavlid-i ruhanî diye zikredilmekte ise tesâdüf olunmaması şâirimizin, XVII. asırdan de, bunun bir istinsah hatâsı olduğu tahmin itibaren, artık tamâmiyle unutulduğunun bir olunabilir. Süleyman Çelebi [b. bh,] *nin meşhûr delilidir. eserinden sonra osmanlı edebiyatında âdeta Hayatı ve eserleri hakkında verdiğimiz ba hususî bir edebî nevî mâhiyetinde inkişâf eden malûmattan sonra, Hamdî 'nin edebî şahsiyeti, ve asırlarca muhtelif mahsûller veren mevlid- şöhreti ve te’siri hakkında vardığımız neticeleri :dükte şâirimizin muvaffakiyet gösteremediği hulâsa edelim î âilesî, içinde yetiştiği mânevi ■■■■■.ve eserinin halk arasında rağbet kazanamadığı mu hit ve devrinin umumî şartları göz Önünde muhakkaktır. tutulunca, şâirimizin fikrî ve edebî şahsiyetini 6. Ahmediyc veya Muhammediye. Yazıcı- ve onun teşekkülündeki muhtelif âmilleri an­ oğlu 'nun meşhûr Muhammediye 'sine nazire lamak çok kolaylaşır, Ak-Şemseddin 'in oğlu



1,86



HAMDI — HAMDULLAH MÜSTEVFÎ.



olması ve dervişler muhitinde yetişmesi» onun şûfiyâne temayüllerini inkişâf ettirmiş olmakla beraber, gördüğü tahsil ve almış olduğu edebî terbiye,' onun tasavvuf propagandası maksadı ile kuru ve didaktik manzûıneîer yazan bir dervîş hüviyetini almasına mâni olmuştur. Hakikî . bir san'atkâr kabiliyetine mâlik . olan Haindî, Ahmed Paşa 'dan Zatî 'ye kadar, XV. asrın ikinci yarısında hâkim olan edebî telâkki­ lere ve umûmî zevke tabî olmuş ve bütün bu devirde edebiyatımız üzerinde müessir olan Cami tefsirinden kendisini kurtaramam ıştır. Sâİr tezkireciler ile birlikte bu te'siri çok baklı oîaolarak tesbit eden Âşık Çeîebî, onun Cami 'ye mektuplar gönderdiğini de bir rivâyet şeklinde nakletmekte ise de, şimdiye kadar bu mektup­ lardan hiçbirine tesadüf olunamamıştır (Enîsî menâkıbinde de bu münâsebete âli bâzı men­ kıbeler mevcuttur ). Yusuf ve Zelîka ve Leylâ ve Mecnûn mesnevileri He Tahfat al-uşşak işte bu te’sirin mahsûlleridir. Bunlardaki dinî ve tasavvufî unsurlar Cami'nin mümasil eser­ lerindeki unsurlardan daha fazla değildir ve şâirimiz bu eserlerini vücûda getirirken, bir derviş rûhu ile değil, daha ziyada bir san'atkâr heyecan ve itinâsı ile hareket etmiştir. Sarayın ve devlet ricâlinin himayesine mazhar olmaması ve esasen uzun olmayan hayatının bir çok yıl­ larım hüsran ve sefalet içinde ve küçük bir kasaba muhitinde geçirmesi, Hamdî Vb Süley­ man Çelebî ve Yazıcı-oğîu gibi, halkın rağbe­ tini kazanacak dinî mevzular üzerinde çalış­ mağa şevketmiş olmalıdır. Yoksa kendi san’at kudretine karşı büyük bir itimat besleyen ve muhtelif vesileler ile bunu izhâr eden şâir, mesnevi vadisinde daha başka mahsûller de verebilirdi. Gazellerinin rağbet kazandığını söylemekte Âşık Çelebî ve Haşan Çelebî müttefiktirler, Latîfî, Fâtih devri sonlarında ölen Kastamonulu Hamdî adlı bir şâirden bahsederken — „şİir İle meşhur olan Hamdî-i kadîm budur, şeyh-zâde Hamdî Çelebî mesnevîgüdur" — diyerek, aynı fikirde olduğunu gösterir. Lâkin onun mesnevîcilİkteki kudretini ve bilhassa Yusuf ve Zelîka 'sının ,,o zamana kadar bu mevzua dâir yazı­ lanların en mükemmeli" olduğunu söylemekte bütün tezkireciler ittifak etmektedirler. Mama­ fih onun mesnevîcilikteki bu şöhreti de, XVI. asırdan sonra yavaş-yavaş unutulmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Makale İçinde gös­ terilenlerden başka bk. bir de Sehî ( matbu ), Latîfî ( matbu ), Âşık Çelebi,1Haşan Çelebî, Riyâzî, Kafzâde Faizi tezkireleri (bu yazma tezkirelerin husûsî kütüphanemizdeki nüsha­ ları), Beyânî tezkiresi (Üniversite kütüp., nr. ■ 2568); Şakaik -tercümesi (İstanbul* 1299),



I, 250 v.d.; Emîr Hüseyin Enîsî, Men âkıb-i Ak-Şemseddin (husûsî kütüphanemizdeki nüsha ); Kâtip Çelebî, Kaşf al-zunün ; Hü­ seyin Ayvansarâyî, Madîkat al-cctvamt ; Süreyya, S icill-î Osmânt; Nâcî, Esâm i; Bursâlı Tabir, Osmanlz müellifleri gibî eserlerde Hamdî hakkında verilen malûmat, çok sathî ve ekseriyetle yanlıştır; J. v. Hammer, Ge~ schichte der osman. Dicktkunsi, 1 ,151— 156, 179 ( çok ehemmiyetsizdir); Gibb, A History of Oitoman Poeiry, II 'deki biyografya da çok sathî ve yanlış mütâleaîar ile doludur; ancak burada Yusuf ve Zelîha, Leylâ ve Mecnûn, ve Tufafat al-uşşak mesnevileri hakkmdaki geniş hulâsalardan istifâde olunabilir. (M. F uad K ö pr ü lü .) H A M D U LLAH M Ü ST E V F Î. HAMD A L ­ LAH MUŞTA VFÎ. Hamd A llah b.*Abî B akr b .



A hmed b . N



aşr



al - Müstavfî al-K azvM



(1281



— 13S0), Iran e o ğ r a f y a ve t a r i h â l i m i olup, Kazvin 'in eski bir şi'î ailesine mensuptur. Bu ailenin tarihine âit mâlumât Hamd Allah 'ı kendi eserlerinde verilmiştir. Büyük ceddi Hurr b. Yaz id al-Riyâhi Kerbelâ vak'asmda Husâyn 'in maiyetinde bulunmuş (bk. Târîh-i guzîda, nşr. Browne, s. 259 v.d.), bunun ahfadından Abu Manşür al-Küfi, halife MiTtaşim tarafından, îfazvin 'e vâii tâyin edilmiş ve bu aile efrâdı, biı zâtın lekabıüa nisbetle, „Fahr al-Davla sülâlesi" ismi ile şöhret bularak, bâzı fâsılaîar ile, Gazneli Mahmud'un zamanına kadar, yerli bir sülâle sıfatı ile, bu şehri idare etmiştir' ( dyn. esr., s. 839— 842, 848 ). Hamd Allah 'm büyük ced­ di olan Naşr, moğullarm hizmetine girerek, İrak vilâyetinin musiavfl ( mâliye tahsilda­ rı ) 'si derecesine yükselmiş ve aynı me’mûriyetlerde bulunan ahfâdı ondan sonra Mustavfi lekabı ile mâruf olmuştur, Hamd A l­ lah, İlhanlı veziri büyük Raşid al-Din tarafın­ dan, Kazvin, Abhar, Târim ve Zencân müstevfîliğîne tâyin' edilmiştir. Akrabasından Fâhr al-Din Ahmed Kazvini de, bir aralık,:Kazvin valisi olmuştur. Hamd Allah 750 ' ( 1 3 5 0 ) 'de vefat etmiştir. Eserlerinden Zafar-nâmizfyi 720 (1 3 2 0 )'de te'life başlarken, 40 yaşında oldu­ ğunu zikrettiğine göre, 1281 yılı civarında doğ­ muş, yâni takriben 70 sene yaşamıştır. üamd Allah ’ın başlıca eserleri tarihe âit Zafar-nama ile Târîh-i gazi da ve coğrafyaya âit Nuzkat al-kulüb 'dur. Her üç eser bize kadar gelmiştir. Hamd Allah tarih ve coğrafya ilimlerinde vezir Raşid al-Din 'in yanında çalı­ şarak, İnkişâf etmiştir. Kardeşi Zayn al-Din Mustavfi de Raşid al-Din 'in yanmdâ „dıvân-ı nezâret naibi" olmuştu. Tarih ile iştigâlinde Raşid al-Din 'den mülhem olduğunu Târih-i guzîda mukaddimesinde (s. 4 ) minnettarlıkla



HAMDULLAH MÜSTEVFÎ. zikreder. Bu vezirin vefatını - müteakip, oğlu vezir Giyas al-Din Muhammed'e tekarrüp et* miş, onun te'siri ile, 1320'de Zafar-nâma 'sini yazmağa başlamış ve Târîh-i guzida 'sini de bu ĞiySs al-Din'e ithaf etmiştir. Hamd Allah manzûm bîr tarih olan Zafarnama'nin üzerinde, arada Târîh-i guzida İç|p çalışması da dâhil olmak üzere, 15 yıl uğraş­ mış ve eserini 735 ( 1334/ 13 3 S_) *te tamamla­ mıştır. Müellif bu eseri Firdavsi Şâhnâma 'si­ nin, yâni Iran ve komşn ülkeleri tarihinin, Sâsânîlerden sonraki İslâmî devirde kendi çağma kadar devamı olarak, aynı mutakârib vezninde kaleme almış ve Şâhnâma 60.000 beyitten ibâret: olduğu hâlde,- Fjfamd A lî âh 'm eseri 75,000 beyit : tutmaktadır. Bu eserin bir nüshası Bri» tish Museum ( Or. 2S33 ) 'da o!up,Rieu ( Suppl. Persian^ s. 17 2— 175) tarafından mufaşsalan tavsif: edilmiştir; diğer, bir nüshası.da İstanbul 'da Fâtih kütüphanesinde .bulunmaktadır. Hamd Allah, Taçik-i .guzida 'nin mukaddimesinde ( s. S ),■ Zafar-nâma 'yi : müslümanlık gayreti ile girişilmiş bir eser olarak göstermekte v e : — »Peygamberin doğumundan zamanımıza ka­ dar geçen vekayii muhtevi, manzûm bîr; tarihî s eser yazmak istedim" — demektedir. 734 ( 13 34 ) vekayii ile sona erdirilen bu eserin itmam ta­ rihini, ,hicn ; 73S, iskenderî 1644 ve yezdıgerdî. 702 ;Oİmak' üzere, 3 şekilde kaydetmiş ve eserin , 75.Ö00 beyitten mürekkep olduğunu da, Sahan fud bahar şad . dah andar hazar — Ba haftad d pdıic âmad anrâ şuniâr beyîti İle, tesbit etmiştir. Şâhnâma 'nin karşılığı olan Zafar-nâma ismi, İlhanlılan müsîümanlığı ka­ bul eylemeleri ile: islâmiyetin tam zafer ..kazan­ m ış, olmasına telmihtir. Zafar-nâma her bîri müstâkil bir; eser şekjinde olan 3 kısımdan mürekkeptir. İlk kısmı İslâm tarihidir ki, Kisrtıal-islâmîya min kitâb Za fa r-nâ m a kısa olarak, f(ism-i islâmi yahut Târik-t a *l-$u arâ* ( nşr. de Goeje ), s. 157, 6, 482 v. d., 490; Fihrist, s. 91 v. d.; Ağürti\ V, 164— 175 v. b.; İbn ‘Abd Rabbihi, ‘îkd (Kahire, 1316), III, 96; Fragm. Hist. Arab. (nşr. de G o eje), I, 126 v. d d .; İbn Hallikân (nşr. W üstenfeld), nr. 204 (trc. de Slane), 1,470 v. d d .; Hizânat al-adab, IV, 128 v. d. 5 Nöldeke, Beitrâge zar Kerıntniss der Poesie der alten Araber, s, XX v. d. ve EncycL Brit. il, XVIII, 633b; Brockelmann, G A L , I, 18, 63 ve Suppl.y I, 34, 98.



îdammâd b. Buîukkin, 405— 419 (1014— 1028) al-IÇâ’id, Hammâd'm oğlu, 419— 446 (1028— 1054/1055 ) Muhsin, al-Çâ’id'in oğlu, 446 Buîukkin b. Muhammed, 447— 454 (1056/1057— 1062 ) al-Nâşir b, 'Alennâs, 454— 481 ( 1062— 1088/1089) al-Manşür, al-Nâşir 'in oğlu, 481— 498 (1088/1089— 1*04/1105 ) Badis, al-Manşür'un oğlu, 498 a l-A ziz , al-Manşür'un oğlu, 498— 515 (1105— 1121) Yahya, al-'A ziz'in oğlu, 515— 547(1122— 1152) B i b l i y o g r a f y a ; İbn Haldun, Hisi. des Berberes ( trc. de Slane, II, 43 v.dd.; İbn alAsir, Kâmil al-tavârîh ve İbn Haldun'a zeyil, V ) 5 Fournel, Les Berberes ( Paris, 1875 ), I!; E. Mercier, Histoire de VAfrique sepi enir i 0nale, I, fasıl 13; II, fasıl 2— 7 ; İbn al-‘Izari, alBay'ân al-Muğrib, I, 264, 287, 308— 310 (trc. Fagnan, I, 375, 411, 445— 450); E. Fagnan, İbn al-A thirı Annales du Maghreb et de UEspagne (Cezayir, 1898), s. 402, 454, 471 — 479ı $72 v.dd., 604; Müller, İslam, II, 621 v.d., 629— 631,649, (G . Y ver .)^ H A M M Â D Ü R R Â V ÎY E , HAMMÂD a l -RÂV İ Y A ( & 9 4 ? — 773?), eski arap şiirini rivayet ettiğinden dolayı, aî-Râviya lekabım almıştır. Hammâd 75 (694/695; İbn Hallikân 'a göre, 95) senesinde Küfa 'de doğmuştur Muhte­ lif isimler ( Hürmüz, Maysara, Sâbür) verilen ve künyesi AbÖ Layla olan babası muhârebede esir alınmış bir deyiemî idi, Hammâd 'm şive­ sinden de bu aslı anlaşılırdı. İslâmdan evvel ve sonraki zamanların şiirle­ rini ve harp günlerini ( ayyam al-arab ) ve be­ devilerin leheeîerim çok iyi bilmesinden dolayı, şöhret kazanmıştır. Elifba harfleri İle kafiyelendirmek suretiyle, ezber olarak, her harf için câhitiye devri şâirlerinin eserlerinden 100 uzun kaside okuyabildiğini ve şiirlerden hângisinin daha eski ve hangisinin daha yeni olduğu­ nu derhâl tâyin edebildiğini bile söylerler. Şâirler ve şiirler hakkında mutâleasma ve fikrine büyük ehemmiyet verilirdi. İntihal­ leri ve iktibasları, hemen dâima, tâyin ede­ bilirdi. Mamafih kendisi de pek dürüst hare­ l



( C. "VAN ARENDONK.)



HAMMÂL — HAMR.



*9$



H A M M A L. [Bk. h a m m â l .] evlâdları ( 8 tâne ) Malağa 'da, burasının Gır­ H AM M ÂL. HAMMÂL ( < arap. hamala «ta­ nata 'daki berberi emîri Badis [ b. bk.] tarafın­ şımak" J, bîr şeyi bir yerden diğer bir yere dan zaptına ( 1025— 1057 ) kadar, tutundular. taşıyarak götüren şahıs, h a m a l . Münâkale Hâlbuki Algeziras al-Kâsim'm oğlu Mnham. yolları henüz iptidaî bir hâlde bulunan mem­ med al-Mahdı (431— 440 = 1039— 1048) ve leketlerde, ticarî eşya yüklerinin hazırlanma­ torunu al-l£Sşim al-Vâsik { 440— 450 = 1048 sı ve taşınması hususunda hamal kullanılma­ — 1058 ) 'ın hâkimiyetleri altında kaldı ve bu sı zarurîdir. Bundan dolayı İslâm memleket­ tarihte İşbiİiye 'deki ‘Abbadiler [ b, bk.] 'in eli­ lerinde bunların pek çok işleri vardır. Baş­ ne düştü. ‘A li 'nin oğlu Yahya daha bir müd­ ka memleketlerde arabalar veya yük hayvan- det, 416— 427 ( 1025— 103$ ) 'de, M alağa'da ları ile taşınan ağır eşyalarında bu memle- hüküm sürdü. Halîfeleri şunlardır: İdris I. alketîerde, bâzı defalar, hamallar tarafından ta­ Muta’ayyad 427— 431 (1035— 1039 ), Haşan alşındıkları görülür. Hamalın pek iptidaî olan iş Mustanşir 431— 434 ( 1039— 1042 ), İdris II, al■ âleti kalınca bir İp olup, bunu taşıyacağı şeyin ‘Â li 434— 438 ( 1042— 1046 ), Muhammed I. alüstüne sararak, sırtında tutar; hamalların es­ Mahdi 438— 444 ( 1046— 1052 ), İdris III. ai-Munaf cemiyeti hâlinde teşkilâtı bulunan memle­ vaffak 444— 445 ( 1052— 1053 ) ve tekrar İdris ketlerde* meselâ İstanbul'da, meşin kaplı ve H. 445 ( 1053 ). Nihayet Hammüdilerin sonun­ içerileri otla doldurulmuş arkalıkları vardır. Bu, cusu olarak: Muhammed II. al-Musta'H 446 hamalların çengellerinin yerini tutar ve taşı­ — 449 (1054— 1057)nacak yükler bunların üzerlerine yerleştirilir. Y a rı-y a rıy a berb erîleşm iş olan HUmmüdilerin Yük bîr kişinin taşıyabileceğinden fazla ağır ilk devri in k ıra z halinde bulunan K u rtu b e h a ­ olunca, iki veya daha fazla hamal bir sırık lifeliğ in in son p a rlak zam anına isa b e t e ttiğ i alırlar ve taşınacak sandık, veya eşya balyasını, gib i, bir a sır son ra da Palerm o 'da, S icily a k ı­ ipler ile sırığın altına bağlayarak, götürürler. ralı norm andiyah R oger II. 'in resm î c o ğ r a fy a ­ Hamallar yüklü oldukları vakit, kalabalık ara­ c ıs ı olan çok İyi, fa k a t z a y ıf M alağa em îri İdris sından halka çarpa-çarpa ve arapça O'a râsak I I.'in torununun o ğ lu al-Ş arif; al-İdrisİ [ b. bk.] fzahrak, «başını veya arkanı gö zet") ve tiirk- 'nin şö h reti, g ö lg e le re göm ü lm ekte olan bu a i­ çede «dokunmasın" yahut «varda" ( < İtalyan. le y i ilim: ziy a sı ile hâlelendirm iştir. guarda) veya «yarda destör" diye seslenerek, B i b l i y o g r a f y a : Dozy, H isio ir e des yürürle;; Eskiden Beyoğlu 'nda frenk kadınları, M usulm an s d ’Espagne^ III, 312 v.dd. ve bun­ pnşekizinci asırda A vrupa'da kullanılan sedye­ dan Guiilen Robles, M alağa ■. m a sa l mana lere benzeyen sedyeler ile kendilerini taşıtırlar (M a la ğ a , 1880), s. 58— 124; İbn a l-A ş ir ve bü işi de:hamallar görürlerdi. ( C l . H ua RT.) ( nşr. T o r n b e r g ), IX, 188 v .d d .; İbn Haldun, ' H A M M Â M . [ Bk. HAMAM.] JC itâb a l~ ib a r ,lV , ı$ z — 155 ve bundan Bustâ■• HAM M UD. [ Bk. h a m m û d .] ni, D a ira t a l-m d a r îf, VII, 229 v .d . ; A b d olw âHAMMÛDÎLER. BANI HAMMUD, Pev hid al-M arrekoshf, T he H isto r y o f tk e A lm o gamberin sülâlesinden Hammüd b. Ma; h ades, s. 40 v . d d .; C o d era, Tratado de n u m is• b. Ahmed b. 'A li b. ‘Ubayd Allah b. 'Oma. . , mâtzca arâbigo-espanola (Madrid, 1879 ), s. idris b. 'Abd Allah b. al-Hasan b. ‘A li b. Abı 113— 130; D e la Rada y Delgado, Catâlogo de Tâlib 'in iki oğlunun ahfadıdırlar ki, Fas 'ta monedas arâbig~espa7ıola$ (Madrid, 1892 }, s, İdrisi saltanatım (172—-375 =« 788— 985 ) kur­ 74— 78 ; Antonio Vives y Escudero, Monedas muş olan İdris b. 'Abd Allah [ b. bk.] vâsıtası de las dinastias arâbigo-espanolas (Madrid, ile, hanedana karabet kazanmışlardır. Kurtube 1893 ), s. 98— 107 ; N ü tze l, Catalog der orienEmevîlerinîn sukutuna tekaddüm eden büyük tatisehen Münzen (Berlin, 1902), II, 66— 82; dahilî harbîn karışıklıkları arasında büyük karCodera, Esfudios crıticos de hisioria ârabe deş ai-Kâsim — Algeziras [ b. bk.] valiliğini ve espahola ( = Colleccion de estudios ârabes, haris bir adam olan küçük kardeşi ‘A li — Tanca VII, 301— 322: Hamudies de Malağa y Alve Septe valiliğini elde ettiler. 'A li, Malağa 'yı gecıras, noticias tomadas de Abenhazam). zaptettikten sonra, Emevî halifesi âciz Sulay(C . F. S eybold.) mân al-Musta'in'i ıskat ederek ( 407 = 1016 ), HAMR. [ Bk. h a m r .} kendini Kurtube halifesi ilân etti. 'A li 'nin kat­ HAMR. H A M R ( a .J, ş a r a p . Hamr k e ­ lind en :: sonra, yeğeni Yahya b. 'A li tarafından lim esi esk i arap şiirin de h a y li ku llan ılm ış bu­ 412/413 (1021/1022) tardedilen ve 413/414 lunm akla b eraber, bunun ârâm î dilinden a lın ­ (1022/1023 ) 'te hilâfeti yeniden işgal ve aynı mış olm ası çok m uhtem eldir. Ibrân îce yayn zamandajroı8— 1:021 ile 1022— 1025’te Malağa a rap ça d a ( va yn ) «kara üzüm " m ânasına gelir. ■hukÜmdan olan büyük biraderi al-Kâsim {408 Bu m esele, I. G uidi, D e lla sed e p r im itiv a d ei — 1018 ) da aynı suretle hareket etti. 'A li'n in | p o p o li sem itici ( M em orie d ella R - A ca d t dei



İ9 &



Ha m R.



Lincei, 3. seri, III, Ğ03 v.dd.) 'de etraflı bir su­ rette tetkik edilmiştir. Arabistan ve Suriye çölü, Filistin ’in ve Me­ zopotamya 'nm aksine, bağcılığa elverişli de­ ğildir; bununla beraber bâzı istisnalar da var­ dır, Bunlar arasında al-Tâ'if { bk, H. Lammens, Taif> s. 35 v. dd., M FOB, VIII, 146 v. dd.), Şibâm ve Yemen 'İn bâzı tarafları zikredilebilir. Medine ( aş. bk.) 'de dahi olması muhtemel olan bîr adî neviden, şaraptan bahsolunursa da, bunun, mûtad olduğu gibi, Suriye ve Irak 'tan idhâl edilen şarap olması muhtemeldir. Eski arap şiirinde şarap ticâreti bilhassa yahudilerin ve hiristiyanlarm işi gibi gösterilmektedir; bunlar çadırlarım ( hân af, ârâmîceden alınmış bir kelimedir) bedevilerin arasına kurar ve üzerine bir alâmet asarlardı. Bunların içinde, ekseriya çadır sahiplerine mensup muganniye­ ler ile içki âlemleri yapılırdı. Şarap küplerde yahut ağızları sicim İle boğulan tulumlarda bulundurulurdu. Peygamber zamanında mekkeliîer île medineliler, fırsat buldukça, şarap içmek itiyadında idiler; bu suretle, sarhoşluk yüzünden, sık-sık rezaletler çıkar ve bir taraftan da ikinci bir iptilâya daha düşülür ve kumar oynanırdı ki, her ikisini İslâm dinî haram etmiştir. Peygam­ berin amcası Hamza b. ‘Abd al-Muttalib 'in, sarhoş olarak, 'A li 'nın develerine ( kılıç ile ) hücûm edip, onları sakatladığı rivayet edilir (Buhâri, Şarb, bâb 13; Hams. bâb 1 ; Müslim, Aşriba, hadîs t, s; Mağazî, bâb 12; Abu Dâ'üd, Harâc, bâb 19 ). Kur’an tefsirlerinde de sahabelerin nasıl içki âlemleri yaptıkları ve bu yüzden namazda hatâ işledikleri naklolunur ( bk. Tabari, Tafsîr, sûre XIV, 44; Müslim, Faza il al-şahâba, hadîs 44 ; krş, 45 ; Ahmed b. Hanbai, I, 185 v.d.). Islâmda ilkin şarabın iahrîmine dâir bir hü­ küm yok idi. Hattâ XVI. sûrenin 69, ayetinde Allahın İnsanlara ihsan ettiği ni'metler ara­ sında : — „Hurma ağacının meyvalarmdan ve üzümden sekir veren bir içki ve iyi bîr gıda İstihsâl edersiniz" — diye şarap da sayılmak­ tadır. Fakat sarhoşluğun yukarıda zikredilen neticeleri belirmesi üzerine, vaziyet değişmiştir. Şarap aleyhinde ilk vaby I!. sûrenin 216. âye­ tinde görülür : — „Şarap ve kumar ( maysir ) hakkında fikrini soracaklardır. Bunların her ikisinin de büyük günah olduğunu ve insan­ lara bâzı faydaları var ise de, günâhlarının fay­ dalarından ziyâde olduğunu söyle". Mamafih bu vaby tahrîm ( haram kılma ) telâkkî edilmemiştir. Fakat halkın itiyadım değiştirmemesi yüzünden, ibâdet esnasında intizâmın ihlâl edilmesi devam ettiği için, yeni bir âyet nazil olmuştur; IV, 46; — „Ey Allaha imân edenler, sarhoş oldu­



ğunuz vakit, ne söylediğinizi biiînceye kadar, namaza yaklaşmayınız — Fakat bu âyet de umûmî bir tahrîm mâhiyetinde görülmemiş ve nihayet V. sûre, 92. âyet ile, şarap kal'İ su­ rette haram kılınm ıştır:— „Ey Allaha îmân edenler, şarap ve kumar ve dikilı-taşlar ve fal okları ( atm ak), hiç şüphesiz, şeytan işi ve murdar şeylerdir ; bunlardan sakınınız ki, felah bulasınız". Şaraba dâir nazil olan âyetlerin bu sırası hadîs âlimleri ve Kur an tefsircilerî tarafından kabul edilmiştir ( bk. Ahmed b. Hanbai, Masnad, 11,351 v.d.; Tabari, Tafsir, V , 58, IV, 46.) Bununla beraber, İslâm şaraba karşı menfî bir vaziyet alan yegâne muvahhiddin olmadığı cihetle, şarabın tahrîm t meselesi daha geniş bir bakımdan da tetkik edilebilir. Hep U;indi­ ği gibi, Tevrat ( A'dât, Vî, 3 v.d.) 'a göre, kendilerini Yahve'ye nezretmsş olan erkek ve kadınların, tıpkı âyîn için cemâat çadırına gi­ recek olanlar gibi ( Lev., X, 9), şaraptan ve sarhoş eden içkilerden içtinâp etmeleri gerek İdî. Dİodorus Sieulus ( XIX, bâb 94, § 3 ) 'a göre, nabaiîler de şaraptan içtinâp ederler idi ve bir kitabede, ilâhlarından birine „şarap İçmeyen iyi tanrı" diye bitap edilmektedir. Aynı suretle Hıristiyan keşişlerinin bir çoğu şaraptan içtinâp etmişlerdir. Bunların hepsi şaraba ve müskirâta şeytanî bir mâhiyet atfeden pek eski Sâmî îtikadlardan ileri gelmektedir. İslâm tarafından tahrîm edilen mûsikî ve bilhassa gmâ hakkın­ da da aynı mülâhaza vâriddir. Yukarıda zikr­ edilen sebepler ile birlikte, bunların da şarabın tahrîmine sâik olmuş bulunması muhtemeldir. Kur’an ’ın şarâbı tahrîm etmesi meselesi, din âlimleri tarafından, inceden-İnceye tetkik edil­ miştir. Bütün mezhepler, şi'a da dâhil olarak, şarabın karam olduğunu beyân ve ticâretini meneder. Bu hususta şâfi'îlerin fikrîni anlamak için bk. aî-Navavi, Minhac ( nşr. v. d. Berg ), IIÎ, 241 ; hanefîler için bk. Fatâvâ ‘Âlamgiri ( Kaîküte, 1835), IV, 604 v.dd.; mâlikîler için bk : Zurkâni 'nin Muvaita haşiyesi ( Kahire, 1280), IV, 26; şi’îler İçin bk. Şaraı al-islâm ( Kalküte, 1839 h s* 4 ° 4 - Şarap İçmek büyük günahlar ( kabâ’ir ) 'dan sayılır. Bu hususa dâir bir hayli h a d î s vardır. Şa­ rap bütün fenalıkların anahtarıdır (Ahmed b. Hanbai, Musnad, V, 238 ; İbn Mâca, Aşriba, bâb 1 ). Bu dünyada şarap içip de nedamet getirmeyen âhirette şarap içmeyeeektİr { Bu­ harı, Aşriba, bâb 1 ■ Müslim, Aşriba, hadîs 73, 76— 78 v.b.). Şarabı İçene, satana ve başkala­ rım şarap içmeğe teşvik edene lanet olsun ( Abu Dâ'üd, Aşriba, bâb 2 ; îbn Maca, Aşriba, bâb 6 ; Ahmed b. Hanbai, I, 316; 11, 25, 69 , 71, .97, 128 v.b.). Kasden bir yudum şarap içen



HAMR. kıyâmet gününde irin içecektir (Tayâlis?, nr. 1134). Şarap içenin namazını Allah kabûi et­ mez (N asa'i, Aşriba, bâb, 43; Dârimi, Aşriba, bâb 3) ve şarap ile îmân bir araya gelmez ( Buharı, Aşriba, bâb I ; Nasâ'i, Aşriba, bâb 42, 44). İlâç olarak bile kullanılmaması tavsi­ ye olunur (Müslim, Aşriba, hadîs 12; Ahmed b. Hanbai, IV, 311, 317 iki defa). Sirke yap­ mak için, şarap kullanmak memnudur ( Tİrmızi, B ayu, bâb- 59.; Ahmed b. Hanbai, III, 119, 260 iki defa). Fakat zaman git-gide daha fena olacak ye şaraba mubah diyen insanlar zuhur edecek ( Buharı, Aşriba, bâb 6 ; Nasâ’i, Aşriba, bâb 41 v. b.) ve bu suretle son günler ( „ âhır zaman " ) nesli tarafından İçilecektir ( BuhSri, 'Aşriba, bâb 1 ; Ahmed b. Hanbai, III, 202, 213 v.d.). Şarabm tahrîmi umumiyetle kabul adilmiş olmakla ber âb er, bu yüzden mezhepler arasında hadîslerde tarihî bir mâhiyette inikasları gö­ rülen bir takım ihtilâflara yol açmıştır. Münâ­ kaşalar şu noktadan çıkmış'.ır: şarap nedir?. Rivayete göre, şarap içilmesi kat'î surette tah­ rîm edilince* Medine halkı bu kıymetli içkiden ellerinde bulunanın hepsini sokaklara dökmüşler imiş ( Ahmed b. Hanbai, II* 132 v. d.; III, 26, ::189 v. d ., 217,'260 mükerrer ; IV, 335 v. d.), yİbn ‘Omar ise, bilâkis::tahrîm âyeti nazil oldu­ ğu zaman, Medine 'de hiç şarap bulunmadığım söyler ( Buhâri, Aşriba, bâb 2 ). Anas b. Malık ( ayn. esr.) o devirde Medine 'de üzüm şarabı bulunmadığını, halkın İki cins hurmadan ( bu$r ve iamr) yapılan bir şarap içtiklerini beyân eder. Başka bir hadîste ( ayn. esr., bâb 3), fa sih ve zahv (diğer iki cins hurma } şarabın­ dan bahsedilmiştir. Omar'in, meseleyi faslet­ mek iç:n, bir huiba îrâd ettiği söylenir. Oğlu ‘Abd Allah 'm rivayetine göre, şarap Ktır’an ile tahrîm edilmiştir. Şarap, beş türlü şeyden, üzümden*: hurmadan, baldan* buğdaydan ve arpa­ dan yapılır* Şarap akh; ihlâl eder ( v a ’l-hamr mâ hâmara ’l-'akl; Buhâri, Aşriba, bâb 2 ). Üzüm-' den başka bir usûl ile yapılan şarabm haram olup-olmadığı meselesi muallakta kalmıştır. Msh bu kabilden bir nevî şurup vardı. ,,‘Omar Suriye ’yi ziyaret ettiği zaman, ahâli memleke­ tin ağır ve sıhhate zararlı havasından şikâyet ederek, ancak İçkinin kendilerini kurtarabilece­ ğini söylediler. Bunun üzerine, ‘Omar bal iç­ melerine müsââde etti ise de, balm kendilerini iyi edemiyeceğı cevabını verdiler. Bu sırada /Suriye yerlilerinden biri ‘Omar 'e sordu: — »Sîze bu içkiden bir az veremez miyiz; sarhoş ede­ cek bir hassası yoktur". 'O m ar: — »Pek iyi" — dedi. Derhâl içkiyi, üçte ikisi buhar olup, ancak biri kalıncaya kadar kaynattıktan sonra, getirdiler; 'Omar parmağını batırıp, yaladı ve



*9 7



bu deve iila> ( yani deve derilerine sürülen zift nev'inden ) 'sı gibi bir (ila** — dedi ve içmeleri­ ne müsâade etti" ( Mâlik, Aşriba, bâ.b 14 ). Bu­ nunla beraber, ay m kitabın birinci faslına göre, ‘Omar (ila ile sarhoş olan bir adamı cezalan­ dırmıştır. Üzümü sâdece sıkarak, çıkarılan şıra — şarap sayılır. Târik b. Suvayd al-Hazrami Peygambere sormuştur: — »Memleketimizde bağ­ lar var, üzümlerini sıkarak, çıkardığımız şırayı içebilir miyiz ? ". — Peygamber üç defa tekrarla­ yarak : — »Hayır" — dedi ve Târik hastalara şıra verilip-verilmeyeceğini sorunca d a : — »Bu bir ilâç değil, belki bir hastalıktır" — cevabını verdî ( Ahmed b. Hanbai, V, 292 v. d.). Pey­ gamber yalnız şarap içenlere ve satanlara de­ ğil, şırasını içmek üzere, üzümü sıkanlara ve sıktıranlara da lanet etmiştir ( İbn Mâca, A ş ­ riba, bâb 6), Diğer ehemmiyetli bîr mesele de a l k o l hak­ kında zuhur etmiştir i alkollü içkiler şarap gibi mi telâkki edilmelidir?, Hanefîler müstesna ol­ mak üzere, bütün mezhepler bu suale müsbet. cevap vermişlerdir. Şarap hakkındaki tahrîmi, takip ettiği gâye dolayısı ile, bunlara da teş­ mil etmişlerdir. Bîr çok müesseseler!n menşe’ tarihleri için en iyi kaynak olan hadîs bu mes­ elenin en ziyâde münâkaşaya sebep olanlardan biri olduğunu göstermektedir. Muteber mecmu­ alarda sıfc-sık rastlanan mezkûr hadîs ( ehem­ miyetli tafsilâtı ihtiva ettiği için, Müslim 'in im a n ’mdaki 26 hadîsi ele atıyorum ):— ,,'Abd al-Kays kabilesinden bâzdan Peygambere gi­ derek : — Yâ Resûlullâh, biz Rabi'a kabîlesîndeniz; sîzinle, aramızda Muzar kafirleri oturuyorlar ; bundan dolayı size ancak harâm ( mukaddes ) ayda mülâkî olabiliyoruz. Riâyet ettiğimiz takdirde, bize cenneti açacak şeyle" nedir; bize söyle de kabîîe halkımıza tebliğ edelim. Peygamber cevaben: — »Dört şeyi emîr ve dört şeyi nehiy ederim: Allaha şerik koşmaksızın ancak ona hizmet etmek, namaz kıl­ mak, zekât vermek, bütün ramazan ayında oruç tutmak ve ganimetin î/s 'ini teslim etmek. Dört şeyi de nehiy ederim : cfaÖhc1, h an tam , m ıızaff a t ve n a k ır “ .— »Yâ Resûlullâh, n a k ir nedir?". — diye sordular. — »Oyulmuş bir hurma ağacı kütüğüdür; içine ufak hurmalar konulup, üstüne su doldurulur ve tamâmıyle tahammür ettikten sonra, içilir; neticesi de insanm amca-oğluna kılıç çalmasıdır" — diye cevap verdî. ■— Bu adamlar içinde tarif edilen surette kıiıç dar­ besi yemiş bir adam var id i: — »Bunu utan­ cımdan Resûlullâh ’ın önünde saklamıştım" — dedi. — »Yâ Resûlullâh, o hâlde nasıl bir kaptan içelim ?" — dîye sordu.— »Ağzına zift sürülmüş tulumdan" — dedi. — »Ya Resûlul­ lâh, bizim memleketimizde fâre doludur, bir tek



198



HAMR.



tulum bile muhafaza edilemez" — dediler. O vakit Peygamber şu cevabı verdi i — „Fâreler yese bile, fareler yese bile, fareler yese bile". Bu hadîs, umumiyetle, sahih olarak kabul edilmemiştir. Rivayet edildiğine göre, anşar yahut başkaları meşrubatı tahammür etmekten korumak için, lâzım olan tulumları bulmakta güçlük çektiklerinden şikâyet ettiler. Bunun üzerine, tahrîm emrinin kısmen yahut tamamen kaldırılmış olduğu iddia edilir ( Buharı, Aşriba, bâb 8; Müslim, Aşriba, hadîs 63— 66 v.b.}. Bu hadîsin bâzı rivayetlerinde sarhoşluk veren tahammür etmiş bütün içkilerin haram kılın­ dıkları kaydına rastlanır. Yalnız şu kaideyi ihtiva eden sayısız hadîsler vardır: sarhoşluk verebilecek bütün içkiler, ne kadar az ımkdarda olursa-olsun, haramdır ( kulla muskirm haramuft kaşîruk® va kalHuku ) ve bu kaide bir çok fıkıh kitaplarında mündericdir ( Buhâri, Mağâzi, bâb 60 î Müslim, Aşriba, hadîs 67— 75; Ahmed b. Hanbaî, I, 145; II, t6 iki defa, III, 38*; IV, 8?} V, 25 v.d.; VI, 36 v.b.}. Ta­ hammür etmiş içkileri tahrîme dâir, hadîsler­ den aşağıdakiler zikrolunabilîr : nabız yapmak­ ta kullanılmak üzere, üzüm satmak memnu ya­ hut makdüht 'tur ( Nasâ'İ, Aşriba, bâb 51, 52). Sarhoşluk verebilecek bir hâle gelmeleri İçin, muhtelif nevîden meyvalara karıştırmak mem­ nudur. Bu hadîse sık-sık rastlanır; bk-, msi. Buhâri, Aşriba, bâb 11 ; Müslim, hadîs 16— 29 ; Nasâ’î, Aşriba, bâb 4—'17 ; İbn Sa'd, VIII, 360; Ahmed b. Hanbal, I, 276; II, 46; VI, 242, 292. Fakat bu nevîlerden her biri, tahammür etme­ miş bir içki hazırlamak için, ayrı-ayn kullanı­ labilir (Müslim, Aşriba, hadîs 81— 83; Nasa i, Aşriba, bâb 14— 18 v.b.). Kolaylıkla takdir edileceği üzere, bu mesele­ de güçlük iki husustan ileri gelmektedir. Halk her nevî hurmadan, üzümden ve başka meyvalardan bir takım İçkiler hazırlamak itiyadında idiler; bu içkiler ancak uzun müddet muhafaza edildikleri, tahammür ettikleri ve kezâ muhte­ mel olarak, bir takım husûsî usûller ile hazır­ landıkları takdirde, sarhoş edici bir mâhiyet kesbetmekte idiler. Bunlardan müsâade edilen­ ler İle tahrîm edilenler arasındaki hudut ne idi?. Müteaddit hadîs mecmuaları, Peygamberin zevceleri tarafından hazırlanan ve Peygamber tarafından içilen İçkiler arasında nabiz Ji de zikr­ etmeğe kadar varırlar ( Müslim, Aşriba, hadîs 79— 89; Ahmed, I, 232 v.d., 240, 287, 320 v.d., 33 6 , 35 5 » 369 » 372 5 II. 3 5 ; IH, 304, 3 «7 , 3 *3 v.d., 326, 379, 384 v.b.). Abu Dâ’üd ( bâb 10) ve İbn Mâca ( .4 fr/ 6 a, bâb 12 ) bu bahsi tenvir edecek mâhiyette bir hadîs kaydetmiş­ lerdir. İbn Mâca 'nîn kaydettiği hadîsi ter­ cüme ediyorum : A ’îşa : — „Resûluîlâh için,



bîr tulumda n a b iz hazırlardık. Bîr avuç hurma veya üzüm ahp, tuluma atar ve üstüne su dol­ dururduk; bu suretle sabahleyin hazırladığımız n a b iz *ı akşam içerdi, akşam hazırladığımızı da sabahleyin içerdi" — dedi. Aynı bâbda münderîc diğer bir hadîste İbn Abbâs Peygamberin, hattâ üç günlük n a b iz içtiğini de söyler: fa­ kat o vakit geri kalanı atı irmiş. Fakat bu mâlûmâta rağmen, fakîhlerin ekse­ riyeti n a b iz 'in mübâh olduğuna kanaat getirme­ miştir, Dört mezhepten üçü ve şı'îler n a b iz İçil­ mesini nehyettiler. Hanefî mezhebi, bilakis,itidal ile,’ Hâe gibi ve sair suretle içilmesini câİz gördü. .Muhtelif mezheplere mensup fakîhlerin mütâlealarmı burada tetkike girişmek bahsi uza­ t ır ; zâten de lüzumsuz gibidir; zira başlıca ihtilâflar yalnız n abiz hakkındadır. Aşağıdaki tfclhîs F a tâ v â tA la m g ir i ( VI, 604 v.dd.; krş. Şa'rani, M iz a n , Kahire, 1279, s. 192 v.d.)'ye istinaden, yazılmıştır. îcm a 'a göre, tahammür etmemiş her hangi bir tatlı içki içilebilir. îcm a ra göre, şarap ve her türlü sa ka r (İç­ ki ) haramdır. Şarap istimali husûsunda altı hâl karşısında bulunulabilir : ne mıkdarda olursa-olsun, şarap içmek yahut istimal etmek ha­ ramdır ; bunu kabul etmemek küfürdür. Şarabı satın almak, satmak ve ikram etmek küfürdür. Şarabı bozana veya imha edene hiç bir mes'ûîiyet terettüp etmez. Şarabın bîr mal olupolmadığı kat'î bîr hükme bağlanmamıştır. Şa­ rap, kan ve idrar gibi, necis bir maddedir. On­ dan ne mıkdar olursa-olsun, içen cezaya müs­ tahaktır. Üzümden yapılan türiü-türlü müstahzarât ( b a zik , m ıznaşşaf v.b.) fakîhlerin ek­ seriyetine ( ‘umma) göre, haramdır. Fakîhlerin ekseriyetine göre, iila ( yk. b k .) yahut m u sallas ve hurmadan yapılan n a biz, yukarıda zikredilen tahdidat ile, mubahtır. Kay­ natılarak, 2/3'si tebahhur etmiş olan şıra hak­ kında da hüküm böyledir. Bu noktada Pey­ gamberin mÜtâleası [ bk, mad. a l -Ş A Y B  n I ] başka türlüdür. Şarap içenin c e z a l a n d ı r ı l m a s ı husûsun­ da, hadîse göre, Peygamber ve Abu Bakr hurma veya sandal dalı ile kırk kere vurulması mütâlca: sı uda imişler ( Buhâri, Hndııd, bâb 2— 4 ; Müslim, /fudüd, hadîs 35— 37 ). 'Omar 'in hilâfeti zama! moda Hâlid b. al-Vali d ona hal km haram İç­ kiler kullandıklarını haber vermiş. Bunun üzeri­ ne ‘Omar sahabeler ile müşavere etmiş, onlar da K u r an 'da m ah şa nâi ( ismetli kadınlar } '1, dört şahit ile isbâta muktedir olmaksızın, zina île itham edenlerin seksen darbe ile cezalandırıl­ ması emrediİdiğine (XXI V. 4) bakarak, rarap İçenlerin de o suretle cezalandırılmaları mütâieasında bulunmuşlar.



HAMR — HAMSE. Bâzı hadîslere göre, şarap îtİyâdı, Peygam: berin emri ile, Ölüm ile cezalandırılırmış ( Abu Dâ’üd, fladüdt bâb 36; İbn Mâca, Hudnd, bâb i 7 ; Aljmed b, Hanbal, II, 136,166, 191 ; IV, 93 v.b.). Mamafih bâzı muhaddislerce bu gİbİ hâl* îerde: Ölüm cezasının Peygamberin sünnetine ;:uygun olmadığı ilâve edilmektedir (Ahmed b. Hanbal, î, 125, 130; krş. al-Jay âlisi, nr. 183). : Muhtelif mezhepler !Omar'in hükmünü kabul etmişlerdir; şarap içmek suçu 80 darbe ile cezalandırılır. Eğer suçlu esir ise, Kur’an 'da kadın esirin zina cezası hür kadının zina! ce­ zasının yarısı kadar tâyin edilmiş bulunduğuna göre ( IV, 30), ancak 40 darbe ile tecziye edi­ lir. Bununla berâber şâfi’îler, Peygamberin ve A b u , Bakr 'in zamanlarında olduğu gibi, suç­ lunun hür veya esir olduğuna göre 40 yahut 20 darbe ile tecziyesini kabul etmişlerdir ( bk, . Zurkâni, IV, 42 ; Navâvi, Müslim şerhi, IV, r$6).



Şarabın ve içkilerin tahrîmi (dört mezhepten üçüne göre) İslâm âlemini temyiz eden sıfatlardan biri olmak itibârı ile; neticelerine ne kadar ehemmiyet verilse yeridir. Şiirlerde görüldüğü üzere, harama riâyet etmeyenlerin çokluğunun büyük bir ehemmiyeti yoktur. Islâmdan evvelki şiirde de eksik olmayan şarap ;medhîyesi İslâm şâirlerinin de rağbet ettikleri bir mevzû teşkil etmiştir (krş. İbn al-Mu'tazz, Abu Nuvâs v.b,' sâkînâmeleri) ve halifelerin saraylarında tertip edilen âlemlerde şarap,'san­ ki hiç tahrîm edilmemiş gibi, içilirdi ( bk. msl, B tn b ir gece, tür, yer.). Halk bile dâima ve her yerde millî içkileri olan türİii-türlii hurma şaraplarından vazgeçememişlerdir. Halife 'Omar b. ‘Abd al-*Aziz, bu âdeti kaldırmak îç*n, bir emirname neşretmeğe lüzum görmüştür ( bk. v. Kremer, Culturgesckichtlicke Sireifzüge, Leipziff, *a73> s* b8 v;d.). Şarabın t a s a v v u f edebiyatında, istiğrakın remizlerinden biri olarak, hususî bir mevkii vardır. Bu bakımdan mutasavvıflar, hıristiyan olan veya olmayan selefleri gibi, bir dil kul­ lanmışlardır. Daha İskenderiyeli Philo Man itibâren istiğrak sarhoşluğa ( mestliğe) teşbih edilmiştir ( bil hassa bk. De Viia Coniemplativa). Ibâhîya ( mubah görenler) arasında bu sözler, ( sürdükleri) hayatm bir mâkcsi olmuş olabilir. Fakat tasavvuf erbabı hakkında umûmî surette, böyle denemez; onlar bilâkis rûhu tasfiye eden riyazet iç:nde hayatlarını geçirmeğe meyyaldirler. Hâfiz'in mey ve aşk gazellerine gelince, bunların mecâzî bir mâhi­ yette olup-olmadıkları henüz halledilmemiş bir noktadır. B i b l i y o g r a f y at Freytag, Einleitung in das Studium der arabischen Sprachc ( Bonn, ı86r ), s. z'jz v.d,; G, Jacob, Stadien



199



in vorislamischen DichterH) III, 2. tab. (Ber­ lin, 1897 ), s, 96 v.dd,; A . v. Kremer, Culiurgescnichte des Orîents ( Viyana, 1875— 1877 ), f, .149; II, 204 v.dd.; A. Mez, D îe Renaissancç des Jsîâms ( Heideîberg, 1922), fihrist;!. Goldziher, Muhammedanische Studien, I, 19— 33 ; ayn. mil. ( ZD M C , 1887, XII, 4°? 95 v.d.) ; ayn. mil., Muh. Rechi in Theorie und Wirklichkeit ( Zeitsckr. /. vergi, Rechiswiss.3 1889, VIII, 408 ) ; A . Schaade, Islâm und Alkohol ( Vossischen Zeitung, nr, 454, 7 eylül, 913, Sonntagsbeilage, nr. 36 ,); NSldeke*Scbwally, Geschichte des Qorâns3 I, 182 v.d.; 199, not 1, 3; Snouck Hurgronje, Verspkpide Geschriften, umûmî fihrist, mad. W ijn ; Th. W. Juynboll, Handbuch des isL Gesetzes, s. 178 v. dd., 304; felemenkçe 3. tab., s. li 72 v.d,, 308. ( A . J. AVe NSINCK.) HAMRÎN. [ Bk. HAMRÎN.] HAMR$N. HAMRİN, Yâlfut ( III, 7) 'ta Humrîn, eski Bârimmâ [ b. bk.], alçak tepeli (200— 300 m.) b;r d a ğ s i l s i l e s i . Bu silsile 800 km. uzunluğunda olup, bemen-hemen Hazr hiza­ sından başlayarak, Elcezîre ovalarını, Irak ova­ larından ve cenupta Hüzistân ovalarım Şatt aî-'Arab, ovalarından ayırır ve İran yaylasının cenup hududunu teşkil eden dağlar İle birleşir. Tamâmîyle mütecanis olan bu hayreti mucip derecede'üzün dağ kütlesi bedeviler ve feîlâhlarca pek raâlûm olup, garip tasvirlere sebep olmaktadır; msl. Yâküt bu dağdan, »dünyayı :kuşatan dağ" olarak, bahseder, Yâküt 'tan başka, bû dağ silsilesinin yeni adı 758 (1357) senesinde Bagdad’da Madrasa al-Marcanîya vakfiyesi kaydında da zikredilmiştir (krş. L. : Massignon, Mission en Mesopotamie, Instîtut Français d'Arck. Orient,, Kahire, 1912, s. 16, 28 ). •Şafâ al-Din ısa al-Kadiri al-Nakşbartdi al-Bandanici 'nin 1077 (1666) senesinde yazıl­ mış ve basılmamış olan Cami' al-anvar f i manâkib al-ahyâr (1, 60) adlı iürkçe eserinde, Hamrin üzerinde meşhur bir ziyaret mahalli olarak, Mâçid al-Kurdi ( ölm. 567 = 1171/1172) 'nİn türbesinden bahsediliyor ise de, bunun yeri henüz tesbit edilememiştir. ( E. HERZFELD.) HAMSA. [ Bk. hamse .]



HAMSE. HA MS (A) ( A.), b e ş a d e d i n i n a d ı d ı r . Elin beş parmağından gelen ve İslâm akidelerinin bazılarında ( islâmın beş şartı, beş dinî farîza, günde beş vakit namaz) rastlanan bu sayıda sihirli bir hassa vardır. Parmaklan gerili ve açık olarak uzatılan el kem nazardan koruyan bir remizdir. Şimalî Afrika 'da, gerek müslümaniarın ve gerek yahudilerin kapılarında, parmakları aralanmış el resimleri sık-sık görü­ lür. Bu şekilde, yerlilerce hams3 hums ve avrupalıîarca »Fatma'nın elleri" adı verilen altın ve



200



HAMSE.



T ü r k e d e b i y a t ı n d a da bu neviden bir çok eser vardır: Ak-Şemseddin Ün oğlu H am * d î mahlaslı H a m d u l l a h Ç e l e b i ( ölm. 914 = i5 °9 )'m n Yusuf ve Zelîha, heylâ ve Mec­ nûn, Mavlid al-Nabi, Tuhfat al-uşşak, Muhammediya; D u k a g i n - z â d e Y a h y a B e y (983 = 1576) ün Şâk ve gedâ, Yusuf ve Zelîhâ, Kitüb-i üşül, Gencîne-i râz , Gülşen-i env‘4r-ı Bakî 'nin muasırı B e h İ ş t î ( Ölm. 979 = I572 )'nin Vâmık ve Azrâ, Yusuf ve Zelîha, Hüsn ve Nigâr, Süheyl ve Nevbahar, Leylâ ve Mâcnûn’, N e v ' î - z â d e A t â ' î diye meşhur olan S i n a n b. S ü l e y m a n (ölm, 1044 = 1634 ) ün Suhbat al-abkâr, Haft-h^an, Nafhai al-azhar , Sâki-nâma ( hakikatte yalnız 4 mes­ nevi ihtivâ ettiği ve 5, mesnevinin de D iv â n ’ı olduğu son zamanlara kadar zannedilmekte idi; (C l . Huart.) H AM SE. HAMSA, fars ve türk edebiya- bunun Divân olmayıp, Hilyai al-afkâr isimli tında b e ş m e s n e v i y i i h t i v a e d e n bir mesnevi olduğu anlaşılmıştır. İstanbul, Üni­ m e c m u a l a r a v e r i l e n i s i m d i r . Ham­ versite kütüp., türkçe yazma, nr. 4013 'de kayıtlı selerin en meşhurları şunlardır: N i z a m i ’nin Haft-hvân nüshasının scnu; bk. Agâh Sırrı Panc ganc ( »beş hazîne" ) adı ile mâruf olan Levend, Atayı’nin Hilye-tül-efkâr ’t, Ankara hamsesi ki, şu mesnevileri ihtivâ ed er: Mahzan 1948 ) ; Sehî tezkiresinde edirneli R e v â n î ( ölm. 9 5 0 = 1524 ) 'nin Hamsa-i rümi 'sı zikr­ al-asrâr ( 5 5 9 — 1164), Husrav a Şirin ( $76 = 1180), ha yli u Macnün (584 = 1188), H afi ediliyor ise de, şâirin böyle bîr eser te'lif et­ memiş olduğu kuvvetle söylenebilir. Bir de paykar ( 593 = 1197), Iskandar-nâma ( 597 = N a r g is i ’ nin hamsesi ( mensur ) vardır. 1201 ); A m i r H u s r a v D i h l a v i ' n i n Matla M i r ’A l i Ş i r N a v â ’ i de şark türkçesi al-anvâr ( 698 = 1299 ), Şirin u fjusrav, Mac­ nün iz hayli ( aynı tarih ), Âyina-i Skanda- ile yazılmış beş manzûm eserini Hamsa ismi ri ( 699 = 1300 ), Haşt-Bahişt ( 70i = 1302 ) ; altında toplamış ( Catalogue Ouaritch, 1916, s. H v i c ü y - i K i r m a n ! ’nin Ravzat al-anvâr 23 ; E. Blochet, J A , XI. seri, VIII, 1916, s. ( 7 4 4 = 1343 'te tamamlanmış }, Humây u Hü­ 400 ) ve C a m i 'nin beş kısımdan mürekkep mâyûn, Kamât-nüma, Gul u navrüz, Çavhar- olan tercüme-i hâline de Hamsat al-mutahaynâma; K â t i b i ünn hamsesi noksan kalmıştır, yirin adını vermiştir ( Belin, J A , 5. seri, XVII, bugün bundan 838 ( 1434 )'e doğru yazılmış 18Ö1, s. 303). B i b l i y o g r a f y a m Ch. Rieu, Cata­ olan Gulşan-i abrar ve hayli u Macnün mev­ logue of Persian M ss . Brit. Mus,, s, 504,611, cuttur ; C â m İ üıin Haf i avrang Ün bir kısmı 615, 620, Ğ37, 645, 652, 671, 680; E. J. W. olan hamsesi, şu mesnevilerden mürekkeptir : Gibb, A History of Ottoman Poetry, I, 145 ; Tyhfat al-ahrür ( 886=1 481 ) , Subhat alII, 8. (C l. Huart.) abrar, Yusuf u Zulayhâ ( 888 = 1483 ), hayli HAMSE. HAMSA ( VÜâySfc-İ Hamsa ’nİn kı­ u Macnün ( 889 = 1484 ), Hirad-nama-i Skandari ; H a t i f i ’nin tamamlanmamış olması saltılmış şekli ) »beş vilâyet", biri cenubî Azer­ muhtemel hamsesinden şu mesneviler mevcut­ baycan 'da ve diğeri Iran ün Fars eyâletinde tur : hayli u Macnün, Haft-manzar, Şirin u olmak üzere, fnubtelif türk boyları ile meskûn ik i i d â r i b ö l g e n i n a d ı d ı r . Husrav, Timür-nüma ( 917 = 1510. ile 927 = 1521 arasında ); F a y z i ’nin Markaz-ı advâr, Daha X. asırda Fars eyâletinde, yerleşik ahâ­ Sutaymân u B ilkis, Afal-daman, H afi kış var ve liye mahsus 5 vilâyete mukabil, göçebe ahâli Akbar-nüma ( 1003 = 1595, tamamlanmamıştır ) için de 5 bölge tahsis edilmiş ve buna Vilâmesnevilerini ihtiva eden hamsesi; H a ş a n b. yöt-i Hamsa denilmiştir, işgal ettikleri saha ve S a y y İ d F a t h . A l l a h ün, Peygamber ile hudutları muayyen ve sabit olmayan bu vilâ­ ilk. dört halifenin şanım tebcil eden bîr ham- yetlerde yaşayan göçebelere o zaman zumm sşsi vardır ( 1038 = 1628— 1039 = *630 arasın­ deniliyordu. Kürtçe olduğu tahmin edilen bu da yazılm ıştır). M o l l a T u ğ r a ’ - i M a ş - zumm tâbiri, türk unsuru kuvvetlendikten sonra, h şı d i 'nin Hamsa-i nakısa 'sı Golkonda sara­ il sözü ile değiştirilerek, Fars 'ta türk ve arap yında bulunan beş şahsın hicvidir; bu müellif kabilelerine »Hamse illeri" mânasında, ilât-i Avrangzib saltanatının ilk zamanlarında ölmüş­ Hamsa denildi (krş. W. Barthold, îstorikotür (1069 = 1659). geogr. obzor frana, s. 11ı v.d.). Azerbaycan



gümüş muskalar yapıhr. Haftanın beşinci günü olan perşembe, nazar.değmesine karşı yapılan büyülere müsait sayılır ve bu gibi tehirleri izâle husûsunda, meşlıûr evliya türbeleri o gün ziyâret edilir. B i b l i y o g r a f y a : E. Doute, Magie et religion dans VAfriyae da JVord, s. 183, 326; Lefebure, La Main de Fatma ( Balletin de la Societe de geographie d’ Alger, 1907, 4.. kısım, s. 411— 4x7); P- Eudel, Orfevrerie algerienne et tunisienne, s. 253 ; Cezayir umûmî vâliliği, Catalogue descriptif illustre d’oııvrages d'or et d’argent, şekil 47, 48, ,79, 156; Vassel ( R. T mayıs, 1905, s. 550; .mayıs, 1906, s. 220); Tuchman, Fascina. Hon ( Melusine, 1897, VII, 58}.



HAMSE. 'dakı Hamse üıin de aym surette teşekkül etmiş olduğu şüphesizdir. Mamafih »beş il, beş boy, beş uruğ" mânalarını da İfâde etmesi muhte­ mel olan hamsa tâbiri ile V. asırda bu bölgede yerleşmiş olan ilk türkîerden Beş-Oğur veya Beş-Uygur isimleri arasındaki benzerlik de dikkati çekmektedir ( Krş. A . Zeki Velidi Togan, :Umûmî iürk tarihine giriş, s. 143,160— 163 ). I. A z e r b a y c a n H a m s e 's i şarktan ve cenuptan— Kazvin ve Hemedan eyâletleri, garp­ tan : Afşar ve Gerrus sancakları, şimâl-i gar­ biden — Azerbaycan ve şimalden— Gilan eyâlet­ leri ile. hudûtlanımş olup, idare merkezi Zen. cân (Zengan ) şehridir. Vilâyet Kızıl-özen ırma­ ğı, Zencan-Çay, Ebher-Çay, Ic-Çay ve bunlara karışan diğer bir çok çaylar üzerindeki ovalar île sik orman ve otlakları hâvî Kaflan-Dağ, AkDağ, Karavuî-Dağ, Engûrân-Dağ, Tarum-Dağ, Afşar-Dağ, Secas, Gerrus ve başka dağ silsile ve gruplarım içine aldığından, en eski zamanlar­ dan beri ;muhtelif türk boylarının yaylak ve kışlak bayatına çok müsait bîr saha teşkil et­ miştir. İdare bakımından , Azerbaycan eyâleti :hâricinde bırakılmakla beraber, coğrafya, et­ nografya, dil ve kültür, iktisâdı bayat/ ve tari­ hî mukadderat bakımlarından, tâ Medya dev­ rinden beri, Azerbaycan ile ayrılmaz bir küîl teşkil etmiş . olan Hamse vilâyeti, Sâsânîler deyrinde ye. onları takıp , eden araplar zama­ nında, Derbend 'den Hemedan 'a kadar uzanan Azerbaycan ( .Tabari, bk. Zotenberg, Chranîque d e , Tabari, Paris, 1871, III, 494 ) 'm en cenup bölgesini teşkil etmiş ve araplardan son­ ra başlayan türklerin hâkimiyetleri deyrinde, cenubî Azerbaycan ün yaylak olmasına muka­ bil, şimalî Azerbaycan ile birlikte, bilhassa bir kışlak rolünü oynamıştır ( krş. İA, İstanbul, 1942, H, 93 b „ A h â l i bakımından Azerbaycan Hamse 'si kâmîlen türkîerden İbarettir. Ahâlînin esâs küt­ lesini,:: Erdebil ve Halhal [ bk. madd.] da oldu­ ğu gibi, Şahseven [ b. bk.] adı altında birleşen türkler teşkil eder. İkiye ayrılan bu ŞahsevenIerin en mühim kolu Afşar [ b. bk.] lardan İba­ rettir. Zirâat ile meşgul ve toprağa yerleşmiş olan bu türkîerden başka, Hamse vilâ­ yetinde, toprağa yerleşmiş olmakla beraber, ayrı kabîle ad ve teşkilâtını muhafaza etmekte devam eden Usanlu, Mukaddem, Bayat, İnanlu, Hudâbendelu, Çekni, Ydmaç, Tırpahîu ( Torpablu ===Topraklu ) ve başka türk toplulukları da vardır. Toprağa yerleşmek neticesinde boy, nruğ ve oymak teşkilâtını iamâmiyle unutmuş olanların adlarına meskûn ve gayr-i meskûn mev­ ki adlarında yer-yer rastlamak da mümkündür. Sâsânîler devrinde Kafkasya dağlarını aşıp, -'mâlî ve cenubî Azerbaycan'ın muhtelif yer-



201



I îerinde kısmen iskân edilen, kısmen de o yer­ leri işgal ederek, yerleşen Ak-Hun ve Kaçar­ ların da dâhil bulunduğu Ağaçeriler ile Sabır (Subar, Sub-er, Savir, Savar, Suvar) türklerini, V.— VI. asırlarda bu bölgelere gelmiş, hattâ bunlardan bilhassa Sabırları Kazvın hududun­ da Deylemlüere karşı, muhafız olarak, görüyo­ ruz, Tarum ile Kazvin arasında bulunan Semiran ( Sîmran, Semiren) kalesinden daha X. asırda „ÂI-i Kenger" yahut »îbn Suvar" ( Ken­ ger liler, Suvar-oğulları ) sülâlesi neş'et etmiş idi. Bizans kaynaklarının kendilerinden Peçeneklerîn bir kabilesi sıfatı ile bahsettikleri, fakat Azerbaycan 'a çok daha evvel gelmiş oldukla­ rına şüphe olmayan bu Kenger (K en g-E r)ler Türkistan Kengerlerinin bir kolu idiler. Bunlar daha I. asırda Türkistan 'a hâkim olan ve ekseriyeti Sır-Derya havzasında yaşayan büyük bir türk ulusudur ( çin kaynaklarında Keng-ki, Keng; îıind kaynaklarında Kangka, Orhun ki­ tabelerinde A s kavini ile birlikte Kenger-As adı ile zikredilirler; İran destanlarında Efrâsyâb'm payitahtı olarak gösterilen Kang-Diz bunlara atfolunur; krş. A , Zekî Velidi, Azer­ baycan etnografyasına dâir, Âzerb. yurt bil­ gisi, II, sayı 14, 1 5 ) . v Sâsânîler devrinde Tabari ( I, 884 ) 'ye göre, Gürcistan ve Ermenistan ile birlikte, »Hazar­ lar ülkesi" admı almış olanşim âlî Azerbaycan ü türkîerden boşaltmağa vö hiç olmazsa, türk: leri azaltmağa çalışan Nüşİrvân, an'ane vî İran siyâsetini tatbik ederek^ şiddetle tehcir ve tem­ sil siyâsetine: girişmiş idî. Bu maksatla türkler : cenuba goçürülüyor ve yerlerine fars unsuru iskân ediliyordu. Bu türklerin mühim bir kısmı, bilhassa Hamse taraflarında yerleştiriliyordu. Bunlar arasında, Tabari (I, 595 v.d.)'deki kay­ da göre, Yazarve Sûl (S ol) türklerinden başka, Bulgar ve Belencer türkîeri de var idî. GÖk-türklerin ordusuna mensup olup, Sâsânîler ile harpte mağlûp olunca, bunlardan i o .o c o kadar aile Azerbaycan'a yerleştirilmiş idi. Hamse ve havâlisinde, Sâsânîlerin sukutun­ dan sonra, arap hâkimiyeti devrinde de türk unsuru artmıştır. Türkistan 'dan, Iran tarîki ile, Türkmen*Oğuz unsuru, cenûbî Iran ile beraber, Hemedan, Kazvin ve Hamse havalisine gel­ dikleri gibi, Abbasî halifelerinin hizmetinde bulunan türk emirleri de, türkîerden mü­ rekkep orduları İle, buralara gelip yerleşi­ yorlardı, Bu emirlerden biri olan Mubirak al-Turki IÇazvin ’in iç kalesini yaptırmış ve ona kendi adını vermiş İdi (krş, ibn Fakilı, s. 282). İbn Fakih (î 4Ğk)' i n Meşhed nüshasın­ daki sarahate göre, bu emîr kendi kabilesini de Kazvin etrafında yerleştirmiş id i; İbn al-Asir (M ısır tab,, 1301, IX, 157— 163) 'deki tafsi­



202



HAMSE.



lata göre, Gaznelilerden Sultan Mahmud ve onun oğulları zamanında, Türkistan ve Hora­ san taraflarından kalkan ve Selçukluların ön­ cüleri sayılan Oğuz türkîeri, büyük bir kala­ balık hâlinde, Irak-ı Acem, Rey, Isfahan, Hemedan, Deylem ve bütün Azerbaycan *ı istilâ etmiş ve mühim bîr kısım buralarda yerleşip, kalmışlardır. Bu devirde, araplarm hâkimiyeti zamanında, Irak*ı Arap ve Irak-ı Acem'den gelen ticâret yolları, Hamse 'nin merkezini teş­ kil eden Zencin 'da birleşiyordu. Kazvin 'den Zencin 'a gtden yol Ebher üzerinden . geçerdi. Zencin 'dan sonra, Miyâniç 'ten itibaren, bu yolun bir kolu Erdebil 'e ve oradan da Şirvan, Arrân ve Gürcistan 'a ve diğeri de Tebriz ve Meraga'ya giderdi. Selçuklular devrinde Rey, Çazvin, Hemedan, Cebel ile Deylem taraflarında ve Bagdad ’dan Azerbaycan 'a giden yol üzerinde türkçe ad taşıyan ve türkîer ile meskun müteaddîd şehir, kasaba ve kale İnşa edilmiş olması, bu mmtakada türk nüfûsunun arttığını göstermektedir ( krş. Zeki Velidi, Azerb. y u rt bilgisi, II, sayı 15, s. 103 v.d.}. Selçukluların sonlarına doğru Hamse bölgesinin ( Kazvin, Hemedan, Deylem, Gîlân, Talkan ve Azerbaycan ile birlikte ) Tuğrul 'a isa­ bet ettiğini görüyoruz ( Şadr al-Din al-Husayni, Âhbâr-i davlat-i Salçükiya, s. 63— 65 ; Bundâri, s. 134 v.d.). 527 ( 1132/1x33 ) 'de, Zencin başta olmak üzere, bu bölgenin sâhibi emîr Sunkur idî ( Şadr al-Dİn al-Husayni, s. 72— 76 ). Bu devir­ de Selçukluların dahilî harplerine sahne olan Hamse, atabeylerin hâkimiyeti zamanında, türk­ üsen beyleri tarafından idare ediliyordu. Sel­ çuklu vezirlerden zen canlı Muzaffer b. Sayyidi burada ve bu devirde yetişmiş olan devlet adamlarından idi ( ayn. esr., s. 77 v.d., 1x8, 123, 128, 134 ). Moğul fütuhatına yakın bir zamanda Calâl al-Din K vârizmşâh [ b. bk.] devrinde, Azerbaycan 'a cenuptan gelen Oğuz türklerinîn akını daha ziyâde artmıştır. Horasan ve Irak oğuzlan, bütün kabile ve malları ile, Azerbaycan 'a dolmuşlardı. Moğullar dev­ rinde bilhassa bu bölgede türk kesafeti son derece artmış bulunuyordu. Hamse bu devirde yeni iskân bölgelerinden en mühimini teşkil etmiş idi. Ebher 'den 9 ve Zencin 'dan 5 fersah mesafede, bu iki Hamse şehri arasında, Îİhanlılar devrinde ve sonraları payitaht hâlini alan Sultâniya £b. blc.] şehri kurulmuştur. Hamd Allah Kazvini ( nşr. Schefer, 239°— 24$k)'ye göre, bu şehir bütün ana yolların birleştiği bir mahal hâlini almış idi. Buradan cenuba giden yol — Hemedan tarîki ile, Bağdad'a ve oradan da Mekke 'ye, şarka giden yol — JÇazvin ve Horasan 'a, şimale giden yol — Zencin ve Er­ debil tarîki ile, Arran, Şirvan, Dağıstan ve



Gürcistan'a, garba giden yol — Zencin, Tebriz ve oradan da Anadolu 'ya ve cenûb-İ şark yolu ise — Sâve tarîki ile, IÇumm, îsfahan, Şiraz ve Basra körfezi limanlarına ulaşırdı. Ilhanlılar devrinde Hamse bölgesinde, Sultâ­ niya 'nin şimalinde, 35 kadar türk köyü kurul­ muştur, Moğüîiya ismi ile kurulan yeni şehir de burada idi. Bu şehrin etrafında kurulan türk ve moğul köyleri XIV. asırda zirâat ile meş­ gul idiler. Sultâniya 'nin 5 fersah şarkında es­ kiden Kuhud adım taşıyan köyün yerinde SayınKala şehri meydana geldi ( krş. Kazvini, s, 187 ). 1291 'de Argun'un defnedildiği Sultâniya 'nin ceûbundakı Secas dağlan bölgesinde ve Îc-Çay vilâyetinde yüze yalcın türk ve moğul köyü inşa edildi. Ic-Çay ırmağı da türkçe Suğurluk adım a ld ı; bu ad ay m zamanda bu ha­ valide hanların çok sevdiği bir yaylağın adıdır ki, Taht-ı Süleyman da burada bulunur. Sul­ tân i ya'nin kurulduğu yere de Kongur-Ölen adı verilmişti. Bu ve bundan başka bu civardaki KöyBulda^ ve Yüz-Yığaç kışlak ve kasabaları da Ilhsnldar tarihlerinde çok zikredilen yerlerdir. Kazvin civarında, evvelce 40 köyden ibaret bulunan Paşkil sancağı da, Kazvini ( s. 67 ) 'ye göre, »zamanın inkılâbı" sayesinde »moğul" köyleri oldu. Selçuklulardan sonra tamâmiyle türk ve moğullar tarafından İskân edilen orta Safid-rüd türkçe Kızıl-Özen adını aldı. Kazvin 'İn garbında Ak-H vSca ( Kazvini, s. 173 ) ka­ sabası kuruldu. Bu civardaki Kurh rüd, Türkân-Moren adını almıştır. Uicaytu-Buynuk ka­ sabası da Kızıl Özen üzerinde kurulmuş idi. XVIII. asrın sonlarında Kaçarların İran 'da hâ­ kimiyeti ellerine almaları, Rusya ’nm Kafkasya 'da yerleşmeğe ve buradan sıcak denizlere doğru yayılmağa çalıştığı zamanlara tesadüf eder; Rusya ve onun Gürcistan'dan ibaret peykine kaışı kendilerini müdâfaa etmek mec­ bur iyetinde kalan Kaçarlar, Hamse ve havâlisin'n askeri iktisadiyat ve harekât bakımından ehemmiyetini tekdirde gecikmediler. Kafkas­ ya 'ya giden Nabçivan— Erivan, Karadağ— Karabağ ve Erdebil— Mugan gibi üç ana yol, gerilerde Hamse vilâyetinde birleşiyordu. Üs­ telik burası, ordunun teçhizi için, hayvan bes­ lemeğe ve ordunun toplanmasına müsait olan yegâne yer idi, 1813 Gülistan muahedesi ile şimalî Azerbay­ can hanlıklarının Rusya hâkimiyetine geçmesi ve Rusya ’nm daha cenuplara doğru yayılmak İÇİ n bahâneler araması üzerine, Feth-Ali Şah Kaçar, 1826— 1828 savaşlarına hazırlanırken, bu bölgeye fevkalâde ehemmiyet vermiş idi. FethAli Şah Sultâniya'yİ, Sultlnâbâd adı altında,, yeniden ihyaya karar verdi; burada bir yazlık saray ve bir de kale inşa etti. 1826 savaşı



HAMSE -



HAMZA.



203



Bundâri, İran . bk.] ’inih metbûiyetinİ kabûl ettiler. Hanifaler Bakrler ile iranlılar arasında mamak lâzımdır. B i b 1 1 g o g r a f y a ! Lisân al-arah, X, yapılan meşhûr Zü-Kar muharebesine iştirak 4Q2— 405; Ya'kübi, Historîae ( nşr. Houtsma ), etm ed iler E b k. BAKR B. V ’ İL]. - I, 51 v.d .; Mas'üdi, Bibliotheca geogr. araHanifalerin reisi Havda b. ‘A li Irîaer’de otu­ bicorum ( nşr. de Goeje ), VIII, 6, 4, 90 v.d., ruyordu. Irak'tan Yem en’e giden kervanlara 122 . v.d., 136 ( bk. mad. fih rist); Spren- refakat ederek, bunları yolda maruz kalabilecek­ :;mg&ri:Leben:Mahammeds, I, 46 v. d d .; Kuenen, leri hücumlardan muhafaza etmekle mükellef Volksreligion «. Weltreligion, XX, 301— 307 ; İdi. Böyle bir vesîle ile, bîr defa Dalma ’da Wellhausen, Reste arab. Heidentams, 2. tab., Tamimlerin baskınına uğradı. Esasen Hanifa­ s. 238 v. d d .; Nöldeke, ZD M G , XLI, 721, lerin Tamimler ile daha başka ihtilâfları da Nene Beiirage z. semit. Sprachmissensch,, olmuş idi. ‘Amrler Habâ’a muharebesinden ( Zubs. 30; Hirschfeld, New researches ini o the yânlar ile ) sonra Yamama ’de Hanifalerin ya­ composition and exegesis of the Qoran, s. nma hicret ettikleri vakit, bunların reisi Katâda 19, 26; H. Winckler, Arabisch-Semitisch- b. Maslama île kavga ederek, Tamimlerin bir Ör/en#afecA, s. 79 ; H. Grimme, Mohammed, kolu olan Sa'd b. Zayd Manâtlarm yanma I, 13; II, 59 v.d.; D. S. Margoliouih ( J R A S , gittiler ve orada kendilerine bir sığınacak yer 1903, s. 467— 493); Lyall ( ayn, e s r s. 771 buldular. _Sitâr muharebesinde Tamimlerden — 781 ) ; Schulthess, Orient, Studien ( Fest- Kays b. !Aşim Ifatada ’yi öldürdü. Tamimler . schrift N öldeke), I, 86— 88, Beiirage zur ile yapılan muharebelerden Huşayba (Yamama Assyriologie, VIII, 3, $. ( F r. BUHL.) yakınında) ve al-Zahr muharebelerini zikret­ HANÎFA. [ Bk. HANÎFE.] . mek gerektir. HANÎFE. ^A N İFA b . L u c a y m , B akr b. 6 ( 628 ) senesinde muharrem ayında Hanifa­ V  ’İL [ b. bk.] k a b i l e s i n i n m ü h i m b i r lerin reisi Mekke ’ye mübarek makamları ziya­ k o l u . Arabistan ’m şimâlinde olan bu kabi­ rete ('a m ra ) giderken, 30 müslüman tarafın­ lenin îcl [ b. bk,] ’ler ile karâbetleri vardır. Câ- dan yakalanarak, esir edildi ise de, İslâmiyet i hiliye devrinde: kısmen putperest ve kısmen ; kabûl edince, serbest bırakıldı. Hanifaler üze­ hıristîyan idiler. Putperestler tereyağı ile bal­ rindeki nufûzu sâyesinde. Peygamberin îîîÇ10-



2.1â



HANIFE -



HANSA.



cipe L. Caetani, A nnali, delV İslam, VI, 335 nuniyetim kazanmak için, uzun müddet zahire­ lerini dâima Yamama 'den almağı âdet edinmiş 337, 451— 453, 635— 644, 723— 762.. olan Mekke Kureyşîlerine zahire verilmesine ( J , SCHLEİFER.) mâni oldular. «Elçiler ( vafcl) senesi" denilen H A N İ K Î N . [ Bk. hânîkin .] H Â N lK ÎN . HÂNİKÎN, Irak 'ta Bagdad — senede (9 = 631) Hanifaler de, Musaylama ismi verilen Harun b. Habib 'in riyaseti altın­ Kirmanşah yolu üzerinde, İran hudûdu yakınında, da, Peygamberin huzuruna gittiler. Musaylama Diyâla'nin tabii Holvan-Çay üzerinde b i r k a ­ . daha sonra Peygambere rakip oldu ve Pey­ s a b a . [X X . asrın ilk yıllarında burası, Ana­ gamberin arkadaşı ve müstakbel halefi oldu­ dolu — Bağdad demir-yolunun İran hudûduna ğunu, iddia etti. Peygamberin aUkazzâb («ya­ uzatılacak bir kolu ile ruslarm İran 'da kurma­ lancı, müzevvir") namını verdiği Musaylama ğı tasarladıkları demir-yolları şebekesinin ilti­ ■ i l (6 3 3 ) senesinde diğer iki yalancı peygam­ sak noktası olarak, bahsedilmiştir. Daha sonra ber olan Asvad al-Ansı ve Tuîayha ile aynı Hânimin ’ın adı Irak petrol şirketi tarafından zamanda ortaya çıkınca, Hanifalerin büyük işletilen petrol kaynaklan vesilesi İle, çok . bir kısmı, Peygamberin Medine 'de Musaylama geçmiştir], al-Hira emîri Nu'mân V ,'m , metbuu hakkında arkadaşı ve müstakbel halefi oldu­ Sâsânî hükümdarı Husrav II. tarafından, Ha» ğunu söylediğini bizzat İşittiğini iddia eden nikin 'de ölünceye kadar mahbûs tutulduğu­ reisleri Raceâi b. Unfüa 'nin teşviki ile, Mu­ na dâir rivayetten, o devirde burada bir saylama'ye iltihâk ettiler. Bunlar Abu Bakr kale bulunduğu anlaşılmaktadır. Hânimin köp­ zamanında da, Musaylama'ye sâdık kaldılar. rüsü de Sâsânîler zamanından kalmış olsa Buna karşı giden ‘Ikrima b. Ab i CallI mağlûp gerektir. Bu köprü dere vadisi üzerine müteoldu. Şurahbil b. Haşana 'nin bir hücumu da addid kemerler İle tuğla ve alçıdan yapılmıştır Hanifaler tarafından püskürtüldü. O zaman Kemerlerin sayısının 24 ve her birinin geniş­ Musaylama kuvvetlerini Hacr civarında ‘Akra­ liğinin 20 zira olduğu mervîdir. İbn at-Fakih ba 'jia topladı ve burada Hâlid b. al-Valid ku­ 'te bîr «Hânîkin günü" 'nden bahsedildiğine mandasındaki müslümanlar ile vuku bulan meş­ göre, müslümanlar tarafından fethinde burada hur muharebe Hanifalerin tam bir hezimetleri bir muharebe vuku bulmuş olsa gerektir. Arab İle neticelendi. Her iki reis, Muhakkam b. hâkimiyeti devrinde Hânîkin, Bagdad 'm aza­ Tufayl ve Raceâi b, Unfüa, maktul düştü met ve parlaklığı yanında, küçük bir kasaba ve Musaylama öldürüldü. Hanifaîerden o gün ve Bagdad— Horasan yolu üzerinde alelade bîr 10— 20.000 (?) kişinin öldüğü söylenmektedir. konak yeri idi. Mis‘ar tarafından verilen malû­ Bunun üzerine Hâlid b. Valid Hacr şehrini mu­ mata göre, Hânîkin 'de bîr neft kaynağı dev­ hasara etmeğe kalkınca, Hanifaler Muca’ 'nm lete büyük ırâd temin ediyor idi. Muahharen tavassut*! sayesinde, İslâmiyet! kabûl ederek, 219 ( 834 ) 'da bastırılan bir kıyamlarından son­ itaat ettiler ve menkul mallarını teslim eyle­ ra, Zuttlar aşağı Mezopotamya 'dan Hânîkin diler ; bu mallar müslüman mücahitleri arasın­ civarında bir mmtakaya nakledilmişlerdir. da taksim edildi. B i b l i y o g r a f y a i al-Ya‘^:übi ( nşr. B i b l i y o g r a f y a% Hamdâni, Çazîra Houtsma), I, 245, II, 576; al-Balâzuri, (nşr. (nşr. D. H. MüIIer), s. 139, s~ s, 12 v.d., de G oeje), s. 376; İbn al-Falfih ( B G A , V, 141,-3 V.d., 7, 16, 161, 24 — 162, 1, 4, 7— 9, 1 72) ; al-Tabari (nşr. de Goeje), I, 1028; 25— 26, 163, 3 v.d.; Yâküt, Mu cam I, 116, III, 1168; İbn Rosteh ( B G A , VII, 164); Kitâb aUAğâni, II, 31, VIII, 186; al-Mukad887 ; II, 117, 447_» 955 î HI, 582, 643, 753 ; IV, 669, 782; Taban, Annales (nşr. de Goeje), dasi ( B G A , IH, 1 21 ) ; al-Bakri (nşr. Wüstenfild ), s. 320; Yâküt, Maçam (nşr. Wüs!, 1205, 1737— 1739, 1939— 195? ve fihrist mad.; İbn Hişâm, Sira ( nşr. Wüstenfeld ), tenfeld ), II, 393 v.d.; G. Ie Strange, The Lands .945 v.d.; Âğâni, IV, 135; XI, 152 v.d.; XII, o f the Eastern Çaliphate ( Carabrİdge, 1905 ), 144, 149 ve fihrist, yk. b k .; K, Ritter, Erds. 61 v.d., 80. (P . SCHWARZ.) kunde, XII, 106, 149, 387,602; F. Wüstenfeld, H A N S A ’, [ Bk. HANSÂ.] Genealogische Tabeîîen der arab. Stâmme H A N S A . H A N SA ’, A r a p l a r ı n e n b ü ­ and Familien, levha B 16 ; ayn. mil., Register, y ü k k a d ı n ş â i r i olarak şöhret alm ıştır; ası! s. 204 ; Caussin de Perceval, Essai sur l'his- adı Tumâzir idi. Aralarından bir çok şâirler ve toire des Arab es avant l’islamisme, I, 102; bu arada meşhûr Zubayr b. Abı Salma yetişmiş II, 178, 270, 372, 378, 404— 408, 4$9, 573; olan Sulaym kabilesinden‘Amr b. al-Şarid 'in kızı III, 152 v.d., 389, 310 v.d-, 346, 371— 378 ; W. idi. Babasının büyük şöhret ve servet sahibi ol­ Muir, The life of Mahomet, I, 223; II, 303 duğu pek muhtemel görülmektedir; zîra aUMar» (n ot.); IV, 217, 246 v.d.; ayn. mil., ı4 nnaZ$ züki, Kitâb aUazmina ( tab. Haydarâbâd, II, 168 ç f tke early Çaliphate, s. 38—46; Prin- V,d. ) 'def oğulları Mu'âviya ve Şahr ile bşrâberj



HANSA.



219



35. fil senesinde ‘U kiz panayırım ziyaret ettiği hesiz, al-Hansâ’ 'mn oğlu değil idi ve Mirdâs'm ve Yaşrib mihîaf 'ında al-Vahida 'de kâin bir daha eski b ir izdivâcmdan olmuş olsa gerektir. araziyi, şâir Cami! 'in büyük babası Ma'm'ar b. Müteşebbis bir adam olan Mirdâs ’m, bir kaç ar­ al-Hâria 'e satmış olduğu kaydedilmiştir ve al» kadaşı ile, bir kaynak civârmdaki bataklık bir Aşma,i de bu vesile ile tanzim edilmiş olan ve­ arazîde zirâat yapmak istemiş ve burada sakin sikanın, halife Harun al-Raşid devrinde, hâlâ bulunan ecinniler tarafından yavaş-yavaş öl­ Ma'mar'ın ahfadı nezdînde mahfuz bulunduğu­ dürülmüş olduğu rivayet edilirse de, o, çok nu söyler. Bu vesika doğru olduğu takdirde (ki, muhtemel olarak, yakalandığı sıtmadan ölmüş .kanaatim, o merkezde değildir), al-Hanşa” nın olmalıdır. kardeşlerinin hicretten 15 yıl evvel, yâni m. Bununla beraber, al-Hansa’ 'nin hayatında 607 senesinde, babalarının işlerine iştirak ede­ en ehemmiyetli vak’a, iki kardeşini, Mu‘âvlya cek bir yaşta bulunmaları icâp eder; fakat ve Şahr'i, kaybetmesidir. Mu‘âvîya, araplarda fil senesinin, Islâm kaynaklarının gösterdikleri âdet olduğu üzere, 18 arkadaşı ile beraber, Murtarihten hayli daha eski olması muhtemeldir. ra kabilesi üzerine akma gitmiş idi. ‘Ukâz pana­ Hansa’ 'nm hâl tercümesini yazanların onun yırında bu kabileden bir adam Haşini b. Harhayatında kaydettikleri en eski vak'a 9 ( 631 ) mala ile kavga etmiş ve muvaffakiyetsiz bîr yılında öldürülen yaşlı Durayd b. al-Şimma tara­ teşebbüsten sonra, Murralerin arâzisine girmiş, fından yapılmış olan izdivaç teklifidir. Bu adam fakat burada Hâşim ’in kardeşi Durayd tara­ ile al-Hansâ’ 'um kardeşi Mu'â viya arasında fından öldürülmüş idi. Kardeşinin ' intikamını :sıkı dostluk var idi ve birbirlerine, hangisi daha almak vazifesi uhdesine düşen Şahr, Durayd'i evvel ölürse, hayatta kalanın, bir mersiye ile, öldürmeğe muvaffak olmuş ve savaşta aldığı öleni yâ detmesini vaad etmişler idi. al-Hansa1 o yarası yavaş-yavaş İyileşmekte iken, Sulayın vakit pek genç bir kız idi ve: îzdivâe teklifinin kabilesine mensup başka bir şahıs Durayd'in kardeşi vâsıtası ile yapılmış olmasından, o tarihte kardeşi Hâşiin 'i de öldürmüş idi. Kardeşinin babasının'ölmüş bulunduğu: istidlâl edilebilire O kamnm bu suretle iki katlı intikamı alınmış devirde bir genç kızın böyle bir teklif hakkın­ bulunması île kanaat etmeyen Şahr* nihayet da fikir beyân etmesine müsâade olunması dik­ Murraler ile müttefik Asad kabilesine mensup kate şayandır ve Durayd’i gördükten sonra, Fak1aslardan bir adam tarafından, ağır surette teklifi reddeden al-Hansa’ onun ile ve kabi­ yaralanıncaya kadar, bu kabileye karşı akmlarılesi, ile istihza yolunda bir şiir söylemiş vş hat­ na devam etti. Uzun müddet çadırında ve anlaşıl­ tâ evvelce: de Badr ailesinden ve başka bir dığını göre, karısına bir yük olarak sürüklen­ vesile "ile adı duyulmayan diğer birisi tarafm- dikten sonra, nihayet öldü. Hep bu vak’alar islâdatf da böyle bîr teklif yapılmış olduğunu bil­ mm kuvvetlenmesinden evvel cereyan etmiş, fa­ vesile-ilâve etmiştir. Bundan sonra kendi kabi­ kat al-Hansâ’ yeni dinin nihâi zaferini görün­ lesi Sulayın 'den *Abd al-'Uzzâ ( yahut İbn Ku« ceye kadar yaşamıştır ; kendisinin Peygamber 'e tayba'ye göre, Ravâba b. ‘Abd al-'U zzâ) ile şiirlerini okuduğu ve beğenildiği rivayet edil­ evlenmiş ve bu ızdîvâcdan- doğan oğlu Abu mektedir, ‘Omar 'in hilâfetinde, 4 oğlu ile bera­ ıŞaeara ‘Abd Allah, Peygamber'in vefatından ber, ÎCâdisiya muhârebesine İştirâk etmiş ve sonra zuhûr eden irtidad hareketinde, ehemmi­ oğullarının hepsi de burada şehit düşmüştür. yetli bir rol oynamış ve ‘Omar'in hilâfetine Rivayete göre, kardeşleri ve Şahr hakkında izhâr : kadar, Medine 'ye gelememiştir. Bu ‘Abd al-'Uz­ edegeldiği müfrit keder ve matemden dolayı, zâ, muhtemel olarak, çok yaşamamış ve al- Han­ gerek halife ‘ Omar ve gerek ‘A ’işa tarafından sa’ kendi kabilesinden Mirdâs b. A b i ‘Amir takbih edilmiştir. Islâmm ne âl-Hansâ’: ve ne adında biri ile evlenmiş ve bundan Zayd, Mu- de şiirleri üzerinde hakikî bir te'siri olmamıştır. 'âviya ve ‘Amr adlarında üç oğlu ile, büyük İyi bir tesâdüf şevki ile, mersiyelerinden bir ihtimâl ile, evlâdlarımn en küçüğü olan ‘Am- bir haylisinin yazmaları mahfuz kalmıştır ve ra adında bir k m olmuştur. Cheikho 'nun gayreti sayesinde, tam denile­ Bildiğimiz vukuat tarihlerine bakarak, al- bilecek bir divânı elimizde bulunuyor. Bu di­ Hansâ’ 'nin ne vakit doğduğuna dâir, hattâ vanda toplanan manzumeler arasında, tabi’î, takribi bir. hesap yapmak hayli güç bir mes­ mersiye şâir esi olarak, pek büyük bir şöhret eledir; fakat oğlu Abu Şacara'nin 13 (634) kazanmış olan al-^jlansâ’ 'ya ■ isnat edilmiş par­ yılında ridda [ b. bk. ] hareketinde ehemmiyetli çalar da vardır; fakat isnadlanna göre, pek bir rol oynamış ve aş.-yk. 30 yaşlarında bulun- eskiden kendi kabilesine mensup adamlar tara­ •ması muhtemel olduğuna göre, bundan al-Hansâ’ fından toplanmış oldukları anlaşılan bir çok 'nin da o sırada 40 ile 50 arasında ve belki bîr az şiirlerin de onun eserleri olduğunda şüphe daha yaşlı bulunduğunu istidlâl edebiliriz. Pey- yoktur. Bunlarda câkiliya devrinin hakikî duy­ gamberin fâîrlerigdeİB al-'Abbâs b. Mirdâs, şüp­ gu lanım ifâde edilmiş bulunraşşt dikkate değer,



220



H AN SÂ



H A N E D Â Z BEG İM .



;Uhrevî hayattan bahis yoktur; yalnız Öldürül­ müş olanların kanı intikam ister ve oıılarm merdâne hasletlerini sayıp, senâ ederek, bu ka­ yıpların telâfi edilemeyeceğini söyler, < Gerek hâl tercümesi ve gerek şiirlerinin me­ ziyetleri, Cheikho, Gabrieli ve Rhodokanakis tarafından, etraflı bir surette tetkik ve tenkit edilmiş bulunduğundan, hayatı ve eseri hak­ kında bu müelliflerden oldukça tam ve etraflı malûmat edinebiliriz, Al-Hansâ’ ’mn mersiyeye bîr takım yenilikler sokup-sokmamış olduğunu tesbit etmek hayli güç bir meseledir. Fakat kendisinden sonra bir çok mersîyecilerin ve bu arada kendi kızı ‘Amra'nİn ondan mülhem oldukları muhakkak gibidir. Eğer şiirlerini çağ­ daşlarının (burada yalnız Mutanındın ve Abü Zu’ayb 'i zikretmek İsterim ) şiirleri ile muka, yese ederek, onun eserlerinde diğerlerinin bütün şairane güzelliklerinin bulunmadığını, fakat bu­ na mukabil, daha çok samimî bir kedere ter­ cüman olduğunu teslim etmemiz icâp eder. Bundan başka, aynı düşüncelerin ve fikirlerin tekrarlanmasında yek-nasakhk vardır. B i b l i y o g r a f y a X Nöldeke, B eitrâ g e s a r K en n tn is der alt ar ab. P o esie ( Hannover, 1864 ) ; D iv a n ( nşr. Cheikho), Beyrut, 1889; C om m a ntaire su r le D iw â n d ’a l-K h a n sa 3( nşr. Cheikho), Beyrut, 1895; Gabrİelî, I tem p i, la vita e il ca n zo n iere d ella p o etessa a l-H a n sa



( Florenz, 1899); N. Ehodokanakis, al-H ansa u n d ih re T rau erlied er ( S . B . A k ., W îen, 1904); Coppier, L e D iw â n d f a l-K h a n s a , (Beyrut, 1889); al-Cumahi, T a b a kâ i, s. 48 ve 51; K itd b a b  ğ â n î, XIII, 136 v. d d .; alTabari (nşr. de Goeje ) 1, 1905 v.dd.; îbn Ktıtayba, K itâ b a l - Ş ı r ( nşr, de Goeje ), s. 197 v. d d .; bunlardan başka, H am â sa ve K itâ b alA ğ â n î 'den itibaren, eski arap şiirinden bahse­ den hemen bütün eserlerde al-Hansâ’ 'dan par­ çalara ve notlara rastlanır ve Cheikho tarafın­ dan D iv â n 'ın neşrinden evvel şark şiirine dâir bîr çok Avrupa antolojilerinde al-Hansâ’ 'nm bâzı münferid şiirlerinin tercümeleri vardır. (F. K r en kow .) H A N S A yahut H IN SA . H A N SA yahut HÎNSA, Ç i n 'd e moğullarm devirdiği Sung payitahtı olan b i r ş e h i r , çioce adı eskiden King sheu, şimdi Hang-chou-fü [ bk. mad. çfN ] 'dur. Raşîd al-Din ( nşr. Blochet, s. 489 ) 'de Hinksây, Vaşşâf 'ta Hinzay ( taş basm., Bom­ bay, 1869, s. 21 v.d .: Hitrây), Hamd Allah Kazvini, N u z h a t al-kulüb ( nşr, G. le Strange, s. 10, 7 ve 261, m ) 'da Hinsây, Ibn Battüta ( nşr. Defremery-Sanguinetti, IV, 284 v. dd.) ta­ rafından Hansa şeklinde harekelenmiş ve meş­ hur şâire [bk. mad. HANSÂ’ ] 'nin adı ile alâkalı . pıtrak, gösterilmiştir. Moğul devrinde adı şık



-sık geçer ve o zaman dünyanın büyük ticarî şehirlerinden biri olarak kaydedilir. Orada hayli mıkdarda (40.000 kadar) müsîüman bulunduğun­ da İslâm ve hİristiyan kaynakları müttefiktirler. Bibliyografya'. İslâm kaynaklan içm bk, Ouatremere, H is io ir e des M on g ols de la F e r s e p a r R a sch id -eld in , s . L X X X V i I v.dd. ve Ch. Sehefer, C en ten a ire d e V E cole d es L a n g u es ö r te n ia le s v iv a n tes, s, 19 v.d., 23 v.d .; hıristîyan kaynaklan İçin bk. I. Hallberg, L*Extr$m e O r ie n t ... (Göteborg, 1906), s. 425 v.dd. Krş. bilhassa Marco Polo ( nşr. Yule Cordier), II, 185— 215 ( „ Q u 3nsayK'ın etraflı tasviri). Hang-chou-fü şehrinde eenebî kolonisi kakkmda bk. Hirth ve Rockhilî, C hao F u -k u a ( Petersburg, 1911 ), s. 16. _



ÇW .



B a r t h o l d .)



H A N S A L İY A . [ Bk. h e n s e ü y e .] HÂN Sİ. EBk. H Â N S Î.] H Â N SÎ. HANSÎ, P e n c â b ' ı n H i s a r k a ­ z a s ı n d a e s k i b i r ş e h i r , 290 7' şimal arzı ve 750 58' şark tulünde, nüfûsu 16.523 ( 1901) kişi olup, aynı ismi taşıyan ta h s il* in merkezidir. Bu mintaka kısmen sulanmış olup, kısmen kumsal ve çoraktır ve umûmî nüfûsu 128.783 kişidir. Hânsİ şehri belki Kuşânlar tarafından te'sİs edilmiş idi; lâkin elimizdeki en eski tarihî ma­ lûmat Tomara-röcpütlanm şehrin sahipleri ola­ rak göstermektedir. Gazneli Mas'üd I. tarafın­ dan zaptedilmeden evvel ( 4 2 7 = 1 0 3 6 ), bu şe­ hir Çav hânların elinde bulunuyordu. Şehir tek­ rar bunlar tarafından alındığı zaman, ehemmi­ yet kazanmış ve 588 ( 1 1 92) senesinde Güri hükümdarı Mu'izz al-Din tarafından zaptedıldîği zamana kadar, ehemmiyetini muhafaza et­ miştir. Hisar [bk. mad. HİŞÂR FÎRÜZA] yapı­ lıncaya kadar, Hânsi, Savâlakh ismi altında mâruf olan mmtakanın merkezi olmuştur. Şehir, George Thomas 'm burasım umûmî karargâh yaptığı güne ( 1798) kadar, mühim hiç bir ta­ rihî rol oynamamıştır. Bu general, 1801 'de Perron kumandasındaki Sindia ordusu tarafından mağlûp edilinceye kadar, geniş bir bölgede hüküm sürdü ve Hânsi *de para bastırdı. 1803— 1857 senelerinde Hânsi bir İngiliz askerî mevkii oldu. Şehrin Mas'üd tarafından ilk zaptı Şahidganc camiinde mukayyettir. B i b l i y o g r a f y a : Im p. G a z. o f îndia, P a n d jâ b , I, 243 ; Fraser, M iliia r y M em oir o f C o lo n el S k în n e r ( London, 1851), _ (M . L o n g w o r th



D a m e s .)



H A N Z A D E BEG AM . [ B k . h a n z  d e b e g İ m . ] H AN ZÂD E BEGİM. H A N Z A D A BEGİM, ik i t ü r k p r e n s e s i n i n adı dı r . 1. T i m u r ' un g e l i n i olup, Timur tara­ fından şok takdir edilmiştir. Miran Şah 'fp k&-



H A N Z Â D E B E G İM -



H A N Z A tâ .



ââi



rısı idî. Kocası cinnet getirdiği vakit Tebriz sin damadı olan Suvayd b. Rabi‘a tarafından Men Semerkand 'a gitmiş ve Hindistan Man do­ Öldürülmüştür. ‘Anar 'in al-mukarrik ( «yakıcı" ) nen kaym babasına Miran Şâh 'm vaziyeti hak­ lekabı bu hâdiseden ileri gelmektedir). ‘Amir kında malûmat vermiştir. Clavigo ve Şaraf al- b. Şa'şa'aların reisi Hâlid b. Ca'far Hârış b. Dİn Yazdi taraflarından zikredilmiştir ( bk. Zâlim tarafından öldürüldüğü zaman, Zurâra 'nin oğlu Hâcib katili himaye ettiği için, ‘Amirler, Davlat Şâh, nşr. Browne, s, 440). 2. B a b u r 'un ana, baba bir ve beş yaş bü­Hâlid 'in kardeşlerinden al-Ahvaş kumandasın­ yük a b l a s ı »di. Semerkand Ma kardeşi ile da, Hanzalalerin üzerine yürüdüler. JRahrahân birlikte bulunmuş ve rivayete göre, Şıbani ( bk. Ma Hanzalalerin bir kervanına baskın yapa­ Muhammed Salih, Şaybâni-nâma, nşr. Vambery ) rak, kadınları ile Hâcib'in biraderi Ma‘bad 'i 'ye âşık olmuştur. Şıbani 'nin elinden yakasım esir ve develerini gasbettiler. Bu hâdise ‘Amir kurtarıp, Semerkand Man kaçabilmek için, Ba- ler ile Tamimler arasında büyük bir çarpış­ bur bu izdivâca râzı olmak zorunda kaldı. maya sebep oldu. Bakr b. Vâ'il [ b. b k .) ler ile Şıbani, Hânzada Begİm 'i almak için, hala­ kindi emîri al-Hâriş b. ‘Amr al-Mahsur 'un ,oğul­ sını boşadı; fakat sonradan, kardeşinin ta­ ları Şurahbil ve Salama kumandasındaki Tağrafını' tuttuğundan şüphelenerek, onu da bo­ libler arasında ( Dahnâ M a) «birinci Kulâb şadı. Ondan Hânân Şâh adında bir oğlu ol­ günü" denilen muharebede, Hanzalaler evvelâ muş ve Bel h valisi iken* genç yaşında vefat Bakrler tarafında idiler ve bilâhare onları etmiştir. Şıbani Men ayrıldıktan sonra,, Şayh terkederek, kaçtılar. Sonradan Vusayt ( Dah­ Hâdİ adında bir Sayyid ile evlenmiş ise de, nâ Ma Tamân arazisinde ) 'ta Bakr b. Va'UIerin gerek o, gerek Şıbani Merv muhârebesinde mak- bir şubesi Lavâhizler, kardeşleri Zuhl ve Tel­ : tu!: düşmüşler ve , Şâh : İsma il tarafından Ba- ler ile birlikte, Hanzalalere baskın yaparak, bur ’a gönderilen Hânzada Begim, sonradan bir çok esir ve mal iğtinam ettiler. Bir taraf­ : Mahdi ile evlenmiş ( bk. Ifabib a ls ı yar. II, tan Balhârig [ b. bk. ], Hamdan, Kuza‘a v. b., 373, Muhammed Zaman'a göre) ve 154$'te diğer taraftan Tamimler arasında vukua gelen Efganistan Ma ölmüştür. Kardeşinin torunu Ek- ve «ikinci Kulâb günü" ismi verilen muhare­ ber, anası İfan 'a gittiği vakit, Hanzâda Begim 'e bede Hanışaîaler Tamimlerin saflarında bu­ . tevdi edilmişti. Dikkate değer bir şahsiyet ol­ lundular. Halife Abu Bakr zamanında Irak Tağiibleri duğu ve büyük Hürmet gördüğü anlaşılmakta­ dır. Ebber'in Babur'a benzeyişinden pek' hoş» yanında yetişmiş : olan ve gerek bunların, Janırdı f bk. Giılbadan, ingl. tre. Memoirs o f gerek İyâdlar ile Kuzâ'alarm arasında bir çok tarafdar bulmuş olan kadın peygamber Sacâ]t Hümâyûn, s. 37 ). ( H. BEVERIDGE.) ortaya çıkınca, Hanzalaler ve bilhassa Y arba­ H ANZALA. [B k. h a n z a l e .] HANZALE. H AN ZALA b .. M â l i k , MaMdd y la rd a ona iltihâk ettiler. Lâkin Ahu Bakr'in grubuna mensup bir a r a p k a b i l e s i . Bu onlara karşı gönderdiği Hâlid 'e inkıyâda meckabilenin şeceresi Hanzala b. Mâlik b. Zayd bûr oldular ve harâc verdiler. B i b l i y o g r a f y a s Hamdan i, C a zira Manât b. Tamim Mir. Barâcim ( şâir Farazdak (nşr. Müiler), s. 138, 10— 15, 148,0, ıı, 153, bunlara mensuptur), Dirim ve Yarbû* 'lar Han­ 18, 165, u , 170, ıs, 179, e, 182, n ; Yâküt, zala 'hin mühim kollarıdır. Şâir ‘Alkarna b. M u cam ( nşr. Wüstenfeld ), II, 261,348, 401, ‘Abada kendisinin Hanzala kabilesinden ol­ 801; IH, 182, 384, 417, 651, 785, 818; IV, duğunu söyler. 260, 744; A ğ â n î, XI, 65; XIX, 5, 129 ve Bu kabile halkı Yamama ve f^İmE Zariya Men fihrist m ad.; Caussin de Perceval, E ssa i pek uzakta ol mayan Curâd ve Marrüt İsmi nde su r Vhişt* des A r abes av a n i V islam ism e, iki kum tepesi arasında oturmakta idiler, alII, 120— 124, 297— 298, 460— 472, 580— 592, Şammân ( bir çok kuyular, sarnıçlar ve su arık­ 603; IH, 354, 364, 366; F. Wüstenfeld, G elarım hâvidir), al-Rakmatân köyleri ile al-Gumaym ve al-Trk vadileri, Habi ( Wüstenfeld, neaL T a b ellen , II, levha 12 ve R e g ister , s. R e g is ie r , s. 203 'te, yanlışlıkla olacak, Cabi 203. ( J„SHLEIFEFt.) şekli de kaydedilmiştir) ve al-Lavâhiz çayları H A N Z A L E . H A N ZALA b . Ş afvân b . Zuile Kurfa dağı bunlara âit idi. HAYR AL-Ka Lb I, 102 ( 720/721 ) senesinde, ha­ ■: T a r i h. Hanzala : kabilesi Ay yâ m al-' arab life Yazid II. tarafından, Ifrİkiya 'ye gönderil­ Ma mühim bir yer işgal eder. İkinci Uvâra gü­ miş olan kardeşi Bişr b. Safvân 'ın yerine, M 1nü denilen ( Bahrayn'in yanında D ah niM a) s ı r v a l i l i ğ i n e tâyin edildi. Yazid 'in emri harpte Lahmiierm meliki ‘Anır b. Hİnd, Da­ ile heykelleri kırdırdı ve resimleri sildirdi. Mı­ rım şubesinden roo hanzalaliyi diri-diri göm* sır ’ı 3 sene ( şevval 102— şevval 105 ) idâre dürmüştür; 21ra Dârimîerİn reisi Zurâra b. ettikten sonra, Hişâm tarafından azledildi. Ye­ 'Udas 'e tevdi edilmiş olan biraderi, bu rei­ ni vali ‘Abd aî-Rahmân b. Hâlid 'in iktidarsız­



Han^a Le — harAc. liğinden sâkit olur. — 2. h a r a c-i arazi, devlet için, topraktan alman vergi veya hâsılâtmdan alman hissedir; mükellefin islâmiyeti kabulü hâlinde, sâkit olmaz. Bunun da şu kısımları var­ dır : — a. k a r â c -i m ııkâsam a, arazinin hâsıla­ tından, yerin tahammülüne göre, Öşürden nısfa kadar alınmak üzere, tâyin olunan şeydir. Bö­ lüşmek mânasını ifâde eden mulcasama tâbiri, yerin inbat kabiliyetine göre, hâsılattan onda bir, beşte bîr, dörtte bir, üçte bir ve nihâyet ikide bir hisse almak suretiyle, bir paylaşma durumu husule getiren tarzdaki arâzi vergisi için, ıstılah olarak, kullanılmıştır. Bu hisse, işâret edildiği gibi, hâsılatın yansım geçemez. — b. H a r â c -i m u v a zza f , zirâate elverişli arâzide, yerin tahammülüne göre, maktu olarak, dönüm ve cerib gibi mıkdarlar üzerine tarholunan para veya diğer mislî şeylerdir. M u­ v a z z a f, muayyen demektir; yâni mükellef bu tâyin olunan şeyi her sene Ödemekle vazi­ felendir ilmlştir. M ukâsam a haracına bağlı olan yerde vergi hâsılata taalluk ettiğinden dolayı, sene içinde zirâat tekerrür ederse, o da teker­ rür eder. Zirâate muktedir iken ekmeyen çift­ çiden, ortada hâsılat olmadığı için, bir şey istenemez ve toprak mülk olduğundan dolayı, „arz-ı memleket" 'teki tâtü hükmü yâni bîr B i b l i y o g r a f y a : İbn ‘İzâri, H isto ire müddet ekmeyen çiftçiden toprağı bedelsiz al­ mak kaidesi de cereyan etmez. M u v a z z a f hade V A fr iy u e , I, 45— 48; Abu 'I-Mahasin, A n n ales, I, 277 v. dd., 312 v. d d . ; İbn 'Abd râca bağlı olan yerde vergi zimmete taalluk al-Hakam, H isto r y o f the con y u esi o f S p a in ettiğinden dolayı, sene içinde zirâat tekerrür (nşr. Jones), Göttingen, 1898, s. 23— 24; etse bile, vergi tekerrür etmez; çiftçi, mâliki Tabari, II, 1871 ; İbn Vâzih al-Ya'kübî, H is- bulunduğu bu toprakta zirâatte bulunmasa bile, ioriae, II, 382 ; İbn al-Aşir, K â m il (Kahire, vergiyi öder. H a ra ç adlı vergiye tâbi bulunan yerlere 1312), V, 124, 147; İbn H aldun, H isto ir e de V A f r iq u e e t d e la S ic ile (nşr, D esvergers ), a r a zi-i h a râ ciy a denilir ve m am laka 'nin bir Paris, 1841, metin s. 13— 14, trc. s. 38— 41 î nev'ini teşkil eder. Arazide nev’iyetî tesbit eden âmil, fetihte ayn. mil., K itâ b al-‘ ibar , VI, 1 1 i ; aya. mil., H isto ir e des B erb eres ( trc, de Slan e ), I, tâbi tutulduğu muameledir. Arâzi nev'iyetînde t 217— 219 ; al-Nuvayri, H isto ire des B erb eres, kaideten » la-yatağa yyar 'İlk" kâbui edildiği için, bir nev'iyetten diğer nev'iyete intikal an­ I, zeyiİ, s. 362— 365 ; İbn Ahi Dinar, M tfn is ( Tunis, 1286), s. 40 î Fournel, L e s B erbere, cak istisnâen mümkün olabilir. îslâmiyetin inti­ şârı sırasında bu muamelenin şu tarzda cere­ I, 273, not 19, s. 297— 302, 322 v.d. yan ettiği görülmektedir: fetih yolu He elde . _ < ( R ene Basset .) edilen topraklar, a rz-i ‘ arab ve arz-i 'arab dışı H A R A Ç . [ B k. HARÂC,] H A R A C . H A R A Ç , lü g a t mânası „y e n n hâ- olarak, ikiye ayrılmıştır. A r z - i 'arab denilen yerlerde büyük nehirler sılâtm d an v ey a işçi olara k ça lıştırıla n k ö lele ­ ve çaylar akmadığından, zirâat He uğraşanlar rin v e çocukların em eğinden elde edilen şe y " olup, so n raları, to p ra k m ülkiyetinden do layı, su ihtiyaçlarını çöldeki kuyular ve yağmur birikintileri ile tatmin ederler; bu yüzden bîr devletçe ferdlerden alınan resme çok zorlukları yenmek zaruretinde kalırlar. ıtla k olunm uştur. Ş e r 'î lisan da ga y r-i müslîm teb ead an alm an resim leri İfâde eder ki, bu Türlü güçlükler ile elde edilen hâsılata devle-' resim ler iki t ü r lü d ü r :— I. h arac-i r tfü s ( buna tin, hisse almak suretiyle, iştiraki çiftçiye ağır c izy a de d e n ilir ), adam başından alm an m uay­ geleceğinden, paylaşma vergisinin en az ırakyen bir v e rg i olup, şa h sî v erg i m a h iy e tin d e d ir; dan olan onda-biri, vergi olarak değil, muh­ re şîd ve vücûdu sağlam erkeklere ta rh olunur taçlara yardım mahiyetinde, zekâta mülhak ve v e m ükellefin islâm iyeti kabulü hâlinde, kendi­ zekâttaki hükümlere tabî, adetâ zenginlerin



lığı bu vilâyeti yeniden yunanlı]ar tarafından geri alınmak tehlikesine koyduğu için, Hişâm onu yine Mısır 'a göndermeğe mecbûr kaldı ( 7 şaban 118 — 20 ağustos 736). Burasını 5 sene ve 8 aylık bîr müddet idâre etmiş iken, Mağrib -in harici berberîlerînîn ayaklanarak, Vadi SebÛ kıyılarında bir arap ordusunu tamâmiyle imha ve vali Kulşüm 'u öldürmeleri ile, garpta arap hâkimiyeti ağır bir tehlikeye uğradı. Hanzala Ifrikiya 'yi istilâ ile Kayravân üzerine yürümekte olan berberîleri püskürtmek için, tam vaktinde yetişti. Evvelâ al-Karn 'de ‘Okâşa kumandasındaki düşman askerlerini mağlûp ve kumandanlarını esir ederek, İdam ettirdi; sonra al- Aşram 'da 'Abd al-Vâhid b. Yazıd kumandasında ikinci bir düşman ordu­ sunu mağlûp etti ve kumandanları da muhare­ bede maktul düştü. ( cem âziyeîâhır 124 = nisan — mayıs 742 ). Emevîlerin sukutunu mucip olan kargaşalıkların garpta da te'siri oldu. ‘Ukba b. •Nâfi' hafidlerinden ‘Abd al-Rahmân b. Habib isminde Ispanya 'dan gelme bir gâsıp hakimiye­ ti ele geçirdi. Hanzala, dinî mülâhazalar ile, hiç mukavemet göstermeden, eemâziyelevvel 127 = şubat — mart 745 (bîr rivâyete göre, 129 — şubat 747 ) 'te Kayra vân '1 terk ile, Ifrikiya 'ye lanet ederek, şarka döndü.



Mar Ac . nâmî mallarından fakirlere ait iştirak hissesi olarak, alınır ve bu onda-birin tezyidine veya maktu şekle tahviline cevaz gösterilmediğinden, bu kabîl topraklara cuşriya denilir kî, mülk toprakların bir nev’ini de bunlar teşkil eder. İşte arz-i £arab denilen kısım, su tedârikindeki Şu güçlükler sebebi ile, tamâmen 'uşriya 'dir. Arz-i 'arab 'm hududu, öşür ve haraç hakkında hükümler ihtiva eden fıkıh kitaplarında muay­ yendir. Tihama, Hicaz, Mekke, Yemen, Tâ’İf, ‘Uman ve Bahrayn bu hudut içindedir. . . büyük 13. aİ-'Ukmur (Manâha’nm cenûb-i şarkîsinde) kola ayrılır: Banû Salem ve Moşrüh. Bilhas­ Harâz, 1763 senesine kadar, ismen Şana sa aşağıdaki aşiretler Banû Salem’e dâhildir: imamına tâbi i di ;. mezkûr sene içinde, yeni al-Hamda, al-Şubh, ‘Amr, Mu'ara, Velad Selim, teessüs eden Nacrân Makrami ( Yâm) leri tara- Tamim'(mâruf olan büyük kabîle ile karıştı­ fından, imamın elinden alındı. 1872 'de Yâm rılmamalıdır),. Muzayna, al-Hvâzİm (Avâzim, d a i 'si Ahmed al-Şibâmi 'ye âit £Attâra 'deki Hazım ), Sa'din ..( Saadin, müfr. Saadanî); Moş­ müstahkem mevkiin türkler tarafından yıkıl­ rüh'a dâhil aşiretler şunlardır: S a d i (Saması üzerine, Yâmlar, türkler ile sulh yaparak, 'adi ), Lahabba, Bişr, al-Humrân, ‘Ali, aî-Cahm, Nacrân 'daki arazilerine çekildiler. Banü Hasseyn ve Banû 'Amr, al-Hamdâni zamanında Harâz mihîâf b aşağı­ B a n û S a l e m ' e â i t m a h a l l e r ( Medine daki 7 kısmı ihtivâ ediyordu ; Havzan, Karâr (ce­ ve Yanbu' arasında ve büyük Vadi Ferra [ Fernubî Arabistan kitabelerinde "i“î3 ; G laser: Ku­ ra'a olacaktır ] 'da D oughty’ye göre, bilhassa rar^ Yakut: Kir âr ; iyi bir öküz cinsi ile mâruftur), şunlardır : Cedeyda, Urnm Şeyyân ( Deyyan ), Şa'fân (Y â k ü t: Şa'kân, matbaa yanlışı), Masâr Kayf, Dâr al-Hamra, aî-Kissa, al-Horma, al(kale, kuyular ve sulama te'sîsâtını h â v î), La- Vâsita, al-Hassâniye, al-Şafra (büyük hurma­ hâb, Mucayyih ( Yâküt: Macnah) ve Şibâm lıkları ve büyük bir pazarı vardır; başlıca (b ir kale: ve büyük bir camisi vardır). Bütün mâhsûlü olan ve burada pek ucuz satılan îıurbu kısımlar için kullanılan umûmî isim Harâz *madan başka, civar dağlardan gelen nefis bal



22Û



HARB — HARBÂ.



ve Badr 'den başka, Arabistan ’m hiç bîr ye­ rinde sâf olarak bulunmayan Mekke pelesengi satılır), al-£A li, Cedid, Beddur ( Badr ?), Medsus, Şaşa ( Sveyîfa ) ; M o ş r ü h ' a â i t m a ­ hallerin başlıcaları şunlardır! al-Hereyby ( Mekke civarında ), Kleys, Râbuk, al-Sver^iya. Harblerin bir kısmı da büyük V a­ di al-Humz ( al-Hamz, Vadi Rumma yanında), küçük Liş limanı ve Cebel Figgera (Fikkera, Medine ile Yanbu', Banü Salem 'e a ittir) 'de İkamet ederler. Hakikî eşkiyâ olan ve Mekke — Medine yo­ lunu suriyeli hacılar için, emniyetsiz ve çok tehlikeli bir hâle koyan Harbler, İslâmiyet zama­ nında, Yemen { Hlşid [ b. bk.] ’lerden Vadi5a aşîretinîn bir küçük kolu da bu ismi taşımak­ tadır ) ’den H icaz'a gelmişlerdir. Geçen asrın başlangıcında Vahhâbîler [ b, bk.], ancak gayet çetin savaşlardan sonra, bunları İtaat altına almağa muvaifak oldular. Paîgrave'm 1862'de, Necd'de ikameti esnasında, Şammar emîrıTelâl b. Raşid bizzat Harblere karşı bir sefer açtı ve bunları kısmen itaat altına aldı. Paîgrave Şammar emîrine itaat eden biarblerın mıkdarmı 14.000 ve Doughty ise, 2.coo kişi olarak göstermektedir, al-Hamdâni, Cazira 'sinde, Harbler i, Haybar ile Medine arasında ve Mekke civarında, Bali [ b. bk.] ve Cuhayna [ b. bk.] 'İerin komşuları ola­ rak zikreder. B i b l i y o g r a f y a : Hamdâni, Cazira, s. 82,20, n o , 12, 120, 20, 130, ıs— ıs;Burckhardt, Travehy s. 306, 40Ğ, 423; K. Ritter, Erdkıtnde, XII, 153, *54, 207, 1030; XIII, 144, 146, 196, 452,453, 469,480; A . Sprenger, D iealte Ceogrophie Arabîens, s. I 53( §225) ; W. Paîgrave, Une annee de voyage dans VArabie cenirale ( frns. trc., Paris, î $66, h 197— 199, 208; II, 14 4 ); ayn. mil., Reise in Arabien ( alm. trc., Leipzîg, 1867, I, 130 v.d., 158 v.d-, 170, 179 v.d .; II, 42, 66) ; Ch. M. Doughty, Travels in Arabia Deserta (Cambridge, 1888), I, 12$, 128, 144, 235; H, 20, 21, 24, 85, 114, 174, 308, 309, 461, 478, 511, SI2 V.d. { J. SCHLEIFER.) H A R B A . { Bk. HARBE.] H A R B A . [ Bk. harbâ .] H A R B Â . H ARBÂ ( alif yahut ya İle ), bugün Cisr Harba denilen ve D u e a y l k a z a ­ s ı n d a , Balad hurmalıklarının fersah ka­ dar garbında, Dicle'nin eski yatağı olan Şutayt'ın garp sâhilînde 34" şimâi arzında bu­ lunan h a r a b e l e r d i r . Gerek isim ve gerek mevki islâmiyetten ev­ velki zamanlardan gelmedir. Yakut (I, 187 ) 'a göre buranın daha eski bir ismi Uhnüniya İmiş ki, bir Bâbil .ismine benziyor. Sâsânî ida­



resi Süristan ( yahut Dil-i Erânşahr, daha son­ ra Savâd al-Trâk)'ın şimâi hududunu Tassüc Maskin ( buğun Teli Masçin ) 'de kâin bu Har­ bâ mevkii ve şarkta, karşı tarafta, Tassüc Buzurgşâpür *da kâin ‘AIş ( yahut £Ilş, bugün 'A l ş ) mevkiinden itibaren başlatır idi. Şimâi hududu Âşür vilâyetine ulaşırdı. Bu hudutlar İslâm devrinin başlarında ve Abbâsîler devrine kadar ( msî. ‘Omar b. al-Hattâb tarafından memleketin mesahası yapıldığı zamana kadar; krş. Hurdazbeh, s. 14; Ya^ûbî, s. 104; Mas'ûdî, Tanbîh,s. 38; Yâküt, 111, i74;m uhâfaza edilmiştir. Bu mevki hakkında eski bir kayıt (bk, Tabari, II, 916) haricîlerin reisi Şabib'in Haccâc 'a karşı yürürken, Dicle 'yi Harbâ civa­ rında geçtiği 76 tarihine aittir {îıarbâ ve harb kelimeleri bir hikâye ve bir tevriyeye zemin olmuştur ). Harba 'da her tarafa gönderilen ağır pamuklu kumaş dokuma sanayii üerilemîş bîr hâlde idi (Yâküt, II, 235 ve Marâşid, s, 295 ). Bugünkü harabeler sabasında çanak-çömlek parçalarının mebzûlen görülmesi burada çöm­ lekçilik san'atının da inkişâf etmiş olduğunu göstermektedir. Bu parçalar ekseriya XII. — XIII. asra âit olup, Rakka işi denilen nev'in aynıdır. al-Mustanşir bilİSh 'in saltanatı devrinin ilk zamanlarında Dicle snin mecrasını değiştir­ mesi ve nehrin Harbâ 'nın bir az yukarısın­ da yatağım bırakarak, ÎÇltül Abu 'I-Cund'un açtığı kanala, yâni şimdiki yatağına girme­ si üzerine, halife artık susuz kalmış olan mera, lekeli yeniden İska için, büyük su te’sisâtı yaptırmağa başlamıştır. Tamâmiyle onun ese­ rinin bakiyesi olduğuna şüphe olmayan şimdiki Dueayl kanalından başka, Harbâ 'mn yukarı­ sında ( nehrin menbâ tarafında) vücûda ge­ tirdiği al-Mustanşir kanalının harabeleri ve Harba yanında, mevkiin bugün Cisr Harba tesmiye edilmesine sebep olan, muazzam köprü bu imâr teşebbüslerine şehâdet etmektedir. Daha evvelce j . F. jones tarafından fotoğrafı alınıp, Seleciions from ihe Records o f the Bom­ bay Government ( 1857, XLIÜI) 'te neşredilen köprünün ben de bîr az daha teferruatlı fo­ toğrafını aldım. Köprü tuğlalar ile sağlam bîr surette inşâ edilmiş olup, dört kemer ile 5S m. uzunluğunda ve 12 m. genişîiğindedir. Köprü­ nün iki tarafındaki 100 m 'den fazla uzunlukta olan kitabeden, köprünün 629 (1232 ) senesinde yapıldığı anlaşılmakta ve bu kitabe, ihtiyâ ettiği mufassal elkâb ve sıfatlar ile sünnîlik bakımın­ dan küfr addedilebilecek derecede garip medhîyeîerden dolayı, bilhassa dikkate şayandır. Harabeler sahasının başlıca hususiyeti, pek uzaklardan göze çarpan Şayh yahut Sayyid Sa‘d adında birinin kabri üzerindeki kubbedir. ,(E. H erzfeed .)



HARBE — H ÂRCE.



H ARBE. HARBA ( A.; cem. !}irâb), k ı s a m ı z r a k . Arap lugatçilerine göre, harba, rumk han daha küçük ve *anaza [ b. bk. ] 'den daha büyüktür. Dinî mesâsimlerde *anaza ile aym va* cifeyi görür; nitekim bâzı hadîslerde bir'anaza ve bazan da bir }ıarba 'ııin Peygamber zama­ nında sııtra [ b. bk. ] gibi kullanılmış olduğu görülür (krş. hadîslere dâir muhtelif mecmularda Satrat al musallî fa slı). Namaz kılarken bir sutra dikilmesi, iptidâlarda bir tahaffuz kasdı ile olduğu farzolunmuştur; bir takım ri­ vayetlere göre, Peygamberin, ihtiyacım def­ etmek için çıktığı zaman, arkasında bir ‘anaza götürülmesi bu rivayete uymaktadır ( Buharı, Kitâb al-vuiu't bâb 17; Müslim, Şalıih, Navavi ’nin tefsiri ile birlikte, Kahire, 1283, I, 337)'; zîra insanların tam bu iş yapıldığı sıra­ da şeytanî tehirlere en ziyâde mâruz kaldığı zannedilir. ffarba 'mn dinî ehemmiyeti hakkın­ da/ yukarıdaki eserlerden başka, bk. bir de Rhodokanakis, V/iener Zeitschr, für die Kunde des Morg.., XXV, 7$ v. dd. ‘ Anaza maddesinde halib tarafından, ‘anaza istimalinden: bahsedilmiş idi. Hatibin bir mız­ rak: kullandîğr da görülmüştür ; msl. Seleb ada­ sında ( krş. Adrianİ ve Kruyt, De Barde-$p: ekende ToradjcCs vân Midden~Celebe$t I, 329 v. d. ) beyledir. jtfarba kumandanın, kabile reisinin v. ,b. alâmetidir. Fir'avn askerlerinin kumandanı Hâmân hn elinde bir harba tuttuğu söylenir ( Sa£labi'i ffisaş, 1290, s. 172). bahari (nşr, de Goeje, 1214, ıs, 1215, n>)’de Usayd b. Huzayr Üri^ Bani eAbd al-Aşlıal'in reisi sıfatı He gö­ ründüğü vakit, eline harba 'yi aldığı ve Sa'd b. Mu'âz onun yerine geçince, harba 'yi onun elinden aldığı hikâye edilmektedir. Lane ( Manners and Customs, Paısley ve London, 1899, s. 443 ) Kahire 'de amir al-hacc [ b. bk. ] hn çadırının önünde, belki de me'mûriyetinin alâmeti olarak, yere uzun bir mızrak: dikildiğini söylemektedir. Peygamberin Habeşistan ’dan, hediye olarak, harba yahut'«naza almış olduğu: rivayeti', Habeş : dinî âyinlerinde bugün dahi böyle asaların kul­ lanıldığı düşünülürse, doğru; olabilir ( bk. Bent, The S a cre d dtp o f tke Ethiopians, s. 50, 54, $6). B i b l i y o g r a f y a ' . Metinde zikredilen­ lerden başka krş. bir de mad, 'ANAZA, ve Schumrzîose, D ie W af fen der al ten Araber. - ' (A . J. W ensinck .) H A R C A . [Bk. HÂRCE.] H Â R C E. HARCA, L i b y a ç ö i ü n d e c e11 ûp v â h a g r u p l a r ı n d a n b i r i ; al-Vühât al-hâr(i)ca tâbiri kadîm yunanlı müeîlifierİnİR ’ Oaaıç i] sçcot :oo> ifâdesini hatırlatmaktadir ; râA kelimesi koptça ün arap harfleri ile yazılmış şeklidir;



229



Harca vahası, şimalden cenuba ı$o km. ka­ dar boyunda ve ortalama 20 km. genişliğinde büyük bir vadidir. Yakın zamana kadar Har­ ca ’ye Esne yahut Farşüt han gidilirdi. Son mevkîden yolculuk, deve ile, 4 gün sürerdi. Şimdi dar hatlı bir demir yolu (160 km .) Far­ şüt hı büyük vâhanm bugünkü idare merkezi olan Harca kasabasına bağlamaktadır. 1910'da vahanın 7.000 kadar nüfûsu varidi. Başlıca ma­ halleri, idare merkezînden başka, Bâris, Bülâk ve Canâh hır. Bu mmtakanm başlıca ticâret metâı hurmadır. Bu mmtakada aş.-yk. 70.000 kadar hurma ağacı vardır ki, Mısır hn en İyİ hurması buralardan elde edilir. Ekilen saha 1.800 hektar kadar ise de, son senelerde ziraat sahasını genişletmek için, arteziyen kuyuları kazılmıştır. Vahalar hakkında arap muharrirlerden sarîh malûmat edinmek bir az güçtür [bk. B A H R İY A , DÂHLE, FARÂFRA ]. Bu müelliflerden hiç biri oraya gitmemiştir ve verdikleri isimler, malûmatı aldık­ ları kimselere göre, tehâlüf eder. Bununla bera­ ber Libya çölü vahalarını k ü ç ü k ( = Bahriya), i ç ( = Dâhle ) ve d t ş ( — Harca } olarak ayı­ ran eski an'anenin hâlâ devam ettiği anlaşılı­ yor. Al-Makrizİ bunlara dâir müphem malûmat vermekte, iç vâhalar hakkında da dış vahalar hakkmdaki umûmî malûmatı hemen-hemen aynen tekrarlamaktadır. Bütün coğrafyacıların işaret :ettikleri nokta vahaların, umûmî surette, pek münbit olduğudur, Ya'kübi bilhassa Harca 'de akar su ile sulanan ve hurma ağaçlarından baş­ ka, üzüm ve pirinç yetişen araziyi zikreder. İbn Dukmak hn hayli uzun, mevki adları ile dolu ve karışık metninden ancak burada büyük bir refah mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Al-Bakri birbirinden ayrı iki iç vahadan bahsetmiştir 5 Makrizi de, ancak Salâh al-Din devrine âit resmî bir vesikadan bahsederken, al vahaya al-haricayn tâbirini kullanır. Hakikatte Harca vâhaları iki ayrı gruba tefrik edilebilir. Emevîler ve Abbâsîler devrinde vahaların idâre teşkilâtına dâir bilgimiz eksiktir: bir kura hıin adı Abşâya ( bugünkü Menşa’a, kadîm Ptolemais-Psoı ) ve aî-Vâhût hır. 339 ( 950 ) 'da nubyalılarm talan ettikleri vâhamn Harca va­ hası olması pek muhtemeldir. Abû Şâlih ’de, Fatımî devrinin sonlarında, fakat Balıriya ’ye dâir malûmat verilirken, bîr vali ’lvahât tâbiri geçer. Memlûkîer devrinde, İbn FazI Allah 'a göre, başlangıçta burada sultan namına İdareyi elinde tutan bir mehnûr yok idi. KalSfaşandı de bu hususta fazla bir şey söylemez. Vaha­ ların hepsi mukâtaa ( iki a ) sureti île me'mûrlara verilir j onlar da istedikleri gibi idâre et­ tirirlerdi. Sonraları vahaların irâdt sultanın husûsî hazînesine tahsis olunmuştur.



230



H ÂRCE — H ARF.



Harca vahası, bilhassa burada bulunan kadîm mâbedler, Brugsch tarafından, Reise nach der grossen Oasen al-Khargeh ( Leipzig, 1878 ) 'de tavsif edilmiştir, Survey-Department of Egypt mmtakanm topografik ve jeolojik tetkikini bâvî bir fasikül neşretmiştir (Ball, Kharga Oasîs ). B i b l i y o g r a f y a ' . al-Bakri, Ş ifa i dlMağrib ( nşr. de Slane )j Cezayir, 1911, s. 15; ayn. mil,, Descrîptîon de l’A friçue (trc. de Sîane), 2, tab, s. 38 ; Abu Şâüh, Chttrches (nşr, E vetts), var. 93; al-Kalkaşandi, Şublı al-a'fâ (Kahire, I33i--î338)> III, 393 v.d.; Ibn aî-Ci'ân, Kitâb al tukfa ( Kahire, 1898 ), s. 173; al-Makrizi, Hiiat ( nşr. W ie t), fihrist, I, 3 7 2 ; H, 208; HI, 363: IV, 351} Isambert, It iner care de l’orient, Egypt e, s. 517 v.d.; Guide Joanne, s. 616 v.d.; Bâdeker, Âgypten1, s. 364— 366; j. Maspero ve G. Wiet, Materiaux pour servir â la geogr. de VEgypte, s. 219— 225 (burada bir çok kaynaklar gös­ terilmiştir). ( G. W lE T .) H Â R E K . H ÂRAK, B a s r a k ö r f e z i n d e , kadîm coğrafyacıların A r a e i a adını verdik­ leri b i r a d a . Arap devrinde, îr an 'm Ardeşir Hurra vilâyetine bağlı idi ve al-Balhi tarafın­ dan henüz Öyle gösterilmektedir. al-Mas'udi, daha ziyâde, kara cihetinden karşısında bulu­ nan Cannâba 'ye bağlı gibi gösterir. Gemiler için, Basra 'dan Hindistan ve 'Oman yolu üze­ rinde ehemmiyetli bir uğrak yeri idi. Ibn Hurdazbeh 'de de bunun bir tavsîfi vardır. Ona göre, Hârak Basra 'dan 50 fersah mesafede ve bir fersah murabbaı mesahada hububat, üzüm ve hurma mahsûlleri alınan mezrû bir yer idi. Daha XVIII. asır sonunda, yer altında ve kıs­ men kayalar içinde oyulmuş su kanalları Niebuhr 'un dikkatini celbetmiş idi. Büyük bir camii bulunduğuna dâir al-îş^ahri '11in kaydından, nü­ fûsunun çokluğu ve müslüman olduğu anlaşıl­ maktadır. Yakut zamanında adada ‘A lî evlâ­ dından birinin mezarı olduğu söylenilen bir zi­ yaret mahalli de var imiş. Hârak 'te inci çıka­ rılmasından sık-sık bahsedilir; burada İnci çı­ karılan istiridye yatakları çok derindir; bu se­ beple derlenen incinin azlığından dolayı, ara* sıra şikâyet edilirse de, bâzan da gayet kıy­ metli İnciler bulunduğu söylenmektedir. Ada XVIII. asırda, bir müddet, Felemenk şarkî Hindistan şirketinin eline düştü; Baron vOn Kniplıausen adında biri, şirket hesabına, bir takım tahkimat ve bunların duvarları ar­ kasında bir fabrika İnşa etti. Sonraları bu ima­ lâthane büyüyerek, araplar ve hanlılar ile mes­ kûn bir şehir vücûda geldi. Anlaşıldığına göre, işgal masrafının çokluğundan dolayı, 1765 son­ larında, şirket adayı terketmiştir.



B i b l i y o g r a f y a : B G A , I, 32, 106, 107; II, 183; VI, 61; Yakut, Mıı cam (nşr. W üstenfeld), II, 387 ; Thevenot, Süite du Voyage au Levant (Paris, 1674), II, 336 v.d.; Nıebuhr, Reisehesckreibung nach Arabien (Hamburg, 1837), II, 202; ayn. mîf., Beschreibung von Arabien ( Kopenhagen, 1772), s. 321 ; Tomaschek, N earch’s K üsten fa h ri { S . B. A k . Wien, eiid I2î ) ; P. Schwarz, Iran im M ittelalter (Leipzig, 18Ç6— IÇ24), II, 82, 85— 87 ; G. ie Strange, The Lands of the Eastern C clipkate ( Cambridge, 1903!*, s. 26i. (P . SCHVFARZ.) H A R E K E . H A R A K A ( a .\ h a r e k e t ; gra­ merde ıstılah olarak, ü n l ü l e r i n yahut da­ ha doğrusu ünlülerden sonra gelen bir ü ns ü z h a r f i n telâffuz edilmesine delâlet eder (z ıd d ı: su&iîn ). Arap gramercileri nazarında, hep ünsüzlerden ibâret olan arap yazısı esâs olduğundan, ünlüler ancak ünsüzlerin muayyen bir surette tâdili gibi tasavvur edilmiştir. Ü n ­ s ü z bir harften sonra ü n l ü bir harf geldiği takdirde, bu ünsüz harfe mıüaharrik (hareke­ li ), aksi hâlde de sakin ( harekesiz ) deni îr. Bu tâbir, kuvvetli bir ihtimâl ile sürekli ses­ lerin (s, l v.b.),uzuvların n'sbî bir hareketsizli­ ğine rağmen, uzatılabilmelermm müşâhedesinden ileri gelmiştir; o surette ki, bu gibi hâl lerde ünlü bir harfin ünsüz bir harfi takip et­ mesi, hakikatte bîr hareket gibi görünmektedir. Krş. A. Schaade, Sibawaihi‘s Lautlchre, s. 24 v.dd. ( H. Bauer .) HAREM . HARAM ( A.), y a s a k k ı l ı n m ı ş , m u k a d d e s olan ş e y ; bundan dolayıdır kî, Mekke ile Medine ( ekseriyâ birlikte a lH a ra mân ) 'nîn mübarek topraklarına delâlet etmek üzere, kullanılır. Bu tâbir aynı zamanda yaban­ cıların girmesi yasak olan ev dâiresine ve bu dâirede ( fıaram ) ikamet eden kadınlara da de­ lâlet eder ki, bu mefhum da h e r i m kelimesi ile müteradiftir. H A R F , [ Bk. H A R F .] H A R F. HARF (A.), b i r ş e y i n s i v r i y a n ı , k e n a r ı yahut k ö ş e s i demek olup, bundan dolayı 1, bir hece yahut kelimeyi ta­ mamlayan bir harf ; msl. hu rü f a l madd ( a lift vav, ya v.b.) î 2. gramer ıstılahı olarak, ister bir harften ve İster, bir kaç harften teşekkül ve tak­ simata göre kelâmın üç kısmından birine delâlet eder; 3. )tK ur’an 7 harf ( ahruf ) üzerine nâzı! olmuştur" hadîsinde bu tâbir (krş. NölüekeSchwally, Gesck. des Korans , s. 48 v.dd ), ev­ velâ zannedildiği gibi, arap lehçeleri demek olmayıp, kira ât ( „okuma" ) tarzı demektir; 4. Tasavvufta harf, hakikatin bize hitap dili veya vâsıtası diye tarif edilir ve al-hurüf al~ aliyât, msl. hurma çekirdeğinde mündemiç hurma ağa -t



HARF ~ HARÎB. gibi, bükuvve mevcut bulunan şe'nîyetlerin alâ­ metleridir ve S* cİfirde Hm al-harf ( fıurüf) harflerin cifnv murabbâları v.b. şeklinde sı­ ralanmasıdır. B i b l i y o g r a f y a : Zamahşari,Mufaş~ şal, bki fihrist: Curcâni, Ta A fa t ( nşr. Flüg e l), s. 90, 293 ; Lees',jDicA of techn. terms, I, 318 v.d.; Freytag, Darstellung der arab. Versktznst, s* 310; gramer tâbiri: olarak lıarf : kelimesi iç>n bk. J. Weiss, D ie arab. Naİionalgrammatik and die Lateiner ( ZDMG, LXIV, _349 ” ~3 8 2 ). ( T. H. TOeiR.) H A R F U Ş. [Bk. HARFÛş.J H A R F Û Ş. HARFUŞ, B a a l b e k e m i r ­ l e r i a i l e s i olup, Metavila [ b. bk.] akidele­ rine sâlik idiler ve osmanlı hâkimiyeti zama­ nında', tanzimat fermam (1839) ile başlayan İslâhat hareketlerine kadar, bu şehirde idareyi ellerinde tutmuşlardır. Harfuşlarm nasıl ve ne vakit iktidar mevkiine geldikleri henüz anla­ şılmamıştır. Yalnız Fahr al-Dİn zamanında Baalbek 'te yaşamış bulunan emir Musa b. 'A li ile emîr Yûnus haklarında sarih malûmat vardır. Krş. al-Muhibbi, Halâşat al-asar, IV, 432; Wüstenfeld, Fachr ed-dînider Drusenfürst and seine Zeitgenossen, s. 79 v.dd, ;Tannus b. Yusuf, Ahbâr aLa'yân f i Cabal Libnan, s. 253 Vidd.; Oppenheİm, Vom Mittelmeer zum Pers, Golf, I; 4Û. Krş. bîr de mad. BAALBEK,' bibliyografya. H A R G Ö Şİ. [B k. HARGÛŞÎ.] H ARGÜ ŞÎ. al -HARGUŞİ, A bu S a ' îd (veya S a 'd ) 'A bd a l -Malîk b . Muhammed b . İbrâ hIm b . 'O sman (?.— 1016), olup, Nîşâpür'un Hargüş semtinde doğmuştur; isminin arapçalaştırılmış şekli al-Harküşi 'dir. 393 ( 1002 ) 'te haec maksadı ile seyahate çıkarak, Bagdad ’a ve sonra Mekke'ye gidip, bir müddet orada kaldı. Sonra yine Nişâpur 'a döndü ve 406 { 1015) veya 407 ( 1016) 'de orada Öldü. Hastahâne v. b. gibi hayır müesseseler! kurmakla komşu­ larının hürmetini kazanmıştır. Kendisine 3 eser atfedilmektedir ( Brockelmann, .G A L , I, 200; Suppl., I, 361 ) : 1. Şaraf al-Mustafâ (alnahî, al-nubuvva veya Dalâ'il aUnubuvva), Peygamberin hâl tercümesinden bahseden, da­ ha-doğrusu: Peygamberin hayatına âit hadîs­ leri, tasnifli olarak, bir araya toplayan 8. cildlik bir te lift ir ; bu eser, Mahmüd b. Muhammed alRâvandi tarafından, farsçaya tercüme edilmiştir (Storey, Persian Literatüre, s. 175 v.d.). — 2. Kitâb a l-B işâ ra va’ l-n izâ ra fi-.te b ir al-rtı yâ,. zâhidâne bir teliftir.—- 3. T a h zlb al - asrâr, eser-, îerinîn en ehemmiyetlisi olup, sûfîük mesleğinin sistemli bir surette 70 fasılda tarif ve tavsifini ihtivâ eder; eserin yegâne nüshası yazma hâ-, ■ înde bîze; kadar gelmiştir ( Berlin, nr. 2819).



231



i'Bu kitap doğru dan-doğruya Hargöşi'nin kendi eseri olmayıp, Azerbaycan valisine karşı isyan açan ve 439= (1047 ) 'da Ölen Abu ‘Abd. Allah al-Şirâzİ âdında korkunç bir şarlatanın şifahî telkinlerinden vücûda getirilmiştir. Bundan ve diğer sebeplerden dolayı, bu te'lıfın kıymeti pek yüksek, değildir ve başka bir yerde ( krş. B SO S, 193$ ).. de kaydettiğim gibi, eser tam i­ miyle orijinal olmayıp, bîr kısmı Abu Naşr alSarric ’m 'Kitâb ahlamcı adlı te'lifinden iktibâs edilmiştir. Buna rağmen, sûfîük tarihi hakkında başka yerlerde bulunmayan malzemeyi ihtivâ ettiği cihetle, bu kitabı büs-bütün ehemmiyetsiz addetmek de doğru değildir. ( A. J. ARBERRY.) H A R *B ..[B k. HARÎB.] HARÎB.: HARÎB, c e n û b î A r a b i s t a n ' d a b i r b ö l g e olup. Ma'rîb [ b. bk,] 'in şarkında ve buradan iki günlük kadar bir mesa­ fededir. Burasının Roma kumandanı Aelİus Gallus 'un Yemen seferinden çekilerek, sahile doğru rieata başladığı ve Plinîus 'un Caripeta ismini verdiği yer olması muhtemeldir. Eski Arabistan 'm yüksek kültür merkezlerinden biri , olan Harib büyük bîr vadinin, Vadi 'Ayn 'm, mecrası Üzerinde olup, bu vadiye sol cihetinde küçük Vadİ Mukbai ve Vadi Ablah ulaşmak­ tadır, Vadi !Ayn ’m İki fersah kadar ileri­ sinde Mablak a tepeleri yükselir ve bu tepelere, kayalar oyularak yapılmış 4 m. kadar derinlik ve 15 m. -kadar genişlikte kademelerden müte­ şekkil, sua’î bir yoldan ( rivayete gö^e, bu yolu Barğâi İsminde biri açmış im iş) gidilir. Yolun nihâyetinde cenûbî Arabistan yazısı ile büyük bir kitabe vardır. Vâdi :Ayn ile Vadi Ablah 'm birleştiği mahalde, münferit bir tepe hâ­ linde, Karan dağı ( aş.-yk. 350 m. yükseklikte ) vardır kİ,' ü2erinde cenûbî Arabistan kitabe­ lerinde adları geçen Bani 'Abd oturmaktadır; Bu dağ üzerinde evliyadan ve Peygamberin bir çağdaşı otan UVays al-MıtrSdı al-Karanı 'nin kabri bulunmakta o’up, pek uzaklardan ziyare­ tine gelinmektedir. Vâdî Ablak 'tan büyük bir ova içinde bulunan Katt ab anların eski payi­ tahtları olap Tîmna' ( burası Plinîus ’taki Thamnıa yahut Thumna olup, cenûbî Arabistan ki­ tabelerinde fm n ''d ır)'a varılır. Ovanın alÇabasa ve al-Şibr kabilelerine âit olan alCufra kısmı muazzam harâbeler ile dolu olup, al*Muşayna'a denilen bu harabelerin oria sında, üzerlerinde bîr çok kitâbeler bulunan duvarları hâlâ ayakta duran büyük bir bina yükseltmekledir. ■ Harib 'in. i d a r e m e r k e z i , V a d i 'A y n ile Vâdİ Mukb.aî arasında bulunan D arb A l "A lî 'dir. Buranın ahâlisinin büyük kısm ı şerifler ( P e y ­ gam ber neslinden gelenler ) 'dendir. B un lar 750 k a d a r olup ( bundan başka kadın lar ve esirler



233.



HARÎB - HARİCÎLER.



de vardır), 4 aileye ayrılmaktadırlar. Bu aile­ lerin en ehemmiyetlisi A î ‘A li b. Tâlib 'dir ki, Harib 'in emîri dâima bu aileden seçilir; Darb 'de ikamet eder ve memleketin bütün ahâlisi tarafından son derece hürmet görür. A l ‘Ati b. Tâlib ailesinin bu şehirde Hişn al-Cavhar ismi verilen eski bir müstahkem kasırları var­ dır. Darb 'de, şeriflerden başka, kirvân >( cem. kar av i ) adı verilen küçük esnaflar, İşçiler ve san’at erbabı oturur. Darb Al ‘A li 'den yarım saat kadar bir mesafede küçük Darb B5 Tubef ( T u h a yf) şehri vardır. Burası A l Abi Tuhef kabilelerine âit olup ( bk. Snouck Hurgronje, Rev. Africaine, 19.05, s. 92 v. d.), bun­ lar Hilâl [ b, bk. ] 'lerin neslinden olduklarını iddia ederler. Şehir A l Abi Tuhef'in 250 ka­ dar tebeası ile meskûn olup, A l Abî Tuhef'in kendileri şehrin etrafında çadırlarda otururlar. Oradan bir saat mesafede Hacar Harib ismi verilen, kadîm harâbeler ile kaplı, bir sâha vardır. V a d i‘Ayn üzerindeki (sağ-sahil) mes­ kûn yerler arasında aşağıdaki mahalleri de say­ mak İcâp eder : Bani ‘Abd şubelerinden A l ‘Amr ve Al Mas'üd ve reayasının oturdukları Darb Al *Amr ( Cebel Karn üzerinde ) mahalli; burada Hişn Habbâ ve Hişn Hicrana isminde dörder katlı iki eski müstahkem bina vardır { bunla­ rın İkincisi Harib emîrine âit olup, âşâr ver­ gisini vermeyenleri buraya hapsetmektedir). Bundan başka, Âl Gugaym 'in oturdukları alSâha köyü vardır ki, burada yapılan ve A ra­ bistan 'ın her tarafında satılan asma kilitler ( kafi ğuşaym i) doîayısı ile, A l Gusayra A ra­ bistan 'da büyük bir şöhret kazanmıştır. Zikredilmesi gereken yerlerden biri de Vadi ‘Ayn üstünde ve Karn ‘Ubayd tepesinin ete­ ğinde kâin-Hacar Hinü şehri harabeleridir ki, bunların ortasında, medhali hâlâ ayakta duran ve üzerinde kitabeler bulunan bir bina yüksel­ mektedir. Bu harabelere, rivayete göre, vaktiyle buralarda büküm sürmüş olan al- Zerer b. Salak isminde birine atfen, Hinü al-Zerer ( Z a rir) dahi denilmektedir. Belki burası, cenûbı Arabistan ki­ tabelerindeki müstahkem şehir zrrn*dir. Bîr riva­ yete göre, bu şehirde sâbi’î-himyerîlerin reayası olan haddad ( »demirci" ) '1ar oturmakta imişler. Al-Hamdâni ( C azira) Harib 'i zikretmekte ve Cebel Karn 'i Ma'rib [ b. bk. ], Harib, Bay hân [ b. bk. ] ve bîr de Radmân ’a âit olarak göster­ mektedir ; burasının sâkinleri olarak, iyi bir arapça konuşan Murâd, Rabi‘, Halaf ve ‘Uzr kabi­ lelerini zikreder. Bunlardan Murâd kabilesi şim­ di Harib'in hudutlarında ve Rabi‘ler ise, Ha­ rib ile-Bay hân al-Kaşâb 'da oturmaktadırlar; Haîaflerden de Tin al-Halif arazîsinde izler bu­ lunmaktadır. Burada Hayd al-Halif isminde: münferit bir dağ da vardır.



Bundan başka al-Hamdanİ, Hamdânîlerin ta­ sarrufu altında bir Nihm Harib 'inden dahi bahs­ eder kİ, burası Rairaz ’lar Harib 'i olsa gerek­ tir. Ma'rib ile Şan‘â arasında ve Şirvâh ’ın ya­ nında bir Vadi Harib bulunmaktadır. Kitâbelerde Harib Çlazramut ismi İle geçmektedir. B i b l i y o g r a f y a ' . al-Hamdâni, C a z ır a ( nşr. Müller ), s. 80, ıı, 81,4, 95, e, 103, e, 109,4, 110, 3, 134, 20; E, Glaser, Z w e i In sc k rifte n über den D am m b rû ch von M a r ib ; ( M iiteil. der Vorderas. G es.} Berlin, 1897, s. 32, 44,



54 »58 ) ; ayn. mil., D ie A b e s sin ie r ( Müncben,



189$), s. 112, 113, 115; Comte de Landberg, A ra b ica (Leiden, 1898), V, 81— 119. ( J. SCHLEIFER.)



H ÂRİCÎLER. al -H AVARİC (mfr. hâ rici), i s l â m i y e t î n en e s k i f ı r k a l a r ı n d a n b î r i n i n m e n s û p l a n . Bunların ehemmi­ yetleri bilhassa itikat bahsinde, hilâfet nazariyesİ ile alâkadar meselelerin tedvininde ve mağ­ firete îman yolu ile mİ, yoksa ameller vâsıtası ile mi erişilebileceği mevzuunda kendisini gös­ terir. Siyâsî tarih bakımından, rolleri, bilhassa ‘Ali'nin hilâfetinin son iki senesinde ve Emevîler devrinde, bir çok eyâletler ellerine dü­ şünce, fasılasız isyanları ile, İslâm devletinin Şark kısımlarının âsâyîşini bozmak ve evvelâ Mu'Sviya 'nin ‘A li 'ye ve sonra Abbâsîlerin Emevîlere karşı zaferlerini, istemeyerek, kolaylaştır­ mak olmuştur. I. Haricî hareketinin başlangıc 1. Mezhep ayrılığına sebep olan hâdise, Mu'lviya 'nin, Şiffin muharebesi ( saf er 37 = temmûz 657; krş. mad. ‘ALİ B. ABİ TÂLİB) esnasında, ‘A li 'ye yaptığı bir tekliften doğmuştur ki, buna göre, harbe sebebiyet vermiş olan ‘Osman 'm katli meselesinden mütevellit ihtilâfı, »Kur* an ahkâmına göre" halletmek üzere, iki hakettı tâyin edilecekti. ‘A li ordusu­ nun ekseriyeti, ister harp yorgunluğundan olsun, İster kurra 'nin Kur* an hükmünün, kendileri­ nin ‘Osman ’a karşı açtıkları, onun katline ka­ dar giden kanlı cidalin haklılığını göstereceği ümidi ile olsun, bu teklifi memnuniyetle kabul ederken, ekseriyeti Tamim kabilesinden olan muhariplerin bir kısmı, Allahın kelâmı fevkinde bîr beşerî mahkemenin kurulmasına şiddetle muhalefet etti. Onlar »hükmün yalnız Allaha âit" ( lâ hukma illâ li ‘ilâh ) olduğunu söyle­ yerek, orduya terk ettiler ve Küfe [ b. bk.) 'den pek uzak olmayan Harürâ1 kasabasına çekile­ rek, biç tanınmamış bir mücâhidi, ‘Abd Allah b. Vahb al-Râsİbi [ b. bk. ] 'yi, kendilerine reis seçtiler. Bu ilk iftirakçılar kendilerine ahharu~ riya yahut âl-muhakkima ( yukarıdaki ibareyi şiar edinenler; krş. RSO , V îll, 789, not 1 ) ismini yerdiler kİ, bu isimler, ekseriya daha



HÂRÎCÎLER. sonraki haricîlere de teşmil edilmiştir. Bu kü­ çük zümre, birbirini takip eden bozgunlarda, bilbassa kurra 'nm intizârına tamamen zıt ola­ rak neticelenen hakem karan üzerine (tahmi­ nen 37. yılının ramazan veya şevvali — 658 şu­ bat-mart), gittikçe büyüdü: içlerinde kurra 'om da bulunduğu ‘A li taraftarlarının bir kıs­ mı, İbn Vahb 'in karargâhına iltihâk etmek üze­ re (mütâreke eşnâsında ordunun geri çekildi­ ğ i), Kûfa'den gizlice çıktı {haraca). İbn Vahb o arada Dicle 'nin sol kenarında, Fars yolları­ nın birleştiği Cühl memleketinde ( ileride hilâ­ fetin merkezî olacak olan) küçük Bagdad kasa­ basının bulunduğu köprü başında, karargâhını kurmuş bulunuyordu. Âsîlerin karargâhı al-Nah». ravân kanalı boyunca uzuyordu. Haricîlere bu is­ min verilmesi, onlara daha sonraları, belki de hayli zaman geçtikten sonra, m ü ' m i n l e r c e m â a t i n d e n ç ı k mı ş olduklarına delâ­ let eden husûsî bir sıfat gibi kullanılmış olma­ sından ziyâde, yukarıda bahsedilen Küfa'den çıkış vak'asından dolayıdır, ilk haricîlerin (h a ­ leflerine kadar. yayılmış olan ve kendilerinin de bu isimleri kullandıkları zannedilen ) diğer bir adı da al-şurât ( mfr. şar i ) s a t a n l a r yâni A l l a h u ğ r u n a c a n l a r ı n ı s a t a n ­ l a r d ı r ( bu telâkki o zamana âit bir çok manzumelerde görülür). Hâricîlerin müthiş: taassubu, müfrit hükümleri ve şiddet hareketleri ile, derhâl kendini gös­ terdi : ‘A li 'nin hilâfet üzerindeki: iddialarının hükümsüz olduğunu İlân ettikleri gibi, ‘Osman 'ın hareketini de takbih eyleyerek, katlinden -dolayı intikam almak fikrîni de külliyen reddet­ tiler; hattâ daha ileri giderek, kendi nokta-i nazarlarım: kabul etmeyenlerin, ‘Osman ile be­ raber ‘A li 'yi ^inkâr etmeyenlerin, kâfir ve ka­ tilleri vacip olduğunu: ilân eltiler. Hemen sonra, kadınlar da dâhil, bir çok kimseleri öldürdüler. Haricî ordusunun ehemmiyeti, din nazarında ırkların müsavatı prensibini Öne sürmelerinden dolayı, arap olmayan kavimler ile diğer muta­ assıp ve serkeş unsurların da kendilerine ilti­ hâkı üzerine, gittikçe arttı. Mu'âviya ordusu ile karşılaştıkları zaman, o vakte kadar geri­ sinde: bir: harbe tutulmaktan çekindiği için, âsî­ leri :korumak yolunu tutmuş olan ‘A lî, sulh mukaddemâtımn inkıtaa uğraması üzerine, git­ tikçe büyüyen bu tehlikeye müdâhale etmeğe mecbûr oldu î: haricîlerin karargâhına hücum etti ve onları İbn Vahb İle bir çok tarafdarlarının: telef olduğu müthiş bir hezimete uğrattı (Nahravan muharebesi, 9 safer .38 — 17 temmuz 658 ). Fakat zafer ‘A li'y e pahalıya mâl oldu; isyan söndürülemediği gibi, bu mücâdele 39— 40 senelerinde küçük mahallî kıyamlar hâlinde de­ vam ettikten başka, kendisi de Nahravan mu­



«33



harebesinde âzâsınm mühim bir kısmını kayb­ eden aileden bir kadının kocası olan ‘Abd alRahman b. Mulcam al-Murâdi [bk. mad. ‘A L Î ] isimli bir haricî tarafından öldürüldü. Haricî­ lerin, ‘A li, Mu'âvıya ve Mısır valisi ‘Amr b. al‘ A ş '1 aynı zamanda öldürmek îçîn, ahdetmiş oldukları ve bir plan hazırladıkları hakkındaki rivayetin sonradan uydurulmuş olduğu hemen •hemen muhakkaktır. Arap müverrihlerinin haricî hareketinin menşe'i hakkındaki yazılan karışık ve mutenalı ız olup, bunlarda haricî hareketi üe hakem mese­ lesi arasındaki hakikî münâsebetlerin göz önün­ de bulundurulmamış olduğu kaydedilmelidir; diğer taraftan da haricî hareketinin asıl mâ­ hiyeti ile hakikî tarihi de muayyen dağildİr. Yukarıda verilen yeni tarih şekli bu makalenin müellifine âit olup [ bk. B İB L İY O G R A F Y A ], Weîlhausen 'm fikrine ( Lammens İle Caeiani de aynı fikrî kabûl etmişlerdir ) karşı ortaya kon­ muştur ki, o fikre göre, haricîlerin isyanı ile hakem meselesi birbirinden tamamen müstakil vak'alar telâkki olunmakta ve Nahravan mu­ harebesi bile hakemlerin hükmünden evvel vukû bulmuş addedilmektedir. II. Hâricîlerin Emevîler devrin­ d e k i h a r p l e r i . ‘A li 'nin zayıf ve karar­ sız hâkimiyeti yerine geçen Mu'âvıya 'nin âkîlâne ve azimli idaresi hâricîlerin yaptıkları tahrikatın taşmasına mâni oldu; fakat o d a şi'îlerin infial ve ihtiraslarım söndüremediğİ gibi, haricî tahrikatını da ortadan kaldıramadı. Kaynaklardan öğrendiğimize göre, Mu'âvıya ’nin 20 senelik idaresi ( 40— 60 = 660— 680 ) müddetince, Basra 'da olduğu kadar, Küfe 'de de isyanlar çıkmış, fakat bunlar sür'atle bastırıl­ dığı için, yalnız hârici şehitleri sayısının art­ masına yaramış idi. Şehitlere yapılan merasim ile onların intikamını almak emeli haricî hare­ ketinin hususiyetlerini teşkil eder. Bilhassa Basra 'da Ziyad b. Abihi ile oğlu ‘Ubayd Allah 'm valilikleri zamanında, isyanların ve tenkil­ lerin pek fazla olduğu görülür. En mühimi Mirdûs b. Udayya al-Tamimi Abu Bilâl [ b. bk.] tarafından çıkarılmış olan bu isyanlar, hâricîier için yeni bîr hareket tarzı tâyin etti; artık on­ ların alnınları çete harpleri şeklini almış idi ve muvaffakiyetlerini bilhassa âdeta efsânevî olan süvarilerinin ( bâzı atlarının isimleri atçılığa âit arap eserlerinde görülür) sür'atine borçlu olmuşlardır; bu süvâriler ansızın toplanıyor, şurada burada dolaşıyor, müdafaasız şehirleri basıyor ve hükümet kuvvetlerinin takiplerin­ den sür'atle savaşarak, kurtuluyorlardı. Hâ­ ricîlerin toplanma merkezleri Basra [ b. bk. ] civarındaki Batâ'ih bataklık sahası veya hare­ ket üsleri ve mağlûp oldukları takdirde oradan



234



HARİCÎLER.



çar-çabu k İ r a n ’ın d a ğ lık kısım ların a ka ça b ile­ cek leri, D icle ’ nin so l kenarın daki C ü h â idi.



Yazid I. Jın ölümünden sonra zuhur eden da­ hilî harp yüzünden doğan umûmî kargaşalık esnasında, haricî hareketi büs-büiün şümul ve ehemmiyet kazandı ve hilâfet davacısı ‘Abd Allah b. Zabayr [ b. bk. ] ’in eline geçirmeğe başladığı yerlerdeki hâkimiyetinin kararsız bîr hâle düşmesine, her şeyden ziyâde, bu keyfi­ yet yardım etti. İbn al-Zubayr’in sukutundan sonra, Emevî valileri, galiplerin olduğu kadar, mağlûpların da düşmanı olan bu pervasız âsî­ ler ile mücâdele ettiler. İşte bu devirdir ki, ha­ ricîler arasında yan siyâsî ve yarı dinî, talî fırkalar ayrılmağa başlar; fakat menşe'eleri tamâmîyle vazıh değildir; çünkü, bunları Yazid ’in ölümü üzerine, Basra ’da hep birden zuhur etmiş gibi gösteren menkulâtta, vak'alarm ha­ kikî tevâlîsînin değişmiş olması ihtimâli var­ dır. Ne olursa-olsun, artık imparatorluğun bü­ tün şark taraflarında ( Suriye dâima onlardan raasûn kalmış ve Afrika da onları ancak Abbâsîler devrinde tanımıştır) şiddetli hârici isyan­ ları ile karşılaşıldığı görülmektedir. İsyanların başında Azarika ( ezrakîler ; bk. EZRAKÎLER ), Abâiiga veya İbâziga [bk. madd.] ve Şufriga [ b. bk. ] fırkalarına isimlerini veren şahsiyet­ ler bulunuyordu. Bu hareketlerin içinde, İs­ lâm devletinin b:rliği için en tehlikelisi, az­ gın ve uzlaşma bilmez mâhiyeti bakımından en müthişi, hiç şüphesiz, Nâfı‘ b. al-Azrak [ b, bk.] isyanı idi; bu isyan hârıcîlere Kir­ man, Fars ve diğer şark eyâletlerinin hâki­ miyetini muvakkaten te’mın ederek, Basra ve ona iâbî arazinin emniyeti içîn, daima bîr teh­ like teşkil ediyordu ve bu tehlike, evvelâ alMuhallab b. Abi Şufra, sonra al-Haccâc b. Yûsuf tarafından, Nâfi1 b. aî-A zrak’ıh"mağlûbiyeti ve hem onun, hem de en mühim reislerinden biri olan Katarı b. al-Fucâ’a [ b. bk, ] ’nîn ölümleri İle neticelenen ve senelerce süren gayretten sonra ( 7S yahut 79 = 698 yahut 699) ancak bertaraf edilebilmiş idi. İsmini, kurucusu değil, fakat en meşhur reisi olan Şabib b. Yazid aîŞaybani ( 7 6 — 77 = 696 — 697 ) ’den alan, hare­ ket noktası Mardin île Nusaybin arasındaki yukarı Dicle mmtakalarında bulunan ve Küfa ’yı zapt ve tahrip gayesini güden isyan daha az mühim ve bilhassa daha az geniş, daha az devamlı, fakat Ezrakîlerinki kadar da muannidâne olmuş idi. Ş ab ib ’in tarafdariarı, bir kaç yüz kadar süvariden müteşekkil, küçük fırkalar hâlinde ilerileyerek ve ekseriya yanlarına gayr-i memnunlardan ka’ abalık çeteler toplayarak, bütün İrak 'a dehşet salmışlardı; bunlar Haccâc ’ın askerlerini bir çok defa yendikten sonra, ancak Suriye ’den getirilen seçkin bir fırkanın



müdâhalesi ile, tenkîl edil ehildiler. Şabib, Kir­ man dağlarına kaçmağa uğraşırken, Ducayl ’de boğularak öldü. Halefleri Yazid II. île Hişâm ’m valilerini az-çok iz’âc edebildiler ise de, hiç bir zaman ciddî bir tehlike teşkil eylemediler. Hâricîlerin diğer faaliyet sahası da, İbn alZubayr ’in valiliği devrinde, 6$ (684/685 ) ve 72 (691/692) seneleri arasında, Arabistan oldu; reisleri Abu Tâlüt, Nacda b. ‘Amir ve Abu Fudayk, bir-biri arkasından Yamama, Hazramavt ve Yemen İle T a ’if şehrini zaptettiler; di­ nî bir endişe ile, yalnız mübarek şehirlerin fet­ hinden çekindiler. Bunlar da ancak Haecâc ’ra müdâhalesi ile imha edildiler; fakat yarım ada­ nın şark kısmında başka hareketlerin tohum­ larım bıraktılar. Haccâe ’ın azmi sâyesinde hâricîliğin tamâmiyle tenkîl edilmiş olduğu görülüyor. Onların mağlûbiyetine kuvvetle yardım eden diğer bir sebep daha vardır: âsîlerin taassubu ve müsa­ mahasızlığı. Dinî nizâlar haricî saflarını boz­ makla neticelenmiş ve bâzan da reislerin İçinde en cessûrlarımn, ber hangi bir hâdisede pren­ siplerinden mutlak surette inhirâf etmemek esâsına riayetsizlik töhmeti île, azline bile se­ bep olmuş idi. Diğer b;r zaaf sebebi de, bilhas­ sa Katarı b. âl-F u ci'a’nin ölümünden sonra, Ezrakî bakiyesinde görülen arap unsuru ile mevâlî arasındaki ezelî zıddiyettir ki, bunun da meşum neticeler doğurduğunu kabul etmek icâp eder. Fakat son Emevîler zamanında,, mer­ kezî hükümetin islâh kabul etmez fesadı esna­ sında, haricîler tekrar baş kaldırdılar ve bu sefer küçük çeteler ile değil, büyük kütleler ile faaliyete geçtiler. Bu devirdeki ayaklanmaların en barizi o’an, al-Zahhâk b. Kays al-Şaybâni [ b. bk. ] ’nin Elcezîre ve İrak ’ta t ü l i b a l - l ı a k k lekaph ‘Abd Alîâh b. Yahya île Abü Hamza ’mn Arabistan ( bunda Medine bile işgâl edil­ miş idi) ’daki isyanları tenkîl edilmek sure'iyle sona ermiş ise de, bunların doğurduğu kargaşa­ lığın Emevî kudretinin şark istinatgahım sars­ tığı ve Abbasî hareketinin devletin tâ kalbine kadar çok kolaylıkla girmesine imkân açtığı da bir hakikattir. Abbasî halifeleri devrinde hâricî hareketi Irak’ta ve civarındaki mıntakalarda söndürül­ müş addolunabilir. Hemen bastırılmış olan bir kaç mevziî isyan Hâriç, haricîler artık hiç bir ciddî tehlike teşkil etmiyorlar, ancak hayati­ yeti kalmamış bir dinî fırka olarak tutunabi­ liyorlardı. Aksine olarak, şarkî Arabistan ’da, şimalî Afrika ’da ve hattâ daha sonraları Afrika ’nın şark sahilinde, haricîlerin esâs kollarından biri olan îbâziya (A b âziya), mühim siyâsî bir rol oynadı ve bu rolün zevâlinden sonra bile, dinî rol oynamakta devam etti. Bunlar bugün



HARİCÎLER. dahi kendilerine hâs akideleri, âyin leri ve fık h ı ile yaşam ak tad ırla r [ bk. mad. EBÂDÎLER.].



«35



tinin başlangıcından itibaren tatbik edilmiş bulunuyordu ve ezrakî harpleri sırasında tam III, H â r i ç i l e r i n s i y â s î - d i n î n a - bir surette tatbikine geçilmişti. Bu - hunhar z a r i y e l e r i : Hârieîler, görüldüğü gibi, hiç prensip, haricîlerin gayr-i müslimlere göster­ btr zaman askerî ve siyâsî hareket sâhasında dikleri müsâmaha zihniyeti İle, mantıksız ol­ hakikî birliğe sahip olamadıkları gibi, yekpare mamakla beraber, garip bir tezat teşkil eder; bîr akaid sistemi de vücûda getirememişlerdir. bu fırkanın bâzı kolları, kelime-i şehâdeti, Bunlar, tetkik edildiği zaman, bâzı müstakil „ ■ .. Muhıammed Allahın, bize değil, araplara tâlî fırkaların ( milal risaleleri, aslî ve talî gönderdiği resuldür" şekline koyarak, söyleyen fırkaların sayısıöi 20 kadar gösteriyor) husûsî yahudi ve hiristiyanian müslümanlar ile müsâtezahürleri olarak görülmektedir ki, bunların vî telâkki etmek derecesine kadar ileri gitmiş­ bir kısmı kelâm mekteplerini olduğu kadar, lerdi. Araplar ile mavalı ’nin müsâviliği tema­ maşerî mâhiyette siyâsî hareketleri de temsil yülü (hilâfet meselesinin vaz’ında belirmiş İdi), ettikleri hâlde, diğerleri fırkanın nazariyecileri haricilik nazariyecilerinden biri olan Yazid b. arasındaki şahsî fikir ihtilâflarını ifâde etmekle Abi Anisa (gazîdiga ’nin kurucusu) tarafın­ iktifa ederler. Hepsinde müşterek bir nokta dan o kadar ileri götürülmüş ki, o, Allahın ye­ vardır ki, o da İslâmiyetteki bütün mezhep ih­ ni bir Kur an ’ı iranlıların içinden bir peygam­ tilâflarının hareket noktası olan h i l â f e t bere vahyedeceğini ve o peygamberin, kendi­ m e s e l e s i n e taallûk etmektedir. Bu noktada leri için, yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet hârieîler şi’îlerin meşrûiyeti dâvasına ve mur- mertebesinde İlâhî olup, Kur’an ’da zikredilen cıa [ b. bk. ] akidesine muhalefet ederler. On­ Şâbi’ün dininden başka bir şey olmayan yeni lar bir taraftan, Wellhausen hn isabetli olarak bir din kuracağını iddia ediyordu. Hâricîliğin devlet ve îmân telâkkisini teba­ „non-conformismus" tâbiri ile ifâde ettiği, doğru yoldan çıkan imâmı, sırf bundan do- rüz ettiren tasfiyecilik ahlâkî prensiplerinde de layı gayr-i meşru ve mahlû ilân etmek kendini gösterir: ibâdetlerin makbul olması mecburiyetini ( hârieîler ‘AH 'nin tahkimi ka­ için, beden temizliğinin zarurî bir mütemmimi bulünden sonra, kendileri tarafından terke- olmak üzere, kalp temizliğini elzem görür; dilmesîni, bu esâsa dayanarak, meşru sayıyor­ hattâ fırkanın kollarından biri XII. sûreyi ( Yû­ lardı ) kabul ediyorlar; diğer taraftan da, ah­ su f sûresi), Allah kelâmı denilmeğe lâyık ol­ lâkça ve dince kusursuz, tam bir ehliyeti hâiz mayacak derecede, dünyevî ve hafif muhtevası her mü'min, cemâatin dileği ile, en yüksek sebebi ile, İÎHr’a n ’dan çıkarmağa kadar gider. imamlık mertebesine çıkabilir ve „siyâfı bir Diğer taraftan, zâhîlere verilen cezalardan taş­ esir bile imâm olabilir" dâvâsmı güdüyorlardı. lamayı hâriç tutrhak suretiyle, ehl-İ sünnetten İşte bu sebepledir ki, reisleri diğer şartları hâ­ daha az şiddet gösterir gibi görünür ise de, bu iz olmakla beraber hiç biri doğuştan Kureyşî keyfiyet sâdece, bu husustaki meşhur âyetleri olmadığı hâlde, kendileri tarafından am ir al- Kur*an ( krş. Nöldeke-Schwally, Cesck. d. Qo) ’ın İlk metnine ‘Omar tarafın­ mu’ m in in tanınmış idî. Binnetice kendiîerînm- rans, I, 248— kinken başka, meşru halife olarak, yalnız Abu dan ilâve edilmiş addetmelerinden dolayı, mevBakr ile 'Omar ( onlar bu son zâtı bilhassa sukİyetini tanımadıklarından ileri gelmektedir.Esâs prensipler ve bâzı husûsî hâller dışında tebcîl ederlerdi) ’i kabul ediyorlardı; 'Osman, hilâfetinin ilk 6 senesinde ve 'A li de Şiffin olarak, haricîlerin itikat ve şeri'at sistemleri, muharebesine kadar, meşrû halîfe addediliyordu. hey’et-i mecmuası İle bize ancak ebâdîler vâsı­ tası ile malûm oluyor; bunların bugüne kadar Hâricîliğin d iğ e r b i r e s â s n o k t a s ı n ı da yalnız îman yolu ile ve amelsız olarak mağ­ devam etmesi dinî an’anelertnîn tam bir suret­ firete erişilebileceği akidesinin mutlak surette te muhâfazasım te’min etmiştir. Ebâdîler ( di­ reddi teşkil eder. Ahlâkî taassuplarını, „büyük ğer taraftan şufriga g ib i) nisbeten mutedil günah" işleyen her hangi bir kimseyi muriadd bîr temayülü temsil ederler; bugünkü mezhep­ addederek, ona mü’min ismini vermekten çe­ leri, itikat bakımından olduğu kadar, fıkıh ba­ kinmeğe kadar İleri götürüyorlardı; Ezrakîİe- kımından da, bir dereceye kadar, diğer müslüman rîn temsil ettiği sağ cenahları, bu şekilde kâ­ mezheplerin te’siri altında kalmıştır. Son zaman­ fir olan bir insanın tekrar îmâna gelemeyece­ larda ebâdîye ve mutezile akideleri arasında çok ğini ve irtidadından dolayı, hem kendisinin sıkı münâsebetler meydana çıkarılmıştır ( C, A. hem de karıları ile çocuklarının katli icâp etti­ Nallino, RSO, VII, 455— 460 ) ; mutezile mensup­ ğini iddia ediyorlardı Hârici olmayan bütün ları, hiç olmazsa bâzı noktalarda, hâricîlikten müslümanlar mürted addolunuyordu. İşte bu müteessir olmuş farzedilebİİir. Wellhausen 'ın isti r 5 z ( dînî k a ti) prensibidir ki, daha naza­ işaret ettiği gibi, hâricîliğin, ister doğrudan riye hâline konmadan evvel ve hârici hareke­ doğruya, İster îmân meselesi üzerindeki fikir­



2İ&



HÂRÎCÎLER - HÂRİD.



lere verdiği hız ile olsun, müslüman kelâmının inkişâfında çok mühim bir hissesi olduğu şüp­ hesiz görülmektedir. Haricilik başlangıcında bize .tamimiyle.bir halk hareketi olarak görünmesine rağmen, onu fikrî mâhiyetten mahrum addetmekten çekin-, mek lâzımdır. Aksine olarak» nazarİyelerinin cezrîliği sayesinde, mümasil nazarîyelerin he-, men-hemen her memlekette ve her zaman yap­ tıkları gibi, bir çok münevver zekâlar üzerine câzîp bir te’sir icra etmiştir. Bilhassa ilk Abbâsıler devrinde, muhitin incelmiş ve şüpheci medeniyetinin te'sîrİ altında ve aynı zamanda ona muhalif olarak, bir çok âlim ve ediplerin hâricîlîğe âİt fikirleri taşıdıkları iddia edilebi-, lir; fakat bu hâl onların yüksek cemiyetlere devamlarına ve sarayın lûtuflanndan istifâde­ lerine mâni olmazdı. Bu „mahrem£c hinciler içinde en tanınmışı, meşhur lisâniyatçı Abü ‘Ubayda Ma'mar b. al-Musanna 'dır ki, onun hiç olmazsa lafzı olan taassubu hakkında ol­ dukça dokunaklı bir fıkra nakledilir ( îbn Hallikân, 1310, I, 107 5 burada zikredilen şiir alMurtazâ ’nm Amali, 1İÎ, 88 v. d. göre, tashih edilmelidir ). Haricîlerde şiir ve hitabet de ilerilemiş id i; bu hâl reislerinin çoğunun, bilhassa ilk zamanlarda, Küfa ve Basra askerî karargâh­ larının bedevî unsurlarından gelmiş olmaları keyfiyeti ile oldukça iyi izah edilebilir. Haricî reislerinin söyledikleri hutbeleri ( huiâb ) ihtiva eden risaleler vücûda getirilmiştir ki, bunlar­ dan bize kadar gelenler, haricilik fikirleri hak­ kında mükemmel malûmat verdikleri gibi, hita­ betlerinin de hayli yüksek olduğu hakkında bir fikir vermektedirler. Haricî şiirlerinden ( bun­ lar husûsî divanlarda toplanmıştır), bilhassa aynı zamanda haricî fıkhının kurucularından biri ol an 'İmran b. Hittan . ( II, 507 v. d ,) Man bîr çok parçalar bugün mevcuttur. Haricî hai î p ; şâir ve fakîhleriaİn uzun bir listesi Cahiz {Bayan, Kahire, 1313, î, 131 — 133; II, îzö v. d ,) tarafından tanzim edilmiştir. Haricî harpleri başlangıçtan itibaren, arap tarihlerinde ve tamamı bize kadar gelememiş olan bir çok eserlerde anlatılmıştır. Bununla beraber, Abu Mihnaf, Abü 'Ubayda ve al-Ma* dâ’ini gibi müelliflere âit olan mühim eserlerin esâs muhtevalarım aşağıda zikredilen tarih kaynaklarındaki iktibaslardan öğreniyoruz. B i b l i y o g r a f y a ' . I. ve II için bk, aî-Mubarrad, al-Kâmil ( nşr. W rîght), tür. yer ( bu eserde bu mevzua dâir dağınık bir hâlde, pek çok malûmat bulunur; tre. O. Rescher, Dte Kharidschitenkapitd atış dem Kâm il, Stuttgarl, 1922); Tabarî ( nşr, de Goeje), I, 3341 v. dd.; II, tür.'yer; BalâzurT, Ansâb al-aşrâf (JRSO, VI, 488— 497; hulâsa



v e 'A li Mîn halifeliği devrine âit metin numune­ ler i. düzeltmeler, ayn esr,, s. 925); ayn. mil. (nşr. Ahhvardt), s. 78— 96, 125— 151 ('A b d aî-Malik 'in: halifeliği devrine dâir }, Mas'üdî, .Murac (nşr. Barhİer de Meynard ), IV — VI, tür, y e r.; L. Caetani, Annali deli' İslâm, IX, .541— 556; X, 76— 151, 168— 195 ve tür. yer. ( bu makalenin müellifi tarafından tercüme edilmiştir; 'A li'nin hilâfeti devrine âit tarihî metinler ve hadîs kitapları v. b. risalelerin­ den alınmış haricîler ile alâkalı diğer mâlzeme ) ; ayn. mil, Chronographia îslamica, I; R. E. Brünnow, Die Charidsckiien unter den ersten Omayyaden ( Leiden, 1884); J, We.Uhausen, Die religiös-politischen Opposiüonsparteien im alten İslam, I. Die Chavârig ( Abh. G W Goti., Neue Folge, V, 2, 1901 ); H, Lammens, Le calipkat de Mo âvia Ar ( M F O B, s. 125— 140) ; G. Levi Della Vida {RSO , 1913, VI, 474— 488). II. al-Şahrastâni, al-Milal va ’l-nihal (nşr. Cureton),. s, 85— 103 (trc. Haarbrücker, Religionspartheien und Plilosopken. Schulen,s. 128— 15 6 ); İbn Hazm, al-Faşl f i ’t-milal ( Kahire, 1320 ), IV, 188— 192 ; ‘Abd al-Kâhİr al-Bağdadi, al-Fark bayna ’l-firak ^Kahire, 1328, bu neşirde hatâlar vardır), s. 54— 92 ve 263— 265 (noksan tre. K. Ch. Seelye, Moslem schisms and sects. . . CoItımbia University Orienİal Ssries, XV, New-York, 1919, 1. kısım, s. 74— 1 1 5 ) ; I. Goldzîher, Vörlesungen iiber den İslam ( 2. tab;, Heidelberg, 1925), s. 191— 196 (1 . tab, s. 204— 208 ; frns. trc. F. Ario, s. 159— 164), III, M. Th. Houtsma, De strijd över ket . Dogma in den İslam tot op el-AsK'ari (L ei­ den, 1875 ) ; I. Goldzîher, VorUsungen über den İslam ( Heidelberg, 1910 ), fihrist; Şerefeddın, îslâmda ilk fila î hareketler ve dinî mezhepler: Havâric ( Darülfünun, İlahiyat Fakültesi mecmuası (1930), sayı 14, s. 4— 16 ); Abu '1-Hasan ‘AH b. İsmâ'ii al-Aş‘ari, M ak âl at al-islâmiyin ( nşr, H, Ritter ), İstanbul, 1929— Î933 ; bk. bîr de Bibliotheca Îslamica, I, fihrist; ( G. Levi D ella V id a .) H ARİD . [ Bk. HÂRiD.) H ÂRİD. a l -HARÎD yahut G a y l a l -Hârîd , cenubî Arabistan Ma Cavf 'te bir v a d i n i n ve Arabistan 'ın bütün yıl kurumayan bir k a ç a k a r s u y u n d a n b i r i n i n adıdır. J. Halevy'ye göre, nehir, Şıra" civarında Bilâd Arhab 'da, bazıları sıcak ve içlerinde mâden milhleri bulunan bir çok kaynaklardan doğarak, başlangıçta iki taraflı tepeler arasında bir düz­ lükten cereyan eder. Menbamdan 200 m. kadar sonra hayli genişler ve bu kısımda çok mıkdarda balık bulunur, Bu balıklan Şan'â’ şehri­



HÂRİD - HARÎRÎ. ne gönderip, ticâret yapan Şira' halkı için, nehrin İktisadî ehemmiyeti büyüktür. Bundan başka nehir, Cavf vahalarını da sular. Sular büyük bendlerde toplanarak, muhafaza edilir ve kurak mevsimde cedvelier ile tarlalara sevkolunur. Cavf 'in mebzûl nebatları Hârid saye­ sinde yetişir ve çok ehemmiyetli olan bu sula­ ma tertibatı bulunmasa idi, Cavf havalisi ye­ şilliğini güç muhafaza ederdi. E. Glaser 'e gö­ re, Hârid 'de ancak Bayt Cihayli 'den sonra su olmalıdır; bu mevki Bİİâd Arhab 'ın en şimalî noktasındadır. Hârid bütün Şan'a', Havlan ve Sanhân mmtakasmı sular ve şarkî Sarat’ın en ehemmiyetli akar suyudur. Zü Husayn arazi­ sinde, nuntakanm ikinci büyük vadisi olan V a­ di Hirrân'a ulaşır ve ondan sonra bütün Cavf içinden akıp gider. Yerlilerin J. Halevy 'ye an­ lattıklarına göre, Hârid Beled Hamdan 'm et­ rafım dolaştıktan sonra, kumlar içinde kayb­ olmakta ve ancak Hazramavt 'ta tekrar meyda­ na çıkmaktadır ki, bu hâl yalnız Hârid 'e mah­ sûs olmayıp, Arabistan'm başka nehirlerinde de görülmektedir. B i b l i y o g r a f y a : al-Hamdan!,; Şifa Cazirat al- Arab ( nşr. D. H. MUller); Leîden, 1884— 1891, s. 81— 83; I09.--v.di, îevy, Voyage au. N edjrân; (B ullefin.de ila Socîete de Geographie,M l, seri, 1873, VI, 36, «59, 582— 584 ) ; E. G]aser, Geographische Forschungen im Jemen, 1883, var; 26rp iz^v ( yazma) ; ayn. mil., Metne■ Reise- -durak Arhab un Hâschid ( Peter m, Mitieîl., 1884, XXX, 172 v.d.); ayn.- mil., Ski'zze. der Geschichte und Geographie Arabiens •( Berlin, i 890), II*. 55! 'W . B. Harris, A Journey through the Yemen ( London, 1893 ), s. 314; W. Bury, Arabia Infelix or the Turks in Yermen ( London, 1915), s. 7, 21, 70, 72.



( A dolf G rohmann.) HARÎK,- [ Bk. H A R ÎK .] . . . . . H A R ÎK . a l -HARÎK ( a l -H a r yk ), N e c d 'd e b i r b ö I g e olup, Yamama’nin cenubunda bü­ yük çölün ( Dalına ) yanındadır. Bu çok sıcak mmtakada, Palgrave'a göre, 60— 70 mü (95— 1 12 km .) uzunluğunda bir dağ silsilesi vardır. :Memleketin idare merkezi Hüta 'dır, İbrahim Paşa, Vahhâbîlere karşı harpte, Dar'iya [ b, bk. ] 'nin zaptından sonra, Harik'ı itaat altına aldı. Vahhâbîler N ecd’i ve H icaz'ı geri aldıktan sonra, gerek Harik 'ta ve gerek bununla hem­ hudut olan Yamama'de emîr ‘Abd Allah b. Sa'ud ’a karşı isysn çıktı. ‘Abd Allah bir ordu ile fa rile üzerine yürüdü, isyanı kanlı bir su­ rette bastırdı ; bütün memleketi yağma etti ve haraca kesti. Hüta şehri hemen tamâmiyle ya­ kıldı ve çocuklar ile kadınlar kılıçtan geçirildi; evvelce 10.000. kadar tahmin edilen erkek nü­



fustan yalnız 130 kişi kalmış olduğu iddia edil­ mektedir. Palgrave 1863 senesi için, Riyâz [ b. bk:. ] hükümetinin kayıtlarına göre, Harik 'ın muharip sayısını 3.000 kişi kadar gösterir. Ona göre, bnrada bulunan 16 mahallin nüfûsu 45.000 tahmin edilmekte ise de, bu mıkdar mubâlegalı görünmektedir. Çünkü F. Mengin, 1823'te Muhammed ‘A li tarafından yapılan seferin raporlarında, silâh taşıyabilecek 3.000 kişiden başka (kadın, çocuk ve ihtiyarlar dâhil) nüfusu 9.000 olarak göstermiştir. Hâlbuki, W. Schim per, Vabhâbîlerden aldığı malûmata göre, 1836 'da buranın nüfûsunu 15.000 tahmin etmiştir. B i b l i y o g r a f y a î K. Rİtter, Erdkunde, XIII, 518, 522, 523; W. Palgrave, Üne annee de. -voyage dans VArahie centraie (frns. trc., Paris, 1866), II, n o , 152, 153, 179; ayn. mil., Reise in Arabien ( alm. trc., Leipzig, 1867), I, 257; II, 36, 37, 60, 66, 67, .97. (J , SCHLEIFER.) HARİM . [ Bk. HARÎM.] H ARÎM . HARIM (A.), y a s a k y e r ; bil­ hassa kadınlar dâiresi ve dol ayısı ile burada oturan kadınlar (karem ) için kullanılır, Sâhîbimn muvafakati olmaksızın, işletilmekten men'edilen araziye de harim denilir; Bağdad 'd a ; şehrin ayrı semtlerini ihtîvâ eden Harim dâr al-Hilafa ve Harim al~Tâhiri gibi. H ÂRİM . [Bk.i H Â R İM .]. - HARIM , -HARİM, haçlı muharebeleri zamanındaysık-sık adı geçen ( Castrum Harene ya: hut Harench) bîr k a l e olup, Antakya 'nın 33 km., şarkında bir .kaza merkezîdir (Cuinet ye göre, nüfûsu 1636). Haçlılar, Antakya'nın muhasarası esnasında (491 = 1098), burayı Zaptederek, hisarını yeniden inşa ettiler. 559 (116 3 ) .'da Nur al-Din'in bu civarda hıristiyanlara karşı kazandığı büyük bir zafer neti­ cesinde, Harim tekrar müslümanların eline geç­ ti, Hıris.tiyanlar birkaç defa burayı geri almağa uğraştılar ise de, neticede kale yine müslümanların.elinde kaldı, 630 ( 1232) 'da Eyyûbîlerden al~‘A ziz burada, sun'î bîr tepe üzerine, harabe­ leri hâlâ duran müstahkem bir kale yaptırmıştır. B i b l i y o g r a f y a î Y a k u t, Jl^a'cam, II, 184; AH Ç e v â d , Mamâlik-i osman., tarih, coğrafya . . . ,s. 317 ; R itte r, Erdkunde, XVII, 1643 v;d. ; v. K rem er, Beîirâge zar Geogr. des nördl. Syr., s, 35 ; C u in et, La Turçaie d’Asie, II, 211 ; G. le S tra n g e, Palesiina under the Muslims, s. 449, H A R lR İ. [ Bk. H A R ÎR Î.] H ARÎR Î. HARÎRÎ (1054— *122). A bü Mur HAMMED AL-^ÂSİM B. ‘A U B. MUHAMMED B. AL-HARÎRÎ, g r a m e r c i ve m u h a r r i r . .



Basra civarında Maşan 'da doğdu ( 446 = 1054 ) ve orada y etişti; Basra 'da dahi tahsil etti;



M



HARÎRÎ -



bununla beraber, mevsuk menbâlalarda al-Fazl b. Muhammed al-Kaşabâni 'nin kendisinin hoeasî olarak gösterilmesi bir yanlışlık eseri ol­ malıdır; zîra al-Fazl b. Muhammed al-Kaşabâni 444 (1053) senesinde vefat etmiştir, idarin Basra'da sarayda şâhib al-habar (istihbârât •âmiri ) vazifesini görmüştür ( krş. X»bari, IH, 1260,13 ). Ahfadı 556 'da, Basra ’yı ziyaret etmiş olan ‘İmad al-Dia İsfahanı zamanında, bâlâ bu mansıbı işgal etmekte idiler. Har ir i 'nin evi Banû Haram mahallesinde olup, resmî makamı ise, Maşan 'da idi. Bagdad '1 bir kaç defa ziyâret etmiştir ki, bunlardan biri 504 senesinde vâki olmuştur. Hacca gitmiş olması pek muh­ temeldir ; başka seyahatlerinden bahsedildiği görülmemektedir. Vazifesi onu payitahtta bula­ nan bir çok yüksek zevat ile temasa getirmiştir. En meşhur eseri M akâm at olup, Sarüclu Abu Zayd adında birinin al-Hâris b. Hammâm tara­ fından nakledilen maceralarından mürekkep ve Badi1 al-Zamân al-Hamazanı'nin M a lçâ m ât'ı tarzında yazılmış 50 hikâyeden müteşekkil bir mecmuadır. Tarihçi ibn al*Dubayşi Abu Zayd 'in al-Mutahhar b. Sallâm adında, hakikî bir şahsiyet olup, Hariri'nin kendisine şiirlerde yazmış oldığunu iddia etmekte ise de, bu id­ dianın diğer meşhur hikayecilerin isimleri etra­ fında toplanan uydurma masallar kabilinden olduğu muhakkaktır. Al-H arın, kendisi ile muhaberede bulunmuş olan bir dostu Hibat Allâlı b. Şâ:id b. al-TUmiz 'e göre, M alfüm ât 'ına 495 senesinde başlamış ve 504 senesinde bitirmiştir. İlk tarih doğru gibi görünüyor; zira 490'da Sarüc'un frenkler tarafından zap­ tından eserde babsolunm ak tadır; lâkin son tarih hakikî zamanından evvel gösterilmiştir; eğer İbn al-Aşır'in, 503'te Asadi Dubays'İn genç bir çocuk olduğu iddiası doğru ise, bu ikinci tarih yanlıştır; zîra M akâm at 'da Du­ bays meşhûr bîr adam olarak gösterilmektedir. Bu hikayelerin kimin teşviki ile yazılmış oldu­ ğu hakkında da muhtelif fikirler vardır. Bu hususta Mustarşîd'in vezirleri Abü *AH b. Sa­ daka (5 12 = 11 1 8 ) ile Anüşirvan b, Hâlİd [ b. bk. ] ’in isimleri zîkrolunmaktadır. Malcâmat, daha müellifinin hayatında, meş­ hur olmuş id i; eserin İstinsahı için 700 kişiye İcazet vermiş olması ile İftihar eder; bazılarının ( msl. Ziya'al-Din b. al-Aş'r ve Fahri müellifi) zemmetmeğe uğraşmalarına rağmen, eser hal­ kın rağbetini muhafaza etmiştir. Eski şârihlerden Şamim at-Hilli ( Ölm. 601=1204), Yakut 'a, Harın 'nin fevkalâde yüksek meziyetini ssbât etmek için yaratıldığını söylemiş ve bizzat ken­ disinin arap edebiyatının diğer büyük mahsul­ lerine faik eserler vücûda getirmiş olmasına rağmen, Makâmat derecesinde bir şey yazama*



HARİRİYfi. mış olduğunu ilâve etmiştir. Eseri, ibda bakı­ mından, Hamazgni 'nin eserinden hayli geri kal­ makla beraber, arap lisanına tasarruf, üslûp kıvraklığı ve şairlik kabiliyeti itibârı ile, Harîri ona çok faiktır. Bu hikâyeler yalnız İslâm camiasında makbûi kalmayıp, yahudiler ve hıristiyanlar tarafmdan da çok rağbet görmüş, İbrânî, süryânî ve daha sonra türk dillerine tercüme edilmiş ve bu lisanlarda benzerleri yazılmıştır. Makâmat 'in bâzı parçaları XVIII. asırda, Sehultens ve Reiske tarafından, Iâtinceye de tercüme edilmiştir. Bu eser 1822 'de de Sacy tarafından, neşredilmiştir (eserin ikinci tab'ı Reİnaud ve J. Derenbourg tarafından gözden geç5rild:kten sonra, 1847— 1853'te, 2 cild hâlinde P aris'te neşrolunmuştur). Bundan başka, eserin bir çok şark ve Avrupa neşirleri de meydana getiril­ miştir; muhtelif Avrupa lisanlarına tercümele­ ri de basılmıştır; msl. Rückert tarafından al­ manca bir tercümesi { Die Verwandlungen d es Abu. Said von Serug, 1826; v. b. ) iİe Chenery ve Steingass tarafından İngilizce bir tercümesi de vardır (London, 1898). Aî-Hariri 'nin mektuplarından Tmâd al-Din tarafından bir müniehâbat mecmuası yapılarak, bu müellifin Harîda adlı eserinde dercedilmîş olduğu gibi, diğer bir takım seçme mektupları da Yakut tarafından yazılan hâl tercümesine İlâve olunmuştur ( Mu cam aUudabâ, V I ). Bir mektubunda bütün kelimelerde şin ve diğerinde sin harfi bulunduğu cihetle şiniğa ve şiniğa denilen iki mektubu da Arnoid 'un Chresfomalhie 'sinde neşredilmiştir Yakut tarafından muha­ faza edilmiş bulunan mektuplarının bir kısmım yukarıda adı geçen İbn al-TUmiz 'in teşviki ile yazmış olduğu Mulfyat al-ırâb adlı manzum bir gramere dâirdir. D a rra t al-ğ a vv a ş ismindeki eseri de muhte­ lif tâbirlerin yanlış istimalleri hakkında tenkidi mütâleaları ihtiva etmektedir; bu kitaptan bir parça de Sacy tarafından, A n th o lo g ie G ram m atica le 'de neşredilmiştir. Eser tam olarak bilâhahare basılmıştır ( nşr. Thorbecke, Leipzig, 1871). Eser Şİhab al-Din al-Hafaci 'nİn müellifin bir çok mütâlealarmı cerbeden bir şerhi ile bir­ likte, İstanbul 'da tab'edilmiştir ( 1299 ). B i b l i y o g r a f y a : Yâküt, Mu cam aludaba , VI, 179— 184; İbn Hallikân ( trc. de Slane ), İH, 490—494 ; Brockelmann, A r a b . Litt., I, 276 v. d .; SuppL, I, 486. ( D. S. Margoliouth .) H A R ÎR ÎY A . [Bk. har Îrîye .] H A R ÎR lY E . HARÎRÎYA, Şam mıntakasmda R i f â ' i y a t a r î k a t i n i n b î r k o l u olup, 645 ( 1247 ) 'te Buşrâ ( Havran ) 'da vefat eden !AU b. Abİ 'İ-Hasan at-Hariri al-Marvari tara­ fından kurulmuştur; bu tarîkate mensup şâir



HARÎRİYE - HARİS. Nacm aî-D in b. Isrâ'il tarafın dan y azılan bir ka­ sidede ifâde edilm iş olan m üfrit v a h d e t-i vü ­ cû t te lâ k k isin i İbn T ay m iy a , son derece mühim bir fe tv a ile, t e l ’m etm iştir ( b k . İbn - ‘U rva, T a fs ir a l-ka vâ kib al-dar ar i mecm., X X V I , nr.



2, Şam yazm ası, T a fs ir , nr. i j r ) . K rş. b ir de a l-F â rü şi (o!m . 694= 12 94); A b u ’l-H udâ, K ila d a t al-ca va hir (İstan b u l, 1302), s. 326. ( Louıs Massignon .) H A R İS . [Bk. HÂRis.)_ H A R İ S . C A B A L al - H A R İ S .[ B k . AĞRI daği.] H Â R İS. AL-HÂRİŞ b. K a' b, umûmiyetle B a l h â r i ş , Y e m e n grubundan bir a r a p k a b i l e s i olup, şeceresi şudur: al-Fİâriş b. Ka'b b. ;Amr b,'Ulâ b. Cald b, Mazhic (M alik). Bu kabile mensûpları Nacrân [b. bk.) - arazi­ sinde oturuyorlardı ve Hamdâalarm komşuları idiler. Kendilerine âit olan başlıca, m a h aitler­ d e n : aî-'Arş, al-‘Az, Batn al-Zahâb, Dsu '1MarrÜt,. al-Furut (cem. Afrat, Nacrân ile Cavf :arasında ), Hadüra ( Hadurâ ). Tyâna, al-Haşâşa f Hicaz İle Tihâma arasında \ Kurrâ, Sahbal, Şam'ar, Sühân yahut Savhân, M:cân yahut Maynan,- Şatt Ziyâd ( Ziyâd aşiretine aittir ) ; v a d i t e r d e n : aI-‘Avhal al-a'Iâ ve al-cAvhal al-asfal, al-Nuzârât, Ş acr; su l a r : Ayna, alBasra, Zi'b, al-Cafr, al-Harar. Himâ, Yadamât, al-Kavkab, Hatma ( Hitma, kumlar ortasında bir kuyu), Hulaykâ, al-Malahât, Mâva, Şis'â, al-ŞâliIa (D â'ır aşiretine â it) ve. d a lla r d a n : Tuhtum zikredilebilir. Balhir'şlerden bâzı grup­ lar Hazramavt'ta Rayda 'I-Şayar'da 'Anslar ve Havlânlarm yaşadıkları Radâ! şehrinde ye Bakillere âit al-Şama* ve Hadakân mevkilerin­ de ve Şam civarında al-Falaça 'de otururlardı, sv Câhiiiye zamanında Balhârislerin bir, -kısmı Yağüş putuna;taparlardı ve diğer bir kısmı da hıristîyan idiler.;Balhâriş ^eşrâfından: ‘A b d al* :Madan b. al-Dayyân’ar, Dayr Nacrân yahut Nacrân kâbesi ismini verdikleri büyüle bir ki­ lise yaptırdılar ( bazılarına göre, bu kilise 300 deriden yapılmış bir çadır imiş), y T a r i h . Badr muharebesi günü ( hicretin 2. senesi ramazanının 1 7 .veya 19. günü ) al-Razm civarında Balhtârişler ile Yağüş putunun ken­ dilerine âit olduğunu:iddia eden MurSdlar ara­ sında ( Nacrân 'ıncenûbunda ve Murâdlara âit arazide) bir muharebe oldu. Hamdânlar ile birleşmiş olan Balhârişler Muradları büyük bir mağlûbiyete uğrattılar ve Yağüş Balhârislerde kaldı. „İkinci Kulâb günü" ismi verilen muha­ rebede (D ahnâ) Balhârişler (Nu'min b. Cassâs kumandası altında), Ribâb Tamimleri ve Sa'd b. Zayd-Manât kabileleri ( I£ays b. ‘Aşım kumandasında) ile harbettiîer. Balhârişler ile birlikte, Hamdan, Kında, i£udâ'a ve daha baş­ ka; kabileler de bulunmakta ve kuvvetleri 4



. *3 9



gruba ayrılmış 8,0co kişiye baliğ olmakta idi. Bu grupların dördü de Yaz id isminde olan 4 kumandanın idaresinde olup, ‘Abd Yağüş b, Şalât da hepsinin baş-kumandam bulunuyordu. Bu harpte Balhârişler yenildiler; ayrı grupların kumandanları Öldü ve 'Abd Yağüş yaralandı. Balhârişler in muharebeleri arasında Davslere karşı yaptıkları ve yine kendilerinin mağlûbi­ yeti ile sona eren Hizra (T ihâm a'd e) muha­ rebesi ile Batn al-Zahâb gününü de kaydetme­ lidir. Bir çok defalar aralarında münazaalar çıkmış olan Azdler, Ma’-rib şeddinin yıkılması üzerine, ‘Amr b. 'Amir Muzaykiya1 'nin idaresinde ola­ rak, Yem en'i terk ettikten sonra, Balhârisleri Nacrân 'm .sahibi olarak buluyoruz. Peygam­ berin şöhreti Arabistan 'a yayılınca hıristîyan Balharîsîer Medine ’de Peygambere ( S = 630 senesine doğru) bir eiçî hey'eti gönderdiler. 'Bu hey’etîn büyük‘kısmı kilise adamlarından teşekkül ediyordu ve piskopos Abu Jl-Hârİşa de hey'ete dâhil içtjû Medine civarında Peygam­ ber ile buluşacaklardı. Orada iki taraf, arala­ rında yapılacak 'mubâhala veya li ân ( karşı. lıklı lanet okuma ) neticesini kabûl edeceklerdi; fakat Peygamberin Allahın resûlü olduğuna ka­ naat getirdikleri ye neticede mağlubiyetten kork. tukları için, bu kararın bozulmasını Peygamber­ den: istediler. Peygamber, büyükçe bir vergi ver­ meleri şartı ile, bu teklifi kabûl etti. Hicretin 10. .(632 ) senesi rebiülevvelînde Peygamber, Balhârisleri islâmıyetl kabule icbar için, Hâlid b. al-Valid kumandasında, 400 muharip: göa-derdi. Putperestler ve muhtemel olarak hıristiyanların bir kısmı İslâmî kabûl ettiler ve HâHd, onlara Kur’an '1 ve dinî ahkâmı Öğretmek üzere, aralarında kaldı. A z zaman sonra, Hâlid bir' Balhâriş hey'eti ile birlikte avdet etti ( bu hey’et arasında hıristîyan 'Abd al-Madan aile­ sinden iki âza da var id i). Peygamber bu hey­ ’et âzasından her bîrine 400 dirhem hediye etti ve hey’et âzasından Kays b. al-Husayn 'i Balhârİşlere emîr tâyin eyledi. 11. (633) se­ nesinde, halk arasında al-Asvad al-Ansi diye anılan sahte peygamber Ayhab b. Ka"b ortaya çıkınca, onun adamları tarafından elde edilen Balhârişler kendisine iltihâk ettiler ve Nacrân valisini ( ‘Am r b. Hazm) kovdular ve al-Asvad şehre, galip sıfatı ile, girdi. Abu Bakr zamanında müslüman olanlar islâmiyete sâdık kaldılar ve hıristiyanlar da muahedeyi yenile­ diler. B i b l i y o g r a f y a : Yâ^üt, Mu cam, fih­ rist ; Hamdâni, Cazira, s. 55, a— 10, 6 7, 14— 15, g l , 1— 73, e— 9 , 83, 9 — 1 0 , 85, 1 2 , 91, 2 4 , 93, 6 — S, 15— 17, 97, 1— 2, 102,.13— 14, 109, 21— 22, I l6 , 19 — 117 , 20, I2S,9, 130, 7— 6, 136,3, 169, 7— S, 189,



*4Ö



HÂRÎS - HÂRİZ&l



2— 7) 201, ıs ; Tabari, Annales ( nşr. de Goeje ), I, 1724— 1727 ve fihrist; Ağânî, X, 82; XIV, 26; XV, 73 ve fihrist; İbn Hişâm, Sira ( nşr, Wüstenfeld ), s. 958— 960 ; K. Ritter, Erd~ kıınde, XII, 68; F. Wüstenfeld, Geneolog. Tabellen, t. kısım, levha 8, 10; ayn. mî!., Register, s. 210; Caussin de Perceval, Essai sur l’histoire des Arabes avant Vislamisme, I, 123 v.d., 159, 202, 209; II, 582— 591; IH, 275— 277 i 312» 346, 391 ; W. Muir, The life of Mahomet, I, 227 v.d.; IV, 224 v.d.; O. Bİau, Arabien im sechsten Jahrhundert CZ D U G , XXIII, 562 ). ( J. S chleifer .'i H A R ÎŞ A . [ Bk. hârese.] H ÂRİSE. HARÎŞA b.B adr (6 2 3 -6 8 6 ), Bani Gudâna'nin Tamim soyundandır, Z i y â d b, A b i h i 'n in d o s t u v e k u m a n d a n ı idi. Hicret sıralarında doğmuş olsa gerektir. Evvelâ kadın peygamber Sacâh [ b. bk.] 'a ilti­ hâk etmiş olduğu rivayet olunur. Cemel gü­ nünde ‘A li 'ye karşı harbe iştirak etmiş iken, sonra ‘A li tarafına geçmiştir. Sonradan Irak valisi olan Ziyâd ile dostluğu daha evvel İdİ. Bilhassa eski arap tarihini iyi bilirdi ve kendisi de cesur idi. Hârişa meclislerde, zekâ ve di­ rayeti kadar, sohbetinin letafeti ile de tema­ yüz etmiştir. Bu kadar meziyetlerin şahsında birleşmesi kendisine dâhiya unvanını kazan­ dırmış olmakla beraber, içkiye düşkünlüğü hoş görülmezdi. Nufuz sahibi Ziyâd 'ın dostluğu, onun Kureyş kabilesi defterinde kaydını te'mİn etmiş ve bu temayüz sayesinde, maaşı hatırı sayılır derecede yükselmiş İdi. Ziyâd 'ın oğlu ve halefi 'Ubayd Allah Hârişa 'ye karşı soğuk davrandı. Yazid I.'in Ölümünden sonra, zuhûr eden siyâsî kargaşalıklar esnasında, Hârişa ha­ ricîlere karşı, kâh galip ve kâh mağlup olarak, harbetmiş ve mağlûbiyetleri de en ziyâde basrah askerlerin intizamsızlıklarından ileri gel­ miştir. Bu harp esnasında, hicretin 66. senesin­ de suda boğularak, ölmüştür. Vaîid I. 'in hilâ­ fetine kadar yaşadığını kaydeden bir kaynak var ise de, bu malumat yanlıştır. B i b l i y o g r a f y a ' . İbn Durayd, Kiiâb al-iştikak ( nşr. Wüstenfeld ), s. 160 ; Ağâni, VI, 4/5;’ XVIII, 166, bilhassa XXI, 2 0 -4 4 ; Tabari, /Innafes (nşr. de Goefe), I, 322; II, 25, 78, 449, 580— 582, 585; H. Lammens, Ziâd ibn Abihi, s. 120 v. d. ( Rivista degli Studi orieniali, I V ; burada diğer kaynaklar gös­ terilmiştir ). ( H. Lammens.) HvARİZM. [Bk. hârIzm.] HÂRÎZM. HvARİZM, Amu-Derya ’nın aşağı mecrâsmm her iki tarafında bulunan ü l k e n i n ve bu ülkede, XIII. asra kadar, dilini muhafaza ederek, yaşamış olan b i r ş a r k î I r a n k a v m i n i n i s m i d i r . Amu-Derya deltası, orta



Asya W milâddan sonraki ve bilhassa İslâm de­ virlerindeki hayatında olduğu gibi, milâddan önceki kültür hayatında da ön Asya 'da Me­ zopotamya ’nra ve Afrika 'da Nü deltasının ro­ lüne benzer bir rol oynamıştır. J, Marquart Avesta 'da zikredilen ve efsânevî İran vatanı olan Airyanemvaeco 'nun Hvârizm 'de aranması icâp ettiğini söylemiş ise de (Eranşahr,s. 155 ),bu fikrin yanlışlığını daha önce Noideke ( ZDMG, LVI, 435 v.d.) izah etmişti. Zâten Hvârizmli~ lerin kendi rivâyetlerine göre, onlar buranın asıl yerli ahâlisi olmayıp, önce Amu-Derya 'nın özboy yatağı üzerinden Hazer denizine munsap olduğu yerdeki Balkan dağları mmtakasmda yerleşmiş, sonradan şimdiki Hvârizm ül­ kesi ne gelmişlerdir ( bk. İbn a!-Aş:r, IX, 267 ve Mukaddasi, B G A , III, 301 ). Buna göre, Hvârizmliler „şark pâdişâhı" (yahut Birün;, al~Asâr aUbâkîya, s. 35, str. 8: ,,iürk pâdi­ şâhı" ) ’nm memleketinde askerî hizmette bulu­ nurlarken, onun gazabına uğrayıp, bu vatanla­ rından 100 fersah mesâfede olan aşağı AmuDerya 'da Kât ( yahut Kaş ) mıntakasına getiri­ lerek, yerleştirilmişlerdir. Kendileri 400 erkek imişler; pâdişâh da Onları, 400 türk kızı vererek, evlendirmiş ve bu yüzden bunlar bir halita uısur teşkil etmişler, yâni kendileri bir ırânî kavim ol­ duğu hâlde, yaratılış ve karakter itibârı ile türke benzemişler dır. Bal han dağları mmtakası ile Kât (Hvârizm ) arası filhakika 100 fersah kadar olduğundan ve bu rivâyette de 400 hvârizmllnin „şark pâdişâhı" na âit hücrâ bir ül­ kede, doğuda yerleştirildikleri sÖyîend:ğ ‘nden, hvârizmlilerin ilk vatanının Balhan dağları mmtakası olduğuna dâir ibn a l-A ş îr ’de nakl­ olunan rivayetin Mukaddasi 'deki eski Hvârizm rivayetinin bir parçası olduğu anlaşılmaktadır. Hvârizmliler, bu ülkeye Selevk tarihinden 980 yıl evvel, yâni 1292 (m. Ö.) yılında gelmiş ol­ duklarına ve Hvârizm 'de medeniyetin bu ta­ rihte başlamış olduğuna dâir rivâyetler nakletmişlerdir. Gerçi Th. Nöldeke (S B Ak. Wtenrphiî. histor, Kİ,, 1873, LXXIH, s. 485— 489) ve Barthold ( ZVO, XXI, 273) bu takvimin Birüni 'nin „i!mî hesaplara" dayandırılan uydurması olduğu fikrini iteri sürmüşlerse de, bu fikirleri BîrÛni'de Hvârizm takviminin efsânevî Ira» kahramanı Siyâvuş’a nisbetle 1200 (m .ö.) y ı­ lına âit bir tarih mebde'inden 92 yıl önce baş­ landığına dâir kaydına dayandırıldığından, ka­ bule şâyân değildir. Her hâlde bu millî Hvâ­ rizm takvimi Iran 'm efsânevî Siyâvûş tarihin­ den 92 yıl Önce başlamış ve Selevk takvimin­ den evvelki devirler İçin kullanılmış ve sonraki devirler için ise, gâlibâ, ya’nız Selevk takvimi istimâl olunmuştur. Her hâlde hvârizmliler ken­ dilerini aşağı Amu-Derya 'da Selevk takvimin­



HARIZM. den 980 yıl önce başlayan bir küttur hayat mm âmili olarak tanımışlardır ve bu husus, orta Asya tarihinde küçümsenmesi ve „ilmî uydur­ ma" olduğa zannı ile ehemmiyet verilmemesi caiz olmayan bir hâdisedir. HvSrizm ve hvârizmiilere âit ilk tarihî kay­ da Herodot (III, U 7 ) 't a tesâdüf olunur. Buna göre, onlar Akes ("A)«ıç, lâtince eser­ lerde, msl. Amianus Marcelînus, XXIII, 6, 57 'd e : Ox = çin. Güy-şüy — hvârizm. Ohş = türk. O ğuz) yâni Amu-Derya nehri üzerin­ de vâkî bir ovada, daha Abamenîlerin Tür­ kistan '1 işgalinden evvelki zamanda, Hyrkan, Parth, Sarang ve Thamanîara komşu ola­ rak yaşayan bir kavim idi. Asya 'da hvârizmlilerin ve zikri geçen 4 kavmin ülkelerine biti­ şik ve her tarafı dağlar ile çevrili bir ova var idi. Bıi ova Ahamenîlerden önce hYârizmîÜere âit idi. Komşu dağlardan çıkarak akan büyük Akes bu beş kavme âît yerleri sulardı ve on­ lar bu nehirden alınan beş kanaldan İstifâde ederlerdi. Memleket Ahamenîlerin idaresine geç­ ti kteii sonra; onlar bu kanallara kapılar ( yâni barajlar) kurup, bunlardan istifâdeyi kontrol ları altına aldılar. Sn yolları kapalı olunca, Öteki ovada su altında kaldığı gibi, bu kanallar üze­ rinde yaşayan beş kavim dej: tarlalarına su te'min etmek için, iranlıIara muhtaç kaldılar. Herodot 'un bu rivayetinde dağlar arasında gösterilen bu geniş ova hvârizmiilere âit olmakla beraber, hvârizmliler tarafından işgal edilen ülkeye kom­ şu olan ayrı bîr saha olarak gösterilmiştir. Albert Herrmann ( Al te Geographie des unteren Oxus-Gebietes, s. 31 ), bu Akes 'i Harı-: rüd nehri diye izah etmiş ise de, Barfcbold ( Istoriko-geografiçeskiy obzor Irana, s. 6 ı) bu dağların şimdiki cenubî Türkmenistan dağ­ ları, ovanın da bu dağların şimal tarafları olacağı ve bunların bir zamanlar eski Hvârizm 'e tâbi bulunduğu fikrini ileri sürmüştür. Fakat aşağı Amu-Derya 'da bu nehrin ovadaki ya­ taklarının şu veya bu şekli almasında âmil o’an Dahân- i Şir ( DüldüUAtlağan ) geçidi ve Sultan Üveys dağları ve Çm irtifâlan da, arapîar za­ manında Cibiİ-i Hvûrİzm ( ,,Kvarizm dağları" ) tesmiye olunduğu gibi, Herodot 'un bu rivaye­ tinde de, cenubî Türkistan ’daki dağlar ile berâber, »Hvârizm dağları" da „büyük ovayı" ihata eden dağlar cümlesinden sayılmış ve Amu-Derya [ b. bk. ] 'nin „Kelif özboyu" ’ndan ibaret eski yatağı gibi, „Hvârizm Özboyu" ’nun da bu Akes 'in kol’arını teşkil ettiği bîr zaman tasvir edilmiş olabilir. Her hâlde bu rivayet Ahamenî İstilâsın­ dan: evvel hvârizmlilerîn zikri geçen dört komşu kavim üzerinde hâkim vaziyette olduğunu ve ne­ hirlerden kanallar açarak, sulama usûlü İle zirâat yaptıklarını göstermesi bakımından mühimdir. AaıİklopedUİ



*4*



Ahatnenller devrinde hvârizmîifer, bunlara tabî kavimler meyanında, Iran’ kitabelerinde, Herodot v. b. melihalarda zikredilirler. Hero­ dot 'un selefi olan Hekataios 'un Parthlarin şar­ kında oturan bir kavim olarak anlattığı hvârizmlilere âit ülkenin ova ve dağlardan ibâret bulunduğunu, burada her türlü çalıların yetişti­ ğini, baş-kentleri nin Horasmia (XoQçpfîi) oldu­ ğunu zikreder. Hvârizm kelimesi, baş-kent ismi olarak, XUI. asra kadar hep Kât şehrine ıtlak olunmuştur ki, harâbeleri sağ Hvârizm'de şimdiki Şeyh Abbâs Veli kasabası yanında bulunmak­ tadır. Hvârizmliler son Ahamenîler devrinde, her hâlde daha İskender gelmeden önce, İrana tâbî olmaktan kurtulmuşlar ve bu tarihten sonra hiç bir vakit yeniden İran'a tâbî olmamışlar­ dır. ( Haşan Tâki-zada, Gâhşumâri dar İran -i kadim, s. 142). Büyük İskender 'in fütûhatma âit kayıtlarda, Ph araşman isminde bir Hvarizm kıralı (A rriyan, Anohas/s, IV, 15, 4—3) ve Pharataphern isminde bir hvvarizmU elçi ( Quİntus Curtius, ViH, 1, 8) zikredilmiştir. İskender, Baktra (.Balh ) 'da iken, bu kıraî, maiyetinde 1500 as­ ker olduğu hâlde, gelerek, İskender’e itaat ve dostluk arzetmİş ve ülkesinin Karadeniz sâhİl­ lerindeki Kolch ve Amazonlar ülkeleri sınırla­ rına kadar uzanmakta olduğunu, İskender Ka­ radeniz sahillerindeki kavîınleri itaati altına almak isterse, kendisinin ona kılavuzluk ede­ rek, ordusunun yiyeceğini te'min edeceğini söy­ lemiş: İdL İskender bu defâ şimal yolunu takıp etmeyeceğini anlatmış) fakat Hvârizm kiralı ile bir dostluk ve askerî andlaşma akdetmiştir. Bİrüni, Tahdid nikâyât al-amâkin adlı ese­ rinde naklett!ğî eski Hvârizm tarihine âit ri­ vayetlerinde, Hvârizm ülkesinin teşekkülü, me­ deniyetin, sulama ile zirâatın ve şehirler bina­ sının şimdiki Amu-Derya ’njn şarkındaki Sağ Hvârizm 'de inkişâf etmiş olduğunu anlatmıştır ( bk. mad. A M U -D E R Y A , 4 2 3 v.d.]. Hekataios 'un Hvârizm 'in payitahtı olarak „ K vârizm “ yâni Kât şehrini zikretmesi buna uygundur. Batlamyus da hvârizmlilerîn Ozus 'un şarkında yaşadıklarını kaydetmiştir. 138— 126 (m.Ö.) yıl­ larında Türkistan 'da seyahat yapmış olan Çin generali Çian-Kien'den alındığı anlaşılan çin kayıtlarında, Güy-şüy ( Amu-Derya) üzerinde binlerce li ( = 7 ; km.) uzaklığındaki yerlere, bu nehir üzerinden ve kara yolları ile, gidip, ticâret yapmakla meşgul olan bir kavmin yaşadığı ve burada beş K'ang-ku, ( Mâverâünnehr ) vilâyetin­ den birisi olan Yue-gİen vilâyet ve şehrinin bu­ lunduğu zikredilir ( Hyacinth-Biçurin, Sobronie svedenü o narodah obitavşih k. Z. V. Togan, Umûmî iürk ta­ rikine giriş, s. 36, 16o, 403) İran destanla­ rında da burası, merkez şehrî olarak, zikredil­ mektedir. Çinlilerin Tang sülâlesi devrinde ise, Hvârîzm şimalde Ge-sa ( O ğu z) kavmi ile komşu olan Holisimi ülkesi olarak anılmış ve bu hvârizmlilerin, büyük arabalar kullanarak, muhtelif ülkelere gidip, ticâret yaptıkları kayd­ edilmiştir ( Hyacinth, ayn. esr., III, 246 ; Barthold, Svedenia ob Aralskom more, s. 19— 25). Birüni isiâmiyetten evvelki Hvârizm hüküm­ darlarına âit Hvârizm rivayetlerini nakletmiştir ( ahÂşâr ahbâkiya, s. 35 v.d.). Buna nazaran, sülâlenin ceddi, A friğ isminde birisi olup bunun oğlu Kât ve Fir (yahut Fil) isimleri He mârûf olan Hvârizm şehrini, Seîevk takvimi ile, 6l6 (m. 304 ) 'da bina etmiştir. Buna göre, A friğ İH. asırda yaşamış bir hüküm­ dardır. Birimi ’nin sözünden bu âlimin bunları Ahamemler ile bir ası 1dan'gelmiş olduğunu zann­ ettiği anîaşılabiliyorsa da, İskender ’in muasırı olan Pharasmanes ile A friğ ’ın ay m nesilden geldiğini gösteren hiç bir kayıt yoktur. Mar* quart ( Fesisckrifi für Eduard Sachau, s. 255) ise, İran ’m efsânevî Siyâvuş ’unun ismini hatır­ latan Şavuş ( Çavuş) ismini kullandıkları görülen diğer K ’ang-ku ( Mâverâünnehr) hükümdarları gibi, Hvârizm hükümdarlarının, da Ak-Han­ lardan neş’et ettiğini İleri sürmüştür. Son .yıl­ larda eski Hvârizm şehirleri harabelerinde ya­ pılan hafriyat esnasında bulunan eski Hvârizm sikkeleri arasında bîrinin üzerindeki yazı rus âlimi S. Tolstov tarafından, Ş'vşpr MR’M L K pr’r Hzrn ( »Hazarların muttaki padişahı Şâvuşperi* ) şeklinde okunmuştur ( bk. S . Tolstov, Monetı şahov drevnego Horezma, Vestnik drevney istoriı, 1938, nr. 4, s. 120 ; Sovetskaya etnograf­ ya, 1946, nr. 2, s. 102— ıc 6 ). Çok cür’etkâr gö­ rülen bu kıraate göre, bu Şavuşper Birüni ’nin naklettiği Afriğ-oğullan sülâlesinde görülen Şavuşfer olacaktır. S. Tolstov Bİrüni’de ,Şâvuşfer ’in oğlu ve halefi olarak gösterilen TÜrksbase (kitabın British Museum nüshasında Türkİstâne) ismini de Türkistanate okumuş ye bunun Bizans kaynaklarımda görülen Türkistanata ismi ile bir olacağını, bunun Ha­ zar ve Hvârizm ülkelerini idare eden bîr hü­ kümdar olduğunu, kendisinin türk hükümdar­



ları ile aynı menşe'den geldiğini ileri sür­ müş ve Hazar hakanı Yusuf 'un mektubunda kendisine tabî şehirlerden biri olarak gösteri­ len Grgan ’m da sol Hvârizm ’in merkezi Gürgenç olacağını iddia etmiştir. Arapların Hazar­ lar ile olan ilk muharebeleri esnasında Hazar ordularının baş-kumanda-ı As-Taıhan ismin­ de bir hârîzmli olduğu malûm idi (Tabari, Annaîes, III, 378 ; Ya'Içübi, Tarîk, II, 446; J. Marquart, Ungarische J a k r b IV, 271 ). İskender 'în muasırı olan Hvârizm kıralı Pharasmanes bü­ tün Hazer denizi He şimalî Kafkasya ’am ken­ disine tabî olduğunu zannettiği gibi, VI. ve VII. asırlardaki Hvârizm kırallarımn da, belki de Hazar ülkesi üzerinde siyâsî nufûz te’sis etmek için, kendilerini, Hazar bakanları gibi, türk hakanları neslinden gösterdikleri yahut Hazar hakanlarının nufûzu altında bulunduk­ ları kabul edilebilir bir iddiadır. Her hâlde Hvârizm devlet teşkilâtında da, Hazar ve GökTürk hakanlıklarında olduğu gibî, »çifte kırallık" (bk. Z. V, Togan, İbn Fadlân, s. 271 V. d.) usulü hâkim olmuştur. Birüni ( ah Aşar ah bakıya, s. 3 6 ) ’de şahlyat ve vilâyat kelime leri ile ifâde edilen bu hususiyeti S. Tolstov da tesbıt etmiştir ( Sov. etnogr., 1946, nr. 2, s. 102— 106). A f r i ğ . o ğ u l l a n neslinden gelen H v Er i z m ş â h l a r . Milâdî 7 1 7 'de ülkeyi araplar fethedince, bunlar tarafından, v i l â y e t 'den mahrum edilerek, yalnız ş a h l ı k unvanını hâiz olmak üzere, hvârizraşâh bırakılan Iskecmük, 13. batında, büyük ceddi A fr iğ 'a ulaşır. Bunların şeceresinin doğruluğu İskeemük’ten sonra livârizmşah olan Şavuşfer ’in isminin Çin tarihlerinde de görülmesi ile sabit olmaktadır. Tang sülâlesi tarihine göre, bu Şavuşfer ( çio yazısı ile-Şao-şe-fen) 751 yılında, yâni çinlİler garbî Türkistan’da Talaş ve Trşkent’e kadar ilerüeyip, araplar ile yaptıkları savaşta mağlûp oldukları sene, Çin ’e elçi göndermiş idî ( bk. E. Chavanneş, Documents sur les Tıırcs Occidentaux, s. 145). Bu sülâleden,-..İslâm dev­ rinde hükümranlık eden Hvârizmş ahlardan biri sıfatı ile, Birüni ’de zikredilen Muhammet! b. 'îrâ k ’ı Abbasî halifesinin, elçilik kâtibi îbn Faz­ lan, 921/922 kışında, H vârizm üzerinden IçUI Buîgarlarına giderken görmüş ve onunla konuş­ tuklarını anlatmıştır. Kât ’ta oturan bu Hvârizmşâh Sâmân-oğulların a tâbi olmuş ise de, bu ül­ keden geçerek, türk dİyârma girmek için mü­ sâade verip-vermemek hakkının kendisine âit olduğunu anlatmış, yalnız elçiliğin Bulgar 'a seyahati ve Hvârizm emîrinin de buna müza­ hereti amir al-mu minin ( al*Muktadir bi 'ilâh ) ’in kat’î emri olduğunu söyleyip, onun mektubu gösterilince, Muhammed b. ’ îrak da elçilere yol-



HÂRİZM.



: Mi



larına devam etmek müsâadesini vermiş idi. Bu- Hvârizm ’de iken, buraya gelmemesi için, Naşr nu müteakip hey'et Hvârizm ( Kât ) ’den, nehir b. Ahmed 'in uyanık olmasına rağmen, Hora­ yolu ile, Cürcânİye'ye gitmiş ve havalar ısı- san tarafındaki hükümet me’mûrları vâsıtası mncaya kadar, bu şehirde kalıp, 3 mart 923 'de ile tertibat almış ve muvaffak olmuş olduğu­ bozkırlara doğru hareket etmiştir. Halife al-Muk- nu da îbn Fazlan ( § 1 , 4, S, 4 8 ) 'dan Öğ­ tadir bi 'İlâh Horasan umumî valisi Naşr b. Ah- reniyoruz. Bu kayıtlar Hvârizm 'deki Artahuş­ med S im in i 'ye kendisinin Hvârizm 'deki valisi­ mİten şehir, belki de vilâyetinin varidatının, ne (yâni Mulıammed b. 'İrak'a ) elçiliğe dokun­ Abbasî halifesinin dış siyâsetinde büyük rol oy­ mamak hakkında, bir de »Türk kapısı" kuman­ nayacak kadar, zengin olduğunu ve onun her danına da elçiliğe, Bulgar'a giderken, refakat ede­ lıâlde hvârizmli bir hırıstiyan olan müdürünün cek muhafız kıt'a terfik etmek hakkında mektup, Bagdad hükümetine kafa tutacak kadar kud­ lar vermek hususlarım emrederek, mektup yaz­ retli olduğunu göstermektedir. Artahuşmİten 'i mış idi ( îbn Fadlân, s. 4 ). İbn Fazlan diğer bir zîyâret etmiş olan Yakut, bıi şehrî ön Asya yerde {§ 17) bu »Türk kapısının" Cürcâniye 'nîn 'daki Nusaybin şehri ile mukayese ekmekte, garbında bîr günlük mesafede Oğuzlar Ülkesine fakat bu Hvirizm şehrinin, Nusaybin 'e nisbetgötüren yolun başında (Ffudüdal-âlâm ise, Gür­ le, daha mâmur ve ahâlisinin daha çok oldu­ gene = Cürcâniye'nîn kendisine »Türk kapısı" ğunu kaydetmektedir. İbn Fazlan 'm bu ka­ adım vermektedir) bulunan Zamcan rıbâtı oldu­ yıtları, Abbasî halifeleri devrinde eski Afriğ ğunu söylemektedir. Bu Zamcân 'da Samanı -oğulları sülâlesine mensup olanlar, vali sıfa­ emîrlne tabî kuvvetli hudut muhafız kıt'aları tı ile ve Cürcâniye ’dekî hudut muhafızları da olduğu anlaşılıyor. İbn Fazlan'ın kısaca anlat­ asker sıfatı ile, Buhârâ'daki Sâmân- oğullarına tığına göre, hudut muhafaza kumandam ha­ tâbî oldukları hâlde, tekmil Hvârizm ülkesinin lifelik tarafihdan elçiliğe verilmesi istenilen iç İdâresinin Hvârizmşâh'ın elinde kaldığını, refakat kıt'asını Vermiş ve bu askerler Ya­ İbn aî-Furât 'ın hvârizmli hırıstiyan vekilinin hü­ yık ( U ral) vilâyetinde elçiliği ve ticâret ker­ kümet içinde hükümet sürdüğünü göstermesi vanını Başkırtlarm taarruzundan korumuştur bakımından, çok mühimdir, V b n Fadlan, § 37 ). F aka t Zam cin 'd a »Türk M a ’ m u n - o ğ u l l a r ı . Çok geçmeden, va­ ^kapısı" muhafızı volan kumandanın elçiliğ'n iş­ ziyet değişmiştir. Sâmân-oğulları bozkır ile lerine müdâhale ettiğine yahut Hvârizmşâh ’m ticârette ehemmiyeti gittikçe artmakta olan Hvârizm ülkesindeki idaresinden ayrı bîr idare Cürcâniye'nîn idaresini bizzat kendilerine tâbî kurmuş olduğuna dâir, !bn Fazlan'da hiç bir ayrı bir valiye tevcih etnr'şler ve bu valiler de işâret yoktur. Her hâlde Cürcâniye şehri Mu- vilâyeti, irsî bir sülâle sıfatı İle, idare et­ hammed b. ‘İrak 'a tabî bulunuyordu. H vârizm mişlerdir. Malum olan ilk vali. Abü 'i-'Abbâs 'în merkez mmtakasında, Kat 'tan Cürcâniye : Ma'mün b. Muhammed isminde bir zât oldu­ 'ye giden nehir yolunda, Hazarasp 'ten 17 ve ğundan, bu sülâleye Ma’müniler denilmektedir. Cürcâniye ’den 14 fersah mesafede kâin olan Bunların Baranlı türk uruğundan neş’et etmiş ( bk. Z. V. Togan, İbn Fadlan, s, 108; Hamd olmaları muhtemeldir ( bk. Z. V. Togan, Umû­ Allah Kazvini, Nuzkat al-kulâb, s. 177 ; Yâlçüt, mî türk tarihine giriş, s. 58, 59, 181, 416, mad. Arşahaşm iten) ve şimdiki Kılıç-Niyâz- 440 ). Mevcut sikkelerine ve tarihî kayıtlara gö­ Bay ve Taşhavuz civarında bulunduğu anlaşı­ re, Ma’mûn b. Muhammed 385— 387 ( 995— 997 ), lan Artahuşmİten kasabası Abbasî halîfesinin oğlu Abu 'l-Hasan 'AH b. Ma’mün 387— 406 vezirlerinden İbn al-Furât 'm malikânesi im iş; ( 9 9 7~ 1o i5 )j bunun biraderi Abu ’l-'Abbâs o da bu zatj a 'sini F a il:b. Müsâ ismİnde bir Ma’mün b. Ma’mün 406— 409 ( 101$— 1017), ; hırıstiyan vekil vâsıtası ile idare etm iş; ken- 'A li'n in oğlu Abu ’l-Hâriş Muhammed b. ‘A lî dîsi azlolunup, emlâki • müsadere edildikten 409 ( 1 0 1 7 ) senelerinde hüküm sürmüşlerdir sonra, halife tarafından bu iay a 'nm idaresi ( A, Mark ov, Zapîski numismat. cidel. russkirı Ahmed bi Müsâ al-Hvârizmi isminde yeni bir arheolog. obşç., I, 80). Ma’mün b. Muhammed vekile devredilmiş:; halîfe Muktadir bi 'İlâh İdil merkezi Cürcâniye ( Gürgenç) olan »sol HvâBulgarları ülkesinde yaptıracağı kalelerin inşa rizm" 'i idare ediyordu; az sonra »sağ Hvâmasrafları île Bulgar 'daki müslüman ulemâsı­ rizm" 'i idare eden Afriğ-cğlu Hvârizmşâh lar nın maaşlarının ve bundan başka Bulgar hâ­ ile çarpışmağa başla 'i. Hvârizm 'i Muhammed nına halifeden, hediye olarak, 4,000 dinar ka- b. 'İrak'ın torunu 'Abu 'Abd Allah Mu­ :dar bir meblâğın da Artahuşmİten varidatın­ hammed b. Ahmed idare ediyordu. Âlim ve dan verilmesini emretmiş, fakat İbn al-Furât edipleri hîmâye eden bu iki hükümdar ara­ 'ın vekili bu meblağları vermeği, desîse ile, ge­ sında 383 (99$ ) senesinde başlayan savaş­ ciktirmiş, hattâ bu hırİstiyanm kendi yerine lardan Birüni »Hvârizm 'in iki büyüğünün do­ tâyin edilmiş olan yeni vekilin arap elçileri ğurduğu teşvişler" diye teessüfle bahseder ki,



246



HÂRÎZM.



nılan bir yazı diline sahip oldukları Abu ’I» Fazl al-Bayhaki (T ârih, nşr. Morley, s. 842) ’nin bir kaydından anlaşılmaktadır. Arap coğ­ rafyacıları ( îştahri, s. 304 ; Mukaddasi, s. 335 ) Hvârizm dilini, başka kav İmlerce anlaşılmaz bir dil olarak, kaydederler. İbn Fazlan (§ 11 ), hvSrizmlİlerin lisan ve simaların m çirkin olduğu­ nu, bunlardan Kerdelıye ( fCerder ) kasabası ahâ­ lisinin dilinin ise,kurbağaların vak-vaklarmaben­ zediğini söylemektedir. Bâzı eserlerde Hvirizm dilinden münferit kelimelere tesadüf edilmekte İdî ( msl. Mukaddasi ’d e : hvâr „et", rezm „odun“ ; Yâküt ’t a : nüz kat «yeni kasaba" ; Şam'âni ’d e : enbijek „dış“ ; İbn Fazlan ’da : pekend «ekmek", iâzça «dirhem" ; Bİrûnİ ’de ay ve bayram isimleri, yine onun Camâhir ve Say dana adlı eserlerinde Hvârizm dilinde bâzı mâden ve nebat adları görülür ). Gerçi B:rüni bunları „fars ağacmm dallarından biri" olan bîr kavim diye tarif etm işti; dillerinin eski Iran dil­ leri ile akraba olduğu da aşikâr id i; bununla be­ raber, bu münferit kelimelere bakarak, bu dilin kuruluşu ve mâhiyeti hakkında kesin hüküm ver­ mek kabil oîmayordu. W. Barthold ( İstcriya oroşenya Turkestana, s. 77 ) şarkî Türkistan hafriyatında meydana çıkan aryânî dil vesikala­ rından bîrinin hvârizmce oîabiieceğ'nİ söylemiş idi. Sonraları bu dile âit 500 ’den fazla ayrı cümle ve kelime, arapça ve farsça karşılıkları île birlik­ te, Zamahşari ’nin Makaddimat al-adab adlı ese­ rinde ve XII.— XIII. asırlarda yaşayan hvârîzmlî fakîhlerden ’AIâ1 Tarcumâni ve Muhtar al Zahi­ di ’nin fıkha dâir eserlerinin Türkiye kütüpha­ nelerinde mevcut nüshalarında ve Camâl alDin al-'İmâdi al-Kardari ’nin fıkıh kitaplarında görülen bu nevî hvârizmce cümleleri izah etmek maksadı ile, bu dilin Hvârîzm ’de artık unutul­ duğu XIV. asırda te’uf ettiği ayrı risalesinin yine İstanbul kütüphanelerinde bulunan nüsha­ larında keşfedilmiştir ( bk. Z. V. Togan, Chwarezmische Satze in einem arabischen Fiohvjer­ ke, Islamiea, 1927, İH, 190— 213; ayn. mil., Über die Sprache und Kullar der alte-1 Chwarezmîer ve W. Hennîng, Über die Sprache der Chzaarezmier, ZDMG, 1936, X C ; Berichie der VIII. Deutsche 1 Orientalistentag zu Bonn. s. 27— 33 ). Bu keşifler neticesinde Hvirizm dili­ nin şarkî Iran dillerinden biri olduğu, Avesta, Soğd, Yağnüb ve Oset dilleri ile münâsebeti meydana çıkmıştır. Arap harfleri ile yazılırken, Hvârizm dilinin sesleri arap alfabesine ayrı harfler ilâvesi ile, msl. j ve j yanında r ; 3 ve 3 yanında >. ve j ve 3 yanında j . , u* ve J 1 yanında u1 ve J ve j yanında ' harfleri bu­ lunmaktadır. W. Hennîng bunlardan r ve o* H v â r i z m d i l i . Hvârizmîilerin daha XI. harfleri ile Oset dilindeki iki sese muâdİİ iki asırda, kendi aralarında mektuplaşmada kulla­ Hvârizm sesinin, diğer harfler İle de soğdca ile



kinden farklı yapmak maksadı ile, iki taraftan kum torbaları asarak, bastırır ve genişletirler­ miş. Böylece kafa tasları iürkleriakinden farklı bir şekil almıştır (Mukadddasi, s. 285 v. d., Yâküt, mad. H v â r izm ; S. Volin, M a tery a li po îsto rii türkm en î türkm enii, I, 1939, s. 186 ’da, Mukaddasi 'deki bu kafa şeklinin değişti­ rilmesine âit kısmı izah etmiştir). Bunun neti­ cesi olsa gerektir ki, hvânzmliler araplara çok garip görünmüş ve şâir Lahhâm da onlar hak­ kında : — „Hvârizmliler âdem cinsinden değil, behâim cinsindendir; onların çizmeleri ve baş­ ları gibi bir şeyi bu dünyada gördün mü? Eğer büyük babamız Adetn onları kendi evlâdı sayıyorsa, o hâlde biz Adem evlâdı değiliz demektir,, •— demiştir (Y â k ü t). Her hâlde hvârİzmlîler, türkler gibi, uzun saçlı idiler; arapîar gelince, tahkir maksadı ile, bunların prensle­ rinin saçlarım kestirmişlerdir ( Tabarİ, II, 1525 }, Bundan başka devlet teşkilâtları da türkîerînkinın aynı, yâni çifte kırallık şekli idi. Hvârİzinlilerin kıyafetlerinde bilhassa uzun tüyleri dışarıya konulan geniş kalpaklar ve kaim çiz­ meler göze çarpıyordu. Diğer şarkî Iran ka* vimlerinde olduğu gibi, h^ârizmülerde de mahbûp dostluk revâcda idi ve komşu türkler on­ ların bu âdetlerinden nefret ederlerdi ( Ibn F od lan , § 27 ). Hvârizm ahâlîsi her devirde fikir hürriyetinin âşıkı kalmış, camilerinde kelam mes’elelerine dâir serbest münâkaşalar yapmak­ tan hoşlanmış ( Zakariyâ Kazvini, A s a r al~ b ilâ d , nşr. Wüstenfeld, s. 253 ) ve en liberal fikirlere karşı gösterdikleri müsamaha ile, Yâ­ küt Hamavi ve Fahr at-Rizi gibi, âlimleri hay­ rette bırakmıştır. Bu cihetten bu memlekette hakikî mânası ile, mûtezîîe mezhebi İntişâr etmîş ve bu mezhebe mensup büyük fakîh ve müfessirler İle kelâm âlimleri yetişmiştir ( Mahmüd Zamahşari ve onun talebelerinden Muvaf­ fak Hatîb Hvirizmi ve Mutarrizi gibi âlimler için bk. D e r İslam , III, 220). İbn Fazlan 'm ziyareti esnasında burada, Abbasî halifelerine tâbi diğer İslâm ülkelerinden farklı olarak, Emevîler zamanındaki an'ane yaşıyor ve her namazdan sonra ‘A li tel’în ediliyordu ( İbn F adlân, § 12 ). Hvârizm ’de hıristiyanlar da serbeslîden faydalanırlardı; ara’armdan devlet ve idare İşlerine iştirak ettirilenler de var idi, İslâm mezheplerinden b'ıdâyetîe şâfi’î mezhebi yayılmış İse de, sontaâan îıanefılik galip gelmiş, şâfi’ı mezhebi (X II1. asırda) ancak Hive ta­ raflarında kalmıştı. Kvârİzmliîerin en bârız ve kayda şâyân vasfı, şark mîlletlerinde pek gö­ rülmeyen dikka1, işte sebat ve vukuf, usûl ve disiplin sevgisidir ( bk. Z D M G , XC, 30 ).



HARIZM. müşterek seslerin ifâde edildiği fikrindedir. Türkçeye de geçen hvârizmce ahşam kelimesini yazarken, kullanılan ^ Harfi hş 'ye tekabül et­ mektedir. Zamir şekillerinden birinci şahıs as (Gen. mana}, soğdcadaki arzu ( Akk. ma) 'ya ve Avesta 'daki şekillerine benzetmekte ve şahıs mülkiyet lahikalarında (f. piş-em, pişet, plş-eş yerine ) mâpiş, vâpîş ve hîpiş şe­ killeri görülmektedir. Fiil şekillerinden kâm edatı ilâvesi ile yapılan gelecek zaman soğdca İle müşterek olduğu hâlde, praes,, praes. konj. ve imperfekt şekillerinde 3. şahıs eem. r île (msl. »vermek" mânasındaki hîpr 'den hifirir, kifyrar ve hâfyrar) A v e s ta v e Saka dili ismi verilen eski Hoten ve Yağnüb dili ile müşte­ rek olduğu hâlde, bu hususlarda soğdcadan ve Oset dilinden ayrılmaktadır. Misâl olarak bir cümle: kimi hibribkâm i zirni nî di$ac ev îşk a r c n ik k â m p â h i ispanî hinâmkâm »eğer sen: bana bu altım verirsen, ben senden (senin hesabına ) bir iş ( mangır ) bile sarfetmem, ben bu aîtm ile demir satın alırım". Dit vesikaları1 arasında kültür ıstılahları da vardır: Bu eserler yazıldığı devirde ( XIII. as­ rın başında) Hvârizm’de »ihtiyarlar için mek­ tepler" de mevcût idi ve bunlara hvârizmce pâzir müjikânç denilirdi. Aynı dil vesikalarından Hvârizm'in eski sikke sistemi ( iş, iâzça, zirni ) ve ölçüleri ( miskâl, dirham, suh, gür ve ğ â r ; bk. Z. V. Togan, Umûmi türk tarihine giriş, I, 426. v.d.) de zikredilir; bunlar hakkın* dâ Kâtib al-Hvârizmi, BirÜni, Zamahşari, Mutarrizi v.b.'da malûmat vardır. Bunların XII.— XIII. asır fıkıh kitaplarında zikredilmesi bu sikke ve ölçülerin bu eserlerin yazıldığı devir­ de; eskisi gibi, kullanıldığım göstermektedir. E s k i Hv âr i z m 'de şeh i r h a y a t ı , İslâmdan Önceki şehirlerden ancak Kât, Gurgânc; Hazarasp, Kerder ve Hârcıcard mâlûm olup,.;: hafriyatta meydana çıkan şehirler hep bugünkü harabelerinin taşıdığı isimler ile tes­ miye edilmektedirler. BirÜni, Tafydid nihâyât ■ al-amâkin 'inde şimdiki sol Hvârizm ’de kültür hayatı başlamadan önce, Hvârizm ülkesindeki medenî hayatın Amu-Derya'nm şarkında sağ Hvârizm'e münhasır kaldığını, o zamanki ismi ile Şeytan-Bendi ( Sakr al-Şaytân, aynı zamanda hvârizmce div fitna — c â y_ı; krş. pitnek ismi; bâzı nüshalarda şeklîn­ de yazılmıştır; Iran destanındaki ismi ile Famm al-asad, Dalıân-i ş i r ), şimdiki türkçe ismi ile Düldül-Atlağan boğazı yanından şark istikame­ tinde Fârâb ( Mukaddasi ’de : Far âb-sar) 'a doğ­ ru akan Fahmi yatağı üzerinde 300 kadar şe­ hir ve kasaba kurulmuş olduğunu ve bunların harâbeîerinin kendi zamanında mevcut olduğu­ nu zikretmiştir [ bk. mad, AMU*DERYA, s. 422 ].



247



Ben bu kanalın yahut yatağın bugünkü Gül­ dürsün-Kala, Taman-Kala ve Ayaz-Kala hara­ beleri mmtakasında olacağım tahmin etmiştim ( s. 424 ). Rus ilim akademisi tarafından, eski Hvârizm kültür bakiyelerini araştırmak İçin, bir hey’et İle gönderilen S. Tolstov'ım bu sa­ hada yaptığı araştırmalar neticesinde, bu fikir teeyyüt etmiş ve çok mühim neticeler elde edilmiştir. Bu zât 1937 yılında yaptığı hafriyat ile, sağ Hvârizm'de Berküt-Kala mmtakasında, V .— VIII. asırlara âit 60 kadar müstahkem ka­ le ve şato enkazı keşfetmiş, bir çok Hvârizm sikkeleri bulmuştur; Güldürsün-Kala ve Kuv ad- Kal a kalelerinin X.— XII. asırlara âit oldu­ ğu Narmcan-Baba harabelerinde 712 (1311/ 1312} yılma âit Muhammed b. Müsâ b. Dâvüd Abü 'Abd Allah isminde birinin mezar taşı keşfedilmiştir ( Vestnik drevney istorii, 1938, nr. 1/2; Sovetskaya arheologiya, 1940, VI, 168— 189). S* T olstoy’un 1938 yılında, Özbeklerden Gulâm-oğlu, Ali-zade ve Mamh-oğlu ile birlikte, yaptığı ikinci seferinde Berküt-Kala sahasında II. ( m. ö.) binin sonu ve 1. bin se­ nelerine irca edilerek, cesûrâne tarihlendirilen keramik ve tunçtan eserler bulmuştur. KelteMünar mevkiinde bulunan ve en çok balıkçılık kültürünü gösteren eserler de 1100 (m. ö.) yıl­ larına âit olarak tarihlendirilmiştir. CanbasKala mevkiinde bulunan eski Hvârizm 'in V.— IV. ( m. ö.) asırlara âit müstahkem kalelerinin enkazı arasında 100'den fazla heykelcikler bu­ lunmuş ve burasının kültürüne, kâşifi Tolstov tarafından, »Hvârizm helenizmi" ismi verilmiş­ tir. Aym kültüre Ayaz-Kala'da da rastlanmış ve burada Kuşan hükümdarı Kanİşka 'ya âit bakır paralar bulunmakla, bu kültürün milâdî 1. asra âit olduğu anlaşılmıştır. Duman ( ya­ hut Taman )-K ala’da da islâmiyetten evvelki zamana âit sikkeler bulunmuştur; GüldürsünKala ve Berküt-Kala civarında Gulâm-oğlu ta­ rafından yapılan hafriyat bu iki harabenin ye­ rinde bulunan eski kalelerin aym »büyük ka­ nal" üzerinde olduğunu göstermiş ve burada Afriğlar devrine (VII.— VIÎÎ. asırlar) âit 96 kadar şato harabesi keşfedilmiştir. Her hâlde Birüni 'nia bahsettiği Fahmi yatağı bu »büyük kanaldan" ibâret olacaktır. Burada Teşik*KaIa harabelerinin şimâl-İ şarkîsinde 36 numaralı şatoda Afriğlarm Şâvuşfer adına sikke ve alçıdan kemik sandukası bulunmuş ve ölülerin ev içinde defnolundtğu anlaşılmıştır (S . Tols­ tov, Horezmskaya ekspeditsiya 1939. goda, Krdkiiye soobşçenya institata istorii materyalnoy kulturi Akademii Nauk, 1940, IV, 7° ~ 7 9 )« 1939 seferinde sol Hvârizm 'de Cermen-Yab kanalı üzerinde yapılan hafriyat ve bulunan eserler buralarının Helen ve Kuşan deyirlerindç



248



HÂRÎZM.



mâmur bir saha olduğunu ve kanallar ile İska ( Çârcûy ) 'dan 5 günde T ihiriya ( şimdi Kitedilen yerlerin bugünkü Taşhavuz ’un 250 km. mençi, belki Dâye-Hatun) 'ye gelinirmiş ve cenub-i garbına kadar uzandığını, keşif ve tet­ HvSrizm burada baş’armış. Buradan Darğan kik olunan 35 şatonun ancak beşi ( o cümleden ( 2 gün ; şimdiki Darğan-Ata ), Ciğerbend ( 7 fer­ Kabriz-Kala, Toprak-Kala ve_ Koş-Kala ) *nin sah ), Divfitne ( = Dahan-i Şir, 5 fersah; bu­ antik devre ve diğerlerinin ise, Afriğlar ve İslâm gün Düldüî-Atlağan ), Sadvaru ( 4 fersen, bu­ devrine âit olduğunu göstermiştir. Bununla gün Sadvar ), Ribât-i Haşan, Nabadğin ve Hazâmedeniyetin önce sağ Hvârizm 'de ve sonra da rasp (10 fersah), Kerderân-h&s (3 fersah), sol Hvârizm 'in yukarılarında inkişâf ettiğine Hiyva ( yahut Hayvak, 5 fersah ), Vedâk, Artadâir, Birimi tarafından, verilen malûmatın doğ­ huşmiies ( 1 merhale), Deskahanhas ( I mer­ ruluğu tahakkuk ediyor. Bütün bu tetkikat hale ), Uzarmend (4 fersah), Rüzvand (% eski Hvârîzm 'in bâzı yerlerde iki katlı olduğu fersah) ve Zamahşar ( t merhale, şimdi Uzanlaşılan bina tiplerini, san'at ve İktisadî hayat mukşur) şehir yahut kasabalarından geçerek, Zamahşar 'den I merhalede bulunan Cürcâniye şartlarım aydınlatmaktadır. S. Tolstov ile Guîâm-oğîu 1946'da da eski'ye gelinirdi. Diğer yol da Hazârasp 'ten Dih-i Hvârizm tetkiklerine devam etmişler ve Toprak- Azrak ( 10 fersah ), Artahuşmiten f 7 fersah ), Kala harabelerinde 2.000 m.s işgal eden 28 Andarastan ( 6 fersah ), Nüzvar { 2 fersah ) odalı bir kasr keşfetmişlerdir. Bunun duvarla­ üzerinden Cürcâniye ( 6 fersah ) 'ye geliyordu. rında, orta Asya kültür tarihi bakımından, son Nesâ yamadaki Efrâve ( şimdi Kızıl Arvat ) 'den derece ehemmiyetli resimler ve alçıdan mâmul Cürcâniye 'ye giden yolda araları birer merhale heykelcikler bulunmuştur. Çın 'in cenubunda X. olan Ribât-i Ca'far, Ribât-İ Abi Sahi, Bi’r alasra âit kale enkazı, bilhassa Puljay-Kala is­ Hikim, Ribât-i Miyânşâh, Ribât-i Mahdi. Ribât-i minde, X,— XII. asılara âit hudut kalesinde Bahân ve Ardkiva istasyonları sayılır; Ardkiva kıymetli eserler elde edilmiştir. Bir taraftan 'den Cürcâniye de bîr merhale İdİ. Sağ H vâm m Sır-Derya kenarlarında yapılan tetkiklerde Hvâ­ 'de Buhârâ 'dan Kât 'a ve oradan Cürcâniye 'ye rizm'inki He aynı tipte bîr medeniyetin daha yahut Aral gölü sahiline yakm Kerder'e giden V ( m. ö.) asırdan başlayıp, aşağı Sır-Derya yollar mühim İdİ. Buhârâ 'dan, çöl yolu ile, 4 fer­ sahasında dahî inkişâf etmiş olduğunu göster­ sahta olan Amze 'den araları birer merhale olarak miştir ( Voprosı isiorii, 1947, nr. 5, s. 162 v.dd. ). Taş rıbatı, Şuruh, Kum, Toğan, Ciğerbend rı« Neticeleri hakkında şimdilik ancak kâşifin pek batı, Haşan rıbatı ve Nabadğin 'den geçerek, umûmî mâhiyette mütalaalarım okuduğumuz „dar yere" yâni Dahân-i Şir ( Düldül-Atlagan ) bu tetkikler sayesinde, aşağı Amu-Derya'da 'e gelir. Buradan 3 fersahta Gavhore ( Gâvmilâddan Önceki devirlerde yaşayan medeniye­ hvâra } kanalı başlıyordu. Selçuklular, Hora­ tin İî. bin ( m. ö.)'in başlangıcına kadar çıktığı san 'a geçmeden evvel, b'r müddet bunun köy­ tahakkuk ederse, eski Hvârizm takviminin ta­ lerinde yaşamışlardı. Bu kanalı takiben 5 rihî bîr esâsa dayandığı da gerçekleşmiş bu­ fersah gittikten sonra, buradan sağa Girye ( yahut Gizne ) kanalı ayrılırdı; bunun üzerinde lunacaktır. Arapların geldiği zamana âit kayıtlarda pek de bir çok nahiyeler var idi. Gavhore 'nin başın­ az şehir ismi geçiyorsa da, sonraki kaynaklar 'da dan 6 fersah mesafede Garabhaşne şehrî bulun­ Hvârizm'deki şehir hayatı hakkında bol malû­ makta id i; burada Gavhore şark istikametinde mat bulunmaktadır. X. asır arap coğrafya âlim­ akar, yolcular Garabhaşne yanında Gavhore 'den leri sağ ve sol Hvârîzm sahalarında pek çok ayrılan Harkerür adil büyük kanalı 6 fersah tâşehir ve kasaba zikrederler kİ, bunları W. Bar- kİp ettikten sonra, Kât şehrine gelirlerdi. Kât thold ( T u rk esfa n down to ihe M ongol itin a ­ ile Cürcâniye arası, Amu-Derya üzerinden, İbn Fazlan 'a göre, 50 fersahlık yol id i; Cürcâniye sı on, s. 142— 155 ve Is t o riya oraşenya T urkestana, s. 77 — 102 ) ile G. !e Strange ( T he La nd s 'ye 2 merhale mesafede nehrin şarkında Bar­ of the E astern C a İ p h c te , s. 446— 459) topla­ kan kasabası var idi ki, meşhur edip Abû Bakr mış ve şehirlerin yerlerini de kısmen tâyin al-Hvârizmi buradan neş'et etmiştir. Kât He Cürcâniye arası karadan 20 fersahlık yol İdî. etmişlerdir.’ Resmî devlet merkezi Kât olduğu hâlde, Kara yolunu tâkip edenler Kât 'tan bir gün­ Cürcâniye 'nin ticâret ve bâzan da müstakil de Artahuşmiten 'e, oradan bir günde Nüz­ emaret merkezi olmasından dolayı, arap coğ­ var ( yahut Buran ) 'a ve oradan da bir günde rafyacıları Amul ( Ama- Derya ’yı takıp ederek ) Cürcâniye'ye gelirlerdi. K ât'tan Amu-Derya 'dan, Gürgân ( Amu- Derya 'nın eski mecrası deltasına giderken, 2 merhalede Darcâs kasa­ özboy 'u tâkip ederek ) 'dan ve Merv 'den oraya basına, oradan X merhalede ( her hâlde şimdiki giden yolları ve menzilleri göstermişlerdir. Bu Kıpçak ve Nüküz arasında vâ k i) Kerder şeh­ müelliflere göre, Hvârizm 'e giden yolda Amui rine, oradan 2 günde, şimdi Burlıtav civarında



HÂRİZM.



249



bulunduğu anlaşılan, Berâtigin şehrine, oradan ya ’nın bugünkü yatağı olan Kerder kanalı da Amu-Derya ’nrn esâs mecrasının sağ tara­ var idî. Hazârasp 'ten buraya kadar, bu kanallar fında bulunan Medminiye şehrine gelinirdi. Ker­ aş.-yk. 80 km. bir sahayı sulardı. Kayıklar der ve Berâtigin mühim merkezler idi. Kerder işleyen bu kanallar ülkenin esâs muvasala yol­ ahâlisi n o ( 7 2 3 ) 'da Türk hakanının yahut ları idi. Oğuzların yardımına dayanarak, araplara karşı Buranın şatolarına araplar faal'a ismini ver­ isyan etmiş idi. Araplar kerderlilerin bu teşeb­ mişlerdir. Memleketin mâmûrluğunu tasvir eden büsünü akamete uğratmış olmalarını, Horasan Mukaddesi ( s. 388 ) yalnız Mazdahkân etra­ 'ın : merkezi Merv 'in fethine muâdil, bir ba­ fında 12.000 kale, yânı kalın ve yüksek duvar­ şarı, saymışlar ve şâir ‘Arfaca aî-Darımi: lar ile çevrilmiş müstahkem çiftlikler bulun­ — : j-Biz Caraplar ) Merv ahâlisinin ve diğerleri­ duğunu söylerken, her hâlde mübâlega etmiş­ nin hakkından gelebildik; Kerder ahâlisi ( ile tir. Fakat yalnız Artahuşmiten ve civarının beraber bulunan ) türfeîeri de oralardan kovabil­ varidatı Idil Bulgar kıratlığının masraflarına dik" — demiştir ( Taban, lî, 1 §2$ ). Yâküt 'a gö- tahsis edilecek kadar bir yekûn teşkil ettiğin­ re* bunların dİîîne hvârizmce Ve ne de türkçe idi. den, X. asırda Hvârizm ülkesinin zenginliği­ Kerder'e tabî bîr çok köyler var İdİ; ahâli ne dâir verilen mâlûmalta hakikatin büyük bir zengin idi ve »kendilerine sahip", İradeli, hissesi bulunduğuna inanılabilir. seçîyeli: ve şecâatli insanlar İdi. Kerder ’e tâbi Hvârizm 'in arap coğrafya eserlerinde zikr­ Be^Stigİn kasabası oğuzlar ile yapılan ticâretin edilen ticâret maddeleri bu ticâretin daha X. merkezi îdi ( TM, II, 341 ). Bu kasabadan Cür­ asırda en çok transit mâhiyetinde olduğunu câniye'ye giderken, harabesi şimdiki Hocayİi gösterir. Mukaddasi ( s. 325 ) 'ye göre Hvârîzm yanında olan Mazdahkân şehrine gelinirdi. Mu­ ticâret maddelerinde sincap, hermin, her türlü kaddasi ( s. 343 ) sağ Hvârizm 'de bir de »Dar tilki derileri, mum, elbise, balık dişi, balık yer" 'den araları birer merhale olan Ribât-i Mâş, tutkalı, kiymuht ( meşin ) derileri, bal, av kuş­ Ribit-i Sanda, BağırkSn ( Bakırğan ) ve Surahan ları, kılıçlar, zırhlar, süslü kutular yapmakta istasyonları üzerinden K ât'a, oradan Hâs (x kullanılan halenç ağacı safhaları, saklab ( slav merhale ), Nuzkât ( 4 fersah ), Vayhân ( 1 mer­ ve cermen ) köleleri, koyun ve sığırlar, Bulgar hale) ve Nubâğ (1 merhale); üzerinden Maz­ 'dan gelmektedir. Kılıçlar, Bulgar yolu ile, dahkân { 2 merhale ) ’a gelinirdi. Skandinavya 'dan, balık dişi ve tutkalı da Kara-Çum tarafından Cürcâniye'den Ost- yine Bulgar yolu ile, şimâl denizinden gelen yurt 'a giderken, iki günlük meşâfede, G it kasa­ mallar idî. Kiymuht ise, bilhassa bulgar mebası var idi ki, İbn Fazlan da orada bulunmuş­ tâı idi. Bu cihetten Hvârizm'e İdil bulgar tur. Bu Git, Cürcâniye ve Berâtigin, oğuzlar tüccarları, hatta Bİrüni 'nin şimal kavîmlerine, ile yapılan ticâret için, birer merkez sayılıyor­ rus ve Skandinavya kılıçlarına âit naklettiği du! iBurasımn da nahiyeleri vâr idî. rivayetlerden ( Z D M G , XC, 37— 51 ), onun bu XV. asırda Hvârizm devlet», kuvvetli göçebe ülkelerin etnografya ve folkloruna âit malû­ oğuz v. b. türklere karşı müdâfaa mecburiyetinde matı Hvârlzm 'e kadar gelmiş olan rus-varyag olduğundan, dar bir yere sıkışmıştı; Özbekler tüccarlarından almış olduğu anlaşılıyor. İbn zamanında olduğu gibi, geniş sahaya yayılmış Fazlan 'm mensup olduğu sefaret hey'eti Bul­ değil idî. Hazârasp ile Kât arası ancak bir mer­ gar 'a Cürcâniye 'de tertip edilen 5.000 kişiden hale yol idî. Hive ile Kât arası 8 fersah idi. ibaret bir büyük ticâret kervanı ile birlikte Arada ( Hive'den 5 fersahta) Safardiz ka­ yaptı ( îbn Fodlan, § 29 ). Hvârizmlîlerîn şimâl sabası var idi. kavimler! ile ticâretlerinin ehemmiyetini belirt­ Bütün bu sahaya büyük k a n a l l a r yayılmış­ mek için, yalnız bu rakam kâfidir, ibn Fazlan tı : 1. Hazârasp ( Gavhore 'nin yarısı kadar ); 2. (§ § 25— 27 ) oğuzlar arasında ticâret ile meş­ bunun bîr kısmında daha geniş olanKerderân h is ; gul olan hvgrizmlİ tüccarların bozkır ahâlisi 3. bundan aşağıda ve daha büyük olaiı Htve; 4. ile temas ve dostluk münâsebetlerini güzel an­ bundan 2 fersahta başlayan ve Gavhore 'den bü­ latmıştır. Aynı zamanda hvârizmli tüccarlar, yük olan Medrâ; 5. bundan bîr mil (2 km.) me­ İslâm memleketleri İle olduğu gibi, Hindistan safede başlayan ve Kât 'ten 2 fersah mesafede ile de ticârî münâsebette bulunuyorlardı. Bun­ olan Vedâk kanalı; 6. büyük Vedâk ile birleştik­ dan dolayı Hvârîzm 'in büyük ölçüleri { suh ve ten sonra, Cürcâniye 'nin cenubundan garba geçen ğür) Hindistan ölçüleri ile bir idi (bk. Birüni, büyük Bava ; 7. Buva 'dan sonra, asıl Ceyhun Tahkik mâ U 'l-kind, s. 79 ). gelir ve Cürcâniye 'nin 1 fersah şarkından, Maz­ Hvârizm 'in kendi mahsûllerinden ihrâc malı dahkân 'tn 2 fersah garbından geçerek, Aral olarak, Mukaddasi ve ‘Abd al-Malik al-Sa'alİbi gölüne munsap olurdu; 8. K ât'ten 4 fersahta ( L a ta if al-ma ârîf, nşr. P, de Jong, s, 129, 142 ), (aş.-yk. 28 km.) Ceyhun'un sağında Amu-Der­ pamuk yağı, halı, yorgan, kumaşlar, peçe,



250



HÂRİZM.



süslü elbiseler ve Hvârizm peyniri ile balığı zikrederler- Bir de madenî kutularda Bagdad'a kadar gönderilen Hvârizm kavunları mâruf îdi. Bunlar halife Ma’mün ve Vaşik zamanlarında pek makbûl saydırdı. H v â r İ z m ' i n t ü r k l e ş m e d e v r i , 1017 temmuzunda gaznelİ Mahmûd 'un Hvârizm ’i iş­ gal etmesi tehlikesi belirince, Hvârizmşâh Abu 'l-'Abbâs Ma'mün âlim müşaviri Birüniyi çağı­ rarak, onun ile yalnız başına kalıp, ne yapmak icâp ettiğini istîşâre etmiş, Birüni ona: — »Han­ lar ( yânı KarahanlıSar} ile birleşin; bunlar özgend yanında çarpışıyorlar, sen aralarım bul; onlar sana mınnetdar olurlar ; onların dostluğu­ nu kazanmakla, memleketi Mahmûd 'un istilâsın­ dan kurtarırsın" — demiştir ( Bayhald, Târihi s. 844). Mahmûd memleketi î$gâi etti ve ida­ resini emirlerinden A ltm -T aş’a verdi; bunun vefatından sonra, oğlu Harun idareyi eline aldı; 24 sene sonra (1 0 4 1 'd e) idare Kıpçak ve Kanlı uruğlarmdan gelen emirlerin eline geçti, fîöylece Hvâmm 'de karahanlılarmkİnden farklı, oğuzca ile bağdaşmış bîr Kangh-Kıpçak dili ve kültürü yerleşti. Altm -Taş'm oğlu Hürün, Cend hâkimi Baranlı Şâh Malik tarafından, bertaraf edildi ise de, bu da, az sonra, Selçuklu Çağrı Bşy tara­ fından, Hvârizm 'den atıldı. Selçuklular dev­ rinde Hvârİzm bunların valileri tarafından idare edildi. Banlar arasında Melik şah 'ın »tastdan" olan Enüştigin ile Ekinçi b. Koçkar mâruftur­ lar. Bu ski zât ülkenin türkleşmesi tarihinde de mühim yer tutmuş’ ardır. Muahhar büyük Hvârszmşâhlarm ceddi olan Enüştigin 'İn ğrçe ( ) lekabmı okuyan Raşîd al-Din, onu oğuzlar­ dan saymış ise de, İsminin enûşe ( nö$e, nûç ) ve ilgin gibi Tiyanşan eâlıası türkleri arasın­ da kullanılan iki kelimeden mürekkep olduğu­ na ve torunlarının maiyetlerinin hiç de Oğuz olmadığına bakılırsa, o da oğuz olmasa gerek­ tir. Enüştigin 'in torunları hep Yemek ve Kanlı gibi Kıpçak ve „Yuğur“ zümreleri ile çevril­ mişti. Bunların diline dâir Şams b. Kays tara­ fından yazılan lügat kitabında da bu dü »Kanlı dili" tesmiye edildiğinden ( bk. Fuad Köprülü, Türk dili ve edebiyatı, İstanbul, 1934, s. 155—161 ), H’'âr:zm ’de EnÜş-ig’ıı oğulları devrini ..Kanlı H vâmmşâhları devri1' diye anıyoruz. Enûşt'gin’in lekabmı garçe okutan rivayetlere ( bk. Barthold, Tarkestan, s, 323 ) rağmen, bu kelimenin gurçe (küçük G ü r — Uğur) olma­ sı da mümkündür; nitekim bu Hvârizmşâhlar zamanında Kıpçak zümresine mensûp türklere »Yugur oğullan" ( Yuğur zâdagân) da denil­ miş'ir ( bk. Barthold, ayrı, esr., s, 370). Enüştigin'in halefi olan Ekînçî b, Koçkar da Kıpçak ■ ye Yuğur zümresinden olan Kun türklerinden



neş'et etmiştir (bk. Sharaf al-zamân Tâhir Marvazî on Cina, Turks and India, nşr. V. Mînorsky, London, 1942, s. 30, 98— 102). Kanlı, Kun ve Koman, etnik menşe' bakımından, he­ men farksız olan zümrelerin isimleridir. Enüştigın ’in oğlu Muhammed ( îCutb al-Din ) vali oldu. Bunun oğlu Atsız, sultan Seneer'in oğuzlar elin­ de esir kalıp, Selçuklular hâkimiyetinin zaafa uğramış olmasından istifâde ederek, Hvârizm 'i kendi keyfine idâre etmeğe başlamıştı. 1157 'de Seneer vefat edince, alenen istiklâl ilân edip, şarkta Kar ahi taylar 'a dayanan bir „KanIıhvârizmşâhlan" sülâlesini kurdu. Atsız 'm oğlu Tekeş ve torunu ‘Ala* al-Din Muhammed za­ manında Hvarizm her tarafı Kıpçak beyleri ta­ rafından idâre olunan bir ülke hâlini almıştı, 1220 'de ülke Cengiz'in oğullan tarafından iş­ gal edilip, moğul devletinin dört ulusundan Cuci ulusuna ilhak edildi. Fakat 1256'da Huiagu İran 'ı işgal edip, İlhanh devletini kurun­ caya kadar, Horasan ve İran işleri ekseriya Hvârizm 'de oturan vâliler tarafından idâre edil­ di. Sonraki ulus taksimatında şîmâlî ve garbî Hvârizm— Cuci ulusuna ve Hive ile Kât, yâni sağ Hvârizm— Çağatay ulusuna bağlandı. Cucioğulları Hvârizm 'in idaresini Kongrat uruğu beylerine verdiler. Bundan başka burada Uygur, Nüküz, Hıtay, Mafigıt ve Biîgüvüt gibi uruğlar yerleşti, Hvârizm Cuci ulusunda islâmiyeiin ya­ yılmasında başlıca rolü oynamıştır. Özbek Han '1 müslüman yapan zât, Seyyid A ta ve onun emir­ lerini İslâmî ye te sokan da Fahr al-Din. Hvâ~ rizmî adlı bir tüccardır. Özbek Han 'm Kongratlardan olan annesi Bayalın müslüman idi;Toktagu zamanında Hvârizm 'de bunun biraderi Beydemir vali idi. Bundan sonra sırası ile Kutlufc-Temür (1321— 1336), Kongrat beylerinden Nagaday (yahut Nangıday) Noyan, oğulları Hüseyin (115$— 1381) ve Yusuf S û fî; Timur zamanında, Nüküz uruğundan Musaka, Şâhrah zamanında, BilgüvÜt uruğundan emîr Şâh Ma­ lik (1414— 1426), oğlu İbrahim (1426— 1430) ve bunun oğlu Nur Sa'id (1 4 6 7 ’ye kadar) umûmî vâlİIik ettiler. Hangi uruğa mensup ol­ duğu malum olmayan Emîr Kutluk-Temür, Ö z­ bek Han Sn beylerbeyi ve damadı idi î 'Abd Allah Kâşâni ondan, bir şehzade olarak, bahs­ eder ( Târih-i Ulcaytu., Nuruosmanİye kulüp., nr. 3271, var. 37*»— 38» ). Bu zât, Hvârizm vâüsi sıfatı ile, Altm-Ordu ile İlhanlıIar arasında ce­ reyan eden hâdiselerde büyük rol oynamış ve kendisinin 1336 başında vefatı, Özbek Han'ın 11hani d ara karşı açtığı seferinin akîtn kalması­ na sebep olmuştur ( Hâfiz A bre, Zayl-i cami [ al-tavârih, Tahran, s. 135, 137 ). V>n Baiüla j ondan ve eserleri zamanımıza kadar gelen zev| eest Türebek Hatun 'dan, maiyetlerindeki güzî-



HÂRİZM.



*5*



de âlimlerden sitayişle bahsetmiştir. Nüshası atlası, çin kemhası" gibi emtîa da zikredilmek­ Kabil Millî kutup, (yazma eserler, ur. u ) 'de tedir, Hvârizm ile Saray arasmd.aki ticâret bulunan vesikalar mecmuası Faşl aî-kitab muamelesi (842, muharrem ı ) anılmıştır. Ken­ ( 144b— 145a ) Jda Şihâb al-Din telkip olunan disi âlim ve tarih meraklısı bir zât olan emîr Kutluk-Temür'ün Ürgenç 'teki binâ ettirdiği Şâh Malik, oğlu İbrahim ve bunun şâir olan camiler, «dünyada misli görülmemiş medresesi", oğlu Nur Sa!id Bey Hvârizm kültür hayatım dârüşşifâsı, dârülhuffâzı, dârüt hadîsi, rıbatları, devam ettirdiler. Nür Sa‘id Bey 'in bâzı farskanal ve köprülerini yaşatmak için tahsis et­ ça şiirleri ile bunun oğlu şâir Mir Şâtih Bey tiği vakıfları sayılmıştır. Bu vesika Altm-Ordu 'in türkçe manzûm eseri bize kadar gelmiştir. devrinde ' Ürgenç'in imârının vüs’ati hakkın­ 'A li Şir Nava’inin Çârcûy 'dan Azak 'a ka­ da da bir fikir vermektedir. Halefi olan Na­ dar uzanan ülke'leri idâre ettiğini kaydettiği gaday Noyan 'm Hvârİzmdeki müsbet faaliyeti Nür Sa'id Bey 1460'ta, Nür-Ata'da otura­ ve adaleti, muahhar Hive Kongrat emirleri rak, Mâverâünnehr işlerine karıştı ( Barthold, tarihinde, cedd-i âlâları sıfatı İle, çok zikre­ Ulag Beg und seine Zeii, s. 214). 1467 dilir, Onun meşhur Seyyid A ta ile samimî 'de Hvârizm için, Nür Sa:id Bey He çekişen sohbetleri, bu şeyhin emri ile, «köhne Kât" 'i, Herat hükümdarı Husayn Baykara tarafından yâni Hvârizm 'in payitahtını, hükümet merkezi Şâhruh'un beylerbeyi Firüz Şâh ’m oğlu emîr yaptığı Ve bu sûretle Bakırğan 'da yaşayan !Abd al-Halîk Firüz Şâh ve şâirler meyâmnda şeyhin hu sûruna her vakit gidebildiği, kendi­ sayılan Çağatay emirlerinden Sultan Husayn sinin bu eski Kat 'te evliyadan Şayh ‘Abbâs Hatmi Hvârizm'i idare ettiler. Fakat 1460'tan Vali 'nin mezarı yanında defnedildiği, menkıbe- sonra bunlar ancak cenubî ve şarkî Hvârizm 'i vî mâhiyette, anlatılır. Ak-Hüseyin, Berdibek ellerinde bulundurdular. Şimâlî ve garbı Hvâ­ Han 'm 1355 'te vefatını müteakip, Hvârizm rizm Cuci ulusu hanları ve Kongrat beyleri ordusu İle Altm-Ordu işlerine karıştığından, idaresinde kaldı. Zikri geçen senede bunlardan «Nangıday-oğlu A k Hüseyin Bek" ismi ile özboy 'da Vezir şehrini merkez yapıp, Mustafa ( Ötemiş Hacı, Tarih■ i Dost Sultân^ husûsî Han ile biraderi Pir Budak Sultan ve yanlarında kütüp., yazma, 39“ ; Hacİ ‘Abd :al-Gaffar Kongrat beyi Muhammed Sûfî oğlu ‘Osman Sûfî al-Krim i,‘ Umdat al-tcvârih, s. 44 ) ve Timur aşağı Hvârizm 'i idâre ediyorlardı. Bu Mustafâ, 'un 1381 Hvârizm seferine âit kayıtlarında «Nı- ismi bir sikkede GıySş al-Din oğlu Mustafa gaday Kongrat-oğlu Hüseyin Sufî" ismi İle diye yazılan han olsa gerektir ki, Giyâş al-Din ( Şaraf al-Din Yazdi, Za/ar r.âma, I, 232, 241:), Şadibek Han 'm oğlu olmalıdır. Nür Sa id Bey kezâ halef ve biraderleri olan Yusuf- Sûfî ile 'in tekmil Hvârizm 'i idaresi 1460'ta sona er­ Ak-Sûfî ve aşağı özboy 'da bu sonuncunun miş olduğu, bundan sonra onun cenubî Hvâ­ adım taşıyan Ak-Sûfî kalesi zikredilmektedir. rizm üe Çârcûy ve Adak tarafları, yâni KaraBu kayıtlardan türk tasavvuf tarihinde mühim kum ve özboy ile iküfâ etdği anlaşılıyor. Bu­ yer tutan Bakırğan kasabasının eski Kât ya­ na rağmen özbekierden Şaybak Han 'ın Hvâ­ kmada bir yer olduğu ve X. asır arap coğraf- rizm 'ı 1486 'da bir defa ve 1502 'de nihâî ola­ yacısı Mukaddasi tarafından Kât yukarısında rak işgal edip, ülkeyi bozkır uruğları idaresine 2 merhalede zikredilen Bağırken île, yine Kât aldığı güne kadar, Hvgrizm 'de kültür hayatı yanında olduğunu son Hive hanları tarihlerin­ devam etmiştir, Her hâlde türkler idaresindeki den öğrendiğimiz Bakırğan-Ata'mu aynı yer HVSr'zm, orta Asya ’nın bir medeniyet merkezi olduğunda ( bk. Bartbold, Turkestaa, s. 1: 0) olmuş ve beş asır kadar (1017-—1300) bu hâ­ şüphe bırakmamaktadır. Diğer tarafsan Ak- lini muhafaza etmiştir. Sûfî kalesi de Hvârizm 'i idâre eden Kongrat Bu devrin en büyük hâdisesi memleketin, beylerinin özboy 'u imâr eylediklerini gösteren tam olarak, türkleşmesi olmuştur. Hvgrizmliier delillerin birini teşkil eder. Timur zam nmda kendilerine iranlı ve türkten mürekkep bir yıkılmış, fakat sonra kısmen tâmîr edilmiş olan kavim nazarı ile baktıklarından, bu netice Ürgenç Ş 5 hrth zamanında, emîr Şah Malik mukadderdi. Milâddan evvelki zamanlardan tarafından, imâr edtlm'‘şLir. O zamanki Hvâ­ beri bir taraftan Peçenek, diğer taraftan rizm'in orta Asya ticâretinde tuttuğu mühim Oğuz ve ciiğm türk kavinden ile çevrilmiş mevkî 'A li b. Muhammed al-Kumi ( Şams al- İdiler [ bk. madd, ALAN ve AMU-DERYA ]. Hvâ­ siyak, Ayasofya kütüp., nr. 3986) 'n in Şâhruh I rizm 'in efsânevî Afrâsyüb ’m Peşeng ismindeki zamanı Timurlu devleti büdcesine dâir e s e r i n i n ■ oğlunun idâresı altında bulunduğuna dâir rîvâHvgrizm'e ayrılan faslında lakamîar ile b e l i r - j y'.tteki ( Firdavsi, Şahnâma, nrş. Vullers, 111, tilmiştir. Burada ( 132b) Hvârizm'in dış ticâr t j 1144) bu Pe^ng ismi Peçenek veya Peçenk maddeleri, bunlardan alman „tamga" vergisinden olsa gerektir. Zâten bu ülkenin garbındaki bahsedilmiştir. Bu arada „rus ketenleri, çin I Sarıkamış 'ın en eski ismi Peçenek türkçesînçe



*52



HÂRİZM.



„Hız tenîzi" olduğunu Binini 'nin naklettiği len" (krş. jtîamd Allah Kazvİai, Nuzhat al~ rivayetlerden Öğreniyoruz. İbn Fazlan Cürcâ- kulüb, s. 214 : Özboy 'da ,.Gürledi" ) gibi, türk­ nîye 'de hvirizmlerden öğrendiği klavıtz keli­ çe coğrafî isimler geçer. Hvârizm türklerinden mesini o*jlâ şeklinde yazmıştır. X. asır arap Abbasî halifeleri ordusuna mensup bâz» zevat coğrafyacılarında zikredilen coğrafî isimlerden mühim vazifelerde bulunmuştur. Bunlardan Bas­ Berâtigio, Küçag, Bağırkan ( Bakırğan ), Bar­ ra Valisi sü-başı al-Hâcib al-Hvârizmi al-Turk kan, Cagıroguz ( bk. Materyali po istorii başta gelmektedir. İlk Selçuklu beylerinden Türkmen, I, 180, 200) 'un türkçe olduğu görü­ Suriye 'nin fâtİhi Atsız ( yahut Aksıs ) b. İnak lüyor. Az sonra bir hvârizmli büyük fakîhin al-Hvârizmi de bir hvârizmîi türk idî. Hvârizmli mensup olduğu Temir-Taş köyünün bir Hvârizm büyük âlim Birüni 'nin de, menşe' itibârı ile, türk köyü olduğu kaydediliyor. Bugün Aral civa­ olduğu görülmektedir. ( bk. Z. V. Togan, Umûmî rındaki Kazaklar arasında bir Kerderi uruğu türk tarihine giriş, I, 86— 90, 420 v. d.). Ülkenin bulunduğuna bakılırsa, kerderler bir türk ya­ türkleşmesinin ilerilemesi neticesinde, menşe’i hut türk ve hvârizmli halitası olsa gerektir. türk olan hvârizmli âlimlerin sayısı çoğaldı. Yâküt ( IV, 257 ) türk pâdişâhı Afrâsyâb 'm ha­ Eserlerinden yahut türkçe isimlerinden ve niszînelerinin Kerder 'de gömülmüş olduğuna dâir belerinden türk oldukları anlaşılan yahut türk rivayetler nakleder. oldukları başkalarınca tasrîh edilen âlimler­ Mahmüd Kâşğari Hvarizm 'de ,.yerleşmiş", yâ­ den Mahrnüd Zimahşari ( tefsir ve lügat âli­ ni medenî türk uruğu olarak, -'Kuşet uruğunu mi ), ‘A li b. Muhammed b. Arslan al-Hvârizm i zikreder (I, 298 ). Bu uruğ Cuğrak uruğu ( Bay- ile biraderi büyük Hvârîzm tarihi müellifi Mu­ haki, s. 398 ) yahut Cuğralc ve Kıpçak uruğları hammed b. Muhammed b. Arslan al-Hvârizmi île birlikte, Hvârizm türkleri ( Baylıaki, s. 91, (Yakut, frşâd, V, 410 v. d d .), Muhammed b. 394, 396 ) ve Ma'mün-oğullan zamanında ordu­ Bay çul al-Hvârizmi (fa k îh ), Ahmed b. Ismâ‘il nun temelini teşkil eden siyâsî zümreler olarak 7 ahir al-Din al-Temirtâşi al-Hvârizmi (fa k îh ), zikredilir. Kuşetlerin Munçuk isminde reisle­ Calâl aî-Din al- Gurlâni al-Hvârİ2mi ( fakîh ), rinden de bahsedilmektedir ( ayn. esr., s. Bal han türklerinden Rukn al-Din Abulhânı 859 ; Mater. po istor. Türkmen, I, 234 ). Cuğ­ al-Hvârizmi ( Muhtar al-Zahidi 'nin üstadı), rak, şarkî Türkistan ’da yaşayan uruğ olarak, Bndr al-Din Mahmüd b. Haşan al-Şahrkandi VIII.— XI. asra ait kayıtlarda zikredilen Uğrak aî-Hvârîzmi ( Mvıhtâr al-Zâhidî 'nin talebesi, yahut Yuğrah uruğu olsa gerektir. Âlp-Ars- fakîh), Muhammed b. Ahmed ‘Abd al-Karim lan 'm 10Ğ5 senesinde yaptığı Hvârİzm sefe­ al-Türkistsni al-Hvârizmi (fa k îh ) ve oğlu Mu­ rinde, burada, kendisine karşı koyan yerli türk hammed b. Muhammed Şams al-A'imma ( bü­ unsurları olarak, Kıfşat ( Kıfçak ) ve CEzığ yük fakîh ), Muhammed Kivâm aî-Din al-Kâtı (her hâlde Yazığ-er, Yozger)'larm isimleri al-Hvârizmi ( f akî h; eserlerinde türk Örf ve zikredilmektedir. Kanlı Hvârizmşâhlân zama­ âdetlerine dâir kayıtlar vardır ), Yûsuf al-Saknında Hvârizm bir Kıpçak-Kanlı ülkesi şek­ kâki at-Hvârizmi ( fıkıh ve lügat âlim i; mute­ lini aldı. Ülkenin moğullar tarafından işgalin­ zileden olup, hanların imamıdır), Manşür b. den 30 sene sonra seyahat eden Pıano Karpini Ahmed al-Kâ?âni al-Hvârizmi (fa k îh ), Sulay„Bisermin" yâni hvârizmİllerin dilini bir ..Koman mân Bakırsam ( şeyh ), Pehlivan A ta ( şeyh ), dili" dîye anmış tır. Muhtar al-Zahidi 'nin fıkıh Sayyid A ta ve Şayh Şaraf (şe y h ) zikredil­ kitaplarında hvârizmUlerin türkçe de konuştuk­ melidir. Burada zikri geçen fakîhlerden bazı­ larım gösteren ( „eğer bir hvârizmli, türkçe ları Sır-Derya havzasında Cend 'de Ahmed b. olarak, derse,,) kelime yahut cümleler nakledil­ Şams al-Din al-Candi ve oğlu Dânİşmand Mu­ miştir. S. Valin ( Zi'piski instiiuta %-ostoko- hammed, emîr Kâtib al-Ikani ( galat olararak, vedenya, VII, 87) bundan hvâmmHîerİn, Muh­ İtkânİ diye mârûftur; bk. Bockelmann, G A L , tar al-Zahidi 'nin zamanında, yâni XIII. asrın I, 372 ) ve Husâm al-Din Husayn al-Şığnâki ilk yarısında, hvârizmce ve türkçe olmak üzere, ( Brockelmann, Q A L , II, 79) gibi âlimlerin iki dilde konuşan bir kavim olduğu neticesine nezdinde tahsil etmişler; hvârizmli türk şeyh­ varmıştır. Fakat bu iki dillilik daha önce yer lerinden Sulayman BakırğSni, Sayyid A ta ve tutmuş görünüyor. Daha X. asırda Bakırğan, Şayh Şaraf Sır-Derya havzasında yaşamış olan Şura-Han ve Bar-Kan adlı kasabaları bulunan Ahmed Yasavi'nîn ve halifelerinin yanında ye­ sağ Hvârizm 'de Kanlı hvârizmşâhîarı znmam tişmişlerdir, Bilhassa moğullar devrinde aşağı vekâyiinde görülen ..Karasu" ( Barthold, Tur- Sır-Derya ile Hvârizm, kültür itibârı ile, bir kesian, s. 349), sol Hvârizm 'de de „Suburni" küll teşkil ediyordu. ( her hâlde" „su burnu" ; bk. ayn. esr., s. 337 ), Moğullar zamanında bu türkleşme daha kat’î „Temir-Taş“ ( ‘Abd al-Hayy al-Luknavi, aUFa~ bir şekil aldı. Zikri geçen Muhtar al- Zahidi 'nin v a id al-bahîya, Mısır, 1324, s. ı ş ) ve „Gür- X!J. asrın ilk yarısında ve ‘A lâ ’ Tareumâni $1-



H Â R İZ M .



Hvarizmi'nin daha önce yazdıkları - fıkha âit eserlerinde hvârizmce olarak yazılan cümleleri XIV. asrm ilk yarısında Camâl al-Din al-İmâdi aî-Kardari, bn cümleler artık kimsece anla­ şılmaz olduğu için, eski hvârizmcelerin yanında yazılan arapça yahut farşça tercümelerini bir araya getirerek, ayrı bir eser yazmak mec­ buriyetinde kalmıştır. XIV. asırda Hvârizm ’de yetişen âlimler artık kamilen tiirktür. Kerder 'den bir çok büyük âlimler yetişmiş ( bk. TM, II, 340), bunların bir çoğu Cuet ulu­ sundaki türk ve moğul uruğl arında ve şehirlelinde, kadı, imam, hafız ve şâir sıfatı ile, faa­ liyette bulunmuşlardır. Bunlardan TSc al-Din al-Kardari Orhan Gazi zamanında ve Hafız; al-Din Muhammed al-Bazzâz aî-Barâtigîni alKardarı Murad I. zamanında Bursa 'ya gelerek, yerleşmişlerdir, Hvârizmi ve Kardan mahîash türk şâirleri ‘A li Şİr Navâ'i v. b. çagatay şâ­ irlerinin- üstadı olmuşlardır. İstanbul, Konya ve Kütahya'daki bîr çok yazma dîni ve edebî eserlerin hvârizmliler tarafından yazılmış ve Cuci ulusu vâsıtası ile, Türkiye 'ye gelmiş oldu­ ğu, üzerindeki kayıtlardan, anlaşılmaktadır. Bir kerderü tarafından te'iif olunup, 1360'ta diğer bir hvârizmli türk tarafından istinsah olunan türkçe Nakc al-farâdis nüshası da Yem-câmi 'de ; bulunmaktadır ( TM, II, 332 v. d.) Hvârizm türkleştikten sonra orada, tıbba âit Camâl al-Din 'Abd Allah b. Muhammed b. 'Abd al-Razzâk al-Hvârizmi tarafından, 719 ( 1 3 1 9 ) 'da te’iif >olunan eser Lâleli küfcüp. ( nr. 1625 ), riyazi­ yata âit Muhammed b. Muhammed b. 'Omar .al-Çağmini al-Hvârizmi (ölm. 1344) tarafın­ dan yazılan ve müteaddit âlimler tarafından şerh edilen eserin nüshaları İstanbul'da ve bu vzâtın eserine yine hvârizmli Kamâl al-Din al;Turkmâni ( ölm.: 1357 ) tarafından Canibek Han nâmına yazılan bir şerh de Londra'da British Museum ( nr. 13422)'da bulunmaktadır. Timur ve oğulları zamanında eski Hvârizm kültür an'anelerini salâhiyetle yaşatan Nu'mân al-HvSrizmi ve oğlu 'Abd al-Cabbâr al-Hvârizmi, Ahmed al-H âfiz. al-Hvârizmi ve KamSl al-Din Haşaya al-Hvârizmi ’nin zikredilmesi icâp eder. Mutezile­ den olan Kamâl al-Din HusayP> hâzı hür fikirlerinden dolayı, Herat.'a Şâhruh'un huzûruna çağırılarak, isticvâp edilmiş ise de, içtiha­ dına hürmetle tekrar memleketine gönderilmiş­ tir. Bu zâtın emir Şâh Malik ve oğulları ve 1430'da bir kaç ay Hvârizm 'i işgali .altında bulunduran özbekierin hanı Abu 'l.Kayr nâ­ mına farsça ve türkçe yazdığı eserleri bize kadar gelmiştir. Hvârizm türkleri Timurlular zamanında mûsikî ve mimarîde de üstad sa­ yılmışlardır. ‘Ali Şir Nava’İ, Farhâd va Şirin 'inde hvârizmlilerin musikideki maharetini dün­



233



yaca tanınmış bir keyfiyet gibi zikreder. 'Abd al-Razzâk Samarkandi de Timur 'un Keş 'teki Aksaray sarayının, hvârizmli ustalar tarafın­ dan, 1379 'da yapıldığım zikretmiştir ( bk. Bari> hold, Ülag Beg und seıne Zeit, s, 35). Bu­ nunla Timur devrinin muazzam ve mümtaz eserlerinin bu cihangirin İran seferlerinden, yâni ıranlı ustalar getirilmeden, Türkistan 'm yerli, bilhassa hvârizmli ustalar tarafından ya­ pıldığı sâbit olmaktadır. Eski Cürcâniye ( Köh­ ne- Ürgenç) ’de, bilhassa moğullar zamanına âit olmak üzere, sağlam kalan binâlar (bun­ ların arasında zikri geçen Türebek Hatun 'un türbesi v.b.), 1928,1929 ve 1934 senelerinde tet­ kik olunmuş ( A. Jakubovskıy ve M. Voyevodov 'un tetkikatı) ve bu san'atı yine moğullar dev­ rinde İdil sahasında Saray ve Bulgar miıhârisi üzerine olan te'sirleri de tesbît edilmiştir, H v â r i z m ' i n g e r i l e m e d e v r i . Bü­ tün orta Asya ve İslâm şarkında olduğu gibi, Hvârizm 'de de XVI.— XIX. asırlar tam bir ge­ rileme devridir. Yükseliş devirleri beynelmilel ticâretin inkişâfına bağlı olan Hvârizm 'de bu gerileme, diğer İslâm ülkelerine nisbetle, daha bârız ve daha şiddetli bir şekil almıştır. Ülke 1502 'de Buhara ozbeklerinih hanı Şaybek Han * m idaresine geçince, Kongrat beyleri onlar ile anlaştılar. 1311 yılında garbî Sibirya Özbek Ştbanh hanlarından Yadigâr Han'm oğulların­ dan İlbars Hah Hvârizm 'i işgal etmiş ve 1740 yılında Nâdir Şâb tarafından indirilen bir dar­ be ile sona erecek olan »Yadigâr Şıbanlılan'* sülâlesini kurmuştur. Bunların devrinde ülkeye pek çok Özbek uruğl an gelip-yerleşti. Hanla­ rın dayandığı uruğlar ( bk. Z. V. Togan, îbn Fadlân, s. 155— 158), an'aneye göre dört olmak üzere, Kongrat, Mangıt, Nayman ve Kıpçak yahut Uygur, Kanlı, Kıyat ve Nüküz birliği şeklinde idi. Hvarizm 'in yerli türk ve lürkleşrniş hvârizmli ahâlisine toptan »saıt** âdı ve­ rilmiş ve bunlar devlet ıdâresine karıştmlmamışiır. Bu sülâlenin 230 yıî süren hâkimiyeti devrinde ülke kâh Buhârâ özbekîerinin (1538 yılında 'Ubayd Allah Han ve 1593— 1598’de 'Abd AHâh Han) istilâsına, kâh kalmukların tecâvüzüne mârûz kalmış ise de, zikre değer başka bir harp olmamış ve buna mukabil ban­ lar, sık-sık Safevî İran 'a ve ara-sıra da Buhârâ 'ya yaptıkları akınlar ile, kendi hayatiyetlerini göstermişlerdir. Arada Dost Muhammed Sultan (1346— 1558; b. bk.), Abu ' 1-Gâzi Han (1643 — 1663; b. bk.) ve oğlu Enûşe Han (1663— 1687) gibi, ilim seven ve eserler yazan bâzı kimseler yetişmiş ise de, ülke iktîsâdc n gittikçe çökmüş, ilim ve fikir hayatı sür'aile gerilemiş, komşu ülkeler ile olan münâsebetler de kesil­ miştir, Bu gerilemede zikri geçen umûmî âmil-



*5 4



h a r iz m ;



den başka, husûsî bir âmiİİn tefsiri de vardır ki, o da Hvârizm 'in bütün mukadderatı üze­ rinde müessir olan büyük bir hâdise yâni Aran -Derya'nin 1576 yıh etrafında mecrasın» de­ ğiştirip, Hazer denizi yerine Aral gölüne dö­ külmesidir [ bk. AMU-DERYA, I, 422 ]. Bu za­ man orta Asya 'da seyahat etmiş olan Osmanîı müellifi Seyfî Çelebi bu hâdiseyi, Hvârizm ahâ­ lisine Allah tarafından gönderilen umûmî bir felaket olarak, kaydetmiştir ( bk. Z. V. Togan, Türkistan tarihi, İstanbul, 1947, I, 178)* h â ­ dise ülkenin iktisâdı hayatım alt-üst etmiştir. Bütün orta A sya'd a te'sirini gösteren kara ti­ câretinin durması, ticâret ile yaşayan Hvârizm 'de kendini şiddetle hissettirdi ( ayn. esr., s. 117— 122, *86, 188}. Bu husûs *535 sırasında Buhârâ 'dan gelerek, H vârizm 'den geçen osmanlı bahriyelisi Seydî Reis tarafından da kaydedil­ miştir. *557 'de Hvârizm 'i ziyaret eden İngiliz A. Jenkinson Ürgenç 'te ancak 4 parça kumaş satabilmiş, para ile ticâret yerine, mal değiş­ tirme usûlüne dönülmüş, yâni şark ve Çin ile olan eski ticâretin tamâmîyle sönmüş olduğunu görmüştür ( ayn. esr., 183, 186). XVII. asırda başlayan Kalmuk istilâsı bozkırların bütün ticâretini bozmuştu. Memleket maddî ve ma­ nevî bir fakirliğe düştü. Abu *i-Gâzi Han türk ve Hvârizm tarihine dâir eserini yazarken, her memlekette tarihî padişahlar başkalarına yaz­ dırdıkları hâlde, H^ârİzm 'de ilmin tam sukutu yüzünden bu vazifenin pâdişâhın kendisi tara­ fından yapılması zarureti hâsıl olduğunu kay­ detmiştir. Eski şehirli ahâlî askerliği unutmuş, siyâsetten çekilmiş ve siyâsî nufûz ile servet Özbek kabîie reisleri elinde temerküz etmiş idi ( ayn. esr., s. 147— 149). Bunlar yeni koy ve kasabalar bînâ ederek, Özbskleri buralara yer­ leştirdiler. özboy kuruyunca, Ürgenç terk edil­ di; Arap Mehmed Han (1603— 1613) H iv e’yi payitaht yaptı. Amu-Derya eski Kât 'tan da uzaklaştı. 1645 'ten az sonra Ürgenç ve Kât şehirleri, Hive 'nin şimal-i şarkîsinde, »yeni Ürgenç" ve »yeni Kât" adı ile tekrar kuruldu. Hanlar memleketi Kongrat, Ma5 git ve Uygur beyleri arasındaki ihtilâflara dayanarak, idare ediyorlardı. 1717 'de Yadigâr-oğu'larından ŞirGâzi, rus çan Petro 'nun Hive 'yi işgal maksa­ dı ile Bekoviç idaresinde gönderdiği 750 kişilik kuvveti imha etmiş idi. Hive tarihçileri (Munis Mırab ve Babacan M angıt) bu hâdiseyi ülke tarihinde görülmeyen bir kahramanlık olarak kaydetmişlerdir, ilim ve edebiyatı çok himaye eden bu Şir-Gâzi Han *728 yılında katledilin­ ce, Kongrat beyleri Yadigâr-oğullarını han ta­ nımak an'anesini bırakıp, Kazak banlarından Bahadır Han ’ı, sonra bunun babası Kayıp Han '* bozkırdan getirip, han ilân ettiler ise de,



Yadigâr-oğullarına sâdık kalan diğer uruğlar ay m yılda Abu ' 1-Gâzi Han'ın ahfadından Hvârizm 'den ayrılıp, boz- kır uruğları arasında yaşadığı anlaşılan İİbars Han '1 getirip, hanlığa geçirdiler ( Babacan Mangıt, Târikti H v3rizmşa h îy a , Berlin nüshası, Ace. Ms. Or., 1927, nr. 144, 86®. İİbars Han'ın cedleri İİbars Han b. Şâhniyâz Han b. Cuci Sultân b. Hâci Muhammed II. b. Enûşe Han b. A b u ' 1-Gâzi Han şeklinde sayılmış ve bunların hanlık devirleri de kısaca anlatılmıştır. 1732 yılında H ive'ye gîdip, Üst-Yurt 'ta Şam mevkiinde soyulup, ge­ ri dönen rus mümessili Herzenberg 'in kazanh Seyid Batır vâsıtası ile aldığı malûmatta İİbars Han, Kazak hanlarından zikri geçen Bahâdır Han'ın akrabası olarak, gösterilmiştir; J o u rn a l %-on der R eise



aus



A stra oh an



n ack C kizoa h ,



Petersburg, 1902, s. 57). Bu ban, Nâdir Şah Hindistan seferinde iken, Meşhed ve Nişapur 'a kadar girip, Horasan'ı yağma etmiş ve 12.000 kadar esir getirmiş idi. Nâdir Şâh Hvârizm 'in Hanlfâh şehrini işgal edip, Hive 'yi topa tuttu ve İİbars Han ile baş veziri ( m ihter) olan Kongrat İşmehmed Bey 'İ, diğer 20 bey ile birlikte, yakalayıp, 14. x. 1740 'ta idam ettirdi ( L. Luckhart, N â d ir Ş â h , London, 1938, s. 192 ve Babacan M angıt) Nâdir Şâh Mangıt beyleri­ nin başı olan Huraz B ey'i tuttu; bunlar da Hvârizm tahtına son Buhârâ ham Abu ' 1-Fayz Han 'm akrabasından Velî Mebmed Han 'm oğlu Tâbir Han 't, sonra îlbars Han 'in oğlu Abu 'IĞâzi II. 'yİ geçirdiler. 1746'da Huraz Bey zikri geçen Kazak hanı Bahâdır Han 'm o senelerde Nâdir Şâh 'ın nezdinde bulunan oğlu Gayib Han'ı, Nâdir Ş âb'dan isteyerek, H ive'ye ge­ tirip, hanlığa geçirdi. *735 yılında başkırHarın kıyam hareketine de karışmış olan bu Gayip Han faal bir zât idi. O beyler ihtilâfına ve Mangıt tegallübune son vermek maksadı ile, Huraz Bey ile 60 kadar Mangıt beyini öldürdü ve 1765'te Hyârizm'in karışık vaziyetini beğenmeyip, maiyetinde bulunan babası İhtiyar Ba­ hâdır Han ile birlikte, Hvârizm 'i terk etti ve kendi yerine kardeşi Karabay Han '1 bıraktı ise de, Mangıtlar bunu da koğup, Yadigâr oengizlîlerinden zikri geçen Şir-Gâzi Han'ın kar­ deşi Mehmed Rahim Sultan'm oğlu Temir-Gaz* Han ’ı hanlığa getirdiler ( Bu Temir-Gâzi 'nin Yadigâr Şıbanhlan neslinden olduğu Babacan Mangıt 'ın tarihinde mufassalan anlatılmıştırBunun ile Hvârizm 'de Yadigâr Şıbanhlan hâ­ kimiyetinin 1694 yılında sona erdiği hakkında Lane-Pool, Howorth, Barthold v. b. eserlerine g«çen mutâleaiarın yanlışlığı sabit olmaktadır). Fakat Temir-Gâzi de 25 nisan 1762'de MaSgıt beylerini öldürüp, kongratlardan Mehmed Emin İnak'ı baş-vezîr yaptı, Bir sene sonra Mehmed



H Â R İZ M .



Emin İnak, Temir-Gâzi 'yi öldürüp, kendi evlâdı­ ma 158 sene fasılasız devam eden hâkimiyetini te'sis etti. Başta Mehmed Emin İnak da hep hanlar değiştirdi, 1762— 1804 yılları arasında bazısı Kazak yahut Kara-Kalpak ve bâzdan da Yadigâr Cengizlilerinden olmak üzere, 12 han tahta geçirildi. Kongrat beylerinin tahak­ kümünü diğer uruğlar, bilhassa Uygur ve Mangıt uruğları, kabul etmediklerinden, Meh­ med Emin İnak Özbek uruğ başlarından müte­ şekkil »divanı" dağıtıp, kendi keyfine göre, sart'tan vezîr nasbetti ve ordusuna acem esir­ lerini aldı, 1767 yılında veba çıktı ve Hvârizm ahâlisi çok kırıldı. Hvarizm 'in gerilemesine ve nüfûsun azalmasına sebep olan bu felâketli günlerde, payitaht olan Hive 'de, 40 fakir aile­ den başka, kimse kalmadı; diğerleri Buhârâ ve Aral tarafına kaçtı. 1770'te iürkmenîerin Yomut uruğu Hive 'ye taarruz edip, vebadan son­ ra geri dönmüş olan ahâliyi kestiler. Özbekîer bu felâketleri, Kongrat beyi Mehmed Emin înak 'm eski hanlık an'anesjni bırakıp, „sart" 'tan vezîr tâyin ederek, memleketi onların eli ile idare etmek yolunu tutmasından doğan uğur­ suzluğa hamlettiler. Şartların bâzı âdetlerini özbekîer bir şeamet alâmeti sayıyorlardı. Ba­ bacan Mangıt, bu veba ve türkmen kati- i âm ve yağması dolayısı ile, »Mehmed Emin İnak an­ cak kendi akrabalarına yer ve mevkiler verir, hep şartlar ile iş yapardı. Güya bir şart hâki­ miyeti zamanı gelmiş idi. Tanrı tebâreke ve taâla kudret-i kâmilesini etvârları kabîh ve şeni' olan şartlar vâsıtası ile icra etmek istemediği için, memlekete Yomutları musallat etti ve Mehmed Emin inak devletin başına tekrar bir han getirmek ve Özbek beylerine müracaat etmek mecburiyetin­ de kaldı": demiştir ( Tavörih- i H va rizm şâh îya, j88b — x8ça ). Mehmed Emin 'in torunu ÎI-Tüzer Beğ (1804— 1806) Abu 'l-Gâzi b. Y ad igâr'ı 17 kasım 1804 'te hanltktan iskat edip, kendisini ■ han ilân etti. Bu İse, Hvârizm tarihinde yep­ yeni bir hadîse idi. Çünkü Hvârizm türk uruğlan Cengiz neslinden olmayan hiç kimseyi han tanımazlar ve bey neslinin hanlık dâvasına kalk­ masını meş'ûm sayarlardı. Hattâ beylerin men­ sup olduğu Kongrat uruğa dahi buna razı olmadı. İl-Tüzer aldırış etmedi. Özbek uruğ reislerini ■ .devlet idaresinden tamâmîyle uzaklaştırıp, şart­ lara: ve mühim bir kısmı esirlerden müteşek­ kil muhafızlara dayanan, tam bir şahsî dik:tatörlük usûlü te'sis etti, İI-Tüzer 'in halefi olan biraderi Mehmed Rahim Han (1806— 182$) uruğ reislerinin gönlünü bulmak siyâse­ tini tuttu; bunun devrinde Aral gölü civarında kendi başlarına hanlık kurmuş olan Kara-Kal­ pakların ülkesi de Hive'ye ilhak edilerek, ül­ kenin eski birliği tekrar îâde edildi. Merv vilâ­



^5$



yeti türkmenleri de 1822'de, Buhârâ'dan ayrı­ lıp, Hive 'ye tâbi oldular. Bunun zamanında 1819'da, kaptan N. Muravyev idaresinde, bir i rus hey'eti Hıve'yi ziyaret etti. Bunun'seyahat raporu 1823'te Paris'te fransızca olarak neş­ redilmekle, avrupahlar orta çağdan beri işittikle­ ri Hvârizm memleketi hakkında, iîk defa olarak, bir avrupalı tarafından toplanan yeni malûmat elde ettiler. Bu hey'eti iyi karşılayan Mehmed Rahim Han Rusya ile münâsebet te’sİs etti. Ha­ lefi ve oğlu Allah Kuh Han { 1825— 1842 ) zama­ nında Sır-Derya munsabmda bâzı istihkâmlar vücûda getirildi ve şimdiki Rusya-Efganistan sınırında Küşk yanındaki KaFa-i Mavr Hive'ye bağlanıp, artık »Hive hanlığı" ismi ile tanınan Hvârizm, Kanglı hvİrizmşâhlan zamanından beri görmediği bir şekilde, genişlemiş oldu. Allah Kulı Han eski Ürgenç'i ihyâ etti. 1939 'da İngiliz mümessili J. Abbott Ingiltere-Hive siyâsî münâsebetini resmî bir yola koydu. 1841 'de Nikiferov ve 1842 'de Danîlevskiy ile tabiatçı Basıner Hive 'yi ziyaret edip, önce Muravyev tarafından toplanan malûmatı genişlettiler ve bu malûmata dayanarak, 184$ 'te Berlin 'de Hvârizm'in haritası tertip edilip, neşredildi. A l­ lah Kuh Han halefi olan oğlu Mehmed Emin Han II. (1846— 1855 ) da Hive 'de iskân ve imâr işlerini ileriîetti. Bir çok yeni kanallar açıldı, medrese ve camiler binâ olundu. Bunun oğlu Mehmed Rahim Hân II. (1864— 1910 ) devrinde HvSrizm Rusya istilâsına mâruz kaldı (1873 ). : Tam mağlûbiyete uğratılan han sağ H vârİzm ’i ruslara bırakıp, kendisi Rusya 'ya tabî olmak ve ancak sol Hvârizm 'i idare etmek üzere, bir sulh akdetti. Oğlu İsfendiyar (Esfendiyar) Han (1910 — 1918) türkmenler ile anlaşamadığı için, onların reisi Han Cüneyd tarafından öldürülüp, yerine oğlu Abdullah hanlığa geçirildi. Bu sırada rus ih­ tilâli başlamıştı. Sovyet idaresi kurulunca hanlık kaldırıldı, Abdullah Han Moskova 'ya götürü­ lerek, orada açlıktan öldürüldü, Sovyetler bir »Hvârizm halk cumhuriyeti" kurdular. ' Bu işte Pelvaniyaz Hacı 'nin rehberlik ettiği »genç hivelîleri" idareye geçirdiler. Fakat 1924'te sov­ yetler bu »Hvârizm cumhuriyeti" 'ne de son verip, eski HEvâmm 'İ Türkmenistan, Özbekis­ tan ve Kara-Kalpakistan arasında taksim etti­ ler. 1926 sayımına göre, Hvârizm 'in nüfûsu 725.815 olup, bundan 314.850 Özbekistan'a, 286,501 Kara-Kalpakistan 'a ve 124.461 de Türk­ menistan 'a ayrılmıştır. Hvârİzm son dört asır içinde büyük bâdireler geçirmiş olmasına rağmen, kendi eski kül­ tür an'aneierînî epey muhafaza etmiştir. Eski Hvârizm 'de 48 ve 96 'ya bölünen ve diğer İs­ lâm ülkelerinden küçük olan gümüş tenke ( — 4 altm kuruş ) eski ntazça 'nin, 20 tenke karşılığı



HÂRIZM. olan küçük itla ( = 80 altın kuruş ) eski ztrni tamamen temessül ettiler. Orada aynı Hvârizm 'mn yerini tutuyordu. Türkistan 'm diğer yer­ »kalpağı" ile »ton" denilen bir nevî pardesü, lerinde ve Buhârâ'da kullanılan ve ruslara da işlemeli kürk ve çizme giyilirdi. Eski H^iı-izm geçen 16,389 kiloluk ölçünün karşılığı ola­ nevruzu, Bubârâ ve Iran nevruzundan üç hafta rak, eski H^Sriznı ölçülerinin ağırlığını yeni evvel yapılmak üzere, devam etti. Yalnız Allah bir taksimat ile muhafaza eden 19,656 kiloluk Kulı Han bunu 1827'de değiştirip, »Nevruz-i batman kullanıldı ki, onardan »on ser", »ser" şahi" adı ile İran nevruzunu kabul etti. Ahâ­ ( sa rı) ve ağrı ( ara } 'lara bölünüyordu ( R. li, zekâ itibârı ile, dâima komşularına faik Kîimpert, Lexicon der Munzen, s. 380; Meh- idi. Bütün geçirilen badirelere rağmen, ilim med Emin, Asyâ-i vustâya seyahat, s. 294). hayatı ve fikir hürriyeti sönmedi. Son hanlar­ Bu batmanın ı/ıo ’i Pegolotti 'nîn 133S 'te kayd­ dan ören (16 7 8 — 1694), Şir-G azi, Ilbars ve ettiği Saray men 'inin ve sir ( o, 491 gr.) Temir-Gâzi şiir ve san’atı himaye ettiler. Ö,ren 'i de eski sümerlilerin »küçük darik" (0,491 Han 'm maiyetinden Mavlânâ Vafa'i İyi bir nak­ g r .; bk. Semînarium Kondakovianam, Prag, kaş idi. Son Hive hanı Mehmed Rahim II. de şâir 1927, I, 271 v. d.)'inin aynıdır. Hvârizmlile- idi. Firüz mahlası ile yazdığı türkçe şiirleri bir rin an'ane severliğini ve dikkatini takdir için, divan teşkil ediyordu; memleketindeki şâirler­ yalnız bu hususun tesbiti kâfi gelir. Es­ den 30 kadarının şiirlerini de, kalın bîr cİId ki hvârizmliler, memleketlerinin bir hususi­ hâlinde, neşretmiştîr; 1865 yılında açtırdığı yeti olarak, »gümüş bize girer, fakat dışarıya matbaayı Vambery görmüştür ( WZKM, VI, çıkmaz" derlerdi ( Mukaddasi, s. 286). 1819 yı­ 270 ). Oğlu îsfendiyâr Töre ve veziri İslâm Hoca lında Hive 'de bulunan N. Muravyev ( Voyage en rusça öğrenmişlerdi. Türkçe ve rusça gazete Turcamanie et d Khiva, Paris, 1823, s. 317 ) : — okurlardı. N. Muravyev Hive 'ye geldiği zaman »Burada ecnebi paralan kendi şekillerini muha­ (ı8 x $ ), eski Muhammed b. Musa al-H^ârizmi, faza edemiyor. Çünkü han onların pazarda geç­ Abu Naşr b. :İrâk ve Birünı 'nin memleketinde mesine derhâl mâni oluyor ve bu paralan yer­ artık riyaziyat bilgisi tamâmiyle ortadan kalk-, li sikkeye çevirtiyor"— demektedir. Devlet idare­ tığını görmüş ve Hive 'de âşârf hesabın hiç bilin­ sinde »çifte kıralhk", 4 uruğ ve 4 vezir ( mıh- mediğini, fakat münevverlerin, efsâne karışık ter, kuş-beyi, mahrem ve divan-beyi) usulü olmakla beraber, tarihe çok meraklı olduklarını hâkim idi. Mekteplerde çocuklar bile muallimi kaydetmiştir ( Voyage, s. 389 ). Az sonra Meh­ h a n yerinde tutup, dâvâyı ona bildirmeden, med Rahim II. İstanbul 'dan topçu, hey'etşinas kendi aralarından seçtikleri k a d ı ile hallet­ ve riyaziyeci getirtmiş idi. 1877 'de kendisini Hive 'de ziyaret eden osmanh seyyahı Mehmed meği vecîbe biliyorlardı. Çifte kıralhkta »naip" ( inak yahut atalık) Emin ile riyâzî ilimler, makina ve telgraf mes­ bir uruğ reisi olduğu hâlde, asıl hükümdarın elelerini konuşmuş, Hive 'yi ziyaret eden H. hanlar neslinden olması icâp ettiği fikri, han­ Vambery İle İngiliz F. Burnaby'hin eserlerini lığın 1804 yılında ortadan kaldırılmasına rağ­ okumuş olduğunu anlatmış; biraderi Seyyid Ahmen, Kongrat beyleri diğer uruğ!arca gâsıp med Töre ise, osmanh seyyahı ile konuşmala­ sayılmıştır. Kongrat! ar m resmî tarihçileri olan rında hep eebir ve hey'et mes'elelerinden bahs­ Munis Mîrâb ile Agebî Kongrat sülâlesini etmiştir. Eski HvSrizm'de olduğu gibi, XIX. as­ gûya Cengiz 'den beri H v5 rizm 'i idare eden rın sonlarında Hvârizmde taassup yok id i; bu hanlar gibi göstermek ve XVIII. asırdaki hususta Hive, komşu Buhârâ 'dan büs-bütün Cengiz neslinden gelen hanları gölgede bırak­ farklı idi. Rus İstilâsından az evvel, ülke tari­ mak istemişlerse de, Mangıt uruğuna men» hine dâir, zikri geçen Munis Mîrâb ile yeğeni sûp Babacan'm 1864'te yazdığı Tavarih'i Muhammed Rıza Âgehî tarafından vücûda ge­ H^arizmşâkîya 'sinde, hakikî hükümdarlar sı­ tirilen büyük eserlerin, bir nüshası, Mehmed fatı ile, ancak Cengİzliler gösterilmiş ve Kong­ Rahim 11. tarafından, hediye olarak, İstanbul'a rat beylerinden »Mehmed Emin inak 'm ev­ gönderilmiş idi ( Ünİver. kütüp., TY, nr. 82 ). Bu lâdı" sıfatı ile bahsedilmiş ve onların tegal- eserlerde, o devirde Buhârâ ve Hokand 'da vü­ lübünün halkta uyandırdığı akisler tebarüz cûda getirilen bu nevî tarihî eserlerden farklı olarak, geniş ihata, ciddiyet, doğruluk, iktisat ettirilmiştir. Yadigâr-oğulları devrinde birleşen devlet ve kültür mes'eleîerİne karşı alâka görülmekte­ idare cihazı Kongratîar zamanında da mu­ dir. Bu eserlerde hanların imâr ve inşa işleri, hafaza edildi. Ayrı uruğîarm başında inak, muntazam olarak, kaydedilmiş ve halk tabakaatalık, beg, su işlerine bakan mirâb ve askeri ; 1arının ictimâî hayatlarına dâir malûmat veril­ işlere bakan dar ağa ve iç işlere bakan ağa '1ar miştir. Zâten Abu '1-Gazi Han 'ın, fransızca hâkim idi. Bozkırdan gelip yerleşen Özbekler tercümesi sayesinde, avrupahlara daha 1726 »şart" dedikleri eski ahâliye, kültür itibârı ile, 'da malûm olan Şecere-i iurk de Hvarizm 'in



HARİZM - HÂRİZMÎ. sadelik, doğruluk ve şe'niyetçiliğini tebarüz, ettirmiş bulunuyordu. : : B i b l i y o g r a f y a - . Eski devir İçin bk. . E. SacbaUj Zur Geschichte und Ckronologie von Khmarizm ( S B . Akad. Wien, 1873, LXXIII, 4 7 1 - 5 5 5 i LXXIV, 285— 330); K, İnosirantsev, O domusulmanskoy kültüre hivinskago oazisa ( Journal ministerstva narodn. prosveşçeniya, 1911, nr. 2, ksm. 2, s. 284— 314 ); "W. Barthold, Turkestan dorun to ihe Mongol invasion ( London, 1928 )j s. 142— x53 ; N. Veselevskiy, Oçerk i stor ik ogeografîçeskih s v edeniz o hîvinskom kantsve (Petersburg, 1877); W. Barthold, K istorii oroşeniga Turkestana ( Petersburg, i 9*4) j Ş; 77— 102.— Son Hive hanları devri için bk. H. Howorth, Hisiorg o f ihe Mongols, II, 2.; M. N, Muravyev, k oyage en Turcomanie et d Khiva faii en 1819 et 1820 (Pa­ ris, 1823); J. Abbott, Narrative of a Journey from Herat to Khiva and Mangyshlak (London, 1840 ve 3, tab., London, 1884); Danilevskiy, Optsanie hivinskago hanstva ( Zapiski imper. russk.geogr. obşç. 1851, V, 62— 139); Basiner, Naturroissensckaftliche Reise nack Chiva (1848 ); I.A . Mac Gah an, Compaigning on ihe Oxııs and the Fail of Khiva (1876; bu eserin, bâzı ihtisar ve ilave­ ler ileytürk.trc. için bk. Hive seyakatnâmesi ve fariA/j 1292 ); Friedrick Burnaby, A Ride to Khiva ( London, 1876); Ali Suâvî, Hiva f i muharrem sana 1290 (Paris, 1873; frns. olarak, bâzı ihtisar ve ilâveler ile, Le Khiva en mars 1873, Paris, 1873; müellif arap kaynakları, Abu 'I-Gazi Han, Muravyev ve A b ­ bott seyahatnamelerinden istifâde etmiş ve Amu-Derya 'mn Hazer denizine XIII.— XVI. asırlarda munsap olduğu mes’elesi ile de meşgul olmuş ve iki harita eklemiştir ) ; Meh: med Emin, İstanbul ‘dan Asyâ-i vustâya seya­ hat ( İstanbul, 1295 ). — Y e r l i k a y n a k ­ l a r : Şîr Muhammed Munis Mîrâb, Firdavs-i ikbâl ( 1806 'da İl-Tiizer için yazılmıştır; :; Kongrat sülâlesi kuruluşundan 1740 'a ka­ d a r); Muhammed Rızâ Âgehı ( her hanın devri için ayrı olmak üzere, 5 kitap şeklînde yazılmıştır ıt.R iy â z al-davla, Allah Kulı Han devri; 2. Zubdat al-tavârih , Rahim Kulı Han devri; 3. Cami al-vukuât al-sultaniya, Meh­ med Emin Han devri; yazması Leningrad Aka­ demisi şark enstitüsü kutup. N. E. 6 'da bulun­ maktadır ; 4. C utşan-i davla, Seyyid Meh­ med Han devri, 1856— 1865; yazma nüshası aynı enstitü kutup, 'd e : B, 1891, 562 'dedir ; 5. Şahid al-ikbâl, Seyyid Mehmed Rahim Han devri, 1872'ye kadar; yazma nüshası aynı enstitü kutup. C, 572'dedir). İstanbul ÜniLlftm Ansiklopedisi



*5 7



versite kütüp., TY, nr. 82'de bulunan, 1737 sahifeden ibaret „Hive tarihi", Munis 'in Firdavs-i ikbâl 'inden maada, Agehî 'nîn eserle­ rini, ihtiva etmektedir. Leningrad akademisi tarafından, 1938— 1939 senelerinde, bir çok âlimlerin iştirâkı ile neşrolunan iki cildlik Materyali po istorii türkmen i iürkmenii külliyâtında da Hvirizm tarihine dâir şark kaynaklarının verdiği malûmat rusça olarak, nakil ve izah edilmiştir ( r. cildinde XV. asrın sonuna kadarkİ devrin tarihine dâir arap ve fars kaynaklarının kayıtları; 2. cildinde XVI. — XIX. asırların eserleri; o cümleden s. 355 •— 638 'de Munis ve Agehî 'nin isimleri zikredi­ len bu eserlerden alman parçalar bulunmak­ tadır ). Agehî 'nîn muasırı olan Babacan b. Hudayberdi Mangıt'ın 1280 zilkadesi sonunda (1864 mayısı başında) tamamladığı Tavârih-i Hvârizmşâhiya ( diğer ismi Ma'arif alnasab) adlı 400 sahifelik eseri Berlin devlet kütüp., Acc. mss. or., 1927, 144 numarada mahfuzdur. — HvSrizm sanat tarihi için bk. A . Jakubovskİy, Razvalim Urgença (Lenin­ grad, 1930); M. Voyevodov, Summary Report o f Khvarizm Expedition ( Bulletin o f Ame­ rican Oranian Art and Archaeology, 1938, V, nr. 3, s. 235— 244}.



{ Zekî V elîdî Togan.) HÂRÎZMÎ. a l -H vÂRİZMÎ, Abü ‘Abd Al­ lah Muhammed b . A hmed b . Y usuf ( mama­ fih Makrİ2İ, Hitat, Bulak, 1270, I, 258'de alBalhi ismini de vermektedir; bu zâtın lekabt aî-Kâtib oiarak zaptedilmiştir ) IV. ( X .) asrın ikinci yarısında yaşamıştır. Bir eski İslâm an­ siklopedisi olan Mafâtif). al-ulum ( nşr. G. van Vloten, Leiden, 1895) onun kaleminden çıkmış­ tır. Bu eser; zamanının İslâm ilmi ve kültürü­ nü ihtiva etmek itibârı ile, ne İbn al-Nadim 'in Fihrist 'inden ve ne de İhvan al-safa 'nın meşhur Rasail al-îhvân al-şafa 'smdan geri bir eserdir. Kendisi Nişâpür 'da Sâmân-oğuIIarından Nüh II. ( 366— 387 — 976— 997 ) 'un sarayına mensup idi ve bu eserini hükümdarın veziri Abu 'İ-Hasan‘Ubayd Allah b.Abİ V U tb i ‘ 'ye ithaf etmiştir. Bir nisbesmin de al-Balhi olmasına nazaran, bu zâtın Belh ’te doğmuş bir türk olması ihtimâli yok değildir. Kitabın­ dan anlaşıldığına göre, idâri bir me'muriyeti var idi. Horasan 'da ikameti dolayısı ile, bilhassa Şark ahvâlini iyi biliyordu; Şarkta pek ziyâde takdir edilen kitabı, bir çok mevzulardan münakkah bîr surette bahsettiği ıçîn, pek kıymet­ lidir. Hakikatte bu eser İlmî tâbirlerin tasnif edilmiş bir kamusudur. İlimler y e r l i ve e c ­ n e b i diye İkiye taksim edilerek, e e n e b î ilimler sınıfına yunan, süryânî, İran ve htnd eserleri ve y e r î i ilimler sınıfına dâ fıkıh, ke17



HÂRİZMİ.



kardeşlerden Muhammed b. Musa b. Şâkir [ b. bk.] ile karıştırılması olmuştur. Her hâlde kat'İyetle bildiğimiz bir nokta var ise, kendisi halife Ma’mün zamanında yaşamış ve onun kü~ tüphânesinde hâfız-ı kütüplük etmiştir. Küçük risalelerin ihtıvâ ettiği mühim eserlerini o za­ man vücûda getirmiştir. Vefat tarihi bile, her riyaziyat tarihçisine göre, değişir; msl. H. Suter 'e göre, 835— 844 seneleri arasında ve C. A . Nallino 'ya göre ise, 847 senesinden sonradır. Doğum yerine gelince, bunu meşhûr nisbesinin delâlet ettiği Hvârizm'den alarak, Bagdad ci­ varına nakletmek çok müşküldür. Çünkü ken­ disinin Bagdad 'da çalışmakta olduğu mâiûm olmasına nazaran, ikametgâh nisbesi olarak, al-Kutrubulli sıfatım almış olması akla daha yakındır. Bu hâlde Hvârizmi 'nin, Hvârizm 'in, yâni şimdiki Hive bölgesinin, bir köşesinde dünyaya gelmiş olduğunu kabul etmek daha doğru olacaktır. Hvârizmi 'nin rİyâziyedeki şöhreti XVI. asırda Avrupa'yı o kadar sarmıştır ki, o devrin meşhûr riyâziyecisİ Geroiamo Cardano (J, Car­ dan ) dünyanın 12 en büyük mütefekkiri ara­ sında Hvârizmi 'yi de sayıyordu ( D e Subtilitate, Lyon, 1581, XVI, 568— 571 ). Garpta bu kadar meşhûr olan Hvârizmi 'nin ismi türlü şe­ killere sokulmuştur; evvelâ latincede Alkhorismi ( bundan algorisme) ve sonradan fransızcada Augrisme veya Augrİme ve oradan İngilizceye geçerek, msl. Chaucer 'in eserinde, Augrim şeklini almıştır. Onun hâl tercümesine kat’iyetle dercoîunabilecek bir cihet daha var ise, o da kendisinin, her hâlde Efganistan yo­ lu ile, Hindistan 'a gittiği ve yahut Efganistan 'da hind riyaziyesi ile temâsa geldiği noktası­ dır. Bu seyahat, bâzı kaynaklara göre, Ma’mün tarafından Efganistan 'a gönderilen bîr hey'et arasında vukua gelmiştir. Seyahatten 830 se­ nesinde Bagdad 'a dönen Hvârizmi artık orada Muhammed b . Musa al-Hvârîzmî (7 —850?), halife Ma’mün 'un kütüphanesinde ( belki de şarkta IX. asrın r i y a z i y a t , a s t r o n o m i Bayt al-Hikma'de) kitap te’İifi ile meşgûî ol­ ve c o ğ r a f y a â l i m l e r i n d e n biridir. muştur. Te'yidi kabil olmayan bir rivâyete gö­ İsmi şark ve garbın riyâziyât semâlarında uzun re de, Bagdad 'da Şamâsiya ve Şam'da Kâsiün müddet şimşek gibi çakmış olan bu meşhûr 'da rasat yapan hey'ete de dâhil olmuştur. riyaziyecinin hâl tercümesine dâir, ne yazık ki, Halife Ma’mün tarafından, arzm tûl dâiresinin çok değil, az bir şey bile bilmiyoruz. Me­ bîr derecelik kavsini ölçmek için, Sincar ovası­ selâ Tabari tarihinde ( III, cüz 5, s. 1364) bu na gönderilen hey'etin âzası arasında bulun­ âlimin ismi sonuna bir de al-Macüsi ve IÇut- duğu da bâzı kaynaklarda görülürse de, bu heyrubulli nisbelerî de ilâve edilerek, kendisinin 'ette Muhammed b. Musa nâmında üç astrono­ evvelâ bir mecûsî ( Zerdüştî} âileden olduğu mun sayılmakta olmasına nazaran, bu karışıklık ve sonra da Bagdad yakınında ve Dicle neh- içinde, bizim Hvârizmİ 'nin hey'ette bulunuprinin garbında belki sâdece oturduğu mevkiin, bulunmadığmı kat'îyetle tâyin bir az güçtür. Hvârizmi'nın hayatında, yine TTabari tarihî­ nisbesi tebarüz ettirilmiştir. Sağlam olarak, ne doğum ve ne de ölüm tarihi bİlinmiyen bu âli­ ne (göst. yer.) istinaden, bildiğimiz bir vak'a min hâl tercümesindeki karışıklıkların, eksik­ da, hasta bulunan halife al-Vâşik'ın Ölüm dö­ lerin bir sebebi de, muasırı olan Bani Müsâ şeğine celbolunup, hastalığın neticesi hakkında



lam, sarf ve nahiv, usûl-İ kitabet ( idare ilm i), aruz, şiir ve tarîk dâhil edilmiş, felsefe, man­ tık, tıp, hesap, hendese, astronomi, mûsikî, mekanik ve kimya da e c n e b î İlimlerden sa­ yılmıştır. Matematik v. b. mevzularda Hvârİzmi 'nin yu­ nan kaynaklarından £uklides, Nikomachus, Heron, Philon v. b. 'nın eserlerinin tercümelerinden istifâde ettiği muhakkaktır. Kaynaklarını, ek­ seri şark müelliflerinde olduğu gibi, pek nâ­ dir olarak kaydeder. B i b l i y o g r a f y a : Brockelmann, G A L, 1, 244; S u p p l I, 434 v.d.; ikinci makaledeki kısımlardan tıp, £ , Seidel tarafından, Die Medizin im Kîiâb mafatih al-ulûm ( SBPM S Erlg., 1915, LXVH, 1— 79 } 'da, tetkik edilmiş­ tir j bir de E. Wiedemann, Beitrage VI, Elur Meckanik u. Technik bei den Arabern ( SB PM S Erlg., 1906, XXXVIII, 1 - 5 6 ) i Beitra­ ge X, Zur Technik bei den Arabern ( 1906 ), XXXVIII, 3 0 7 -3 5 7 ; Beitrage XIV, Über die Geomefrıe u. Arithmetik nach dem Mafatih al-ulûm (1908), XL, 1 — 64; Beitrage XVIII, Asironomiscke Instruments (1909), XLI, 33— 35 ; Beitrage XXII, Stücke aus den Mafişti!f} al-ütüm (19 10 ), XLII, 303— 322; Beitrage XXIV, Zur Chemie bei den A ra­ bern ( 1 9 u ) , XLIII, 72— 1x3; Beitrage XXVII, Geographİsche Stellen aus den Mafatih al-ulum ( 1912), XLİV, 37— 40; Bei­ trage X L VII, Über die Astronomie nach den Mafâtılı al-ulum ( 1915 }, XLVII, 214— 242; Beitrage LVII, Definitionen verschiedener Wissenschaften und über diese verfasste Werke ( 1918/1919), L, 1— 2 ; Beitrage L X V l, Zur Geschichte der Musik (1922/ 1923), LIV, 7— 22. (E . WlED£MANN.) [ Bu makale tahrir hey'eti tarafından tâdil ve tevsî edilmiştir ]. HÂRİZMİ. al-HVÂRİZMİ, A bu ‘Abd A llah



II I:.V :.



H Â R İZ M İ



kehânetine müracaat olunan müneccimlerden birinin de kendisi olduğu ve Hvârizmi de, diğerleri ile berSber, al-Vâşik ’ın daha 50 sene yaşayacağım söylediği, fakat hastanın 10 gün sonra ( 232—847 ) vefat ettiği keyfiyetidir. H>artzmî'nih eserlerine geçmeden evvel, kendi­ sinin yaşadığı asrı, ilim tarihi noktasından, mutâİea edersek, bu asırda şarkta — Bagdad 'da, garp­ ta — Charlemagae imparatorluğunda, Bizans 'ta ve cenubî Hindistan 'da ve Japonya 'da ol­ mak üzere, beş ronesans başlangıcını ayırt ede­ biliriz. Bunlardan en mühimi Bagdad 'da İslâm âlemindeki rönesans hareketidir ve bu tama­ men halife Ma’mün ve Hvârizmî zamanına te­ sadüf eder ki, bu harekette âmil olanların en mühimlerinden biri Hvârizmİ olduğu, şimdi eser­ lerinin mutâleası ile, anlaşılacaktır. E s e r l e r i . Hvârizmi'nin eserlerinin listesi îbh âl-Nadim 'in Fihrist 'inde ve İbn al-Kifti 'nin ihbar al-ulama' bi-ahbar al-kukama adlı hâl tercümeleri kitabında, İbn Haldun'da ve nihayet bunlardan naklen, Kâtib Çelebi'nin K aşf al-ssunün 'unda mevcuttur. Bu eserlerden ismini bütün dünyada bir ilme vermiş olduğu şimdiye kadar kabul edilen en mühim eser Hisâb al-cabr va l-mukâbala’dir. Bu al-Cabr va ’l-mulfâbala isminin tercü meşinde avrupah mü­ ellifler hayli zahmet çekmişlerdir. Cabr arapçada bir kırık kemiği yerine koymak yâni düzeltmek manasınadır. Her ne olursa-oîsun, al-Cabr va ’l-mukâbala uzun müddet garpta, lâtincede aynı şekilce, küllanıîmiş ve sonradan algebre — algebfa şeklini almıştır. XIV. veya XV. asırlarda, ilk defa İtalya'da al-mukabala kısmı atılarak, yalnız alge&ra şekli kabûl olunmuştur. Bu eseri Kâtib Çelebî, K aşf al-zunün ( II, 1407 ) 'da Kıtâb al-cabr va ’l-mukâbala diye kayıt ve - başlangıcını da ilâve ediyor. Buna göre ki­ tabı Kâtib Çelebî 'nin görmüş olması lâzım gelirse de, geçen asra kadar kitabın arapça asıl nüshası gaip gibi telâkki edilmiştir. Ni: hâyet Ozford ’daki Bodliana kütüphanesinin kataloğu yapılırken, bu yazma keşfedilmiştir. Bu keşfe gelinceye kadar, Avrupa kütüphanelerim de müellifi Bani Müsâ kardeşler gibi gösterîlen Verha filiorum moysi filii sckaker, mahumeti, kameti, hassan adı ile, lâtince tereümesi bulunmuş ve nihayet Paris 'te Bibi, Nat. 'de L ib erM a h u m etifiliîm o y si alchorismi de algebra et almuchabala adlı diğer bir nüshada eser, bir taraftan Hvârizmi 'nin isminden müş­ tak bir kelime ile unvanîandmîdığı hâlde, aynı zamanda yine İbn Müsâ kardeşlerden Muham­ med'e atfolanuyordu. Nihayet asıl tek nüsha Ozford'da keşfolununca, 1831 senesinde müs­ teşrik Rosen bu nüshanın arapça metnini, fena bir İngilizce tercümesi ile beraber, Londra'da



tab'ettirmiştir ( bk. J. Ruska, Zur altesten arabiscken Algebra und Reckenkunsi, S B A k, H e i d phil. Kİ., 1917, s. 1— 125 ). Diğer iki la tince tercümeden biri ve iyisi Libri’nin Hist, des Science maikem. en Italie ( Paris, 1938, I, 253— 297 } 'de neşrolunan Gerardo di Ceremona 'ya ve diğeri de İngiliz orta çağlar âlimlerinden Robert of Chester 'e aittir. Ahiren L. Ch. Karpinski ta­ rafından, uzun bir medhal ve notlar ile, 191$ 'de New-York'ta neşrolunan Robert Chester'in bu tercümesinin eski nüshasının üzerinde Is­ panya'da kâin Segovia şehrinin ismi ve 1145 tarihi yazılıdır. Bu tarihe aynı zamanda Avru­ pa'da cebrin doğum tarihi nazarı ile de bak­ mak mümkündür. Bu mühim kitap hakkında Aşâr-ı batiya müellifi Salih Zeki Bey o kadar heyecanlı gö­ zükmüyor. Bil 'akis eserin bâzı mesaha usulle­ rini, cedvelier açmak ve meselelerinin hesap­ larım göstermek üzere, umûma mahsûs bir eser olduğunu söylüyor ( bk. Salih Zeki, Â$âr-i bâkiya, II, 250 v. d .). Vakıa eserde cebir ve mukabe usûl ve kaidelerinden sonra, mesa­ ha ve mesaha yanlışlarından ve farâ'izden bahsedilmekte ise de, her hâlde şarkta ve garpta birinci defa olarak, cebir üzerine yazılmış ki­ tap olması ve ismini bugünkü ilme vermiş bu­ lunması itibârı ile, çok ehemmiyetlidir Bu ki:tapta Hvârizmi zurüb s Uta ( = altı misâl) de­ diği birinci ve ikinci dereceden muadelelerin isbatsız hail sûretini göstermiştir. Bu muâde: leler şunlardır r b x 2= a x ; k x 2= a ; 6 x ~ a ; x 2-f- a x — b; .v 2 -|- 6 — a x ; x 2= b + a x. Fakat bunlardan ilk üç tip muadele, ikinci de­ rece muadele sayılamaz. Bunlarda cezir murab­ ba! alınınca, muâdele birinci derece muâdele şekline düşer [ bk. mad. CEBİR ]. Bu eserin ce­ birden ilk yazılmış kitap oldnğu, ondan sonra yazılan ve onu ikmâl eden kitaplarda söylenilmekte olup, bu meyanda msl. Abü Kâmil Şfucâ* b. Aslam ’in Kitâb al-vaşâyü bi ’l-cabr va ’l-mukâbala 'sinde, Hvârizmi 'nin kitabım şerh ve izah ederken, onun takaddümünü kabûl ettiğini sarahaten beyân etmektedir ( bk, Kâtib Çelebî, gost, yer. ). Diğer taraftan riyaziyat tarihçisi amerikah Salomon Gandz'm cebrin Hvârizmi 'den evvel bâbilliler ve isrâilîler tarafından yazıl­ dığına dâir The saurces öf al-Khovarismî’s AU gebra adlı bir makalesi vardır ( bk. Osiris, 1935, s. 263 ). Bu zât daha sonra yine aym Osiris mec­ muasında ( III, 405— 557,1938 ), 77 ıt origine and devolopement o f the quadraiic eyuations in Babylonian, Greek and early Arabic algebra adlı uzun bîr makalesinde, esâsen âsûrî bir tâbir olan gabru 'dan gelmiş saydığı en fer kelimesinin alem olduğu ilmin meydana gelmesinde en bü­ yük hisseyi bâbillilere vermektedir. Her hâlde



260



HÂRİZMÎ.



Bâbil cebri eski ve an’anevî usulleri ihtiva eder ki, bu usûller Eukîides ile Diophantos 'un yazılarında daha ziyâde tekemmül ettirilmiş ise de, bildiğimize göre, burada bahis mevzuu olan muadeleler ve meseleler, daha ziyâde, cebrin hendeseye tâbi olduğunu göstermekte­ dir. Hâlbuki Irak ve İran’da da cebrin yeni usûlleri olduğu, Hvârizmi 'nin bu yeni usuller mektebine mensup bulunduğu ve yazdığı eseri ile cebri hendeseye tabî olmaktan kurtararak, klâsik bir hâle koymuş ve kendisinden sonraki ilim dünyası üzerinde büyük te’sirler icrâ etmiş olduğu muhakkaktır. Bu eseri, Hvârizmi ’den sonra, Abu Kâmil Şuca* b. Aslanı, Kamal al-cabr ve Kitâb aU vaşağa, va *l-cabr va fl-mukâbala isimli diğer iki cebir kitabı ile, izah ve tevsî etmiş ve hu eser­ lerden de aî-Karhi ve sonra italyalı Leonardo di Pisa çok istifâde etmişlerdir. Eserin şârihleri arasında Sinan b. Fath ve ‘Abd Allah Şaydanani ve Abu ’l-Vafâ bulunmaktadır. Hvârizmi Vm bu cebir kitabının bîr babı da, arazı mesâhasma âit, hendese malûmatını ihtiva etmektedir. Son senelere kadar bu hende­ se malûmatının Hvârizmi ’ye âİt orijinal malû­ mat olduğu zannedilmekte iken, Mishnat ha middot isimli ibrânîee, mesahaya âit eserdeki hendese mâlûmatı nazar-1 dikkati celbetmiş, evvelâ bu eserin Hvgrizmi ’nin cebir kitabının hendese kısmından alındığı zannedilmiş ise de, sonra 1932 senesinde Berlin’de, bîr medhal ile beraber, bu ibrânîee eserin hem arapça, hem İbranîce metinleri neşrolunduğu gibi, Salomon Gandz bu ibrânîee eserin tahminen 150 sene­ sinde, yâni Mishnah denilen mûsevî kanunla­ rının toplanması tarihinde, mevcut olduğunu söy­ leyerek, Hvârizmi ’nın bu malûmatı, Suriye ’de ve Filistin ’de arâzi Ölçmek için kullanıldığı sı­ rada, oradan Gundişâpür mahfillerine intikal ederken, elde etmiş olmasını, binâenaleyh Hvâ­ rizmi ’nin eserinin orijinal olmadığını iddia et­ mektedir ( bk. Salomon Gandz, Mishnat ha middot, the firsi Hebreto Geomeiry of aboat 150 c. e., and the Geomeiry represeniing the Arabic Version of Mishnat ha middot, Ber­ lin, 1932)H e s a b a â i t e s e r i . Hvârizmi ’nin hesab-i hindiye âit olarak, arapça nüshası henüz bulunamamış olan eserine Sâlİh Zeki Bey Asâr-ı bakiya’ de Kitâb al-muhtaşar f i ’l-fcistib alhindi ismini veriyorsa da, arapça bibliyograf­ yalarda adı zikredilmeyen ve kendisi elde bu­ lunmayan bu eserin tam ismini nasıl elde etti­ ğini söylemiyor. Bu eser hakkında bütün ma­ lûmatımızı Cambrİdge üniversitesi kütüphane­ sinde Algoritmi de numero İndorum adlı lâtince bir tercümesine borçluyuz. Bu tercüme 1857



senesinde, prens Baldassare Boncompagni tara­ fından, Tratiati d ’arithmetica ’da ve bu eser üzerine XII. asrın meşhur mütercimlerinden johanes Hispalensis tarafından, arapçası yine mâlûm olmayan bir eserden tercüme olunan Liber alghorismi de practica arismetrice adlı şerh, yine aynı mecmuada, neşrolunmuştur. Bü eser Hvârizmi ’nin hesap kitabım daha berrâk ve vazıh bir hâle koymuştur. Asıl Hvârizmi ’nin eserinin mütercimi meşhur İngiliz âlimi ve müs­ teşriki Adelard of Bath olduğu zannolunmaktadır. Şimdi Hvârizmi ’nin bu eserinin bütün riyâziyât âleminde bugünkü vaz’î terkim usûlü­ ne, yâni onar-onar sayıp, yazmak ve her do­ kuzdan sonra rakamın sağına bîr sıfır koyarak, diğer bir onlar hanesi vücûda getirmek usûlü­ ne — ki hesapta bütün ameliyeleri ne dereceye kadar kolaylaştırdığı malûmdur — kendi ismin­ den gelen algorisme isminin verilmesi iie sabit­ tir. Bu usûle hind usûl-i terkimi ve rakamlara da hind ve sonraları arap rakamları denilmiş­ tir. Hattâ bir zamanlar Avrupa ’da bizim âmâl-i erbaa dediğimiz dört ameliyeye bile algorisme ismi verildiği gibi, hâlâ şimdi cebirde bir serî muadelelerden diğer seri muadelelere intikal etmek usûlüne bu isim veriliyor. Bu terkim usulünü kabul etmeyerek, eski usûlde kalan riyaziyecilere, Abacus’dan alınarak, abaciste İsmi verildiği gibi vaz’î usûlü kabûl edenlere de, Algorisme yâni Hvarizmi ’nin isminden alı­ narak, algorisie adı verilmiştir. Hattâ Hvâriz­ mi ’nin latince mütercimi Adelard of Bath evve­ lâ abaciste iken, sonradan algoriste olanların birincil erindendir. ( Son zamanlarda hind rakam­ larının tarihi ve bunların bu şekilleri ile, Hindis­ tan 'dan gelmediği, yunan harflerinin değişmiş Şekli olduğuna dâir iddia için bk. Abdülhak A d­ nan- Adıvar, Rakamların tarihi, İstanbul Teknik üniversitesi mecmuası, 1945, yeni seri, İli, sayı 1, s. 35— 43. Memleketimizde dil ve tarih in­ kılâbı adı altında vücûda getirilen hareketler esnasında, Hvârizmi ’nin isminden gelen algo­ risme kelimesi yerine, logarithme kelimesinin bu büyük riyaziyecinin isminden geldiği etimoloji kaidelerine tamamen muhalif bir şekilde ve indî bir surette iddia edilmiş ve bu yanlış mukaddi­ meye istinaden logarithme ’nin de Hvârizmi ta­ rafından keşfedildiği neticesi çıkarılarak, mahz-ı hatâ olan bu iddialar mükâfata da mazhar ol­ muştur ), Adelard of Bath tarafından lâtınceye tercüme edilen Hvârizmi ’nin bu eserinde mû­ sikîye âit de bîr bahis bulunmaktadır. Adelard of Bath ve Jolıannes Hispalensis tercü­ melerinden başka bîr de Hvârizmi 'nio eserlerine benzeyen latince Liber Ysagogartım Alckorismi in artem asironomicam a magister A . com~ positus adlı bir eserin ( bunun da müellifi



HÂRİZMÎ. yine üstâd Adelard of Bath olduğu zannedil­ mektedir ) ilk üç bâbmda hesap meselelerin­ den bahsolunur. Bu eser 1889 senesinde Zeîtsckr. f . Maîhem, u. Physik ( XXXIV ) 'te neşr­ olunmuştur. Kitabın ilk üç kısmı hesaba âit ise de, diğer kısımları astronomi ve dolayısı ile müsellesât hatlarından bahsetmekte olduğu için, eser hesap ve astronomi hudut sahası üze­ rinde: sayılabilir. A s f r o n o m i e s e r l e r i . Hvârizmi 'nin, astronomiye dâir, zamanında meşhur olmuş ve sonra uğradığı itirazlara karşı Birüni tarafın­ dan iki: risale ile müdâfaa edilmiş olan zîcleri vardır.. Bu zîçlerİ Hvârizmi halife Manşür zamanında Muhammed b. İbrahim al-Fiziri tarafından, hindceden al-Sindhind ( — Siddhanta) nâmı ile naklolunan zîcleri tâdil sureti ile ve bâzan da Batlamyus'un o sıralarda, Sa­ bit b. Çurra tarafından, arapçaya tercüme edi­ len al-Macasti 'sinden istifâde ederek, vücûda getirmiştir. Hattâ riyaziye tarihçisi ■ Su ter'e göre, Hvârizmi ’nin F i-zic adını koyduğu bu eseri doğrudan-doğruya al-Sindhind 'in iki kitap şeklinde iki türlü neşridir ( bk. İbn alKifti, Kitâb al-zic al-avval, Kitâb al-zic al­ sam ). Bu eser yalnız zîcler yâni cedvellerden İbaret olmayıp, başındaki uzun bir medbalde astronomiye âtt nazarî malûmat verilmiştir. Eser sonradan,,madridli Maslama al-Macriti tarafından, Endülüs 'te yeni baştan tevsî ve tahrir edilmiştir (bk. İbn A bi Uşaybi'a,II,39). Garpta eserin latince tercümelerinin daha ziyâde son eserden yapıldığı muhakkaktır. Tercümelerin biri yine Adelard of Bath ve diğeri, gâlibâ daha sonra, dalmaçyalı Hermann tarafın­ dan yapılmıştır. Hvârizmi 'nin zîcleri üzerine Birüni tarafından yazılan şerhlerden birinin, Rabbi ben Erza tarafından, İbrânîceye yapılan tercümesi malûmdur. ■ Bu eserde dikkate şâyân olan noktalardan biri de müsellesât hatlarını gösteren cedveilerdir. Bu cedvellerde, sinüs mukabili olarak, mütemadiyen cayb kelimesi geçmektedir. Hâl­ buki:bundan sonra Şâbit b. Kurra tarafından yazılan eserde bu kelimeye nâdiren tesadüf edildiği için, bu cayb 'in Hvârizmi 'nin eserine sonradan Maslama tarafından sokulmuş olması mümkündür (bk. Nailino, al-Battani opus, I, 154 ). Bu müsellesât cedveîleri, A . Björnbo ta­ rafından, danimarkalı riyaziyat tarihi âlimi G. Zeuthen 'in şerefine çıkarılan eserde neşrolun­ muştur ( bu cedveller için bk. Tafeln des Mu­ hammed ibn Mâsâ in der Bearbeitung des Maslama ibn Akmed al-Madjritî and der lateinischen Überseizung des Athelard von Bath auf Grund der Vorarbeiten von A Björnbo und R. Besthorn, herausgegeben und commentiert



261



von H. Su ter; Memoires de VAcad. des Scien­ ces de Danemark, Copenhage, 1914, IH). İşte bu müsellesât hatları arasında mümâs hatları Masalma 'nin ilâvesi olsa bile, cayb 'in ilk defa Hvârizmi 'de kullanıldığım kabûl eden ilim ta­ rihçileri vardır ( bk. Aldo Mieli, La Science Arabe, s. 85 ). Zîclerin te’lifi dolayısı ile, Ya­ kut arzm hacminden bahsederken, Hvârizmi 'ye Şâhib al-zic ismini veriyorsa da, bu âli­ min zîclerinde arzın hacminin tâyinine dâir bir bahis yoktur. Bu eserlerden başka, Hvârizmi 'nin usturlâp üzerine, biri usturlâbın kullanılmasına dâir, Kitâh al-'amal bi ’l-asturlâb ve diğeri usturlâbın yapılmasına dâir, Kitâb 'amal al-asturlâb adlı, iki eserinden İbn al-Çifti ve İbn al-Nadim bahsederlerse de, bunların arapça asıllan ol­ madığı gibi, latince tercümeleri yoktnr. Yal­ nız şu kadar ki, al-Farğâni'nin F i sanat al-asturlâb bi 'l-handasa (Berlin kütüphane­ si, nr. 5790) ’nin usturlâp ile bir çok astrono­ mi meselelerinin halli bahsine »Muhammed b. Mûsâ al-Hvârizmi diyor ki“ sözleri ile başla­ ması Hvarizmi 'nin böyle eserleri olduğunu gös­ termektedir. Hvârizmi 'nin, astronomiden başka, astroloji ile de iştigâl ettiği rivayet olunur. Hamza alİşfabâni, Tavârıh'.. . adlı eserinde ( Gottwaldt, VII, metin s. 153 v. d . ), meşhur astrolog Abü Ma'şar 'den naklen, Hvârizmi'nin, âlem-şümûl nufûz ve te'sirinin sebebini îzab için, Peygam­ berin hângi burç altında doğduğunu araştırdı­ ğım yazıyor. Bu eserlerden başka, Hvârizmi'nin, Ma’mün 'un teklifi üzerine, diğer âlimler ile berâber, yer ile göğün haritalarını hâvî bir atlasın tertibi­ ne iştirak ettiğini ve bu atlasa bir de Kitâb Şürai al-arz (bk. Strassburg kütüphânesi kataîoğu) yahut Abu ' 1-Vafâ 'nin zikrettiği gibi, Kitâb Rasm al-rub‘ al-mamâr adı ile bir eseri ilâve ettiğini biliyoruz, Nailino ’ya göre, haritalarda, Batiamyus coğrafyasından alınmış olmakla berâber, HvSrizmi 'nin şahsî mesâ­ isi de görülmektedir. Nailino bu eserin bir İtalyanca tercümesini neşrettiği gibi, Batiam­ yus 'un eseri ile de mukayese etmiştir. Mzik kitabın Afrika ’ya âit kısmım tercüme ve şerh etmiş ve Hvârizmi ’nin verdiği malumata İstinât ederek, bir de harita tersim eylemiştir ( bk. M it t. d. k. k, Geogr. Gecelisek, in VZien, 1915 XXXVIII, 152 v. d d .; Denkschr, Ak. Wien, Philos. Klasse, 1916, LIX, nr. 4) ve Nem Bausteine .zar Geschichte der arabisch, Ge­ ographi e, Geogr. Zeitschr., 1918, XXIV, s. 7781 ). Hvârizmi bu eserde, Nil nehrinin men* bamı anlatırken, Cabal al-İCamar ( ~ Lima e mons ) ’den on nehir çıktığım, bunların beşer



262



HÂRİZMÎ.



-beşer iki göle munsap olduklarım ve bu göl­ lerden de bir nehrin çıkıp, şimale doğru akarak, diğer bir göle munsap olduğunu ve Nü 'in ne garbî Afrika ’dan ve ne de cennetten çıkmayıp, bu golden çıktığım göstermektedir ki, bu na~ zarîyeye ilim tarihinde Batlamyus-Hvârizmi nazariyesi İsmi verilmektedir* Hvârizmi, astronomi ve coğrafyaya âit eser­ lerinde, şimdi Hindistan 'm Gwalior eyâletinde kâin olup, eski zamanlarda Mülva devletinin merkezi olan Ujjain ( ar. ‘Arin ) şehrinden ge­ çen tul dairesini msfünnehâr mebdei olarak almıştır, Hvârizmi 'nin bu eserlerden başka, Kitâb al-Ruhcima isimli ve basîtelerden bâbis bir eseri ile Târik adlı diğer bir eseri oldu­ ğunu her iki arap bibliografı da zikrediyorlarsa da, bunlar henüz ele geçmemiştir. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikrolunanlardan başka bk. Tabari, Târik ( Kitâb ahbâr al-rasul va ’l-mulük ) tür. y er.; İbn alNadim, al-Fikrist; İbn al-Kifti, İhbar al­ alama bi ahbâr al-hukama ; Kâtip Çelebi, K a şf al-zunün; Salih Zeki, Âşâr-i bakiya, II, 65— 67 ve 247— 253 ; H. Süter, Die Mathemaiîker and Astronomen der Araber and îhre Werke; M. Cantor, Vorles, zar Geschickte der Math.; G. Sarton, Introduction to the hisiory of Science (Baltimore, 1927— 1948 ),I, 563, 549,630, 668; 11, 4, 8, 15, 114, 1x6, 135 v. d., 129, 167, 176, 208 v. d.; III, 738, 1158; Aldo Midi, La Science Arabe, intr., 9, 14 v. d., 21, 37, 42, 44, 53, 57. ( A bdülhak A dnan -A d ivar .) HÂRİZMÎ. a l -HVÂRİZMÎ, A bu Bakr (935 — 993 )> a r a p e d î b i . Meşhur bir mektuplar mecmuası olan Rasâ}il 'in müellifidir. 323 (935) ’te doğmuş ve 383 ( 993 ) ’te ölmüştür { ibn alA şir'e göre, Ölm. 393 — 1002). Hayatı hak­ kında elimizde, kaynak olarak, yalnız Sa'âlibi, Yatîma ( Kahire, 1934; IV, 182— 226 ve I, 10), Sam'anİ, Ansâb (3666, mad. Tabarhazi } ve İbn Hallikân, Vafayât al-a"yân (Bulak, 1275, I, 746 v.dd.) bulunmaktadır. Bu kaynakların verdiği malûmat mektuplar mecmuası ile bir az tamamlanmış oluyor; fakat mecmuada hiç bîr tarih bulunmaması ve mektuplardan her biri­ nin yazılmasının sebeplerine ancak müphem su­ rette imâ edilmiş olması, bunların tarihî kıyme­ tini azalttığı için, bu mecmuadan sarih bir ma­ lumat çıkarılmamaktadır.



Abu Bakr’in babası hvârizmli ve annesi taberistanlı olup, meşhur tarihçi Tabari'nin kız kardeşi idi. Bundajo dolayıdır ki, Abu Bakr is­ mine al-Tabarhazi nisbesınİ de ilâve etmiştir. Tahsil maksadı ile, genç yaşta Hvârizm 'den ayrılmış ve bir daha oraya dönmemiştir. Ba­ basından Hvarİzm 'de zengin arâri kalmış idi;



fakat bunların büyük bir kısmı, kendisinin gaybubeti esnasında, başkalarının eline geç­ miştir. Abü Bakr, Hvârizmşâh 'a gönderdiği bir mektupta (R a sâ il, Bulak, 1279, s. 179 v.d,), bu hâlden şikâyet eder. Kendisinin daha sonra­ ları da Hvârizm 'de dostlan var idî; bunlardan biri olan şâhib al-cayş Abü Sa'id Ahmed b. Sabıb, Büveyhî emıri Mu'ayyid al-Davla 'nin 373 'te vefatı üzerine, bu zâtın halefi olan Fahr al-Davla nezdine elçi gönderilmiştir ( Abü Şucâ‘ aS-Rüzrâvari, Zayi tacârib aUumam, nşr. Amedroz, 1916, s. 98; krş. RasâUl, s. 71, 95, 180) ve diğeri Hvârizmşibların vezirlerinden ismi belli olmayan, biri olup, anlaşıldığına gö­ re, bir aralık gözden düşmüştür ( Rasâ’il, s. 27, 98, 135, 137). Abü Bakr, tahsil için, ilkin Bagdad ’a gitmiş ve sonra Suriye 'de, yâni Haleb'de Sayf al-Davla'nin bîr çok şâirler ve nahviyûnun yaşadıkları sarayında irfanını yük­ seltmeğe muvaffak olmuştur. Bundan sonra tekrar şarka dönerek, Buhârâ 'da Samanı ve­ ziri Abu ‘A li al-Baîami 'nin nezdine gitmiş, fakat umduğuna nail olamadığı için, oradan da ayrılmıştır ( krş, Rasâ’ il, s. 29, 92), Sonra Nişâpür 'a gitmiş ve oranm meşhur nîşâpürlu emîr Mikâli ailesinin reisi Abü Naşr Ahmed b. 'AH ve şehrin Kasir b. Alımed gibi, diğer eşrâfı ile dostluk münâsebetleri te'sis etmiştir. Yazdığı bir hicviye yüzünden, Nişâpür valisi Tâhir b. Muhammed'in gazabına uğramış ve bundan dolayı, uzun müddet hapiste yatmıştır ( hapiste yazdığı kaside için bk. Yatıma, IV, 193 v.d.). Hapiste» kurtulması üzerine, Taberistan'a gitmiş ve orada da umduğuna nail olmadığın­ dan, yine Nişâpür 'a dönmüştür. Evvelâ Büveyhî Fahr al-Davla 'nin vezîrî meşhur Şâhib İbn 'Abbâd'dan hakikî bir himâye gördüğü için, bu zâtın cömertliğini ve diğer yüksek mezi­ yetlerini mektuplarında ( msl. Abü Muhammed al-'Alavi 'ye yazdığı mektuplarda, s. 99 ve 168 ), son derece sitayiş ile, anlatmıştır. Abü Bakr, gerek bu zâttan ve gerek Ş iraz’da ‘Azud alDavîa'den aldığı hediyeler sayesinde, Nişâpür 'a dönerek, orada büyük arazi satm aldı. Bu­ nunla beraber Şâhib İbn 'Abbâd hakkında da hicviyeler yazdığından, öldüğü zaman, Şâhib onu nankör olarak tavsif etmiştir. Nişâpür o zaman­ lar Sâmânîierİn hâkimiyeti ve bunlara mensup olan Horasan valilerinin idaresi altında bulu­ nuyordu. Abü Bakr Büveyhîlerden pek büyük iyilik görmüş olduğu için, bu hükümdar ailesi­ ne taassupla bağlı bulunuyordu ve bundan do­ layı «Horasan sultanı" ( her İıâlde Muhammed b. İbrahim al-Simcüri olmalı ) ve Sâmânîierİn vezîrî Abu ’i-Hasan al-!Utbı haklarında küfür ve hakaretler ihtiva eden hicviyeler yazmak gafletinde bulundu. Bunun neticesi olarak, tev­



HÂRİZMÎ — HÂRİZMŞÂH. kifİne, mallarıma müsaderesine ve dilinin ke­ silmesine hükmedildi, Abü Bakr hapishanenin ihmalkâr muhafızını iğfal ederek, oradan çıkıp, Cureân 'a gitti. Bu hâdiselerden mektuplarında bir çok defa bahseder ( R asa il, s. 91, 94 v.d.). Rey (Rasâ'il, s, 9, 121) 'eve Buhârâ {Rasâ’il, s. 42) 'ya ne zaman kaçtığı ve Herat seyaha­ tinin ( Rasail, s. 103 v.d.) tarihi iyice belli değildir. *Utbi 'nîn katlinden sonra, yerine ge­ çen vezîr Abu ' 1-Husayn al-Muzani, Abu Bakr 'in hayranlarından olduğu için, kendisine bü­ yük İltifatta bulunmuş ve Nişâpür 'da müsâdere edilmiş olan mallarını ona iade ettirmiştir. Abü Bakr, makama şeklinin mûcidi olan genç rakibi, Badi' al-Zantân al-Hamazâni, Abü Bakr 'in şahsî bir hasım tarafından tertip edilen bir edebî müsabakada kendisini mağlup edinceye kadar, Nişâpür 'da huzur içinde yaşamıştır. Bu müsabaka hakkında Bayhaki 'nin Vişah aldumya*&i ile Yakut'un İr şad al-arib (nşr. Margoliouth, I, ıbo— 106 ) 'inde mufassal mâlûmat verilmektedir. Bu mağlûbiyetten büyük bir ye'se düş6n Abü Bakr aynı sene içinde vefat etmiştir. Abü Bakr şöhretini, Yatıma 'de toplanmış bu­ lunan şiirlerinden ziyâde, pek kıymetli olan mektuplarında gördüğümüz muhteşem edebî şekle borçludur. Bu mektuplar, daha kendisi ha­ yatta-iken, başkaları tarafından istiare edilir veya suretleri istenir idi ( Rasâ’il, s. 39,101, 124, 162, 1/3). Mektuplar akıcı, zarif ve sık-sık câlıyete kaçan bir üslûp ile yazılmıştır. Bununla beraber, garip kelimeler kullanmaktan çekin­ diği gibi, bedî san’atiarma da iüzûmundan faz­ la yer vermemiştir. İslâmm ilk asrında hutbe ve vaazlarda husûsî bir itibâr gören, bilhassa ■ haricilerce çok kullanılmış olan secî, hicretin IV. asrında, mektup üslûbuna da girmeğe baş­ lamış ve Abü Bakr bu üslûbun en eski ve en mühim mümessillerinden:biri olmuştur.



Abü Bakr 'in mektupları baştan-başa husûsî bir karakteri hâizdir. Kendisi, hiç bir zaman, msl. sır kâtibi gibi, bir vazifede bulunmamış olduğu için, siyâsî hayattan uzak kalmıştır. Bundan dolayı mektuplarında, zamanının siyâ­ set veya harp işlerine dâir telmih veya işarete rastgelinmez. Yalnız Nişâpür'dakı şi’îlere yazdığı mektup, bu hususta aşikâr bir istisna teş­ kil etmektedir. Bunda şi’îlerin, Büveyhî tarafı­ nıtutmalarından dolayı, Muhammed b. İbrahim ( b. Simcür ) tarafından tâkibâta uğratılmış olduklarından bahseder. Abü Bakr asıl vekayie o kadar ehemmiyet vermeyerek, bütün tarihî vukufunu, gerek şi’îlerin ve gerek ‘Ali tarafdarlarmıo, 'Osman 'dan Abbasî halifelerine ka­ dar, mâruz kaldıkları takibattan bahsetmeğe hasretmiş ve bu münâsebet ile pek çok isim



263



zikretmiştir ( Rasail, s. 125 v.dd.). Bundan dolayıdır ki, Emevî hanedanı hakkmdaki hü­ kümleri de, Abbasî hanedanı hakkmdaki hü­ kümleri gibi, garazkârânedir. Mektuplar mec­ muasının diğer kısımları, tebrikler ( msl. s. 26, 44, 70), tâziyeler (msl. 15, 18, 58), hasta dostlara sağlık temennileri ( msl. s. 53, 104, 110,153), kendisine kasideler gönderen talebe­ lere verdiği cevaplar (msl. s. 37, 48, 119) ve emsali yazılardan teşekkül eder. Sırf dost­ luk münâsebetlerine dâir olan mektuplar (ihvaniyât), kendisine tasannûkârâne mektup göndermiş olanlara verdiği tasannûkârâne ce­ vaplardan teşekkül etmektedir. Çok defa bun­ lara arap tarihinden ve edebiyat tarihinden aldığı isimleri üstâdâne bir şekilde sokuştura­ rak, kendini övmeğe vesileler hazırlar. Mek­ tuplarım yazmak için araştırma ve tetebbûlarda bulunduğu, bunlardan birinde açıkça belirmektedir ( Rasail, s. 45 ). Edebî vukûf ile yazılan böyle fahriyeler İçin, Abü Bakr'in kendisinin edebî san'atı hakkında tezyifkâr sözler söylemiş olan talihsiz şâir Badihi 'yi hi­ civ sağnağma uğratan uzun maazûme parlak bir misâldir ( Rasail, s. 184, 192). Nihâyet bir çok mektuplarda da kendisinin mâlî işleri­ ni anlatmış, vergilerin: ağırlığından, tahsildar­ lardan şikâyetlerde bulunmuş, mal ve mülkü­ nün ziyamdan bahsetmiştir (msl. s. 15, 23, 63, 77, 86 v.d., 107 ). Münferit vak’alar hakkında yazdıklarından, serlevhaları müphem olduğu İçin, sarih bir fikir edinmek mümkün olmuyor. Böyle olmakla beraber, mektuplar tarih ve hâl tercümesine dâir vesikalar olmaktan ziyâde, edebî birer örnek olmaları bakımından, değer­ lidir. Veliyüddîn kütüp. 2640 numarada kayıtlı yazmanın Abü Bakr'in makama 'ierİni dahi ihtiva ettiği zannedilmektedir. Eğer böyle ise. bu edebî nev'i ilk defa meydana çıkaran, Badi al-Zamân değil, Abü Bakr olmak icâp eder. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen­ lerden başka bk. bir de Brockelmann, G A L , I, 92/93» Suppl., I, 150; Zaki Mubarak, La Prose Arabe au IV H*ârizm ün siyâsî tarihinde muh­ telif turk kabilelerinin, devletin askerî kıt’aları sıfatı ile, oynadığı rol, daha Gazneîiler za­ m a n d a n başiayarakj oldukça malûmdur ( XI.



281



asırda H vârizm ’de Gaznelilerin askerî k ıt’aları olarak gördüğümüz Kücat ve Cugrak kabile­ lerinin rolleri hakkında bk. Fuad Köprülü, K ay ı k a b ile le r i h a k kın da y e n i n otlar,



B e lle te n ,



1944, sayı 31, s. 435— 444). Hvarizmşâhlar devleti de, uzun müddet, bozkırlardaki bu türk göçebeleri ile ciddî mücâdelelerde bulunmak zorunda kalmış, kabîle reisleri arasındaki reka­ betlerden kendi hesabına faydalanmış ve nihâyet âîle rabıtaları da te'sıs etmek suretiyle, onîarm mühim bir kısmını İslâmlaştırmağa ve kendi askerî hizmetine almağa muvaffak ol­ muştur { bk. Fuad Köprülü, U ran k a b ile s i, B e l­ leten, 1943, sayı z6, s. 227— 243). Mamafih kendi reislerinin emri altında ve kabîle anane­ lerine tamâmiyîe bağlı olarak hareket eden bu kabîle kuvvetlerinin zaman-zaman devlet için büyük bir zaaf sebebi olduğu, sulh zamanında idâri nizâmı, harp esnasında da askerî inzibatı ihlâl ederek, bozgunlara sebebiyet verdiği mâlûmdur. Gûrlu devletinin yıkılmasından sonra, H vârizmşâhlar hizmetine geçen bir kısım Gör ve Halaç [ bk. madd.] kabileleri de, aynı suret­ le, devlet mefhûmuna tamâmiyîe yabancı kal­ mışlar ve karşılıklı rekabetleri yüzünden, moğullar ile harplerde, faydaları nısbetinde, za­ rarlar da vermişlerdir. .. H vârizmşâhlar ordusu yalnız bu hassa kuv­ vetinden mürekkep değil idi. Muhtelif eyâlet merkezlerinde, şehzadelerin veya askerî vali­ lerin emrinde mühim kuvvetler bulunduğu gibi, hudut mıntakalarmda, yollar üzerinde, müdâfaa bakımından ehemmiyetli ve elverişli yerlerde bulunan kalelerde de muhafız kıPalar var idi. Valiler ve kale kumandanları, umumiyetle, sa­ ray hizmetlerinden yetişmiş türk askerî ricali arasından ve son zamanlarda da büyük kabîle reislerinden seçiliyordu. Bu zengin ve nufuzîu ricalin maiyetlerinde doğrudan-doğruya şahıs­ larına bağlı ve ekseriyetle kölelerden mürek­ kep husûsî kuvvetler bulunuyordu; kabîle re­ isleri ise, muhafazasına meünûr oldukları yer­ lere giderken, kabilelerine mensup mühim bir kuvveti de beraber götürüyorlardı. îktâ sâhiplerinden teşekkül eden mahallî kıt’alar, bun­ ların emri altında idiler. Mamafih ihtiyâç gö­ rüldüğü zaman, bunların dışında, halktan üc­ retli asker toplandığı da oluyordu ki, #aşar nâmı verilen bu muvakkat gönüllü kuvvet daha ziyâde şehir ve kalelerin müdâfaasında kulla­ nılmakta id i; buna mukabil haşam ve m uta cannida denilen daimî askerî kıtsalar ordunun esâs kuvvetini teşkil etmekte îdi. Şark hudut­ larındaki kâfir Kara-Hıtayîara veya henüz müslüman olmamış türk kabilelerine karşı yapılan seferlere, gönüllü olarak, gâzî ve mücâhidi er ile dervişler de iştirak ediyordu. Mahallî h§-



382



HÂRİZMŞÂHLAR.



nedanlar idaresindeki muhtar eyâletler yahut yalancı şahitlikten dolayı, kadı tarafından veri­ tabî devletler, ahidnâmelerdeki hükümlere gö­ len hapis kararlarının infazı, hükümetin alâkalı re, imparatorluk ordusuna muayyen sayıda me'mûrlarma verilmiştir. Kadıların maiyetinde kuvvetler göndermek mecburiyetinde idiler ve nâıp, kâtip ve vekil gibi, vazifeliler bulunur ki, bunların bütün masrafları kendilerine âit İdi, kararlan yazmak, sicillerde hıfzetmek gibi Başlarına siyah külahlar giyen ve daha ziyâde işler bunlara aittir. Görülen her işten, devletçe süvari kuvvetlerinden mürekkep olan H vSrizm- tâyin edilmiş bir tarifeye göre, muayyen bir şahlar ordusu, o devrin en mükemmel silâhla­ harç alınırdı. Bütün kadı mahkemelerinde, ve­ rına, müstahkem mevkilerin zaptına mahsus rilen hükümleri ve muamelâtı ihtiva eden mun­ her türlü teknik vâsıtalara mâlik idi. Hüküm­ tazam siciller bulunurdu. A k z a *l-knzat idare­ darın ve büyük rİcâlin, at yetiştirmeğe mahsus sindeki kazâ divanının vakıf sahiplerine bak­ muazzam haraları, hayvan sürüleri, zahire de­ mak üzere, müfettiş ve muhasipler gibi, yar­ poları ve büyük askerî yollarda menzil teşkilâtı dımcılara da muhtaç olduğu düşünülürse, ol­ var idi. Hudût kumandanları düşman harekâtı ve dukça geniş bir teşkilâta mâlik bulunduğu hazırlıkları hakkında malûmat toplayarak, mer­ anlaşılır, Şer’î kazâ ile meşgul olan bu kadı mahke­ keze bildirmek vazifesi ile mükellef idiler. VI. A d l î t e ş k i l â t . HvarızmşShIar dev­ melerinin dışında, şer’î ahkâmdan ziyâde, örf letinin adlî teşkilâtı, bütün orta çağ müsîüman ve kanuna isriâd eden, vazife ve salâhiyetleri türk devletlerinde olduğu gibi, şer’î kaza ile ayrılmış olan sâîr bir takım kazâî mahiyette Örfî kazanın birbirinden ayrılması esâsına da­ müesseseler adlî teşkilâtı tamamlıyordu î asayiş yanır, Doğrudan-doğruya halk arasındaki daimî ve inzibatı bozanları, devlet emrine itâat et­ münâsebetlerden doğan davaların v.b, muamele­ meyenleri yakalayıp cezalandırmak, ıdâre âmir­ lerin mercek şer’î mahkemelerdir ; evlenme ve lerinin ve onlara bağlı teşkilâtın vazifesi idi boşanma işleri, nafaka ve mîras dâvaları, her [ bk. madd. HÎSBE ve ŞURTA ]. Orduya. mensup türlü tasarruf ihtilâfları, alacak dâvaları, şerîat olanların şer’î kazâya âit işlerini görmek için, mahkemelerine göre, bu mahkemelerde görülür. kazaskerler, yâni ordu kadıları, mevcût idi; Kaza hakkı şer’an hükümdara âıt olduğu için, fakat askerler tarafından irtikâp olunan cürüm­ kadıların azli ve nasbi da onun tarafından ya­ leri cezalandırmak, askerî âmirlerin salâhiyeti pılmak icâp eder. TÖkiş devrine âit bâzı resmî cümiesindendir Saray mensûplarmm cürümleri vesikalardan anlaşıldığına göre, devletin şer'î de yîne kendi âmirleri tarafından cezâlandırıkaza ile mükellef bütün teşkilâtı, pâyitahttaki lırdı. Sivil veya askerî büyük mevki sahipleri kazâ divanı tarafından idare edilir ve bunun aleyhinde vâki olacak şikâyetlerin tetkiki yahut başında, doğrudan-doğruya hükümdarın fermanı bunlar tarafından devlete karşı işlenen suçla­ ile tâyin edilen ve akza ’l-kuzât unvanını ta­ rın muhakemesi için, orta çağ İslâm devletle­ şıyan bir âlim bulunur. Onun bu vazifeye tâyin rindeki mezâlim divanı [ bk. mad. MEZÂLİM ] ettiği Sayf a!-Mil!a va '1-Din Halaf Makki 'ye mâhiyetinde, bir yüksek mahkeme mevcût idi ki, bu hususta verilen fermanda, hükümdarın onu buna hükümdar riyaset ederdi. ‘ A lâ’ al-Din adetâ babası makamında addettiği ifâde edil­ Muhammed devrinde, annesi Terken Hatun 'un mek suretiyle, hakkında büyük bir iltifat gös­ bu vazifeyi gördüğünü Ibn Haldun ( T a rih , V , terilmiştir. Artık bu vazifeyi ifâ edemeyecek m ) kaydetmektedir. İslâmîyetten evvelki bâzı kadar .İhtiyarladığını ileri sürerek, affını rieâ türk devletlerinde mevcudiyetini bildiğimiz bu eden bu zâtın yerine, oğlu Şadr al-Davla va ’l- an’anenin HvSrizmşâhların son devrindeki bu Din Muhammed, yine hükümdarın fermanı ile tecellîsini, türk kabilelerinin bn sırada sahip tâyin olunmuştur. Hem payitahtın en büyük oldukları büyük nufûza ve eski kabîle anane­ kadısı, hem de devletin bütün kaza İşlerinin lerinin devlet idaresindeki te’sirine atfetmek âmiri bulunan akza ’Ukuzât, kendi mahkeme­ icâp eder. Müverrih Nasavi, Cal&I al-Din dev­ sinde kazâ vazifesini gördüğü gibi, bütün mem­ rinde, türklerin adını verdikleri bir divan-ı leketteki kadıların nasb ve azli ve teftişi onlar mezâlim bulunduğunu ve Hv5 rizmşâhlar teşri­ tarafından verilen ve itiraza uğrayan hüküm­ fatında amir ve m a lik unvanlarının üstünde lerin tetkiki, hattâ kendi verdiği bir kararın bulunan han nnvanmı hâiz bir zâtın bu divan yanlışlığını anladığı takdirde, onu tashih salâ­ başmda olduğunu kaydetmektedir. Bu ismin ne hiyeti de kendisine âit idi. Gaiplerin emvaline dereceye kadar doğru olduğu ve nasıl okun­ nezâret, terekelerin hıfzı, henüz reşid olmayan ması icâp ettiği kat’î surette bilinmemekle çocuklara intikal eden mîras hisselerinin siyâ- beraber, Ibn Haldun ’un bahsettiği müessese neti, mescit ve medrese gibi, dinî müesseseler ile bunun aynı şey olduğu meydandadır ve v.b. hayrata âit vakıfların murakabesi, umu­ bilhassa türk kabilelerine mensup kumandan­ miyetle kadılara aittir. Borç meşçlçşinde yahut ların suçlan hakkında, kabîlç örflerine göre*



HÂRÎZMŞÂHLAR



283



karar vermekle mükellef bîr mahkeme olduğu adaletle muamele edilmesi, çiftçilerin menfaat­ emniyetle söylenebilir. lerinin korunması ve kanuna aykırı fazla vergi­ Şi’î ve Ismaîlîler ile meskûn mahdut sahalar ler alınmaması hakkında emirler mevcuttur ki, istisna edilecek olursa, imparatorluk memleket­ bundan, böyle aykırı hâllere sık-stk tesadüf lerindeki bütün kadı mahkemelerinde ahâlinin, edildiği neticesi de çıkarılabilir. sâhip bulundukları mezhep itibârı ile, en zi­ Devlet hazînesinden faydalanmayarak, bilâkis yâde hauefî ve kısmen şâfi'î fıkıhları erkânı­ ona vergi vermekle mükellef olan insanların na göre hareket edilmekte idi. Büyük Selçuklu hepsini birden ifâde eden reâyâ mefhûmunu, hükümdarı Malikşâh devrinde, halkı en çok sâdece İdarî bir mefhûm olarak kabûl etmek alâkadar eden bâzı meseleler ve bilhassa ta­ lâzımdır. Çünkü, siyâsî hukuk bakımından bir­ sarruf dâvaları hakkında kadılar arasındaki birinden farksız olan bu çok geniş kitle içinde, ictihad farklarını kaldırmak maksadı ile çıka­ iktisâdı ve içtimâi bakımlardan, çok farklı sı­ rılmış olan bâzı kanunların H',ârizmşâhlar dev­ nıflar mevcuttur. Büyük şehirlerde ve kasaba­ rinde de tatbik olunduğu, hemen-hemen kat’î- larda, yalnız imparatorluk memleketleri ile de­ yetîe, iddia olunabilir; İran'da moğul istilâsı­ ğil, dış memleketler ile de büyük mikyasta iş nın: doğurduğu uzun bir anarşi devresinden yapan zengin ve nufûzlu bir tacirler sınıfı sonra, Gazan Han zamanında Malikşâh kanun­ var idi; devlet ricâlinden hattâ hanedan mensup­ larının yeniden mer'iyete geçirilmiş olması, bu larından bir çoğu paralarını, işletmek için, mutâleanm en büyük delilidir. Mamafih H varizm- bunlara veriyorlardı. Çok debdebeli bir hayat şâhların ilk zamanlarında muntazam bir tarzda sürmelerine ve şerikleri sayesinde büyük bir İşleyen ve halkı memnun bırakan bir adlî teş­ nufûza mâlik bulunmalarına rağmen, teşrifatta kilâtın, devlet teşkilâtının umumiyetle bozul- bunların bir mevkii yok idi. Orta ve küçük mik­ ,duğu son devirlerde artık lâyıkı ile işleyemez yasta ticâret yapan diğer tacirler, muhtelif bir hâle geldiği anlaşılıyor. san'at şubelerine sermâye yatırmış zengin veya orta halli esnaf, küçük dükkâncılar, emekleri C. İÇTİM Âİ V E FİKRÎ H A Y A T . ile geçinen kalabalık san'at erbabı, ayrı-ayrı : I. İ ç t i m â i s ı n ı f l a r ve z ü m r e l e r . loncalar hâlinde teşkilâtlanmışlardı. Kadıların Yukarıda orta çağ müslüman-türk devletlerinin ve muhtesiplerin nezâret ve murakabesi altında bünye ve karakterlerinden bahsederken, devlet bulunmakla beraber, bunların bir takım hukukî hazînesinden İstifâde eden zümreler dışında, İmtiyazları ve kemiyetleri bakımından da içti­ bütün halkın rcfiya (cem . ra aya) addedildi­ mâi, hattâ siyâsî ehemmiyetleri var idi. Bayram­ ğ in i ve bunların sâdece verilen emirlere riâyetle larda, zafer şenliklerinde, hükümdarların cülu­ ve vergi vermekle mükellef olduklarını söyle­ sundan bütün çarşı ve pazarlar donatılır, her miştik; O devirlerde yazılmış bütün ahlâk ve tarafta zafer taklan kurulurdu. Büyük ve zen­ isiyâset kitaplarında, hattâ bâzı resmî vesika­ gin merkezlerde çarşılar ekseriyâ üstü örtülü larda ve vekayînâmeler de, ra'iyyet hakkında sokaklar hâlinde devam eder, her sokak muay­ beslenen telâkkiler açıkça İzah edilmektedir. yen esnafa tahsis edilirdi. Büyük şehirlerde, fa­ İslâm; dininin: »bütün müslümanlar arasında kirlerden, işsizlerden ve serserilerden mürekkep hukuk müsavatı" prensibine tamamen aykırı kalabalık zümrelere de tesadüf edilirdi ki, şehir olmakla: beraber, tarilıî ve içtimâi zaruretler­ zabıtasının daimî nezâreti altında bulunmala­ den doğan bu telâkkilere göre, ra'iyyet, din rına rağmen, kendi aralarında husûsî teşkilât - hükümlerine riâyet ve ûlülemre ( yâni devlet oto­ vücûda getiren bu zümreler, fırsat buldukça ritesine ve onu temsil edenlere) körü-körüne ita­ mühim karışıklıklar çıkarmaktan geri durmaz­ atle mükelleftir; hazîne menfaatini ihlâl edeceği lardı ( mamafih, ânî hücumlar karşısında bun­ cihetle,: hükümdarlar arasındaki mücâdelelere, lardan ücretli asker sıfatı ile istifâde olunduğu fi'lî olarak, iştirakleri dahi caiz değildir. Ancak da vâki id i). XII. asırda Herat 'ta bu zümrelere kâfirlere karşı: cıhâd ilân edildiği zaman yahut runüd ( = rindler), Tûs v. b. Horasan şe­ hudut mmtakalarmda yaşadıkları takdirde, gö­ hirlerinde *agyârân adlan verilmekte id i; orta nüllü olarak, harplere iştirak edebilirler. Dev­ çağda orta şarkın büyük İslâm merkezlerindeki letçe resmen meşrûiyeti tanınmış mezhepler ve bu zümrelere sattâran, fit yân, ğâziyân gibi tarikatler: dışındaki: dinî zümrelere girmek ve İsimler verildiği de malûmdur. Şehir halkı eğer o. türlü ::akideler beslemek, nizâm ve âsâyişi muhtelif mezheplere mensup iseler, ayrı-ayrı :bozmak ve veriîen emirlere karşı gelmek en ağır mahallelerde otururlar, zaman-zaman kanlı bir suçtur. Buna mukabil hükümdar, tıpkı bir mücâdelelere bile girişirlerdi. Fakat dışarıdan çoban gibi, ra'iyyet: sürüsünün can, mal ve ır­ gelen yağmacılara karşı, menfaat birliğinin zım korumakla: mükelleftir. Tökîş’in bazı fer­ yarattığı bir mahallî asabiyet ye tesâpüf meYmanlarında,: türk vç bü|ün reayaya karşı cût idî)



284



HARIZMŞAHLAR.



Şehir hayatının bu nisbî inkişâfına rağmen, halkm en kesif sınıfım çiftçiler teşkil etmekte idi. Köylerde yaşayan bu çiftçilerin hukukî ve İktisadî vaziyetleri, niuhtelif coğrafî mmtakalara göre, mühim değişiklikler arzediyordu. Mamafih bu değişiklikler aynı mıntakada ya­ şayan köylüler arasında da mevcût idi. Umûmıyet itibârı ile kökleri maziye dayanan feodal bir hayatın deyam ettiği HvSrİzm ve Iran saha­ larında, büyük Selçuklu hâkimiyetinin doğur­ duğu kabîle muhaceret ve iskânları ve askerî iktâlar usulünün tatbikî muvaffakiyetle netice­ lendikten sonra, yeni imparatorluğun kurduğu nizâm ve emniyet, köylünün hayat şartlarım oldukça düzeltmişti. Bu devirde gerek devletin, gerek iktâ sahiplerinin, sulama işlerinin tan­ zimi ve ziraat için yeni sermâyeler tahsisi su­ retiyle, koy iktisâdının inkişâfına himmet ettik­ leri görülüyor. Sancar 'in son devirlerindeki muvaffakıyetsiz harpler ve bilhassa Oğuz isyanı, Horasan şehirleri kadar köylülerini de ağır zararlara uğrattığı için, Hv&rizmşahlar hâki­ miyetine geçtiği sırada bu saha artık eski zen­ ginliğini kaybetmiş bulunuyordu. Köylüler ara­ sında topraktan mahrum gündelikçiler ve yan­ cılar ile beraber, hukukî vaziyetleri İtibârı ile âdeta s a r f ’leri hatırlatan küçük toprak sahip­ leri büyük ekseriyeti teşkil ediyordu; bunların dışında, adetâ müstahkem bir kule mâhiyetin­ deki ikametgâhlarında oturan ve geniş toprak­ lar İle beraber kuvvetli işletme sermâyesine de mâlik olan dihkân ia r sınıfı, bir nevî top­ rak aristokrasisi teşkil ediyordu. İktisadî ha­ yatı, civar toprakların ziraî istihsâline bağlı olan küçük kasabalarda veya onun civarındaki malikânelerinde oturan bu zengin çiftçiler ara­ sında, devlet hizmetinden çekilmiş me’mûrlara, İhtiyar askerlere de tesadüf ediliyordu. Mama­ fih bunlar da artık reâyâ mefhûmu içine girmiş bulunuyorlardı. Bütün bu ictimâî sınıfların dışında, bir dev­ let idaresini dâima işgal eden diğer bir unsur daha vardır ki, o da göçebe kabilelerdir. Esa­ sen geçim vâsıtalarını hayvancılık teşkil eden bu kabilelerin otlak ihtiyaçlarım karşılayacak muayyen yaylak ve kışlaklar te'min etmek ve mevsim göçleri esnâsmda yol üstündeki yerle­ şik halkı, yâni köy ve kasabaları, onların tecâ­ vüzlerinden korumak lâzımdır. Kabilelerin dev­ lete karşı bukûkî vaziyetleri vergilerin mâhiyet ve mıkdarı da birbirinden farklıdır: Selçuklu­ lar devrinde türkmen kabilelerinin, Hvârizmşâhlarda Kanglı-Kıpçak kabilelerinin, moğullar zamanında moğul kabilelerinin, hükümdar ailesi ile karâbetleri dolayı sı ile, bir nevî imtiyazları vardır; ordunun bir cüz’ünü teşkil etmek ve askerî vazife ile mükellef olmak doîayssı ile,



bir takım vergi muafiyetlerinden istifâde ettik­ leri gibi, askerî kıt’a olarak da kabîle reisle­ rinin emri altında hizmet ederler. Büyük kabîle reisleri, doğrudan-doğruya hükümdarın şahsına bağlı oldukları için, idare makinesinin onlar ile münâsebetleri çok mahduttur ve hu kabile­ ler âdeta onun otoritesi dışında yaşarlar. Hü­ kümdar ailesi ile karâbetleri olmakla beraber, devletin askerî kıt’aları mâhiyetinde vazife gö­ ren Yazırlar ve Halaçîar gibi, bâzı türkmen ve türk kabilelerinin de HvSrizmşâhlar devrinde Kanglı-Kıpçaklara mahsus imtiyazlara mâlik oldukları görülüyor. Mamafih, askerî vazifeleri olmayan sair kabileler, hukukî bakımdan, reâyâ denilen kitle içine dâhil bulunuyorlardı. II, D i n î h a y a t ; m e z h e p ve t a r i ­ k a t l e r . Müslüman şarkın orta çağ tari­ hini tetkik ederken, tıpkı garp orta çağında olduğu gibi, o devir cemiyetinin hayatında adetâ ilk plânda gelen dinî âmilleri dâima göz önünde tutmak icâp eder. Bu bakımdan, Hvarizmşâblar devrinin ictimâî ve siyâsî tarihini anla­ yabilmek için, dinî hayatın başlıca tezahürleri­ ni, mezhep mücâdelelerini, tarîkatlerin nufûz derecesini, umumî hatları ile de olsa, tenvir ve izaha ihtiyâç vardır. Umûmî olarak, Hvârizmşahlar devrinin dînî tarihi Selçuklular devri dinî tarihinin tabi'î bir devamı gibi telâkkî oluna­ bilir. Fatımî hilâfetinin kuruluşundan sonra, onların sünnî mezhebindeki Abbasî halifele­ rine karşı İran ve Efganistan sahalarında giriş­ tikleri propoganda, ilk Selçuklular devrinde son haddini bulmuş ve Haşan Şabbâh 'm kur­ duğu Îsmâilî teşkilâtı, Selçuklu imparatorları­ nın bütün gayretlerine rağmen, her tarafa ya­ yılmış İdî. Başlıca merkezi Aiamut olmak üzere, muayyen sahalarda yer-yer kurulan müstahkem kalelere istinat eden ve her tarafta gızli-gİzli işleyen bu teşkilât, tedhiş usûlleri ile umûmî bir yılgınlık yaratmış idi. Abbasî halifelerini şi'î mezhebindeki Büveyhîlerİn tahakkümünden kur­ tardıktan sonra, geniş impartorluklarında Sün­ nîliğin zaferini te'min eden Selçuklu hüküm­ darları, türlü âmillerin te'sİri altında, ismâilîbâtmî cereyanını temizlemeğe muvaffak olama­ dıkları gibi, muayyen sabalarda eskiden beri devam edip gelen şi’îliğı de ortadan kanıra­ madılar. Mamafih kendilerinden evvel Sâmânîlerin ve Gaznelilerin tâkip ettikleri sünnîlik siyâsetini daha büyük bir azimle devam etti­ ren Selçuklular zamanında, Sünnîliğin ve hanefîlığİn imparatorluk memleketlerinde, resmî ve hâkim mezhep sıfatı İle, muzaffer olduğu mu­ hakkaktır. Hanefîlikten sonra, imparatorlukta yayılmış olan en mühim mezhep şâfi'îlik idi. Selçuklular devrinde imparatorluğun her tara­ fında kurulan hanefî vç şâfi’î medreseleri,



HÂRİZMŞÂHLA&. sünnîlîğe düşman ve devletçe takibata mâruz diğer mezhep ve zümrelere karşı mücâdele edecek unsurları yetiştirmekte idi. Şi'îlik Kum, Kâşân, Sebzvâr, Türşîz, Rey ve Ferahan gibi, mahdut sahalarda ve Kûhistan gibi, bâzı mmtakalarda hâkim id i; F ars’ta bâtmîlerin sab'ıya şubesine mensup olanlara, Kûh~i Geylûye ’de bir takım müihidlere tesadüf olunduğu gibi, Isfahan ve NişSpur gibi büyük şehirlerde de, az sayıda olmakla berâber, şi’îlere rastlanıyordu. Mamafih mezhep mücâdeleleri hanefîler ile şâfi’îler ara­ sında da çok şiddetli id i: Isfahan ve Nişâpür gibi büyük merkezlerde vukua gelen mezhep kavga­ larında bir çok kimselerin Ölüp-yaralandığını, medreselerin, kütüphânelerin v. b. binaların yakıldığım görüyoruz. Bilhassa avam arasında çok şiddetli olan bu münâferet, geniş düşünceli sûfıler tarafından, tenkit edilmekle berâber, msl. A sir al-Din Ahsikatî gibi, bâzı şâirler ara­ sında da mevcut idi. Selçukluların ehl-i sün­ net akidelerine aykırı düşünceler besleyenleri şiddetle tâkibâta uğratmaları sebebi ile, feylelesofîara ve dehrîlere artık tesadüf edilmedi­ ğini, ö devrin mutaassıp bir müellifi iftiharla söylemektedir, 'Ayn aî-Çuzat Hamadani 'nin âkıbeti, Sancar devrinde Nişâpür reisi Şihâb al-IsîSm ’ın nişâpûrlu: bir şî'î vaizini öldürtmesi gibi hâdiseler, XII. asırda şi’î âlimlerinin Sel­ çuklu hâkimiyeti sahalarından muhâceretlerîne sebep olmuş idi. Kuruluşundan yıkılışına kadar Selçukluların dînî siyâsetini takip eden Hvârizmşâhlar devleti Horasan ve Irak ’a hâkim olduğu zaman, vazi­ yet işte bu merkezde idî. Hvarizm sahasına gelince^ Sünnîliğin eskiden beri hâkim olduğu bu sahada din âlimleri arasında kelâm ilminin en rasyonalist bir mektebi (m ezhebi) olan mûtezile XI, asırda büyük bir inkişâf göstermiş ve moğul istilâsından sonra dahi devam etmiş­ tir. Hvârizm âlimleri arasında dinî münazara­ ların taassup hislerinden tamâmıyle âzâde ve objektif bir tarzda cereyan ettiğini, muasır şâhidlerin ifâdelerinden öğreniyoruz. XI.— XII. asırlarda Horasan'm büyük ilim merkezlerinde kerrâmîler* mû'tezilîler ve eş'arîler gibi, kelâm mektepleri mensûpları arasındaki mücâdeleler Hvârizm'de de mevcut idi; fakat bunlar, çok mahdut bir mütefekkir zümresi içinde kalarak, umumî nizâmı bozacak ve siyâsî tahrik vâsıtası olacak bir mâhiyet almadıkça, devlet müdâha­ lesine lüzûm görülmüyordu. Hvârizmşâhlar, hanefîlik ve şâfi'îlik gibi, iki büyük sünnî mezhe­ binin himayesini dînî siyâsetlerine esâs yaptı­ lar; şi'îler ve ismâiliiîler gibi, siyâsî gayeler takip eden zümrelerin imhası için var kuvvet­ leri ile çalıştılar. TÖkiş ’in Rey 'deki şâfi’îler in reisi imam Şadr al-Din Muhammed b. al-Vaz-



zan ’ a karşı büyük teveccüh göstermesi, tanın­ mış şâfi’î fakıhlerinden Şihâb al-Din al-Hivaki ’nin'A lâ’ al-Din Muhammed’in en nufûzlu müşavirlerinden olması buna delildir. Ma­ mafih bütün bu hareketlerde siyâsî men­ faatlerin birinci derecede âmil olduğu unutul­ mamalıdır : Tökiş Kum, Rey ve A ve seyyidlerinin (alevîlerin ) nakîbi olan 'İzz al-Din YahyS’yı öldürtmekte tereddüt etmemişti. Hâlbuki eAlâ* al-Din Muhammed, Abbasî halifesi al-N 3 şir il­ din Allah ’m yerine, Tirmiz seyyidlerinden birini halife ilân eylemişti. Seyyidler, Selçuklular ve daha evvelki sülâleler devrinde olduğu gibi, bütün imparatorluk memleketlerinde imiiyâzlı bir smıf teşkil etmekte İdiler. Onlar başta ol­ mak üzere, müderrisler, vâizler, müzekkirler, imam ve hatipler, medrese talebesi amûmî ef­ kâr üzerinde çok müessir bir „din adamları şebekesi" vücûda getiriyorlardı ki, Sünnîliğin başlıca istinat gâh lan bunlardı. Buhârâ ’da daha Kara-Hanlılar devrinde büyük bir nufûz ve ser­ vet kazanarak, çok mühim siyâsî roller oyna­ yan ve aile reislerine şadr-i cihan unvanı veri­ len A l Burhan kendi servetleri ile binlerce talebeyi medreselerde besleyip, okutmakta idi­ ler. Bu mikyasta olmamakla berâber, diğer büyük şehirlerde de bu gibi eski ve nufûzlu ulemâ aileleri, halk üzerinde büyük nufûza mâlik idiler; ve şehir reisliği, kadılık ve şeyhülislâmlık gibi, mühim vazifeler bunların elinde bulunuyordu. : îş te 'A lâ ’ al-Din Muhammed’in Abbasî halifesi âl-Nâşİr aleyhindeki siyâsetinin muvaffak olama­ masında umûmî efkârın nâzımı vaziyetinde bu­ lunan bu din adamları şebekesinin büyük te’siri olmuştur. ‘A la1 al-Din Muhammed, halife al-Naşir aleyhine, Irak seferine gideceği esnada, Buhârâ sadr-ı cihanı Burhan al-Dİn Muhammed % İki oğlu ve kardeşi ile birlikte, Hvârizm ’e getir­ meği ihtiyata uygun bulmuş ve bu hareketinin Buhârâ hanefîlerini kendi aleyhine çevireceğini nazar-İ itibâra almamış idi. Terken Hatun, mo­ ğul hücumu korkusu ile, Hvârizm ’den kaçarken, bunları nehre attırmak suretiyle öldürtmüş ise de, bu ailenin moğul istilâsından sonra da Buhârâ ’da aynı mevkii muhafaza ettiği ve Uicaytu devrinde bunlardan birinin hacca gittiği ma­ lumdur. Hvârİzmşâhlarm teşekkül ve inkişâf devri olan XII. asırda, şer’ı hizmetler ile mükellef olan bu din adamları zümresinin dışında, iamâmiyle ruhanî mâhiyette, yeni bir ictimâî unsûr, artık iyice teşkilâtlanmış bir surette, meydana çıkmış ve bütün İslâm âleminde faâliyete baş­ lamış bulunuyordu. Sonraki asırlarda tarihî rolü gittikçe artan bu yeni kuvvet, büyük sûfîlerin teşkil ettikleri tarikatlerdir. Irak ve Horasan 'da I daha XI. asırda kuvvetle kendini gösteren tarî*



İ86



kÂRİZMŞÂHLAft



kati er, XII. asırda cemiyet içinde maddî ve ma­ nevî büyük bir rol oynamağa başladı. Eski sûfîler savma a, bulça ve zâviya adları verilen İnzivagahlarında, etraflarına mahdut bir zümre toplayarak, münferit ve münzevî yaşarlardı. Son­ raları mühim merkezlerde büyük hânkahlar kurarak, oralarda dervişleri İle beraber toplu bîr hayat geçiren büyük ve nufûzîu sûfîler umûmî hayat üzerinde müessir olmağa başla­ dılar ; mescit, hamam, kütüphane, mutfak ve mes­ ken gibi müştemilâtı da bulunan bu bânkahlarda, onu te'sis eden büyük sûfî ölünce, yerine halifesi geçiyor ve onun türbesini de ihtiva eden bu hânkah, teşkilâtın merkezî ve mukad­ des yeri mâhiyetini alıyordu. Çünkü onun ha­ lifeleri başka sahalara dağılarak, oralarda da yeni tekkeler kuruyorlardı. Bu müşterek haya­ tın neticesi olarak, tarîkatin âdâb ve erkânı, kaideleri, muayyen renk ve şekillerde elbise ve külahları, kendilerine mahsûs sair alâmetle­ ri tanzim ediliyordu. İşte Berat 'ta — ‘Abd A l­ lah Anşâri 'nin, Mihana 'de — Abu Sa‘id Abu i-^ ay r 'm, Câm 'da — şeyh Ahmed Cami 'nin ve Kâzarün'da— Abü İshâk Kâzarüni'nin hânkahları bu suretle teessüs etmiş ve asırlarca birer zîyâreigâh olmuş idi. Bu hânkahlardan bazıları sonradan, yine aynı menşe'den gelmekle beraber, yeni bîr isim altında şöhret kazanan tarikatlere mâl edilmiş ise de, msl. Kâzarüniya ( diğer isimleri Murşidiya veya îshakiya ) tarikatı asır­ larca Suriye 'de, Anadolu 'da, şimalî Hindis­ tan ’da, Türkiye 'de İran ve Irak 'ta devam etmiştir. Buna mukabil, bâzı teşekküllerin sâdece mahallî kaldığını ve az zamanda da­ ğılıp, unutulduğunu biliyoruz. XI. asırda Merv ve Nasâ şehirlerinde ehemmiyet kazanmış olan seyyârîlerin XII. asırda artık ehemmiyetleri kalmamış idi. Büyük sûfîlerin kalabalık meclis­ lerine kadınların da, kapalı olarak, İştirak ettik­ leri oluyordu. Sûfîlere karşı aleyh dar olanlar, bilhassa kadılar ve müderrisler gibi, din adam­ ları idi. Lâkin en şiddetli rekabet, muhtelif sûfîlere veya tarîkatlere mensup olanlar ara­ sında göze çarpıyordu. Kerametleri dilden-dile dolaşan büyük sûfîler, etraflarında muhtelif İçtimaî sınıflara mensup yüzlerce, hattâ binlerce mürîd toplayabiliyorlardı. Muhtelif sabalarda yayılıp, teşkilâtlanmağa muvaffak olan tarikat­ lar ise, tabi atiyle daha geniş bir nufûz mıntakasına sahip bulunmakta idiler. Hükümdarla­ rın ve büyük ricalin her hangi bir sûfîye veya her hangi bir tarikata intisap etmesi ise, bu nufûzu büs-bütün kuvvetlendiriyordu. H vârizmşâh!ar imparatorluğunun muhtelif sahalarında, yukarıda adı geçen büyük pirlerin veya mensuplarının, yahut sâır büyük sûfîlere nisbet iddia eden bir takım şeyhlerin hânkah­



larına, yalnız büyük şehirlerde ve kasabalarda değil, hattâ köylerde bile tesadüf olunuyordu. XII. asrın ikinci yarısında, kalandariya [b; bk.] tarikatine mensup dilenci ve serseri derviş züm­ releri orta şarkın her tarafında göze çarpmakta idi. Bu asrın sonlarına doğru, H^ârizm 'de meşhûr şeyh Nacm al-Din Kubrâ (540—-618 ) 'nm büyük bir nufûz kazandığını görüyoruz. Uzun seyahatler ederek, devrin bir çok tanınmış sûfİlerinden istifâde ettikten sonra hânkahmı kuran ve Macd al-Din Bağdadi başta olmak üzere, Sa'd al-Din HaraSyi, Sayf al-Din Bâharzİ, Razi al-Din 'A li Lala, Nacm al-Din Râzi, cAttâr, Bahâ' al-Diu Valad [ bk. mad.] gibi, bir çok halifeler yetiştiren bu hvârizro!İ sûfî, kübreviye veya zebebıye tarîkatinin müessisi ve bir çok sûfiyâne eserlerin müellifi sıfatı ile de şöhret kazanmıştır. Mürîdleri ile berâber, moğullara karşı cenk ederken, şehit düşen bu sûfî hak­ kında, sonradan, çagatayca ve farşça menâkip mecmuaları da yazılmıştır, Tökiş ve ‘Ala’ al-Din Muhammed devirlerinde payitahtın bariz şah­ siyetlerinden biri olan ve Terken Hatun ile bü­ yük ricâlin de hürmetini kazanan, Nacm alDin Kubrâ, çok sevdiği halifesi Macd, al-Din Bağdadi’nin 'A lâ’ al-Din tarafından bir hiddet buhranı esnasında öldürülmesi üzerine, hüküm­ dara karşı münfail bir vaziyet almış ve bunu açıkça izhârdan çekinmemiştir. Mağrur hüküm-, darın buna karşı bir şey yapamaması, Terken Hatun ve tarafdarlarından başka, umûmî efkâ­ rın da şeyh ile berâber olduğunu anlatmakta­ dır. Mamafih XII. asırda, Seyhun Ötesi bozkır­ larında yaşayan türk göçebelerinin İslâmlaşma­ sında ve bunlar arasında' bir türk tarîkatinin kurulmasında, en büyük rolü oynayan Ahmed Yasavi [ b, bk.] oldu. O devir kaynaklarında kendisinden bahsedilmemekle berâber onun ve dervişlerinin Hvarizm 'de ve bozkırlardaki derin te'sirlerî asırlarca devam etmiş, nakşbendîlik ve bektaşîlik gibi, büyük tarikatlerm teşekkü­ lünde âmil olmak suretiyle, bu te'sir bütün türk sabalarında kendini göstermiştir. Türkçeyi tari­ kat dili olarak kabûl etmek suretiyle, türk ta­ savvuf edebiyatının kurulmasında da başlıca âmil olan Ahmed Yasavi 'nin ve Yasavi derviş­ lerinin, Seyhun havzasındaki İslâmlaşma hare-. ketinde, daha XII. asırdan başlayarak, büyük bir rol oynadıkları ve bunun XIII.— XVI. asırlarda devam ettiği kuvvetle söylenebilir. Oldukça tahsil görmüş, münevver insanlar olan Hvârİzmşâhlar, XII. asrın şâir müsiüman hüküm­ darları gibi, sûfîlere ve tarîkatlere karşı dost ve hâmî vaziyeti almaktan geri durmadılar. Bu | devletin menfaati icâbı idi. A tsız 'm, Sultan Sancar ile kendi arasındaki mücâdelede, Zâ1 hid-i Âhü-Püş lekabı ile meşhur bir dervişin



.1



:



'M



«1 I I



H Â R İZ M ş A



tavassutuna mürâcaat etmesi bunun bir delili­ dir;:: Mamafih Selçuklu imparatorları gibi, Hvammşâlılar da tarikat teşkilâtını devletin murakabesi altında bulundurmak siyâsetini ta­ kip ettiler. Terken Hatun 'un himaye ettiği şeyh Maed al-Din Bağdadi 'nin şayh al-şu yuh unvanını taşıması, Hvârizmşâhlar devletinin aksa ’l-kuzât 'hk müessesesine muvazi bir teşkilât kurmak istediğini anlatmakta ise de, hem himaye hem de murakabe vazifelerini gö­ recek böyle bir müessesenîn kurulduğuna dâir elimizde hiç bir vesika yoktur. 'Ala’ al-Din Muljammed'm câhil ve mürâî şeyhlere inana­ rak, onları din âlimlerine tercih ettiği, hattâ büyük âlım Fahr-i Razı 'nin, hükümdarı ikaz maksadı ile, avamdan iki kişiyi şeyh kıyâfetine sokarak, hükümdarı kandırdıktan son­ ra^ işi açıkladığı hakkında, XII. asır mü­ verrihi Vâşşâf 'ta mevcut bir kayıt, eA lâ 5 alDin 'in mîzâcı ve devrin İcapları göz önüne alınınca, asla itimada lâyık sayılamaz. Hulâsa son Hvârİzmşâhlarm ve bilhassa ‘Ala1 al-Din Muhammed 'in, büyük Selçuklu imparatorları gibîj „isiâm dünyasının sultam" olmak yolun­ daki gayretleri hiç bir müsbet netice verme­ miş ve kendilerine İslâm umûmî efkârında, son Gûrlu sultanları kadar olsun, sevgi ve itimad telkin edememiştir. HI. İ l i m v e s a n ' a t h a y a t ı . HvSrizmşahlar devrinin, ilim ve san'at inkişâfı bakı­ mından, bir gerileme veya duraklama devri olduğu söylenemez. Büyük Selçuklular devrinde imparatorluğun mühim medenî ve siyâsî mer­ kezlerinde görülen fikrî ve edebî faaliyet, Oğuz isyanının Horasan şehirlerinde yaptığı tahribat:ve o sâhalarda yarattığı anarşi geç­ tikten sonra, tekrar başladı; Sancar 'in ölümü ile Irak Selçuklularının ortadan kaldırılması :arasında geçen zaman zarfındaki mütemâdi mücâdelelerin Gûrlular, HvSrizmşâhIar ve Ka­ ra-Hıtaylar arasındaki rekabetlerin Horasan ve Hvgrizm 'de maddî:; zararlara sebep olduğu muhakkaktır; fakat buna rağmen, XII. asrın :ilk yarısındaki fikrî ve edebî faâliyet, asrın ikinci yarısında da devam etmiş ve bilhassa Hvârİzmşâhların payitahtı; olan Gürgenç, mad; dî bakımdan, büyük bir inkişâf gösterdiği gibi, ilim ve san’at merkezi olmak itibârı ile de, Horasan 'ın büyük şehirleri ile rekabet edecek bir seviyeye yükselmiştir. Gurlular zamanında Gazne'nin, fikrî bir merkez olmak bakımın­ dan, eski ehemmiyetini kaybetmesine mukabil, bir taraftan: Dehli ve diğer taraftan Fîrûzkûh b u : mâhiyeti: kazanmağa çalıştılar; lâkin Fîrûzkûh 'un tamâmiyle sun'î olan inkişâfı pek az sürmüş; buna mukabil Dehli, memlûk sultan­ larının himmeti ile, büyük bir İslâm medenî



h



LAR.



sBf



merkezi hâline gelmiştir. Moğul istilâsından bir az evvel, Herat, Belh, Merv ve Nişâpür gibi, başlıca Horasan merkezlen bakkmda, o devir müelliflerinin müşahedelerine dayanarak, verilen malumat, Oğuz isyanı tahribatının çoktanberi telâfî edilmiş olduğunu göstermektedir. Sultan Sancar'in payitahtı olmak dolayısıile, onun uzun saltanatı esnasında büyük bir inki­ şâf gösteren Marv al-Şâhcân moğul istilâsından evvel de zengin, mâmûr ve kalabalık bîr şehir idi. Moğul istilâsından bir az evvel burasım terkeden Yakut Hamavi 'nin ifâdesine göre, bu şe­ hirde ıo büyük vakıf kütüphane mevcût idi; büyük camide, Sancar ricalinden ‘Izz al-Din Zancâni tarafından te'sis edilen al-Hizânat al‘A ziziya'de 12.000 cilde yakın kitap vari di ; yine aynı camide al-Hizânat al-Kamâliya adlı bir kütüphane daha bulunuyordu. Bunlardan başka, 494. ( n o ı } 'te ölen Şaraf al-Mulk Mustavfi Abü SaMd Muîıammad b. Manşür 'un hanefîlere mahsûs medresesi ile meşhur Nizâm al-Mulk 'ün Nizlmiya medresesindeki kütüphaneler ile Sam'âni hanedanına âıt diğer iki kütüphane, ‘Amidiya iie Hâtüniya medreseleri kütüphane­ leri, Zamiriya ve Macd al-Mulk kütüphaneleri. Bu kütüphanelerden kolaylıkla istifâde ettiğini ve eserini ancak bu sayede vücûda getirebil­ diğini itiraf eden Yakut, gerek nüshaların çoklüğü, gerek ehemmiyet ve kıymeti itibârı İle, dünyanın hiç bîr şehrinin Merv ile boy ÖIçüşemeyeceğini söylüyor. Bütün bu izahat Merv 'in Hvârızmşâhîarm hâkimiyeti altında da bü­ yük bir fikrî ve medenî merkez olduğunu açık­ ça göstermektedir. Mamafih daha Sâmânîler devrinden beri Horasan m en büyük merkezi olmak imtiyazım taşıyan Nişâpür, bu mâhiye­ tini Hvârizmşahîar devrinde de muhâfaza et­ mekte idi. İşlek ticâret yolları üzerinde mühim bir ticâret ve sanâyî merkezi olan bu şehir, Oğuz isyanında ağır tahribata uğramakla be­ râber, az zamanda tekrar kalkındı ve burasım kendilerine merkez yapan Ay-Aba hanedanı zamanında, siyâsî merkez olmak itibârı ile, ye­ niden Horasan ’ın en mâmur, kalabalık ve zen­ gin şehri olmakta devam etti. Yalnız şehir bu defa eski şehrin garbındaki Şâdyâh ismini ta­ şıyan mahalde kurularak, asıl inkişâfını bura­ da göstermiştir ki, burası TâHrîler zamanın­ daki ehemmiyetini sonradan kaybetmiş ve Sel­ çuklular devrinde de ordu mensûpîanmn se­ ferler esnasında Nişâpür halkının evlerini işi gâl etmemeleri için, askerî bir menzil mâhi­ yetini almış idi. Hvârizmşâhları metbû olarak tanıyan ve onlardan bâzı iktâlar da alan Toğan Şah zamanında Nişâpür ilim ve san'at adamlarının onun sarayı etrafında toplandık­ ları parlak bir medeniyet merkezi olmuş, eski



m



HÂRİZMŞÂHLAR.



binalar tamir edilmiş, yepi-yenî medreseler, hânkahlar ve saraylar İle süslenmiştir. Nizâm al-Mulk 'ün buradaki Nizimiya medresesinden başka, Hâtuniya ve İnanç medreseleri gibi, büyük medreseler Sancar ün annesi Tae al-Din Hatun tarafından te’sis edilmiş bir ççk hayır ve ilim müesseseleri Toğan Şah ün XV. asırda hâlâ harâbesine tesadüf edilen Nigâristan kas­ rı, Alp-Arsian kasrı ve mescid eâmi şehrin başlıca binâlarmdan idi. Selçuklu devri ricaline ve şehrin büyük ve zengin ailelerine âit va­ kıflar mebzûl idi. Oğuz tahribatının neticele­ rine şâhid olduğuna söyleyen Yakut Hamavi 'nin bu şehri şehirlerin en zengini ve en ka­ labalığı göstermesi, 'A vfi üıin buradaki âlim ve sanatkârlardan uzun-uzun bahsetmesi, Nişâpür'un ehemmiyetini izaha kâfidir. Horasan ve Irak'm diğer büyük merkezlerinde de ilim ve san’at hayatının Selçuklular devrindeki tabi’ı mecrasını takip ettiği, yâni H^ârizmşâhlar hâkimiyetinin her hângi bir değişikliğe sebep olmadığını, anlatmak için, fazla izahata lüzum yoktur. Hvârizmşahlarm bu husustaki en büyük rolü, Ürgene ’in XII. asır esnasında mütemâdi büyü­ yüp, zenginleşmesinde ve kuvvetli bir devletin payitahtı sıfatı ile, Horasan ün büyük şehirleri ile rekabet edecek bir ilim ve san'at merkezi hâline gelmesinde kendini gösterdi. Coğrafî mevkii itibârı ile, esasen mühim bir ticâret merkezî olan bu şehir, A tsız zamanından baş­ layarak, bilhassa Tokiş ve ‘A lâ' al-Din devir­ lerinde, devrin belli-başh âlim ve sanatkârla­ rım cezbeden parlak bir ilim ve san'at muhiti oldu. Hükümdarlar ve şehzadeler, hemen umu­ miyetle iyi tahsil görmüş ve edebî kültür sahi­ bi İnsanlar oldukları cihetle, etraflarına âlim­ leri ve şâirleri topluyorlar, onları himaye edi­ yorlardı ; aralarında şiir ve mûsiki He uğra­ şanlar, güzel yazı yazanlar da var İdî, Atsız Ürgenc Ü Sancar ün payitahtı olan Merv ile rekâbet edebilecek bir ilim merkezi hâline koymak için, 536 (1141/1142 ) 'daki Horasan seferlerin­ den dönüşte bir takım meşhur âlimleri buraya getirmişti: kadı Abu Ü-Fazl Kirmanı (457— 5 44= 10 6 5— 1150), vâİz Abü Manşur ‘Abbadi ( ölm, 547 = 1152), kadı Husayn ArsSbandi (ölm. 548 = 1153 ), feylesof Abu Mubammed Harami (ölm. 540 = 1146) gibi. H>ârizmli meşhur tabip ve müellif Sayyid Ismâ'il Curcân i’nin 531 ( 1137 ) 'de ölümü üzerine, Atsız Bagdad 'a meşhur tabip Abu Ü-Barakât 'a bir adam yollayarak, şâkirdlerinden birini Hvârizm 'e yol laması m ricâ etmiş idi. Horasan 'dan ge­ tirilen âlimler, Sancar ile A tsız arasında sulh akdedilince, tekrar yerlerine dönmüşler ise de, kendi arzuları ile gelenler ve bvSnzmli büyük



âlim ve edipler de çok idi. Sancar ün Ölümün­ den ve bilhassa devletin bir imparatorluk şek­ linde inkişâfından sonra, bu muhaceret büs­ bütün kuvvetlenmişti. HvarizmşShIarm inşâ-divanmın başında dâima devrin en tanınmış mün­ şileri bulunuyordu; Tökiş devrinde bu vazifede bulunan Bahâ1 al-Din Mubammed b. Mu’ayyad al-Bağdadi XII. asrın en tanınmış münşilerinden idi. Fabr-i Hvârizm lekabım taşıyan Zamahşari. ( 467— 538 = 1074 — 1144 ), şâir ve münşi Raşid VatvSt ( Ölm. 573 = 1178 ), Fahr ai-Dİn Râzi, Şibâb al-Din Hivaki, kadı Şams al-Din Muhammed al-Zâbi ve daha bir çok tanınmış âlim ve şâirler, Hvârizm 'de yaşamışlardır. ‘A v fi 'nin buradaki ilim ve san'at adamlarının çokluğunu gökteki yıldızlara benzetmesi, moğul istilâsından evvelki yıllardaki medenî inkişâfın yüksekliğini gös­ termeğe kâfidir. Her tarafta medreseler, kütüphâneler, hânkahlar, bastabâne ve ecza ha­ neler mevcût idi; son devirlerde 596 (1200) 'da İsmailîler tarafından öldürülen vezir Nizâm al-Mulk, burada bir Nizâmiya medresesi vücûda getirmişti. Zengin vakıflara mâlik olan bu ilim müesseselerinin başına, hükümdarların fermanı ile, en tanınmış âlimler tâyin ediliyordu. Hü­ kümdarların büyük iltifatlarına mazhar olan şöhretli âlimler, büyük servet ve ihtişam içinde yaşamakta ve büyük nufûza mâlik bulunmakta idiler, Fahr-i Râzi ve Şihâb al-Din Hivalçi gibi âlimlere takdim edilen kasideler bunu açıkça gösteriyor. Bu sonuncu âlım Hvârizm 'deki kütüphânesİ hakkında Nasavi 'nin verdiği malûmat, sonra müverrih İbn Isfandİyar ün şe­ hirde kitap ticâreti ile meşgûl sahaflara mah­ sûs bir çarşı bulunduğundan bahsetmesi, payi­ tahtın nasıl bir ilim ve san'at merkezi oldu­ ğunu te'yit eden delillerdir. Hvârîzmşâhlar devrinde, ilim ve din lisanı olmak haysiyeti ile, arapçanın eski, ehemmiye­ tini muhafaza ettiği görülüyor. Fakat yalnız din ve ilim adamları değil, geniş bir edebî kültür sahibi olanlar da mutlaka arap dil ve edebiyatına, kuvvetli bir surette, vâkıf bulunu­ yorlar, hattâ çok defa her iki dili de muvaf­ fakiyetle kullanıyorlardı. XII. asırda farsçanm, muhtelif ilim şûbelerine âit eserler yazmak husûsunda, git-gide daha fazla kullanılması, ana dilleri türkçe veya farsça olan orta sınıf mü* : nevverler arasında bu gibi eserleri» daha kolay anlaşılmasından ileri geliyordu. Mamafih eser­ lerinin bütün İslâm dünyasında ve arap mem­ leketlerinde yayılmasını isteyen âlimler arapça yazmağı tercih ediyorlar, hattâ mahallî icap­ lara göre, farsça yazmak zorunda kaldıkları kitaplarım arapçaya da çeviriyorlardı. Bu asır­ da bîr çok arap kelimelerinin eski farsça keli­ melerin yerine kaim olması, arapçaya hâs bir



HÂRİZMŞÂHLa R. takım üslûp husûsiye ilerinin farsçaya geçmesi en 1923, I I ), eski türk unvanlarının resmî teşrihep bu iki dilli müelliflerin te’siri He olmuştur. fât elkabı arasında kullanılması, prens ve pren­ Yaşadıkları muhit itibârı ile arapçadan çok seslere türk adları verilmesi ve bunların veri­ fazla farsça bilen HvârİzmşâhIar, kendi emir­ lişinde yine eski türk ananelerine uyulması, leri ile yazılan eserlerin bu dil ile vücuda geti­ kabîle teşkilâtında mahsus sağ ve sol taksima­ rilmesini istemekte idiler. Aynı suretle devle- tın ordu teşkilâtında muhafaza edilmesi ve ku­ Jetin resmî lisanı olarak da dîvan işlerinde mandanları harbe davet için, kendilerine kır­ farsça kullanılıyor ve fermanlar hep bu dil He mızı oklar gönderilmesi, bunun delilleridir. Bu yazılıyordu. ‘Alâ’ al-Din Muhammed devrin­ kabîle ananelerinden bîr çoğuna Hvârizmşâhde Hvârizmşâhlar tarihine âit yazılan manzum lardan evvelki ve sonraki muhtelif türk dev­ ve mensur iki eserin de ( bk. bibliyografya) letlerinde tesadüf edildiği malûm olmakla bera­ farsça yazılması, bu hanedan devrinde aeemeeye ber, bu Hvârizmşâhlar devrinde bunların mevverilen ehemmiyeti göstermektedir. Arap ve cûdiyetİndeki ehemmiyeti azaltamaz. Gerek bu hâdiseler ve gerek türk dili ve edebi­ acem dillerini aynı muvaffakiyet ve suhulet ile kullanan münşi ve müverrih Muhammed NasaVi yatının XI. asırdan beri İslâm medeniyeti çev­ ’nin son hükümdar Calâl al-Din’in tarihim resinde takip ettiği inkişâf göz önüne alınırsa, arapça yazması, onun menkıbelerini bütün İs­ bu inkişâfın Hvârizmşâhlar devrinde de tabi’î lâm âlemine duyurmak maksadından Heri gel­ mecrasında yürüyeceği kolaylıkla tahmin olu­ mişti ve esasen bu sırada Hvârizmşâhlar dev­ nabilir. Fakat İürkçenin, Gazneliler ve Selçuk­ letî de artık tarihe karışmış bulunuyordu. Fars- lularda olduğu gibi, saray ve ordu lisanı olarak çanın, devlet dili ve İlmî dil olarak, Hvârizm­ kullanıldığı Hvârizmşâhlar devrinde yazı -ve şâhlar devrinde arapçaya karşı kazandığı bu edebiyat dili sıfatı İle gösterdiği inkişâf ve ka­ galebe, XIII. asırda daha kuvvetlenmiş, vaktiyle zandığı ehemmiyet, vesikaların eksikliği yüzün­ arapça yazılmış bir takım İlmî ve tarihî eser­ den, henüz lâyıkı İle aydınlanamamıştır. Karaler yeniden farsçaça tercüme edilmeğe başlan­ Hanlılar sahasında XII. asırda vücûda gelen mıştır. Acem şiirinin tekâmülü bakımından, bu Hibat al-ftakâyik, lisânî ve edebî hususiyetler asır içinde artık eski Horasan mektebine mah­ bakımından, türk edebiyatının Kâşgar devrine sûs edebî an’anelerin değiştiği Irak, Arrân ve âit olduğu için { tafsilât için bk. Fuad Köprülü, Fars sahalarında yetişen büyük şâirlerin te'siri Türk dili ve edebiyatı hakkında araştırmalar, altında, Irak mektebinin teessüse başladığı göze İstanbul, 1934, s- 4S— 113), onu bir tarafa çarpar. Hulâsa ilim sahasında olduğu gibi, şiir bıraksak bile, Ahmed Yasayi ile muakkipleri­ ve edebiyatta da Selçuklular devrindeki inki­ nin XII. asırda yarattıkları türk tasavvuf ede­ şâfın^Hvârizmşâhlar devrinde yine eski tabili biyatını, doğrudan-doğruya Hvârizmşâhlar dev­ mecrasını tâkîp ettiği söylenebilir. rinin mahsûlü olarak telâkki etmek icâp eder. IV. T ü r k d i l i v e e d e b i y a t ı . BirTürk göçebeleri ve köylüleri arasında dervişlik türk-oğuz sülâlesi olan Hvârizmşâhlar devrinde, propogandası gayesini tâkip ettiği cihetle, bü­ bozkırlardan gelen yeni göçebe unsurların Hvâ­ yük nisbette türk halk şiiri ananelerine bağlı rizm ve Horasan sahalarında eskiden beri mev­ kalan bu edebiyatın dışında, Hvârizm ve ona cut türk unsurunu kuvvetlendirdiği ve bunlar­ civar Horasan sahalarındaki şehir ve kasaba­ dan bîr kısmının göçebelikten yerleşik hayata larda, klasik acem şiiri örneklerine göre, türkçe geçerek, köylerde ve şehirlerde yaşamağa baş­ şiirler yazıldığı, arapça ve farsçadan mensur ladıkları, tarihî vesikalardan ve yer adlarının tercümeler yapıldığı ve bu cereyanın moğul tetkikinden anlaşılıyor. Bilhassa XII. asrm ikin­ istilâsından sonra de devam ederek, Azerbay­ ci yarısında Kanglı-Kıpçakların, askerî kıt'alar can, Arrân ve Anadolu sahaları üzerinde de olarak, devlet hayatında daha müessir bir rol müessir olduğu tahmin olunabilir. Türk dilinin oynamaları ve hükümdar ailesi İîe yüksek türk Hvârizmşâhlar zamanındaki ehemmiyetini gös­ kabîle aristokrasisi arasında sıhriyetler teessüs teren diğer bîr delil de, Muhammed b. Kays etmesi, :Hvârizmşâhlar devletine son devirlerinde adlı bir müellifin Calâl al-Din Hvârİzmşâh 'a adetâ bir: kabîle devleti mâhiyeti vermiş ve bu­ takdim ettiği Tibyân luğât al-turkı- "ö/ö nun: neticesi olarak da umûmî ve husûsî ha­ lisân al-kanğli adlı mühim eserdir kİ, bugün yatta türk ananeleri yeniden canlanmış idî. Ca­ elde bulunmayan ve mevcudiyeti XIV. asır mü­ li! al-Din ’in ordusunda paganizm devrinden ellifi îbn Muhannâ 'um bir kaydından anlaşıl­ kalma eski: yadacıhk merasiminin icrası ( bk. makla beraber, gerek ismi ve mâhiyeti, gerek Fuad Köprülü, Eski iürklerde dinî-sihri bir müellifinin hüvviyeti son zamanlara kadar meç­ ardamı yağmur taşı, Edebiyat fakültesi meem., hul kalan bu eserin bîr kangh-fars lügati 1925, IV, 1— 11; frns, tre. Âctes du congres in- olup, gramer malûmatından başka, tarihî ve et­ ternaiionat d'histoiredes reliğions tenu â Paris nolojik bâzı bilgileri de ihtiva ettiği ve al-Mu U llm An»ikIopedi»i



19



2çd



HÂRİZMŞÂHLA&.



cam f i maâyir aşar al-acam adlı meşhûr i malarının bir faydası olmayacağım düşünerek, eserin müellifi tarafından vücûda getirildi- j Kayseri'ye getirdi. Orada sultan 'Alâ1 al-Din ğini daha 1927 'de meydana çıkarmış idik 'in iltifatlarına mazhar olan bu emirlerden Kırhan 'a — Erzincan, Berke Han ’a — Amasya, (Fuad Köprülü, ayn. e s r s. 15$— 162). Güçlü H a n 'a — Lârende ve Yağan-Doğdu (fil D. A nadolu ve S uriye ’DE hvâ r !zmlîler. mânasına gelen yağan hakkında bk. P. PelCalâl al-Dİn Hvârizmşâh [ b. bk.] 'm şarkî liot, L e s Form es Turques et m ongoles dans la Anadolu havalisindeki hareketleri ve nihayet nom enclature zoologıyue du N u zh a t ’ l-kulüb, Konya Selçuklu sultam ‘Ala* al-Dİn Kaykubad BSOS, 3, 1931, VI, 563} Han a — Niğde iktâ I. ordusu karşısındaki ağır hezimeti ( 28 rama­ olarak verildi. Bu suretle hvarİzmliler Anadolu zan 627 = 10 ağustos 1230)» Erzincan ve Er­ 'nun muhtelif yerlerine dağıtılmış oluyorlardı. zurum sahalarının Selçuklu hâkimiyeti altına Selçukluların bu genişleme siyâseti ve Ahlat girmesine sebep olmuş, Diyarbekir havâlisinde 'm zaptı, Eyyûbîleri harekete getirdi. Mısır de, Mardin müstesna olarak, Eyyûbîîerin hâki­ sultanı al-Malik al-Kâmil, muhtelif mmtakamiyetini kuvvetlendirmişti. Ertesi yıl ( 628 = lardakî bütün Eyyûbî hükümdarlarının da iş­ 1231), Calâl al-Din'în ölümünden sonra, bu tiraki ile, Maraş şimalinden Anadolu 'yu istilâya tehlikeli rakip karşısında İttifak ihtiyâcını du­ kalktı. Elde mevcut kuvvetle emîr Kamâl alyan Eyyûbîler ve Anadolu Selçukluları arasın­ Din Kâmyar'ı Toros geçitlerinin tahkimi için da şiddetli bir rekabet ve mücâdele devrinin yollayan Kaykubad I., Kırhan ve diğer fıvârizmli açılması tabi'î idi. İşte Calâl al-Din'in Ölümü emirler de maiyetinde olduğu hâlde, kuvvetli ile başsız kalan oldukça kalabalık bir takım bir ordu ile arkadan yetişti. Geçitleri geçeme­ Kanglı-Kıpçak kabileleri, bu iki devletten biri­ yen Eyyûbî ordusu çekilmek zorunda kaldı. nin askerî hizmetine girerek, kendilerine İktâ Hişn Manşür ve Diyarbekir'e doğru çekilen edilecek topraklarda yaşayacaklar ve ancak bu Eyyûbî ordusu, Harput 'tan gelen Artuklu kuv­ suretle moğul tehdidinden kurtulabileceklerdi. veti ile takviye edildi ise de, karargâhım O devir İslâm vakayinamelerinde h^ârİzmliler Malatya 'da kuran Kaykubad 'm gönderdiği kuv­ diye zikredilen bu kabileler, çoluk-çocukları ile vetler tarafından mağlûp edilerek, Harput ka­ birlikte, moğullardan kaçarak, Calâl al-Din'in lesine sığınmak zorunda kaldı. Harput muha­ maiyetinde toplanmış ve onun hareketlerine sarasına Kaykubad ordusun da iştiraki üzerine, iştirak etmiş mühim bir askerî kuvvet İdi. Bü­ Eyyûbî ordusu serbestçe çıkıp gitmek şartı ile, yük kabile reislerinin emri altında bulunan bu kale teslim edi di ( 6 3 1 = 1 2 3 4 ) . Bîr kaç ay hvârizmliler, sultanın ölümünden sonra, reisler­ sonra Kamâl al-Din Kâmyâr kumandasındaki den Kırban '1 kendilerine baş seçmişlerdi, işte Selçuklu ordusu Serûc, Urfa, Siverek, Harran Calâl al-Din 'in ölümünü müteakip, Elcezîre ve Rakka'yı zaptetmiş ise de, ordunun dönü­ taraflarını Eyyûbîîerin elinden alarak, toprak­ şünü müteakip, buraları tekrar, al-Malik allarını şarka doğru genişletmek siyâsetini ta­ Kâmil tarafıudau, geri alındı (1235 ). Hvâ kibe başlayan ‘Alâ1 al-Din Kaykubad, 1233'te rizmİilerin bu harekete iştirakleri hakkında eski müttefiki al*Malik al-Aşraf'e âit olan malumatımız yoktur; fakat onu takip eden Ahlat 'ı zaptettikten sonra, ser-eşker, yâni ordu Diyarbekir muhasarasında Kırhan ile diğer kumandanı, sıfatı ile, o havalinin muhafazası­ hvârizmlt emirlerin de bulunduğunu ve bunların na me'mûr edilen Sinin al-Din Kaymaz vâsıtası Sincâr'a kadar bütün o sahalarda büyük tahile, hvârizmlileri de kendi hizmetine aldı. Sinan ribât ve mezâlim yaptıklarını biliyoruz (633 *= al-Din, o sıralarda Hvârizm reislerinin Tatvan 1236 ). Bu muhasaranın neticesiz kalmasından 'a geldiklerini haber alınca, kendi vilâyetini ve Harrân havâiİsİnin Eyyûbîler eline geçme­ bu çapulcu kabilelerin şerrinden kurtarmak için, sinden hiddetlenen Kaykubad I., yeni bir sefer bunların devlet hizmetine alınmalarını, her ba­ için, ordusunu Kayseri 'de topladı; Kırhan '1 kımdan, faydalı bulmuş ve Şâhib Ziya1 al-Din Sivas valiliğine tahvil ederek, Erzincan 'm ida­ İle hvârİzmü emirler arasında Ahlat 'ta yapı­ resini oğlu.Giyâş al-Din'e verdi ve diğer oğlu lan bir anlaşma ile, Erzurum vilâyeti bunlara (İzz al-Din Kılıç-Arsian '1 veliahd tâyin etti. iktâ edilmişti. Ahlat'tan Erzurum'a doğru ha­ Fakat bir az sonra, zehirlenerek öldü ( şevval rekete geçen hârizmliier Tuğtâb havâlisinde 634 = 1237 ). _ Giyâs al-Din Kayhusrav II. 'in, babasının bulundukları sırada, ansızın küçük bir moğul müfrezesinin baskınına uğrayarak, ağır zayiat vasiyetine mugayir olarak, tahta çıkması, hvaverdiler ve dağıldılar, 4.000 hvârİzmiinİn 700 rİzmlilerin mukadderatı üzerinde meş'um bir moğul karşısındaki bu hezimetini gören Şâhib te'sır yaptı; diğer bir çok büyük emirler gibi, Ziya’ al-Din, her tarafa adamlar göndererek, Kırhan'm da 'îzz al-Din'e, veüahd olarak, sa­ hvârtzmlileri topladı; fakat bu mıntakada kal­ dâkat yemini etmiş olmasını vesîle ittihaz eden



HARIZMŞAHLAR. Sa*, bk.]'ya isnat etmeği tercih ederlerdi. Hâlbuki Haşan al-Başri ’nin asıl kendisinin «kaderi" olduğunda şüphe yoktur. Şu kadar var ki, kelâmı ihtilâflarda cephe alacak bîr şahsiyet değil idi. Onun nazarında asıl mühim olan şey insanın yaptıklarından tamamen mes'ûl oîmastve bundan dolayı akıbetten korkarak, günahtan son derecede sakınmasının gerektiği­ dir. Meşhur ve gayet: belîg vaazlarında halkı dâima günahlardan t^hzir ediyor ve gönülleri-



3n



ne Allah korkusu telkin eyliyordu (taşdîd alm a â şi). Murci'a fırkası, mü'min İçin îmânın kâfi olduğunu söylemek suretiyle, «büyük günah ları“ irtikâp eden fâsikin de mü'min sayılacağını kabul etmiş oluyordu. Haşan bunu aslâ kabul et­ mez; onun nazarında ağızla iman getiren, fakat günah irtikâp eden fâsik — «münafıktır". Bu noktada mutezile Haşan 'dan ayrılmaktadır. On­ larca fâsik — manzila baytı al-manzilaiayn yerini işgal eder. Haşan 'm kaderîliği kabûl edildikten sonra, ‘Abd aî-Malik 'e yazdığı (Rıtter tarafından neşredilen} meşhur risâlenin kendisine âıt olduğunu kabul etmek mümkün olur. Bu risale kaderî fırkasının bize kadar gelen yegâne orijinal vesikasıdır. Siyâsette Ha­ şan Başri, Emevîlerin ve Haccâc b. Yûsuf'un bâzı tedbirlerine alenen takbih etmekle berâber, hükümete karşı isyanı, kılıç ile, tağyir munkar etmeği doğru bulmadığından, ibn alA ş'as'm isyan hareketine iştirak etmemiştir. Onun nazarında, âh iretten korkan mü'min için, bu dünyânın siyâsî işleri ehemmiyetsizdir. Ehl-i sünnet akidesindeki «zâlim bir insanın arka­ sında namaz kılmak caizdir" kaidesinin menşe'i belki Haşan 'm bu doktrinine kadar gider. Haşan Başri ’den bir çok hadîsler rivayet edilmesine rağmen, kendisi isnad tekniğine ehemmiyet vermezdi. Hadîs, onun için, başlıca vaaz vâsıtası idi. Vaazları, belagatı nden dola­ yı, çok meşkûrdur ve basrahlar tarafından top­ lanmıştır. Haşan 'm zûhd ve tekvâsı sonraları tasavvufun inkişâfı üzerine sürekli bir te'sir icra etti ve bilhassa Basra mutasavvıfları onu kendilerinin şeyhi addederlerdi. Kendisi bir de, hem sünnîler hem mûtezile tarafından, bir imam gibi zikredilmektedir. Mutezilenin onu kendilerinden addetmelerinin sebebi, yalnız ‘Amr b, ‘Ubayd ve Vâşil b. ‘A ta’ gîbi mezhebi akidelerinin Uk mümessillerinin al-Hasan 'm şâkirdlerinden bulunması olmayıp, bizzat kendi­ sinin de, onlar gîbi, «kaderîlik" fikrine müte­ mayil bulunması idi, Vâşil b. ‘ Atâ1 'um sonra­ dan kendisinden ayrılmış olması, bu vaziyet üzerinde hiç bir değişiklik husule getirmemiş­ tir. Haşan 'm «uhuvveti" meşhûr olduğu için, fütüvvet birlikleri dahi onu imam sayarlar. Bu suretle hemen bütün tarîkatler, menşe' iti­ bârı ile, al-Hasan'a ulaşmaktadır. Umûmî bir hürmete mazhar olan bu zât I receb 110 (10 teşrin I. 728 ) 'da vefat edince, bütün Bas­ ra bâlkmm cenazesini takıp etmiş olmasına hayret edilmemelidir. B i b l i y o g r a f y a m Fihrist, s. 183; İbn Haîlîkân, Vafayât (nşr. Wüstenfeld), nr. 155 ; Ahmed b. Yahya, al-Mutazilah (nşr. Arnold), s. 12 v.dd.; Şahrastânî, Milal (nşr. j Cureton )f s, 52; al-Huçviri (trc, Nicholşon,



Îı6



HAŞAN BASRÎ - HAŞAN DİHLEVL



Gib. Mem., XVII, s. 86 v.dd.) ; Farîd al-DÎn Toğa-Timur pek emin görünmediğinden, Şayh ‘Attâr, Tazkirat al-avliya ( nşr, Nicholson), Haşan başka bir kukla kirala, Abaka 'nın oğlu î, 24 v.dd.; v. Kremer, Geschickte der Şâh Cihan Timur 'a döndü ve ona bİ'at ettik­ herrschenden Ideen des İslam, s. 22 v.d., ten sonra, 740 ( 1339— 1340 ) 'te Bagdad 'a gi­ $6 v.d.; Horten, D i e philosophischen. Sys- derek, orada yerleşti; Şâh Cüıân heyulâsmı t e me . . . , s. 120 v,d.; L. Massignon, Essai da ortadan kaldırdı v e '757 ( 1356) 'de vefatına sar les Orijines da Lexique techniqııe de la kadar Orada, müstakil olarak, hüküm sürdü. Mystique musulmane, s. 153— 175; H. H. Bundan sonra da yapmak mecburiyetinde kal­ Schaeder, Der İslam, s. 14, 42 v.d.; H. Rit- dığı muharebeleri burada tafsilâtı ile anlatmak ter, Stadîen zur Geschîçhte der îslamischen mümkün değildir. Mevkiini muhafazaya muvaf­ Frömmigkeit, I ( Der İslam, s. 2i, I — 83), fak olduğunu ve ‘Ali sülâlesine karşı muhab­ [ Bu makale H. RETTER tarafından ikmâl edil­ bet göstererek, Neeef 'teki makamı yeniden imâr ve İhya ettiğini kaydetmek kifâyet eder. miştir ]. H A ŞAN BÜZÜRG. HAŞAN BUZÜRG ( H a ­ Oğlu Uvays [b. bk.] kendisine halef oldu. B i b l i y o g r a f y a : Mirhvând, Ravzai şan K a b ir ), T âc a l -D unyâ v a jl -D în b . absafct ( Luknov, 1891 ), II, 181 v. d d .; H usayn G urg Ân b . A kbuka b . İlkân Noya n Hvândmir, Hablb al-siyar, II!, i, 130 v. d d .; ( ? — 1356)1 ekseriya Şayh Haşan diye anılır; d'Ohsson, Hisioire des Mongols, IV, 714 Bagdad'da, Abü Sa!id [ b. bk.]'in vefatından v. d d .; Cl. Huart, Hisioire de Bagdad, s. 10 sonra, Celâyir hanedanım kurmuştur. Daha bu hükümdarın hayatında yüksek bir mevki işgal ' v. dd.; Markov, Katalog celairidskih monet, H A Ş A N ÇELEBİ. [ Bk. kinali-zAdb.] ediyordu, zira annesi Argun [ b. bk.] 'un kızı H A ŞA N D İH LE Vl. HAŞAN DİHLAVİ, İdi. Bu sayede 732 ( 1332) tarihînde, belki haksız olarak, Abü Sa‘id'in hayatına kasdet- AMER N a CM A L - D İ N (1253— 1327), Hindistan mek İle itilâm edildiği vakit, hakkında verilen 'm Sa di 'si ( Barani, s, 360} unvanı ile de anı­ idam cezası Karnâh 'a sürülme cezasına çevri­ lır; bu zât 651 ( 1 2 5 3 ) 'de, babası ‘Ala'-İ Sanlerek, hayatı bağışlandı. Ertesi serte Anadolu cari adı ile mâruf olan ‘A la al-Din Şistini 'nin valiliğine tâyin olundu. 736 ( 1335 ) senesinde yerleşmiş olduğu Delhi (D ebli) şehrinde doğ­ Abu Sa‘ id 'in vefatından sonra, verâseti hak­ muştur. Dostu şâir Amir Husrav ile birlikte, Gİkında rekabetler baş gösterdi. Yeni han inti­ yâş al-D in Balaban [ b. bk.] 'ın oğlu Muhammed hap edilen Arpa Han Hulagu ahfadından Mu­ Sultân'm hizmetine girerek, beş sene Multân sa isminde bir diğerine bı’at etmiş olan Bag- şehrinde kaldı. Sonra Sultân 'Ala' al-Din Halaei dad vâlisi ‘A li Pâdşâh ile mücâdelesinde tâc (695— 7 1 5 ) 'nin saray şâiri oldu. Kasidelerinin ve hayatım kaybetti. Musa'ya karşı da Şayh büyük bir kısmı onun medhiyesidir. Elli beş Haşan ayaklanarak, Muhammed isminde bir yaşında iken, Nizâm al-Din Avliyâ’ [ b. bk.] 'nın diğerini, tahta namzet olarak, ileri sürdü. İki müridi oldu ve onun nâmına bir mesnevi kale­ muhâsım A la-T ag'ta 14 zilhicce 736 (24 ha­ me aldı. Aynı zamanda 717 'den 722 'ye kadar ziran 1336 ) 'da Kara-Dere eivarında karşılaş­ bu velînin sözlerini günü-gününe kaydederek, tılar. Bu muharebede Şayh Haşan galip geldi bunlardan Fava’id al-fd ad ( Rieu, s. 972 ) un­ ve Tebriz'i payitaht yaptı; Müsâ da Bagdad'a vanı İle bir eser vücûda getirdi. 714 (1314) çekildi. Fakat mesele yalnız Haşan ile Müsâ senesinde, on bin beyit ihtiva ettiği söylenen arasında bîr rekabetten ibaret olmayıp, moğul- divanım bitirdi; bir kaç mensûr eser ( msl. ların Ceiâyir ve Oyrat kabileleri arasında bîr Siyar al-avlrya g ib i) yazmış ise de, bunlar rekabet meselesi olduğundan, Horasan emir­ kaybolmuş olacaktır. Muhammed b. Tuğluk pa­ leri yeni han olarak, Toğa-Tiraur'u intihap etti­ yitahtım Delhi'den Davlatâbâd'a nakledince, ler ve Müsâ da ona bi’at etti. Lâkin Marâğa Haşan 'm da yeni payitahta gittiği ve orada civarında bir muharebede Şayh Haşan onları 727 (1327) senesinde öldüğü söylenir; mama­ mağlup etti ( 737 — 1337 ); Müsâ esir alındı fih vefat senesi olarak bir kaç tarih göste­ ve öldürüldü. Mamafih az zaman sonra, Şayh rilmektedir. Haşan, Kasan Küçük [b. bk.] isminde, yeni bîr B i b l i y o g r a f y a ' . Ziya’ ab Din Barani, rakip ile daha karşılaştı ki, yapılan muhare­ Târİh-i Firuzşahi ( Bibi. I n d s. 67, 359 bede galip geldi ve Şayh Haşan'm biat ettiği v.d.; Badâ'ünî, Maniahab al-tavarih { Bibi. hanı, Muhammed ;i ele geçirerek, öldürttü, Şayh Ind.), s. 201 ; Cami, Nafahöt al-uns { nşr. Haşan tam vaktinde kaçıp, Tebriz 'e sığınarak, Nassau L ees), s. 711 v. d.; Davİatşâh, Tazcanını kurtardı ve rakibi ile bir tavsiye sureti kira al-şuarîı (nşr. E. G. Brovvne), bk. fih­ bulmağa muvaffak oldu. Mamafih bir yandan rist ; Rİeu, Cat. Pers. MS S. Brif. Mas., s. da Toğa-Timur 'a bi’at ile, kendine yeni bir is­ 618 ; Abd al-Muktadır, Cat. Pers., MSS. Bantinat noktası te’mîn etmeği düşünüyordu. Lâkin Icipore, I, 196 v. d.



HAŞAM EBDÂL H A Ş A N E BD ÂL. H A ŞAN ABD AL, Pencâb'da (yakın mamana kadar Râval Pindi'nin bir kısmım teşkil eden ) A t a k k a z a s ı n d a k ü ç ü k b i r ş e h i r . Civarda bulunan vâsî ■ harâbeler:. ve Budda dinine ait izlerden Cun­ nİngham, Tarila 'nm yerini bulduğuna zâhip olmuş ise de yeni keşiflerden Taxila ’nm daha şarkta ve Kala Saray yanında olması hakikate daha yakın görünmektedir. Lâkin çinli seyyah :Hüen-TsangAn* VIÎ. (XIII.) asırda ziyaret et-; tiği mukaddes kaynak, hiç şüphe yok ki, Ha­ şan Abdal kaynağıdır; burası şimdi, KandahSr ■evliyasından: Bâbâ V a li'y e tahsis edilmiştir ve avlanması yasak olan balıklar ile doludur, Hüen-Tsang 'a göre, bu kaynak Tarila'nın 70 li şimâl-i garbisindedir. Gerek siklilerin ve ge­ rek müslümanların, kaynak civarında, Panca Sahib eismi verilen: bir mübarek makamları var­ dır ; bu ismin verilmesine sebep, orada bir taş üzerinde Guru Nânak 'in parmaklarının ( panca) İzinin görülmesi imiş. Ekber . zamanından beri türk-hind imparatorları Kaşm ir'e seyahat et­ tikçe, burada durmağı: âdet etmişlerdi. Burada Avrangzib 'in kızı Lâla-Ruh 'un merkadi oldu­ ğu rivayet edilen ve etrafı serviler İle çevrili bir mezar vardır. Ekber her hâlde bu yolu ta­ kip etmiştir ve bildiğimize göre, Cihangir Ha­ şan Abdal'a.geldikten sonra, Kalamir 'e dön­ müş ve Bhimbar 'dan geçerek, Kaşmir 'e git­ miştir. Berhier 'nin hatıratında sonraki impa­ ratorların Bhimbar ve Pir-Pancâl 'dan geçen yolu tercih ettikleri görülmektedir. Haşan A b ­ dal 'da bir de mezar vardır ki, rİvâyeie göre bu, Ekber ’in kızı ve İngiliz şâiri Moore 'un bir sahnesi Haşan A bdal'da geçen meşhur manzûmesinin kahramanı Lâla-Ruh 'un mezarıdır. Elphistone, Moorcroft, Burnes ve Hügel 'İn se­ yahatnamelerinde şehrin tasvirleri vardır. Archaeological Survey of India 'da Cunnİngham 'ın da kısa bir tasviri bulunmaktadır. Haşan A b­ dal ismi muhakkak surette, Elphistone 'un farzettiği gibi, şimdi BâbS Vali denilen velînin hakikî ismi olacaktır; ancak Cunnİngham bun­ dan şüphe ediyor ve Bâbâ Vali 'nin Kandahârh bîr velî olduğunu ve Haşan Abdal [ bk. mad. ABDAL ] ’ m Güearli biri olup, kabrinin dağın eteğinde bulunduğunu söylüyor. Bâbâ Haşan Abdal hakkında Törîh~i MasUml 'deki kayıt kendisinin Sabzavâr 'ın yerlilerinden olduğunu ve Timur ’un oğlu Şâh-Ruh 'a Hindistan ’da refakat ettiğini, orada vefat ederek, Kandahâr 'da defnedildiğini ve kabrinin bir ziyâretgâh olduğunu- söylüyor. Bu tarihî eserin müellifi : olan Mır Ma'süm, Ekber'in saltanatı sıraların­ da yaşamış ve Bâbâ Haşan Abdal neslinden olduğunu iddia etmiştir. Şehrin adı, Ekber'in zamanından beri, Haşan Abdal id i; zîra Â'în-i



HAŞAN KÜÇÜK. Âkbari ( tre. Bloehmann, s. 446) 'de Şams al-Din ’in orada kendisi için bir makber inşa ettirdiği ve Hakim Abu ’İ-Fath ’in, Ekber'in emri ile, oraya defnedildiği ve Ekber 'in de Kaşmir 'den dönüşünde bu kabri ziyaret ettiği mukayyettir. B i b l i y o g r a f y a : Bloehmann, Trans, of AIin~i Akbari ( Kal küte, 1873); Tarihli Masami ( Elliot ve Dowson, His t. o f India, London, 1867 ) I; Elphinstone,. Caubul, I v.dd. ( London, 1839 ) ; Mooreoft, Travels . , . ( Lon­ don, 1841); v. Hügel, Kachmir und das Reich der Sikh (4 cild, Stuttgart, 1840— 1842; ingl, trc. Travels in Kaşmir. . . , Lon­ don, 1845 ) >Burnes, Bokhara ( London, 1843), I; Cunnİngham, Archaeological Survey of India ( Ssmla, 1871), II; Price, Trans, o f Memoirs of Cakan gır (London, 1829), s. 137. (M. Longw orth D ames .) H A Ş A N K Ü Ç Ü K . H AŞAN KÜ ÇÜ K ( ? *355 )» muasırı ve hasmı olan Şayh Haşan [bk. mad. HAŞAN BÜZÜRG ] 'dan Küçük lekabı ile ayırt edilir; bu zât Timur-Taş b. Çoban [b. bk.] 'm oğlu olup, babasının sukutundan sonra, Abü S a'id ’în 736 ( 1 3 3 5 ) 'da vefatı üzerine, tahta veraset, meselesinin uyandırdığı rekabetlerin kendisine büyük bir rol oynamak fırsatım verdiği güne kadar, Anadolu 'da saklandı. Baba­ sının Mısır'da öldürüîmeyip, bil'akis esaretten kaçarak, bir çok zamanlar şurada-burada do­ laştıktan: sonra, Anadolu 'ya dönmüş olduğunu işâ'a etti ve bir türk kölesini, babası imiş gibi, ortaya çıkardı. Vaktiyle kudret sahibi olan Çoban ailesi erkânı derhâl bu sahte Timur-Taş 'm etrafına toplandı ve aynı zamanda Celâyirî Şayh Haşan 'm idaresinden memnun olmayan Oyrat moğulîarı da ona iltihâk ettiler. Bu su­ retle Şayh Haşan 'a karşı harbederek, onu 738 ( 1 3 3 8 ) 'de Nahcivan eîvarmda yenecek kadar kuvvetlendi. Fakat bu galebeden sonra, az kal­ sın, yaptığı hilelerin kurbanı oluyordu, Zîra düzmece babası onu Öldürtmeğe kalkıştı. Ha­ şan talihinin yardımı ile kaçıp kurtularak, Ço­ ban ve Arpa Han 'dan dul kalmış olan ilhan Ulcaytu ’nun kızı Satıbeg 'in yanma sığındı ve onu han olarak tamdı. Hâlbuki diğer taraftan Şayh Haşan ile anlaşarak, düzmece Timur-Taş'1 orladan kaldırttı. Bundan sonra Şayh Haşan Toğa-Timur’a bi'at ettiği vakit, Haşan Küçük de Toğa-Timur nezdinde entrikaya başladı ve onu Satı-Beg ile evlendirmeği vaad etti. Toğa-Tımur tuzağa düştü ve bizzat Haşan ta­ rafından ihanete uğrayarak, derhâl Horasan'a çekilmekten başka çâre bulamadı. Lâkin Şayh Haşan, çok geçmeden, bîr kıral heyulası ola­ rak Şâh Cihan Timur 'u bulunca, Haşan Kü­ çük de onu taklit etmenin muvafık olacağını



3i8



HAŞAN KÜÇÜK - MASAN PAŞÂ.



düşünerek, Hulagu sülâlesinden Sulaymân Han 'a bi’at etti ve onu Satı-Beg ile evlendirdi. Bundan sonra, Şayh Haşan ve Toğa-Timur ile mücâdeleye atıldı; fakat muvaffak olamadı, a? receb 744 (1$ kânun I. 1343 )'te, Bagdad'a karşı yaptığı bir sefer esnasında, kendi karısı ‘İzzat Malik tarafından, öldürüldü. Bunun üze­ rine onun rolü kardeşleri Aşraf ve Yağı-Bastı 'ya intikal etti; lâkin az zaman sonra, bunların aralarında ihtilâf çıktı. Aşraf kardeşini öldürt­ tü ve kader şevki ile bir kaza eceline kurban gidinceye kadar ( 756 ™ 1355 ), yalnız başına hüküm sürdü. Krş, bir de mad. BASAN BÖZÜRG. H A ŞA N P A Ş A . HAŞAN P A Ş A (7 -1 5 7 0 ), C e z a y i r b e y l e r b e y i . Haşan Hayr alDin [ b. bk.] ’in faslı bîr zevcesinden olan oğlu­ dur, Babası Bâbıâliye ınhâ ederek, onu Cezayir paşalığına tâyin ettirmiş (1544) ve Cezayir'in garp tarafında çok zayıflamış olan türk nufûk ü ü u takviyeye me’mûr etmiş idi. Haşan, Tlemsen mmtakasmdaki ispanyoîlara karşı, 1546’da bir sefer a ç tı; lâkin tam Arbal civarında bı» ristiyan kuvvetleri ile karşılaştığı sırada, ba­ bası öldüğü için, Cezayir 'e avdete mecbur kal­ dı. Babasının yerine beylerbeyi tâyin olundu ve akabinde garba doğru yeni bîr sefer açtı; bu defa Tlemsen 'i işgal etmiş olan faslılara karşı yürüdü (1151 ). Haşan Corso kumanda­ sındaki yeniçeriler ve Bani ‘Abbâs (Labes) sultam kumandasındaki kabîlîlerden teşekkül eden bir ordu ile, faslılan yendi ve Mulüya 'ya kadar tâkip ederek, Tlemsen 'i tekrar ele ge­ çirdi (1552). Haşan diğer taraftan Cezayir’de büyük inşâat ile meşgûl oluyordu; kaleleri ço­ ğalttı, Kudyat al-Şâbün üzerine Mûlây Haşan kalesini yaptırdı. Umûmî hamamlar ve yeniçe­ riler için bîr hastahâne bina ettirdi; lâkın fransız siyâsetine karşı husûmet gösterdiği İçin, Bâbıâli, yerine Şalâh Ra’is'İ tâyin ederek (1552 — 1596), onu İstanbul'a çağırdı. 1557 'de tekrar A frika'ya döndü. Şalâh Ra'is 'in vefatını tâkip eden karışıklıklar, bilhassa Haşan Corso'nun isyanı ve Paşa Tekelerli'nin katli üzerine, pâdişâh Haşan 'ı tekrar Cezayir’e beylerbeyi göndermeğe mecbur oldu. Bu karı­ şıklıklardan istifâde ederek, Şarif Muhammed al-Mahdi yeniden Tlemsen mmtakasmı istilâ ve bu şehri işgal etti. K a id Şaffa ’nin emri altında bir türk muhafaza kuvveti tarafından müdâfaa edilen Meşvar bu istilâdan masün kaldı. Haşan Cezayir 'de intizâmı iâde ettikten sonra, faslılar üzerine yürüdü ve kendisinin yaklaştığım gören faslı!ar Tlemsen 'i tahliye ettiler. Türkİer onları Fas şehrinin duvarlarına kadar tâkip ile, orada kanlı bîr hezimete uğ­ rattılar ; lâkin beylerbeyi, Oran İspanyolları ta­ rafından yolunun kesilmesinden korktuğu İçin,



avdetini tesrî etti (1557). Ertesi sene ispanyollar Mostağanem 'i muhasara ettiklerinden Haşan bu şehrin yardımına koştu ve 26 ağus­ tos 1558'de İspanyolları püskürttü. Hırİstiyanlar Oran 'a kapandılar ve artık türkler için bir tehlike olmaktan çıktılar. Bu cihetten müsterih olan Haşan, Kabîliye memleketini itaat altına almağı tasarladı. Yeniçe­ rilerin itaatsizliğinden korunmak için, İspanyol dönmelerinden yeni bir askerî kuvvet vücûda getirdi; Küko sultamum kızım almak suretiyle, kabîlî zümrelerinden bir kısmının yardımını te'min ettikten sonra, Bani 'Abbâs reisi Ahmed b. al-Kûzi üzerine yürüdü ve Bani 'Abbâs kalesi yanında onlar ile çarpıştı. Ahrned mağlûp ve maktûl oldu. Kardeşi Mokranİ mücâdeleye devam etti ise de, nihayet turklere harâc ver­ meği kabûle mecbur oldu (1559). Şarif 'in hareketleri ve İspanyolların denizde hazırlıklarından dolayı, Haşan Kabîliye memle­ ketinin fethini tamamlamaktan vazgeçti ve bu rakiplerden kurtulmağa karar verdi. Bu sırada Duc de Medina Coeli 'nin donanması Carba Önlerinde, Piyâîe Paşa tarafından, tahrip edil­ diğinden (15 mart ıgfeı), beylerbeyi bütün gayretini faslılara karşı çevirdi ye harekete geçeceği sırada kabîlîlerden asker teşkilâtı ya­ pılmasından memnun kalmayan yeniçeriler bey­ lerbeyini yakalayarak, zincire vurup, İstanbul'a gönderdiler. Haşan kendisine karşı yapılan ithamlardan, Bâbıâlî nezdinde kolaylıkla berâet etti ve üçün­ cü defa olarak, Cezayir'e döndü. Oraya daha önce pâdişâh tarafından gönderilen bir me'mûr intizâmı iâde ve beylerbeyinin kurbanı olduğu isyanın müşevviki olan A ğa Haşan '1 idam et­ tirmiş idi. İspanyolîar ile hesabı temizlemeğe azmetmiş olan Haşan Oran ile Mars al-Kabir'i zapta teşebbüs ederek, 30.000 kişilik bir ordu ile bu iki mevkii ve donanması ile de sahilleri muhasara etti (nisan 1563). Bizzat beylerbeyi­ nin iştirak ettiği iki ay süren faydasız hare­ ketlerden sonra, oralara gelen bir İspanyol do­ nanması türkleri çekilmeğe mecbur etti. Haşan teşebbüsünü tekrara vakit bulamadı; çünkü az zaman sonra Cezayir kadırgalılarını türkler tarafından muhasara edilmiş olan Malta önüne götürmeğe mecbur oldu. Orada gemilerinin bir kısmını kaybetti; lâkin gösterdiği yararlıklar takdir edilerek, kapudan-paşalığa tâyin olundu (1567). 1570'te İstanbul'da Öldü ve Beşiktaş iskelesi civarında, babası Hayreddın 'in yanına, defnedildi. B i b l i y o g r a f y a t Haedo, Epitome de los reyes de Argel, VI. fasıl, frns. trc. de Grammont { Rev, Africaine, 1880); A . Cour, UEtablissement des dynasiies des Cherifs



tlASAN PAŞA. aa Maroc et lear rivalite avec les Turcs de la regence d’Alg er (Paris, 1904 — Puhlications de VEcole des Lettres d’Alger, XXIX ); Charriere, Negociations de la France dans le Levant (Paris, 1848— 1860), I ; Dıego de Torres, Hisioire des Cherif s, ir ad, du duc d’Angoulime (Paris, 1650); De Grammont, Histoire d’A lgtr, s. 73— 77, 86— 103; E. Ruff, La dominaiion espagnole â Oran sous le gouvernemet du comte d*Alcandete, Paris, 1900 == Pablications de VEcole des Lettres d’Alger, XXIII, IV .-X IV . fasıl; krş. mad.



CEZAYİR. ( G. YVER.) H AŞAN PA ŞA . HAŞAN PAŞA, C ezayî RLî, Ğ&zl, XVIII. asrın son yarısında fevkalâde cesaret, cevvâliyeti v e : üzerine aldığı vazi;feleri muvaffakiyetle başarması ile tanınmış o s m a n 11 v e z î r l e r i n d e n d i r ; bıyıkla­ rıma büyük ve iri olmasından dolayı, ken­ disine Pala-Bıyık lekabı verilmiş ise de, son­ radan aldığı Cezayirli ve Gazi lekap ve unvanları evvelkini unutturmuştur. Haşan Pa­ şa pek küçük yaşta İran hududunda esir edilerek, Hacı Osman (ffadikat al-vuzara ve Sicill-i osmanî 'd e: Hacı Mehmed ; o tarihler­ de yazılmış bir rûznâmede ve Cevdet tarihin­ de ise, Hacı Osman) adında tekir dağlı bir tüccar tarafından satın alınıp, kendi çocukları ile beraber* büyütülmüştür. Haşan Paşa çocuk­ luğundan beri . pek-gözlü, haşan ve didişken olup, kızdığı zaman efendisinin çocuklarını bile doğmekten çekinmediği için, Hacı Osman Ağa. bunu başından defetmek istemiş ise de, .zevcesi,, evlâdları yerinde olduğunu ileri süre­ rek, muvafakat etmemişti; fakat Haşan, 17— 18 yaşına geldiği zaman, Tekirdağı 'ndaki mem­ leket delikanlıları ile de dövüşmeğe başlayın­ ca, Hacı Osman Ağa bunu azad ederek, ken­ disine sermâye verip, ticâret için, gemiler ile bâzı yerlere göndermek suretiyle, bir müddet Tekirdağı’ndan ayırmıştır. Haşan 25 yaşma gelince, 1132 (1 7 3 8 )'de ve Avusturya-Rus­ ya ■ seferinin; devam ettiği sırada, yeniçeri oca­ ğının 25, bölüğüne kaydedilerek, Belgrad mu­ hasarasında büyük cesaret göstermiş ve harp­ ten sonra yine Tekirdağı'nav dönmüştür ve bu sırada belki efendisi Hacı Osman ’m kızı ile evlenmiştir. Haşan bir müddet sonra, yiğitlerinin şöhre­ tini; duyduğu:-Cezayir'e gitm ek üzere, bir ge­ miye binmiş, giderken; bindiği gemi bir ecnebi gemisine rampa ettiğinden, yatağanını sıyı­ ran Haşan bu gemiye atlayıp, mürettebat ile döğüştüğü ;sırada, iki: gemi birbirlerinden ayrılmış, yabancı gemisinde tek başına kalan Haşan mürettebattan bir kısmını öldürüp, bir kısmını ânbarâ kapattıktan sonra, tesadüf ettiği



3*9



bir Cezayir gemisini tâkip ederek, C ezayir’e gelmiştir; Haşan 'm göstermiş olduğu bu bü­ yük cesaret, Cezayir dayı 'sı tarafından, fevka­ lâde takdir olunarak, âdetleri üzere, zaptettiği gemi kendisine bırakıldıktan başka, bîr de kahvehâne verilmiştir. Sonraları nufûz ve şöh­ reti artarak, bir aralık Tlemsen sancak beyli­ ğini elde etmiş ise de, bu şöhreti kendisine, başta Cezayir beylerbeyi olduğu hâlde, bir ta­ kım rakipler çıkarmıştır. Beylerbeyi ile arala­ rındaki münâferet yüzünden öldürüleceğini an­ layan Haşan, evvelâ İspanya 'ya kaçarak, kıra! Carlos IV. tarafından iyi kabul görmüş ve o vâsıta ile Napoli 'ye geçip, kiralın müzahe­ reti ve onun İstanbul 'daki elçisinin tavas­ sutu ile, İstanbul 'a gelmiştir; fakat Cezayir beylerbeyi, Haşan 'm peşini bırakmayarak, Tlemsen hazînesinden para alıp kaçtığını İs­ tanbul 'a bildirmiş olduğundan, Haşan Bey İs­ tanbul 'a geldikten sonra, tevkif edilerek, mal­ ları müsâdere olunmuş İse de, hakkında söy­ lenen şeylerin iftira olduğu tahakkuk eyledi­ ğinden, malları geri verildikten başka, osmanh donanmasına alınarak, Şehbâz-ı Bahrî kalyona kaptanlığına tâyin olunmuştur (ramazan 1174 : — nisan 1761 ). - Haşan Bey 1176 ( 1762 ) 'da büyük deniz ku­ mandanlıklarından olan riyale rütbesi ile, Berîd-i Zafer kalyonu süvarisi ( Başvekâlet arşivi, Cevdet tasnifi, Bahriye vesikaları, nr. 7127) ve şevval 1179 (mart 1766) 'da patrona rüt­ besi ile Neheng-i Bahrî, Peleng-i Bahrî ve Ukab-ı Bahrî kalyonlarında bulunup (Cevdet tasnifi, Bahriye, nr. 11083, 12035, *2370), bunu müteakip, 1181 (i767 )'den sonra da kapudâne-i hümâyûn rütbesi ile kapudan pa­ şa 'dan sonra gelen en büyük amiralliğe geti­ rilmiştir. Haşan Bey bu vazifede iken, türkler île ruslar arasında 1182 (1768) seferi açıl­ mıştır. Karada osmanh kuvvetlerini mağlûp etmiş olan ruslar, Rumeli ve Adalar 'daki hıristiyan teb'ayı ayaklandırmak için, Akdeniz'e geçmeği kararlaştırarak, Aleksey Orlof kumandasında Baîtık donanmasını bu tarafa şevketmişler ve mgilizlerin büyük müzaheretini gören rus do­ nanmasına mütehassıs İngiliz amiral ve zabit­ leri de iltihâk etmişlerdir ki, bunlar arasında osmanh tarihlerinde adı geçen amiral Elphinstone da var idi, Akdeniz 'e gelen rus donanması ilk defa Rodos derya-beyİ Cafer Kaptan ku­ mandasındaki osmanh donanması ile çarpışmış, galip ve mağlûp belli olmamış ve osmanh donanması Sakız adası tarafına çekilmiştir. Bundan sonra Ege sahiline yakın Koyun ada­ ları etrafında yapılmış olan ikinci muharebe, Cezayirli Haşan Bey'in kalyonu ile rus amiral-



&ASAN PÂŞÂ. lerinden Spiridov'un kalyonu arasında cereyan etmiştir. Spİrıdov 'un kalyonu Haşan Bey 'in kal­ yonu üzerine gelirken, türk kapudâne 'sinden atı­ lan bir gülle düşman kalyonunun dümenini parça­ lamış ve kalyon, akıntı ile, Haşan Bey 'in kal­ yonunun üzerine düşmüştür. Düşman kalyonu­ nun pek yakma geldiğini gören Haşan Bey bir kaç çarmıb halatını kestirmiş ve her ipe sa­ lıncak gibi ikİ—diç türk askerî yapışıp, ken­ disi başta olduğu hâlde, 30 kişi rus kalyo­ nuna atlamıştır. Bu heyecanlı çarpışma esna­ sında, gemi çanaklığına kaçan ruslardan biri tarafından atılan bir kurşun ile, Haşan Bey yaralanmış ise de, bunu göstermemiş ve bir müddet daha çarpıştıktan sonra, kendi kal­ yonuna geçmiştir. Haşan Bey 'in bu ânî baskı­ nından bâzı rus askerleri telâş ile kendi cep­ haneliklerini ateşlemişler ve bu âteş osmanlı kalyonuna da sirayet ederek, her iki kalyon birden yanmağa başlamıştır. Bunun üzerine Haşan Bey yatağanım ağzına alarak, bir kısım askeri ile beraber, kendisini denİ2e atıp, eline geçirdiği bir tahta parçası ile sahile doğru yüz­ meğe başlamış ve sahilden gönderilen bir kayık ile kurtarılmıştır. Bu çarpışmadan sonra, iki taraf harbe son verip, osmanlı donanması akşam karanlığından İstifâde ile, darlığı sebebinden manevra yap­ mağa müsait olmayan Çeşme limanına girmiş ve bunu fırsat bilen düşman kumandam, İngi­ liz amiralinin tavsiyesi üzerine, âteş gemileri sevketmek ve yağlı neft ve kumbara atmak suretiyle, osmanlı donanmasını yakm ıştır (6/7 temmuz 1770 — 14 rebiülevvel 1184 ), Yaralı olarak sahile çıkan Haşan Bey, aldığı emir üzerine, doğru Çanakkale boğazına gelerek, vazıyeti hükümete bildirmiştir. Kapudân-ı der­ yalıktan azlolunah Hüsâmeddin P aşa'm n yerine İki tu ğ ( beylerbeyÜik ) ile C afer Kaptan tâyin edilip, Haşan Bey 'e de beylerbeyilik ile kapudânelik verilmiştir.



Ruslar, Çeşme 'deki muvaffakiyetlerinden son­ ra, io temmuz 1770(17 rebiülevvel) 'te Linini adasına asker çıkarıp, işgal ile adanın batısın­ daki kalesini muhasara altma almışlardı; bu haber Çanakkale'de duyulunca, Haşan Paşa, Linini adasının düşmesinin fecî akıbetler doğu­ racağını takdir ettiğinden, bu nâzik durumu Seddülbahr muhafızı sabık vezîr-i âzam Moldovancı Aİİ Paşa 'ya anlatarak, tehlikeyi İstan­ bul 'a duyurmuştur. Bunun üzerine Çanakkale halkından ve kalyonculardan tedârik edilecek 3.000 kişilik bir kuvvet ile, adanın yardımına gidilmesi emrolunmuş ise de, bu kadar kuvvet tedârik edilememiş ve Haşan Paşa ancak 800 kişilik bir fedaî kafilesinin başına geçerek, Seddülbahr 'e gelmiştir.



Linini kalesinin muhasarası iki aydan beri devam edip, yardımdan ümidini kesen muha­ fızların cemâzİyelâhır 1184 ( S teşrin I, 1770 ) 'te, kaleyi teslim etmek üzere, ruslar ile bir anlaş­ ma yapmış olduklarını haber alan Haşan Paşa, tedârik ettiği kayık mevcûdu ve sair vasıtalar ile, gece yarısı hareket ederek, Limni 'ilin şi­ mal limanlarından Yüzbaş mevkiine askerini çıkartmış ve aradaki uzun mesafeyi sür'atle kat'ederek, kale 'düşmeden evvel yetişip, şid­ detli bîr baskın İle, rusları gemilerine kaçırmış ve 7 kadar topu zaptetmiştir (28 cemâziyelâhır 1 x 8 4 = 1 8 teşrin I. 1770}. Baron de Tott hatıratında, Haşan Bey 'in bu hareketini bir çılgınlık sayarak, bunun yapılmamasını hükü­ mete tavsiye etmiş; fakat sonradan Haşan Paşa 'nm başarısını duyunca, hayrete düşmüş olduğunu kaydediyor. Haşan Paşa bu muvaffa­ kiyetten sonra Limni 'nin cenubunda Mondros limanında bulunan düşmanı baskın ile ve zayi­ at verdirerek, tardettikten başka, Maydos lima­ nına saklanmış olan düşmanı da bertaraf ede­ rek, boğaz etrafını temizleyip, Çanakkale'ye dönmüştür. Bu hizmetine karşılık olarak, ken­ disine gazi unvanı ve altın çelenk verildikten başka, azlolunan Cafer Paşa'mn yerine, vezir­ likle kapudân-ı derya1 lığa tâyin edilmiş ve boğaz seraskerliği de uhdesine verilmiş idi ( receb ı ı 84== teşrin II. 1770). Haşan Paşa, 1187 (1773) tarihine kadar, hem kaptanlıkta ve hem de Boğaz seraskerliğinde kaldı. Bu sırada Mustafa III. 'mn ölümü Abdülhamid I, 'in cülusunu müteakip, kapian-paşaîıktan azlolunmuş, hazîneden 75.000 kuruş yar­ dım ve Anadolu valiliği ile Rusçuk seraskerli­ ğine tâyin edilerek, Boğaz'dan doğruca o tarafa gönderilmiştir (ramazan xx87 = kânun I. 1773). Haşan Paşa, cemâziyelevvel 1188 (temmûz 1774) 'de akdedilen Kaynarca muahedesinden sonra, ikinci defa kapudân-ı derya 'lığa getiril­ miş, bu hizmette 15 sene kalmış ve pâdişâh üzerindeki te'siri ile vezîr-i âzamları gölgede bırakarak, saltanat atabeyi olmuştur. Donan­ mayı yeniden vücûda getiren Haşan Paşa A k ­ deniz 'de faaliyete başlamıştır. Rus harbinin de­ vamı, ordunun mağlûp ve donanmanın mahvolma­ sı Osmanlı devletinin iç durumunu epeyce sars­ tığından, bilhassa Suriye ve Mısır 'da, devletten ayrılmak İçin, faaliyetler baş göstermişti. Mu­ ahedenin akdinden sonra, 1189 C1 7 ? S ) ,(*a Ha­ şan Paşa Akkâ 'ya giderek, devlete karşı is­ yan ile sahilleri ele geçirip, Suriye 'yi nufûzu altına almağa çalışan Şeyh Tâbir Ömer ’İ mağ­ lûp etmiş ve kendisini Şam 'a kadar takip ede­ rek, başım kesmek suretiyle bu mühim gaileyi bertaraf etmiştir (1190 = 1776 }. Daha sonra Mora yarım adasındaki reayaya tegaîlüp eden



HÂŞAN PAŞA. :ve vâlüeri tanımayan arnavutlarm oradaki va­ ziyeti hükümet için büyük bîr gaile teşkil et­ miş olduğundan, buranın ıslâhı, asayişin tekin­ ini Haşan Paşa'ya bırakılmıştı. Haşan Paşa, Trapûliçe'de kazandığı kat'î galibiyet ile, Mo­ ra işini yoluna koymuş ve bu suretle Mora eyâleti* muhassılhk olarak, kendisine verilmiş­ tir: (receb 1193 — ağustos 1779 ). Osmanlı devleti 1182 (1768) seferinden be­ ri Mısır'a bakamadığmdân, orada da çerkes beyleri, fransızlardan da teşvik görerek, ay­ rılmak sevdası ile, faaliyete geçmişlerdi. Bun­ ların başında İbrahim ve Murad Bey ’ler bulu­ nuyordu;; Buranın da İslahı ile devlete bağlan­ masına Haşan Paşa me'mûr edildi. Haşan Pa­ şa şaban 1200 ( haziran 1786) 'de İskender iye 'ye çıktı. Bir buçuk seneye yakın bir zaman Mısır 'da kalarak, İbrahim ve Murad Bey ’leri tekrar-tekrar mağlup edip, vaziyeti düzeltme­ ğe muvaffak oldu. Fakat Rusya ve Avusturya muharebesinin zuhuru Üzerine, âsî beyleri orta­ dan kaldırmağa muvaffak otamadan, acele İstan­ bul ’a davet edildiğinden, mükerreren müracaat­ ları; üzerine, İbrahim ve Murad Bey 'leri affede­ rek, avdet etti (zilhicce 1201 = teşrin I. 1787 ). 1201 ( 1787 ) 'deki .Rusya ve Avusturya mu­ harebesinde vezîr-i âzam ve serdâr-ı ekrem Koca Yusuf Paşa Avusturya cephesine hare­ ket etmiş, rus cephesine karadan Şahin Ali Paşa ve denizden de Haşan Paşa- me’mûr ol­ muş idi. Rusların- ö z i ( Oçakof ) 'yi muhasara ettikleri sırada, Haşan Paşa, deniz tarafından kaleye yârdım için, hafif donanmayı ileri sür­ dü ise de, saların sığ olması ve aynı zamanda rusl&nn aldıkları tertibat üzerine, bir iş de göremedikten başka, mühim mıkdarda zayiat verdi. Yalnız osmanlı donanmasının n.uvaffakiyetsizliği üzerine, Sivastopol limanından çı­ karak, osmanlı donanması üzerine gelmekte olan rus donanmasını karşılayan Haşan Paşa Yılan-Adası muharebesi denilen deniz sava­ şında rusları mağlûp etti ( ziikâde 1202 = ağustos:; 1788;). Haşan;:: Paşa -rus - donanmasını Sivastopol 'a kadar takıp etti ise de, ince do­ nanma, Özi önünde ağır zayiat verdiğinden, li­ mana giremedi; Ö z i’nin bir müddet sonra düş­ mesi^ halkça umûmî teessürü mucip olduğu gibi, Haşan Paşa'ntn da İtibârını k ırd ı; İstanbul 'da aleyhdar’arı tarafından dedi-kodular çıkardılar ; kaptanlıktan - atılması hakkında görüşmeler başladı. Bu hususla Haşan Paşa 'nm kapı-kethüdâlığından yetişerek, cephede bu'unan ve* zîr-İ âzam Koca -Yusuf Paşa 'nm mutâleası so­ ruldu. Vezîr-i âzam; buna yanaşmadı. Böylece bir kaç defa . mektup gidip-geldi. Bu sırada ö z i kalesinin sukutunun verdiği keder ile ken­ disine nüzul isabet etmiş olan Abdülhamîd I. UltmÂnıiklopedfoS



vefat ederek, yerine yeğeni Selim III. hüküm­ dar olduğundan, Haşan Paşa ’nm bütün nufuzu kırıldı, Genç hükümdar 24 receb 1203 (nisan 1789 ) 'te sadâret kaymakamı Salih Paşa 'ya göndermiş olduğu bir hatt*ı hümâyûn ile, Gâzî Haşan Paşa 'yi Anadolu valiliği ile İsmail seraskerliğine tâyin ettiğini ve yerine kapadâne-i hümâyûn kaptanı giritli Hüseyin Pa­ şa 'yi tayin eylediğini bildirmiş olduğundan, Haşan Paşa o tarafa gitti. Selim III., kendisi­ nin di ha evvel saltanata geçmesi için, vezîr-i âzam Halîl Hamîd Paşa tarafından yapılan ter­ tibatı öğrenerek, Abdülhamîd'e haber vermek suretiyle, İşın bastırılmasına sebep olduğundan dolayı, Haşan Paşa 'ya kin besliyordu ; hüküm­ dar olur olmaz, ilk darbeyi vurdu İse de, hiz­ metlerini göz Önüne alarak, daha ileri gitmedi. İsmail seraskeri Haşan Paşa, İsmail önünde rusları mağlûp ettiği gibi, kaleyi de muhasa­ radan kurtardığı için, bir iş göremeyen Ket­ hüda ( Cenâze) Haşan Paşa ’mn azli üzerine, vezîr-i âzam tâyin edildi (rebiülevvel 1204=teşrin II. 1789). Haşan Paşa, pâdişâhın kini sebebinden öldürüleceğinden korktuğu sırada, mühr*i hümâyûnun, baş-çuhadar Küçük Hüse­ yin Ağa ile, kendisine gönderilmesinden do­ layı, fevkalâde sevinerek, Küçük Hüseyin Ağa (daha sonra kapudân-ı derya olan meşhur Küçük Hüseyin Paşa } 'ya senede 40 kîse akçe gelir getiren bir malikâne ile bir mücevherli hançer ve ıcoo altın vermiştir. > Vezîr-i âzam ve serdâr-1 ekrem Cezayirli Gâzî Haşan Paşa İsmail'den ordu merkezi olan Şumnu karargâhına gelır-gelmez, iptida Akkerman kales nin düşmesine sebep olan Tayfur Paşa ile diğer kayıtsızlıkları görülen­ leri ve bu arada sadâret kethüdası Süteymaıı Râşîd Efendi ile sadâret mektupçusu Emir Efendi (.orduda kendisinin kapı-kethüdâsı olup, paşası aleyhinde bâzı boş-boğazlıkfa bulunmuş­ tu ) 'yi idam ettirerek, gevşemiş olan inzibatı bu suretle takviye etmiştir. Haşan Paşa 'nm sadâreti üç buçuk ay sür­ müştür. Kendisi Şumnu 'da pek soğuk bir ha­ vada, kıyafet tebdili ile, dışarı çıktp, dolaşmış ve avdetinde hastalanarak, 14 receb 1204 (3c mart 1790 ) 'te vefat etmiş ve Şumnu 'da yaptır­ mış olduğu bektâşi tekkesine defnedİlmiştir. ölümünün sadrâzam kethüdası ile mektupçunun katillerinden müteessir olan pâdişâh tarafından tertip edilmiş bir zehirleme neticesinde vukua geldiği rivayeti'var ise de ( idadikat al-catÂŞA.



vetin en yükseğine kadar çıkm ıştır.' Sertliğe gelmez, kendisine yumuşaklıkla iş gördürü­ lürdü. Padişaha karşı dahi olsa, sözünü ve ka­ naatini açık söyler, eğitip-bükülmezdi. Osmanlı donanması mahvolmıiş İken, Kapudan Paşa olurolmaz, az zamanda donanmayı yeniden vücûda getirmiş idi. öteden beri derii-topîu oturacak bir yerleri olmamasından dolayı, Kasımpaşa ve Galata Maki bekâr odalarında yatarak, türlütürlü edepsizliklere cür’et eden kalyonculara, bütün masrafları kendisinden olmak üzere, 1198 (1784) 'te tersane meydanında bir kalyoncu kışlası yaptırmak suretiyle, bunları zapt ve rapi altına almış ve şiddetli icraatı ile tersane halkını ve deniz ümerâsını sindirmiştir. Kışla hâlâ durmaktadır. Abdülhamid I. 'in hatt-ı hümâyûnlarında gö­ rüldüğü üzere, bu pâdişâh, Haşan Paşa Mm hizmetlerini takdir ederek, hem sevmiş ye hem de kendisinden çekinmiştir. Bilhassa Halil Hamîd Paşa 'nın azl ve. idamı He halledilmekten kur­ tulan Abdülhamid, kendisini kurtaran Haşan Paşa ’ya karşı mhmetdar kalmış, Haşan Paşa da kendi adamı olan Koca Yusuf P aşa’yı vezîr-i âzam yaptırmak suretiyle, Abdülhamid'i iyice avucunun içine almıştır. Hattâ Haşan Paşa ile bir görüşme esnâsında, pâdişâh kendisi ile Yusuf Paşa 'nın azledilmeyeceklerini te’min ey­ lemiştir. Abdülhamid ün Haşan Paşa'dan çe­ kindiğine dâir müteaddit vesikalar vardır. Hattâ tersaneye ait bir me'mûr tâyininden dolayı, Haşan Paşa 'nın gücenmesinden çekinen pâdi­ şâh, „Vech ve lâyıkı ne İse, Öyle edesin? paşâ-i mumaileyh infial eder mi bilmem" söz­ leri ile vezîr-i âzamin telhisine bu husustaki tereddüdünü yazmış ve bunun üzerine vezîr-i âzam „bu kulları, kapudan paşa kulları şevketli efendimizin abd-i memlûkleriyîz ? kul velinime­ tine infîâl-etmek eürm-i kabîh ve hatây-İ azim­ dir" sözleri ile mukabele ederek, Abdülhamid ’in tereddüdünü izâle eylemiştir ( Başvekâlet arşivi, Emîrî tasnifi, Abdülhamid I. vesikaları, nr. 1145). Haşan Paşa 1201 (1787 ) rus seferine aleyhdâr olduğundan ( Ziakeisen, VI, 341 ve ondan naklen Iorga, türk. trc. Bekir Sıdkı, V, 29 'da rusları sevmeyen Haşan Paşa 'ma, bir harp açmak İçin, durmadan çalıştığını yazıyor ise de, doğıu değildir ) Mısır 'dan doner-dönmez ve zamansız harp açmasından dolayı vezîr-i âzam Koca Yusuf Paşa 'yı şiddetle muaheze etmiş ve bu emr-i vâki karşısında, padişahın emri ile, harp ianesi olarak, 12.000 kîse akçelik aîtuı vermiştir ki, bugünkü kâğıt para hesa­ bına göre, s.000.000 türk lirasından fazladır. Haşan Paşa ’nm gayret ve faaliyeti, ecnebî devletler tarafından da takip ve takdir olun­ makta idi. Henüz veliahd bulunan Selim III.



tarafından verilen bir nâme ile, gizlice Fransa kıralı Louis XVI. 'ye gönderilmiş olan Sultanzade Ishak Bey Paris 'ten Selim 'e göndermiş olduğu arîzasmda: — „Bir gün hükümdarlık nasip olursa, Haşan Paşa kulunuzu din düş­ manlan karşısında rezîl etmeyiniz? zîrâ cümle Frengistan 'da bu adamın ismi pek büyüktür ve şimdi Mısır 'da eylediği işleri cümle dev­ letler pesend eylediler; gerçi kendisini rical ve kibânmız sevmezler, lâkin vallahi devlet-i âliyyenin bir sâdık kölesidir, tatlı dil ile her işe kullanılır" — demektedir ( Selim III. 'm veliahd iken Fransa kıralı Louis X VI. ile muhûberesi, Belleten, sayı $/6, sene 1928). Haşan Paşa 'nm efendisi Hacı Osman Ağa'm n kızı Emine Hanım 'dan Habîbe adında bir kızı olmuş ise de, bu kendisinden evvel vefat etmiş (1202 = 1788) ve başka bir evlâdı olmamıştır. Kasım­ paşa 'daki konağı ile Öküz limanındaki ( Üs­ küdar İle Kuzguncuk arasında ) yalısı zevcesinin üzerinde olduğundan, bunlar ona bırakılarak, diğer para ve eşyası tamamen hazîneye alınmış­ tır. Fakat bunların yekûnu 4.000 kese âçke bile tutmadığı için, serveti dillerde destan olan Haşan Paşa 'nın bn kadar az bir malı çıkması ber keşi hayrete düşürmüştür. O devirde ya­ zılmış olan bir rûznâme bu hususta şu mutâîeayı.serd ederek, „ . . . 16 sene kaptanlığı ve hem hünkâr babalığı ( atabey) olup ve senede 1000 kese akçeden mütecaviz mâiikânesi olmağla bu mıkdar az para çıkması her keşi istigrâba düşürdü" dedikten sonra, kaptan paşalıktan azlolunup, sefere me’mûr edildiği zaman, çok para sarfeylediğini kayd ile servetinin bundan dolayı azalmış olduğunu kaydeylemektedir ki, Haşan Paşa'nm hazinedarı Süleyman A ğ a ’nm hükümete verdiği hesap da aynı mutâleayı te'yit ediyor ( vezîr-i âzam Şerif Haşan Paşa ’nm İs­ tanbul 'a göndermiş olduğu arîzasından; bk. TM, ViI/VIÎI, 39). Buna göre, Haşan P aşa’nm bütün eşya, mücevherat ve parası Kasımpaşa 'da bu­ lunan konağındaki taş mahzende imiş. Bâzı ve­ sikalardan Haşan Paşa ’nm muktesit olduğu anlaşılmaktadır. Haşan Paşa'mn tersanedeki kalyoncu kış­ lası ile camiinden başka, 4 saat yerden su ge­ tirtmiş olduğu Midilli adasında müteaddit çeş­ meleri ile Vize taraflarında camı, hamam ve 3 çeşmesi ile Limnİ, Sakız, Istanköy ve Rodos adalarında da çeşmeleri var idi. Kapudan-paşahğı zamanında tersanede küçük mikyasta mühendishâne açılmış ise de, bu hususta vezîr-i âzam Halil Hamîd Paşa ’nm ön-ayak olduğu görü­ lüyor (bk. Sadrâzam Halil Hamîd Paşa, TM , 1926, V ,$ ). Haşan Paşa küçükten büyüttüğü bir arslam dâima yanında gezdirir ve seferlerine de go-



HAŞAN PAŞA. turürdü. Talik hat île hakkedilmiş olan müh­ rü mâ refahtı ’l-mıiminûna hasarı™ fahava 'xnda 'Uâhi haşan âyet-i kerîmesini hâvî idi. Bütün vesikaların tetkiki neticesinde, Gâzî : Haşan P aşa’nm devlete sâdık, hizmeti büyük, ■ icraatında şeditj dürüst, açık sozîü, cesûr, gay­ ret ve azim sahibi idâri İşlerde kafası işleyen, ■ ilerisini gören fedakâr bir vezir olduğu görü­ lüyor. ölümünde yaşı 8o'e yakın idi. B i b l i y o g r a f y a ' , ffadîkat al-vuzarâ’ ; Şam'dâni-zâda, Gazavât-ı Cezâyirli Gâzî Hasarı Paşa ( Es ad Efendi kütüp.) ; Vâsıf, Mahâsin âl-âşâr ; Cevdet, Tarik ; IJadikat al-cavâmı'\ Abdülhamid I. devrine âit ruznâme ( yazma, husûsî kütüp.); Sicill-i osmânî‘, J. v. Hammer, Hisf. d. Tempire oitoman, XVI ; Mektâbî-i sadâret defteri ( Baş­ vekâlet arşivi, nr. 3 ) ; î, H. Uzunçarşth, Sadrâzam Halil Hamîd Paşa ( TM, sayı 5 ); ayn. mil., Selim III. 'in Louis XVI. ile mııhâberesi ( Belleten, 1938, 5/6 J; ayıı. mlh, Cezâyirli Gâzî Haşan P aşa ’ya dâir ( TM, 1942, sayı 7/8); F. Kurdoğlu, 1768—1774 türk-rus harbinde Akdeniz harekâtı ve Cezâyirli Gâzî Haşan Paşa ( Deniz mecm., sayı 366, 1942, ilâve); Süleyman Penâh Efendi, Mora ihtilâli tarihçesi ( Tarih ve­ sikaları dergisi, sayı 7 ); Süleyman Nutkî, .Muhârebât-ı bahriye-i osmâniye ( İstanbul, 1307 ) 5 Zinkeisen, Gesch. d. Osman. Reiches in Europa (Gotha, 1859), VI; Iorga, Osmanlı tarihi (trc. Bekir Sıdkı Baykal), V, 1948. ( t. H. ÜZÜNÇARŞILI.) HAŞAN PAŞA. HAŞAN PAŞA, al -Sayyîd ( 1679 ?— 1748 ), takriben 1090 tarihlerinde Şarkî-Karahisar sancağına bağlı Iskefsir kazasının Kabalı köyünde dünyaya gelmiştir ( Kaynaklar, İdrin ’in Kabalı köyüne yakm olmasından do­ layı, kendisini İdrİnli olarak gösterirler. Ka­ balı köyü, bugünkü mülkî taksimat a nazaran, Tokad vilâyetinin Reşadiye kazasına bağlıdır). Haşan Paşa Çardakh-zâdelerden Mehmed Ab­ dullah A ğa'nm oğludur. O genç yaşında İstan­ bul’a gelerek, yeniçeri ocağına İntisap İle, 1130 :: (1718 ) 'da çorbacılığa terfî ettirilmiş, 1146 şev­ valinin sonlarında kıil-kethüdâlığına getirilmiş­ tir (Başvekâlet arşivi, mühimme defteri, nr. 140, s. 13), Haşan Ağa kul-kethüdâlığı esnâ. smda bilhassa şarkta hizmet etmiş, iki seneye yakın bir zaman bu vazifede bulunduktan son­ ra, 1148 cemâziyelevvelinin ortalarında azil ve memleketi olan Iskefsir 'de ikamete me'mûr edil­ miştir ( bu hüküm için bk. Başvek. arş., ahkâm-ı müh. deft., nr. 141, s. 45 ). Haşan Ağa bir se­ neden fazla memleketinde: ikamet ettikten son:: ra, 1149 şabanı bidayetinde, 32. bölük kethüdâlığı ile cebeciler üzerine ağa-vekili tâyin



m



olununca (Başvek. arş., müh, deft., nr. 142, s. rSÖ), İstanbul'a gelmiştir. Aradan bir müddet geçtikten sonra, kul-kethüdâsı İbrahim A ğa 'nm azli üzerine, 1150 zilkadesi iptidalarında, Haşan Ağa 'ma ikinci defa olarak kul-kethüdâltğma getirildiğini görüyoruz ( Başv. arş., müh. deft., nr. 145, s. 22). Haşan Ağa, kulkethüdâsı sıfatı ile, bir müddet Belgrad 'da serasker iken Mehmed Paşa 'nm maiyetinde bulunmuş, yeniçeri ağası Abdullah Paşa 'nın vefatı üzerine, rebiülahır 1 1 5 1 'de yeniçeriağası olmuştur ( Subhî, Tarih, İstanbul, 1198, i2/a ). Haşan Ağa, bu vazifesi esnasında ruslar ile yapılan Azov ve Krozka muharebe­ lerinde gösterdiği şecaat ile temayüz ettiği gi­ bi ( J. v. Hammer, Histoire de Vempire ot to­ rnan, Paris, 1837, XVI, 178), osmanlı ordusu­ nun inhizâma yüz tuttuğu bir sırada, yeniçeri­ leri iki günde Tuna'nm karşı sahiline geçire­ rek, Ada-Kale 'nîn fethini de mümkün kılmıştı (Subhî, ayn. esr., 131°). Bu hizmetlerine mü­ kâfat olarak, kendisine, yeniçeri-ağaîığı uhdesin­ de kalmak Üzere, 1152 ( 1739 ) senesinde vezâret rütbesi verildiğini görüyoruz. Haşan Paşa uzun müddet bu mevkiini muhafaza ettikten sonra, sadrâzam Hakim-oğlu Ali Paşa 'nm azli üzeri­ ne, 4 şaban 1156 (1743 ) 'da sadârete getirilmiş ( Subhî, ayn. esr,, 232*») ve İran ile olan mu­ harebeye devam etmek üzere, 30 gün zarfında hazırlığım yaparak, Üsküdar 'a geçmesi emrolunmuştur. Yeni sadrâzam bir taraftan sefer hazırlıklarına devam ederken, diğer taraftan da Diyarbekir saraskerine yardım kasdı ile, bir mıkdar yeniçeri ve cebecİ-ortasım hemen yola çıkarmıştı. Haşan Paşa 'nm sadâretine tekaddüm eden günlerde Kerkük kalesini zaptefmiş olan Nâdir Şah Musul kalesini de kuşatmış, fakat türk askerinin kahramanlığı karşısında büyük zayiat vererek, muhasarayı ref'etmek mecburiyetinde kalmıştı. Bu hâdise Haşan Pa­ şa ’mn sadâretinin ilk günlerine tesadüf et­ tiğinden, onan uğuruna atfolunmuş idi. Mesele­ nin bu şekilde halli üzerine, yeni sadrâzamın sefere çıkmasından sarf-ı nazar edilmiştir. Ha­ şan Paşa ’nm sadâreti esnasında, memleket me­ seleleri ile çok yakından alâkadar olarak, 1138 senesi ortalarında Arnavntluk 'a kadar uzanan bir tetkik seyahatinde bulunduğunu, bu seya­ hate âit masraf defterinden öğreniyoruz ( Baş­ vek. arş., Cevdet tasnifi, dahiliye, nr. 13740). Haşan Paşa üç sene kadar sadâret makamım muhafaza ettikten sonra, 1159 recebi sonların­ da azlolunarak, Rodos 'a nefyedümİştir ( Baş­ vek. arş., müh. deft., nr. 152, s. 257; krş. Tzzi, Tarih, İstanbul, 1199, ^5®) İstanbul ahâlisinin çektiği yiyecek sıkıntısını gidere­ memesi ve bu hususta gevşek davranması



3n



M A S A M PA ŞA .



Haşan Paşa ’mn azlinin zahirî sebebi olarak Belgrad 'da da, camı, mektep ve medrese yaptır­ kabul edilebilirse de ( ’İzzi, ayn. esr., 66a }, dığını biliyoruz ( Haşan Paşa'nm 1 şevvâlu s8 hakikî sebep mechûl kalmıştır. Haşan Paşa tarihli vakfiyesi İçin bk. İstanbul evkaf başmü­ 'dan sonra sadârete getirilen Tiryaki Meh- dürlüğü, Mülhaka, Haşan Paşa dosyası). Bu vak­ med Paşa 'mn mâzûl sadrâzamın ailesi efradına fiyede kayıt olmamakla berâber, Haşan Paşa 'hm karşı amansız bîr mücâdeleye giriştiğini de bu­ Koska’da bir hanı ( Başvek. arş., ahkâm deft., nr. rada kaydetmek lâzımdır ( msl. bk. Başvek. 152, s. 137), Zeyrek'te Voynuk Şucâ mescidi arş., ahkâm deft., nr. 152, s. 267). Haşan Pa­ karşısında bir çeşmesi ( İbrahim Hilmî Tanışık, şa 7 ay kadar menfası bulanan Rodos ada­ İstanbul çeşmeleri, İstanbul, 1543, s. 174), sında kaldıktan sonra, 1160 rebiüîevveli orta­ Şehzâdebaşı ’nda Derûnî Mehmed Efendi türbe­ larında azledilerek, Iç-El vâliliğine tâyin olun­ sinin mukabil köşesinde diğer bir çeşmesi mev­ muştur (Başvek. arş., müh. deft., nr, 153, s. cuttur ( ayn. esr., s. 296). Haşan Paşa ’mn İstanbul ve Belgrad ’daki hayrâtı hâricinde, i o ). 7 ay kadar burada kalan Haşan Paşa 1160 zilkadesi ortalarında Diyarbekir vâliliğine memleketi olan Kabalı köyünde de bir câmİ nakledilmiş ve vakit geçirmeksizin vazifesi ba­ . ve bir mektep yaptırdığı malumdur ( Başvek. şına hareket etmesi kendisine bildirilmiş idi arş., Kâmil Kepeci tasnifi, Divan-ı hümâ­ ( Başvek. arş., müh. deft., nr. ı$3> s. 163 ). Haşan yûn kısmı, husûsî nr. 280, umûmî nr. 559). Paşa nın vefat tarihini kat’î olarak tesbit ede­ Onun 'bu hayrâtini yaşatmak için İstanbul, Bel­ memekle berâber, kendisine gönderilen en son grad ve Kabalı köyünde, mütevellileri bugün hükmün 1161 (1748} zilhiccesi ortalarında yazıl­ dahî mevcût olan gayet zengin vakıflar mey­ dığım ( Başvek, arş., müh, deft., nr. 153, s. 357 ), dana getirdiğini kaydetmeden geçmeyelim. aynı sene zilhiccesinin sonlarında ise, Di­ Haşan Paşa 'nm nesli, kısmen erkek, kısmen yarbekir eyâletinin vezîr Yahya Paşa'ya kadın tarafından, zamanımıza kadar devam et­ ihsan edildiğini ( Başvek. arş., müh. deft,, nr, mekte olduğu gibi, Haşan Paşa'nm kardeşi Hüse­ 153, s. 364) nazar-.ı itibâra alınarak, arada yin Bey 'in nesli de, erkek tarafından olmak geçen müddeti Haşan Paşa'nm Diyarbekir'de üzere, bugüne kadar gelmektedir. Haşan Paşa vefat tarihi olarak kabûl edebiliriz. Mamafih 'nm oğlu Mehmed Said Bey (ölm. 1778 ) İstan­ onun kendisine yazılan son hükmün taşıdığı bul kadılığına kadar yükselmiş ve âıapça bir tarihten az evvel vefat etmiş olması da imkân­ çok eserler meydana getirmiştir ( msl. Üniver­ sız değildir. Haşan Paşa Diyarbekir 'de Dağ- site kütüp., A .Y . nr. 4937). Mehmed Said Kapısı kurbünde Cino-Başı denilen mahaldeki Bey 'in oğlu Hüseyin Bey ve torunu Meh­ kabristana defnedilmiş olup, 1342 tarihine ka­ med Feyzi Bey de ilmiye sınıfına mensup idiler. dar mevcut bulunan mezar taşı Diyarbekir Mehmed Feyzi Bey'den sonra, âile kadın tara­ şâirlerinden Abdülgafûr Lebîb tarafından Ha­ fından yürümüş olup, bu koldan Ayşe, Huriye şan Paşa'm n vefatı için söylenilen ve sülüs ve kızı Fatma Gündüz Hanım bâlâ hayatta­ ile yazılan altı bey iti ihtiva ediyordu. Bu kab­ dırlar. Haşan Paşa ailesinin diğer kollan Meh­ ristan hâlen tarla hâline getirilmiştir.' Kay­ med Said Bey 'den gelen kol kadar mühim naklar Haşan Paşa 'nm halım, selim ve din­ değildir. Mamafih Haşan Paşa 'nın kızı, Şerif dar bîr zat olduğunu müttefikan kaydeder­ Esma Hanım 'dan yürüyen koldan da Zahide ler. Onun unum bir kimse olmasına rağ­ Hanım 'm berhayat olduğunu zikredelim. Ha­ men, sadâretinin ve bilhassa yeniçeri-ağalığı­ şan Paşa 'nın evlâd ve ahfadından İstanbul 'da nın uzun müddet devam etmesi yeniçerî-ağa- vefat edenlerden büyük bir kısmı Bayezid 'de hğı esnasında, ufak bir hâdise müstesna, esaslı Takvimhâne caddesinde kapudan-ı derya İbrahim denilebilecek bir fesâdın çıkmaması, kendisinin Paşa hazînesinde, bir kısmı Rumeli-Hisarı me­ zekâsına büyük bir delî! teşkil eder. Hasmı ve zarlığında, başka bir kısmı Anadolu-Hisarı me­ halefi Tiryâki Mehmed Paşa 'nm bütün araştır­ zarlığında medfûndur, Mehmed Said Bey ise, malarına rağmen, kendisi aleyhinde kullanıla­ Göksu 'daki çeşmenin sofasında gömülüdür bilecek hiç bir delil bulamamıştır. (Cevdet, Tarih, İstanbul, 1309, II, ic o ). Onun İstanbul 'da V ezn eciler 'de, eski Zeyneb B i b l i y o g r a f y a ' . Başlıca kasnaklar Hainm kon ağı karşısın da, toplu bir hâlde y a p ­ metinde gösterilmiştir; bunlara ilâve olarak, tırd ığ ı sebil, çeşnie ve dükkânlar ile bunların ■ bk, bir de Başvek. arş., A li Emîrî tasnifi', nr. ü st katın da yer alan camı, m edrese ve m ektebi 6036, tarih 1151 ; Başvek. arş., müh. deft., nr. bu gün oldukça iyi bir hâlde bulunduğu gib i, 1 153, s. 216; Başvek. arş., Cevdet tasnifi, hâ­ riciye, nr. 6956; Subhî, ayn. esr., var. 1308, ' "'1 '2 5 yıldan y§nt te’sisiriden beri bulunduğu Ü n ivcr146»,, 1 5 i0, 354a, î 618 j Dilâver-2âde Ömer, n site kapısı sağ yanındaki ko^-kten çika.nl an- ıTûrkiyat ens­ fladikat al-vuzara zeyli, s. 71; Hamıner, ayn. titüsü .bu medreseye nakledilm ekle, I s lâ m a n s i k lo p e d i s i esr., XVI, tür. yer.; Hüseyin Ayvansarâyî, Hania’ ta h rir hey’e ti de burada {alışm akladır. ( A .A . A ,).



HASÂN PAŞA. dilçat al-cavâmf, I, 89;. Mehmed Siireyyâ, Sicül-î osntânî, I, 152; Van d a l , L e Pacha Bonneval (Paris 1885), s. 52 v, dd, ; İbrahim Hilmî, İstanbul çeşmeleri,. I,! 176., ( C e İÂ L Â t a s o y .)



HAŞAN PAŞA.. tfA S A N P A Ş A , S o k u l LU-ZÂDE,-. V e ZÎR-ZÂDE. ( ? — 1602),, t ü r k d e v-



l e t a d a m ı . Sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa 'nm büyük oğludur. Babasının sadâretinde sana­ cak beyliklerinde bulundu. İlk vazifesini 969 ( 1 5 6 1 ) 'da Bosna sancak beyliğinde tesbît ede­ biliyoruz ( krş. Saffet Başagiç, Kratka üputa u praşlost Bos ne. i Hercegonine, Sarajevo,, 1900, s.. 178 J. 973 ( 1 5 7 0 )’ten. itibaren bu livada. 3 sene kaldı. Burada daha sonra da sancak beyliği yaptı (krş. Bosna sâlnâmesi, 12 8 3 ,1. defa, s. 42 ; 1293, 1 1 . defa, s. 19 ).. 980 ( 24. ramazan = 27 şubat *573 )*de, ilk baharda sefere çıkacak donanma­ ya- tüfenkçi ve piyade hazırlaması emrini aldığı Uzaman, Diyarbekir beylerbeyiHğinde idi ( Baş­ vekâlet arşivi, Mühimme defteri, nr. 21, s. 62). Ertesi seneler ( 981: ve 982 ) bu vazifede kaldı (muhtelif:meseleler hakkında divanın kendisine yolladığı: hükümler için bk. Mühimme defteri, nr,. 25, s.: 10, 14, ı$, 18, 292 ). 984 ( 25 receb — 18 teşrin. I. 1576 ) ’te, Rakka ’da Bellice na­ hiyesi hâslarım ve bu civarda 80 köyü yağma­ layan 'urban 'ı te'dip için verilen bir emirde kendisinden sabık Diyarbekir beylerbeyi Haşan diye babsedilmcsinden, onun bu vazifeden ay­ rıldığını: anlayor ve Erzurum beyîerbeyiliğine tâ y in edilmiş olduğunu görüyoruz ( Mühimme defteri,; nr. 28, s. 175 ) .’ Çok geçmeden- Şam ’a t â y i n edildi. Filhakika 15 cemâziyelevvel 98$ ( 31 temmuz 1577) 'te ona, beylerbeyiliğİ tevcih olu­ nan Şam 'a acele* gitmesi, yeni Erzurum beylerbeyiliğine tâyin edilen Behram - Paşa 'nın gelmesine kadar, işleri idare edip, kalenin in­ şasına: : başlayacak mutemede birisini başbuğ bırakması- bildirildi ( Mühimme defteri, nr. 31, s. 132).. Onun bu vazifeye gönderilmesi, her hâlde, dürzî şeyh ve reislerinin bu sırada çıkar­ dıkları;: isyan; ile alâkadar idi- Çünkü kendisine daha 27 recebde ( 10 teşrin I. 1577 ) gönderilen bir- hükümde, 2.000 '«den fazla tüfenkli dürzî eş­ kıyasının reisleri Ma‘n.oğIu ve Şihâb-oğlu ida­ resinde, havâss-ı hümâyûn köylerini basıp, katil vegâ rette bulundukları, bildirilmiş, dürzîleri itaate davet ederek, serîan mücrimlerin ve âsî­ lerin hakkından gelmesi emrolunmuştu. ( Mühim­ me defteri, nr. 31, s, 361)., Diğer taraftan babası vezîr-ı âzam ‘ Mehmed Paşa 'mn Şam ’da geniş evkafı bulunmasının ve mütevelli ile kâ­ tiplerin muhasebesini teftişe onun me'mûr edil­ mek istenmesinin de, Haşan Paşa ’nıa mütead­ dit defalar Şam: beylerbeyüiğİne; tâyin olunpıaşjndş b ir r o l oynadığı düşünülebilir ( bu



32S



husustaki hükümler için bk. Mühimme defteri, nr. 31, s. 255; nr. 65, 12 zilkade 997 — 22 eylül ' 1589, s. 41 ). Ertesi sene iranlılar ile harp baş­ ladığı sırada, Şam askeri ile Erzurum muhafa­ zasına gitmesi lâzım geldiği ( 20 şâban 986 — 22 ekim 1578) Safed saneak-beyi Ömer Bey 'i, Şam eşrafından bazılarım, 300 kadar zaim, si­ pahi ve kâfi mıkdarda yeniçeri ile hareket et­ mesi, Şam muhafazasına sâbık Tamşvar beyler­ beyi Cafer Paşa 'nm tâyin olunduğu alâkadarlara bildirilmiş ise de ( Mühimme defteri, nr. 32, s. 243 v. d.}, sonra Şam'ın muhafazası da mühim olduğu düşünülerek ve Mısır 'dan yazılıp gele­ cek kuvvetlere intizâren, bundan muvakkaten vazgeçildi ve hareketi ilk bahara te’hir edildi (10 ramazan ve 9 şevvâl 986 = 10 teşrin II. ve 9 kânun 1. 1578 tarihlî hükümler İçin bk, Mühim­ me defteri, nr, 32, 258, s. 249 ). Muharrem 987 (mart 1 57 9) 'de Haşan Paşa, aldığı yeni emre uyarak,. Şam muhafazasına Adana sancak-beyi İbrahim Bey 'i bıraktı ve yanma Assâf beyini ve aşireti halkından bir mı-kdar kuvvet ala­ rak, şark seferine çıktı (17 ve 22 zilkade 986 = 15 ve 20 kânûn II. 1579 ve 3 muhar­ rem 987 = 2 mart 1572 tarihli bükümler için bk. Mühimme' defteri, nr. 32, s, 270, 28i, 333). Erzurum 'da diğer valiler, ezcümle Anadolu beylerbeyi Cafer Paşa, Basra 'dan ayrılmış olan Rıdvan ve Lahsâ beylerbeyih'ğİnden mâzûî İs­ kender Paşa-zade Ahmed Paşa 'İar ile bulu­ şarak, serdar Lala Mustafa Paşa 'nm emrine girdi. Ordu Kars ’a geldiği vakit (2 cemâziyelevvel 987 = 27 temmuz 1579) bu kalenin binasına ve mühimmatının tedârikine başlan­ mıştı. Bu hususta vazife alanlar arasında Şam beylerbeyi Haşan Paşa da, eyâleti kuvvetleri ile, yedi buredan birincisini inşaya me'mûr edildi (Âl î , Kunk al-ahbâr, basılmamış kısm, Üniversite kütüp. T.Y. 59S9, var. 531 ). Kale bir ay içinde yapıldı. Bu sırada, İmam Kulı H an’ın 4 aydanberi muhasara ettiği Tiflis ka­ lesi serdardan zahire ve yardım istiyordu. Lala Mustafa Paşa, evvelâ Maraş beylerbeyi Mus­ tafa Paşa ile bir mıkdar zahîre ve yardım gön­ derdi. Sonra Diyarbekir beylerbeyi Behrâm Paşa ve diğer bâzı ümerânın, kür t askerinin bu va­ zifeyi başaramayacağı ve müstakil bir serdar olmazsa, bu güç işin ifâ edilemeyeceği yolun­ daki ifâdeleri üzerine, Haşan Paşa ikinci mürettep bir kıt'anın başına getirildi. Bu defa Tiflis beylerbey iliğine tâyin edilen ve Bey­ zade îekabı ile meşhur Ahmed Paşa pişdar ve Rıdvan Paşa dündar olduğu hâlde, 16 gün içinde T iflis'e zahîre ve mühimmat götürüp, döndü. Âlî, bu münâsebetle, Haşan Paşa 'nm bu vazifeye me’mûr olmadan Önce, babası Sokullu Mehmed Paşa 'dan aldığı mektupta. Tifüs 'e



3 *6



HAŞAN PAŞA,



zahîre gönderilmesinin ona havale edilece­ ğini ve bu itibarla iyice hazırlanarak, ihti­ yatla hareketi tavsiye ettiğini kendisine bil­ dirdiğini bir garibe olarak kaydeder ( ayn. esr., var. 537}. Haşan Paşa bundan sonra da şark seferlerinde başarılı vazifeler gör­ dü. Koca Sinan Paşa'mn serdarlığı esna­ sında 988 (1 5 8 0 )'de, ordu Çermik'ten ha­ reket ederken, yapılan geçit resminde, o da Şam valisi olarak, alay gösterdi ( A lî, ayn. esr., var. 542 ), Ertesi sene (26 receb 989 ==26 ağustos 1581 ), Erzurum tarafı emniyette olup, kendisine ihtiyâç bulunmadığı cihetle, Şam 'a avdeti Erzurum beylerbeyi Rıdvan Paşa tara­ fından teklif edilince, beylerbeyiliği askeri ile Şam 'a dönmesi ve zuhur eden eşkıyanın ten­ kiline ve hacılara müteallik işlere bakması bil­ dirildi ( Mühimme defterî, nr. 46, s. 22). Ma­ mafih Ferhad Paşa ’nın serdarlığı esnasında { 991 = 1583 ) ona yine ihtiyâç hâsıl olduğu, Revan 'ın fethinde ve kalesinin inşâsında, Şam beylerbeyi sıfatı ile, vazife aldığı, Diyarbekir beylerbeyi Mehmed Paşa ile birlikte, AğrıDağı 'na kadar uzayan bir akın neticesinde, Kar a-Veli denilen ve zaman-zaman orduniın ağırlıklarına hücumu görülen şakiyi ele ğeçfrdiği görülmektedir (  lî, ayn, esr., var. 564). Daha sonra, Gür i kalesi fetholunduğu sırada, gürcü ümerâsından olup, İsla mı kabûl ettikten sonra, Nazar Paşa adını alan Kazak Han 'İn itaatini te'mine ve orduya celbe muvaffak ol­ du. Onun beylerbeyİiiklc taltifini sağladı. Bü kale alınarak, levazım ve tedârikâtı görüldüğü esnada ise, yine Erzurum beylerbeyi olarak, ya­ nında Sivas beylerbeyi Sinan Paşa-zâde Mehmed Paşa ve Karaman beylerbeyi bulunduğu hâlde, Gûri 'den 3 menzil mesafeye kadar yerlere akınlarda bulundu ve 5.000'den fazla „ulus hânesini" sürüp getirdi ( Âlî, ayn. esr., var. 568 ). Haşan Paşa 'nın ertesi sene Şam 'a dönmediğini ( şaban 992 " a ğ u s to s 1584'te eski Şam beyierbeyısİ olarak zikredilir; bk. Mühimme defteri, nr. 54, s. 249) ve özdemir-oğlu Osman Paşa 'nın, vefa­ tından Önce, bu vazifeye Husrev Paşa 'yı tâyin ettiğini biliyoruz ( lî, ayn. esr., var. 574). ö y le görünüyor ki, bundan sonra da uzun müd­ det Erzurum beylerbey» vazifesi ile şark hare­ kâtında bulunmuştur. 995 (l5 8 7)’te Erzurum 'da, 997 ( 1584 ) 'de Tebriz'de zikredilen Haşan Paşa, her hâlde, o olacaktır ( bk. Mühimme defteri, nr-. 62, s. 86 ve nr. 65, s. 43 ). Mama­ fih 998 ( 1 5 9 0 ) 'den evvel bîr defa daha Şam beylerbeyiliğinde bulunduğu anlaşılmakta ve bu tarihte divân-ı hümâyûna Şam ve Haleb mmtakalarım alâkadar eden bir çok haberler verdiğİ görülmektedir ( Mühimme defterî, nr. 65, s . 100, *38, 183, 2 3 0 } . Iranlılar ile yapılan



anlaşmayı (1590) müteakip, diğer bir çok ümerâ, gibi, onun da imparatorluğun batı eyâ­ letlerinde vazife aldığını düşünebiliriz. 999 ( 1591) 'da onu Tamşvar beylerbeyiliğinde { Mü­ himine defteri, nr. 68, s. 60), ıooı ( 1593 ) 'de, Osmanh-Avusturya harplerine tekaddüm eden aylarda ise, vezirlik ile, Budin beylerbeyiîiğıne tâyin edilmiş görüyoruz. Avusturya ile daimî ihtilâflar mevcut olduğu için, bu serhad eyâ­ letinde kendisinden mühim vazifeler beklen­ mekte idi. Daha sene başında (24 rebiülâhır 1001 = 28 kânun il. 1593) vezir Haşan Paşa ya, Viyana hükümetinin iki senelik haracı göndermediği ve esirleri salıvermediği cihetle, 40 gün zarfında barış hükümlerini yerine ge­ tirmesi için, nâme-i hümâyûn yazıldığı bildi­ rilmiş ve kendisinin de temasa geçerek, alacağı cevabı bildirmesi, ayrıca Budin ve Belgrad kalelerinde mevcut top ve barut hakkında mâlümat vermesi emrolunmuştu ( Mühimme defteri, nr. 70, s. 253). Bu sebeple o, Budin 'e vâsıl olup (15 nisan), beylerbeyileria ikamet ettik­ leri Tuna sahilindeki saraya yerleşince, ilk işi, Viyana 'da arşidük Matthias 'a Budin 'e muvasa­ latı ve hükümeti eline aldığını, birikmiş haraç ve hediyeleri beklediğini, vazifesine başlarbaşlamaz serhad beylerinden bir çok şikâyetler gelmekte olduğunu bildirmek, barışa tarafdar ve sâdık bulunduğunu te'min etmek oldu (Takâts Sandor, A Török hodoltsag karaliol, s.. 278 v. dd.). Fakat Viyana bu işi mütemadiyen geciktiriyor, Haşan Paşa 'nm yeni teşebbüsle­ rine sebep oluyordu. Bu arada onun, arşidük Matthias 'tan başka, nufûzlu müşavir Ungnad David ( Szekfü, Magyar törtenet, Budapest, 1939, III, 356) ve Palffy Mi kloş gibi, Avus­ turya ve Macar büyüklerine de macarca mek­ tuplar yazdığı, Bosna hâdiselerinden sonra, harbîn artık kaçınılmaz olduğunu görerek, on­ lara, yalancılıklarından ve sözlerinde durma­ dıklarından dolayı, sitemler yaptığı görülmek­ tedir ( Takâts Sandor, ayn. esr., s, 283 ). Ha­ şan Paşa'nın selefi zamanında, Budin'in iradı kul mevacibine yetişmediği, Tamşvar 'dan gelen 30 yük akçe de sarfedildiği hâlde, açığı kapat­ madığı, bu sebepten halka, kılıç akçesi ve zahire bedeli adı ile, vergiler konulduğu görülerek, eyâ­ letin yeni baştan tahrirî kararlaştırılmış ve bu işe başlanmıştı. Sokuliu-zâde bu tahrîri tamamla­ yarak, defterlerini İstanbul'a gönderdi ve yeııİ bir vergi esâsına göre hareket edilmesini sağ­ ladı { u cemâziyelâhır ve 16 receb 1001 ta­ rihlî hükümler İçin bk. Mühimme defteri, nr. 70, s. 241 ve nr. 71, s. 169). Harp başlayınca, Haşan Paşa, eyâleti askerî ile, Mohaç 'ta sadr­ âzam ve serdar Koca Sinan Paşa ya mülâkî oldu (muharrem 1002 = teşrin I. 1593). Veszprem



HÂŞAN PAŞA.kalesini 3 gün içinde hücum ile aldı ve Palota 'nın zaptında bulundu. Bul muvaffakiyetlerden sonra, serdar Belgrad'a kışlağa çekilince, ar­ şidük Matthias, Nâdasdy, Palffy- ve Hardegg gi­ bi, macar beyleri idaresinde Szekesfehervâr ( İstolni Belgrad ) 't muhasara etmişti. Bunun ■ üzerine; Haşan: Paşa, Budin'e bağlı 5 sancak askeri ve Budin muhafazasındaki kuvvetler ile bu kalenin yardımına koşmuş ise de, ihtiyar ve tecrübeli Koca Hüsâm Ağa 'nın tavsiyesi hilâ­ fına ve bâzı hudût beylerinin ihtiyatsız hare­ keti neticesinde, vukû bulan çarpışmada, boz­ guna ve ağır zâyİâta uğradı ( safer 100* — teşrin lî. 1593). Mamafih o en son dakikaya ve yaralanıncaya kadar savaş sâhasmda kal­ mış, hattâ macar asilzadesi Janos Tapolcsânyi ile münferit bir düelloyu bile kabûl etmiş, ■sonra-güçlükle: kurtulabilmişti (Peçevî, II, 137 v.dd.; Naimâ, I, 85; Kâtib ..Çelebi, Fezleke, I, 17 v.dd.). Düşman bu muvaffakiyeti müteakip, ; Fülek Szecseny ile Nograd kalelerini almış ve Estergon ile Hatvan'1 muhasara etmişti. Ha­ şan -Paşa, N ograt'ı teslim ederek, Budin'e ge­ den serhad beylerinden Karaferyeîi Mehmed Bey 'i, zahiren kaleyi verdiği, hakikatte, İstolni Belgrad mağlûbiyetinin müsebbiplerinden bulunduğu için, idam ettirdikten ve Belgrad 'daki sadrâzama mahsur kaleler ahvâlini bildiren haberler gönderdikten sonra, ilk baharda (8 şâban 1002 — 29 nisan 1584 ) Rumeli beyler­ beyi Sinan Paşa-zâde Mehmed Paşa ile birlikte, Hatvan 'in imdadına gitti. Fakat bu defa da Rumeli beylerbeyinin gayretsizliği ve zama­ nında, yardım etmeyerek, kaçması neticesinde, muvaffakiyet elde edilemedi; Sokullu-zâde, yaralı olarak, Budin'e döndü (Peçevî, s. 142 v, dd.). Sadrâzam, yeni kuvvetler ile, Belgrad 'dan hareket ederek, Budin civarında orduyu toplayınca, Tata ve Yanık kalelerine karşı harekât kararlaştırıldı ve 4 şevvalde ( 23 ha­ ziran ) Tata sahrasına varan orduda Haşan Paşa öncü bulunuyordu. Papa alındıktan sonra, Yanık (G yör, Raab), muhasarası esnasında ( 10. zilhicce .=3 27 ağustos 1594), serdar oğlu İle. Haşan Paşa'mn mansıblarmı değiştirdi ve bu suretle Rumeli beylerbeyi vazifesini deruhte eden-'Sokullu-zâde, selefinin • yapamadığı işi kısa bir zamanda başardı ve hisar kapısını kapattı kî, bu münâsebetle Naimâ (I, 95 ): — „Her iş. ehline tefviz olunmak fâidesi zuhur etti* — der. Bir ay sonra bu kale teslim oldu ise de ( tafsilât için bk. Alî, ayn. esr., Nûruosmâniye kütüp., nr. 3409, var. 413 v.d.), müteaki­ ben muhasara.' edilen Komarom muhafızları, evvelce vâki ;vaâdleri hilâfına, kaleyi vermekten îstİnkâf ettiler; Bu husûsta Âl VHasan-Beyzade ye Topçular-kâtibi Abdülkadir? kaje kumanda-



3*7



! mnm î — »Rumeli beylerbeyi Haşan Paşa'yi gönderin, kaleyi verelim" ~~ dediğini, serdarın ise: *— ,,Ya bana veyahut oğluma versinler, nâm gayrîn olmasın" (Â lî, Nûruoşmâniye kü­ tüp., nr. 3409, var. 416; Haşan-Beyzade, Nûruosmânİye kütüp., nr. 3106, var. 492 ) — diyerek, kabûl etmediğini kaydederlerse de, Peçevî ve Kâtİb Çelebi bunu reddetmekte ve bu türlü mütâleaların hudût ve asker ahvâline vâkıf olmamaktan ileri geldiğini söylemektedirler (Peçevî, I, 15$ ; Fezleke, I, 40; Naimâ, I, 99). Mamafih sadrâzam, ya Haşan Paşa ’nm muvaf­ fakiyetini ve prestijini çekemediği veya oğlunu kayırmak istediği için, Rumeli eyâletini de oğlu Mehmed Paşa uhdesine verdi ve Sokulluzâde'yi o sırada aşağı Tuna bölgesinde İsyan hâlinde ve tecâvüz hareketlerinde bulunan EH lâk voyvodası Mihai Viteazul 'e karşı, Vidin muhafazasına gönderdi ( krş. Seîânikî, Tarih, basılmamış kısımlar, Üniversite kütüp., T Y , nr. 6027, var. 125 } ki, onun, kısa bir zaman sonra, padişahın ölümü ile, Mehmed İH.'in saltanata geçtiği ve Ferhad Paşa 'yı sedârete getirdiği es­ nada, tekrar eski vazifesine iade edildiğini görüyoruz ( cemâziyelâhır 1003 = kânun İh *595 ; Peçevî, I, 165; Naimâ, I, 116). Sadr­ âzam Ferhad Paşa Rusçuk'a vâsıl olduğu vakit (şevval 1003 sonlan = teromûz 1595 ■ başları-), köprü kurulması için lâzım gelen hazırlıklar bitmiş ve inşasına da -başlanmış idi. Zilkade İp­ tidalarında (15 temmuz) Rumeli beylerbeyi Haşan Paşa da, Eflâk ve onlar ile müttefik olan mncarların müştereken yaptıkları bir akın­ da, onlardan aldığı 500 kadar esir ve bir hayli baş ve ganimet ile gelerek ( bu . ganimetler kısmen İstanbul 'a gönderilmişti; bunlardan Selânikî 'nin muvasalatını bizzat gördüğünü bil­ dirdiği »altı kıt'a güzîde top" arasında 1592. ’de, Albert Almasi tarafından, dökülmüş olan Zsigmond Batthory'nin büyük topu da bulu­ nuyordu ki, bu her hâlde, hâlâ İstanbul askerî müzesinde teşhir edilenler meyâmndadır; krş. HD, XII, 207 ) orduya iltihak etti ve alaylar gösterdi ( Naimâ, s. 122 ). Hâlbuki bu sırada İstanbul'da Ferhad Paşa aleyhine çevrilen en­ trikalar muvaffak olmuş ve sadâret tekrar Si­ nan Paşa 'ya verilmişti. Haşan Paşa 'ya 29 şev­ val tarihi ile gönderilen bîr hüküm, bu tebed­ dülü günü ile haber vermekte, serdârın acele sefere çıkmak üzere bulunduğunu bildirmekte ve Rumeli beylerbeyinden gemiler, mühimmat İle sefer ahvâli sorulmakta ve her şeyi açıkça bildirmesi emrolunmakta idi ( Mühimme defteri, nr, 73, s. 263). Bir ay sonra ona, Budin serhaddinde fazla kuvvete İhtiyâç bulunması İktizâ ettiği için, Rumeli askeri ile o tarafa gitmesi huşûşupda.. yeni bir emir gönderildiği gÖruly-;



32 *



HAŞAN PAŞA.



yorsa da ( zilhicce 1003 î Mühimme defteri,,: nr. 73, s. 401 }, Haşan Paşa ’nm bu sırada Eflâk hududuna vâsıl olan yeni sadrâzama mfijakî olduğunu ve yine ordunun öncüsü olarak; 18 zilhiccede (24 ağustos} Bükreş derbendini ( Bükreş ile Yer-Göği arasında, Calugareni mev­ kiinde ) geçtiğini ve akıncılar ile o havaliden bir çok esir, zahire ve hayvanat getirdiğini, bu suretle serdârın Bükreş 'e girmesini te'min ettiğim bi­ liyoruz (Naimâ, I, 137; HD, III, 1, 488; Vene­ dik elçisinin 15 eylül tarihli mektubu). Eflâk harekâtı esnasında sadrâzam İle Haşan Paşa arasında ihtilâf belirdi. Koca Sinan PaşâJnm bütün E flâk'ı tahrip etmek istemesine karşı, Sokollu-zâde padişahın) tahripten zîyâde} mem­ leketin işgali ve fayda te'mıni için, muhâfaza edilmesi fikrinde olduğunu iddia etti (HD, Ifl, 2, 170 ). Haşan Paşa, Bükreş ve Tergovişte hisarla­ rıma inşasında bulundu ve Mihal 'in hücumu kar­ şısında ordunun rİc'at ve hezimeti esnasında da bâzı zayiatın Önüne geçti ( Peçevî, s. 172 ). Mağ­ lubiyeti müteakip, Haşan Paşa ’mn, bîr İstanbul raporuna bakılırsa, padişaha sadrâzam aley­ hinde bir arîza takdim ettiği ve bunda, Sinan Paşa 'nın iktidarsızlığını, hazîne ve mühimmatı düşmana kaptırdığını bildirdiği anlaşılmaktadır ( H D , XII, 186 }, Sokuliu*zâde, bundan sonra da, Lala Mehmed Paşa ve sonra Sinan PaŞa 'nın 5. sadâretleri esnasında, Tuna yalılan mu­ hafazasında, Razgrad'da kaldı ( Selânikî, ayh. e$r>, var. 2291 HD, XII, 269, 296). İbrahim Paşa sadârete geçtiği sırada, onun Mİha!'in ye diğer bâzı Eflâk boyarlarının mahzarları ve mektuplarım İstanbul 'a gönderdiği görülmek­ tedir. Buradan Belgrad ’a geçti ve bu eşnâdâ da Erdel beyi Batbory'yİ elde etmeğe çalıştı;; ağustos 1596’da aralarında mektup teati edildi ve Rumeli beylerbeyi ona babasının zamanında âiiesinin takip ettiği siyâseti tekrar ele alma* sim ve Süleyman I. devrindeki Erdel 'in Bâbıâiiye karşı sadâkat ve merbûtiyetini yeniden te’sis etmesini bildirdi ( mektubun İtalyanca ve latiaceleri İçin bk. HD, III, 2, 2cS ve XII, 274 v.d. ), Fakat bu teşebbüsün hiç bir neticesi görülmedi. Eğri seferine, yine Rumeli beyler­ beyi sıfatı ile, iştirak etti; pâdişâh ordu ile Segecin'e vâsıl olduğu vakit {muharrem ıco$ •«= ağustos 1596 ), üstün vasıfları ile diğer evâlet kuvvetlerinden bariz surette ayrı'an Rumeli askeri ile i tihâk etti. Kale düğmeğe mahsus lopları Vidin 'den Tuna gemileri İle Segedin 'e kadar beraberinde getiren Haşan Paşa ’nm muvasalatı orduda büyük bir ünıit uyan irdi (Naİmâ, I, 142 v.d.). Eğri kalesinin muhasara­ sında ehemmiyetli hizmetler gördü ve 18 saferde (11 taşrin 1.) kaleye girenlerin başında bulundu. Haçova meydan muharebesinde Ru­



meli kuvvetlerinin başında ve Tamşvar beyler­ beyi ile birlikte, sağ cenahta Sehwarzenburg ve Teuffeabâch 'a karşı savaştı, s rebîülevvelde (27 teşrin I.) cereyan eden muharebenin ikinci gününde Avusturya ordusu otağ-ı hü­ mâyûn üzerine hücum edip, pâdişâhın yakı­ nma vâsıl oldukları vakit, Haşan Paşa'ya, im­ dada yetişmesi için, çavuş gönderilmiş ve o da sağ koldan ordu-i hümâyûn üzerine gelen düşmanın arkasında taarruz etmiş ise de, düş­ man tüf enk-endâzîamnn şiddetli atışı karşısın­ da, zaferden me'yûs olarak, firara kalkışan as­ kerini tevkife muvaffak olamamıştı ( Naîmâ, I,' 157 5 Fezleke, I, 89). Zafer kazanıldıktan son­ ra, padişah ordu ile avdet ederken, yeni sadr­ âzam Cigala-zâde Sinan Paşa'mn tensibi ile, dördüncü vezirliğe getirilen Sokul!u-zâde Bel­ grad'da, serdar olarak, bırakıldı (rebiülâhır 1005 = kânun I. 1596) ise de, çök geçmeden, sadâretin tekrar İbrahim Paşa'yâ tevcihinde, onun azlinde beraber bulunması töhmeti ile* bu vazifeden azledildi ve yerine Satırcı Mehmed Paşa serdar oldu. Kendisi tekrar Vidin muha­ fızlığına gönderildi { Naimâ, I,-167 Ertesi sene (1006 = 1597) Estergon ve Vâc taraf!anndaki harekâta iştirak etti. Haşan Paşa 1598 nisanında Bagdad beylerbe­ yi liğine tâyin olundu. Bu sırada Basra tarafların­ da Seyyid Mübarek isminde biri isyan etmiş, Basra ve Lahsâ eyâletlerinde bir çok kasaba ve köyleri basmış idi. Bagdad ile birlikte Şehr-i Zor ve bu havalideki ümerâ ve askere serdar olan Haşan Paşa, bu meselenin iranhlar İle bir ihtilâfa sebebiyet vermemesi için çabştı ( Kâtib Çelebi, s. 106; Naîmâ, I, 86 ). ıc cç ( 1601) senesine kadar bu vazifede kalan Sokollu-zâde, Bagdad 'ın imâ­ rına gayret sarfettİ. Nazmî-zâde ( öîm. 1134 ) 'nin zamanında mevcut olan ve Haşan Paşa camii de­ nilen büyük camiin etrafındaki revakı yaptırdı; aynı zamanda, 40— $o.cco kuruş saıfı ile, güj mÜşten bîr taht İmâl ve üzerine ham gümüş­ ten yapraklı ve meyvalı ağaç'ar vaz'ı ile tez­ yin ett rerek, „kâh-ı behîşt“ tesmiye eylemişti (Nazmî-zâde, Gülşen-i hulefâ, 1143, var* 66; Üniversite kütüp., T Y , 2636, var. 198; HasanBeyzâde, Tarih, Nûruosmâniye kütüp., nr. 3106, var. 245 ; „ravza i cennet" ). 15 şevval 1009 | (15 nisan 1601 ), aynı zamanda dinî bir ka­ rakter taşıyan ( krş. Babinger, ZDM G, L X X V I, 143; J. M. Kramers, El, II, 815) Kara-Yazıcı isyanını bastırmağa me’mûr edildi. Kendisinin bu vazifeyi deruhde etmesine kadar, Haleb 'deıı mâzûl olan Hacı İbrahim Paşa vekâlet et­ miş ve serdarı beklemeden, Kayseri civarında yaptığı muharebede Kara-Yazıcı 'ya mağlûp ol­ muş ve güçlükle Kayseri kalesine kapanmıştı. Bu haber, kuvvetlerini toplamakta ve yeni va-



HAŞAN PAŞA. zifeşine hareket etmek üzere, Diyarbekİr ya­ kınında bulunan Kasan Paşa'ya gelince, der­ hâl eşkıya üzerine yürümüş ve 12 safer 1010 ( 12 ağustos l6nı ) 'da Elbistan yaylasında Sepedlü mevkiinde vukû bulan muharebede Kara-Yazıcı kuvvetlerini ağır bir Üezîmete uğ­ ratarak, Canik dağlarına firara mecbur etmişti. Kendisi de, onları tâkip ile, Tokad'a geldi (Kâtib Çelebî, I, 174; Naimâ, s. 282). Sokullu-zâde İlyas Paşa'ya Sivas beylerbeyiliğini verdi (22 safer 1010 — 22 ağustos 1601 tarihli bir arz için bk. Başvekâlet arşivi, Fekete tas­ nifi, nr. 3152). Maiyetindeki kuvvetlerin ekse­ risinin; süvârîolupy dağlara tahassun eden eş­ kıyaya karşı muvaffakiyetle harp yapabilmek içinjSpiyâde ve tüfenk-endâza ihtiyâcı olduğu­ mu İstanbul 'a bildirdi ki, bu münâsebetle, A y ­ dın sancak beyine ve kadılara bu livadan, Ha­ şan Paşa 'ya yardım İçin, 700 tüfenk-endâz ih­ racı hakkında bir ferman gönderildiğini görü­ yoruz ■ ( şaban 1010 = şubat 1602; aynı tasnif, nr. 3037 ). Bu esnada Kara-Yazıcı ölmüş ise de, kardeşi Deli-Hasan eşkıyanın başına geç­ miş, Şah verdi, Yular-Kısdı v. b. bâzı eşkiyâ ile birleşereki'Haşan Paşa'nın Diyarbekir'den ge­ len ağırlığını yağmaya gitmişti. Bunu ele ge­ çirdikten sonra, doğruca Tokad 'a gelip, ser­ darı tazyika başladılar. Haşan Paşa, kâfi de­ recede kuvvet toplayamadığı için, kaleye ta­ hassun etti ve eşkiyâ da şehri zaptederek, Ha­ şan Paşa'nın «cennet bağı" tesmiye eylediği bahçeyi talan ile kaleyi kuşattı. Bir ay kadar muhâsaradan sonra, kaleden çıkan birisinin Haşan Paşa 'nın her sabah kapı önünde tahta perde İle çevrilmiş bir yerde oturduğunu haber vermesi üzerine, bir gün onu şehit etmeğe muvaffak oldular (şevval 1010 = nisan 1602 ; Haşan-BeyzâdeV ayn. e$r., var. 595; Kâtib Çelebi, s. 175; Naimâ, s. 283 v. d.) Haşan Paşa yakışıkhklı, gösterişli, «şâhâne hadem ve müiûkâne haşeme" düşkün idi. Peçevî, bulunduğu eyâlette* pâdişâh gibi, cuma selâm­ lığına çıktığı için, babası tarafından, şikâyet edildiği bahanesi ile, azlinin arzediidiğlni, fakat pâdişâhın: — »Yok azlolunmasun, amma ol ..değme yabuklan kaldursun" dediğini nakleder (T, 29; Nazmî-zâde, göst. yer,; Takâts Sandor, ttffn, ear,, s. 275 ). Sukullu-zâde ’nin mağrur ve kendini beğenmişliği de mârûf idî. İltifatım ka­ zanan adamları kendisine hazinedar yaptığı­ nı ve kendisininkine benzer elbise ve at vere­ rek, alay selâmında yanında bulundurduğunu da yine Peçevî haber vermektedir. Bununla beraber, Nazmî-zâde ’nin >le te'yit ettiği gibi, „çelebî!ik“ ve şecaat ile mevsuf idi ve „serlıadluda bir ferd bahadırlığın ve kılıcın inkâr" etmemişti ( Gülşen-i hulefâ; Peçevî, s* 30).



329



B i b l i y o g r a f y a ' , Metinde zikredilen­ lerden başka bk. Başvekâlet arşivi, Fekete tas­ nifi : Sokulİu Mehmed Paşa nın diğer çocuk ve torunlarından bahseden bir vesika ( 980 = : 1572, nr. 570), Budin muhafazasında olan Haşan Paşa 'ya fermanlar ( muharrem î o o i ~ kasım 1592, nr. 1995; rebiülevvel 1002 = kânun I. 1593, nr. 1997 ), Budin beylerbeyi Sokuîlu Mehmed Paşa-zade Haşan Paşa müh­ rü ile yazılı arîza ( 1 muharrem 1002 = 27 eylül 1593, nr. 2037) ve Rumeli beylerbeyi Ha­ şan Paşa 'ya fermanlar ( safer 1003 = teşrin I-, 1594, ar, 2088; ayn, tarih, nr. 2089). E. A 1berİ, Relazioni degli ambasciatori veneti alSenato (Firenze, 1840), 3. seri, s. 320 {1573 ’te Marcantonİo Barbaro ’nun sadrâzama ver­ diği malûmat hakkında ) ve s. 364 ( aynı se­ nede Andrea Badoaro 'nun söyledikleri), Ahmed Refik ( Sokullu, İstanbul, 1924) ve Abdürrahman Şeref ( Sokullu Mehmed Paşa ’nm evâil-î ahvâli ve âilesi hakkında bâzı malû­ mat, TOEM, s. $ ) Sokullu-zâde Haşan Paşa hakkında fazla malûmat vermezler. KaraYazıcı isyanındaki rolü hakkında bk. T veritimova, Türkiye’de Kara-Yazıcı ve DeliHasan isyânı ( trk. trc. TTK neşri ); Hurmuzakİ, Documente privitoare la istoria Romanilor ( = HD, Bucureştî, 1887); J. v. Hammer, GOR, II2, 2, 489, 585 v. d., 6oo, 614, 616, 619, 639, 651 v. d., tür. yer.; türk. trc. VH ve VII, tür. yer.\ îorga, GOR, ÎIÎ, 293, 300, 311, 316, 322 v. d., 425. Haşan Paşa'nın 7 kânun II. 1597 'de Bathory Zsigmond *a gönderdiği di­ ğer bir mektubun macarca ve rumence ter­ cümeleri için bk. Andrei Veress, Documente privitoare la İstoria Ardealulııi, Moldovei sİ Tarii Romaneşti (Bucureştî, 1932), V, 52— 56. Budin beylerbey il iği hakkında bk. Gevay, Versuch eines ehronologisehen Ver. zetichnisses der türkishen Siatthalter von O fen ( Der österreichische Geschichtsforseher, nşr. Josef Chmel, Wien, 1841, II, 56— 90). {M .T a y yîb GÖKBİLCİN.) H A ŞAN P A Ş A . HAŞAN PAŞA, Ş ar ÎF (?' — 1791), t ü r k k u m a n d a n v e d e v l e t a d a mı ( Vâşif 'a göre, ÇA LABÎ-ZÂD A A L -S a y YİD H a S A N ). 1769— 1774 rus muharebesinde Rus­ çuk, Süİstre ve Yergüy ( Giurgevo) asker­ lerine kumandanlık eden Rusçuk ayanı Çaîabi al-Hâcc Sulaymân Ağa 'nın oğludur ( Vâşîf, Târih, II, 63). Bizzat kendisi de 1 7 6 9 ^ Kırımgiray Han'ın Rusya'da yaptığı ve Baron Tott'un hâtıralarındaki (II, 131— 201) etraflı tafsilât ile meşhûr olan akına bir alay gönüllü ( serden-geçii) ile iştirak etmiştir. Aynı muha­ rebe esnasında, sadrâzam Muhsin-zâde'ye yap­ tığı mâlî muavenete mükâfat olarak, kapıcı



33°:



HAŞAN PAŞA.



-başı rütbesi İ'e taltif ve bilâhare ( 23 cemâzİyelâhır, 1 1 8 7 = 1 1 ağustos 1773} vezâret rütbesi He, Rusçuk kumandanlığına tâyin olun­ muştur. Sulhun akdinden sonra (1774)» menkup .olarak, rütbesi alınmış ve senelerce Filibe ve Selanik’te sürgün kalmıştır. 1201 senesi ni­ hâyetinde ( 1787 son baharı) tekrar ruslara karşı muharebe başlayınca, Tuna üzerinde bir kaç kumandanlığa tâyin edilmiş ve Cezayirli Haşan P aşa’nın vefatında, onun yerine, sadr­ âzam ve serdâr-ı ekrem olmuştur (1 şaban 1204 = 16 nisan 1790}. Biraderi Seyyid Mehmed, ruslarm müttefikleri olan avusturyalılara Yergüy'de parlak bir galebe çalarken (8 haziran 1790), kendisi ruslara karşı olan hareketlerinde, büyük bir tâlihsizliğe uğramış 3 ay içinde ruslar Kil ia, Tulça, Isakça ve İs­ mail kalelerini almışlardır. Ba mağlûbiyetler, ve kendi fikrine göre hareket etmesi yüzünden ve bir de verdiği raporlardaki açık ve tok söz­ leri ile üzerine şüpheyi davet etmiş olduğun­ dan, sultanın emri ile, tevkif ve 9 cemâzîyelâhır 1205 (12/13 şubat 1791 gecesi) ’de Şumnu ( Şumla ) ’dakî kışlık karargâhında İdam edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : fiadlkat al-vuzarâ1 (Ahmed Câvid zeyli J, s. 42 v.d,; Stelll-İ osmâni, II, 160 ( biyografi notları); Vâşif, Tâ­ rih, II, tür. yer.; Cevdet, Tarih, IV, 352— 447; Zİnkeîsen, Geschickte des Osmaniscken Reiches, VI, 768, 796— 814. (J . H. M o r d t m a n n .)



HAŞAN PAŞA. îdAŞAN PAŞA, Y e m e n l İ (? — 1607), Y e m e n v â l î s i. 25 sene kadar bu vâlilikte kaldığı için, çok defa »Yemenli" diye anılan bu zât aslen.arnavut olup, Husayn adında birinin oğludur. Uzun yıllar İstanbul 'da bostancı -başı vazifesini görmekte iken, Murad III. ta­ rafından, cemâziy ele vvel 988 ( haziran.^ ı$8o) 'de, büyük bir kısmı zeydî imamı Mutahhar sülâlesinin eline geçmiş olan Yemen vilâyetin­ de Bâbıâlînin hüküm ve nufûzunu iade için, Ye­ men-’e gönderildi. $ sene zarfında, gerek kuv­ vet ve gerek hile ile, âsî şerifleri itaat altına almağa ve zaptetmiş bulundukları müstahkem mevkileri istirdada muvaffak oldu. Bu kıyam­ ların tekerrürüne mâni olmak için, 1585’te Mutahhar âİlesİ âzasmm ileri gelenlerini İs­ tanbul ’a gönderdi ve bunlar orada ölünceye kadar mevkuf tutuldular. Haşan Paşa ertesi yıllarda, bir kaç küçük kaleden başka, Yâfî‘ arazisini İşgâî etmiş ve 1591 ’de tekmil vilâyet sükûna kavuşmuştu. 6 sene sonra, zeydîler, başlarında makdî al-Kâsim b. Muhammed ol­ duğu hâlde, yeniden ayaklanarak, Kavkabân ile Sula ’yı zaptettiler ve ancak kanlı çarpış­ malardan sonra, 1598’de buralardan tardedildİlşr* Mamafih reisleri Kâsim senelerce Şahârâ



'da tutunabildi. 1012 receb nihâyetinde (1604 senesi iptidası) Haşan Paşa, talebi üzerine, İstanbul'a alındı, Safer nihâyetinde (1605 tem­ muz ortaları) Mısır valisi tâyin edildi ve 1016 muharrem nihayetine (mayıs 1607 sonu) ka­ dar, bu me’mûriyette kaldı. M ısır’dan avde­ tinden az zaman sonra, 9 yahut 16 receb 1016 (teşrin II. iptidası) ’da İstanbul’da vefat, etti. B i b l i y o g r a f y a : Selânîkî, Tarih, s. 214, 222, 223; Na'imâ, Târih, I, 122, 197, 249; Kâtib Çeîebî, Takvim, s, 220; Sİcill-i Osmâni, II, 128 ; Haşan Paşa 'om Yemen 'deki seferleri için bk. Rutgers, His torİa Jemanae sub Hasano Paşa (Lugd. Bat., 1838); Ah- . med Râşid, Târİh-i Yaman va Şan a, I, 153 — 187; Wüstenfeld, Jemen im XI. ( XVII.) Jahrkundert, s. 35— 41. (J .H . Mordtmann .) HAŞAN P A ŞA . H A ŞAN PA ŞA , Y emIşç I ( ? — 1603), XVII. asır o s m a n l ı s a d r ­ â z a m l a r ı n d a n olup, hangi tarihte ve nerede doğduğu meçhul kalmakla beraber, menbâiar onun Arnavutluk ’tan neş’et ettiğini söylemekte müttefiktirler. O evvelâ zülüflü-baltacılar oca­ ğına dâhil olmuş ve bilâhare çâşnîgîr-başıîı» ğma getirilmişti. 14 receb 988 (1580) ’de ise. Ye­ mişçi Haşan A ğa ’nın kapıcılar-kethüdâsı sıfatı ile, sadâret mührünü teslim etmek üzere, yeni, sadrâzam Koca Sınan Paşa 'nın İran serhaddînde. bulunan karargâhına vâsıl olduğunu görüyo­ ruz (Peçevî, Tarik, İstanbul, 1283, II, 65; krş. İsmail Hakkı Uzunçarşıh, Merkez teşkilâtı, An­ kara, 1948, s. 182, not 1 ), Yemişçi Haşan Ağa 'mn kapıcılar-kethüdâlığı, görünüşe nazaran, pek uzun sürmemiş ise de, 996 (1588) senesi ortalarında onn, ikinci bir defa daha, aynı va­ zifede buluyoruz (Selânîkî, Tarih, İstanbul, 1281, s. 253). Kendisi bir müddet bu mevkide bulunduktan sonra, 997(1589) senesinde kapıcı-başılığa getirilmiştir. Onun bu yeni vazifesin­ de ne kadar kaldığı mâlûm olmamakla berâber, 999 (159* ) henüz mevkiini muhafaza ettiği görülüyor ( Selânîkî, ayn. esr., s. 288). Sadr­ âzam Sinan Paşa 'mn 1002 senesinde Macaris­ tan ’da yaptığı harekât esnasında, orduda bu­ lunan Yemişçi Haşan Ağa, Tata kalesinin zaptı günü (3 şevval 1002) yeniçeri-ağası Mehmed Ağa ( Lala Mehmed P aşa) ’iıra azli üzerine, yeniçeri-ağalığma getirilmişti (Peçevî, ayn. esr., II, 145; krş. Selânîkî, ayn. esr., Velıyüddin kütüp., TY, nr. 2368, 83b), Yaz aylarım müteakip, Sinan Paşa Belgrad 'da kışlayınca, Yemişçi Haşan Ağa, âdet mucibince, kışı İstan­ bul 'da geçirmeğe me’mûr edilmişti ( Selânîkî, ayn. esr., 86^ v. d.). Naımâ (I, 123 ) sadrâzam Ferhad P aşa’nm 17 şaban 1003’te Eflâk sefe­ rine çıkarken, yen içeri-ağas* Yemişçi Haşan



HAŞAN



Ağa ’nıa İstanbul 'da kaldığını yazarsa da, mez­ kur sene recebinin ortalarında yeniçeri-ağahğmdan azlolunduğuna ( Selânîkî, ayn. esr., 93» ) göre, Naimâ’nm yanıldığım kabul etmek İcâp eder. IC04 şevvali sonlarında vezâretle Şirvan vilâyetine tâyin edilen Yemişçi Haşan Paşa mezkur vsene :zilhiccesinin iptidasında, mûtad merasimden sonra, yeni me'mûrİyeti başına hareket etmişti (Selânîkî, ayn. esr., 120“ ). Şir­ van valiliği epeyce hareketli geçen Yemişçi Haşan Paşa 1006 şevvali ortalarında, uzun müddettir Kulzum ( H azer) denizi kıyılarında, kızıl-başların da yardımı ile, tahkimat yap­ makta olan ruslara hücum ederek, onlara bü­ yük zayiat verdirmiş ve ileri gelen reislerini İstanbul 'a göndermişti (Selânîkî, ayn. esr., t 7i h ). Onun Şirvan'dan ne zaman ve hangi şartlar altında ayrıldığı meçhul olmakla berâber, 1008 (ı6 o o )'d e yine gözde bulunduğu ( Selânîkî, ayn. esr., 22i*>), kendisine bâ2i baslar tâyin: edilmesinden, istidlal olunabilir. Yemişçi Haşan Paşa 5 rebiülevvel 1009 'da, 13 sene gibi kısa bir zamanda, kıymetinin dörtte birine inmiş olan parayı yarı-yanya düzelt­ ilmeğe muvaffak olarak, floriyi 220 akçeden 120 'ye ve kuruşu 80 ’e indirmişti ( Kâtib Çelebî, Fezleke, İstanbul, 1286, I, 142 ve buradan naklen Naimâ, ayn. esr., I, 250). Bundan sonra Yemîşçi Haşan Paşa ’nm sür’atle terfi ettirilerek, aynı sene şabanı başında, Hadım Hafız Ahmed Paşa yerine, sadâret-kaymakamlığına tâyin olun­ duğunu görüyoruz ( Kâtib Çelebî, ayn. esr., I, 143; Muhibbi, Hulâşai al-aşar, Mısır, 1284, II, 72; krş, bir de Naimâ, I, 247 ). Macaristan ’da askerî harekât ile meşgul bulunan sadrâzam İbrahim Paşa ’nın vefatı üzerine^ kaymakam Yemişçi Ha­ şan Paşa 21 muharrem 1010 'da sadârete getirile. rek, hemen Macaristan 'a hareketi emrolunmuş ve bunu te’min için de merhûm sadrâzamın Belgrad 'daki bütün levazımı kendisine hibe edildiği gibi, İbrahim Paşa ’nın nikâhlısı Ayşe Sultan da ona nâmzet kılınmıştı ( Kâtib Çelebî, ayn. esr., I, 147 ). Yeni sadrâzam her ne kadar sefer mevsiminin geçmek üzere bulunduğunu ileri sürerek, şimdilik esasen o tarafta olan Lala Mehmed Paşa 'mn serdarlığı ile iktifa edİIrndsiniye asıl seferin ertesi seneye bırakılmâsmı istemiş ıso de, pâdişâh ( Mehmed III.), şeyhüHsİâm Sun'ullâh Ef e ndi ’nin telkini ile, vakit geçirmeksizin hareket etmesini kendisine bildir­ mişti. Hasan-Beyzâde [b. bk.], Sun'ullâh Efen­ di 'nin bu meselede büyük bir hatâ İşlediğini kayd ile Haşan Paşa 'nın söylediği yapıl* dığı takdirde düşmanın İstolni Belgrad 'ı al­ mak şöyle dursun, belki Estergon ’un dahi ta­ rafımızdan zaptının mümkün olabileceği mütâ­ lâasında bulunuyor ki ( Hasan-Beyzâde, Tarih,



PAŞA. %







3%%



husûsî kütiip., 2911), kanaatimizce bu görüşünde kısmen haklıdır. Bu suretle ister-istemez sefere çıkmak zorunda kalan Haşan Paşa başlıca ma­ kamlarda geniş ölçüde değişiklikler yapmadan ve bu arada Sun'ullâh Efendi 'yi azlettirmeden, İstanbul 'dan ayrılmamıştı. Yemişçi Haşan Paşa 9 safer 1010 'da İstanbul 'dan merasim ile çıkıp, iki gün sonra Belgrad 'a müteveccihen hareket ederek, seri bîr yürüyüş ile, rebiüîevvelin 8. günü selefi İbrahim Paşa ’nm Belgrad karşı­ sında, Zemûn sahrasında bulunan otağına dâ­ hil olmuş ve 10— 15 gün zarfında orada son hazırlıklarım görmüş idi ( Kâtib Çelebî, ayn. esr., I, 148; Hasan-Beyzâde, ayn. esr., 29b; Peçevî, ayn. esr., s. 236 ’da Yemişçi 'nin Bel­ grad 'a 20 günde geldiğini kaydederlerse de, doğru değildir). Sadrâzam henüz Zemûn sah­ rasında bulunduğu bir sırada düşmanın İstolni Belgrad '1 aldığım ve Kanije 'nin arşidük Ferdinand tarafından muhasara edildiğini Öğrenince, vaziyeti maiyeti erkânı ile müzâkereden sonra, iki âteş arasında kalmamak İçin, evvelâ İstolni Belgrad'a ve bilâhare Kanije'ye gidilmesine karar verilmişti ( Kâtib Çelebî, ayn. esr., I, 150; krş. Abdülkadir Efendi, Topçular kâtibi tarihi, Es'ad Efendi kütüp,, nr. 2x51, 70b). Haşan Paşa rebiülâhır başında Belgrad 'dan hareket ile, aynî aym 11 'inde Cankurtaran’a gelmiş ve rebiülâhır ortalarında İstolni Belgrad ( Stuhlweissenburg) kalesi önüne vâsıl olarak ( Ab­ dülkadir Efendi, ayn. esr., 710; Kâtib Çelebî, gost. yer. ’de bu tarihleri epeyce farklı bir şe­ kilde kaydederse de, bu seferde hazır bulunan Peçevî'nin gün tasrih etmediğine göre, mezkûr muharebede orduda bulman Abdülkadir Efendi 'nin verdiği tarihleri kabul etmek daha doğru olur), vakit geçirmeksizin, kalenin hemen önünde mevzie girmiş bulunan düşmana hücum etmiş İse de, gerek o gün ve gerek'müteakip gün­ lerdeki taarruzlar tam bir akamet ile neticele­ nince (Peçevî, ayn. esr., II, 237 v.d.), İstolni Belgrad 'm istirdadından o sene için vaz geç­ meğe mecbûr olmuş idi. Kanije müdafii Tiryâkî Haşan Paşa { b. bk.] ise, Karapençe vâsıtası ile gönderdiği mektuplarda, serdardan yardım talebinde bulunarak, biç olmazsa Sigetvar'a kadar gelmesini rica ediyordu ( Naimâ, ayn. esr., I, 264). Yem’ şçi Haşan Paşa, bâzı kim­ selerin mevsimin geçtiği şeklindeki itirazlarına rağmen, yalnız kendi adamları ile de olsa, Ka­ nije 'ye yardıma gitmeği göze alarak, Sigetvar'a gelmiş, fakat askerîn şiddetli muhalefeti ve İşi otağını taşlayacak kadar ileri götürmeleri üze­ rine, 12 ce mazi yele vvelde geri dönmek zarure­ tinde kalmış idi, Tiryâkî Haşan Paşa İse, ikt buçuk^ay kadar devam eden kahramanca ve kurnazca bir müdâfaadan sonra, arşidükün, şid-



33*



HAŞAN PAŞA.



detil soğuklar yüzünden, uyuşuk bir hâle gelen kuvvetlerine hücum ile, kat'î bir zafer kazan­ mağa muvaffak olmuştu. Sadrâzam henüz Şikloş 'ta iken aldığı muzafferiyet haberini, vakit geçirmeden, İstanbul 'a bildirmiş ve bir müd­ det daha, orada kalıp, Tiryakı Haşan Paşa ile mülakat ettikten sonra,. 24. cemâziyelevvelde Belgrad 'a gelmişti ( Abdülkadir Efendi, ayn, esr., 73a ). Yemişçi Haşan Paşa ’mn kışı Bel­ grad'da geçirdiği sırada, yeniçeri-ağası AH Ağa 'yı, kendisine namzet kılındığım evvelce kaydettiğimiz Ayşe Sultan ile nikâh merasimi­ ni icra için, vekil tâyin ederek, İstanbul 'a gön­ derdiğini ( Kâtib Çelebi, ayn.. esr., I, 171 ) ve 12. şevvalde nikâhının kıyıldığını görüyoruz. i o i i muharremi İçinde, girişeceği yeni seferin hazırlıklarını ikmâl eden sadrâzam, saferin ilk günü Istolni Belgrad 'a müteveccihen yola çı­ karak, 34, gün süren bir muhasaradan sonra, Lala Mehmed Paşa [ b. bk.] nın gayreti saye­ sinde, rebiülevvel ortalarında Istolni Belgrad 'm istirdadına muvaffak olmuş idi ( Abdülka­ dir Efendi, ayn. esr., 75“ v. dd.; diğer kay­ naklar ve bu arada Kâtib Çelebî, ayn. esr., I. 178 v.d.. ve ondan naklen Naimâ, ayn. esr., î, 297 v.d.; J. v. Hammer, Devlet-i Osmaniye tarihi, türk. trc. Mehmed Atâ, İstanbul, 1333, ViH, 16 'da Istolni Belgrad'm muhasara ve fe­ tih tarihlerini çok farklı olarak gösterirler). Yemişçi Haşan Paşa, daha 1010 kışım Belgrad 'da geçirdiği sırada, Erdel beylerinden Szekely Mozes, avusturyahlarm Erdel 'i bîr Avusturya vilâyeti gibi, idare etmelerinden münfail olarak, sadrâzama İltica ile, onu Erdel *in fethine teş­ vik ve bu hususta bâzı kolaylıklar da göster­ mişti [ bk., mad, ERDEL ]. Yemişçi Haşan Paşa, Istolni Belgrad'm fethini müteakip,. Erdel'e gitmek İçin, rebiülevvel sonlarında oradan ha­ reket ile Budin 'e gelmiş, bir müddet Gürz İIyas. ( G ellert) tepesi eteğinde kaldıktan sonra, 5. rebiülâhırda Peşte sahrasına geçmişti (A b ­ dülkadir Efendi, ayn. esr., 77“). Sadrâzam, kısa bir tevakkufu müteakip, Erdel 'e gitmek isteyince, bir çok kimseler buna mâni olmağa Çalışmışlar,, hattâ Budin beylerbeyi Kadı-zade Ali Paşa, düşmanın büyük bîr kuvvet ile Bu­ din 'e hücum için fırsat kolladığını ve bu vazi­ yette Budin 'den ayrılmasının büyük bir hatâ olacağını musİrrâne bir şekilde söylemiş ise de, onu kararından caydırmağa muvaffak olama­ mıştı {.Peçevî, ayn. esr., İl, 245 v.d.). Erdel fethi.niyeti ile yola çıkan Yemişçi Haşan Paşa, Tisa ( Teiss ) nehrtaİ Szolnok mevkiinde kur­ durduğu köprüden geçerek, Szarvas palanga­ sına dâhil olmuş, konakçılarının Gula ( Gyula ) kalesine vardıkları bir sırada, Budin 'den fer­ yattılar gelerek, Budin 'in muhasara edildiğini



haber vermişlerdi. Yemişçi Haşan Paşa, bunun üzerine, Rumeli askerlerini Budin kalesine ve bâzı kuvvetlerini de Peşte 'ye yardıma gönder­ diği gibi, kendisi de geldiği yoldan geri dön­ müş, fakat Tisa suyunu geçerken, ağırlıkların­ dan büyük bîr kısmı sulara gömülmüştü. Kısa bir zamanda Peşte sahrâsma vâsıl olan Haşan Paşa, Tuna sahillerinde kurdurduğu toplar iîe, Peşte 'yİ ve Kızlar adasındaki köprüleri âteş al­ tına almış ise de, zâten sıkıntı içinde olan Budin sadrâzam ordusunu beslemekten âciz kaldığın­ dan, orduda tam bir kıtlık baş göstermişti (Abdülkadir Efendi, ayn. esr., 77*»; krş. Pe­ çe vî, ayn. esr., II, 247 v.d.) Bu sebepten Budin beylerbeyi Kadt-zâde AIİ Paşa ve Hâbil Efendi sadrâzamdan, yalnız Rumeli beylerbeyi Lala Mehmed Paşa 'yı bırakarak, ordusunu geri çekmesini rica etmişlerdi [ bk. mad. BUDİN ]» Bu teklifi müsait karşıladığı anlaşılan Yemişçi Haşan Paşa, kışı Belgrad 'da geçirmek üzere, yola çıkmış ve 1011 cemâziyelevveli içinde Varadin'e vusul ile 10 gün kadar orada kal­ mıştı. Sadrâzam Zemûn sahrâsma geldiği sırada Kırım hanı Gâzî Giray [ bk. mad. GÂZÎ GİRAY II.]'ın ordusu ile buluşmuş ve birlikte Bel­ grad 'a gelmişlerdi. Yemişçi Haşan Paşa Bel­ grad 'da askerin mevacipler ini verdiği gİbî,. bilcümle kalelerin zahirelerini ikmâlden sonra, İstanbul 'da işlerin iyi gitmemesi üzerine, kışın geçmesini beklemeden, yanında pek az bir kuvvet bulunduğu hâlde, şâbanda İstanbul 'a hareket etmişti. Sadrâzamın Belgrad 'dan İstanbula gelişi esnasında yanında, bulunan mü­ verrih Hasan-Beyzâde [ b. bk.] geçtikleri men­ zilleri ve yolda çektikleri müşkilâtı, gayet canlı ve tafsilâtlı bir şekilde, anlatırsa da, gün tas. rıh etmez ( Hasan-Beyzâde, ayn. esr., 30*1 v.d.). Yol esnasında birbiri arkasına gelen mektuplarda bir an evvel İstanbul 'a gelmesi bildirilen Haşan Paşa,. Filibe 'den sonra, yoluna daha sür’atle devam etmişti. Silivri 'ye geldiği sırada kapı-kethüdâsı Yemenli Hüseyin Ağa İle Sarı AH Yemişçi Haşan Paşa'ya mülâkî olarak, o gece Büyük-Çekmece 'de konaklama­ masını, pâdişâhın o gece için Silivri kapısının açık bırakılmasını emrettiğini, ertesi güne ka­ lırsa, zorbaların, yolunu keserek, kendisini ve adamlarını öldüreceklerini, binâenaleyh gece zarfında İstanbul 'a duhûlü lâzım geldiğini ona, bildirdiler. Sadrâzam vaziyetin vehâmetinî anlayınca, şabanın 25. gecesi dördüncü’ saatte surdan içeri girerek, bîr saat sonra Atmeydam ’nda bulunan sarayına ( İbrahim Paşa sarayı) dâhil olmuş ve vusulünü padişaha bildirmişti (K âtîp Çelebi, ayn. esr., I, 186; Naimâ, ayn, esr., I, 310). Sadrâzam o geceyi önce kaymakam Güzelce Mahmut] Paşa 'nın.



H A Ş A N > AŞA.



m



sonra da kazaskerlerin ziyaretleri ile geçir­ den sonra, Atmeydam ’ndâki sarayına gelmişti. mişti. Bu suretle Güzelce Mahmud Paşa bir Aynı gün ikindiden sonra, İsyanm ele-başların­ ' taraftan: Yemişçi Haşan Paşa 'ya karşı zahirî dan olan Poyraz Osman ve ökü z Mahmud 'un ele bir dostluk gösterirken, diğer taraftan da er­ geçirilmesi ile, mesele kapanmış İse de, yeniçeri tesi ğüni zorbaların Haşan Paşa ’nm katli için ile sipâhî arasındaki zıddiyet pek kolay-kolay fetva aldıklarım, istekleri yerine getirilmediği giderilemez bir hal almıştı. Yemişçi Haşan Paşa ■takdirdej bunların büyük bîr fesad çıkaracakla­ ’mn, bu gaileyi bertaraf etmesine mağrur ola­ r ım padişaha telhis etmiş ve bahis mevzuu olan rak, sebepsiz yere bir takım katil ve azillere fetvayı da beraber göndermişti. Öte yandan kalkışması, en yakm dostlarım dahi darıltmak­ bunu haber alan sadrâzam da aynı gün, Hasan- tan çekinmemesi ve nihayet bâzı sınıflar için, Beyzâde vâsıtası ile, padişaha yazdırdığı bîr tez­ yeni vergiler ihdası, kendisine karşı umûmî bir kerede Mahmud Paşa 'mu, fesad çıkarmak İçin, teneffürü mucip olmuş idi. Şeyhülislâm Mustafa 30.000 flori dağıttığını, hemen harakete geçil- Efendi, Râziye Hatun-zâde Mustafa Paşa, yenismediği takdirde^büyük bir fesadın meydana ge- Çerî-ağası Kasım Ağa, dârüsseâde-ağası Abdürleceğini, bu sebepten Mahmud Paşa ’nm hemen rezak Ağa ise, padişah üzerinde işleyerek, Ye­ hakkından gelinmesi icâp ettiğini kayıttan sonra, mişçi Haşan Paşa ’nın sukutunu hazırlamağa ça­ sadâret kaymakamının sipahilere dayanmasına lışıyorlardı. Bu gurup, maksatlarına varabilmek mukabil, yeniçerilerin de kendi elinde olduğunu için, İliç bir şeyi ihmâl etmeyip, padişaha sadr­ belirtiyordu. Mehmed III., sadrâzamın istekle- âzamın yeniçeriler İle anlaştığını, geri iste­ rini mâkûl görerek, Mahmud Paşa ’mn telhisini diği takdirde, mührü vermeyeceğinin muhak­ reddedince, o da zorbaları Haşan Paşa aleyhine kak bulunduğunu söyledikleri gibi, sadrâzamın ■ayaklandırmıştı. Zorbalar, sadrâzamı Öldürmek padişaha mülâkî olmasına da İmkân vermedi­ maksadı ile; Atmeydam ’nda olan sarayı önüne ler. Muhit böylece Yemişçi Haşan Paşa aley­ gelmişlerse de, sarayın muhkem ve akşamın hine meşbu bir hâle geldikten sonra, Kasım yakın olmasından dolayı, o gün bir netice Ağa padişahtan, sadrâzamı imtihan makamın­ alamayacaklarını anlayarak, işi ertesi güne bı- da, mührü geri almasını istedi. Yemişçi Haşan rakmışlardı. Sadrâzam ise, geceleyin, yanında Paşa mührü teslim etmekle beraber, ocak-ağaiki adam olduğu hâlde, gizlice sarayının Kule larma haber göndererek, yeniçerilerin kendisi kapısından çıkıp, Ağa kapısına gitmişti. Sadr­ lehinde nümayişte bulunmalarım, hattâ ağala­ âzam, Ağa kapısında Haşan-Beyzade ’ye yaz­ rının hapsini te’min etmiş ise de, bu Kasım Ağa dığı telhisinde, eşkiyâyı himâye eden şeyhül­ ’mn pâdişâh nezdiııdeki iddiasını ispattan baş­ islâm Sun’ullâh Efendi ’nîn azli ile, yerine Ana- ka bir şeye yaramamıştı. Nitekim bir kaç gün dolu kazaskeri Ebülmeyâmin Mustafa Efendi geçmeden, yeniçerilerin Haşan Paşa üzerindeki ’nin getirilmesini padişahtan talep ettiği gibi, İsrarlarından vazgeçerek, sadrâzam kim olursapadişaha sâdık olanların ertesi sabah Süley- olsun dediklerini ve Yemişçi Haşan Paşa’ma mâniye hareminde toplanmaları için de, muh­ da bu arada ele geçirilerek, Sütlüce bahçesin­ telif yerlere buyuruîtülar göndermişti. Ertesi de ( Kâtib Çelebî, ayn. esr., I, 201; Naimâ, sabah (26 şaban) yeniçeriler ve ulemâ, Su- ayn. esr., I, 337; bu katlin Handan Ağa bah­ teymâniye hareminde toplanırlarken, sîpâbîler çesinde olduğunu kaydederler) katlolünduğunu de Atmeydam ’nda Arslan-Hâne önünde mevki görüyoruz ( Muhammed b. Muhammed, Nafybat almışlardı. Yemişçi Haşan Paşa bölük ağalarını al-iavarih va 'l-ahbâr, İstanbul, 1276, s. 216; Atmeydam ’na göndererek, sipahilerin zorbaları ! Müneccimbaşı, Tarih, İstanbul, 1285, III, 612; teslim etmelerini talep etmiş ise de, sipahiler Haşan Paşa ’mn 28 rebiüîâhır 1012 'de azil, 10 buna razı olmamışlardı. Lâkin bu esnada Meh- cemâziyelevveide katlolunduğunu kaydederler; )'smda Yemişçi Haşan Paşa hakkında verilen bilgi mühim değildir, Bk. bir de Azmî-zâde Haleti, Divan ( Üni­ versite kütüp., nr. 160, 6* v.d. E c n e b i e s e r l e r . Chalcondyle, Artus Thomas, L ’H îsi. de la decadence de VEm -



HASAN-BEY2ADE.



d d .; Ch. de Coeckelberghe de Duizeie, H istoirede VEmpire d*Autriche (Wienne, 1847— 1851 ), V , 296, 298 ; A . Lefaıvre Les M ağ­ yars pendant la damination Oiiomane en Hongrie (Paris, 1902 ), I, 251 v. d .; N. Iorga, Geschichte des Osmanischen Reiches ( Gotha, 1 9 1 0 ) , III, 335 v. d.; ayn. mil., Histoire des Roumains (Bucarest, 19 4 0 ), V , 459 gibi eserlerde de ya İstolni Belgrad’ın mu­ hasarası münâsebeti ile yabut da Szekely Mozes’ten bahsedilirken, Yemişçi Haşan Pa­ şa hakkında verilen mâİûmat ehemmiyetli sayılamaz. (ORHAN F. KÖPRÜLÜ.) H A S A N A K . [ Bk. hasenek .) H A S A N -B E Y Z  D E . tfA SA N -B EYZAD A ( 7 — 1636 7 ), asıl ismi AHMED olup, XVII. asrın tanınmış o s m a n l ı m ü v e r r i h l e r i n d e n ve d e v l e t adamlarındandır;reisülküttâp Küçük Haşan Bey 'in oğludur. Kendi isminden ziyâde, künyesi ile iştihâr eden Hasan-Beyzâde 'nin nerede ve hangi tarihte doğduğu mâlûm değil ise de, bugün elde bulunan yazma bir mecmuadan anlaşıldığına göre, bu zât mun­ tazam bir medrese tahsilinden sonra, mülâzemet almış ve akranı arasında temâyüz etmiştir. Fakat ailesinin kalabalık ve gelirinin az bulan­ ması yüzünden, mesleğini değiştirerek, ilmiye tankından babasının mesleği olan „küttâb“ ta­ riki na geçmiştir ( Mecmua, yazma, Câvid Baysun husûsî kütüp.). Yine bu mecmuadaki bir kay­ da nazaran, Hasan-Beyzâde 'nin divan-ı hümâ­ yûn kâtipliğine girmesi, Dal Mehmed Efendi'nin birinci reisülküttâplığı esnasında, yâni 998 — 999 (1590— 15 9 1) seneleri arasındadır. 1004 senesi sonlarında Mehmed III, Eğri seferine çıkmak üzere iken, Hasan-Beyzâde 'yi ordu-yı hümâyun­ da tezkİreci ( belki ikinci tezkireci) olarak görü­ yoruz (Abdülkadir Efendi, Topçular kâtibi ta­ rihi, Es'ad Efendi kütüp., nr. 2151, 37“ ). Bizzat Hasan-Beyzâde de Eğri seferi esnasında hazır bulunduğunu, Mehmed Paşa-zâde Haşan Paşa ve Fetb Giray 'a tezkireler yazdığını, Mehmed III.'in İstanbul'a dönmek arzusunu, buna karşı sadrâzamın ( İbrahim P aşa) hayretini ve ken­ disine yazdırdığı telhisi tafsilâtı ile kaydeder (Hasan-Beyzâde, Tarih, husûsî kutup., 19*» v.d.; Naimâ, Tarik, İstanbul, 1283, I, 156 v.d. pire Crec et l ’establısscment de Celuy des 'da bu vak'aları aynen Hasan-Beyzâde 'den al­ Ttırcs Continuation (Paris, 1662), 858 v. d. dığı hâlde, onun İsmini tasrih etmemekten başka, ( Bilhassa İstoîni Belgrad 'm türkler tarafın­ tezkireleri reisüİkiiitâbm kaleme aldığını da dan zaptı hakkında epeyce malûmat vardır); yazar. Halbuki ne Hasan-Beyzâde tarihinde, J. v. Hammer, D evlet-i O s mâniye tariki ne de başka bir yerde, müellifimizin bu esnada ( türk. trc. Atâ ), VIII, 28, not 2 ve tezyilâtta reisülküttâp olduğuna dâir, en ufak bir emare s. 277 'de Haşan Paşa 'mn mektuplarından dahi mevcut değildir ). 1006 sonları ve 1007 bahsedilen kısımlar hâriç, mühim malûmatı senesi başlarında, serdar Satırcı Mehmed Paşa ihtiva etmez. Saiaberry, Hisioire de VEm * 'nm Macaristan harekâtı sırasında, maiyetinde pire Ottoman (Paris, 1817)1 Ih *60, *6* v. hizmet eden Hasan-Beyzâde, İstanbul’a avde-



: Ha Sa N-b e y z a d e , tinde, 3. defa olarak, sadâret mevkiini işgal eden İbrahim Paşa 'nm tezkireeiliğinde bulun­ muştur ( Hasan-Beyzâde, ayn. esr., 2$a ve bu­ radan naklen Naimâ, ayn. esr., I, 214). Ma­ mafih Hasan-Beyzâde 'nin, İstanbul 'da ancak 3 ay kadar kaldıktan sonra, 1007 şevvali sonla­ rında sadrâzam ve serdar İbrahim Paşa ile birlekte, Uyvar seferine gittiğini görüyoruz ( Abdülkadir Efendi, ayn. esr., 56*). Bu sefere tezkireci sıfatı İle iştirak eden Hasan-Beyzâde, :1008 muharremi başlarında, baş-tezkireci Hamza ( Yaycı-2âde) Efendi reisülküttâp olunca, onun yerine tâyin edilmişti (Abdülkadir Efendi, ayn. esr., 6ott ). Sadrâzam İbrahim P aşa’mn Kanije seferi esnâsmda ( 1009 ) baş tezkirecilîk mevkiini işgal eden Hasan-Beyzâde'nin, ordu­ mun Esze^ geldiği sıralarda reisülküttâp Yaycı-zâde Hamza Efendi 'nin, Mi hal 'in elçisi Dimo ile beraber, İstanbul'a gönderilmesi üzerine, bir müddet için, ihtimâl ki vekâleten, reisülküttâplık vazifesini de gördüğü anlaşılıyor ( Hasan-Beyzâde, ayn. esr., 27®), Muahhar eser­ lerde’ (A h med Resmî, Sefinetur rüesâ, İstanbul, 1269, 26 v.d.; buradan naklen Cemâleddin, AyU ne-i zarefâ, İstanbul, 21 v.d. ve SicilUî osm âm İV, 795 ) Hasan-Beyzâde 'nin bilfiil reisüiküttâp olarak gösterilmesi, kanaatimizce, yan­ lıştır. Zîra gerek mecmuada, gerek Haşan-Bey­ zade tarihinde müellifimizin bilfiil reisülküttâp olduğuna delâlet edebilecek her hângi bir kayda rastlanmamaktadır. : Hasan-Beyzâde, vefatına kadar (9 muhar’ rem: 1010), İbrahim Paşa'nm maiyetinde bu; lunduğu , gibi, sadrâzamın Ölümünü müteâkip, kısa bir müddet de Lala Mehmed Paşa'nm ya­ nında çalışmış idi ( Hasan-Beyzâde, ayn. esr., : 28*> v. d.). Daha sonra sadrâzam Yemişçi Ha­ şan Paşa [ b. bk.] 'nm maiyetinde vazife gören -Hasan-Beyzâde, 1011 senesi sonlarına doğru, sadrâzam ile birlikte, İstanbul 'a gelmiş idi (Hasan-Beyzâde, ayn. esr., 31* v.d.). HasanBeyzâde 'nin 1013 ( 1605 ) senesine kadar baş •tezkirecilikte kaldığını tesbit ediyorsak da, bu tarih ile 1018 arasında onun hângi me'mûriyetlerde bulunduğunu bilemiyoruz. Bu zâtın haya’ tında bizce meçhul kalan oldukça uzun bir 'devreden sonra, kendisini Anadolu defterdarı ■ olarak buluyoruz (Naimâ, ayn. esr., II, 71), Hasan-Beyzâde 'nin bu tarihten sonraki me’mû■ riyetlefi sırası ile’ malûmumuz olmamakla be'raber, yukarıda adı geçen mecmua sayesinde onun daha sonraları iki defa Tuna ve bir defa • Haleb defterdarlığında, Kefe ve Karaman bey‘erbeyİliklerinde bulunduğunu anlayoruz. Dİ\? ğer taraftan Hasan-Beyzâde 'nîn Üşül al-ki' kam f i nizâm al-âlani isimli eserinin ( Bayezid, ‘ inkılâp kütüp., orta boy, 49) sonundaki man-



S3as



zûm hasb-ı hâlinden de, yine tarihlerini kat'î olarak kestiremediğimiz zamanlarda kendisi­ nin bir Eflâk seferine (1023 'te İskender ve Ketenci Ömer Paşa 'nm Eflâk vak'aları olarak tahmin edilebilir) iştirak ettiğini, Kıl-Burun kalesi ( 1026 ?) ile Kefe sûrunu tâmir ettirdiğini ve Varna 'da bulunduğu bir sırada rus kazak­ larının hücûmunu püskürttüğünü öğreniyoruz. Yukarıda zikrettiğimiz yazma mecmuadaki mü­ teaddit vesikalar ile Hasan-Beyzâde tarihinin bir nüshasının üzerinde bulunan »Karaman eyâletin­ den mütekait olup, mükerreren Tuna defterdarı olan Hasan-Beyzâde Ah med Paşa te'Iİfidir" kay­ dı, Hasan-Beyzâde'nin tarih kitaplarına geç­ memiş olan me'mûri yeti erinin, hiç olmazsa, faİr kısmım te'yit etmektedir. Hasan-Beyzâde'nin bulunduğu me'mûrîyetleri düşünürsek, ona aynı zamanda Ahmed Paşa da denilmesini tabi’î kar­ şılamamız lâzım gelir. Şurasını da kaydetmek lâzımdır ki, daha ziyâde mâlîye hizmetlerinde bulunan bu zât epeyce uzun mâzûliyet devir­ leri geçirmiş ve devrin ricaline müteaddit de­ falar hâlinden şikâyet eder mâhiyette, arıza­ lar ve hattâ eserler ( Usal al-hikam, böyle bir vesîle ile, Güzelce Ali Paşa nâmına yazılmış­ t ı r ) kaleme almıştır, Hasan-Beyzâde'nin idbârına ekseriya baş-defterdar Bakî Paşa 'nm se­ bep olduğu da muhakkak gibidir. Onun, Bakî Paşa 'nm vefatına dâir malûmat verirken, kullan­ dığı kelimeler ve düşürdüğü tarih buna kuv­ vetli bîr delildir. Keza adı geçen münşaatta da,’ Bakî Paşa ile olan münâferetine dâir, bir takım kayıtlar mevcûttur. Hasan-Beyzâde 'nin ölüm tarihi de, kat'î ola­ rak, belli değildir. Bursalı Tahir ( Osmanli mü­ ellifleri, III, 46 ), hiç bir esâsa dayanmaksızın, bunu 1035 olarak gösterir. J. H. M'ordtmann E l ’âe müverrihimiz hakkındaki makalesinde, Kâtib Çeîebî 'nin K aşf al-zunnn 'una istinâd ederek, Hasan-Beyzâde 'nin vefat tarihini 1046 olarak kabul eder. Hasan-Beyzâde tarihinde, »Merre Hüseyin Paşa vak'asmdan,, bahsoîunurken, rastladığımız »bâliyen vezîr ve kaymakam olan Bayram Paşa, ol asırda yeniçeri-kethüdâsı idi“ şeklindeki ( Tarik, 44b ) kaydı ise, HasanBeyzâde 'nin, hem hayatını, hem de tarihini ne zaman yazdığını, kısmen olsun, aydınlatabi­ lecek mâhiyettedir. Çünkü 1032 senesinde yeniçerİ-kethüdâsı olan Bayram Ağa ( Paşa) 'nm sadâret kaymakamlığı 1044— 1046 arasındadır. Binâenaleyh Hasan-Beyzâde 'nîn, yukarıda nakl­ olunan ifâdeyi kullanabilmesi için, eserinin bu i kısmını olsun, 1044'ten evvel ve 1046 (7 ra\ mazan ) 'dan sonra yazmamış bulunması icâp | eder. Bundan dolayı Hasan-Beyzâde'nin, hiç olmazsa, 1044 senesinde hayatta olduğunu kaI bûi etmek lâzim gelmektedir ki, bunu Kâtib



$3$



h a s a n -b e y z â d e .



Çelebi 'nin verdiği tarih ile karşılaştırdığımız zaman, iki kaydın birbirini itmam ettiğini gö­ rürüz. Mamafih bu hususta daha kat’î bir şey söyleyebilmek için, elde mevcut Hasan-Beyzâ* de tarihi nüshalarında yukarıda zikrettiğimiz kaydın bulunup-bulunmadığım tesbİt etmek lâzımdır. Tâhir Bey 'in naklettiği bir rivayette ( yk. bk.) Hasan-Beyzâde 'nin İstanbul ’da eski Gümüş-Suyu kabristanında medfun bulunduğu kaydolunmaktadır. Bâzan Hamdı ve bâzan Ahmed mahlası ile manzûmeler yazan ve zama­ nına göre, orta derecede bir şâir sayılabilecek olan Hasan-Beyzâde ’nin, görebildiğimiz şiirle­ rine nazaran, fikirlerini iyi İfâde ettiği ve vez­ ne iyi hâkim bulunduğu, ancak lirik şiirlerde pek muvaffak olamadığı anlaşılıyor. Onun şiir­ lerine, yukarıda zikrettiğimiz yazma mecmua­ dan ve Ü şü l al-hıikam 'deki manzûm hasb-i hâlinden başka, bir de Hîşâli ’nin M atâlı a ln a z a ir ( Nuruosmânîye kütüp., nr. 4252-53) 'inde olmak üzere, şimdilik üç yerde rastlaş­ maktadır. E s e r l e r i : ı . T arik. Hasan-Beyzâde asıl şöh­ retini bu eserine borçludur. Onun T a v â rih -i â l-i ‘ O sm an adını da taşıyan ve daha ziyâde H asanB ey zâ d e ta rih î nâmı ile mâruf olan eseri İki kısımdan mürekkeptir. Bu eserin birinci kısmı Kanûnî Süleyman 'a kadar olan vak'aları muhtevi olup, Hoca Sâdeddİn Efendi 'nin T â c al-tavârih 'inin telhisi suretiyle meydana getirilmiştir ki, bu kjsmm orijinal bir tarafı yoktur. Tarihinin İkinci kısmında ise, Hasan-Beyzâde, Tâc a ltavârih 'i tezyil ederek, Kanunî Süleyman 'dan Murad IV, devrine kadar geçen vekayii yaz­ mıştır. Mamafih kanaatimizce bu tezyili de iki kısma ayırmak icâp eder. Kanunî Süleyman, Selim İL, Murad IH. devirlerini yazarken, mü­ verrihimizin ne gibi kaynaklardan İstifâde ettiği meçhul olduğundan tarihinin bu kısmının kıymeti bizce henüz meydana çıkmış değildir. Yalnız ba­ his mevzuu olan tarihin Murad III. devrine âit kısımlarında, Hasan-Beyzâde 'nin babasından naklen verdiği malûmatın kaynak olabilecek mâ­ hiyette bulunduğunu söyleyebiliriz. Fakat Ha­ san-Beyzâde tarihinin asıl orijinal kısımları Mehmed III, devrinden itibaren olan yerleridir, Zîra Hasan-Beyzâde, bu tarihten itibaren, onun hayatından bahsederken belirttiğimiz gİbî, bîr çok vak'alarm içinde bulunmuş ve eserinde doğrudan-doğruya müşahedelerini yazmıştır ki, bunun ne kadar mühim olduğunu kayda dahi lüzum yoktur. Nitekim Hasan-Beyzâde tarihî­ nin ehemmiyeti, Peçevî 'den itibaren, Kâtib Çe­ lebi ve bilhassa Naimâ gibi, başlıca müverrih­ lerimizin dikkat nazarını celbetmiş, ve bunlar, şimdiye kadar zannoîunduğundan çok daha fazla, Hasan-Beyzâde tarihinden geniş Ölçüde



faydalanmışlardır. Bunlardan Peçevî, görünüşe nazaran, tarihini Hasan-Beyzâde 'den hemen bir az sonra yazdığı ve kendisi de bir çok vakayiin içinde bulunduğu hâlde, hem HasanBeyzâde tarihîni kaynak olarak kullanmış, hem de bizzat Hasan-Beyzâde'yi İyi bir tarihçi ola­ rak, zikretmekten çekinmemiştir ( Peçevî, Ta­ rih, İstanbul, 1283, II, 155 ). Bununla beraber Peçevî ’nin bâzı defalar fazla uzun yazmasından dolayı, Hasan-Beyzâde'yi muaheze ettiği gibi ( ayn, esr., II, 210), bâzan da açıktan-açığa tenki d ile, Hasan-Beyzâde 'nin verdiği malûmatı ka­ bul etmediği de görülüyor ( ayn. esr., II, 238 ) ki, bu meselede J. v. Hammer 'in de Peçevî 'yİ haklı bulduğunu burada kaydetmeliyiz ( bk. Devlet-i osmaniye tariki, türk. trc. Atâ, VIII, s. 9, not 1 ). Kâtib Çelebî, eserini hem Ha­ san-Beyzâde, hem de Peçevî 'den sonra yaz­ dığı İçin, Hasan-Beyzâde tarihini doğrudandoğruya tenkitten kaçınmış, ancak bâzan Pe­ çevî 'nin fikirlerine iştirâk ile iktifâ eylemiştir { Fezleke, I, 150 v.d.). Kâtib Çelebî'nin asıl üzerinde durduğu nokta Hasan-Beyzâde tari­ hinde vak’alarm tafsilâtı ile yazılması keyfiye­ tidir (ayn. esr., I, 200). Naimâ ise, HasanBeyzâde tarihinden, Peçevî ve Kâtib Çelebî *ye nazaran, çok daha fazla istifâde etmiş olup, bir çok yerlerde bunu açıkça kaydettiği hâlde ( msl. bk. Naimâ, Tarik, I, 68, 101, 216, 243, 373, 387 î H, 25, 143), bâzı yerlerde de kullan­ dığı ifâde tarzı ile, Hasan-Beyzâde 'nin ifâ et­ tiği işleri kendi tarafından yapılmış gibi gös­ teren garip bir vaziyet husule getirmiştir ki (Naimâ, ayn. esr., I, 309, 311 v.d., 320, 323), kanaatimizce bunu Naimâ'nm dikkatsiz­ liğine vermek daha doğru olur. Naİmâ, Peçevî ve Kâtİb Çelebî gibi, Hasan-Beyzâde 'yi tenkid cihetine gitmemiş, ancak pek mahdût yerlerde, Hasan-Beyzâde 'nin vekayii uzun yazdığım ( Naimâ, ayn, esr., H, 293) kaydetmeği kâfi bulmuştur. Solak-zâde 'nin Hasan-Beyzâde ta­ rihinden istifâdesi ise, yukarıda zikrettiğimiz müverrihlerinkinden büs-bütün farklıdır. Zîra Solak-zâde Hasan-Beyzâde tarihinden, her han­ gi bir müverrih gibi, faydalanmakla kalma­ mış, Hasan-Beyzâde'nin eserini hemen-hemen kendisine mâl etmeğe çalışmıştır. .Filhakika Solak-zâde 'nin hiç bir yerde Hasan-Beyzâde 'nin ismini zikretmemesi ve Hasan-Beyzâ­ de ’nin babasını, kendi babası ( Solak-zâde, Tarih, İstanbul, 1298, s. 610 ) ve onun me'« mûriyeilerini kendi me'murİyetleri ( Solakzâde, ayn. esr., 631, 635, 659, 661) gibi gös­ termekten çekinmemesi, alelade bir dikkatsizli­ ğin hudutlarını çok aşmış ve işe bir intihal manzarası vermiştir. Bundan başka Solak-zâde 'nin, müverrihimizin kendi hayatından bahseder-



kASÂN-BEYZÂDE - HASEKİ.



33?



:keni verdiği bîr takım mühim izahatı tayetmesi de dikkati çekmektedir (Hasan-Beyzâde, ayn. esr., 31b ,* krş. Solak-zâde, ayn. esr., s. 670). ■ Mamafih:. Hasan-Beyzâde tarihinden, gerek isim: tasrih ederek, gerek böyle bir tasrîh a lüzûm: görülmeden, yapılan nakiller hâricin­ de, müellifi belli olmayan bâzı tarihlerde de istifâde : edildiğini burada söylemeliyiz. Umu­ miyetle. bilindiğine göre, 1032 ( 1623 ) senesine : kadar olan vakıaları ihtiva eden Hasan-Beyzâde tarihinin Avrupa, Mısır ve kısmen İstanbul 'da bulunan nüshaları hususunda F. Babinger ( GOW, Leipzig, 1927,3. 174) 'de mücmel mâlûmat bulunduğu gibi, İstanbul kütüphaneleri tarik-coğrafya yazmaları katalogları ( İstanbul, 1944, I, 116 v.dd. ) 'uda da Hasan-Beyzâde tari­ hinin bîr çok nüshaları tavsif edilmektedir, Ha­ san-Beyzâde tarihinin kataloglara girmemiş olan diğer belli-başh nüshaları da Topkapı-sa/rayı kutup., Hazîne, nr. 158$» Emânet hazînesi, nr.1434, Bagdad köşkü, nr, 207; Arkeoloji müze­ si kütüp,, nr. 481 ve nr. 234 'te bnlnnduğu gibi, yine bu eserin iyi bir nüshası Ankara'da Tarih Kuruma kütüphanesinde ( nr. 517} mevcuttur. Bütün bu Hasan-Beyzâde nüshaları arasında 1032 senesinden sonraki vekayii ihtiva eden yalnız üç nüsha: vardır;: Bunlardan T.T.K, nüshası 1039 senesine kadar olan vak’aları ve Viyana nüs­ hası (nr. 1049; bk. Flügel, II, 257) ise, 1045 'e kadarki vakayü ihtiva, ettiği gibi, iyi bir tesadüf eseri olarak, husûsî kütüphanemizdeki Hasan-Beyzâde tarihi de, 1045 senesine kadar geçen hâdisâtı muhtevi olup, bunun sonu (16 receb 1045 ) Solak-zâde tarihinin 763 'üncü sahifesinin ortalarına tesadüf etmektedir kî, So­ lak-zâde'nin Hasan-Beyzâde 'den ne şekilde is­ tifâde ettiği düşünülürse, Hasan-Beyzâde ’nin eserini şimdiye kadar bilindiğinin aksine olarak, 1045 senesine kadar ; devam ettirdiğini tahmin, her hâlde, pek yanlış olmaz. 2. Kanij e fetih nâmeleri. Mezkûr mecmuada biri natamam olmak üzere, 3 Kanije fetîhnâmest vardır ki, yakın, zamana kadar yalnız ismi



nüz hayatta bulunduğu bir sırada, yakınla­ rından biri tarafından toplanmış olup, müellifi­ mizin yirmi kadar münşaatını hâvî bulunmakta­ dır. Yine bu mecmuada müellifimizin kaleminden çıkmış bir vakfiye ile Hasan-Beyzâde 'nin kendi eli ile yazılmış bâzı fıkralar bulunduğunu da bu arada zikretmek İcâp eder. ( O rhan F, K öprülü .) H A SA N Î. [ Bk. HASENÎ,] H A S A N V A Y H . [ Bk. h a s a n v e y h ,] H A SA N V E YH . H A SAN VA YH ( H a SANü Y A ) B. AL-H u SAYN AL-BARZİKÂNİ, k ür t beyi ve tahminen yarım asır devam eden ve kendi adını taşıyan b î r h â n e d a n ı u k u r u c u s u . Kabilesinde, onun yanında, nufûz ve kudretleri ile dikkati celbeden diğer iki reisi, VandSd ve Ganim isminde iki kardeşi de zikretmek gerek­ tir. 349 ( 960/961 ) 'de VandSd öldüğü vakit, ha­ lefi ve oğlu ‘Abd al-Vahhâb arazisini Hasanvayh'e terk etmeğe mecbur kaldı. O zamandan itibaren Hasanvayh 'in nufûzu gittikçe arttı. Hâ­ kimiyeti cenûb-i şarkî Anadolu'nun büyük bir kısmına şâmil olduktan başka, Dinavar,Hemedan ve Nehâvend şehirlerine kadar uzuyordu. Ker­ vanları büyük vergiler vermeğe icbar etmesine ve akmları ile yolları tehlikeli bir hâle koyma­ sına rağmen, Rukn al-Davla kendisini serbest bırakıyordu; zîra Hasanvayh horasanlılara karşı mücâdelelerinde deylemliiere yardım edi­ yordu. Mamafih Rukn al-Davla nihayet mu­ harrem 359 ( teşrin II. — kânun I. 969 ) 'da ona karşı, vezîri îbn aI-‘Amid kumandasında, bir ordu göndermeğe mecbur oldu. Lâkin ordu ku­ mandanı yolda öldüğünden, oğla Hasanvayh ile anlaşmak zorunda kaldı. Hasanvayh 'in Ölü­ münden (369 = 979/980) sonra oğlu Badr, Büveyhîîerden cAzud al-Davla tarafından, Kürdistan valisi olarak tanındı. 405 (1014/1015) senesinde Badr katledildi ve kendisine halef olan, lâkin aynı sene içinde Büveyh îlerden Şams al-Davla tarafından mağlûp edilerek, hapse atılan hafîdi Zahir ( Tahi r) b. Hilâl ile Hasanvayh hanedanı söndü. bilinen ve Kanije ’nin İbrahim Paşa tarafından B i b l i y o g r a f y a : İbn al-Aşir ( nşr, fethine dâir kıymetli malumatı hâvî bulunan bu Tornberg), VIH, 445 v.d,, 518— 521 ; İbn fetihnâmelerden henüz istifâde edilmemiştir. Haldun, Kitâb aUibar, IV, 445, 454^ 512 v.dd.; ; 3. t/şul al-kikam f î nizam aVâlam, Bir ne­ Lane-Pooî, The Mohammadan Dynasties, s. vî siyâseinâme mâhiyetinde olan ve İbn Ha138; H. Ethem, DüveUi islâmîye (İstanbul, ^ib Kâsim'm Rav&at al-ahyâr'mdan (insana 1927), s. 185. ( K. V, Zettersteen .) lâzım olan kısımlar) hülâsa edilen bu eser, H A SEK İ. H Â ŞŞA K İ ( H â şşag I ), h u k ü ra­ bir mukaddime, dört asıl ve bir hatime üzere d a r l a r ı n h i z m e t l e r i n e t a h s i s e d i l ­ tertip edilmiştir. Bu eserin asıl kıymeti Haşan- mi ş ş a h ı s ve z ü m r e l e r e v e r i l e n i s i mBeyzade ’nin tercüme-i hâlini aydınlatabilecek d i r. Haseki tâbir edilen sınıf Memlûkler ile Osmanzum bir hasb*i hâli ilıtivâ etmesindedir. manlılarda var idi. Memlûk sultanlarının al-ca4. Mecmua. Yukarıda Hasan-Beyzâde 'nin ha­maat al-hâsşakiya denilen ve sultanın birinci yatından bahsederken, bir hayli: istifâde ettiği­ derecedeki kölelerinden teşkil edilmiş olan hase miz bu yazma mecmua, Hasan-Beyzâde 'nin he- kileri var idi; hükümdar her nerede bulunursa Isîâra AnıikloptdUİ



22



3î 8



HASEKİ.



-bulunsun, hasekiler dâima efendileri ile beraber bulunurlar idi. Bunlar emirliğe namzet oIup,mahmil-i şerif çıkışında ve saray nakillerinde hizmet ederlerdi. Hasekilerin adedi bir zaman 20 iken, XIV. asrın ilk yarısında 40, sonra 400 ve daha sonraları ise, 1000 'e kadar çıkmış ve hattâ bu mıkdarı geçmiştir. Hasekiler, maaşlarından baş­ ka, sultandan hediye de alırlar ve diğer memlüklerden farklı olarak, sırmalı elbise giyer ve kılıç taşırlardı; bunların içinde devâdâr ( devâtdâr; b. bk.) saki-i hâs, hazinedar, silâhdâr-ı hâs, nöbet reisi ve başmakdâr gibi, hükümdara yakın olanlar da var idi ki, vazifeleri itibârı ile, osmanlı sarayındaki hâs oda gılmanlarma ben­ zerlerdi ( bk. Osmanlı devleti teşkilâtına medhal, 1940, s. 370). Osmanlı devletinde ise, barem-i hümâyûn kadınlarından, bostancılardan ve yeniçeri orta­ larından olmak üzere, 3 kısım haseki var id i; 1. Haseki, padişahtan çocuğu olsun*olmasın, hükümdarın firâşına kabul edilen kadınlara ve­ rilen unvanlardan biri olup, hünkâr hasekisi de denilirdi. Bu hasekilerin içinden çocuğu olan­ lara haseki sultan ismi verilir ve erkek çocuk doğuranların başma taç giydiriürdı. Sultan Ahmed lî. (1691— 16 9 5 )% Râbia adındaki baş-câriyesi İbrahim ve Selim isimlerinde İki erkek çocuk doğurmuş olduğundan, başına taç giydirilerek, haseki sultan İlân edilmiş ve ken­ disine usulen başmaklık hâs tâyin edilmiş idi ( II, 685 ), Hasekiler içinde en mümtazlan kadın efendi unvanım alırlardı. Vefat eden pâdişâhın kadınları yeni saraydan eski saraya nakledilirler, içlerinden çocuğu olma­ yanlar yahut çocuğu olup da ölenler, yeni hüküm­ darın emri ile, bâzan kocaya verilirlerdi. Sultan İbrahim'in yedi câriyesinden birisi Şah Sultan olup, Telli-hasekî unvanı ile meşhurdur. Kanunî Süleyman 'in zevcesi Hurrem Sultan 'm 945 (1538) tarihinde inşa olunan camii »Haseki Sultan camii" adı İle mâruftur ve kendisinin İs­ tanbul ’da meşhur bir de hastahânesi vardır. 2. Bostancı ocağı efradı arasında haseki is­ mi ile anılan ve XVIII. asrın ikinci yansında mevcâtlan 300 'ü bulan, küçük bostancı zabiti rütbesinde, öosfancı hasekileri denilen bir sınıf var idi; bunların resmî elbiseleri kırmızı çuha­ dan olup, bellerinde gaddâre denilen gümüşlü bıçakları ve ellerinde asaları bulunurdu. Yaka ve kemerleri ile asıl bostancılardan ayırt edi­ lirlerdi; bostancılardan yeni haseki olacak birine âsâ verileceği zaman, kendi kışlalarında ve bostancılar muvacehesinde merasim yapıla­ rak, asası verilir ve yeni haseki olan kimse de, kendi eli ile, bir kurban keserdi. Bostancı hasekilerinden 60 kadarı pâdişâhın bir yere gidişinde maiyetinde bulunurlardı. Yeni padi­



şahın vâlidesinin eski saraydan yeni saraya naklinde bostancı hasekileri muhafızlık eder­ lerdi. Paşa kapısı ile saray arasında, telhisçi­ likte hizmet etmek üzere, Bâbıâlide sadrâzamın yanında daimî surette bir bostancı hasekisi ( vezîr kara-kulağı) bulunurdu. Pâdişâh deniz­ den bir yere giderken veya deniz gezintisi ya­ parken, saltanat kayığının baş tarafında haseki -ağa bulunur ve kayığın dümenini de bostancı -başı kullanırdı. Pâdişâh tarafından taşraya ğizîi bir hizmet çıktığı vakit, bostancı-haşıya verilen emir üzerine, bostancı-hasekilerinden münâsip­ leri vilâyetlere yollanırlardı. 1138 ( 1 7 2 5 ) 'de bostancı-has ek ilerinin mev­ cudu 80'i, haseki ve 20'si mülâzım olmak üzere, 300 'den 100 'e indirilmiş İse de, sonra­ dan yine artmış idi. XIX. asrın ilk yarısında tebdîl hasekileri ile beraber, atlı ve yaya ola­ rak, haseki mevcudu 100 'den az fazla idi. Ha­ sekilerin âmirine baş-haseki-ağa denilip, bun­ dan sonra sırası ile kireççi-başı, bahk-emîni ve şarap-emîni gelirdi. Hasekiler alaylarda ( merasimde) başlarına iki karış kadar mahrutî külah, arkalarına kır­ mızı çuhadan dolama giyerler ve bellerine gad­ dâre denilen hançer sokarlardı. Merâsimden hâriç zamanlarda ise, başlarında barata deni­ len kırmızı külâhîarı varidi {barata mukavva üzerine kırmızı çuha yapıştırılıp dikilmiş bir serpuş olup, bunun diğer bir adı da katmerli barata id î). Bostancı hasekilerin içlerinden 12 'si tebdîl hasekisi olup, pâdişâhın merâsim ile veya kıya­ fet tebdili ile bir yere gidişinde, bunlar da beraberinde bulunurlardı. Hasekilerden hapis ve terbiye olunacak hasekiyi bostancı-ocağı erkânından kuşçu denilen zabit cezalandırırdı. Bostancı hasekileri 1244 ( 1 82 9) 'te lağvolunup, ihtiyarlar tekaüde sevkedilmişler ve gençleri de, solak ve peykler ile beraber, rikâb-i hü­ mâyûn hademesi olarak, tâlim ve terbiye gör­ müşlerdir. 3. Yeniçeri ocağı hasekileri, yeniçeri ocağı­ nın cemâat ortalarından 14., 49., 66. ve 67. ortalara ha seki-ortaları denilirdi. Bu 4 ortadan her birinin kumandam ayrı-ayrı olup, bu orta efradı yeniçerilerin ağa unvanım hâiz itibarlı­ larından idiler. Fâtih Sultan Mehmed zama­ nında ihdas edilmiş olan hasekiler pâdişâh ile beraber avda bulunurlar ve av köpeği besler­ lerdi. Pâdişâhın dışarı çıkışlarında 4 haseki kumandanından ikisi padişahın atının sağında ve diğer ikisi solunda giderdi. Bu dört orta haseki kumandanından en kıdemlisine haş-haseki denilip, terfî ederse, turnacı-başılığma geçerdi; Haseki bölükleri, yaya ve atlı olarak, iki sınıf idi.



tîASEKt - HASENİ •-•■ •■ Iı'-i



' - -------



.......



.............



bilhassa bu şeriflere verilmektedir. Vaktiyle 4. 8u yukarıda saydığımız hasekilerden baş­ ka, eski saray baltacılarına mensup olan bir Fas 'm bilhassa cenup taraflarına yayılmış olan kaseki-başt var ise de, bu haremeyn denilen bu şerifler, Afrika 'um şimâî-i garbîsinde çok Mekke ve Medine vakıflarından gelen varidatı büyük bir tarihî rol oynamışlardır. Bunların tahsil ve kayda me’mur olup, diğer hasekiler neden dolayı bu memlekette yerleştikleri ve ; ile bir münasebeti yok idi. yerleşme tarihi mâlûm değildir. Rivayet edildi­ B i b i i y o g r a f y a: t. H. Uzunçarşılı, ğine göre, bunlar Marinî hâkimiyetinin baş­ Osmanlı devletinin saray teşkilâtı (TTK , langıcından itibaren buraya gelmişler imiş. Büyük 1945 ) ; ayn. mil., Kapı kulu ocakları (T T K , Atlas 'm cenûbunda Tafilelt mıniakasmda bu­ 1943), I; D'Ohsson, Tabi, general de VEm- lunan Sicilmâsa ahâlisinden bâzı dindar müslüpire Othoman (Paris, 1824 ), VII, 29, 32, manîar hacca gidip, Mekke 'den dönerlerken, 63, 6$ ; Alî, Kunh al-ahbâr; Enderun tariki, Medine 'nın garbında Arabistan sahilinden YanI ve III, Husayn Ayvânsarâyi, fiadilçat al- bu‘ 'da tevakkuf ettikleri sırada al-Hasan is­ cavâmı (İstanbul, 1281 ), s. 101. minde bir şerif ile dost olmuşlar; onun ile (İ. H. UZUNÇARŞILI.) münâsebetlerinde elde ettikleri manevî fayda­ HASEN. HAŞAN ( a.), g ü z e l , İ y i ; ha- ları ve onun tavassutunun te'mia ettiği rûhânî dîs ilminde bir ıstılahtır; bk. raad. HADÎS, III, nimetleri takdir ettiklerinden, bu zâtı, kendi­ a. Krş. bir de Goldzİher, Vorlesungen über den leri ile birlikte gelerek, memleketlerinde yer­ Islâm, s. 106. leşmeğe ikna etmişler. Bu zâta aUdakil ( soyu HASENEK. H ASANAK, A bu ‘A lî I^a s a n ile bir memlekete giren) unvanı verilmiştir. B. MUHAMMED B. ‘A bbÂS, umumiyetle Hasa- Muttaki müslümanlann tahminleri tahakkuk et­ nak adı ile mârûf olup, Mahmüd Gaznavi'nin miş ve al-Hasan ile oğulları yeni memleketleri ÜÇÜ n e ü v e z i r i idi. Daha genç yaşında için, bir hayır ve bereket kaynağı olmuşlardır. iken, sultanın hizmetine girmiş ve yavaş-yaAynı zamanda Vadi Dra‘a ahâlisi hurma vaş Horasan ; valiliğine kadar yükselmiştir. ağaçlarının kurumağa yüz tuttuklarım ve meyHaşan ak 414 ( 1023 ) Mekke 'ye hacca git- valarmın kemâle ermediklerini ye'is île görü­ miş ve dönüşte Kah ire 'den geçerek, orada yorlardı. Onlara: — „Siz de memleketinize, Sikendisine, Fatımî halifesi Zahir- tarafından, bir cilmâsaliler gibi, bir şerîf getirerek, aranızda hü’at ( h il'a ) verilmiştir. Bundan muğber o! an yerleştirirseniz, mahsûlleriniz şüphesiz onların­ Abbasî halifesi al-Çâdir bi'liâh Hasanak 'i bir kiler kadar iyi olur" — derler. Vadi Drâ‘a balkı karmatî [ bk. mad. KARMAT ] olmakla itham bu nasihati tutarak Yanbu''dan al-Hasan aletmiş ve Sultan Mahmüd 'a idam olunmasını Dâhil 'in amca-zâdesi olan şerif Mülây Zidân emreylemiştir. Mamafih sultan halifeyi teskine b. Ahmed'i getirirler. al-Hasan ahfadı evvelâ muvaffak olmuş ve Bagdad ’a gönderilen mâ- Tafilelt dâhilinde yayıldı ve alevî şerifler ta­ hut hil'at alenen yakılmıştır. Sultan 415 (1024 ) bakasını vücûda getirdi. Bunlara verilen *alani 'te Hasanak'i, Ahmed b. Haşan al-Maymandi unvanı, cedleri olan ‘Ali al-Marrâkuşi'den do­ 'nin yerine, vezîr tâyin etmiştir. Hasanak sul­ layıdır. Zidân'm ahfadı Vâdİ D ra'a’da yerleş­ tan nezdinde büyük nufûz sahibi olmuş, fakat ti ve Sa'di sultanlarının ecdadı oldu. Bu sul­ onun oğlu Mas'üd Hasanak 'i o derece muğber tanlara bu lekabm verilmesine sebep Zidân 'ıiı etmiştir ki, bu şehzade, cülusundan sonra, onu oğullarının Bani Sa'd b. Abi Bakr gurubuna muhakeme altına aldırarak, karmatî olduğuna iltihâk etmiş olmalarından dolayıdır. dâir eski itham ile mahkûm ve idam ettirmiştir. Şimalî Fas'taki Jdrisi şeriflerinden daha az Bibliyografya: Kiiab al-yamini cevval olmadıkları için, Sicilmâsa şerifleri ya­ ( Lâhûr tab.), .s, 329— 333; Bayhaki, Târih-i hut Bani Sa'd çok defalar Marinî sultanları ile Mas^dl (nşr. Morley), s. 207— 220; Asar mücâdele hâlinde bulunmuşlardır; fakat hükü­ al-vuzarâ* ( India Office, yazma 88a/89b ). metin merkezî kuvvetinden uzakta ve yukarı ( M. -Nazim.) Atlas dağlarının teşkil ettikleri büyük şeddin HASENİ. BASAN I ( cem, HasanÎ yDn ), ‘Alı arkasında bulundukları için, gerek istiklâl ka­ ile Peygamberin k ızı Fâtıma'nin oğlu Haşan zanmak ve gerek nüfuzlarını tevsî etmek için, 'm neslinden gelen a l e v î [b.bk.] ş e r î f l e - kolaylıkla teşkilât yapabilmişlerdir. Sağlam bir r e v e r i l e n i s i m d i r . ‘A lî ile Fâtima 'nın surette yerleşmiş olan arap guruplarına istinat diğer oğulları Husayn neslinden gelenler için eden ve muhtelif menşe'lerden şeriflerin elle­ bk. HUSAYNÎ. rinde bulunan dinî fırkalardan yardım gören Mamafih Fas 'ta Hasani unvanı Muham- Sa'dîler, Fas 'm berberi hanedanını devirmiş­ med al-Nafs al-Zakiya neslinden olan ve ler ve tahmînen 100 sene (1555— 1664) kadar, Fas 'ta hükümrân bulunan şerifleri, amcaza­ bu memleketin mukadderatına hâkim olmuş­ deleri olan İdrisiler [ b. bk.] 'den tefrik için, lardır. Bunların siyâsî karışıklıklar arasında



kASENI.



İ4 *



Fas Haşan !



ş e r Îf l e r î n î n



şeceresi



‘Abd Allah al-Kâmil b. al-Hasan b. ‘AH b. Abi Talib r Ca far



Yahya Sudan’da Sim. (G an ad e kırallarımn ceddi,



İdris I. ( Fas sultam, îdrisilerin ceddi )



XI. asır)



Cazüli Ahmedu Musa (X V .



(X V I. asır)



asır)



Ah me d Z i dâ n Mahlüf M ‘A li ‘Abd al-Rahman 03 Muhammed Muhammed al-Kâ’im



i Musa



Sl i man



Tlemsen şerifleri ( X . asır ) Kasım "O îsmâ‘il İffl W* Ahmed Haşan ‘Abd al-i£âdir ‘A lî al-Cilâni ( XII. asır ) Abu Bakr al-Hasan ‘Arafa Abu Muhammed ‘Abd Allah al-Hasan Muhammed Abu ’I-Kasim Muhammed Kâsim at-H a s a n al-D â h i 1 Muhammed al-Hasan 1-------- 1-------- 7 7 1 r ‘Abd al-Rahman A li Şarif I P Jg | I



Bani Zervâl şerifleri



Ahmed al-A‘rac



Muhammed al-Mahdi,



Muhammed al-Nafs al-Zakiya



( 1555 'te Fas 'ta i k t id â ri eie al in iş tir. 1654 yılın a kadar devam eden Sa'd i sultan­ larının ce d d i)



UlSd ‘Abd al-Hamid (Ved Retcb )



ti e»



J) etf



ari, hukman ) düşünmemiştir. Mu­ öldürsün, şer'î kefareti yerine getirmekle mü­ tezilenin bu şekil görüşüne yakından temas kelleftir. Yalnız Dâvüd al-Zâhiri burada hatâ1 eden ehl-i sünnet görüşünün mümessilleri de 'nm bir Özür olduğunu kabul eder. Bu fikrin bu farkı yapmışlardır. Yalnız bu tefrik usûl-i nihayet islâmdan evvelki düşünüşler ile alâka­ fıkıhtan çıkan şer'î mes'elelerde ( f i 'l-şar iy â t) dar sayılabileceği şüphesizdir. Çünkü Allah, ve bilhassa bu usûl-i fıkıhta sarih ve kat'î harem*i şerifteki hayvan ve nebat üzerinde kararlar bulunmayan hâllerde yapılır. Fakat husûsî bir mülkiyet hakkına mâliktir. BÖylece hoyle bir karar olduğu hâlde, muctahid tara­ hatâ1 ile munzam bir zarar ve ziyân vâki olun­ fından nazar-ı dikkate alınmazsa, elbette muc­ ca dahi tam bir mes'ûliyet tahakkuk eder. Yal­ tahid hatâ eder. Usûl-i dinde yâni kelâm ve nız fçtşâş [ b. bk.) 'ta bir husûsî vaziyet hâsıl bilhassa aklîyâtta böyle ihtilâf hâlinde, icmâ olur. Kişâş 'm tatbiki hata hâlinde câiz de­ ile yalnız bir nokta-i nazar makbûİ olur. Yal­ ğildir; yalnız diyet te'diye olunur ve kefaret nız mutezileden Abu 'I-Hasan ‘Abd ‘Allah alverilir. Bu bâbda fazla tafsilât için bk. mad, ‘Anbari ve Câhiz 'in temsil ettiği bir fırka iddia ÇATL (burada halâ 'nm envât zikrolunmuştur). eder kİ, kelâmdan dahi her muctahid ( bu ke­ Bu tafsilâtta» anlaşılıyor ki, kelimenin bu ıs­ lime burada bir meseleni» halli için, bütün ceh



Taşköprü*zade, Haydarâbâd tab., I, 75— *° î al-Şalkaşandi, Şubk al-dşâ, III, 2— 17* v.b.; yazıma mefruz sırrı mânasının tefsiri hakkında bilhassa bk. hur ufilerin eserleri). Bk. bir de



HATÂ -







I



HÂTEM.



359



dini kullanan mânasında alınmıştır ), ( al-'An- I rek, mühür gibi kullanılan başka şeyler hak­ bari'ye göre, mÜslüman olarak, tavsif edildi­ kında da kullanılır. Muska mâhiyetinde olan ve ği müddetçe ve Câhiz 'e göre, alelıtlak rey üzerlerinde şahıs adı bulunmadığı için, asıl beyân etmek hakkına mâliktir. Fakat mutezi­ mühürlerden pek kolay tefrik edilen bu sonun­ le nezdinde hata ’mn diğer mânaları da işe ka­ cular için bk. mad. T I L S I M . Zâten üzerlerine y a z ı rışır. Şöyle ki, onlara göre, haklı olmak, ken­ hakkedilmiş her hangi bir nesneye de arapçada disine düşen vazifeyi tamamen ifâ etmiş olmak, hatam denilebilir. Burada yalnız, kelimenin asıl demektir. Ancak bir çok muhtelif nokta-i na­ ve mahdud mânâsı ile, mühürler ile meşgul zarların aynı zamanda yalnız mantık noktasın­ olacağız. Nöldeke ( Mandaîsche Crammatik, dan doğru olabileceği asla iddia edilmemiştir. s. 1x2) 'ye göre, hatam kelimesi arâmîceden gel­ Hatâ eden muctahid hatâsından dolayı, ceza medir; Fraenkel (Aram. Fremdzoorter, s. 252) görmez ve dinî bir hataya ( za lâ l) düşmüş sa- de bu mütâleada olup, balçıktan yapılmış mü­ . yılmaz; belki mazur tutulur. Eğer şer'î kaideler hür demek olan karkas isminin de başka dil­ koymak içîn, hakikatin bütün cehdini sarfet- den alınmış bir kelime olduğu fikrindedir. Mühür yüzüğünün şarkta oynadığı r o l , Lane mîş.jtse, kendisinden beklenen her şeyi yapmış olduğu için, sevaba bile nail olur. Şi'îler mû« ( Modern Eğyptians, 5. tab., 1860, s. 31; alm. trc. tezîlerinin fikrini kabul ve takip ederek, kendi Zenker, Siiten u. Gebrâucke der heutigen Egypter,I, 27 )'den aşağıya nakledilen fıkradan daha muctahid 'lerini hatâ etmez sayarlar. B i b l i y o g r a f y a : Lane, Ar.-EngL güzel bir surette tasvir edilemez. Lane, müsLexicon, II, 761; ıstılah olarak kullanılması lüman bir mısırlının kıyafetini tasvir ederken, için bk. Dictionary o f the Technical Terms şöyle der: used in ihe .Sciences o f the Musulmans „Sağ elinin serçe parmağında ( sol elin bir ( Bibliotheca Indica, old series ), î, 401 v. d .; parmağına da takmak câizdir), umumiyetle, Cureâni, Tdrîfât { nşr. G. Flügel), s. 104 gümüşten ve üzerine yüzük sahibinin adı hakk­ v. d.; daha ziyâde tafsilât için bk. Ü Ş Ü L % edilmiş kırmızı akik veya başka bir taştan dâir eserler ve fıkıh kitapları. Krş. bir de bir kaşı bulunan yüzük. İsimden sonra, ale­ lade, 'abduhu ( «Allahın kulu" yahut «Allaha mad. ÇATL. (J. SCHACBT.) tapan" ) ve ekseriyâ bu zâtın Allaha tevekkül H A T Â ’I. [Bk. ŞAH İSMAİL.) ve itimadını ifâde eden başka kelime v. b. bu­ . ..H A T A K . [Bk. H A T E K . ] lunur. Peygamber altın kullanılmasını tasvip H A TA M . [ Bk. H Â T E M .) ; H A TEK . H A JA K , efganlarm Karlâni ko­ etmediğinden, müslümanlarm pek azı altın yü­ lun a me n s u p ve Hindistan 'm şimâl-i garbı zük takar; fakat kadınların bu kıymetli mâ­ hududunda ve civar mahallerde yaşayan bir denden türlü ziynetleri ( yüzük, bilezik v. b.) p â t b a n k a b î 1 e s i d i r . Bu kabilenin men- vardır. Mühür yüzüğü mektupları ve başka ya­ şe'i hakkında çok ihtilâf vardır [ bk. mad. £ F - zılan mühürlemeğe yarar ve mühür basma im­ , GANlSTAH ]. îslâmm ilk zamanlarında Sulay- zadan daha muteber sayılır. Bunun için, par man dağlarında ve bu dağlar ile Sind nehri mak ucu ile mührün üzerine bir az mürekke; arasındaki ovaların şimal kısımlarında oturu­ sürülür, mühürleyecek adam başka bir parma yorlardı. Hataklerin tarihi, türk-hınd impara­ ğmı dili ile ıslatır ve sonra mühür hasılaca! toru. Avrangzib devrinde, kabilenin reisi bulu­ yere hafifçe sürerek, orayı nemlendirip mühri nan meşhur Huşhâl Hân [b . bk.] tarafından, basar. Hemen her kesin, hattâ, kudreti yetersi yazılmıştır. Başlıca şehirleri Akora, Şâhbâ2- hizmetçilerin bile, mühür yüzüğü vardır". garh, Kâlabağ ve Makhad’dir. Cengâver bir Şarkta pek eski zamanlardanberi mühür kul­ kavim olup, asırlarca birbirleri ve komşuları lanılmakta olup, okuma-yazman m yayılması ile savaşmışlardır.-Faal, işgüzar ve iyi çiftçi garpta olduğu gibi, mühür yerine imza atma olduklarıgibi, ticâret ile de meşgûl olu i lar ve usûlünü yer leştir emem iştir. Mühür şarkta imza . çok,.seyahat ederler. Hataklerin hepsi sünnî yerini tutar ve hattâ imzayı bile ancak mühür i;olup^îdjüüferi peşto dilinin garp lehçesidir. tevsik eder. Mühür bîr malın masuniyetini te'- B i b l i y o g r a f y a : Bk. m a d . K Ö H Â T . min için de kullanılır ve bu suretle kilit ile anahtar yerini tutar. Eşya bir paket yapılıp, ı HATEM . HATAM, hatim ( a . ; F. muhr ), dikkatle bağlanır ve bağların düğümü, mal sâd a m g a , m u h ü r, m ü h ü r y ü z ü ğ ii, hem b a- hibinîn mührü ile, mühürlenir; bu usûl, müh­ S l l m ı ş m ü h r e ( hatm de denilir), hem de rün taklit edilmesi mümkün olmaması dolayısı ile, m ü h r ü n k e n d i s i n e delâlet eder. Bu kelime Chardİn'e göre, garp usûlünden daha emindir. yalnız üzerlerine, tersine ve çukur olarak, yazı Mühür eşyânm kimin olduğunu göstermek içîn hakkedilmiş asıl mühürler değil, üzerlerine dinî de { msl. kitaplara ve ciîdlere ) basılır ve bu yahut uğur getirici sanılan yazılar hakkedile­ takdirde garpta kullanılan armaların yerini tu-



360



HÂTEM.



tar. Birinin mührünü başka birine tevdî etmesi, ona vekâlet vermiş olduğuna delâlet eder. Bu âdetlerin şarkta pek eskidenberi cârî olduğunu gösteren bir çok deliller vardır. Msl. Fir’avun, tıpkı Osmanlı pâdişâhlarının mühürlerini sadr­ âzama tevdî etmeleri gibi, mührünü, iktidar alâmeti olarak, Yûsuf'a verir ( Tekvin., XLI, 42 ). Yezâbîî ( Muîûk I., XXI, 8 ) Ahab nâmı­ na yazdığı bir mektuba, doğruluğunu te'yİt için, onun mührünü basar. Ester ve Danyâl kitaplarında da Iran krallarının mühürlerine izafe edilen kudret hakkında misâller vardır. Herodot (I, 195) her bâbillinin üzerinde bir mühür bulunduğunu söyler ve Mezopotamya 'mn en eski devirlerinden kalma ve umumiyetle üstüvânî şekilde, pek çok mührün bugüne ka­ dar muhafaza edilmiş bulunması, bu malûmatı te'yit etmektedir. Hâlâ bugün, Sâsânî devrinden kalma, yüzük taşı olarak kullanılmak üzere, düz yahut boyuna asılmak için, delikli bir çok mühürler mevcuttur. Cenûbî Arabistan 'da da Himyerîlerden bir çok mühür numuneleri kal­ mıştır. Islâmdan evvelki devirden kalma arap müh­ rü mâîûm değildir. En eski arap mühürleri Mısır 'da mevcut papiruslar üstünde görülmek­ te ve fetihten bir az sonraya âit bulunmakta­ dır. Peygamber zamanında Mekke 'de ancak on yedi kişinin yazı bildiğine dâir rivayeti doğru saysak da saymasak da, her hâlde bu ehemmiyetli ticâret merkezinde, şarkın başka taraflarında olduğu gibi, mühür istimalinin mûtad olduğunu kabul etmemiz icâp eder. Ha­ dîslerde Peygamberin hatam 'ine dâir mâlûmat mevcuttur, Buhari, Şahîh (Bulak, 1926), IV ( Libâs ), s. 48 'de Peygamberin bizanslılara mek­ tup yazmak istediği, ona, mühür olmazsa, Mek­ tubu okumayacaklarını söyledikleri, onun da Muhammed rasâl Allah yazılı bir gümüş mühür yaptırdığı anlatılmaktadır. Mas:üdi 'ye göre, Peygamber mühür yüzüğünü h. 7 senesinin muharreminde kullanmağa başlamıştır. Peygam­ berin eskiden bir altın hatam taşıdığı, fakat altın yüzükleri, ipeklileri ve dibayı yasak et­ tikten sonra, o mührü terkettiğî de rivayet edilir (Buharı, göst, yer). Altın yüzük yasağı kadınlara şâmil değil i d i ; msl. ‘A'işa altın yü­ zük takmıştır (göst. y er). Peygamber müh­ rünü sağ eline takardı ve helaya gittiği va­ kit, çıkarmağı âdet edinmişti (al-Tirmizi, Şa~ }ılh, Bulak 1242, I, Libâs, s. 324). Yüzüğün hangi ele ve hangi parmağa takılması lâzım geldiği hakkında, fikirlerde ihtilâf vardır; bu hususta muayyen bir kaide yoktur. Muahhar rivayetlere göre, Peygamber, mühür yüzüğü için, gümüşten başka mâdenleri tasvip etmezdi. Bakır yüzükten müşriklik sezildiğini, demir



yüzüğün de ebedî cehennem azabına mahkûm olanların alâmeti olduğunu söylediği rivâyet edilir. Altın yüzükten duyduğu nefret kelime- ‘ ler ile ifâde edilmeyecek derecede idi. Böyle bir yüzük takan bir adam ile karşılaşınca, ona kağlarım hışımla çatarak bakmış ve bir kö­ pek ve yahut kâfirle karşılaşmış gibi, başını ondan çevirmiştir. Peygamberin mührü elden ele geçmiş ve şahsî mühürleri dahi bulunan halefleri tarafından, nihayet ‘Osman 'ın onu A r is'te bir kuyuya yahut Zemzem kuyusuna yahut da, başka rivayetlere göre, Musul civa­ rında Dicle nehrine düşürüp kaybetmesine ka­ dar, kullanılmıştır. Peygamberin yasağına umu­ miyetle riâyet edilmiştir; en kıymetli mâden­ lerden yapılmış, yahut yasak edilmemiş bulu­ nan çok yüksek kıymetli taşlar takılmış mü­ hür yüzüklerine, ender olarak, rastlanır. Mâlûm bulunan en eski müslüman mührü Mısır fâtihİ ve valisi ‘Amr b. al-:A ş 'm, üze­ rinde bir boğa resmi bulunan mührüdür (Rainer, Führer v.b., nr. 556 ), Bunun mahallî bir te'sir neticesi mi olduğu yahut islâmdan ev­ vel araplar arasında bir hayvan temsilinin âdete aykırı bir şey olmadığından mı ileri gel­ diği hakkında, kat'î bir şey söylemek mümkün değildir. Bu devirden kalma ve üzerlerinde hay­ van resmi bulunan başka mühürler de mâlûm ise de, canlı mahlûk resmi hakkındaki memnû'iyet, çok geçmeden, mühürlere de tatbik edildiğinden, Mısır 'da h. 88 yılına kadar, vali Kurra b. Şarık ’in bir kurt temsil eden bir mühür kullandığı görülmekle beraber (Rainer, Führer, nr. 593), daha ilk zamanlardan kalma müslüman tipinde mühürlere tesadüf edilmek­ tedir. Abu Hâ’im b. Yahya ( nr. 572 ) ve hazîne reisi Râşid b. Hâlid 'in al-muiavakkil *a la 'ilah“ ( nr. 577 ) mühürleri bu cümledendir ve sonraları için, adetâ örnek olmuşlardır. Mısır 'dan gelen dikkate şayan bir mühür de, vergi tahsildarı Nacİd b. Müslim'in üzerinde arapça ve yunan­ ca yazılar ile adı bulunan mührüdür ( nr. 589). X. asırda Suriye’de ve Anadolu'da dahi iki dilde hakkedilmiş mühürler bulunmuştur ( krş. Schlumberger, göst. yer. ve Halil Edhem, göst. yeri). Yine orada, Bizans te’siri neticesi olarak, iki yüzü baskılı kurşun mühürler ( bullae ) bulmaktayız. Bunların en ziyâde dikkate şâyân olanı Kâkuye sülâlesinden ‘A la 1 al-Davla ’nin h. 430 tarihli baskısıdır ki, yüz tarafı bîr süvâri . temsil etmektedir ( Halîl Edhem, nr. 30). Aym mmtakadan dikkate şâyân başka bir mühür de Hamdânilerden Muhammed b. Sa‘d al-Davla Abu ' 1-Ma‘âli Şarif 'in mührüdür ki, yüz tara­ fında St. Theodore 'un göğüsten yukarı bir tasviri ve yunan harfleri ile adı vardır ( ayn. esr., nr. 31),



HATEM. Ba eski baskılar için kullanılan maddeler sonraları kullanılanların aynı, bir nevî balçık ( karkas ) veya kurşundur ve orta çağda garpta yapıldığı gibi, bağlar ile, vesikaya raptedihniştir. Mühürler vesikanın üstüne basıldıkları va­ kit, bu işe mahsûs kati bîr mürekkep kullanı­ lır ve basılmazdan evvel, kâğıt bir az ıslatılır. İklimin müsait bulunduğu yerlerde, kırmızı bal mumu da kullanılır. Orta çağ A vrupa’sında öl­ düğü gibi, şarkta da, pek husûsî vesileler ile, ; kıymetli mâdenlerden^ gümüşten ve hattâ altın­ dan bağlama mühür ( ballaş) örnekleri kayde­ dilmiştir ( Reinaud, ayn. esr,, I, s. 112 ). Charles White ( göst. yer.) türkler arasında mühür istimalinden ve İstanbul hakkak esnafı heybetinden uzun-uzadıya bahseder. Bunlar Kapah-Çarşı yanında «hakkâkîar çarşısı" denilen bir sokakta toplu bir hâlde bulunurlar; umu­ miyetle kıymetli taşlar tüccarı yahudi olduğu hâlde, bunlar müslümandırlar ve oldukça tahsil görmüş kimseler olup, türk, arap ve fars dillerine âşinâ idiler. Bazıları kûfî yazıları da okuyabi­ lirdi; Bunların san’atlarım iğrenm eleri hayli uzun sürerdi. Çıraklar, iyi bir tahsilden sonra, en iyi hattatlardan meşk alırlar ve bir usta hakkakin yanında yedi sene çalışırlardı. Çırak­ lık .müddeti ..bitince, kalfa olurlar ve esnaf :hey'eti tarafından^'elli âza olarak tahdid edil­ miş bulıinam hey’ete, usta olarak, kabul edilip, kendi başlânnâ bir iş tûtuncaya kadar, o sıfatla çalişîrlardı. Sân'âtlarmı, kalp-akçe kalıbı yaplüak ğibij kanüna aykırı bir yolda kuîlanmalanı ihtimâline karşı, dükkânları polîs tarafın­ dan muntazaman teftiş edilirdi. Bir mührün taklit âdilmesininîn önüne geçmek için, o kadar dikkat edilirdi ki, esnafın, aynı adama, birbi­ rinin tamâmıyla aynı iki mühür hakketmesi yasak idi. Bir mühür kaybolduğu zaman, hîlekâr eline düşmüş ise, suiistimalin farkına varılmak için, yeni mührün tarihinde yahut süslerinde hafif değişiklikler yapılırdı. İstanbul hakkâkları sanatlarının başlangıcını halife 'Osman'ın devrine kadar çıkarırlar ve ilk hakkakin Muharnmed al-Hicâzi admda biri olduğunu ve 'Cşmân ile ‘A li 'ye, adlarına 'abd AUâh kelimesinin ilâvesi ile, mühürler hakket­ miş bulunduğunu hikâye ederler; yüzükler gü­ müşten ve yazı hakkedilen taşları kan taşm' dan- imiş. White tarafından padişahların ve Osmanlı devleti erkânının mühürlerine dâir verilen ma­ lûmat d'Oiısson Man alınmıştır. Padişahın, muh~ telif büyüklükte, üç mührü varidi ve hepsi al­ cına takılmış: zümrütten idî ve üzerlerine tuğra [ b. bk.) ve dinî bir ibare hakkedilmiş idi. Birin: cisi, pâdişâhın dâima üzerinde taşıdığı küçük bir :mühürdür ki* onu, icâbında basılmak üzere, kâti­



361



bine verirdi. İkincisi bir az büyük olup, bare­ me âit işlerde kullanılmak Üzere, harem hazi­ nedarına tevdi olunurdu. Hind-tÜrk imparatoru Ekber’in de, hareme âit vesikalarda kullanıl­ mak üzere, husûsî bir mührü var idi. ™ Üçüncüsü Devletin resmî mührü olup, sadrâzama tevdî olunur ve gece-gündüz onun koynunda mııhâfaza edildiği farzedilirdi. Devlet dâirelerin* den her birinin reisinin de, vazifesine müteal­ lik vesikalarda kullanılmak üzere, şahsî bir mührü var idi. Yüksek zâtların mühür yüzüğü takmaları mûtat değildir. Devlet erkânının mûtemed bir mühürdarları var idi ki, mührü bir kese içinde ve İç ceplerinde taşırlar ve icâbında çıkarıp, basıl­ mak üzere, mürekkep sürerek yahut mühür mumu ile basılacak ise, kuru olarak, hazırlarîardı. Orta sınıftan halk mühürlerini iç ceple­ rinde yahut boyunlarında asılı olarak taşırlardı. Mühür imza yerini tutar, fakat ehemmiyetli vesikalarda o da elzemdir. Padişaha gelince, hângi mührünü kullanacağı ve imzâ bulunupbulunmayacağı, kâğıdın büyüklüğü veya küçük­ lüğü gibi noktalar vesikanın ehemmiyeti dere­ cesine bağlı idi. İran şahının kullandığı mühürlere dâir Chardin tarafından verilen malûmat, az-çok buna benzer; Şâhm üç mühürdar-başısı vardır ; fakat bunların vazifeleri mühür basmaktan ibaret­ tir; mühürler sarayda şahın kendi mührü ile mühürlü bir kasada hıfzedilir. Vesikalar, mûtad üzere, cuma günü mühürlenir. Mühür­ dar mührü ve kâğıdı hazırlar ve umûmî su­ rette bu işle bizzat meşgul olmayan şahın bir işareti üzerine, basan Askerî, sivil ve : hârıcîv'işler ■■■'için, üç büyük ve saray hesap­ ları v.b. için de, ayrıca küçük mühür kullanı­ lır. Üç büyük mührün ortasında aynı cümle vardır: bandah şah vilâyal Stılaymân ast W80. Küçük mühürlerde, vilâyat yerine, din vardır, Büyük mühürlerden birinin çevresinde bir kıt'a ve diğerinde on iki imamın adları vardır. Bir hükümdar ölünce, onun adı silinip, yerine halefinin adı hakkedilir. Umûmî surette mühürlerin istimali bahsinde Chardin, boyun­ da takılı olarak taşındıkları ve ancak hamamda çıkarıldıkları için, çalınmalarının çok güç ol­ duğuna dikkati ceibeder; bir de yüzüğe takıl­ mış mühür taşı olarak da taşınırlar. Mühür taklidi, Avrupa ’daki imzâ taklidine nisbetle, daha nâdirdir. Mühür hakkâkları bir matkap ( mişkâb) ve zımparalı küçük bir çark kullanırlar. Abu ' 1-Fazl, A ‘ in-i AkbarV&e şâhm, hükü­ metin üç şubesinde kullanılan mühürlerine hu­ sûsî bir fasıl tahsis eder. „Her kese, işleri için, bir mühür lâzımdır" — { burada, XVIII. ve XIX, asırlarda Hindistan 'da İngiliz me'mûrla.rmnı



363



HÂTEM.



farsça yazı ile adlan hakkedilmiş bir mühre luzum görmüş ol doklarını kaydedebiliriz). Saltanatının başlangıcında Ekber 'in rik'a yazı ile, kendi adı ve Timur 'a kadar cedîerinin adları hakkedilmiş bir mührü var id i; son­ raları nastalîk yazı ile yalnız kendi adı hakk­ edilmiş bir mühür kullanmıştır. Birinci mühür evvelâ yabancı hükümdarlara yazılan mektup­ larda ve ( nzuk diye mâruf olan ) ikinci mü­ hür dâhili işlerde kullanılmış ise de, zamanla bu usûle riâyet edilmez olmuştur. Adliye işle­ rinde kullanılan ikinci bir mühür mâîn {milır a b i) şeklinde olup, şalım adının etrafında adaletin senâsma dâir beyitleri muhtevi idi. Başka işler için Allahu akbar, calla calâluhu yazılı küçük dört-köşe bir mühür kullanılırdı. Evvelce kaydettiğimiz gibi, harem için husûsî bir mühür var idi. İslâmî menkıbelerde geçen büyük şahsiyetle­ rin de, tabi’î, mühürleri var İdi, Sulaymân b. Dâ'üd 'un mührü bilhassa meşhurdur ve muci­ zeli başarılarının hikâyelerinde ehemmiyetli bir rol oynar; eeini taifesi ondan pek ziyâde kor­ kardı. İran'ın Solon’u olan Camşid, Sa'di'ye göre, ilk olarak, sol elinde mühür yüzüğü ta­ şımıştır, Firdavsi de ŞSpür II. ’un rûmlarm elinde esaretten firarı hikâyesinde, hükümdarın avdetini büyük mûbede, mührünün bir baskı­ sını yollayarak, bildirdiğini söyler. Tarihî devirlere gelince, elimizde, bütün es­ ki halifelerin mühürlerindeki yazılara dâir ma­ lûmat vardır (msl, Mas'üdi, Kitab al-tanbih 'te her halife bahsinde; bk. bir de HammerPurgstall ve Murr) ; eski halifelerden bîr ço­ ğunun mühürlerinin basılmış suretleri muhafa­ za edilmiştir (krş. Haîîl Edhem, agn. esr.). Timur 'un mühründe kendi husûsî işareti, bir müselles içine yerleştirilmiş üç küçük dâire ve rasti rusti ibaresi var i dî ; bunun bîr baskısı Bibi. Natıonaie ’de ePan mevcûttur ( de Sacy, agn. esr.). Joinville, Şayh Cibâl tarafından St. Louis’ye takdim edilen hediyeler arasında, onun „gâyet saf altundan* bir yüzük üstüne hakkedilmiş bîr mührü bulunduğunu kaydeder. Osmanlı pâdişâhlarının ve büyük devlet er­ kânının mühürlerinin nümûııelerini HammerPurgstall vermiştir (göst. ger,). Bunlardan en Çok dikkate şâyân olanı Mustafa II. 'nın müh­ rüdür ki, onu taşıyan sadrâzam Elmas Mehmed Paşa Zenta muharebesi (169?) meydanın­ da şehit düşmüştür ve avusturyalılar, bu zafer ganimetinin hatırasını yâd vesilesi ile, bir ma­ dalya bastırmışlardır. Türkiye *de pâdişab mühürlerinin bir şekli de t u ğ r a [ b. bk.] ’dır. Rivayete göre, tuğra el baskısı şeklini taklit eder; zîra Orhan, imza ye­ rine, elini kırmızı mürekkebe batırıp, basar imiş.



Timur *un da bu ımzâ şeklîni kullanmış olduğu söylenirse de, bildiğimiz üzere, o hükümdar ümmı değil idi. Tuğra istimali bizzat Peygam­ bere kadar çıkarılır. Müslümanlar mühürlerinde basit ibareler ile iktifa etmek hususunda Peygamberin misâline uymuşlardır. Mühürde bâzan yalnız isim bulu­ nur ve bâzan dinî veya ekseriya mahviyeti ifâde eden kısa bir ibare de bulunur. Eğer mühür sahibinin adı Kur’an ’da adları geçen­ lerden birinin adı ise, ekseriya onu ima eden bir ibare bulunur. İsim sâde bir şekilde yazı­ lır ve mühür metinlerinde, mûtad olan sadeli­ ğe riâyet edilerek, unvanlar zikrolunmaz. Hikemıyât v.b. mâhiyette yazı misâlleri için bk. Reinaud ve Hammer-Purgstall. Daha muahhar bir devirde, İran 'da ve Hindistan 'da, mühür yazılarına bir çok şeyler ilâve edilmeğe baş­ lanmıştır. XVIII. asrın sonlarında hind-türk imparatorları sarayının küçük bir me'mûrunun ekseriya bir kaç satır şatafatlı cümleyi İhtiva eden mührü ile Osmanlı imparatorluğunda beş defa sadrazamlık etmiş olşn büyük Sinan Paşa'nm mühründeki, „Yâ Rabbi, gafur ve rahîmsîn, Sinan b. Ali kuluna rahmet et“ mealinde, miitevâzİ cümle garip bîr tezât teşkil etmektedir. Yüzükler için en çok kullanılan maddeler gümüş ve bakırdır ; eğer bunlara üzerine mü­ hür hakkedilmiş bir taş takılmış ise, bu da, kırmızı akik, şep- çırağ, lâ'1 taşı, âdî akik ve necef gibi, az kıymetli taşlardandır; firuze kullanıldığı da vardır ve bu taş, altın kakmalı yazılar ile muska şeklinde yontulmuştur. Mü­ hür yüzük kaşına kazılmamış ise, mühre sap takılarak, bir kesecikte saklanır. Bâzan bir bağ ile boyuna asılabilmek için, mühür taşma bir delik açılır. Arap mühürlerinin türlü-türlü şe­ killeri vardır; en çok görüleni beyzî ise de, dört, altı ve sekiz köşeliler de bulunur. Pek büyük kıt'ada mühürler müstesna olmak üzere, dâire şekli nâdirdir, Mühür hakki san’atmm ve hattatlığın en parlak devirleri XVI. ve XVII. asırlardır; XVIII, asırda bu san’at inhitata uğramış ve XX. asrm başlarında yavaş-yavaş sönmüştür. Bir kaç meşhûr hakkâkm adları malıfûz kalmıştır. Timur'un sarayında A l tun, bu san’atm büyük bir üstadı olarak tanınmış idi. Ekber'in sarayında her birinin bir şubede ihtisası olan dört hakkâkm adım Abu 'i-Fazl, zikreder. [ Son devirde İstanbul 'da hakkâkhk san'atının en meşhur sîmâsı Yümni Efendi idi, Hakkaklar kethüdası (kâhyası) olan Ziya Efendi bu zât kadar san’atkâr değil idi. Hüsnü, Dânâ ve Fehmi efendilerin de dâhil oldukları bu san'at halkasının hâlâ hayatta bulunan mümes­ sili Fehmi Efendi ’nin tilmizi Rauf Efendi ’dir ].



H ATEM -



M a g rib 'd e , b u g ü n hatam ( h a lk d ilin d e kü­ fem ), y a ln ız m ü h ü r y ü z ü ğ ü n e d e ğ il, b e r h a n g i b ir y ü z ü ğ e d e d e lâ le t e d e r. M ü h re is e , is t e r y ü ­ ta k ılm ış b u lu n su n , taba banîka ( d â ire ) 'harınd an v e y a ­ h u t k a b ile le r in ka’ id ’ le r i ta r a fın d a n y a z ıla n züğe^ is t e r b i r s a p a



d e n ilir. M a h z e n



re s m î m u h a rr e r â ta y a ğ lı s iy a h y a h u t m o r m ü­ r e k k e p ile



taba b a s ıla r a k , t e v s ik e d ilir . A d liy e



e v r a k ın d a n a d ire n k u lla n ılır. N o te r v e rın



k a r m a k a r ış ık



im z a la rı on u n



y e r in i



k a d ıla ­ tu ta r .



S a 'd i v e 5A l a v i h a n e d a n la rın ın ' s a lt a n a t m ü h ü r­ le rin d e n e k s e ris in in b a s k ıla r ı m u h a fa z a e d ilm iş­ t ir ; Ş e k i l l e r ı e k s e r i y â :m ü d e v v e r v e b â z a n b e y z îd ir. N e h lil,



Lctfres cherifiennes, P a r is , 1916 Soarces inedites de Vhistoire



v e H . d e C a s t r ie s ,



da Maroc, P a r is , 1905 v .d , ’cla s ü r e tle r i g ö ­ rü l e b il i r. S u It an i a r, u m â m İy e tl e, b iri b ü y ü k ve d ’ ğ e r i k ü ç ü k , ik i m ühü r k u lla n ırla rd ı v e on la rı b a s m a k iş in i v e z ir v e y a b ır a k ır la r d ı.



Islâm



hâcib ( m a b e y in c i) 'e



d e v r in d e ,; İ sp a n y a 'd a



b ö y le o lm u ş o ls a g e r e k tir .



da



E m e v î h a life le r i v e



mulük ab tava'if v a k ’a n ü v is le ri, e k s e r iy â , h ü ­ k ü m d a rın e ş k â lin i t a r if v e



u n v a n la r ın ı z ik r e t -



tik d e n



m e tn in i



so n ra ,



m ü h rü n ü n



de



kayd­



e d e rle r.



B i b l i y o g r a f g a ı Adrian Reland, Dissertaiio de Gemmiş Arabicis ( Dissert. Mise., Utrecht, 1728, III, 233 — 2 5 1); C. G. von Mürr,*- TfreyKÂbhdndlungen von der Geschichte der Araber (Nürnherg, 1770), s. 85-102 ; Hâmmer-Purgstalİ, Abhandlang. über die SiegeUfdek. Araber, Perser und Türken ( ViyanaK 1849 ) ; J . Reinaud, Monuments Arabes, Persans et Turcs (Paris, 1828), I., i — ı j o j ll., 1— 276; D. H. Müller, Siidarabisehe Altertkümer. (Viyana, 1899), s. 52— 57, levha XIII ; de Sacy ( Memoires de VAcad. des Inscr., Paris, 1822, VI, 516— 519 ) ; A . J . Wensinck, J4 Handbook o f Early Muhammadan Tradition ( Leiden, 1925; b k . mad. S ea ls) ; Halil Edhem, Catalogue des Sceaux en plomb arabes, arabo-byzantins e t Ottomans, İstan­ bul, 1924 (tu rk çe ); Mouradgea d'Ohsson, Tabîeau general de VEmpire Othoman ( Pa­ ris, 1790), H, 1 v.dd., 143; III, 32; G. Schlumberger, Sigillographie de VEmpire Byzantin ( Paris, 1844.), s . 73— 76 ; Papyrus . Erzherzog Rainer, Führer durch die Aasstellung (Viyana, 1894), Arahİsche Abteilung, tür. yer.; E . Lane, Manners and Customs o f fhe Modern Egyptians* ( London, 1860), s. 31; Charles White, Three Years in Consianiinople ( London, 1845), III, 147—-158; J. Chardin, Voyages en Perse (Paris, 1811), I V , 143 ; V , 451— 463 ; Masüdi, Kitab al-tanbih (nşr. de Goeje ve trc. Carra de V a u x ) , Paris, 1897; A b u 'I-Fazl,



363



H A T 1B .



Aüîn-i Akbari ( t r c . H . B lo c b m a n n , Bibi. Ind., Kalküta, 1873, I, 45, 52, 263 v.d.). (J. A ll,an .) H Â T E M T Â ’ Î . [ Bk. HÂTIM TÂ-Î.j H AT?5A . [Bk. HATÎ-E-] H A T İ B . [ Bk.



h a t îb .]



HATÎB ( A.), cem. htıiabc?, eski araplar arasında, kabille sözcüsüne verilen ad idi. Ekseriyâ şa ir ve hatîb sözleri birbirleri ile tedai eder. ( İbn Hişam, S i ra, nşr. Wüstenfeld, s. 934,1 aş., 938,5 aş., Yakut, nşr. Wüstenfeld, IV, 484, u v. d.) ve kahin ve sayyid gibi, hatîb de, kabilenin başlarından sayılırdı. Va­ zifesinin mâhiyeti ve ehemmiyeti bilhassa C â­ hiz ( Kitab aUbayan va ’l-tabyîn, Kahire, 1332, I— 111) tarafından tarif ve tavzih edilmiştir. Hatib He, şa ir arasındaki fark pek tâyin edil­ memiş ise de şâ3ir 'in şiir ( nazım ) şeklini kullan­ ması, hatib 'in de nesir, fakat seci ile söz söy­ lemesi bu ikisini birbirinden ayırır (krş. Câhiz, ayn. esr,, I, 15 9 ); hatîb nutuklarına amma bddu ile başlar ( Hariri, nşr, de Sacy, 1822, s. 42), Câhiz'e göre, aynı zamanda şâird e olan hatîb pek az idi ( I, 27 ) ; câhiliye dev­ rinde şâir, hatipten ziyâde, takdir edilirken, yavaş-yavaş şâirler çoğalarak, san'atları da in■ bltâta uğrayıp, kendileri dilenci menzilesine düşünce, hatibim itibârı artmıştır ( I, 136 f IIP 227 ). Jffatîb ile leâşş ( kıssacı ) yine hatib ile aşhâb aUahbâr va’l-âşâr ( Câhiz, I, 167 v. d.) arasında bir yakınlık vardır 5 bâzan aynı ailede irsen intikal eder. Hatipler ayrı bir sınıf veya cemâat teşkil etmezler; bunlar, sâdece sözcü olmak kabiliyetini hâiz kimselerdir; Hatipler, ;S7 m M e kaydedildiği gibi, yalnız bir vafd ( sefâret hey'eti ) 'in başında, kabile mümessili ola­ rak, müzâkerelerde görülmekle kalmazlar (krş. Goldziher, Âbhandlung zar arab, Pkilol., I, 20); mu hâsım kabileler arasındaki övünme ( mafakara ) yarışlarına da, şâirler gibi, önderlik eder­ ler. Hatip kabilesinin parlak başarılarım ve necip vasıflarını ballandıra-ballandıra belagat ile medhedecek ve kezâ hasımlarmın zayıf ta­ raflarım ortaya çıkarabilecek kabiliyette olma­ lıdır. Bunun için dili fasih, ve Jifâdesi baliğ [ bk. mad. B A L A Ğ A ] olmak gerektir; hasımla­ rına bu suretle galip gelir (krş. The Muffazialîyât, nşr. Lyall, XCI, 22 v, d .; XCVI, 9; alKutâmi, nşr. J. Barth, XIV, 20; İbn Kâys alRukayyât, nşr. Rhodokanakis, S B Ak. Wien, 1902, XLIV, 19; Kamil, nşr. Wright, s. 20, 15 v. d.). Kötü hatib hicviyelerde şöyle tasvir edi­ lir : fena telâffuz eder, iki tarafa döner-durur, kekeler, öksürür, sakalım karıştırır; parmak­ larını birbirine geçirerek, sıkılganlık alâmeti gösterir ( ffamâsa, nşr, Freytag, s. 650, beyit 5 ; Kâmil, nşr, Wright, s. 20, 7, 9 v. d,). Eski H A T ÎB .



3*4



H A T ÎB .



arap hatibinin tarifini tamamlayan vasıflardan bîri de, onun savaşlara iştirak eden mücâh id­ ler arasında sayılmasıdır (al-Kutâmi, ayn. esr.\ Câhiz, î, 134, g v. d., 172, 11); hattâ yiğit mu­ harip yerine, sâdece hatîb kelimesi kullanıla­ bilir ( Câîjiz, I, 129). Hatip vazifesini ifâ eder­ ken, alâmet olarak, tıpkı yemin edenler gibi, elinde harbe, asâ veya yay ( al-mahâşir ) bulun­ durur ve ekseriya bununla yere vurur (krş. alKutâmi, XXVII, 6; Labİd, Divân, nşr. Halidi, s. 7, 15, s. 27, 9, 45, s. 45 Î Câhiz, I, 197 v. d., III, 3 v. dd., 61 v. dd.). İslâmm ilk günlerinde hatîp eşki hürriyetinin büyük bir kısmını muhafaza ediyordu. Mekke 'nin fethinden sonra, «Peygamber bîr hatip gibi gelerek" ( ibn Hİşâm, nşr. Wüstenfeld, s. 823, 3 aşağıdan itibaren}, halka hitaben kud­ ret ve salâhiyetini tebliğ eden bir nutuk irâd etti. Bununla beraber İslâm devrinden ıtibâren, hutba müslümanlara bıtâp eden bir nutuk ( hitabe) şeklîni alarak, düşmanlara kar­ şı mücâdele mâhiyetini kaybetti. İslâm hatip­ lerinin faaliyetlerinde artık mafâhara 'ye yer yok idi. Fakat reisin bizzat söz alıp, hatîp sıfa­ tı ile, minberden yalnız dinî mev'izalar ile ik­ tifa etmeyerek, emirler de vermesi, kararlar alması, siyâsî işler ve umumiyetle cemâati il­ gilendiren mes'elelere dâir mütalaa beyân et­ mesi, kadîm arap hatibinin mâhiyetine olduğu kadar eski İslâm ruhuna da uygundur. Îİk dört halife ve Emevîİer devrinde böyle idi ( krş. Cahiş, I, 190}; onların vilâyetlere gönderdik­ leri vâliler de yine böyle, hutaba" gibi, hare­ ket ederlerdi (krş. msl. al-Ya'kübi, nşr. Houts» ma, II, 318; Cahiz, I, 179). Bunların şehirlere tâyin ettikleri âmirler de »minbar ve namâz“ ( hutbe ve imamet) vazifeleri ile mükellef İdi­ ler (gabari, nşr. de Goeje, II, 929, n v. d ,). Hutbelerinde hasımlara tarizler ve tel'inlerde bulunurlardı ( msl. bk. (Aİi bir de Jalha ve Zubayr aleyhindeki îânetlemeler ,* krş. Câhİz, I, 165 yk.). Bu suretle h a tîb , hâlâ, imâm île müteradif id i; haricîlerden ( h avaric ) bir şâir der k İ: «Minberlerde ( bu dünyanın minberle­ rinde ) Sakdf 'ten bir hatîb bulundukça, topra­ ğımızda sulh olmayacaktır" (Câhiz, III, 135). Hatîbın hutbe esnasında sağ elinde asâ veya harbe tutması âdeti (iranlılarm istihzalarını mucip olmuştur; bk. Câhiz, ili, 3 v. dd.) eski arap hatiplerinden kalma bîr mirastır. Hutbe ile namaz arasında mevcut sıkı rabıta İslâmda hatibe bilhassa dinî bir mâhiyet izafe ediyor­ du. İlk nesiller arasındaki çarpışmalar bittikten sonra, bu mâhiyeti başka hususiyetlerini göl­ gede bırakmış ve daha Hârün al-Raşid zama­ nından itibaren, Abbâsîîer devrinde halife, hutbe iradı vazifesini kadılara bırakarak, ken­



disi dinlemekle iktifa etmiştir ( Câlûz, I, ı6 î, ortada). Fakat büyük camilerde imamlık ve hatiplik edenler, nazarî olarak, halîfenin mü­ messilleridir (krş. İbn Haldun, Mukaddîma, Kahire, 1322, s. 173 aş.). Mısır Fatımî ha­ lifeleri ramazanda üç defa ve büyük bay­ ramlarda ( bir perde arkasından ) bizzat hutbe irâd ederlerdi (Ibn al-Tağribirdi, nşr, juyaboll, II, 482— 486; nşr. Popper, s, 331 v.dd.; al-Malfrizi, Hitai, Kahire, 1334, II, 322, 327, 329). Bu sırada en yüksek devlet erkânı minberin basamaklarında dururlardı ( ayn. esr., s. 327, 329). Hâlbuki bunun aksine olarak, bir mmtakanın reisi ( r d i s ), hatîp hutbe irâd ettiği sırada, minberin iç tarafında dururdu. Esâsın­ da, hatibin büyük itibârına delâlet eden bu âdet, sonradan, mutaassıp ahlak ulemâsı tara­ fından, tenkit edilmiştir ( tbn al-Hacc, Kitâb al-madhal, Kahire, 1320, II, 74). Her tarafa husûsî hatipler tâyin edilirdi. Fâtımîlenn ilk zamanlarında Kahire'de 3 hatîp ( rAmr-, İbn Tülün- ve al-Azhar camileri için ) var idi ( krş. Makrizi, ayn. esr., II, 348, e ) bu umûmî suret­ te kadılardan birinin fahrî vazifesi idi (krş. ayn, esr,, s, 224, s aş.). *îd al-ğadir [ bk. GADİR AL-HUMM ] 'de hutbe, Kahire 'de Cami1 Husayn 'de hazırlanan 9 basamaklı bir minberden, hu­ sûsî bir hatîp tarafından, okunurdu; namazda da baş-kadı imamlık ederdi. Hatibe, bundan dolayı, bir ipek hil'at ile 30 yahut 50 dinar verilirdi ( Makrizi, ayn. esr., II, 224 v.d.). Baş­ ka vesileler ile de hatibe hil’atler verilirdi (ayn. esr., II, 387 aş.). Hatîp, imam sıfatı, He cuma namazım kıldırır ve vaaz ederdi. Abü Hanifa 'ye ve Mâlik 'in ( naklettiği) bir hadîse göre, bu âdetten ayrılmak için, husûsî sebepler olmadıkça, bu vazifeyi (İmamlığı) onun ifâ etmesi gerekti. Beş vakit namazlarını ise, başka imamlar kıidırırlardt (al-Mâvardi, al-Ahkâm al-sultani ya, nşr. Enger, s. ı8r, 3 aş,). Ş âffı ve Mâlik 'e göre, buna imkân bu­ lunmayan şehirler müstesna olmak üzere, her şehirde hutbe He cuma namazı yalnız bir ca­ mide kılınmalıdır. Abü Hanifa 'de ise, böyle bîr şart yoktur. Bundan dolayı, Fâtımîler dev­ rinden sonra Salâh al-Din Kahire 'de şâfİ'î mezhebinden bir baş-kadı tâyin ettiği için, hutbe yalnız Hâkim camiinde okunur İdi; Baybars tarafından hanefî bir kadı tâyin edildik­ ten sonra, bu hâl değişmiştir (Makrizi, ayn. esr., IV, 53 ). Diğer cihetten, Abü Hanifa, ha­ tibin imamlığı He cuma namazı kılınmasına ancak hükümdarın ve yahut da onun valisinin bizzat ikamet ettiği bir büyük şehirde ( misr ) müsâade eder. Diğer mezhepler, bu bakımdan, daha az sıkıdırlar. Mamafih diğer mezhepler­ de de, cuma namazının imâm-hatîbi, nçızatî



fîATIB - HATÎB BAGDÂDI.



$6$



olarak, „en yüksek imamın" naibidir. İcâbında, ihalkın en büyük ekseriyeti bir şey anlamaz ve sarîh surette tâyin edilerek, müteaddit imam- ihutbeler de ekseriya ezberlenmiş, basma-kaîıp ibaret idi ise de, ancak lıer hafta lar seçilebilir. Mâvardi (s. 172 ) ’ye g;3 re, sul- sözlerden 1 ortasında zikrolunan hadîsin değişti-. tan :büyük camilerin imamlarını intilıap eder. hutbenin 1 mutâd idî. Padişah tarafından . ferman Bu şekil, onların mümessil sıfatını hâiz olma* rilmesi s îarı nazariyesîne mutabıktır. Fakat memlûk ile i tâyin olunan büyük camilerin hatipleri ve sultanlarının -ülkelerinde, Kalkaşandi ( Şubh bilhassa fethen alınan şehirlerdeki büyük cami­ al-aşâ, Kahire, IV, 39) 'ye göre, her câmiin lerin hatipleri yeşil cübbe giyerler ve sarığın hatibi var id i; sultan ancak büyük camiler ile üzerine sırma tel takarlardı. Bunların ellerin­ meşgul olurdu. Büyük camilerde hatip vazifesi de bir kınlı kılıç olduğu hâlde minbere çık­ büyük bir ehemmiyeti hâiz idi. Ibn ‘Abd al-ZS- maları mûtad idi. Kılıcı minberin basamağına bır'in dediğine göre, Kahire kalesindeki bü­ bırakan hatip hutbeyi bitirdikten sonra, iner­ yük câmiin hatipliğini şâfi’î baş kadısı bizzat ken onu tekrar alıp, Öyle İnerdi, Cuma namaz­ ifâ ederdi (krş. Ravaisse. Zoubdât kachf el- larının dâima hatipler tarafından kıîdırılması mû­ mamâlik, 1894, s. 92) ve Kudüs şehrinin is­ tad idi. Hatiplerin yeşil cübbesi ve telli sarığı, tirdadından sonra, Şalah al-Din tarafından, al- cumhuriyeti müteakip, değiştiği gibi, vaaz ve A ksâ mescidi baş-hatîbliğine badı Muhyi -1-Din nasihat kabilinden hutbeler de her kesin anla­ Abu i-Ma'Sli seçildiği zaman, bu tâyin gıpta yacağı türkçeye çevrilmiştir]. B i b l i y o g r a f y a : I. Goldziher, Der edilen büyük bir şeref telâkki edilmiş idi ( ŞiChatib bei den alien Arahern ( WZKM, hâb aî-Din, Kitâb al-ravzatayn f i akbâr al1892, VI, 97— 102); C. Snouck Hurgronje, davlatayn, Kahire, 1288, II, 108 v.d,). Memİslam and Phonograph ( Tijdschr. Bat. Gen., : lükler devrinde hatibin nasbini te’yit eden ve1900, XLII, 401— 404 = Verspreide Geschrifsîka onun yüksek itibârına delâlet eder ( krş. ten, 1923, II, 426 v. dd.) ; C. H. Becker, Die ^Çalkaşandiiö.ajin^ear^ II, 222— 225 ; al-'Umarî, Kanzel im Kulius des alten İslam ( NöldeKitâb a h ia r if bi ’l-muştalah al-şarlf, Kahire, ke-Festschrift, I, 331— 351 = Islamstudien, 13x2,, s, 126 v.d.). İslâmî kabul edenlerin ilıti. dalarını, bu ; makama bildirmeleri usûldendir 1924, I, 450— 471 ) ; ayn. mil,,. Zur Gesch. d, islamischen Kulius ( Isl., 1912, III, 374— (-îbn al-Hâce, Kitâb al-madkal s. 76 ); halk hatibin . cübbesine „teberrüken" ( li ’ l-tabar399 = Islamstudien, 1, 472— 500 ); T. W. Juynboll, Hûndbuch des islamischen Gesetzes ru # ). temas ederler (al-Şa'rani, Kitâb al-rniZân, I, 169). Mâvardi (s. 1 8 5 ) 'ye göre, ha­ (1910), s, 87— 89; E. W. Lane, Manners tibin, tercihan, siyah esvap giymesi gerektir; and cusîoms o f the modern Egyptians ( Every , Gazzâli 'ye: göre ise, siyah bid'attir ; beyaz elMan's Library), s. 84; fıkıh kitaplarında şalât al-cuma fasılları ve al-Şa'râni, Kitâb bise giymesi lâzımdır ( îhyâ\ Kahire, 1322,1,131, ifl;V.d. aş,). Resmî alâmetleri al-üdâni ( »ağaç­ aUmizân (Kahire, 1329), I, 164— 17 1; Ibn tan mâmûl iki şey" ), yâni minber ve asâ ya'Abd Rabbihi, al-'lkd al-farîd (Kahire, hüt da ağaçtan bir kılıçtır; fıkıh kitaplarına 1321), H, 128 v .d d .; A. Fıscher’in İrgatla­ göre, hutbe esnasında hatibin bunu elinde tut­ ra dâir toplamalarından .istifâde edilmiştir. ması , gerektir. al-Azhar camiası hakkmdaki ( J o h s . P e d e r s e n .) >1911 kanununun 59. maddesi mucibince, külliH ATÎB B A G D Â D İ a l -HATİB a l -BAĞDÂyenin üç şübesinden İkincisinde tahsilini biti­ Dİ (1002— 1071 )._Abü B a k r A rimed b . 'A li renler hatip olabilirler. Azhar camiinde yalnız b, S A B İT , AL-Ha tib AL-Ba ĞDÂDÎ unvanı ile bir hatip vardır. ( Zayyâti, Tarîk al-Azhar, Ka- mâruf olup, 24 cemâziyelâhır 392 ( 1002 ) 'de N:hire^-i32p,. s. ,207); buna mukabil 1909 'da, Bagdad 'dan aşağı Dicle' nin garp kenarında ^edipe,'de Mascid al-Nsbavi 'de ise, nâipleri büyük bir köy olan Darzicân 'da doğmuştur. hesaba katılmayarak, 46 ve Medine 'de 122 Bir hatibin oğludur. Tahsiline pek erken baş­ #®BrlŞ^^||idi; bunlar, bâzr vakıflardan istifâde lamış ve gençliğini „hadîs aramak" için, seya­ ederlerdi ve vazifeleri de. umumiyet itibârı ile, hat İle geçirmiştir. Basra, Nişâpür, İsfahan, , ;^idi;§| (Batana ni, al-RiJıla al-flicâziya, 2. Hemedan ve Dimeşk 'i ziyaret etmiştir. Niha­ ' tab., Kahire, 1329, s. 101, 242). Resmî hatip­ yet Bagdad 'a dönmüş ve orada hatiplik ettiği ken başka ;plarak, kendi başına vaaz ve nası­ için, sonraları al-Hatib al-Bağdâdi unvanı ile lı a ted en v a î z ’ lşr de var idi (krş, A . Mez, tanınmıştır, Hadîs ilmindeki derin bilgisi yeni Die Renaissance des Islâms, 1922, s. 318 v.dd.)., yerleştiği yerde kendisine büyük bîr şöhret ve t İslâm halifeli# ini hâiz olan: Osmanlı impara­• nufûz kazandırmıştır. Hâl tercümesini yazantorluğunda da cuma hatiplerinin, cami imam-. lardan biri, vaizlerin ve hadîs hocalarının, topla. lafından, ayrı, husûsî bir mevkii var idi. Vâkıaı dıkları hadîsleri vaaz ve derslerinde zikretme» Jbu hatiplerin söyledikleri arapça hutbelerdenı den evvel, onun re’yine arzettiklerini söylemek-



$66



HAî î b Ba ğ d a d î - Ha t İ'B.



tedir. Diğer cihetten al-Hatib 'in o sırada Bagdad 'da hayli kalabalık ve nufûzlu olan han* belilerin husûmetinden çok çekmiş olduğu an­ laşılmaktadır. Evvelâ hanbelî mezhebinde iken, sonradan şâfi'î mezhebini ihtiyar etmesi, ke­ lâmda Aş'ari görüşlerine sım-sıkı bağlılığı se­ bebinden, kendisine akâid meselelerinde her turlu cür'etkârâne görüşlerin hasmı olan Ahmed Hanbal tilmizlerinin husûmet ve kinini ceîbetmiştir. Bununla beraber, hanbelîlerin mu­ halefetine rağmen, halife al-Kâ'im ve vezir Ibn al-MusIima ’nin himayeleri sâyesinde, al-Manşûr camiinde hadîs takriri ( imla ) açmağa muvaffak olmuştur. Anlaşıldığına göre, kendi­ sine gösterilen husûmetten pek ziyâde muğ­ ber olan al-Hatib derslerinde ve yazıların­ da Ahmed b. Hanbal ve hanbelîler hakkın­ da târizkârâne imâlardan ve hattâ onlara açıktan-açığa hücumdan geri durmamıştır. Bun­ dan dolayı, sonraki nesiller tarafından, fıkıh ve akâidde ta'asşub İle itham edilmiş, meslek ve kanâati aleyhinde yazılar yazılmıştır ( krş. K a şf al-zunun, III, 632}. — al-Basâsıri’nîn muvaffa­ kiyetli isyanı üzerine, vezir Ibn al-Musiima dü­ şünce, al-Hatib Şam 'a kaçmıştır. Orada, Fatımî valinin emri ile, tevkif olunmuş ise de, bir ko­ layını bularak, hemen Sûr ve Haleb'e kaçmak suretiyle, idamdan kurtulmuştur, Selçuklular tarafından intizam iâde edildikten sonra, Bagdad 'a dönen «şarkın hafızı" al-Hatib, bîr sene sonra, «garbın hafızı" Ibn 'Abd.al-Barr ile aym yıl içinde, 7 zilhicce 463 (1071 ) pazartesi gü­ nü orada vefat etmiş ve kalabalık bir halk tara­ fından cenâzesi teşyi edilerek, pek ziyâde hürmet edilen Bîşr al-Hâfi 'nin türbesi yanma gömül­ müştür. al-Hatib, hâl tercümesini yazanların kaydet­ tiklerine göre, yüz kadar büyük eser bırakmış­ tır. Bunların hemen cümlesi «hadîs ilmine" dâir İdi. Eserlerinin en meşhuru Târih Bağdâd un­ vanlı, Bagdad 'Ha yaşamış olan hadîs âlimle­ rinin tezkireleridir. Hâl tercümelerinin başın­ daki, Bagdad 'm coğrafya ve topografyası ile tarihine dâir medhal, G. Salmon tarafından, hulâsa edilerek, kısmen neşredilmiş ve Intraduetton topographique d Vhistoire de Bagkdâdk (arap. metin, s. 1— 94) unvanı ile fransızcaya tercüme olunmuştur; G. le Strange ( A Greek embassy to Bağdâd in 917, JR A S , 1897, s. 35— 45 ) bundan istifâde etmiştir ( bir parçası da al-Manâr, 1910, XIII, 285— 291 'de neşro­ lunmuştur); metin, tam olarak 14 ciid hâlin­ de. 1931'de Kahire'de basılmıştır. K i faya f i macrifat usul 'İlm al-rivâya ile Takyîd al‘ilm 'ini de zikretmek gerektir; Bunların Ahlvvardt tarafından yapılan tahlili İçin bk. Verzeichniss der arab, Handschrifien der Koniği.



Bibliothek zu Berlin, II, 1039 ve 1035, İbn alCavzi, Mir1ât al-zamân 'dan iktibas edilerek, Salmon tarafından yapılan (s. 8— 10), al-Ha­ tib'İn başka eserlerinin cedveli, aşağıdaki dü­ zeltmeler göz önünde tutulmak suretiyle, kul­ lanılabilir : nr. 2: al-Câmı li-ahlâk al-râvi va T-sâmı ( li-ahlâf d eğil) ; nr. 4: al-Muttafik va T-muftarik (va ’l-mu tarif d eğ il); nr. î o : aUFaîçîh va ’l-mutafakkih ( va ’l-muiafakkiha d eğ il); nr. 20: Man îtadaşa fanasiya ( f a­ nusa değil ) ; nr. 26: al- Tafşil ü-mubham almarasil (a t-T a fiîl değil; mürsei hadîslere dâir bir eser) ; nr, 32 : al-îcâza li ’l-ma'düm vâ ’l-machül ( al-icada d eğil; gelmiş ve gele­ ceklere verilen icaza 'ye dâir ) ; nr, 33 : alBuhala ( al-Naclâ d eğil; krş, Rîeu, Supplemeni o f the Catalogue of Arab. mss, in the British Museum, nr. 1132; krş. van Vloten, Livre des Avares d’al-Dfâhitş, medhal) ve al-As mâ1 al-muiavâtı a ( mantıkta asma’ maşakkika 'nin zıddı ) ; nr, 4 1 : al-Müzih ve alKunüt ayrı ikİ eserdir ( al-mâzih va ’l-kunut d eğil). B i b l i y o g r a f y a : Brockelmann, G A L , I) 329; Suppl., I, 562 v.d.; Salmon, L ’Introduction topographiyue â Vhistoire de Bagdâdh d’Abou Bakr Ahmad İbn Thâbit al-Khaitb al-Bagdâdhî (Paris, 1904); Goldziher, Muham. Studien, II, 154, 183, 184; al-Hatib'in hâl tercümeleri: İbn Hallikân, nr. 33; fabakâi al-huffâz, XIV, 14; birde İbn al-Cavzi, Mir’ât al-zamân’da daha fazla malûmat vardır.



(W . Marçais.) H A TÎ’E. H ATTA ( cem. hataya ve h a tta t), g ü n â h , zanb ile müteradiftir, h-f- kökü «sürçmek" ( ibrânîce: Emsâl-i Süleyman, XIX, 2 ) ve «yanılmak" ( msi. ahi a’ a oku hedefe isa­ bet etmeyen okçu hakkında kullanılır) mâna­ larına gelir; bk. mad. H A T Â ’ . Hati’a «kasden İşlenmiş günah" diye tarif edilir; h if ( bk. Kar an, XVII, 33 ) sâdece «günah" demektir, işm ise, büyük günahlar hakkında kullanılır. Bu mâna ayrılıkları, ancak İslâm devrine ait olsa gerektir. Müşrik araplarm hatta tâbirini bildikleri bile şüphelidir. Bunun Kays b. alRukayyât 'm Divân ( nşr, Rhodokanakis, s. 129, nr. 18, m ısra3)'m da «kusûr" ve «nakîse" mâ­ nasında kullanıldığı görülür ( F. Krenkovv tara­ fından verilen mâîûmata İstinaden ). Kur’a n ’âa günah mefhûmu, etraflı bir surette, tarif edil­ memiştir. Bununla beraber, günahların ukubet ve aflarma dâir âyetlere sık-sık rastlanır, alRahmân al-rakim olan Allah, resullerinin teb­ liğleri ile, İnsanları günahlarının affını dileme­ ğe davet eder (X IV , i r ; XLVI, 30; LXXÎ, 4 , 6 ) . Büyük günahlardan ve ahlâka mugayir hareketlerden içtinâp edeni ( LHI, 33) afv ve



ÜAÎÎ'fc. Oflun tevbesinikabûİ eder (X L, 2 ) ; o affeden­ lardan birini işlemiş olur. Aynı suretle bir ler in. eBt: merhametlisidir (V II, 154) ; bütün güadam arkadaşı tarafından iffetine tecâvüz edil­ nablart t o p t a n (cam 75 > 92» 103— 105, 199, Efgamstan tahtına iclâs etmek maksadı ile ve 211 ( aynı eserde Haybar manzûmeleri için o zamandan beri, hazan ağır kayıplara uğraya­ rak, bir kaç defa bu geçitten geçmişlerdir. bk. s. 95, 104 ). ( A dolf G rohmann .) İagîiizler ile Ya'Sjüb Hân arasında akdedilen HAYBER-GEÇİDÎ. HAYBAR geçidi, E fg a n i s t a n i l e H i n d i s t a n a r a s ı n d a Gandamak (1879} muahedesi ile, bu geçidin Kâbü 'den Peşâver'e giden ş i m â 1 y o l u kontrolü ingtlizlere bırakılmıştır. IngiUzler bu üzerindedir. A sıl geçit, Dakka 'dan Camrüd 'a kontrolü, emri altına İngiliz zabitinin ku­ kadar, takriben 53 km. uzunluğunda olup, mer­ mandasında A f r i dilerden mürekkep Haybar kezi 340 b* şimal arzında ve 710 5' şark tülün­ Rifles ( Hayber süâhendâzîarı) unvanlı bir mi­ dedir. En yüksek noktası olan Landi Kotab lis kuvveti bulunan, tecrübeli bir siyâsî me'mör ikamesi suretiyle Icrâ etmişlerdir. deniz seviyesinden 1030 m, yüksekliktedir. B i b l i y o g r a f y a î Tabari ( nşr. de Büyük İskender, çok muhtemel olarak, ordu­ Goeje) i Mirhvând, R a v ia t a l- Ş a fa ' ; Minhâc-i sunun Hephaestion ve Perdikkas kumandasın­ Sîrâc al-Cüzcânî, T a b a k â t-i N a ş ir i (trc. H, daki kısmım Haybar geçidinden göndermiş ve G. Raverty); Şataf al-D in Yazdi, Z a fa r n â ­ kendisi Kâbil nehrinin şimal kenarım takip ma 2!ahir al-Din Muhammed Bâbur, Bâbur* ederek, Kunar vadisini Bâcavr ile Savâd ara­ nâm a (nşr. A.S. Beverîdge, G M S , I), fihrist; sından ve Gazneli Mahmûd ise, geçitten yal­ Abu ’l-Fazl, A k b a r-n â m a ; Cahangir, T ü zu k -i nız bir defa, Peşâver vadisinde Caypâl üzerine C a h â n g lrl (trc. A . Rogers, nşr. H, Beverîdge ), yürümek için, geçmiştir. Emîr Timur, 1398 'de London, 1909, fihrist; *Abd al-Hamid LâhöHindistan'ı istilâ etmek ve 1399'da geri dön­ ri, B â d ş â h n ö m a ; Hafi Hân, M untahab al* mek için, bu yolu takip etmiştir. lubâb (nşr. Mawlawi Kabir al-Din Ahmed Babur 1525'te Hindistan'ı bu geçitten istilâi ve T. W. Haig, B ib i. în d . Ş e r ie s ) ; N. etmiş ve Hümâyûn, menfadan dönüşünde, Ka­ Manucci, S to r ia do M ogor ( trc. W. Irvîne ) i bil 'i zaptettikten sonra, buradan geçmiştir.,



&AYBER-ĞEÇİDÎ - Ha Y£>A&. Imperiat Gazeiieer o f în d ia ; The Cambridge History of îndia, I. ( T. W. H aî Ö.)



H AYD AR. [Bk. h a y d a r .] H AYD AR. HAYDAR, a r ş l a m a arapça adlarından biri olup, bu ad kendisine ensesinin kalınlığı ve iki on pençesinin kuvveti dolayısı ile verilmiştir ( Lisan al-earab, V, 246). 'A l i ’nin annesi ( Fatima bint Asad ) oğluna iikin kendi ba­ basının adı olan Asad ( „arslan“ ) adını vermiş­ ti. Lâkin Abu Tâlib seyahatten dönünce, bu adı f i i lle değiştirdi. Kendisine izafe edilen şiir­ lerde ‘Ali Ilaydara mahlasını kullanmıştır; fakat tbn Mukarram bunun arûz icâbı olduğunu söyler; bununla beraber, ‘A li ’nin vefatı münâ­ sebeti ile nazmettiği bir şiirde, onun katili ile aynı kabileden olan Mayyâs al-Murâdi, Haydar adını te’yit etmiştir (Tabari, Annales, I, 3466, u ). ( C l . Huart .) HAYDAR. HAYDAR, Ş a y h H a yd ar ( ? 1488), İs m â* i 1 Ş a f a v i ’ n i n b a b a s ı . Şayh Cunayd Ardabili ile Uzun Haşan'in kız :kardeşi Hadîca Begim 'İn oğludur. Şirvan sultanı Halil ile harp ederken ( 860 — 1456 ’dan az sonra ), bir ok İle vurulmuş olan babasının ölümü üzerine, mürîdleri kendisini onun halefi olarak tamdılar. Dayısı Uzun Haşan, onu ‘Alanı Şâh lekabı ile mâruf olan kızı Hali ma Begim ile evlendirdi ki, bu kadın Sultân 'A li ile Sayyid îbrâhim ve Şâh İsmi'il ’in annesidir. Uzun Ha­ şan ölünce, Haydar, Gürcistan ’a akın bahanesi ile ve hakikatte ise, Şirvan ’dan intikam almak için, mürîdlerini topladı. Bu memleketin hüküm darı Farruh Yasar, damadı Ya'küb Bey ’in yardımı ile, mukavemet e tti; Haydar askerleri­ nin başında maktul düştü ( 898 “ 1488 ). Şayh Haydar başına 12 dilimli kızıl bir külah giyerdi ki, bunu bir rüyasında kendisine 'A l i ’nin gö­ rünmesi sebebi ile kabul etmiş (bu külaha tâc-i haydarı adı verilmesi bundandır) ve miirîdlerine de böyle külahlar giymelerini emret­ mişti. İşte Şafavi devrinde hanlılara türklerin „kml-baş" adı vermeleri bundan ileri gelmiş­ tir^: Bu menkıbenin, „kızıl-baş“ adını hürmete lâyık bir mânşe’e bağlamak maksadı ile, baştan-başa uydurma bir şey olması da muhtemel­ idir (Höldeke ). B i b l i y o g r a f y a : Hvândmir, Ifabib absiyar, 111, 4. kısım, s. 12, 16; E. Denison . Ross, Early years of Şâh İsm a il ( J R A S , 1886, s. 253 ); Johannes Rota Physicus, Vita, costumi e statura de’ Sofi ( Venedik, ts.), s. i ; Caterino Zeno, Commeniarii del Viaggio in Persia ( Venedig, 1557 ) ; Müneccim-başı, Tarihi III, 181; Schefer, Ckrestomathie persane, II, 76. ( C l. H üART.)



/ H AYDAR.



HAYDAR



RÂZİ, i r a n 1 1 t a r i h ç i



b.



'A lI H usayn I



(1584? — ?). 1020



(1611/1612 ) ’de başlanıp, 1028 ( 1618/1619 ) ’de, müellif 3$ yaşında iken, ikmâl edilmiş olan Târih-i Haydarı bunun eseridir. Krş. Pettsch, Verzeİchniss . . . , Berlin, nr. 418 ( s. 408 v.d.); Ch, Rieu, Supplement io ihe Persi an Caialogue, s. 20 v.d. Müellif eserine kendisi hiç bir isim vermemiş ve onu hiç bir hükümdara da ithaf etmemiştir; gerek bu vakıa ve gerek bu su­ retle hareket etmeğe neden lüzum gördüğü hakkında kitabın mukaddimesinde müellifin verdiği izahat, Pertsch 'in işaret ettiği gibi, »bir şarklıda dikkate şâyân bir istiklâl ruhuna" delâ­ let eder, Vekayiin tarihlerinin sırası ile değil, coğrafî münâsebetler gözetilmek suretiyle ter­ tibe konulmuş olması da kitabın bir hususiyeti­ dir. Eser s baba bölünmüş ve her biri muay­ yen bir mmtakaya tahsis olunmuştur: l. arap âlemi, 2. Iran âlemi, 3. orta ve şarkî Asya, 4, garp ve 5. Hindistan; takvimi sıraya yalnız her babın münderecâtında riâyet edilmiştir, ^Peygamberler, halifeler ve sultanlardan" bahs­ eden ilk cildi »feylesoflar, âlimler ve şâir­ ler" hakkında olan ikinci bir ciljd tâkip edecekti. Rieu ’nun, içinde hiç bir orijinal malûmat bu­ lunmadığı için, muteber tarih kitaplarından geniş bir surette yapılmış iltikatlardan mürek­ kep faydalı bir eserden başka bir şey sayıla­ mayacağı hakkındaki ifâdesi hakikate tamâmiyle uygun değildir; bahisler ekseriya müellifin kendi zamanına kadar gelmekte ve binâenaleyh hiç bir yazılı kaynaktan alınmasına imkân olma­ yan hayli malumatı ihtiva etmektedir. Eserin mukaddimesi, Wilken tarafından, evvelce -nşr* edilroişti ( Mirchondi Historia Gasnevidaram. s. XII v.d.). XVI. asır sonlarında, meçhul bir müellif tarafından, yazılmış olan M açma ah tavârih adlı bir eserin üç faslı, bunları Tarihe Narşaki ( s. 230 v.d.) ’ye zeyil olarak neşreden Ch. Schefer’in dediği gibi, hakikatte Târih-i f i aydan 'den İktibas edilmiştir. Ch. Schefer bu yazma hakkında etraflı tafsilât vermemiştir; bunun ■ içindir ki, bu kitabın Blochet tarafın­ dan zikredilen ( Caialogue de la collection . .. forme par Ch. Scheferi s. nr. 69, 1330/1331) iki Macmu al-Tavârih ( î ) ' t e n biri olup-oîmadığı bilinmeyor; bu iki kitabın »Şah Tahmasp 'a kadar moğulların" (1) tarihini ihtiva etmesi icâp eder. Schefer ’in bahsettiği ki­ tabın Biritish Museum ’daki yazmasının aynı olup-olmadığı da mâlum değildir; ilk sahibi tarafından Macmd al-tavârih unvanı veril­ miş olan bu yazmada da müellif ismi yoktur. Krş. bir de Etliot, History of îndia, VI, 574; W. Barthold, Tarkestan, II, 37 v.d. (W . B arthold .) HAYDAR. HAYD AR ‘A lî H an Bahâdur . [



Bk,



BAHADIR HAN.]



Ha y d a r m ir za -



HAYDAR M İRZA. H AYD AR MİRZA (1499 — 1551), b i r t ü r k t a r i h ç i olup, Târih-i R aşid î’nin müellifidir. 905 (1499/1500) 'te dok­ muş, 958 (1551 ) 'de Ölmüştür. Mensûp olduğu sülâle hakkında krş. mad. DUĞLAT; ana cihe­ tinden Çagataylılardan Yûnus Han 'm torunu ve Babur'un dayı-zâdesi idi. Hayatı hakkında bildiklerimizin çoğu yazdığı eserlerden toplan­ mıştır. Babur eserinde ( nşr. Beveridge, s. 11 ) Haydar Mirza için bir kaç satır tahsis etmiş­ tir; Hindistan tarihçileri Abu ’l-Fazl ile Firişta kendisinin son seneleri hakkında bir az ma­ lûmat verirler. Asıl adı Muhammed Haydar olup, bizzat kendisinin söylediği gibi, Mirza Haydar ismi ile mâruf idi 5Babur ise, ona Haydar Mir­ za adını verir. Babasının katlinden (914 — 1508 ) sonra, Hay­ dar Mirza Buhârâ'dan, B edalı şan tariki ile, Kâbil'e kaçmağa meebûr oldu ve oraya 915 (150 9 )'te vardı. Kâbil'de Babur tarafından bir evlâd gibi kabûl edilerek, Özbekler üzerine yapılan ve zafer ile biten seferlere ve Buha­ ra ile Semerkand'm tekrar fethine iştirâk etti. Lâkin 918 ( 1 51 2) yılında veli-nimetinı terk ederek, Fergana'ya, moğul hüküm­ darı Sa'id Han nezdine varıp, ondan Gurgân ( „dâmâd„ ) unvanını aldı ve kendisi ile birlikte, Kâşgar ve Yârkend'e gitti. Sa'id Han tara­ fından tekrar kurulan moğul devletinde Hay­ dar Mirza pek mühim bir mevkî sahibi oldu; hanın emri ile Bedahşan, Kâfir ıstan, Ladak ve Tibet gibi, uzak ülkelere bir çok seferlerde bulundu, 939 ( * $ 3 3 ) ^ hanın vefatı üzerine, tahta Duğlat ailesine hiç dost olmayan *Abd al-Raşid geçince, Haydar Mirza memleketi ter­ ke mecbur olarak, Timurlular tarafına g e ç ti; hâlbuki daha pek yakında, 936 (1529/1530 ) 'da, onlara karşı Bedahşan'da harp etmişti. 948 ( 1541) 'de Keşmir'i fethetmeğe ve orada ken­ di başına fi'len müstakil bir hükümet kurmağa muvaffak oldu; mamafih sikkelerini ilkin yeni hükümdar Nâzuk Şâh ve sonraları da impara­ tor Hümâyûn adına kestirdi. Yerlilerin bir kı­ yamı sırasında, 958 (1551 ) 'de katledildi. Haydar eserini Keşmir 'de hükümet sürdüğü zamanlarda te’lif ve kitabın admı eski hü­ kümdarı *Abd al-Raşid 'in ismine İzafe etmiş­ tir. Kitabın müellifin sergüzeştinden ve za­ manındaki vakayiden bahseden İkinci kısmı, 948— 950 (1541— 1544) yıllarında olmak üze­ re, daha evvel ve Tuğluk Timur’un 748 ( 1347/1348 ) 'de tahta geçmesinden itibaren, Çağatay hanedanıma tarihinden bahseden bi­ rinci kısım İse, daha sonra ( 951— 953 — 1544,— 1547) yazılmıştır. Babur’un kabûl ettiği gibi, müellif mükemmel bir edebî tahsil gör­ müştür ; nitekim bu cihet eserinden de belli



Ha y d a r b a â d . olmaktadır. Kitabı, yalnız Haydar 'm kendi hem­ şehrileri arasında (şark türkçesıne iki defa tereüme edilmiştir) değil, başka memleketler­ de (Hindistan, Türkistan ve İran) de büyük btr itibâr kazanmıştır; sonraları gelen coğrafya ve tarih müellifleri, X. (XVI.) asır vekayiinden bahsederlerken, bu eseri me'haz tutmuş­ lardır. Gerek tarihî tahkiyeler, gerek bunlara eklenen ( muhtelif vilâyetlerin ve şehirlerin tav­ sifi gibi) coğrafî kısımlar müellifin zamanın­ daki ahvâlin pek güzel bir tasvirim ihtiva etmektedir. Rusya 'da, bilhassa Velyâminov-Zernov ( îzsledovaniye o kasimovskih tsaryak i tsareviçah II, 130 v. d.) ve Salemann ( Melanges Asiatiçues, IX, 321 v. d.) tarafından, bu kitabın bir çok kısımları geniş surette aynen neşredilmiştir. N. Elias tarafından da iyi bir neşri vücûda getirilmiştir ( Th e Târih-i Raşîdî of Mirza Muhammed Haydar Dağlat, an Engiish version edited by N. Elias, the translation by E. Denison Ross, London, 1895 ; bu nşr. hak­ kında bk. W. Barthold, Zapiski vost, oid, ark. obşç.fK, 215 v.d.). Eserin metninin tam bir neşri henüz yapılmamıştır. Krş. bir de Elliot, Hisiory o f India, V , 127 v. d. ( W. B A R T H O L D ) [Haydar Mirza Târik-i R a şîd î‘s ini f arşça yazmış olmakla berâber, bu eseri daha kendi­ sinin bizzat türkçeleştirmîş olduğu Çağatayca nüshalarının bazılarından anlaşılmaktadır. Hay­ dar Mirza ’mn bundan başka çagatay türkçesi ile, manzum olarak, kaleme aldığı Czhânnâma adlı eseri vardır ki, bir hind hikâyesinin tamâmiyle Türkistan türklerî muhitine uydu­ rularak yapılan serbest adaptasyonundan ibaret­ tir. 125 sahife tutan bu eserin yegâne nüshası Prusya devlet kütüphanesinde ( Ms. Or, Oet., 1704) bulunmaktadır. Müellifin çok istıdâdlı btr türk şâiri olduğunu gösteren bu eserinin hatimesi 1533 kânun II. ayında ikmâl edilmiş ise de, sevdiği Kâşgar hükümdarı Sa'id Han He birlikte, 1528 kışında çok fena şartlar altında Tibet ve Bedahşan seferlerinde bulunurken, karlar arasında Bedahşan ’ın ICal‘a-i Zafar kale­ sinde kapanıp kaldığı zaman, kaleme alınmıştır. Eserin uzun mukaddimesinde Haydar Mirza Sa'id Han'dan ve bu sefer macerasından bah­ settiği gibi, türk hayatından, bilhassa avcılık­ tan, bâzı levhalar da vermiş ve avcılığa dâir bâzı orta Asya türk ıstıiâhlarmı kullanmıştır ( bk. Zeki VeBdİ Togau, Ein türkisches Werk Haydar Mirza Dughlat, BSO S, VIII, 985— 989. Z. V, T o g an l H A Y D A R A B A D . [ Bk. h a y d a r â b â D .] H A Y D A R Â B Â D . H AYD AR AB AD, son za­ manlarda Dakhan 'da Nizâm ülkesinin payitahtı idî; Golkonda'da Kutb-Şâhi hanedanının 5. hükümdarı olan Muhammed Jfuli lfu£b-Şâh



HAYDARÂBÂD - HAYFÂ. tarafından, 1590'da te'sıs edilmişti. Kutb-Şâh şehre, ilkin pek sevdiği zevcesi hindû Bhâgraati 'ye izafetle, Bhâgnagar adını vermişti j lâkin son­ ra bu zaafından nadim olarak, şehrin adım Haydarâbâd’a, Haydar yâni'Ali şehrine, tahvil etmiş­ tir. 1591 'de ülkeye payitaht ittihaz edilen şehir, Kutb-Şâh i hanedanının 1687 'de inkırazına ka­ dar, bu hâlini muhafaza etti. Ondan sonra Hindistan-türk imparatorluğunda bir şuha ( vilâyet) merkezi olan Haydarabâd 1724 'te Çın Kılıç Han .(Â şâf Câh, Nizâm al-Mnîk ) 'm eline geçmiş­ tir. Bu zât Berar 'da Şakarhelza 'da Mubâriz H ân'ı mağlup edip, Bu şehrin adını Fatjıelia 'ya değiştirdikten sonra, kendisini Dakhan 'da naip ilân etmiş ve Dehlı ile irtibatı btlkuvye keserek, müstakil bir devlet kurmuştur. Haydarâbâd 'ın başlıca binaları şunlardır i vak­ tiyle medrese olarak inşa edildiği hâlde, sonra­ dan polis merkez dâiresi ittihaz edilen büyük Çâr-Minâr binası, Muhammed Kuli tarafından inşa edilen Camı-mascid, bir de Çâr-Kamân çarşısı ile Çutb-Şihi hanedanının altıncı hüküm­ darı Muhammed tarafından temeli atıldığı hâlde, yarım kalan ve 1687'de şehri zapteden Avrangzib tarafından tamamlanan muhteşem Makka-mascıd ve bir de ordu dili ile tedris eden ‘Osmâni ya üniversitesi. ?::f Hindistan, 15 ağustos 1948 'de istiklâlini el­ de; ettikten sonra, mahallî hükümdarların Hindistan ile müstakbel münâsebetlerini tâyin et­ mekte en ziyâde Haydarâbad meselesinde müş­ külâta ; uğradı. Nizam evvelâ Haydarâbâd '1, Hindistan 'dan ayrı, müstakil bir devlet şek­ linde kurmak fikrini ileri sürdü. Hindistan ise, buna tamamen muhalefet ederek, Haydarâbâd '1 diğer ..bütün mahrâcelikler gibi, Hindistan 'ın ayrılmaz bir parçası addettiğini beyân etti. Aralarında bir «bekleme anlaşması" akdedile­ cek ve buna göre, Haydarâbâd 'm da diğer mahallî hükümdarlıklar gibi, münâkale, mü­ dâfaa Ye hâriciye işleri Hindistan 'm idaresin­ de bulunacak idi. Diğer bütün meselelerde ise, otonomiye sahip olacak idi. . Bu arada aslen şimalî hindistanh olan Sayyid Çâsım Razavi adında bir zâtın liderliği altında meydana gelen „rizâkirlar“ adı verilen yarı askerî, yarı sivil bir komite faaliyete geçerek, H&ydarâbad'in dâhilinde ve Hindistan 'm ara­ zisine tecâvüzlere başlayarak, bir çok yağma­ lar yaptı ve .karışıklıklar çıkardı. Banları bastırmağa ve emniyeti korumak maksadı ile, Hin­ distan Nizâm 'dan askerî kuvvetlerini Hay^ar“ âbâd 'a davet etmesini istedi. Bu teklif netice vermeyip, rizâkârların da tecâvüzleri devam edince, 15 ağustos 1947 'de Hindistan, „emniyet hareketi" nâmı altında, birçok noktadan askerî kttvyçtleri göndererek, Haydarâbâd '1 işgal ve



389



askerî bir vâîi tâyin ettC Rizâkârlar dağı­ tıldı. Haydarâbâd 'm müstakbel mukadderatını tâyin etmek üzere toplanacak meelis-i müessesân için intihabat senenin sonuna kadar bitmiş olacak, Hindistan'ın diğer bölgelerinde tatbik edilen demokratik esâslar üzerine topla­ nacak olan hu meclis Haydarâbâd 'm mukad­ deratım ve Hindistan ile müstakbel münâse­ betlerini tâyin edecektir. Şimdilik Nişim, sâ­ dece Haydarâbâd hn reisi unvanını muhafaza etmektedir. A bDÜLVEHÂB T a RZÎ]. B i b l i y o g r a f y a î Majör T. W. Haig, Gistoric Landmarks of tke Deccan; Imperial Gazetteer o f India Provincial Series Gaydarâbâd State ( Kalküte, 1909). (T . W. HAIG.) H A Y D Â R Â B Â D . H AYD AR AB AD (Sindh), Sindh e y â le tin d e (P a k ista n ) bir ş e h r i n v e i d â r î b ö l g e n i n a d ı . Bölge 24® 13' ile 27° 14' şimal arzı ve 67° 52' ile 69° zz ’ şark tulü arasında kâindir. Satıh mesahası 21.336 km,2 ve nüfusu 989.030'dur. Bu nüfusun 75 % 'i müslüman olup, hassaten Belûclar ile Râcpüt ve Cat aslından olan si ndhîlerden teşek­ kül eder. Bunların başlıca kabileleri Samma ile Somralardır. Bir çok müslümanlar asıllarmm arap olduğunu iddia ederler. Hemen bütün hindû ahâli şehirlerde toplanmıştır. Belûclann büyük bir kısmı temessül etmiş ve ekseriyetle asıl dille­ rini unutmuşlardır. Bölgenin garp sınırını Sindh nehri teşkil eder; şark tarafı kurak Thar ve Pârkar havalisine kadar uzanır; cenûpta Kaçh Rann ( bataklık ) ’ı bulunur. Toprak çoraktır, yalnız Sindh nehri civan Yamrâo ve Naşrat kanalları ile sulanır. Haydarâbâd şehri son zamanlarda te'sıs edil­ miştir. Hindistan-türk imparatorları devrinde Sindh süba 'sinin merkezi Thatta idi. Haydarâbâd XVIII. âsrm ortalarında, Gulâm Şâh Kal hora tarafından, kurulmuştur; bu zâtın vefatı aka­ binde, Kalhöralann yerine Tâlpur Belâdan geç­ miş ve bunların emirleri Haydarâbâd '1 kendi­ lerine payitaht ittihaz etmişler ve Miâni ( 1843) muharebesinden sonra, Sindh ülkesi İngiliz Hin* distanı 'na ilhak edilinceye kadar, burada hü­ küm sürmüşlerdir, İlhaktan sonra, merkez Karaçi limanına nakledildiği için, Haydarâbâd hükümet merkezi iken kazanmış olduğu ehem­ miyeti kaybetmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Postans, Personal Observations on Sind ( London 1845 ) ; Massy, Conquest o f Scinde (London, 1845); Massy, Chiefs and families of aote in the Panjab (Allahâbâd, 1890), s. 619; Th. F. Burton, Sind Reıâsited (London, 1877). ( M. Longw orth Dames.) H A Y F Â . [Bk, h a y f a .J



390



HAYFA - HAYİL.



H A Y F A . H A YF A , ş i m a l î F i l i s t i n ' d e , A k d e n i z s a h i l i n d e b i r ş e h i r o l u p , Kermel dağı eteğinde knrnlmuştor. Bu isim Tevrât ’ta geçmez; ilk defa olarak Eusebius 'ta ‘Htpa, Talmud'da Hayfa şeklinde görülür. Filistin'in araplar tarafından fethinden sonra, Akkâ bu­ rayı gölgede bırakmış ve Hayfa mühim bir rol oynamamıştır. Bu sebeple ancak XI. asır orta­ larında Naşir Husrav tarafından kısaca tavsif edilerek, bir çok hurmalıkları İle şehir halkının inşâ ettikleri büyük kayıklardan bahsolunduğunu görüyoruz. Hayfa n o o 'd e haçlılar tara­ fından zaptedilince, İçirişi 'nin söylediklerin­ den anlaşıldığına göre, Tabariya'nin iskelesi ve gemiler için iyi bir demirleme yeri olarak, az-çok bir ehemmiyet kazanmış idi. 1177'de Sa­ lâh al-Din Hayfa 'yı istirdat etti. [ Limanı ted­ ricen kum ile dolmak suretiyle Akkâ ehemmi­ yetini kaybederken, bilhassa XIX. asrın ikinci yarısından itibaren, Hayfa inkişâfa başlamış, Hicaz demir yolunu Akdeniz sahillerine bağ­ layan Der'â — Hayfa hattının inşası üzerine ehemmiyeti daha da artmıştır. Osmanlı dev­ letinin son devirlerinde Hayfa, Beyrut vilâ­ yetinin Akkâ sancağına bağlı bir kaza mer­ kezi idi ve nüfusu 1916'ya doğru 7— 10.000 arasında tahmin olunuyordu ( 3/5'ü müslÜman, geri kalanı katolik ve bir kaç yüz rum ye yahudi ). 1869 'dan itibaren Würtenberg'den ge­ len alman muhacirleri, şehir civarına yerleşe­ rek ayrı bir mahalle İnşa etmişlerdi. Yahudi muhâcİrlerin gelmesi çok daha yakın bir de­ virde olmuştur. Hayfa, birinci cihan harbinin sonunda (6 teşrin I. 1918) İngiliz kuvvetleri tarafından, işgal edilerek, Filistin idaresine bağ­ lanmış, Musul petrol havzasını Akdeniz sahilleri­ ne bağlayan iki petrol borusundan { pipe-ünes ) birinin ağzı buraya getirilmiş ve Hayfa 'da pet­ rol tasfiyehaneleri kurulmuştur. Bu sayede Hayfa'nm nüfusu da sür'atle artarak, 1944'te 129.000'e varmıştır. 1947'de ingilizîerin Filis­ tin 'i tahliye etmeleri üzerine, Hayfa İsrâ’il kuv­ vetleri tarafından işgâ! edilmiştir ]. B i b l i y o g r a f y a : Eusebius, O nom astica sa cra (Lagarde), s. 267, 270; Neubauer, G eographie du Talm ud, s. 197; B ib lioth eca geogr. arab. ( nşr. de G oeje ), VII, 329 ; Yakut, (nşr. WÜstenfeld), II, 381 ; İdrisi, Z eitsch r. dss d eutscken P a l.- Verezns, VIII, 129; G. le Strange, P a le stin e under tke M a slim s, s. 446 ; Robinson, P a la siin a , 431 III, 431 ; N eu ere bibi. F o r sc h u n g en , s. 129; Guerin, S a m a r ie , II, 251 v. dd.; Z eitsch r . d es d eatschen P a l.-V e r e in s , XÎH, 175 V. dd.; XXXI, 19 V. dd. (F r . B uhl .) H A Y İL . [ Bk. h â y İl .] H Â Y İL . HÂYİL ( A L -H Â Y E L , H A Y L , H Â E Y L ), Ç ç b e 1 Ş a m m e r [b. bk. ] d i y a r ı m ı n



i d | r e m e r k e z i . Garbî Nacd'de Sâhila alHammaşiya denilen uzun bir ovanın ortasında, birbirine muvâzî uzanan Aca’ (M'nİf ) ve Sal­ ma ( F itti) dağları arasında ve deniz seviye­ sinden tahminen 1.500 m. yüksekliktedir. Mek­ ke 'ye giden İran hacılarının başlıca konak mahallerinden biri olan şehir 6 m. yüksekli­ ğinde bir sûr, müdevver ve murabba satıhh burçlar ile çevrilmiştir. Şehir 11 mahalleye ay­ rılmış olup, bir büyük camii, İki kulesi olan heybetli bir müstahkem kasrı ve bir çok ma­ ğaza ve dükkânları ihtiva eden büyük bir çar­ şısı vardır. Bu çarşıda gıda maddelerinden ( pirinç, un, bahârât, kahve v.b.) başka, ku­ maşlar, elbiseler, silâhlar, âlât ve edevat ( kaz­ ma, kürek) ve mâdenler (demir, kalay ve kur­ şun külçeleri) bulunur. Şehrin büyük bahçe­ leri ve gezecek yerleri vardır. Kumaşlar — Manchester ve Bombay'dan, elbiseler — Cavf [b. bk.J'den ve Bagdad'dan, âlât ve edevat ile mâdenler — Avrupa 'dan ithâl olunur. Hay il 'in ticâreti ehemmiyetli ise de sanâyî ( en ziyâde kadınların elinde olan işleme ve dikiş sanayii) son derece az inkişâf etmiştir. Şehirde pek az küçük san'at erbabı ( demirciler, made­ nî eşya yapanlar, doğramacılar) vardır. Ev­ ler iyi yapılmıştır ve ekserisi tek katlıdır; sokaklar temizdir. Şehrin dışında bir çok bah­ çeler ve hurmalıklar ile şehrin eşrafına yahut Şammar emîrlerı ile ailesi erkânına âit mün­ ferit köşkler vardır. Şehrin nüfusu, Palgrave'e göre, 20.000— 30.000 arasında ve Doughty'ye göre ise, yalnız 3.000 kadardır. HayiI'in civar kasabası Sveifly (Suvaifle) 'dir. 1867 senesine doğru ilkin kıtlık, ondan sonra zuhur eden bir veba salgını yüzünden, iki ay içinde, burada 200 kişi ölmüştür. Doughty 'nin orada bulunduğu sırada evler hemen-he­ men boş ve hurmalıklar da tamâmiyle metrük bir halde imiş. Hâyil 'in ikinci civar kasabası olan Vâsit 'ta, Doughty orada iken, bu hasta­ lık yüzünden, ıssız ve evleri harap bir hâlde imiş. Uzun müddet sulanmadıkları için, Kurma ağaçları kurumuşlar ve ölmek üzere imişler. Bu hastalık yüzünden, asıl Hâyil şehrinde de 7— 800 kişi ölmüş imiş. Vebadan sonra da şehre bir mühlik intânî hastalık gelmiş ve İki sene şiddetle hüküm sürmüştür. Vâsit 'm ar­ kasında Hâyil kabristanı vardır; mezar taşları bedevî mezarları gibi, her türlü ziynetten ârî olup, yalnız ölünün ismini ihtiva eder. Me­ zarlık ile şehir arasında Şammar bedevile­ rinin küçük bir konak yerleri mevcût olup, bunlardan bazılarının emîr ailesi ile karabetleri vardır ve aşîret yalnız ilk baharda burada oturur. Geçen asrın iptidasında Hâyil emirliği Bayt ! AH elinde İdi. 1820 çenesine doğru büyük Ça-



HÂYİL - HAYRÂBÂD.



391



H A Y M A a l -H Â R ÎC ÎY A . [ Bk. haymelhâ 'âfır kabilesinin zengin ve asıl reisi *Abd A l­ lah b. Raşid akrabalarının çokluğu ve nüfuz­ RİCİYE.] H A YM E L H Â R İC ÎYE . HAYM A a l -HARÎları sayesinde: iktidarı ele geçirmeğe kalkıştı ve aralarında çıkan çarpışmada cAbd Allah C İY A ( „dış-Haymau ^ fi» ^ pi T? ^ 3 * ır r > =i* 3 « “ 3 ÎT D- O »» w c: 3 d; 3



Ci



n



sr > cr HT



3ts»’ '3>



2 ö 3E*""



IĞ. HEHAT. Herat’m şimâl-i şarkîsinde Gâzirgâh Jta Şayh sAbd Allah al-AnşarPnin Şâhruh



Mirza tarafından yaptırılan hazî resinin dış cephesinin bir kısmı, t A . U. Pope. A Stırvey of Persîan Art, O xford ,



IV, -425 ),.



r i& K A i.



ea 4 İhtiyar al-Din 'de mahsur olan ‘A li Kuli Hân 'ı ve Şamlu askerlerini ele geçirerek, bura* da idam ettirdi ( İskender Münşî, Târihti 'alam Srâg-i *Abbasi, s. 255 ). özbekîerin beylerbeyi Kul-Baba Kübaltaş buraya bîr çok Özbek uruğu yerleştirmiş îdi. ‘Abd Allah Han *ra ve oğlu ‘Abd aI-Mu‘ ra Hân'ın vefatından sonra, Mâyerâütınehr 'de Astır hanlılar sülâlesini kuran Din Muhammed Hân Herat'ta tahta îclâs edildi. Fakat Şah ‘Abbâs 1590 senesinin eylül ayında, tekrar Herat *i ele geçirdi ve karamanlı Ferhad Han '1 beylerbeyi yapmış iken, az sonra tekrar idareyi Şamlu beyi Hüseyin Han'a verdi, Herat 'ta idarecilerin konuşma dilinin, o sırada dahi, türkçe olduğu, Ferhad Han 'ın ağzından naklolunan „BöyIe mi oldu" sözünden anlaşıl­ maktadır ( İskender Münşi, s. 396 ). Şah .‘A b ­ bâs büyük Horasan seferinde de hep Herat'ta kaldı ( İskender Münşi, s. 412—436). Şâh ‘Abbâs ile birlikte İtalyan san’atkân Geraldi de Herat 'a gelerek, Gâzirgâh 'ta bir hâtıra bı­ raktı, Şamlularm hâkimiyet devri, Herat'ta Çağatay ve özbekîerin yerini Türkmenlerin al­ masından ibaret İdi* Safevî Sultân Ehısayn ( 1697 —-1722 ), Horasan'm idaresini gürcü Gergin ve :■ Kayhusrav 'e vermekle, Herat 'ta Şamlu Türk­ menlerinin; hâkimiyetine de son vermiş oldu. Bu Kayhusrav Herat 'm Gürcü muhafız kuv­ vetleri arasına efganîıları da aldı. Efganhîardan Abdal uruğu reisi ‘Abd Allah H ân ’ı, 1706 'da :Kandahar 'a yaptığı sefer sırasında, Herat 'ta kendisine naip tâyin etmiş idi. Bu da efganiılarıu şehrin idaresine karışmasının başlangıcı oldu. Daha sonra gelen Safevî valisi Muhammed Zaman: Hân, 1717 ’de, akılsızca bir hareketi neticesinde, ‘Abd Allah Abdal 'm oğlu Asad A l­ lah Hân'm: eline: düştü ; onun tarafından Öl­ dürüldü ve bu- hâdise üzerine Abdallılar Herat 'ta vaziyete hâkim oldular. Nâdir Şah 1731 'de H erat'1 işgal etti. Fakat onun 1749'da vefatını müteakip, şehri Abdallı emîrı Ahmed Şâh Durrâni ele geçirdi. Bundan sonra Herat devamlı bir surette efganlılarm idare­ sinde kaldı. Dürranîler, Efganıstan 'ra diğer yer­ lerini kaybettikleri sırada dahi, Herat '1 elle­ rinde tutabildiler. XIX. asırda efganlılar ile Kaçarlar, orta Asya ’da hâkimiyet rekabetine gi­ ren ingüizler ile rusların elinde âlet olarak, bir­ birlerine girdiler. İran ordusunun arkasına gizlen­ mek suretiyle, Efganistan 'a ve Hindistan 'a nufûz edebileceklerini düşünen ruslara âlet olan Kaçarların ordusu, Herat ’ı ele geçirmek için, çok uğraştı ve şehir bu sırada bir orta Asya D anzig'i rolünü oynadı. Herat, Kaçar ordusu tarafından, 23. XI. 1837 'den 9. IX. 1938 'e kadar, muhasara edildi. Yâr Muhtammed Hân İdare­ sin ^ efganhUr fedâkâfçasjna kşrşı koydular.



Bunlara akıl öğreten İngiliz subayı E. Poitinger, İngiliz muharriri Maud Di ver tarafından yazı­ lan bir tarihî romanda, zamanımızın Thomas Lawranee'i rolünde tasvir edildi ( frns. trc. Maurice Soulie, Le Defenseur drHerat, Paris, 1936). Kaçarlar, 10 ay süren muhasara esna­ sında, şehrin Timurîular devri mahallelerini tamâmiyle tahrip ettiler. Herat ’ı idare eden Abdâlîlerin emîri, Ahmed Şah Durrâni 'nin to­ runu Kanıran Mirza 1842 de öldürülünce, Ka­ çarlar talihlerini bir defa daha denediler ise de, yine muvaffak olamadılar. Naşir al-Din Şâh, İngiliz ve ruslar yanında üçüncü bir kuvvet sıfatı ile, Iran 'da mevcudiyet gösteren Fransa tarafın­ dan desteklenerek, Horasan vâîîsi Husâm aî-Saftana idaresinde, 25.000 kişilik bir orduyu Herat üzerine gönderdi ve o zaman şehri Abdâlîlerin elinden almak isteyen Kabil hükümdarı Berkzayi Dost Muhammed Hân 'a karşı Dürrânîlerden Mu­ hammed Yusuf Mirza 'yı bimâye bahanesi He, r75ö mayısında Herat '1 muhasara altına aldı. Husâm al-Saltana, beş buçuk ay muhasaradan sonra, şehri işgal etti ( 25 teşrin I .). Bundan son­ ra Herat 21 sene hanlıların elinde kaldı. 1863 'te Dost Muhammed Hân, şehri tekrar ele geçirdi. Bunun torunu emîr ‘Abd al-Rahmin Hân za­ manında, ruslar Türkmenistan'ı işgal edince, şehir rus tehdidine mâruz kaldı. 1885 'te İngi­ liz ve rusların kurduğu hudut komisyonu, He­ rat 'i, nihâî olarak, Efganistan'a bıraktı. Efganlılar ile Kaçarlar arasındaki savaşlar dış Herat'ın tam olarak tahribini intâc etti. Ka­ labalık olan askerlerin (1837/1838 'de 70.000,. 1842 'de 80.000) muhâsarast esnasında dış şehirde kalan îranlılar, heratîılar müdâfaada İsrar ettikçe, Öçlerini „sünnî mukaddesatından" almışlardır, 1923 ’te bu eserleri tetkik ederken, sert taşlar üzerine çok zahmet ile yazılmış olan san’at eserlerinde, Abü Bakr, ‘Omar ve ‘Osman gibi isimlerin çekiç ile kırılmış oldu­ ğunu, hattâ ‘Omar 'e benzeyen ,,‘Ammâra" ke­ limesinin dahi bozulduğunu görerek, hayret ettik. Efganlılar devrinde şehrin dış kısımla­ rının harâbîsi yeniden sür'atlendi. Emîr ‘Abd al-Rahmân 'ın Herat sa'nat âbide­ lerini tahrip etmesi tarihte emsali nâdir görülen yanlış bir hareket olmuştur. Yeni efganlılar tara­ fından bu hatânın telâfisine başlanmıştır. Bâğ-i Şâh ismi ile mârûf olan ‘AH Şir Navâ’i ma­ hallesi, daha geçen asrın ilk yansına kadar, mâmûriyetini kısmen muhafaza etmiş id î; Ka­ çar muhasaralarında bu da harap oldu. Ferrier bu bağ ve binaların 1845 Teki vaziyetini şöyle anlatmaktadır: „Herat 'ın bir vakit şehrin ken­ disi demek olan dış kısımlarında başta Bağ-i Şâh gelmektedir. Buna İki gülle menzili kadar yerden, iki t a r l a d a 400 kadar, her biri yüzçr



442



HERAT.



yıllık çamlar dikili olan bir bulvar, yâni eski I İncil kanalı hiyabâm, şimâl-i garbiden gelmek­ tedir. Fakat bu bağ iranîılar tarafından o ka­ dar tahrip edilmiştir ki, şimdi içinde yaşa­ yanları muhafaza eden dört duvardan başka bir şey kalmamıştır". 1923'te burasını tetkik ederken, artık duvarlardan eser kalmamış oldu­ ğunu gördük ve mahallenin planını ( bk. hari­ ta, nr. 2 ), ancak vakıf vesikalarına dayanarak, tesbıt edebildik. Şimdi bu eserlerin kıymetini anlayan münevver efganlılarm idare ettiği Herat belediyesinin bu sahaların tapusunu çıkartıp, 'AH Şir 'in kabri etrafına güller diktirerek, bir 'A li Şir köşesi vücûda getirmiş olduğunu bu sahaları 1947 *de. ziyaret eden 'A li Aşğar Hikmat 'ten öğreniyoruz ( N ava i, Tahran 1947, s. ı 4 ). HeratTn şimdi nüfusu da artmaktadır. Efgan-Kaçar savaşları sırasında şehir ahâlisi azalmış idi. Ferrier ’nin ifâdesine göre, 1837/1838 senesi savaşlarımda şehirde ancak 6.000 kişi kalmış idi. Yar Muhammed Hân (1842— 1855) ahâlîyi topladı. 1845'te şehir nüfusu 20.cco’i bulmuştu. 1878'de H erât'ta bulunan Gorodkov'un verdiği malûmata göre, o sene bu şeh­ rin ahâlisi 50.000 kadar varidi. 1885'te orada bulunan İngiliz Yate yine buna yakın bir ra­ kam (10.000 hâne } vermektedir. Aynı 2ât 1893 'te, bu şehri tekrar ziyaret ettiği zaman, ahâli­ nin 6.C00 haneye indiğini kaydetmiştir. Bu­ gün ise { 1948 ), bu nüfus 75.600 olarak göste­ rilmektedir ( The Middle Easi, Europa PubHcatîons Lid., London, 1948 ve La Documentation Française, sene asîatique, XXXIV, 19 Avriİ 1949, s. 5 ). Timurluîardan sonraki Berat 'm binalarının hepsi kerpiçten idî; şimdi ise, burada taş, hattâ beton binalar yapılmakta ve şehir modernleşmektedir. jB i b l i y o g r a f g a z Sayf i Hara vi, 7 crih-nâma-î Herât ( nşr. Muhammedi Zubayr abŞid d iki; Kalküte, 1944 } ; Hafız Abrü, Şuvar al-akâlim ( Britîsh Museum, Or. 577; Leningrad umûmî kütüp., fârisî eserler, nr, 290) ; Hafız Abrü, Macmua ( Dâmâd İbrahim Paşa kütüp., nr. 919,3 54 b— 397®, Mulük-i Kert kısm ı); Mu'in a l Din İsfizâri ( Zam ci), Ravzöi al-cannat f i avşâf madînat Herât (Üniversite kütüp., Hâlis Efendi kısmı, nr. 7472 = yeni numara: F. Y. nr. 698. Bu eserin baş tarafı, Paris yazması üzerinden, Barbîer de Meynard tarafından, J A , 1860, 5, seri, XVI, 461— 520; XVII, 438— 457, 473 — 522'de, fransızcaya tercüme edilerek, neşr­ edilmiştir ); 'Abd al-Vâsi' al-Cabali, Târîh-i Herât (1923 yılında Kâbil umûmî kütüpha­ nesinde bulunuyordu ); Hvândmir, Hulâşat alahbâr ( Ayasofya kütüp,, nr. 3190, var. 460^— 470b ve 3191); Sayyid'Abd AHüh al-Husayni İ



Asil al-Din aî-Vâ'iz, Makşad al-ikbal al-sultaniya va marşad al-âmâl al-hâkânıya ( Târîh-i mazârât-i H erât; bk. İsmail Hikmet Ertaylan, hûsûsî kütüp, ve Es’ad Efendi, nr. 4228; bu eser Abü Sa'id Mirza'ya ithaf edilmiştir ); ‘Ubayd Allah b. Abü Sa'id alHaravi, Zayi Makşad al-ikbâl ( yukarıda adı geçen esere zeyil olarak, 1198= 178 4^ 6, yazılmıştır; bk. İsmail Hikmet Ertaylan, husû­ sî kütüp.).— H e r a t ' ı X I X . a s ı r d a z i ­ y a r et eden a v r u p a li seyyahlar. Fraser, A Journey into Khorasan (London, 1825; Herat'ta, 1824 'te, bulunmuştur ) ; Gener. Conolly, Travels to tke North of India (1831 ; bilhassa II,' 1 9) ; Gener. Kaye, Hisiory o f the War in Afghanisian ( 1 841 ) ; Dr. Aerard ve Mohan Lal ( Journal o f the Asiatic Socieiy o f Bengal, January 1834; bu iki zât H erat'ı 1832'de ziyaret et­ mişlerdir. Mohan Lal, Herat âbidelerini ilk tavsif eden bir hindlîdir, fakat eseri maale­ sef İstanbul 'da mevcut değildir ); Captâin James Abbot, Narrative o f a Journey from Herat to Kkivat Moscozo and Petershurğ (Kalküte, 1841; bu zât 1840'da Herat ’tsi bulunmuştur); A. fîurns, Travels into Bukhara (London, 1839; bu zât, Herat 'ta 1832 'de bulunmuştur); J. P. Ferrier, Vöyages et aventures en Perse, dans VAfgianistan et le Turkestan (Paris, 1870) I, 277— 354 {H erat'ı 1845/1846'da üç kere ziyaret eden bu fransız generali Herat eserlerinin mufas­ sal tavsifini vermiştir) ; Captaîn Marsh, A Ride through İslam ( London, 1877 ; 1872 'de Herat 'ta bulunmuştur ) ; Colonel G, B. Maile­ sen, Herat the Granary and Garden o f Central Asia (London, 1880; tarihî kaynakîara ve bilhassa avrupali seyyahların ifâde­ lerine göre, Herat'm siyâsî tarihîni yazmış­ tır ) ; Majör C. E. Yate, Northern Afghanisian (London, 1888 ; Herat '111 mufassal tasvirini İhtiva eder ), s. 23 - 69.— M n a s ı r E fg a n i s t a n ’d a H e r a t ' a d â i r y a p ı l a ı i n e ş r i y â t . Halil Afğâni, Aşâr-i Herât (Herat, 1309=1930, 3 cüz, taş basma; bu eserde müellif, Herat 'ta bulunan eser­ lere dâir kendi bildiklerini verecek ve şe­ hirdeki âbidelerin o zamanki hâlini tasvir edecek yerde, Barthoîd'un İstoriko-geografiçeski obzor İrana ’sında bulunan Herat'a âit bahsi tercüme etmekle iktifa etmiştir. Eserin ikinci cildi H erat'm eski şâirlerine tahsis edilm iştir; yaşayan şâir ve 'ulemâ­ sına tahsis edilen son cildi, Herat 'ta son zamanlardaki fikir hayatını az*çok tebarüz ettirdiğinden, orijinaldir).



( Z ekî V eüdi T o g a n .)



1=



\



r



HEREM -



HEREVÎ.



443



HEREM. HARAM (cem, ahrâm ve ahrâ- Diğer hâllerde, Maspero ’nun isbat ettiği üzere, m atı türkçede ve Mısır halk dilinde ihram ; kadîm Mısır menşe’H fikirler ile ilgisi âşıkâr olan bu son kelime müfred olarak da kullanılır), hâtıralar vardır. Msl. garp ve şark ehramları bir kıptî kelimesi olup, menşe'i şüphelidir. İslâm bekçilerinin tasviri, F ir’avuniar devrinde, bâzı eserlerinde Haram Sakkara ( al-haram al-mu~ heykellerin husûle getirmiş oldukları ie'sîrin darrac), ehram Abüşîr, Dahşür, Maydüm v. b. daha sonra gelen nesiller üzerinde in'ikâsından ehramları mâruf olmakla beraber, ahrâm adı ile doğmadır. Lâkin bu binalar etrafında toplanan ilk Önce, Cheops, Cephren ve hattâ Mykerinos hikâyeler bilhassa kıptî ırfanîye fikirlerinden taraflarından, Cize 'nin garbında yaptırılmış doğmuş efsânelerdir. Bunlara göre, iki büyük eh­ o’an âbideler kasdedilir. Bu ehramlar pek çok ram Hermes ve Agatbodânon peyamberlerin me­ defalar, coğrafyacılar tarafından, kayd ve tarif zarlarıdır; bu hikâye de, bunların vukua gele­ edilmişlerse de, bu yazıların ekseriya, orijinal ceği, müneccimler tarafından, evvelden haber kıymetleri azdır. En mühim menbâlar Makrizi verilen tufandan kıymetli eşya ile hikmet sır­ { H ita t,I, î î i v. dd.) 'nin ehramlar faslında bu­ larını muhâfaza için, yaptırıldığı rivayeti ile bir lunmaktadır. Orada ilk olarak, büyük ahrâm ’ı kat daha iğlak ediliyor. Şaddâd b. 'A d 'm ef­ açmağa al-Ma’mün 'un : uğraştığı mükerreren sânevî şahsı ile ilgili hikâye de başka bîr söylenir: ve tarif olunmaz derecede yorgunluk­ rivayettir. Ahiren Bioehet, ilk olarak, bu pek lar ile muvaffak olunmuş imiş. Lâkin bu hususta garip ve biribîrîni tutmaz hikâyeleri bir az ay­ tafsilâtlı malûmat bulunmasına rağmen, de Sacy dınlatmağa çalışmıştır. B i b i i y o g r a f y a : Arap menbâları, için (Observaiionssur Vorigine du nom d o n n i. . . bk. E. Graefe, Das Pyramidenkapitel in aux Pyramides, s. 498 ) ’nin izah etmiş bulun­ al-MakrizVs H itât Krş. Idrİsi, Description duğu sebepler dolayısı ile, mezkûr halifenin de VAfrique et de VEspagne ( nşr. Dozy ve de Nü vadisinde kaldığı kısa müddet zarfında, Goeje ), s. 145 v.d.; îbn Cubayr ( G M S ), s. 53 bizzat bu teşebbüse girişmiş olması doğru gibi v.d.; Dimaşkı ( nşr. Mehren ), s, 33 v.d .; ibn görünmemektedir. Ehramların daha ilk çağlarda Battüta ( nşr, Defremery ve Sanguinetti), I, 80 açılmış olduklarım da biliyoruz. Her hâlde v.dd.; Vattier, L ’Egypte de Murtadi,fils da Gaİslâm devrinde, ilk defa-olarak, o zaman Çhephiphe; Norden-Langîe3, Voyage d’Egypte et ops ehramının içinde ileriye gidilmiş ve hakkın­ de Nubie, II, 246 v. d d .; de Sacy, Observada oldukça vazıh mâlûmat verildiğini gördüğü­ tions sur Vorigine du nom donne par: les müz medfen-odaya kadar varılmış olduğu farzGrecs et les A r abes aux Pyramides d ’Egypte olunabilir. Orada büyük hazînelerin gizlenmiş ol­ ( Magasin Encyclopedique, 1801, VI, 456— duğu hakkmdaki umûmî zehabın şüph esiz bu te­ 503 ); Wüstenfeld, örteni und Occident, I, şebbüste mühim bir te’sîri olmuştur. Daha son ra, 331 v.d.; VHedemann, Herodot’s zzueites ah Malik al-'Aziz tarafından küçük ehramın yı­ Buch, tür. yer. 5 Ebers, Âgyptische Studien, kılması (593 = 1196/1197) için, neticesiz bir teşebbüste bulunulduğuna rastlıyoruz. Bundan s. 153 v. dd. ( burada daha başka bibliyografya malûmatı vardır); Voîlers, ZDM G, I, 654; daha evvel, Şalâh al-Din'in emri ile, Çarâîçüş Carra de Vaux, L ’Abrege des Merveilles Cize 'de bir takım küçük ehramları, taşları Cize ve Maspero, Journal des Savants (1899), s. :büyük duvarı île şeddinin inşasında kullanıl­ 99 v. dd. ye 154 v. dd. ( krş. Maspero, Etudes mak üzere,yıkt irmiş tır ( Hitât, II. 151 ), Zâten de myiologie et d’archeologie egyptiennes, iptidâi mânasını izah için, bir çok hayâl mah­ I ) ; Berthelot, Les merveilles de VEgypte.et sûlü faraziyeler anlatılan bu muazzam inşaata les Savants Alexandrins ( ayn. esr., s. 242 müteallik bütün hikâyeler arasında bulunan v.dd. ve 271 v.dd.); v. Bissİng, Der Bericht des hakikat de, kadîm Mısır’ın her hangi bir âbi­ Diodor über dîe Pyramiden; Else Reitemeyer, desi etrafında söylenen hikâyelerden daha garip Beschreibung Âgyptens im Mittelalter, s, bir efsâneler yığını altında kalmıştır. Ma­ 84 v. d d .; E. Bioehet, Etudes sur le grtosmafih, bunlardan msl. Mykerinos ehramının ticisme musulman ( Rivista degli Siudi orU perisi olnp, güzelliği ve tebessümü ile, eh­ entali, II, 717 v.d d .; III, 177 v.d d ,; IV, 47 rama; yaklaşanların aklını alan kadının hi­ v.dd.; 267 v.dd.; VI, 5 v.dd .); Baedeker, kâyesi gibi, bâzıları, tahlil sonunda bizzat Âgypteni, (E. G R A E F E .) Herodot'a kadar gitmektedir. Bu hikâyede, HEREVÎ. al -HARAVÎ, A bü İsmâ ' îl ‘A bd galiba âbideyi inşa ettiği iddia edilen Rhodopıs menkıbesi ihya edilmiş olacak (Wiedemann, A llah b. Muhammed b. ‘A l I b. Muhammed b . HerodoVr sweites Buch, s. 485 v.d.). Aynı A hmed b . 'A l! b . C a ' far b . Manşür b . Matt suretle, Herodot, daha o zaman ehramlar ile j a l -A nşârî a l -H a r avî a l -Hanbalî (1005— Nil nehrini biri birine bağlayan yer altı kanal­ 1089 ), Abü Ayyüb aî- Ansan ’nin ahfadından lar ıpdap bahşetmektedir ( ayn. esr.? s. ij.66). 1 olup, 396 ( 1005 ) ’da H erat’a bağlı bir kasaba



444



HEREVI — HESAP.



olan Kuhandiz 'de doğmuş ve zilhicce 481 ( şubat — mart 10 8 9 ) 'de orada vefat etmiştir. Bagdad ve Rey 'i ziyaret etmiş ve Abu ’l-Fazl Muhammed b. Ahmed al-Cârüdi, Kur an müfessîri Yahya b. 'Ammar al-Siczi, Abu Zarr al» Haravi 'nin derslerini takip etmiştir. Kendi til­ mizleri arasında zikredilenlerden başlıcalan şun­ lardır: Abu 'I~Vakt !Abd al-Avval b .‘İsa aî-Siezi, Abu ' 1-Fath Muhammed b. İsmâ'il al-Kâmî. Hadîs ilminde büyük âlim, hanbelî mezhebinin müdafii, bid‘a ’nın amansız düşmanı, Kur’an müfessiri ve ateşli bir vaiz olup, edebiyat, akaid ve tasavvufta geniş bilgi sahibi idi. Ehl-i sün­ net düşmanlan İle daimî mücâdeleleri yüzün­ den, bir müddet Balh'e sürülmüş ve 5 defa ölüm ile tehdit edilmiştir. Tecsîm ehlinden olmakla itham edilerek, ancak K ur’an 'a ve hadîse bağlılığı sayesinde, hayatını kurtara­ bilmiştir. Herat ahâlîsini, 'Abd ismini, esmâ-i üâhiyeden biri ile takip ettirmek suretiyle, ad olarak kullanmağa sevkeden kendisidir. Eserlerinden elimizde bulunanlar şunlardır: 1. Kîtâb manâzil a lsa irin (Berlin, «826— 2827, Brit. Mus,, 753, Ind. Off., 599, Bibi, Khed., VII, 556; tasavvufa dâir olan bu eser matbûdur ( şerhleri için bk. K a şf al-zuriân) ; 2. KîtSb zamm al-kalâm s. 1— 22 ; Mafütîh al-‘ulUm ( nşr. van Vloten), s. 184— 201. (H. S uter.) H EVÂZÎN . HAVÂZİN, ş i m a l î A r a b i s ­ t a n ’da b ü y ü k b i r k a b i l e. Ş e c e r e l e r i şu­ dur ; Havâzin b. Manşür b. ‘İkrima b. Haşafa b. Kays ‘Aylan b. Muzar. Bu kabilenin mü h i m k o l l a r ı arasında şualar var İd i: Mekke ’nîh şimâl-i şarkında T â ’if Ş a k if’leri ki, bunların kudretli bir ailesi el’an orada yaşamaktadır. 'Âmir b. Şa'şa'a [ b. bk.], Cuşam, Sa'd b. Bakr ( Peygamberin süt annesi Halima bint Abı Zuvayb bu aşirettendir) ve Hilâl 'ier. Sulaym ka­ bilesi de kardeş kabile idi. Câhîliye devrinde bu kabile, Tâ’if ile Nahla arasında, Sakil 'ierin büyük pazar yeri olan ‘Ukâz ’da Cihar adında­ ki puta taparlardı. Bu pazar yerine her taraf­ tan bir çok halk gelirdi ve şâirlerin orada, pazar meydanında, şiirlerini inşâd etmeleri âdet idî. Bunlar Nacd ( Yemen hududunda) 'de ve Hicaz ’ın şarkında Mekke civarında dağınık bir hâlde idiler. O n l a r a â i t o l a n y e r l e r ara­ sında başlıcaları şunlardır: Amlah, ‘Ads al-Matâhü, al-Dardâ, al- Zab'ân, Fayf al-Rih. V a d i l e r arasında başlıcaları; A v tas, Liya, Türaba ve Zabya ( Yâlçüt, Mu'cam, II, 917 'de bu su­ retle yazılı olup, al-Hamdâni, Cazıra, s. 50,9 ’da Runiya ve Türaba Hilâl'lere âit olarak gös­ terilmektedir; lâkin Hilâl ’ler Havâzin’lerin bir



kolu olduklarından ve evvelce de Havâzin ’lere veya kollarına âİt olan yerlerde, msl. Tâ'if gi­ bi, sonradan Hilâl '1er oturduklarından, belki Runiya ile Zabya aynı yer olup, r ve z harfleri ile b ve n harfleri arasında bir yanlış okuma olmuş­ tur ) ’dir; a k a r s u olarak, Zu ’i-Hulayfa ile Tiyân ( Wüstenfeld, fihrist, s. 220, Tayan ) ve d a ğ olarak da, al-Muzayyih dağı zikredilebilir. VI. asrm ortalarına doğru, Ma'addi kabileleri üzerinden Yemen hâkimiyeti zail olduktan son­ ra, Havâzin'Jer ‘Abs kabilesinden Gatafân’larm reisi Zuhayr b. Cazima 'ye vergi vermek mecburi­ yetinde kalmışlardı. Bu reis,Şa'şa'a ’lar t arafmdan kabilelerinin kollarından Gani [ b. bk.] ’leri kana boğmuş olmasının intikamını almak Üzere, Nafravât günü denilen savaşta öldürülünce, Havâ­ zin ’ler müstakil kaldılar. ‘Abs ’ler i*e Zubyân ’îar arasında sulh yapıldıktan sonra, bu iki kabile Havâzin ’ler ( Cuşam, 'Amir, Naşr b. Mu'âviya ) ve müttefikleri olan Sulaym ’lere karşı, harp et­ mek üzere, birleştiler. Vuku bulan bir takım muharebelerden, Rakm, Nubâ’ ve Liva muha­ rebelerinde Havâzin ’ler mağlup oldular. 580 ve $şo seneleri arasında, bir taraftan Havâzin İer ve diğer taraftan Kureyşler İle Kinâna akşamından diğer kabileler arasında, ha­ ram sayılan zilkade ayında yapıldıkları için, mukaddesata riayetsizlik mânasında Ficâr [ b. bk.] denilen muharebeler başladı. Birinci Ficâr gününün sebebi ‘Ukâz pazarında Kinâna kol­ larından G ifir kabilesinden Badr b. Ma'şar 'in Havâzin ’ierden Ahmar b. Mazin ’e karşı, tahrik edici bir hareketi île bunun neticesi olarak Kureyşîler ve Kinâna’ler tarafından Havâ­ zin ’lerden bir adam ile bir kadına karşı yapılan hakaret olmuştur. Bir müddet sükûnet bulan harp, Havâzin 'lerin nufûzlu âzasından olan 'Urva al-Rahhâl ( Kilâb kabilesinden ) 'm Hira kıralı Nu'man b. Munzir 'in bîr kervanım ‘Ukâ? pa­ zarına götürdüğü sırada, Gatafin arazisinde Kureyş reislerinden Harb b. Umayya ’nin mahmîsi olan Barrâd b. f£ays tarafından, kahbece Öldürülmesi üzerine, tekrar başladı. Bu ha­ ber duyulunca, Kureyşîler bir bahane ıcât ederek, 'Ukâz pazarı bitmeden, Mekke ’ye git­ mek üzere, çekildiler. Havâzin 'İer kendilerini lâkip ettiler ve aralarında Nahla muhârebesi oldu. Kureyşîler, düşmanlarından az oldukları için, mukaddes haram arâzî sayılan Mekke 'ye çekilmek suretiyle, tâkipten kurtuldular. O güu Peygamber, bazılarına göre, 14 ve itimada lâ­ yık başkalarına göre, 20 yaşında olduğu hâlde, orada bulunmuş ve muharebe meydanında akrabâlan olan Kureyşîler İçin, hasımlarmın attık­ ları okları toplamış imiş. Ertesi sene, zilkâde ayında, Sulaym ' 1er ile takviye edilmiş olan Ha­ vâzin ' 1er, 'Ukâz pazarına İlk önce gelerek, Sam­



HEVÂZİN - HEZÂRE.



447



ta dağında vaziyet aldılar. Az sonra, Idarb b. ’ler ailelerini almağı tercih ettiler. Sulh yapıldı Umayya ’nin kumandasında muharebe meydanı­ ve Malik b. ‘A vf da kendilerine ‘âmil tâyin na gelen Kureyşîler, evvelâ muvaffak olmuşlar edildi. Abü Bakr zamanında vukûa gelen umûmî ise de, sonra çekilmeğe mecbur kalmışlardır. Bir isyanda, Havâzin 'İerin de bir kısmı ayaklandı; kaç ay sonra yapılan Abla ( ‘Ukâz 'm yamnda ) lâkin Buzâha ( 11 = 32 ) muharebesinden sonra, muharebesinde, harp tâlihi Havâzin'lere müsait gerek onlar ve gerek Sulaym ’ler ile diğer kabi­ olmuştur. Bunun üzerine, doğrudan »doğruya leler Hâlid b. al-V aiid'e mutâvaat ettiler. B i b l i y o g r a f y a : Hamdan i, Cazira, 'Ukâz arazîsinde yapılan bîr muharebede, Ku­ bk. fihrist; Yakut, Mu cam, fihrist; Taban, reyşîler: eski mağlûbiyetlerinin acısını çıkarmak Tarih, 1, 1636, 1654— 1686 ve fihrist; Ağâni, ve harpten kaçmamak için, bıribirlerine ayakla­ XIII, 3, 4, 67; XIX, 74— 82 ve fihrist; İbn.Hirından: bağlanmışlardır (ezcümle Umayya’nin şâm, Bira, s. 117— 119, 840— 880; Caussin 5 oğlu, bundan dolayı al-anâbis „arslaniar“ de Perceval, Essai sur l ’histoire des Arabes : îekabım kazanmışlardır. Bu usûlü, daha yeni avani Vlslamisme (Paris, 1847/1848), I, 296 : zamanlarda* mısırlı Muhammed ‘Ali Paşa ile Vahhâbîler arasında yapılan harpte de görü­ — 3x7; II, 409— 423» $37— S4° ! SSI — S5Ûî IH, 244— 262, 395, 345, 363, 468; W. Muir, yoruz ). Bu suretle Kureyşîler düşmanlarına mu­ The life o f Mahomei, I, 224; II, 1— 6; IV, kavemet ettiler ve Havâzin ’ler çekilmeğe mecbûr 136— 155 ; ayn. mil., The early Caliphate, kaldılar. Havâzin ’ler ile Kureyşîler arasında, sön s. 26; F. Wüst.enfeld, Genealogiscke Tabelmuharebe olarak* Hurayra’de yapılan ve kat’î len, II, 2. kısım, levha g ve fihrist,'s. 219 ; bir: sulh İle neticelenen muharebeyi görüyoruz v.d . ; O. Blau, Arabien İm sechsten Jahrkun ■ \ ki, bunda HavSzin'Ier düşmanlarım kaçmağa dert ( ZDMG, XXIII, 586 ); A . Müiler, Der mecbûr etmişlerdir. İslam, I, 155— 158. ( J. SCHLEIFER.) ;; Peygamber, 8 ( 630 ) senesinde Mekke 'yi H E Y’ET. [ Bk. A S T R O N O M İ .) . alınca, Havâzin ’ler, Mâlik b; ■A vf kumandası al­ H EZÂRE. H A ZA R A ( H a z â r î s t â n ) . Eftında, Mekke üzerine yürümeği kararlaştırırlar M âlik'in tavsiyesi üzerine, karılarını, çocuk­ ganistan ’da, Hazara ismi, H e l m a n d v e larım ve sürülerini de berâber. götürürler. T a r n a k v a d i l e r i n i n ş i m â l v e g a r p dağlık m 1 n t a k aPeygamber, casuslar vâsıtası ile, mutasavver t a r a f l a r ı n d a k i hücumu haber alınca, 4.000 kişilik bir ordu ile, d a s â k i n b u l u n a n k a v m e v e r i l e n onlara karşı yürüdü. İlk çarpışma Hunayn va­ a d d ı r. Hudutları, şimalde—•HihdÜkuş ve disinde (‘Arafat dağının arkasında Mekke 'den Köh-i Bâbâ ’ya kadar, garpta — Herat civa­ tahminen 10 mil mesafede) vukua geldi. Ha- rına ve Harüd vadisine kadar gider; ma­ vâzin’Ier, beklenilmedik bir sırada, müslümanla- mafih bu mmtakanm garp,, ciheti kabilelerine ra hücum ettiklerinden, baskına uğrayan müslü- Çahâr A y vâk ismi verilir ve Hazara’ierden din manlar panik hâlinde kaçmağa başladılar. Et­ ve dil itibârı ile ayrılırlar; zîra bunlar sünnî rafına en yakın eshâbı, ezcümle amcası ‘Abbâs, olup, türkçe konuşurlar ; hâlbuki Hazara ’ler şi’î Abü Sufyân, Abü Bakr ve ‘Omar ’i toplayan olup, farsça konuşurlar. Bununla beraber, bunlar Peygamberin teşvik ve teşcîi ve Badr f b. bk.] da asılları itibârı He, çehrelerinin de gösterdiği muharebesinde olduğu gibi, yerden bir avuç gibi, türk-moğul ırkına mensupturlar. Lâkin hiç .■■■■■■: kuımahp, bed-dua ederek, düşmanların tarafına şüphe yok kİ, bu dağların ilk sakinleri olan Gü­ atması üzerine, müslümanlar cesaretlenerek, nler ile karışmışlardır ve Fars dilini de on­ tekrar düşmana karşı yürüdüler. Havâzin'İer, lardan almışlardır. Bir çokları, bunları Mengü muharebe meydanında bîr çok ölü bırakarak, ordusunun ahfadı olarak telâkki ederler,, lâkin kaçtılar; kadınları, çocukları ve sürüleri müs- bu hususta muknî delîller yoktur. Mamafih : tumanların eline geçerek, CiVâna'ye gÖtürül- Günleri büyük bir şiddet ile sarsan Ne onlar ■ ■ rfvdü. Havâzin 'ierin bir kısmı Avtâs vadisine çe- tarafından da azİmkârâne bîr mukavemet İle : kildiIer. 'Üzerlerine yürüyen Abü Musa 'İ-Aş‘arî, karşılanan moğul istilâsından sonra, ahâlisi onları dağlara kaçmağa mecbur etti. Bunun boşalmış olan bu yerlerin moğul muhâcirîeri üzerine, Tâ’if şehrinde tahassun ettiler. Pey­ île iskân olunduğu ve bugün Hazâra ’ler arasın­ gamber bu şehrin üzerine yürüdü; lâkin 20 gün da bu İki ırkın da temsil olunduğu muhakkak­ sonra, rivayete göre, gördüğü bir rüyâ üzerine, tır. Bunlar hâlâ gürbüz ve çalışkan bir kavim muhasarayı bırakarak, Ci'râna’ya çekildi. Bu- olup, ekseriya zirâat işlerinde veyahut beden : rada Peygamber Havâzİn'lerin gönderdikleri bir kuvvetine ihtiyaç gösteren işlerde, ücret İle ça­ r hey’eti kabul etti; kendisine bı’at etmeği tek­ lışmağı severler. Ingiliz Hindistanı’nda, asker lif ile, ailelerinin ve mallarının iadesini istedi­ olarak hizmet etmek için de, dâima büyük bir ler. Peygamber kendilerini ya ailelerini yahut arzu izhâr ede-gelmişlerdir. Hâkimiyeti altında mallarını almakta muhayyer bıraktı. Havâzin bulundukları efganhlar ile araları iyi değildir.



HEZÂR& ıg g ı— 1892 'de, emîr lAbd al-Rahman 'a karşı isyan etmişler ise de, neticede yine itaat altma alınmışlardır. Hazara ismi, şüphesiz, türkçe ming ( „binw) kelimesinin farsçaya tercümesidir ve moğul is­ tilâ ordularının 1000 'er kişilik birlikleri ile alâ­ kadardır. Bütün bu araziye, sakinleri dolayısı He, Hazâristan yahut Hazâracât yâni »binler ismi verilmektedir. B i b l i y o g r a f y a : Ferrier, Caravan Journeys ( London, 1875), 16. fa sıl; Efphinston, Caubul ( London, 1839 ), I; Holdich, Gates o f India ( London, 1910 ). (M. Longworth Dames.) H EZÂ RE. H AZARA, P e n c a b ' ı n şim â ü n d e b i r b ö l g e d i r . Bir sıra vadiler ve dağ silsilelerinden müteşekkil olup, garbi Hi malaya eteğinde, Kaşmir He Sind arasında, 33“ 44' 'dan 35° ıo ' şimâl arzı ve 720 33' 'dan 76® 6' şark tülü arasında kâindir. Satıh mesahası 7.930 km,2 olup, hemen istisnâsız bir derecede, cümlesi sünni müslüman olmak üzere, nüfusu 528.666 'dır. Hindûlarm mıkdarı 4 % 'ten ibârettir. Şimâl tarafı, Cehlam kollarından Kunhâr'ın boydan-boya geçtiği, dar ve uzun Kağan vadi­ sidir. Bölgenin diğer tarafları Sind nehrinin kolları He sulanmaktadır. Sind nehri, cenupta garp hududunu teşkil etmekte olup, şimâl-İ garp­ ta, bölge ile Sind arasında geniş bir dağlık mmtaka vardır. Köh-i Siyah denilen bu mıntakada müstakil Pathân kabileleri sakindir. Binnefs bölgenin ahâlisi, kısmen Pathân kabilelerinden ( Cadün, Tarin, Lltmanzay, Mişvâni, SvSti, ve Dİlâzâk), kısmen de evvelce hindû di­ ninde bulunmuş olan Gakhar, Tanâoîi, Gücar, Avân, Karral, Dhund ’lar ile daha bâzı küçük kabilelerden mürekkeptir. Bir de, türk olarak tamlan küçük bir kabile vardır ki, Timur ’un bu bölgeye getirdiği Karlukîardan İmişler. Gakhar '1ar, Gücar ' 1ar ve diğer bazıla­ rının, 100 (m, ö.) ve 500 ( m. s.) seneleri ara­ sında, Hindistan ’ı istilâ eden muzaffer İskit (S k y te ), Kuşan ve Eftalitler muharipleri ahfâdmdan olmaları hakikate yakın görünmekte­ dir. Memleketin müşterek dili bir Lahnda ya­ hut garbi Pencâb lehçesi olan kindki 'd ir; lâkin Mişvâni ' 1er, Utmânzay 'ların bir kısmı, SvS­ ti ve Tarheli 'ier paşto dili ile konuşmaktadırlar. Gücar [ b. bk.) 'iarm kendilerine mahsus lehçe­ leri vardır.



Memleketin eski ismi CJraşa i di; bu isim Abbottâbâd civarında, Raş vadisinde, hâlâ mevcuttur. Batlamyus, burasını Arsa ismi ile kaydeder ve Arrİanus 'a göre, İskender za­ manında, buranın kiralının adı Arsakes imiş. Bu memleketin, Karaoşthİ lisanında yazılmış emirnameleri Mansehrâ 'da bulunmuş olan Asoka



kıratlığının eczasından idi. Memleketin Vu-Ia-şı ismini taşıdığı Hüan Tsang 'm zamanında ( m. s. VII. asır), burası, Kaşmir 'e tabî idi ve Râcatarangini 'de ekseriya zikrolunmaktadır. Sind üzerindeki Pakhli şehrinin Herodot'un Paktyike 'si olduğu zannedildi. A*in-i Akbarî 'ye göre, hind-iürk imparatorları zamanında, Kaş­ mir ile Sind arasındaki bütün memlekete Pakhli ismi verilirmiş. Kaşmir'den gelen istilâlar, XII. asra kadar devam etti. Moğul istilâları, şüphesiz, Hazara 'yi doğrudan-doğruya müte­ essir etmemişlerdir; lâkin Hvârizmşâhlar ile müttefik bulunan ve Bannû 'da ve Kuram va­ disinde bir devlet kuran Karluk türkleri, Sind nehrini takiben, şimale doğru yürüyerek, mem­ lekete girmiş ve moğul usulünce Karluğ „Ming“ yahut Hazara dîye tesmiye edilmişler gibi görünüyor. Bu civardaki Atak bölgesinde bıılunan Çaç Hazara ve Taht Hazara 'İerin isimle­ ri türk yahut moğul »Hazara** teşkilâtından gelmiş oldukları gibi, Hazara ismi de şüphesiz bu teşkilâttan doğmuş bir isme benziyor. A'in-i Akbari Timur 'un Karlukları, Pakhli 'de muhâfız olarak, bıraktığını ( trc. Blochmann, s. 454 ), lâkin bunları memlekete bizzat kendisi getirmiş gibi görünmediğini söylüyor. Karlukları memle­ kette yerleşmiş bir hâlde bularak, kendi ırkın­ dan oldukları için, muhâfız gibi istihdam etmiş olması hakikate benziyor. Bunların Sind bo­ yunda, Timur 'dan 200 sene evvel, yerleşmiş oldukları sabit olmuştur. Daha sonra, Sind'in ötesindeki Efgan kabileleri ve ezcümle Svâti 'Ser ve Tanâoli'İer, memleketi istilâ ile, mühim müesseseler kurdular. Bunun neticesi olarak, Gakhar ve Karluk hükümdarlarının kudretleri azaldı. 1748'den itibaren Hazara, Durrani dev­ letinin bir kısmını teşkil etti ve 1819 senesinde de Rancit Singh tarafında Sikh imparatorluğu­ na ilhak olundu; bu da kabîle reisleri ile, dâimî muharebelere sebebiyet verdi. İlk Sikh har­ binden (1845/1846) sonra Ingiltere hükümeti Abbott'u buralarda teşkilât yapmağa me'mûr etti. 1849 'da, buralarının ilhakından sonra da, bu zât kendisine tevdi edilen İşi büyük muvaffa­ kiyetle tâkip etti. 1853 'te, bölge merkezi olmak üzere, bir şehir kuruldu ve buraya onun ismine izafeten Abbotâbâd ismi verildi. Burası şimdi 8.000 kadar nüfuslu bir şehirdir. O zamandan beri, bölge ehemmiyetli bir surette, terakki e tti; lâkin Köh-i Siyah 'takı müstakil kabileler İle harp eksik olmadı ve bunlara karşı ufaktefek ve ehemmiyetsiz teşebbüsler hâriç, 1852, 1868, 1888 ve 1891 senelerinde seferler yapıldı.



[ Hâlen Hindistan veya Pakistan 'dan hangisine âit olacağı henüz kararlaştırılmamıştır.] B i b l i y o g r a f y a : M. A. Stein, Aneleni Geography of Kaşmir ( Kalküte, 1899 ), s,



130; Mc Crindle, Inva sion o f In d ia b y A le x a n d e r ( ’W'estminister, 189Ğ ), s. 129; S. JuHen, Voyages des P e le r in e B o u d d h isies ( Paris, î 857 ), 1, 166 * 'i n - i A k b a r ı (trc, Blochmann, Kalküie, 1870, s. 454); Longvvorth Dames, M in i o f K aram an f J R A S , 1908); Watson, G a zetteer o f tlte H a za ra D is tr ic t ( London, 1908). (M. Longw orth Dames .) HEZÂRESP. H A ZAR ASP, H İ v e c i v a ­ r ı n d a b î r ş e h i r . Bir kanal île merbut bulun­ duğu Amu-Derya'ya daha yakındır. Mukaddasi 'ye göre, bu şehir Hive kadar büyük idi ve etrafı hendek iie çevrilmişti. Bunun için ve etrafındaki arazinin bir çok kanallar ile kesilmiş bulunması dolayısı ile, kale vazifesini, pek iyi bir surette, :görmekte idi. Atsız, Sancar 'e karşı isyan etti­ ği zaman, buraya sığınmış idi; lâkin Selçuklu sultanı 542 ( 1 1 4 7 ) 'de, 2 ay muhasaradan son­ ra, şehri aldı. Yak:üt devrinde ve 616 (1219) 'da, kendisi bizzat orada bulunduğu sırada, Hazârasp zengin ve müstahkem bir şehir imiş. Şehir bugün de aynı isim altında mevcûttur. B i b l i y o g r a f y a ' Mukaddasi ( nşr. de Goeje),s. 289; Yâfçut, Mu cam, 1, 471; Barthold, Turkeslan. . . , I, 4$ ; II, 351 * G. le Strange, The Lands o f the Eastern Caliphaie, s. 450 v. d. HEZÂRESPÎLER. H A Z R A SPİ'LER , iki asır (543— 74 0 = 1140— 1339) büyük Lüristân 'dâ hüküm süren B a n i F a z l ö y a ' y e v e ­ r i l e n i s i m d i r . Tafsilât için bk. mad. LÜR. HEZEC. H AZAC, a r a p a r u z u n d a 6. b a h i r d i r . Misâlleri de mısra başına iki mafcfîlun ( aslında, yahut sistematik bir su­ rette; üç m afailun ) 'dür. Bir 'aruz ve iki zarb 'ı vardır; mafailun, mafailun, m afailun, ma­ f a ilu n — mafa ilun, mafailun, mafailun, f d u ­ lun ( mafâi yerine). Yalnız zarb 'da, n 'un hazfı yâni kaf f mu’taddır;' lâkin i'nîn hazfı, yâni kabz nâdir­ dir; ancak birinin hazfı ve diğerinin idâmesini icâp ettirir. Pek seyrek olmakla beraber, bir : parçanın iptidasında, ezcümle birinci mısraın / birinci hecesinde, ma 'nin hazfolunduğu vâkidır. Bu son ameliyeye harm denilir; gerek %abz ve gerek k a ff He bir arada bulununca, buna $atar ve harab denilir. Türkçe, farşça ve hindûstanîde mısra başına 4, 3 ye nadiren 2 tef'ileli hezeclere tesadüf olunursa da, bilhassa farsçada bu bahir, bura­ da izahı çok uzun sürecek olan bir çok değişik / Şekiller arzeder. Bibliyografya için bk. mad. 'arüİ. (M oh . Ben C heneb .) ■ HIRAKÎ. al -HİRAKÎ Muhammed b . A hmed e, A b I B îşr A bO Ba k r Ba h â ’ a l -D în (? — 1138/1139), Hvârizmşâhlar devrinde a s t r o n om i â l i m i v e f e y l e s o f . Çu^b al-Dîn /: Ultm Aaıtklepeütıi ,



Munammed ( b .b k .; 490— 521 = 1097— 1127) yahut A tsız (5 2 1— 551 = 1127— 1 1 5 6 ) 'm da­ veti üzerine, Merv 'e geldi. Aynı zamanda Şams al-Din Abu 'İ-Husayn ‘A li b. Naşir al-Din Muhammed b. al-Muşaffar ile münâsebette bu­ lunuyordu. Al-Tabşira . . . ( aş. bk.) adlı ese­ rini onun İçin yazdı. al-Hiralçi Merv'de, 533 ( 1138/1139 ) 'te, öldü. Bay haki'ye göre, al-Hirakî, astronomi ile beraber, bir çok felsefî mes­ eleler ile de meşgul olmuş idi. al-Hiral$i 'nin eserlerinden ikisi münhasıran k o z m o g r a f y a y a âit olup, bunların bir çok yazma nüshaları mahfuzdur. Bu iki eserden daha muhtasar olan, al-Tabşîra f i ‘ ilm al-kay'a'de yalnız astronomiden bahsedilir; daha mufassal olan Mantaha ’l-idrâk f i talfsim al-af lâk ( krş, Kâtib Ç eleb i) 'te, arza âit bahisler île de meş­ gul olunmuştur. al-Hiralfî, gayet vazıh bir şekilde ve güzel misâller iie, al-Hazin veya İbn al-Hayşam'in na­ zar iyesini izah eder ki, bu nazar iyeye göre, seyyâreler ve yıldızlar m e v h u m d â i r e l e r üze­ rinde değil,, donen k ü r e v î s a t ı h l a r üze­ rinde bulunmaktadır. Bu nazariye sayesinde; bir seyyarenin, hareket esnasında, önündeki havayı sıkıştırarak, arkasında bir boşluk bırak­ tığı fikrînden uzaklaşılmıştır. Daha sonraki müslüman hey’etşinaslar ile müneccimler al-Hiraki 'nin ve ibn al-Hayşam ’in eserlerinden çok istifâde ettiler. Garplılar ise, yalnız İbn ai-Hayşam 'in eserinin ( F i kay'at a l-â lâ m ) ibrânîce ve iatince tercümesinden faydalandılar. [ Bu zâtın nisbesı bâzı kaynaklarda Hirakİ, bazılarında ai-Haraki şeklinde geçerse de,. bu:. rada EL 'nin frans:zca Leyden tab'mdaki şekil esâs alınmıştır ]. B i b l i y o g r a f y a : Zahir al-Din Zayd al-Bayhaki, Târik kakama al-islâm ( Berlin yazmaları kat., nr. 10052 ; krş. E. Wîedemann, Beitr. XX, Einige Biographien nack al-Baihaki, nr. 94, SPM S Erlg., 1910, XLII, 72 ); H. Suter, Die Mathernatiker und Astronomen der Araber, nr. 276; K. K0İ1İ, Ober den Aufbau der Welt nach ibn al-Haytham ( SPMb Erlg-, 1922/1923, LIV, 140— 179 ); Kâtİb Çe­ lebi, K aşf al-zuriün ve krş. Brockeîmaan, GAL, L 437; S u p p l, I, 863. ( E. W iedemani'L) . H IR K A . HIRKA ( cem. hirâ k), tarikat men­ suplarının, cübbenin altına giydikleri b ir n e v i l i b a s . Hırka, aslında, elbisenin bir parçası veya yırtılmış parçası mânasına ( bk. Lisân al-'arab ve Tâc al-arüs mad. h r k ) ise de, git-gide mânan genişletilerek, bu kelime ile tam bir libas kasdedilmiştir. Hırkanın bu son mânasına ana lügat kitaplarında tesadüf edilmemekle beraber, ■ es­ ki tasavvufı eserlerde rastlanmaktadır. Abu



• »Ö V



Nu'aym ( ölaı. 430=1039 ) 'in ( fdilyat al-avliyâ*, II, 2 1) naklettiği bir hadîste, Abu Hurayra, Peygamberin cennet ehli olarak vasfettiği bir zâttan, muttazirnn bi-hirka ve martadin bi rulça ( izâr yerine hırka giymiş ve rida yerine rulça ’ya bürünmüş) ibareleri ile, bahsetmektedir. Eğer bu hadîs sahîh İse, daha Peygamber zama­ nında, hırkanın izâr [ b. bk.] yerine giyilen elbi­ seye delâlet ettiği söylenebilir. Bu libasın eski parkalardan yapıldığı veya ö n ü y a r ı k olduğu için, hırka ismini aldığım söyleyenler de vardır ( Giyâş al-luğa). Yine bu hadîse göre, o de­ virde rulça ( murakka' ) de rida' ( üste giyilen elbise ) yerine kaim olmakta idi. Nebiler dâima yünden ( s a f ) elbise giydikleri için (krş, alZurfcani, Şark al~Mavâhib, Mısır, 1326, V, 16), Peygamber de bu âdete tabî olmuş idi. Tabuk gazvesinde giydiği cübbe ( cabba m mİy a ) de yünden mamul idi ( bk, al-Tirmizi, al-Şam ail; ‘A li aî-Kâri, Canı al-vasa’ il f i şarh aî-şamail, Mısır, 1318, I, 123; ayrıca bk. al-Munâvİ Yün bu eserin kenarındaki şerhi). Peygamberin yün ve emsali sert maddeler­ den dokunan elbise giymesi üzerine, sahabe ve tâbiîn arasında, bilhassa zühd ve takvaları İle şöhret bulmuş olan zâtların ( nussâk) da yün ve keten gibi maddelerden dokunulmuş elbise giydikleri malumdur. Bu elbiseler arasında midra a ( cem. madarı ) ve 6«r/uzs ( cem. barânis ) 'a dâir izahlar var ise de, hırka hakkında fazla izahat yoktur. Midraa ( veya durrâ'a) keten g ib i' sert maddelerden dokunan ( bazılarına nazaran yalnız yünden dokunurdu; bk. Kamus ve Sahalı, mad. d r ' ) bir elbise olup, umumi­ yetle'B an i İsrâ’il'in âlim zâhidleri ( ahbâr) tarafından giy ile-gelmişti. Burnus ise, yünden dokunmuş başlıklı bîr cübbe idi ( bu iki el­ bise için bk. Ibn aî-Asir, al-Nikâya, mad. d r ' ve Biırnus; Şahâh, Lisan ve Tâc aUarüs, ayn. madd.). Şa'labi ('A ra is al-macâlis, Mı­ sır, 1301, s. 288) 'de hibr 'lere hâs olarak gösterilen bu iki ielbise, rida yerine kaim olduğu için, bir nevi cübbe olarak mütâlea olunabilir. Îslâmîyetin ilk devirlerinde zâh idler umumiyetle giydikleri bu cübbelerin altına izâr yerine kaim olan uzun bir gömlek ( kam ış) de giy­ mekte idiler. Zîra Peygamberin sevdiği elbise­ lerini başında gömlek geliyordu ( ‘A li al-Kâri, ayn. esr., I, 117). Sonraları yine Paygâmberin s e r t cübbe ve e s k i m i ş gömlek ( gost. yer.) giymiş olması üzerinde durularak, bu ev­ safta rida ve izâr giymeğe karşı meyil göste­ rildi. İşte bu esnada h ı r k a n 1 n , murakka'a ( yamalardan yapılmış cübbe) 'mn altına giyilen izâr 'a delâlet ettiği vazıh an anlaşılmaktadır. Tarikat mensupları atasında tâc [ b. bk.] ka­ dar mühim bir yer işgal edeni hırka rastgele



giyilemez. Zikr ve telkin silsileleri gibi [ bk, madd. T A R İ Ş A T ve T A S A V V U F ], Peygamberin eli ile giydirdiği sahâbî vâsıtası İle, her hangi bir tarikatın pirine kadar, geldiği kabûl edilen hırka ancak bu tarikatin piri tarafından giydirüebilir. Bu suretle hırka tarikatın silsilesi ile müterâdif bir mâna taşımıştır ( msl. hirka al-kâdirîya, kırka al-suhravardiya v .b .; bu hususta bk. al-Vasiti, Tiryak al-muhibbin). Kendisine giydirmek (ilb âs) müsâadesi verilen halife tarafından da giydirilebilen bu hırka iki kısma ayrılır: o. hirkat al-irâda veya altasavvâf, şeyhin ancak lazım gelen riyazet ve siilûkü tamamlayan sâlike giydirdiği bu hırka sahibi haîçilçî mürîd olup, halife de nasbedîlebilir. Bu takdirde kendisine tâc da giydirilir (bu ilbas keyfiyeti her tarikatta husûsî bir me­ rasime tâbîdİr { bu hususlarda fazla malûmat için bk. 1E, tasavvufî tarikatler ile ilgİii maddeler)1; b. hirka al-tabarruk veya al-iaşabbuh. Tarikat muhibbine veya sâlike daha bidayette feyz ve terbiyesine medar olmak Ümidi ile ‘teberrüken giydirilen hırkadır. Bunu giyen zât rasmi mürîd addedilir ( bk. Hucvİri, K a şf al-mahcüb, ingl. trc. R, A. Nicholson, s. 45 v.d.; Tahânavi, Kaş­ çaf işfilâkât al-funun, nşr. Sprenger, I, 444). B i b l i y o g r a f y a : Makale içinde zikr­ edilenlerden başka bk. bir de R. P. A Dozy, Dictionnaire Detaille des Noms des Vitements chez les Ar abes ( Amsterdam, 1845 ), s. 24 v. dd.,73 v.dd., 107 v. dd., 153 v. dd., 181 v . dd., 189 v. dd. ( K A S IM K u f r a l i .) H IR K A -İ ŞER İF. HİRKA-İ ŞARİF, Pey­ gambere âit eşyanın müslümanîar arasında son derece mukaddes bir mevkii vardır. 'Bil­ hassa hilâfet alâmeti sayıldığı için, hırkaya müstesnâ bir tevkîr ve tâzim gösterilmiştir. Os-< manii pâdişâhlarının ihdâs ettikleri hırka ziya­ reti, mukaddes ziyaretlerden addedilir. Selim L 'in 922 'de elde ettiği mukaddes emânetler arasında bir de Peygamberin hırka­ sı bulunmaktadır. Hırkanın Peygambere aidi­ yeti hususunda kat’î bir delîl yok ise de, bu­ nun şâir K ‘ab b. Zuhayr 'e verilen hırka [ bk. mad. B U R D A ] veya Tabuk gazvesinde Ayla ahâlisinden Yuhanna b. R u b a 'y e ihsan edilen b u r d a ( bk. Yâküt, Mu cam, mad. AYLA' ) ol­ duğu zannedilir. Selim 1. mukaddes emânetleri önceleri ha­ remde mubâfaza etmekte idi. Bilâhare hırka-i saadet dâiresini yaparak, onları buraya vaz’etti. Müverrih ‘A tâ ( Tarik-i Enderun ) ’ya göre, hâ­ ne-! hâssayı bina ederek, buraya kırk kadar hır­ ka-! saâdet hademesi tâyin eden ve 40— 50 kadar hâs odalılar için hırka-ı saâdet dâiresinin zemi­ ni ile bir hizada bulunan eski has odayı binâ eden de Selim I. idi. Yine aynı müverrihe göre, bu-



ffîRKÂ-İŞ^RÎF. -'• ) kelimesi İlyâs isminin süryanîce şekli olan Elİa ( Un ) ’nm yan­ lış yazılmış bîr şeklî değil midir ? Diğer taraftan da İlyâs ismi Hazir 'ın, Elyesa ve Er mi ya ( krş. hadîs-i kudsî, îşâba, s. 887 ) ile Hazrün ( T a ­ bari, nşr. de Goeje, 1 , 41 5; al-Diyârbakri, Tarih al-Hamiş, I, 106 ve Friedlander, Chadhirlegende, Chadhir kelimesi, s. 333) 'un isimleri olarak da. bildirilmiştir. lbn Haear bize aşağıdaki başka şecereleri de gösteriyor {îşâba, s. 883 v.d.). z. Adam'in bir oğludur (zayıf bir isnâd ile); bu görüşe bağlı olan menkıbeye göre, al-Hazir Adam ’ia cese­ dini saklar ve tufandan sonra defneder {îşâba, s. 887. v.d.; Abü Hatim al-Sicistâni, Kitâb al-mu ammar in, s, 1 ). 2. Kabil 'İn Hazrün isimli oğludur. 3. ai-Mıı'ammar (k i çok yaşamış idi) b. Mâlik b. ‘Abd Allah b. Naşr_b. al-Azd'dir. 4. Ibn ‘Amâ’ il b. aî-Nûr b. al-Tş b. Ishâlk'tır. 5. Firavun 'un kızının oğludur. 6. Bir irânlı idi, yahut babası iranlı, annesi yunanlı idi yahut da bunun aksi id i; bîr mağarada doğduğu, ora­ da bir hayvanın sütü ile beslenip yetiştirildiği, sonra da bir kiralın hizmetine girdiği de nakl­ edilir ( Damirİ, I, 318; İbn Haear, s. 891 v.d.; bk. bîr de «Bani İsrafil'in çarşısında" kendi­ sinden bi-vach AUâh ( îşâba, s. 894 v.d.) sa­ daka isteyen, adam ile karşılaşması).



. Mamafih Hazir ismi ve şeceresi ile alâ­ kadar an'aneler bu kadarla bitmez. Bir de Maracci’nin XVIII. sûrenin 57. âyeti üzerine olan Medhal 'inden şu parçayı nakledelim: , — «Alchedrus, quem fabulantur Moslemi eundem fuisse, ac Phincas filium Eleazari, filii .Aaron ; cujus amma per metempsychosin emigravit primo in Eliam, demde ex Elia in S. Gregorium, quem propterea Mahumetani omnes .summo honore prosquuntur." — (tercümesi: — »Müslümanlar, Hızır 'm Hârün 'un hafidi ve Eleazarus 'mı oğlu Phineas ile aynı kimse ol­ duğunu rivâyet ederler. Onun rûhu, tenasüh tariki ile, ilk Önce IIyas'a, sonra İlyâs'tan Saint-George'a geçmiştir. Bu zâta bütün müsîiimanlar, bu sebepten dolayı, çok tazim eder­ ler").— Bu teşhis,pek muhtemel olarak, al-Hazir 'm, kendisi ile bâzı benzerlikleri bulunan St. George ile karıştırılmasından ileri gelmiştir; bu mevzu için krş. Clermont-Ganneau, Revue Archiologıgue, XXXII ve XXXIII; Friedlânder, ayn.esr., s. 275. Clermont-Ganneau ayrıca h-z-r sessiz harfleri ile şimalî sâmî h-ş-r harf gurubu arasındaki karabet üzerine dikkati çek­ mişti. Bundan başka bu isim Hasîsatra ’ntn kü­ çülmüş bir şekli olarak farzedilmiş (Guyard, RHR, I, 344 v.d.) ve serserî yahudi Ahasver ile de alâkası olduğu düşünülmüş idi ( Lidzbarski, Z A , V II, 116). al-Hazir'ın d e v r i hakkmdaki malumat da kat’î değildir ve birbirinden farklıdır. Bâzan bize İbrahim 'in muasırı ve onunla beraber Bâbiİ 'den çıkmış olarak gösterilir (Tabari, nşr. de Goeje, I, 415), bâzan da Afridün'un devrinde yaşamış gösterilir. İskender'in muasırıdır ve Musa devrine kadar yaşamıştır ( İbn Haear, îşâba, s, 886 ). Diğerlerine göre, Nâşiyâ b. Amüş ( yâni jesaje ben Am os) devrinde doğmuştur (Tabari, ayn. esr., s. 415 v.d.). Bu malûmat arasındaki ihtilâf kısmen onun lâyemûtluğundan ileri gelmektedir ( aş. bk.). İ s i m h a k k m d a k i i z a h l a r şark kay­ naklarında daha büyük bir alâka mevzûu teş­ kil eder. al-Hazir, hayat menbatna ( âb-ı hayata ) dalmak suretiyle, yeşil renk kazanmış ve binnetice bu ismi almıştır ( habeşçe İskender ro­ manı ; krş, Friedlander, ayn. esr., s. 235 v.d.). Daha evvel söylediğimiz gibi, o bîr adada otu­ rurdu (al-Damiri, ayn. esr., s. 317); orada da Allaha ibâdet ettiği de söylenir ( al*Şüri, bk. Friedlander, ayn. esr., s. 183; al-Şa‘îabi, s. 197 ). Bu bizi aî-Hazir 'ın aslında bir deniz ruhu olduğu tahminine sevkedebılir. Aşağıdaki vak'alar bu keyfiyete delâlet eder gibi görünmektedir. Ek­ seriya gemicilerin hâmîsi olarak gösterilir ( msl. Târih al-Hamîs 1, 107 }; Suriye sahilinde, fır­ tınalı zamanlarda, gemicilerin ondan yardım



istedikleri söylenir. Hindistan 'da, Hvâca Hİzr [ b, bk.] ismi ile, bir balık üzerine oturmuş ola­ rak tasavvur edilen hakikî bîr nehir ilâhı olmuştur. Clermont-Ganneau ve Friedlander onun menşe'ini işte bu cephede aramışlardır. Friedlander, Glaukos yunan efsânesinin» Suriye vâsıtası ile, müslüman âlemine geçtiği faraziyesini ortaya koymuştur ( ayn. esr., s. 107 v. dd.). Fakat böyle bir intikal ve böyle bir vâsıta hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. al-Ha£ir ile Glaukos. arasındaki benzerlik ise, yalnız bü şah­ siyetin muhtelif cephelerinden birini gösterir; bu da bize menşe’i hakkında hiç bir şey öğret­ mez; hattâ al-Hazir gibi Uinapiştinv İsken­ der 'in aşçısı ve diğer şahsiyetler ile müşteirek noktalan olan gâyet karışık bir şahsiyetin menşe’inin bulunabileceğinden bile şüphe edilir. Diğer bir vakıaya da dikkat edilmelidir. Bu isme dâir arapça izahların bîr çoğunda, ismin sahibi deniz ile alâkadar bir şahıs gibi değil, nebatlar ile alâkadar bir şahıs olarak gösteril­ miştir — «Beyaz bir post üzerinde oturuyordu, sonra bu post yeşil oldu" — ( msl. al-Navavi, Müslim, Şahih dolayısıile, V, 135; krş. Tabari, Tafsir, XV, 168 ). al-Navavi şunu ilâve eder: — «Bu post topraktır." — aî-Diyirbakri ( 1, 106) 'de daha vâzıhtır: — «Bu post, tohumları çimlendiren topraktır ve kuruduktan sonra yeşil olur" — . ‘Umara 'ye göre, hayat menbaı yanında, al-Hâzîr ’e şöyle hitap edilmişti:— «Sen Hazir’sm, ayak­ larının değdiği yerde toprak yeşil olacaktır" ( Friedlander, ayn. esr., s. 145 )“. — Onun durdu­ ğu yahut namaz kıldığı yerde toprak yeşil ola­ caktır ( al-Navavi, ayn. esr. ; al-Râzi, Mafâtik alğayb, IV, 336 ). Bu sözler, bilhassa sonuncusu, Ahd-ı A tik 'in Mesih'ten bahseden bir parçası ile, hemen-hemen aynı mealdedir: «İşte ismi filiz olan adam kendi mekânında fiİİzlenecektır" ( Zakariya, VI, 12). Filhakika al-Hazİr'ın iki mesîhî şahsiyet ile büyük yakınlığı vardır: İlyâs ( b. bk.] ve T s â ; bu üç şahsiyet ile Idris [ b. bk.] ölümü tatmayan dörtleri teşkil ederler ( Târih al-Hamis, I, 107 ). aî-Hazîr.'m şahsiyetinin mütebavvü karakteri, pek tabi'î olarak, onun hakkmdaki telâkkilerin çok farklı olmasını intâc etmiştir. Eğer o bir peygamber ise ( bk, îşâba, s. 882 v. dd.), nebi­ ler arasında sayılıp-sayılmayacağını bilmemiz İcâp eder ( al-Navavi, ayn. esr., s. 135 ). Ma­ mafih o aynı zamanda beşerî, melekî, dünyevî ve semavîdir (Tabari, nşr. de Goeje, I, 544, 798 ). Halk İtikadı, sûfî çevrelerinde de olduğu gibi, onu bir velî addeder. Sûfî telâkkîsine gö­ re, her devrin bir Hızır '1 vardır ve Her ndfyib alavliya — Hızır 'dır ( îşâba, s. 891 ). Velî ola­ rak, üç defa ismi çağırıimakla, İnsanları hırsız­ lığa, boğulmaya, yangına, hükümdarlara ve şey­



462



&I2Iİ



tanlara, yılan ve akreplere karşı korur ( Târih al-Hamis, I, 107; îşâba, s. 903). Hava, deniz ve dünyânın her iklimi onun emri altındadır; denizde Allahın halife 'sı, karada vekil 'idir; istediği zaman, görünmez olur ( ‘Umara, Friedİânder, ayn. esr., s. 145 ). Havalarda uçar, İs­ kender şeddi üzerinde Îİyas ile buluşur ve her sene, onunla beraber, Mekke 'ye hacca gider (krş. îşâba, s. 904 v. dd.). Her cuma, zemzem kuyusunda, Sulaymân 'm havuzundan su içer ve Siloa kaynağında yıkanır ( Târih al-Hamîs, I, 107 ; Friedlander, ayn. esr., s. 148 v. d., 151), yer altındaki suları duyar ve bütün kavimler in dillerini konuşur (al-Şüri, Friedlaender, s. 184 ). Bilhassa onun ö l m e z l i ğ i belirtilmektedir ( krş. Rückert 'in «Chidher" şiiri; ‘Umara, Friedlander, ayn. esr,, s. 145; Abu Hatim alSieistlni, K i tâb al-mu ammarîn, s. 1 ; îşâba, s. 887 v. dd., 892, 895), îşâba 'ye göre, dostu me­ lek İsrafil ile görüşmesinden sonra, yer yüzün­ de Allahm hakikî dinini te'sis ve idâme etmek için, ölmezliğe ermiştir. îbn Hacar, muhtelif metinlerden, al-Hazir ile Peygamberin müla­ katını naklediyor ( îşâba, s, 899 v. dd.). Daha sonra yaşamış şahıslar ile yaptığı mülakatlar için bk. ayn. esr., s. 908 v. d d .; onun için gök­ ten İnen sofra hakkında krş, ayn. esr., s. 9x9; Kâdisiya muharebesinde bulunması hakkında bk. Murüc, IV, 216. Kudüs 'te oturur, her cuma Mekke camiinde, Medine 'de, Kudüs 'te, Küba* 'da ve Cabal-İ Zaytün 'da namaz k ıla r; gıdası kam1a ( bir nevî mantar) ile bataklık maydanozudur ( Târih al-Hamis, !, 107 ; îşâba, s. $89 v. d., 904), İzdivacı hakkında sahih telakki edilen hadîs Cİbn Mâca, Zukd, bâb. 23 ), daha Şa'labi ( Kişas, s. 193 v. dd.) tarafından zikredilen bir menkıbeyi nakleder ki, bunun asıl motifi her hâlde hıristiyan menbâlardan çıkmış olmalıdır. Bu motifte ai­ lesi tarafından, rızâsı hilâfına, evlendirilen mut­ taki bir gencin, karışım bekâretini muhafaza etmeğe ikna etmesidir ( krş. Actes syriens de St. Thomas, 2. Pratîque). Bu hikâyenin sonu Fir'avun *un kızının hizmetçisine ait olan hikâye He bağlanır. B i b l i y o g r a f y a : Kur’an, XVIII, 59— 81; II, 261; XI, 86 ; XXVII, 40 ile alâkalı tef­ sirler; bundan başka mezkûr hadîs ve tarih eserleri; al-Şa'Iabi, K i s aş al-anbiya ( Kahire, 1290), s. 125, 190 v. dd.; al-Diyârbakri, Târih • al-Hamîs (Kahire, 1283), I, 106 v. d.; İbn Hacar, îşâba (Kalküte, 1856— 1893), s. 882 v. dd.; al-Damiri, Hayât al-lfayavân ( Kahire, 1274), I, 317 v. d d .; al-Navavı, Tahzib ah as­ ma3 ( nşr. Wustenfeld), s. 228 v. d d .; Abîi Hatim al-Sicistâni, Kitâb al-mu ammarîn, ( nşr, Goldziher, Abh, z, ar. Philologie, II, 1 ) ;



Mas‘ 5 dî, Murüc al-zahab ( Paris tab.), IV, 216; Firdavsi, Şâhnâma (nşr. Mohl), V , 216 v. d. (nşr. Maçan), III, 1340; Nizami, Sikandarnama ( İskender *in âb-i hayat kaynağına yap­ tığı seyahate âit kısım ) ; Etbe, Alexanders Zug zum Lebensguell ( S B Bayr. Ak., 1871, s. 343— 405 ) ; Clermont-Ganneau, Horus et Saint-Ceorges dfapres un bas relief inedit da Louvre ( Revue d’arckeologie, XXXII— X X X IV ); S. Ives Curtiss, Ursem. Religion im Volkslebend d. heut. Orients ( Leipzig, 1903 ), fihrist; Dyroff, W er ist Chadhir ( Z A , 1892, VİI, 319—-327); I, Friedlander, Zur Gesckichte der Chadhirlegende ( A R , 1910, XIII, 92 v. dd.); ayn. mil,, Alexanders Zug nach dem Lebensguell und die Chadhirle­ gende ( A R , XIII, 161 v. dd.); ayn, mil., Die Chadhirlegende und der Alexanderroman (Leipzig, 1913); M. Lidzbarski, Wer ist Chadhir ( Z A , 1892, VII, 104— 1x6 ) ; Nöldeke, Beiirage zur Geschichte des Alexanderromans ( Denkschr. Ak. Wien, XXXVIII, nr. 5 ); K, Vollers, Chidher ( AR, 1909, XII, 234— 284 ) ; G. Hart, Chidher in Sage und Dichtung ( Sammlung gemeinversi. tuiss. Vortrâge, nr. 280; bu eseri ele geçiremedim); Weymann, Die âthiopîsche und arahiscke Übersetzung des Pseudokallîsthenes ( Kirchhain, 1901 ); E. Paret, S ir at S a if ibn Dhi Jazan ( Hannover, 1924 ), fihrist, 1, mad. KHADİR ; G. W. I, Drewes, D riejavaanschegoeroe's ( Leyden 'de yapılmış tez, 1925 ), s. 56 v. d., 19$ v. d. ( A . J. WENSINCK.) [Bu makaledeki İsrâiliyat efsâneleri ile Kur’an 'm ifâdeleri arasındaki mukayese, tabi'î, garplı müsteşrikin efkârından ibarettir. İmzası üzere, aynen tercüme ve neşredilmiştir.] TOrklerde H izir .



I, T ü r k f o l k l o r u n d a H ı z ı r ' a âit inanışlar ve rivayetlerden büyük bir kısmı ya­ zılı şark kaynakİanndaküer ile benzerlikler gös­ terir, Folklor ile yazılı rivayetlerin, başka mevzülarda olduğu gibi, burada da geniş ölçüde bir ahş-verişi olmuştur. Halk Hızır '1 peygamber olarak kabul eder ( bk. M. Dülger, Tire 3de âdetler, Küçük Men­ deres mecrn,, Tire, 1940, I, sayı 1 ). Onun, umumiyetle, Hızır aleyhisseiâm, Hızır nebi veya Hızır peygamber diye anılması da bu inanışın bir ifâdesidir. Halkın ona dâir ina­ nışları kendisine izafe olunan başlıca iki va­ sıf etrafında toplanır ki, «kul bunalmayınca, Hızır yetişmez" ve «Hızır'ın eli değmiş" (be­ reketli ve çabuk tükenmeyen para veya başka nesneler hakkında) sözleri bu vasıfları ifâde eder; 1. Hızır darda kalanların yardımına



koşan :mübarek bir zâttır; 2. insanlara ser­ vet,; berbket: ve kâinata yeniden bayat bahşeden bir: kudrettir. Umumiyetle 6 mayıs günü kut­ lanan ve halk takviminde yazın başlangıcı di­ ye kabul edilen Hıdrellez ( Hızır-IIyas) günü ile ilgili- türlü inanışlar ve âdetler onun bu ikmci : vasfına bağlanır. Onun, âb-i hayattan içtiği için, Ölmezliğe erişmiş olduğu, zaman­ laman dünyayı ziyaret ettiği, kendini tanıt­ madan insanlar araşma karıştığı, onlarla düşüp-kalktığı ve sevdiklerine iyilik ettiği inanış­ ları yaygındır; halk arasında, bu inanışları te'yit etmek gayesi ile, belli şahısların başından geçmiş: türlü ■; maceralar anlatılır. Hızır-IIyas günü, umumiyetle* Hızır 'm İlyas [ b. bk.] ile, senede bir defa, buluştuğu gün olarak kabûl edilir; fakat yılın o gününde kâinatın yeniden haya t: ve bereket kazanmasına dâir inanışlar ve ihsanın, tabiattaki bu değişikliği meydana getiren kuy ve ti kendi yararına kullanmak İçin, başvurduğu sihri ameliyelerin hemen hepsi yalnız Hızır ile ilgili olarak gösterilir. . İskender hikâyelerinde İskender 'in, Hızır ile veya aşçısı ile birlikte, âb'-i hayatı araması ve İskender'in yol arkadaşı bu sudan içtiği hâlde, kendisinin işemediği hakkmdaki rivayet­ lerin bir: benzerini Evliya Çelebi, Seyakatnâme 'sinin bir yerinde ( IH, İkdam nşr., İstanbul, 1314, :232— 233 ; krş. Pertev Nailî, Köroğlu destan 1, Türkiyat enstitüsü nşr., İstanbul, 1931; s. 142— 143 ), Bingöl dağındaki:göllerden bahsettiği sıra­ da,: anlatır*:Bahis mevzuu olan göllerden KuşGÖIü 'nün bu adı almasının sebebi, Evliya Çelebi 'nin rivayetine göre, şudur: Bîr avcı bîr kuş vurmuş, onu gölde temizlerken, kuş canlanmış vö göle, dalıp, kaybolmuş ; meğer bu göl âb-i ha­ yat kaynağı imiş; sırrı meydana çıktığı için, Allahın emri ile bin parçaya bölünmüş ve bin gol olmuş; hangisinin âb-i hayat kaynağı ol­ duğu bilinemez olmuş. Evliya Çelebi 'nin, S eyahatnâme 'sinin başka yerlerinde Hızır ile İs­ kender'den bahsettiği hâlde, burada anlattık­ larını bu iki şahsa bağlamaması, bahis mevzuu olan efsânenin mahallî bir rivayet olduğuna delâlet eder; onun bu arada saydığı göller içinde Hızır-Gölü, İlyas-Gölü de vardır. Evliya Ç elebi'ye göre, bu göllerin her birinde bir hassa bulunmaktadır: kimisi kadınlan semir­ tir, doğumu kolaylaştırır; kimisi erkeklerin ve kadınların, tenâsül ve zürriyet kabiliyetlerini artırır; kimisi içinde yıkanan çocuğun sür'atle bulûğa, erişmesini sağlar; kiminde ise, türlü hastalıklara karşı şifâ hassası mevcuttur. Hat.tâ o civarın otları ve çiçekleri de türlü dert­ lere; dermandır. Her renkte tutya madunini kehhaller, göz ilâcı olarak, kullanırlar. O cıarvm toprağında şifâ hassası bulunduğuna dâ­



ir, başka bir rivayet de vardır (bk, ayn. mlh, Koroğlu destanı, s, 230 v.d.), Evliya Çelebi 'nin Bin-Göller 'in âB-i hayat ile ilgisi hakkında nak­ lettiği bu mahallî rivayetleri Koroğlu hikâyeleri de te'yid ediyor. Bu hikâyelerin muhtelif ^riva­ yetlerinde, Koroğlu'nun veya K ır-A t'ım n, bâzılarında her ikisinin ( ms!,- Poshof-Müdâmî an­ latması, bk. Pertev Nâibî Boratav, Halk hikâ­ yeleri ve halk hikâyeciliği, Millî Eğitim Ba­ kanlığı nşr., Ankara, 1946, s. 251) âb-i ha­ yattan içtiği anlatılır. Bir tanesinde ( Elâziz rivayeti; bk. ayn. mil., Koroğlu destanı, s. 62, 230 v.d.) Evliya Çelebi 'nin anlattığı avcı hikâ­ yesindeki avcının yerini Koroğlu a lır: o BinGoller' de bir kuş vurur, bir kaynakta temizler­ ken, kuş canlanıp, uçar. Koroğlu vak’ayı ba­ basına ahlatır; babası bu kaynağın âb-i hayat olduğunu söyler. Rivayete göre, o ' kaynaktan Koroğlu kendisi içememiş, yalnız K ır-A t iç­ miştir; Koroğlu, babasından bunun âb-i hayat olduğunu Öğrendikten sonra, çok aramış ise de, onu, bin parçaya bölündüğü için, bulamamıştır. Yine Koroğlu hikâyelerinin başka rivâyetlerinde anlatıldığına göre, Koroğlu 'na'ÖîraezIik, yiğitlik ve şairlik sağlayan üç renkte üç köpük ( PoshofMüdâmî anlatması; bk. ayn, mil.; Halk hikâyele­ r i. , s. 250 v.d.) veya üç ayrı renkte su ( KarsDuru ani.; bu rivayetin metni neşredilmemiştir; krşl ayn. esr., s. 18) Bin-Göller 'den inmiştir; keza bir diğer rivayet, K ır-A t'm âb-i hayattan iç­ tiğini, bu suyun kaynağının Bin-Göller 'de ol­ duğunu; K ır-A t'm bu sebeple hâlâ yaşadığını, İstanbul'da her yıl başka bir sakaya hizmet etmek suretiyle, fukaraya yardım ettiğini an­ latır (K ars-A li Işık; bk. ayn. esr., s. 303). Üç ayrı renkli suyun veya köpüğün, rivayet­ lerin birinde ( D uru) Murat çayı, ötekinde ( Müdâmî ) Şat nehri üzerinde görüneceğini, bunların geçeceği yeri ve zamanı bildiren Köroğly 'nun babasıdır. Koroğlu hikâyelerinin bîr âzerî rivâyetinde ( bk. ayn. mil. Koroğlu desiantt s. 9, 80 ) Koroğlu 'nun babası, kör göz­ lerini açacak olan suyun akacağı çeşmenin yerini, ilra-i nücum sayesinde, tâyin eder; bir duâ okur ve o zaman, biri maşrıktan, d.iğerrmağrip­ ten iki yıldız bir noktada, kucaklaşır; işte o nok­ tadaki çeşmeden o anda akan su şifalı hayat suyudur. Bütün bu Koroğlu rivayetlerinde, IşkeriderHızır hikâyelerinin, hattâ Gilgameş’destan mm motiflerini, şüphesiz çok değişmiş olarak, f'arketmemek imkânsızdır; bunlarda Koroğlu İs­ kender'in, ihtiyar kor babası (bâzı hâllerde K ır-A t) da H ızır'ın veya Iskenderİn aşçısı­ nın yerini tutuyor. Koroğlu 'nun, babasının bir çok veya tavsiyelerini hareketlerini mânâ­ sız ve lüzumsuz bulması, bunlara riâyet etme­ mesi veya söylenmesi ve bu yüzden mukadde-



-1 ^ *



• 'l'LV.-V.



râtı yanlış yola sevk etmesi de ( bk. ayn. mil., Halk hikâyeleri, s. 250 v.d.) bu rivayetlere, Hızır-İskender veya Yeşua ve İlyas kıssaları ile benzerlik sağlıyor. Türk folklorunda bü­ tün bu eski mitolojik ve dinî hikâye motifle­ rinin ( yk. bk.) bir KÖroğlu epizodu içine girmiş olması düşünülebilir. Halk arasında, Hızır 'm ölmezliği ve zaman-za­ man dünyayı ziyareti ve insanlar ile münâsebetine dâir, bir çok inanışlar ve efsâneler vardır. Evliya Çeîebî (SeyahainâmeAll, 90) Peygamberin: — «Hızır sağ olsa idi, bizimle buluşurdu" sözünü — naklederek, sünnî müslüman ulemâsının bu inanı­ şı kabul etmediklerine ( krş. İslâm-Türk ansiklo­ pedisi, 1, mad. Â B -Î H A Y A T ; makale sahibi İsmail Hakkı İzmirli 'ye göre, Hızır ’ın hayatta olduğu­ nu, İlyas ve Muhammed ile buluştuğunu müslüman muhaddisleri kabul etm ezler) işâret ettik­ ten sonra, Hızır ile İlyas 'm hayatta olduklarına dâir, kendi kanaatim belirtir ve «nice ehl-i dil­ ler ile mülâki oldukları an’ane ile sâbittir" diye­ rek, bu husûsta, halk arasında yaygın rivayet­ leri de, inanışına mesned olarak, gösterir. O, Seyahatnâme 'sinin muhtelif yerlerinde, bunlar­ dan bazılarım nakletmiştir: İskender KaydSfa adh kıralîçeye esir olmuş, sonra bu esaretten kurtulmuş ve intikam almak istemiş; Hızır İs­ kender ’i, Karadeniz'den Akdeniz 'e, bir boğaz aç­ mağa teşvik etm iş; bu iş Hızır 'in himmetiyle üç senede bitmiş; bÖylece İskender düşmanının memleketini suya gark etmiş ( Evliya Çeîebî, İs­ tanbul, 1914, 1, 39 ). Ayasofya kubbesinin, zelzele neticesinde, yıkılması üzerine, Hızır ’m tavsiyesi ile, üç yüz keşiş Mekkeye gidip, o vakit kü­ çük yaşta bulunan Peygamberin tükürüğünden, Mekke toprağından ve Zemzem suyundan alıp getirmişler, ancak bunlar sayesinde kubbeyi tutturmak mümkün olmuş ( İstanbul Ansiklo­ pedisi, III, 869 ’daki mamûlat ayn. esr. 'den nakildir). İstanbul Ansiklopedisi 'nde, Evli­ ya Çeîebî 'den bu son rivayeti nakleden Hâdi Tamer, bu efsâneyi Ayasofyanın kubbesini tak­ viye eden payandaların türkler tarafından yapıl­ mış olması ile izah etmek istiyor; aynı izahı Süheyl Ünver de yapmıştır ( bk. Ayasofya Türk efsâneleri hakkında, Türk folklor araştırmaları mecm., İstanbul, 1949, I, sayı 1,9 v. dd.). Fâtih, Peygamberin tükürüğü sayesinde tutturulabilmiş olan büyük kubbenin ortasına, teberrüken, bir altın top asm ış; Evliya Çeîebî 'nin anlattığına göre, Hızır bu topun altına gelirmiş; H ızır’ı bulmak istıyenler kırk gün sabah namazını o topun altında kılarlarmış. Bugün de, halk ara­ sında, Hızır'm kadir gecesi Ayasofya'nm kub­ besine asılı top kandilin altına geleceği inanışı vardır. Hızır 'a kadir gecesi rastlanacağına dâir inanışa XVI, asır şâiri Agehî'nin bir beyitinde



de rastlıyoruz ( Sadettin Nüzhet, Türk şâirleri, İstanbul, 1936,1, 57). Ayasofya'nm sütunla­ rından birinin adı «terleyen direk" 'tır ; bu di­ rekteki deliğe halk parmağım sokup, gözüne sürer ve bu ameliyenİn göz hastalıklarına iyi ge­ leceğine inanır. Efsâneye göre, Hızır bu deliğin olduğu yere parmağını sokarak, mabedi kıble İstikametine çevirmiş, boylece câmi şekline sokmuş­ tur (Hâdi Tamer, İstanbul ansikL, III, 868). Gerek Hâdİ Tamer, gerek Süheyl Ünver ( Hızır Bey Çelebi, hayatı ve eserleri, Kadıköy Halkevi nşr., İstanbul, 1945, s. 20 v.d.), bu efsâneyi de, İstanbul ’un ilk kadısı olan Hızır Bey 'in, resmî vazifesi İcâbı, Ayasofya 'nm kiliseden camiye çevrilmesi muamelesini tescil etmiş olması ihti­ mâli He İzah etmek istiyorlar. Her hâlde Ayasofya 'ya ve onun inşa safhalarına dâir, İstanbul ’un fethinden evvel de, pek çok efsâneler meydana gelmişti. Bu büyük yapının inşa edilirken, Kay' ser *in para sıkıntısı çekmesi neticesi, kilisenin yarım kalma tehlikesi karşısında, bir meleğin K ayser'e yük-yük altm verdiği, bu yardımın, Kayser 'İn hâdiseyi etrafındakilere anlatmasına kadar, devam ettiği hakkmdakı efsâne ile Aya­ sofya 'yı himaye eden ve onun bir an evvel tamamlanması için, işçileri teşvik eden meleğe dâir hikâyedeki ( bk. H. H. Russâck, Byzahs u. Siambul, Sayen u. Leğenden vom Goldenen Horn Berlin, 1941; krş. İstanbul Ansiklopedisi, III, mad. A Y A S O F Y A ) meleklerin şahsiyeti Hızır 'a çok benzemektedir. Hızır karakterini gösteren mübarek zâtlara hınstiyan zümrelerin de inan­ dığım ve onların şahsiyetleri etrafında bir kül­ tün meydana geldiğini biliyoruz. Evliya Çeîebî 'nin bu gibi b,mstiyan azizlerine dâir zikrettiği rİvâyetlerde de halkın Hızır hakkmdaki inanış­ ları ile ilgili unsurlar buluruz: Nablus civarın­ daki Hazret-i Yahya ( St. Jean-Sebastien ) ma­ nastırında bu Hıristiyan azizinin şehid edildiği yer varmış; kan İzlerini Evliya Çelebi de gör­ müş; gerek bu taştan, gerek azizin başsız ce­ sedinden, Hızır-İlyas günlerinde kan aktığım görenler varmış ( Evliya Çeîebî, Maarif Yek. nşr,, İstanbul, 1935» IX, 455 )• menkıbe Hıztr-İIyas günü mevcudatın yeniden can bulması inanışı ile yakından ilgili görünüyor. Yine Ev­ liya Çeîebî 'nin söylediğine göre ( ayn. esr.) III, 449 ), Edirne 'deki Hızırhk tekkesi «kefere zama­ nında hazret-i Hızır ziyâretgâhı id i"; sonra Hacı Bektaş İzni ile, Hızır Dede buraya gelmiş ve böylece «Hızırhk" adı ile meşhur Bektaşi tekkesi kurulmuş. Ayasofya 'nm cenup kısmındaki bü­ yük yeşil sütunlardan birinin kaidesi üstündeki 1038 tarihli bîr yazının Hızır tarafından yazıldı­ ğı da rivayet edilir (Hâdi Tamer, İstanbul ansikl.t III, 867 ) ; her hâlde bu rivayet AyasofyaHızır efsânelerinin en yenilerinden bîri olmalıdır.



Hızır 'm sevdiği kullara yardım ettiği hakkın- ayrı zamanlarda yaşamış iki peygamber olduk­ daki inanışlar arasında, iki muhâsım taraftan larını ve ölmezliğe eriştikten sonra, dünya üze­ haklı gördüğünü desteklediğine dâir rıvâyet- rinde zaman-zaman buluşup, arkadaşlık ettik­ lere de rastlarız: Devletşâh, Tazkira 'sinde lerini kabul eder ( bk. Yazıeı-oğlu Mebraed, naklettiğine göre (bk. Fuad Köprülü, Türk Kitâb-ı Muhammediye, İstanbul, 1300, s. 76— edebiyatında ilk mutavasszflar, İstanbul, 1918, 77, taş-basma; Yazıcı-oğlu, İlyas peygamberin, s. 223 ), Muhammed HvârizmşSh sufîîere riâ­ hem melek, hem beşer sıfatında bâlâ diri ol­ yet etmediği için, moğul ordularına Hızır reh­ duğu, âteşten bir ata binip, dünya üstünde berlik etmiştin Timur hakkmdakı destanı ri­ dolaştığı rivayetini naklediyor). Türk halk vayetler , bu hükümdarın askerleri arasında da inanışı onların, yılda yalnız bir defâ, HızırHızır 'm bulunduğunu, Bular şehrini mahâsarası İlyas günü buluştuklarım kabul eder. Bu bu­ sırasında, evliyadan bir zâtın halka H ızır'ın luşma bîr sahilde olurmuş (H B H , I, 181; O. Timi|| V bu müzaheretim haber vererek, mu­ Bayatlı, Bergama’da efsâneler, âdetler, İstan­ kavemetten vazgeçmelerini tavsiye ettiğini an- i bul, 1941— 1942> s. $4-). Halk umûmiyetle Hı­ îatır ( Dâstân-ı nesl-i Cengiz Han ve Aksak zır ile İlyas 'm tabiat unsurlarına hâkimiyet Timur 'dan naklen, Pertev Naili, Köroğlu des­ ve darda kalan kulları himaye hususunda karaları ve suları aralarında paylaşmış olduk­ tanı, s. 90). İyilere ve darda kalanlara yardımcı, kudsî bir larını kabûl ederse de, hangi unsurun hângıkuvvet sıfatı ile Hızır inanışı etrafında halk sine ait olduğu noktasında, inanışlarda ittifak arasında türlü rivayetler dolaşır; bir çok hâl­ yoktur. Bâzı rivayetlere göre [ bk. mad. İLYAS.], lerde Hızır 'in muayyen şahıslara ne şekilde Peygamber Hızır 'a çölde ve İlyas 'a da denizde göründüğü, onlara nasıl yardım ettiği, kendi­ ümmetini himâye vazifesini yüklemiş; Hızırsine kötü muamele edenleri nasıl cezalandır­ İlyas an'anelerine bağlı bâzı Anadolu halk dığı anlatılır. Halk an'anesîne göre, Hızır el­ inanışları ise ( bk. Hüseyin Gür tunca, Hızır ile lerinin beyaz, yumuşak, kemiksiz olması ile ta­ Uyas ’m buluştuğu gün, Gediz mecm., Manisa, nınan, çok defa dilenci veya fakir derviş kı­ 1944, sayı 73, HBH, I 181; O. Bayatlı, Ber­ yafetinde görünen, insanları denemek için sa­ gama’da efsâneler, âdetler, İstanbul, 1941— 1942, daka isteyen bir şahıstır; sadaka verenlerin s. 54) İlyas '1 denizlerin ve Hızır ’ı da karaların malını, servetini arttırır; İyi muamele eden fa­ hâkimi olarak kabul eder. Köroğlu hikâyeleri­ kiri birden zengin eder; kötü karşılayan, ko­ nin Türkmen rivayetinde ( bk. Köroğlu, Türk­ van zengini fakir düşürür ( msl, bk. Ruhi Sadi, men eposu, nşr. Govşut, Aşkabat, 1941, s. 25, Balıkesirde Hıdrellez merasimi, Halk Bilgisi 81, 390) Hızır ile İlyas, bir tek şahıs gibi Haberleri, İstanbul, 1930, I, 181 v.d.). Hızır ve »çöl İyesi Hızır İlyas", »çölde Hızır İl­ ’m, sadaka verenin kesesine ve erzak, yağ,v.b. yas", »dağda olsa-olsa Hızır İlyas, Kovuş Kı­ şeylerden verenlerin kabına elini sürmesinin, yas olur" sözlerinden anlaşılacağı üzere, sâ­ keseye veya erzak kabına, muhtevasını dur­ dece karaların hâkimi telâkki ediliyor. Yazılı madan arttırmak hassası verdiği, fakat bu sır an'anede daha çok aksi kabûl edilmiştir; Hızır başkasına söylendiği anda kerametin zail olup, denizlerin, İlyas karaların hâkimidir ve oralarda bereketin kesildiği yaygın bir İnanıştır. Hızır Muhammed ümmetinden darda kalanların yar­ peygamber Hızır-İlyas günü beyaz elbiseler dımcısı olurlar (Evliya Çelebi, III, 90; Mukomgiyip, dünyayı dolaşırmış; onun için de o gün mediye, s, 77 ; Zinallı, Azerbaycan il şâirleri, I, beyazlar giymeli imiş {H B H , l, 18ı ). Pir Sul­ 322; Sadettin Nüzhet, Türk şairleri, İstanbul, tan Abdal 'a îsnad olunan bir şiir ( bk. Sadet­ 193Ö, I, 5? ! XVI. asır şâirlerinden A g e h î; Molla tin Nüzhet, Pir Sultan Abdal, Türkiyat ens. Mehmed 'in Agehî 'yi tahmisi ve yine XVI. nşr., İstanbul, 1929, s. 48; Pertev Naili, Kör- asır şâiri N îgârî; şâir Gubârî ve Yetîm 'de oğtu destanı, s. 9 1), onu yeşil eller ile dolu Hızır, hem karaların, hem de denizlerin hâkimi sunan bir pır olarak tasvir ediyor; ona Hızır olarak, tavsif ediliyor). Karacaoğlan da bir adım veren İslâmî şark an’anesi onu bîr takım şiirinde Hızır '1 denizlerin hâkimi olarak ka­ yeşil unsurlar ve eşya He ilgili gösterir; Ev­ bul etmiş görünüyor; hâlbuki tasvîr ettiği bir liya Çeîebî ( ayn. esr., III; 90 ) 'ye göre, adının kara savaşıdır { Pertev Naili Bor ata v — Halil Hızır olması, yattığı yerde yeşil ot bitmesin- Vedat Fıratîı, İzahlı kalk şiiri antolojisi, nşr., dendır; bu İzah, H ızır'a bîr çok İnanışlarda ve Maarif Vek,, Ankara, 1943, s. 137 ). Herhal­ âdetlerde izafe edilen, bahar ve bereket tan­ de Hızır, âb-i hayat efsânesinden başlayarak, rılığı vasfının bir ifâdesidir. 1sular, kaynaklar, nehirler veya denizlere sıkıBir halk rivayeti (bk. HBH, I, 181 v.d.) !sıkıya bağlı bir »tanrı" hüvviyeti ile, şark mitolo­ Hızır ile İlyas [ b. bk,] 'in iki kardeş oldukları­ jisinde yer almış ve bu vasfı He gelişmiş bir nı söyler. Umûmiyetle İslâmî an’ane onların varlıktır; onunla ilgili rivâyetlerin daha sonİşiâm Ansiklopediği



30



raki şekillerinde ise, rivayetleri doğuran şart­ lara ve muhitlere göre, karayı veya denizi himayesine almış ve Iiyas dâima ikinci plân­ da kaldığı için, Hızır ’m almadığı unsur ona bırakılmış olmalıdır. Denizcilerin Hızır *ı ha­ mileri olarak kabÛl ettikleri muhakkaktır; bu nunla beraber, çiftçi köylüler ile göçebe­ ler, dağ ve ova sakinleri ve şehir halkın­ ca, o uzak kara yollarında yolcuların koruyu­ cusu olduğu gibi, sıkıntıda kalanların yardım­ cısı, bakarda tabiata yeniden ruh veren, top­ rağa ve kaynaklara hâkim bir bereket tanrısı şahsiyetini kazanmıştır. Hızır'ın sular ve denizler ile ilgisi, Gılgameş destanından başlayarak, bugün de yaşayan halk inanışlarına kadar, izlerini muhâfaza etmiştir. Kuran 'daki macma aVbakrayn motifi ile Gilgameş destanındaki, nehirlerin ağzında otu­ ran ve ebedî hayat otunu elinde bulunduran şahsı kahramanın aramağa çıkması menkıbe­ sinin mukayesesinde, zannediyorum ki ( hele bu destanın vatanının Mezopotamya olduğu da düşünülürse), Köroğlu hikâyelerindeki, yukarıda bahsettiğimiz, Şat nehrinden akıp-geçen ve içene ölmezlik, şairlik ve yiğitlik sağlayan uç. kopuk motifi mâna kazanır. Evliya Çelebi de, rivayetlerinin bir kısmında, Hızır efsânelerini deniz kıyılarına ve daha çok nehirlerin deniz­ lere döküldüğü noktalara yerleştirmiştir. Ona göre, Hızır Musa ’ya İskenderiye'de, Dimyat'ta arkadaşlık etmiştir ( Evliya Çelebi, III, 90} ; Tuna'nın Karadeniz'e döküldüğü beş boğazdan birinin adı Hızır-îlyas boğazıdır { ayn. esr., II, 141; V, 227); Karadeniz İle Akdeniz'i birleş­ tirmek için, Boğazları açan Hızır 'dır ( ayn. esr., I, 39 )* Suveydiye 'deki, ziyaret olarak, hususî bir ehemmiyeti hâiz bulunan kubbeli, beyaz Hızır makamı ( aş. bk.) Şeria nehrinin Akde­ niz'e karıştığı yerdedir. Hızır, bâzan da Iiyas ile bir arada «Hızır İlyas" birliği şeklinde, mühim bir kült mevzuu olmuştur. Islâm memleketlerinde pek çok yerler­ de onun makamları vardır ve husûsî ibâdetlere, ziyaretlere ve merâsime vesîle olur. Hızır ile Iiyas 'm zaman-zaman bir araya gelip, arka­ daşlık ettiklerine dâir inanışın ifâdesi olan ve belki de onların buluştukları sanılan yeri tesbit eden Hızır-îlyas adlı makamlardan bazılarını kaydedelim: Kudüs civarında Hızır-îlyas köyü ( Evliya Çelebî, IX, 503 ), Amasya 'da Hızır* Iiyas camii, Hızır-îlyas tekkesi ( ayn. esr., II, 187 v.d.), Sakız'da, denizden 120 mil içeride, Hızır-îlyas makamı ( ayn. esr., IX, 122), Tire­ bolu ’nun cenubunda, Espiye ile Karşut ırmağı arasında, Hızır-îlyas mevkii ( 1 : 40.000 mikya­ sında Kiepert'in Anadolu haritası, pafta A V ) ; 42° ile 42* 30' tül ve 40° ile 40° 30' arz



dâireleri arasında, Zivin çayı kenarında, Hızırîlyas koyu ( Kiepert, ;B V I ; aynı çaya dökülen bir İskender suyu vardır); 40° 30' ile 41° tûl dâireleri arasında, Şat nehri üzerinde, Hızırîlyas köyü ( Kiepert, C V I ). Sâdece İlyas ma­ kamı olarak, Evliya Çelebî ( IX, 498 ) Kudüs civarında, Bayt al-Lahm yakınlarında Hazret-İ İlyas'm ibâdet ettiği yerden bahsediyor. Yalnız H ızır'ın ismini taşıyan yerler, ma­ kamlar ve ziyaretler daha mebzûldür; bilhassa bazı tarikat ve mezhepler ile dinî zümrelerde onun şahsı etrafında zengin bir kült teşekkül etmiştir. Denizli'de Hızırhk Sultan ziyareti (E vliya Çelebî, IX, 194) ; K ütahya’da HızırIık dağı, Hızırhk tekkesi ( ayn. esr., IX, 17, 1 9) 33) 27 y.d., 31; Cebel-i Lübnan eteğinde Hızır ziyareti ( ayn. esr,, III, 90) ; Edirne 'de Hızırhk tekkesi ( ayn. esr,, III, 449 ); Şamalıı ile Baku arasında, Altı-Ağaç menzilinden sonra varılan, Hızır-l Zinde ziyâretgâhı ( ayn. esr., II, 299 ); Evliya Çelebî bu makamda Hızır-ı Zinde nâmında bir zâtın yattığını ve hâla vücû­ dunun, çürümemiş olarak, durduğunu kaydedi­ yor. Onun bu kaydı, yukarıda, Edirne 'deki Hızırlık ziyareti vesilesi ile, işaret ettiğimiz gibi, Hızır-ı Zinde terkibinin Hızır peygambere verilen bir ad olduğu da düşünülürse, eski Hızır ziyaret­ lerinin sonradan Hızır adlı muahhar velîlere izâf.e edilerek, daha dünyevî bir vasıf kazanmala­ rına dikkate değer bir misâl teşkil ed er); Mu­ durnu'da Hıdtrhk kayası; Çorum’da, bilhassa Çocuklar ile kadınların arife günleri ziyaret ettikleri Hızırhk ziyâretgâhı ( Ömer, Çorum’da ramazan \ H BH , I, ıSz ) ; ev sahibi şak kaynatılıp, içir iUr ve bununla vücutları yı­ olmak isteyenler, yine bir gül fidanının dibine kanır. Gün doğmadan otların üzerinden top­ akşamdan, çöplerden yapılmış ufacık bir ev ya­ lanan çiy damlaları yoğurt ve hamur mayasın­ pıp, bırakırlar ( İnanç mec., sayı 39; H B H , I, da kullanılır; yine bu çiy damlaları, hayvan­ 181; Küçük Menderes mec., I, sayı 1 ) ; zengin lara serpilerek, onların sütlerinin kesilmemesi olmak istiyen, zengin evinden taşlar ahp, sak­ ve hastalıklardan korunmaları te'min edilir. lar ( ayn. esr., s. 6 ). Hastalıklardan kurtulmak Ekmeğin bereket ve nefâsetinİ temin için, eski ve korunmak için, yeşillik üzerinde yuvarlanır­ mayalar atılır, yeniden tutulan mayaya gün lar ( Kaynak mec., sayı 39 ) ve bin bir çeşit doğmadan karınca yuvasından alman İnce top-



itft



HIZIR — HIZIR HAN. frak ile, cenuba bakan çeşmenin suyu konulur; bu toprak ile suyun yalnız başına ekmek ve yoğurda maya olduğuna inanılır. O geçe bah­ çeye konulan eşyanın bir yıl güvenin tahriba­ tından korunduğa kabul edilir. Definelerin bu­ lunduğu yerlerde o gece, belli olmayan bir saat­ te, yeşil bir alev görülür; define arayanlar bu­ nu kollarlar. Ö gece çatı altında yatmanın has­ talık ve ağırlık vereceğine inanılır; halk açıkta, dere kenarlarında ve çayırlarda sabahlamayı iyi sayarlar. O gece yerler, gökler nûr kesilir, can­ lılar yeniden hayat bulurlar (O . Bayatlı, ayn. esr., -s. 52— 54). Her hâlde türk halk edebiyatındaki Hızır şah­ siyeti gibi, Hızır-tlyas inanış, âdet ve'menâsiki de Gîlgâmeş destanından beri gelişen Hızır mit beler inden olduğu kadar, Anadolu ’nun eski ve yaşayan dînlerinin ibâdetlerinden de bir çok şeyler almış olmalıdır. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen­ lerden başka m a k a l e l e r için bk. bir de Os■ mân Mehmed AH Tütüncü, IspartacLa halk inanmaları ( H BH , İstanbul, 1941, X, 277 v. dd. K i t a p l a r İçin bk. Billâr köşk ( nşr, Selâmi Münir); İstanbul, i9 4 o;Ign az Ku» nos, Türkische Volksmaercken aas Adaka' " le ( Leipzig 1907 ) Fr. Giese, Türkische Maer- chen ( Jena, 1925 ). ( P ertev N



â İl î



B



orata v



.)



HIZIR B E Y . Hİ&R BEY (14 0 7 -14 5 9 ), İst a n b u 1 'u n, fetihten sonra, i l k k a d ı s ı o l a n t ü r k â l i m v e ş â i r i d i r . Hızır Bey i rebiülevvel 810 (6 ağustos 1407 ) ’da Sivrihisar 'da doğdu. Oranın kadısı olan Ça­ la! al-Din 'in oğludur. Cedi eri Nasreddin Ho­ ca 'ya kadar çıkan meşhur bir aileden gelir. Sonradan kızı ile evlendiği Molla Mehmed Yegân'ın yanında tahsil gördükten sonra, doğduğu şehre kadı ve müderris oldu. Bun­ dan sonra Bursa'ya müderris ve bunu mü­ teakip İnegöl 'e kadı tâyin edildi. Sonra Edir­ ne 'de tekrar müderris oldu ve nihayet İstan­ bul'un fethi üzerine, bu şehre, ilk kadı olarak, tâyiti edildi. Bursa müftüsü Ahmed Paşa, Sinan Paşa [ b. bk,] ve Bursa kadısı Yâkub Paşa 4 ar Hızır Bey 'in oğullarıdır; üçü de zekâları, İlim ve irfanları ile dikkate şâyândtrlar.'Hızır Bey 'ın kendisi de İslâmî ilimleri ve is!âmin üç lisanını, mükemmelen, biliyordu. al-Nüniya f i 7 •aka’id isimli, itikada dâir, basit vezin ile kaleme aldığı tâlimi bir kasidesi vardır ki, buna bir çok şerhler yazılmıştır ( İstanbul 'da 1258 'de basılmıştır; krş. J A , 1854, 4. seri, III, 222). Daha bir çok eserleri mevcut olup, çoğu man­ zumdur. Hızır Bey 863 ( 1458/1459 ) senesinde İstanbul'da öldü. İstanbul'da Hacı Kadın mes­ cidini yaptırmıştır (krş. Hüseyn Ayvanserâyî,



Hadi kat al-cavümf, I, 85 v.dL, biyografik ma­ lûmat ile beraber ve J. v. Hâmmer, GORt IX, 63, nr. 158). İstanbul'un Anadolu yakasında­ ki semtine, Molla Hızır Bey 'ini geniş arazîsi bu­ lunduğu için, Kadı-Köyü ismi verildiği söylenir. ■ B i b l i y o g r a f y a i Âşıkpaşa-zâde, 7 arih ( İstanbul, 1332 ), s, 148, 203; Sâdeddin, Tac al-tavSrîk (İstanbul, 1297), II, 449 v. dd.; Taşkoprülu-zâde, Şalca"ik al-Nu mâniya, (trk. trc. I, m v. dd.); Mehmed Süreyya, Sicill-i osmânî, II, 277; al-Sayyıd İsına ÎI Baliğ, Güldesie-i riyâz-i irfan ( Bursa, 1302 ), s. 279 v. d d .; J. v, Hâmmer, GOR, II, 546; ayn. mil., Gesck. d. osm. Dichikunst, I, 142; Ch. Rteu, Brit. Mus,t Türk. MSS., s1»v, d .; Brockelmaon, G A L , II, 229 ; Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı müellifleri, I, 290 v.d. ( F



ranz



B a b i n g e r .)



HIZIR HAN. HİZR HÂN, S a y y î d (? - 1 4 2 1 ) d e h lilio lu p ,s e y y id î s ü l â l e s i (1414— 1451), ' n î n k u r u c u s u Malik Sulaymân 'm oğlu ve Firüz Tuğluk 'un emirlerinden biri olan Mardan Davlat 'in evlâtlığıdır. Hizr Hân, Mardan Davlat'in Multân zeametine halef oldu. Fakat Nıış« rat Şah'ın DehH 'yi zaptı esnasında, 1396'da oradan kovuldu. Timur 1398'de Hindistan'ı istilâ ettiği zaman, Hizr MevSt 'a kaçtı, fakat Dehli ‘nîn fethinden sonra, fatihin hizmetine girdi ve Timur kendisine Multân ve Dipâlpür zeametlerini ihsan etti. Hizr, Mahmüd Tuğluk 'un dağdağalı saltanatının geri kalan devrinde, bu zeametlerde müstakil olarak kaldı. 12 teşrin II. 1405 'te Multân'» istilâ etmek teşebbüsünde bulunan Mahmüd 'un veziri Mallü ( İkbâl Hân 'yu, mağlup etti ve Öldürdü; arazîsini Dehli'y kadar genişlettikten sonra, merkezde bir tarafdarîar kütlesi vücûda getirdi. 1412'de Mahmüd'u Dehli 'de muhasara etti ise de, netice alamadı; fakat Mahmüd’ua ölümünden sonra, 1414'te tek­ rar teşebbüse geçerek, Dehli emirlerinin kendi­ lerine reis tanıdıkları Davlat Hân Lödi 'yİ mu­ hasara e tti; Davlat Han, muhasırları içeri al­ mak isteyen bir teşebbüsün meydâna çıkarıl­ ması üzerine, şehri teslim etti. 4 haziran 1414 'te Davlat Hân Hişâr-i Firüza 'de hapsedildi ve sonra Öldürüldü. Hizr Hân melik unvanını almadı, râyât-i ada ( „ulu bayraklar sâh ibi") unvanı ile iktifa etti. Timur'un oğlu Şâhruh'u metbö tanıyarak, ona cizye verdiği söylenir. Hizr Han ilkin isyan hâlinde olan Katehr ( Rohilkhand ) ve Ganj 'ın Doab eyâletlerini istilâ ve 1416'da Gvalior'da hâkimiyetini tes’sis etti. TağSn Ra is idaresin­ deki türklerin kıyâmını bastırdı ve gucarith Ah­ med I.'in muhasara ettiği Nâgavr'i kurtardı. 1417 'de türklerin isyanını tamâmiyle tenkil etti ve 1418 ile 1419 'da Katehr'de âsâyişt te’sis



47?



HIZIR HAN -



etmeğe girişti. Bu son sene zarfında Hizr 'ı Multân Man çıkaran, eski düşmanı Sirang Hân olduğunu iddia eden bir âsî Maçı vira 'de ortaya ç ık tı; fakat Rüpar civarında mağ­ lûbiyete uğrayarak, dağlara kaçtı ve 1420 'de Tağân Ra’is tarafından öldürüldü. Daha sonra, aynı sene zarfında, Doab ve Katehr 'e ordu göndermek lüzümu hâsıl oldu ve Tağân Sirhind bölgesinde isyan etti. 1421 'de Mevât ve Gvaîior'a bir sefer açtı ve oradan, İtâva yolu ile, dönerken, itâva 'da hastalandı. Dehl i ’ye avdet ederek, 20 mayıs 1421 'de orada Öldü. B i b l i y o g r a f y a : Yahya b. Ahmed, Tarih-i Mubârak Şakı (yazma nüshası nâ­ dirdir); Nizam al-Din Ahmed, Tabakât-i Akbari ( Kalküte, 1913 ); 'Abd al-Kâdir Badâoni, Muntahab al-tavârih ( trc. G. S. A . Rankİng; Kalküte, 1884-1898 ve 2. tab., 1924); Muhammed Kasım Firişta, Galşan-i îbrâkim i; Edward Thomas, Chronicles o f the Pathan K i n g s o f Dehlî. (T . W. Ha ig .) H ÎBA T A L L A H . [B k. h İbetullah .] HİBETU LLAH . HÎBAT A L LA H b. Mu­ hammed b. a l -Muttalîb Ma cd a l -D în A bu 'L-Ma 'ÂLİ, h a l i f e a 1-M u s t a z h i r 'i n v e ­ z i r i . Hibat Allah muharrem 501 ( ağustos/eylûl 1107 ) 'de vezîr oldu ; lâkin Selçuklu sultanı Muhammed b. Malikşâh 'm tahriki ile, ramazan­ da azledildi. Vakıa çok geçmeden halife, hiz­ metine zimmi [ b. bk.] almamak şartı ile, kendi­ sine mevkiini iâde etti ise de, 502 (1108— 1109 ) yahut 503 ( 1109— 1110) senesinde tekrar azl­ edildi ve ailesi ile birlikte, sultana ilticaya mecbur kaldı. B i b l i y o g r a f y a ; İba al-Aşir (nşr. Tornberg), X, 30$, 30& 3 ^3 , 330, 335. H ÎC Â '. [ Bk. Hiciv.] H İC A B . [ Bk. hİc â b .] H İC Â B . HİCÂB (A.), i k i ş e y i b i r b i ­ l i n d e n a y ı r m a ğ a y a r a y a n h e r hâag i b i r p e r d e demek olup, bundan tabâbette „hicab-i haciz" ( dİaphragme) terimi doğmuştur ( Abu 'Abd Allah aI-Hvârizmi, Mafâtik al-ulum, s. 156; P. de Koning, Trois traiies d’anatomie, s. 350, 816). Bu kelime Kur'an ’da „perde“ mânasında olarak geçer; bu suretle kadınlar ile bir perde arkasından konuşulmasa tavsiye olunmaktadır ( XXXIII, 53 ); uhrevî hayatta cennet ehli cehennem eh­ linden bir perde ile ayrılacaklardır ( VII, 44 ) ; buradaki a l- a r a f m mürâdifi gibi görünen tâbir en eski zamanda Kur'an ( LVIl, 13 ) 'a kıyâsen sûr ( di var ) kelimesi ile tefsir olunmuş­ tur (Tabari, Tafsir, VIII, 126 ;bk. bir de Bayzâvi, II, 326 ). îmân etmeyenler Peygambere: — »Senin ile bizim aramızda bir perde vardır" — dediler ( XLI, 4 ). Mecazî mânaya misâl olarak,



HİCÂZ.



bîr insan için, Allahın kendisine ya vahiy sure­ tiyle yahut bir perde arkasından hitap etme­ sinden başka suretle söz söylemesi mümkün de­ ğildir mealindeki ayet zikrolunur ( XL 1I, 50 ) ; Müsâ için olduğu gibi ( al-Suddi 'ye göre, A sb â t; fabarİ, Tafsir, XXV, 25). Mutasavvıflar in­ dinde tyicâb »gayeyi Örten her şey" mânasında telâkki edilip, göz ile görülen dünyâyı teşkil eden zevâhirin kalp üzerinde husûle getirdiği ve onu hakayıkm tecellîsini kabulden men'eden te'sir mânasını ifâde eder ( Curcâni, Ta'rifât, s. 86; 'A bd abRazzâk, îştilâhat, s. 35, ur. 1 İ 6 ). Hicabın menşe'i nefsânî ihtiraslardır. Vücû­ dun her uzvuna mahsus bir ihtiras mevcut ola­ bileceğine göre, bu takdirde her uzuv için husûsî bîr fficâb vardır. Cevherler, arazlar, un­ surlar, cisimler, şekiller ve hassalar İlâhî esrarı setreden perdelerdir. Manevî hakikat velîlerden başka, her keşten mahfîdir. Hicâb 'ın zıddı. ka şf 'tir. Birinci hâlde kalbin durumu kabz ( sıkılma ) ve ikinci hâlde bast ( açılma ) tâbir­ leri ile vasıflandırılır. İlâhî aşk ( vacd) birinci takdirde karşılaştığı mania nisbetinde teheyyüc eder ve ikinci takdirde de tecellî İle hoşnut olur. Bu tâbir irfâniyeden alınmıştır ( E. de Fay, Gnostiçues et gnosticisme, 1913, s* 269 ). B i b l i y o g r a f y a : ‘A li b. ‘Osman alCuliâbi al-Hucviri, K a şf al-mahcnb ( trc. R. A . Nieholson ), s. 48, 149, 325, 374, 414; Hirschfeîd, Nezo Researches into the Exegesis o f the Qoran, s. 43. (G l . HUART.) . H İC A Z, [ B k . HİCÂZ.] H İC A Z, a l -HİCAZ, A r a b i s t a n ' d a, Kizildeniz 'in şarkında, b i r m e m l e k e t olup, hudutları, kat’î olarak, belli değildir; Hicaz ke­ limesinin aslında s e d, s ı n ı r mânasına geldiği ve Arabistan topografyasında Nacd yüksek yaylasını sahildeki münhat Tihima arazîsinden ayıran Sarat dağlarına verilen bir isim olduğu düşünülürse, bu tesmiyenin sebebi derhâl an­ laşılır. Memleket İsmi olarak Hicaz, garp sa­ hilinde Yemen 'e âit olmayan arazîyi, daha doğ­ rusu Kızıldeniz üzerinde ‘Akra'den a l-L ıg’e kadar olan sahil ile bu sahilin hin terlendim gösterir. Ne cenuptaki dağlık ‘A sir [ b. bk.] diyârı, ne de şimaldeki kadîm Madyan ile ^Es­ ma, ekseriya oraya dâhil gibi sayılmalarına rağ­ men, asıl Hicaz 'a dâhi! değildirler [ bk. ARA­ BİSTAN ]. Osmaniı-türk idâri teşkilâtında, mer­ kezi Mekke olmak üzere, Hicaz bir vilâyet idi ve üç sancağa ayrılıyordu: Mekke, Medine ve Cidde. Vakıa bu taksimat, fi’len tamâmiyle tatbik edilmemişti ve türk müesseseler! ve me'muriyetieri çok defa kâğıt üzerinde kalıyordu; bununla berâber, asıl Hicaz 'ın vüs'atlni göster­ mek husûsunda bu taksi mât çok mühimdir. Sonradan Bâbıâlî Medine sancağını ve Şeyh



HİCÂZ ~ HİCİV. al-Haram ile Muhafız, yâni türk askerî kuman­ dam tarafından idare olunan müstakil mutasar­ rıflık hâline koydu. Bu hususta tafsilât için bk. mad. MEDİNE. Hicaz ' birbirinden çok farklı iki kısımdan müteşekkildir: alçak, kuru ve sıcak bir sahil memleketi olan Ti hama ile dağlık olan hin­ terlanda Arabistan 'm bu kısmında ehemmiyetli vadiler olmadığından, nebattan, hemen tami­ miyle, ârî olan Tibâma 'de, mevcudiyetini kadîm mübarek makamlara medyun bulunan Mekke şehrinden başka, yalnız sahilde daimî mües­ seseler vardır. Denizdeki şap yığınlarından dolayı, sahilde iyi limanlar yoktur. Eski za­ manlarda küçük gemilerin barınmasına el-ve* rişli ve az-çok işe yarar limancıklar var idi ki, şimdikinden daha çok işlek idiler. Bunlar­ dan Sprenger 'in Leukekome olduğunu sandığı al-İdavrâ' ile Medine 'nin eski limanı olan Câr [ b. bk,] gibi limanlar bugün tamâmiyle met­ ruktür ; buna mukabil Medine 'nin şimdiki lima­ nı olan Yaabu‘ [ b. bk.] ve bilhassa Cidde f b. bk.], oralara çıkan hacılar yüzünden, mühim şehirler olmuştur. Kanaatkar ahâlî balık ile geçinir.



473



tir. Onların burada sayılması lüzumsuzdur. Din bakımından oldukça ehemmiyetli olanları ya MEKKE ve MEDİNE maddelerinde yahut husûsî maddelerde zikrolunmuşlardır. Hicaz ahâlisi, az-çok karışık oldukları büyük şehirler ve bilhassa Cidde ve daha az olmakla beraber, Mekke müstesna olmak üzere, başlı­ ca arap bedevilerimden ibârettir. Medine'de Samüd ( b. bk.], Avs [ b. bk.] ve Hazrac [b. bk,] ile Mekke'de Kureyş [b. bk.] kabile isimleri tarihe karışmış olup, Şakif £b. bk.] ve Huzayl [ b. b k j ’ler ise, hâlen Ta’if ve cenubî Hicaz ahâ­ lisi olarak, mârufturlar. Bunlardan başka, Balî [ b. bk.], Cuhayna £b. bk.], Sulaym [ b, bk.], Hutaym [ b. bk.] ve Harb [ b, bk,] 'in zikri de lâzımdır. Vapur ve tayyare ile seyahat vâsıtalarının inkişafından beri, hacıların Cidde 'den geçme­ leri yüzünden, Mekke 'ye giden muhtelif hac yolları eski ehemmiyetlerini hayli kaybetmiş­ lerdir. Krş. Hartmann, Die Mekkabahn ( Orient, Litteraiurzeiiung, 1908, 1 v. dd.) Hicaz 'm tarihi Mekke ve Medine 'nin tarih­ leri ile karışmış olduğundan, bu husus o mad­ delere bırakılmıştır ( Hicaz 'ın 1914— 1918 har­ binden sonraki ve daha sonraki siyâsî vaziyeti Dağlık hinterlandda bâzı yerler ve hassaten hakkında b k . ÎE\ trk. nşr„ mad. A R A B İS T A N , Medine 'nin volkanik mıntakası ile hoş bir vaha I, 492 v. dd.) olan Tâ’if [ b. bk,] oldukça münbittir. Tâ'if, zen­ B i b l i y o g r a f y a t Krş. yukarıda A R A ­ gin meyva ve mezruâtı ile serin İklimi sayesin­ B İS T A N 'a âit bibliyografya 'ya dâir mülâhaza­ de, eskiden beri olduğu gibi, bugün de Mekke lar İle M E K K E ve M E D İN E maddelerindeki tarif­ zenginlerinin yaz mevsiminde sevdikleri ve otur­ ler. Yeni eserler arasında zikre şâyân olanları dukları bîr yerdir. Dağlardan, Mekke 'nin şar­ şunlardır: al-Batanüni, al-Rihla al-Hicdziya; kında, Cabal Kara 1.800— 1.900 m. irtifaa varır. ‘Abd al-Muhsin, al-Rihta al-Yamanlya li-ŞâEn yüksek dağlar, Tâ’if yakınında (6.168 kadem kib al-Davla Husayn Paşa, Am ir Mekka (K a­ irtifamda ) ve Medine 'nin garbında bulunan Ca­ hire, 1330) ve Lammens, Le berceaü de bal Raivâ5( 5.900 kadem ) 'dır. Yalnız hurma mezl'Islam, s. 9 v. dd. rûâtı ehemmiyetli olup, eğer Avrupa ve Mısır H İCİV. HİCA’ (A.; H İ C V İ Y E ) , z e mm 'dan ve Hindistan 'dan yapılan ithalât olmasa, v e k a d h i i f â d e e d e n n a z ı m ş e k l i , memleket ahâlisini besleyecek vaziyette değil­ îbn Raşik 'a göre, ipham ile sarâhat arasında dir, İhrâcât ehemmiyetsizdir. mütehavvildir. Bâz an mütereddit, bâzan müs­ Lâkin Hicaz ehemmiyetini, İslâm âleminde tehzidir ve küfürlü, hattâ müstehcen olabilir. tamâmiyle husûsî bir mevkileri olup, târifleri Goldziher'in fikrinee, hica, birbirini takiben, için ayrı maddeler yazılan, mübarek Mekke ve s a c , racaz ve nihayet umumiyetle kaşi da şe­ Medine şehirlerine medyûndur. Yukarıda zikre­ killerine girmiştir. Râfîya 'ye gelince, bu hidilen sahil şehirleri ile Tâ’if 'ten başka zikre ca 'ya hâs bir ıstılah olmalıdır. değer şehirler, arap coğrafyacılarına göre, Korh Ne olursa olsun, hica? ’rnn hedefi *İrz idi ve Hayhar [ b. bk.], al-Marva, aî-Havrâ1, al-Sukyâ’ İrz [ b. bk.] namus ve şereften başka bir şey al-Avnid, al-Cuhfa ve al-'Uşayra olup, bir az da­ değildir. Şu hâlde hica namus ve şerefi tezliİ ha ehemmiyetsiz olanları da Badr [ b. bk,], Hu- ediyordu ( al-hica yaza ). Bundan dolayı, fevka­ lays, Amaç, al-Hîcr [ b. bk.], al-Suvârîkîya, ai- lâde bir te'siri var idi. Araplar ondan korkuyor­ Fur‘, âl-Sayra, Çabala, Mahâyi* ve Haza 'dir. lardı ; şâirlere, bîlahssa hiciv şâirlerine çok Buraya bir hayli mevki isimleri daha İlâve riâyet ederlerdi. Bundan başka, hicâ* ’nın tevîid etmek lâzımdır. Bu yerler, kadîm ibâdet mahal­ ettiği aksül'amel de şiddetli idi: hicvedilmiş leri olmamakla beraber, islâmiyetten sonra, ya olan arap bâzan mütearrızı öldürüyor, bâzan tarihî hâtıralar veyahut da Mekke'nin mübarek dilini kesiyordu. Âlicenaplığa kıymet veren ve arazîsine ( }ıaram } bitişik bulunmaları dolayı- eshâhma soğuk kanlılık ve sabırlıhk tavsiye sı ile, mübarek makamlar olarak kabul edilmiş­ eden Peygamber, kendişint hicvetmiş olan şair-



474



HİCİV.



terden bazılarım tel’în etmekte veya katledil­ melerini emretmekte tereddüt göstermedi. Hicâ\ tezlîl ettiği için, düşmana karşı, bir silâh gibi tecvih edilmekte idi ( Goldziher hica 'ntn esaslı bir harp unsuru olduğuna, daha evvel, nazar-i dikkati celbetmişiir). Aynı zamanda şâire, midrah al-harb* al-avân* ( mükerrer harpler kahramanı) deniliyordu. Şâir düşman kabileyi, onun şerefsizlik ve bilhassa hezimet unsurları ile utandırıp, tezlîl ederdi. Düşman gurubuna karşı dikilerek, bütün gurubu kanat­ ları altına sığındırıp, himaye edecek yerde, şahıslan, kabileleri ve batınları hicivleri ile alçaltıp, medihleri ile yükseltmeği kazançlı gör­ düğü zaman, itibâr ve haysiyetini kaybedecektir. . Müslümanlar ile müşrikleri biribirine düşü­ ren mücâdelelerde hicai 'mn mühim rolü el ile tutulabilecek kadar vazıh olarak görülür. Pey­ gamber, şâirler tarafından, müşriklere karşı atı­ lan hiciv oklarının, onlara saplanan hakikî ok­ lardan daha te'sirli ve daha çok ziyan verici olduğunu söylüyordu. Eğer hica' 'mn Arabistan Ma bu kadar büyük bir te'siri olmasa idi, Peygamber, müslüman akaidinin aleyhinde bulunduğu hica' 'yı tasvip etmemesine rağmen, şâirlerini Kureyşîlere cevap vermeğe teşvik edecek dereceye gelmezdi. Bu­ nunla beraber, ilk halifeler devrinde, hica 'ya karşı mücâdele edilmiştir. Fakat onlardan sonra, hica dan bir taraftan korkuluyor, di­ ğer taraftan ondan istifâde edilmek isteniliyordu ve hattâ dinî, siyâsî ve ırkî sebepler ile, teşvik bile edildi. Bu son iki sebep dolayısı ile, islâmîyetten önceki devire isnat olunan şiirler uy­ duruldu, Üstelik, bilhassa Emevî ve Abbasî devirleri şâirleri, eski edebiyatta o kadar inki­ şâf etmiş bulunan ve tabi'î olarak çok mütema­ yil oldukları edebî bir nev'i terk edemiyorlardı. Şu şeref düşmanı ( mifcraz a l-d r â z ) Hutay'a, sonra al-Ahtâl, Farazdak, Carir, daha sonra Başşâr, Di'bil ve küfretme san’atında üstad olarak tanınan İbn al-Rümi ve daha bir çokları ( msl. korkunç MÜtenebbî), eski şâirlerin o kadar kıy­ met verdikleri bu nev’i, eski mevzuları süsle­ mek veya yenilerini icat etmek suretiyle, acı istihzâ ve küfürleri devam ettirdiler. Bununla beraber, devirler boyunca, hica\ bir taraftan ictirr.âî vasfım kaybedecek ve diğer taraftan da yalnız şerefsizlik unsurları ile beslenecektir. Goldzibeı Abbâsîler devrinde hica ’nm vüs'at ve heyecanını kaybettiğini kaydeder. O za­ man, şâirleri birebirlerine saldırtan kıskançlık ve hased İdi ( tahâcî yahut muhâcât 'm câhiHye devrine kadar indiğini ilâve edelim). Di­ ğer taraftan hica, İslâmiyet ile, kadrosunu ge­ nişletecektir: ensâra mensup şâirler putperest­ liği lekeleyecekler, Carir hıristiyan al-Abtal ’ı



hırpalayacak, sonra bütün muhalif fırkaların sırası gelecektir. Nihayet araplann gururunu yıkmak ve onların asalet derecelerini düşürmek ( bilhassa, maşâlib al-arab etrafında toplanan o kin ile dolu bütün edebiyatı düşününüz ) ga­ yesi ile, şu’ubî hareketi hica 'dan istifâde ede­ cektir. Bugünkü günde İçtimaî şartlar geniş değişmelere mârûz kaldığından, klâsik hica da­ ha ziyâde sönmüştür. Bununla berâber, umu­ miyetle halk lisanı ile yazılmış olan muasır si­ yâsî ve İçtimaî hiciv risalelerinin, eski zama­ nın acı istihzalarına ne kadar benzediğini araş­ tırmak alâka vericidir. Goldziher 'in ve ondan sonra arabiyât ile uğ­ raşanların gözünde hicâ\ iptidaî şeklinde, düş­ manlara tevcih edilen bîr efsun idi. Goldziher iddiasını Emevîier devrine âit vesikalar arasın­ dan topladığı bed-duâ ve lanetlere istinat et­ tirmektedir. İmdi bu bed-duâlara dikkat edilirse, onların kâhin 'in sac''inden meydana çıktığı müşahede edilir: a. şekil itibârı ile, muammâ tarzında kısa kafiyeli, basma-kalıp parçalardır; b> mâ­ hiyet itibârı ile, görünmez âlem ile bir ittisal farzettirir ve fevkattabıa bir kudrete ilticayı tazammun eder. Hâlbuki hica yumuşak ve açık bir şekil için­ de ifâde edilmiştir; diğer taraf tan, muhtevaları tabi'î ve el ile tutulabilir vâkıâîardır ( şerefsiz­ lik unsurları; bk. mad. 'ÎR2.). Bununla berâber hica ’ ile sa c , şekilleri ve mâhiyetleri itibârı ile, birbirlerine aykırı ise­ ler de, doğrudan-doğruya amelleri nazar-i iti­ bâra alınırsa, birbirlerine uymaktadırlar: fil­ hakika, kicâi ’nm gâyesi muhâtabmı alçaltmaktır; bizzat küfrün şiddeti iledir ki, düşman tezlîl edilmiş olur ve bu amel ve aksül'amel imtizacında, muhakkak, sihrî bir şeyler vardır. Velhâsıl bu yapılan ve sonra te'sir eden bir bü­ yüdür. Bu bakımdan Goldziher 'in hakkı var dm Kâhinin sac' 'ine gelince, o, görünmez bir kuvvet vâsıtası ile, düşmanı şaşırtır ve lânetin sihrî vasfı bilhassa buradadır. iptidaî hica nm sırf ictimâî ameline gelince, bu, şerefin icâplarına aykırı hareket eden kim­ senin halk efkârı ( = şâir } tarafından çarptırıl­ dığı ceza ( = hakaret) şeklînde tahlil edilebilir. B i b l i y o g r a f y a : Bu makalenin mü­ racaat kitapları ile tafsilâtlı bir bibliyograf­ yası için bk. Bichr Fares, U Honneur chez les Arabes avant Vİslam (Paris, 1932), s. 10 v.d., 36— 42, 57, 99 (not ) , 61, 85, 113, *39» 161, 198 v, dd,, 214— 218, Krş. bir de Afalvvardt, Öber die Poesie und Poeiik der Araber ( Gotha, 1856 ), s. 51 v.d .; Gold­ ziher, Öber die Vorgesckichte der Hica’Poesie ( Abh. %. arab. Phil. , Leiden, 1896, I,



HİCİV - HİCR. l — 105 ) î ayn. mil,, Der Divan des Garzeal b. ffutey ’a( ZDMG, 1892, XLVI, 1 —53 ); Tâha Husayn, Fi ’l-adab al-cShili ( Kahire, 1927), s. 122— 140, 1 7 ı— 181; krş. Gabrieli, Estetica e poesia arabica (R S O , XII, 293— 300 ) ; -‘Abbâs Mahmüd al-'Akkâd, îbn al-Rümi ...( K a h ir e , 1932}, s. 217— 243. Bunlar­ dan başka hica gürleri yahut ona müteal­ lik olşin bir çok fıkralar, lügatçe ve ede­ biyat^ el kitaplarından maada, şiir mecmua­ larında ve arap edebiyatına dâir eserlerde bulunur; bilhassa bk. al-Şdara al-naşrâniya, a l-Ş ır va ’l-şu a ra , Yaîimat al-dakr, Ritâb al-ağâni, al-Bayan va’l-fabyin. Bâzan bir mecmuanm mevzuu olu r: Carir ile Farazdak ’ın ve .jCarir ile Ahtal 'in N akaiz ’İ gibi. Bâzan da bir. bahiste toplanmıştır: Bâb al-hica ( msl. flamâsa, 'Ikd al-farid , Nafçd o/-#zY, ' Umda, Mustaİraf ), Nihayet İbn Sina 'mn, Aristo ’nun Poetika 'sındaki komedia kelimesini „al-hicâ,w İle tercüme ettiğini kaydetmek fâyân-ı teces­ süstür ( bk. Tâhâ Husayn, Mukaddime); Kudâma b. C afar, Kiiâb al-nakz al-naşr (K a ­ hire, 1933 ), s. 21 ve 26. ( BiCHR FARfeS.) HİCR. [Bk. H İC R .] HİCR. al-HİCR (R itter'de Hacer, HadSCHER, HÖDSCHER, AL-HHEGR ), A r a b i s t a n ' da b i r ş e h i r . Vadi İ-Kurâ [ b, bk.]'ya bir günlük mesafede, Taymâ [ b. bk.] 'nın cenubun­ da, Batlaymus'un ’Y y ç a ve Plinius'un Egra is­ mini verdikleri ticâret mahallîdir. Artık bugün şehir mevcut değildir. Hâlen bedeviler abldıcr ismini, Mabrak al-Naka ( Mazham ) ile B iY atGanam arasında bir kaç mil temâdî eden münbit topraklı ve etraflarında sürüleri ile, bir çok bedevilerin oturdukları, müteaddit kaynak­ ları olan geniş ovaya vermektedirler. al-Hicr 'den Mekke 'ye iki yol gider: birisi hâlen hacı­ ların yölu olan Nacd yolu ve diğeri de eski­ den Mekke hacılarının yolu olan Merv yoludur. al-Idicr 'in garbında, 5 tâne münferit büyük kum kayasından müteşekkil olup, Asâliş (Doughty Travels 'da Ethlib J ismi verilen bir dağ vardır. Bu kayaların içinde, gayet san'atkârane bir surette oyulmuş bir çok mebânı vardır (ezcümle IÇaşr al-Bint, Bayt al-Şayh, Bayt Ahraymât, Mahall al-Maclis, D ivân); bunlarda taşa hakkedilmiş bir çok kuş ve hay­ van resimleri ile hayli kitabeler görülmektedir. al-Hicr 'i ziyaret ve bu kayalar ile içlerinde oyul­ muş olan binaları dikkatle tetkik eden ilk avrupalı Ch. M. Dougbty (1876/1877) D i­ vân müstesna olmak üzere, hepsinin medfen odalar ( aile mezarları) olduklarını, tabut yu­ vaları ve insan cesetleri bekâyâsı delâleti ile, anlamıştır. Mekke'ye giden hacılar Aşâliş dağı üzerinde bir gün kalarak, ibâdet ederler. Eski­



i4us A l



475



den burada puta tapan ve mağaralarda yaşa­ yan ( Troglodite) bir mağrur kavim Samüd [b. bk.J’lar otururlardı ki, Kur an 'da, bunların kendilerine taştan ev yaptıkları söylenir. Bu kavmi dine davet için, Allah tarafından, akrabâlarmdan bîri, Şâlih [ b. bk.] peygamber gönde­ rildi. Şâlih, Allah tarafından gönderildiğini isbât için, bir kayanın çatlağından, yavrusu ile birlik­ te, bir deve çıkardı. Lâkin bunlar, dalâletlerin­ de İsrar ettikleri ve Salih 'in muhafaza etmeleri­ ni emrettiği deveyi öldürdükleri için, Allah tarafından, bir zelzele île, imha edildiler. İçle­ rine âbideler oyulmuş bulunan al-Hicr kayala­ rına, bedeviler tarafından, Şâlih peygambere nisbetle, Maddin Salih { «Şâlihın şehirleri“ ) da­ hi denilir. Arap menkıbelerine göre, İbrahim, peygamber, Cebrâ'iî 'in emri ile* Hâcar ile oğlu İsmâ'il 'i al-Hicr 'de bırakmış ve îsmâ'il de orada, anasının yanında, defnolunmuş imiş. Al-Hicr Peygamberin siyerinde de geçer. 9 ( 631 ) senesinde Peygamber Tabük'tan geçe­ rek, Şam üzerinde yürüdüğü sırada, ordusu ile al-Hicr 'in yakınına geldi. Askerler buradaki kaynakların sularından istifâde etmek için, tevakkuf etmek istediler; lâkin Peygamber- A l­ lahın gazabına uğramış olan bu kâfirler yata­ ğına girmelerine müsâade etmedi. Son zaman­ larda, Vahhâbî emîri Sa'ûd oraya bir şehir kurmak istiyordu; lâkin bu tasavvuru, Allahın lanetine uğramış olan böyle bir yerin ihyâsına muhalefet eden ulemânın son dereceye varan ısrarları karşısında, kuvveden fiile çıkamadı. Hicr, Doughty'den sonra, 1879'da, alsash Ch. Huber tarafından yalnız olarak ve 1884 'te J. Euting ile berâber, ziyaret edildi. B i b l i y o g r a f y a : Tabari, Annales (nşr. de G oeje), 1, 215, 217, 244— 251, 278 v.d., 352; İbn Hişâm, Slra (nşr. TJPusten* feld), 1, 898 v .d .; Hamdanî, Cazîra (nşr. Mülîer), s. 131, 14— 15; Yiküt, Mu cam, Iî, 208; K. Ritter, Erdkunde, XII, 154— 157, 162, XIII, 265 v. d., 418, 436, 440— 442; Caussin de Perceval, Essai sur Uhisioire des Arabes avant Yislamisme (Paris, 1847/1848 ), I, 24 v. d., 2125 III, 285; W. Muir, The Life o f Mahomet ( Los don, 1858), I, 138, not; A. Sprenger, Die alie Geographîe Arabiens, bk. fihrist ; Jaussen ve Savignac, Mission archeol. en Arabie, I, 107 v. d d . ; J. Eu­ ting, Tagebuck einer Reise im Inner-Arabi en, II, 2x5 v. d d . ; E. Renan, Documents Epigraphiqu.es recaeillis dans le nord de VAra­ bie par M. Charles Doughty (Paris, 1884: Academie des Inscr. ei Belles Lettres ta­ rafından neşredilen husûsî cild ); Dough-: ty, Travels in Arabia Deserta, I, 23, 81— §3> 93— 96, 102— 123, 133— 136, 180— 188 ve



476



HİCR - HİCRET. bfe. fihrist, madd. el-Hejr ve Madam Şalib. ( J . SCHLEIFER.)



HİCR. AL-HİCR, A r a b i s t a n Ma b i r mm* ‘ . t a k a olup, Bişa [b. bk.] ve I^aş'am ara­ zîsi civarındadır. Adını Hicr b. al-Azd 'den almıştır. Al-Hicr havalisi pek miinbit ve buğ­ day, arpa tarlaları ve elma, şeftali, incir, erik, badem gibi, meyve ağaçlan ile, pek zengin idi. H i c r l e r i n a ş i r e t l e r i arasında alHamdâni ezcümle şunları zikrediyor j 'Amir ' 1er ( 'Abd batni aşireti ile beraber ), Aşâbiğa iar, Rabi'a'İar, Şahr'iar ( ai-Asmar, Baî-Hariş, Malik Naşr, Nâziia batni ile beraber ). İri i c r a r a z î s i n i n m e ş h û r y e r l e r i arasında şunlar gösterilmektedir: Aşcân ( gâyet ehem­ miyetli bir mahal), al* Baha, Cahva ( al-Fücr 'in en büyük şehri ), Halabi, al*Had ra, Nazza, Rahab, Rahva ve Zunâma; v a d i o l a r a k : Ayd, Bâ^ân, Zabub, ‘İbİl ( al-Hubal mevkii ile ), Karib, Hat, Nihyân ( pek çok meyve ağaçlan vardır ), Rayamâ, Sadvân ve Tanüma ( 60 köy ile). B i b l i y o g r a f y a ' . Hamdânı, Cazlra (nşr. Mülîer), s. 70,22, iz i , 10— 123, 5,217,13. H İCR A. [ Bk. hîcre .] H İCR A. [ Bk. hicret .] HİCRE. HİCRA, c e n û b î A r a b i s t a n 'd a münhasıran Peygamber sülâlesinden sâdat ve aş raf tarafından meskûn ve p e k m ü b a r e k s a y ı l a n b i r veya b i r k a ç k ö y ü h a k k ı n d a k u l l a n ı l a n bir tâ­ b i r d i r . Böyle bîr köyün ( msî. Arhab 'da bu­ lunan H ayfa; bk. madd. HÂŞİD ve BAKİL) harbe mâruz kalmaması gerektir. Bu köy­ lerin ekserisi hâkim (Jcuiât) ve fakîh ( fukaha ) olan ahalisi kendi kabilelerinden Hicra 'ye mensûp olduklarına dâir bir vesika alırlar ve kabileleri balkı arasında şeyhlerden daha üstün bir riâyet görürler. Aralarından bazıları da, mün­ feriden, köylerde imamlık ve kâtiplik yaparlar. Birinci Hicra 'den farklı olarak, bir de Cabal Zin [ bk. madd. HÂŞİD ve BAKİL ] 'de bîr Hicra vardır ki, burası bir hankab mahiyetindedir ve ahâlisi bu dağm üzerinde bulunan velî Kudam b. Kadim 'in kabrini iyi bîr halde muhafazaya itinâ ederler [ bk. mad. HAVTA ], B i b l i y o g r a f y a :E . Glaser, Metne Rei­ se dttrch Arhab and Hâşid ( Petermanns Müteilungen 1884, XXX, 174 ). ( J. SCHLEIFER.) HİCRET. HİCRA, P e y g a m b e r i n M e k ­ k e ’d e n M e d i n e ' y e h i c r e t i v e h i e r î tarihin başlangıcı. Peygamber Mekke'de Kureyşierin muhalefe­ tini yenemediğinden ve ( o zaman Yasrib tes­ miye edilen ) Medine halkı arasında dostluklar peyda etmiş olduğundan, Medine 'ye nakletmeğe karar verdi. Arapça hicra kelimesini bâzdan gibi «firar" pıânaş;n$ {dmak hatâdır j çünkü



kaçara cezrinin aslında ifâde ettiği fıkır firar değildir. Bu cezir «rabıtaları kesmek, kabile­ sini terketmek, göçmek" mânasını ifâde eder. Bugün dahi müslüman ülkelerinde muhacir İsmi hıristiyan hükümetlerin yerleştiği memle­ ketleri terkeden müsîümanîara verilen bir isim­ dir. Bu kelime alelacele kaçış vukû bulduğunu tazammun etmez, belki terk edilen memlekette yaşamakta zorluk veya nefret duyulduğuna de­ lâlet eder. Mas'üdi Tanbih adlı eserinde diyor ki: — «Peygamber Mekke 'deki sahabesine Medine 'ye hicret etmeleri emrini vermişti, Bunlar kafile­ ler hâlinde hareket ettiler. Medine 'ye ilk va­ ranlar arasında, bilâhare halife olan, ‘Omar bulunuyordu. Şüphe yoktur kİ, hicretin vuku­ undan evvel, Tabari tarihinde dahi işaret edil­ miş olduğu vecihle ( farşça muhtasar, II, 437 v. dd.) Medine ahâlisi ile bâzı müzâkereler cere­ yan etmişti. Daha sonra Peygamber, refaka­ tinde Abü Bakr olduğu hâlde, hareket etti. Kendisine mevdu bâzı emânetleri sahiplerine iade etmek için, 'A li'y i Mekke'de bırakmış idi, 'A li 3 gün daha Mekke 'de kalmış, sonra o da muhacirlere iltihak etmiştir. Peygamberin azîmetı hakkında, halk ara­ sında oldukça yayılmış bîr menkıbe vardır. Peygamberi öldürmek isteyen Kureyşîler sabah­ leyin evine gitmişler, fakat orada yalnız 'A li 'yİ bulmuşlardır. 'A li kılıç ile bunları defetmiştir. Kureyşîler oradan Peygamberi Medine yo­ lunda takibe koyulmuşlardır. Peygamber bun­ ların geldiğini işitince, Abü Bakr ile birlikte, kayalıklar arasında bir mağaraya girmiştir. Allahın irâdesi ile, bir örümcek hemen o daki­ ka bu mağara gibi yerin medhâline ağını ger-, iniştir, Kureyşîler ağı görünce, oraya hiç kim­ senin girmemiş olduğuna hükmederek, geçipgitmişlerdir. Bu menkıbe Kupan, IX, 40’ in tefsi­ rine yardım eder: «İkiden biri olarak, mağarada iken, refikine: — hiç bir şeyden mahzun olma,zîra Allah bizimle beraberdir" — dedi ( krş. R. Basset, L a B a rd a k diz C h a îk k E l-B o u sir i, s, 81— 86 ve emsali). Yol boyunca ensâr kafile-kafile Peygamberin güzergâhına çıkmışlar ve devesinin yularını tutarak, kabileleri arasında kalmasını niyaz ey­ lemişlerdir. Fakat Peygamber hepsine şu cevabı vermiştir — «Devemi yürüyüşüne bırakınız, çün­ kü o Allah m emirlerine itâat etmektedir." — (krş. Mas'üdi, Murüc, IV, 139). İlk mescidin inşası ve cuma namazının ilk kılınması hakkmdaki rivâyetler bu seyahate taallûk etmektedir. Riv âyete göre, Peygamber Küba 'da Sa'd b. Hayşama 'nîn evinde te­ vakkuf etmiş ve orada mescidi inşa ettirmiş ve Bani Salim Men geçerken, onlar ile birlikte, ilk



HÎCREf defa olarak, cemâat ile cuma namazım ( şalât alcuma ) kılmıştır. Medine 'ye muvasalatında Abü Ayyüb aî-Anşari 'nîn evine misafir olmuştur. Daha evvelden de Ca'far b. Abi Talib 'in idaresi altında, Peygamberin bir kaç arkadaşı­ nın Habeşistan'a hicreti vukû bulmuştur; bu hicrette bir kaç kadm da vardır. Bunlar ara­ sında Nacaşî He evlenen Abü S uf yan'm kızı da bulunuyordu. Ca'far 7. yılda Arabistan 'a dönmüştür (Mas'üdi, Tarihili; trc. Carra de Vaux, s. 340)* Hicretin hakikî tarihi hakkında müteaddit fikirler vardır. En ziyâde şayi olan fikre göre, hicret S rebiülevvelde (20 eylül 622} vukû bulmuştur. Bu tarih, başka bir fikre göre, Mek­ ke'den azimet tarihi değil, Medine'ye muvasa­ lat tarihi imiş. Bâzı rivayetlerde bu tarihi rebiülevvel ayının 2 'si, diğer bâzdan ise, 1 2 'sİ olarak gösterir. Birüni 'nin rivayetine göre, müslümanlar, Medine 'ye vâsıl oldukları gün, ya. hudİlerl ‘Aşürâ ( tevbe ve istiğfar) bayramını tes’îd etmekle meşgul bulmuşlardır. Ay m S. gününün intihap edilmesine sebep, bu günün bir pazartesi gününe tesadüf etmiş olmasıdır. Bir rivayete göre, Peygambere niçin pazartesi gününü mübarek saydığını sordukları zaman, şu cevabı vermiştir : — „ 0 gün doğdum, o gün risâlete eriştim ve yine o gün hicret ettim." Hicrî tarihe mebde' addedilmesi halife 'Omar 'in eseridir. Takvim tarihinin hicret bida­ yetinde, bizzat Peygamber tarafından tesbit edildiğine dâir olan rivayetler hakikate uy­ gun görülmez. Bir rivayete göre, bu tarih Abü Bakr zamanında, Yemen 'de halifenin va­ lisi olan Ya'la b. Umayya tarafından, tesbit edilmiştir. Fakat ‘Omar tarafından tesbit edil­ miş olduğu fikri daha galiptir. Rİvâyetlerde bâzı tehâlÜfier olmakla beraber, nakledildiğine göre, 'Omar, beytülmal kalemle­ rini, kayıt defterlerini ve vergileri le'sis ettik­ ten sonra, tarih koymak hususunda zorluk kar­ şısında kalmış yahut tarih koymadığından do­ layı, itirazlara uğramıştır. Birüni tarafından nakledilen bir rivayete göre, Abü Müsâ al-Aş'ari kendisine : — „Bize tarihsiz mektuplar gön­ deriyorsunuz" — diye yazmıştır. Halife maiyetin­ dekiler ile istişare etmiş, Yunan ve İran âdet­ leri tetkik edildikten sonra, bir takvimin tesbİtı kararlaştırılmıştır. Bir takımları tarihin Peygamberin velâdetinden itibaren hesap edil­ mesini teklif etmişlerdir; fakat bunun zamanı muhakkak değil idi. Söylenildiğine göre, Pey­ gamberin, hicret zamanından itibaren, hükümran olmağa başladığını Heri sürerek, bu zamanın ta­ rihe mebde' ittihaz edilmesini teklif eden 'A li 'dir. Bu karar hicretin 17. veya 18. senesinde



HİKÂYE



"



47?



verilmiştir/ 16. senesinde verildiğini söyleyenler de vardır. En galip fikir 17. senesinde verildiğidir. Bu tarihîn tesbitihden evvel müslümanlar ken­ di senelerine izin senesi, zelzele senesi, vedâ senesi v. b. gibi isimler verirlerdi ( bk- Birüni, Chronologg, s. 35 ), Peygamberin dine davete başladığı sıralarda, araplar seneleri „fil vak’ası" senesinden itibaren sayarlardı, İmdi hicretin vukû bulduğu sene, birinci sene olarak, tesbit edilmiştir. Hâlbuki takvim usûlü K u r ’ an 'm bir âyeti île teessüs etmiş olduğun­ dan, aylar eskisi gibi muhafaza edilmiş ve mu­ harrem ayı birinci ay sayılmıştır. Bunun sebebi de bu aym hacc mevsiminden sonra ilk iş ayı olmasıdır. Binâenaleyh hicri tarihin başlan­ gıcı, hicret vâki olduğu gün değil, hicret senesinin muharrem ayının birinci günüdür. Bu birinci gün bir cuma gününe tesadüf etmiştir ve Selefkîler tarihinin 933, Julien tarihinin de 622 senesi temmuz ayının 16. gününe müsadif tir. B i b l i g o g r a f g a t L. Lacoine, Table de la concordance des dates des calendrîers ( Paris, 1891 ) ; ideler, Handbuck der maihematischen und technischen Çkronologie (Berlin, 1826); Ulysse Bouchet, Hemerologie (Paris, 1868); Ginzel, Handbuck der matk. und techn. Wissenscha/ten ( Leipzİg, 1906_), I, 258 v. dd. (B. C arra de V aux .) H İ D A D . [ Bk. h İd â d .] HİDÂD. HİDÂD (A.), kızların ve dal ka­ dının giydiği matem elbisesi ( Bk. mad. 'İDDA.] HİDÎV. ( Bk. MISIR.] H ÎK A Y A . [ Bk. H İ K Â Y E . ] H İK Â Y E . H ÎK AYA, bu kelimenin yalnız lügat bakımından değil, arap edebiyatının in­ kişâfı noktasından da ehemmiyetli ve mütenevvî bir tarihi vardır. Lane (s. 618 v. dd.), maalesef, bu tarihî hakkı ile takdir edememiştir; fakat arapça lügat kitaplarım ( msî. L is â n , XVIII, 207 v.d.) açacak olursak, muahhar arap yazılarının büyük ekseriyetinin bize tanıttığından büs-bütün başka mânalar ile karşılaştığımızı hayretle görürüz. Muahhar müelliflerin bu kelimeye alel­ ade verdikleri „hikâye, kıssa, rivayet" mânası, eskilerde hemen yok gibidir. K u r ’an 'da bu kök yoktur ( burada h a d is , alelade isimdir ; Aoşşn n a b b a ’ a en sık rastlanan fiildir ; A s â t i r aU a v v a lin hakkında bk. Sprenger, L e b e n , II, 390 v.d.); hadîslerde bu kelime, ekseriya tezyifkâr bir mânada olmak üzere, ,}bir fiilin takli­ di" demektir ( g ö s t . g e r .), O hâlde hikâye îUp.T)mç muâdilidir ve bütün başka mânalar bundan çıkmaktadır. Evvelâ kelime, eğlendir­ mek maksadı ile, „taklıd" mânasına gelir; bu işi meslek edinmiş olan hakiga, başkalarının tavırlarını, lisanlarını ve karakterlerini, bir-az gülünç bir tarzda, taklid eder. Bir nutkun tak*



4?8



HİKÂYE.



Udi, dalıa sonra aynen nakil ve tekrarı olabilir; bu suretle kakayta ‘anhu ’ l-hadîs »hadîsi onun arzından tekrar ettim" demektir. Sâdece mü­ şabehet dolayısı ile de böyle olabilir; nasıl ki, bir şey diğer bir şeyin aynı olması ile, onu tekrarlar. ' Kelime, hiç olmazsa, İlk dört asır zarfında bu mânada kullanılmıştır. Kelâm ilminde bu fark daha uzun müddet devam etti. K ülliyât’a göre (h. XI. asır, Muhit al-mulıit, I, 43ib 'de zikrolunmuştur), kaka fiili Cenâb-ı Hakka tat* bik olunamaz, zîra onun kelâmı başka biç bir kelâma benzemez ( mamafih Kutlan, XXXVIII, 164 münâsebetiyle bk. Bayzâvi ve Ibn ‘Arabşâh, Fâkihat al~hula/â\ nşr. Freytag, s. 108, st. 25 ). Fihrist ( h. İV, asrın ikinci y arısı) 'te, kıssalara ahbâr yahut bâzan ahâdiş, asmâr 'in zıddı eğlendirici masallara hurâ/ât yahut aynı zamanda ahâdiş denildiği hâlde, hiç bir vakit kikâyât kelimesi kullanılmamaktadır ( msl. bk. Bin bir gece 'nin tarihi hakkındaki pek mâruf fıkra, Fihrist, s. 304 v.dd.; bk. bir de s. 313). Asmâr, tarihî dahi olabilir, msl. al~Asmâr al-şa­ hika ( s. 305, str. 9 ); hâlbuki fyadiş, daha baş­ langıçtan itibaren, en çok kullanılan kelime idi. Buna karşılık Fihrist 'te, hikâya, bir raporun nakil ve tekrarı ve aynı zamanda bir kopye mânasına gelir; msl. s. 275, str. 20: hikâya min haiiih yazısının kopyesi"), str. 21: hazihi hikâyatuku ( »bu onun kopyasıdır, suretidir" ). Ekseriya »rapor" kelimesi ile tercüme etmek mümkündür ; bu takdirde, aksi sarahaten işaret edilmemiş ise, doğrudan-doğruya hakikî mânada kullanılmış demektir, Hamza al-lşfahüni [b. bk.], bu kökü aynı şekilde kullanılır (msl. s. 17, 12, 64, 1; 6$, 13 ; 201, i, nşr. G oitw a!dt). Kitâb al-ağâni ( h. IV, asrın ikinci yarısı ) 'de kişşa, hadis ve kabar kelimeleri, farksız olarak, »nakil rivayet, takrir" mânasına, hikâya kelimesi İse, bil 'akis Fihrist ve Hamza'da olduğu gibi kul­ lanılmıştır ( msl. Bulak tab., I, 4, 20,): kâza mâ samitu min Abi Bakrin hikâyatan Proceedings of the R. Geographıcal Society QDC — Questions diplamatİques et coîoniales RAAD*=Revue de l’Academie Arabe de Damaa



A. al m.



arapça — almanca



aş, bk,



= aşağıya bakınız



aş.^yk.



~ aşağı yukarı



ayn. esr. = aynı eser ayn. mil, w aym müellif b. — bin, ibn b. fak. buna bakınız benz, — benzen bk. = bakınız bk. mad. =s maddeye bakınız c. -g. — cenup-garp c.-şr, =s cenup-şark e. cild doğ m. s5s doğum ( senesi } dols, = dolayısı üe F, = farsça frns. = fransızca göst. yer, — gösterilen yerde { loc. cit.) gr. = grekçe h. = hicri ilv. sr= ilâve iögl. ss= İngilizce



krş. m. m. Ö. m. s. mgl. nşr. ölm. s. ser.



= karşılaştırınız = milâdî = milâttan Önce = milâttan sonra — meselâ = neşir ( edition) ~ ölüm ( senesi) — sahifa = seri = şimâfagarp ş.*şr. — şimâl-şark T. = türkçe tab. — iab’ı ire. = î tercüme is. tarihsiz tür. yer. = bir çok yerde ( passim} v.b. = ve başkaları ( krş, v,s.} v.d. = ve devamı v. dd. = ve devamının devamı var. — varak ( folio ) v,s. = ve saire { krş, v.6.) yaz. = el yazması yazl. — el yazmaları yk. bk. = yukarıya bakını»



DÜZELTMELER H lZ I R mad., s. 463 b, » tr. 55 ; v e y a t a v s i y e l e r i n i yerine U C v sîg e l e r i n i v e y a ; s. 464 a, s. » tr. 25 : K a y d a jet adı yerine K a y d ü f a £ K a d i f e ) % s, .464 b, » ir. 2 : 1 , 5 7 ye rin e 1 , 1 7 ; s. 465 b* str.. 4 3 : 1 , 5 7 ye rin e 1 , 1 7 ; s. 4 '6 a , « ir . 5 5 ; f ; 4 0 0 00 ye rin e 1,4 0 0 ,0 0 0 ; s, 469 a. « ir . 37 s $«7ırs g i r ye rin e ş a h ı s •, s, 469 a, s tr. 46 : 1 5 7 — 16 0 ’da y e rin e 1 5 7 — 1 5 0 ) d a : a, 469 b, » ir. l4 - ~ î 5 : B a k d ı r l ı o ğ l a , . . , A n d ı r a n ‘ y e rin e B a h a d t r l ı o ğ l u , , , , A n d t n n ; s. 469 b, s tr, 5 3 : 19 5 6 yerine 19 3 6 ; a. 470 a, s tr. 57 : s a y ı 3 9 ye rin e s a y ı 3 8 ; a, 4?î b, » ir, 2 1 — , 2 i Osman M e h m e d A l î T ü t ü n c ü yerine M e h m e d A l i T ü t ü n c ü o la c a k tır, İ s p a r t a m ad., e s i a, s tr. 55 : l e s S e l d j , , ^ yerine d e s S e t d j , , s, 681 a, s tr. 55 : Rec d e t e x l e s , . • a d !ı eaerde K ılıç A ratan tarafından, B izanslIlardan a lın d ığ ı ka yd ed ile n S parta, b a h ir mevzûu İsp a rta o lm ayıp, P . W itte k ta ra fın da n Eşen çay m unsabında Patara île a y n iy e ti ile ri sürülen k a le d ir ( b k, V o n d e r B g a a n t in is c h e n . z ı t r t a r k i s e h e n T o p o n y m t e , B y s a n t İ o n , 1935, X , 2 3 ) o la c a k tır. *B N A R A B Ş A H m ad., s 693a, « ir. 43 * a l- Z a v * yerine a l- Z a r ? ; s, 698a » tr 49 s d M a n k i l yerine a t - M o n h a l ; s. 698 b, str. 9 : a l - Ç a s i r î yerine a l - C a z a r i ; s, 699 a, s tr, 2 9 : a l - M a n h i l ye rin e a l - M a n h a l ; s, 699 b, s tr, 7 : S u la g m â n Ş a k 6. M a k m ü d yerine S a la y m a n h', M e h m e d ; a, 699 b , s tr. 23 : m o ğ u lla r ye rin e m e v z u l a r , ; a. 70öa> s tr. 53 : M u r i a z a - z & d e N a z m î ye rin e N a z m î - z â d e M u r t a z a ; a, 7(30 b , s tr . 24 t A b a S a t î d A b u ’ l - H a y r ’den yerine A b a S a*.i d A b u ’ l - H a y r ’ a â i t a la n - v e ; s. 701 a, s tr. 17—1 8 ! F i 'l - N a h v ye rin e M u k a d d i m a f î ’ l - n a h v ; s. 70 b, »tr. 7 : p a p l i e s yerine p a b l i c s ; s. 701 b, s tr. 8 } L i e y e 1 8 9 2 , I I , 7 8 8 ,2 10 ye rin e " ( Liege, 1892», I I , ı8 J ,2 iö o la caktır. İBN BATTÛTA m d „ s, 708 a, s tr. 1 0 t g e ç m e s i n e ye rin e g e ç m e m e s i n e ; s. 708 b, « ir, 1 2 : ü î i - î M a h a l ye­ rin e Z î b a - i M a h a l ; s . 7C8 b, s tr. 1 7 : S in K a l a m ye rin e S i n K a l a n ı s. 70S b, » tr, 5 3 : . . . a f-a m şa i . . . ye­ rin e . a l- a m ş S r . , t , 709 b, s tr . 2 8 : v e ye rin e n e j ». 709 b, s tr . 33—3 1 : t e f e r r u â t ı i l e ‘ h o ş l a n d ı ğ ı ye rin e t e f e r r u a t ı i l e n a k l i n d e n h o ş l a n d ı ğ ı f s. 710 a, e tr. 1 : 1 9 4 5 y e rin e V E ı ır o p e o r i e n t a l e d e J 0 8 1 â 14 5 3 < P ari», 1945} ; », 710 a, s tr . 2 2 : D e r g e ye rin e B e rfce } s. 710 a, s tr . 5 1 : v a s f ı n d a ye rin e v a s f ı n d a , f *. 710 a, str.. 53 s G a ra ye rin e N a m a y y , s. 7 l0 b , s tr . 7 t G a îb ıs a r ye rin e G ö ib is a r : ». 710 b, « tr, 2 9 : î b n B a t t ü t a ’dan sonra ilâ v e : b ir i a sk e rî d iğ e ri . . . ; o la caktır.



IfiN HALDÛN m ad., «., 743 b, s tr, 3 5 : D i r S s S t ca n m u k a d d im a i a l- I b n H a l d u n ye rin e A b ü H a ld u n S at i* , Bey a l-H u s ri, 'p i r â s S t 'a n m u k a d d im a t a l - l b n H a l d u n ; s. 740 a, s tr. 2 9 : b i li n i y o r m n d a k e n e h t îr yerine b i l i n ç m i y a r ; s. 740 b, s tr. 4 5 : g ib i v e ye rin e g ib i; ” a. 7 4 1 a , s tr. 4 2 : R o m a ye rin e r o m a l t ; s. 743 a, s tr. 27 i B e ­ d e v i ycrinO b e d e v i ; .s. 743 a, s tr. 31 : B e d e v i yerine b e d e v i ; s. 743 a, s tr. 32 : H a z a r î ye rin e h a z a r ı ; s. 743 b, str, 6 : A f k â k a n i y S n yerine A ş k â n i y û n ; s, 743 b, s tr. 7 : E ş k â k a n i y â n yerine A ş k â n i y â n o la c a k tır.



l



Hî k a y e tercümesi ( sigar ) olmak iddiasında bulunan kahramanlık romanları, aksine olarak, mûteber olmak için, muayyen muharrirlerin şöhretlerine lüzum gösterirdi; fakat taşıdıkları isimler, bizce mechûHdİler ve ihtimâl ki, hepsi sahtedir [bk, madd. 'A N T A R A ve B A Y B A R S ]. Yukarıda söylediklerimiz arapça konuşan İs­ lâm âlemine aittir. Türklerde ve bilhassa İran­ lIlarda hikâyeler daha yüksek edebî İtibâra mazhar gibi görünürler ve binâenaleyh terci­ han isimsiz oldukları hâlde, üslûp itibârı ile, daha ziyâde dikkatli yazılmıştır. Türk med­ dahı, tamâmiyle denilebilecek surette, arapça hâkiya 'ye tekabül eder ve yeni bir türk ede­ biyatının modern tekâmülünde meddahın san atı realist hikâye üzerine te'sirden hâli kalma­ m ıştır [ bk. mad. TÖRK EDEBİYATI]. M e d d a h (tipler Abîı ’i-Mutahhar'm hikaya ’si ile dik­ kate şâyân bîr benzerlik arzeder) hikâye­ lerinin muhtelif örnekleri için bk. Georg Jacob, Tiîrkische Bibliotkek, tür. yer. ve umumiyetle ■ ■ ■ bu mevzu hakkında, I, 6 v.d. ve bundan başka Paul Horu, Geschichte der türk. Moderne, s. 12 v.d. ve Selim Nüzhet Gerçek, Türk temaşası ( İstanbul ), B i b l i y o g r a f y a : M etin de gö sterilen eserlerden başka, M ez 'İn Abulkâsim 'a y a z ­ mış olduğu yetlidir.



m edhai



son



derece



ehem m i­



.



( D . B. M a c d o n a l d .) HÎKMA. [Bk. h ik m e t .]



HİKMET. HİKMA ( ibrânîce hokhma ve süryânîce hekhırMka), Kudan 'ın Önceleri nazil otmuş âyetlerinde P e y g a m b e r i n v a a z v e : ir ş a d 1 a r ı mânasında kullanılmaktadır ( XV], I2Ğ; LIV, 4 ); bundan başka, »mukaddes, vahyolunmuş kitab" ( III, 43, 75, 158; IV, 57; V, n o ; XVII, 415 İncil 'i ifâde eder XLIII, 63 ) ve bizzat Kar an bu müradifi olarak alınmıştır ( II, 231; IV, 113; XXXIII, 34 i LXII, 2). Kur’an, 11, 272'de kelime mûtad mânada kullanılmıştır; II, 252, XXXVIII, 19 'da Dâvüd ve XXXI, 11 'de ha­ kim Lokman için geçer. Bu son âyetteki tâbir : Tabari ( Tafsîr, XXI, 39) tarafından, »din ilmi (fık ıh ), akıl, doğru sözler" şeklinde ve Bay:: zâvi ( nşr. Fleischer, II, 113) tarafından, »Hik­ met, ulemâya göre nazarî ilimleri iktisap etmek ;v e yapabildiği kadar iyi, müstahsen ameller işlemek itiyâd-ı tamını kazanmak sayesinde, in­ san ruhunun kemâlini ifâde eder" şeklinde, İzah olunmaktadır. Hikma hakkındaki bu fikre, daha evvel, Kalaban kitabelerinde rastlanır; burada TiKMay mabudunun bir lekabıdır { Dıtlef Nieîsen, ZDMG, 1912, LXVI, 592, 25; H. Derenburg, Revae d'Assyriol., 1902, V, 117 v.dd,). Lûgatçiİer hikma 'yİ aşağıdaki şekillerde tarif ederler: »en iyi ilim vâsıtası ile, en iyi şeyin bilinmesi" ( Lisan, XV, 30), »kazâî bir hükümde İflâm A ım kiopedişi



HİLÂL.



4$ı



âdil olmak, eşyanın hakikatini olduğa gibi bil­ mek ve iktizâsına göre, hareket etmek ( T 5 c al-'arüs, VIII, 253 ) ; mevzuun sebeplerini ( ilelin i), hakikatini, beşer kudretinin erişebildiği kadar, hadd-i zâtında oldukları gibi aramak olan ilim" ( Kâtib Çelebî ). Filhakika bu kelime iptida arap dilinde yunan sopkia 'asma delâlet eden falsafa [ b. bk.] kelimesi ile mürâdif olmuş­ tur (İbn Haldun, Mukaddima, Bulak, I, 399; Kâtib Çelebî, III, 89). Ijtikmaf al-işrâk, yeni eflâtûnî mâhiyette bir tasavvuf ( m aşrikiya) felsefesidir, al-fiikma al-maşrikiya unvanlı bir eser yazan İbn Sina zamanında bile silikleri bulunan bu felsefî mektep gizli idi, fakat sonraları bu mâhiyetini kaybetmiştir. Elkimyacılar ilimlerine hikma derlerdi ( Mafâilh aVnlüm, s. 256 ). B i b l i y o g r a f y a : al-Gazzâlı, İfaya* ( 1289 ), I, 87 ,* Tahanavi, Kaşşâf isiilâhât alfantin, I, 370; Carra de Vauz, Avicenne, s. 136, 141, 147, 151— 153; ayn* mil., Gazali, s. 236 v.d d .; J A (1902), 9. seri, XIX, 63, v. d d .; A . v. Kremer, Her r sekende ide en, s. 89—97 ; M. Horten, Philosophie der Erleuchtung (Halle, 1912), (CL. HUART.) H İL'A . [ Bk. HÎL’AT.] H İLÂ C . [ Bk._HÎLÂCJ H ÎL Â C . HİLÂC ( yahut HAYLÂC), arapçaİaştırılmış farsça bir kelimedir. Onu meşhûr bir şiirde, kethüda ile birlikte, kullanmış olan İbn al-Rümi ( Ölm. 284 = 897 ) 'nin şehâdetine göre, bir n ü c û m i l m i t â b i r i d i r ; yunanca bir kökten geldiğim söyleyen Barhân-i kâtı [ b. bk.] 'a göre, bu kelime en nihayet „âb-ı hayat" mânasını almıştır; hallaç kelimesi ile yarım kafiye teşkili imkânından istifâde ile ‘A ttâr eserine Hîlac-nâma adını vermiştir; bu, bir şehid hikâyesi perdesi altında, tasavvuf i vahdetin en yüksek idealini tasvir eden farsça uzun bir şiirdir. B i b l i y o g r a f y a : Hafâci, Şifa al-a lil ( Kahire, 1282 ), yk. b k .; Rieu, Çatal. Pers. M s s var. 577a — b ; Luğat al-arab ( Bagdad, 1913 ), III, 314— 317 ; Ethe, Grandriss der ıran. Philologie , II, 286. (L ou ıs M a s s ig n o n .) H İL A F A . [B k. H İ L Â F E T . ] H İLÂ FET . [Bk. HALİFE.] H İL A L . [B k. HİLÂL.] H İLA L. [B k. Sİv â k .] H İL Â L . HİLAL, Ma'addi ( İsma'ili ) gurubu­ na dâhil bîr a r a p k a b i l e s i . Ş e c e r e l e r i şudur: Hilâl b. ‘Amir b. Şa'şa’a b. Mu'Sviya b. Bakr b. Havâzin . . . b. Kays ‘Aylan. Câhil iye devrinde, Tabâla 'de Halasa İsminde bir puta taparlardı, »Yemen kâbesi" tesmiye edilen bu puta Baciîa ’ler, Haris b. Ka*b ve Haş‘am '1ar dahi taparlardı. 31



fcİL Â L Hilal Ter Nacd { Yemen hududunda ) 'de yaşar­ lardı ve Suîaym ' 1er [ b. bk.) in komşuları İdiler. ‘Abla, Burayk ( Bani Hilâl 'in Har ra 'sı denilen mevki İle birlikte }, Dümi, al-Futuk, al-Kurayhâ ( bu son iki mevki* Hamdânî devrinden itibaren, tahrip olunmuştur), Garvaş, Marrân (Basra üzerinde, pek çok kuyuları, hurmalıkları ve tarlaları bulunan büyük şehir), Şariha yahut kariha kasabalarına ve meşhûr 'U^âz paza­ rı (Hamdânî zamanında) ile Cilzân, Runiya ve Türaba (Mekke eivarmda, pek münbit; Zîbab ve 'Amir b. Rab i‘a ile müştereken) v a d i l e r i n e ve Bayş ( al-Nak'â deresi ile birlikte; Wüstenfeld, Fihrist, s. 224, sehven Boss ve al-B ae'a= B ak'â) ve aî-îfafâ d a ğ l a ­ r ı n a sahip İdiler. Hilal 'lerden bir haylisi Bişa [b. bk.]'da dahi yaşarlardı. Hamdânî'ye göre, çok iyî arapça konuşurlardı. T a r i h . lalamdan evvelki devirde Hilâl 'lerin reisi 2 amra b. Mâ'iz, bir akın esnasında, Azd 'lerden bir hayli adam Öldürür, bunun üzerine Azd 'lerin reisi şâir Haciz Hilâl ' 1er üzerine yü­ rür ve onlardan pek çok esir alır. 'Am ir b. Şa'şa'a ve Tamim Ter arasında cereyan eden alVatida (al-V atid ât) muharebesinde Hilâl'Ier birinciler tarafında çarpışırlar ve takriben 80 Ölü verirler. Bir tarafta Kureyş ve Kinâna 'ier, diğer tarafta Havâzin ’ler olmak üzere, cereyan eden Ficâr muharebesi esnasında, Hilâl Teri akrabaları Havâzin [ b. bk.]'İer safında bul­ maktayız. Havâzin ile Kureyş ve Kınana Ter ara­ sında aulh akdinden hemen bîr-az evvel, Rabi'a b. A bı gabyan kumandasında Havâzin '1er ile kardeş bir kabile olan Sakif 'lerin reisi Vahb b, Mua'ttib 'in teşviki ile ve 'Amir b. Şa'şa'a ’larm başka şubeleri ile müttehiden, Kinâna 'lerin şubelerinden Bani Lays 'e baskm yap­ mağa teşebbüs ederler ve mevâşisini çalar­ lar. Hicretin 8. ( 630 ) senesinde, Mekke 'nîn Peygamber tarafından zaptından sonra, Havâ­ zin 'ier, Sakİf Ter İle birlikte, Mâlik b. ‘A vf idaresinde, Peygamber aleyhine Mekke 'ye doğ­ ru ileriiedikleri sırada, Hilal Ter de onlara ilti­ hak ederler. Abbasî al-Vasile ( 230 = 844/845 ) 'm hilâfe­ tinin üçüncü senesinde, kumandan Buğâ alKabir, Suîaym Ter ile birlikte Medine şehrini taciz eden Hilâl Tere karşı, bir orda gönderir ve âsîlerden 300 'ünü bu şehirde hapse attırır; bunlar Suîaym 'İerİn diğer mahbusları ile birlik­ te kaçmağa teşebbüs ederlerse de, Medine halkı tarafından buna mâni olunur ve daba son­ ra, karşı geldiklerinden hepsi katloîunur. Hilâl Ter, bir müddet sonra, M ısır'a hicret ederler. Burada evvelâ Nil deltasına yerleşmiş, fakat sonra Fatımî halifesi al-'Aziz (365 — 3S6 = 9 7 S — 996) tarafından mağlûp ve İŞarma^Tarı ilti­



zâm ettikleri için, yukarı Mısır ’da yerleşmeğe icbar olunmuşlardır. Malçrizi ’ye göre, bunlar alŞa'ıd vilâyetinde Asvân mıntakasında otururlar­ dı. Mısır 'da H i l â l k a b î l e ş û b e l e r i ola­ rak, Maîprizi şunları sayar! Bani' Amr, RİfS', Htaeir yahut Idueayr, Kurra ( Ihmim 'd e ), 'Ukba yahut ‘Akaba ( Wüstenfeld, Fihrist, s. 464 sehven C orra) ve Aşfün ( Uşfün, Wüstenfeld, gost, yer, ; A sf ur baskı hatâsı olacak) ve A s n â ’da Camiia. 444 (1052) senesinde bu arap kabilesi, Fatımî halifesi al-Mustanşir (427 — 487 = 1035— 1094 } 'in teşviki ile, şimalî A f­ rika ( Kayravân ) 'ya hicret ederek, orada uzun bir mücâdeleden sonra, o vakit memleketin fi'ien hâkimi olan Fâtımîlerİn eski valileri Cirit Teri mağlûp etmiştir. Afrika 'da bir çok kabileler asıllarmı Hilâl 'lerden neş'et et­ tirirler. Hilâl Terin Afrika 'ya geçişi ve memleketi zapt için yapmağa mecbur oldukları muhare­ beler, bir kahramanlık ve aşk hikâyeleri mec­ muası olan .Sıra Bani H ilal ( »Bani Hilâl hi­ kâyesi") İsimli romanın yahut daha doğrusu destanın tarihî mevzuunu teşkil eder. Bu eser bize iki şekilde ( Sira al-Şamiya ve »Sı­ ra al-Irlicâziya) ve 3 destan hâlinde vâsıl olmuştur. B i r i n c i d e s t a n Hilâl Terin, Bilâd al-Sarv va-'Ubada'deki hikâyesini ( a s ı l sira) nak­ leder ; Hilâl 'in oğlu Munzİr ’in iki karısı, Hazbâ’ ve *Azbâ', aynı gecede Câbir ve Cubayr is­ minde iki erkek çocuk doğururlar. Cubayr ana­ sı île çekilip-gider ve daha sonra Nacd sulta­ nı olur. Bilâd al-Sarv 'de Câbir sülâlesinden emîr Hâzim ve Rizk saltanat sürerler. Rizlş Mekke şerifinin kızı al-Hazrâ’ ile evlenir ve Bizans'a karşı, şerife yardım eder. Rize'm , şerifin kızından, daha sonra Abü Zayd ( Zed ) ismini alan, Barakat adında, gayet es­ mer bir oğlu olur. Hâzim 'e oğlu Sirhân (Sar. hân ) ve buna da oğlu Haşan halef olur; Haşan, Yemen melikesi Harmâ ’mn talebi üzerine, Barzahâ ülkesinin ateşperestlerini mağlûp ettikten sonra, Harmâ ile evlenir. Müteakiben Abu Zayd'in yardımı ile Hindistan feth olunur ve bundan sonra Haşan, Harmâ ile birlikte, Bİlâd al-Sarv'e geçer. İ k i n c i d e s t a n Hilâl Terin Nacd ülke­ sine muhaceretinden ( ril}la ) bahistir: bir kıtlık dolayısı ile, Hilâl Ter Bilâd al-Sarv'den Nacd'e giderler; orada emîr Ganîm ve oğlu Zi'âb ( Cu­ bayr sülâlesinden D iyâ b ) ve kabileleri Bani Zuğba tarafından iyi kabûl görürler. Hilâl Ter, Nacd'in 7 hükümdarının başında gelen emîr al-Haydabî 'ye galebe çalarlar. Zi’âb 'm kız kardeşi al-Nâfİia ile evlenen Haşan bundan sonra, valiler vâsıtası ile, Nacd 'de hükümrân



HİLÂL



HİL'AÎ.



483



olur. Haşan 'm iki kardeşini öldüren Zi’âb He B i b l i y o g r a f y a ı Metinde zikredilen­ Abu Zayd arasında kavga çıkar. Zi’âb muta­ lerden başka bk. Hamdânî, Cazîra, s. $o, 9,84, vaat eder ve sulh olur. 19, 119, n-~ 13, 121, 4— 5, 136, 5, 263, 22— 23 } Ü ç ü n c ü d e s t a n ı n mevzuu Hilâl Terin Bakri, Geographisch.es Wörİerbuch, s. 149, garba (tağriba) muhacereti ve Tunus'un Ze275 > 35 4 » Û03, 694 v.d., 751, 764; Yâfcüt, nâti hükümdarı ile muharebeleridir ı 460 ( 10Ğ8 ) Mu cam, fihrist; Tabari, Annales, 1, 1591, senesinde Abu Zayd* kıtlık çıkan Nacd 'den, 1655; III, 1338, 1339 ve fihrist; Ibn aî-Asir, daha iyi yaşanacak bir yer bulmak için, maiyeti Çkronicon, II, 131, 199; VII, 9, 12 v.d.; ile, Tunus'a yürür. Abu Zayd'in arkadaş!arınVIII, 476; IX, 388— 390; X, 30 v.d,; Xî, 122, bİrî olan Mir'i ( M ar'i) 'ye karşı husûsî bir *39; Ağâni, XII, 50, 53 i XIX, 77, 81 ve temayülü olan Zenâti hükümdarının kızı Sa'dâ, fihrist; İbn Haldun, Histoire des Berberes, bunların işleri ile alâkadar olur. Abu Zayd I, 27, 29; Makrîzi, Abhandlungen über die müteakiben Nacd 'e avdet eder ve bunun üzerine in Âgypien eingemanderten arab. Stamme Hilal Ter garba doğru yürüyüşe teşebbüs eder­ (nşr. WÜstenfeld; Götün ger Studien, 1847 ler. Bir çok maceralardan sonra (7 sultanh II, 421, 424 ve 461, 464); Caussİn de Iran ülkesinde a geçiş ve bu memlekette muha­ Perceval, Essai sur Vhistoire des Arabes rebeleri, IÇâzi Budayr 'in kızı al-Mâriyas 'm esir avant Vlslamisme, 1, 310, 316; H, 476; III, alınması, Kürtlerin ve Türkmenlerin kıralı al245 ; F. Wüstenfeld, Genealogische Tabellen, Gazbân, al-Bardavil b. Râşid ( Balduin I, 1110 II, 2. kısım, levha F. 15 ve fihrist s. 223 — 1118), al-Serkesi Ibn Nâzib, Mısır hükümdarı v.d.; G. Marçais, Les Arabes en Berberle aî-Firmend, Bilâd al-Şa'id kıralı al-Mâzi ile ( Constantİne, 1913), 1. kısım, 1. fasıl. muharebeler v.b.), Zenâti halife arazisine girer­ ( J. SCHLEIFER.) H İLA L a l -Ş Â B Î’. [ Bk. a l - şâb F.] ler. al-Zenâti Hilâl Tere karşı yürür ve Zi’âb 'ın iki kardeşini Öldürür, al-Zenâti, Zi’âb 'in H lL  L Î. HİLÂLİ, Badr ai-Dİn ( ? - i 5 3 î ) yardımı ite, Öldürüldükten sonra* garp ülkesinin isminde bir ş â i r i n ma h l a s ı . Çağatay kabile7 tahtının ve 14 müstahkem hisarının ele geçi­ sindendir. Astarabâd 'da doğmuş, Herat 'ta tahsil rilmesi için, mücâdele başlar. Haşan ve Abu ve terbiye görmüş ve 'A li Şir tarafından himaye Zayd, müteakiben Zi’âb tarafından, kahbeoe görmüştür. Hakkında en mükemmel malumatı katlolunurlar. Yetimleri bu cinayetlerin intika­ dostlarından bîri, Sam Mirza, vermiştir ( bk. Silmını a'mağa çalışırlar. Haşan 'm oğlu ve Zi’âb vestre de Sacy, Not. et Extraits, IV, 285 ). Bîr 'm yeğeni Buraykî ve Haşan 'ın kız kardeşi genç adam tarafından öldürülmek istenildiğine al-Câziya idaresinde Zi’âb aleyhine yürürler dâir, bu eserde naklolunan vak a Brit. Mus. ’un ve bir az evvel bîr tekme ile Câziya 'yi tepele- i Tuhfat-Sâmi kopyalarinda yoktur ve keyfî bir miş olan Ziâb T öldürürler. Müteâkiben iktidar surette ilâve edilmiş olması pek muhtemeldir. mevkiini ele geçiren Burayki1, müstebitçe ida­ Hilâli 'nin en meşhûr şiiri Şâh u darviş ( Şak u resi yüzünden çıkan ZuğbaTarın umûmî bir gadâ) 'tir. Babur, bunun ablâkiyâtım şiddetle isyâmnda, Zi’âb 'm bir oğla Naşr al-Din tara­ tenkid eder ve Rieu { II, 656) aynı fikirde fından, katlolunur. görünür; fakat, Ethe, bunun bir dinî şiir Hikâyenin başlıca iki kahramanı olan Abü olduğunu ileri sürerek, mezkûr mutâleaya iti­ Zayd ve Zi’âb 'dan sonuncusunun tarihî bir mev­ raz etmiş ve şİİrî manzum olarak almancaya cudiyeti vardır; fakat bu, Carolinge ’lere dâir çevirmiştir: Morgenlândische Studien, s. 197 — destanının esâs kahramanı Roland 'ın rolü gibi, 282 ; bk. bir âe İndia Off. Cat., nr. 1426, s. 783; ancak ehemmiyetsiz bir rol oynamıştır. buna göre, Hilâli 939 (1532/1533) senesinde, Yukarı ki' hulâsa, dil ve medeniyet tarihi mülhid şi’î olmasından dolayı, Şıbanî 'nin ye­ bakımından son derece ehemmiyeti olan ve ğeni'Ubayd AUâh tarafından, kati olunmuştur. pek çok hikâyeleri ihtiva eden romanın ancak B t b l i y o g r a f y a : Sam Mirzâ, Tuhfa ana hatlarını göstermektedir. Krş. R. Basset, -i Sam i; Sprenger, Cat,\ Babur, İ?a6«r-7idUn Episode d'tıne chansön de geste arab e me; fjlabib absiyar ( Bombay ), IH, III, 350 ( Bulletin de Correspondance africaine, 1885, ( burada Hilâli 'nin ismi Mavlinâ Nür al-Din olarak geçer); Ethe, Grundriss der İran. i — 2, fas, ); A. Bel, La Câziya ( Kahire, 1903, Philologie, s. 228, 246, 297, 301. S sahifelik formalar hâlinde ) : Ahlıvardt, Fer* zeichn. d. arab. Handschri/ten der Königl. (H . B everidge .) Bîbl. su Berlin ( Berlin, 1896 ), VIII, 155— 462; HİL’ A T . HIL'A, arapça esvabını çıkarmak Cbauvİn, Bibliographie des ouvrages ar abes, mânasını ifâde eden h U ( cem. hilac ) kö­ İH, 128 v.d.; M. Hartmann, Die Beni Hilâl- künden gelen bu k e l i m e , ıstılah olarak, „h uGeschichten { Zeitschrift für Afrikan, und k ü m d a r ı n t a l t i f e t m e k i s t e d i ğ i ocean. Sprachen, IV, 289 v.dd.). b i r k i m s e y e v e r d i ğ i k ı y m e t l i li-



k İ L ’A f .



b a s " m â n a s ı n d a k u l l a n ı l ı r ki, M ısır’da Memlûk devrinde sık-sık tesadüf edilen iaşrif kelimesi bunun mürâdİfidir. Orta çağ islârn ve türk devletlerinde bu usûlün umumiyetle mev­ cut olduğunu görüyoruz. Bâzı devletlerde, muay­ yen resmî vazifelere mahsus muayyen kıyafet­ ler var idi ki, bu vazifeye tâyin olunanlara, hü­ kümdar veya, ona vekaleten, alâkalı âmir tara­ fından, muayyen merâsîm İle, verilirdi. Hil’at sâdece bir libastan ibaret olmayıp, bu muayyen kostümden başka, me’mûriyetin mâhiyet ve ehemmiyetine göre, külah, kemer, hamâ’Ü, kılıç, at, askerî rauzika ve bayrak ( tabi ve ‘alam ), para gibi bir takım şeyleri de ihtiva ederdi. Muhtelif devletlerde türlü-türlü şekillerde ve renklerde olan ve tetümmâtı itibârı İle de biribİrİnden ‘farklı bir mâhiyet arzeden bu hil’atîerde, umumiyetle, hükümdarların isim ve alâmetleri bulunurdu. Bir çok İslâm dev­ letlerinde bu hil’atleri dokumağa mahsus ima­ lâthaneler ( dar al-iirâz ) mevcût olup, hil’atler burada yapılır ve hükümdarın alâmeti ( tiraz, şi'â r) de, ya dokuma içine konmak ya­ hut dokunmuş husûsî parçalar şeklinde sonra­ dan kostüme ilâve olunmak suretiyle, hil’at vücuda getirilirdi. Hilkatin mütemmimi olan diğer şeyler de yine resmî imalâthanelerde yapılırdı ve hükümdarın alâmetini ihtiva ederdi. Saray­ da husûsî dâirelerde muayyen saray me’mûrlarmm nezâreti altında muhafaza edilen bu hil­ katlerin taklidi şiddetle men'edilmişti. Hü’at ver­ mek, ancak hükümdarlara mahsus hâkimiyet haklarından olup, vezirlerin yahut devlet mer­ kezinden uzak yerlerde hükümdarı temsil eden valilerin, vazife sahiplerine hil’at vermeleri, an­ cak hükümdara vekâleten olurdu. Resmî bir vazife tevcihinin maddî alâmeti, timsali olan bu resmî hil’atlerden başka, hükümdarların, her hângi bir kimseyi taltif maksadı ile, bil’atler verdikleri yahut esasen vazifeleri başında bulunan büyük me’murlara bu türlü İhsanlarda bulundukları da olurdu. Büyük zaferler, düğün­ ler, resmî bayramlar ve askerî teftişler bunlara vesîle teşkil ederdi. Abbasî halifeleri, rûhânî hâkimiyetleri altında bulunan İslâm hükümdar­ ları tahta çıktıkları zaman, onların f ilî hâki­ miyetlerini tasdik etmek, yâni nazarî olarak, kendisine âİt olan yüksek hâkimiyet haklarını vekâleten onlara vererek, bu suretle meşruiyet­ lerini te'min eylemek maksadı ile, kendi tirazlarmı taşıyan bir siyah hil’ati, şâir bîr takım hâ­ kimiyet timsalleri ve hediyeler ile beraber, gön­ derirlerdi, Halife veya hükümdar tarafından veril­ miş bir hU’atî kabul etmemek yahut evvelce verilmiş böyle bir hil’atİ çıkarmak, metbuluk sıfatı­ nı tanımayarak, meşru kuvvete karşı isyan et­ mek ve istiklâl dâvâsına kalkışmak demek idi.



Umûmî hatları ile izah ettiğimiz bu hİl’at vermek adetine, İslâm dünyasında, Emevîlerden başlayarak, tesadüf ediyoruz; Sâsânîlerde ve bizanslıîarda daha islâmiyetin zuhurundan ev­ vel mevcût olan bu âdeti Emevîlerin onlardan almış olmaları pek tabi'îdir; eldeki bütün ve­ sikalar karşısında islâmiyette hil'at vermek usulünün iptida Harun al-Raşid tarafından ih­ das edildiğini söyleyen müverrih Makrizi ’nîn bu ifâdesine elbette bîr kıymet verilemez. Ni­ tekim bu âdet sonradan Endülüs Emevîlerine ve onlardan da Ispanya ’daki diğer İslâm dev­ letlerine geçmiştir ( E. Lerez, V E spagn e m u su lm a n e en X^n« siecle, Paris, 1932, s. 56). Bu âdetin, daha ilk devirlerden başlayarak, Abbâsîlerde de mevcût olduğunu ve hilâfetin yıkılışına kadar devam ettiğini tarihî kaynaklar­ dan, bütün teferruatı ile, öğrenmekteyiz ( Curci Zaydân, M ed en iy et-i isl& m ige ta rih i , V , 2$5 v.d.; A . Mez, D ie R en a issa n ce d es Isla m s, s. 118, 232—234). Abbasî imparatorluğundan ay­ rılan coğrafî sâhalarda kurulan ve onların si­ yâsî ve idâri müesseselerini tabiatıyla devam ettiren muhtelif İslâm ve türk devletlerinde de bu âdetin, zaman ve mekâna göre bâzı ayrılıklar göstermekle beraber, devam etti­ ğini söyleyebiliriz: Tâlimler, Saffârîler ve Sâmânîîerde gördüğümüz bu âdet (msl. NarŞahı, T â r ih -i B u h a ra , nşr. Ch. Schefer, s. 86, 166,197; jfiTâbüs-nam a, nşr. Sa'idN afisi, s. 162 ; Nizami’ ‘Aruzi, Ç a k a r m akâla, nşr. Muhammed Kiazvİni, s. 76), Gazneliler devletinde, bilhassa Mahmüd Gaznavi devrinden başlayarak, büyük bir ehemmiyet kazanmıştır. Bu devre mensup bâzı şâirlerin hükümdarın kendilerine hil’at ih­ san ettiğinden bahsettiklerini görüyoruz ( Farruhi, D îv â n , nşr. 'A li Aban, s. 376). Fakat daha ziyâde husûsî mâhiyette olan bu gibi hâ­ diselerin dışında, devletin askerî ve mülkî bü­ yük ricaline verilen hil’atler ve bunların ne­ lerden mürekkep olduğu hakkında geniş malû­ mata da sâhip bulunuyoruz ( T â r ih -i B ayhak î, nşr. Kasım Gani ve Fayyâz, s. 155, 159,160, 265, 269, 294, 557 ve tür. yer.). Yine bu eser­ den, halifenin Gaznevî sultanına gönderdiği hil’atler hakkında da etraflı malûmat edi­ nebiliyoruz ( ayn. esr,, s. 321 ). Hiî’at vermek âdeti, Gaznelilerİn siyâsî ve idâri an’aneleri te’sirînde kalan Gurlularda ehemmiyetini kay­ betmiş ve Dehli-Türk sultanlığında da onun yerine, büyük vazifelerde bulunan askeri ve mülkî ricale daha ziyâde tabi ve ‘c/am, ça ir gibi hâkimiyet timsalleri ve unvanlar vermek usûl olmuştur ( Tahalşât-i N a ş ir i, s. 65 v.d.; ‘A fif, Târih-i Firâzşahî, s. 274 ’te halifeden gelen hil’atler hakkında malumat vardır). Bü­ yük Selçuklular imparatorluğunda, hükümdar-



Iarın taltif etmek istedikleri kimselere hil’at verdikleri ( Divân-î M u izzı, nşr. 'Abbâs İkbâl, s. 157» 213) ve devletin büyük ricaline, vazi­ felerine âit senbolik alâmetler ile ( msl. vezir­ lere verilen altın divit gib i) birlikte hil’atler verildiğini, o devre âit tarihî kaynaklardan öğrenmekteyiz ( msl. bk. al-Bundari, Zubdat al-nusra; yine bu kaynaklarda, halifelerin Sel­ çuklu imparatorlarına ve büyük Selçuklu rıcâlıne verdikleri hii’atler hakkında da etraflı mâîûmât vardır). Anadolu Selçukluları da da­ hil olmak üzere ( bk, îbn Bibi 'nin mufassal ve muhtasar nüshaları), büyük Selçuklu impa­ ratorluğunun bütün istitâlelerinde, HvârİzmŞahlarda, Atabeylerde, Eyyûbîlerde tesadüf et­ tiğimiz bu an’ane, bilhassa Mısır-Suriye Mem­ luk imparatorluğunda büyük bir ehemmiyet kazanmıştır ki, bu devrin çok zengin tarihî kaynaklan ve bilhassa Şubh a l-a $5 gibi divan malûmatını bütün teferruatı ile tesbit eden an­ siklopedik eserler sayesinde, bu hususta çok geniş bilgilere sahip bulunuyoruz (VIII, 339; bk. bir de Walter BjÖrkman, Beürage sur Geschichte der Staaiskanzlei im islamischen Âgypten, 1928, bk. fihrist; G. Demombynes, La Syrie â Vepogue des Mamlouks, s. 139 v.d.), Hil’at usûlünün Memlukler imparatorluğunda kazanmış olduğu bu ehemmiyete rağmen, şima­ lî Afrika müslüman sülâlelerinde buna tesadüf edilmiyor. Bu. hükümdarlar, taltif etmek iste­ dikleri kimselere, husûsî olarak elbiselik ku­ maş vermekle iktifa ederlerdi ( bk. îbn Faz! Allah al-'Omari, Masâlik al-abşar, G. Demom­ bynes tarafından tercüme edilen şimalî Afrika kısmı, Paris, 1927, s. 124). Selçuklu an’aneleri te’siri altında balan İlhanlılar imparatorluğu ile onu takip eden sair türk devletlerinde, AltmOrdu 'da [ bk. mad. İBN BAT'fÖ'f’A ], Timurlularda, ( msl. Zafar-nâma-i Yazdı, ngr. M. İiahdâd, Bibliotkeca Indica, 1, 290,321, 547; H vândmir, Dus~ tur al-vuzara, nşr. Sa'id Naf isi, s. 439 ), Safevîlerde, orta Asya ve Hind-türk sülâlelerinde, Os­ manlIlarda bu hil’at usûlünün, muhtelif değişik­ likler ile, devam ettiği görülüyor ( bunlara âit tarihî kaynaklarda ve tetkiklerde lâzım gelen tafsilâta tesadüf olunabilir ise de, henüz bu mesele hakkında yazılmış husûsî monografilere mâlik bulunma yor u z; Osmanhîarda hil’at mese­ lesi hakkında bk. M. d’Ohsson, Tahleaux ge­ neral de VEmpire Ottoman, VII, 199; İsmail Hakkı Uzun çarşılı, Osmanh devletinin şarap teşkilâtı, Ankara, 1945, bk. fihrist ). Daha islâmiyetin ilk asrından başlayarak, mevcudiyetini gördüğümüz bu hil'at müessesesinîn menşe'i hakkında henüz kat’î bir şey söylemek kabil olmamakla beraber, müslümaniarin bunu Bizans ye Şâşânî an'anelerini tak­



lit etmek suretiyle meydana getirdikleri tabi'ıdtr. Çünkü Sâsânîlerde bu an'anenin büyük ehemmiyeti olduğunu bildiğimiz gibi ( A. Christensen, V iran soas le s S a ssa n id es, 1936, s. 403), bizanshlarda da bu âdetin eskiliği ma­ lûmdur ( G. Rouillard, V A d m in istra tio n ç iv ile d e l ’E g y p ie B y za n tin e, 1928, s. 228; Ch. Diehî, B y zan ce, s. 57 ). Mısır ’da daha Fir’avunîar devrinde mevcudi­ yetini gördüğümüz bu âdetin eski Bâbil-Asûr medeniyetinden kaldığını, yâni şark menşe’inden geldiğini iddia edenler olduğu gibi ( J. von Karabacak, P o p y ru sp ro to k a lle , s. 37), bunun eski Roma 'daki cla v u s ile alâkası olduğunu, iranlıların V.— VI. asırlarda bunu taklit ettik­ lerini ve bunun da eski Etrüsk menşe’inden geldiğini iddia edenler de yok değildir ( bk. Grohmamı tarafından yazılmış olan mad. TîRÂZ). Eskİ şark menşe’i İhtimâlinin kolayca reddedilemeyeceğini söyleyen bu müellifin id­ diasını te’yîd İçin, hil’at vermek âdetinin eski Çinlilerde de mevcût olduğunu ve türklerİn daha islâmiyetî kabûîden evvel bu an’aneye vâkıf bulunduklarım ilâve edelim. E. Chavanne ’ın tetkiklerine göre, Çİn imparator­ ları türk prenslerine, bâzan kendi sırtların­ dan çıkararak, hil’atler veriyorlardı ( D ocum ents sur les Toa-Kiue occid en ta u x, 1903, s. 60). Bu hil’atier, Gaznelilerde ve Mısır Memlûklerinde olduğu gibi, muhtelif vazife ve rütbelere gö­ re, muhtelif renklerde idi ve yalnız elbiseden ibaret olmayıp, ayrıca bir takım teferruatı da ihtiva ediyordu (ayn. m il.’in T ’oung-P ao, II. seri, V, 15, 36, 42, 46— 49’daki makaleleri). Mamafih orta Asya ’daki ilk müslüman türk devletlerinde ve muahharen moğullarda uzak şark medeniyetinin bâzı te’sirleri bulunmasına rağmen, hil'at vermek usûlünün İslâm ve türk devletlerinde bu kadar kuvvetle yerleşmesinde Bizans ve Sâsânî müessese!erinin te’sîrini kabul etmek icâp eder. B i b l i y o g r a f y a : Bu mesele hakkında M. Ouatremere, bilhassa Memlûkier devri kaynaklarından istifâde etmek suretiyle, mü­ him ve etraflı bir not neşretmiştir ( V H is toire d es M a m lou k s, II, 2,3, 72 v.d.). Bu notu muhtevi cildin neşri yılında R. Dozy tarafın­ dan Amsterdam ’da neşrolunan D iction n a ire d eta ille des N om s



des V&iemenis



ch ez les



A ra b es adlı eserde de, h i l ’ a t meselesi hak­



kında, yine daha ziyâde Memlûk devri kay­ naklarından istifâde suretiyle, malumat ve­ rilmiştir, Bunlardan sonra CI. Huart tarafın­ dan E l ’da. yazılan mad. HİL'AT ve be­ nim B iz a n s m üesseselerinin O sm a n h m üesseselerin e te ’siri ha k k ın d a



bâ zı



m ülâhazalar



adlı makalemde ( T ü r k hu k u k v e ik tisa t tarihi



486



HİL’A T -



mecm, I, 273— 276 ) bu husûsta kısa malûmat ve bibliyografya kayıtları vardır. Resmî elbi­ selerin kudret ve hâkimiyet timsâli olarak kul­ lanılması meselesi hakkında CL Huart tarafın­ dan zikredilen şu eserlere bk. G. Melomİ, Alcuni temi semaniici ( RSO , 1910, III, $33 v.d,); F. W. Bu ekler, Two Instances o f KhiVat in the Bible ( Journal o f Theological Studies, 1922, XXIII, 197 v.d.); ayn. mil., The poliiical theory o f the Indian Muiiny ( Transactions o f tke Royal Hisiorical Society, 1922, V, 81 ) ; muhtelif İslâm devletlerinde b i I ' a t meselesi­ ni tetkik içîn müracaatı zarurî olan başlıca kay­ naklar makale içinde gösterilmiş olduğundan, talî mâhiyetteki bir çok eserlerden burada bahse İüzûm görülmemiştir. ( M. F uad K öprü lü .) HİLCÎ. [ Bk. HALCİ.] H İLF. [B k. HİLF.] H İLF. HİLF ( A.; i t t i f a k ) , evvelâ, ilk za­ manlarda az-çok biri birine muhalif, ayrı birlikler teşkil eden kabileler ve yahut hizipler arasın­ da akdolunan i t t i f a k a iti âk olunurdu. İttifak akdinde ekseriya riâyet edilen merasim ile, evvelce münferit bir hâlde bulunan gurupları birleştirmek gâyesi istihdaf edildiği görülmekte­ dir. Johs. Pedersen, Den Semitiske E d . . . ( Ko­ penhag, 1912 ), s. 10 v.d., 20— 32 ( alm. tab. Der Eid bei den Semiien, 1914, s. 7 v.d., 21— 31) 'de, „yemin etmek, kasem etmek" fikrinin HLF kökünün esâs mânasını teşkil etmediği, fakat ittifak mefhûmunun inkişâfından neş'et ettiği, mümkün olarak, gösterilmiştir. İttifak eden taraflar, kendi aralarında hulafâ’ ( mfr. h a lif) olurlardı. Aynı suretle her han­ gi bir şahıs dahi bir aşiret ile h ilf münâ­ sebetine girebilirdi. Bu hâlde h ilf fikri ekseriya civar mefhûmu ile karışır. • Bâzı ittifaklar, msl, imtiyazlarından vazgeç­ meyen !Abd al-Dâr'lara karşı eAbd Manâf 'ın liğer bir kaç Kureyş hizibi ile akdettiği hilf il-mutayyabîn ittifakı bilhassa zikredilmeğe değer, al-Mutayyabün ( güzel kokulular ) adı­ nın, âkîd tarafların ellerini, müteakiben Ka­ be'ye sürmek üzere, Kabe civarında, içinde gü­ zel koku ( tîb ) bulunan bîr kaba daldırmış ol­ malarından geldiği söylenir. Mutayyabün, Pey­ gamberin Huzi'a 'lara hitaben yazdığı bir mek­ tupta zikrolunmuşlardı. ’Abd al-Dâr 'İar da başka kabileler ile ittifak akdettiler ve al-Ahlâf tes­ miye olundular ( Ibn Hişim, nşr, Wüstenfe!d, s. 84 v.d,; Ibn Kutayba, Kîtâb al-maârif, nşr, Wüstenfeld, s. 294; al-Ya'kübi, nşr. Houtsma, I, 287 v.d.; al-Masüdi, Paris tab., îfl, 120 v.d.; Caetani, Annali deli’ Islâm, î, znedhal, §§ 85— 87, II, 1, sene 8, 20 v.d. ve orada zikrolunan diğer kaynaklar ve eserler) . Ifilf al-fuzül, rivâyete



HİLF, göre, bir haksızlığa uğrayanlar lehine müdâhale İçin, birleşen bir kaç Kureyş fırkasının akdettiği ittifaktır. İttifak akdedilirken, evvelce, Kabe kö­ şelerini yıkamak için, kullanılan zemzem suyu içilirdi, al-Fuzul 'ün mânası pek belli değildir, arap müellifleri bunun hakkında biribirlerînden pek farklı izahat verirler. Peygamberin bu h ilf ’ İp akdinde hazır bulunduğu ve ittifakı pek ziyâde takdir ettiği rivayet olunur ( bilhassa Tabari Peygamberin H ilf al-Mutayyabin ittifaklarının akdinde dahi hazır bulunduğunu söyler; Tafsir, V , 3$ ). Husayn b. 'A li 'nin, bir defa Medine 'de Emevî valisini h ilf al-Fuzül kuvvetleri ile tehdit etmiş olduğu rivayet edilir (A ğ â n î1, XVI, 63— 71; îbn Hişâm, s. 8S v.d.; Ibn Kutayba, göst. y e r ; Mas'üdi, IV, 122 v. d d .; Caetani, ayn. esr„ I, medbal, §§ 146,147). Bundan başka, Rİbâb'lar (mfr. rubbi, krş. Tabari, I, 1914, i, 2221, 9 , ıo ; Ibn Durayd, Kitâb al-îştilfâk, nşr. Wüs~ tenfeld, s. m ; ‘llçd ( Kabire, 1316), II, 41, krş. 39» 2 6 v. d d .; Ağânî, bk. fihrist; Caetani, göst. yer., I, II, bk. fihrist), Laakat al-dam „Kan yalayıcılar" ( İbn Hişâm, s. 125; Ağanı, VII, 26,28; Caetani, göst. yer., I, medhal §§ 169, 170), Ahabîş (Ya'kübi, I, 278 v.d.; Ağânî XIX, 76 v.d.; Caetani, göst. yer., I, medhal §305 ve tür. yer.) v.b. vardır. Kuran 'da beyân edilen halif ( IV, 37 ) 'in ve­ raset hakkı (diğer bir tefsir onu aralarında kardeşlik derecesinde dostluk olan muhâcirûn ve ensâra atfeder) na dâir âyet (XXXIII, 6) ile nesh olunmuştur ( krş. Tabari, Tafsir, V, 31— 35 ; Th. W. Juynboll, Handbuch des islâmischen Cesetzes, s. 239, not). Bütün müslümanları kardeş telâkki eden ıslâmda h ilf memnu idi. Aşağıdaki kelâm Pey­ gambere atfolunur: la lıîlfa f î ’l-islam ( islâmiyette h ilf memnûdur) ; bununla berâber, o câhiliye devri âkîdlerini, ahidlerİne düşen vazi­ feyi ifâya teşvik etmiştir ( krş. Tabari, göst. yer., V, 34, 1 7 v.dd.). Bugünkü arap kabileleri arasında carî itti­ faklar için krş. Jaussen, Coutumes des Arabes au pays de Moab, s. 149 v.dd. ve Biiâd Arhab { Yemen) 'ta h a lif hakkında bk. E. Glaser Meine Reise durch Arhab and Hâschid ( Pet erm. Mitih., 1884, i77b.). B i b l i y o g r a f y a ı Metinde zikredilen eserlerden başka bk. Lisân, 1}If, f i l (s. 42 ), rbb ( s. 388 ), lıhş ( s. 166 ) ; Caussin de Perceval, Essai sur VHist. des Arabes I, 254 v.d. ( aUMutayyabün ); I, 330— 335 (al-Fuiül)', II, 287 not ve tür. yer. (al-ribâb)ı I, 253 v.d. ve tür. yer. ( al-ahâbts ) ; W. Robertson Smith, Kinship and Marriage2, s. 53 v .d d .; ayn. mil. Lectures on th b >Religion o f the Semites2, s. 314 v. dd., 479 v.d.; WçH-



HİLF -



\



/



hausen, Reste arab.' Heidentums2, s, 125 v.d., 128 v.d.; Goldziher, Muh. Stud., I, 63— 69. (C, VAN Ar ENDONK.) HÎLL. [ Bk. jşalâl .] H lLLA . EBk. hîlle .] HİLLE. AL-HİLLA, Osmanlı imparatorluğu zamanında, B a g d a d v i l â y e t i n d e , Cuinet 'ye göre, 30.000 nüfuslu bir ş e h i r ve aynı İsimdeki sancağı n merkezi­ d ir . 495 ( i i o i /i 102 ) senesinde mezyedî Sa­ daka b. Manşür tarafından te'sis edilerek, Hillat Bani Mazyad ( „Bem Mezyed şeh ri") tes­ miye olundu. Şehrin yeri, bu faal arap emîri tarafından, pek muvafık olarak, harabeleri bir kaç mil yukarıda bulunmakta olan meşhur Bâbib şehrinin vaktiyle bulunduğu mevkide inti­ hap olunmuştur. Bu mevkiden geçen ve VI. ( XII.) asırdan beri asıl Fırat telâkki edilen nehir, arap coğrafyacılarına göre, asıl nehrin bir kolu sayılırdı ve Nahr Sura al-Asfal ismini taşırdı. H illa’nin te'sisinden evvel, burada, sol sahil üzerinde, al~CSmi‘ayn isminde mâmûr bir mevki var id i; hâlbuki Sadaka yeni şehri karşı sahilde kurdurdu. İrtibatı te'min eden duba köprü az zamanda Bagdad-Kûfe yolu üze­ rinde nehri geçmeğe müsait başlıca nokta oldu; hâlbuki yol vaktiyle Kaşr Ibn Hubayra 'den ge­ çerdi; Bu yüzden Idiîla çabuk inkişâf etti. Bugün Hilla Irak 'a âit mühim bir mevkidir. B i b l i y o g r a f y a m Yakut, Mu*cam, II, 322 v.d.; İbn Cubayr ( nşr. de G oeje), s. 214 ; İbn Battüta, II, 97; K. Riiter, Erdkunde, XI, 783 v. dd. ( bk. oradaki eski seyahat hikâye: le rî); G. Ie Strange, The Lands of the Eastern Calihpate, s. 7 1 ; V. Cuinet, La Turquie d’Asîe, III, 160 v. dd, HİLLÎ. t Bk. mîllî.] :: HİLLÎ. AL-HİLLÎ, y ü l a [ b . bk,]'H, imâmîya ’nin 3 muteber kelâmcısınm adı: . 1. Nacm al-Din Ca'far b. Muhammed ( ölm, 674 = 1275 }, şi'î fıkhına dâir klâsik bir el ki» : tabı olan Şara’L aUislâm ( bk. rus. trc, Kasembeg, frns. trc, Q uerry) müellifi. 2, ‘Allama lekaplı Camâl al-Diıı al-Hasan b. aî-Mutahhar (Ölm. 726 = 1,326); diğer te'lifâtı : meyâmnda bilhassa Hulâşat al-akvâl. 3. Ahmed b. Fahd (Ölm. 806 = 1403), „Şayh ■ al-Muta’ahhirin". B i b l i y o g r a f y a : Hvânsâri, Ravzat alcannat (taş basma), Tahran, 1307, s, 20, 145, 235; Brockelmann, G A L , 1, 406; II, 164; SuppL, ( Louıs Massignon.) HİLLÎ. al -HİLL1 Ş af I al-Din ‘Abd al*AZİZ B. SARAYA (1278-“ 1351 ), a r a p ş â i r i . 5 rebiülâhır 677 (27 ağustos 12 78 )'de Fırat üzerinde bulunan Hilla 'de doğdu; Mardin Artuk-oğuiları sarayına iptîşâp etti ve onları medh-



HİMYER.



487



eden kasideler yazdı. 726 (1326 ) 'da Kahire 'ye, al-Malik al-Nâşir 'in yanma gitti. Fakat hemen bir-az sonra Mardin 'e döndü ve 750 (î349) veya 752 ( i 3$ı ) * de Bagdad'da Öldü. Pek çok olan eserleri, ancak seleflerinin çizdi­ ği yolu takip etmektedir; yalnız halk şiirleri vadisinde yenilikler yaptı ve m uiam m an deni­ len bir mtıvaşşafa nev'İ icat etti. Mardin Artuk-oğuliarmdan al-Maiİk al-Manşnr 'un medhiyelerîni toplayan ve a l-K aşa3i d aU A r tu k iy â t da denilen D arar aU nuhür adlı mec­ mua her hırı arap alfabesinin İlk harfi ile baş­ layan ve sıra ile giderek, alfabenin son harfi İle nihayet bulan 29 beyittik 29 kaside ihtiva eder, a l-K ö fiy a a l-b a d ıiy a denilen manzume, Peygam­ berin medhine tahsis edilmiş olup, her beyitinde bir veya iki edebî san'at ihtiva eder ki, şâiri tarafından şerh edilmiştir. K ita b a l- a t il a l-h â li, zacal, m a v alı, ka n kan ve kûm a halk nazım şekillerinin vezinlerinden bahseden bir risale­ dir. Divanı Şam 'da ( 1297— 1300 ) ve Beyrut 'ta ( 1300) basılmıştır. al-Malik al-Şâlih Abu 'I-Makarim için yazdığı kaside, G. H. Bernstem tara fmdan, lâtinceye tercüme edilmiştir ( Leipzig, 1816). B i b l i y o g r a f y a m Brockelmann, G A L , II, 159 v. d .; S u p p L , II, 199 v. d .; CI. Huart, H isto ire de la littera tu re a ra b e 2, s. 320; I. Pizzi, L etteratu ra araba, s. 321; Nicholson, A literary H isio ry o f th e A r a b s, s. 449 v. d.; Ibn Şakır aî-Kutubi, F a v â t, I, 279— 287 (1283, s. 356— 366) ; Wei]ers, O rien talia y II, 293 ; M, Hartmann, M um aşşah, s. 79. ( C l . H uart .) HÎLMEND. [Bk. HElmand .] H ÎM A LA . [ Bk. hîmâle.] HİM ÂLE. [ Bk. ham â ’ îl .] HÎMŞ. [ Bk. humus.] H ÎM YAR . [ Bk. hîmyer .] HÎMYER. AL-HİMYAR ( a .), c e n ü b î A r a b i s t a n ’d a e s k i b î r k a v i m a d ı d ı ı Klâsik müelliflerce, Homeritae, ‘Op^çıtcıı tes miye olunurdu ki, bu şekil daha ziyâde bir tasgi. ( f u a y l ) ifâde etse gerektir. Himyar telâffuzu T|r.|HQituoC, “Ippepeç şeklinde (H ist. ecel., I; 58, fasıl; krş. Nîkephoros Kaliistos, Hist. eccl.t XVI, 37. fa sıl), ancak VI. ( m. s . ) asır muharrir Ierinden Theodoros Auagnostes tarafından, kuh' lanılmış bulunmaktadır, İmparator justinianus 'un elçisi sıfatı İle, Aksum'u ve,cenubî Ara' bistan 'ı ziyaret eden Nonnosos ve onun sefa reinâmesini kopye eden Maîalas ‘Apsçl-ım şek­ linde yazmaktadırlar ki, bu habeşçe şeklî olan Hamer 'in tamamen aynıdır. Kitabelerde bu isim H-m-y-r-m ( tenvîn yerine temvîm ) ve muay­ yen cemi hâlinde '-/ı-m-r-n (*Ahmurân = alAhm ür) şeklinde yazılırdı.



488



HİMYER.



Arap müelliflerine göre, Himyarîîer mütead­ — 518) hıristiyan olmuşlardır. Bu devirde (IV . dit kabilelere ayrılırdı ve Lahac etrafında Za- asrın ortasına doğru) Habeşler ( kitabele­ fâr ve Ridâ* havalisi İle bunların şarkında Sarv rin 'le ri}, yâni Aksum kıralları, ce­ Idimyar ve Nacd Himyar 'de yaşarlardı. Home, nubî Arabistan ve Aeizana'da hâkimiyetlerini 'ritaelerden ilk defa kadîm Plinİus ( Hist. N at, te'sis etmişlerdi, imparator Constantius II. 'un VI, § 161 ), Aeliüs Gailus 'un 25 ( m. o.) sene­ muasırı olan Aksum kıralı, kitabelerinde, diğer sinde Yemen 'e yaptığı seferi anlatılırken, bahs­ unvanlar meyânmda, „himyerîîerin ve Raydan etmiştir; romah general tarafından toplanan 'm kıralı" unvanını a lır; IV, asır başlarında mâlûmâta göre, Himyerîler, sayıca, bu memleke­ yetişmiş olan coğrafyacı Markianos 'ıın Himyerîtin diğer kavimlerınden fazla idiler. Strabon leri habeşli bîr kavim olarak göstermesi ve diğer ( I, XVI, 4. fasıl, § 24), aynı seferden bahseder­ emmâreler, habeş istilâsının daha eski zamanlara ken, Sabahların payitahtı Mariaba’mn Rham- çıktığını İsbât eder gibidir. Roma imparatorları, manîler kabilesine âit olduğunu söyler. Bu gerek bu havalide Roma 'nın ticarî menfâatini gö­ son kabilenin reisi, yine Strabon 'a göre, İlasa- zetmek, gerek 'Omân yolu ile ( bk. Z D U C , XXXI, ros idi. Bunun bir-çok kitabelerde zikredilen 73 ) cenubî Arabistan 'a nufûza çalışmış olan Sâ„SabaJ ve Zü Raydan" yâni Sabahların ve sânîlere karşı ittifaklarını te min etmek için, HımHimyerîler in kıralı ’İlişarah Yahzub olması pek yerîler ile, muntazam münâsebet idâme ederlerdi. muhtemeldir. 70 ( m. s.) tarihlerine doğru, yani Himyerî reisleri, 521 'de, başlarında meşhur Zü muharriri meçhul Periplus Maris Erythraei 'nin Nuvâs (grek muharrirlerinde: Dunaas, Dimyazıldığı devirde, Himyerîler eenûbî Arabistan nos ve Damianos) olduğu hâlde, habeşlilere rm büyük kısmına hâkim idiler; Saba kıratlığı karşı, ayaklandılar; Müsâ dininde olan Zü Nuvâs, dâhil olmak üzere, iç kısımlardaki mıntakalar- kilise azizlerinden Arethas'ın şehidler listesin­ dan başka, Kızıldeniz ve îdazramavt hudutla­ de zikrolunan Necrân hıristiyan!arma zulüm yap­ rına kadar, Hind okyanusu sahillerini işgal et­ tı ve kendisini mağlûp ve katleden (m. s. 526) mişler ve şarkî Afrika ( A zan ia} sahilinin bîr Aksum kıralı Kaleb ela-Aşbaha 'cm müdâhalesi­ kısmı üzerinde hâkimiyetlerini te’sis etmişler­ ni tahrik etti. Memleket, habeşliler tarafından di. Kıratları, «Himyerîlerin ve Sabahların meşrû işgal olundu; bir kaç sene sonra, adulİsli Elakıralı" Charibael Zafâr 'da otururdu ( bâzan Abraha, Aksum kıratlarına karşı, istiklâl kazan­ Tcupciç, Tacpaçov, Taçcpaça, Tsıpça, Taphra, dı ve İran istilâsına kadar, Yemen 'de hüküm sü­ bâzan, Plînius ve Batlamyus tarafından, Sap- ren sülâleyi kurdu. Gerek Ela-Abraha hakkında, phar tesmiye olunan kitabelerdeki z-f-r, ha- gerek onun şark imparatorluğu, İran, Habeşis­ beşçe Şafâr; Hind denizi sahilinde aynı İsim­ tan ve Gassânî emirleri v.b. arap reisleri ile olan deki liman ile karıştırılmamalıdır ); bu şehir, münâsebetlerine dâir, 540 tarihli büyük Ma’rib Iran istilâsına kadar, Yemen ’in payitahtı olarak kitabesinde mevsuk malumat bulmaktayız; bu ki­ kalmıştır. Hanbael, romahlar ile dostâne münâ­ tabede, aynı zamanda, Ma’rib'in meşhur su bendi­ sebetler te'sis etm işti; kitabelerde ismi geçen nin tamirinden de hahsolunmaktadır. Himyerî ka­ ve Raydan 'da basılmış paraları mevcut olan nunları ile Ela-Abraha ve halefi zamanında Zafâr Saba’ ve Zu-Raydân kıralı Kariba’il W-i-r piskoposu bulunanlardan H. Gregentios ismine Yua'îm ile aynı şahıs gibi görünmektedir. İL izafe olunan, sihhati şüpheli diğer kitaplar bu ( m. ö.) asrın nihayetlerine doğru, hâkimiyet devirde yazılmıştır ( Migne, Patrol. Graeça, sabahlardan Himyerîlere g e ç ti; bu değişikliği LXXXVI, I, sütun, 563— 784 ). justinus II. zama­ husule getiren sebeplerden biri, muhtemel ola­ nında, 570 senesine doğru, himyerî reisleri İranlI­ rak, Batîamyuslar devletinin amiralleri tarafın­ ları memlekete davet ettiler; Ela-Abrahasülâle­ dan, denizden doğrudan-doğruya Hindistan'a sinin son hükümdarı bizanslı Theophanus tara­ giden yolun keşfedilmesi olmuştur; bu keşif Sa­ fından Sanaturkes denilen Masrüle, hanlılara ba ’mn, kara ticâret merkezî olarak hâiz bulun­ karşı yaptığı muharebede, maktul düştü. îr anlı­ duğu ehemmiyeti ortadan kaldırmıştır. IV. asra lar, muhtelif mmtaka ( m ik la f) larm idaresini kadar Himyerîlerin tarihi hakkında grck ve lâtin himyerî melik ( ka y l) leri ne bırakarak, memle­ müelliflerinde bir haber yoktur; şimdiye kadar keti askerî işgal altına aldılar; îran valileri ( morneşrolunan kitabelerde ise, sanH tarih zikredil­ zahân ) merkez olarak, Şana, şehrini intihap et­ meden, müteaddit kralların isimleri geçmekte­ tiler. Peygamber, İslama davet etmek üzere, ilk dir. İmparator Constantius II. zamanında (337 sahabelerini Yemen 'e gönderdiği zaman, himyerî — 361), Zaf ar ve ‘Aden 'de kiliseler te'sis eden kıratlığı çoktan zeval bulmuş idi. Himyerî Uayl hindli Teofilos tarafından buraya hıristiyanlık 'ler ile Ş a n a ’da bulunan hanlıların ahfadı, ciddî sokulmuştur ( Philostorgius, Hist. ecel., III, 4. fa­ mukavemet göstermeksizin, yen i dini kabul ettiler. sıl ) ; Theodoros Anagnostes 'e göre ( göst. yer), Cenubî Arabistan 'da bulunmuş ve yerli yazı ile Himyerîler ancak Anastasiuş zamanında (491 yazılmış olanf umumiyetle himyerî denilen kitâ-



;i|



H İM Y E R .



beler, VIII. asırdan (m.ö.) takriben 550 (m s.) ta­ rihine kadar, pek muhtelif devirlere âîttîr ve an­ cak pek azı asıl himyerîlerden intikal etmiştir. Bunları, yazıldıkları dile göre, bîri Saba ve diğeri Mina kitabeleri olmak üzere, başlıca iki guruba ayırmak mümkündür; himyerî kitabeleri birinci guruba mensuptur. Sikkelere gelince ( hemenhepsi gümüş ) bunların çoğu himyerî kırallarma izafe olunabilirler. Arapîarca musnad tâbir edi­ len ( kitabelerde sâdece „kitâbert mânasına ge­ len ) yazı, habeş yazısı ile sıkı bir surette bağ­ lıdır ve Finike alfabesinden çıkmıştır. Klâsik arap çanın bütün sesleri himyerî yazısında var­ dır; fazla olarak ıslık çıkaran s harfinin mu­ addel bir şekli de mevcuttur. Saba'î-himyerî dilini, klâsik arap dilinden, bir çok gramer hu­ susiyetleri ile ve bilhassa lügati itibârı İle, farklı bir arap lehçesi saymak mümkündür (msi. tenvin yerine temvîm, al harf-i tarifi yerine -gn lahikasının kullanılması v.b.). Diğer cihetten, Yemen 'de bugün konuşulan modern lehçeleri yahut kaba Mahri ve Kâravi lehçe­ lerini, bu lehçeler lügatlerinde şimalî arapçada mevcut olmayan, fakat kitabelerde tesadüf olu­ nan bir çok kök ve lügatleri muhafaza etmiş bulunmakla beraber, arap lisâniyatçıları ile hem­ fikir olarak, eski himyerî dilinin devamı gibi telâkkî etmekten çekinmelidir. Bu zehâb yanlış çıkmıştır. K i t a b e l e r i n k e ş f i n e k a d a r , arap müelliflerinin verdikleri malumat, islâmdan ev­ velki Yemen tarihi için, başlıca kaynağımız idi. Kur’an, Yemen Tubba1 barından bahseder ve o vakitten beri, himyerî kıratlar için, bu ad kul­ lanılmıştır. Hâlbuki kitabelerden öğrendiğimize göre, Saba ve Himyar kıralları dâima malik unvanım kullanmışlar ve inbha tâbiri Hamdan kabilesinde asil bir ailenin İsmi olan Bata1 'ma bozuk bir şeklidir. Müelliflerin, Himyarî kayl ( bey ) 1er ve azvS (kıralları yuhut derebeyleri) la n hakkında bütün anlattıklarının sû-i tefeh­ hümlere istinat ettiğini bize aynı kitabeler öğ­ retmektedir. Tarihlerde okuduğumuz kıral şe­ cereleri ve bu kırallardan bir çoğunun icraatı daha az itimada şâyândır. Kur*an, Saba meli­ kesinin Tevrat'taki efsânesini, bir Tubba'’aın Mekke 'ye karşı yaptığı seferi ve bâzı tefsir­ lere göre ( bk. ZDM G, XXXV, 610 v.dd.), Zü Nuvâs tarafından, Necrân hıristiyanlarma karşı yapılan zulüm ve itisafı zikreder. İlk zamanlar­ dan itibaren, Kur’an müfessirlerî ve ilk halife­ lerin saraylarındaki muvazzaf hikayeciler Y e­ men 'in eski tarihi ile uğraşmağa başladılar (îbn 'Ahbâs, Ka'b al-Ahbâr, Vahb b. Mmaabbib, ‘Abid b. Ş ary a ). Bunların bîr çoğu ye­ meni! olduğa hâlde, memleketin halk menkû!atma, İskender hikâyesi ve yahudi efsâneleri



489



gibi, ecnebi menşe’li efsâneleri tercih ve bun­ lara kendi hayallerinin icatlarını ilâve etti­ ler. Bilkîs ( bk. mad. BELKİS ] ve Zu ' 1-Kamaya [ b. bk.] masalı, bu gün bile, rağbette bulunan S ay f b. Z i 7 - Yazan mâcerâlan ( sira ) v.b. halk kitapları, bu nevi tarihçiliğin son mahsûlleridir. Bununla beraber, bu hayal mahsûllerinin yanın­ da, meşhur Sırat al-Nabi 'nın müellifi olan Ibn Hişâm ’m al- Ticân f î mulük Himyar isimli ki­ tabı, Hamdâni 'nin İk lil . ve Ş if at cazirat alarab ve en nihâyet şerhli al-Kaşida al-fJimyariya ( „ himyerî kasîdesi“ ) ve Naşvân ( öl m. 573 ) 'm Şams al-ulum adındaki kamusu gibi bir çok yemenlilerin ciddî eserlerini zikretmek lâ­ zımdır. Bu âlimler henüz musnad 'leri okuyacak vaziyette idiler ve kitabeler dilini tamâmiyle anlamamakla beraber, şecereleri ve tarihî hi­ kâyelerini tamamlamak için, bunlardan istifâde ettiler; aynı zamanda, bir takım halk rivayet­ lerini de topladılar. Bununla beraber, bu âlim­ ler, yukarıda mâhiyetleri hakkında izahat veri­ len seleflerinin edebî eserlerinin de te'sirı al­ tındadırlar ve umûmiyetle, arap müelliflerinin sâdece islâmdan evvel son asırlar için, bir de­ receye kadar mevsuk malumat verdikleri söy­ lenebilir. B i b l i y o g r a f y a : 1908 senesine kadar, himyerî arkeolojisine, coğrafyasına ve bilhas­ sa kitâbelerine dâir, yazılmış olan eserlerin hemen-hemen noksansız bir listesi için bk. F. Hommel, Siidarabische Chre$tomathie} s, 63 v.dd, ve O. Weber, Studien zar Sudarabischen Alteriumskunde, III, 71— 101. Himyerîlerin eski tarihi hakkında bk. O. Blau ve diğerleri tarafından ( ZDM G, XXII, 654 — 673; XXIV, 559— 592; XXV, 525— 592; XXVII, 295-363; XXX, 320-324; XXXI, 6 î— 74 ) neşrolunan muhtelif makaleler. S. Arethas 'ın vesikaları neşrine Bollandistlerin ilâve ettikleri mukaddime; Sprenger, Die alte Geographie Arabiens ( 1875 ); Glaser, Skizze der Geschichte und der Geographie Arabiens, II (ayrı olarak intişârı, Berlin, 1890). Habeşîerin istilâsına dâir bk. George, De Aethiopum imperio in Arabia Felici ( Berlin, 1833 ); A. Dil ima nn, Öber die An fange des Axumitiscken Reiches ( Berlin, 1879 ); ayn. mlL, Zur Geschichte des Axumitischen Reichs vom IV. his VI. Jahrhundert { Berlin, 1880) ve Bemerkungen zur Grammatik des Geez und zur alten Geschichte Abessimens ( Sitz. Berichie der. Beri. A k a d 1890, I); W. Feli, Die Christenverfolgung in Südarabien und die himjarisch-athiopischen Kriege nach abessinîscker Öberlieferung { ZDMG, XXXV, ı-~74, 693— 710 ); J. Guidi, La lettera di Simeone, vescçvo di Beth-Arsam} sopra i



490







K İM Y E R — H İN D ,



Mehri ve Sokotri lisanları hakkında bk. A. martiri Omerİiî (Roma, î 88ı ) ; E. Glaser, Die Abes sİnler iri Arabien nnd Afrika Jahn ve D. H, Müller, Südarabische Expedi( 1895}; Carolo Conti Rossİni, Un dotion der Wiener Academie ( Viyana, 1902 ), cumenio sul Cristianesimo nelîo Jemen III ve IV. ( J. H. Mordtmann .) (Roma, 1 9 u ) ve nihayet Deutsche AksumHİND, Hâşimîler İle akraba ‘Abd Şams Expediiion ( 1913, IV ) 'da neşrolunan Aksum ailesine mensup, mekkelı ' O t b a b. R a b i ‘a kitabeleri. Hommel ve Weber tarafından ’n ı n k ız 1 d ı r. Abü Sufyân 'm karısı id i; gösterilen kitabelere dâir neşriyata o vakitten bu izdıvacdan bir çok çocukları olmuş idî ve beri muhtelif gazete ve mecmualarda inti­ sonraları halife olan Mu'âviya bunlardan bîri­ şâr eden İlmî yazılardan başka, Ac. d. încsr. et dir. Hakkındaki rivâyetlere göre, bu kısa boylu, Belle Lettres 'de, Corpas inscriptıonum him- şişman ve pek muhteris mizaçlı kadının çehresi, yariiicarum 'un devamı ile Martin Hart- son derecede sevimsiz ve düpe-dÜz gülünç bir mann, Die Arabische Frage mit einem Ver- Şekilde tasvir edilmekten husûsî bir haz du­ such der Archaeologie Jemens ( Der İslâmî- yulmuştur. Babasının, Hamza tarafından, Badr sche Örteni, Berlin, ıg'og, 11) 'in ilâve edil­ muharebesinde öldürülmüş olması, Peygambere mesi lâzımdır. H i m y e r î s i k k e l e r i hak­ olan kinini arttırmış idi. Hicretin 3. senesinde kında bk. G. Schlumberger {L e Tresor de mekkelilerin Medine 'ye karşı yaptıkları sefere, San a, Paris, 1880) 5 Barclay V . Head, Num. diğer kadınlar ile birlikte, od a katıldı; erkekleri Chron., N. S XVIII, 273, 284, XX, 303— 410; muhârebeye teşvik eden en âteşli kadınlardan D. H. Müller, Südar. Alterthümer im Kunstbiri id i; Hamza Uhud muharebesinde maktul kistor. Hofmuseum ( Wien, 1899), s. 6$— 78. düşünce, onun cesedini parçalayarak, kara-ciğe­ Y e m e n ' i n e s k i t a r i h i hakkında arapla- rini ısırdığı rivayet edilir. Peygamber, hicretin rın rivayetleri Schultens ( Historia împerii 8. senesinde, Mekke 'ye taarruz ettiği zaman, Joctanidarum, Harderovici Gelrortım, 1786) şehri muhârebesiz teslim etmek isteyen basi­ tarafından toplanmıştır. De Sacy, Memoire sur ret sâbibi kocasını tokatlara ıştır. Bâzı râvîlere divers evenements de Vhistoire de s Arabes göre, Peygamber bu kadım, diğer bir kaç şahıs avant Mahomet (Paris, 1789); Price, Essay ile birlikte, idama mahkûm etmiş ise de, son­ iowards t he history o f Arabia ( London, 1824); radan affetmiştir; fakat bu zayıf bir rivayetten Caussİn de Perceval, Hisîoire des Arabes başka bir şey olmasa gerektir; zîra diğer bâzı avant l’Islamisme, I ; İbn İshak, îbn Kutayba, râvîİer bundan hiç bahsetmezler; Hind 'in Pey­ Tabari, Hamza İsfahanı, Mas'üdi, İbn Haldun gambere yapılan bi'atte pek haşin bir tavır v. b, gibi arap müelliflerindeki bahisleri yuka­ gösterdiği an'ane ile sabittir. Sonra Peygam­ rıda zikredilen eserler İle karşılaştırmak lâzım­ berin böyle bîr emir ile, kendisine daha baş­ dır. Naşvan ve Hamdâni hakkında bk. Kremer, tan inkıyat etmiş olan Abü Sufyân'1 rencide Die himjarische Kassidek ( Leipzîg, 1865}; etmiş olmasına pek az ihtimâl verilebilir. Bundan ayn. mil., Über die Südarabische Sage ( Leip- başka, Hind 'in yeni idare vaziyetinden her hâlde zig, 1865 ); ayn. mil., Altarabische Gedichte memnûn olması icâp ed er; çünkü oğlu Suriye über die Volkssage von Yemen ( Leipzîg, vâliliğİne tâyin edilmişti. Bir rivayete göre, 1867); D. H. Müller ( ZDM G, XXIX, 6 2 0 - Hind Yarmük muharebesine de iştirak etmiş 628 ); ayn. mil., Südarabische Studien ( Viya­ ve mücâhidleri, ellerine geçen sünnetsiz hırİsna, 1877 ); ayn. mil., Die Burgen undSchîösser tiyanları, kılıçlan ile, sünnet etmeğe teşvik ey­ Südarabiens (V iyana, 1879— 1881), I, II ve lemiştir. Nihayet Abü Sufyân bu kadından bunların zeyli olan Südar. Alterthüm er..., ayrıldı; kadının da, türlü entrikalar ile, bunun s. 80— 95 « Captain W. F. Prİdeaux, The Lay intikamını aldığı rivayet edilir, Hind, bâzı ri­ o fth e Himyarites ( Sehore, 1879 ) ; R. Basset, vayetlere göre, 'Omar ve bazılarına göre de, La Qasidak himyarite ( Alger, 19 14 ); Ye­ ‘Osman zamanında ölmüştür. men 'e dâir e o ğ r â f î İzâhat için krş. Ham­ B i b l i y o g r a f y a : İbn Hişâm, .Sıra (nşr. dâni, Ş if at Cazirat a l a r ab ( nşr. D. H. 'Wüstenfeld ), s. 466, 536 v. d., 557, 562 v. d., 580 v. dd,, 815; Wellhausen, VYakidi, s. 102, Müller, Leiden, 1884— 1891) ; Glaser, Miithei128,133,324,334,344, 350; İbn Sa d (nşr. Salungen über einige. . . sabaische İnschriften chau), II, i, 98; VIII, 4 ; Tabari, Annales ( Prague, 1886) ve İbn al-Mucâvir ( nşr. Spren( nşr. de G oeje), I, 1348,1386, 1400 v. d., 1415 ger, Post und Reiserouten des Orienis, Leipv. d., 1642 v. d., 2766 v. d . ; Balâzuri ( nşr. de zig, 1864). Cenubî Arabistan 'm modern G oeje), s. 13$ f Ya'kübİ ( nşr. Houtsma), II, 48, lehçeleri hakkında Carter ile Maltzan 'm ( F r . B u HL.) 6 î ; a l - î ş â b a , IV, 820— 823. makalelerinden başka bk. bir de C te Land» HİND, arapça ve farsça tarih ve coğrafya berg, Etudes sur les Dialectes de l'Arabie fytçridionalç (Leiden, 1901— 1913), I ve II; kitaplarında H i n d i s t a n İ ç i n k U M a im ■



HİND -



HİND DENİZ!.



l a n u m û m î b i r i s i m d i r . Umumiyetle eski müellifler Sind ve Hind isimleri arasında bir fark-gözetirler; birinciyi yalnız İndüs ve Mihrân mmtakaîarma delâlet etmek üzere ve diğerini müslüman hâkimiyetine girmeyen yerler için kullanırlardı. İbn Hurdâzbeh, Mas'üdî, îbn Havlçal ve Birûni 'de kelime, bu mâna ile, kullanıl­ mıştır; îbn Havkal 'in haritasında da bu husûsiyeb açıkça görülmektedir ( bk. Elliot ve Dowson, History of India Maki harita kopyeleri, I, 32). Daha sonraları, Hind ismi bütün Hind kıt'asma şâmil oldu ; buna mukabil Hindis­ tan ismi ise, münhasıran şimalî Ganj ve Camnâ ovalarına delâlet eder oldu ki, bugün de bu mânadadır. GazneHler ve Gûrlular istilâsın­ dan sonra, Sind'i Hind Men başka bîr memle­ ket gibi görmek itiyadı zail olmağa başladı. Aslında Hİnd ismi, Sind'in aynıdır; sanskrit dilindeki sindha ( «ırmak" ) Avesta 'da hendü şekîim almış ve iptidaları İndüs'ü ifâde için kullanılırken, sonraları delâleti civar memlekete de teşmil edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a t Mas'üdî, Murac alzahab ( trc. Sprenger; Historical Encyclopaedia, London, 1841); Eiiiot ve Dowson, History of India ( London; 1867), I.



( M. Longworth Dames.) HİND DENİZİ. BAHR AL-HİND, arapiar bir dış-deniz ( okyanus) olan bu denize, umûmiyetle, Bahr al-Hind ismini verirlerdi. Bununla beraber, garp sahilinde sâkin ahâliye nisbetle, :Bahr al-Zene veya al-Bahr al-Habaşi, Fars sahilleri dolayısı ile de Bafır Fâris terkiple­ rinin; bütün Hind okyanusuna delâlet etmek üzere, kullanıldığı vâkidır. İbn Rusta 'ye göre, bu okyanus'un şark kı­ yıları Tiz Makrân'dan, garp kıyıları da 'Adan civarından başlar. Abu ’i-FidâJ, Hind denizinin şarkında — Balır al-Şin, şimâlinde — al-Hınd, garbında — Bahr al-Yaman bulunduğunu ve cenup tarafının ise, meçhul olduğunu söyler. ■ s;*;;; B u okyanusun muhtelif kısımlarının, sahil memleketlere, ve adalara göre, ayrı-ayrı isim­ leri:; vardır. Ayrı maddelerde tetkik edilmiş olan ve şimâl-ı garbı kollan Bahr al-lÇulzum ve dar mânası ile, Bahr F âris'i bir tarafa bı­ rakırsak, Hind okyanusunun ilk kısmı, Arabistan'ın cenup sahilleri boyunca uzanan Hur yân ve Muryân adaları ile S o o t r S adası arasında çizilecek mevhum bir hattm garbında kalan B a h r a 1- Y a m a n 'dır. Afrika sahilinde Bâb al-Mandab 'den başla­ yarak, ilkin Barbara arazisi, Marka limanına kadar, yâni Somali memleketi sahillerini, son­ ra Barava, Malinda ve Munbasa şehirleri ile Zengibar adasına kadar uzayan Zenc [ bk. mad, s; BAHR AL-ZENC j memleketini ki, K a n b n 15 ( her



49*



hâlde Madagaskar olacak ) adasına kadar takri­ ben Kenya ve Tanganyika sahillerini takip et­ mektedir. Kanbalü'nm yamada S o f â 1 a vardır; ondan sonra da gayr-ı muayyen bir uzaklıkta a î-V â k v a k gelir. Tiz Makrân 'da, Bahr Fâris 'ten kalkan kimse İndüs deltası ve ticâret yeri olan al-Daybul ile Sind sahillerine varır. Bahr Lâravi sahillerinde de Kanbâya { Cam bay) Sübâra ve Şaymür ile Şindabura ( Goa ) şehirleri bulunur. Lakkadiv ve Maladiv adalarından mürekkep olan a 1-D i b ac a t takım-adaları, Bahr al-Lâravİ'yi B a h r H a r k a n d 'dan ayırır. Malabar sâhilînde sonun­ cu liman Kulam Mali ( Quifon ) 'dir, bu sahilde­ ki adalar nihayet S a r a n d i b ( Seylan ) adası ile sona erer. Şarkî Hind adalarına giden de­ niz yolunun, Bahr Harkand 'dan geçerek, bu denizin ve Bahr Şalâhit 'in kıyılarım yaladığı a l - R â m n i adasına vardığı anlaşılıyor. Bu alRâmni (al-Râmi, al-Ramin == aî-Lâmari 'dir, oradaki denize Bahr Lâmari denilmesi de bun­ dan dolayıdır) Sumatra, daha doğrusu şimalî Sumatra olup, Şaîilıit de cenubî Maîaka'dır. Çine giden seyyahların bir-az daha şimal yolnnu tutmaları icâp eder, zîra bunlar L a n k a b â~ 1 Üs yahut Lancabâlüs yâni Nikobar takım-ada~ larma uğrarlardı, Andamân adaları bir-az daha şimalde bulunur ki, buradan sonra da Malakka yarım-adasında K a l â h B a r ( K e d a h ) ’a va­ rırlardı; bu sebeple Malakka boğazına B a h r K a l â h ( Kalâh Bar ) denilirdi; ondan ayrı sayı­ lan B a h r Ş a l â h i t ’m İse, Malakka boğazına cenuptan birleşen denizin âdı olması icâp eder. Buradan itibaren Mabarâc 'İar ülkesine gelmiş oluruz ki, bunun merkezi de a l - Z â b a e memle­ ketidir. Bu isim, aslında, orta ve cenubî Su­ matra 'ya delâlet ederdi kİ, Sarbuza ( Paîembang ) ’nm burada aranması icâp eder. Sonraları bu ismin medlulü genişleyerek, Cava 'yı İhata etmiş ve bîr takım küçük adalar ile birlikte, Malakka sahillerini de siyâsî hududlan İçine almıştır. Bu adaların ötesinde- B a h r Ka r * d a n c 'e, yâni Siyam körfezine vâsıl olunur ki, buradan K i m â r ( Khemer = Camboca) sahilleri boyunca, cenuptan takip edilerek, Bahr Şanf, yâni Annam denizine ve bununla cenuptan bir­ leşen sulara varılır. Sonra Ş a n d a r f ü l â t (Hai-nan?) adasının yanından geçilerek, garp ticâretinin en büyük merkezi olan Hânfü ( Hangtschou ) 'nm bulunduğu B a h r a 1-Ş a n c i 'ye, yâni Çin denizine, ulaşılır. Arapların S i İS (K ora) ve V â k v â k ( Japon) adaları hakkındaki bilgileri pek müphemdir. Bahr al-Hind'in yukarıda bahsedilen sâhanm daha şark ve cenubu hakkında X. asır arapiar uçun malûmatı vuzuhtan ârîdir. Verdikleri izahat da itimada dah$ az lâyıktır. Banlar, çok defa, sâ-,



492



HİND DENİZİ -



HİND-TÜRK İMPARATORLUĞU.



dece selefleri olan yunanlılardan Öğrendiklerini h In d - m o ğ u l İ m p a r a t o r l u ğ u . [Bk. yazmışlar ve bu arada kendi seyyahlarının nakl­ H İN D -T Ü R K İM PA R A T O R LU Ğ U .] ettikleri malûmattan da istifâde eylemişlerdir. HÎND-TÜRK İM PA R A T O R LU Ğ U . 1526 Muhtelif menşe'ierden sızan dağınık teferruat (932)'d e B a b u r t a r a f ı n d a n k u r u l a n iâyıkı ile tevhıd edilmemiş olduğu için, bunlar­ H i n d i s t a n i m p a r a t o r l a r ı s ü l â l e s i dan tam ve etraflı bir fikir edinmeğe imkân n e, bu sülâlenin ceddi olan Timur 'un, moğul yoktur. Bunlarda bâzan Bahr al-Hind 'in sonun­ Cengiz Han [ b. bk.] ailesine intisabı iddiası da yollarını şaşıran gemicilerin, içine düşerek, yüzünden, Moğul (M uğal) sülâlesi denilmekte bir daha geri dönmedikleri iddia olunan »ka­ idi. [Bu isim, Avrupa ve bâzı şark müellifleri ranlıklar denizine* karıştığı rivayeti görülür; tarafından, hâlâ kullanılmakta İse de, sülâlenin bâzan da Asya'nın şimalinde, »kara denizi" moğullar ile hiç bir alâkası olmayıp, türkler ile, birleştiği fikrine tesadüf olunur. Yine tarafından kurulmuş bulunması dol ay ısı İle, bâzan şarkî A sya cenûbî Afrika ile bitişik Islâm Ansiklopedisi 'nin İstanbul tab'ında gösterildiği gibi, aI-Vak:vâk [b, bk.] ismi de, H İN D -T Ü R K İM PA R ATO R LU Ğ U başlığı tercih kâh Japonya'ya ve cenûbî Amerika'da bir olunmuştur.] Bu sülâle tarihi hakkında fazla memlekete delâlet etmek üzere, kâh Mada­ mâlûmat için bk. madd. B A B U R , H Ü M Â Y Û N , gaskar adasının adı olarak, kullanılmıştır. Bu A K B A R , C İH A N G İR , Ş Â H -C İH A N , A V R A N G Z ÎB ve fikir idrisi tarafından da kabul edilmiştir; ona halefleri. A . A V R A N G Z Î B ’İN ÖLÜM ÜNE K A D A R H İN D göre, al-Zabac adaları da, Zenc memleketinin T Ü R K İM P A R A T O R L U Ğ U : karşısında bulunmaktadır. I .H in d - tü r k i m p a r a t o r l u ğ u n u n a s ­ Musonlardan istifâde eden arapların ve farskerî teşkilâtı. larm deniz yolculukları Basra körfezi sahille­ I L I k t i s â d î h a y a t ve i d â r e t a r z ı . rinden başlardı; Si raf ve Şohar buranın ehem­ B. H İN D -T Ü R K İM P A R A T O R L U Ğ U N U N İN H İT Â Tİ. miyetli liman şehirleridir. En mühim ticâret merkezlerinin, hattâ al-Zâbac ( sonra Malay C. H İN D İS T A N ’D A H İN D -T Ü R K MİMARİSİ. adalarından gelen halkın yerleşmiş olduğu asıl A . A V R A N G Z Î B ’İN ÖLÜ M Ü N E K A D A R H îN D Madagaskar ) 'den bile tüccar gemilerinin gel­ T Ü R K İM PA R A T O R L U Ğ U . diği Zenc ve asıl Zâbac memleketlerinde bu­ I.H i n d-t ü r k i m p a r a t o r l u ğ u n u n askerî teşkilâtı. lunduğu görülür. Bu al-Zâbac Çin ile de mü­ Babur 'un Hindistan 'a şevke ttiği ve Pânipat nâsebette bulunurdu. Müslümanların Çin ile ticâret münâsebetleri 264 ( 878 ) 'te, siyâsî ka­ 'ta İbrahim Lödi 'nin 100.000 kişilik ordusuna rışıklıklar yüzünden, durmuştur. Arap müellif­ karşı koyan ve ekseriyeti süvarilerden müte­ leri bu mevzuda, umumiyetle, eski malzemeyi şekkil, fakat içinde bir topçu kıt'ası ile başlıca işlemekten başka bir şey yapmamışlardır. An­ silâhı fitilli tufenkten ibaret bir mıkdar piyade cak çok daha sonra, moğuUarm İdaresi zama­ de bulanan ordusu 100.000 muharipten mü­ nında, dış memleketler ile münâsebetlerin ye­ rekkep idi. Pencab '1 ilhak etmek suretiyle şi­ niden canlanmış olduğu görülür ki, bunun en malî Hindistan, Efganistan ve Mâverâünnehr mühim delili de İbn Battuta 'nm seyahatnâ- 'de müsiüman ordusunun en mühim askerî mennesidir. bâlannı Babur'un oğlu ve halefi Hümâyûn'un B i b l i y o g r a f y a ' . B G A t I, 28— 36; elinden alan, bükuvve müstakil sayılabilen kar­ II, 3 5 - 4 1 ; IH, 10— 19; IV, 7, 9— 16; VI, deşi, Kabil vâlisî Kâmrân 'm bu hareketlerine metin s, 60— 72, trc, s. 40— 53 ; VII, 83 v.d., rağmen, Hümâyûn Kanavc yakınında Şir-Şâh ’a 8b v.dd.; VIH, 51— $1 Ya'kübi (nşr.Houts- mağlûp olduğu Ganges muharebesinde 100 .0 0 0 ma ), I, 207 v.d.; Mas'udi, Murüc al-zahab, I., kişilik ordu çıkarabİImİştî; 1535 'te, Hindistan 'a XVI. ve X. fasıllar; Buzurg b. Şahriyâr, *Acâ- dönerken, Kabil'de ancak 1 5 .0 0 0 kişilik ordu 'ib al-Hind { nşr. van der Lith, Leiden, 1883 bırakmış idî. Hâlbuki hakikî banisinin kendisi — 1886); Rsinaud, Relation des voyages olduğu imparatorluk ordusunun yaratıcısı onun faiis par les Arabes et les Persans dans oğlu ve halefi olan Akbar 'dır. Bu imparatorluk, bîr askerî otokratik idareden Vlnde et â la Chine ( Paris, 1845 ); İdrisi (trc. Jaubert), I, 44— 103; Kazvini (nşr. ibâret idi. Vilâyet valilerine sipâhsSlar (»baş­ W üstenfeld), s. 106— 123; Reinaud, Intro- kumandan" ), bir pargana ( kaza ) müdürüne de duciion â la Geographie d ’ Aba V-Fidâ\ s. favcdâr ( »kumandan" ) unvanı verilirdi ve he­ CCCLXXXVII~~CDXLV;Sprenger, Post- und men bütün me'mûrlar ve saray adamları, hattâ Reiserouien (1864), s. 79— 91 ; G. Ferrand mülkî ve adlî me'mûriyette bulunanlara bile, ( J A , 10. seri; 1907, 433“ ; XV, 1910, I »süvari kumandanı" rütbesi verilirdi. Msl. Ak281— 330); ‘A lî Saydi Ra'is, Mir ât al-ma- I bar 'in kâtibi Şayh Abu 'I-Fazl 'ın »2.500 atlı I kumandanı'^ sarayın nüktedanı vç hindî lisanın­ mâlik• ( Hartmann.)



HİND-TÜRK İMPARATORLUĞU. da şiir yazmakta suliân al-şuarâ olan raca Bir ■ Bâr 'm „ı.ooo atlı kumandam", bir hâkim oian M ir‘Adi Sayyİd Muhammed ’in „goo atlı kuman­ dam", şâir Şayh Fayzı ’nın de ,,400 atlı kumanda­ nı" rütbesini hâiz olduklarım biliyoruz. Böyle bir süvari kumandanlığına mansab ( „rütbe" veya »mevki" ) ve bu rütbeyi hâiz olana da manşabdar ( »me'mûr" ) denilirdi. $00 Men 2.500 'e ka­ dar atlıya, itibarî olarak, kumanda edenler, amir ( »emîr" ) ve bu mıkdardan fazlasına, İti­ bârı olarak, kumanda edenler amîr-i kahir ( »büyük emîr" } diye sınıflandırmışlardı. Bu kumandanlıklar fahrî unvanlar olup, me’müriyetleri tasnif ve tanzim etmek maksadı ile veri­ lirdi ve bunlara manşab-i zât ( »zatî rütbe" ) denilirdi. Bilfiil askerî salâhiyeti hâiz olanların her bİrî, zatî rütbesine ilâveten, bir de savar ( »atlı" } rütbesini alırdı, Böylece bir 5.000 Tik süvari kumandanını, ,,4.000 atlısı olan 5.000 lık kumandan" diye tarif etmek mümkün olabilirdi, yânı rütbesi 5.000 Tik kumandan olduğu hâlde, ancak 4.000 atlıyı te'min etmekle mükellef ol­ duğu farzedilirdl. Akbar 'in saltanatı devrinde, şehzadelere verilen rütbelerden maada, kuman­ danlıklar 10 atlıdan 5.000 atlıya kadar tasnif edilmişti. Fakat bu padişahın devrinin sonla­ rında, İki üç emîr, 6.000 atlı ve 7.000 atlı ku­ mandanlığına yükseltilmişti. Bu iki yüksek ku­ mandanlıkta derece farkı mevcut değil idi, fakat diğerlerinin her biri 3 sınıfa ayrılmış idil 1. savar rütbeleri zatî rütbelerine müsâvî olanlar, 2. savar rütbeleri zatî rütbelerinin yansı kadar veya daha ziyâde olanlar, 3, savar rütbeleri zatî rütbelerinin yansından daha az olanlar. Böylece 5.000 atlısı olan 5.000'lik bir kuman­ dan rütbesinin birinci smtfmı, 3.000 atlısı olan 5.000 'lik kumandan— ikinci smıfmt ve 2.000 atlısı oian 5.000 ’İik kumandan — üçüncü sınıfını teşkil eder. Sırf sivil me'mûr olan bir zât ek­ seriya savar rütbesini almadığı hâlde, askerî ve sivil me'mûrlar arasındaki fark, bugünkü gibi, bariz bîr şekilde tâyin edilmez, bütün me'­ mûrlar, nazarî olarak, asker sayılırdı. Kâtib Abu ' 1-Fazl 'ın, hiç olmazsa bir defa, harp meydanında hizmet gördüğü malumdur. Akbar, bir defa, muharebe meydanında nedimini ve meşhûr tabîbİnı askerî kumandanlıklar ile tavzif et­ miş ve bu tâyinler çok felâketli neticeler vermişti, Â 'în-i Akbarî, Tabakât-i Akbari ve Padşâknâma gibi eserlerde verilen »atlı kumandanlar" listeleri bir ordu listesi değil, daha ziyâde askerî ve sivil bütün devlet me'mûr teşkilâtının merâtib listesinden ibarettir. Hattâ Pâdşah-nâma 'de olduğu gibi, zatî rütbe yanında savar rüt­ besi de zikredilen yerlerde dahi, listeler impa­ ratorluk ordusunun fı’iî kuvvetim gösterecek



bir rehber değildir; çünkü savar rütbesini hâiz olan kumandanlar, o rütbenin gösterdiği at adedini te’min edemiyorlardı ve kendilerinden o mıkdarı muhafaza etmeleri de beklenmiyordu. Şah-Cihân, kumandanların savar rütbelerinin delâlet ettiği at adedinin üçte birinden ve bâzı durumlarda dörtte birinden ziyâdesini te'min etmelerinin kendilerinden istenilmeyeceğine dâir, bir ferman isdâr etmişti. Hattâ Baîh muhare­ besinde, itibârı sayısının ancak beşte birini toplamaları emredilmişti. „A th kumandanların" senelik maaşları, 7.000 'lik kumandan için, 350.000 rupyadan, lo o ’lük kumandan için, 4.000 rupyaya kadar olmak üze­ re, tertip edilmişti. Fakat üç sınıfa ayrılmış kumandanlıklarda, maaş, her sınıfa göre, deği­ şiyordu, Böylece 5,000'lik kumandanlıkta birinci sınıf bir zabit 250.000, ikinci sınıf 242.500, üçüncü sınıf da 235.000 rupya maaş alıyordu. Bu maaş­ lar zâtı rütbeye bağlı olup, me'mürun gerek sa­ rayda, gerekse vilâyetlerde mevkiini muhafaza ederek, ailesinin ihtiyâcını, yol masraflarını ve şahsî hizmetine lâzım olacak mıkdarda atlılarını te'min edebilmesi göz Önünde tutula­ rak verilirdi. Bilfiil hizmette bulunan askerlerin maaşı için ayrıca tahsisat verilirdi. Atlılar tabinân ( »takip edenler" veya »asker­ ler" ) tesmiye edilirdi. Bunlar kendi atlarını, silâhlarını, muharebede nakil vâsıtalarını te' min ederler ve üç sınıfa ayrılırlardı: birincisi — üç atı olanlar, ayda takriben 25 rupya alırlardı; İkincisi — iki atı olanlar, aynı maaşı alırlardı; üçüneüsü — ayda 16 */2 rupyadan bir-az da­ ha fazla alan ve bir atı olanlardı. Daha sonraki tarihlerde, Dakhan 'da bundan daha yüksek maaşlar verilirdi. Kendi atını te'min edemeyen süvarilere bârgir denilirdi; bunlar kendilerine at te'min edenlerin uşakları veya maiyetleri olurlardı. Umumiyetle bu sınıfların her on süvariden üçü üç atlı, dördü iki atlı ve üçü bir atlı olurdu ki, bu hesapça on nefere 20 at nisbeti muhafaza olunurdu. Manşabdar 'lar tarafından te'min edilen bir­ liklerin maaşları, ilk zamanlarda câgirf yâni tımar usûlü İle te’min edilirdi. Bu suretle ordu feodal bir sistem üzerine kurulmuş demek idi. Mamafih bu tımar, irsî olmayıp, yâni câgirdâr 'lar ve timar eshâhmın mülkiyet haklan ol­ madığına göre, bu bakımdan Avrupa feodal sisteminden farklı idi. Bir timar sahibi, bîr ti­ ni ardan diğer birine naklettirebilir veyahut tı­ marının bir kısmı veya hattâ bütünü kendi­ sinden geri alınabilirdi. 1574'te Akbar tarafın­ dan çıkarılan bir ferman ile, bütün tımarlar geri alınıp, emlâk-i hassaya idhâl edildi ve askerlerin maaşı hazîneye havale edilerek, nak­ den te'diye edildi. Bu ferman hoşnutsuzluğa



4W



HÎND-TURK İMPARATORLUĞU.



sebep oldu; çünkü bîr-çok sebeplerden dolayı, cagir sistemi, nakd { nakdî te'diyat ) sistemin­ den çok daha makbul idi. Nakd sistemi altında, para te'diyesînden evvel, her hangi bîr zaman­ da umûmî bir yoklama resm-ı geçidi yapılabi­ lirdi, Bir cagırdâr, tımarının idâresinde tasar­ ruf etmek, arazi sahiplerinin malini zapt veya gasbetmek suretiyle, kendisine büyük kazanç­ lar te’min edebilirdi. Fakat nakd sistemi onu bu tarda zengin olmak fırsatlarından mahrum ediyordu. Ferman derhâl tâdil edildi ve gerçi nakd sistemi imparatorluğun istikrar bulmuş eyâletlerinde tatbik sahasına geçti ise de, Bengaîe, Gucârât ve Sind gibi, daha yeni fethedil­ miş eyâletlerde, cagir sistemine devam edildi ve Akbar 'in ölümünden sonra, diğer bir-çok eyâletlerde de yeniden carî oldu. Aynı zamanda yapılan diğer bir ıslâh da, dağ u~makaîli denilen kızgın demir ile dağla­ mak usûlü İdi ki, bu cagir yerine nakd sistemi­ nin ikamesinden de daha fazla hoşnutsuzluğu mucip olmuş idi. Şöyle kİ, manşabdar 'lar teJminİne mükellef bulundukları asker mıkdarmt nadiren, tam olarak, elde tutuyorlardı, »Uydurma geçit resimleri ordunun, hattâ en parlak devirlerinde bile, muztarip olduğu bir illet idi. Ümerâ, kadrolarını tam göstermek için, bîribirlerine adam iare ediyorlardı veya­ hut muhtaç olan serseriler, çarşılardan topla­ tılıp, ele geçirilen ilk yük beygirine bindirilir ve ehliyetli bir asker imiş gibi sıraya sokulur ve say­ dırıl iri ardı." Akbar bu İrileli usûlleri bertaraf etmek maksadı ile, dağ u-makalli nizâmnâme­ sini yaptı. Buna göre, neferlerin ve atların tavsifi yoklama defterleri yapılacak ve atlar »hizmete yarar" diye damgalanacaktı ve yokla­ malarda ancak böyle damgalanmış atları çı­ karanlara maaşları verilecekti. Öyle görünüyor ki, bu usûl ilk olarak, İran ve Mâverâünnehr Selçukluları tarafından tatbik edilmişti. Hin­ distan’da bu usûl 1312'de ‘A la’ al-Din Haİaci tarafından kabul edildi. Fakat onun Ölü­ münden sonra, 1541 'de Şir*Şâh tarafından tekrar iâde edilinceye kadar, tatbik edilmedi. Şir-Şâh 'm ölümünden sonra da yine terk olun­ du. Me'mûrİarın, devleti soymak suretiyle, ke­ selerini doldurmalarına mâni olacak her hangi bir karara karşı şiddetli muhalefet ve muka­ vemet göstermeleri dolayısı ile, Akbar bu usûlü ihya etmekte büyük zorluklar çekmişti. Hattâ, emir alır-almaz kıt'alarm» teftişe arzetmek mec­ buriyetinde oldukları hâlde, 5.000 atlı veyahut bundan daha büyük sayıda atlı kumandanları, bu hükümden muâf tutmağa mecbur olmuş İdi. imparatorluğun son zamanlarında, bu hüküm mer'iyetten kalktı. Burhan al-Mulk, Nâdir Şâh a karşı koymak üzere, Karnâl 'da Muhammed



Şâh 'a iltihak ettiği1 zaman, bir tarihçi onun kıt’asım mavcüdi na kâğazi »yalnız kâğıt üze­ rinde değil, bilfiil mevcut" diye vasıflandırıp kaydetmiştir. Daha sonra, 1750'de, Bengâle'de 1700 nefer İçin tahsisat alan bir zabitin, yok­ lamaya 70— 80 'den fazla nefer çıkaramadığı söylenmektedir. Prenslerin ve manşabdar ’ların kıt'alarmda? maada, hassa askerleri var idi. Vâlaşâhi adı ile tanınan muhafız alayı bilhassa çocukluğundan beri hükümdara merbut ve şehzadeliğinde ma­ iyetinde bulunmuş olan adamlarından mürekkep idi, Manucei bunları imparatorun köleleri diye zikreder ve Avrangzib zamanında sayılarının 4,coo olduğunu söyler. Maaşlarının mıkdarı hak­ kında tafsilât verilmiyor. Fakat manşabdar 'larm k ıt’alarmda hizmet görenlerden daha fazla aldıkları ihtimâli vâriddir. Bir de, ilk defâ, Akbar tarafından teşkil edilen ve ahadi adı verilen bir seçkinler kıt’ası var idi. Abu 'l-Fa&l bunların »âbenkdar bir vahdete" vâsıl oldukları için, böyle tesmiye edildiklerini, bilhassa gülünç bir cümle ile ifâde ediyor. Bundan ne kasdettiğini bilmiyoruz; fakat bunların, manşabdar ’la r ' tarafından toplu bir hâlde hizmete alınmayıp, imparatorun şahsî hizmetine teker-teker girdik­ leri için, ahadi diye tesmiye edilmiş oldukları aşikârdır. Mezkûr sınıf, rütbe itibârı ile, küçük manşabdar 'İar ile iâbinan arasında bir mevki işgal ediyorlardı ve bu sonuncuların maaşının takriben iki mislini almakta idiler. Bunlar »gentlemen of t he îif-guard" a benzetilebilir ve bir çokları sivil me’mûriyetlere alınmak üzere, kıt'alardan ayrılırlardı. Ahadz k ıt’alardaki üç atlı, iki atlı ve bir atlı nisbeti manşabdar bir­ liklerindeki gibi idi. Bir atlı kumandan, ister tİmar sahibi olsun, ister maaşını hazîneden alsın, tevzî ve taksi­ mini kendisi tanzim ederdi. Adamlarının ma­ aşlarının 5 % 'ini kendisine ayırmak salâhiyeti var İdi; maaşlar dâima bir senelik olarak ve­ rilmez, ekseriyâ altı, beş ve dört aylık ve­ rilirdi. Avrangzib devrindeki ordu hakkında Manucci şöyle diyor: — »Bir senelik hizmetmukabilinde, onlara altı veya sekiz aylık ma­ aş verilir, bu hâlde de bütün para, nakd ola­ rak, verilemez ve dâima iki aylıkları da ken­ dilerine verilen elbise ve sarayda eski giyim eşyası hesabına kesilir. Bütün bunların üs­ tünde hemen-hemen daima iki veya üç sene hizmetine karşılık alacakları katırdı. Askerler şarrö/'lardan faiz ile borç almağa mecbur kal­ maktadırlar. Bu sarrafların onlara borç verdiği doğrudur, fakat dâima kuınandau veya zabitin emir ve tasvibi ile verirler; bunlar da faizden elde edilen kazancı aralarında paylaşmak hak­ kında bir anlaşmaya vardıktan sonra, bu emri



HlND-TÜRK İMPARATORLUĞÜ. verirler. Bâzsa fau askerler maaş senetlerini bu sarraflara kırdırırlar ve 100 rupya değe­ rinde bîr senet için 20— 2$ rupya alırlardı. Günlük ekmeğini elde etmek İçin başka vesâ­ itten mahrûm olduğundan, hizmette kalmağa mecbür bulunan bu bedbaht askerleri kuman­ danlar, bu usûller ile ve buna benzer zulümler ile, ezerler. Bu askerlerin böyle zulümlere mâ­ ruz kalmamaları imkânsızdır, çünkü bu sû-i istimaller bütün prenslerin dâirelerinde hüküm sürmektedir. Kendi isteği ile hizmetten istifa edenler olursa, İki aylık maaşları kesilir. Bü­ tün bunlara rağmen süvari hizmeti şerefli bir meslek sayılırdı; basit bir nefere, bir dereceye kadar, bir efendi nazarı ile bakılır ve böylelerî, hattâ okuma yazması olmadığı hâlde, ekseriya yüksek mevkilerde kullanılırdı." Piyade, her bakımdan, aşağı askeri sınıf idi. Kapıcılar, bekçiler, koşucular ve câsuslar, peh­ livanlar ve taht-ı revaneıîar bu sınıfa dâhil İdiler. Fakat muharip smıf silâhendâzlardan ( barlçandâz), okçulardan ve mızrakçılardan müteşekkil İdi. Akbar, başında bulunan ku­ mandana daruğa adı verilen, 12.000 fitilli tüfenkçiden mürekkep bir kıt'a tutuyordu. Bir kâtip ile bir veznedar hesaplan tutmak ve askerlerin maaşlarım te'di ye etmekle muvaz­ zaf idiler. Kıt'anm küçük zabitleri dört sını­ fa ayrılmış idi. Birincisi ayda 7 Vs* İkincisi 7, üçüncüsü 6 ve dördüncüsü 6 V2 rupya alıyor­ du, Neferler de beş sınıfa ayrılmış olup, maaş­ ları ayda 4 s/ M a d e n i ş ç i l i ğ i ve d o k u m a c ı l ı k . Saltanat devrinin küçük sanayi bakımından son­ raki devirlerden daha az verimli olmadığı şüpheesîzdir; fakat bu san’attan hiç eser kalma­ mış olması keyfiyeti şâyân-ı dikkattir. Müslü­ manların bu sahadaki san’atkârâne faaliyeti, o kadar geniş idi kİ, burada, bu hususta kâfi de­ recede malûmat vermek mümkün değildir ( bk. Bibliyografya ). B ritanya hukümranuği altinda hİndIstan I. S i y â s î t a r i h . Hind-Türk İmparatorlu­ ğunun çözülmesi Hindistan 'da ne merkezî bir hükümet ve ne de dinî bir sistem kuracak ve idare edecek iktidar bırakmıştı. Hindistan, Maratfaalann idaresi altında bulunan şimal-i garbide Dakhan, merkezî Hindistan ve Râcpütânaile müsîüman hâkimiyeti altında bulunan Haydarâbâd, Maysür (1762 ’den 1799 'a kadar ), Bengale ve Bıhâr, Avadb ve Robİlkband olmak üze­ re, müteaddit, büyüklü-küçüklü hükümdarlıklara ayrılmış idi. Bu hükümdarlıklar arasındaki reka­ betler ve kavgalar ingilizler ile fransızlara, on­ ların işlerine müdâhale etmek fırsatını vermiş ve 1850'ye kadar, bütün Hindistan doğrudandoğruya ve yahut bilvâsıta Britanya 'mn hükmü aitma girmiş bulunuyordu. Merkezî hükümetin mhtlâiini siyâsî inhitat hakkında umûmî bir fikri uyanma tâkip etli. İlk aksüî'amei dine dönüş şeklinde bir hareket oldu. Fakat bu Vehhâbî [ b. bk.].reformunun fârikası olan doğmatik mânada bir hareket değil idi. Ha­ yatî ve fikrî bir hareketin kaynağı ola dehlili Şâb Vali Allah (1702— 1760) bir sûfînin, bir âlimin, siyâsî bir feylesofun en ince vasıflarını nefsinde birleştirmişti. Onun dinî yazıları kes­ kin ve ferahlandırıcı bir realite hissi ile canlan­ dın Imıştır. Muhtelif görüşleri anlamak ve benim­ semekteki fıtrî kabiliyeti, tâlimlerini müslümanlarm dinî ve aklî mirasının mükemmel ve uzvî bir terkibi hâline getirmiş idi ve bunun ilham ettiği itim&d, insanın ebedî ve mutlak haki­ kati a idrâkine vâsıl olabilecek kudrette olduğu hakkmdaki tasavvuf! inancı ile bir kat daha kuvvetlendirilmişti. Din ve şeriat, yânı değişme­ yen hakikat ile onun lüzûmlu olan, her zaman değişen ifâdesi arasındaki fark üzerinde İsrar etti ve muhtelif dinlere inanan insanlar ara­ sında İçtimaî ittibad ve iş-birliği için yalnız rûfıî değil, aynı zamanda teolojik ve entelfektüel bir esâs te'min etti. Kabul melekesinin muh­ telif derece ve çeşitleri bulunduğu mealindeki psikolojik hakikat üzerinde de İsrarla durur ( msl. ffuccat Allah al-bâliğa, Andjuman Himayat İslam Press, Lahor, s. 89 v.dd.) ve mürlslâm Ansiklopedisi



şidlik mes'ûliyetini, ruhî ve entellektüel haki­ katleri kabul kabiliyeti en fazla olan ve bunları tahakkuk ettirmeğe en müsait olan kimselere bırakıyordu. Zamanının aristokrasisini şiddetle tenkit etmekten çekinmiyordu. Ounun yüksek ka­ rakter sahibi, fevkalâde kabiliyetli olan oğulları ve tarafdarları, daha iyi bir İçtimaî nizamın ku­ rulması hareketinin nüvesi oldular. Mavlânâ Sayyid Aîımed, Mavlâni Ismâ'il Şahid, Mavlânâ Karâmat 'AH [ b. bk,] İçtimaî ve dinî İslâ­ hatlarında muvaffak oldular ve muasırlarının şuurlarında derin te’sirier bıraktılar. Fakat Pencâb 'daki Sikh devletine karşı açılan mu­ harebe muvaffakiyetsizlîğe uğradı ve Britanya hükümeti aleyhinde mukavemet teşebbüsü, mü­ essir olamayacak kadar, geç kaldı. Tecrübeli bir rehberin yokluğu, idealist olanların 1857 'deki isyandan tam istifâde etmelerine ve bunun bir istiklâl muhârebesi mâhiyetini almasına mâni oldu. Bu isyanın belli-başlı gayesi Hind-Türk imparatojluğunu tekrar diriltmek olduğu için, İngiliz İntikamına en ziyâde mârûz kalan yük­ sek tabaka müsiümanlar oldular. Bu hükü­ met değişmesinden ve Britanya hükümranlığının teessüsünden sonra, arta kalan aristokrasi tama­ men mahvolmuş bir durumda idi. Aym zamanda Britanya hâkimiyetini tanımamağa mâtuf dinî ve İçtimaî hareketler ile bunun rehberleri ortadan kaldırıldı. Müsiümanlar yeni İdareye ve tedris dili İngilizce olan yeni mekteplere yanaşmadılar. Bu­ nun için kendilerine lâyık gördükleri yegâne mes­ lek olan devlet me’mûrİyetine seçilemez oldular. Bu sırada Sayyid Ahmed Hân [ b. bk.] din­ daşlarının Büyük Britanya ile aralarım bula­ rak, onları tam bir imhadan kurtarmak vazife­ sini üzerine aldı. Bu zât bâzı Britanya memurlarmm müslümanlann isyanda baş rolde bulunduklarına ve bundan dolayı istikbalde onların sadâkatlerine güvenil mi yeceğine dâir kanâatlerine karşı mücâdeleye girişti. Hır istiyanlar ile temâsı dinen günah sayan kimselere karşı ciddî bir mücâdeleye girişen Sayyid Ahmed Han, İngiltere hükümetinin, müsîüman iarm dinlerine karışmayıp, dinî vazifeleri serbestçe icra edebilmelerine mâni olmadığı İçin, onlar aleyhinde cihad açmağa lüzûm olmadığım ve müslümaalarm İngiltere 'nın sâdık tebeaları olarak yaşayabileceklerini ileri sürdü. Sayyid Ahmed Hân, aynı zamanda, İslâmiyet düsturları ile garp ilmi arasında hîç bir zıddiyet olmadığım, fikri gelişme ve İktisadî düzeni te’min ettiğinden, garp bilgisini kabûl etmenin lüzûmlu olduğunu iddia ediyordu. O amelî zekâsı ve ahlâkî cesareti olan pek münevver bir zât idi. Hiç şüphe yok­ tur ki, o günkü şartlar altında-müsîüman lan tekrar canlandıracak bir usûl onun tavsiye et­ tiği yoldan başka bir şey olamazdı. 34



$3 e, 99) 21, 23, 125, s, 126, 9, ıs, 189, 2\ ve fihrist Ş a b ir; K. Ritter, Erdkande, XII, 78? ; H. v. Maltzan, Reise nctck Südarabien ( Braunschweig, 1873 ), s. 162, 214, 390— 397, 404— 407. __ ( J. S C H L E iF E R .) H U C U R A T. [ Bk. hücurât .] H U C U R Â T . AL-HUCURÂT ( A.), Kur'an 'da XLIX. sûrenin ism i; l}ucra [ b. bk.] ’nin cem’i. H UCVÎRÎ. [ Bk. hücvîrî -3 HUD. [Bk. H Û D .] HÛD. HUD, ‘A d [ b. bk.] k a v m i o e g ö n ­ d e r i l e n p e y g a m b e r olup, bu kavme men­ sup ( ah ) olarak gösterilir ve muhtelif şekilde rivayet edilen nesebi kısmen ‘A d 'm cedd-i âlâ­ sının nesebi ile birleşir. Bu aym zamanda, ‘Abir ( Îbrânîîerin ceddi olup, Tevrat 'ta zikr­ edilen ’Eber) ile aym şahıs olduğu da söylen­ mektedir; bir başka yerde de ‘Abir'İn oğlu ( aş. bk.) olarak gösterilmiştir. Kavminin Hak yo­ lundan ayrılıp, kibir ve nahvete kapılmış bııİslâra A nsiklo p e d i*!



HÛÖ.



$7?.



lunduğu ve kendisini takip edenlerin pek az olduğu söylenir. Israiliyâtın bildirdiğine göre, Allah ‘Ad kavmini 3 sene süren bir kuraklık ile cezalandırmış. Onlar da, içlerinden bâzı kimseleri, Mekke ’ye yağmur duasına gönder­ mişler. Allah, gök yüzünde biri beyaz, biri kır­ mızı ve biri de siyah olmak üzere, üç bulut halketmiş. İçlerinden Kayî isimli bir şahıs, ha­ tiften gelen bir sadâ ile, bu üç buluttan bi­ rini seçmeğe me’mûr edilmiş. Siyah bulutu se­ çince, ‘Ad üzerinde müthiş bir fırtına çıkmış, ‘Ad kavmi, Hüd Ue ümmeti müstesna olmak Üze­ re, mahvolmuş ( bk. jK«r’on,LXIX,6). Hüd 'un 150 sene yaşamış olduğu rivayet edilir. Mezarı hak­ kında da muhtelif rivayetler vardır; Hüd ’a ait bir mezarın BPr Barahüt civarında bulunduğun­ dan bahsedilmektedir ( bk. van der Meullen ve v. Wissmann’m tasviri). İbn Battüta (Paris, I, 265 ; II, 203 ) 'da Hüd 'un mezarının Şam 'da Büyük camide bulunduğu bildiriliyor ; başka ri­ vayetlere göre, diğer 98 peygamber île birlikte, Kabe 'de yatmaktadır, ‘ÂD maddesinde bir ‘Â d kavminin mevcudiyetinin şüpheli olduğuna işaret edilmiştir. Bu Hüd için evleviyetle varittir. Kur an 'da geçen Hüd sözü (II, 105, 129, *34) yah udiler in müşterek tavsifidir ve hvd cezri orada „yahudiliği kabul etmiş bulunmak" mânasında ( II, 59; IV, 48 v. b.) küll hâ­ linde bütün yahudilere verilen isimdir. Hüd İıas ismi de bu fiil ve isimden müştak gibi görün­ mektedir ve ibrânîlerin ceddi île Hüd 'un aym kimse olduğu hakkındaki rivayet, muhtemel olarak, hu cihete işaret etmektedir. Şu hâlde Hirsehfeîd Hüd 'u mecazî bir şahıs olarak ad­ landırmakta, ihtimâl, haklıdır ( Beitrage 2. Erklarung des Koran, Leipzig, 1886, s. 17, not 4 ). Kremers ( Öber die südarabische Sage, s. 21 v. d.)'in ilk önce Krater (? ) Ba­ rahüt'un Hüd kıssasına yol açtığı hususun­ daki tahminî dikkate değer. , B i b l i y o g r a f y a : ‘ÂD ve BARAHÜT maddelerinde ismi geçen eserlerden baş­ ka bk. K uran tefsirleri ve bilhassa VII, XI, 52 v. d d . ; XXVI, 123 V. dd.; Şa'Iabi, K işa ş al-anbiyü> (1290), s. 63 v, d d .; Sale, The Koran, Preliminary Discoures, s. 8; Maracci, Refutationes ( Patavii, 1698), s. 282 ve aynı yerde bahsi geçen diğer eserler; Geiger, W as hat Muhammed aus dem Ju~ denthume aufgenommen2, s. m v. dd.; van der Meullen ve Wİssman», Hazramaut, s. 158 v. dd^ ( A . J. W ensinck .) HÛD. HUD, B a n i H ü d s ü l â l e s i n i n c e d d i . 430 (1039) senesinde Munzir II. b. Yahya [ bk. mad. T O cİB j'n m katlı üze­ rine, Abu Ayyûb Sulaymân b. Muhammed Saragcssa şehrinin İdâresîni ele geçirdi ve orada, 37



57«



HÛD - HUDEYBİYt



Codera 'ya göre, keza Lerida, Calatayud ile hünkâr ( „uğurlu“ ) sözünden müştak olarak gös­ Tudela'da 503 ( u i o ) tarihine kadar hüküm­ terir; krş. bir de J A , z. seri, X V , 276, 573). ran olan bir sülâlenin kurucusu oldu. Ailenin Hünkâr unvanı XIX, asra kadar bütün Osmanh ceddi Ispanya’nın fethi esnasında oraya gel­ sultanlarına verilmiş ve pâdişâh unvanı ile miş bulunan araplardan Hüd isimli bir şa­ muvazi olarak, kullanılmıştır. Müverrih İbn lyâs, hıs olduğu için, sülâle Bani Hüd ismi He ta­ Selim I. tarafından kullanılan bu yabancı un­ nınmaktadır. Hüd sülâlesine âit elde muhtelif vana mısırlıların nasıl hayret ettiklerini anlatır şecereler vardır. Sülâlenin kurucusu, Mungir’in (krş. Barthold, IsL, VI, 393). Fakat ftunkâr, hükümranlığı esnasında Lerida’daki hıristiyan- unvan olarak, bâzı büyük ilâhiyatçılar ile mu­ larm kumandanı imiş ; Saragossa 'nm beyîolun- tasavvıflara, bilhassa çok defa Molla Hünkâr ca, al Musta'in ismini almış, Codera ( Etudios diye anılan Calâl al-Din Rûmi 'ye yahut Hün­ criticos de Historia ûrabe- espaîiola, s. 363 kâr Idâci Bektâş Vali veya Hünkâr Hâci Bektâş v. dd.) 'ya göre, 438 ( 1046/1047 ) tarihinde Su- (Köprülü Fuad, Türk edebiyatında ilk muta­ iayman ’ın vefatında, memleketini oğulları ara­ savvıflar, s. 126 n o t)'a da verildi. hudâvendİ­ sında taksim etmiş, bu suretie her biri, yukarı­ gâr tâbirinden kısaltma olan ( bununla beraber da zikredilen şehirlerden birinin valisi olmuştur. aş. bk.) hünkâr ( İstanbul ağzında hünkâr) Bunlardan yalnız Saragossa hükümdarları hak­ kelimesi coğrafî isimlerde de g e çe r; Hünkâr kında daha fazla mâlûmata sahip bulunmaktayız. iskelesi v.b. Burada, birbirini takiben, 474 ( io 8î ) ’e kadar — 3, Bursa Orhan tarafından zaptedildikten Ahmed ai-Muktadir, 478 (1085 ) ’e kadar — oğlu sonra, bu şehir, cıvan İle birlikte, sancak olarak, Yûsuf al-Mu’tamin ve 501 (1107 ) ’e kadar — onun şehzade Murad Bey ’e verildi. Aşık Paşa-zâde oğlu Ahmed al-Mustain ( II ) hükümran olmuş­ bu sancağın, ona izafeten, Bey sancağı tesmiye lardır. En son zikredilen hükümdarın oğlu olan edildiğini yazar (s. 43) ; fakat muahhar tarihî ‘İmâd al-D avla‘Abd aî-Malik, hâkimiyetini, Mu- an’ane, bu sancak ile merkezî Bursa olan aonraki râbıtlardan 'A li b, Yusuf ’a kaptırarak, kaybet­ vilâyetin, bu ilk valinin lekabma izafeten, Hu­ miştir (503 — 1 1 10) ; fakat kaynaklar bu hâ­ da vendigâr diye anıldığım kaydeder ( krş. disenin nasıl olduğu hakkında birbirinden ayrıl­ Kâtİb Çelebî, Cihânnümâ, s. 656 ). Bursa şeh­ maktadırlar. İmad ai-Davla Rueda’ya kaçmış rinde kâin olup, Hudâvendİgâr Câmi‘ (Evliya ve orada 524 ( 1130) tarihine kadar yaşamıştır. Çelebî, II, 14; Cuinet, La Turyuie d*Asîe, IV, 127) ve medresesi (Evliya Çelebî, II, 1 7 ) gibi, Krş. mad. M U H A M M E D B . Y Û S U F B . H Ü D . B i b l i y o g r a f y a : Ibn al- Aşİr ( nşr. dînî mebânî Murad I. 'a âit te'sislerdir. ( j . H . K r a m e r s .) Tornberg), IX, 204 ; aî-Marrakuşi ( nşr. Dozy), s. 50; Dozy, Histoire des Musulm. d’Espagne, H U D A Y B lY A . [ Bk. H U D E Y B İY E ,] IV ; ayn. mil., Reckerches3, I, 231 v.dd. ve H U D E YB İY E . HU D AYBİYA, M ekke’den, buna ilâve edilen metinler; Codera, gost. ağır yürüyüş ile, bir günlük ( marhala ),' başka yer.; Mülîer, Der İslam , . . , II, s. 583, 638. bir tâbir ile, 17 kilometrelik mesafede b i r v â d i. H UDÂBENDE. [B k. u l c a y t u .] Arazisinin bîr kısmı, en çok genişliği bu taraf­ H U D A V E N D İG A R . ( Bk. h u d â v e n d İ g â r .) ta olan Mekke haram ’ine dâhil bulunuyordu. H U D  V E N D İ G  R . H U D A V E N D İG A R Hicret sıralarında, bu ıssız vadinin kuyusu ve (F.), hudâvend 'den müştak olup, mânası s a h i p , mukaddes bir ağacı ile bir İptidaî ibâdet yeri h ü k ü m d a r ve b e y d i r . Fars edebiyatında var İdi. Sonraları burada toprak altı suları bakı­ ekseriya A l l a h manâsında kullanılır. Osmanh mından zengin olan civar ekinlikleri için bir devleti tarihinde hu kelim e: 1. S u l t a n M a- zirâat merkezi hâline gelen mütevâzî bir köy r a d I. ( 1360— 1389 ) ’»n u n v a n 1, 2. baş şeh­ yükseldi. ri B r û s a ( Bursa ) olan sancağın ve sonraları 6. ( 628) yılın son aylarında, yahudi kabile­ vilâyetin adı olmuştur. lerinin imhasından ve medİneli münafıkların 1. En eski osmanh tarihçileri Murad I. için( m unâfikün) tezlîlinden sonra, Peygamber ( umumiyetle Sultan Murad Gâzî denilir, krş. Y a şrib ’de kendini vaziyete hâkim zannedebi­ Gtese, Anonymzıs) bu unvanı kullanmazlar. Bu lirdi. Kureyşlerin teşebbüs ettikleri Handak unvan ilk defa XVI. asırda ortaya çıkar ( Idris muhasarasına bir nevi cevap olmak üzere, bir Bitlisi, Sa'd al-Din, krş. Hammer, GOR, I, 107 ). gösteriş yapmak zamanının geldiğine hükmetti. Eski vak'anüvislerde hünkar unvanı geçer Sebatlı siyâseti her şeyi hazırlamış idi. Kıble ’nîn ( bk. Aşık Paşa-zâde, Tarîk, İstanbul, 1332, s, değişmesi ve hacc mükellefiyeti sahabesinin 68 ) ve bu kelime, umumiyetle hudâvendİgâr ’ın dikkatini devamlı bir surette Mekke şehri üze­ kısaltılmış şekli olarak kabul edilir ( ‘A li, Kunh rine toplamış idi. Peygamberin, iptidada, askerî al-ahbâr, V, 16; Farhang-iŞuuri,bk. mad,; Sâmî, bir gösteriş yapmak tasavvurunda bulunduğu Kamus-i türkî, I, 589; Nâcî, Lügat 'inde, bunu anlaşılıyor: sahabesinden 1400— 1600 kişi, mü-



H U D E Y B İY E -



seîlâh olarak, ona refakat edecekti. Bunun için bîr cumra plâm ileri sürdü ; beraber getirilen kurbanlar kud'a 'yİ tamamlayacaktı. Mekke ’ye hâkim olarak girecek ve yahut Kureyşleri ken­ disi ile müzâkereye icbar edecekti. Askerî ma­ iyeti, Mekkeîi’lerde te’sir uyandıracak kadar çok, bir tecâvüz fikri telkîn etmeyecek kadar az idi. Kureyşler ona aldanmadılar ve geçitleri tut­ tular, Peygamber, haram sahasına girmek üzere iken, onların ileri karakollarının üzerine uğradı. Bu mukavemet önünde Hudaybiya ’ye kadar çe­ kildi ve müzâkerelere girişti. Taleplerini, saha­ besi ile birlikte, millî ibâdet yerini, Kâbe 'yi, ziyarete inhisar ettirdi; bu istek evvelâ redd­ edildi. Bu uzun ve zahmetli müzâkerelere yol açtı. ’Omar ( ‘Omar b. al-H attâb), vâsıta vazifesini görmek üzere, Mekke 'ye girmeğe eesâret edemediğinden, yerine ‘ Oşmân gönde­ rildi. Çünkü onun mensup olduğu nafiz Emevîler ailesinin itibârı kendisini muhafaza edebi­ lirdi. Onun öldüğüne dâir yalan bir şayia yayılınca, Peygamber sahabesini „mukaddestf ağacın yanında topladı ve kendilerinden sadâ­ kat yemini istedi. Bu bi at al-şacar ( „ağaç bi’a tİ") ve bi at aUri&vân { „ri2a bi’ati*') de­ nilen Hudaybiya biatidir. An'anenin bu vakıala­ ra nisbet ettiği bir âyet hakkında iki taraflı bir telmih vardır. Bu yemine iştirak edenlerin hepsi, İslâm tarihinde, merasimin altında cere­ yan ettiği ağaç ( ş a c a r ) tan müştak olarak, şacari lekabını taşırlar. Müteakip günlerde Kureyş müzakerecileri geldi. Yapılacak mua­ hedenin metni madde-madde ve kelime-kelime münâkaşa edildi. Protokoida Peygamber İslâmî formüllerin ve Rasülu *llâh unvanının kullanıl­ masından sarf-ı nazar etmek mecburiyetinde kaldı. Hattâ o zamandan itibaren Kureyş ’e mensup firârîleri iade etmeği taahhüt etti; mekkeliler aynı şartı kendileri için kabâl etme­ diler. ‘ Umra ’ye gelince, ertesi sene, silâhsız ve yalnız kınında olan kılıç ile gelmek şartı ile, buna müsâade ediliyordu. Bu anlaşma, uzun bir hareketsizlik ve susuz­ luk yüzünden, maneviyatı bozulmuş olan saha­ beler arasında büyük bir hayâl sukutuna sebep oldu. Hakikatte Peygamber Mekke ’ye karşı mücâdelesinde ehemmiyetli bir diplomatik mu­ vaffakiyet kazanmış idi. Esasen kazanmış olduğu hakları değil, fakat müşrik ve Pey­ gamberin peygamberliğini kabul etmemiş olan Kureyşler indînde kıymeti olmayan sâde iddi­ alarını feda ederek, Kureyş oligarşisini kendi­ si ile müsâvî şartlar ile muâmeye mecbur etti. Bütün Arabistan muvacehesinde bir kud­ ret hâlinde ilk defa burada tanındı. Kureyşler, kendilerine ğöre, memleketlerine girmeleri ya­



H UDEYDE.



579



sak bir muhacirler topluluğunun reisi île, bu suretle müzâkereye giriştiler ve Dâr al-Nadva [ b. bk.] bütün mazinin üzerinden bir sünger geçirmiş oldu. Peygamber bundan kazanç elde edecek ve şimdi artık kendisine resmî bir anlaş­ ma ile te’min edilmiş olan hareket serbestîsinden istifâde edebilecekti. Medine ’nin artık Mek­ ke ’den bir korkusu kalmamıştı. A ğır şartlara gelince, onlardan sıyrılmak ve muahedeyi mef­ suh ilân etmek çâresi bulunacaktı. Peygamber, o zaman için, Hudaybiya ’ye getirdiği kurban­ ları kesmeğe karar verdi ve buna bâzı hacc menâsikini ilâve etti. B i b i i y o g r a f y a : Yakut, Mu cam ( Mı­ sır tab.), III, 233— 334; Bakri, Mu cam ( nşr. Wustenfe!d ), s. 128, 272, 521, 813; Müslim, Sahih, II, 64, 6$, 91, 92; İbn Sa'd, Tabakâi ( nşr. Sachau ), II, I, 69, 70— 73, 83; IV, H, 40; İbn Hanbal, Musnad, III, 350, 355, 384, 396, 420, 486; IV, 48, 49, 332; V, 326; Ca~ etant, Annaîi , III, 139 ; İbn Hişâm, Sira ( nşr, Wüstenfeîd), s. 740, 743, 745, 746; Vâkidî, Mağâzî (nşr. 'VPellhausen }, s. 242, 244, 260; İbn al-Aşir, Usd al-ğâba, İV, 59. { H. L am



m e n s .)



H U D EYD E. AL-HUDAYDA, Arabistan'ın Yemen ülkesinde, Kızıldeniz sahilinde, 14^ 40' şimal arzı ve 430 54’ şark tülünde b i r ş e h i r v e b e l l i - b a ş l ı b i r i s k e l e d i r . İngiliz deniz haritalarında Ras aî-Jedir şeklinde gösterilen bu­ runun 5 mil kadar cenöb-i şarkîsinde bulunan Hudayda ’nin sâhili mercan kayaları ile kaplı olduğundan, sahilden uzakta demirlemek mecbu­ riyetinde kalan vapurlar ile şehir arasındaki irti­ bat, sanbük adı verilen yelkenli büyük san­ dallar vâsıtası ile te’min olunur. Hudayda ev­ velce küçük bir köyden ibaret iken, sonraları Lohayya-Mohâ1 gibi iskelelerin kum ile tıkan­ ması yüzünden, ehemmiyet kazanmıştır. Huday­ da 'yİ Yemen ’in merkezi olan Şan'â ya bağla­ yan yol, bu şehre varmazdan Önce, 3.000 m.'ye yakın bir irtifâa kadar yükselir, Osmanh hü­ kümranlığının son yıllarında ele alınmış olan Şan'â-Hudayda demir yolu projesinde, hattın Kızddeniz kenarında müniehâsı olmak üzere, Hudayda ’nin bir az şimalinde rüzgârdan mah­ fuz ve derin Cebâna koyu seçilmiş ve burada mükemmel bir liman meydana getirilmek iste­ nilmiş idi. Hudayda, Yemen ’in dağlık kütlesi ve Kıztldeniz’in şap kaya ve adacıkları ile arızalı sahili arasında, oldukça geniş bir şerit hâlinde uza­ nan Tihâma ovası üzerinde kurulmuştur. İkli­ mi pek sıcak ve rutûbetli, fakat az yağmurlu olup, civarında bataklıklar bulunmadiğından, havası iyi sayılır. Umumiyetle çorak olan Tihâma ’nİn manzarası, şehir civarındaki hurma­



5 8o



HUDEYDE.



lıklar ve meyva bahçeleri sayesinde, bir az şenlenir. HEudayda adı, bir Yemen iskelesi olarak, yeni çamdan itibaren geçmeğe başlar. XVI. asır ba­ şında Portekiz donanması bu sahiller önünde görünmeğe başlayınca, bunlardan korkan 'Adan emîrinin daveti üzerine gelen Mısır kuvvetleri, Hudayda ile beraber, diğer bir iki noktada sa­ hile çıkmışlardı. Daha sonra Mısır 'ı fetheden Osmanlı devleti, Hind okyanusunda tasarla­ dığı hareketlere geçmek bakımından, Yemen sahillerine hâkim olmanın ehemmiyetini takdir etmiş ve buraya kuvvet göndererek, memlekete yerleşmiş ise de, 1633'e doğru, Zaydi ’lerin mu­ kavemeti karşısında, Yem en'i terketmek zo­ runda kalmış idi. Bununla berâber, XVIII. asır ortalarında Mısır valilerinin küçük bir kuvvet göndererek, bu müddet içinde, ekseriyetle Şana imamlarının hâkimiyeti altında bulunan Hudayda ile berâber, Tihâma sahillerine çıktık­ larım ( 1151 = 1738/1739 ), daha sonra Yemen Tihâma 'sinin 'Asİrliler tarafından, vakit-va­ kit tehdit ve istilâya uğradığım görüyoruz. Bunların 1249 (1833/1834)'da Hudayda ve Moha’ 'yı zaptetmeleri üzerine, İbrahim Paşa 'ma Mısır 'dan gönderdiği bir kuvvet, ‘AsirHîerî püskürttü, 1840 *ta mısırlılar, Yemen sa­ hillerinde işgal etmiş oldukları yerleri tahliye ederek, çekildiler. Bir müddet sonra, Yemen diyarında yeniden Osmanlı hâkimiyetin te'sisini arzu eden Sultan Abdülmecid buraya 3,000 kişilik bir kuvvet gönderdi. Bu kuvvet 1265 (1849) 'te Hudayda'ye çıktı. Bundan sonra Hudayda türkîerin, Yemen 'de başlıca hedef olan Şan'â 'yi ele geçirmek üzere, giriştikleri askerî bereketlere üss olduğu gibi, bu şehir ele geçinceye kadar Yemen 'de kurulan mülkî teşkilatta ( vilâyet veya m utasarrıflık) mer­ kez rolünü oynadı. 1270(1853/1854), 1280 (1863/1864) ve 1286 ( 1869/1870)'da ‘Asirlîler Hudayda 'yi tehdit ettilerse de, muvaffak olamadılar. 1871 'de başlayan askerî harekât 'A s ir ’İn yatıştırılmasından sonra, Yemen 'in de, Hudayda 'den yola çıkan türk kuvvetleri tara­ fından, işgali ile neticelendi. Yemen vilâyeti ve yedinci ordu kurulduktan sonra, Hudayda bu vilâyetin bir mutasarrıflığı ve mühim bir gar­ nizonun merkezi oldu. Hudayda sancağının, Zabid, Luhayya, Zaydiya, Cabal-Rima, Hacür, Bayt al-Fakih, Bâcil ve Abü 'A riş adlı, 8 kazası var idi. Türkiye-İtalya harbi sırasında (1911 — 1912), Yemen kıyıları abluka edildi ise de, itaîyanlar Yemen 'de Ahmed İzzet Paşa kumandasındaki büyük türk kuvvetine karşı taarruza cesaret ede­ mediler ve sâdece Hudayda 'nin ticarî faaliye­ timi kısa bir müddet için, sekteye uğrattılar.



Birinci cihan harbi içinde türkler, Hudayda 'yi tahliye ederek, 1911 anlaşması ile dostluğunu kazanmış oldukları imam Yahya 'ma etrafında toplanmak üzere, Şan'â ’ya çekildiler. Hudayda ingilizler tarafından işgâ! edildi. Bunların kâ­ nun II. 1921 'de buradan çekilmeleri sırasında Hudayda, kısa bir müddet için,:A s ir emîri Sayyid Muhammed al-Idrisi tarafından ele geçiril­ di ise de, aynı yıl içinde İmam Yahya tarafından istirdat olundu. S a'udi ’leriu Şan'â imamına karşı giriştikleri harekât esnasında Hudayda 1935 He bunlar tarafından işgal edildi ise de, Tâ if muâhesi mucibince, aynı yıl içinde iade olundu. Hudayda, XIX. asrın ikinci yarısından itibâ­ rın, Yemen ’in başlıca ticâret iskelesi olmuştur. Buradan kahve, keçi ve sığır derisi, yapağı, günlük v.b. emti'a ihrâc edilir ve memleketin, hubûbat, pirinç, şeker, tütün, baharât, kumaş ve petrol gibi, idhâlâtı bilhassa buradan yapılır. Bununla berâber, Hudayda 'nin kahve İhracâtı, XX. asır başlarından itibaren, Brezilya kahve istihsâlinin artması ve cihan piyasasına hâkim olması yüzünden, gerilemiştir. XX. asrın ilk yıllarında Hudayda'yi ziyaret eden seyyahların tasvirine göre, bu şehrin esâs kısmı 1215 ( 1800/1801) 'te Şarif Hamüd ta­ rafından inşâ edilmiş ve sonradan Osmanlı va­ lileri tarafından bâzı burçlar ilâve olunmuş bir sûr ile çevrilmiş olup, beş kapısı bulunan bu sûr içinde 1000 kadar ev, 500 dükkân, 2 büyük ve 40 kadar küçük cami ve mescid var idi. Dar ve eğri-büğrü sokaklar boyunda sıralanan evlerden bir çoğu müteaddit katlı kâr gir yapılar olup, çarşısında bir çok çeşitli eşya bulunurdu. Sûrların dışında, şehrin cenûp ve şarkında, 5— 6.000 kadar çalı ve ağaç dallarından yapıl­ ma arap kulübeleri ve 100 kadar da kerpiç ev var idî. Nüfusunun ekseriyeti, Zaydi olan yayla halkının aksine, şâfi’î mezhebinde olup, yerlilerden başka, bir şark limanında bulunma­ sı mûtad bir ırk çeşitliliği ( hindlîler, Somali­ liler, habeşlıler, iraniılar, rumlar, yahndiler v.b.) görülür. Bu nüfusun sayısı hakkında" verilen malûmat birbirini pek tutmaz; 1880 senesine doğru Hudayda 'nin nüfusu, Manzoni 'ye göre, 20.000 kadar id i; daha sonraki kaynaklarda bu nüfus 35— 40, hattâ 50.000 olarak gösteril­ miştir. B i b l i y o g r a f y a : K. Niebuhr, Beschreibang von Arabien, s. 228; ayn. mil., Reisebesckreibung nack Arabien, î, 324 v.d .; K. Ritter, Erdkunde, XII, 873— 877; Renzo Manzoni, E l Yemen (Roma, 1884), s. 357 — 361 ; Red Sea and G a lf o f Aden Pilot ( 1909 ), s. 389; İbrahim Abdüsseîâm, Yemen seyahatn&mesi (İstanbul, 1324); A tıf Pa­ şa, Yemen tarihi (İstanbul, 1326}; Haşan



H U D EYD E -



Kadrî, Yemen ve hayatı ( İstanbul, 132S ); W. Schmitt, Das sâdtvestL Arahien ( Halle, 1913 ), s. 81 — xco; A . Beneyton, Mission d'eiades {tu Yemen ( La Giograpkie, 1913, X X V III); P. Lamare, L'Arabîe Heureuse, VYemen ( La Giograpkie, 1924) X L !t). ( BESİM Da RKOT.) HUDHUD. [ Bk. hüdhü D.] H UDNA, C Bk. H Ü D N E .] HUDÛD. [Bk. h u d û d .] HUDÛD. t Bk. h a d d .3 H U E L V A , kadîm Onuba, arap. Valba, İ s ­ p a n y a ’ nîB a y n ı İsmi t a ş ı y a n v i l â ­ y e t i n d e b i r ş e h i r olup, Odiel nehrinin sol kenarındadır; civarında bulunan Rio Tinto ve Tharsis bakır ve kükürt mâdenlerini yüklemek üzere, gemilerin yüksek medlerde girebildikleri ehemmiyetli bir limandır. İdrisi 'nin rivayetine göre, orta çağda kesif nüfuslu, etrafı sûrlar ile çevrilmiş, ticâret ve sanayii olan müreffeh küçük bîr şehir idi. Son zamanlarda nüfusu 29.000 idi. Ernevî sülâlesinin sukutundan sonra, Huelva, Bakrı Abu Zayd Mu^ammed b. Ayyûb ve Abü Muş’ab 'Abd al-‘A ziz gibi, yerli hükümdarlar ta­ rafından idâre edilmiştir. 1051 senesinde, son hü­ kümdar şehri, küçük bir ada olan Şaltiş { S altes) 'in kendisine terki şartı ile, İşbiliya ( Sev illa ) 'İi al Mu'tazid 'e vermiştir; fakat bu adanın bir şeye yaramadığını görünce, gemiler ile silâhla­ rını at Mu’taiid ’e satarak, Kurtube 'ye gitmiştir. Huelva o zamandan beri İşbiliya'nin kaderine oıtak olmuştur. B i b l i y o g r a f y a ; İdrisi, Deşerİption de l’Ajriyue et d'Espagne ( nşr. Dozy ve de Goeje ), s. 178 v.d.; Dozy, Histoire des Musulm. d'Espagne, IV, 84 v.d.} Baedeker, Spanien und Portagal; Madoz, Diccİon. Geograf., IX, 260 v.dd. H U E SCA , kadîm Osca, ar. Vaşkta, İsp a n ­ ya ’ nın a y n î i smi t a ş ı y a n v i l â y e ­ t i n d e b i r ş e h i r o l u p , Zaragoza ( Sarkosta ) 'nm 50 mil şim âti şarkisindedir. Bugünkü nüfusu 12.600 ’dür. Huesca daha 96 ( 7 1 3 ) 'da arapîar tarafından zaptediimiştîr. Arapların hâkimiyeti altında geçen bu devirde, bir müd­ det için, Muhammed b. 'Abd at Malik al-Tavil ( öim. 913— 914 ) ’in idaresi altında müstakil bir beylik teşkil etmiş gibi görünmektedir ( krş. Codera, Estudios criücos de Historia arabe espafİola, s. 334 v.dd.). 1906 'da mağri­ bîlerin hükümranlığı hitam bulduğundan, Hu­ esca, hükümet merkezi xn 8 senesinde Zara­ goza ’ya nakîedilinceye kadar, kısa bir müd­ det için Aragon 'un payitahtı olarak kalmıştır. İdrisi ( ayn, esr., s. 176); sâdece şehrin is­ mini zikreder. B i b l i y o g r a f y a i Madoz, Diccion Geogr., IX, 290 v.dd,



58i



H U LA G U .



H U F Â Ş. [ Bk. hufâş .] H U FÂ Ş. HUFÂŞ, c e n û b î A r a b i s t a n ' da y ü k s e k b i r d a ğ olup, Haraz [ b. bk.] civarında, Vadi Surdud 'de Sarat kütlesinin alMaşâni' silsilesine dâhildir. Hamdâni 'nin Cazî~ ra isimli eserinde (himyerî Miihân b. fA v f b. Mâlik 'e izâfet ile ), M i l h â n îsmî ile anılan ve asıl adı Rayşân olan ve civarında bulunan büyük dağ ile birlikte, bir çok defa zikredilmiştir. Hamdâni 'nin zamanında en aşağı 99 kadar menbâı bulunduğu söylenen ve Şâhir denilen zirvesinde Mascid Şâhir isimli bir de camiî bulunan bu ikinci dağın yakınında (yine aym müellifin ri­ vayetine göre) bir define bulunduğuna dâir halk arasında bir tevatür var imiş ve bir çok kim­ seler bu defineyi aramışlarsa da, bulamamışlar­ dır; çünkü her defasında tam defineye yaklaş­ tıkları esnâda büyük bir yılan, yüksek bir dağ şekline girerek, yolu kapatırmış. Niebuhr'un zamanında Hu faş, Cebel Miihân 'm da dâhil olduğu ayrı bir mmtak a teşkil etmekte idi. Niebuhr, Hufâş 'm ehemmiyetli bâ2i yerleri arasında, Davla ( D ola) 'nin merkezi olup, et­ rafı surlar ile çevrilmiş bir kasaba olan Sefekîn ve Bayt al-Nuşheîi ve Bayt al-Şumroa isimli iki köyü zikreder. B i b l i y o g r a f y a : Hamdâni, C a z lr a , s, 6 8 , 25— 26 5 72, 9 > 79 , 11— 19 } 113, 2— 3 } 12 $, s; 126, 1, 5, 14, n ; 190, 22— 23; K. Niebuhr, B esck r eib u n g v o n A r ah ten, s. 249; P eter m anns M ifieilu n g en , XXXII (1886), levha I. ( J. SCHLEIFER.)



H UKM . [ Bk. hüküm .] H U L A , [ Bk. hûle .J_ H U LAG U . H ULÂGU (Hulâgü şeklinde de yazılır ; 1217 ? — 1265 ), b i r m o ğ u 1 h ü k ü m ­ d a r ı olup, İran *da moğul hanedanı um banisidir. Takriben 1217 'de doğmuştur. Biraderi Möngke tarafından, bir ordunun başına geçirilerek, îsmâilîlere ve halifeye karşı gönderildi. 651 ( 1 2 5 3 ) 'de Moğulistan'dan çıktı j fakat I zîlhİece 653 (1 kânun II. 1256)'© kadar AmuDerya 'yı geçemedi. Orada İran ve Kafkasya 'nm bir çok hükümdarlarının biatini kabul etti. 654 ( 1256 ) senesi zarfında îsmâüîlerm tahassun ettikleri yerlerin çoğu ko!ayltk ile ele geçirildi ( bu sülâlenin inkırazı hususunda bk. mad. HAŞŞÂŞÎN). 656 senesi muharreminin 9. ve 10. çarşamba ve perşembe günleri ( 16 ve 17 kânun II. 1258 ) halifenin ordusu bir meydan muha­ rebesinde İnhİzâma uğradığından, ertesi gün Hulagu B agdad’m sûrlarına kadar dayandı; orada da 2İkre değer bir mukavemetle karşı­ laşmadı. Halifenin sülâlesi ile pâyitahtımn akı­ beti hakkında bk. mad, B A G D A D . 658 (1256) 'de Suriye 'yi fethetmek maksadı ile girişilen teşebbüs akım k a ld ı; Hulagu Haleb 'i alabildi



HÜLAGU —' HULEL. ve kendisi şahsen Harım 'e kadar ileriledi ve kumandanlarım Şam 'ı muhasara etmek üzere gönderdi ; fakat Mönğke Han *m vefatı haberi üzerine, Iran 'a dönmeğe mecbur kaldı. Arkada bıraktığı ordu, 25 ramazan 656 (3 eylül 1260) Ma, mısırlılar tarafından, perişan edildi. Daha sonra Hulagu, mücâdeleye yeniden başlamak için, franklar ile ittifak akdetti, fakat maksa­ dına erişemedi. 660 (1202) 'ta Altın-Ordu'ya karşı muvaffakıyetsizlik ile neticelenen muhare­ be hakkında bk. mad. BE R KE . Elcezîre, Kürdîstan ve Anadolu ’dakı küçük emirlikler ile Kafkas dağlarının cenubundaki hırİstİyan memleketleri Hulagu 'mın te'sis ettiği devlete, tâbi devletler sıfatı ile, ilhak edildiler; bu suretle Hulagu ’nun devleti Amu-Derya 'dan hemen* hemen Akden iz’e ve Kaf kaslardan Hin d okyanusuna kadar yayıldı. Hükümdar da ilhan unvanını a ld ı; Gazan Han ( b. bk.] 'a kadar bütün halefleri gibi, Moğuîistan ( daha sonrala­ rı Çin ) ’da bulunan büyük han nâmına hüküm­ ran oldu. Hulagu ’nun kendisi de, „büyük han" ( il han-i buzurg ) ismi ile yâd edildi. Tebeası arasındaki hıristiyanlar, Hulagu ve hassatan hı~ r isti yan zevcesi Dokuz Hatun tarafından, ekseriyâ müsiümanlarm zararına, himaye ediliyor­ lardı. A çtığı harpler esnasında harap olan şe­ hirler, kısmen kendi saltanatı zamanında, yeni­ den inşa edildi. Kendisi sulh zamanlarında Azerbaycan ’ın şimal-i garbisinde, bilhassa Urmiye gölü sahilinde, oturmaktan çok hoşlanırdı.- Burada Merâga 'nın şimalinde bir tepede meşhur rasathane, Alatağ 'da bir saray, H oy’da puthâneler gıbî, bir çok binalar yapıldı. Bu binaların büyük bir kısmı, o tarihten 40 sene sonra, Raşid al-Din eserini yazdığı sırada, mev­ cut idi; bunların bakiyeleri bugüne kadar bulu­ namamıştır, Hulagu gölün şark sahilinde vak­ tiyle bir ada olan { Hulagu zamanında da ada olup-olmadığı malum değildir; Raşid aUDin, sâdece golün kenarında bir dağdan bahs­ eder) Şâhü ismindeki dağlık yarım-ada üze­ rinde muhkem bîr saray yaptırmış veya mevcut bîr sarayı ihyâ ettirmiştir { krş. Yâküt, ■ I, 5x3; aynı adada eski bir hisar üzerinde). Iran 'a ve diğer memleketlere karşı açılan harplerde kazanılan hazîneler burada muhafaza edilirdi. Hulagu ve halefi Abaka [ b. bk, ] bu­ raya defnedilmişlerdir. Mısır menbâlarma göre, Ş âh ü ’daki hisar 681 ( 1 2 8 2 / 1 2 8 3 ) ^ 6 , içindeki hazîneler ile birlikte, göle yıkılmıştır. İranlı müellifler böyle bir hâdiseden bahsetmezler. Hafız Abrü [ b. bk,] kendi zamanında sarayın meskûn olmadığını söyler (krş. Raşid al-Din, nşr. Quatremere, s. 3 16 v. d .; G. le Strange, The Lands o f ihe Eastern Calipkate, s. 160 Y.di). Hulagu, 19 rebiülâhır 663 ( 8 şubat 1265 )



■ te vefat etmiştir. Moğul âdeti üzere, genç ve güzel kızlar ile beraber, gömülmüştür. Iran moğuîları arasında, hattâ putperestler devrinde de, bu âdetten sonraları artık bahsedilmiyor. B i b l i y o g r a f y a * . D'Ohsson, Htsioire des Mongols, III, 134 v.d .; Hammer-Purgstali, Geschichte der Ilchane, 1, 79 v. d d ,; Howorth, Hıstory o f the Mongols, III, 90 v. d ; Raşid al-Dîn, Histoire des Mongols de la Ferse (nşr. Quatremere), Paris, 1836; HammerPurgstali, Geschichte Wassafs, s. 49 v.d.; T â r ih i Vaşşâf (Hindistan ta b .), s. 29 v.d.



(W . Barthold.) H ULAL. [Bk. h u l e l .] HÛLE. HÜLA, A r a b i s t a n 'd a b i r şeh i r olup, Nacd 'de Huraymila [ b. bk.]’nîn şima­ lînde, Sedeyr ( Şudayr ) vilâyetin dedir. Ahâlisi kısmen tacir ve kısmen ziraatçıdır. Ticâreti ve refahı, Vahhâbîlerin hükümranlığı esnasında, göze görünür derecede, artmıştır. Pal gr a ve 'in Nacd’de bulunduğu sıralarda Hüla Sedeyr'de en refahlı yerlerden bîri idi. Şehrin etrafı du­ varlar ile çevrilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . W. Palgrave, A A/d.rraiive o f a Year's Journey in Arabi a ( London, 1865), 1,338 v.d. ( J. SCHLEIFER.) HÛLE. AL-HULA, S u r i y e 'y e t â b î b i r m i n t a k a olup, JBânyâs ile Tyros ara­ sında" kâindir. Cenûp müntehâsmda coğrafya­ cılar tarafından Kadas gölü ismi de verilen ve Ürdün nehrinden teşekkül etmiş olan Hüla golü ve etrafındaki bir çok menbâları ihtiva eden bataklıklar İle çevrilmiştir. Bugünkü ahâ­ lisi bu göle Bahret al-Het derler. Mukaddasİ 'ye göre, götü büyültmek üzere, bir bend inşa edilmiştir. Kenarları Halfa' otları İle Örtü­ lüdür. Halk bunlardan hasır ve ip örer. Gölde pek çok balık vardır. Mukaddasİ bu meyanda Vasit 'tan getirilen bunnı isimli bir balıktan bahsediyor ( krş. Fleischer: Levy, Neuhebr. Chald. Worterbuch, I, 285 ; bk. bir de Zeitschr. d. Deutsch. Pal.-Vereins, XIÎf, 75). Kısmen münhat olan Hüla mıntakasmda pamuk ve pi­ rinç yetiştirilirdi ve Zahiri 'ye göre, 200 'den ziyâde köyü mevcut İdî. B i b l i y o g r a f y a * . Biblîotheca Geogr. Arabicorum, 111, 156, 160 v. dd,, 184 ; V, 105 ; Dimaşlçİ, Cosmograpkie ( nşr, Mehren ), s. 107; Yakut (nşr. W üstenfeîd), II, 366; R. Hartmann, Halil al-Zâhiri, s. 55 ; Buhl, Geographie des alien Palastina, s; 36, 112 v.d.; Robinson, Balastına, İH, 603— 607; Zeitschr. d. Deaisck. Pah- Vereîns, IX, 252; Dalman, Palastina Jahrbuck (1912 ), s. 44. { F r . B uhl .)



HULEL.



a l -HULAL a l - m a v ş Î y a



A L -A H B Â R A L -M A R R Â K U Ş İ Y A ,



Fi



z !k r



bİlhasşa M e r



â-



. HULEL -? HULM.



k e ş t a r i h i h a k k ı n d a a n o n i m b i r eser. Müellif hikâyesine bu şehrin te'sisi ile başlayor ve Muvahhidîler tarihine dâir mufassal malumat veriyor; Mar'îni ’lere geldiği zaman, bu sülâleden olan hükümdarların yalnız pek mücmel bir liste­ sini vermekle iktifa ediyor. Eserinin hatimesinden kendisinin Merâkeş ’te yaşamış olduğunu öğre­ niyoruz. Eser, ibn Battüta ( OV® ve S0Q uâşiri tarafından ise, Lisân al-Din b. al-Hatib'e isnat edilmiştir. Fakat bizzat müellif bu eserini 12 rebiüievvel 786 (4 mayıs 1384 ) 'da te'iif (bel­ ki itinâm?) etmiş olduğunu söylüyor (s. 136), hâlbuki Dozy ’nîn, yazmalarında 783 tarihi var­ dır j İbn al-Hatib ise, daha 776 ( 1374) senesi başlarında katledilmiştir. Mukaddime ile Yûsuf b. Tâşf in 'in Ispanya seferleri hakkındaki bâb, Dozy tarafından, neşredilmiştir; Scripiorum Arabum loci de Abbadîdis, II, 182— 209; yine Dozy, Recherch.es sur Yhistoire et la litteratare de VEspagne (3. tab., fihrist XXVII, s. L X X -L X X lX )'da Muvahhidîlerden Abü Yalküb 'un seferi hakkındaki faslı da vermiştir. Amari'nin Appendice alla Biblioiheca -arabosicula ( Leipzig, 1875, s. 6a v. d.) 'da kısa bir hulâsası bulunmaktadır. Metin, müellif olduğu farzedilen İbn al-Hatib 'in hâl tercümesi ile birlikte, Tunus'ta, pek hatâlı olarak, basılmıştır; XVII. asra âİt bir İspanyolca tercümesi şim­ di Cezayir 'de hükümet dâiresinde bulunmak­ tadır ; Conde, nereden aldığını göstermeksizin, bunu Hîsioria de la dominacion de los Arabes en Espana ( III. kısım, bâb IX— LVIII) adlı eserine idhâl etmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . R. Basset, Notice sommaire des manuscrits orientaux de deux bibliotheques de Lisbonne ( Lissabon, 1894 ), s. I I — 24 ; Jacqueton, Les Archives espagnoles du Gouvemement Generale de YAlgerie (A lg er, 1894), s, 98-—109; Pons Boigues, Ensayo bio.bibliografico, s. 394— 395. (R ene Ba sset .) H U L K .



[ Bk. A H L Â K , ]



HULM. [ Bk. hulm.] HULM. HULM, E f g a n i s t a n ' ı n



şima­ l i n d e b u g ü n T a ş - K u r g a n a d ı n ı ta* ş ı y a n ş e h r i n e s k i İ s m i o l u p , Bedahşan hududuna giden yol üzerinde, Balh 'in 2 marhala (10 fersah ) şarkında kâindir. Ibn Hurdazbeh bunun Balh ile Hulm Valâri ara­ sında ve yarı yolda olduğunu zikrediyor. A. Burnes, Hulm ile eski Ba’ h şehri arasındaki me­ safeyi 40 mİ! tahmin etmektedir. Orta çağ coğ­ rafyacıları şu mesafeleri veriyorlar : Hulm 'den Sİmincân'a — 2 gün { Iştahri ve Mukaddasi; Yâküt 'a göre, 5 gün ); Varaliz ( yahut Varvâliz ) 'e — 2 gün ve Bahar ’a — 6 fersah ( İbn Hurdâzbeh; ibp Ca'far ’in Kitâb al-harac ’ından



SÖ3



alman parçada — 7 fersah kaydediliyor ve 'den Hulm'a kadar 3 fersah olduğu da ayrıca işâret ediliyor ). Bu yerin deniz seviyesinden 1.800 kadem yük­ sek olduğu söylenir ( Ritter, Erdkunde, VIII, 11 ). Hulm nehri, Ah-i Hulm veya Hulmrud, galiba eskilerin Artam is'idir ( Pau!y-Wissowa, Realenz 2., II, 1305). İbn Hurdazbeh (s. 33) şehrin civarında bir Nahr al-Zirğâm'dan bahs­ ediyor ; acabâ bu nehir Hulmrud olabilir mi ? Hulm nehrinin meyli her İngiliz milinde 60 kadem düşüyor. Bu nehrin yukarı mecra­ sı üzerinde Doâb köyü vardır; asıl nehir garba doğru ve Guri denilen başka bir ırmağa muvâzi olarak akıyor; Haybak ve Hulm 'den geç­ tikten sonra, Amu*Derya 'ya karışıyor. Bununla Burnes'in Travels (.III, 176) adındaki eserin­ de söylediklerini karşılaştırabiliriz: „Heibuk ve Khooloom, muayyen bâzı günlerde Önüne bend tutularak, sonradan suyu her hangi bîr yere akıtılan aynı dere üzerinde kâindir. Dere bo­ yandaki bahçeler güzel ve zengindir. Meyva ağaçları arasında Kabil 'de yetişmeyen incire de rastlanır." Hulm şehri, coğrafyacılar tarafından, Tohâristân 'dan .veya daha geniş mânada Horasan 'dan sayılıyor (krş. Yâküt, Mu cam, III, 518: Tuhâr istan min Navahi Hurasan 'dır ). Idrisi ise, Hulm 'ü Bedahşan 'm muzâfâtından addeder gibi görünüyor ( bk. P. A . Jauberi, Geographie d’E d risi. . . , 1836, I, 474). Şehir mudun laysat bi ’l-izâm ( „büyük olmayan şehirler" ) 'dan mâdûd idî ( Ya'kübi, nşr. de Goeje, s. 288); mülhakatı müteaddit idt( Mukaddasi); Harüranc ( Y a k u t) 'İn ve „Muzar" ( Burnes; M azâr?)'m da zikredüdiğim görüyoruz. İklimi, orta çağın İnanılır şehâdetlerine göre, sağlam, fakat yazın rüzgarlıdır; Azd, Tamim ve Kays kabilelerin­ den olup, fütuhat devrinde buraya gelip-yerleşen arapîar ile meskûn idi. Y ak u t'a göre, iki ilâhiyatçı, Abu 'l-'Avcâ1 Sa'id ve 'Osman al» Haiiii, Hulm 'de doğmuşlardır. İslâmİyetten önceki devre gelince, Arrian ( Anab., III, 29 ) 'm zikrettiği Aornos 'un Hulm civarında bulunduğu sanılmakta ise de, İşba t edilemiyor ( krş. Grandriss der İran. Phil., II, 474, not 5; Pauly-\Crissowa, ayn. esr, I, 2659). Bundan sonra Çin seyyahı Huen-Tsang Hu-lin (H ulm ) kıralhğından bahsediyor; anlattığına göre, buranın mesahası takriben 800 li idi. Pa­ yitahtın çevresi de 5— 6/ridi. Orada 10 'dan fazla buddhist manastın ve sayısı $00 'ü mütecaviz ra­ hip bulunuyordu. Hu-Iİn'in garbında — Fo-ho ( Balh ) var id i; Fo-ho 'nun Balh ile bu birleşti­ rilmesi doğru görünmekle beraber, Wat(ers 'e göre, «transkripsiyonun Balh 'i de içine alan Bokhar veya Bokhara gibi bir memleket is­



5$4



HULM ~ HULÛL.



mini göstermesi icâp ederdi." Krş. S. BeStran ge), I, 177, 214; II, 170, 206; Ritter, ■ al, Si-yu-kiı Buddhist Recards ö f the Western Erdkunde, VII, 255 v. dd., 261,269, 27*, 487 Worîd ( ucuz ta b .}, I, 43; Th. Watters, On v. dd., 786 v. dd., 804 v.dd., 808, 8 ıo ;V III, 11, Yüan Chtvang’s Travels in India (1904), I, 218 j W. Moorcroft ve G. Trebeck, Travels xo6, 109. Daha sonra, müslümanlann orta Asya (London, 1841 ), II, 396, 409, 412 v. dd., 415, türklerme karşı giriştikleri mücâdeleler sırasın­ 417 ( Taş-Ç urgan ), 420, 426, 429 v.dd., 441, da, msl. 90 (708/709) senesinde, l£utayba b. 448 v.dd.; A. Burnes, Travels into Bokhara Müslim’in onlara karşı yaptığı muharebede, ( New £d., London, 1839), II, 177 v.dd,, 199 v.dd., 208 ; III, 176, 201, 275 v.dd.; Sprenger, 119 ( 737 ) ^ Asad b. ‘Abd A lla h ’ın kağana karşı savaşta bulunduğu sırada kağan bu şeh­ Die Post- ttndReiserouten des Orİents (1864), ri almak için boşuna uğraştı. 'Abd Allah b. Tâhir I, 37 ; Barbier de Mey nar d, Dictionnaire. . . * ’in 211/212 ( 826/827— 827/828 ) senesine ait ver­ de la Perset s. 211 ; Howorth, Hisiory o f the gi listesinde de Hulm 'ün adına rastlanıyor : bu Mongols, II/II 853 v- dd.; Grıındr. der İran. listede 12.300 dihem tutan bîr meblâğ kayde­ Phil., II, 385, 474 ; G. Ie Strange, The Lands dilmiştir. Bu malûmat için krş. Marquârt, Eratıo f the Eastern Caliphate, s. 427, 432; Marşahrt s. 82, 218 v. dd. ( bu eserde kaynaklar gös­ quart, Erânşahr, s. 82, 84, 86, 218 v.dd., 228 terilmiştir ) 268 ( 881/882 ) ’de isyan etmiş olan v. dd., 23 ı _v. dd., 237. (V . F, BÖCHNER.) Ahmed b. ‘Abd Allah Hucastani, fAmr b. alH ü L M  n Iy a . [ Bk. hjulmAnîye .] L a y s’in kumandam, Abü T alh a’nın ordusunu H U LM ÂN İYE. HÜLMANÎYA, b i r t a s a v ­ Sarahs ’ta yendikten sonra, Hulm ’de onu ikinci v u f t a r î k a i i o l u p , Ş am ’da Abü Hulmân defa bozguna uğratmış idi ( îbn al-Asır, VII, 209). al-Fârisi al-Halabi tarafından te'sis edilmiştir. XIX. asrın başlangıcında Hulm ’ün, Tâcİkler-Kendisi basralı îbn Salim ( ölm. 297— 909 ) 'in den, Özbeklerden ve kâbilülerden mürekkep, bir mürîdi olarak görülmektedir. Kalâbâzt ’nİn karışık bir nüfusu olduğu anlaşılmaktadır ( İs­ Tafarruf ( bk. sama ) 'unda sûfî şeyhleri arasına men Kabil tahtına tâbî olan Baih ’in Özbek alınmış ise de, aşağıdaki akideleri kabul etmiş prenslerinden JŞıhç ‘A li B e y ’in hükümdarlığı bulunması dolayım ile, aş'ari ’İer tarafından taaltında, o zaman mühim addolunan şehir, civa­ rîkatten tardedilmiştir: 1. cİsmânî güzelliğe rındaki göçebelerin baskınlarına mâruz idi. Bu sahip kimselerin şahsında Allahın tecellîsi sebepten dolayı, göründüğüne nazaran, Flulm ’de ( }}ulul) ve 2. bu şahıslarda Allahın tecellî­ bulunan hükümet merkezi, oradan takriben 4 sini tebcîl etmesini bilen kimseye her şey İngiliz milî mesafedeki Taş-Kurgan ’a nakledil­ mubahtır {ibâha). İhtimâl burada İlâhî te­ mişti. Mooreroft’ un bu bölgeleri gezdiği sırada cellî hakkındaki Sâİİmiya akidesinin muharref (1824), Hulm, diğer bîr felâkete uğramış idi. bir şekli karşısında bulunuyoruz. Bir sene evvel, Kunduz prensi Murâd Bey B i b l i y o g r a f y a : Makaddasi, Kitâb ahâliyi Kunduz ’a hicret etmeğe mecbur etmiş Bad’ va târih (nşr. Huart), II, 90—92; aiİdi. Onun hükümranlığı zamanında böyle ceb­ Sularai, Galafât (bk. mad. ffulûl) 4, al-Bağrî tehcirler her zaman görülen hâdiselerdendi. dâdi, al- Farlş. ( nşr. B adr), s. 245 v.d.; alO zamandan beri asıl Hulm sukut etmiş ve Hucviri, Kaşf al-mahcüb (trc. Nicholson ), yerini Taş-Kurgan almıştır. Kunduzlu Mus. 13^, 260. ( Louıs Massignon.) îjammed Murad, 'A li Bey zamanında, pek ehem­ H U LU L. [ Bk. hulûl .) miyetli olmayan bir kumandanlık vazifesinde H U LÛ L. HULUL, f e l s e f î b i r ı s t ı l a h bulunuyordu. Fakat onun ölümünden sonra, o l u p , halla ( „çozmek, bir yere konmak ve bir Murâd o kadar kuvvetlendi ki, Hindu-Kuş 'un yere ve mahalle yerleşmek" ) ’den müştaktır. K e­ şimalindeki bölgelerde hakikaten müstakil bir lâmı bir ıstılah olarak, kelimenin bir vücûd ile hükümdar mevkii kazandı. Burnes’in oralarda onun mahalli veya cevher ile ârâz arasındaki seyahat ettiği sırada yeni Hulm (Taş-Kurgan ) münâsebeti İfâde eden mânaları, bu iştikaktan 'ün takriben 10.000 nüfusu var idi ve Murad ’m ileri gelmektedir. Hulul aynı zamanda: X. rûh devletinde bir hudut şehri idi. 'A li Bey oğulları ile bedenin cevheri ittihadına ( hulul al-rüh da, sıra ile, Murâd ’a tâbî olup, onun nâmına f i ’l-badan) ; 2. akhı fa ’âlin insan ile hulûl merkezi Hulm olan, ayrıca Haibak, Guri, Ân- al-’akl al-fa âl f i ’i insan (krş. Fârâbi, Arâ> darâb, Talikan ve Hazrat-İmâm ’ı da içine alan ahi alm adina al-fâzila, Kahire, 1906, s. 86), bu bölgeyi idare ediyorlardı. veya Allahın beşer île ( hulûl aUlâhüt f i ’l-nâB i b l i y o g r a f y a : Yakut, Mu cam ( nşr. süt) ittihadına (krş. HALLAÇ ) da itlak olunur. Wüstenfeld ), li, 410, 429, 465 ; III, 142, 5x8 ; A risto ’nun sûret ve heyûlâ akidesi, hıristiyanİV, 918; B G A , I, 275, 286; II, 334; III, 49, îarın îıulul telâkkileri gibi, ruhanî bir vaıhk 296» 3° 3 > 340» 346; V, 322; VII, 283; Hamd ile onun sûretİ arasında bir ittihâd kabul etmek­ Allah Mustavfi, Nuzhat al-^ulüb ( nşr. G. le tedir. Bu kendi hareket küresi dâhilindeki bir



HULUL — HUMÂREVEYH. kudrete benzetilebilir. Bu akîdeyi hemen-hemen bütün kelâm âlimleri ( mutakallimun ) reddeder­ ler. Cuz la yâtacazza 'ya kail olanlar, eş'arîden itibâren. hu lu l’ü i. mânada kabul ederler. Zira bunlara nazaran, gerek melek ve gelek cinlerin rulılan la tif cisimlerdir. 2. mânada ise, zât-i bârîde bir tacazzi icâp ettireceği ve tanâsuk 'a yol açacağı için, bunlar nezdinde tamâmiyle merdûddur. Bu sebepten, gerek sünnî ve gerek şî'îler, aşağıdaki fırkaları, h u lu l'e kail olduk­ ları için, hiristiyanlar ile bir tutmaktadırlar: a. müfrit şî’îler ( ğ u lâ t): Sabâ’iya, Bayâniya, Canâhiya, Hattâbiya, Ha mir iy a ( Nusayri ya ), Mu^anna'İya, Rizâmiya, Bât in i ya, ‘Azâkira, D urüz; h, sunni sufîler: Hulmlniya [ b. bk.], Farisiya [krş. HALLAÇ], Şabbâsiya; c. vahdetîler: İttihadiya (î bn Taymiya, bu fıkranın vahdat al-vucüt akidesine hulul mutlak adım vermektedir; krş. Tacassud o/-cr'm5 /, Farğâni, Muntaha ’l-madarik, Kahire, 1293, II, 84— 86; krş mad. İBN AL-'ARABİ). B i b l i y o g r a f y a : Sulamİ, Galatâi a.U şüfiya (Kahire yazm.), VII, nr. 178 v. dd., 77— 79; al-Hucviri, K a şf abmalıcüb (trc. Nîcholson), s. 260— 264; Ğazzâli, al-Makşad abasnci ( Kahire, 1324 ), s. 76 ; İbn al-DS'i, Tabşira ( taş-basma, Tahran), s. 406, 419; İbn Taymiya, Kavâkib ( Şam yazm.), XXVI ( Altısı, Calâ, s. 54— 61 'deki parçalar ) ; Hay­ tamı, Fatava kadişıya, s. 238 v.d .; Dalci, Şarh a bşifa , fasıl Vî, s. 3, nr. 5 f Hafâci, Şarh ab şifa , göst. yer. ; aî-Tahânavi, K aşşSf iştilâhSt abfunün ( nşr. Sprenger), s, 349— 352; Friedlânder ( Journ. Am. Or. Soc XXVIII, 34, 36, 6 5 -7 2 ; XXIX, 13, 52, 90,96).



(Louıs Massignon.) H U L V A N . [ Bk. HULVÂN.] H U L V Â N . HULVÂN, yun. X 6 la, bugün tamâmiyle metruk bulunan Zagri pylase = ‘Akaba-i Hulvân, Zagros geçidinin medhalin­ de k a d î m b i r ş e h i r . Şehrin, Ser-İ P u l’un cenubunda, Hulvân çay ’ın sol sahilindeki mev­ kii, Sâsânî devrinden kalma Tâk-i Gİrra isimli bir binanın harabelerinden ( resmi için bk. Fİandin ve Coste, Voyage en Ferse, IV, levha 214) bugün hâlâ tâyin edilebilmektedir. Arap rivayet­ lerine göre (krş. Tabari, Nöldeke, Geschichte der Perser und Araber, s. 138), şehir 488— 496 ’da, Kavâd I. tarafından, te'sis edilmiştir ; fakat hakikatte çok daha eskidir ve hattâ âsûrîier devrinde aynı isim ile ( Halmanu) mevcut bu­ lunmakta idî. Etrafındaki arazi pek münbîttir; bilhassa meyva ağaçları boldur. Hulvân 'm inciri şarkta şak ancir ( şah İnciri) ismi ile meşhurdur. Şehrin civarında kükürtlü menbâlar da vardır. Carîr b. ‘Abd Allah ’ın kumandasında arapiar 19 (640) senesinde Hulvân ’( fethettikleri za­



S85



man, şehir zengin îd i; hattâ hicretin ilk asır­ larında bu refahından müstefid olmakta devam etmiştir. Arap coğrafyacıları bu şehrin bâzan Irak-ı A rap'ta, fakat umumiyetle Cibâl vilâ­ yetinde bulunduğunu söylerler. Şehir Mulçaddasi tarafından etraflıca anlatılan 8 kapılı bir duvar ile çevrilmişti. Eski camii şehrin merke­ zindeki kadîm hisarın içinde id i; yahudilerin de şehrin sûrları dışında bir havrası var idi ki, büyük bir hürmet gösterilerek, muhafaza edil­ miştir. IV. asrın sonuna ( X. asrın başlangıcı ) doğru Hulvân 'da Muhammed b. ‘Annâz tara­ fından te'sis edilip, oğlu Abu 'i-Şavk zamanın­ da büyük ehemmiyet kazanan ve hemen-hemen müstakil denilebilecek bir sülâle hüküm sür­ mekte idi [bk. mad. FÂRÎS B . MUHAMMED ]. Hulvân 437 ( 1046 ) 'de İbrahim Inâ! zamanın­ da, Selçuklular tarafından, hasara uğratıldı; aynı zamanda, msf. 544 ( 1149 ) 'te, zelzeleden mühim zarar gördü; hattâ VII. asırda harabe hâline geldi. Arap şâirleri, şehirde mevcut oldu­ ğu söylenen iki hurma ağacı dolayısı ile, Hulvân 'a büyük ehemmiyet verirler ve bunlardan pek çok bahsederler. B i b l i y o g r a f y a : Bibi. Geogr. Arah. ( nşr. de Goeje ), bk. fih rist; Yâküt, Mu cam, II, 316 v.d d .; G. le Strange, The Lands of the Easiern Caliphaie, s. 196; Ritier, Erd­ kunde, IX, 388 v. dd., 470 v. dd. H U L V Â N . HULVÂN, M ı s ı r ' d a Nii ’in sağ sahilinde b i r k ö y olup, arap şâiri İbn Kays al*Rukayyât ( nşr. Rhodokanakis, III, 6 v.dd.) 'm, o mevkide bir eğlence bahçesi bulunan ‘Abd al-‘A ziz b. Marvân [ b. bk.] ’a yazmış ol­ duğu medhiye dolayısı ile meşhurdur. Koy lıâlâ mevcuttur; ismi bugün sahilden çok daha içeride bulunan modern bir su tedavisi yerine verilmiştir. Nüfusu 8.000 kişidir ve çok ziyâret edilmektedir. B i b l i y o g r a f y a : YâkÜt, Mu cam, II, 321 ; Baedeker, Âgypten6, s. 156. -HUMA. [B k. HüMÂ.] H U M A R A V A Y H . [ Bk. h u m â R E V E Y H .] H U M Â R E V EY H . H U M ÂRAVAYH b . A h ­ m e d B . T olo N ( 864— 895 ), 250 ( 864 ) ’de doğdu. Daha 269 (882) yılında babası Ahmed tarafın­ dan Mısır 'a onun mümessili nasbedildi. Ahmed şimalî Suriye 'de bir muharebe İle meşgul bulun­ duğu sırada, Ölümünden evvel, kumandanlarının arzusu üzerine, Humâravayh 'i kendine halef tayin etmiş ve sonra, zilkade 270 ( mayıs 884) 'te ölmüştür. Büyük oğlu ‘Abbâs dalıa evvel babasına karşı isyan etmişti; kendisine zâlim ve güvenilmez bir adam nazarı ile bakılıyordu. Kardeşinin tâyinine karşı İtirazda bulunduğu zaman, geceleyin katledildi. Ahmed ölüm döşe­ ğinde iken, hükümet makamında bulunan halife



5§S



HUMAREVEYH.



al-Mu'tamid 'in bütün iktidarı elinde bulunduran | muvaffak oldu. Muvaffak ile de müzâkerelere biraderi Muvaffak ile sulh yapmak temayülünü başladı. 273 ( 886 ) 'te, pek eüz’î bir bac ver­ göstermişti. Halife de bunu derhâl kabul etmeği mek şartı ile, Mısır, Suriye ve Anadolu île Er­ düşündü. Bununla beraber, müzâkereler, Ahmed menistan hudut beyliklerinin, 30 sene müddetle, 'in ölümü ile, sekteye uğradı î çünkü kendisinin valisi olarak tanındı. 273 ile 277 (886— 890) Suriye 'de ve Mısır 'da vali olarak tanınması şartı arasında Humâravayh ile âsî vâliier arasında ile, düşmanlarını sulh müzâkerelerine tahrik muharebeler cereyan ettti ve neticede Humâ­ eden saik ancak onun büyük itibârı idi. Müzâke­ ravayh 'in aynı zamanda Irak üzerinde de metrelerin kesilmesi üzerine, halifenin iki taraf d an bû’îyet hakkı tanındı. Reeeb 279 (teşrin I. 892) daha evvel Şam valiliğine tâyin edilen, ibn Kindâc 'da halife al-Mu'tamid öldü ve yerine Muvaf­ ile şimalî Elcezîre valisi olan Abu 'l-Sâe, as­ fak 'in oğlu Ahmed, al-Mu'tazid lekabı ile, geçti. kerleri ile berâber, Suriye 'ye yürüdüler. Muvaf­ Bu zât Humâravayh 'in mevkiinde ipkasını tas­ fak'm kendilerine vaadettİği yardımı istedi­ dik etti. Humâravayh halife ile sıkı bir yakın­ ler. Şâm valisi onlara iltihak e tti; Antakya, lık te sis etmeği pek istiyordu. Bunun için kı­ Haleb ve Himş ’ı Ibn Kindâc 'a teslim etti. zım halifeye, gelin olarak, takdim etti ise de, Humara vay b, bunun üzerine, Suriye 'ye asker halife kızı kendisi aldı. Bu arzusunu tahakkuk gönderdi. Bunlar Şam ’daki isyanı bastırdılar ettirmek için, Humâravayh muazzam mâlî fe­ ve ‘A si nehri üzerinde buİunan Şayzar [ b. bk.) dakârlıklara mecbur olmuş idi. Kızının ciha­ 'a kadar yürüdüler. Kış mevsimi her iki tarafı zının 55.000 altına baliğ olduğu söyleniyor. kışlaklarına çekilmeğe meebûr etti, al-Muvaf­ Bu hâl zengin bir vilâyet vâlisı ile halifenin fak 'm oğlu Ahmed ’İn kumandası altında bulu­ temsil ettiği merkezî hükümet arasında mevcut nan halife ordusu bu sırada Suriye 'ye vardı. olan dikkate şâyân tezadı gösteriyordu. Hali­ Ahmed, İbn Kindâe ile birlikte, Mısır or­ fenin vilâyetlerden para tahsili imkânsız idi. dusu karargâhına saldırarak, onları Şam 'a Zîra valiler bütün varidatı kendileri için sak­ kadar kaçmağa meebûr bıraktı. Mısır asker­ layıp, ona ancak eüz’î bir harâc yeriyorlardı. leri, bu şehirden de atıldıktan sonra, Ram­ Prenses Bagdad 'a gelinee, halife ile baş harem la 'ye çekildiler. Bununla berâber, şimdi halife­ ağasmm, onu lâyık olduğu şekilde istikbâl et­ nin iki kumandanı ile kavga etmiş olduğundan, mek için, şamdanlar aradıkları rİvâyet edilmek­ Aljmed'in elinde yalnız 4.000 asker kaldı. Hu- tedir. Vak’anüvisin kaydettiğine göre, halife ara­ mâravayh tam bu sırada, mevcudu 70.000 kişi yıp-tarayıp ancak 5 adet gümüş ve altın kap­ olduğu söylenen büyük bir ordu ile, Mısır 'dan lama şamdan bulduktan sonra, prensese her Ramla'ye varmış idi, İki ordu 16 şevval 271 biri elinde birer altın ve gümüş kaplama şam­ ( 6 nisan 885 ) 'de meşhur al Tavvâhin (Yaf a dan taşıyan 150 hizmetkârın refakat etmekte ’nm şimalinde} muharebesinde karşılaştılar, olduğunu İşitti. O zaman baş-harem ağası döDaha evvel hiç bîr muharebede bulunmamış günerek : — ,,SaklanaIım da, bizim bu sefâletimizİ olan Humâravayh uzun zaman mukavemet ede­ görmesinler" — demiştir. Prenses Katr al-Nada meyerek, ordusunun kısırı-1 küîlîsi ile, tekrar zellik ve zekâsı ile şöhret bulmuş idî ve bu yol­ Mısır 'a kaçtı. Ahmed 'in askerleri Mısır ordu­ daki fıkralara bakılırsa, halife üzerinde büyük gâhına saldırdılar; yağma ile meşgul iken, İhti­ bir nüfuzu olduğu görülüyor. Bir gün halifenin yat olarak saklanan bir Mısır kıt'ası onlara onun odasına girmesi üzerine, pranses : — „Hey~ hücüm etti. Ahmed, Humâravayh 'in askeri ile hat, babam öldü" — demiş. Bunu nereden bildiği geri dönmüş olduğuna zannederek, telaş ve ace­ sorulunca .* — „Şİmdiye kadar yanıma geldiğin le ile Şam 'a doğru kaçtı. Şam valisi şehir zaman, benî selâmlamak için, diz üstü kapanıp, kapılarını yüzlerine kapatınca, askerleri oradan alnını yere koyuyordun; fakat şimdi sâdece cenubî Anadolu'da Tarsus'a gittiler. Askerle­ btr „merhabâ" demekle iktifa ediyorsun" — rin büyük bir kısmı zâten esir edilmiş ve Mı­ diye cevap vermiş. sır 'a götürülmüştü. Bu vesile ile Humâravayh Humâravayh 'ın mûtad yaşayışında ve kızı­ fevkalâde müstakim ve halîm olan seciyesini nın düğünü münâsebeti ile yaptığı fazla israf gösterdi. Esirleri, fidye-i necat vermeden, Irak'a idare ettiği bölgelerin mâlî vaziyetini, tabîatiyîe, dönmek veyahut kendi devletinde kalmaktan çok sarsmış idi. Sarayının masraflarım karşıla­ bîrini tercih hususunda serbest bıraktı, Ahmed mak ve muhteşem binalar inşa ettirmek sure­ de Irak 'a döndü. Kumandanlarından bîri Hu- tiyle yaptığı hudutsuz israfı göstermek için, mâravayh 'in aleyhine isyan etti. Fakat onun uykusuzluğunu gidermek maksadı ile, avlusunda tarafından mağlûp edildi; artık Ahmed şahsî sütunlar üzerine dayanan bîr civa havuzu yap­ cesaretini bulmuş ve nefsine karşı itim ad sa­ tırdığı saray misâl olarak anlatılıyor. Kendisi hibi olmuş idi. Aleyhinde silâha sarılmış olan civa Üzerine konulmuş hava ile şişirilmiş ve İbn Kindâc '1 da, şecaati sayesinde, yenmeğe sütunlara bağlanan yastıklar üzerine yatıp, bun-



HÜMÂREVEYH — tİUMS. larıu hafif-hafif sallanması ile uyumağa çalışı* yordu. Humâravayh 'İn, henüz genç yaşta iken: bir suikasde kurban gitmes’, Mısır için büyük bir tâlihsizlik oldu. Gözde karısının kendisini bir hizmetkârı ile aldattığını işitti. Bu adam, eczadan kurtulmak için, efendisini öldürmeğe karar verdi. Bir kaç müfsit ile ona saldırarak, kendisini öldürdü. Humâravayh, umumiyetle bü­ tün memlekete, bir sulh ve emniyet devresi yaşat­ mış idi ve zamanında Mısır her hangi bir harp tehlikesinden vikaye edilmişti. Bununla bera­ ber, fazla israfı neticesinde, memleketi o kadar zarar görmüştü ki, kendisini takip eden oğul­ ları yavaş-yavaş iktidarlarını kaybettiler. 292 ( 905 ) senesinde Toîunlular sülâlesinin hüküm­ ranlığı artık tamamen ortadan kalkmıştı. B i b l i y o g r a f y a : Başlıca kaynaklar İçin bk. mad. AHMED B. TÖLUN Î bk. bir de bilhassa C. H. Becker, Beİtrâge zar Geschichte Âgyptens, II, 149— 153 ve 182— 192. Bundan başka İbn aî-Aşir, Kâmil, VII, tür, yer.; fihrist; Weil, Geschichte der C ha­ lifen, II, 432 v, dd,, 468, 481:; Ouatremere, Memoires geographique et hisioriyues sur VEgypte (Paris, 1811 ), II, 462—473 ( burada Makrizi, Hitât'ta, al-îfatüT bahsinde, haya­ tına dâir mâlâmât tercüme edilmiştir ve Ibn Hllikân, trc. de Slane, I, 498— 500).



(M. SOJ3ERNHEIM.) H U M AYD Î. [ Bk. HUMEYDt] H U M A Y R . [Bk. homeyr.] H U M ÂYU N . [ Bk. hümâyûn.] H U M A ZA . [Bk. HüMEZE.] FtU M BAR ACÎ. [Bk. KUMBARACI.]



HUHEYDİ. al-HUMAYDİ, Abö ‘A bd Allah Muhammed b . Abü Naşr F utOh b, (Abd Allah B. FUTÖH B. yUMAYD B. VAŞİL AL-AzdI, ( 1027 ? — 1095) babası Kurtube 'de al-Ruşâfa mahalle­ sinde doğmuştur ; fakat sonradan, Majorca 'ya gidip, ömrünü orada geçirmiştir, Kendisi de bu­ rada 420 ( 1029 ) 'den bir kaç sene evvel doğmuş­ tur. Ispanya 'da hocası Abü Omar Yusuf b. ‘Abd al-Barr ile kendisine pek yakından bağlandığı Abü Muhammed 'A li b. Ahmed b. Hazm alZâhiri 'nin nezâreti altında ders gördükten son­ ra, 448 ( 103 6 ) senesinde, şarka gelmiştir. Se­ yahatleri esnasında, Risâla ve Muhtasar alMudavvana 'yİ eserin muharriri olan fakîh İbn Abi Zayd 'den okumuştur. Kahire, Mekke, Me­ dine, Suriye ve Irak '1 ziyaret ettikten sonra Bağdad'a yerleşmiştir, Bagdad 'da 17 zilhicce 488 ( 17/18 kânun I. 1093 ) 'de, pazartesiyi salıya bağlayan gece, ölmüştür. Bâb Abraz kabristanına gömülmüş ise de, safer 491 ( kânun II. 1098 ) 'de kemiklerinin bakiyesi Bâb Harb kabristanına nakledilmiş ve orada Bİşr ai-I^afi 'nin kabri civarına defnedİîmiştir. Şarktaki hocaları ara­



$$?



sında bilhassa Abu cAbd Allah b. Abu ' 1-Fath, müverrih Abü Bakr al-Hatib, Abü N^şr İbn Mâküla, şâkirdleri arasında Yusuf b. Ayyüb al-Nahrâni, Muhammed b. Tarhân ve onun hocası Bakr al-Hatib zikredilir. Fakîh, muhaddis, müverrih, edip olan Humaydi muasırları tarafından, zamanının yalnız ilim bakımından değil, aynı zamanda ulûvvi cenabı ile de üstâd-ı evvel tanınmıştır. Hakikî bir zahirî olarak, temiz bir Ömür sürmüş ve hayatmca yegâne arzusu ve emeli ilim olmuştur. Humaydi 'nin hâl tercümesini yazanlarca zik­ redilen 11 eseri arasında elimizde yalnız Cazvat al-muktabis f i zikr vulât al-Andalus va asma’ ruvât al-hadis va ahi abfikh UQ al-Ahâmis £ bk. mad. FîAMÂSA ] gibi aynı kök İJ.e münâse­ betine bakarak, „sıcak“ mânasına gelmesi ih­ timâli vardır. Azraki (s . 123, 10, n ) 'ye göre, hammûsn fiili oğlunu bir ahmas olmağa vakf­ edeceğine ahdeden bir anne hakkında kulla­ nıl maktadır; krş. I Sam., I, 10 v.d. B i b l i y o g r a f y a ; İbn Hişâm ( nşr, WÜstenfeld), s. 126 v.dd,; al-Ya'kübİ (nşr. Houtsma ), I, 297, a v.dd.; A zra il { C k r o n , der S ia d t M ekka, I, 118— 125, 130 v.d.); Snouck Hurgronje, M ek k a a n sch e F e e $ t,s. z ı v.d,, 77 v.d., u t v.dd., 130 v.dd.; Welhausen, R e s te arabischen H eid en tu m s a, s. 85 v.d., 1x0, 122 v.d., 245 v.d.; Caetani, A n n a li d elV lsla m ,}, §§121, 122. (C . VAN ARENDONK,) HUMUS. HİMŞ, o r t a S u r i y e ' d e , 'A şi nehrinin vücûda getirdiği geniş vadide, nehir­ den bir km. uzakta ve onun bir kanalı üzerinde k â i n b i r ş e h i r d i r . 50.000 nüfusu olan ( bu­ nun ı$.coo'i ortodoks rumdur) şehir, Osmanlı



HUMUS. hâkimiyeti zamanında Şam vilâyetine tâbî bîr sancak merkezi idi. Demir yolu ile — Trablus Şam, Hama ve Haleb ’e ve Rayâk yoiu ile de — Şam ’a bağlıdır, Himş (yunan, ve rom. Em esa; muhtelif im­ lâ tarzları için bk. Pauly-\Vissova, Realen~ cycl.} mad. Emesa) Selefkîler tarafından ku­ rulan şehirlerden değildir; şehir evvelâ Plinıus tarafından zikrolunmuştur. Pompeus za­ manında, komşu şehir A ret huşa ( Rest an ) bir arap emir ailesinin makam idi (bk. Marquart, Römische Staat&verıoaltung, I, 245). Emesa, imparator Elagabal 'm doğduğu şe­ hirdir; meşhur güneş mabedini yeni baştan mükemmel bir surette inşa etmiş ve kendi is­ mini bu mâbedden almış olan bu imparator, bir çok imtiyazlar bahşetmek suretiyle, şehri refaha kavuşturmuştur. Bizans devrinde dahi Xs[U[) ismine rast gelinirdi ve burası mâmur bir şehir ve piskoposluk merkezi İdi. Hicretin 13. senesinde Himş halkı, ticâretlerini himaye için, araplar ile bir muahede akit ve bu sa­ yede muayyen bir para te'dİye ederek, sulhu te'rain ettiler. 14. senenin başında, bir bızans garnizonunun yardımı ile, şehre tevcih olunan taarruzu tarda muvaffak oldular; fakat sene sonunda araplar, İki aylık bîr muhasara­ dan sonra, Himş 'ı zaptedebildiler. Ertesi sene araplar şehri yeniden terketmiş gibidirler; hiç değilse, hicretin 16. senesinde şehrin Abû'Ubayda 'ye aman ile teslim olduğunu bildiren kayıtlar vardır. Suriye ’nin askerî mıntakalara taksimi sı­ ralarında, Himş bu cund ( bi bk.] 'lerden biri­ nin merkezi oldu. Marvân II. zamanında isyan eden şehir hücûm ile zaptolunarak, şiddetli cezaya çarpıldı. Ekseriya Himş ve Haleb cündleri bir umûmî vâli tarafından idare olu­ nurdu. Himş 'm vergi hâsılatı hakkında eli­ mizde muhtelif devirlere âit malûmat vardır [ bk. mad. H A L E B ]. Cirâh ah Davla ve Mukaddasi 'de münderie vc Himş 'a âit mâlûmat eli­ mizde mevcut değildir; fakat Ya'kubi ve İsfahanı 'nin kayıtlan mahfûzdur. Himş şehrinin vergi hâsılatı aşağıda gösterilm iştir; krş. G.le Strange, Palestine under the Muslims, s. 44— 48. a. Har ün al-Raşîd zamanında (170 — 193) al-Cahşiyâri'nin Kitab al-vuzara 'smdaki bîr kayda göre, 1000 deve yükü kuru üzümden mâada, 32.000 dinar ( Himş 'm meşhûr olan bağ­ lan haçlı seferleri esnasında tahrip edilm iştir); b. Kudima ( Kitöb ahharâc ) 'ye ve İbn Hurdâzbeh tarafından zîkrolunan İşfahâni'ye göre, 204 senesinde 118.000 dinar; c. İbn Hurdâzbeh 'e göre, 250 senesinde 340.000 dinar; d. Aynı devirde yazan Ya'lcübı 'ye göre, 278 senesinde 220.000 dinar.



HUMUS Y o l l a r : i. Şam— Halep demir yolu, 2, TYabSusşam demir yolu 3. Şam yolu 4. Meskene yolu 5. Tudmur yolu. 6. Selemiye yolu, 7. Hamâ yolu. B i n a ve c a m i l e r : 8. Hükümet konağı { ve postahâne 9. Eski saray 10. İstasyon, 11. Büyük cami 12, al-Fazâsil camii 13, Abü Lİbâda câmib 14. a!-TaJâcı camii camii, 15. Hâlid b. al-Valid türbesi. İ s t i h k â m l a r : 16. îç-kale, i?- Bâb al-Sİb⪠18, Bâb al-Havâ, 19. Bâb Hüd. 20. Bâb Tudmur 21 Şehrin sûru. D i ğ e r y e r l e r : 22. Hıristiyan mahallesi, 23, Mezarlıklar, 24, Çöl, 25. Bağlar 26. Bahçeler ve 27, 'Aş- kanalı.



kuMüs,, İKudâma, İşfahani ve Ya'kübi tarafından ve­ rilen rakamların düşüklüğü bunların tuttuk­ ları hesaplama tarzından ileri gelmiş olacaktır; bu zâtların hesaplarında me’mûr aylıklarını ya­ hut başka idare masraflarını tenzîl etmiş ol­ maları muhtemeldir. Hamdâni Sayf al-Davla [b . bk,] zamanında Himş Halep hükümdarlarının hükmü altına geçti ve bunlar tarafından sık-sık tımar olarak verildi. Bu timar sahipleri arasında Sayf al-Davla ’niıı yeğeni, meşhur şâir Aba Firas 'A li 'yi zikrede­ biliriz ; Sa'd al-Davla şehri bu sonuncu zattan tekrar zaptetmiştir. Sa'd al-Davla, 367 sene­ sinde Hınıs'ı İdaresi pek Öğüîen kumandam Bakcür'a, timar olarak, verdi; mimarî tarihî bakımından pek dikkate şâyân olan ( kûfî kitâbeli) minareyi o yaptırmıştır. Bu devirde Himş, bir çok defalar, bizanshiar tarafından yağma edildi. 475 senesinde şehir, metbû olarak Fa­ tımî halifesini tanıyan bedevi emîrî Haîaf b. Mulâ'ib ’in elinde idi ( krş. M. Hartmann, Pal, Verein., XXIV, 49— 66). Bundan münfail olan büyük Selçuklu sultanı Malîkşâh, şedit muamelelerinden şikâyet eden tebeasmm mü­ racaatı üzerine, Haîaf ’in yakalanmasını Suriye beylerine emretti. Halaf 483 senesinde ele ge­ çirilerek, bîr kafes içinde, İsfahan 'a naklolundu. Himş Sultan T u tu ş’a verildi ve ondan oğlu R iivâ n 'a geçti. Bu da şehrî 491 senesinde kayın babası Canah al-D avla'ye timar olarak verdi; bu zât aynı sene içinde, İsmâilîler tara­ fından, katîoîundu. Daha sonra bir Emîr Ka­ raca görmekteyiz ( belki de Maİİkşah 'ın bir memlûkü olan Harran beyinin kendisidir). 523 'te vefat eden oğlu Hırhân ( bk. mad. HAMA ) 506 senesinde kendisine halef olmuştur. He­ nüz çocuk olan oğulları, Zengı ’nin Isınış ’ı zapt için yaptığı teşebbüsler yüzünden, çok sıkıntı çektiler ve bu hâl vasileri tarafın­ dan şehrin $30'da, Şam hükümdarı Şihâb al-Din Mahmud ile Tedmur ( Palmyra ) ve Rahba şebirlerîne karşılık, mübadele edilmesine kadar sürdü. Evvelâ Şihâb al-Din şehri, timar olarak, veziri Unur 'a verdi. Fakat uzun müzâkereler­ den sonra, $32 senesinde kayın-babası Zengı 'ye terke mecbur oldu ( Unur ’a, tazminat olarak, başka şehirler verildi). Zengi şehri Nur al-Dİn 'e miras bıraktı; o da ölünce, oğlu Ismâ İl 'e k ald ı; 570 senesinde şehir Salâh al-Din tarafından zaptedildi. Bu zât ise, 4 sene sonra şehrin hâ­ kimi olarak, yeğeni Muhammed b. Şirküh 'ü tâyin etti. Kısa bir fasıla müstesna olmak üzere ( 646 senesinde Halep emîri al-Naşir Yûsuf II. tarafından zaptolundu ve kendisine bırakıldı; fakat pek az müddet elinde kaldığı zannolunm aktadır), Muhammed'in ahfadı, şehrin kapı­ larım kolaylıkla ıtıoğul hanı Hulagu'ya açtığı



661 senesine kadar, Himş beyleri olarak kaldılar. 661 senesinden sonra, şehir vali vekilleri tara­ fından idare olundu ; bâzan Hama ’ya ve bâzan Şam ’a tabî oldu. XVII. asırda idare Şam valisine tabî yerli aileden bir ağa elinde idi. XIX, asırda şehir, Halep ile birlikte, Mısır hâkimiyetine geçti (1831 — 1840); fakat me'mûrlarm keyfî muame­ lelerinden [ bk, mad, H A L E P ] güçlükle bastınlabılenbir isyan çıktı. Şehrin duvarlarından (bk. plan) ve kapı­ larından pek az bîr şey kalmıştır. İbrahim Paşa tarafından tertip olunan kale üzerinde 594 tarihli ve Şalâh al-Din 'in yeğeni Mu­ hammed b. Şirküh 'e ait kitabe bulunan bir kule ve bir kapı mevcuttur ( bk. plan ). Büyük ku­ mandan Hâlid b. Valid ve zevcesi F azza’mn türbeleri ( pk 15 ) yeniden yapılmıştır ( mü­ him kitabeler daha evvel van Berchem, Freiherr von Oppenheim ve tarafımdan İstinsah edilm işti). ‘A şı nehri üzerinde Iptimş 'a âit bîr kaç değirmen vardır ; bunlardan biri, arapÇa kıtâbeye göre, hicri 824 senesinden kal* madır ve diğeri, türkçe bîr kitabeye göre, 975 senesine aittir ( bu devirden kalma Suriye 'de mevcut yegâne kitabe budur ). Şehirde bulu­ nan ve en ziyâde dikkate şâyân olan bina — bü­ yük camidir (pl. 11 ); iddia olunduğuna göre, camı müslüman hâkimiyetinin bidayetindeki büyük kilise mahallinin yarısını İşgal etmek­ tedir. Herzfeİd bunun hakkında şöyle yazmak­ tadır : B ü y ü k c a mi , pazarın ©Hasındadır ve içine, pazardan gelirken, cenuptan girilir. Garp­ taki cümle kapısından kemerli bir geçit ile av­ luya çıkar; şarktaki talî kapıdan doğruca harime girilir. Harim, her birinde 13 manastır tonozu bulunan 2 sahıalı, müstatil bir sahadır. Açıklığın üstünde, sâde mihrabın önünde, küçük bîr kubbe vardır. Garp tarafında, ilk İslâm dev­ rine âit olması muhtemel, yaldızlı mozayikli ikinci eski bîr mihrap bulunur. Harimîn avluya müteveccih cephesi tetkik edilince, planın mü­ teaddit değişikliklere uğradığı anlaşılır. Bu du­ varın aslında gayr-ı mutâd tipte bir bazilikanın ( büyük kilise ) orta ve yan sahınları arasındaki bölme olması muhtemeldir: dört büyük kemer vardır ki, bunların aralarına beheri beş küçük kemerli olan üç İki katlı kemer girer 5bu kilisede vaktiyle bir sıra cânibî sahmlar ( sofalar) ol­ duğunu gösterir. Eski bınâdan kalma sütunlar ve başlıklar vardır kİ, bunların bir çoğu ca­ miin avlusunda bulunmaktadır. Bu avlu muştatîld ir; etrafında tezyinatsız dar revaklar vardır. Havuzlu bir set ve bîr mihrap avluyu tamamen doldurmaktadır. Şeddin yanında, garp cihetinde üstü 6 adet eski sütuna dayanmakta olan kub­ be ile örtülü bîr kuyu bulunmaktadır.



kUMUS - HÜNZA-NAĞİft. B i b l i y o g r a f y a : Bk. mad. H A L E P ; van Berchem tarafından înscription de Syrie 'de tetkik edilmiş olan bir kaç kitabe ( Ka­ hire, 1897 ), s. 54— 65 ve Fsh. von Oppenheim, İnschriften ous S y r ie n ..., s. 4— 13. (M . S obernheim .) H U N A Y N . [Bk. H U N E Y N .] HUN EYN . HUNAYN b. İSHÂ ç ( 8 0 9 ^ 8 7 3 ) , tam ismi A b ü Z a y d H u n a y n b. î s h â k a l-'İ b a d i , 194 ( 809/810 ) 'te babasının eczacı­ lık ettiği Hira beldesinde bir hiristi yan arap ‘İbâd kabilesine mensup bir ailede dünyaya gelmiştir. Latîncede ismi Jobannitins 'tur. Genç­ liğinde Bagdad 'a gidip, orada tabip Yahya b. Mâsavayh 'in talebesi olan bu zât tahsilini Ana­ dolu 'da bitirmiş ve ilk Önce yunan lisanını öğ­ renerek, bu sayede bilâhare yapacağı tercüme­ ler İçin ehliyet kazanmıştır. Bagdad 'a avdetin­ de Bani Musa için toplamış olduğu yunan eser­ leri sayesinde, bu zâtlerin muzâharetini te'min ederek, te'İİf ve tercüme faaliyetine koyulmuş ve halife al-Mutavakkil 'in tabibi olmuştur. Hunayn, halife al-Mutavakkil'in te’sis ettiği tercüme mektebinin babında bulunuyordu. Şark ilim tarihînde Hunayn ve talebesinin yaptıkları tercümelerin en büyük terakkiyi te'min ettiğini soyle.aek fazla olmaz. Bilhassa yunan tıp metinlerini toplamak husûsunda büyük gayret göstermiş ve topladığı süryânî ve arapça ter­ cümeleri asıllanna tatbik ederek, tercümeleri, mümkün olduğu kadar sahih bir surette yap­ mağa çalışmıştır. Onun eline geçen arapça ve süryânîee tercümeler asîâ doğru tereumeler değil idi. Yarım asra yakın bir zaman mütema­ diyen çalışan bu âlim, tercümeleri bitarafa ne tenkit husûsunda, gayet- dikkatli idi. Hattâ kendisinin gençliğinde yaptığı tercümeleri yine kendisi tenkit etmiştir. Caîinus 'un bir çok eser­ lerini tercüme ettiği gibi, Hippocrates, Eflâtun, Aristo ve Dioscorides ’in eserlerini { îtgçi ütarıç îaxjjı)tıjç ) ve Batlamyus'un Quadripartitum 'unu tercüme etmiştir. Bir çok astronomi eser­ leri de kendisine atfolunmuştur. En mühim ese­ ri Caîinos 'un j4 rs parva 'sına yazdığı me d hal­ dir ( Isagoge Johannitii ad Tegni Galeni). Bu eser Porphyrius'un mantık kitabının felsefede yaptığı mevkii tıbda ihraz etmiştir. Hunayn, bunlardan başka, süryânî grameri ile yunancadan süryânîceye bir lügat kitabı da yazmıştır. 856 senesinde yazdığı bîr risale vardır ki (tek nüshası Ayasofya kütüp., nr, 3631 ), bun­ da Calinos'un 129 'a baliğ olan bütün eserle­ rinin ismi ile arapça ve süryâaîce tercümelerinin unvanlarını vermektedir ( bk. Mas: Meyerhof, î s i s , 1926, VIII, 585— 724). En son zamanda göz hastalıklarına dâir bir risalesi de, Max Meyerhof tarafından, almancaya tercüme edilmiştir.



Leclerc ( Hisi. de la midecine arabe, I, 139 — 152) diyor kİ, Hunayn IX. asrm en büyük simalarından biridir. Hattâ denilebilir kİ, ta­ rihte rastgeiinen en yüksek seciyeli ve en ince zekâlı insanlardan biridir. Şark kilisesin­ de beliren tasvir aleyhtarlığı ( ikonoklasmos ) hareketinde aldığı vaziyetten dolayı, mukaddesâta tecâvüz suçu ile itham edilerek, piskopos Theodosius tarafından, aforoz edilmiş ve bun­ dan adolayı duçar olduğu şiddetli bir sinir buhranı içinde kendini zehirleyerek, saf er 260 ( kânun I. 873 ) 'ta Ölmüştür. Bizzat yazdığı eserler arasında elde kalan­ lar şunlardır: Kitâb (d-mudhal f i ’b iibb, bu eser lâtinceye dahî tercüme edilmiş ve Isagoge Johannitii ad Tegni Galeni yahut Johannitii Isagoge in artem parvam Galeni ismi altında basılmıştır. Aynı eserin, Kitâb ab masa*il // tibb li ’l-muta allimin ismi altında, diğer bir metni daha vardır. Kitâb abmavlüdîn, Kitâb içtima*öt al-falasifa f i büyüt abhikma f i a*yad va tafamız al hikma baynahum ( «filo­ zofların vecîzelerı" ) isimli eserinin ibrânîceye bir tercümesi. Şüphe yoktur ki, ona atfedilen bu sayısı çok tercümelerin bir kısmı, onun yetiştirmiş oldığu kimseler tarafından ( bahusus oğlu îshâk b. Hunayn ve yeğeni Hubayş ve daha başkala­ rı ) yapılmıştır. Bilhassa M. Simon tarafından bastırılmış olan Calinos tercümesi, üslûbunun İnce bir tahlîli neticesinde, G. Bergstrasser tarafından, Hubayş'e atfedilmiş tir. B i b l i y o g r a f y a ' . İbn A b i Uşaybi'a, ‘ Uyun abanba\ I, 184— 200; İbn Hallikân, Vafayât aba yân ( nşr. W üstenfeld), nr. 208, 127 ; Wustenfeld, Gesch. d. arab. Ârzte u. Naturf., nr. 69; Wenrîeh, De auct. graec. versionibus, İnd., s. XXXI v.d. C, Brockelmann, G A L , I, 205 v.d.; SuppL, I, 366, 444, 898 5 H. S üter, Die Mathematiker a. Astronomen d. Arab. u. ihre Werke, s. 21; M. Simon, Sieben Biîcher Anatomie des Galen, medhal; G. Bergstrasser, Hunayn İbn îshâk und seine Schule, s. 5 v.dd.; L. Sarton, Introduciion to the History o f Science, I, 611 v.d. (J . RUSKA.)



[Bu makale T,H . tarafından tâdil ve ikmâl edilmiştir ]. HUNİ. [Bk. E L B İS T A N .] H U N ZA -N A G ÎR , Hindistan 'ın şimalinde 36°— 370 şimal arzı ile 74° 2$'— 75’ şark tulü arasında, ıssız bir vadide Hunza ve Nagir admda İ k i b ö l g e olup, umumiyetle, müşterek Hunza-Nagİr adı altında, bir mem­ leket olarak mâruftur ( ekseri yâ Hunza-Nagyr şeklinde yazılır). Bu vâdi ile G ilgit ara1 sinda irtibat gayet sarp geçitler vâsıtası ile



*İÜNZÂ-fcÂGİR — HÜR. te’min edilir. Vadiyi Kancut nehri sulamakta­ dır. Bu nehir Indüs nehrinin bir kolu olan Gilgıt suyuna karışır. Şimal tarafından memle­ kete Sarı-Köl ve Yarkendile muvasalayı te’min eden ve Tâğadumbaş Pâmir ’e giden geçit­ lerden girilebilir. Bu vâdi, şimâl-i garbî ve cenöb-i şarkîden, Hindu-Kuş 'un ve Muztağ Tn ge­ çilmez kolları ile çevrilmiştir. Bunlardan bir kaç tepenin irtıfâı 25.000 kademden fazladır. Nagir ’in cenubundaki Rakipöşi zirvesi en meşhûrdur. Ahâlisi müsliimandır. Nagir balkı şi’î oldukları hâlde, Hunza ’nınkı, Vahan ’dakı kom­ şuları gibi, mevlâ'i tarîkatîne mensüpturlar. Hun­ za halkı Nagirlilerden daha cengâverdir. Her ikisinin aym ırka mensup oldukları görülüyor. Bunlar iki dil konuşurlar. Aşağı Nagir 'de Gilgit 'in Şina şivesi konuşulduğu hâlde, Hunza ’da ve yukarı N agîr’de G ilg it’in Şina şivesi konuşulduğu hâlde, Hunza 'da ve yukarı Nagir ’de ne ârî, ne de türk dillerine karabeti olma­ yan, mâhiyeti meşkûk Buruşaski dili konuşulu­ yor. Şimal bölgesinde kendi Galça dilini ko­ nuşan vahi ırkının bir kolu bulunmaktadır. Kiİik geçidi vâsıtası ile Vahan ile muvasala­ nın kolay olması Galça ırkının Hîndu-Kuş’un cenubundan bir akmma sebep olmuştur. Aym sebep ile Hunza eşkiyâlarmm Karakorum geçi­ di üzerinden Yârkend île Hindistan arasındaki münakalâta tecâvüzlerini kolaylaştırmış idi. Bu geçitte Kancüti adı ile faaliyette bulunan eş­ kıyalar, Britanya nufûzunun yayılması ile ten­ kil edilinceye kadar, etrafa dehşet salmışlardı. Kancuti kelimesi, Pâmir ve S arı-K ol’da Hunza 'ya verilen Kancut adından gelmiyor. Biddulph bunu Hunza ’nın başka bir mahallî şekli olan Haıızü ile mukayese ediyor. 1847 'de Yirkend 'deki bir isyanı bastırmak hususunda Çinlilere yardım etmelerine mükâfat olarak, Çin me'mûrlarmm göz yumdukları hunzahlarm bu eş­ kıyalıklarına Nagir halkı hiç iştirâk etmemiş­ lerdi. Çinliler Hunza hükümdarına nakdî yar­ dımlarda da bulunuyorlardı. Bu Hunza akıncı­ ları tarafından yapılan esir ticâreti, Kaşmir 'in hükmü altında bulunan ırklar için, bilhassa Bâltistân halkı için, bir âfet hâlini almış idi. Hun­ za ve Nagİr, eskiden olduğu gibi, bugün de Thum adı ile bilinen ayrı-ayrı reisler tara­ fından idâre edilmektedir; bu kelimenin menşe'i mâlûm değildir. Bu mıntakanın eski tari­ hine dâir malûmat pek azdır. II. ( m. ö.) asırda kuşan akıncılarının Bedahşan 'dan şimale yol açan kolay geçitlerden geçmiş oldukları ihti­ mâli var ise de, Çitrâl ’e giden yolları takip et­ miş oldukları daha muhtemel görünüyor. Hı­ ristiyan devrinin başlangıcından beri orada, din olarak, budizmin hâkim bulunduğu mu­ hakkaktır ve Nagİr ’de Thol denilen yerde



hâlâ iyi muhafaza edilmiş bir stupa mevcuttur, fslâmiyetin buraya hangi tarihte girdiği mâ­ lûm değildir; fakat oradaki şi’î ve mevlâ'i mezheplerinin tefevvuku, islâmiyetin buraya Bedahşan ve Vahan yolu ile girdiğini gösteri­ yor. 1891 harbinden evvel bu memlekete pek az avrupalı seyyah girmişti. Bunların başhcaları Lockhart, Younghusband ve Dur and ile Gromschewtsky ve Biddulph 'dur. Sikh ’ler, Gilg it ’i işgal ettikten sonra, Hunza 'dan gelen dai­ mî akmlara mâni olmak için, burasım hüküm­ leri altına almağa teşebbüs ettiler. Fakat 1848 ’de felâketle neticelenen bîr mağlûbiyete uğ­ radılar. K aşm ir’in Doğra hükümdarları tara­ fından da böyle muvaffakiyetsiz bir kaç teşeb­ büs oldu ise de, 1869 ’da Hunza Thum ’u onla­ ra bac vermeği kabûl etti. Mamafih hiç bir keşmîrlitıin vadiye girmesine müsâade edilmi­ yordu. G îlg ît’e İngiliz ajanlarıma tâyininden sonra, Hunza ve Nagir Thum 'lan, akınlara son vermek için, bir anlaşma yaptılar, fakat 1891 ’de tekrar taarruzlarına başladılar ve reisleri Çalt kalesini hücum ile tehdit etti. Britanya zabitleri kumandasında Doğra ’lar ile Gurkhas 'iardan mürekkep küçük bir kıt’a oraya gön­ derildi ve Niltb ile Thol adındaki dağ kalele­ rini, parlak bir hücum ile, zapteyledikten son­ ra, Kancut nehrinin medhali açıldı. Nagir Thum 'u teslim olup, Hunza Thum ’u Pamir’iere kaçtı. O zamandan beri bu bölge Britanya Hindistanımn hudutları içine alındı. Dâbilî idâre tarzına karışılmadı ise de, bütün bu böl­ geyi kat’eden iyi bir yol yapıldı. Britanyalı zâ~ bitlerin kumandası altında, bir Kancüti kıt’ası 1895 'te Çitrâl seferine iştirâk etmişti. Hunza W merkezi 8.400 kadem yüksekliğinde bu­ lunan Baltit kasabasıdır. Nagir kasabası da N agir’in merkezidir. İki bölgenin hududunu Kancut nehri ayırıyor. B i b l i y o g r a f y a : March, A irip io the Gilgitvalley ( Journ. A s. Soc. o f Beng., 1876); Biddulph, Tribes o f the Hindoo Kooş ( Kaİküte, 1880); Knight, Where Three Empires Meet ( London, 1892 ); Steîn, Sand~ buried Ruins o f Khotan (London, 1904); fasıl L 1I ; Shaw, High Tarİary and Yarkand (London, 1871 ), fasıl XVII.



___



(M. Longworth Dâmes.)



HU R. [ Bk. HÛR.] H Û R. HUR ( A.), aîyvar ’in müennesi olan havra ’nm cemi; etrafının açık beyazlığı se­ bebi ile koyu kara gözleri nazara çarpar cen­ net kızlarına verilen addır. Bâzı arap eser­ lerinde bu kelimenin »seyredeni hayrette bıra­ kan (/ıâr« )“ şeklîndeki İzahı, şüphesiz, yan­ lış olup, arap filologlar tarafından da red edil­ miştir*



$9*



HÛR -



Bu cennet kızlan K ur’an 'm muhtelif âyet* Ierinde „mutahbar zevceler" diye zikredilmiş­ tir. Kur’an, II, 23; III, 13; IV, 60. âyetlerde, bu tâbir müfessirlere göre, bunların cîsmî ve ahlâkî ayıptan tamamen münezzeh oldukları mânasına geliyor. Kur’an LVI, 56. âyette: — „0nlar kısa nazarlar atarlar, yâni zevçlerinden başka kimselere bakmazlar" — deniliyor. Zevç­ lerinden evvel kendilerine ins-ü cinden kimse tarafından dokunulmayanlar. Bu da bunların, biri insan ve diğeri cin olarak, iki smıfa ayrıldık­ larına delâlet eder şeklinde tefsir edilmiştir. Bunlar „çadırlar içinde oturan bûrîlerdir" ( bk. LVI, 72) ve yakuta ve mercana benzetirler (bk. LVI, 58). Daha sonraki eserler bunların bedenî güzel­ liklerine dair de bir çok malûmat vermektedir. Bunlar zafran, misk, anber ve kâfurudan yara­ tılmış olup, beyaz, yeşil, san ve kırmızı olmak üzere, dört renkleri vardır. O kadar şeffafdırlar ki kemiklerinin iliği yetmiş kat ipekli altından görünür. Dünyaya tükürdükleri zaman tükrükleri misk olur. Göğüsleri üzerinde, csmâ-İ husnâdan bîri ile kocalarının adı yazılıdır. Ellerine ve ayaklarına bîr çok mücevherler ve ziynetler takmışlardır. Muhteşem saraylarda en büyük şa'şa'aiar içinde, bir sürü câriyeler ile muhat olarak, oturmaktadırlar. Mü'min olan bir kimse cennete girerken, bun­ lardan biri tarafından karşılanır ve bir çokları onun hizmetine âmâdedîr; ramazanlarda tut­ tuğu oruçların sayısınca ve hayır işleri yaptığı nısbetinde her bîri ile İstediği kadar yaşar. Bununla berâber onlar dâima bakir© kalırlar ( krş. LVI, 35). Zevçleri ile aynı yaşta ( BayzSvi 'ye göre, 33 ) olurlar ( LVI, 36). Bütün bunlar cismânî tasavvurlardır, fakat başka türlü olanları da vardır. Bayzâvi K ur’an ’daki zavcât (zevceler; II, 23) tâbiri hakkın­ da fikir yürütürken, dünyada gayesi îdâme-i hayat olan evlilik hayatını cennette de aynı şekilde yaşamak mevzuubahs olmayacağına göre, bundan ne kast edildiğini soruyor ve bu müşkİlin hallini şöyle buluyor: her ne kadar cen­ net taamları, kadınlar v.b. dünyadaki muâdil­ lerinin adını taşıyorsa da, bu „hakîkî mâhiyette değil, ancak mecazî mânada, yalnız bir mukayese yapmak için, kullanılmıştır. Tâ ki, birinden anlaşılan mefhum, öteki için de muteber sa­ yılsın. Diğer bir yerde Bayzâvi ( XLIV, 54 ) bu âyetteki hurilerden dünya kadınlarının mı yoksa başkalarının mı kastedildiği hususunda mutabakat hâsıl olmadığım işaret ediyor. Sale ( 7'he Koran, London, 1821, Prelitninary Dîscourse, s. 134) Peygamberin cennet kızları hakkmdaki tasvirini parsismden aldığı fikrin­ dedir. Dozy ( Het Islamisme2, Haarlem, 1880,



HURR, s. 101, not) bu nazariyeyi reddederek, S a le ’in pars! kaynağının K u r’an 'dan pek daha yeni olduğunu ve buna göre, bunun aksi olması icap edeceğini ileri sürüyor. B i b l i y o g r a f ı / a i Buna dâir Kuran tefsirleri; Buhar i, Sahih, Kiiâb bad‘ al-halk, Bab f l şif at al-canna ; Gazzâli, ihya’ ( K ahi­ re, 1282 ), IV, 464; Kitüb ahvâl at-kiyâma ( nşr. M. Woîff ) s. n ı v. dd. ( atm. s. 199 v. d d .); İslâm hakkında yazılan Avrupa eserleri; T. Andrae, Der Ursprung d es Islams und das Christentam, s . % z . ( A . J. W e N S IN C K .) H U R A Y M İL A . [ Bk. H U R EY M İLE .] H U R D ÂD . HURDAZ ( f .J, f a r a ! a r ı n k u l l a n d ı ğ ı gayr-i s a b i t ş e m s î s e n e ­ n i n ü ç ü n c ü a y ı n ı n İ s mi . Aynı zamanda h e r a y ı n a l t ı n c ı g ü n ü n e de bu isim verilmektedir. Gün ve ay isminin birleştiği gün olan 6, hurdâz 'a hurdâzgân denilir. Hurdâz gününü hurdâz ayından tefrik etmek İçin, birinci­ sine hurdâs-ruz ve diğerine hurdâz-mah denilir. B i b l i y o g r a f y a 1 Birüni, al-Aşar at~ bakiya ( nşr. Sachau ), 1878, s. 42, 43, 70, 220; al-Kazvinî, ^ c â ’ib al-mahlâkât ( nşr, Wüstenfeld ), 1849, I, 81; Ginzel, Handbuch d. math. «. techn. Chronologie, 1906, I, 67 v. dd. (M . PLESSNER.) H U R D AZ. [ Bk. HURDÂD.] H U REYM İLE. HURAYM İLA (H oreyme LA ), Nacd 'in merkezi Riyâz [ b. bk.] ’m şima­ linde, Sedeyr ( Şudayr ) eyâletinde, bu eyâlet ile Vahhâbî mezhebinin kurucusu Muhammed b. 'Abd al-Vahhab 'ın doğum yeri olan ‘Ariâ eyâleti hududunda kâin b i r ş e h i r . Çok sağ­ lam tahkimat ile çevrilidir ve 1861 'de, Palgrave 'e göre, 10.000 nüfusu var idi. Şehirde bir tepe üzerinde, D ariya [ b. bk.]'nîn mısırlı­ lar tarafından alınmasından sonra, Nacd 'in di­ ğer hisarları gibi, İbrahim Paşa tarafından yap­ tırılan ve mimarlık bakımından mühim olan müstahkem bir hisar bulunmaktadır. Bu şehir­ de doğmuş olan Betah adında gayretli bir Vahhâbî, Palgrave ’in orada ikameti esnasında, ( 1861 ) Huraymila Jde vali bulunuyordu. B i b l i y o g r a f y a : W. Palgrave, Reise in Arabien ( alm. trc,, Leipzig, 1867), I, 276 v.d.; Ch. M. Douğhty, Travels in Arabia Deserta, II, 396. ( J. SCHLEIFER.) HURM AN. [ Bk. ELBİSTAN.] HURM U ZÂN. [B k. HÜRMÜZÂN,] HURR. [Bk. h u r r .J HURR. a l -HURR b . ‘A bd a l ~Rahmân a l Ş a k a f I, E m e v t l e r i n İ s p a n y a v â l î s i . Me’mûrîyeti takriben 3 yıl sürmüştür ( 98— 100 = 7 1 7 — 7*9)- Bu müddet zarfında Ispanya'nın



bir çok taraflarını haraca bağlamış ve akmîarını Pirene dağlarının Ötelerine kadar yaymağa



MORk -



HÜRREM SULTAN.



muvaffak olmuştur. Fakat arap vak'aniivîsler bundan pek az bahsederler; hattâ hıristiyan vak'anüvislerinde ( Chron. pac,) Alahor ( Alahort) adını verdikleri bu zât hakkında tafsilât yoktur. Fakat telmihlerinden anlaşıldığına göre, hıristiyanlar ondan korktukları gibi, aldığı ha­ raçlardan dolayı, müslümanlarm bir kısmı da kendisinden nefret ediyorlardı ve bu sebepledir ki, 'Omar II. onu azletmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' al-Bayan abmuğrib ( nşr. D o zy), s. 24 v.d.; İbn al* A şir ( nşr. Tornberg), V , 373; Reinaud, Invasion des Sarrasins en France, s, 12 v.d.; al-Zabbı ( nşr. Codera ve. Rivera ), nr. 688; E. Saavedra, Estudio sobre la invasion de los Arabes en Espana, s. 137 ; Mülîer, D er İs­ lam . . . , I, 431, HURR AL-*AMÎLt. [ Bk. H U r r ü L ’A m î l Î . ] H U R R A M .JB k. h u r r e m s u l t a n . ] HURRAMABÂD. [B k. H U R R E M Â B Â D .] H URRAM ÎYA. [Bk. H U R R E M İY E .J HURREM SULTAN. HURRAM SULTÂN ( H



urrem



-Ş a h H



atun



, H



aseki



; 1504?— 1558), S u l t a n



H



urrem



Su l­



Süleyman I . ' ı n g ö z d e z e v c e s i d i r . Avrupatı tarih­ çiler ce Roxelane nâmı ile mârûf olduğu gibi, yine garp eserlerinde Rossa, Roza ( Itineraire de Jeröme Maurand. . . , 1544, Paris, 1901, s. 232 ), Rosanne ve Rvzİae ( Vier Briefe aus der T ü rkeivo n ,., Busbeck> Erlangen, 1926,5. 81,) adları He de tanınmıştır. Bu suretle tesmiye­ sine, aslının rus olması, muasır Venedik balyosları, Avusturya elçileri ve İtalyan sey­ yahları tarafından la Rossa ( ru s) diye ta* mtılmış bulunması sebep olarak gösterilmek­ tedir. Bu hususta ilk malûmat verenlerden Pietro (P iero ) Bragadino, 1526'da, onun rus olduğunu {„altra donna di nation Rossa**, Marini Sanato, X LI) bildirdiği gibi, 1534’te diğer bir Venedik elçisi de ( Danıello Ludov ic i) şehzadelerin annesinin rus aslından gel­ diğini kaydetmiştir ( krş. E. Alberi, Reîazioni degli Ambasciaiori ve neti, Firen ze, 1840, III. serî, I, 28 ). Ona, devrin rönesans kültürlü mu­ harrirleri, rus kadını mânâsına gelen ve belki de eskiden Rusya 'da yaşıyan bu isimdeki ka­ bileye telmih kasdt ile Roxelane demişlerdi ( Menavino 'dan naklen lorga, GOR, II, s, 344 v. d.). Mamafih onun leh, İtalyan ve Roxelane nâ­ mı altında, fransız olduğu hakkında da muh­ telif rivayetler vardır. Bu söylentilerden birine göre,-Hurrem Sultan, G aliçya'da Lipa nehri üzerindeki Robatyn ( Rogatîno ) kasabasmdandır ve fakir bir papazın kızıdır (krş. J. v. Hammer, Histoire de l ’Empire Ot tornan, V, 487; trk. trc,, V, 323). Her hâlde o Yavuz Sultan Selim devrinde, Kırım türklerînin Dnester neh» t a n



Uiâm Ansiklopedi»!



$9$



ri boyunda veya Ukrayna ve Galiçya ’ya kadar uzanarak, yaptıkları bîr akın esnasında, esir alınmış ve bu suretle osmanlı sarayına girmişti. Saraydaki ilk bayatı mechûl olan bu eâriyeye, belki de dâima şen ve mütebessim olmasından dolayı ( R. B. Merriman, Suleiman The Magnificent, 1520— 1566, Harvard University, 1944, s. 183), Hurrem veya A lî'n in tesbit ettiği gibi, Hurrem Şah adı verildi. İslâm-türk terbiyesi gör­ dü ve sonra da, cazibesi ve zekâsı sayesinde, Sultan Süleyman I. 'm gözdesi oldu. Bragadino, onu „genç, güzel değil, fakat şirin ( giovine non bella ma grassiada).“ diye tavsif etmiş­ tir ( M arini Sanuto, göst. yer.). Pâdişâhın bi­ rinci gözdesi ve Mustafa 'mn annesi — Gülbahar Sultan idi. Venedik balyosları onun ile Hurrem Sultan arasında şiddetli bir rekabetin mevcut olduğunu bildirmekte ve bâzı mücâdele sahneleri tasvir etmektedirler ki, bunun saray muhitinden hârice aksetmiş olan mubâlegab dedi-koduiar olması çok mümkündür. Ezcümle Zmkeîsen 'in çok iyi malûmat aldığını kaydet­ tiği Venedik elçisi Navagero 'dan naklen bil­ dirdiğine göre, Hurrem Sultan bir gün, rakibi Güİbahar Sultan tarafından, ağır bîr hakarete ve tecâvüze uğramış; Sultan Süleyman I. bu hâdiseye muttalî ve kısmen şâhîd olduktan sonra, Güİbahar Sultan '1 oğlunun sancak beyi olarak bulunduğu Manisa'ya göndermiş ve Hurrem Sultan '1 da, belki onun arzu ve İsrarı üzerine ve o zamana kadar carî olan teamül hilâfına, nikâh etmişti (tafsilât için bk. J. W. Zinkeisen, Geschickte des osmaniscken Reickes in Europa, Goiha, 1858, III, 24 v. d d ,; E. Alberi, Relazione . . . di Bernardo Navagero, III. seri, I, 74 v. d.). Garp kaynaklarının bu hâdise üzerinde ısrarları ( ezcümle bk. Busbecq, Türk mektupları, trc. Hüseyin Câhid, s. 42, 103; Artus Thomas, Sieur d’Embry, Continuaiion de Vhistoire des Turcs, s. 616 v. dd.) ve A lî ( Kunh al-ahbar, basılmamış kısm., Üniversite kütüp., ar* 5959» var. 341 ) 'nîn „Taht-ı nikâh-ı pâdişâhîde" demesi, meseleye hakikaten bir husûsiyet vermektedir. Busbecq, buna ilâveten, Hur­ rem Sultan 'm büyü yapmak suretiyle sarayda mevkiini tahkim ettiğini ve padişahın kalbini ve mutlak sevgisini bu suretle kazandığını da bildirmektedir ( aym esr.). Bu büyü ve iki göz­ de arasındaki döğüş rivayeti bir tarafa bırakıla­ cak olursa, Hurrem Sultan 'ın, pâdişâhın, ilk saltanat senelerinden itibaren, bütün muhabbet ve aşkım kendi üzerine toplaması, sakin, müte­ vazı bir tabiatta bulunması ve pâdişâhın ka­ rakterini en iyi bir şekilde tanıyarak, buna gö­ re hareket etmesi sayesinde, zevcinin üzerinde mutlak bir hâkimiyet ve nufûz te'sisine muvaf­ fak olduğu muhakkaktır. Bragadino, daha 1326 3$



m



&ÜRREM SÜLTAR



'da, pâdişâhın şehzade Mustafa nm o vakit he­ nüz sarayda bulunan annesi Gülbahar ile hiç nıeşgûl olmadıkını ve bütün muhabbetini diğer üç şehzâdenin annesine (Hurrem Sultan) ver­ diğini bildirdiği gibi ( E. Alberi, agn, esr.}III. se­ ri, ıo l ), Danieüo Ludovici ( agn. esr., I, 20 ) de 1534'te, Gülbahar Sultan'ın Manisa'da, oğlu­ nun yanında, yaşamakta olduğunu haber ver­ mektedir. Ölümüne kadar sarayda iki gelini arasında bir ahenk te'minine çalıştığı anlaşı­ lan ve oğlunun üzerinde de büyük bir otori­ tesi bulunan Vâlde Hafsa Sultan 'ın vefatı ( 4 ramazan 940 = 19 mart 1533 ), Hurrem Sul­ tan 'm Sultan Süleyman üzerindeki nufûzunu büs-bütün arttırmış ve Gülbahar Sultan da ancak bu hâdiseden sonra saraydan ayrılmıştır. Muahha> Venedik elçileri ( Navagero He Trevisano) de bu husûsta aym mütâleayı te'yit et­ mektedirler ( E. Alberi, agn, esr., I. seri, s. 74, 1 1 5 ) . Hurrem Sultan'm Sultan Süleyman'a yazdığı mektuplar da bu alâka ve muhabbetin derecesini gösteriyor. Mohaç harbi sıralarında ( 1 5 2 6 ) , pâdişâha gönderdiği bir mektupta »Benim sultanım, can ve gönülden sevgili şâhım ve rûh-i revâmm" — dîye hitap ettiği pâ­ dişâha »Ben câriyenizi hâkden r e fi'. . . buyur­ dunuz" — demekte ve hasretini, uzun-uzadıya, ifâde etmektedir (tafsilât için bk. Topkapı sarayı arşivi, nr. 5926}. Birinci mektubunda, kendi çocukları Mehmed ( Seyid Mehmed), Mİhrimah, Selim ( Selim H an ) ve Abdullah ile birlikte,şehzade Mustafa'yı da zikretmekte, fa­ kat Gülfem câriyenin selâmım yazdığı hâlde, sarayda beraber yaşadıkları muhakkak bulunan Gülbahar Sultan ( ölm. 988 = 1580, B ursa; krş. Ahmed Refik, X. asr-ı hicride İstanbul hayatı) 'dan ■ hiç bahsetmemektedir. Şehzade Abdul­ lah bu sırada ölmüş ve Hurrem Sultan 'm Çocukları için, en büyük tehlike, saltanata nam­ zet bulunan rakibinin oğlu şehzade Mustafa kalmış idi. Sadrâzam îbrahim Paşa [ b. bk.) 'nm ve Vâlde Sultan 'ın veliahd olmasını tabi'î bul­ dukları, halkm ve askerin de gittikçe mezi­ yetlerini takdir edip, sevecekleri bu şehzade­ yi, babasının gözünden düşürmek, hattâ ber­ taraf etmek ve ona tarafdar olanların da aley­ hinde çalışmak, bundan sonra, Hurrem Sultan 'm en büyük düşüncesi oldu. Vâlde Sultan 'm ölümünden sonra, şehzade Mustafa nın, annesi ile birlikte, Manisa 'da bulunduğu esnada ve Hurrem Sultan 'm büyük oğlu şehzade Meh­ med 'in de babasının en sevgili oğlu olduğu devirde, İbrahim Paşa aleyhinde çalıştığı ve sadrâzamın düşmanları ile birlik olduğu dü­ şünülebilir. Hurrem Sultan, *53$ Irakeyn sefe­ ri esnâsmda, Sultan Süleyman 'a yazdığı ve diğer çocukları yanında Cihangir 'i ismen zikr­



ederek, omuzundaki ârızaya dâir malûmat ver­ diği ve Barbaros Hayreddin Paşa'nın Tunus seferinden de padişaha hayırlı haberler gön­ derdiği mektupta, sadrâzama selâmım bildir­ mekte İse de ( Topkapısarayı arşivi, nr. 6036), seferden avdetinden sonra, İbrahim P a şa ’nın ıskat ve idamı için, pâdişâh üzerindeki büyük te'sir ve nufûzunu kullandığı muhakkak gibi­ dir ( bk. Hammer, agn. esr., trk. trc., V ,3 2 3 ; Jeröme Maurand, agn* esr,, s. 233; Jean Chesneau, Le Vogage de Monsieur d’Araman, Pa­ ris, 1887 ). Hurrem Sultan, bu tarihten sonra, siyâsî işlere daha çok karışmış ve pâdişâhın en mahrem müşaviri olmuştur. 1537 'de, A vlonya seferi esnasında, pâdişâha gönderdiği mektupta ( nr. 5038 ), İstanbul civarındaki sal­ gın hastalık hakkında malûmat verdikten son­ ra, vaziyetlerine dâir haber gecikince, şehirde türlü şayialar çıktığım bildirmekte ve — »Bîr hafta — iki hafta geçer, ulak gelm iye} âlem gulguleye geîü r; dürlü-dürlü sözler soylenür" — demekte ve »Hemen ben kendü nefsim için is­ terim san mayasız" diye de te'minat vermek­ te idi. Seferde padişahın yanında bulunan çocuklan şehzade Mehmed ve Selim 'e dualar edip, gözlerinden öptüğünü söylediği bu mek­ tubunda Bâyezid, Cihangir ve Mihrimah Sul­ tan ile Gülfem ve Dâye câriyeleri zikretmek­ tedir. Bu tarihten üç sene sonra, şehzade Mustafa 'nm Manisa Man Amasya 'ya tahvilinde ve sonra buraya kendi oğlu Mehmed 'in gön­ derilmesinde Hurrem Sultan'm te'siri olduğu gibi, daha sonra, kızı Mihrimah 'ın Rüstem Paşa ile izdivacım müteakip, eski Diyarbekİr beylerbey isinin vâsî salâhiyet İle divân-ı hü­ mâyûna vezir, bilâhare de Hadım Süleyman P a ş a ’mn azlinde ve yerine vezir-i âzam olma­ sında rolü görülmüştür. Hurrem Sultan, padi­ şahın veliahd yapmağı düşündüğü oğullan Ma­ nisa sancak beyi şehzâde Mehmed 'in vakitsiz ölümü üzerine (154 3 ), büyük şehzâde Musta­ fa ’mn yerine, diğer üç oğlundan ( Selim, Ba~ yezid ve Cihangir ) birini, daha ziyâde Bayezid 'i, babasına halef yapmağı düşündü. Evvelâ damadı Rüstem Paşa 'mn mevkiini tahkim et­ mek, Manisa ve Karaman sancak beyleri olan şehzâde Selim ve Bâyezid 'in birer suretle ken­ dilerini göstermelerini, halkm ve askerin te­ veccüh, muhabbet ve tarafdarhklarını kazan­ malarım istedi ve bu husûsta padişahı bâzı kararlara şevketti. 1548— 1549 Iran seferinin açılmasında Hurrem Sultan'ın te'şirinin bulundu­ ğunu söyleyenler, mültecî Iran şehzadesi Elkas Mirza ya kendi eli ile dikilmiş ipekli gömlek­ ler, sırmalı elbiseler v.b. hediye etmesini { Peçevî, Tarih, I, 269 ) buna delîl sayanlar vardır. Hammer 'e göre, Hurrem Sultan, bu seferi, dâ-



H URREM SU LTA N .



madı sadrâzam Rüstem Paşa Mm askerî liyâ­ katini gösterecek ve oğlu Selim 'in, Edirne 'de kaymakam olarak, padişaha vekâlet etmesini mümkün kılacak bir sebep sayıyordu ( ayn. esr., VI, 8 ). Hakikaten hâdiseler düşündüğü ve istediği gibi cereyan etmiş, şehzade Selim sefere çıkan babasına Seyyİd-Gâzî 'de mülâki olunca, Rumeli 'de bulunması emrini almış ve şehzâde Bâyezid kışı Haleb 'de pâdişâhın ya­ nında geçirmiş, büyük şehzâde Mustafa İse, Amasya ’da âdeta menkûp tutulmuş idi ( bu se­ fer esnâsmda Hurrem Sultan'm padişaha yaz­ dığı ve içerisinde Bâyezid 'e selâmı da ihtiva eden mektubu için bk. Topkapısarayı arşivi, nr. 11480). Bundan sonra saltanat verâsetİ meselesinde şehzâde Bâyezid 'i ve Selitn *i iltizâm eden saray partisinin başında Hurrem Sultan daha sarih bir vaziyet aldı. 1535 İran seferinde, şehzâde Mustafa 'nın idamında, Hurrem Sultan 'm, kızı ile birlikte, pâdişâh üzerinde senelerden beri yaptığı zararlı telkinin te'sîri bulunduğu muhakkaktır. Ezcümle A lî Hurrem Sultan 'm kabahatsiz şehzadenin katlinde medhaldar ol­ duklarının muhakkak olduğunu söylemektedir {ayn* esr., var. 4 3 1 ) . Müneccimbâşı ise,M ih­ rimah Sultan ve validesinin, Sultan Bayezid 'e veliahdlik te'minı derdine düştükleri ve Selim H a n 'm bunda asla dahii olmayıp, ancak Sultan Mustafa 'nm ortadan kaldırılmasına çalış­ tıkları ve bu işte Rüstem Paşa ile birîeşip, mas­ lahatı temam ettikleri mütâieasmı yürütmekte­ dir ( Şahâyif abahbar, IH, 502 ). Bu hâdise as­ ker arasında bir hoşnutsuzluğa sebep olup, Rüstem Paşa sadâretten azil ve yerine vezîr-i sânî Ahmed Paşa nasbediimîş ise de, iki yıl sonra Ahmed Paşa, yine Hurrem Sultan 'ın te'siri ile, katledilerek, sadâret tekrar Rüstem Paşa *ya verildi ( bk. A lî, ayn. esr.). Hurrem Sultan, bu suretle, iki vezîr ile bîr şehzadenin katlinde doğrudan-doğruya medhaldar ve her hâlde en büyük âmil oldu. Sultan Süleyman bu sefer esnâsmda 1553— 1554 kışım Haleb'de, artık hiç yanından ayırmadığı sevgili, zeki, hassas fakat aîîl oğlu Cihangir He geçirecek' iken, sevgili zevcesinden yeni bir mektup aldı. Hur­ rem Sultan padişaha olan aşk ve muhabbetini te'yid ve tasvir ettiği bu mektubunda daha çok sabırsızlanmakta, bütün zamanının hüzün ve melal ile geçtiğini ve iranlıîar üzerine henüz hiç bir zafer kazamlmadığı hâlde, İstanbul 'da müjdeciye intizar edildiği şayiasının dolaştığını, bu haberin ise, kendisinde tereddüt ve endîşe uyandırdığını, o sırada Edirne 'de kaymakam bulunan Bâyezid'in yanma gitmeği bile iste­ mediğini bildirerek, — »Tek Hak taâlâ bana mü­ barek cemâlini göstersin" — diye hasretini ifâ­ de ve „Cihangir Şah ’ımıa gözlerinden öperim"



'



595



diyerek, oğluna selâmını ilâve etmektedir ( Topkapısarayı arşivi, nr. 5038). Fakat bu sırada hassas Cihangir, ağabeyisînİn günahsız olarak idamına tahammül edemeyerek, Haleb 'de ölmüş ve padişahın iranlıîar ile Amasya müsâlehasmı ( T555 ) yapıp, avdetine kadar, daha iki sene, Hurrem Sultan zevcine hasret kalmıştır. Bun­ dan sonraki hayatım hayır işlerine, vakıflar ve te'sisler yapmağa hasreden Haseki Hurrem Sul­ tan, bu arada Şâh Tahmâsp 'ın hemşiresi ile muhaberede bulunmuş, Süleymâniye 'nın inşa­ sını müteakip, şahtan' hediyeler geldiği zaman da, bilmukabele teşekkürnâmeler göndermiştir ( Feridun Bey, Münşaât, II, 65 ). Son senelerini hastalıklı geçirdiği anlaşılan Hurrem Sultan *m pâdişâh ile birlikte, kışı geçirdiği Edirne 'de rahatsızlığı artmış ve cemâziyelâhır 965 'te ( mart*nisan 1558 ), nisan ortalarında, İstanbul 'a döndükleri vakit, vefat etmiş ( Rüstem Paşa tari­ k i adı İle mâruf Tevârik-i  l-i Osman, Üniver­ site kütüp.,T. Y. nr. 2438, var. 286 ; Busbecq 'den naklen Zinkeisen, ayn. esr., IH, 42 ) ve Süieymâniye camii yanında defnedilmiştir ( üzerine sonradan türbe yapıldı ). Haseki Hurrem Sultan İstanbul ( A ksaray ) 'da, o zaman A vrat pazarı ( bugün H aseki) denilen semtte bir kubbeli bir cami ile şadırvan, yanında imaret, medrese, dârüşşifâ ve mektep yaptırmıştır. Medresenin târihi 946 ( 1 5 3 9 ) Mır. Şimdi belediyenin polikliniği olan darüşşifâ bînâsmm tarihî de 957 (1550) Mir. ( bk. ffadikat al-cava mî', I, 101; Peçevî, Ta­ rih, I, 425), Bundan başka padişah, zevcesi için, Mekke ve Medine Me birer imaret yaptır­ mış, E dirne'ye su getirterek, müteaddit çeş­ meler açtırmış, Meriç üzerinde Cîsr-i Mustafa Paşa Ma kervansaray, cami ve imaret inşa et­ tirmişti ( A lî, ayn. esr., var. 337). Bu geniş te’sisler için, Sultan Süleyman 'm Hurrem Sal­ tan 'a muhtelif tarihlerde bir çok mülknâmeler verdiği, muhtelif yerlerde köy ve mezraaiar temlik ederek, bu te'sislerin zengin evkafım meydana getirdiği görülmektedir. Nitekim 958 Me Siüsire sancağında, Aydos ve Ahyolu ka­ zalarında bütün mahsûlleri ve haradan He temlik olunan kariyelerin raiyet hanelerini ve hudutlarını gösteren bir mülknâme sureti İle ( Feridun Bey, Münşaât, I, 608 v.dd.) 957, 959, 960 ve 961 tarihlerinde verilen muhtelif mülk* nâmeler (Topkapısarayı arşivi, nr. 7816) bu geniş evkaf hakkında bizi aydınlatmaktadır. Bir de 964 tarihinde, yâni Hurrem Sultan 'm ölümünden bir sene evvel, Edirne Me bütün vezirlerin ( Rüstem, Semiz Ali, Sokuliu Meh­ med ve Pertev Paşalar ). Rumeli v e 1 Anadolu kazaskerleri ile tevkiî ( Muhammed b. ‘Abdi ) ve defterdarların şâhid bulunması sureti İle, tanzim edile» bir mülknâme, Vize sancağında



59$



H URREM SU LTA N -



Pınar-Hisar nahiyesindeki evkafı ve aym tarih­ teki diğer bir miiİknâtne de Kudüs sancağında sancak beyi haslarından ve diğer zeamet ve tımarlardan tefrik edilerek, bu te’sîslere vakf­ edilmek Üzere, yapılan temlikleri tesbit et­ mektedir ( Topkap işarayı arşivi, nr. 765 ve 7702}, Sultan Süleyman, zevcesinin ölümünden sonra, senelerce onun rûhu için hayırlar yap­ makta ve sadakalar vermekte devam etti. Ez­ cümle 968 'de Mısır hazînesinden Mekke ve Medine ulemâ ve fukarasına 3.000 altın gön­ derilmesini Mısır beylerfaeyİİİğine emretmiştir ( Ahmed Refik, Hurrem Sultan ’ın son seneferi, iteni mecmua, 1918, sayı 32, s. 108 v.d.}. Haseki Sultan evkafı XVII. asırda bile o ka­ dar zengin idi kİ, 1021 { 161a ) 'de bâbüssaâdeağası Mustafa A ğa Haseki camiini, bîr kubbe daha ilâvesi ile, genişletti { bk. Hadi kat alcavamV ; bu evkafın Misivri cizyesi hakkındaki 1072 tarihli, nezâreti bâbüssaâde-ağasına âit olan Kudüs evkafının 1084 tarihlî vesikaları için bk. Başvek. arşivi, Ibnüİemra tasnifi, evkaf, nr. 354, l o iI ). (M. TAYYİB GÖKBİLGiN.) H U R R EM  B  D . HURRAM ABÂD, İran 'da L û r i s t a n e y a 1e t i n i n m e r k e z i o l u p ( nüfusu 6.000 ), Isfahan ile Kirmânşâh arasında, aynı ismi taşıyan nehrin üzerinde, deniz seviye­ sinden 1.400 m. yükseklikte ve 330 32'şimal arzı He 48° 1 5' şark tulü ( Greenvv.) dâireleri üzerinde bulunmaktadır. Şehirde nehir arasında bulunan ayrı bir kaya üzerinde Diz-ı Siyah ( »siyah ka­ le ) admda bir kalenin harabeleri vardır. Bu kale orta çağlarda valinin konağı idi; bunun bir de Faîak aî-Aflâk adında müştemilâtı var idi ki, XIX. asrın başlarında Lûristan valisinin konağı vazifesini görüyordu. Bu eski kalenin altında 1830 'da inşa edilmiş, geniş ve ferah avluları ve bahçe­ leri olan bugünkü vilâyet konağı vardır. Şehrin karşısında, eski Samha harabesi mevcuttur; bu­ rada bulunan bîr dikili taşın kitabesi Malikşâh 'm torunu Mahmud zamanının tarihini taşmakta­ dır. Şehir J. Rich ve H. Rawlİnson tarafından zi­ yaret edilmiştir. Daha eski Iran coğrafyacıları bu şehri zikretmiyorlar; fakat diğer taraftan Yakut ve diğerleri Ray ve Balh yakınlarında aynı ismi taşıyan iki yer biliyorlardı. B i b l i y o g r a f y a : C. Ritter, Asien, IX2, 207— 209; Yakut, Maçam (nşr. Wüstenfeld ), II, 426 v.d.; Barbİer de Meynard, Dict. de la Perse, s. 306, _ ( J, RUSKA.) H URREM İYE. HURRAMİYA, b i r m e z h e p İ s mi olup, S a itlin i'y e göre, bu isim larsça bir kelime olan hurr&m (,,hoşw)’ den, müştaktır; zîra mensupları her hoş olan şeyi mübah saymak­ tadırlar. Fakat bunun daha ziyâde mezhebin neş'et ettiği söylenen Erdebil 'in Hurram nahi­ yesinden müştak olması ihtimâli vardır. Maş'üdi



H U R R E M İY E .



( Murncf VI, 186) 'ye göre, bunlar Horasan’da, Abu Müslim 'in 136 ( 753/754) 'da İdamından son­ ra, meydana çıkıp, şöhret bulmuşlardır; fakat bir kısmı Abü Müslim ’ın ölmüş olduğunu kabûl etmeyerek, onun »dünyâda adaleti yaymak için" tekrar geleceğine inandıkları hâlde, diğer bir kısmı onun kızı Fafima 'ma imâmetini kabul ediyorlardı ve bundan dolayı bu İki fırka biri M u s l i m i y a ve diğeri F â t i m i y a adını aldı. Sanbâz admda bir şahıs, Abü Müslim’in intikamını almak maksadı ile, Horasan 'da bir isyan hareketine kalk ıştı; fakat bu isyan 70 gün zarfında bastırıldı. Bunların ikinci defa Ma'mün devrinde hurram i olan Bâbak 'in müslüman hükümetine karşı İsyan ederak, »Azer­ baycan ile A r ran arasında kâin bir köy olan" Bazz ( bâzan tesniye şeklinde Bazzan ) 'de müs­ tahkem bir mevkie kapandığı sırada adı du­ yuldu. Bâbak 201— 223 arasında, kalesi Mu‘taşim 'm bir kumandanı olan Afşin tarafından zaptedüinceye kadar, vaziyetini muhafaza etti. Kendisi, esir düşerek, Samarra 'ye gönderildi ve işkence yapılmak suretiyle öldürüldü. O hu işkenceler altında harikulade bir metanet gös­ terdi (b k . Nişvar al-muhâzarat, s. 75). Kızı Mu'tasîm 'm haremine alındı ( îrşâd al-arib, I, 369,7 ). İslâmiyet dâvasına büyük hizmetleri do­ kunduğu söylenen fatihler hakkında Abü Tara­ mam ve Buhturı ’nin yazdıkları bir çok kaside­ ler vardır. Mas'üdi 'nin zamanında ( 332 =943/ 944) bu mezhebin mensupları Rey, İsfahan, Azerbaycan, Karac, Burç ve Mâsabazân 'da bu lunuyoriardı. Mas'üdi 'nin yazdığından az zaman evvel» bunların elinde bulunan bîr kale ‘A li b. Buvayhi (sonradan ‘Irnâd al~Davîa, 321 = 9 3 3 ; Miskavayhi, I, 278 ) tarafından zaptediimişti. 40 sene sonra yine Tiz ve Mukrân havâlisinde bâzı kaleler bunların elinde bulunmakta idi. Bunları ‘Azud aî-Davla 'nin mümessili ‘Abıd b. ‘A li ’ye teslim etmişlerdi ( aym esr., II, 321 ). Bu mezhebin akaidi hakkında en İyi malû­ matı Mutahhar b. fâ h ir 'in verdiği anlaşılıyor. Bu zât bu cemâatin mensûpları ile memleketleri olan Mâsabazân ve Mihricân-Kazak 'ta karşı­ laştığını söylüyor. Bu akideler şunlardan iba­ rettir ( Livre de la Creation, nşr. Huart, V , 30 ) : »Bunlar muhtelif mezheplere ve fırkalara ayrılmışlardır; fakat hepsi »dönüşe" (yâni tenâsuha ) inanmakta müttefik oldukları hâlde, ancak isimlerin ve vücutların değişeceğini iddia ediyorlar. Onlar, kitapları ve akideleri ne olursa olsun, bütün peygamberlerin bir tek ruhtan mülhem olduklarım, vahyin hiç bir zaman ke­ silmeyeceğini kabul ediyorlar. Onların kanâa­ tine göre, her hangi bir dinin sâiiki mükâfat ümit edip mücâzattan korktuğu müddetçe ha­ kikat yolundadır, Camialarına fenalık yapmağa



n u t \ ı \ i ı » u t t-â



kalkışmadıkça veya sistemlerine tecâvüz etme­ dikçe, böyle bir adamı teziü yahut tahkir et­ meği kat'îyen tasvip etmiyorlar. Alenî isyan hâlinde bulundukları zamanlardan başka, kan dökmeği şiddetle men’edİyorlar. Abü Müslim 'e karşı derin hürmetleri olup, onu öldürttüğü için, ahManşür'u tel'în ediyorlar. Abü Müslim 'in kızı Fâtima 'nin ahfadından olması dolayısı He, Mahdi b. Firüz 'un ruhu için, Allahın rah­ metini sık-sık niyaz ederler. Hukukî mesele­ lerde lüzumunda müracaat edecekleri imamları, f arşça adı ile firişi ah ( »melek" ) dedikleri ve aralarında dolaşan dinî rehberleri vardır. Şarap ve diğer alkollü içkileri içmek, onlara göre, her şeyden daha hayırlıdır. Dinî sistemlerinin esâsı nur ve zulmettir. Mâsabazân Ve Mihricân-ÎCazak ’taki evlerinde görüştüğümüz kimseleri, temiz­ lik ve nezâhate gayet riayetkar bulduk; iç­ ten gelen bir şefkat ve iyilik göstermek su­ retiyle, halkın teveccühünü kazanmağa çok gay­ ret ediyorlardı. Bâztlarımn, kadınların rızâsı olduğa takdirde, fuhşu ve her hangi bir kim­ seye hiç bir zararı dokunmadığı takdirde, sevk»i tabi'înin emrettiği her arzuyu tatmin etmeği hoş karşılayıp, bunlara müsâade ettiklerini gördük." İş^ahri (s. 203) de bunlar hakkında az-çok aynı şeyleri söylüyor: — »Köylerinde camileri vardır ve Kur*an da okurlar. Fakat onların gizlice şerîate riayetsizlikten ( ibâha) başka hiç bîr dinî akideleri olmadığı İsrarla söylen­ mektedir. »— Şu hâlde bunların Abü Müslim 'in ailesinde mevcudiyeti fitrî olarak farzedtlen imamet nazarıyesinde sünnî müslümanlardan ayrı olmaları ihtimâli vardır. Cinsi münâsebet­ lerde lâubaliliklerine gelince, eğer doğru ise, b u ), şi’îlerin mut a dediklerine benzer bir şey­ dir; bundan başka Abü Müslim'in yaşamağa devam ettiğini ve kızının onun bütün haklarına tevarüs eylediğini iddialarında bunlar muhte­ lif şi'l fırkalarına benzemektedirler. Bu mezhebin en ziyâde dikkati celp eden mensubu Bâbak olduğundan, bunun akidelerine dâir bir şeyler öğrenmiş olmamız İcâp ederdi. Bilhassa Vâkid b. ‘Amr al-Tamimi'nin bu şahıs hakkında Fikrisi 'te zikredilen bir tari­ hi de vardır. Bir çok masaldan ibâret olan bu eser, Flügel tarafından, tercüme edilmiştir { Z D M G , XXIII, 531 V. ddO- Bu müellif Bâbak 'e Câvîdân admda bir selef atfetmekte Tabari ile birleşiyor ( ‘Abd al-Kahır, al-Fark bayn al-firak, s. 252 ). Bâbak 'in tevâbii dinlerinin asıl kurucusunun Şarvin adında kendi prens­ lerinden birisi olduğunu iddia eder. Bu prens gü yâbabası zanc ve annesi bir İran padişahı­ nın kızı olup, islâmiyetten evvel yaşamıştır. Bu İbn İsfandiyâr ( trc. E. G. Browne, s. 237 ) 'm Bav hanedanından Şarvi» admda birine (T a ­







> ıw



*v*



bari, III, 12955: Şarvin b. Surhâb b. Bâb) ve bunun ilk defa »şeyhülcebel" adını aldığına dâir anlattığı hikâyenin diğer bir şeklidir. Bunların dağlarında her türlü sefâhet ve ka­ yıtsızlığın hüküm sürdüğü bir bayram yaptık­ larını da ilâve ediyor. Bütün bunlara rağmen, bütün İslâmî merasime de zahiren riâyet eder­ lermiş. Bunları eski İran mezdekîleri ile bağla­ mağa uğraşmanın tarihî bir esâsı olmasa gerektir. ( D. S. M a r g o lio u th .) H U R RÜ L’ M İL İ.



a l -HURR



a l -‘ÂMÎLÎ,



Mü HAMMED B. HAŞAN ( ? — 1688), i m â m ı y e



m ü t e k e l l i m i . al-Hurr al-'Amili ismi çok zikredilen ve Suriye'de Cabal 'Am ila 'deki şı'î âlimler hakkında bîografik bir toplama eseri olan Amal al-âmil ile bir de sufî vahdet-ı vucûdculuğuna reddiye olan al-Risâla al-isnâ ‘aşûrlycr 'nin müellifidir. B i b l i y o g r a f y a : Brockelmann, G A L , II, 412; SuppLyM* 578 v.d.; Hvânsâri, Ravzât al-cannât (Tahran, 1307), s. 644. (L o u ıs Ma ssig n o n .)



HURŞÎD IL [Bk. hürş Id H.] HURŞİD II. HURŞÎD II. (? — 767 ), T a b er i s t a n ispahbad*i ve bu ey â letin îiö sene hü­ küm süren Giİân-Şâh sülâlesinin son hükümdarı. Kendisi Dâd Mihr b. Marzbân 'm oğlu olup, »Farşvâd Marzbân" lekabını taşıyordu. Anne ta­ rafından Şül 'ün nahâbida ( ermen, nahapat »asilzade" ) 'ierine mensup idi ve 122 'den 150 (740— 767) 'ye kadar saltanat sürdü. Sİnn-irüşde vâsıl olunca, kırallığın naibi olan amcası Sa­ niye iktidarı onun eline bırakmak istemiş ise de, oğullan tarafından tertip olunan bir sûikasd yüzünden, bu arzusunu tahakkuk ettiremedi ve Hurşid nihâyet Tammişa ile Sâri arasında bu­ lunan Kaşr*i Dâdukâiı 'da amca-zâdelerine galebe çaldıktan sonra, hâkimiyeti ele geçirebildi. Kisa hisarım tamir ve Se-Dile ( krş» Sadir, Hira yakınında) denilen kaleyi de inşa etti. Bunun etrafında bir pazar kurdu ve bir de kervansaray yaptırdı. Abü Müslim 'in katlinden sonra, Sanbaz, halife al-Manşür aleyhinde isyan ettiği zaman, hazînelerini Hurşid 'e emaret bıraktı. Mağlûbiyetinden sonra, Hurşid 'e iltica etmek istedi; fakat yolda, Hurşid 'in amca-zadesinden olup, mâruz kaldığı bir hareketin intikamım almak isteyen Tüs tarafından, öldürüldü. Halife hazînelerinin kendisine teslim edilmesini istedi. Fakat Hurşid bunu reddederek, ancak bir bâc vermeğe razı oldu. Taberistan'm kendisine ne kadar büyük bîr servet te’min edeceğini dü­ şünen al-Manşür bu ülkeyi fethetmeğe karar verdi. Amul şehri teslim oldu. Hurşid kadın­ larım ve çocuklarım arapların Kal'at al-Tâk ( »kemer kalesi" ) dedikleri ‘A ’işa Kargili Diz kalesine kapatarak, kendisi, asker toplamak



------ HURŞID II. — HURUFİLİK.



59 ^



üzere, Gilân ve Deylem 'e gitti. Kalenin veba­ dan kırılıp, azalmış olan muhafızları müstevli­ lere teslim oldu. Hurşid yeise kapılarak, kendi­ sini zehirledi ve bu suretle Taberistan İslâmi­ yet nufûzu altına girdi. Taban ve îbn al-Aşir taıatından verilen 141 (758 ) tarihi yanlıştır. Hurşid'in bilinen son sikkesi 148 ( 765) tarih­ lidir ki, bu Taberistan takviminin 114 'üne te­ kabül eder. B i b l i y o g r a f y a - , İbn İsfandiyâr, History o f Tabarisiân{trc. Browne),s. 113— 122; Zahir ai-Din, Törih-i Tabaristân (nşr. B. Dom ), s. 46— $0; Mirh^ând, Ravzat al-safâ, III, 125; Tabari, Tarîk, IH, 120, 136 v .d .; İbn al-Aşir, al-Kâmil, V , 369, 386 v. d ,; B alizuri (nşr. de Goeje), s. 336 v .d .; Müneccim-başı, Tarifi, II, 393 ; A . D. Mordtmann, Erklarung der Münzen ( ZD M G , XIX, 486, 495; XXXIII, ır o ) ._ ( C l . H u art .)



HURUF.



[Bk._HURÛF.]



HURÛF. HURUF ( A.), h a r f i b. bk.] 'İn cemi. HURÛFÎLÎK. HURUFlYA, esterâbâdlı Fail



Allah tarafından, 800 ( 1398 ) senesinde Hora­ san 'm Esterâbâd [ b. bk.] kasabasında kurulmuş bir tarîkattir. Fail Allah o sene kendini Allahın ve kâinatın künh ve hakikati kendi zâtında tecellî eden yeni bir peygamber olarak ilân etmiştir. Bu zâta göre, İslâm tasavvufunun umumiyetle belirttiği gibi, Allahın asıl mâhiyeti bir gizli hazîne {kanz-i m ahfi ) olup, ilk tezahür ve te­ cellîsi kelâm şeklinde görülen ilk illetten ( illat-i ul a) ibarettir. Kelâm ise, aslî şeklinde bîr mümeyyiz sıfat iktisap etmemiş mücerret bir kalâm-i nafsî mahiyetindedir. İşte bir nihâî şe'niyet gibi, tezahür eden bu mücerret kelâm, bâzı anâsıra ayrılıp, o anâsır hâlinde hâricî bir şekil alır. Bu unsurlar ise, arap alfa­ besinin 28 ve fars alfabesinin 32 harfidir. İşte, kelâm bu şekilleri alınca, kalâm-i mucarrat 'ilk­ ten kalâm-i malfâz hâline geçer. Bu kalâmi malfnz 'un şekillerinin terkip suretlerinden his ve şuur âlemi vücûd bulur. Hurûfîlerin itikatları hulasaten şöyle tarif olunabilir; burûfîler âle­ min ebediyetine ve daimî bir deveran hareke­ tine ve bu hareketten tabi'î hâdiselerin husûle geldiğine inanırlar, Cenâb-i Hak bir insa­ nın yüzünde tezâhür ve insanı temyiz eden bir kelâmdır. Bu kelâmın unsurlarında da bir kıymet-ı adediye vardır; yüzde, dört kirpik, İki kaş, bîr saç vardır ki, yedi eder. Bu yediyi dört unsur ile darbedersek, arap alfabesinin 28 harfini teşkil eder yahut daha başka bir tarzda şöyle târif olunur: dört kirpik, iki kaş ve sa v â d -i a'zam denilen saç. Bu yediye kutut-i ummiya tâbir edilir ki, her insan yüzünde bu hatlar ile doğar. Yedi de hüiut-i abiya yardır kî, bunlar sçnradan çıkan hatlardır:



iki sakal kılları, iki yanağın iki tarafındaki kıllar, iki bıyık, bir de alt dudaktaki kıllar. Bunları h â l ve m a h a l İtibârı ile ayn-ayrı alırsak 28 'i buluruz kİ, bu da arap harflerinin sayısıdır. Fazl Allah bunlara farsçadaki i f ı J harflerini de ilâve ederek, sayılarını 32*ye çı­ karmıştır. Bu kalâm-i malfâz ’u terkip eden 28 ve yahut 32 harfi insanın yüzünde görmek kabildir ( bk. J. K. Birge, The Bektashi Order o f Dervishes, London, 1937, şekil 18, s. 243 v.d.). Bu hususta şöyle bir izah vard ır: mâdemki Hakkın kendini peygamberler vâsıtası ile ayân kılması tedricî olmuştur, kâinatın aslî unsuru olan bu harflerin her peygambere git­ tikçe daha fazla sayıda mâlûm olması tabi'îdir. Nitekim Adara ’e 9, İbrahim'e 14, Müsâ 'ya 22, ‘îsâ 'ya 24, Muhammed 'e 28 ve son peygamber Fazl Allah 'a da 32 harf mâlûm olmuştur. Bu peygamberlerden son dördüne mâlûm olan anâ­ sırın sayısı, her birine nazil olan kitapların yazılmış olduğu dilin alfabesindeki harf sayısı kadardır. Bu, ibrânicede 22, yuuancada 24, arapçada 28 ve farsçada 32 ’dir. Bu tedriç dol ayısı ile, Allahın vahylerini tebliğe me'mur olan peygamberlerden en son gelen Fazl Allah 'm, kendisinden önce gelenlere mâlûm olan her şeyin mânasını çözecek anahtara sâhip bulun­ duğu aşikâr olur. Yine bu sebepledir ki, K u ra n'd a , mânası beyan edilmeğe muhtaç olmayan yahut bir şekilde mâna verilebilecek olan âyetler ( mu li­ ka mat ) ile sûrelerin başında bulunan mukattaâi gibi, mânası anlaşılmayan yahut türlü-türlü te'vile müsâît olan âyetler ( mutaşâbihât) hakkında, tefsir ulemâsının aksine, mütâlea yürüterek, sûre başlarında gelen gâyr-i mükerrer 14 harfin teşkil ettiği mukattaât ’ı hurufîler muhkamât sayarlar ve : ■— „asıl kelâm-i iiâlıî bu on dört kelimedir ki, vech-i âdem ondan fet holün muştur" — derler ; İnsan yüzün­ deki huiüt-i ummiya 'nin hâl ve mahal itibârı ile elde edilen sayısı ile ( 1 4 ) bu makaiia'ât’ ı teşkil eden harflerin sayısındaki tevâfuku iddia­ larının burhanı olarak gösterirler. Hazâ min fa ilira b b i, z â lik a fa ilu ‘llâh,vallâhu zu 7 -f a ili fl-azim beyanlarında olduğu gibi, K ur’an 'da geçen fa zl kelimelerinin hepsinden murad Fazl Hurüfi olduğunu ve insanın yüzünde de fa zl isminin okunduğunu söylerler; nitekim buna ğöre yapılmış resimlerde görüldüğü üzere, aynı yüzde burnu alif, ikî tarafı lam, gözleri de hâ olarak alıp, insan yüzünde karşılıklı yazılmış Allah kelimesini de okumağa kalkışırlar. Şerî» atîn emrine uygun olarak, insanın islâmra S esâs rüknüne iman etmesi bildirildikte» sonra, bu s rüknün hakikî mânaları da hurûfîllğe göre izah edilir, Kelime-i şehâdet, nşmaz?oruç,



U U 1 W 1 iL ltV f



hacc ve zekâtı da, ay m zorlanmış te’viller ile, hep bu 28 ve 32 harf esâsına götürürler. Kelime-İ şehâdet içm şöyle bir te’vİlde bulunurlar; bunda evvelâ Âllahm birliğine şehâdet vardır, Allah kelimesinde 5 arap harfi mevcuttur. Bu harflerden her birinin ayrı- ayrı imlâsından 14 aded harf meydana çıkar. Mufyammed kelimesi de aynı yoldan, yâni harflerin m, k , m, m, d şeklinde yazılmaları île, yine bu 14 harfe varır, Ikİ 14 birleşince 28 eder kİ, bu da kelime-i şehâdeti verir. Kelİme-i şehâdeiin başladığı aşkad kelimesinde de 4 harf vardır, bunun ilâvesi ile 32 eder ki, bu da Hakkın zât-i şeri­ fidir. Salât için de aynı te'vii yolundan yürü­ yerek derler k i: muhatta'ât '1 teşkil eden e, Z, r, k, h, y, ‘a, ş, t, s, h, m, k ve n harflerinin arapça imlâlarında şad harfinden d, a lif harfinden /, nun harfinden de v olmak üzere, 3 harf daha meydana çıkar kİ, bu suretle mecmuu 17 harf eder, bu da hazarda kılman namazların farz rek’atlarmm sayısına müsavidir. Diğer taraftan sefer namazlarında günde 11 rek'at farz namaz kılınır. Bu sayı da hurûfîlerce hurûf*i müteşâbihâtra sayısına tekabül etmektedir. Bu n 'e farsçadaki «-?*ayât, 20 ile 32 yaşları arasında



yazdığı şiirler; 3. G u r ra i a h k a m â l, 34 ile 43 yaşları arasın­ da yazdığı şiirler; 4. B a k iy a -i nalçiya, yaşının kemâle erdiği zamana âit kıt'alar yahut şiirler. Bu dört d iv a n , K ü lli y a t-i A m ir H u sra v İsmi He, Luknov'da Naval Kişor matbaasında, (iaşbasm.) basılmıştır. 5. N ih S y a t a l-k a m a l , gazeller ve rübâîler mecmuası; 6. M ifiâ h a l-fu tü h , Calâl al-Din Firüz Şâh II. saltanatının ilk senesinden, yâni tahta çıkışından 689— 690 ( 1290— 1291 ) 'da Dehli'ye avdeti za­ manı arasındaki harplerinin manzûm bir tasviri 7. M a tla ' al-anvâr, ahlâkî ve dinî bir manzu­ me ; Nizami 'nin M a h za n al-asrâr 'ısın bir naziresi; 8. Ş ir in u H u sra v, Nizami 'nin H u sra v a Ş ir in 'inin bîr naziresi; 9. Macntün u L a y la , N izam i 'nin L a y la a M ac n ü n ’unuu bir n a ziresi ( K a lk ü te 1244, L u ­ kn ov, 1286 ta ş'b a sm .), 10. A 'in a - i Sikandaris, Nİzâm i 'nîn îsk a n d a r nam a 'sine bîr n azire ; 11. H a şt B ih iş i, B a h râ m 'm a şk m aceraları hakkın da b îr m esn evi. N izam î 'nin H a f i p ayk a r 'in e b ir n a z ir e ;



12. K ira n a L sa ’d ayn , S u ltâ n M u 'izz al-D İn K aykm bad 'ın, b a b a sı B en g â le su ltan ı N a şir alD in B u ğ r a Hân ile D e h li'd e 688 (1 2 8 9 ) 'd e vuku bulan m ülakatın ın m anzûm t a s v i r i ; ta şbasm ., L u k n o v , 1259; 13. N u h s ip ih r , K u tb a l-D in M ubârak Ş â h 'm sa ra y ı ile sa lta n a tı esn asın daki en m ühim vakayinİn m anzûm bir t a s v i r i ; 14. Duvalrâni Hizr Hân, Sultân ‘A lâ' al«Din 'İn oğlu Hizr Hân 'm gucarath Ray Kara 'in



kızı Duvaî Hâni ile olan aşk macerasına dâir bir manzume; 15. tcâ Z ’ î H u sr a v i, beîâgate dâir bir eser. Luknov ’da Naval Kişor matbaasında ( taş-basm.) basılmıştır. B i b l i y o g r a f y a \ Muhammed Kâsim Fihrişta, Târih-i Ftrişİa, IL 753 î Darâ Şiküh, S a f inat al-avliya, s. 98; Azâd al-BİJgirâmi, Hizânat-i ‘âmîra, s. 209; G. Ouseley, Biographical Noitces, s. 148— 163 ; Sprenger,. . . Oude Catalogae, s. 467— 470; Rieu, Cat. o f persian Mss., s, 609; E th e , Ind. O f f ar, 1186 ve J. Moslem Jnsiituie (1906), nr, 2, II, 89. ( M. H id ayet H osain .) H Ü S R E V . H U S R A V B eg , Ğ âzî (1480? — ıŞ ijr), Kapusû Sulta# Süleyman dşyrmdç



602



HUSREV.



Sırbistan, Bosna, Dalmaçya, Hırvatistan ve Macaristan fütuhatında mühim bir rol oynamış h u d u t b e y l e r i n d e n d i r . Babası, Dubrovnîk vesikalarına göre (15 nisan 1483 tarihli vesika için bk, Cons. Rong., 24, 148), Hersek 'te Trebinje kniazı Radivoj 'un akrabası bulu­ nup, sonradan Bayezİd II. 'e dâmad olan Fer had Bey idî ( bk. Dr. Çiro Truhelka, T tırsko S lo v je n s k i sp o m en ici D a b ro v a çk e a rh ive, Sarajevo, 1911, s. 176). Husrev Bey'in vakfiyelerinde ( Sarajevo ’daki camiine âİt 938 ve medresesine dâir 943 tarihli arapça vakfiyeleri ile Makedonya 'da Zihne kazası ve Bosna' da Dobor kalesindeki vakıfları için 944 tarihli vakfiye) adı ve babasının adı „Husrav b. Ferhad Beg" gfeçtİ^i gibi ( ayn. mil,, G a z i H a srefb eg , n jeg o v z w o t i n jeg o v o doba, Sarajevo, 1912, s. 115, 133, 140; S p o m en ica g a z i H a srev b eg o v e çeii~ r isio g o d îşn jic e, Sarajevo, 1932, s. II, XXVI, X X X V II), Yahya Paşa'nm 9 12 'de Üsküp'teki evkafı için tanzim edilen vakfiyede de, şâhid sıfatı ile, bu şekilde İmza mevcuttur ( bk. Glişa Elezoviç, T u r sk i sp om en ici, Beograd, 1940, s. 517). Ferhad Bey, Adana muhafızı olduğu sırada, kölemenlere karşı bir savaşta şehid düşmüş idi ( 1485 ), Annesi Bayezid II.'in kızı bulunan Selçuk Sultan yine Bayezid II. 'in sağ­ lığında vefat etmiş ve İstanbul 'da, Bayezid camii yanında, husûsî bir türbeye defnedilmişti. Selçuk Sultan 'm bir câriyesine ait bir vakfi­ yeden, Husrey Bey 'in Neslişah Sultan adında bir kız kardeşinin bulunduğunu da anlıyoruz ( Sarajevo 'da Vratnik mahallesinde bulunan cami ve mektep için bâzı gayr-i menkûller vakfeden ve ismi bilinmeyen bu câriye İstan­ bul'da 955— 1548 tarihinde tanzim ettiği vak­ fiyesinde, evkafının mütevellisi .olarak, voyvada Sinâneddin ile sahibesi Selçuk Sultan 'ın kızı Neslişah Sultan '1 ve bunların vefatından sonra merhûm Husrev Bey 'in vakfının mütevellisini tâyin ettiği hakkında bk. Sarajevo Gazi Husrevbeg kütüp;, Ş e r ’ i m ahkem e sicilli, nr. 1 ; Dr. Çiro Truhelka, ayn. esr., s, 3 ; S pom enica, s. 18). Husrev Bey'in 1521 tarihine kadar hayatına dâir bilgimiz çok mahdut ve tevsik edilmemiş bir hâldedir. Ferhad B ey ’in Serez'de sancak beyi olarak bulunduğu sırada, 1480 ta­ rihinde doğduğu zannedilmektedir ( Zam an gaze­ tesi, Sarajevo, 28. XII. 1 9 u , nr. 48), Babası­ nın vefatından sonra, annesi ile birlikte, her hâlde İstanbul 'da ikamet etmiş, diğer sultanzâdeler gibi, tahsil ve terbiye görmüş ve Serez havâlisinde babasından intikal eden ehemmiyetli emlâk ve araziye de sahip olmuş idi. T a r ih -i d iy â r-i B o sn a adiı eserin müellifi Saraybosnaîı ve Muvakkit îekabı ile tanınan tarihçi Salih Sldk) Hacı Hüseyinoviç'e göre, dayısı şehzade



Mehmed ’in Kefe sancak beyliğine tayın edil­ diği sırada (9 0 9 = 1 5 0 3 ) Husrev Bey birlikte gitmiş ve hattâ, onun elçisi sıfau ile, Moskova 'ya gönderilmiştir. ( Sarajevo.müzesine bağlı Bal­ kan tetkikleri enstitüsü kütüp., nr. 1125,1, 1*3— 143 ). Mamafih bu müellifin, Husrev Bey 'i 909 ( 1504) 'da İşkodra *da ve 912 ( 1506) 'de Bosna sancak beyi gösterilmesi doğru olmasa gerek­ tir. Çünkü Yahya Paşa 'nın Üsküp 'teki evkafı için, 912 ( 1 5 0 6 ) 'de tanzim ettirdiğini yukarıda bildirdiğimiz vakfiyesinde, Husrev Bey kapıcıbaşı olarak görüldüğü gibi, Dubrovnik ( Ragu* sa ) cumhuriyetinin Bosna 'ya gelen her sancak beyini husûsî mümessiller vâsıtası ile selâmla­ ması mûtad olduğuna ve buna âit Ra guşa ar­ şivindeki zabıtlardaki vesikalar arasında onun adı geçmediğine göre, Belgrad fethinden ön­ ce, Husrev Bey ’in Bosna sancak beyliğinde bulunmadığı muhakkak sayılmaktadır. Binâen­ aleyh Peçevî 'nın de bildirmesine rağmen, onun İşkodra sancak beyi oîup-olmadığt ve Semendıre sancak beyliğine ne zaman tâyin edildiği, kat’î surette, malum değildir. Belgrad 'm mu­ hasarasında ve fethinde, Semendire saneak beyi sıfatı ile, büyük rolü vardır. Bu mühim kalenin düşmesini kolaylaştırmak iç:n, Sava 'nın öte tarafında bulunan Zemun ( Zemlin, Semlİn ) kalesini zaptetmiştir. Belgrad 'm fethinden son­ ra, Bosna sancak beyi olan akrabası Yahya Paşa-zade Bâlî Bey ( Küç ük) ile Husrev Bey ’in vazifeleri tebdil edildi ( Peçevî, Tarih, I, 71; 12 şevval 927 = 15 eylül 1521 tarihli fer­ man hakkında bk. Başağıç, Gazi Husrevbeg , a spomen çetiristogo dînjice dolaska u Bosna, Sarajevo, 1907, s. 24 ). Dubrovnik cümhûriyetî, ilk defa Bosna sancak beyliğine tâyin edildiği anlaşılan Husrev Bey 'i bu esnada, Mihail Bucignolo adında birisi vâsıtası ile, yeni vazife­ sinde selâmlamış idi ( ona 27 eylül 1521 tarihli ve­ rilen tâlimat hakkında bk. Cons. Rog., 36,105 ). Husrev Bey bu vazifesinde dört sene kalmış­ tır, Knin, Skradİn (1522), Ostrovica ( 1523) kalelerinin fetihlerini bu sırada yaptı. Yayçe ( Jajce ) kalesi muhasarası esnasındaki muvaffakiyetsizîiğİ dolayısı ile, 1525 senesi orta­ larında, kısa bîr müddet için, Bosna valili­ ğinden azledilmiş, fakat aynı senenin sonuna doğru tekrar eski mevkiini almış idi ( Ragusa hükümeti bu defa da Leonardo G jorgjİç'i 11 kânun II. 1526 tarihinde aynı vazife ile gön­ dermiş id i; bk. Cons. Rog., 38, 79 ). Husrev Bey ikinci defa Bosna valiliğinde 1533 senesi sonuna kadar kalmıştır. Bu müddet zarfın­ da Sultan Süleyman 'm seferlerine iştırâk etmiş­ tir. Müstakillen de fütûhatta* bulunmuştur. Ezcümle Mobaç meydan muharebesinde ( 1526) Bosna sipahileri ile sayısı 10,000 'e kadar yük­



HÜSRfeV. selen ve «deli" tâbir edilen tecrübeli süvârî kuvvetlerine katılmıştır. Yabyâ Paşa oğlu Bâîî Bey ile birlikte, düşmanı içeriye celbederek, arkadan vurmak tertibinin tahakkukunu deruhde etınİş ve bunu mükemmel bir surette başarmıştır. Bundan sonra Husrev Bey Bosna, Daimaçya, Slavoniya ve Hırvatistan 'da askerî bakımdan ehemmiyetli olan bir çok kale ve pa~ lankalann fethine muvaffak olmuştur. Bu de­ virdeki fütuhatı arasında Obrovaç kalesinin zaptını da saymak mümkündür { 1527 ). Onun faaliyetlerinin en mühimlerinden biri Yayçe 'nin fethi idi. Fâtih Sultan Mehmed zama­ nında ( 1463) fetholunan ve Bosna kıralhğmm son payitahtı olan Yayçe kalesi, macarlar tara­ fından, zaptedilmîş ( 26 kânun I. 1463 ) ve yeni teşkil edilen «Yayçe hanlığı" merkezî yapılmış idi. Yayçe'nin 1525 tarihinde akamete uğrayan mu­ hasarasının kendisinin Bosna valiliğinden azle­ dilmesine sebep olduğunu unutmayan Husrev Bey, büyük kuvvetler gönderip, kale kumanda­ nım kaleyi teslime meebür etmiştir (1528). Husrev Bey 'in bu muvaffakiyetinden haberdar olan Banyaluka kalesi kumandanı, onun gelişini beklemeden, kaleden kaçmış ve Bosna ’nm şi­ malinde mühim bir mevki olan bu kale böylece, mukavemet etmeden, teslim olmuştur. Osmanh devletinin mahmîsi Yanoş Zapolya 'yı maear kralı tanımağa bir türlü razı olma­ yan Ferdinand 'm Budin 'e gönderilen kuvvet­ lerine karşı, Yahya Paşa oğlu Mehmed Bey ile birlikte, hudutları korumak suretiyle büyük yararlıklar göstermiş idi. Bu Budin muharebe­ leri hep kış zamanına tesadüf ettiği İçin çok güç olmuş, bir çok fedâkârlıkları istilzam etmiştir. Gâzî Husrev Bey 1533 senesi sonundan 1536 senesinin İlk yansına kadar, yâni iki seneden fazla bir müddetle Bosna 'dan ayrılmış ise de, bu defa, bâzı müelliflerin zannettikleri gibi, azledimemiş, ancak tekrar Semendire sancak beyliğine naklo­ lunmuş, yerine Mi hal Bey-zâde Mehmed Bey ge­ tirilmiştir. Bunu gerek Sırp mülteciler İnden birisinin ( Pavle B akiç) kıral Ferdinand 'a gön­ derdiği ve Semendire sancağı İdâresinin Meh­ med Bey 'den almtp, Bosna sancak beyi Hus­ rev Bey'e teslim edildiği hakkındaki 26 kânun I. 1533 tarihli mektuptan ( bk. A. Iviç, Spomenıci Srba u Urvarskoj, Hrvatskoj, i Sla voniji X V I. i X VII. st., Novi Sad, 1910, I, 117— 118), gerek bizzat Husrev B e y ’in 1535 'te Ferdinand'a, boşnakça olarak, yazdığı ve «Semendire Belgrad, Tuna sahilleri ve bütün Sirem ( Firie, Syrnıie ) memleketi hâkimi" bu­ lunduğu yolundaki mektubundan anlıyoruz. Onun üçüncü defa olarak Bosna sancak beyli­ ğine tâyini haberi ise, Jeronin Laski 'nin 23 nisan 1536 tarihli, kıral Ferdinand'a hitaben



Ui



yazılan lâtince mektubunda ( Gevay, î. e. 141, nr. C V II) ve Ragusa hükümetinin Petar Bun iç'e yazılan, 25 mayıs 1536 tarihli emrinde bildirilmektedir ( Bk, Letere e commiss, di Levante, 22,54,55). Bundan sonra Gâzî Husrev Bey, ömrünün sonuna kadar ( 1 541 ) , Bosna sancak beyi kal­ mıştır ve bu suretle, 3 defa olmak üzere, P e çevî, Evliya Çelebî ve onlardan naklen Hammer 'in iddiaları hilâfına, 30 veya 33 sene de­ ğil (Peçevî, T a rih , I, 44; Evliya Çelebi, ıS'e^akatnâm e, İstanbul, 1315, V , 441; Mehmed Süreyyâ, S ic ilU i osm ânj, İstanbul, 1311 II, 272; J. von Hamraer, H isto ir e de V E m p ire O ttom an , tre. Hellert, Paris, 1836, V , 443), aneak 17 sene kadar bir zaman Bosna sancak beyliği yapmıştır. Üçüncü defa Bosna beyliği sırasında Husrev Bey, Yahya Paşa oğlu Mehmed Bey He birlikte Slavoniya 'da Pojega ve civarını zaptetmİştir ( *536). Bundan sonra K lis kalesine karşı te­ şebbüse geçti. Ferdinand 'ın Petar Krujiç kuman­ dasında gönderdiği 10.000 kişilik kuvvete karşı kethüdası Murad voyvodanın kazandığı mu­ vaffakiyet neticesinde, Krujiç mağlûp edilmiş ve bunun üzerine Klis kalesi de Murad Bey 'e teslim olmuş idi ( 1537 ). Bu yararlıklar muka­ bilinde Murad Bey 'e yeni teşkil edilen Klis sancağı beyliği verilmiştir. Aynı zamanda Hus­ rev Bey ’in haslarına ve Murad Bey 'İn z e â m e itne de ilâveler yapılmıştır. Türk kuvvetlerinin Korfu seferinde ( 1537) bulunmasından İstifâde eden kral Ferdinand, îvan Katzianer kumandası altında, mühim bir kuvveti, Osek kalesini zaptetmek içi», göndermiş idi. Husrev Bey'in âcil daveti üzerine, Klİs'ten gelen Murad Bey He Semendire ( Smederevo ) sancak beyi Yahya Paşa oğlu Mehmed Bey muhasara hâlinde bulunan O sek'in yardımına koştular. Bunu haber alan Katzianer Diyakovo ( Djakovo ) civârmda Goryan 'da vuku bulacak olan savaşın arifesinde kaçmış olduğundan, as­ keri de kolayca dağıtıldı. Fakat aynı senede Husrev Bey Skradîn 'i kaybetmiştir. 1538 sene­ sinde Trogir, Nadİn, Vrana ve Dubica kalele­ rinin fethine rağmen, Venedikliler Obrovaç ile Ostrovica ’yı zaptetmışlerdi. Fakat ertesi sene C *539 ) Siny kalesinin fethine muvaffak olundu, Bosna valiliğinin üçüncü devresine rastlayan bu fütuhat, Husrev Bey'den ziyâde, Murad Bey 'in gayreti ile olmuştur. Çünkü kendisi bu sı­ rada Sarayevo 'da ismini ve hâtırasını ebedileş­ tirecek olan büyük eserler meydana getirmek ve mevcut olanları daha faydalı bîr şekle koy­ makla meşgul bulunuyordu. Sarayevo 'nun coğ­ rafî ve tarihî mevkiinin ehemmiyetini gayet ıyİ kavramış bulunduğundan, şehrin ilerideki kültür



İ ğ4



HUSREV.



ve ticâret inkişâfıma esâslarım sağlam bîr su­ rette vaz 'etmek istiyordu. Nitekim bu uzak gö­ rüşün mahsulü olan tasavvurlarını tahakkuk ettirmeğe muvaffak oluyordu. Paris'teki College de France ile aynı asırda te’sis edilen Gâzî Husrev Bey medresesi asırlarca hakikî bir ilim ve kül tüt ocağı olarak yaşadı. İmâret, misafirhane ve diğer hayır müesseselerİ örnek ittihaz edilebilecek şekilde tanzim edilmişti. Yaptırdığı bedestenler ve hanlar bütün o bölgenin ticarî ve iktisâdı merkez­ leri hâline gelmiş ve Bosna vilâyetinin bu sa­ badaki terakkisinde büyük rol oynamışlardı. Bundan evvelki askerî muzafferi yeti eri neti­ cesinde Kosova muharebesi (1389) ile başla­ mış olan Bosna fütuhatım hemen-hemen sona erdirmiştir. Hattâ Bosna vilâyetinin şimal ve garp hudutlarım bir hayli genişletmeğe muvaf­ fak oldu. Bundan dolayı kendisini Osmanh im­ paratorluğunun en değerli kumandanlarından bi­ ri olarak saymak icâp eder. BÖylece bir taraftan askerî, diğer taraftan kültüre müteallik olan faa­ liyetlerinin neticelerini bizzat gördükten sonra, bu fedakâr kumandan Ölümünü büyük bir huzur içinde beklemeğe hak kazanmış oluyordu. Gâzî Husrev Bey gibi meşhûr bir kahrama­ nın tabı'î Ölüm ile vefat etmesini kabul edeme­ yen Bosna halkı, ölümünü şehâdet neticesi ola­ rak göstermeğe çalışmış ve bunun için efsâ­ neler icat etmiştir. Hâlâ halk arasında dola­ şan bu rivayetlere göre, Gâzî Husrey Bey, Ka­ radağ 'da isyan eden Kuçi kabilesi ile bir çar­ pışma esnasında, şehid düşmüştür ki, bunu Peçevî (I, 45) nakleder. Fakat bu rivâyetin tarihî biç bir mesnedi yoktur. Kabile ismi ve dolayısı ile, bu kabilenin bulunduğu mıntaka ismi olan Drobnyak ( rivayete göre, Gâzî Hus­ rev Bey'in ahşası orada gömüldüğü için, o mıntakaya Drobnjak, sonra cem'i olarak Drobnjaci denilmiş id î) Gâzî Husrev Bey 'den çok evvel mevcut idi. O her lıâlde tabi’î bir ölüm ile Saraybosna ( Sarajevo 'da ) 'da vefat edip, sağhğmda hazırlanmış olan türbesine defnedilmiştir. Türbesi kapısının üstünde yazılı arapça manzum vefat tarihinin son m ısraı; rahmatu 'l-mâcid calaghi kulla yavm (948 ) Vefatı tarihi bir türkçe mecmuada ( Sarajevo, Balkan tetkikler enstitüsü, nr. 1125 ) 23 safer 948 (18 haziran 1541) olarak kaydedilmiştir. Rüstem P aşa'ya nisbet edilen Târih-i âl-i Osm an'da Gâzî Husrev Bey 'in ölüm haberinin İstanbul 'a 15 saferden sonra vâsıl olduğunu bildirildiği gibi ( İstanbul Üniversite kutup., nr, 2438; var. 220; Dte Osmaniscke Ckronik des Rustem Pascha, von Ludwig Farrer, Türk. Bibi-, Leipzig, 1923, XXI, 109), oldukça şâyân-î iti­ mat olan Fojnica 'daki katolik manastırı kro-



nikinde Dr. Çiro Truheîka tarafından ( bk. G/nsnik Zem. Müzej a, Sarajevo, 1909, X X I) Husrev B ey'in 1541 'de öldüğü kayıtlıdır. Şehâdeti vâki olsa idi, bu kronik muhakkak bildirecekti. Gâzî Husrev Bey'in Mahmud adında bir oğlu olduğu bâzı eserlerde { Sicill-i osmânî, II, 272; Encyclopedîe de VIslâm, Leiden, 1927, II, 1026) bildirilirse de, mevsuk de­ ğildir. Çünkü Husrev Bey vefat ettiği za­ man, erkek evlâdı olmadığı için, Bosna ’daki çiftlikleri hazîneye alınmış ve her sene öşür bedeli havâss-i hümâyûn eminlerine ödenmek şartı ile, bu çiftlikler, 948 senesindeki tahrir defteri mucibince, sadrâzam Rüstem Paşa 'ya verilmiştir (211 numaralı Bosna livası tahrir defteri, s. X27~-130), Gâzî Husrev Bey'in kültür sahasındaki faâliyeti bütün askerî muzafferiyetlerînden ve kah­ ramanlıklarından daha mühimdir. 1436 'da daimî olarak Osmanh hâkimiyetine geçen, evvelâ uç be­ yi ( 1440— 1463 ), sonra ilk sancak beyi ( 1463— 1470) olan tshak Bey oğlu Gâzî îsâ Bey'în te’sis ederek, içinde bîr saray yaptırdığından dolayı, Saray ( Sarajevo) adım alan ve bilâ­ hare Bosna vilâyeti merkezi hâline gelen kasa­ banın { Gâzî İsa Bey burada 1462 'de Fâtih Sultan Mehmed namına bîr câmi inşa ettirdiği gibi, daha sonra han, hamam, bedestan, ker­ vansaray ve köprü gibi, mühim te'sisler de yap­ tırmış idi ) ikinci müessisi ve, gittikçe inkişâf eden bu şehri hakikî bir ilim ve ticâret mer­ kezi hâline koyan Gâzî Husrev Bey olmuştur. Onun inşa ettirdiği en mühim binası, şehrin ortasındaki Bey camii ( Begoya djamija) adı ile meşhur câmi (inşâ tarihi 937 = 1530) ve asırlar boyunca İslâm dîni ve edebiyatına bü­ yük ve mühim şahsiyetler yetiştiren, Gâzî Hus­ rev Bey medresesidir ( Kurşunla medrese = Kurşumlİja, inşâ târihi 9 4 4 = 10 3 7 ). Bundan başka hankâh, imaret ve misafirhane gibi te'sisler vücûda getirdi; bedestan, taşlı han, ha­ mam, müteaddit hanlar v. b. yaptırdı ve bun­ lar ile birlikte çok zengin araziyi, bu bayır te'sisierinin idâmesi İçin, vakfetti. V efatı sene­ sinde yalnız haslarından senelik vâridat 800,831 akçe İdi ( bk. Başbakanlık arşivi, İstanbul tahrir defteri, nr. 211, 307»; bir de 462 nu­ maralı ve 975 tarihli tahrir defterinde te s is ­ leri ve müfredatlı olarak, vakıfları kaydedil­ mektedir ). Gâzî Husrev Bey 'in câmi, medrese, imaret ve diğer vakfettiği binaları Evliya Ç e­ lebi de görmüş, türbesini ziyaret etmiş ve .Se* yahatnâme 'şinde bunlardan bahsetmiştir (V , 430 v. d., 436, 441), Onun Sarajevo 'daki köş­ künün Çurçiç mahallesinde bulunduğu tahmin edilmektedir. Sayfiyesi ise, İlidza civarında Giavogodina köyünde idi. Burada 13 eylül 1530



ÜÜSREV. Ma İstanbul 'a giden Ferdinand Jm elçileri JoB i b l i y o g r a f s a ; Â şık Paşa-zâde, seph Lamberg Ue Nikola Jurişîç ’i büyük mera­ Tarih ( İstanbul, 1332), s. 217; Sa'd al-Din sim iîe kabûl etmiş İdi, bunu seyâhatlerinde Tâc aUTavârih (İstanbul, 1279), II, 5 1; bu elçilik maiyetinde bulunan Sloven Benedikt Kara-Çel ebî-zâde Abdülaziz, SüleymannâKuripeşiç, tesbît ile anlatmıştır (eser Ljublme (Bulak, 1284), s. 32, 45, 85; Ceiâizâjana'da 15 3 1'de basılmıştır). Kabûl merasimi­ de Mustafa, Tabakat al- mamâlik va daracât ne âit ilâve ettiği bir resimden, Gâzî Husrev al-masalık ( İstanbul Üniversite kütüp., T.Y,, B ey'in iri-yan bir adam olduğu görülmektedir. nr. 59 97 » var. 224); ‘A li, Kunh al-akbar Kıyafetine son derece itinâ ettiğine ve husûsî ( İstanbul Ünivesite kütüp., T. Y,, nr. 5959, terzisinin Dobrovnik 'e kadar gidip, efendisinin var. 140» , 232a , 262» , 265lı , 275a ) ; İsmail elbiseleri için çok ağır mallar aldığına dâir Hakkı Uzunçarşılı, Osmanh tarihi ( Ankara, Ragusa arşivinde vesikalar mevcuttur. Vakar 1949), II, 84, 300, 311 v.d., 320, 362, 367, 565 ; Dr. Safvet Beg Başagiç, Kratka uputa sahibi ve debdebeyi seven Gâzî Husrev Bey 'in , a proşlosi Bos ne i Hercegovine ( Sarajevo, fakirlere karşı çok merhametli, gayr-i müsJİm1900), s. 17— 22; ayn. mil.; Znameniti lere karşı müsamahakâr, çok âdil ve iyi kalbli Hrvatii Boşnjacii Hercegovci u Turskoj Ça~ bir adam olduğunda tarihçiler müttefiktirler. revini (Zagreb, 1931), s. 19, 29, 51 v.d.; Bosna hıristİyanları onu hâlâ şükrân üe yâdHamdîja Kreşevljakoviç, Gazi Hıısrev-beg etmektedİrler. (Sarajevo, 1930; monografya; 1931 senesine Eugene de Savoie 1697 ( 23 ve 24 teşrin I.) mahsus Nopredak almanağından ayrı basım ); 'de Bosna’ya girişinde ve Sarajevo şehrini yak­ Dr. Mehmed Spaho, Gazi Husrevbeg ( Sara­ tığı sırada, Gâzî Husrev Bey 'in vakıflarını da jevo, 1907 ), Başvekâlet arşivi, Tapu defteri, yakmış ve yağma ettirmiş idî. Bu tahripten nr. 164 ( sonu ), nr. 167 ( s. 83, 128 ), nr, 211 ancak câmi, medrese ve hamam kurtulabilmiştir. (var. 412», 4140 ), nr. 622 (s o n u ); Dr. Bu esnada bu evkafa âit orijinal vesikaların, Franz Babinger, Khosrezo Beğ ( Encyclopedie vakfiyelerin de zayi olduğu tahmin edilmekte­ de VIslâm, Leiden, 1927, II, 1025, s ü t 2, 1026, dir ( Dresden Sax. kütüp. 'deki XVIII. asra süt* 1 ) Bosna sâlnâmesi (13 2 0 ); Rene Pelâit bu evkafın bir mukarrernâmesi için bk. letıer, Sarajevo et sa region (Paris 1934), Spomenica, s. 94, 103 ). Zamanla bîr taraftan s. 72— 77; A .G evay, GesandisckaftFerdinand askerî hazimetler, diğer taraftan arazi İslâhatı I. an Suleim an; Aute Sincik, Otsutnost Hussebepleri ile bu evkafın bir kısmı ayrılmış ve revbegova in Sarajevo god. 1534— 1535 (Glasneticede vakfedilen emlâk ve arazinin aneak nik zemaljskog Mazeja u Bogui iHercegavint, küçük bir kısmı kalmıştır. Buna rağmen Gâzî Sarajevo, 1934, X L V ,9 — 15). Husrev Bey vakfı, Bosna-Hersek vakıflarının (M . T ayVîb O k jç .) en zengin ve en mühîmmidir kî, 1932/1933 se­ H U S R E V . HU SRAV, M o l l a ( ? - i 48o ), nesi varidatı 3.709.335 dinar 55 para ( a ş .- y k . 112000 türk lirası ) olarak tesbit edilmiştir ( bk, m â r u f b i r t ü r k f ı k ı h â l i m i ; asıl adi Spomenica, s. 125 ). Gâzî Husrev Bey camii İn­ M e h m e d B. F iR Â M U R Z B. A l î . Husrev, bir ri­ şasının 400 üncü yıl dönümü, küçük bîr gecikme vayete göre, türkmen ( Varsak kabilesi) aslın­ ile, 19— 21 teşrin 1. 1932'de büyük merasim dan olup, Kargın köyünde (S ivas ile Tokat ile tes'ıd edilmiş ve bu vesile iîe, büyük kah­ arasında ) doğmuştur. Diğer bîr rivayete göre, raman ve kumandan, Bosna-Saray şehrinin „frenk“ aslından olup, islâmiyeti kabul eden bir hakîkî müessisi Gâzî Husrev Bey 'in ruhu fJfransız“ asilzadesinin oğludur, Sa'd al-D ia'e tes’id edilmiş, muhtelif neşriyat yapılmış, bir göre, babası bir rûm mühtedîsi olan meşhur çok memleketler bu merasime, hey'etler gön­ Taftâzânî 'nin mürfdlerinden Burhan al-Din dermek sureti ile, katılmışlardır. BÖyîece A v ­ Haydar Haravi 'nin talebesi îdi ( krş, /$/., XI, rupa müslümanlarının ve bilhassa Boşnaklar’m 61; bk, bir de Sa*d al-Din, Tâc al-tavârih, büyük tarihî simalarından biri olan G âzî Hus­ II, 430 ). Edirne 'deki Şalı Malik medresesinde bir müddet müderrislik e t t i; 848 ( 1444 ) 'de rev B ey'e büyük şükran borcu ödenmiştir. Gâzî Husrev Bey 'in azâdlı kölesi olan Mu- Edirne kadısı ve daha sonra Rumeli kazaskeri rad Bey, Tardıç'e gelince, Dalm açya’da Şibe- oldu. İstanbul 'un ilk baş-kadısı Hızır Bey [b .b k j nik şehrinde doğmuş olması muhtemeldir. Gâzî 'in vefatından sonra, ona halef oldu ve aym za­ Husrev Bey 'in kapıcısı, sonra voyvada ve mü­ manda Ayasofya medresesi müderrisliğini ifâ et­ teakiben Kîis ve Pozega sancak beyi olmuş­ ti, Molla Kürâni [ b. bk.)'nin bir takririne güce­ tur. Klis fethi münâsebeti ile g â z î unvanını nerek, 867 ( 1462 ) 'de Bursa 'ya gitti ve orada bir kazanmıştır. Pozega 'da vefat edip (952 — medrese yaptırdı. 874 ( 1469 ) 'te pâdişâh tara­ *545 )» naaşı Sarajevo 'da Gâzî Husrev Bey 'in fından şeyhülislâmlığa getirildi ve 885 (1480) l senesinde İstanbul 'da vefat etti. Cenazesi Bursa türbesi yanındaki türbeye defnolunmuştur.



606



kÜSREV - HİİSREV PAŞk.



'ya nakledilerek, kendi medresesi hazîresine defnoîurmıuştur. İstanbul 'da da kendi nâmına bir cami yaptırmıştır ( krş. Hafız i^usayn, Jfadîkat al-cavâmi', I, 201 ; J, v. Haramer, GÖR, IX, 87, nr. 428 ). Sonraları şöhret kazanan bir çok talebe yetiştirmiş olan Husrev, değerli bir fıkıh âlimi olduğu gibi, bir şâir olarak da mâruftur. Sık-sık müracaat edilen en mühim eseri Dvtrar al-hukkâm f i şarh gurar al-ahkâm olup, fıkha dâirdir ve bütün tür-kosmanh medreselerinde, şerhleri ile beraber, ders kitabı gibi ve sâdece Durar adı ile kullanmıştır ( te'lif tarihi 877/883 — 1473/1477 ; Kahire tab., 1294 ve 1305 ), Bundan başka Mirfyât al-vusal f i ' Um al-üşül (Kahire, 1262 ve İstanbul, 1304) adlı bir eseri de vardır. Daha başka eserleri hakkında bk. J. v. Hammer, GÖR, II, $89 v.d.; bk. bîr de Brockelmann, G A L , II, 226 v.d.; Suppl. II, 316. B i b l i y o g r a f y a : Şakailş. al-numa.nîya ( trk. trc. Taşköprüîü-zâde ), I, 135— 139; Sa'd al-Din, Tâc al-İavürih, II, 462— 465; Evliya Çelebî, Seyahat-nâme, II, 53; Seyyid İsmail Beliğ Bursavî, Galdeste-i riyâz-t irfan (Bursa, 1302), s. 258 v .d d .; Mehmed Süreyyâ, Sicill-i osmânî, II, 271 v .d .; İlmiye sâlnâmesi ( İstanbul, 1334), s. 328 v. dd. ( onun el-yazısından örnekler ile ); Bursalı Mehmed Tâbir, Osmanh müellifleri ( İstanbul, 1333), s. 292 v.d. (müellif yazısı ile bâzı nüshalar hakkında malûmat verilmektedir); Brockelmann, G A L, II, 226 v,d.; Sappl., I!, 316. ( F ra n z



B a b i n g e r .)



HUSREV FÎRÛZ. H U SRAV FÎRÜZ,



a l



-



Ma l I.k a l -Ra h 1m A bu Na şr b . A b ! K â l Icâr ( î — 1059 ), Büveyhîlerden Abü Kâlicâr [ b. bk.] 'm cemâziyelevvei 440 ( teşrin II. 1048 ) 'ta vukû bulan ölümünden sonra, Husrav Firüz ( Horra F irü z} Irak emîri olarak tanındı ve o esnada kardeşi Abü Manşur Fülâz Sütün Şiraz şehrini ele geçirdi. Bunu müteakip Hus­ rav Firüz, diğer kardeşi olan Abü Sa'd Husrav Şâh 'm kumandası altında, bir orduyu Şiraz 'a karşı gönderdi; şehir teslim olmağa mecbur oldu ve Abü Manşür esir düştü (şevvâl 440 = mart/nisan 1049). Fakat bir müddet sonra, serbest bırakıldı. 44i (10 4 9 /10 5 0 )^ tekrar Şiraz b zaptederek, al-A hvâz'm da bir kısmım ele geçirdi; fakat ertesi senenin rebiyülâhırın­ da ( ağustos/eylûl 1050) Husrav Firüz alAlıvâz '1 istilâ ederek, çok geçmeden, 'Askar Mukram 'i zaptetti. Muharrem 443 ( mayıs/baziran 1051) 'te al-Ahvâz araplar ile kürtlerin İstilâsına uğradı. Bunlar, Surrak '1 yağma et­ tikten sonra, Husrav Firüz 'un askerleri tara­ fından, tardedildiler. Bundan sonra Husrav Firüz 'A skar Mukram 'i terketti. Çünkü Abü



Manşür, kürt reisi Hezârasp ile anlaşarak, Tustar üzerine yürümeğe azmetmişti. Fiusrav Firu2 ondan daha evvel davranmağa muvaffak oldu ve iki tarafın öncüleri karşılaşınca, Abü Manşür ile Hezârasp çekilmeğe mecbur oldular, Kauh bir muharebeden sonra, Husrav Firüz Ramahurmuz 'ü zaptettiği gibi, Abü Sa'd, Iştahr ve Şiraz şehirlerini de ele geçirdi. Aynı za­ manda Abü Manşür Selçuklulardan Tuğrul Bey 'e baş-vurmuş idi. Tuğrul Bey ona yardım kuv­ vetleri gönderdi ve iki gün süren bir muharebe neticesinde, Husrav Firüz Vâsit 'a çekilmeğe mecbur, oldu ( rebiülâhır sonu = eylül 1051 ). 444 ( 1052/1053 ) 'te askerleri Basra 'yı feth etti; orada vâlİ bulunan kardeşlerinden Abü 'A 1İ, kaçarak, kurtuldu ve İsfahan'a Tuğrul B ey'in yanma gitti. Sonra Husrav Firüz Hezârasp ile barıştı. Ertesi sene Abü Manşür yine Şiraz 'a hâkim olup, Abü S a 'd 'i oradan kovdu; mu­ harrem 447 ( nisan 1055 ) 'de Fülâz adında deylemlibir reis şehri zaptederek, Abü Manşür 'u oradan çıkardı. Her ne kadar Fülâz Husrav Firüz ve Abu Sa'd 'a mutî olacağım beyan etti ise de, bunlar onun sözüne itimat etmedi­ ler. Bundan dolayı Abü Sa'd, Abü Manşür ile birleşerek, Şiraz üzerine yürüdü. Uzun bir mu­ hasaradan sonra, Fülâz kaçmağa mecbûr oldu; iki kardeş şehri, Husrav Firüz nâmına, işgal ettiler. Aynı senede Büveyh sülâlesi ortadan kaldırıldı. Tuğrul Bey, hacca gitmek bahânesi ile, Bagdad 'a girmek müsâadesini İstedi. Ha­ life al-Kâ'im ona bu müsâadeyi verdi. 22 ra­ mazan ( 15 kânun I. 1055 ) da, Tuğrul Bey nâmına, hutbe okundu ve 3 gün sonra, büyük merasim ile, payitahta girdi. Fakat Bagdad halkı yabancı askerler aleyhinde ayaklandıkları için, Tuğrul Bey, halifenin bütün itirazlarına rağmen, Husrav Firüz ’u, bu isyanın muharriki olduğu iddiası ile, hapsettirdi. 450 (1058/1059 ) 'de Rey kalesinde, hapiste öldü. B i b l i y o g r a f y a : ibn at-Asır ( nşr. T ornberg), IX, 374 v.d d .; ibn Haldun, al‘İbar, IV, 488— 494; \Vilken, Gesck. der Sul~ tane aızs d. GeschL Bujek nach Mirchand, XVIII; Weil, Gesch. de Chaiifen, IH, 80 v.d., 94— 97. ( K. V . Z etterstüen .)



HUSREV MELİK. [Bk. g a z n e l î l e r .] HUSREV P A Ş A . HUSRAV PA ŞA (? — 1632 ), O s m a n 11 s a d r â z a m ı . Husrev as­ len bosnahdır. Saraya alınıp, burada muay­ yen hizmet kademelerinden geçtikten sonra, siİâhdarlığa kadar'yükselmişti. Muharrem 1033 (teşrin I. 1 6 2 3 )'te yeniçeri zorba oda-başı lan toplanarak, yetişme ağalarım istemedik­ lerini bildirdiler; bunun üzerine saraydan Si­ lâh d ar Husrev A ğa yeniçeri-ağası tâyin olun­ du. O zaman, devlet çok buhranlı bir devrini



kÜSREV PAŞÂ. yaşıyordu. Sultan Osman’ın katlı ile yeniçeri­ lerin tahakkümü son dereceyi bulmuş, Erzu­ rum ’da Abaza Mehmed Paşa ayaklanmış ve nihayet İran şahı Bagdad’ı istilâ etmişti. Yeniçeri-ağası Husrev 1624, mayısında bütün kapı­ kulu askeri ile, Abaza üzerine tâyin olunan vezîr-i âzam Çerkeş Mehmed Paşa maiyetinde, İstanbul Man ayrıldı. Kayseri sahrasında Abaza Mehmed'in ordusu ile yapılan savaşta (ağus­ tos 1624) Husrev gayret ve cesaret gösterdi; sonunda Abaza’nın ordusu mağlûp oldu { bk. mad. A B A Z A M E H M E D P A Ş A ], Husrev, kışlamak üzere, ordu ile T okat’a geldiği zaman, burada serdar Çerkeş Mehmed Paşa Öldü. Onun ve defterdarın arzı ile sadâret mührü Diyarbekir beylerbeyi Hâfız Paşa ’ya verildi. Fakat Husrev İstanbul ’da kendisinin de sadrazamlık için namzetler arasında olduğunu duyunca, pişman oldu ( Pe­ çe vî, Tarih, II, 403). Çok geçmeden, ona da vezirlik berâeti gönderildi. Husrev Ağa 1625 nisanında, kapı-kulu askeri ile, Tokat 'tan ayrıldı ve Bağdad ’ı îrani darın



elinden geri almak üzere, hareket eden yeni serdâr Hafız Paşa 'ma ordusuna katıldı. O za­ man orduda bulunan Peçevî ( Tarik, II, 405 ) ’ye göre, Husrev Ağa serdârı kıskanıyordu ve onun muzaffer olmasını istemiyordu. İki buçuk ay süren muhasara bir netice ver­ memişti ( bu muhasara esnasında kendisine gös­ terilen tarihsiz bîr hatt-i hümâyûn için bk. Feridun, Münşaâi, II, 89— 90). Şâh ‘A b b â s’m 30.000 kişi ile Bagdad ’m yardımına koştuğu haber alındı. Haziran 1627 sonlarında şalım ordusu ile yapılan savaşta osmanh ordusu tam bir bozguna uğramaktan, bilhassa serdar ile Husrev A ğa ’nm metaneti sayesinde, kurtuldu. 1626’da İstanbul'da sadrâzam değiştirildiği gibi, yeniçeri-ağalığına da, H usrev’in yerine, çavuş-başı A li tâyin olundu (kânun I. 1626). Husrev, pâdişâhın daveti ile, İstanbul’a geldi ( mart 1626) ve kubbe veziri oldu. Bu es­ nada yeni sadrâzam Halil Paşa, tekrar ayak­ lanmış olan Erzurum paşası Abaza Mehmed’e karşı bir şey yapamamış ve büyük zayiat ile ric’at etmişti. Murad IV. ’m Husrev ’e büyük güveni var idi ( Peçevî, ayn. esr., II, 409 ). Şey­ hülislâm Yahya Efendi artık eskileri tecrübe­ den vazgeçerek, becerikli, orduda disiplini ku­ rabilecek bîr adamın İş başına getirilmesi fik­ rinde idi ve kahramanlığı ile şöhret bulan Hus­ rev Paşa ’yı, bu iş için, teklif etti. Kimse Şeyhül­ islâmın sözüne karşı gelmedi ( Naİmâ, II, 420). Fakat ondan kıdemli olan vezirler ve biihassa kaymakam Receb Paşa vardı ve sıraya göre, Receb Paşa ’nın sadrâzam olması gerekirdi. Onun için Husrev’e Diyarbekir eyâleti verilip, İzm ît’e gönderildi ve sadâret mührü arkasından bura­



60?



ya ulaştırıldı ( 1 şaban 1037 — 6 nisan 1628 ). Yeni serdâra gönderilen beratta evvelâ Abaza Mehmed’i te’dip etmek, sonra İran üzerine yürümek vazifesi veriliyor ve tugrây*i hümâ­ yûn ile vezârete kadar her türlü tevcihâta sa­ lahiyetli kılmıyordu ( serdârhk beratı, Feridun II, 90— 95 J. Husrev sefer hazırlıklarım büyük bir itinâ ile tamamlayarak, Tokat’a doğru hare­ ket etti. Aşırı bir şiddet göstererek, asker ara­ sında inzibatı muhafazaya muvaffak oldu ve yol­ da halka karşı tecâvüzlere meydan bırakmadı. Bilhassa yeniçeri ocağında sahte esâmileri sildi­ rerek, sûistimallere son verdi. BÖylece „şevket ve mehabeti âlemi tuttu". Evvelce Abaza ’ya tabî olanlar, birer-birer gelip, onun ordu­ suna katıldılar. Husrev yalnız şiddet değil, kiyaset de gösterdi; galip iltihak edenlere il­ tifattan geri kalm adı; mansıplar verdi. Abaza Mehmed, Hasan-kalesi'ni muhasara ile meşgul bulunurken, Husrev bundan istifâde ederek, seçkin bir kuvvet ile, sur’at ile, Tokat 'tan Er­ zurum üzerine yürüdü. A sî paşayı hazırlıksız bir hâlde yakalayarak, Erzurum ’u kuşattı. Hus­ rev kale içinde Abaza etrafındaki askerden bir çoğunu, türlü vaadler ile kandırıp, kendi tarafına çekmeğe muvaffak oldu. Mukavemet* imkânı kalmadığını gören Abaza nihayet tes­ lim oldu ( 1 8 eylül 16 2 8 ). B öylece 8 yıldır devleti temelinden sarsan bu korkunç âsîyi itâat altına almakla büyük bir gaileyi ortadan kaldırmış bulunuyordu. Aym zamanda osmanhlardan önce Erzurum ’u almak maksadı ile ilerileyen bir İran kuvveti de pusuya düşürül­ müş ve kumandanı Şemsî Han esir edilmişti, Husrev, Abaza ve Şemsî Han yanında olduğu hâlde, İstanbul 'a, büyük zafer alayı ile girdi ( 8 kânun I. 1628 ). Abaza 'yı, teslim şartlarına uyarak, af ve Bosna valiliğine tâyin ettirdi. Husrev şimdi o derece mutlak bir nufûz ve iktidar kazanmış, o derece pervasızca ve şid­ detle hareket etmeğe başlamış idi ki, kim­ se ona karşı cevap veremez olmuş idi. Y e­ niçeri kâtibinin azli onun mutlak kudretini isbat eden bir hâdise oldu; pâdişâhın izni olmadan yeniçeri kaydetmemek üzere kat'î emir alan yeniçeri kâtibi Mehmed Efendi, Husrev ’in, bîr çok aeemi oğlanını yeniçeri kaydetmesi için, verdiği emri yerine getireme­ yeceğini bildirdi. Mehmed Efendi sahte esâmeleri temizlediği ve bir çok yeniçerileri bu yolda sağladıkları kazançtan mahrum ettiği için, bunlar ona düşman kesilmişlerdi. Sadrâ­ zam ile aralarındaki İhtilâfı fırsat bilerek, ha­ tibin üzerine çullandılar. Husrev, bu nümayiş neticesinde, Mehmed Efendi ’yı padişaha azl­ ettirdi ve yerine kendi adamını tâyin etti. Keza daha önce yer içeri* ağasım da azlettir-



6 o8,



HUSREV PAŞA.



iniş ve böylece yeniçeri ocağım kendi iktidarının oldu ( Reiation, s. 9 ). Ordusunu tensik eden başlıca desteği hâline getirmişti. Bu sırada Husrev bu sefer doğruca Bagdad üzerine yü­ bir aralık, ağırca hasta düşen Husrev iyile­ rümeğe karar verdi. Fakat şahın Zaynal H ân'ı şince, Bagdad 'm kurtarılması için, şark sefe­ idam ettirmiş olduğunu öğrenerek, evvelâ ona rine serdar tâyin olundu ve n mayıs 1629 bir mektup gönderdi ve barış teklifinde bu­ (18 ramazan 1038 )'da ordu ile İstanbul'dan lundu. Şâh Bagdad'1 savaşsız teslim etmek niyetinde değil îdi. Osmanlılar Çamhal ovasında, hareket etti. Husrev vakur, azimli, cesûr ve çok merha­ şâhm gönderdiği Lüristan hâkiminin bîr hüeûmetsiz idi. Bu kendisine karşı, askerî kuman­ munu püskürttüler. Husrev, ağustos başlarında danlar arasında, korku ve nefret uyandırmış Bagdad önüne vararak, şehrî kuşattı ( bk. Reİdİ. Husrev o esnada görülmemiş şekilde yağan laiion, s. 10; Naimâ'daki 28 muharrem 1040 yağmurlar ile bir denize dönen Mezopotamya ve Târik-i 1âlâm ar ay-i (Abbasi 'deki, daha ovalarına giremeyerek, Bagdad 'ı muhasaradan geç, 8 rebniîevveİ tarihleri doğrudan-doğruya vazgeçti. Doğrudan-doğruya Iram 'a girerek, kalenin muhasarası ve hücumların başlaması şâhm ordularına karşı kazanacağı bir zafer ile, zamanlarına âıt olmalıdır. Muhâsaranm tefer­ bu şehri mu hasar asız teslim almağı düşündü. ruatı hakkında bilhassa yukarı ki kaynaklardan Ordusu 160.000 kişiye bâîiğ oluyordu. Muha­ Reiation dikkate değer tafsilât vermektedir), sara için getirdiği topları Musul 'da bıraktı Ordu ağır zâyiata uğradığından, Husrev ric’at ( Reiation, s. 6). Baharda Musul ve Şehrizör emrini verdi ( Reiation umûmî taarruzu 20 etrafında kürt beylerini dehşete düşürerek, teşrin İL'de göstermektedir). Muvaffakiyetitâate mecbur etti. Kuvvetli Erdelan kabilesi­ sizliğİn verdiği şiddetle, haksız yere, bâzı ku­ nin beyi kaçıp', şâhm yanma g it ti; fakat mandanları idam ettirdi; 10— 12.000 kişilik bir onun kardeşi emîr Ma’mua Osmanlılar ile kuvveti, güvendiği Halil Paşa kumandasında, birleşti. Şehrizör vilâyetinde Gul'anbar ve Hille üzerine gönderip, kendisi orduyu Musul Patağân kaleleri zaptoîundu ve birincisi hakikî 'a getirdi. Bu sırada kış iyice bastırdığından, bir iiss hâline getirildi. Bu esnada ileri gön­ eyâlet askerleri memleketlerine dağıldılar ve derilen bir kuvvet Şehrizör ile Hemedan ara­ kendisi hastalanarak, saraya çekildi. Kürt aşi­ sında mühim Mİhriban ( Merivan ) kalesini zapt retleri bu sırada osmanhiarm aleyhine döne­ ve Iran şâhmm sipehsâlârı Zaynal Hân idare­ rek, onları Şehrizör 'dan sürüp çıkardılar. Gul­ sinde gönderilen bir Iran ordusunu bu kale 'anbar kalesinde, Mustafa Paşa kumandasında, önünde mağlûp etti ( Târıh-i 'âlâm a ra y -i1Ab­ tahassün etmiş olan osmanlı kuvvetleri, ser­ basi 'ye göre, iranîılar 1000 kişi kaybettiler). dardan bir yardım gelemeyeceğini görerek, çe­ Husrev, bu muvaffakiyetten sonra, şâhm bu­ kilmeğe karar verdiler. Fakat kaleden dört lunduğu Hemedan şehri üzerine yürüdü. Düş­ fersah uzaklaşmışlardı ki, Erdelân aşiret beyi manın kendi gerilerine inmesine mâni olmak Ahmed Han 'm taarruzu ile karşılaştılar ve maksadı ile, Hemedan ovasım tahrip etti. Şâh yapılan çarpışmada bozguna uğrayıp, kaçtılar. Hemedan 'ı boşaltmış ve dağlık mmtakaya çe­ Şehrizör tamâmiyle elden çıkmış idî. Hasta ya­ kilmişti. Husrev şehre girdi (15 haziran 1630). tan Husrev düşman Önünden kaçıp-gelen Üç Onu ve D ergezîn'i merhametsizce âteşe verdi. paşanın üçünü de katlettirdi. Fakat onun bu Bu tahriplerden bir maksat da şahı Bagdad '1 lüzumsuz kan dökücü lüğü bir şeye yaramadı; geri vermeğe zorlamak idi. Şâh ise, bütün kuv­ iranîılar, Hille 'yi de alarak, Musul 'a yaklaştı­ vetleri ile dağlık mıntakada bir yıpratma ve lar. Husrev Paşa Mardin 'e çekilmek zorunda taciz savaşı yaparak, Osmaahİara hayli zayiat katdı (22 kânun I. 1631 = 18 cemâziyeîâhır) verdiriyor ve ikmâl yollarını keserek, ordunun ve Musul kalesini tahkim etmek için ted­ iâşesini güçleştiriyordu. İsfahan ovasına inmek bir aldı. Husrev, Diyarbekir 'de ilk bahar­ için, dağlık arazi 12 günde büyük güçlükler da tasarladığı sefer için, İstanbul ’dan para ve zayiat ile geçildi. Fakat Osmanlılar Ön­ ve asker istedi ve kışı sefer hazırlığı ile lerinde şâh tarafından tahrip edilmiş bir mem­ geçirdi. Fakat baharda ve yazın da sıcak­ leket buldular. Zayıflamış olan ordu için, ıran- lardan hareket olunamadı. Asker arasında hların bir taarruzu karşısında muvaffakiyet hastalık baş-gösterdi; nihayet Husrev Pa­ ümidi azdı. Yeniçeriler daha ileri gidemeye­ şa orduyu harekete geçirmek isteyince, asker­ ceklerini söylemeğe başladılar, Tehlikeli duru­ ler bu takatsizlik ile bir iş bagartlamayaoağmı mu gören Husrev rİc'at emri verdi. İranîılar Öne sürdüler ve onu tekrar Diyarbekir 'e dön­ bundan vaktinde haberdar olmadıkları için, müş­ meğe mecbûr ettiler. Başlangıçta olduğu gibi, terek bir takip harekâtında bulunamadılar. kudret ve hâkimiyetini kapı-kuîu ocaklarının Osmanlı ordusu tehlikeli geçitlerden, büyük ileri gelenleri ile iş-birüğtne istinat ettirmekte zayiat vermeden, çıkıp kurtulmağa muvaffak ve her bakımdan onların arzularına tabî olmakta



&ÜSREV M ŞÂ . idi. Vilâyetlerin idâresinde birinci derecede rol sahibi idare adamları olaa kadılarsa hükmünü hiçe indirmiş ve umumiyetle ulemâya kötü muameleden çekinmez olmuş idi. Nihayet İstan­ bul 'da, 29 rebiülevvel 1041 (25 teşrin I. 1631 ) 'de kendisi azlolunarak, yerine eski rakibi Ha­ fız Ahmed Paşa ikinci defa sadrazamlığa tâyin olundu. Cesur, pervasız, fakat tecrübesiz ve tedbirsiz sayılan Husrev 'e karşı Hafız Ahmed 'in akıllı, teerübeli bir vezîr şöhreti var idi. Diyarbekir'de yeniçeriler bu azli tanımamak ve emri' getiren çavuşu paralamak istediler. Fakat mukavemetin fayda sizliğim bilen Husrev, askeri yatıştırarak, yola çıktı ve mühr-ı hümâ­ yunu gelen kapıcılar kethüdasına teslim etti. Yolda nikris hastalığı arttığından, T ok at'ta kaldı. Bu esnâde Diyarbekir 'de asker ayaklan­ mış idi. Seydı-Şehîr, Yeni-Şehir, Konya ve Kara-Bisar'da tegallüp eden sipahiler ile şeyhleri Deli İlâhî ve Kara-Hisar, Eski-Şehir, İnönü ve İs­ kilip 'te türeyen zorba kuvvetleri, Husrev 'i tekrar sadârete getirmek için, müştereken isyana ha­ zırlanıyorlardı. İstanbul 'dan Diyarbekir 'deki bütün kapı-kulu askerlerine dönme emri gön­ derildi . İstanbul 'da toplanan zorbalar da rahat durmadılar ve 1041 recebinde Husrev 'in sadr­ azamlığa getirilmesinden beri bu mevkie göz koymuş olan Receb Paşa 'nm tahriki İle, ayak­ landılar. Husrev Paşa 'nm haksız yere azline sebep olmakla suçlandırdıkları Hafız Paşa 'yı ve 17 kişiyi padişahtan istediler. Padişah, bütün bu kargaşalıklardan Husrev Paşa 'yı mes'ûl tuttu ve Murtaza Paşa 'ya Diyarbekir eyâletini vererek, kendisini onun katline me'mûr etti. Husrev Tokat 'ta hasta yatıyordu ( Peçevî, II, 420; Hafız Paşa 'nm katli ile neticelenen isyana Husrev Paşa 'nm idamının sebep oldu­ ğunu söylemekle, idamdan sonraki ikinci İsyanı karıştırmıştır; bk. Kâtİb Çelebî, Fezleke, 1, 141 ; Naımâ, s. 97 v.d.). Tokat'a gelen Murtaza Paşa, Husrey Paşa kuvvetleri İle savaşa tutuş­ tu, Tokatlılardan çoğu Husrev Paşa tarafında yer alarak, Murtaza Paşa 'yı püskürttüler. Fakat Husrev 'in ortadan kaldırılması için, pâdişâhın fermanım alan şehrin kadısı, kalenin toplarını onun yatmakta olduğu saraya çevirerek, gülle yağdırmağa başladı. Bunun üzerine şehirliler sa­ vaştan çekildiler. Murtaza Paşa kuvvetleri sarayı kuşattılar. Husrev adamlarına artık kavgadan vazgeçmelerini ve pâdişâhın emrine boyun eğ­ meklerinin gerektiğini bildirdi, Murtaza Paşâ'nm gönderdiği cellâtlar ilkin bu müthiş vezirin önün­ de bir şey yapamadan, döndüler ve Murtaza Paşa 'ya kendisini istediğini bildirdiler. Murtaza Pa­ şa, onun kendisine bir pusu hazırladığım bil- j diğî için, gitmedi ve ona idammm bildiren hatt-i şerifi, kethüdası ile, gönderdi. Husrev j İsl&m Ansiklopedisi



$09



emrî okuduktan sonra, pâdişâhın gönderdiği kuvvetlere karşı savaştığına pişman göründü ve namazını kılarak, boynunu cellâdın kemen­ dine teslim ettî (şubat 1632).



Husrev ’in ölümü ile, dâvası bitmedi. Kapı­ kulu, idam haberini alınca, tekrar ayaklanarak, saraya yürüdü ve pâdişâhı ayak divanına geti­ rerek, Husrev 'in idamından sonra kendisine itimatları kalmadığım, Husrev 'in katline sebep olanların teslimini ve saraydaki şehzadelerin hayatı için kefil istediklerini bildirdiler. Hus­ rev ’in katlindensonraki bu kargaşalıklar, Murad IV. 'm, büyük bir şiddetle harekete ge­ çip, vaziyete hâkim olmasına kadar devam ede­ cektir. B i b l i y o g r a f y a : Osman-zâde Tâib, Hadîkat ab nazara, s. 74— 76; Atâ, Tarih, s. $7— 59; M. Süreyya, SicîU-i Osmânî, II, 274; Peçevî, Tarik, II, 400— 425; Kâtıb Çe­ lebî, Fezleke, II, 101— 142; Solak-zâde, Tarih, 743— 750; Müneccım-başı, Şahetif abahbür, IH, 661-—668; Naimâ, II, III, 1— 105; Nazmîzâde Murtaza, Gulşan-i hulafâ ( İstanbul, 1143), s. 47 v.d.; İskender Münşî, Zayi-i Târih-i 'âlâm ârây-i *Abbasi (nşr. Su bayi Hvansâri), Tahran, 1317; Reiation de ce qui s ’est passe enire les armdes da Ç, S. et du Roy de Perse depuis la fin de Vannee 1629 juscfu’â preseni, on esi deşerit le iraisieme siege de Babylone (Paris, 16 3 1); Feridun Bey, Miinşaât (İstanbul, 1265), II,



87 — 95-



(H ALİL İNALCIK.)



H U SREV P A Ş A . HUSRAV P A Ş A , M eh m e d (1756? — 1855), o s m a n l ı s a d r â z a m ı . A ba­ za kabilesinden olup, küçük yaşında İstanbul 'a getirilmiş ve çavuş-başı Said Efendi’nin köle­ leri arasına alınmış ve sonra enderûna kabul edilmişti. Selim IH.'in tahta çıkışından sonra, baş-çuhadar oldu. 1792 'de kaptan-1 deryalığa tâyin olunan Küçük Hüseyin Paşa ile beraber, saraydan çıkarak, onun mühürdarı ve bir müddet sonra da kethüdası oldu. Donanmayı ıslâh et­ mek isteyen ve nizâm-i cedidin tarafdan olan Küçük Hüseyin Paşa yanında o da, Selim dev­ rinin ıslâhata tarafdarlan arasında yer aldı ki, bu sıfatı kendisinin Mahmud II. devrinde, ye­ ni orduyu teşkil etmek üzere, ser-askerlik ma­ kamına getirilmesini sağlayacaktır. Fakat hiç bir zaman iyi idareci olamayan Husrev müs­ rif efendisinin hazînesini doldurma çarelerini aramaktan başka bir şey düşünmedi. Nitekim kötü idaresi yüzünden, Mısır 'da da tutunama­ mış ve tanzimattan sonra rüşvet aldığı için, mahkûm olmuştur. Yine kethüdâlığı sırasında Mısır hâdiseleri kendisinin bîrden parlama­ sına imkân verdi. Mart 1 801 'de kapudan paşa idaresindeki donanma ile, Mısır '1 fransızların 53



6 ı&



&ÜSREV PAŞA.



elinden kurtarmak üzere, girişilen harekâta katıldığı zaman, evvelâ karaya çıkardığı 6.000 kişilik kuvvetin başına kethiidâsı Husrev A ğa 'yı tâyin etti. Husrev, bir mtkdar İngiliz as­ keri ile birlikte, Reşid ’i zapta muvaffak ol­ du. Bu mühim muvaffakiyet sayesinde, osmanlı-İngiliz kuvvetlerinin Mısır 'm içerisine doğru i! enleyebilmesi için, yollar açılmış bu­ lunuyordu. Sonra general Belliard 'm, ilerileyen orduyu baskına uğratmak için, yaptığı taarruza karşı da, keza Husrev A ğa ile İngiliz generali idaresindeki süvari kuvvetleri kesin bir rol oynadılar ve fransız kuvvetlerini esir aldılar. Husrev 'in muvaffakiyetleri İstanbul 'da takdir olunarak, kendisine vezirlik rütbesi ile İzmit sancağı tevcih olundu ve çok geçmeden, eylül 1801 'de Mısır valisi tâyin edildi ( Cevdet, Ta­ rîk, VII, 212). Fransız istilâsından kurtarılmış olan Mısır karışık bir durumda i dİ. Memlekette kendi ta­ hakkümlerini devam ettirmek isteyen kölemen beyleri ile uğraşmak, bunları hakkı ile itâat al­ tına almak için, kuvvete ihtiyaç var idi. Husrev Paşa son savaşlar dol ayısı ile Rumeli 'den Mısır 'a gelmiş ve çoğu arnavut olan başıbozuk askerlerine güvenilemeyeceğini biliyordu. Bu* nun için o bir taraftan kölemenler ile savaşır­ ken, bir taraftan da nizâm-i cedîd askerî teş­ kili ile uğraşıyordu. IngiHzîer İle beraber, tran­ sı zlar a karşı har hederken, Avrupa harp usûlleri ve askerî teşkilât hakkında müşâhade fırsatını bulmuş idi. Fakat bu maksatla başı-bozuklarm maaşlarını kesmeğe kalkışması işleri büs-bütün çığırından çıkardı. Başı-bozuk arnavut askerleri isyan ettiler ( mayıs 1802 ). Husrev, nizâm-İ ce­ dîd askerine güvenerek, başı-bozuklarm istekle­ rini redd İle, asîleri topa tuttu. Fakat ertesi gün âsîlerin üzerine gönderdiği kuvvetler yenildiler. Kaleyi ele geçirmeğe muvaffak olan âsîler Hus­ rev 'in konağını sararak, âteşe verdiler. Kendisi güçlükle canını kurtarabildi. Mansûre 'ye gelen Husrev burada ahâliden 90.000 rigâî vergi top­ ladı. Sonra Tâbir Paşa 'nm taarruzları karşı­ sında, Dimyat kalesine girip, kapandı, Burada, Hicaz 'a gitmek üzere, limana gelen yeniçerileri yanında alakoyarak, müdafaaya hazırlanıyordu. Şimdi Kahire 'de, Husrev yerine, Tâbir Paşa vali kaymakamı olmuş idi. Husrev'in Mısır'da valiliği bu suretle ancak bir sene 3 ay 21 gün sürmüştü. Cebertî onu, idaresi fena, kan dö­ kücü ve tedbirsiz bir vali olarak vasıflandır­ dığı gibi, o zaman maiyetinde bulunmuş olan A rif Ağa da onun, cesur olmakla beraber, Mı­ sır 'da çok idaresizlik gösterdiğini ve halka karşı yumuşak hareket etmediğini te'yıt eder ( Atâ, îl, 123). Esâsın çok geçmeden, Tâhir Paşa da, asker ile başa çtkamayarak, katle-



dildi. Artık Mısır 'a, şimdiye kadar hâdiseletü arkadan idâre etmiş olan Kav alalı Mebmed A li ile kölemenler hâkim idi. Dimyat 'ta kapampkalmif olan Husrev 'e de İstanbul 'dan Selanik sancağına tâyin emri geldi, İstanbul 'da onun Mısır 'da hâdiselerin inkişâfını bekleyerek, ora­ yı bırakmayacağından endîşe ediliyordu. Hus­ rev 4 temmuz 1803 'te kölemen beylerinden Berdîsî Osman Bey 'e karşı muharebeyi kayb­ ederek, Dimyat 'ı bırakmak ve Abaza kalesine kaçmak zorunda kaldı. Berdîsî onu orada da kuşatarak, teslim olmağa mecbur etti. Kölemen­ ler kendilerini Mısır 'dan atmak ve büyük kar­ gaşalıklara sebep olmakla itham ettikleri Hus­ rev ’i alıp, Kahire 'ye götürdüler. Husrev bir aralık Özbekîye’ye kaçmağa muvaffak oldu ise de, arnavutlar onu yakalayarak, tekrar köle­ menlere teslim ettiler. Husrev hapisten, ancak 8 ay sonra, Mehmed A l i ’nin kölemenler aley­ hine dönmesi üzerine, kurtulabildi. Mehmed A li, kendisini hapisten alarak, özbekiye 'de vali konağına götürdü ve İskenderiye muhafızı Hurşid Paşa 'yı Mısır 'a davet etti. Hurşid Paşa Mısır valiliğine geçerken, Husrev de Dİyarbekir valiliği ile oradan ayrıldı. Mısır 'daki muvaffakiyetsizlîğinden sonra Husrev Paşa Diyarbekîr valiliğinde uzun zaman kalmadı ( va­ liliği nisan 1803— mart 1804) ve çok geçmeden, Selanik'e vâli tâyin olunda (1804). Bundan sonra Rumeli’de muhtelif yerlerde vâlilik etti: 1806'da Bosna valisi, 1808'de Ibrâii muhafız­ lığı ilhakı ile ikinci defa Selanik valisi oldu; buradan azlolunmadan (eylül 1808) önce, 2.000 kişilik bîr kuvvet ile, Ibrâü'e gitmişti (ağustos 1807). Husrev 1806'da başlayan türk-rus har­ binde oldukça faâi hizmette bulundu. 1809 şu­ batında Siiistîre valisi ve Tunus sahilleri ser­ askeri tâyin olundu. O yıl bir müddet KocaEÎİ sancağına çekildikten sonra, tekrar sefere me’mûr edildi. 1810 haziran sonlarında, 6.000 kişilik muntazam ordusu ile, Davut Paşa sah­ rasına geldi. Burada kendisine Varna ser-as­ kerliği verilerek, acele muharebeye gönderil­ di. Nİsbeten iyi tâlim görmüş askerleri ile avrupaîılarm harp usûllerine uygun hareket et­ meğe çalışıyor ve İstanbul'dan mühendisler istiyordu ( Şânî-zâde, I, 362 ). Hizmetleri takdir edilen Husrev mbâyet Koca-Eli valiliğinden kapudan-i deryalığa getirildi (22 Kânun Iî. 181 i ). Rusya ile muhârebe devam ettiğinden, osmanlı donanmasının başında Karadeniz 'de harekâtta bulundu ve ancak sulhun akdi üzerine, İstan­ bul'a döndü (20 eylül 1812). Teke ’de çıkan isyanda âsî Teke- oğlu 'nu kı­ sa zamanda mağlup ve esir etmişti. Fakat Hwsrev, hâmisi sadrâzam Rauf Paşa ’nın azlinde» sonra, mevkiini muhafaza edemedi. Şubat 1818



HUSREV F A Ş A . 'de, Halet Efendi ’nin te’sîrî iîe, kapudanlıktan azledilerek, Trabzon eyâletine tâyin olundu. Bundan sonra yine bâzı valiliklerde dolaşan Husrev nihayet Erzurum valiliğine nakledildi. Burada kurt kabilelerinin sebep olduğu hudûd kargaşalıkları Iran ile devletin münâsebetlerini bozacak bir mâhiyet almağa başlamış idi. Kendi­ sine şark ser-askerîiğî tevcih olunarak ( teşrin I. 1820), bu kargaşalıkları önlemesi emredildi. Husrev Paşa da, Sivas ve Gümüşhane 'den ge­ len yardımcı kuvvetler ile berâber, bu kabile­ lere karşı harekâtta bulundu. Fakat onun bu esnada Bayezid sancağı mutasarrıfını azlede­ rek, buraya kendi adamlarından birini tâyin ettirmek istemesi üzerine, işler eskisinden zi­ yâde karıştı. Azledilen mutasarrıf silâh ile karşı koydu. Hâdiseye kurt aşiretleri de karış­ tılar. îraniılar bundan istifâde He, Bâyezİd 'i ele geçirdiler; Bitlis ve Erciş ’i zaptettiler. Husrev Paşa ’nın idaresizliği yüzünden, hâdi­ senin bu şekilde vahim neticeler verdiğini gören Bâbıâli onu tekrar Trabzon valiliğine göndererek (teşrin II. 1821), yerine şark ser-sskerliği ile eski sadrâzam Mehmed Emin Rauf Paşa 'yı tâyin etti ( Cevdet, Tarih, XII, 6). Şark hudûdlan bu şekilde karışırken, diğer tarafta da büyük Mora isyanı patlak vermişti. Bu esnada kapudan*i derya Mehmed Paşa, de­ nizde isyanı bütün adalara yaymağa çalışan rûm âsîlerine karşı, bir şey yapamıyordu. Hus­ rev Paşa, cesûrluğu ve deniz işlerinde tecrü­ besi göz önüne alınarak, ikinci defa kapudan-ı deryalığa getirildi (9 kânun I 1822). A sî rûm gemileri Ege denizinin her tarafında dolaş­ makta, hattâ Îzmîr sahillerini bile vurmak ce­ saretini göstermekte idiler. Yeni kapudân-i derya, her şeyden evvel dar sulara girerek, kaçan âsî rûm gemilerini tâkip edebilmek için, küçük gemilerden mürekkep bir donanma vücûda getirdi, Yunanistan 'ın garp sahillerinde işkodrah Mustafa Paşa 'sın yapacağı harekâta denizden donanma ile yardıma me'mûr oldu. Mustafa Paşa şimalden Missolonghi 'ye kadar iîeriledİve kaleyi bir müddet muhasara ederek, Çekildi. Harekât bölgesine gelen Husrev Paşa, Mustafa P aşa'yı bulamadığı İçin, kızdı ve yu­ nan gemilerinin sığındığı İpsara adasını vur­ mak üzere dondu. Rûm korsanlarını kovalayan Husrev Mora etrafında yaptığı harekât ile bilhassa Mora âsîlerinin deniz ile her türlü irti­ batım kesmek vazifesini almış idi. Dâima yanm­ ada etrafında kol geziyor, bir taraftan da ka­ rada harekâtta bulunan osmanlı askerine mü­ himmat ve zahîre ulaştırmağa çalışıyordu. Bu esnada, donanma ile, acı hâtıralarım sakladığı Mısır 'a da gitti. Âsîlere karşı, oğlu İbrahim P *f a kumandasında, Mora 'ya bir ordu gönder­



o*#



miş olan Mehmed AH Paşa eski rakibini za­ hirde gayet iyi karşıladı. Padişaha bağlılığını te'yid etti. Mora'da serdar Reşid Paşa kuman­ dasına 12,000 seçkin asker verdi. Husrev Paşa bu kuvvetleri ve mühimmat ile zahireyi İsken­ deriye 'den yükleyerek, Yunanistan 'a getirdi. Bununla berâber Missolonghi muhasarasında (1825— 1826) Mehmed AH'nîn oğlu ile Hus­ rev arasında geçimsizlik baş gösterdi. İbrahim donanmayı, yâni Husrev P aşa'yı da, tamâmiyle kendi emri altına almağa çalışıyor; bu nâ­ zik anda Bâbıâli iki kumandan arasında ahengi muhafaza için, güçlük çekiyordu, Husrev mu­ hasara sırasında vazifesini hakkı ile gördü. Mahsurlara yardım ulaştırmağa çalışan yunan gemilerini püskürtmeğe muvaffak oldu. Fakat Mehmed A li, Husrev 'e karşı şimdi açıkça hü­ cuma geçerek, Bâbıâîiye gönderdiği yazılarda onu kabiliyetsizlik ve korkaklık ile itham ediyor, Husrev kapudanlıktan azledilmezse, gönderdiği orduyu geri çekeceğini yazıyordu (mektupları için bk. Lut.fî, I, 312 v.d.). Mah» mûd II, bu mektubun üstüne yazdığı hattâ, Husrev 'in Missolonghi muhasarasında gös­ terdiği büyük yararlığı anarak, değiştirilme­ sini kabul etmedi. Pâdişâh, Mısır 'da yerle­ şerek, artan istekleri her gün daha tehditkâr görünen Mehmed A li'y e karşı Husrev'i tut­ makla, onu aynı zamanda kendi siyâsetinin kahramanı hâline getiriyordu. Fakat Mehmed AH ’nin İsrar ve tehditleri karşısında, Bâbıâli nihâyet Husrev 'in geri alınmasına karar verdi. Husrev Paşa ise, bizzat padişah hattı ile, İzzet Mehmed Paşa yerine, Akdeniz boğazının Ana­ dolu yakasını muhafaza vazifesi ile birlikte, Anadolu valiliğine tâyin edildi. Mehmed AH bu suretle sâde rakibini burada da alt etme, mış, aynı zamanda pâdişâhın irâdesini de boz­ muş oluyordu. Navarin bozgunu Mora ’dakî Mısır ordusunu kötü bir duruma soktuğu zaman, İbrahim Paşa yeni donanma kuman­ danının da hâlâ Husrev P aşa’nın talimatı iîe hareket ettiğini öne sürdü ve felâketin mes'» ûliyetinİ Husrev 'e yükledi. Fakat Mehmed Ali 'nın devlet karşısında tehditleri arttığı nîs» bette, Husrev 'in, sâdık bende sıfatı iîe, pa­ dişah yanında nufûzu kuvvetlendi ve ileride Mtsır meselesi patlak verince, mücâdelenin kahramanı oldu. Zâten Mehmed A li de pa­ dişahın Husrev Je gösterdiği bu itimadı bir şikâyet mevzuu yaparak, asıl siyâsî gayelerini bir şahsî mesele şekline sokmak kurnazlığım göstermekten geri kalmamıştır. Böylece im­ paratorluğu yıllarca temelinden sarsan büyük Mısır buhranı, zahirde, Husrev ile Mehmed Ali arasındaki eski rekabetin bir devamı gibi görünür,



6 iâ



HUSREV PAŞA.



Husrev Paşa eskiden beri askerî ıslâhata hesinde ser-asker A ğa Hüseyin Paşa 'yı da azltarafdar olarak tanınıyordu. Son defa kapu- ettirmeğe muvaffak oldu. Fakat o bu tâyin danhğnida donanmada bir fransız mualli­ ve aziller ile uğraşırken, ruslar Balkanları aş­ minin idaresinde, garp usûllerine güre, bir mış ve Edirne üzerine yürüyorlardı. Bu buh­ nizamiye taburu yetiştirmesi pâdişâhın tak­ ranlı durum karşısında Husrev, hekim-başı dirinin çekti ve 1827 nisanında, A ğa Hüse­ Behçet Efendi ile, pâdişâhın huzuruna çıkarak, yin Paşa yerine, Asâkir-i mansûre ser-as­ barış lüzumunu anlatmaktan başka çâre bula­ kerliğine getirildi. Bu tarihe doğru İstan­ madı. Toplanan bîr „meclis-i meşverette" yunan bul 'da bulunarak, kendisini gören bir İngiliz, meselesinde Avrupa ’nm istediği hâl şeklinin Husrev ’ın yorulmazlığı, atılganlığı ve cesareti kabulü İle savaşa son verilmesine karar verildi. ile, pâdişâhın hizmetindeki en faal komutan­ Husrev Paşa, İstanbul halkını silahlandırarak larından biri olduğunu ve askerî ıslâhatta mü­ ve bâzı bozguncuları İdam ettirerek, müdâfaa him rol oynadığım tasdik ediyor (C b. Mac. tedbirleri almağa ve paniği Önlemeğe çalıştı. Farlane, Constantinople in 1828, London, 1829 ). Halkın ihitsap rüsûmunu koymakla suçlandırDevlet, yeniçeri askerinin kaldırılmasından son­ dığı ve „âdet-i firengânenin ve etvâr-ı lâubâra ( 1836), Avrupa usulünde yeni bîr ordunun ltyenîn mürevvîci ve belki müessisi" saydığı sür'atîe vücûda getirilmesi vazifesi karşısında Husrev 'e karşı kin ve hiddeti bu son tedhiş bulunuyordu. İşte Husrev şimdi bu ağır vazi­ tedbirleri ile büs-bütün arttı. Onun eseri sayı­ feyi omuzlarına yüklenmişti. İlk işi donanmada lan asakir*i mansûre aleyhindeki cereyan kuv­ yetiştirdiği nizamiye taburunu ser-asker kapı­ vetleniyordu. Bir halk isyanı ile her şeyin bir­ sına nakletmek oldu. Burada Öteki askerleri de, den uçuruma yuvarlanması her an beklenebi­ yeni usûle göre, tâlim ettirmeğe başladı. Bun­ lirdi. Husrev bu tehlikeli anda cesur ve ener­ lara pâdişâhın Önünde yaptırdığı tâlim beğe­ jik hareket etti. Her gün İstanbul ’u kol ge­ nildi ve bütün orduya teşmil edilmesi emr- zerek, bozguncuları sindirdi. Fakat İstanbul olundu ( Husrev 'in donanmada nizamîye tabu­ halkını silâhlandırarak, ordu teşkil etmek plâ­ runa giydirmiş olduğu kırmızı fes de, bu vesîle nından vazgeçmek zorunda kaldı. Sulh şart­ ile, ordunun serpuşu olarak, kabûl ed ild i). Hus­ larım bildirmek üzere, Fransa, İngiltere ve rev Paşa, yeni ordu henüz kâfi derecede kuv­ Prusya elçileri „reis efendinin" yalısına -dâvet vetlenmediği için, Rusya ile çatışmağa ta­ olunduğu zaman, Husrev de hâzır bulundu. raftar değil idi. Bunun İçin, 1828 'de ruslar doğ- Pâdişâh kaymakam paşaya gönderdiği bir ya­ rudan-doğruya saldınncaya kadar, vükelâyı bir zıda, bütün toplantılarda ser-asker paşanın bu­ barış politikası gütmeğe ikna etmiş ve çarlığın lunmasını bilhassa işaret etmekte idi. Barış eline her hangi bir bahâne verilmemesine ça­ muahedesi imzâlandıktan sonra, rus elçisi Orlışmış îdi. Husrev 'in haris bir karakteri var idi. lof, Husrev 'e çar tarafından, hediye olarak, bir O Bâbıâlîde, devletin umûmî siyâseti üzerinde, mücevher hançer ile bir tulum samur kürkü birinci derecede bir rol oynamak istiyordu. getirmiş ise de, pâdişâh bu hediyenin kabul Devletin bu buhranlı devrinde her şeyin ordu- edilmemesini irâde etti. Husrev 'in „reis efendi" nun durumuna bağlı olması, onun bu mak­ ile birlikte, ağır harp tazminâtmm mıkdarım sadına bağlı olması, onun bu maksadına yar­ indirmek için sarfettikleri bütün gayretleri se­ dım etti. O hattâ kendisinin ser-askerlîğe gel­ mere vermedi. Harp ve sulb işlerini fi'len idâre mesine yardım etmiş olan sadrâzam Selim etmiş olan Husrev artık nufûz ve kudretinin Mehmed Paşa 'yı bile payitahttan uzaklaştır­ en yüksek derecesine erişmişti. Asâkir-i hassa mak, sonra da azlettirmek yollarını aramaktan ve mansûre ser-askeri sıfatı ile, bütün ordunun çekinmedi. Ruslara karşı ordu kumandam ola­ ve emniyet teşkilâtının başı olmakla beraber, rak gönderilen Ağa Hüseyin ve Halil Paşa fi’len bütün devlet iktidarını kendi eline geçir­ 'lardan sonra, temmuz 1828 'de sadrâzamı da, mişti. Bâbıâli her işte onun da fikrini sormak ikinci ordunun kumandanı olarak, cepheye gön- lüzumunu duyuyor ve kendiliğinden bir şey dertti. Kendisi şimdi pâyitahtta yegâne nufûzlu yapamıyordu. Husrev barışı müteakip ikmâl şahsiyet olarak kalmış idi. Bir müddet sonra, edilen ve yen! askeri İslâhatın sembolü olan onun te'siri ile, Selim Mehmed Paşa 'nın sadr­ Selimiye kışlasını büyük merasim ile açtı; azamlıktan azledildiğini görüyoruz ( Lutfî, II, nuf uzundan faydalanarak, Bâbıâlîde boşuna 29; Atâ, II, 124). Onun yerine Husrev Paşa gitmeyenleri birer-birer iş başından uzaklaştır­ ’nm eski kölelerinden Reşid Mehmed Paşa ge­ mağa ve yerlerine çoğu kölelerinden olan kendi tirildi. Cephede ser-asker kaymakam Halil adamlarım getirmeğe başladı. O zaman mukaRifat Paşa da onun eski bir kölesi ve yetiş­ taat nazırı olan vak'nüvis Es'ad Efendi bu kur­ tirmesi idi. Husrev, devleti ve orduyu tam i­ banlardan biri idi. Husrev başlıca düşman ola­ miyle kendi avucu içine almak için, rus cep­ rak gördüğü Rumçli vâlişi eski sadrâzam Belim



HUSREV PAŞA. Mehmed P aşa’yı bu mevkiden de azlettirmeğe ve bununla da kalmayarak} vezirlik rütbesinin kapıcı-başılığa indirilmesine ve nihâyet tevki* fine kadar gitti. Bu haksızlık etrafta iyi te’sır bırakmamakla beraber, kimse ona karşı söz söylemeğe cesaret edemedi. Onun bu üstün nufûzb sayesinde, 1835'te, askerî mertebelerin en yükseği sayılan ser-askerlik, şeyhülislâmlık ile ay m mertebede sayıldı (Lûtfî, Tarih, V , 26). Mısır valisi Mehmed A lı P a şa ’nın rus har. binde, müfrit isteklerde bulunarak, asker gön­ dermemesi ve şimdi de A k k â ’ya tasallutu üze­ rine, pâdişâh Husrev ’e her zamandan ziyâde hak veriyor ve onu her zamandan ziyâde tutu­ yordu. Husrev, 60.000 kişilik bir ordu İle, Ağa Hüseyin Paşa ’yı Anadolu serdar-i ekremliğine tâyin ettirerek (nisan 1832), Mehmed A l î ’ye karşı ilk tedbîrleri aldı. Mehmed Ali ile büyük mücâdele başlıyordu. İmparatorluğu korkunç buhranlara sürükleyen Mısır meselesinin başın­ dan sonuna kadar, Husrev, mevkiini muhafaza ile, bu mücâdeleyi idare etti. Mısır ordusu, iik zaferlerden sonra, İstanbul istikametinde ileri­ lerken, Husrev Paşa çarın İstanbul ’a gönder­ diği rus askerlerini ağırlıyordu (mart 1833}. Pâdîşab, Büyükdere’de rus donanmasını gezmeğe geldiği zaman, Mirgün 'deki meşhur yalı­ sında geceyi geçirmek suretiyle, kendisine bü­ yük bir iltifatta bulundu. Husrev meydana ge­ tirdiği orduların Mısır cîhâdiye askeri karşı­ sında bozguna uğradıklarını gördükten sonra, garptan askerî muallimler ve müşavirler getirt­ meğe ehemmiyet verdi. Bunlar arasında 1836 ’da, genç bir zabıt olarak, İstanbul ’a gelen Ma­ reşal Moîtke bize Husrev P aşa’mn bu zamana ait canlı bir tasvirini bırakmıştır: »Mehmed Husrev Paşa, sultandan sonra, imparatorluğun en kudretli şahsiyetidir. Bedenî bakımdan, bel­ ki dünyada başka bir eşini bulamazsınız. Bir delikanlının canlılığını, faaliyet ve neş’esini saklayan seksenlik bîr ihtiyar tasavvur edin. Göze çarpar derecede kırmızı bir yüz, kar gibi beyaz bir sakal, büyük ve ucu kıvrık bir bu­ run, dikkati çekecek derecede küçük, fakat ışık saçan gözler onun orijinal fizyonomisini mey­ dana getirmektedir. Kulaklarına kadar indiril­ miş kırmızı fesi bu fizyonomiyi pek de güzel­ leştirmiyor. Nihayet bu büyük başı, kısa ve eğri bacaklar İle küçük ve şişman bir vücût üzerine koyun". — Moltke bu zamanda bil­ hassa onun büyük otoritesine İşaret etmekte ve — »onun mutlak mıfûz ve kudreti bir baş­ kumandanın salâhiyetlerini pek geride bırakır"— demektedir. Prusyah zabit, »harp oyunu" öğ­ renmek üzere, kendisini bir müddet yanında aîakoyon Husrev ’in karakterini ve temayüllerini yakından îpcçlçıpçk fırsatımı buldu. Onup Prus­



e>ı$



ya askerî teşkilâtına karşı hayranlığını ifâde ettiğini, garplılaşmağa özendiğini, ser-askerlik odasını Avrupa zevkine göre döşemiş olduğunu, avrupalılar ile şampanya içmekten çekinmedi­ ğini, fakat bütün bunları iktidarı eli altında tutmak için yaptığını, hakikatte islâhâta karşı içinden nefret duyduğunu te’yit etmektedir. Moltke onu, azledildikten sonra, Mirgün ’deki muhteşem sahil sarayında ziyaret ettiği zaman, tamâmiyle eski osmanlı âdetlerine dönmüş bul­ du. Balolara gitmekle beraber, ertesi gün ka­ zaskere »çatal, bıçak gibi mekruh şeylerden" şikâyet edecek kadar iki yüzlü idi ( Lûtfî, II, İ71 ). O muhakkak surette Selim III. devrinde İslâhat lâyihalarında ifâde olunan askeri İslâ­ hattan daha İlerini düşünemeyordu. Mahmud II. da, her şeye rağmen, ona sâdık bir bende olarak güveniyordu, Husrev, bilhassa İstanbul ’da inzi­ bat işlerinden mes’ûl olduğundan, Mabmud îl.’un koyduğu yeniliklere karşı beliren muhalefetleri meydana çıkarmak ve sindirmek için, çok uya­ nık bulunmakta ve her taraftaki casusları saye­ sinde, bu vazifeyi iyi bîr şekilde başarmakta İdi, Adetleri 40— 50’ye yükselen köleleri kendi konağında, husûsî muallimler ve hocalar vâsı­ tası ile, okutur, yetiştirir ve sonra devlet kapı­ sına çıkarırdı. Onun kölelerinden 30. kadarını (Nuhbat abvakâgis s, 269, Moltke, 104) böyle paşa yaptığını biliyoruz. Asırlarca osmanlı dev­ let İdâresinin temel müessesesi olan „gulâm sisteminin" son büyük mümessili olan Husrev bu an’aneyi bizzat devam ettirmek ve bunu kendi nufuz ve hâkimiyeti için bir vâsıta ola­ rak kullanmak istiyordu. Bu itibar ile de o eski Osmanlı devlet adamı tipini temsil etmekte idi. Fakat devlet müesseselerini de avrupalılaştırmağa azmetmiş olan yeni ıslahatçı nesil, tanzimatçılar, bu gutâm sistemine de son dar­ beyi vuracaklardır. Husrev Paşa saray muhiti­ ni de kendi nufûz idaresi içine almak için, pa­ dişahın kızlarını kendi adamları ile evlendir­ mek yolunu buluyor ve yapılan mutantan dü­ ğünlerin masraflarım kendi üzerine atarak, mu­ azzam servetler harcamaktan çekinmiyordu. Fakat kudret ve nufûzunun en parlak nok­ tasına vardığı anda, onun birdenbire ser-as­ kerlikten azledilmesi, her tarafta hayretle kar­ şılandı (9 kânun II, 1837 ). Şüphesiz artık çok yaşlanmış olan Husrev Paşa ’nm yerine, daha genç ve enerjik adamların getirilmesi düşünü­ lüyordu. Sanıldığına göre, bu değişikliği onun nimeti ile yetişmiş İkİ yeni dâmad, Halil ve Said P a şa 'lar, hazırlamışlardı. Gerçekten Hus­ r e v ’e halef olarak, Tophane müşiri dâmad-ı evvel Halil R ıfat Paşa ser-askeriiğe getirildi. Hassa ve mansûre müşirlikleri de birleştirile­ rek, Appdoİu şer-askerliği unvanı Ue, dprnâ4 -İ



614



HUSREV PAŞA.



sânî Sai ‘A v f aî-Kilâbi'nin hakemliğine bırakmağı kararlaştırdılar. Muhâsımlar Kâbe 'nin kapısı Önünde buluşmağa davet edildi ve Ya'mar, Huzâ‘ ' 1ar arasındaki Ölülerinin sayısının IÇuşay 'in tarafdarîarı arasmdakinden az olduğunu gö­ rünce, hükmünü bu sonuncu lehine verdi. Binnetice Kuşay Kabe'nin muhafızlığım ve aynı zamanda Mekke şehrinin hâkimiyetini ald ı; bu­ na mukabil Huzâ'a *Iar da Kurayşler ile bir­ likte, harem sâhasmm surları içinde otarmak müsâadesini alıyorlardı. Böylece Huzâ'a 'Jarın iktidarının sonu, aynı zamanda IÇurayş [ b. bk.] kabilesinin iktidara gelmesinin başlangıcı oldu. Daha az kahramanca olan bir başka rivayete gö­ re, Kuşay ’m muhafızlık vazifesini, Huzâ'a kabile­ sinin son reisi olan Abu Gubşân 'dan, bir tu­ lum şarap mukabilinde, almış idi. İbn al-Kalbi 'nin Kiîâb aî-mağâlib’inde nakledilmiş olan İıi-



U i



H U Z Â 'A -



kâye de bu şekildedir. Huzâ'a kabilesine mensup olanlardan bazılarının adlarına islâmiyetin ilk yıllarında tesadüf edilir. Mısır ile Magrib 'in fethi, bilhassa garbı Arabistan 'dan top­ lanmış olan muharipler tarafından te'min edil­ miş olduğundan, yeni fethedilen memleketlerde, husûsiyle İspanya'da, bir çok Huzâ'a ahfadına rastlamak tabi'î idi. Bu kabilenin şeceresinde biiyük karışıklıklar vardı ve bundan dolayı onun bâzan cenubî Arabistan kabileleri arasında sayılmamasının sebebi anlaşılmaktadır. Kâzi ‘İyâz 'm verdiği şecere şoyledirî Huzâ'a b. Luhay b. î£ama‘a b. al-Yâs b. Muzar; Suhayli, S ıra şehrinde, bunu I^ârişa b. Şa'laba 'nin babası Çama'a 'nin dul karısı ile evlenmesi vakıası ile izah ediyor; bu kadm aym zamanda Luhay 'in annesi id i; bu suretle şecereleri tamamdır; zîra onların menşe'lerinin hem şimal, hem de cenup kabi­ leleri ile alâkalı olduğunu göstermektedir. Hu­ zâ'a ’ların tâli kollarına gelince fikirler pek mütehâliftir; bazı ensâb âlimleri Ka'b, Mulayh, Sa'd ve Salül küçük kabilelerini zikrederler; hâlbuki başkaları yalnız ‘A diy, 'A v f ve Sa'd 'i tanımaktadırlar. Bu kabileye mensubiyet iddiasında bulunan­ ların çokluğuna bakılırsa, Huzâ'a iarın Pey­ gamber zamanında, bunların şimdiye kadar tahmin edilenden daha kalabalık oldukları ve islâmm İlk zamanlarında, kendilerinden daha kudretli olan Kureyşlerİn tazyiki ile, Mekke 'den etrafa dağıldıkları kabul edilebilir. B i b l i g o g r & f y a ı Azraki, Chroniken der Stadt Mekka, I, 55— 64; İbn Durayd, Kitâb al-iştikâk (nşr. Wüstenfeld), s. 276— 281; Nuvayri, II, 317; Kalkaşandi, Nikâyat al-arab (B ağdad), s. 205— 206; Tabari, Tarih (nşr. de G o eje), tür. yer.; Kalka­ şandi, Şubh ah acşa ; İbn Hişâm, S i ra, s. 59 v. dd. ve islâmiyetin ilk zamanlarının tarihinden bahsedenjbir çok eserler. ( F. KRENKOW.) H U Z  M A . [ Bk. ALHUCEMAS.] H U ZAYL. [ Bk. H Ü Z E Y L .] H U Z ÎST A N . { Bk. h û zîstan .] H Û ZÎSTA N . HÜZİSTAN, Hüz ( Hussi; Batlamyus ’ta Koççatoı) memleketi, Iran ’m eski Su­ stana 'ya tekabül eden eyâleti olup, eskiden A ra­ bistan ( „araplar memleketi'* ) adı da verilirdi; çünkü çöl hâlindeki yaylalarında Ka'b (bedevi­ lerin telâffuzu He Ç a 'b ) ve Bani Lâm göçe be kabileleri dolaşırdı. Eyâletin bugünkü hudûtları şudur: şimalde — Zagros dağ silsilesi, garpta — Kerha [ b. bk.], cenupta — Cerrahi veya f a b ırmağı ile Kürün [ b. bk.] ve Kerha ’nin Şatt al-eArab [ b. bk.] ile birleştiği yerden başlayarak, çöl arasından çekilen mevhum bir hat ve şark­ l a — Kürdistan, Beili-başh şehirleri şunlardır;



H Ü Z İS T A N .



Şuştar ( arap. Tustar, valinin makarrı), Dizful, Haviza ( Sük al-Ahvüz umumî olarak kısaca; A h v â z ), Ram*Horrauz, Mul^ammera, Behbehân. Dağlarda Lür aşiretleri, yâni Feyîi, Bahtiyarı, Kühgelü ve Mâmaseni'ler otururlar. Sâsânîler zamanında, bu eyâlet cenûp ( Nimr ü z ) eyâletine dâhil id i; burada oturan bıristiyanlar, Beş Hüzâye adı altında, bir kilise ce­ mâati teşkil ediyorlardı; merkezi, sonraları Cundişapür ismi verilen Beş Lâpât idi. Hüzistân ’ı 19 ( 6 4 0 ) 'da araplar fethettiği sırada, Satrap Hurmuzan tarafından müdâfaa edili­ yordu; hu kumandan Sülç al-Ahvâz'in zaptın­ dan ve Ram-Hormuz ’da ‘Otba tarafından mağ­ lûp edilmesinden sonra, Şuştar 'de 6 ay mu­ hasara altmda kaldı ve halife ‘Om ar'e şartsız teslim oldu. 334 ( 945 ) 'te Bagdad 'ın zaptından evvel, Mu'izz al-Davla Ahmed b. Buvayh tarafın­ dan, işgal edildi. Moğuî ilhanı A b a z a ’nın hü­ kümdarlığı sırasında orası, deylemlilerın ânî bir taarruzundan kurtarmış olmasına mükâfat ola­ rak, Luristân atabeyi Yûsuf Şâh I. 'a, ıktâ ol­ mak üzere, verildi. 99S ( 1 5 8 7 ) 'te Şâh 'A bbâs I. ordularının Bagdad önünde kaybettikleri muharebeyi müteakip, bir müddet Osmanlılar tarafından işgal olundu. Arap coğrafyacılarına göre, Hüzistân 'ra hu­ dutları : garpta — Vâsit ve Dür ai-Râsibi nâhiyesi, cenupta — ‘Abbâdân 'dan Mehrübân 'a ka­ dar deniz, şarkta — Fars ve Irak-i Acem ( hu­ dudu T âb ırmağı teşkil etm ektedir), şimal­ de — Kerha mecrâsı ve Lür dağlan. M ü h i m ş e h i r l e r i : Sük al*Ahvâz ( vilâyet m erkezî), Süs, Cundişâbür, Tustar, ‘Askar Mukram, RâmHormuz, Davrak ( daha sonraları Tib, Çorkûb, Cobbi, Hişn M ahdi). iklim sıcak ve bilhassa yabancılar için, gayr «i silıhîdir; pek çok ırmak­ ları vardır; arazi münbittir ( hurma, buğday arpa, pirinç, şeker kamışı yetişir). Ahâlisi çir­ kin ve kotu huyludur; yerleşik olanlar kav­ gacı ve hasistirler; eskiden bu mıntakamn ahâ­ lisi olan negritosların bakiyesini teşkil etmeleri muhtemeldir. Bunlar daha araplar m fetihleri zamanında, hind-avrupâî veya sâmî dillerden olmayıp, belki anzanî veya elamı dillerinin ba­ kiyesi olan ayrı bir dil ( hüzi ) île konuşurlardı; bu dilden kalmış bakiyelerin Dİzful mahallî leh­ çelerinde muhafaza edilmekte olduğu söylenir. Şâpür I, 'un hükümdarlığı zamanında, Torna­ lılar ile olan muharebeleri müteakip, Mezopo­ tamya ahâlisi buraya nakledilmişti; muhteşem Tustar bendi, imparator Valerianus'un açtığı felâketli seferde iranhlarm eline geçen harp esirleri tarafından inşa olunmuştu; sanâyî yu­ nanlıların elinde bulunan yerlerden getirilmiş san'atkârlar sayesinde, inkişâf etmiştir. Bu gün bu mıntaka harap bir hâldedir; bir kısım halk,



HÜZİSTAN. adedi bir k a ç ı geçm e ye n b ü y ü k k a sa b a la rd a y aşar ; ov a lar g ö çe b e le rin sü rü lerin e m er'a v a z i­ fesini gö rü r.



B i b l i y o g r a f y a i A. H. Layard, D escriptîon o f the Provînce o f K huzistan ( J R A S , XVI, ı. kısım, s. i — ı o ) ; Defremery, Memoires d ’histoire orientale, I, 127 v. d d .; P. M. Sykes, H istory o f Persia, I, 54, 56; II, 94> 179, 257 ; Abu 'I-Fidâ1, T akvim at-buldSn, s. 311 v. d d .; Mukaddasi, B G A ,



IIÎ, 402 v. dd. ( fihristte gösterilmemiştir ) ; İştahri, B G A , I, 88 v. d d .; İbn Havkal, B G A , II, 170 v. d d .; Yâküt, Mancam ( nşr. Wüstenfeld ), II, 496 = B. de Meynard, D ici. de la .Ferse, s. 217 ; J. Marguart, Erânşahr, s. 27, 144. . ( O u H u ar t .) Z irâa te v e bilh a ssa sıca k m em leketlerd e y e ti­ şen ve san ayid e ku llan ılan n eb a ta t y e tiştirilm e ­ sine ço k m üsait olan H ü zistan 'da sulam a te 's is â tı yap m ak , h iç olm azsa tâ eskid en beri m ev­ cut olan su b e a d le ri ile k a n a lla rı islâh ve tam ir etm ek m ak sad ı ile, İran hüküm eti ta ra fın d a n d a v e t olunan holand alt m ü teh assıs D . L. G ra a tt von R o g g e n 1904 ve 190$ sen elerin d e bu e y â le ti te tk ik v e b ir ra p o r tan zim e tm iş­ ti. V o n R o g g e n 'in te tk ik a t v e ra p orlarım ik ­ m âl eden y in e h o lan d alı m ü hen dislerden A. G ro o th o f 1931 'd e İran hüküm etine y e n i bir ra p o r tak d im e tti. H ü zistan için, zirâ a t b a k ı­ m ından, p a rlak b ir is tik b a l v aa d eden bu fa a ­ liy e t ile yan -yan a b u rad a, X X . asrm başın d an İtibaren , p e tro l İstih sâli de, e y â le tin çeh re sin i büsbütün d e ğ iş tir e c e k n isb ette, ilerilem eğe b a ş­ ladı. M erkezi R âm -H urm uz v e M ascid -i S u la y mân n ah iyeleri olm ak ü zere, H ü zista n 'in m uh­ te lif y e rle rin d e bulunan v e M usul p e tro l d a ­ m arların ın devam ın ı te ş k il eden ze n gin k a y ­ n aklar, tâ esk id en beri y e rli a h â li ta ra fın d a n ip tid â i v â sıta la r Üe istih sâ l ed ilm ekte idi. Bu ze n gin p e tro l k a y n a k la rım işletm ek im tiyazı, 1901 'd e , ik i sen e so n ra bir ku m p an ya halinde fa a liy e te ge çen W ilü a m K a o x D 'A r c y 'y e v e ril­ di. K u m p anya M ascid -i S u laym ân h a v ale sin d e istih sâl e ttiğ i p etrolü, 220 km . u zu n lu ğ u n d a k i b oru lar v â s ıta s ı ile, A b a d a n 'a s e v k v e 1909 'd an itib aren , bu rad a k u rd u ğu m üessese! e rd e ta s fiy e etm e k te d ir. 1928 sen esin d e A b a d a n p e t­ rol m ü esseselerîn d e 3.000.000 ton k a d ar p etro l ta s fiy e ed ilm iş v e m odern b ir lim an hâline g e ­ tirilm iş olan A b a d a n ta r ik i ile, ayn ı sene iç e ­ risin de 4.500.000 to n p etro l ıh râ c edilm iştir.



A r



kadar olarak, Hüzistan 'da demir yolu, şoseler,' köprüler v. b. inşaat yapılmış ve yerli halka kazanç sahaları açılmıştır. Kasaba ve şehirler­ de nüfus kesafeti de o nisbette artmağa baş­ lamıştır. Eyâletin 8 kazasından birinin merke­ zini teşkil eden Abadan 'm nüfusu 30,000 'e yak­ laşmış, diğer kaza merkezlerinden Şuştar 20.600, Dizful 15.000, kadîm Ahvâz [b . bk.] şehrinin yanında yeniden te'sis olunup, eyâletin idare merkezi ve ecnebilerin yaşamakta olduğu Naşi­ ri şehri 15.000 nüfusu ihtiva etmektedir. Hüzistan XVI, asrın ikinci yarısında, Osmanh devleti tarafından, işgal edilmişti. XIX. asrın ortalarına doğru (1837 J, bilhassa Muhammara ve Abadan bölgeleri yine osmanlı hâkimiyeti altında idi. Rusya ile İngiltere 'nin tavassutu ile vâki olan Erzurum anlaşması mucibince, Ha­ ristin 'm bu kısmı Iran 'a iade edildi İşe de, Kârün ırmağının deltası osmanlı hâkimiyetinde bırakıldı. Birinci dünya harbinin ilânından üç ay sonra, teşrin II. 1914'te, daha önceden iş-, gâl etmiş oldukları Bahrayn adalarından hare­ ket eden ingilİzler, Şatt aî-‘Arab 'in munsabmda bulunan ve osmanltlara âit olan Fâv [ b. bk.] kalesini zaptettiler ve oradan petrol tasfiyehânelerinin bulunduğu Abadan adasına çıkartma yaptılar. Fakat bundan sonra Basra 'yı da iş­ gale muvaffak oldukları hâlde, şimalden Abadan 'a kadar uzanan petrol borularını muhafaza altına alamadılar. Irak'tan iîerİIeyen dağıstanlı Mehmed Paşa 'nin kumandası altındaki türk kuvvetleri Hüzistan 'a girip, açtıkları bir çok gediklerden âteşe verdikleri petrol boru ve te'sisâtmı istifâde edilmeyecek hâle getirdiler. Ingilizler Abadan 'dan Ahvâz 'a doğru ilerileyerek, orasını da zaptedince, bu şehir civarın­ da türk kuvvetleri ile karşılaştılar v e - vuku bulan çetin bir muharebeden sonra, ric'ate mecbur oldular, Hüzistan 'daki kabileler de türklere iltihak etmişlerdi. Ingilizler in ka*' nâatine göre, Hüzistan 'a giren türk kuvvet­ leri Efganıstan üzerine yürüyecek ve oradan da Hindistan 'a saldıracaklardı. Iran, Ef ganisi a iş­ ve Hindistan'da o zamanki vaziyetin : türk tasavvurlarının tahakkukuna pek müsait oldu-' ğuna inanan ingilİzler, bu harekete-mâni olmak için, Hüzistan'a külliyetli kuvvetler şevkine ehemmiyet verdiler ve Bagdad üzerine yapılan : taarruzda A h vâz İngiliz üslerinden birini teş­ kil etti.



A b a d a n ta sfiy e h a n e le ri g ü n d e 13.000 to n p e t­ ro l ta s fiy e etm e k te d ir. A y r ıc a bu rad a 2.000.000 to n p e tro l a lab ilece k d e p o lar inşa edilm iş­



B irin ci d ü n y a h a rb in i v e b ilh a ssa İn g iliz h i­ m ayesin d e bir Irak d evletin in kuruluşunu mü­ te a k ip , İran 'd a K a ç a r sü lâlesin in d ev rild iğ i sırala rd a, in g ilizle rin te ş v ik i ile, H üzistan’ 'd a,



tir. P etrol san ayiin d e ku llan ılan m akine a k ­ şam ı ve in şaat m alzem esi de A b a d a n tariki



Ş a y h H ar/al 'in id a re si altın d a , b îr istik lâl' h a­ reket» b a ş-g ö ste rd î ise de, P e h le v î hâkim iye­



üe idhât edilm ekted ir.



tin in ku ru lu şu n d a n son ra, bu h a re k e te nihayet



IsîâtD A n s ik lo p e d is i



P e tro l is tih s â li ü e alâ-



40



M



H Û Z İS T A N -



v e rild i ve B asra k ö rfe zin d e n H a zer sa h illerin e k a d a r çekilen b ü yü k Iran d em ir y o lu H ü zistân ’ı İran 'ın m erkezin e b a ğ la d ı, H ü zîstân e yâletin in Ş u ş ta r b ö lgesin d e, B an d-i D âv ü d 'dan Ş u ş ta r 'e ve orad an d a D izfu l ır­ m ağın a k a d a r u zan an sa h a d a G ün dü zlü ad lı b ir tü rk k a b ile si y a ş a m a k ta o ld u ğ u g ib i, m es­ kû n m a h a llerd e y e rle şm iş tü rk le r de m evcu ttu r.



B i b l i g o g r a f g a i W. B arth o îd , Istoriko -geografıçeskig obzor Irana ( P e te r s b u rg , 1903), s. 88, 104,110 — 112, 121 v e b il­ h assa 123 — 135; M as'û d K a y h a n , Coğrâfyüg-i mufaşsal-i Iran ( T a h r a n , 1 3 1 1 ; Îr â n î) , II, 9 0 — 9 3 , 1 3 4 — 1 3 7 , 2 1 4 , 218, 430, 445, 459, 462— 466; III, 5 7 — 7 4 , 84— 89, 93, 107, 126, 132, v e tü r. ye r,; P . S y k e s , Iran tarihi ( tr e . M ehm ed C e m â l) , İstan bu l, 1341 (m ü e llifin eserin e 1921 'd e ilâ v e e ttiğ i 85. fa s lın 9— 21., 86. fa s lm 22— 48 v e , 90. fa s lın Xl8— 121. sah ıfe le r i) . ( M İ R Z A B a l a .) H Ü B E L . H U B A L , İslâm iyetten Önce M ek­ k e 'd e K a b e 'nin için d e bu lu nan b i r s a n e ­ m i n a d ı . Bunu b ir N e b a tî k ita b e sin d en ö ğ ­ renm iş bulu nu yoru z ( Corp. Inscr . Semit., II, nr. 198 — Jau ssen ve S avİgn a c, Mission arche-



ol. en Arabie , I, 169, 170). B u sanem orada, D ü şarS v e M anütu 'nün yan ın d a bulu nm akta id i. Bu k e y fiy e t, sanem in ‘ A n ır b. L u h a y [ b. bk.] ta ra fın d a n M o a b 'd a n y a h u t E lc e z îr e 'd e n g e ti­ rilm iş o ld u ğ u riv â y e tin i do ğru g ib i gö sterm e k ­ ted ir. H e r ne k a d a r m u h tev a sı e fs â n e v î m âh i­ y e tte ise de, bu riv a y e t, H u bal 'in yab an cı ve b ilh a ssa ârâm ı m enşe'İne â it h â tır a y ı tam âm iyle m u h âfaza etm ekted ir. H u b a l kelim esi a rap ça d an iş tik a k etm iş olam az, Z îr a Y a k u t 'ta v. b. 'da bulunan etim o lo jile r ken d iliğin d en su k u t e tm ekte old u ğu g ib i, H u b a l'in 'e m uâdil o lduğun a dâir P o co ck e s ta ra fın d a n İleri sü rü len v e D o zy 'd e d e m ü dafâa edilm iş olan fara ziy e n in d o ğ ru lu ğ u da hem en-hem en bundan d a h a fa zla s a b it olm uş d e ğild ir. F il­ h akika d iğ er bir riv a y e te n azaran da, H u bal Banü K in ân a 'y e â it bir sanem olup, buna Ku~ re y şîle r de ta p a rla rd ı v e bu san em i K a b e 'y e g e tir e n H u zaym a b. M ud rika i d i ; bun dan d o ­ la y ı buna H u b a l H u zaym a den ilm esi â d e t ol­ m uş idi. Y in e riv â y e te g ö re , bu sanem bir e rk e k su re tin d e olu p , k ız ıl y a k u tta n yap ılm ış id i ve K u re y şle r, k ırılm ış olan s a ğ elin in yerin e, a ltın bir e l ta k m ış la r d ı; o k la r v â s ıta s ı ile n iy e t ç e k ­ mek su retiyle, bunun keh â n etin e m ü racaat olu ­ nurdu kİ, ‘ A b d aU M u ttaiib d ahi o ğ lu ‘A b d A lla h için de b ö y le bir fala b aş vurm uş İdi. Bundan b a şk a bu sanem e k a rşı yapılan ibâd et şekii h a k k ın d a bîr şe y bilm ed iğim iz g ib i, ona dâir an ­ la tıla n bu riv a y e tle r san em in ü lû h iy etin in k e n ­ din e h a s k a ra k terin i k a t'î b ir şe k ild e tâ y in hu-



HÜDHÜD.



sûsun da hiç b ir d e ğ e ri b â iz d e ğ il idi. M ekke 'nin za p tın d a n son ra, H u b al de bütün ö te k i san em ­ lerin a k ıb e tin e u ğ ra d ı v e h e y k e l K â b e 'den ç ı­ k a rılıp , y o k ed ild i.



B i b l i y o g r a f y a ' . İbn Hişâm ( nşr. W üstenfeld), I, 50 v. d .; Wüstenfeîd, Die Chroniken der Stadt Mekka, I, 58, 73, 107, 133; Yakut, M ıicam , IV, 949 v. d.; Ya'kübi (nşr. Houtsma), I, 295; Taban ( Leiden ), I, 1075 v. d d .; Pococke, Spec. Hist. Arab. (nşr. White ), s. 98; Krehl, Über die Religion der varisi. Araber, s. 90; Osiander ( ZD M G , VII, 49 3); Caussin de Perceval, Essai sur l ’hist. des Arabes avant Vislamisme, I, 215 v. d d .; Wellhausen, Reste arab. Heidentums 3, S*



2 2 I4



H Ü C R E . H U C R A ( a .), o d a ,



çardakve



b ilh a ssa ( h a rf-i ta r if İle ) ‘A 1 i ş a ' n ı n o d a s ı ki, P e y g a m b e r v e h a lifelerin d en ikisi, yân i ‘O m a r v e A b ü B a k r, b u ra d a m edfun olup, İslâm â le ­ m inin en m ü barek y e rle rin d e n d ir { bk. m âd. M A D ÎN A ].



Bu kelimeden iştikak etmiş olan lıucariya şekli M ısır'da hükümdar sarayı civarındaki kışlalara yerleştirilmiş olan köleleri ifâde eder. Fâtımîler devrinde bu köleler bir nevi muhafız kıt'ası hâlinde teşkilatlandırılmışlardı ve bun­ lara al-muvaffak unvanım taşıyan bir emîr ku­ manda etmekte idi ve bunların sayısı o zaman 3.000 kişi idi ( krş. Makrizi, H iiat, I, 443 ). H Ü C V İ R Î . [ B k. D A T A G E N Ç B A H Ş .J H ÜDH ÜD. HUDHUD, çavuş kuşu,



S c a n s o r e s ( tırmanıcılar) sınıfına mensup olup, başında dikkate şâyân bir sorgusu var­ dır. Tabiat ve İtiyatları hakkında pek çok şey söylenmiştir ki, burada bunların ancak bir kıs­ mım zikredebiliriz. Ana ve babasına karşı gös­ terdiği hürmet ve riâyet bilhassa belirtilmek­ tedir. Umayya b. Abi ’l-Şalt ( nşr. Schulthess, Beitrâge zur Assyriologie, VIII, 26, 84 v.d.; krş. İbn Kutayba, Küâb al-şi'r, nşr. de Goeje, s, 279 v.d.) 'ta hüdhüdün ölen anasını kefeleye­ rek cesedini, bir istirahatgâh buluncaya kadar, sırtında ve başında taşıdığım anlatan bir hi­ kâye vardır; sırtının kahve rengi oluşu da bundanmış. Başındaki sorgucunun bu hareke­ tine mükâfat olarak kendisine verildiği anlatı­ lır, Eşi ölünce, hüdhüd yeni bir eş aramaz. Ebeveyni yaşlanınca, onların yiyeceklerini te'min eder. Yürürken sorgucunun sallanışına göre, arapçada muhtelif künyeleri vard ır; msl. Abü Abu ’l-sacada gibi. Gübre içine yaptığı için, yuvası pek fena kokar. Tüyleri, yüreği v.b, muhtelif suretlerle kullanılır. Peygamberin hüdhüdün öldürülmesini men’ettiği söylenir; bazılarına göre, eti haramdır, bazılarına göre, değildir.



HÜDHÜD — HÜMÂ. Süleyman ile Belkıs kıssasında hüdhüdün büyük rolü vardır; Kur*an, XXVII, 20 v.dd. 'dan istihraç edileceği üzere, bunun Peygam­ ber zamanında dahi bilindiği anlaşılmaktadır. Burada Süleyman 'm bütün kuşları içtimaa ça­ ğırdığı, fakat hüdhüdün gelmediği anlatılır. Geç geldiği zaman ise, Saba* melikesine dâir bir haber getirir ve Süleyman da kendisine bir mektup vererek, Saba’ 'Idara gönderir. Daha sonraki müellifler, istisnasız olarak, bütün hikâyeyi aşağıdaki şekilde anlatırlar: hüd­ hüd toprağın altında bulunan suyu görebilmek kudretine sahip imiş; bu sebepten Süleyman Mekke'ye seferi esnasında hüdhüdü su bul­ mak üzere kullanmakta imiş. Fakat bir defa­ sında, Süleym an'm bu vazifede kullandığı Ya‘für veya Yağfür ismindeki hüdhüdü, yolculuk es­ nasında suya doğru uçarak, B elkıs’in bahçesine varır ve orada 'Ufayr isminde başka bir hüdhüd ile tanışır. Bu hüdhüd kendisine Sab'a melikesi hak kında bir çok şeyler anlatır. Bu eanâda Süleyman ordusu için (bir başka rivayete naza­ ran, abdest almak İçin), beyhude yere su arar bütün kuşlan bir araya toplattırmak üzere, ak-babayı ( nasr ) gönderir, fakat hüdhüd gel­ mez. Kartal ( ‘ ukâb ) hüdhüdü çağırmak üze­ re gönderilir, Hüdhüd zâten dönmek üzere bulunduğundan, kartal tarafından Süleyman ’m huzuruna getirilir. Süleyman kendisine sertçe söz söyler; fakat Belkis 'e dâir söylediklerini dinledikten sonra, bir mektiıp vererek, kuşu Saha*'lilere gönderir. Hikâyenin başlangıcı bir başka şekilde daha anlatılır. Buna göre, Süleyman bu seferi esnasın­ da, bütün maiyeti ile birlikte, Arabistan lüzgârları tarafından uçurularak, bir halı üzerinde gö­ türülmekte imiş. Halının üzerindekiîerİ güneşten muhafaza maksadı ile, bütün kuşlar halmın üzerinde kesîf bir kütle hâlinde uçmak üzere emir almışlar; fakat Süleyman bir noktadan bir ışık çizgisinin sızdığını fark ederm iş; bu suretle kuşlardan bîrinin eksik olduğu netice­ sine varmış. Derhâl bir yoklama yaptırmış ve hüdhüdün eksik olduğunu Öğrenmiş. Hikâye­ nin ötesi yine diğerleri gibi devam etmektedir. Hüdhüdün Süleyman ile ordusunu bir adada ziyafete davet ettiği de ayrıca rivayet edilir, Misafirler geldiği zaman, hüdhüd ölü bir çe­ kirgeyi denize atarak : — „Ey Resûlullah, bu­ yur ye; eti -azsa da, suyu boldur"— demiş. Bu lâtîfeye Süleyman ve askerleri bir sene gülmüşler. Yahudi’lerin hüdhüd efsânesi ile müsîümanlarm efsânesi hakkında bk. Grünbaum, Nene Beiirage zur semîtischen Sagenkunde. Şimalî A frika'da ipekten, kuş tüyünden v.b. Jjüdhüdler yaparlar ye sihirbazlık maksadı ile



6*7



kullanırlar (Doutte, Magie et Religion dans VAfrique da Nord, s. 270). B i b l i y o g r a f y a : Damiri, Jtfayât aU faayavön ( Hudhud bahsi ) ; Câhiz, faJayat alhayavan (Kahire, 1323), III, 160 v.dd.,* Kazvini, AŞA. tâyininden beri, K isam o, îstirn i, D eğirm en lik, G ran b osa, M ilâpotom o ve Resm o olm ak ü zere,



6 kale ve müstahkem mevki fethetmiş ve ada­ nın şark cihetini tamâmiyle türk hâkimiyeti altına almış idi. O 1647 kışım Resm o’da ge­ çirdi. Şehirde bir kiliseyi, Sultan İbrahim nâ­ mına, câmİ hâline ifrağ eylediği gibi kendi nâ­ mına da bir cami, medrese ve hamam inşa et­ tirdi. Şehri ve kaleyi yeniden imâr ederken, Kandiye muhâsarast hazırlıklarına başladı. 17 rebiülevveî 1057 (22 nisan 1647) tarihinde, Kandiye muhasarasına bağlanmak üzere, Resmo 'dan hareket eden Hüseyin Paşa evvelâ Kan­ diye civarındaki müstahkem mevkileri birerbirer zaptetti. Fakat osmantı donanmasının Boğaz Önünde mağlûp olması üzerine, Kandiye muhasarası İçin icâp eden levazım ve mühim­ mat ile lağımcı, istihkâmcı v.b. gibi, kuvvetlerin adaya gönderilmemesi Kandiye muhâsarasmı kalenin duvarları önünde durdurmuş idi. Bu va­ zıyet karşısında Hüseyin Paşa 1648 kışım Kan­ diye önünde geçirdi. Fakat ertesi yaz dahi osmanlı donanmasının lâzım gelen yardımı Gi­ rit 'e nakledememesi Girit 'teki mücâdeleyi ya­ vaşlatmağa başladı. Hüseyin Paşa bu tarihe kadar, Kandiye kalesi hâriç, adayı tamâmiyle zaptetmiş ve orada osmanh otoritesini te'sis etmişti. Bu arada vuku bulan Sfakya isyanım da kolaylıkla bastırmış idi. Girit 'e muhtaç olduğu yardımların naklolunamaması, adadaki osmanh kuvve-i seferİyesinı ancak o tarihe kadar zaptolunan kale ve müs­ tahkem mevkileri muhafaza edebilecek bir hâle getirmişti. Hüseyin Paşa 6 ramazan 1059 (13 eylül 1649 ) tarihinde, üçüncü defa olarak, Kan­ diye üzerine taarruz etti. Fakat bir netice alamayınca, şehri abluka altında tutmağa karar vererek, çekildi. K andiye'yi kontrol al­ tında tutacak olan kalenin plânlarım hazır­ latarak, İnâdiye ismini verdiği bu kaleninin plânlarım ve tahminî masraf defterini, kapıcıbaşı İbrahim Ağa vâsıtası ile, İstanbul *a gön­ derdi. İstanbul 'da yapılan tetkiklerden İnâdiye kalesinin biuâsı için gereken 250.000 kuru­ şun tahsisine imkân olmadığı anlaşıldığından, Girit defterdarı Mehmed Paşa ’mn teklifi üzerine, İnâdiye kalesi masrafları Girit va­ ridatından alınmak üzere, inşası Hüseyin Paşa 'ya bildirildi; Hüseyin Paşa 'mn Girit varidatı­ nın buna mütehammil olmadığım arzetmesine rağmen, İnâdiye inşaatında İsrar edildiğinden, serdar kaleyi, bazı tedbîrler alarak, dört buçuk ay İçinde tamamladı ( Kâtib Çelebi, ayn. esr II, 357 v.d,), Hüseyin Paşa beş seneden beri bulunduğu Girit adasında bir taraftan adımadım adayı zaptederken, diğer taraftan aldığı tedbirler ve tanzim ettiği nizamlar ile yerli



ki



halkı türk idaresine ısındırmış, yer-yer imar hareketlerinde bulunmuş ve adada mazbut bir vergi sistemi meydana getirmişti. Fakat İstan­ bul 'daki devlet erkânının Hüseyin Paşa 'yi ve G irit işlerini takdir etmeyerek, lâzım gelen ikmâl ve yardımları yapmaması adanm tamâ­ mıyla fethim geciktirdiği gibi, Hüseyin Paşa üzerinde de fena te’sirler icrâ etmişti. İnâdiye kalesinin inşası ile baş-gösteren G irit varidatı meselesi ve Girit vergi tahririnin yeniden ya- . pılması için, G irit'e yeni defterdarların tâyi­ ni Hüseyin Paşa 'yi İstanbul 'a karşı epeyce gücendirmişti ,* bu sırada bir müddetten beri mevâcibinî alamayan askerin paşanın otağını yağma etmesi üzerine ( Kara Çelebi-zâde Ahdiilâzız, Zaybi ravzat al-abrâr, Üniversite ku­ tup., nr. 3272, s. 31 v.d.), istifa etmek istedi ise de, kabul edilmeyerek vazifesinde kalması kendisine bildirildi (K âtib Çelebi, ayn. esr.). Bîr. müddet sonra, 2 cemâziyelevvel 1066 (28 şubat 1656 ) tarihinde, Süleyman Paşa ’nm azli üzerine şecaati ile meşhur olan Hüseyin P aşa: — »Eğer senin vücûdun Girit ceziresinde lâ­ zım değilse, karadan gelesin, eğer harekette din ve devlete zarar terettüp edicek mahzur var­ sa, hizmet-i miıhâfazada olasın" — tenbihi ile, sadârete tâyin ve sadâret mührü ve fer­ man, kapıcılar kethüdası İle, Girit 'e gönde­ rildi ( Nairrâ, ayn. esr.y VI, 144). Fakat sadâ­ rete tâyininin akabinde baş-gÖsteren yeniçeri isyanı üzerine, kaymakam Surnâzen Mustafa Paşa 'mn teşviki ile, sadâret mührü henüz Hüseyin Paşa 'ya vâsıl olmadan, sipâhî Mehmed A ğa vâsıtası ile, 6 mart 1656’da alınarak, önce Surnâzen Mustafa Paşa 'ya, fakat âsîlerin arzusu üzerine, 3 saat sonra Siyavuş Paşa 'ya verildi ( Vecîhî, ayn. e$r.y 64a v.d.). Bir müddet sonra Hüseyin Paşa 1068 (1658) tarihinde, Girit 'te gösterdiği gevşeklik ve Kandiye üzerin­ deki faaliyetsizliği sebep gösterilerek, azil ve Edirne'ye dâvet olundu. 12 şevval 1068 (12 temmuz 1658 ) cuma günü Edirne 'ye gelen Hüse­ yin Paşa padişah tarafından kabul olundu. Sadr­ âzam Köprülü Mehmed Paşa, Hüseyin Paşa ’mn Girit 'teki seferi kuvvetlere tahsis olunan pa­ rayı sûistimâl ettiğini ve Kandiye ’nîn fethinde gevşeklik gösterdiğini ileri sürerek, halk ara­ sındaki şöhretine rağmen, katledilmesini arzu ediyordu Köprülü Mehmed Paşa bu suretle sadâret makamı için kuvvetli bir rakibinden kurtulmuş olacaktı. Fakat Hüseyin Paşa ’yı şeyhülislâm Bolevî Mustafa Efendi, dârüssâade ağası Solak Mehmed Ağa, reîsülküttâb Ş âm î Mehmed Efendi ve Valide Sultan himaye ettik­ lerinden, Köprülü Mehmed Paşa 14 şevval 1068 (14 temmuz 1658 ) 'de onu üçüncü defa kapudân-i deryalığa inhâ etmeğe meebûr oldu



*>$4



kÜSEYİN PAŞA.



H ü seyin P a şa , sadrâzam ın k e n d i h akkın d a b e s­ le d iğ i em elleri öğrenm iş olduğundan, kapudân -i d e ry a lık ta g â y e t d ik k a tli h a re k e t ederek, h a ttâ o ta rih e k a d ar â d e t olan d erya b e y le rin in k a p u ­ dân -i d e ry â y a takd im etm ekte oldukları hedi­ y eleri alm aktan d ahi içtinâp ile, sadrâzam ın kendi a ley h in d e bulunm asına m âni olm ağa ç a ­ lış tı, Bunun ü zerine sadrâzam H üseyin P a şa 'yı



7 reb iü levv el 1069 (13 kânun I. 1658 } 'da Rum eli b e y le rb e y liğ in e n ak le tti, K ap u d ân -i d er­ y a lığ ı esn asın d a m evcu t servetin i tam âm iyle sa rfe tm iş olan H ü seyin Paşa, gen iş sa lâ h iy e tle r ile R u m e li'y e tâyin olununca, k a p ı halkının m asrafların ı k a rşıla m a k ü zere, h alktan bir mıkd a r cerim e talebin de bulundu. E sasen K öprü lü M ebm ed P a şa tara fın d a n bütün h arekâtı ta kip olunan H ü seyin P a ş a 'm n bu g a y r-i kanunî ta le b i üzerine, F ilib e k a d ısı Süleym an E fen d i 'nin tanzim e ttiğ i zulüm d e fte n ve Rum eli 'den gelen şik â y e tç ile r p ad işah a bildirilince, p adişah M ehm ed IV , onu a zil ile İstanbul 'a gelm esini em retti. R e b îü lâ h ır 1069 (k â n u n II. 1659 ) 'da İstanbul 'a a vd et eden H ü seyin P a şa , p â d işâh hu zurunda isticv a p olunduktan son ra, Y e d îk u le zin dan ın a h apsed ildi ve bütün dostlarının ri­ caların a rağm en, affolu n m ayarak, iki gün sonra k a til ve büyük y a ld ızlı k a p ı k a rşısın d a defnolundu. B ugün aynı m ahalde bulunan ü sk ü f serpuşlu k itâ b e siz m ezar H ü seyin P a şa 'ya a ittir ( M ehm ed Z iya, İstanbul ve Boğaziçi, İstanbul, 1336, I, 86 ). H ü seyin P a şa 'nın k a t­ li ta rih i h a k k ın d a m u htelif k a y ıtla r m evcut ise de, v efa tın ın 1069 reb îü lâ h ır da vukû bul­ d u ğu , onunla ayn ı zam anda yaşam ış olan mü-



B i b l i y o g r a f y a x Metinde zikrolunan eserlerden başka bk. Abdurrahman Paşa, Ve~ kayinâme ( Millet kütüp,, Hakim-oğlu A li Paşa kısmı, nr. 701, s. 130, 195, 205, 207); Mehmed Halife, Tarih-i gılmânt ( İstanbul, 1346), s, 36; Kara Çelebî-zâde Abdülâzİz, Ravzat al-abrör ( basılmamış kısım, Mîl­ let kütüp., AH Emin kitapları, nr. 1158, s. 166, 2$b ) ; Peçevî, Tarih (İstanbul, 1283), II, 438, 440, 447; Vecihî, Tarih (Köprülü kütüp., Hafız Ahmed Paşa kısmı, nr. 255, 46, ı6 a, 20«, 33a, 64a, 6$ö 95* ) î Abdurrah­ man Sabrî, Defter-i ihbar ( Veliyüddin kü­ tüp., nr. 2418, s. $ ıb ), Takvim mâhiyetinde­ ki eserler ekseriya vekayi senelerini tesbit etmekle iktifa etmişlerdir; bunlardan yalnız Hafîd Efendi 'nin S af inat al-vuzara. ( Süleymaniye kütüp., Hafîd Efendi kitapları, nr. 245, s, 5*>, 6«, ?b ) 'sı onun kapudân-î derya­ lığı hakkında bir az tafsilât vermektedir. Ecnebi tarihlerden Rycaut, The History of the Turkish Empire ( London, l6$o), s. 25; Kantemir, History o f the Oiioman Empire, s. 514; Zinkeisen, Geschichte des Ö$m«nischen Reîches in Europa ( Hamburg, 1840); J. v. Hammer, Devlet-i Osmaniye tarihi ( trc. Mehmed A tâ ), İstanbul, 1332, 1947, IX, 209, 215, 231, 267 ve XI, 33 v.dd. 47 ve bilhassa Galibert, Histoire de Venise ( Paris, 1847 ; X, s. 402 v.d.), Venedik kaynaklarından fay­ dalanması bakımından, Hüseyin Paşa 'ura Gi­ rit muharebeleri hakkında mühim malûmatı ihtivâ etmektedirler. ( İS M E T



P A P M A K S IZ O Ğ L U .)



H Ü SEYİN PAŞA. ( ? ~ ı8 o 3 ) tfU SAYN P A Ş A , K ü ç ü k . Ufak-tefek olmasından dolayı küçük lekabı verilmiş olup, efendisi Silâhdar b ittir. H a lk arasın da „e r“ ve b ilh a ssa cerb e ze li h a ­ İbrahim Paşa tarafından bir gürcü köle olarak, re k e tle ri v e bâ lâ -p ervâ z sözlerin den d o lay ı, »de­ 1181 (1767/1768) yılında Sultan Mustafa 111. li" İsmi ile tan ınm ış olan H üseyin P a şa k u v v e tli 'ya hediye edilmiş ve padişahın sarayında süt b ir v ü c u t y ap ısın a m âlik v e cesûr bir v e zir kardeşi Sultan Selim III. ile beraber büyümüştür. o lara k gö rü lm ekted ir. R evan v e B ağd ad m uha­ Sultan Selim, 11 receb 1203 (7 nisan 1789) 'te sa ra la rın d a k i şe c a a ti ve b ilh assa G ir it 'te g ö s ­ tahta çıkınca, Hüseyin 'i kendisine b a ş ç u k ate rd iğ i g a y re tle r ile, zam anında h a lk arasın da, d a r tâyin ve bundan bir kaç sene sonra, 16 h ariku lade bir şö h re t kazan m ış idi. Ş ü p h e yoktu r receb 1206 ( 10 mart 1792 ) ’da, kapudan-paşalığa k i, H an ya, K an d ı ye v e A y a to d o ri ka leleri hârîc, tâyin etti. Bu mevkide kaldığı 12 yıl zarfında G ir it a dasın ın feth in d e büyük hissesi vardır, kendisine bu hususta geniş salâhiyetler veren a ld ığ ı te d b îrle r ile ad a balkın ı kendine b a ğ ­ Selim III. 'in İslâhat plânlarına uyarak, donan­ lam ış ve b ilh a ssa G ir it rum îarı arasın d a İsiâ- mayı ve tersaneyi en iyi İngiliz ve fransız ör­ neklerine göre ve yabancı teknisyenlerin yar­ m iyetin yayılm asın a g a y re t etm iş idi. G i r i t 't e ordunun ih tiy a ç la rın ı k arşılam ak için y a p tır­ dımı İle, Avrupa âyârmcla İslah etti ve bundan d ığ ı su y o lla n , çeşm eler ve kalelerd e bina e ttir ­ dolayı modern osmanlı denizciliğinin banisi ola­ diği cam iler arasın da H anya, Resm o, Inâdiye rak, bihakkın şöhret kazandı. Donanma kuman­ danı sıfatı ile kendini göstermek hususunda pek cam ileri ile Resm o ’da inşâ e ttird iğ i m edrese az fırsat buldu; Ege denizinde senelik ceylan­ ve d â rü îh a d îs ve Resm o hâricin de Resm o su yu larında, adaları vurmak suretiyle, yunan isya­ k en a rın d a te 's is e ttiğ i bîr za viy e ve m escid nına sebebiyet vermiş olmakla itham edilir; bilh a ssa zik re şayandır.



verrİh lerin ( K â tİb Ç e le b i, T a k v im al-tavürM ,. İstan bu l, 1143, s. 136) k a y ıtla r ı ile s a ­



H Ü S E Y İN P A Ş A -



H Ü S E Y İN R A H M İ.



'k$



diğer taraftan bu sularda korsanlığın kökünü riyetî dolayısı ile bir ara Girid 'e gitmiş olan kazımağa v. b. arasında 1792 yılmda denize ilk Hüseyin Rahmi, anne-annesİnin Aksaray 'da çıkışında Lambro Katsoni ( Canziani ) 'nin filo Yâkub A ğa mahallesinde oturduğu evde bü­ tillasım imhaya ve hempası kötü şöhretli Ka­ yüdü. ön ce, Yâkub A ğa mahalle mektebinde, ra-Katzanis'i yakalamağa muvaffak oldu. Her sonra Mahmudiye rüşdiyesinde okudu; daha ne kadar ordu kumandanı olarak tecrübesi yok- sonra Mabrec-i aklâm 'a devam e t ti; Tâhir Bey ise de, 1798 yılında saraya isyan eden vidinli adlı bir zâttan da ayrıca fransızca dersi aldı. Pazvandoğlu 'na karşı İstanbul 'u korumak Üze­ 1878'de Mülkiye’ye girmiş; hastalandığı İçin, re, teçhiz edilmiş olan ordunun baş-kumandan- ikinci sınıfta iken, 16 yaşında mektep tahsili sona hğma getirildi; Vidin 'i aylarca denizden ve ermiştir (1880). Mektep hayatında, zekâsı İle karadan kuşattıktan sonra, son baharda, muvaf­ dikkati çekmesi şöyle dursun, hocalarının takfakiyet elde etmeden, çekilmeğe mecbur oldu. dirsizlîği yüzünden, haylaz bir talebe te'siri 1800 yılında donanma ile aylarca İskenderiye bıraktı. Kabiliyetsiz bir çocuk olmadığını, ze­ önünde dolaştı ve ertesi sene, Mısır '1 tekrar kâsının parlaklığını ilk sezenler, fransızca ho­ zapt için, İngiliz donanması ile birleşti. 1801 cası Tâhir, eniştesi Es'ad, o esnada Mülkîye martı iptidasında, İskenderiye 'de karaya çık­ mektebi müdürü ve tarih muallimi bulunan tıktan sonra, 6,000 kişilik bir kıt'a ile, ingiliz- Abdurrahman Şeref Bey.'lerdir, I. H a z ı r l ı k d e v r e s i . Devrinin diğer ler tarafından fransızlara karşı yapılan ve fransızların Mısır'dan çıkarılmaları ile neticelenen, romancılarına göre, kültür cihetinden başta sa­ sefere İştirak etti; şaban 1216 (kânun I. 1801 } yabileceğimiz Hüseyin Rahmi, husûsî çalışması iptidasında İstanbul'a döndü; burada M ısır'ın ile kendini yetiştirdi. Çocuk İken evlerine ge­ ikinci fatihi olarak karşılandı ve padişah tara­ len misafirlerden, bilhassa Emine Hanım ismin­ fından büyük ihsanlara nâiî oldu. Sonra 23 de birinden, dinlediği masallar ile onda, hikâ­ şaban 1218 (7 kânun I. 18 0 3 )'de henüz 46 ye sahasına karşı uyanan temayül, yaşı bir az yaşında iken, karısı Esma Sultan 'm Boğazi­ daha iîerileyince, bu türlü eserler okumak su­ çi 'nde Kuru-Çeşme 'deki sayfiyesinde öldü. retiyle, gelişti. 12 yaşında iken mahallelerinde Eyyub 'deki türbesi uzun zaman pâyitahtm gö­ çıkan bir yangında ev halkı, kıymetli eşyayı rülmeğe değer yapılarından biri oldu; me­ kurtarmak için, oraya-buraya koşarken, onun ilk zar taşında tarihçi V âsıf'm yazmış olduğu ki­ akima gelen kitapları olmuş id i; küçük bir se­ tabe daha âz meşhur değildir ( bk. Hammer, pete doldurduğu bu kıymetli kitapları arasında Cohsiantinöpolis und der Bosporos, H, LXVI1I; Monte Cristo, Lor d Hobb ile, Ahmed Midhat 'm Paris ’te bir türk ve Haşan mellâh adlı eser­ Vâşif, Târih, s, 1 1). lerinin de bulunduğunu söyler ( Bir muâdele-i B i b l i y o g r a f yer. Cevdet, T a r ih , VII, 369 v. d.; Atâ, T a r ih , II, 193— 1 9 8 ; S î c i l l - i o s m â - sev d â , s, 4 v .d .; Namus ile açlık meselesi, s. 67 ). 19— 20 yaşında iken, vidinli Tevfik Pa­ nî, II, 218. ( J. H. M o r d t m a n n .) şa onu konağına çağırtarak, kendisine bir kütüp­ H Ü SE YİN P A Ş A . [ Bk. m e z ö m o r t a .] H Ü SEYİN RAHMİ. H U SAYN RAHMİ hane dolusu fransızca kitap hediye etm iş; ara­ sında pek sevdiği 92 ciidlik Voltaire'in külliyatı G ü R P I& A R (1864— 1 9 4 4 ) , t a n ı n m ı ş t ü r k r o m a n c ı s ı . Muhtelif edebî nevilerde eser da bulunan bu kitaplarının, henüz neşredil­ vermekle beraber, İstanbul halkım bütün husu­ memiş bâzı eserlerinin, Aksaray yangınında siyetleri ile canlandıran roman ve küçük hikâ­ yanması, Onu en çok üzen hâdiselerden biridir yeleri ile şöhret kazanmıştır. Hüseyin Rahmi ( Tebe$süm~i elem , s. 7 v.d.). Hüseyin Rahmi 'nîn annesi, Safranbolu ’da doğmuş safrancılar 'nin kendini yetiştirmeğe çalıştığı bu sırada, kethüdası Hacı Mehmed Efendi 'nin torunu Ayşe tanzİmat devrinin başlıca şahsiyetleri artık ha­ Hanım 'd ır ; babası Kitabî Osman Efendi 'nin to­ yatta değil id i; Muallim Nâcî T ercüm ân-t haki­ runu ve türk-rus harbînde bir kolunu kaybettiği kat 'ten uzaklaştırılmış ve, Ahmed Râsim şöhret için, Çolak Iekabı ile anılan Hüseyin Efendi'nin kazanmağa başlamış idi. Gazeller, eski tarz eser­ oğlu Mehmed Saıd Paşa olup, bu zât eski tarzda ler rağbetten düşmüş, yeni tarz şiirler, roman­ şiirler de yazardı, Babası hünkâr yaveri bulun­ lar, tercümeler, kıymet kazanmıştı. duğundan, Beşiktaş sarayına yakın bir yerde, Hüseyin Rahmi'nin İlk hikâyesi, 12 yaşında Bağ-odalan denilen evlerden birinde oturu­ yazdığı, Gülhahar Hanım, neşrettiği ilk yazısı yorlardı. ise, Cerîde-i havâdis*te basılan (2$ temmuz Hüseyin Rahmi 3— 4 yaşında bulunduğu sıra­ 1887 ) İstanbul ’da bir frenk 'tir ; fakat şöhretini da, annesi 22 yaşında vefat etti; muharririmiz y a k u t u n a ( 1889,1920) adlı büyük hikâyesi hayattan yediği bu ilk darbenin sızısını, yıllarca ile kazanmağa başladı, «Matbuat caddesine attı­ sonra, yetmiş yaşında iken, yazdığı hâtıraların­ ğım ilk adım bu.£t£ romanıdır'* diyen müellifimiz, da bütün canlılığı ile yaşatır. Babasının me'mû- bu eserinin birinci kısmım mektep talebesi iken



«5*



HÜSEYİN RAHMİ.



yazdığını, neşir tarihînden iki— üç yıl önce ta­ mamladığım ve eserlerinin hayranı bulunduğu Ahm ed Midhat 'a gönderdiğini yazar ( Şık, 2. tab, s. 4 v.d.), Tercümandı hakikat ’te basılan Şık, aynı sene, kitap hâlinde de neşrolundu; eserin sonuna, kendi romanlarında olduğu gibi, bir hatime ekleyen Abraed Midhat, vak’a kah­ ramanının realistliğinden, okuyanları kahkaha­ lar ile güldürdüğünden, takdir ile bahsetti. Ço­ cukça ifâde ve tuhaflıklara, iptidâi hikmetlere, basit tasvirlere sık-sık rastladığımız, hattâ Les Sangsues adlı hikâyeden naklen sülük hakkın­ da izahlara bile yer verilen Şık 'm mevzuunu, tanzimattan sonra garp medeniyetini kavra­ yamayan, bunu yanlış anlayan veya taklitte if­ rata kaçan, bu yüzden gülünç vaziyete düşen zümre teşkil eder. Müellifin bu mevzuu seçer­ ken de, aynı meseleyi Felâtun Bey ile Râktm Efendi adlı romanında ilk defa ele alan Ahmed Midhat 'm te’sirinde kaldığım söyleyebi­ liriz. Alafranga adı ile İkdam 'da tefrika edi­ lirken ( nr. »538— 2559, İ901 ) sansür tarafın­ dan neşri durdurulan, 1908 Men sonra Sabah 'ta tefrika edilen ve Ş ıp sev d i adı ile kitap hâlinde basılan ( 1911,1946 ) mühim romanının kahramanının nüvesini Şık 'm kahramanı teşkil ettiğine bizzat dikkatimizi çeker. Şık 'm basıldığı 1887 'de, sonradan İkdam gazetesini çıkaran Ahmed Cevdet Tercüman-ı hakikat 'ten ayrılmış idi. Ahmed Midhat, onun yerine, gazetesine Hüseyin Rahmi ’yi, 750 kuruş



teehkül *ün ise, kimden tercüme edildiği kayde­ dilmemiştir. 1894 'ten sonra, bir kaç küçük hi­ kâyesi ile 1902 'de Paul de K ock’tan çevirdiği Biçâre bakkal hariç tercüme sahasında hiç bir eser vermedi. İşte 1890— 1894 yılları arası, müellifimizin yazı hayatının tercüme romanlara hasredilmiş olması bakımından, hususiyet gös­ terir ; bu tercümeleri, fransız dil ve edebiyatı­ nı çok iyi bilen Hüseyin Rahmi'ntn önceleri kimlerin ve hangi tarz eserleri İle alâkadar olduğunu anlattığı için, kayda değer,



Hüseyin Rahmi'nîn tercüme faaliyetine hasr­ ettiği bu üç— dört yıl zarfında, ilk sayısı 27 mart 1891 'de çıkan Servet-î fünun mecmuası etrafına devrin gençlerini toplamakta, fennî mâhiyetinden sıyrılıp, edebî muhteviyatça zen­ gin bir mecmua hâlini almakta İdi; fakat Hü­ seyin Rahmi, 18 mayıs 1896'da tamamladığı İffet adlı romanım, bu edebî mecmuada değil, İkdam 'da tefrika şeklinde neşretti (14 haziran -26 temmuz 1896). Bu roman üslûb itibârı ile, ne ilk meşhur romanı Ş ık ’a, ne de daha son­ ra yazdıklarına benzer; kendi ifâdesine göre İffet 'i o devirde hissî romanlar yazmakla ta­ nınmış, Namık Kemal 'in İntibah 'nida oldu­ ğu gibi, fikirlerini bîr takım edebî san’atlar ile ifâde eden Vecihi ’yi takliden ve bir id­ dia üzerine yazdı ( Cadı çarpıyor, s. 46). İk­ dam 'da, İffet tefrikası biter-bitmez, Mutalleka neşre başlanıldı ( nr, 1086— 1096, 27 tem­ muz— 6 ağustos 1897 ). Karı-koca ve gelin-kay­ aylık ile muharrir aldı. Müellifimiz bu gazetede, nana münâsebetlerini anlatan bu eserin, edebi­ Ahmed Midhat 'in gayesine uygun olarak, hal­ yatımızın mektup tarzında tertip edilmiş ilk kın bilgi seviyesini yükseltmek maksadı ile, pek hikâyesi olduğu da kayda değer,



azı te'lif, çoğu fransızcadan tercüme ve muk­ tebes türlü mevzûda makaleler de yazdı. Tas­ vir mahiyetindeki Bülbül yuvası ite, Hâli za­ manı olmayan bir adam, İki öksüz adlı hi­ kâyeleri dışındaki yazılarının, edebî kıymeti yoktur. Bunların hepsi, Müniekabât-ı tercü­ mandı hakikat adı ile, üç cilt hâlinde basıl­ mıştır. Hüseyin Rahmi 'nin Tercümân-ı haki­ kat 'te çıkan yazılarından bazılarının sonunda Ahmed Midhat'ın mütâlealarına da rastlarız. 113 numaralı cüzdan adlı tercümesi dolayısı ile, genç müellifi vaktiyle karilerine tanıtmak­ la ne kadar isâbetli hareket ettiğini, gazetenin yazı hey'etine alındığım ve ahlâkı tehzibe yara­ yan şeylerin „sevdây-i mugbeçe," „feyz-i mey“ bahisleri değil, Hüseyin Rahmi 'nin yazdığı tarz­ daki şeyler olduğunu söyler. îşte bu gibi teşvik­ lerin te’sirinde kalan Hüseyin Rahtnî, 1890— 1894 arasında, Emile Gaboriau 'dan 113 numaralı cüz­ dan, Bir kadının intikamı, Batinyollu ihtiyar, Paul Bourget'den A n dri Cornelis, Alfred de Musset 'den Frederik ile Bernerei adı ile türkçeye çevirdiği eserlerini neşretti { 1894 ). Paris ’te bir



Hüseyin Rahmi 'nin yukarıda adı geçen ter­ cüme ve te'lifleri şahsiyetini aksettiremeyen eserlerdir; bu sebeple 1885— 1896 yıllan ara­ sını, ileride vereceği olgun eserleri için, hazır­ lık devresi telâkki etmenin yanlış olmayacağı düşüncesindeyiz. II. E s e r l e r i . Hâlid Ziya ’mo da işaret et­ tiği gibi, Mürehbiye ile şöhretinin zirvesine yükselen ve bir-az san'at telâkkisinin farklı olu­ şundan, daha çok münzevîliği yüzünden çağ­ daşları ile pek az münâsebet te'sis eden Hü­ seyin Rahmi ( K ırk y ıl, IV, 77, 151 v.d.), bu romanından itibaren karşımıza şahsiyeti tamâmiyîe teşekkül etmiş, olgun bir muharrir ola­ rak çıkar. Hepsi mühim olmamakla beraber, bıraktığı 70 eserin bir kısmını yukarıda bahs­ ettiğimiz tercümeleri, geri kalanım sırası ile üzerinde duracağımız tiyatroları, tenkitleri, bilhassa roman ve küçük hikâyeleri teşkil eder. î. T i y a t r o l a r ı . Hüseyin Rahmi, 19— 20 yaşmda iken, Ş ık 'tan sonra, İstiğrak-i sekeri dramatik eserini Tercüman-ı hakikat’ te neşr­



HÜSEYİN RAHMİ. etti. 1883’te çıkan ve fieşir F u ad ’m imtiyaz sahibi bulunduğu Güneş mecmuasında yer alan bir münâkaşada Menemenli Tâhir ro­ mantizmi, Emil Zola 'yı taklide çalışan Beşİr Fuad ise, realizmi müdâfaa ediyordu. Beşİr Fuad ile o devir şâirlerinden Mustafa Reşid bu münâkaşaya Hüseyin Rahmi 'nin de iştİrâkini istediler; o bu münâkaşada şifahî olarak söylediği şeyleri, yine bu iki şahsiyetin tavsiyesi ile, bir perdelik komedi hâlinde y azd ı; hülyalar İçinde kaybolup giden, hayat ve haki­ katten uzak bir- kimse olarak canlandırdığı vak'a kahramanı, Menemenli Tâhîr 'i temsil eder. Bu kalem tecrübesinden 30 yıl sonra, 1913 ’te yazdığı Hazân bülbülü, tiyatro eserle­ rinin İkincisidir. Ünsüzünde, memleketimizde tiyatronun fikrî ve medenî terbiyedeki rolü henüz kavranmadığından, bir kaçı hâriç, sa n a t­ kârlarımızın en iptidâi terbiyeden mabrûm, en basit cümleleri ifâdeden âciz kimseler olduğun­ dan, tiyatro binâlarımızın, temsil edilen eserle­ rin iptidaîliğinden, Riband, Henry Bataille, Hervieu, Capou, Donnay v. b. dünyaca meşhûr tiyatro muharrirlerinin ve eserlerinin bizce meç­ hul bulunmasından samimî bir üzüntü ile bahs­ eder. Mürebbige adlı romanının dramatize edi­ lip, Benliyan kumpanyası tarafından, tuluat ka­ rıştır ılârâkj müvaffakîyetsiz temsili ( bk. Resimti kitap, eylûij 1327, nr. 1, I, 86) kendisini müteessir ettiğinden, Hazân bülbülii'n ü , sah­ ne içîn değil, yalnız okunmak için yazdı. Ese­ rinin ana fikrî, tanzim atlan beri, Şinasi’nin Şair evlenmesi 'nden başlayarak, bîr çok tiyatro ve romanlara mevzu olan İçtimaî bir mesele, iki tarafın re’yîne baş vurmaksızm, zorla, gör­ meden evlendirme meselesinin yarattığı menfî neticelerdir. 19x4— 1918 arasında ikdam 'da tiyatro san’atına dâir seri makaleler yazan Hü­ seyin Rahmi, Dârülbedâyiin ilk kuruluşunda (1 91 4) teşkil edilen edebî hey'ette âza idi; fakat bu hey’etin toplantılarına iştirak etmedi ( R. A . Sevengii, Yakın çağlarda türk tiyatrosu, I» 94 )• Yazh*k«şlı Heybelıada ’da oturduğundan, Dârülbedâyiin temsillerini takip edemedi. Bu müessese inkişâf edince, aktör Küçük Kemâl 'in tavsiyesi ile, Kadın erkekleşince adlı, üç perdelik dramım yazdı ( basılışı 1933 ). 22 teşrin 1 .1932 ta­ rihli mektubunda tamamladığını söylediği bu eser (R. Ahmed, Hüseyin Rahmi Gürpınar, s. 171), Utanmaz adam isimli romanındaki bir vak’amn (s. 329— 373), ana hatlarına bağlı kalınarak, piyes hâline konulmasından ibaret olup, 1933 ’te Dârülbedâyi hey'eti tarafından İstanbul 'da ve Anadolu’ nun muhtelif şehirlerinde temsil edil­ miştir. Cumhuriyetten sonra kadm ve erkeğe ve­ rilen müsâvî hakların nasıl yanlış anlaşıldığı ve bunun İçtimaî zararları eserin tezini teşkil eder. Ulfira Ansiklopedisi



*57



Bunlardan başka Mürebbiye 'de, Moliere 'in Le$ Precieuse Ridicules 'ünden tercüme bir sah­ neye (s . 131 v. d.), Billur kalb (yazılış 1921, basılış 1926) adlı romanında Zelzele adlı bir piyesine (s . 257— 286) de rastlıyoruz. Sahne hayatımızın geriliğinden dâima şikâyet eden müellifimizin ( Tebessüm-i elem■ s. 270; K o­ kotlar mektebi, s. 195 ; Meyhanede hanımlar, s. 42 v. d.), Tokuşan kafalar , Mes’ûduz pi­ yesleri basılmamış ve temsil edilmemiştir, ha­ yır ve şer mefhûmlarını mevzu alarak, üç per­ delik bir piyes yazmağı tasarladığını bir mek­ tubunda kaydederse de ( R, Ahmed. ayn. esr., s. 61, 1 7 1), böyle bir eser yazılıp-yazılmadığıaı bilmiyoruz. 2. T e n k i t l e r i . Hüseyin Rahmi 'nin tenkit nev’indeki eserleri bir mecburiyet neticesinde yazılmıştır. Cadı adlı romanı hakkında (1912 ), Şibâbeddin Süleyman ’m, Rübâb mecmuasının 51. sayısında çıkan makalesine cevap olarak yazdığı Cadı çarpıyor isimli eserini, kendini mü­ dâfaa maksadı ile, neşretti ( 1913 ). Bu eser mü­ nâsebetiyle aynı mecmuanın 62. sayışında Şihâbeddin Süleyman ve Hemedânı A li Nâcı 'nin makalelerine cevabını da ŞakaveUi edebiye adlı kitabı teşkil ed er; muarızlarına, kendi lisanları ile karşılık vereceği için Özür dileyen Hüseyin Rahmi ’nîn bu iki eseri kaba bir ifâde ile ya­ zıldığından, âit olduğu nevi bakımından değil, kendi eserlerine, karakterine dâir kıymetli bâzı mûtâleaiarmı ihtiva ettiğinden mühimdir. Bun­ lar dışında, cumhuriyetin ilânını müteakip bir iki nüsha çıkan Çankaya gazetesinin ilk sayı­ sındaki Hüseyin Rahmi ’nİn yazılarının eskiliği okunmaz olduğu yolundaki iddiaya, bu yüzden açılan münâkaşalara, Cumhuriyet gazetesinde verdiği cevaplar, Ben delimiyim ( 1925 ) roma­ nının neşirden men’i ile müdde-i umûmîlik ta­ rafından açılan dâva üzerine yazdığı ve Vakit gazetesinde basılan uzun müdâfaanâmesi, Necip Fâzıl ’ın bâzı hücumlarına karşı cevapları, hep zarurî olarak yazılmıştır. Edebî bir sahada eser veren, „Ben lâkırdı söy­ lemek için vezin ve kafiye aramağa şaşarım" diyen Hüseyin Rahmi, şiir yazmadığı da denedi. Romanlarında yer alan bu manzömelerinin bir kısmı şarkı, mâni, türküdür ve eserde geçen vak’a münâsebeti ile yazılmıştır. Bâzan eseri­ nin kahramanı şâirdir; bu sebeple, onun tara­ fından yazılmış gibi gösterilen bir çok manzu­ melerine rastlarız; bunlardan bâz darı ayrı-ay­ rı başlıklar altında bütün teşkil eden manzu­ melerdir. Manzum mizahî yazıları bunlardan daha çoktur. Bu arada türkçe, fakat ermeni şivesi ile bir manzumesine de rastladık.1 Lafontaine 'İn bir mısraını, Victor Hugo ’nun Angelo piyesinden bîr şarkısını ve ayni şâirin



M



HÖSEYİN RAHMİ



ihtiyarî menfasında, bir kaya üzerinde Napoleon III, 'a hitaben yazdığı Feryatnâme 'yi, franstzcadan türkçeye nazmen çevirdi. Bunlar­ da bâzan aruzu, bâzan hece veznini kulİanır, Mühim bir kısmı ise, bu vezinlerin ikisine de uymaz. Kafiye kaidelerine de bağlı kalmamış­ tır. Bütün bu şiirler, roman ve hikâyeleri ya­ nında edebî kıymetçe umumiyetle aşağı olmak­ la beraber, bu sahada yazabildiğin!, bilhassa mizahî şiir yazmakta başarı gösterdiğini anlatır.



da 8 romanı vardır. Mutalleka 'da bu geçim­ sizlik sebeplerinden bîri olan gelin-kaynan a kav­ gaları üzerinde durur. Bir başka sebep, izdivacın iki taraftan birinin arzusu hilâfına oluşudur, Tanzimat devri roman ve tiyatrolarında pek çok işlenen görmeden veya aile büyüklerinin baskısı He vâki evlenmelerin ( msî. Şinâsi, Şâir evlenm esi; Namık Kemâl, Zavallı çocuk; Reeâi-zâde Ekrem, Muksin Bey , Çok bilen çok yanılır v.b.) doğurduğu menfî neticeler, Hüseyin Rahmi, 1908 'den sonra Geçmiş ms- Hüseyin Rahmi 'nin romanlarının başlıca mev» râreiler ( M illet gazetesi, nr. 1, 5 ağustos zûlarındandır ( Bir muâdele-i sevda, basılış, 1908), Fazilet ve mefsedet (Edebiyattı umû­ 1899,1946; Tesadüf, basılış 1900 ve 194$; miye mecmuası, 29 eylül 1917, nr. 35 ), Ahlâk Sevda peşinde, basılış 1912; Son arzu, yazı­ (Y e n i mecmua, 15 kânun II. 1923, nr. 68) ve lış 1918, basılış 1923 ve 1948; Tebessüm-t başka makale ve musahabeler de yazdı. Ro­ elem, yazılışı 1914, basılış 1923 ), Bu geçim­ man, hikâye, hattâ tiyatrolarında, vak’a kahra­ sizlikler bâzan da yaş ve karakter farkından, manı vâsıtası ile, türlü meseleleri ele alarak iki taraftan bîrinin ruhen hasta olmasından bu husustaki düşüncelerini ileri süren Hüseyin ileri gelir (Cehennemlik, basılış 1923; Tora­ Rahmi 'nin makale ve musahabe sahasında man, yazılış 1919» basılış 1919 ve 1948). b. Tanzımattan sonra garp medeniyeti esâs pek az örnek vermesi, aym işi roman ve hi­ kâyeleri ile de yapabilmesinden ileri gelir. alınarak yapılan yenilikler bazıları tarafından Utanmaz adam (yazılış 1928, basılış 1934) yanlış anlaşılmış, hazm olunamamıştır. Bu züm­ ile Ölüm bir kurtuluş mudur (yazılış 1931, re Avrupa ’ma içtimâi bünyemize uygun olma­ basılış 1945) adlı romanlarındaki vaka kahra­ yan, hattâ orada bile tatbiki imkânsız bâzı manlarına verdirdiği uzun konferanslar ( s. âdetlerini benimsemiş, bu yüzden gülünç vazi­ 60— 73 î 496— $28) da makale ve musahabe yete düşmüştür. Bu İçtimaî mesele, devrinin bîr çok muharrirleri gibi, Hüseyin Rahmi 'nin sayılabilir. 3. R o m a n v e h î k a y e l e r i . Buraya kadarde bir çok romanlarına mevzu teşkil etti ( Şık, tercüme, tiyatro, tenkit,şiir ve musahabelerinden Mürebbiye, yazılış 1896, basılış 1897,1927 ; Şıp­ bahsettiğimiz Hüseyin Rahmi 'nin şöhretini t e ­ sevdi, Metres, basılış 1900,1945; Tutuşmuş min eden ve edebiyat tarihimizde mühim bîr yer gönüller, basılış 1925; Dirilen iskelet, yazılış tutmasına yol açan roman ve hikâyeleridir. Te'lif 1923, basılış 1946). Meyhânede hanımlar (ya­ romanlarının sayısı 35, küçük hikâyelerinin 70 zılış 1924, basılış 1924 ve 1947) adlı büyük 'tir. Burada bunların hepsinden ayrı-ayrı bahset­ hikâyesinde ise memleketimizde cumhuriyetin meğe imkân yoktur; esasen bütün romanları tet­ ilânından sonra kadın hayatındaki değişiklikle­ kik edilince, mevzularının husüsiyetine göre, rin anormal tezahürleri mevzu olarak alınmıştır. c. İçtimaî bir başka yaramız, hâlâ bâtıl şey­ bunların, İciimâî ve psikolojik olmak üzere, iki kısımda toplandığı görülür. İşte bunun için, lere inanan bir zümrenin varlığı, bunlar ara­ onun roman ve hikâyelerinden bahsederken, bu sında münevverlerin de bulunmasıdır. Hüseyin noktadan başlayarak, vak'anm geçtiği semtler, Rahmi bu mevzuu 1908'den sonra yazdığı kahramanlan ve başka hususiyetleri üzerinde eserlerinde işledi. Bunlarda bâtıl şeylerin mev­ duracağız. Hüseyin Rabmİ romanlarında bilhas­ cudiyetini anlatan gülünç vak’alar yarattıktan sa İçtimâi meseleleri mevzu olarak, alır; bu hük­ sonra için iç-yüzunü, böyle bir şey olamayacağı mü, romanlarından 30'unun bu hususiyeti gös­ hakikatini ortaya koydu. Garâib faturası adı termesine dayanarak, veriyoruz. Onu en çok ile te’sıs fettiği bu serîdeki eserlerinde vak'a düşündüren cemiyet meselelerinin karı-koca umumiyetle halk tabakasından alınmış, bu ta­ geçimsizi kleri ve bunun sebepleri, garplılaş­ bakanın fikren aydınlatılması hedef tutulmuş­ manın bâzı kimseler tarafından yanlış anlaşıl­ tur; kendi ifâdesi ile, bunlar, uzun ve mugaddi masının ve bâtıl itikatlara bağlanmanın zarar­ eserleri arasında salata kabilinden, telzîz-i di­ ları, kimsesiz kadınların, genç kızların ve ço­ mağ ile iştaha açacak şeylerdir. Matbuat saba­ cukların, hîmâyesizlik yüzünden, alt-üsi olan mızı bayağı garp eserlerinin kapladığı bir za­ hayatları, fuhuş ve gayr-i meşru çocuklar mes­ manda, bu neviden yerli millî örnekler vermek, elesi olduğu görülür. halkm okuma ihtiyâcını tatmin ve onların zi­ a, Moliere'in karı-koca geçimsizliklerini en hinlerini daha ağır eserler okumağa hazırlamak can alacak noktalarından yakalayıp, tahliline için yazılmış olup, roman seviyesine yüksel hayran olan Hüseyin Rahmi 'nin, aynı mevzu­ tiimiş birer masaldır ( Kuyruklu yıldız al­



HÜSEYİN RAHMİ.



ĞS9



tında Ur izdivaç, yazılış 1910, basılış 1912; | romanlarının mevzuunu teşkil eder. Pisikolojik Cadı, Gulgabâni, yazılış 1 9 u , basılış 1912, romanlarının bazısında ise, yukarıda bahsettik­ 1944; Efm ncu baba, yazılış 1923, basılış î 924,* lerimiz gibi, bîr— iki ruh hastalığı üzerinde dur­ Muhabbet tılsımı, yazılış 1921, basılış 1928; maz. Eserin başlıca bir kahramanı da yoktur; Şeytan ). rûhen hepsi başka bakımdan hasta olan bir çok d, Cemiyetimizin bünyesine uygun yardımkahramanlan vardır; fakat hepsinde müşterek müesseselerîce mâlik değiliz; balkta yardım olan şey intihar arzusudur ( Ölüm bir kurtuluşve birbirini himaye hissi günden-güne zayıfla­ mudur), Hüseyin Rahmi'nin romanlarının mev­ maktadır. Bu yüzden kimsesiz kadınlar, genç zuları hakkmdaki sözlerimize son verirken, kızlar fuhuş hayatına atılıyor; bunlar arasında, cinayetleri ve çapulculuk meselesini ele aldığı namusu ile hayatını kazanabüenler mahduttur iki romanı olduğunu da söyleyelim: Eşkiyâ {İffet, NVmet-şlnas, basılış 1902, 1937; Hak­ ininde ( yazılış 1921, basılış 1935 ) ve Kesik baş ka sığındık, yazılış ve basılış 1919; Billur (yazılış 1921, basılış 1942). Muharririmizin küçük hikâyeleri de romankalb ). Fuhuşun alıp-yürümesi, meşru olmaya­ rak doğan çocukların da artmasına sebep ol­ lerı gibi, mevzû cihetinden umumiyetle İçtimaî maktadır ( Hayattan sahifeler, yazılış 1918, Ve psikolojiktir. Burada sayısı 70'i bulan hi­ basılış 1919 i Kokotlar mektebi, basılış 1927 ), kâyelerinden hangilerinin İçtimaî, hangilerinin Hüseyin Rahm i’nin 1922’ye kadar yazdığı psikolojik olduğunu işarete bile imkân yoktur; arınanlarında, yukarıda bahsettiğimiz İçtimaî yalnız buların, romanlarına nisbetle, mevzuları­ meseleler üzerinde durduğu göze çarpar; bun­ nın mütenevvî oluşu üzerinde durulmağa değer ; larda rûhan hasta kimselere de rastianmakia Hüseyin Rahmi hakkında yazılan makale ve berâber, eserin ana hatları psikolojik değil, İç­ eserlerde, onun sâdece içtimâi mevzuları ele timaîdir. Şimdi üzerinde duracağımız roman­ aldığı, vatanî mevzuları işlemediği kaydedilir; larının mihverini ise, rûh hastalıkları teşkil et­ bu hükmü verenlerin, muharririmizin Büyük mektedir. Psikolojik romanlarının hemen hepsi­ ana, Kanlı eldiven, Tehlike karşısında keçi nin baş kahramanlan yarı akıllıdır. Bu yarı f i l oluyor adlı ve umûmî harpten, istiklâl sa­ akıllılar birbirinden derece-derece ayrılırlar; vaşından mülhem bu vatanî hikâyelerini gör­ bir kısmı daha ziyâde akıllıları andırır; ahlâk medikleri muhakkaktır. İlk mektepte coğrafya ve seciye kusurları o kadar bariz değildir. Bir dersine âit bir hâtırası, çingenelerin hayat tar­ kısmı daha ziyâde deliler hudûduna yaklaşır; zı ve karakterleri, bir oâriyenin ömrü boyunca o kadar ki, deli veya akıllı olduklarını anlamak çektiği ıztıraplar, zencilerin mazi ve hâldeki uzun-uzadıya tetkike bağlıdır. Hayatta muvaf­ rolleri ve bulundukları aile muhitindeki ehem­ fak olabilmeğe yarar kabiliyetleri o çarpık di­ miyetleri ona en güzel hikâyelerini ilhâm eden mağlarında alabildiğine gelişmiştir; msl. ifrat şeylerdir. Hüseyin Rahmi için, insanların hayatı derecede utanmaz, hîlekâr, mütebasbıs, iki kadar, hayvanlarınki de tetkike d eğer; hayvan yüzlü, şarlatan adamlardır; fakat çoğu, parlak ların, msl. bir beygirin, bir kedinin v.b. ha­ zekâları nisbetinde, bu seciyesizlik yüzünden, yatını, karakterlerini anlatan hikâyeleri de az hayatta basit bîr ideal kadar muvaffak olama- değildir. Hüseyin Rahmi, romanlarının mevzûunu umu­ dan, sönüp gider. Müellifimiz, bu gibi kimsele­ rin yetiştikleri muhiti, çocukluklarını, gençlik­ miyetle halk tabakasından alır; bunun için, lerini, hem-cinsleri ile münâsebetlerini, hayat­ vak’anm cereyân ettiği yerler de bu sınıfm larını nasıl kazandıklarını, izdivaç hayatlarım çokluk yaşadığı semtlerdir ; mamafih, umûmiele a lır ; Gönül bir yel değirmenidir, sevda yetle karakter ve vak'a üzerinde durduğu için öğütür ( yazılış 1922, basılış 1945 ), bu mev- vak'anm cereyan ettiği yeri kayda çok defa zudakî ilk romanıdır, bu kalem tecrübesinden lüzum görmediği yahut Boğaziçi 'nin karyesi sonra yazdığı Ben delimiyim 'de bîri dege- diyip geçtiği de vâkidir. Hüseyin Rahmi 'mn romanlarında, vak’a kah­ nere înferieur, diğeri superîeur intellectuel sınıfına dâhil iki şahıs aldı; ilki îıalk arasın­ ram anları pek miitenevvîdir; bununla berâber, dan yetişmiş bir külhan-beyi, öteki az* çok tah­ hemen her romanında ve hikâyesinde, muayyen, sil görmüş bir münevverdir. Utanmaz adam aynı husûsiyeti gösteren şahıslar üzerinde dur. 'm kahramanı ise, akıllı adam akılsızların za­ duğu da gÖ2e çarpar: dedi-koducu mahalle ka­ rarına olarak faydalanmağı ve yaşamağı bilen­ dınları ve koca-karılar. Büyücülük işi ile de uğ­ dir düşüncesinde bîr yarım akıllıdır, Hallucina- raşır, bâzan hoca hanım rolünde görünürler. tion hypnogogique, hysteria adlı rûh hastalık­ Külli an-beyi ile, sarhoşlar, meczuplar, haysierique ları, bunların sebep ve tezahürleri ise, Meza­ kadınlar, şüpheciler, hipochondrie ( halk ara­ rından kalkan şehtd, Evlere şenlik, Kaynanam sında „merak“ ) denilen hastalık ile malul olannasıl kudurdu (yazılış 1922, basılış 1926) larf okuduğunu hazmedememiş ve her hangi bir



66



I



'



o■



HÜSEYİN RAHMİ.



mesele üzerinde duramayıp, düşünürken, konu­ şurken oradan-oraya atlayan muvazenesizler, de­ terministler, fatalistler, bilhassa yarım akıllılar, fahişeler, gayr-i meşrû çocuklar, mısırlı zengin­ ler, saf anadolulular, arap, yahudî, ermeni ve rumlar hemen her eserinde karşılaştığımız şa­ hıslardır. Bu sonuncuları kendi şiveleri ile mu­ vaffakiyetle konuşturmakta usta olan Hüseyin Rahmi, bu bakımdan, meddahları hatırlatır. Dedi-kodueu mahalle kadınları ve koca-karılar ile, külhan-beyler, sarhoşlar, yarım akıllılar ve muvazenesizler, vak’alan yürütebilmesi için, en çok yardımına koşan kahramanlardır. Ro­ manlarından on ikisi, bu dedı-koducu kadınla­ rın konuşması ile başlar. Bu kapı arası ve pencere konuşmaları vâsıtası ile, o muhitte olup-bitenîeri, teferruatına kadar öğreniveririz. Külhanbeylerin pervasız, muvazenesiz ve yarım akıllıların bîr mevzuda durmayıp, oradan-oraya atlayarak konuşmalarından, Hüseyin Rahmi, başlıca hususiyetlerinden biri olan muhtelif meselelere temas hususunda çok faydalanır. Romanları yazıldıkları tarih göz Önüne alına­ rak tetkik edilince, bu tiplerin bazılarının ilk eserlerinde silik ve rollerinin ehemmiyetsiz ol­ duğu görülür; muharririmizin şahsiyeti inkişâf ettikçe, bunlar da canlanır, eserin başta gelen şahısları arasında yer a lır : ilk romanı Şık 'ta tanıttığı külhanbeylerin rolü, önlerinde giden­ lere lâf atmaktan İbarettir; Bir muâdele-i $eib al-makdür f i ahbar Timur (nşr, Manger ), Leovardiae, 1772; Mirza Muhammed Haydar, The Târih-i Raşidî ( London, 1895 ) ; HvSndmir, f/abib al-siyar ( Hind, 1857); Abu T-Gâzi Bahâdur Hân, Şacara-i turk ( Petersburg, 1871/1874); Munis H vârizrni, Firdavs-i ikbâl ( Üniversite kutup., T Y , nr. 82, „Hiva tarihi" külliyâtında ) ; Histoire de la vie de Hiouen- Thsang ( tre. Stan. Julien), Paris, 1853; Degignes, Hanların türklerin, moğullartn , . , tarih-i umûmîsi., ( trk. trc. Hüseyin C ah id ), İstanbul, 1924; W, Bârthold, yukarıda adı geçen eserinden, başka bk. bir de : Oçerk istorii Semir açya ( Vernıy, 1898); ayn, mil., Turkestan v epoku mongolskago naşestviya (Petersburg, 1898/ 1900); ayn. mil., îstoriya kuliunoy jizn i Turkestana { Leningrad, 1927 ) ; Aris'.ov, Zametki ob etniçeskom sostave türkskih plemyon in a rodnosiey i svedenie ob îh çislennosti ( Jivaya starına, Petersburg, 1896, II1- I V ) ; Entsikl. Slovar ( nşr. Brok. ve Efron ), Petersburg, 1890, 11, 588; 1894, XH, 140, 332; XIII, 460-— 463; Zemlevedenie ( Moskova, 1904), XI, kitap x— 2; îzvesiiya gosud.gidrolog. înst. ( Lening­ rad, 1930), nr, 28; L. A. Molçanov, Ozera Sredney A zii ( Taşkent, 1929 ); N. N. Kuznetsov-Ugamskiy, Basseyn Ozera îsstk-K ul (L e­ ningrad, 1931 );N, A. Keyzer, Materyali dlya istorii, morfologiiİgidrologii Ozera Issık-Kul (Taşkent, 1928);M. Şemseddîn,Mı/a$sa/*ür£ tariki (İstanbul, 1939)) i* H* A. Zeki Velidİ Togan, Bugünkü türk ili ( Türkistan) ve yakın tarihi (İstanbul, 1942— 1947 )* L 1 26 v.d., 48, $3— 57» 60— 65, 85, 101 v.d., 150, 158, 288; ayn- mil., Umûmî türk tarihine giri$ ( İstanbul, 1946), I. (M İRZA BALA.)



I



I B A D Â T . [ E k. ÎBÂDÂT.]



ÎBÂD ÂT. 1ÎBADAT ( A., ve Nuvayri; Paris, Bibi. Nat,, Ms. ar., 1578, var. ı ı 6 “ ); Materiaux poızr un Corpas İnscr ipi tonum Arabicarum, II, 1. fas., s. 39 v.dd. b. A bü 'A lî F ah r a l -M ulk 'A mmâr b. M u­ hammed , 492 ( 1099 ) ’de tahta geçti. Fakat selefleri zamanında hüküm süren sulh ten ken­ disi uzun zaman istifâde edemedi. Müreffeh ve zengin olan şehirleri haçlıların hırs ve tamâmı tahrik etti. 495 ( 1 1 0 2 ) 'de Raymond St. Gilles Trablus 'un kapısına dayandı ve her ne kadar bâc almakla iktifa etti ise de, Trablus'a karşı harekâtta bulunmak üzere, şehrin karşısında «Hacılar tepesi" denilen yerde ( bugünkü şeh­ rin k alesi) bir kale inşâ etti. İbn ‘Ammâr bir kaç sene mukavemete muvaffak oldu. Raymond 498 ( 1104 ) 'de öldü; fakat halefi şehri daha kuv­ vetli bir çenber İçine aldı. 501 ( 1107 ) 'de'Am mâr Bagdad 'a gidip, Selçuk sultanı Muhammed 'den yardım istemeğe karar verdi ve Trablus 'u terketti. Trablus'ta bulunmayışı fecî neticeler doğurdu [ bk. mad. TRABLUS ]. Ahâlî şehri Fatımî halifesine teslim ettiler. Bu zât 'Ammâr 'ın ha­ zînesini, tevâbiîni ve aile efradını ele geçirdi ve böylece Trablus ’u en iyi müdâfîlerinden ve en iyi vesâitinden mahrum etti. Sultanı kendi­ sine yardım etmek üzere bir kuvve-i seferiye göndermeğe iknâ edemeyen ‘Ammâr, T rablus’a dönmedi. Şam atabeyi Tuğtîgin 'in askerlerinin yardımı ile bir müddet Çabala 'yi işgal etti;



ÎBN ÂMMÂR — İBN ARABŞAH. 503 ( 1 108 ) Me Trablus ve Çabala frenklerîn eline düştü. ‘Ammâr bir müddet Tuğtîgin'in sarayında kaldı ve kendisine al-Zebedâni ( Baradâ vadisinde) tımarı verildi. Sonra Musul prensi Mas'üd'un sarayına gitti ve 512 (11 18) 'ye kadar onun veziri olarak kaldı. , Daha sonra Abbasî halîfesinin hizmetine girdi ( Ibn al-Aşır, nşr. Tornberg, X, 395, 399). 'Ammâr âilesinin Fatımî halifeleri ile Magrib'den M ısır'a geldikleri sanılmaktadır: Kıtama'lerin reisi al-Haşan b. ‘Ammâr, h. IV. asrın sonlarına doğru, Mısır 'da yüksek bir me’mûr olarak zikrediliyor. Bu ailenin efradından biri olan İskenderiye kadısı 487 (1094) 'de hiyânet suçu ile idam edilmişti. Bani 'Ammâr 'in adı, Trablus 'un eriştiği en yüksek refah zirvesi île müterâfiktir. Haleb Hamdâni Şayi al-Davla zamanında bir şiir merkezi olduğu gibi, Trablus da kadı al-Hasan b. ‘Ammâr za­ manında bir ilim merkezi olmakla şöhret ka­ zanmış İdi. Trablus ’u haçlıların hücumlarına karşı müdâfaa etmek gibi ağır bir vazife kadı Fahr al-Mulk ‘AmmSr 'a düşmüştü ; fakat ınüslüman reislerin arasındaki nifak yüzünden, de­ vamlı surette vaziyetini muhafaza edemedi. B i b l i y o g r a f y a i Recueil des histor. . orientaux ( Paris ), III, ( M. SOBERNHEIM.) İBN AL-AN BÂRÎ. [ Bk. İBNÜL'ENBÂRÎ.] İBN ( a l - ) A R A B I. [ Bk. İbnöl' a r a b î -3 İBN 'A R A B Ş Â H . [B k. îbn ar a bşa h .] İBN A R A B Ş A H . ÎBN ‘A R AB ŞA H , A hmed b . Muhammed b . A bd A llah b . İbrahim , Ş îhâb a l -d Tn, A bu V A bb Âs . a l -D îmaşk:î a l -H anafi AL-ACAMi (1389— 1450), devrinin bir çok ilim­ lerine vukufu ile ve müteaddit yabancı dil bil­ mesi ile meşhur olan t a r i h ç i , e d i p , ş a i r , 1 ug a t ç i v e di n a d a m ı d ır. Bir müddet Osmanh imparatorluğunda bulunduğu için, Rumî diye lekaplanan ve aslen iranlı olduğu ileri sürülmesi­ ne rağmen ( bk. Târîkça-i muhtaşar-i adabıyat-i îra n , Salnüma-î Pars, 1324 şemsî, s. 173 ), İranlıhk ile hiç münâsebeti bulunmayan ( krş. al-Zaid at-Mukaddasi 'nin ( 1 1 99) tarihinde başlanıp, Muhammed b. A h­ Brit. Mus., Or. 773$ 'teki ( bk, Descriptive List med ab Kâtib al-Mabaranibâdi tarafından de­ o f the Arab. M$s. acyaired by the Trustees vam ettirilen bîr farsça tercümesini», Avrupa since, 1894, London, 1912, s. 35) Kitâb al- 'da olduğu gibi ( bk. Storey, P L , II, 207— 209 }, Vakm 'ini ihtiva eden al-Mu cam ’i ve Şam (aî- İstanbul’da da ( Nûruosmânîye kutup., nr. 3064 Zayyât, ayn. esr., s. 29, nr. 5 ) 'da bulunan ^4 mo- ve Lâleli kutup., nr. 33* ) nüsha’an vardır. Ta­ mamlanmamış olan bu farsça tereümen'n Husayn U ’den bîr parçayı da eklemek icâp eder. B i b l i y o g r a f y a : Yakut, Irşad al- b. ‘Ali'nin şehâdeti ile biten baş kısmı 1300 arib ( nşr. Margoiioath ), V, 139 — 146; İbn ( 1882 ) ve 1305 ( 18S7 ) senelerinde Bombay HallikSn (Bulak, 1299), nr. 414; al-Subki, ’da, iki defa, basılmıştır. Gerek bu basımlar­ fabakât al-şüfiiya al-kııbrâ, IV, 273— 277; dan, gerekse daha önceki yazmalarından bâz» Zahabi, Tabakâi al-kuffâz ( nşr. Wiistenfeld 1, garp âlimleri istifâde etmişlerse de ‘A li ve Göttingen, 1833/1834, XIV, 16; Wüstenfeld, Mu'âviya oğulları arasındaki savaş’arı tavsi­ Dte Geschichlsckreiber der Araber, nr. 267. finde şt 'îlik taassubu izhar eden müellifin ese­ rinin farsça tercümesinde bu bâb’ara fazla 2. AL-KÂSİM yukarıda adı geçen zâtın oğlu olup, 527 ( 1132 ) 'de doğmuş ve fioo ( 1203 ) edebî bir şekil verilmiş olduğundan, eserin 'de vefat etmiştir. Başlıca eseri a l Camı' al- arapça aslını görmenrş olan muasır âlimler musta^şâ fi faza il alm ascid al- akşci 'dır. “ İbn A'şam al Kufi ilk İslâm fütuhatı dev­ Bu kitap İbn aî Firkâh [ b.bk.]’ın B â iş al- rine dâir romen tarzında eser yazan müel­ nüfûs nâmındaki eserinin iki esaslı kaynağın­ liftir,, şeklinde lıatâlı bir fikre sapmışlardır ( C. dan biridir ( krş. al-Subki, Tabakâi al şâ- Brockelmann, G A L . I, 144; S a p p l, I, 220; Sto­ rey, P L , II, 207 ). Eserin arapça aslının tetkiki, fi'iya, V , 148 ). _ ( C. Broc KELMANN.) İB N A 'Ş A M a l - K U F Î . [ Bk. i b n a ’SE m C l - İbn A'şam al Kufi *n'n Futüly adlı eserinin, Taban ve diğer ilk İslâm tarihçilerinin eserle­ KÛFÎ.] İB N A ’ S E M Ü L K Û F Î . İBN A 'Ş A M a l KUFİ, rinde bulunmayan pek kıymetli malûmatı ihti­ va eden ilk kaynaklardan olduğunu göstermek­ A bü M u h a m m e d a h m e d İbn A 'ş a m ( ? — 926; Kâtib Ç elebi'deki bîr yanlış knyda göre, M U ­ tedir. Tabari'nin Bal'ami tarafından yapılan farsça İşlenmesinde de İbn A'şam ’den çok is­ H A M M E D B. ‘ALİ ), X. asır İ s l â m t a r İ h ç i î er i n d e n d i r . 314 ( ş z öj ' t e vefat etmiştir. İskâna tifâde edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : makale içinde göshadîslerini anlayışı itibârı ile şı 'i olan ibn A şam f e r iİn ü ş t ir . ( Z E K Î V e l 'D İ T ö G A N .) 'in 3 eildlik Kitâb al-fuiüh adlı eseri halife Î B N Â S ı M . İBN Â S İ M , A b u B a k r M u h a m ­ 'Osman'ın hayatının sonlarına kadar getirilen ilk cildinin yegâne nüshası Gotîıa kütüphanesi m e d b . M u h a m m e d b . M u h a m m e d b . M u h a m arapça yazmaları arasında, nr. 1592 'de mahfuz . MED B. Â S İM ( * 3 5 9 "“ 1 426 ), 12 cemâzîyeîevvcİ bulunmakta ise de { bk. Perlsciı, Verzeickt,i$ 760 ( 11 nisan 1359) 'la G ırnata'da doğmuş ve der arabischen /Iss. der HerzoğVchen B illi- l î şevval 329 (15 ağustos 1 426) ^8 aynı şe­ athsk zu Goiha, 1881, 219), bu yazmanın İbn hirde vefat etmiştir. M a l i k î m e z h e b i n d-e 'Asam 'in eserîn'n nİLhası o'dı ğunun farkına f a k î h, e d i p , l i s a n i l m i n d e m ii t e h a ş ­ varılmamıştır. Kitabın halife O mân 'm son ş i s v e î ı a y l ı s a n a t k â r bi r m ü c e l i i f günlerinden Ma’mtın zamanına kadar gelen olup, mühim bir mansıp olan Gırnata baş ka­ ikinci ve Ma’m~n zamanından al-Mu'taşım Bil- dılığında bulundu. İbn Aşım. Endülüs payitah­ l âh' m 252 ( 866 ) 'de vefatı hâdisesi île biten tının baş müftüsü Abu Sa id Farac b KSsim üçüncü ciidîertn’n yegâne nüshaları da, iki b. Ahmed b. Lubb al-Şa labi 'den, edip Abü cild hâlinde, Topkapı sarayında ( Ahmed 111. kii Abd Allah Muiaaımed b. Muhammed b. ‘Aii tü p ,nr 2956) bulunmaktadır. B j nüshadan da, al-Kaycati'den, sünnîl ğ'n büyük müdafii Abü İlk defa olarak, ben. Emevî M a r v â n b. ab Bakam İshâk İbrahim b. MüsS b. Muhammed a'-Çâtîb» 'in Hazarlara ve Saklâbİara karşı seferlerine 'den ve tîemsenü “Abd AlSâlı b. al-lm§m alâit kısmını, 1939 'da, neşretmiştim ( Z.V. Togan, Şarıf'ten ders görmüş'ür. Hal tercümesini yazırvş ö’ardnr israfından zikr­ îbn Fazlan 's Reisebericht, Leipzîg, 1939, s, 295— 302 }, sonra Kiutayba b. Mimlim ’ia Sc- edilen 10 eseıiccLn bizce mâiCm ulan ikisi şun-



İbn  sim lardır î 1. Tühfai al-hııkkam f i nukat al-'vküd va '/-ajt&âm yahut muhtasaran al- Âsimi ya Kâ­ nundaki eseri mâlİkî mezhebine dâir, racaz vezninde ve 1638 beyitten mürekkeptir; 1522, ıl(27 senelerinde Cezayir'de, F as'ta ve Kahire 'de Macma al muiün 'da neşredilmiş olduğu gibi, Houdas ve Martel tarafından Traite de droit masal man, La Tuhfat d'Ebn Acem İsmi altın­ dan yapılan fraasızca tercümesi ile arapça me­ tin hukukî izahlar ve lisana müteallik notlar ile Cezayir'de (1882 v. d.) tab'edilmiştİr. 2. ffada'ik al-azahir f i mııstahsan al-acviba va 'l-masbhikût v a ’l-hikam va ’l-amsal va ‘l-hikâyat va ’lnavâdir, çok alâka uyandıran hikâye­ leri, halk meselleri, müskit cevaplar v. b. ihtİvâ eder ve her biri bir, iki veya üç fasıldan mü­ teşekkil altı fyadika’ya, yâni bahse ayrılmıştır, F as'ta basılmıştır (bu nüsha Paris Bibi- Nat C a t nr. 3528 ve Brit. Mus, Rieu, Suppl., nr. 1145, I'de bulunan eî-yazmaları ile karşılaştırıl­ malıdır ). B i b i i y o g r a f y a : Ahmed Bâbâ, Nayl al-ibtihâc (Fas, 1317)» s. 293; ayn- mlh, Kifâyat al-muktac ( Medersa d'Aîger nüs­ hası ), s. 153V; Broekelmann, G A L , II, 264; Suppl,, II, 375, ( Moh . B en C meneb.) İEM ‘Â Ş ÎM J Bk. İBN A eim.]



ÎBN a l - A Ş :R. [ Bk. İsnü L’ESÎr.] ÎB N ‘A SK A R . [Bk. İBN ASKER.]



ÎBN A S K E R . İBN 'A S K A R



b. 1578 \ ş:mâî! F as'ta, Kaşr.ai sağır mmtakası dâhilinde a lH ib t ’ta, dolmuştur. Davhai al-naşir li-mahasin man kâna min al-Mağrib min ahi alkarn al-dşir müellifi olarak tanınmaktadır. Bu eser müellifin bizzat tammış ve yahut hakla­ rında başkalarından malûmat toplamış olduğu evliyanın hal tercümelerini İhtiva eder ki, 1575 tarihîne doğru tertip edilmfşt'r. 1573 senesinde Hasani Şarif ‘Abd AHâh al-Gâlib, usûle .aykııı olarak, oğlu Muhammed ’i kendîs’ne halef tâyin ettiği zaman Muhammed ile amcası ‘Abd alMaîih. arasında bu yüzden bîr harp çıktı. İba ‘Askar Muhammed'in tarafını iltizâm etti ve Kaşr al-Kabİr civarında kâin Vâdi ’l Mahâzin muharebesinde Öldüıüîdü. Muhammed ve por* tekizli Dom Sebastian da aynı muharebede maktûl düşmüşlerdir. ‘Abd al-Malik harbin bi­ dayetinde ölmüştür (ağustos 1578; Vafrâni, Nuzhat al-Hâdi, nşr. Houdas, s. 73 v.dd.}. Davfıa 'ya al-Vafrâni tarafından devam olunmuş­ tur; S a f vat man iniaşar min ahbâr salaha alIcarn a lhüdi ‘oşcr, Fas; bk. Muhammed b, alfayyib , Naşr al-rr.aşani, Darha, 1891 ve Naşr al~mascini 1832'de, Fas'ta, taş basması olarak, tab'edümİştır. M uham m ed



‘A l î b . ‘O m a r b . H u s a y n b . M ş b â h ( ? —



İbn b â b û y e .



703



B i b l i y o g r a f y a i „ Daouhat an-Nctckir“ ( frns. trc. A . Graulle, Archives Maro■ caines, 1913, XIX ). ( T. H. WEIR.) ÎBN A L -'A S S A L . [ Bk. İBNÜL’ASSÂL.j ÎBN ‘A T A 'A L L A H . [ Bk. İ b n a t â ü l l a h .] ÎBN A T Â Ü L L A H . ÎBN*ATA* ALLAH , A h ­ m ed



b



. M u ham m ed



A L - İSKANDAKİ



A bu



'l - F a



2l



T â c



a l



- D in



AL-ŞÂZÎLÎ (? — 1309), a ra p m u t a s a v v ı f l a r ı n d a n olup, İbn Taymiya [ b.bk.] 'nin en şiddetli muâmlarmdandır. 16 cemâziyelâhır 709 (21 teşrin II. 1309)'da Kahi­ re 'de, a l Manşüriya medresesinde vefat etmiş­ tir. Broekelmann { GAL , II» 1 17— I î8 ) 'd a zikre­ dilen eserlerinden iab'edilmiş olanlar şunlardır; 1. al-Hikam al-ataiya 796 ( 1 3 9 4 )'da vefat elmiş olan Muhammed b. İbrahim b. ‘Abbâd al-Nafzi al Rondi ’nîn şerhi ile birlikte, (Bulak, 1285, Kahire, 1303, 1306; sahife ke­ narlarında ‘Abd Allah aî-Şarîjâvi 'nin şerhi İle beraber } basılmıştır. Bundan başka kastamonulu Hâfîz Ahmed Mahir'in al-Muhkam f i şark al-hıikam adındaki türkçe şerhi 1323'te İstan­ bul ’da basıldığı gibi, meelıûl bîr müellif tara­ fından malay lisanı İle yazılmış ve 1302 'de Mekke 'de basılmış olan bir şerh Snouck Hurgronje ( Mekka, II, 387, 7,2 ) tarafından zikre­ dilmektedir. îspanyah mutasavvıf Muhammed b. İbrahim al-Rondi { Ölm. 796 — 1394) 'nin şerİ i bugün bâlâ Tunus'ta Çim i' alzaytüna *de tasavvufa dâir müh»m bir ders kitabı hizmetini görmektedir ( REI, 1930, 2,433). Tâc al-'arus va kam' al-nüfûs (yahut al-Hâvi li iahzib al- m ıfü s ; Kahire, 1275, r.282, 1303, 1327), 3. Lata if al minan f i manökib al-şayh Ahi ‘l-Abbâs va-şayhiki Âbî 7 - Haşan, sârilerden Şihâb al Din Ahmed alM u ’ Sİ ( ö*m. 6 8 6 = 1 2 8 7 ) ile hocası Tâki al-Dîn *A li b. ‘Abd Allah aî-Şâzıli (Ölm. 656 = 1258 ) 7 r!n hâl tercümeleridir; 1304 'teT unus'ta ve 1277’de, taş-basma olarak, Ka­ hire'de ve bir de al-Şa'râni'nin Lafa'if al-mi­ nan adlı eserbrn kenarında, Miftüh al-falâh va mişbâh al-arvâh ile birlikte, 13 2 1'de, neşre­ dilmiştir. B i b l i y o g r a f y a: SuV.:i, Tabahüt alşâfı iya al-ktıbrci, V , 176; Suyütî, ffusn al-muhatara, I, 301 1 'A li Başa Mubarak, alHitai a'-cadıda, VII, 70; \VustenfeId, Die Geschichtschreiber der Araber, nr, 382. ( C. Brockelm ann .) İBN a l - A V V A M [ Bk. İbnOl 'avvâm .) ÎBN :A Z A R Î [ Bk. îbn ‘ İzâr I.] İBN B Â B Ü Y A [ Bk. İBN~BÂBÛYE,] İBN B Â B Û Y E . İBN BÂBÖ YA, A b ü C a V a r M u h a m m e d b . A l I b . y u s a y n b. M ü s â a l - K u m Mİ A L - Ş a d G ç (?■ — 99* )> ş i ’ î m e z h e b i n i n dört büyük muhaddisinden biri­ d i r . Genç yaşında (355 = 966) Horasan'dan



?04



ÎBN BÂBÜ YE -



İBN BÂCCE.



Bagdad'a geçti, Orada Büveyhîlerden Rukn al- nin hazînelerini ortaya koymağa muvaffak olaDavîa ( 320— 366 = 932— 976) taralından pek madan bu İşler onun ölümünü intaç etmişti". Kendisinin hayatı Saragossa, îşbiliya, Gır­ ziyâde itibar gördü ve bir çok müstakbel âlim­ ler onun derslerinden feyiz aldılar. 381 (991 ) nata ve Fas şehirleri arasında geçmiştir. Gır­ senesinde Rey 'de vefat etmiştir. Al-Şadük is­ nata ve Saragossa vâlîsî olan Abu Bakr b. mi ile de mâruftur. Muhtelif eserleri arasından İbrahim aî-Şabravi ’nin vezirliğinde bulundu­ ğunu söyleyenler olduğu gibi, Abü Bakr Yahya aşağıdakileri zikredelim: 1. Kitâb man la yafaiburuhu 'l-fakik, şi’î ha­ b. Tafşin 'in nezdinde vezirlik etmiş olduğu­ dîsleri hakkında bir eser olup, al-Kutub ahar« nu söyleyenler de vardır ( bk. İbn al-Kifti, Târik ha a nâmı verilen dört kitaptan biridir. Bunla­ ahhukamâ ). Bu suretle siyâsete ve ıdâreye karı­ rın diğer üçü şunlardır: a. Abu Ca’far Muham- şan İbn Bâcca"nin mensup olduğu emîr Abü med b. Ya'Jcüb al-Kulini ( Ölm. 328 = 939 ya­ Bakr b. İbrahim 'in mağlûbiyeti üzerine, Fas 'a hut 329=946 ) 'nin eseri olan al~Kâfi; b. Tak- gitmek üzere, yola çıkan bu feylesof Şatbiya 'de zlb alafıkâm , c. al~îstibşâr. Bu son iki kitab Murâbıtlar etnîri Abü İshâk İbrahim tarafından Abü Ca far Mulıammed b. al-fdasan b. 'A li al- tevkif ettirildiği gibi, daha evvel Saragossa'da Tüsi 1 ölm. 460 = 1067 ) 'nindir. 2. Ma’ani ’l- vezîr iken sefaret ile gönderildiği bir yerde ahbâr, bu da şi'î mezhebi hadîslerini camidir. de hapsedilmiş ve îşbiliya'de bir zaman ka­ 3. ‘ Uyühakbâr ahRizâ, şİ'îlerin sekizinci imamı lıp, eserlerinin bir kısmını orada yazdıktan son­ olan ‘AH al-R izi 'tun hayatı, sözleri ve mesleği ra Fas 'a gelince, saraya intisap ederek, tabâbet hakkındadır. 4, Kitâb ikmâl al-Din va itmam icrasına başlamış ve yukarıda söylediğimiz gibi, ahnı ma, imam Mahfi *nin şi'î mezhebine dâirdir orada vefat etmiştir. Genç denilebilecek bir yaşta vefat eden İbn Bâcca kendisinin şu kısa ( E. Müller tarafından kısmen Beiir. zur Mahdilehre des Islams, Heidelberg, 1901, I'd e tab’- ömründe asla bahtiyar olmadığını söyler. Ek­ seriya ölümü son bir sığınak olarak hayata edilmiştir ). Eserleri yekûnunun üç yüze baliğ olduğu zann­ tercih etmiş ve maddî ihtiyacdan ziyâde mane­ edilmektedir; al-Nacâşi, gSst. ger., s. 276; îbn vî yalnızlık onun rûhu üzerinde ağır bir te’sir yapmıştır. De Boer zaman ve muhiti ile uyuşaBâbuya'nin 193 eserini saymaktadır. B i b f i y o g r a f g a : Fihrist, s. 196; al- madığını eserlerinden anlamak kabil olduğunu Tüsi, Fihrist, ar. 661; al-Nacâşi, Kitâb al* söylemektedir ( bk. T. J de Boer, The Hisiory rical (Bombay, 1317 ), s. 276; Maniaha’hma - of Phtlosophy in İslam, London, 1933,s. 176 v.d.). Kendisinin serbest fikirli olmak ve tabi'î ilim­ fzâl, s. 282; Amal abâmil, s. 65 ; Ravzât alcannat fi ahvâl al* ulama3 va ’bsâdât, s. ler düşkün olup, bilhassa Aristo felsefesi ile ve S57 î Brockeîmann, G AL, I, 187 ; SuppL, 1,321 bu felsefenin şârihi Fârâbi ’nin eserleri İle uğ“ v.d.; Goldziher, Abkandlungen zur a r a b . Phi~ raşarak, ilahiyatı bîr tarafa bırakmış olmakla» itham ediid’ği ve ona dinsiz ve Allah münkiri îologie,Jl, 6 5 , ( M . H i d a y e t H o s a i n .) sıfatları da izafe olunduğu muhakkaktır. Kendi İBN B A C C A . [ Bk. İ b n b â c c e .] İBN B  C C E . İBN B  C C A A bu Bakr Mu- zamanında yetişen Kala id al*''ihyan va maH A M M E D B. Y a H Y  ( ? — 1138; lâtincede bu }}âsin al*a Paris, 1927, s. 383 v. d d ,; Asîn Palacios, El filoso/o Zaragozano Avenpace, Revîsta de Aragon, ağustos, 1900). Berlin kataloğundan öğrendiğimize göre, bu 24 parça yazma İçinde eksik kalmış olanlar var ise de, tamam olanları arasında Aristo fel­ sefesine dâîr ( Şarh-i kitâb al-sima', F i T-ustuku&âi, Kitâb al-katın va ’l-fasâd, min asar al-'ulviya, Fi 'l-'akl, F i ’l-nafis, Risâla ittisal al- alkl bi 'l'insân v.b.) eserler bulunduğu gibi, tıbba dâir (Şark fi ’l-fuşül al-Bokrât, Ta'âlik f i ’l-adviya ’l-mufrada, al-makâlâ, f i ’l-hamyâ') ve tabiiyâta dâir ( F i ’l-nabât, Kitâb alhayvan ve Makâla al-îskandar f i ’l-basar, Makâla al-İ$kandar f i 'l-lavin ) ve astronomiye dâir { fi ’l-hatfa) risaleler ve Risâlat al-vada bulunmaktadır. Şimdiye kadar Risâlat al-vada ’dan başka risâleler hakkında yapılmış yerli ve eenebî bir tetkik bulamadığımız gibi ( msl. Şerefeddin Yaltkaya, yukarda ismi geçen ma­ kalesinde, bu eserlerin arapça asıllarının mev­ cut olmadığım işaret edip geçmiştir ), bu za­ manda bu eserleri yahut mİkrofotografîlerîni getirtmek kütüphanenin şimdi bulunduğu mevkî ve siyâsî vazıyet dolayıaı ile mümkün olama­ mıştır, Ancak Risâla f i ’l-haya'de Batîamyus «Um AneîkiopedUî



70S



sistemini tenkit ettiğim îbn Maymun 'un Datâlat al-haırin adlı eserinden anlıyoruz ki, bu tenkitleri ile halefleri Ibn Tufayl ve al-Bitrüci 'ye, Batîamyus sistemine hücum için, yol açmıştır. Bütün bu eserleri hakkında her şeyden ev­ vel toplu bir bakışla bîr fikir edinebilmek için, Ibn Bacca 'nin zamanında yaşamış olan îbn Tufayl'in Hayy îbn Yakzân adlı eserinin mu­ kaddimesinde yazdığı şu cümleleri u/nen nakl­ etmek faydalıdır; — „Onun eserlerinden bir ço­ ğunu ikmâl edilmemiş yahut nihâyetleri değiş­ tirilmiş olarak buluyoruz. Meselâ F i ’l-nafîs ve Tadbir al-mutavahhid isimli eserleri man­ tık ve tabiat ilimlerine dâir olan eserleri gibi. Tam olarak elimize geçen eserlerine gelince, bunlar hep küçük ve çabuk kaleme alınmış ( 'icâla ) eserlerdir. Kendisi de itiraf ediyor ki, ittisal al-insân bi ’l-'akl isimli kitabından va­ zıh bir fikir almak için, çok zahmet çekmek lâzımdır ve bir çok yerlerinde ibarelerin terti­ bi mükemmel değildir"— . Bu sözlerden sonra îbn Tufayl İbn Bâcca 'yi şahsen tammadığ m ve an­ cak eserleri vâsıtası He bu malûmatı edindiğini söyler ki, bu suretle İbn Bâcca ’nîn îbn Tufayl 'in hocası olmadığı ve binâenaleyh kendi vefa­ tında ancak 12 yaşında bulunan İbn Ruşd’ün de, Ernest Renan ’m ifâdesine rağmen, hocası olamayacağı ve eski kitaplarda bu husustaki rivayetlerin hakikate uymadığı tabiatiyle an­ laşılmış olur. F e l s e f e s i . İbn Bâcca ’nîn yarıda bırakmış, sonradan başka bir yerde tekrar ele almış ol­ duğu felsefî ve ümî meselelere bakılırsa, ken­ disinin muttasıl eski yunan felsefesine ve il­ mine nufûz etmeğe çalıştığı, umumiyet itibârı ile, iddia olunabilir. Bundan başka mantık ve metafizik görüşünde Fârâbi 'den hemen hiç ay­ rılmaz. Evvelâ Risâlat al-vadâ"da insan var­ lığının, ampirik bir yoldan ferdî gtbi kabul edilmiş olan ruhların birliğinin kuvveden fi'ile Çıkması esnasında, ferdiyeti aşarak, ‘akl-i fa'âl ( feyz-i ilâhı ) Jle iştirak etmesinden ibaret olduğunu söyler. O hâlde İnsanlık gayesine, umûmî ve şâmil bir hâdise olan taakkul He, vusûl kabildir, fîinânenaleyh îbn Bâcca 'ye göre Gazzâlî, derûnî bîr tecerrüt sayesinde, yüksek âlemin keşfi kabil olacağını söylemekle aldanmıştır. Tasavvuf İbn Bâcca için bir hatâdır ve bu itibarla diğerlerine vaaz ve nasihat edilen tasavvuf bir İğfal vâsıtasından ibarettir; yâni İşrâkî bir yoldan hakikate tamâmen vâsıl ol­ mak ümidi ile erişilen saadet pek ucuz bir saadettir ki, feylesoflar bu saadet arkasından koşmaktan çekinmelidirler. Yalnız saf ve salim ve hîssî heyecanı arzular ile bozulmamış olan tefekkür Allaha varmak kudretini hâizdir. 45



yo6



İBN BÂCCE.



İbn Bâcca 'nin diğer eseri olan Taâbir al-muiavahkid'de Fârâbi 'nin Kitâb cam bayn alra'yay hahımayn adlı eserinden mülhem ola­ rak mutevâhhid, yâni tecerrüt elmiş münzevînin yaşadığı siyâsî realite âleminin zaman ve me­ kân imkânlarının ötesine geçerek, semavî değil, fakat arzî bir Medine, msî. Fârâbi 'nin Madinai al-fazila 'sı gibi, bir Medine ’nin vatandaşı olmasını kabul eder. Bu Medine 'de insanlar mutlak akıl ölçüleri ile ve ferdin, bütün içine intikali ile yaşarlar; münzevî (mutevahhid), maddî ve mi nevî fizik ve sihhat noktasından ne hekime, ne de rûh hekimi olan hâkimlere muhtaç olmayan bir siyâsî cemâat fikri arka­ sından koşarlar, İnsan adetâ bahçıvanın maharet ve gayretine ihtiyaç göstermeyen ve açık ha­ vada yetişen nebatlar gibi neşv ü nümâ bulma­ lıdır ( bk, Tadbîr al-mutavahhid, nşr, Asîn Palacİos,' Madrid, 1946, s. 8 v.d.), İbn Bâcca muhtelif eserlerinde Ar'sto ve Fârâbi 'nin akıl­ lar kategorilerine geçer. İbn Bâcca'ye göre na­ zarî akil ferdiyet karakterini taşır. Bu yalnız uzvî bîr terkip olan insan için ve taakkule mevzu olan bütün diğer eşyâ için de bÖyledir. Biî'akis yalnız ‘akl-i fa'âl ’dir ki, küliî kaziyeî in namütenahi kuvvetine sâlıiptir. İşte burada İbn Ruşd İbn Bâcca'yi, akl-i maddînin kuvve­ tini azaltmış olduğundan dolayı, tenkit eder. İbn Bâcca maddî aklın nazarî akıl içinde mâ­ hiyetini kaybettiğini iddia eyler. O hâlde İbn Bâcca için ancak ikİ akıl vardır kî, bunlar­ dan biri akl-i maddî demek olan ve aşağıda zikredeceğimiz idrâkleri tazammun eden nazarî akıî, diğeri tecridi tâyin ve te'min eden bir prensip olan ve yalnız başına küllilere vâsıl ol­ mak kudretini hâiz bulunan faal akıldır. Bunlar­ dan birincisi kadîm değil ve fesadı kabildir. İkin­ cisi bİl’akis ezelî ve ebedîdir. Bunlardan birincisi tamamen beşerî iken, İkincisinin menşe’i İlâhî ve bakîdir. Birinci akıl Albertus Magnus'un ibn Bâcca 'den alarak, „Phantasia içinde ph ant azma" dediği şeydir ( bk. Albertus Magnus, De Anima-i I, 111). Bîr de yine Albertus Magnus De unitate iniellecitıs contra a-veroitas adlı eserinde akılla­ rın birliği hususunda İbn Bâcca 'nin fikirlerini tamamen nakletmişür. Yukarıda söylediğimiz gibi, İbn Bâcca'nin bahis mevzuu ettiği meseieierin mühimlerinden biri de, insanın mücerred eşya­ nın idrâkine ve yahut diğer bir tâbir iie mü­ cerred akıl olan ‘akl-i fa 'â l'e ittisali mümkün olup-olmadığı meselesidir. Aşağıda göreceği­ miz idrâk kuvvetlerinin ‘aîd-i fa'âl'in te’siri altın­ da akl-i nazarî ( = maddî akıl veya akl-i müstefad) ye vâsıl olacağını İbn Bâcca iddia eder. Diğer taraftan İbn Bâcca biri harekette, biri sükûnda olmak üzere, İkİ türlü varlık mütâlea eder. Harekette olan varlık cİsroânî bir suret­



tir ve hareketi mahduttur; müienâhî olan vü­ cut ile izah edilemez. Bil 'akis nihayetsiz hare­ keti izah edebilmek için, nihayetsiz bir küvet ve yahut ebedî bir hüvviyet, yâni bir rûh, lâzım­ dır. Binâenaleyh cismânî yahut tabi'î olan eşyâ hâricden harekete getirilmediği ve hadd-i zâ­ tında hareketsiz olan rûh cismânî eşyâya ha­ reket verdiği için, İnsanm akıl ve ruha ittisali keyfiyeti hayli müşkül bir izaha muhtacdır. Ma­ mafih İbn Bâcca bu ittisalin İbn Tufayl gibi tasavvuf ile değil, teoerrüd vâsıtası ile mümkün olacağına kaildir. Bundan başka İbn Bâcca’yi en çok meşgul eden meselelerden biri de, Aristo’nun müfessİrlerinden Aphrodis’H Alezander ile diğerlerini de meşgûl eden insan aklının mücerret mâkûlâta iştirak edebilmek üzere, ‘akl-i fâ'il'e ittisali müm­ kün olup-olmadığı meselesidir. Eğer İbn Ruşd 'ün anlayışına uyulursa İbn B lcca'ye göre, idrâk kuvveti — ki ona maddî akıl da diyebiliriz — insan rûhunu mâkuîâtı kabûl etmek için, hazır­ layıcı bir kuvvettir. İşte bir idrâk hâlim alan bu kuvvet üzerine faal akıl te sir ederse taakkui hâlini alır. İbn Bâcca evvelden farzolunan bu idrâk kuvvetlerini hem hareket ettirici ve hem hareket edici hâlde tasavvur ettiği için, İbn Ruşd'ün tarizine uğramıştır ( bk. ibn Ruşd, ‘Ilm aî-na/s ). İbn Bâcca 'ye göre, şeffaf madde­ yi fiil ve harekete getiren ancak renktir. Ş ef­ faf olan nesnede fiil ve hareket olan şey mad­ deden başka ne olabilir ? Esasen şeffaflık renk imkânlarından başka bir şey değildir. Burada mudrak ve yahut idrâk fiili mevkiinde olan renk hem bizzat fiil ve hem bizzat fiili doğu­ ran nesne demek oluyor. Bu kabil nesneler, bizim nefislerimizin hâricinde, bi'l-kıivva mevcuttur. İşte İbn Bâcca ’nîn kitaplarının eksiklikleri, bazılarının ifâdesinin güçlüğü dolayısı ile, avrupalı müsteşriklerin güçlükle çıkarabildikleri neticeler mümkün olduğu kadar vazıh bir şe­ kilde, yukarıya nakledilmiştir. İbn Bâcca 'nin felsefe ve ilmi henüz lâyikı ile tetkik edilme­ miş olduğundan, Berlin kütüphanesindeki risa­ lelerinin, elde edilerek, tetkiki İle felsefesi ve ilmi hakkında daha vazıh malûmata, sahip ol­ mak mümkün olacaktır. Her hâlde İbn Bâcca Fârâbi 'den ve onun vâsıtası ile Eflâtun veAristo'dan çok müteessir olmuş bir feylesof olup, tıpkı Eflâtun ve Fârâbi gibi ütopik bir Medine üzerinde oldukça heyecanla düşünmüş ve bu medine sâkinlerinin dünyevî ve maddî zevkler iie alâkalarım kesip, birbirlerine mu­ habbet ile bağlı olacaklarım ve oradan mahabbat Allah 'a vararak, o merhalede akl-i kül! olan Allah ile birleşeceklerini ifâde etmiştir. B i b l i y o g r a f y a ı İbn Hakan, Kala'id, . s. 298 v. dd.; İbn Haîlikân, Vafayât. . . ( nşr.



İBN BÂCCE — İBN BATTUTA.



707



İBN B A Ş K Ü V Â L . İBN B A ŞK Ü V Â L, A bu Wtisteafeld ), nr. 681 ; İba Abi Uşaybi'a ( nşr, Müller), H, 62 v.dd. i İba al-IÇifti, Tarih ’jl-K âsîm H a l a f b. 'A bd a l -Ma l 1k b . Mas öd abhukama ( nşr. Lippert ), s, 406 ; Munk, B. MÖSÂ B. B a ş k u v â l b . Y ösuf b . D a h a b . Melanges, s. 383 v.d d .; Leeîerc, Histoire de D â k a b .. Na şr b , cA bd a l -K arîm b. V â k İd a l la midecine arahe, II, 75 v .d d .; J. de Boer, A nş ÂRÎ ( ı ı o i “ î i 83), aslen Balangiya ( VaGeschichie der philosopkie im İslam, s. 156 îencİa) şehri yakınlarında Şorroyon (Xorroyon, v. d d .; G. Quadri, La philosopkie arahe Sorrion) lu olup, 3 zilhicce 494 {29 eylül dans Veurope medievale ( Paris, 1947 ), s. n o ı ) 't e Kurtuba'da doğmuştur. Doğduğu şe­ 154 v.d.; Ernest Renan, Averroes et VAverr- hirde ve îşbiliye 'de tahsil edip, hadîs ve ta­ o ’sme (Paris, i 8 6 j ), s. 32, 67, 95, 98; Don rihte ve bilhassa memleketinin tarihinde geniş Miguel Asin Palac’os ( Tadbir a l muiavah- malûmat sahibi olduktan sonra îşbiliye ’nin bir fıtd) El Regimen del solitario ( Madrid*Gır­ mahallesinde bir müddet kadı Abü Bakr İbn nata, 1946 ); Şerefeddin Yaltkaya, ibn Bâce- ai-'Arabİ ’ye naiplik etmiştir. 8 ramazan 578 Avempace, felsefe ar kivi,l, 77;L eoa Gant» (4/$ kânun II. 1 1 8 3 ) 'de, salıyı çarşambaya iııer, ibn Roshd ( Parîs, 1948). bağlayan gece, Kurtuba'da vefat etmiştir. Baş­ lıca muallimleri şunlardır : Abü Mubâmmed İbn ( A bdülhak A dnan — A d iv a r .) ‘Attâb, Abu ’l-Valid îbn Ruşd, Abu Bakr İbn ÎBN B A D R U N .J Bk. İBN bedrûn .] al-‘Arabi v.b. Hepsi kendisinden evvel vefat İBN a l - B A Y T A R . [ Bk. Ibnü lbaytar .] eylemiş olan talebesi arasında Abü Bakr b. İBN B A K İY A , [ Bk. îbn b a k îy e .] İBN B A K İY E . İBN B A K İY A , Na ş Îr a l - 1 Hayr, Abu ’l-Kâsİm al-Kant ar i v.b. zikredil­ D a v l a A bu 'L-Tâh Ir Muhammed b. Muhamîmed mektedir. . Hâl tercümeleri yazan arap müellifler ara­ B. B AÇ İYA (928— 978), B ü v e y h î l e r d e n B a h t i y a r ’ı n v e z t r i . Avaoâ'dan olan İbn sında îbn Başkuvâl derecesinde şöhret sahibi Balcıya aşağı tabaka haîk içinden çıkmıştır. Evve­ olan azdır. îbn al-Abbâr bu zâtın kurtubah lâ Ma izz aî-Davîa ’nin sarayında mutlak nazırlı­ hadîs âlimlerinin sonuncusu olduğunu ve İspan­ ğı hizmetinde bulundu ve zilhicce 362 (eylül ya tarihine vukûf hususunda eşi bulunmadığını 9 7 3 )'de, Bahtiyar tarafından, vezir nasbediidİ. beyân eder. Te’lif etmiş olduğu söylenen 50 eserden Bagdad'ın zaptından ve Bahtiyar'm 364 (97$) 'te 'A lud al-Davia tarafından hapsedilmesinden ancak şunlar mâlûmdur: 1. 3 cemâziyeîevvel sonra, İbn Balcıya !Azud al-Davla tarafına geçti 534 (27 kânun I. 1 1 3 9 )'te ikmâl edilen ve ve kendisine VSsit ve civârı verildi. Bu şehre Endülüs âlimlerinin alfabe sırasına göre tan­ geür-gelmez ‘Azud al-Davla ’ye muhalif bîr zim edilmiş hâl tercümelerini ihtiva eden K ivaziyet aldı. vAzud ai Davia mağlûp oldu ve tâb al-şila f i târih d’immat al-Andalus. . . payitaht olan Bagdad '1 Bahtiyar 'a bırakarak, ( bu îbn al-Farazi 'nin hâl tercümesi kitabının aî-Fârs'a avdete mecbur kaldı. Bunun üzerine bir zeylid ir) adındaki kitabı F. Codera tara­ İbn Bakıya Bagdad ’a dondu ve Bahtiyar '1 fından ( Bibi, arab. htspana, Madrid, 1883,1, I I ) fAzud al-Davla aleyhine tahrik için, bütün neşredilmiştir; 2. İsimlerinin yazılışı güç veya gayretini sarfetti. 366 (976 —977} senesinde birbiri ile karıştırılması muhtemel olan muhad*Azud al-Davla harekete geçerek, Bahtiyar'ı dislerin adlarım gösteren ve $ ayrı şekilde tertip aî-Ahvâz 'da mağiûp etti. Bahtiyar firara mec­ edilmiş Kitâb al ğavâmii vahmubhamat mîn bur oldu ve Vâsit 'a gitti. Aynı senenin zil­ al-asma ( Berlin, Verzeichn., nr. 1673); 3. K i­ hiccesinde ( nisan 977 ) İbn Bakıya 'yi, aşırı tâb al-Mustağîşin billâh ta’âlâ 'inda ^-mühim­ derecede müstakil hareketlerinden dolayı, tev­ mat va ’l-hâcât va T- Mutazarrıın ilaihi subkif ederek, gözlerine mil çektirdi. Çok*geçme- hönahu bi ,l-da— 19*»), türk ve moğul kavîmleri He Oğuz boyları hakkında tarihî ve et­ nolojik malûmat ihtiva etmektedir. Yazıcı-zade 'mn, bu kısmı yazarken, diğer bâzı kaynaklarla beraber »Uygur hattı ile yazılmış Oğuz-nâme 'den" faydalandığı ileri sürülmüş ise de ( b k . F . Köprülü, Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar, İstanbul, 1919,8. «79, not r } doğra değil gibi görü­ nüyor. Çünkü, Yazıcı-2âde, Câmi'-al iavörih 'in mukaddimesini satır-satır tercüme etmiş ( krş. Macmua-i ff âf i z Abru, Topkapı Sarayı, Bağdad Köşkü kütüp., nr. 282, var, 318b v.d.), sâde­ ce Dede Korkut ile ( bk. P. Wittek, The rise of the Ottoman Empire, London, 1938, s. 10; O. Şâik Gökyay, Dede Korkut, İstanbul, 1938,5. XL) ve Ak-koyunlu beyi Kara-Osman île ( Osman Gâzî île değil; bk. W.Barthold, Turkesian down to the Mangal invasian, London, 1928, s. 461 ; A . Zeki Velidi Togan, Umûmî Türk tarihine giriş, I, 101 ) ilgili bîr kaç cümle ekle­ miştir. t. kısım (Revan Köşkü kütüp., nr. 1392, var. 16b— 81»), İran ve Irak Selçukları tarihî­ dir ve Râvandı 'nin Rahat al-şudür 'undan ter­ cüme edilmiştir. 3. kısım ise ( Revan Köşkü, kütüp., nr. 1390, 26b— 262» ), „Zikr-i pâdişâhî-i Sultân Sulaymân-şah dar Rümu faslı ile baş­ lamakta, bu fasılda Anadolu Selçuklu devleti­ nin kuruluşu hakkında kısa malûmat verildik­ ten sonra, abAvâmîr al^altfiya 'nin, başlıkları aynen muhafaza edilmek üzere, tercümesi gel­ mektedir. Bu tercüme, mümkün olduğu kadar, asla sadâkatle yapılmış» yalnız bazı arapça manzumeler ve zor ibareler atlanmıştır. '‘Ala al-Diu Cuvayni 'nîn medhine tahsis edilen par­ çalara Sultan Murad II. 'm ismi konulmuş, yal­ nız İbn Bibi 'nîn ebeveyninin hayatına tahsis ettiği fasıl tamamen çıkarılmıştır. Mütercimin, İbn Bibi 'nin ve eserinin adını hiç zikretme­ mesi şayan-i dikkattir; yalnız bîr yerde ( bk. nşr. Houtsma s. IX ) „Mu’aiIif-i aşl-t kitâb ba­ bası" diye Macd al-Din Mobammed 'den bahs­ ediyor. ; Yazıcı-zâde, a(-^4 aU’alaiya metnine bazı ilâveler de yapmıştır. Ezcümle büyük emirlerin, muhtelif Oğuz boylarına mensubiye­ tini bildirmiş, muhtelif vesilelerle Selçuklu devletinde Oğuz töresinin tatbik edilişine âit bâzı malumat vermiştir. Bunların kendisi tara­ fından uydurulduğu zannedilmektedir. 4. kısım (Topkapı sarayı müzesi, Revan köşkü kütüp., nr. 1390, vr. 262® — 280“ ), yine Raşid al- Din 'den tercüme edilmiştir ( krş. History of Ghazan Khan. Persian text, nşr. Kari Jahn, GMNS, London, 1940, XIV, 76 v.d.). Yalnız araya ‘Alâ



al-Dın KaylçübSd b. Farâmurz ve Osman Gâzî hakkında bir fasıl eklenmiştir ( 267 « — t»). 5. Kısım (280* — 286») Gazan Han’ın ölü­ münden sonra »Memleket-! Rûm'un ahvali" 'ne âit mühim bir fasıl ( bk. Paul Wittek> Men­ teşe beğliği, XIII, — X V , asırda Garbt Küçük Asya tarikine âti tetkik, trc. O . Ş, Gokyay, An­ kara, 1944, s. 32 v .d .) ile Muzafferi, Gaznevî ve Oamanlı hanedanlarının menşe'ini ilgilen­ diren üç hikâyeyi İhtiva etmekte, Murad II. 'a hitaben yazılan bir manzûme İle eser sona ermektedir ( Bu manzûme yalnız Topkapı sarayı müzesi, Revan köşkü kütüp., nr. 1390 ’daki nüshada bulunuyor : var. 286 “ — 287 *»). Gerek Türkiye ve gerekse Avrupa kütüpha­ nelerinde Yazıcı-zâde 'nin eserinin muhtelif nüshaları vardır. Fakat bunların hepsi az çok noksandır ve ancak birbirleriyle mukaye­ sesi sayesinde eserin tamâmı hakkında bir fikir edinilebilmektedir. Esâs itibârı ile bu nüshalar üç gruba ayrılm aktadır:ı. E s e r i n t a m a m ı­ n ı i h t i v a e d e n n ü s h a l a r : Topkapı Sarayı, Revan köşkü kütüp., nr. 1390 (fakat Irak S e l ­ çukluları kısmı noksan ), 1391 ( Anadolu Selçuk­ lularına âit kısmın baş tarafı noksan; ayrıca en sondaki manzume y o k ); Paris, Bibi. Nationale, Suppl. turc., 737 ( görünüşe göre, Re­ van köşkü kütüp., nr. 1391 'deki nüshanın eşi, bk. E. Blochet, Catalogue des Manuscriis turcs, Paris, 1933, II, 47 v.d.). 2. B a ş t a n i t i b a r e n „Zik- ri ikâmat-i Sultan ba-mavşi’-i Kaykubadi ya* f a s l ı n a k a d a r ( bk. Recueil de Textes relatifs â Thistoire des Seldjoucides, III, 326). g e l e n n ü s h a l a r : Leiden, Warner kolb, 419 ( Catalogus codicum orîentalium Bibliothecae Academiae Lugduno-Batavae, 111, 24, nr. 942 ); Topkapı sarayı müzesi, Revan köşkü kütüp., 1392; Ankara Dil ve Tarih Coğ­ rafya Fakültesi kütüp., İsmail Sâib koli., 1, 1737; İstanbul Üniversite kütüp., nr, 1114; Paris, Bibi. Nationale, Suppl, türe, nr. 1185. 3. „Zikr-i vurüd-i rasülân-i Sultân Calâl al-Din“ faslına kadar ( bk. Recueil, IV, 407 ) y a l n ı z A n a d o l u S e l ç u k l u l a r ı t a r i h i n i i h t î v â ed en n ü s­ h a l a r : Revan Köşkü kütüp., nr. 1393; Paris, Bibi, Nationale, ancien fond 62 ( Blochet, Csfalogue, 1932, L 24 v.d .). Ayrıca Moskova 'da Dev­ let Umûmî Tarih kütüp. ( bk. VI. Gordlevskiy, Gosudarstvo Selcukidov Malay A z ii, Moskova, 1941, s. 9) ve Leningrad'da A sya Müzesinde ( nr, 560, bk. W. Barthold, Turkesian, s. 29 ), Berlin 'de, Staatsbibîiothek 'te ( bk. P . 'Wittek> Der İslam, 1932, XX, 202, not 4: tamam bîr nüsha l ) üç nüsha bulunmaktadır. Bun­ ların durumu hakkında kat'î malumat elde edilemediğinden yukarıdaki tasnif içine soku­ lanındı.



• İBN B İ B İ



Yazıeı-zâde ’nin eserinden bâzı parçalar, İik defa V. D. Smİrnov tarafından yayınlanmış ( bk. öbraztsovıya proızvedeniya osmaniskoğ liieratuti, Petersburg, 1903, s. 2— 16 ); Houtsma ise Paris ve Leiden nüshalarından faydalana­ rak, Anadolu Selçuklularına âît kısmını, Zikr-i vurüd-i Rasülân-i S, Caİâl aî-Din bahsine kadar, neşretmiştir: Histoire des Seldjoucide s d‘Asie Mineure d*apre s İbn-Bibi. Texte turc pubîie d’apres les Mss de Leide ei de Paris, Leiden, 1902 ( Recueîl de fextes relaiifs d l’hisioire de Seidjoucides par M. Th. Houts­ ma, III). Necib Asım da, Revan köşkü nüs­ halarım ele alarak, eserin tamâmını neşre teşebbüs etmiş ise de, yarıda kalmıştır (b k. M. Hartmann, Der İslam, VIII, 322), Yazıeı-zâde ve eseri hakkında ayrıca bk. Vladimir Gord* ievskiy, Kommentariev k sair o osmanskamu perevodu kkroniki Maloaziyskikh Selcukidov, tak nazîvayemoy khroniki Ibn Bîbî = Ibn Bibi vakayinamesi denilen Küçük Asya Selçukluları vekayinûmesinin eski Osmanlıcaya tercümesi üzerine açıklamalar ( Drevnostî Vostoçniya, 1912; I V / l ) ; krş, Der İslam, 1913» IV, 133, nr. 19; M. İqbâl, The Râfıatu’s-şudür by ar-Razoandi, GMNS, London, 1:921, II, IX, X X X V I; F. Babinger, Die Ceschictsschreiber der Osmanen und îhre Werke, Leipzİg, 1927, s. S— 9; W. Barthold, Turkestan, s. 29 v.d,; Mârquart, Osttürkische Dialektstudien, s, 53, not 4; P, Vfittek, D er İslam, 1933, XX, s. 202; Abdüİkadir İnan, Orun ve ülüş meselesi ( Türk Hukuk ve îktisad tarihi mecmuası, 193.1, I, 131 v.d,; joseph Schacht, A us den Bibliotheken von Konstaniînopel und Kairo ) Abh. d. Preuss. Ak. d, IFıss., Jahr. 1928, phil.- hisi. K l., nr. 8, s. 62 ( Revan Köşkü nüshalarının tavsifi); Storey, Persian Literatüre, 11/2, s, 409. Mükrimin Halil Yınanç, Yazıeı-zâde’nîn eseT rînin sonuna bazı malûmat eklenmek sure­ tiyle, Medhi Çelebi (Babinger, CO W , s. 261 )> tarafından ihtisar edildiğini yazıyor ( Türkiye iarihi, I, s. 11). P aris'te Bibi. Nationale'de bulunan ( türkçe yazmalar, nr. 1182; Bîochet, Catalogue, II, s. 190) Muntahab-i tavdrik-î Salâçika her halde bunun bir nüshası olmalıdır. Sayyid Lokman b. Husayn ■ al-'Aşüri de (bk. GOW\ s. 164 v.d.), Oğuz-nâme diye şöhret bulan eserinde, Yazıeı-zâde 'yi hulâsa etmiştin Bu eserin yeğâne nüshası Viyana 'dadır ( bk. G. Flügeî, D ie arab., pers.', und iürk Haudschriften der kaîserlich-königl. Hofbibl, zu Wien, 1865, II, 223); eser "W. Lagus tarafından neşr ve İatinceye terecine edilmiştir: Seid Locmanî ex libro Turcico qui Oghusname inseribitur excerpia primus edidit, laitne versit explîcavit Jac. Joh, Wlh. Lagus ( Helsidgforsiae,



m



1834; ayrıca bk. Georgı D. Balascev, Les relations enire Yempreur Michel V lIL Paleologue et VEtat des Ogouz nouvellement eriğe avec son concours surla cöte ouest du Pont Euxin. I I P Congres International des etudes byzantînes, Athenes, 1930, Comptes-rendas, Athenes, 1932, s. 175 v.d.) Ibn Bibi 'nin hayatı hakkında ilk defa, eserinin muhtasarından faydalanmak suretiyle, Ch. Schefer malumat vermiş ( bk. Quelques chapitres de Tabrege du Seldjouk Nameh compose par Vemir Nassir Ed-din Yahza. Rectıeil de Texies ei Traductions publie par les professeurs de l ’Ecole des Langues orientale vivantes â l ’occasion du VH P Congres Inter­ national des Orientalistes tenus â Stockholm en 1889, Paris, 1889, s. 3 v.d.); Th. Houtsma ise, Muhiaşar 'm neşri başına eklediği mukad­ dimede ( bk. Recueil des textes relatifs â VHistoire des Seidjoucides, Leiden, 1902, IV, $— 16), bu malûmatı tashih ve tafsîl ede­ rek, tekrarlamıştır. Ayasofyadaki mufassal nüshanın ilim alemince tanınmasından son­ ra da, bo mevzua W. Duda ( Zur Gesckichtsforschung ûber die Ram-Seldschuken. B e­ ri cht über die miigliederversammlung d er. D M G am 3 , Januar 1936 in Halle, ZDMG, 14/89, 1933, s. 19^-20), C . A . Storey Persian Literatüre, London, 1936, II/2, 408— 410) ve VI. Gordlevskiy ( Gosudarsivo Selcukidov ma­ lay Azii, Moskova, 1941, Akademiya Nauk S S S R. Trudi Instituta Vostokovedeniya, XXXIX, 7— 9 ) temas etmiştir. Halil Edhera ( T OEM, ^II, 701, not 2 ), Necib ÂsımMehmed A rif ( Osmanlı tarihi, s. 332, not 2), Paul W ittek ( Von der byzantinisehen zur türkisehen Toponymie, Byzantion, 1935, X, 13, not 1 ; D eux chapitres de l ’histoire des Turcs de Roum, Byzantion XI, 1936, s. 285— 6 ), Fuad Köprülü ( Anadolu Selçukluları tarihinin yerli kaynakları Belleten, 1943, VII, 388 v.d.), Mükrimin Halil Yınanç ( Türkiye tariki, Sel­ çuklular devri, İstanbul, 1944, 1 ,9 v .d .) tarafın­ dan Ibn Bibi ve eseri hakkında verilen.malûmat ehemmiyetli değildir. Ibn Bibi'nin eserinde bulunan malumat, ek­ seriya Muhtasar 'mdan veya yazıeı-zâde ter­ cümesinden faydalanılmak suretiyle, müstakil araştırmalara mevzu teşkil etmiştir. Bunlardan ehemmiyetli olanlarını kaydediyoruz (P, M. Melioranskiy, Selçaknâme, kak istoçnikdlya istoriî Vizaniii v X II i X II w . = XII. ve XIIL asır Bizans târihî kaynağı olarak Selçuknâme), Vizaniîyskiy Vremennik, 1894, I, s. 613— 640; A . Yakubovskîy, Rasskaz Ibn al-Bibi o pohode maloaziyskih Tur ok na Sudak, Polovtsev i Russkih v naçale X III v. == İbn BibVnin, kur



! çûk Asya Türklerinin XIII. asırda Ktpçaklar, Raslar ve Sudak üzerine seferleri hakkındaki hikâyesi ( Vîzantiyskiy Vremennik, 1927, XXV, $3— 76 ) ; Paul Wittek, La descendance ckretienne de let dynastie Seldjouk en Macedoine, Eckos d’Orient, 1934, XXXIII, 409— 412. İbn B ibi'nin ‘İzz al-Din Kaykâvus II. 'un oğullarının sergüzeşti hakkında yazdıkla­ rına Yazıcı zade'nin eklediği malumata dâir al-Avamir aU'alâ’ iya 'nin türkçeye tercüme­ sine, merhûm Haşan Fehmi Turgal tarafın­ dan, başlanmış ise de yanda kalmıştır ( bk. Konya Halkevi Dergisi, nr. 8, nisan 1937, s. 465 v.d.) B i b l i y o g r a f y a : Metin içinde ve­ rilmiştir. __ ( A dnan S âd ik E rz I.) ÎBN B U T L A N [ Bk. İBN B U T L Â N. ] tBN B U T LÂ N . İBN BUTLAN, J û A N N E S veya A bu ’l -H asan a l -Muhtar b . Ha ş a n , b a ğ d a d l ı h ı r i s t i y a n b i r t a b î b d ı r . 440 (1049) senesinde Bagdad'dan çıkmış ve alRahba ve al-Ruşâfa'den geçerek Haleb'e, ora­ dan Antakİya ve Lazkiye 'ye, nihayet Mısır 'da F u stâ t’a gitmiştir. Burada meslekdaşı ‘A li b. Rizvân ’a tesadüf etti. Bu şahsî tanışma şid­ detli bir kalem münâkaşasını intâc etti ve müteaddit reddiyelerin yazılmasına sebep oldu. İbn Butlan tarafından gönderilmiş olan mek­ tuptan abnmış parçalar İbn al-Kifti 'nin Tarih al-frttkama f nşr. Lippert, s. 29S v.dd.) adlı ese­ rinde mevcuttur. Nıhâyet ikisi arasındaki mü­ nâsebet o derece gerginleşti ki, ibn Butlan Mişır 'dan ayrılarak, 446 { 1054 ) 'da veba salgınının hüküm sürmekte olduğu İstanbul'a gitti; Bun­ dan anlaşılıyor ki, îbn Butlan ’m 444 ( 1052 ) 'te Antakİya'da vefatı hakkında îbn aUKif^i ta­ rafından ( göst. yer.) verilmiş olan malûmat yanlıştır; bununla beraber, İbn Abi Uşaybi'a da onun Antakİya 'ya avdet ettiğini beyân eder. İbn Butlan 455 ('1063 ) ’te hâlâ sağ idî. Başlıca eseri Takvim al-şfhha*dır; lâtince tercümesi Tacuini sanitaiis Elluchasem Elimiihar mec/rci de Baldath (1 * adı ile, 1531 kle, Strassburg 'da, neşredilmiştir. Ertesi sene aynı şehirde. M. Herum 'un Schachtafeln der Gesandkeit adlı almanca tercümesi intişâr eylemiştir. Leclerc ile Brockelmann ( bk. B İB L İY O G R A F Y A ] daha başka eserlerini de sayarlar. Brockelmann 'da zikredilen Da'vat al-atibba ‘alâ mazhab Kalila îia Dimna 1901 ’de, Dr. Başşara Zaİzal tara­ fından, İskenderiye 'de, neşredilmiştir. B i b l i y o g r a f y a 1 îbn A bi Uşaybi'a ( nşr. Müller ), I, 241 v.dd.; İbn al-Kîfti 1 nşr. Lippert ), s. 394 v.dd.: Leclerc, HUtoire de la medicîne arabet 1, 489 v d d .: Brockelmann, G A L S î, 483; Suopl.. I, 885: H. Derenbourg, Vie d’Oasâma ibn Mounkidh, s. 15, 48S v.dd.



ÎBN İBN ÎBN ÎBN İBN İBN ÎBN



C A H ÎR . { Bk. İB N C E H ÎR .] C A M A 'A . [ B k . İB N C E M Â -A .] a l -C A R R Â H . [ Bk. î b n ü l c e r r â h .] a l -C A V Z Î. [ Bk. ÎB N Ü L C E V Z Î-]. a l -C A Z A R Î. [ Bk. İb n Ol c e z e r L] C A Z L A . [B k. îb n c e z l e .] CEH ÎR. İBN CAH İR, d ö r t v e z i r i n



ismidir, b.



1. F a h r a l -D a v l a A b u N a ş r M u h a m m e d M u h a m m e d b . C a h î r , 398 (1007/1008) se­



nesinde Musul ’da doğmuştur. Evvelâ 386 ( 996 ) ’dan beri bu şehirde hükümrân olan Bani Ukayl ’in hizmetinde bulundu. Fakat bunlar­ dan Kurayş b.Badran kendisini hapsettirmek isteyince, Haleb 'e kaçtı ve orada, Mirdâsî 'lerden Mu'izz al-Davla b, Salih tarafından, vezîr nasbeditdi. Haleb'den de ayrıldıktan sonra, Diyarbekir meliki Naşr al-Davla Ahmed b. Marvân 'a vezîr oldu. Bu melikin vefatında oğlu ve ha­ lefi olan Nizâm al-Din tarafından, vazifesinde ipka edildi ise de, kendisi kalmak istemediği için, Bagdad'a gitti. Ertesi sene halife al-Ka’im onu vezîr nasbetti. 460 ( 1067/1068) sene­ sinde azledildi; lâkin 461 saferinde { kânun I. 1068 ) mevkiine iade edildi. Halife 467 (1075 ) yılında vefat ettî ve halefi al-Muktadî Fahr al-Davla'yİ vazifesinde ipkâ eyledi ise de 471 ( 1078/1079) senesinde azledildi. Selçuklu sul­ tam Malıkşih ’m emri ile» Fahr al-Davla 476 { 1083/1084 ) tarihinde, Diyarbekir 'i Marvâni 'lerden almak üzere, bu şehir üzerine yürüdü. O sırada Diyarbekir 'de hükümran olan Manşür b. N aşr'U zaylı'lerden Müslim b. İfurayş ile it­ tifak e t ti; fakat Müslim Amid 'e kaçmağa mec­ bur oldu ve Manşür ile birlikte, orada Fahr alDavla tarafından müh asara edildi. Müslim kaça­ rak. kurtuldu ise de, Musul bu aralık Fahr alD avla’nin oğlu 'Amid al-Davla tarafından zaptedüdiğİnden, Müslim sulh istedi ve bir müddet sonra, Musul valiliğine tâyin olundu. Fahr alDavla 'nin diğer oğlu Za'im al-Ru’asâ’ 'mn Amid ’i zapteylemesinde» sonra, bizzat Fahr al-Davîa dahi Meyyâfârıkîn'i işgâl etti ve Diyarbekir va­ liliğine tâyin olundu. Umûmî kanâate göre, bu hâdise 478 ( 1085 ) 'de vukû butmuş idi. Bir müd­ det sonra azledilen Fahr al-Davla 482 ( 1089/ 1090 ) 'de, Maiikş&h tarafından, Musul ’a gön­ derildi ve Fahr al-Davla şehrî zaptetti. İbn Cahîr 483 ( 1090 ) 'te Musul 'da vefat etmiştir. B i b l i y o g r a f y a ; İbn Hailikân ( aşr, Wüsîeufeld }, nr, 711 ( trc. de Slane, III, 280 v.dd.); İbn al-Tık'aka, al-Fakri ( nşr. Deren­ bourg ), s. 394 v.dd.: İbn al-Asir ( nşr. Tornberg l,X, 1 ı — 121 ve tür. yer. i İbn Haldun, ‘İbar, IV. 320 v.d. ı Wetl, Gesch. der Ckalifen, İH 128— 133 Amedroz. The Marzoanid Dynasty 1 at Muyyâfâriyin ( J R  S t 1903, s. 136 v.dd.j.



İBN C E H ÎR — İBN C E M Â ’A .



2. 'A mI d a l D a v l a A bu M a n ş ü r M u h a m m e d B. FAHRÂL-DAVLA B. CAHİR, y u k a r ı d a b a h ­ s i g e ç e n z â t ı n o ğ l u o î u p, 435 { 1043/1044 } He doğmuştur. 462 ( j 069/1070 ) 'de, vezîr Ni­ zâm al-Mülk'ün kızlarından biri ile evlenmesi dolayısı ile, Selçuklu hükümdarları İle yakın­ dan münâsebet tesis etti. Zevcesinin 470 (10 77/ 10 78 ) senesinde vefatı üzerine, onun yeğeni ile evlendi ve safer 472 (ağustos 1 0 7 9 ) ’de, Nizâm al-Mülk'un ricası üzerine, halife al-Muktadî tarafından, vezîr nasbedildi. 476 ( 1083/ 1 0 8 4 ) 'da azil ve zilhicce 484 (kânun lL/şubat 1 0 9 2 ) 'te tekrar halifenin vezirliğine tâyin edildi ve bu makamda 9 sene kaldı. 493 rama­ zanında ( temmûz/ağustos 1 10 0 ), Barkiyiruk 'un tahrikatı neticesinde, azledildi. Barkiyâruk babasının ve kendisinin Malikşâb zamanında idare etmiş oldukları Diyarbekir ile Musul vilâ­ yetleri varidatının vezîr tarafından çalındığını iddia eylemiş ve !Amid al-Davîa 'yi, kardeşleri ile birlikte, tevkif ettirmiştir. ‘Amid al-Davla mühim mıkdarda bir para Ödemek sureti ile, cezâsını çekmiş ve iğ şevval 493 ( 24 ağustos 110 0 )'te hapishanede vefat etmiştir. B i b l i y o g r a f y a i İbn al-TikıtakS, û/« Fahri ( nş. Derenbourg s. 399 v.d .; İbn al-Aşİr ( nşr. Tornberg), X, 4 1 — 203 ve tür. yer. ( bk.nr. 1)';



3. Za'Tm al-R u’asâ ’ İCavâmal -DIn A bu *lK âsîM'Al îb . FahR AL-Da vla B. Cah . r , y u k a ­ r ı d a z i k r e d i l e n z â t ı n k a r de ş id ir . Za'im al-Ru'asâ3 478 ( 1085 ) senesinde Amid 'i zaptetti ( bk. nr. 1 ) ve babası Meyyâfârıkîn 'i eline ge­ çirince, onu, Marvâni 'ierden almış oldukları ga­ nimetler ile birlikte, Isfahan ’a sultan Maiikşâh 'in nezdİne gönderdi. Halife şaban 496 { mayıs /haziran 1103) Jda vezîr nasbettiğî Mustazhir Za'im al-Ru'asâ’ 'yı 500 senesi safarinde (teşrin 1. 1106} azîeyledi. Bunun üzerine Za:im aî-Ru'asS' H illa'ye Mazyadi Herden Sayf al-Davla Şa* dalca'mn yanma gitti; fakat 503 ( 1109/1110) 'te halîfe kendisini tekrar vezirliğe getirdi. B i b l i y o g r a f y a : İbn al-Tıktakâ,aI-/'*a/irî ( nşr. Derenbourg ), s. 404; İbn al-Aşir ( nşr. Tom berg}, X, 93 v.d., 223,251,262,275,305,335. 4. Nİ z â m a l -D în A bu N a ş r a l -M u ? a f f a r A l ! b . M u h a m m e d b . C a h İr a l -B a ğ d a d î ( ya h u t A bu N a ş r M u h a m m ed b , M u h am m ed B. CAHİR ). İlk önce ustâd-dâr ( (Jstad al-dâr~



b.



kâhya ) oldu. Fakat vezîr Sadid af- Davla İbn al-Anbari'nin 535 ( 1140/1141 ) 'te vefatı üze­ rine, halife al-Muktafi kendisini vezîr nasbettı. B i b l i y o g r a f y a : İbn ai-Tilçta^â, al-Fah­ ri ( nşr. Derenbourg), s. 418 v.d.; İbn al-Aşir ( nşr. Tornberg !, XI, 52; Houtsma, Recueil de ie;vtes relatifs â Vhıstoire des Seldjoacidesj II, 194. (K- V- 7. m LRST&EN.)



7«9



İBN C E M  ’ A . İBN C A M A A (i24i"~i33ö ), aslen hamalı bir a r a p â l i m a i l e s i n i n i s m i d i r . Âiîeuîn ferdlerî ekseriya sâdece bu İsim ile yâdedüdiğinden. sık-sık iltibaslar vukûa gelmektedir. İbn Camâ'a âİlesme mensûp âlimlerden bâzıiannı aşağıda zikrediyoruz : 1. B a d r a l -D în A bü ‘A b d A l l a h M u h a m ­ B. İBRAHİM AL-KİN n ! AL-FÎAMAVÎ, f ı k ı h



m ed



â l i m i olup, 639 ( 1 2 4 1 ) 'da doğmuş ve 733 ( *333 ) 'te vefat etmiştir. Şam 'da tahsil gör­ müş ve sonra orada müderris olmuştur. 687 { 1288 ) 'de Kudüs kadısı, 690 (1291 ) 'da Kahi­ re baş-kadısı ve 693 ( 1 2 9 4 ) 'te Şam baş-kadtsı oldu. 702 (1 3 0 2 )'de tekrar Kahire başkadıhğına tâyin edildi ve kısa bir fasıla ile, 727 (1327) senesine kadar, orada kaldı. Res­ mî vazifeleri muhtelif medreselerde ders ver­ mesine ve kitap yazmasına mâni olmadı. Vücû­ da getirmiş olduğu eserlerin en mühimi İdare hukukuna dair olan Tahrîr al-afckâm f i iadbir ahi al~islam adlı kitabıdır ( bu eser hak­ kında bk. Kremer, Culturgeschichte des Orients, 1, 403 v.dd,). K a şf al-^anUn ( nşr. Flügel, II, 2io)*da yanlış işaret edilmesinden do­ layı, Brockelmann ( G A L , II, 94 ) bu eseri aşa­ ğıda nr. 4 'te bahsedilen İbn Cama a 'ya atfet­ miş ise de, G Â L , II, 75 'te doğru kaydetmiştir ( yalnız Ahlvvardt, V e r z e i c h n nr. 5613'e göre, kaydettiği kitap unvanı bir az farklıdır). İbn Cama'a 'nın diğer te’lifleri İçin bk. Brockel­ mann, G A L , göst. yer.



2. A bu ‘Omar 'A bd al -A ziz, İzz al*Dîn, y u k a r ı d a z i k r e d i l e n z â t ı n o ğ l u ol­ duğu muhakkaktır. 694 ( 1294) 'te Şam 'da doğ­ muş ve sonraları Mısır ve Suriye baş-kadısı nasbedîlmiştir. Fakat Şam 'daki nâibi 765 (1364 ) 'te vefat edince, baş-kadıhkian istifa etmiş ve K a­ hire 'de müderris olmuştur. 767 ( 1366 ) yıîmda, haccetmek üzere, Mekke'ye giderken, vefat etti. Eserleri hakkında bk. Brockelmann, G A L , II, 72; SuppL, II, 78 ve oradaki kaynaklar. 3. İBRAHİM B. 'ABD AL-Ra HÎM, B üRHÂN ALDİN, nr. i 'd e b a h s e d i l e n z â t ı n t o r u ­ n u d u r . 725 ( 1325 ) 'te Kahire *de doğmuştur. Kahire ve Şam 'da tahsil etmiş ve Kudüs’te hatîp olmuştur. 773 ( 1 3 7 1 ) 'te Mısır baş-kadısı ve Şalâhiya müderrisi olmuş, fakat ertesi sene Ku­ düs ’e avdet etmiştir. 781 ( * 3 7 9 )'de, ikinci defa Mısır baş-kadısı, son olarak da, 785 (1383) 'te Şam kadısı oldu ve 790 (1388 ) 'da orada vefat etti ( bk. G AL, II, 112; SvppL, H, 138). • 4. A b u ‘A b d A l l a h M u h a m m e d b . A b î B a KR, nr. 2 'deki zâtın torunudur. 759 'da doğ­



du. Kahire 'de tabîb ve felsefe müderrisi de ol­ muş îdi. 819 ( 1 41 6) senesinde vebadan Öldü ( Bk. G A L , II, 94). Bad' al-Amali adlı manzûıneyî şerhetmiştîr ( bk. G A L, If 429),



İBN C E Z LE . İBN C A Z L A , A bö 'A li Y a h ­ B. 'fs (V— Iio o ), bagdadh b i r a r a p t a ­ b i b i oîup, garp âleminde Ben Gesla adı ile tanınmıştır. Aslen hıristîyan id i; fakat mûte* zilî olan bocasının te'sıri altında, ı ı cemâziyelâhır466 ( = i t şubat 1074 ) *damüsluman oldu. Yazısının güzelliği sayesinde, Bagdad 'daki hanefî kadısının nezdinde bir kâtiplik vazifesi bulda. al-Muktadi 'nin sarayında tabip olan Sa'id b. Hibat Allah 'tan tababet tahsil etti. Bagdad'm Karh semtinde ikamet eder ye ba semt halkı ile dostlarını yalnız bedava tedâvî etmekle iktifa etmez, hastalara icâp' eden İlâçları da verirdi. 493 senesi şabanında (ha* ziran 1100) vefat etti. En meşhur eseri Tak­ vim al-abdân f i iadbir al-insân 'dır. Bu eserde hastalıklar, hey'et cedvelleriade yıldızların top­ lu olarak gösterdiği şekilde, gurup-gurup cedvellerde toplanmıştır. Lâtince tercümesi 1532'de Strassburg'da tab'edilmiştir. Bundan maada, halife al-Muktadi için, tıbbî nebatlar He ilâçların isimlerini, alfabe sırası ile ve Mînhac al-bayün f i ma ya$ialmiluhu ’l-insan adı altında, toplamıştır. Ayrıca Hıristiyanlığa kar­ şı bir reddiye ve bir kaç manzume de yazmıştır. B i b l i y o g r a f.y a : İbn Abi Usaybi'a (nşr. Müüer), 1, 255; İbn al-fÇifti, Tarîk abiıukamct (nşr. Lippert), s. 365; İbn Hallikân ( nşr. Wüstenfeld ), nr. 822; Wüstenfeld, Gesch, der arab. Aerzte und Naturforscher, s. 84; Lecîerc, Hist. de la medicine arabe, 1, 493 v.dd.j Steinscbneider, Polem. und apologei. L iks s. 57; Brockelmann, G A L, 1,485; Suppl., 1, 887 v ,d ; krş. Ii, 705. ( T. H. W eir .) İBN CÎNNİ. [ Bk. İBN ctNNÎ.] İBN CİNNÎ. İBN CÎNNİ, A bu l '-F ath *Uş MÂN (? — 1002), a r a p f i l o l o g u olup, 300 ( Pröbster, s. X aş.-yk. 330) 'den evvel Musul 'da doğmuştur. Suiaymân b. Fahd b. Ahmed al-Azdi 'ye âit bulunan bir yunanlı kölenin oğludur. Abu ‘AH al-Fârisi al-Fasavi'den ders görmüş ve hocasının vefatına kadar, onunla beraber, 40 sene Iran ’da kısmen Sayf at-Davla 'nin ve kısmen de ‘Azud al-Davla 'nin nez­ dinde kalmıştır. Yakut 'a nazaran Sayf al-Dav* la ile halefinin yanında kâiib al-inşa1 me'mûriyetinde bulunmuştur. İki defa al-Mutanabbı He nzun-uzun mülakatlarda bulunmuş ve onun­ la sarfa âıt meseleleri münâkaşa ettiği gibi, Dîvân 'ma da şerh yazmıştır. Başka üstadlar He de münâsebet te'sısine çalışmıştır ( Reseher, s* S v.d.). Bagdad 'da al-Farîsi 'yi istihlâf ey­ lemiş ve 392 (10 0 2 )'d e 'v e fa t etmiştir. Her şeyden evvel sarf He meşgûl olmuş ve tasrif bahsinde en ziyâde vukûf sahibi olmakla şöh­ ret bulmuştur. Nahivde Basra ve K ü fe. mek­ tepleri arasında mutavassıt bir vaziyeti ihtiyar



ya



i



;i



etmiştir. En meşlıûr eserleri Kîtab sirr akşı­ na'a va asrâr at-balağa ( a ra p ç a sa d â h ve sadâstz harflere dair) He Kitâb ul-haşaiş ft lilm usûl (al-arabiya 'dır. Filolojiye âit daha başka eserlerden maada, şiirler de yazmıştır, B i b l i y o g r a f y a : Brockelmann, G A L , I, 12$ v.d.; Suppl., h, 191 v.d.; G. Flügel, D i e grammaiischen Schulen der Araber, s. 248— 252 ; E. Pröbster, ibn G înm s Kitab alMuğtaşab ( Leipziger Semitisiische Studien- s I3 , 1904 ) ; O. Reseher, Studien über İbn Ginnî ( Zeitschr. /. Assyriologie, 1909, XXIII, l — 54) i İbn Haîlikân, Vafayât allayan ( nşr. ^üstenfeld ), IV, nr. 423 ; Yü^üt, İrşad al-arib ( Gibb Memorial), V , 1$— 32 ( eser­ leri, s. 39— 3 2 ) . ( J . P e d e r s e n .) İB N C U B A Y R t Bk, İbn c ü b e y r .] İBN C Ü B E Y R . İBN CU BAYR, A b u l '-H u sayn



M uham m ed



b.



A



h m e d a l -K i n â n I



(114 $



— ? ),b ir a r a p s e y y a b 1 olup, $40 ( 1 1 4 $ ) 'ta Balansiya ( Valencia ) 'de doğmuş ve aile­ sinin vatanı olan Jativa ’da fıkıh ve hadîs tahsil etti. Rivâyet edildiğine göre, Gırnata valisi Abü Sa'id b. ‘Abd al-Mu'min 'in kâtibi bulunduğu sıralarda, her nasılsa şarap içmeğe* mecbur olmuş ve bu günahtan istiğfâr mak­ sadı ile, hacca gitmiştir. Gırnata'dan 118 3 'te, Tarifa yolu île, Septe ( Ceuta ) 'ye ve oradan, deniz yolu ile, İskenderiye 'ye varmıştır. O asır­ da Mekke 'nin mûtad yolu hıristiyanların elin­ de bulunduğundan, Kahire, Kuş, Ayzâb ve Cidde yolunu takibe mecbûr oldu. Müteakiben Medine, Küfe, Bagdad, Musul, Haleb ve Şam'ı ziyaret etti ve Akkâ 'dan gemi ile Sicilya 'ya gitti ve nihayet 1 1 8 $ 'te, Kartaca yolu İle, G ırnata'ya avdet etti. Bundan sonra iki defa daha 585— 587 ( 1 1 8 9 — 1 1 9 1 ) ve 614 ( 1 2 1 7 ) 'te şark memleketlerinde seyahat e t t i; fakat ikinci defasında İskenderiye 'den ileriye gide­ medi ve orada vefat etti. Seyahatnamesi arap te'Hfâtmm en mühim eserlerinden olduğu gibi, bilhassa Sicilya 'nin Guİİlaume le Bon idâresinde bulunduğu zamanın tarihi hakkında kıy­ metli bir vesikadır (krş. M. Amari, Voyage en Sicile soııs le regne de Guillaume le Bon, iexte arabe suivi d’une traducüon et de notes, 1846 ve yine ayn. mil., Btbliotheca Arabİco-Sicula; W right tarafından neşredilen arapça metin, Leiden, 1852, ve bunun de Goeje tarafından yapılan yeni tab'ı, Gîbb Memorial, V, 1 9 0 7 ) ; SchiapareîH tarafından itaîyancaya tercümesi: Viaggia İn Ispagna, Sicilin, Siria e Palesütnü, Mesopotamia, Arabia, E g i i t o 1906. B i b l i y o g r a f y aı Pons Boigues, Ensayo bio-bibliogr., s. 267 v.dd. ( aynı eserde İbn . Cubayr 'in hâl tercümesine dâir malûmat var­ dır ); Brockelmann, G A L , 1, 478; Suppl., 1, 879*



İBN DAVUD - İBN DÂVÛD. İBN D A V U D . CBk. İbn d âvûd .] İBN D Â V Û D . İBN D AVU D (868-909 )> tam adi ile ABU Ba KR MuHAMMED İBN ( A bÎ S ulaym Ân ) D âvûd a l İsfah an !, zahirîye mezhebine mensup f a k î h ve meşhur bir şiir müntehabâimın müellifi bagdadlı ş â i r d i r. ( 868 — 909) Zâhiriye mezhebinin kurucusu olup, ailesi aslen isfahanlı Dâvûd b. 'A li ( 8ı$— 883 ) ’nin oğlu ve selefidir. Gençliğinden itibaren edebiyata ve ediplere karşı çok kuvvetli bir alâka göstermişti; höyieçe msl. şâir al-Buhturi ile dost oldu; edebiyatta üstadı ve rehberi olan Ahmed b. Yahya al-Şaybâni (krş. Yakut, îrşâd, nşr. Margoliouth, I, 4,) 'nin kuvvetli te'şirine mâruz kaldı ve daha 20 yaşında iken ( 890 'a doğru ), kendisine arap edebiyatında devamlı bir isim te'min etmiş olan Kitâb alzahra 'sini yazdı. İbn Davüd, daha sonra, orta yaşlarında ( Mas» ’udİ, Muruc, VIII, 255 'e göre ), Kitâb al-vusul ilâ mdrifat al-uşal ( daha fazla tafsilât için bk. !r$tîd, VI, 4 4 6 ) ve Kitâb al-İnzâr, Kitâb al-1'zar va 'l-icaz gibi, fıkha dâir risale ve eserler ile bunlardan başka Muhammed b. Carir (T abari; krş. İrşâd, VI, 452), 'Abd Allah b. Şarşir ve ‘İsa b. İbrahim ah^arir aleyhine tev­ cih edilmiş olan ab intişâr adlı tenkit eserini yazmıştır. Yakın bir zamana kadar Kitâb al-zahra’sİ hakkında gayet az şeyler biliniyordu. Avrupa müellefâtında bu eserin ismi, ilk defa olarak, Pascual de Gayangos 'un History of t he Mohammedan Dynasties in Spain ’inin ( başlıca kaynağı aî-Maklcari 'dir; London, 1840, I, 18$) bir parçasında geçmektedir; burada İbn i^azm [ b. bk.] ’ın Abu 4Amr Ahmed b. Farac 'in K i­ tâb a bha da ik’ı,A b ü Muhammed b. Davud'un Kitâb al-zuhnr ( „Çiçekler kitabı“ ) 'u taklit edilmek suretiyle, yazılmış olduğu fikrini ileri sürmüştür; şu kadar var ki, fasıl ve beyitlerin sayısı, adı geçen birinci eserde iki misline çıkarılmıştır ( yâni her biri 200 beyitlîk 200 fa sıl). Daha sonra, al-Zabbi 'nin Buğyat almultamis 'İnin Codera ile Ribera tarafından neşri de, İki eser arasında mevcut bulunan münâsebet hakkında bize aynı mâlûmatı ver­ mektedir ( Bibliotheca Arabico-Hispana, Mad­ rid, 1885, III, nr. 331 ; krş. bir de îr şad, H, 77 )• Bundan başka oldukça muahhar bir zamana kadar, İbn Dâvûd 'un eserine verdiği adm doğru okunuşu hakkında da bir ittifak yok idî. Barbier de Yeynard ( Murâc, VIH, 255 ) ve Brockelmann ( G A L , I, 520) eserin adını Kitâb al•zohra (yâni abzuhra) okuyorlar; eseri keşfetmiş, sayılabilecek olan ve muhtevasına gös­ terip, sonraları da bâzı parçalarım neşretmiş ilâm An*iklope H, 92; Buîl. Sel­ eni., (1838 ), III, 63, Bull. hist. pbil., IH, 221; IV, 338; Ben Cheneb, Etüde sur les pers. ment. dans Vidjâza de S id i 'Abdel Qâdir alFâsî, nr. 133 ; Brockeîmann, G A L , I, 459 ve Suppl. II, 829; II, 703 v.b.; Huart, Litt. ar., s. 285. (M oh . B en C heneb .).



İBN EBİ TÂHİR TA Y F Û R . ÎBN ABİ T Â ­ HİR TAYFUR, A bu ’L-Fa zl A hmed (8x9— 893) a r a p e d i p ve t a r i h ç i s i olup, 204 ( 819 ) 'te Bagdad 'da doğmuş, 280 ( 893 ) 'de aynı şehirde ölmüştür. Aslı ıranh İdi. Horasan 'dan gelme bir aileye mensup idi ki, bu ABnâ1 al-davla adını alan ve Abbâsîlerİn talihine ortak olmuş bulunan âilelerden biri idi. önceleri



mektep kocalığı yaptı, sonra zengin Şilelerin nezdinde mürebbî olarak bulundu; nihayet» yazma müstensihliği mesleğine intisap etti ve Sük al-varrâkin 'de bir diikkân açtı. İntihal mahsûlü eserlere dâir, bugün kaybolmuş bulu­ nan bir kitap ( Kitâb sarikât al-şu arc? ) yaz­ dığı için, düşmanlar kazanmış idi ve işinde dik­ katsizlikle, arap sarfım lâyıkı Üe bilmemekle itham edildi. Mas'udi ( Murâc, VII, 333 ) şiir­ lerini takdir etmiş ve onlardan bazılarım ese­ rine dercetmiştîr; al-Hatib aî-Bağdâdi de derin bilgisinden sitayiş ile bahsetmiştir. Babasının Tayfur lekabı, «sekerek yürüyen küçük kuş", belki de, takapuşra Man değişmiş bir kelime o!arak „tac-oğlu“ mânasına gelir. Târih-i Bağ dâd adlı eserinin yalnız VI. cildi kalmıştır ki, tek yazma nüshası Brıtish Museum Madır ve Dr. H. Keller tarafından el yazısı ile İstin­ sah edilip, teksir ve almancaya tercüme edil­ miştir ( Leipzig, 1908 ) ; bu eser Bagdad şehri ile Abbasî devletinin 204 ( 819) 'ten halife al-Ma’mun 'un 218 (833) yılına kadar gelen tarihidir ve Tabari 'nin vekayİnâmesinin kay­ naklarından. biri olmuştur* Kitâb al-manşür va ’l-mansşâm, şi'ir ve belâgat eserlerinden bir müntehabâttır; 11. bolümü Balâğai al-nişâ* va ta ra if kalamihînna . . . (Kahire, 1326) ve 12. bölümü ( hepsi 13 bolüm) Britisb Museum Ma muhafaza edilmektedir. Diğer 45 eseri kaybolmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Fihrist, s. 146 ; F. Wüstenfeld, Gesckicktşchreİber der Araber, nr. 78 ; Brockelmann, GAL, I, 138 ; Cl. Huart, J A (1909 \ X. seri, XIII, S33 - ( C l . HUART.) IBN EBÎ U SA Y B İ’A . IBM ABİ ÜŞ W BΑA,



Muvaffaç al -DIn A bu ’l-'A bbâs A hmed b. al -K âsîm a l -S a ' d'İ al -Hazracî (1203™ 1370), he k i m ve b i y o g r a f t ı r . ibn Ahi Uşaybi a *nın bayatı, ancak Uyun al-anbâ1 f i tabajçât al-afibbâ' adlı büyük ese­ rinde tesadüf edilen kışa kayıtlar sayesinde malûmdur. Dedesi Halifa b. Yûnus al-Hazraci 562 (1 16 6 ) senesinde, Şalâh al-Din Ayyübi, amcası Şir-K üh'un yanında kumandan bulu­ nurken» onun yanında idi. Büyük oğlu Sadid al-Din al-Kisim , Kahire Me, 575 ( 1 1 79) yılın­ da, doğdu; küçük oğlu Raşid al-Din 'AH 579 (1183/1184) Ma, H aleb’de doğdu ve her ikisi de ileri gelen tabiplerden oldular. Tabâbet Mısır ve Şam Ma bilhassa inkişâf etm işti; Nur al-Dİn b. Zangi ve Şalâh al-Din gibi kud­ retli hükümdarlar, Şam ve Kahire Me hastahâneler te'sîs ve tıbbî araştırmaları ile ta­ bipleri mümkün olan her tarzda teşcî etmişler­ di. Bagdad Man Şam ve Kahire 'ye gelen bü­ yük âlimler arasında 'Abd al-Latif b. Yûsuf var îdi ki, Halifa b, Yiînns aî-Fazracî '»in sa­



mîmi bir dostu olmuştur. Bu zat, yahudi fey­ lesof ve tabip Mûsâ b. Maymun Man da ders görmekte olan onun iki oğluna ders verdi, alIÇisim, A b i Haccâe Yûsuf al-Sabti'den, Kahi­ re Me al-Nâşiri hastalıânesinde, göz tabipliği öğrendi ve meşhur bir göz tabibi oldu. 606 (1209) senesinde al-Malik al-‘A dil Sayf alDin 'i şiddetli göz ağrısından kurtardı ve, bu zamandan itibaren, Şam sultanlarının sarayına girdi ve göz tabiplerine nazır ( „reis“ ) tâyin edildi. 649 ( 1251/1252 ) Ma Şam 'da öldü. 595 ( 1 1 98) yılı hududunda, Kahire Me doğmuş olan ve dedesinin ismi ile (îb n A b i Usaybi'a) lekaplandınlan oğlu Ahmed, kabiliyetli bir genç id i; sonraları al-Nüri hastahânesinde- İl­ mî ve amelî esaslı bir tahsil gördü. Tıbbı, Razı al-Din al-Ruhbi 'den, Şams al-Din alKülli ( Ibn Sina 'mn Kânun 'unun Külliyât kısmını kalbinin üzerinde taşıdığı için, ona bu lekap verilm işti) 'den, Cam? al-mufradât müellifi İbn al-BaytârMan ve bilhassa ta­ biplerden ehemmiyetli bir mektep te’sîs eden ve zamanındaki tıp araştırmalarında büyük bîr rolü olan Muhazzab al-Din *Abd al-Rahîm b. ‘A li al-Dahvar ( ölm. 628 — 1230) Man öğrendi. Bu hastahânedeki meslekdaşı tıbbî kitaplar bakımından çok zengin bir kütüpha­ nesi olan yahudi tabip ‘Umrân b. Sadaka idi. Ibn A b i UşaybiM bu üstadlardan okuduğu yıllan sevgi ile yâdeder ve muhtemeldir ki, tarihini yazarken, Ibn Sadaka ’nm kitapların­ dan çok istifâde etmişti. îbn A b i Usaybi'a, bîr müddet Kahire Me, al-Nâşiri hastahânesinde, göz tabipliği vazifesini üzerine aldı; orada» tabip ve akrâbâzîni iyi bilen, al-Duş­ tur al-bimâristâni diye meşhûr Akrâbâzin kitabının müellifi al-Sadid b. A b ı 't-Bayin al-İsrâ’ili 'nin derslerinden istifâde etti. İbn A b i Usaybi'a bu suretle, bir taraftan tabip­ lerden bahis meşhur tarihini yazarken, tıpta amelî bakımdan da, hazakat kesbetmek imkâ­ nım buldu. Tarihinin İlk nüshası 640 ( 1242 ) senesi civarında tamamlandı. Bu zamandan iti­ baren müellif, 667 (1268(1269) yılına kadar, yâni ölümünden bir yıl evveline kadar, pek çok tercüme-i hâller ilâve etti. Bundan dolayı, mevcut yazmaları arasında büyük ve açık fark­ lar vardır. İbn Abi Usaybi'a iyi bir muharrir değil idi, kitabı bâzan tenkitlerinde isabetsizdir; ekserisi çirkin olan zikrettiği şiirlerin çokluğu bu kitaptan istifâdeyi oldukça güçleştirmek­ tedir. Buna rağmen, İbn A b i Usaybi'a ’nm, topladığı malumat bakımından, büyük bir kıy­ meti vardır; şarkta, tıp ve ilim tarihi- husu­ sunda, orta çağdaki diğer müellifleri geçmiştir ( İbn al-Nadim ve İbn al-Kifti bundan müsleFuS değildir ). Üstelik Hnıd ve Yunan tabâ-



ÎBN EBİ ÜSAY b İ'A beti hakkında da malûmat vermiştir ki, o olmasa idi» bu malûmat bize kadar gelemezdi. Aynı zamanda, İslâm âleminin içtimâi ve İlmî bayatı hakkında, kâfî derecede tafsilât ver­ mektedir. Bundan dolayı, eseri çok mühim ve büyük İslâm müverrihlerinin umumî tarih sa­ hasında yazdıklarım tamamlayan bir kaynaktır. Bu kitap, çok uzun zamandanken kaybolmuş başka kitaplardan alınmış bîr çok parçalan da İhtiva eder: msl, meşhur yunan tabîbi Calinus 'un, hıristiyan Hunayn 'İn ve oğlu îshâk ’ın, 'Ubayd Allah b. Cabrâ'il b. Bahiîşü' 'un eser­ lerinden aldığı parçalar. Muhakkaktır ki, ibn Abi Uşaydı a, tabiplerin tercüme-1 hâlini çok dikkatli bir şekilde yaz­ mıştır ve tesbit ettiği kitaplar son derecede mevsuktur. İslâm devrinde yetişmiş tıp âlim­ lerinden 400'ü hakkında yazdığı tercüme-i hâllerin her birinin sonunda tesbit ettiği bu sayısız kitaplar, bu âlimlerin bir çoğunrn bü­ yük İlmî faaliyetleri ve bâzan vâsıl oldukları şâyân-i bayret geniş' bilgi hakkında doğru bir fikir vermektedir. Avrupa dillerinde İslâm tahâbeti hakkında yazılmış iki kitap, almancada Wüstenfeld'm ve fransızcada Leclerc'in ki'abı, tamâmiyle ibn A bi Uşaybİ'a ’mn 'Uyun alanbâ’ adlı bu eserine istinat etmektedir. Bir çok âlimler (Reiske, Sangînetti ve Hâmid Vali Efendi) bu kitabı, hâşîyeler ile, tercümeye başladılar; fakat tercümeleri mahdut bir kaç sahifeyî geçmedi. Hâlbuki umûmî şark tarihi yazan tabîp ve müverrihlerin böyle bir iercümeye şiddetle ihtiyaçları vardır. îbn Abi Uşaybi’a. 63$ (13 3 7 ) 'te Şarhad ’de emîr izz al-Din, Aydam ir'in husûsî dokîoru oldu ve 668 ( 1 2 7 0 ) 'de öldü. 'U y u n a l- a n b a fi i a b a k a t a l-a tib b ö \ A, MüîJcr tarafından, 1299 ( 1882 ) 'da Kahire'de ve bir önsöz ile 1884 'te Königsberg'de, neşredilmiştir. İbn A b i Uşaybî'a'nm bizzat kendi sözle­ rinden, onun üç kitap daha yazdığım anla­ maktayız; fakat bunlar bize kadar gelmemiştir ve şunlardır : Kitâb al hikâyât. al-atibba f i ‘ilâcât al-advâ’ ve Kitâb al-işâkât al-munaccimın ve Kitâb al-tacârib va ü-farâ’id. Şüp­ hesiz bunların ilk ikisi tıbbî fıkraların ve ken­ disinin ve üstadlarının hasiahânelerdeki mühim müşahedelerinin güzel bir sicili idi. Üçüncü kitabı Kitâb al-tacârib va ’Lfavâ’id 'e gelince, onu bîtİrememiştir, B i b l i y o g r a f y a : Leclerc, Histoire de la medecİne arabe, îî, 187 v.dd.; A. Müller Über Ibn Abi Oçaibıa and seine Geschîchte der Ârzte ( Travaux da VIe congr, întern. des Orientalîstes, Leîden, lî, 259 v. dd.); aynı müel­ lifin başka makaleleri için bk. Brockelmann, Ç A L , I, 326; Kâtİb Çelebi ( nşr, F lü gel),



İBN EBİ ZER*.



?*?



IV, 133, 288 v.d.; Ahmed İsâ Bek, Tarih al-Bîmâristân ( Kahire, 1928 ) ; Reiskii ve Fabri, Opuscula medica (Halle, 177ü), s* 4 1 — 63; de Sacy, Relation de VEgypte par Abd al L atif ( Paris, 1810), s. 478; Pusey, Catalogus Bodleianus, II, s. 126; Sanguî* netti (JA, serî 3, V, 232 v.d.) ; A . Müller, Uber Text und Sprachgebrauck von Ibn Abi Usaibi’a's Geschîchte der A erize {S itzungeber. dtr Kgl, Bay er. Akad. d. IF’zssensc/i. Phil.— hist. K l. 1884, Münih, 1885» s. 853— 978); Hâmid Vâli, Drei Kagital aus der Aerztegeschichte des Ibn Abi Osaibi’a (Berlin, 19x0); J. Hirschberg, Geschîchte der Augenheilkunde im M iüelalier ( Leipzîg, 1905 );, E. G, Browne, Arabian Medicine ( Cambrîdge, 1921 ); Max Meyerhof, Science and Medicine ( Legacy of İslam, Ozford, 1931, s. 343 v.d.) ( Max Meyerhof .) Ib n e b ! z e r ». îb n a b i z a r 5, A bu >l -H a s a n ( yahut ABU ABD ALLAH :ALt ) AL-FÂSl, g a r b î A f r i k a m ü v e r r i h i olup, biri muhtemel ola­ rak kaybolmuş bulunan Zührat al-bustan f i ahbâr al-zamân, diğeri al-Anis al-mairib bi-ravi al kir tas f i ahbar Mulük al- Mağrib va târih Madinat fâs adında iki eserin müellifidir. Abu Muhammet! Şâîîh b. !Abd al-Haîİm al-Garnâti di­ ye de anılan müellifin hayatı hakkında bir şey bi­ linmemektedir. İdrisi hanedanı ile başlayan eseri 724 ( 1324) senesine kadar Fas tarihi için ga­ yet ehemmiyetlidir. 1324 'ten bir az sonra vefat etmiş görünüyor. Ibn Haldun 'un eserinde bir kaç defa zikredilmiştir. İbn Abi Z ar, çok defa adlarını zikretmediği bîr çok kaynaklardan ve hiç olmazsa Mermilere ait kısımda resmî vesi­ kalardan faydalanmıştır. Eseri, Muhammed Kasim b, Zâkûr ( ölm, 20 muharrem 1120=11 nisan 1708 ) ’un yazdığı bir esere (yahut onun yeniden İşlenmesine ) esâs teşkil etmiştir, alMurib al-mubayyin tamm5 tazammanahu *1anis al-mutrib va raviat al-nasrin (al-'Alam i, al-Anîs al-mutrib, Fas, 1313, s. 28) adım ta ­ şıyan bu eser ilk defa Tornberg tarafından neşredilmiş ( Annates regtım Mauritaniae, lâtınce tercümesi ve notlar ile 2 cıld, Upsala, 1843— 1846) ve 1303 'te F as'ta taş-basması yapılmıştır. A z tatmin edici almanca tercüme­ sini ( Geschîchte der mauritanisehen Könîg, Agram, 1794— X797 ) Dombay, portekizce ter­ cümesini Beaumîer ( Roudh el-kartâs, histoire des souverains du Magkreb, Paris, 1860) yap­ mışlardır. Metnin bir parçası Simonet ile Lechundı 'nîn Cresiomatîa arâbigo-espanola*sında mevcuttur (Gırnata, 1881, nr. 63). B i b l i y o g r a f y a : Zikredilen tercü­ melerin mukaddimelerinden başka bk. Abu '1'Abbas Ahmed al-Halabi, al-Durr al-nafis



(F as, 1314), s. 17 ; Wüstenfeld, Die Geschichischreiber der Araber, nr. 39; Gayangos, The History of the Muhammedan Dynasties (London, 1840— 1845)» II, 516; R* Basset, Recherckes bibliographiqu.es sar îes sources de la Saloııat al~anfas ( Cezayir, 1905), s. iz v.d,; Brockelmann, G A L , II, 340 v.d, (R enğ Basset .) İBN EBÎ Z E Y D . İBN ABİ ZA YD , al -K ay ravanI,



Abö Muhammed ‘A bd Allah b. A bî Zayd ‘A bd al-R ahman (922— 996), m â li­



k i f a k î h i olup, İspanya 'da nafzalt bir ailenin ahfâdındandır ( bundan dolayı nîsbesı al-Nafzî ). 310 (922/923)'da Kayravan’da doğmuş, 30 şâbân 386 pazartesi (14 eylül 996) günü aym yerde ölmüş ve evine defnedilmiştir. Mensur ve manzum yazılarında mâliki mekte­ bini hararetle temsil eder. Muhtemel olarak fık­ hın esâslarını vazıh bir şekilde ilk defa ortaya koyan o olmuştur. Malik al-aşğar diye anıl­ mıştır ve eskiden olduğu gibi bugün de sika­ dan saydır. Kısmen İtri ki ya 'de, kısmen hacc münâsebeti ile şarkta yaptığı seyahat esnasın­ da ders okuduğu hocaları arasında zikre de­ ğenler: kendisinin en fâzıl üstadı Abü Bakr Muhammed b. Muhammed b. al-Labbâd, Abu '1-Hasan b. Muhammed al-Havlânî, Abu '1-Arab Muhammed b. Ahmed b. Tamim, Muhammed b, Musa al-Kattan, İbn al-*Arabi v.b. 'dır ve zamanının en büyük âlimlerinden icaza almış­ tır. En mâruf talebeleri Abu ’l-KSsim al-BaradH, İbn al-Farazi v.b. idi. Hâl tercümesi ya­ zanların ona İzafe ettikleri 30 eserden ancak şunlar mevcuttur: 1. mâlik! fıkhının bîr zeyli olan al-Risâla, 327 ( 939 ) 'de itmam ve Kahi­ re 'de müteaddit defa tab’edilmiştir ( nşr. A . D. Russell ve Abdullah al-Ma'mün Suhravardy, First Sieps in Müslim Jurispradence consisting of excerpts from Baharat al-Sa'd of İbn Abü Zayd, v4 ra 6 . text, Engl. transı., notes, and skort histor. and biogr. introd. ; London, 1906; frns. tre. Fagnan, La Risala de Kayrazoanî, Paris, 1914}; 2. hadîs külli­ yâtı ( Brit. Mus., Cai. Cod. M S S . Or;, II, nr. 888, V III) ; 3. N d t ( Brit. Mus, Cat., nr. 1617, X I). B i b l i y o g r a f y a ' . İbn Farhün, al-Dîbac (F as, 1316), s. 140; Kâzi ‘İyâz, Muhtaşar ahmadârik ( bende bulunan yazm a), var. 240; İbn Kunfuz, Tabakât (bendekı yazma ), var. 2V; İbn Naci, Ma'alim al-îmân (Tunus, 1320), III, 135— 152; G AL, I, 177 v.d., krş. S2o; M. Ben Cheneb, Etüde sur les pers ment, dans l’Icâza du Cheikh *Abdel Qâdir al~Fasy, nr. 322; Russell ve Sahravvardy, Müslim jarispr., Prologue.



(M oh. B en C heneb.)



İBN E B İD D Ü N Y A . İBN ABİ 'L-DÜNYÂ^A bO



Bakr ‘A bd Allah (*U bayd Allah ) e. Mu­ hammed AL*KuraşÎ (823— 898), a r a p müe IIİ f i olup, 208 ( 823 ) 'de doğmuştur ;Abbâsî halifesi al-Mulctafİ 'nin mürebbîst olan bu zât 14 cemâziyelâhır 281 (21 ağustos 894 ) 'de öl­ müştür. Hepsi edebe dâir olan müteaddit eser­ lerinden bugün elimizde bulunanlar şunlardır : 1. Madâ'ini 'nin aym isimli eseri nümûue alınarak yazılmış olan al-Farac ba'd al-şidda, Berlin ( bk. Ahlvvardt, Verzeichnis der ar. Hdss. der Kgt. Bibi., nr. 8731 ) 'de, Şam 'da Zahir iy a kütüp. 'de ( bk. Habıb al-Zayyât, Haza’in al-kutüh f i Dimaşk va-zavâhîha, Kahire, 1902, s. 30, nr. 20, 2 ), 1323 'te Hindistan 'da basılmış, Kahire 'de yeniden neşredilmiştir ( ts .) ; Suyüti 'nin bundan yaptığı seçmeler — bunun için başka kaynaklardan da istifâde etmiştir — alArac f i ’l-tizâr al-farac, Hail a l-ihâ l ve Mu id al-ni'am ile birlikte, Tulıfat al-muhac bi-talvil} al-farac ismi altında, 1317 'de, Kahire 'de basılmıştır. 2. Kitâb al-aşrâf, 2 cild, Şam 'da ( ayn. e s r s. 40, nr. 132, 2.). 3. Makarim al-ahlâk, Berlin 'de ( bk. Ahlwardt, ayn. esr., nr. 5388; krş. nr. 5436, 2 ) ve Britisb Museum, nr. 7595 *te ( bk. A descriptive L ist o f the Arabic Mss. acquired by the Trastee since 1895, London, 1912, s. 64) ; 4. K i t âb al'azama »Hilkatin hârikaları" Viyana 'da ( bk. Krafft, Die arab. . . Hdss. der k. k. or'.ent. Akademie, nr. 42$ ) ; 5. Man 'aşa ba'd al-mavt Münih'te (b k . Aumer, D ie ar. Hdss. der K . H o f-u n d Staâtsbibl., nr. 88$, 9 ) ; 6. Faza il *aşr zi ’l-kicca, Leiden 'de ( bk. Çatal, codd. or. Bibi. Âcad. Lugd. Bat., nr. 1742 ) ; C. Landberg, Catalogae dea mss. proven. d’une bibi, prîvee â al-Medine, nr. 55 ; 7. Kitâb al-alçl va-fazlihî, Şam 'da ( bk. al-Zayyât, ayn. esr., s. 29, 15); 8. Kişar al-amal, göst. yer., s. 33, nr, 50, 1, 2, Mehteb-i umûmiye, s. 29, nr. 50; 9. Kitâb al-yakin, göst. yer., s. 33, nr. 50, 3 ve İstan­ bul ( bk. Köprülü kütüp. nr. 388); to. Kitâb al-şuhr ( bk. Houtsma, Catalogue d’une collection de mss. appartenant â la maison Brill, Leiden, 1886, nr. 744 ve İstanbul'da, Numosmâniye kütüp., nr. 1208; krş. Rescher, ZDM G, 64 cild, $4) ; 11. Kitâb kira ’l-zayf ( bk. Landberg, ayn. esr., nr. 54). 12. Zamm al-danyâ, Şam ( al-Zayyât. ayn. esr., s. 32, nr. 42, 1, Meh­ teb-i umûmiye s. 29, nr. 4 6 ) ; 13. Zamm almalâhi, mûsikî âletlerinin tenkidi (bk. Ahlwardt, Verzeichnis der ar. Hdss. zu Berlin, nr. 5504, Şam ’ da,al-Zayyât, ayn. esr., s. 33, nr. 59, 2 ) ; 14. Kitâb a l-ca , Şam (b k . Mehteb-i umûmiye, s. 31, nr. 8 9 ); 15. Zamm at-muskir, Şam 'da ( bk. Mehteb-i umûmiye, s. 30, nr. 60 ) ; 16. Ki­ tâb al-rifâa va ’l-buka, Ş am ’da (aI-Zayyat|



'S-



T. -



İBN EBİİ 5 D Ü N Y Â — ~ .................... ..................... *■* -



s. 40, ar. 1333); 17. Kitâb al-şamt, Şam'da ( bk. Mekieb-i umûmiye, s. 29, n r .3 1 ); 18, JjCaza al-kavaic, Berlin ’de ( bk. AhKvardt, Verz., nr. 5389); 19. Kitâb al-kavâtif, K ahire'de ( bk. Fikrisi al-kutub al-mahfuza bi "l-kutubkana al-Hedivlya, î, 448}. B i b l i y o g r a f y a ' . Kitâb al-fihrist ( nşr. FlÜgeî }, I, 185; Muhammed b. Şâkir al-Kutubi, Favât al-vafayât (K ahire, 1299), I; A . Wiener ( Der İslam, IV, 279 v. dd,, 413 v.dd.); R Basset, Les mss. arabes des bibi des zaouias de ‘Atn M ahdi. ... ( Alger, 1885 ), s. 44 v.d. ( C. Brockelm ann .) İBN EBİL’A V C Â L İBN ABİ ’L -'A V C Â 1 'A bd A L - K a r ÎM , ( ? — 772) mâruf M a ‘ n b. Ş â i d a 'n İ n d a y ı s ı , Küfe valisi Muham­ med b. Sulaymân tarafından mevkûf tutul­ muş ve bilâhare halife tarafından kendi­ sine salâhiyet verilmediği hâlde, *55 ( 772 ) 'te Öldürülmüş bir Crypto-Manichâen olup, bâzı rivayetlere göre, vâü bu yüzden azledilmiştir. İdam sehpasına götürüldüğü zaman, İslâm şeria­ tının emir ve nehylerine aykırı 4.000 hadîsi uy­ durmuş olmakla Övündüğü söylenir. Bilindiği üzere, orucun iptidası yeni ayın görülmesi ile başladığı şerîatçe tâyin ve tesbit edilmiş ol­ masına rağmen, onun, bilhassa Ca'far al-Şâdik [ b. bk.] adına, oruç ayının hesaplanmasını bul­ duğu rivayet edilir; çünkü şi’îlerde yeni ay hesap­ lanarak tâyin edilir. Krş. ZDM.G, LXVIII, 406. B i b l i y o g r a f y a : Taban (Leiden ), IH, 375 v.d.; Fihrist, s. 338; al-Bîrünî, Chronology of Ancient Nations, s. 80 ( metin s. 67 v.d.); al-Şahrastânî, ( trc. von Haarbrücker), II, 419 s al-Bağdadi, al-Fark bayna ’l-firak ( nşr. Muh. B ad r), s. 255 v.d.; Horten, Die Philosophischen Systeme . . . , s. 155. İBN EBÎRRİCÂL. İBN A B İ %-R İ C A L , tam ismi A bu ' l . H aşan 'A l ! b . A b! ’ l -RİCÂl (?-— 1040?) 'dir. Orta çağ bıristiyan müelliflerin çok zaman A L B O H A Z E N ( A L B O A C E N ) ve A bENRAGEL adları ile andıkları a r a p m Ü n e c c i m i d i r. Menşelinin Ispanya mı, şimalî Afrika mı olduğu bilinmemekle beraber, hayatının bîr kısmını Tu­ nus'ta ZiriM u’izzb. Badis b. al-Manşür'un sa­ rayında geçirdiği (406— 454 = 1016— 1062 ) ma­ lûmdur. Onun 378 ( = 988 ) 'de Büveyhî Şaraf alDavla 'nin emri üzerine, Bagdad 'da, astronom Abü Sahi Vaycan b. Rustam al-Kühi 'nin nezâ­ reti altında yapılan nücûmî rasatlarda bulunan Abu ’l-Hasan al-Mağribi olması da muhtemel­ dir. Nüeûm ilmi kitabındaki bir kehânetten, 1040 yılı cıvânnda ölmüş olamayacağı neticesini istihraç edebiliriz. Yıldızlardan çıkarılan hüküm­ lerden bahseden bu mükemmel eserin adı alBârt f i ahkâm al-nucüm 'dur. Bugün bu ese­ rin arapça metni hâlâ Berlin, Paris, Brit.



İBN E B İR R İ c A



l



.



H9



Museum, Ind. Office, Escurıal v.b. gibi kütüphânelerde mevcuttur; 1256 'da Jehuda b. Mose tarafından arapçadan ispanyolcaya ve az sonra da Aegîdius de Tebaldis ve Petrus de Regio tarafından İspanyolcadan lâtinceye çev­ rildi. Lâtince tercümesi, 1485 'ten itibaren, bir çok defa’ar basıldı. 1485 'te, Venedik'te, ilk olarak, Praeclarissimııs liber completus in ju dicİİs astrorum, quem edidit Albohazen Haly filia s Abenragel. ., adı ile basıldı.



ibn Abi 'İ-RİcSİ, bundan başka, nüeûm ilmi üzerine, Urcüza adlı bir eser daha kaleme aldı. Bu eser, Ahmed b. aİ-Haşan b. al-Kunfüd al-^ustantinî tarafından şerh edilmiştir ( £scurial, Brit. Museum, Ozford, Kahire). B i b l i y o g r a f y a ' . îbn al-Kifti (nşr. Lîppert ), s. 353 ; Wüstenfeld, Öbersetz. arab. Werke in das Lafeiniscke seit dem 11. Jahrk., s. 89; Steinschneİder, Vite di matematici arabi tratte da an' opera inedita di Bernardino, B a ld i... ( Bulletino di bibliografia e di stor ia delte scienze mat. e fis. di Boncompagni, Estratto, 1873, V, 493— 508, s. 67 — 82) ; ayn. mİ!., Die hebr. Übersetz. des Mittelalters (Berlin, 1893), s. 578— 580; Suter, Abhandl, z . Gesch. d. math. Wissensek., X, 100 ve XIV, 172 v.d,; Brockelmann, Suppl., I, 401. (H . S uter.) İBN EBİRRİCÂL. ÎBN ABİ 'l-RÎCÂL,A h­ med B. ŞÂLİH (1620— 1685), şi'î mezhebinden Yemen zeydîlerine mensûp, t a r i h ç i , f a k î h ve ş â i r olup, 1029 şabanında ( temmüz 1620 ), al-Ahnüm bölgesinde, Bilâd Zurâ 'ya bağlı bir yer olan al-Ş abat’ta doğdu ve 6 rebiüîevvel IO92 (25/26 mart 1685) çarşamba gecesi, öm­ rünün 62. yıl 7. ayında öldü. al-Röza ( Şan'â 'nin bir saat şimalinde ) 'da, kendisine âit olan evin civarına gömüldü. Bütün hayatını Yemen ’de geçirdi. Şehâra, Şa'da, Ta'izz, Ibb, al-Harca ve Şan'â 'da Kar an, hadîs ve fıkıh tahsil etti ve bilgisini arttırmak maksadı ile zeydî mezhebi­ nin bütün büyük âlimlerinin ve Yemen ’de yer­ leşmiş olan veya orada bir zaman kalıp giden şâfi’î, hanefî ve mâliki âlimlerin ( sonuncular­ dan, Şan'â'da-"Euküdes'in Takvim" ini okut­ muş ol uı f ve bu şehirde 22 eemâziyelevvel 1064/^10 nisan 1654'te ölen Ahmed b. Ah­ med aî-Şâbbi al-Kayravani'nin ) derslerine de­ vam ettikten sonra, Şan'â 'da yerleşti; orada İmâm al-Muiavakkil Ala 'İlâh İs mâ'il b. al-Manşûr biiiâh al-Kâsim ( Ölm. 1087 = 1677 ), hükü­ meti esnasında (1055— 1087 = 1645— 1677) ona saray hatipliği ve resmî tahrirât île dört taraftan imâma gelen, kelâma müteallik, me­ seleleri cevap’andtrmakla mükellef kâtiplik va­ zifelerini tevdi etti.



Eserleri;



555S



i. Başlıca eseri, Irak ve Yemen zeydîlerlnden 1300 meşkûr zâtın hâl tercümelerini ih­ tiva eden lügattir; bu tercüme-î hâl kitabı, bizzat Zayd b. 'A li (ölm, 121 = 739} 'nin oğul­ ları Ue ahfadından başlayarak, müellifin zama­ nına kadar g e lir; alfabe sırası He tertip edil­ miştir ve Matla al-budür va-macma* al-buhur adını taşır; bu esere uzun zaman kaybolmuş nazarı ile bakılmış idi; kitabın mevcudiyetini ondan parçalar iktibas etmiş olan Muhibbi ( Hulâsat al-asar, I, 220; Wüstenfeîd, Geschichtschr.y nr. 583 ) 'nin eserinden öğreniyoruz; son zamanlarda Milano Ma tam nüshası bulun­ muştur ( bk, Griffini, Lista dei manoscritti arabî nuovo fonda della Biblioteca Ambrosiana, Riv. degli Studi Orient., IV,. 1046— 1048 Me Liste Me nr. 254— 256; ayn. mil., bu eserdeki biyografyalardan 18 'ini I manoscritti sudarabici di Milano adlı etüd ve Riv. d. St. Or., II, j — 38, 133— 166; III, 6$— 104 haşiyelerinde neşretmiştir). îbn Abı 'l-Ricâl, Matla* al-budür 'unda bîr araya getirdiği tercürae-i hâlleri müteaddit külliyattan almıştır kİ, bunlar bugün, ancak parçalar hâlinde, Milano Ma veya Berlin Me yahut da Londra Ma bulunmaktadır 5 onun kay­ nağı olan külliyattan, en mühimleri, bilhassa: Ahmed b. "Abd Allah b. al-Vazir ( Tarih âl al-vazir), al-Ahdal ( al-Tuhfa f i 'ulama' alzaydîya), İbn Fand (al-Lavahifc al-nadiya), al-Hâkim ( al-* Uyan f i rical al-zaydiya ) 'inkiler ile Yahya b, al-Mahdi al-Hasani ( Şilat al-ihîiö/î ) ve Tabalçât al-zaydiya müellifininkİ gös­ terilebilir. Fakat o, bu kaynaklardan aldığı bil­ gilerin birbirleri ile veya kendi zamanında Y e­ men Me hâlâ yaşayan tarihî hâtıralar île uyu» şamadığı noktalara işâret etmeği ihmâl etme­ miştir. Müellifimiz, cenûbî Arabistan 'm gezipdolaşmış olduğu yerlerinin arkeolojisi kadar coğrafyasını da iyi biliyordu; lügat kitabına Yemen 'e âit arap nümismatik ve epigrafyasmı ilgilendiren haşiyeler de koymuştur. 2. Tarihin biyografya koluna âit olmak üze­ re, onun şu eseri de bulunmuştur: ibn alCalal 'in Muşaccar ( zeydî imamlarının şe­ ceresi ) 'ine kendi el yazısı Ue tâiikat (yazm., Milano, Ambrosiana kütiip., nuovo fondo, A 98, I ; bk. Riv. d. Si. Or., lif, 580 ), Tercüme-i hâlinde (Ambrosiana, n. f., B. 132; bk. Riv. d. St. Or., IV, 1047/1048) şu eserler de zikrediliyor: 3. Taysir al-i'lâm bi-tarâcim «'immat al-iafsİr al-adam ( K ur’an müfessirlertnin tercüme-i hâlleri) ve kendi ailesi hakkında bir şecere tetkiki: Inba al-abna bi-farika salafihim al-husna cami! li-nasab âl ahi d-ri­ cal, 4. İdam al-muvâli bi-kalâm sâdaiihi aladam al-mavâli adlı bir eser yazma olarak Brit. Mus. Ma muhafaza edilmiştir (Rieu, Suppl.,



nr. 217, H ) ; aynı kütüphanede bundan başka Tafsir al-şar f a li-vurrâd al-şarVa adlı zey­ dî kelâmına dâir bîr eseri { krş. Rieu, Suppl., nr. 217, I ) ve aynı mevzûa dâir bir de şu eserleri zikredilir: 6. al-Riyâi al-nadiya f î an al-firkat al-nâcıa hum al-Zaydiya ( Ambrosiana, B. 133, var. 3a). 7. İmâm al-Mutavakkil İsmail b. al-Manşür billâh a!-Kasim 'm al-Akîda al-şahiha ’sımn, yâni mezhebin esasları hakkmdaki eserinin şerhi olan aUMavâzin (Ambros., B . *33» 3a ) î 8. al-Azhâr ( zeydi Furü* 'una dâir, krş. Brockeîmann, İl, 1 8 7 ) 'a bir haşiye; bu eser tamamlanmamış al-vuzu bahsinde kalmış­ tır; 9. Macölis\ 10. al-Vach al-avcah f i hukm al-rûh allazi zayyd al-zavca; 11. Macâz man arada d-’hakilça; 12. al-Hadiya ilâ man nuhiha i 13. Buğyat al-Talib va-süluhu; 14. alCavâb al-şâfi ilâ 1Abd al- A z iz al-Zamadi; 15. Tazkirat al-kulüb allat! f i *1-şudur f i ba­ yat at-acsâm allati f i d-kubür; 16. muhtelif mevzulara dâir, notlar mâhiyetinde bir çok Ras a i l ; 17. Divân '^ kardeşlerinden biri tertip et­ miştir; musannif, kardeşi tarihçi şâir hakkında yazdığı biyografyada bu divandan bâzı örnek­ ler nakleder. Bu tercüme-i hâl içinde, İbn Abi 'I-Rical 'in, derslerine devam ettiği 47 âlimin isimlerinin listesi yanında şakirdin öğrendikle­ rini başkalarına öğretmeğe salâhiyet kazandı­ ğını gösteren diploma mâhiyetinde 7 adet icâzât 'ın tam metnini buluyoruz ( bk. Ambrosiananuovo fondo, B. 132, var, 2*— n b ve Riv. d. St. Orient., IV, 1047 v,d.). B i b l i y o g r a f y a : E. Griffİnî, Lista dei manoscritti arabi nuovo fondo della Biblioteca Ambrosiana dİ Milano ( Riv. degli Studi Orient., İV, 1046— 1048, nr. 234— 256 ); Brockeîmann, GAL, II, 406; Suppl., II, 561.



( E. Griffini.) İBN FADLÂN- İBN FAZLAN, A hmed b . F azlan b . al- A bbâ sb . R aş Id b . HammÂd, h al i f e a !-M u k t a d i r 'i n 921 Me Bagdad Man Etil ( İdil) Bulgar hükümdarına gönderdiği e l ç İ h e y ' e t i n i n k â t i b i v e bu seferi tavsif ederek ya­ zılan R i s a l a ( y a h u t R i f r l a ' n i n ) m ü e l l i ­ f i d i r . Kendisi hakkında Abbâsîier için M ısır’ı yeniden fetheden Muhammed İbn Sulaymân 'm kölesi olduğuna dâir, kitabının başındaki kayıt­ tan başka hiç bir malûmat yoktur. Köle ( m avlâ) tesmiye edilmiş olması itibarı ile bunun arap olamayacağı, Muttadır 'in sarayında turkçe ter­ cümanı dahi olmayacağı, hattâ bir rûm yahut iranlı olacağı hakkmdaki mütâİealarm aslı yok­ tur. Yolda iken ve Bulgar diyarında da türkler ile ancak tercüman vâsıtası ile konuştuğu, yâni türkçe bilmediği, îşlâm ilimlerine bihakkın vâ­ kıf olmakla sefaret heyetinde din mütehassısının („fakîh“ ) işini gördüğü, kendisinin halife ta-



İ



İ6N F A D L Â &



rafından Bulgar memleketindeki müslüman fakî hlerini ve muallimleri teftişe me’mûr edil­ diği, Risâla *sinden anlaşılmaktadır. A sıl sefir Savsan aî-Rasi İsminde birisi olduğu hâlde, halife Bulgar kiralına yazdığı mektubu ve hediyele­ rini îbd Fazlan'a vermiş ve onu bu mektubu kirala okuyup anlatmakla tavzif etmiştir. Se­ faret hey'eti Bagdad 'dan 11 safer 309 (2 ni­ san 921) 'da hareket edip, Rey, Nişapür, Marv, Buhârâ ve Hvârizm yolu ile, 12 muharrem 310 (2 mayıs 922) 'da o vakit daha çadırlarda yaşayan buigar kiralının orta Idil'deki ka­ rargâhına gelmiştir. Sefaretin burada ne ka­ dar zaman kaldığı mâlûm değil ise de, İbn Faz­ lan 'ın burada kış aylarım geçirmediği, Risâla 'sinde ancak geceleri kısa olan yaz aylarından bahsetmesinden anlaşılmakta ve hey'etln aynı sene (922 sen esi) yazında geldiği yoldan, yâni Hvârizm üzerinden döndüğü Risâla 'deki istit­ radı kayıtlardan istihraç olunmaktadır. İbn Fazlan'ın bu seyahati Yakut'un Mu cam ’ inde onun Risâla 'sinden Atil, Başğurd, Bulgar, Hv5 rizrn ve Rus maddelerinde verdiği geniş nakil­ lerden mâlûm idi ve bunları Chr, Fraebn, geçen asrın itk rub’unda Petersbürg akademisi neş­ riyatında arapça metin, BuJgarlara âit olanı al­ manca ( her iki eser için bk. bibliyografya ), lâtince tercüme ve hâşiyeleri ile, Hazarlara âit olanı da şerhleri Ue neşretmişti. Bundan başka, XII. asırda Selçuklular nâmına farsça bir coğrafî eser yazan Ahmed Tüsi ’nîn eserinde de İbn Faz­ lan 'dan nakiller bulunmakta ise de, bunun ka­ yıtları Yâküt Hakiler ile henüz karşılaştırılmış değil idi. Nihayet te’lif inden tam xooo sene sonra İbn Fazlan'm Risâla 'si tarafımdan, 1923'te, Maşhad 'de İmâm Rıza kütüphânesiııde, İbn alFakih ve Abu Dulayf'in eserleri İle birlikte, bir mecmua içinde, bulundu. Seyahatnamenin Ha­ zar hakanlığına dâir kısımlarına âit tercümeler ile biten bu nüshada sefaret hey'etinin Bag­ dad 'a dönüş bahisleri eksikî id i; hâlbuki Yahut bu risalenin Bagdad'a dönüş bahsini de ihtivâ eden tanı nüshasını görmüş idi. Her hâlde bu seyahatnamenin Hazarlara âit bahis­ lerinden sonraki kısmında dikkati çeken fâ2İa bir malûmat bulunmamış olacaktır ki, kimse o kısmından bîr söz nakletmemişim Mamafih Maşhad nüshasından anlaşıldı ki, Yâküt tara­ fından naklolunan haberler asıl kitabın ancak Ya ’iui teşkil etmiş ve bunlar da en çok „acâyib" den ibaret bulunmuştur. Yine görüldü ki, sefaret hey’etİ Horasan ’da Alevîlerin İsyan ha­ reketlerine şâhid olmuş, Buhârâ 'da büyük Sâcnânî emîri Naşr b. Ahmed ’in ve onon veziri olan büyük coğrafyacı Cayhâni 'nin misâfiri olmuş,y Hvârizm 'de Aİ-i Fariğûn ( islâmdan önceki eski Hvârizmşâhlar sülâlesinin) 'un son mümessili



Hvârizm vâlisî Mubammed b. ‘ İrak'm, şim­ diki garbî Kazakistan 'ın Ural vilâyetlerinde Oğuz yabgusu naibi { Kuzerkin) 'nin ve subaşısı Etrk b. Aîktgan ( galiba Etrî, b. Algtugan, yâni AIp*Togan oğlu Etrl yâni Eriuğrul ) 'm misâfiri olmuş; Selçuk su-başınm ceddi Ertuğrul su»başı olması pek muhtemel olan ( bk. Z. V . Togan, Umûmi türk tarihine giriş , I, ıyö, 440) bu Ertk == E trl'a, halifeliğin dost ve müttefiki bulunmak teklifi ile, al-Muktadir tarafından yazılan mektubu sunmuş ve müslü­ man buigar kiralının dâmâdı olan bu su-başı ile çok samîmî münâsebet te'sis etmiş, Başkırtların bîr kısmım daha güney Ural vilâyetin­ de görmüş, Yayık nehri civarında Peçeneklerin ülkesinden geçmiştir. İbn Fazlan gerek bu ül­ keler ve kavimler, gerekse asıl hedefleri olan Bulgar ülkesi ve halkı hakkında son dere­ cede mühim malûmat vermiştir. "Bu seyyahın ruslar ve Hazarlar hakkında verdiği malûmatı ancak Bulgar diyarında bulunduğu zaman topladığı anlaşılmıştır. İskandinavya Norman tüccarları olan bu ruslar, gemileri ile Bulgar taraflarına ticâret için geldikleri zaman, görüp bunların örf ve âdetlerini tavsif etmiştir. Seya­ hatnamesinin sahte olduğuna, İştahri 'nin Bul­ garistan 'daki bir hatîpden naklettiği haberlerin İbn Fazlan 'dan alınmış olduğuna ( Barthoid ) yahut biFakıs İbn Fazlan 'm İştahri 'den nakil­ lerde bulunduğuna ( Marquart) 'a göre yahut her iki müellifin ve İbn Rusteh ’in müşterek bir kaynaktan istifâde ettiklerine ( Kmuschka ) âit son bir asır zarfında yazılanların boş fara2İyelerden ibaret olduğu da seyahatnâmenîn aslı­ nın tetkik ve neşrinden sonra tahakkuk etmişi»-. Seyahatnamenin Maşhad nüshasının arapça metin, almanca tercüme ve izahları, 1923— 1928 seneleri arasında sarfolunan mesaî mahsûlü olarak, 1939 ’da tarafımdan, neşredilmiştir ( Z. V. Togan, ibn Fadlan’s Reisebericht, Leipzİg, *939 J* Bir „miÜî“ yayın ile Avrupa yayınını önlemek, yânı rusları Avrupa yayınından müs­ tağni kılmak maksadı ile Rus Ulûm Akademi­ si de Maşhad nüshasının fotoğrafını, meselele­ rin izahı ile meşgul olmadan acele yapılan bir rusça tercümesini aynı senede neşretti ( Pute şestvie Ebn Fadlana na Volga, Leningrad, 1939). Daha 1924 senesine kadar bir yalancı ve sahtekâr telâkki olunan İbn Fazlan ( A . Spıcyn, Rus Arkeoloji cemiyeti Rus ve Slav şubesi Zapiski’leri, 1900, XI, 162; Marquart, Ungarische Jahrbucher, 1924, IV, 319 ), Maşhad nüshaşmttf'keşfi ve onun üzerinde yapılan tetkjkât neticesinde orta çağların âlim ve dikkatli 'bir seyyahı ve asrının büyük çapta diplomatı derecesine yükselmiştir. Bu tetkikatı hulâsa eden H. Gregoire ( Byzantion, 194$, XVII, 413)



İBN FADLÂN -



73$



'a göre İbn Fazlan tarafsız ve dikkatli müşâhıdtlir; o yalnız hâk Priscus 'a, kâh Rubruk 'u hatırlatan gerçekten1 İlmî bir seyahatname­ nin müellifi olmakla kalmamış; muasırı olan Lombardiyah Liutprand Man farklı olarak, ken* di zamanıma beynemilel vaziyetinden bihakkın haberdar bir diplomatı olmuş ve Abbasî hali­ feliğine müşkül bir zamanda türkleri kazandır­ mış ve anlaşılan onların İslâm memleketinde oynayacakları rolü de tasarlamıştır. B i b l i y o g r a f y a : Chr, Frahn, Veieres memoriae Chazarorum ex îbn Foszlano ( Memoires de VAcademîe des Sciences de Ru­ ssie, sc. polit., Petersburg, 1822, VII, 577— 620 ) ; ayn. mil., De Baschkiris, que memoriae prodita sunt ab tbn Fosclano et Jakuto ( Me­ moires de VAcademîe des Sciences deRusse, sc. polit., VIII, 621— 628); ayn. mil., îbn Foszlans und anderer Araber Brichte izber die Rassen âlterer Zeit ( Petersburg, 1823 ) ; ayn. mlL, Die altesten arabiscken Nachrichte über die Wolga-Bulgaren aus îbn Foszlans Reiseberichten ( Memoires de l’Academîe de Russie, 6. serî, sc. p o l i i Petersburg, 1832, 1 ) ; Baron V. Rosen, Prolegomena k novomü izdanyu îbn Fadlana ( Zapiski Vost. Ötdel. Rassk. Arheolog. Obşçesiva, 1904, XV, 39—73 ) JF. Westberg, Beürage zar Kİdrung orienialischer Quellen iiber Ostearopa (Balletin de VAcademîe des Sciences de Russie, 1899, s. 2x1— 2 7 5); Z. V. Togan, Die Reisebericke îbn Fadlan’s ( Geisiige Arbeît, Berlin, 1937, nr. 1 9) ; Z. V. Togan, îbn Fad­ lan’s Reisebericht, Leipzig, 1939 “ Abhandlungen fiir die Kunde des morgenlandes, XXIV, 3 ; bu yayın dolayısı ile yapılan neş­ riyat ve tenkitlerden ayrıca zikre şâyân olan­ ları : B. Spuler ( Jahrbücher fu r Geschichte Osteuropas, 1940, V , 200— 202 ); Michetan* geîo Guidİ, Rivista degli studî orientali ( Ro­ ma 1941, XIX, 307— 310; Hans v, Mzik, Orientalistische Liieraturzeitung ( 1942 ), s. 121 — 126; H. Ritter ZD M G , XCVI, 98— 126; H. Gregorie, Byzantion ( 194$ ), XVH, 410— 413 ; D. M. Dunlop, Zeki Validi’s îbn Fodlan ( Die Welt des Orients, 1949, I» 307— 3*2 ); Robert, Blake and Richard Frye, Notes on the Rîsala o f îbn Fadlan, Byzantina Metabyzantina, Harvard, 1949, I, 2. kısım s. 7— 37. İBN İBN İBN İŞ B İL Î. j



İBN İBN İBN



İBN FÂRİS.



ÎBN FÂRİS. İBN FÂRİS, A bu ' l -^ u sayn A y\îED b. F ârîs b. Z â k a r Î y  b . Muhammed B. Ha b Tb, ( ? — 1004), Küfe mektebine mensup l i s a n v e s a r f â l i m i d i r . 395 saferinde ( teş­ rin II. — kânun I. 1004 ) Rey ’de vaîat etmiştir. Doğum tarihi ve yeri mâlûm değildir. Mama­ fih aî-Zahrâ bölgesinde, Kursuf köyünde, doğ­ muş olduğu zannedilmektedir. ^azvin.Hemedan, Bagdad’da ve hacca gittiği zaman, M ekke’de tahsil eylemiştir. Muallimleri arasında lisan âlimi ve şâfi’î fakîhİ olan babası ile Abu Bakr Ahmed b, al-Hasan al-Hatîb, Abu ’İ-Hasan cAIi b. İbrahim al-Çantan, Abü ‘Abd Allah Ahmed b. Tabir al-Munaccim v.b. zikredilmektedir. Hemedan ’da ders okutmuş ve meşhûr Badi: al-Zaman al-Hamazâni de talebe sıfatı ile ders­ lerine devam etmiştir. Bilâhare İbn Fârîs, Fahr al-Davla ‘A li b. Rukn al-Davla al-Hasan b. Bûya tarafından, oğlu Macd al-Davla Abu Talih 'e muallimlik etmek üzere, Rey ’e davet edildi. Şafi’î mezhebine mensup iken, sonradan mâliki mezhebini ihtiyar etmiştir. Gayet cömert idi vfe bâzan sırtındaki elbiseyi bile verdiği olurdu. Tevazu eseri olarak, İbn Fârîs ’in tilmizi olduğunu söyleyen Şâhib İbn ‘Abbad, bu zâtın eserlerinde hatâ bulunmadığını beyân eder. Aslen iranî olmakla beraber, şuubiya mücâde­ lelerinde arapları iltizam etmiştir. Eserleri şunlardır: 1. Kitâb al-mucnial f i ’l-luğa adında, keli­ melerin asıllarının ilk harfleri sırasına göre, tertip edilmiş lügat kitabı ( yazma, Brockelmann, gost. yer. ) ; t. al-Şâhibî f i f ikh al-luğa va sunan al-'ar ab f i kala mika, edebiyat, iştikak ve nahivden bahistir ( 1910’da K ahire’de neşr­ edilm iştir); 3. Kitâb al-şalâsa, bu eserinde müellif üç mümâsii sâmitten ( h, h, f} gib i) te­ şekkül eden ve üç türlü tertibe girebilen keli­ melerin mânaca müteradif olduklarını belirtmek­ tedir. Derenbourg, Les manuscrits arabes de VEsc., nr. 363, 3 ) 5 4 . Avcaz al-siyar li-hayr al-başar, Peygamberin kısa bir hâl tercümesidir ve Bombay ’da, 8 sahife olarak, tab’edilmİştir; S* Zamm al-hata’ f i ’l-ştr, şiirlerde, vezin zarûretinden dolayı yapılan balâlardan bahistir (Bertin, Verz., nr. 7181 ); 6. Kitâb al-itba' va ’İ muzâoaca, aynı vezinde olup, dâimâ bîr arada kullanılan çift kelimeleri toplamış olduğu bîr ( Z e k î V e l İd î T o g a n .) kitaptır ( Brünnovv tarafından neşredilmiştir. F A D L U L L A H . [ B k. F a z l u l l a h .) Orienialische Stadien, Th, Nöldtke zum. 70 Gebartstag gezvidemet, Gİessen, ı ç o6) j 7. K i­ a l -F A K ÎH . { Bk. İb n Ol f a k î H.] F A R A H a l . İŞBÎLÎ. [ Bk. Îbn f e r a h ö ’l - tâb ol-nayrûz ( Habib al-Zayyat, Haza in alkutub f i Dimashlc. . . , s. 29, nr. 9, 3 ); 8. Kitâb al-lâmât, ayn. esr., s. 33, nr. 71, 2. a l F A R A Z İ. [B k. îb n Ol f a r a d !.] B i b l i y o g r a f y a : İbn Hallik&n, VaF A R H G N . [ B k . İBN f e r h û n J fa y â t. . . ( Kahire, 1310 ), 1, 3$; al-Suyüti, f a F A R İS . [ Bk. İ bn f â r Is .]



İBN FÂRÎS «■ Mİ Hin



............ «■»— f r.^ . ı ı n



...............w................—



bakâi al-mufassirîn, s. 4, nr» 6; ayn. mil., Buğffat al-vuât (Kahire, 1326), s. 153; alAnbarî,^Nazhai aî-alihba (Kahire, 1294), a. 392 • îbn Farhön, al-Dîbâc ( Fas, 1316 ), s. 49; al-Şa'âlabî, Yatîmat al-dahr ( Şam, I3°4 )> MI, 214; Yakut, îrşâd al-arîb, II, 6 v.dd.; İbn Fâris ’in al-Şâhibî f i filfh al-lağa. . . ’da cildin baş tarafına konulmuş bulunan hâl tercümesi; Fîiigel, DiegrammathchenSckulen der Araber, s. 247; Brockelmann, G A L , l, 130, 5 * 5 ! Huart, LU t. ar., s. 158. _ _ ( Moh . B en C heneb.) ÎBN AL-FARÎ 2 , [Bk. İbnülfâ RÎd .] İBN F A Z L A L L A H . [ Bk, İbn fad lu lla H.] ÎBN F A Z L A N . [ Bk. îbn FADLÂn .] J B N F E R A H Ü L ’ İŞBİLİ. İBN F A R A # a l -İŞBİLİ, isminin tamâmı ŞiHÂB ÂL-DÎN A bu ’l 'A bbÂs A hmed b . F arah b . A hmed b . Muham ­ med AL-La HMÎ AL-İŞBÎLÎ AL-ŞÂFİİ 'dır ( 1227— 1300), İşbiliya ( Sevilla ) 'de doğmuştur. 646 ( 29 alsan 1248) 'da freskler ( aî-Ifranc) yâni Castiila kıralı Ferdinando III. 'sun teb'aları ıspanyollar tarafından Muvahhidlerin İspanya ’daki payitahtı olan İşbiliya 'nin zaptı sırasında (1217 — 1252) esir düştü. Fakat esaretten kurtuldu ve bilâhare 650 ile 660 (1252— 1262) arasında Mısır 'a gitti. Kahire 'de ve Şam ’da en meşhûr müderrislerden ders gördü. Şam'da yerleşti ve hadîs ilminde hâiz olduğu büyük salâhiyet ile Emevîye camiinde serbest dersler verdi; fakat Dâr al-Hadiş al-Nüriya'de kendisine teklif'edi­ len kürsüyü reddetti. Talebesi arasında bilhassa aî-Dimyâti (krş, al-Kutubi, Favât al-vafagât, II, 17 ), al-Yünini [b.bk,], ai-Muk:StiIi, al-NâbuİSsi, Abu Muhammed b. al-Vaîİd, al-Birzâli [ b.bk.] ve husûsiyle hadîs ve tarih ilimlerinde derin vukuf sahibi olan al-Zahabi [b .b k ,] var­ dır. 9 cemâziyelâhır 699 (19 şubat 130 0 )'da Umm al-Şâîih türbesinde ishalden vefat etmiş­ tir. al-Şuyüti, Tabakât al-mufassirin ( nşr. Meursİnge, nr. 88 ) 'de İbn Farah '1, âhirete dâir Tazkira bi ahvâl al-mavia va umur al-âhira ve Camı ahkâm al-Kurân nâmındaki büyük tefsirin müellifi olup, 9 şevval 671 (29 nisan 12 7 3 )'de vefat etmiş bulunan Muhammed b, Ahmed b. A bi Bakr b. Farah ( al-Makkari, 1, 600, yanlış olarak b. Farae) al-Anşâri al-Miliki al-Kurtubi adında başka bir zâtın oğlu olarak göstermektedir ki, yanlıştır. îbn Farah al-İşbili 'nin 28 hadîs ıstılahına dâir âşıkane şiir tarzında ve l ravi 'ii ( bun­ dan dolayı lâmiga) bakr -Çavil 'den 20 beyit­ ten ( Kâtib Çelebi, VI, 190 'da yanlış olarak 30) mürekkep didaktik manzumesi pek meş­ hurdur, al-Şafadi al-Ma^kari (I, 819) buna pek yerinde olarak, Kaşida ğazaliya fi alkâb alŞadlğ adım vermiştir (Brockelmann tarafın­



ÎBN FERHÛN.



n%



dan G A L , I, 372 i al-Makkari, I, 319, I„ 819). Buna umumiyetle Manzümat îbtı Farah yahut Ğarâmî şa/ıî/t ismi verilir. Çünkü birinci misramın ilk iki kelimesi bunlardır: Ğarâmî şafaihan ya ’l-raca fik a m uzalu— va-huzni vadarni mursalw» vamasalsalu — «iştiyakım ger-, çektir (sa h îb ) fakat sana bağlamış olduğum ümidin tahakkuku çok müşküldür; kederim pâyânsız ( mursel) ve göz yaşlarım muttasıl ( muselsel) akıyor." — Kasîdenîn metni ı8 6 o’ta Krehl tarafından al-Makkari müntehabâtında (I, 819 v.d.; alŞafadİ 'ye nazaran ) ve Macma al-mutun ( Ka­ hire, 1310, s. 51 v.d,) 'da ve al-Subkİ'nin Tabakât al-şaffiga al-kubra (Kahire, 1324 =1906/1907, V, 12 v.d.) 'da neşredilmiştir. Fakat bu sonuncu kitapta yalnız 18 beyit vardır. ‘îzz aî-Din Abu 'A bd Allah Mu^ara» med b. Aljmed b. Camâ'a al-Kinâni ( ölm. 816 = I 4 I 3 ) hım Zavat al-taralı f i şar fı manzümat îbn Farah nâmındaki şerhi Fr. Risch tarafın­ dan, 1885'te Leiden’de, neşredilmiştir (İstifâde edilmemiş diğer bir yazma da British Mu» seum 'da bulunmaktadır, Cat. Cad, Orieni., II, nr. 169, II). Hâşiye tarzında olmak üzere, Şams aî-DÎn Aba ‘Abd Allah b. *Abd abH idî al-Makdİsi (ölm. 744 *=1343; bk. al-Zahabi, Tab. al-huffâz, nşr. Wüstenfeld, XXI, nr. 1 2 ) 'nin şerhi de hemen tamamen neşredilmiş­ tir; Leiden, Cat. Cod, Or., IV, nr. 1749 ve Gotha, nr. 578 ( bk. Pertscb, V, 20). Berlin ( Verz., nr. 1055 ) ’de bulunan 894 (1489) tarihliye Ta'lik cala manzümat îbn Farah unvanlı izahnâme Brockelmann tarafından iddia olunduğu vecihle ‘İzz al-Dîn 'in şerhine tâlikat olmayıp, asıl man­ zumenin şerhini ihtiva etmektedir. Hidiv kütüp­ hanesinde I2, 250 numara altında 937 (1530/ 1531 ) 'de vefat etmiş olan Muhammed b, İbra­ him b. Halil al-TitSi ( Boinet, Dictionnaire, s. 154 ve 899 ) al-Mâliki 'nin ol-Bahcai aUsaniga f i hail al-işârât al-sunniga nâmı altın­ da vücuda getirmiş olduğu şerh mevcuttur. Şârih Yahya b. ‘Abd al-Rahmân al-Işfahâni 'nin ekseriya yalnız olarak zikredilen al-Karâfi nisbesi Brockelmann tarafından kaydedil­ memiştir. Paris, 4267, I., 4527, I (Cat. de Slan e ). Brockelmann 'm Muhammed b. aî-Amir al-Kaşir nâm» altında zikreylemekte olduğu şahsın Berlin, Verz., nr, 1056 'ya nazaran Mu­ hammed [ bk. M U H A M M E D ] al-Amir al-Kabir ol­ ması icâp eder. îbn Farah 'm didaktik manzu­ mesinden başka al-Navavi [b.bk.]'nin 40 hadîs üzerine bîr şerhi vardır: Şarhı al-arbdin £acfışan al-Navaviga (Berlin, nr. 1488/1489). ( C. F. S eybold .) ÎB N F E R H Û N . ÎBN FARHUN, B urhan al . D în İbrâh İm b . ‘A lî b. Muhammed b . A bu ' l -IÇâ -



SİM



b.



M uham m ed b. F arh ü n



a l -Y a ' m a r Î



(?—



1397), aslen İspanya'da Jaen civarında Uyyân köyüne tnessöp bir âlim âilesindendir. Medine 'de doğmuş -e 10 zilhicce 799 ( 4 eylül 1397 ) ’da, sol tarafına isabet eden nüzul neticesinde, aynı şehirde, borç içinde, vefat etmiştir. F ı k ı h â l i m i v e m ü v e r r i h olan İbn Farhun babasından ve amcası Abü Muhammed Şaraf al*Din al-Asnavi ile Camâl al-Din abDamahhüri, Muhammed b/A rafa 'den ve-792 (1330) 'de hacc seyahatinde de bn son zâtın oğlundan ders görmüştür. Bİr çok defa Kahire ’ye gitmiş ve 792 ( *39° ) *de Kudüs ile Şam '1 ziyaret eylemiştir. 793 senesi rebiyülâhırında ( mart 1391 } Medine kadılığına tâyin edildi. Çok sofu idî, ekseriya Kur'an ve Tevrat okurdu. Medine 'de mâliki mezhebini ihya eden bu zâttır. Eserleri şunlardır: 1. Tabşirai al-hukkâm f i usul abak&iya va manâhic al-ahkâm, mâliki mezhebine göre, kazâ muamelâtına dâir olup, 1301 ve 1302 senelerinde Kahire 'de ve 1300'de B ulak'ta tab’edilmiştir. s. alDibâc al-muzkab f î m arifat a'yün ‘ ulama' al-mazhab, sonunda isimleri gösterilen 20 kadar kitaba müstenit olarak, takriben 630 maliki fakî hin hâl tercümesini hâvi bir eser olup, 761 şabanında (haziran 1360) da ikmâl edilmiştir ( Codera'ya nazaran 857 == 1453 'te ikinci defa olarak yazılmıştır). 1316 'da F as'ta ve 1329'da Kahire'de tab’ediîmıştir, Bu esere hazan Tabakât'ulama al-arab yahut Tabalfât al-mâlikîya dahî denilmektedir ; 3. Darar ( yahut Nubgat ) al-ğavvâs f i mufıâzarat al-havas s, mâliki mez­ hebine göre fıkıh meselelerine dâir elgaz ( hıdiv kütüphanesi, F i h r İli, 187 ); 4. Tashil al-muhimniat f i $arh camı al-ummahâi, İbn aî-Hâeib 'in fıkha dâir eserinin şerhi ( Brit. MuS., Cat., nr. 872, IX ). B i b l i y o g r a f y a : Ahmed Bâbâ, Nayl al-ibtihâc ( Fas, 1317 ), s. $ ; ayn. mil., Kifa~ yat at-muf}tâc ( Cezayir medresesi el-yazması )* 33a î Wüstenfeld, Die Geschichtschreiber der Aral er, s. 191, nr, 448; Pons Boigues, Ensat/o bto biblipgrafico, s. 348, nr. 298; Fagnan, Les Tabakât malikites ( Homenaje d D. Fr, Codera, s. i t o ); Brockelmann, GAL, 11, 175 v.d., 263 ; R. Basset, Recherches bibliûgr. sur les sources de la Salouat alAnfâs (Cezayir, 1909), s. 9— 11. ( Mo h . B en C h e n e b .)



ÎBN AL-FURÂT. (Bk. Î8NÜLFURÂT.] İBN GAN İM . { Bk. îbn g â n î m .} İBN GÂNİM , İBN CANİM, İ z z a l -Dîn !A bd a l -Salam b . A hmed a l -Ma k d İsî (? — 1279 ) Kaşf al-asrâr an fy:kam al-tu yür va 7 a zh a r a d l ı m e ş h û r e s e r i n m ü e l l i f i d İ r. Bu kitap, 1821 'de Garcin de Tassy tarafın­



dan Les oİseaux et les flears „Kuşlar ve çiçek­ ler" ismi altında ve Peiper tarafından yapılmış olan almanca tercümesi: Stimmen aus dem Morgenlande ( Hirschberğ, 1850 ) 'de neşredilmiştir. Müellifin diğer eserleri için bk. Brockelmann, G A L , I, 450 v.d. ( krş. II, 703 ). Müellifin ha­ yatı hakkında mâlüniat mevcut değildir. Yalnız 67S ( 1279) 'de vefat ettiği bildirilmekledir, îbn Ganim aî-Mslfdisi adında bir de hanefî fıkıh âlimi vardır; bk. Brockelmann, G A L , II, 312 ; Suppl. , I, 808 V.d. ÎBN Ğ A N İY A . [ Bk. Îb n g A n î y e , j İBN G A N İY E . ÎBN G A N IYA , Y a h y a b . ‘A li b . Y ûsuf al-Masüfî, ( ? ~ ı i 4 8 ) İbn alHatib 'in rivayetine göre, Kurtuba 'da doğmuş ve 543 ( 1 148 ) 'te Gırnata ( Granada ) 'da ölmüş­ tür ; M u r â b ı t l a r ı n İ s p a n y a v a l i s i d i r . Fakat Murâbıtlar hâttedammn müessİst büyük Yûsuf b. Tâşfin'în yakın akrabasından olan an­ nesi Ğâniya 'nin ismine izafeten İbn Ğâniya kün­ yesi ile mâruftur. İbn Ğâniya de, kardeşi Muhammed gibi, babalarının yüksek bir mevki sahibi olduğu anlaşılan Merâkeş Murâbıtlar sarayında yetiş­ miştir, 5 2 0 ( 1 1 2 6 ) senesinde hükümdar A li b. Yusuf İbn Ğâniya 'yi garbı İspanya valiliği* ne tâyin etmiştir. 520'den 338' e kadar ( 1 1 2 6 — 1 1 4 3 ) bu vali Hıristiyanların hücumlarım muvaffakiyette püskürtmüş ve Aragoa kıralı Aîfonso nun ordusunu 328 ( 1 1 3 3 / 1 1 3 4 ) tari­ hinde Fraga 'da tamamen mağlûp etmiştir. Ma­ mafih 33 8 ( 1 1 4 3 ) 'den itibaren başlarında Abu ' 1-K.âsİm Ahmed, kurtübalı IÇâzi İbn Hamdin, mal ak ah Abu ' 1-Hâkim b. Hassün, sa:agossah at-Mustanşir b. Hüd ( Zafadoîa) ve diğer bir çok reisler bulunan Endülüs müslümantarının ( los agarenos ) Murâbıtlar saltana­ tına karşı isyanı bunların Ispanya'daki nulûzunu o derece sarstı ki, saltanat bîr müddet sonra inhilâl etti. Yalnız İşbitiya (S e v illa )'d e oturan vâlî İbn Ğâniya harikulade cesareti ile mukavemetin tanziminde büyük kabiliyet gös­ terebildi ve KistSla ( Cas'.iJa ) kıralı Aîfonso VII. 'nun yardımım te'mİa eylemiş bulunan İbn Hamdin'den Kurtuba'yt İstirdat etti (kanun İL $39=1146). îbn Ğâniya Aîfonso'nun ordu­ sunun önünde Kul tuba kalesine çekilmeğe mecbur oldu ( 5 4 0 == 1 1 4 6 ). İlk Muvahhidl or­ dularının Ispanya'ya gelmesi Aîfonso VII.'yu K urtuba'yı İbn Ğ ânîya'ye terketmeğe mecbur etti ise de, İbn Ğâniya de onu kendisine metbû tanıdı. Aîfonso VII. 'nun mütemadiyen ar­ tan talepleri karşısında, İbn Ğân:ya îşbiîiya valisi olan Muvahhidî serdarı Barrâz ile itti­ fak ederek ona Jaen şehrine mukabil 343 ( 1 1 4 8 ) 'te Kurtuba ve Carmona yı terkettî. Muvahhidlerİn etinde yalnız Gırnata kaldı.



İBN qÂNİYE -



İBN HACERÜL' ASKALÂNÎ.



Hâlbuki müstakil emîr olau İbn Mardnaiş [ b. bk.} Mursiya ( Murcias ) ve Balansı ya ( Valencîa ) ile bütiin şarkî İspanya 'yı hükmü altına al­ mış idi. İbn Ğâniya 'nin Murâbıtlar saltana­ tına karşı son sadâkat hareketlerinden biri, S43 ( 1 1 4 8 ) 'te Kâzı ‘ İyâz'm talebi üzerine, vali aî-Şahrâvi 'yİ Septe ( C eu ta) 'ye yolla­ masıdır. İbn Ğâniya bundan bîr müddet son­ ra, to şâbân $43 ( kânun 1.1148 ) 'te, Gırnata 'da vefat etmiştir. O tarihte Murâbıtlarm İspanya 'daki hâkim’yeti tamâmiyîe zeval bulmuş idi. îbn al-Hatib îha ;a namındaki eserinde İbn Ğâniya V n cî’ûad gayretine mâni olmaması îç:n, zevcesini yanından uzaklaştırmış olduğ nu nakleder; keudİs'uln çocuğu da olmamış!ır. Mamafih 520 ( 1 1 2 6 ; krş, mad, BA1 EAR ) 'de Balear adaları valiliğine tâyin edil­ miş o!an biraderi Muhammed bîr kaç erkek evlât bırakmış ve gerek bunlar, gerek ha­ lefleri Murâbıtlar hâkimiyetini 580 ( 1 1 8 4 ) se­ nesine kadar Balear adalarında idâme eylemiş­ lerdir. Berberîstan 'da Muvahhidlerin saltana­ tına karşı Murâbıtlarm nufözunu te'sıse te­ şebbüs etmiş ve 633 (1235/1236 ) senesine kadar bu yolda mücâdele eylbmiş olanlar M iham* med *in torunlarıdır. B i b l i y o g r a f y a ' . F. Codera, Decadencîa y desaparicîon de los Almoravides en Espaha ( Saragossfı, 1899 ); A, Bel, Les Benou Ghâtıya, derniers reprisentants de Vempire almoravide, et leur latte conire Vempire almohade (Paris, Leroux, 1003).



( Alfred Bel.) ÎBN A L H A B B A R ÎY A . [Bk. İ b n ö l h e b b â r İY E .}



ÎBN H A B B . [ Bk. İB N H A B İB .} ÎBN H A B İB . İBN I;ÎABİB, A bu Marvân 'A bd al-Malîk b . HabIb al -S ulamÎ (? —853 Bu zât, Gırnata civarında Hîşu Vat ( Sİmoıiet 'ye göre Hnetor V e g a ) 'fa doğmuştur; a r a p f a k î h i d i r . Elvîra ve Kurtuba 'da tahsil et­ tikten fonra. hacc maksadı île, Mekke'ye gîtH ve Medine ’de mâîikî mezhebine vukuf kesbetti. Sonra bu mezhebi İspanya ’da tanıtmıştır. 238 f 853 ) senesinde Kurtuba 'da vefat etti. Muhte­ lif mevzulara dâir binden fazla yazı neşrettği rivayet olunur. Fakat ehemmiyetsiz bîr. parça müstesna olmak üzere, kendi İsmi altında b'ze intikal edebilen yegâne eser, Dozy ’nin Recher­ ches* {I, 28) 'de gösterdiği gibi, sonradan vüeûda getirilmiş iktitâfî mâ1 iyette te'iifâtıdır. B i b l i y o g r a f y a : Wüstenfeld, Die Gesch chtschreiber der Araber, nr. 56; Pons Boigues, Ensayo bio-bibliogr., 3. 29 v.dd. (burada hâl tercümesine dâir daha mufassal malûmat vardır); Brockelmann, G A L , I, 149 v.d.



735



Î B N H A B İ B . İBN HABİB, B a d r a l -D în A b 1 M u h a m m e d a l -H a s a n b . 'O m a r a l -D 1M A Ş K Î AL-Ha LABÎ ( 1310— 1377 ), a r a p m ü­ v e r r i h v e e d î b i olup, 710 ( 1310) 'da Şam ’da doğmuştur. Babasının Muhtasib vazifesinde bu­ lunduğu ve bir taraftan da hadîs tedris ettiği Haleb ’de tahsil etmiştir. 733 ( 1 3 3 2 ) 'te ilk, 739 ( * 3 3 8 ) 'da ikinci defa olarak hacca git­ miştir. But seyahatler esnasında Mısır ve Suriye 'nin muhtelif şehirlerinde İkamet etti. Daha sonra Trablus'ta ve tekrar Şam ’da, nihayet Haleb 'de ka!d ı; 779 (1377 ) 'da orada vefat etti, Wüsteafeld ve Brockelmann tarafından bîrer-birer gösterilen eserlerinden burada yal­ nız 648— 777 seneleri arasında ( I2$o — 1375 ), Mısır 'da saltanat sürmüş olan Memlûk hü­ kümdarlarının tarihine dâir yazmış olduğu Durrat al-aslak f i mülk çd-airak 'i zikredece­ ğiz. Bu eserin bâzı kısımlarını Weyers ve Meursinge ( Orİentalia, 11, 196 v.dd.) neşretmişîerdir. Nasim at saba, unvanı altında, manzum ve secîii nesir île karışık olarak yazdığı eserinde biis-bütün başka bîr edebî tarz kabûl etmiştir. Bu kitap şarkta bîr çok defa neşredilmiş ve bu meyanda 1289 ’da İskenderiye'de, 1302'de İs­ tanbul ’da ve 1307 'de Kahire 'de tab’edilmîştir. B i b l i y o g r a f y a : Wüs*enfeld, Geschit* schreiber, nr. 440; Brockelmann, G A L , II, 36 v.d.; Supph, Iî, 35 ( burada hâl tercüme­ sine âit daha mufassal malumat vardır). ÎB N H A B İ B . İBN H A B İB , Muhammed , (? — 859) a r a p l i s a n â l i m i olup, Kutrub[ b. bk.] 'un tilmizidir. 245 ( 859 ) 'te Sâmarrâ 'da ölmüştür. Müteaddit eserlerinden Wiistenfeld ( Uber die Gleichehit and Verschiedenheit der arabischen ^Smmfnajjıen, GÖttİngen, 1850) tarafından neşredilen ve arap kabîlelerînm is-’mleri arala­ rındaki benzerlik ve başkalıklara dâir olan K. al kaba il va 7 ayyâm âl-kabir bilhassa zikre şayandır. B i b l i y o g r a f y a : Fihrist, s. 106 F ıügel, Die grammaüschen Schulen der Araber, s. 67 ; Wüstenfeid. Die Geschichischreiber der Araber, nr. 59; Brockelmann, G A L , î, 106; Suppl. 1, 165 v.d. _ ÎB N H A C A R â l - 'A S K A L A N İ [ Bk. İBN hacerül ' a sk alâ n Î.3 ÎB N H A C A R a l -H A Y T A M Î. (Bk. îbn H A C E R Ö L H E Y T E M Î.] İB N al -HACCAC. [Bk. İbnOlhaccâc.) İB N H A C E R Ü L ’ A S K A L Â N Î . İBN al-HA-



CAR al -'ASKALANİ, tam ismi A hmed b . :Alî b. Muhammed b . Muhammed. b . 'A lî b . Ahmed, ŞIhâb al-DIn, Abu 'l-F aİ l, alKİNÂNÎ AL-'ASfCALÂNİ AL-MİŞRÎ AL-KÂHîRİ, (1372 — 1449) olup, şâfî’î mezhebine mensup m e ş h u r f a k î h , m ü v e r r i h ve h a d î s



â l i m i d i r . ı s şâban 773 (18 şubat 137a) 'te «ski Kahire 'de doğmuştur. Küçük iken kaybetmiş olduğu babası Nur al* Din ders okutmağa ve fetva vermeğe icazetli bir âlim idi. Annesini de kaybetmiş olan çocuk, va­ silerinden mâruf bir tüccar olan Zaki al-Din âl-Harrübi 'nin himâyesi altında büyüdü. 9 yaşma geldiği zaman Kur'an ’ı hıfzetmiş idi. A z bir müddet sonra fıkıh ve sarf mebâdisi­ ni de öğrenmiş bulunuyordu. Bilâhare uzun müddet en meşhur âlimlerden ders aldı ve bu meyânda al-Bulkini [ b.bk.] 'den, İbn al-Mülak­ ilin ( olm. 804 ) 'den, ‘İzz al-Din İbn Cama'a [ Bk. mad. İBN CAMÂ'A, 4 ] 'dan hadîs ve fıkıh, alTanühi 'den Kar*an okumak ( içirâ'ât) ve Muhibb al-Din İbn Hişitm (olm. 799) ile al-Firüzâbadi [b . bk.] 'den arap lisan ve lügat ilimlerini öğrendi. 793 ( 1 3 9 0 )'ten itibaren bilhassa hadîs tahsili ile meşgul oldu ve bu uğurda Mısır, Suriye, Hicaz ve Yemen 'e müteaddit seyâhatler yaptı. Bu suretle, b ir takım edip ve lisan âlimleri ile temâsa geldi. 10 sene Zayn al-Din al-'İrSİfi ( olm. 806) 'den hadîs .okudu. Hocalarının çoğu kendisini fetvaya ve tedrise me'zün kıldılar. Kendisine teklif edilen kadılık vazifesini bir kaç kerre reddettikten sonra dostu Kâzı '1kuzât Camiîl al-Din al-Bulkini 'nîn kendi­ sini istihlâf etmesi hakkmdabl ısrarına inkıyad etti ve 827 ( kânun I. 1423) senesi mu­ harreminde bu vazifeye tâyin olundu. Bir kaç defa azl ve tekrar nasbedilmek sureti ile bu me'müriyette 21 sene bulundu.- Aynı zamanda muhtelif câmî ve medreselerde (alŞahâvi bunlardan 16 adet saymaktadır) tef­ sir, hadîs ve fıkıh okutmuştur. Bu ^zamanın en büyük hadîs âliminin" ( — hafız ‘aşrihi ) dersleri pek büyük bir rağbet görmekte ve mütehassıslar tarafından bile takip edilmekte idi. Bundan maada Dâr al-'adl müftüsü, Baybarsiya müdür ve müfettişi, evvelâ Azhar ve bilâhare 'Amr camilerinde hatîp ve Kubba alMahmüdîya kütüphanesi hâfız-i kütübü oldu. Şâir ve nâsir olarak da takdire mazhar olan ibn y a c a r büyük bir edebî faaliyet göster­ miştir ( krş. bilhassa V. Resen, Noüz nber ei'ne merkzaürdige arah. Handsckr., betitelt Fihrist Marıuiyât şhaihina ibn Hadjar, Bulî. de VAcad. imp- des Sciences de S i . Petersbourg, 1880, XXVI, ı8 b— 26*»), Bir çoğu islâmiyetin tetkiki hususunda gayet ehemmiyetli olan eserleri ve bil­ hassa 300 dinara satılan Fath al-bâri fişa rh Sa­ hih al-Buhârî ( Bulak, 1300— 1301 ) nâmındaki şerhi hayatta bulunduğu sırada dahî pek ziyâ­ de aranmakta idî. Adedi 150'yİ tecâvüz eden eserleri arasından şunları zikredelim : al-}şaha ti tamyîz al-şahâba ( nşr. Sprenger), KalkÜte,



1856— 1873 ve Kahire, 1323— 1325 ,* Tahzib al-tahzîb (nşr. Haydarâbâd, »325— 1327)} T a cil al-manfda bî-zavâfd rical al-aîmma al-arbda ( gost. yer-, 1324); al-Kavi al-musaddad f i *l-zabh 'on al-musnad it ’l-îmüm Alçmed ( gost. yer-, 1319 )}£ « /« £ al-maranv min adillat al-ahkâm f i fim al-hadîs ( Kahi­ re, 1330); Nuhbat al-fikar f i muştalah ahi al-aşar ve Nuzhat al-nazar f i tavzifi nuhbat al-fikar ( nşr. Lees v.b. Bibi. Ind-, new ser., nr. 37, Kalküte, 1862 ) ; al-Dur ar al-kâminâ f î d yân al-mi’a al-şâmina; inha1 al-ğumr biabnd al-u m r; R a f al-işr ‘cn kuzât Misr (b u üç eserin el-yazmaîan Brokelmann 'da vard ır; sonuncudan alınmış olan müntehap hâl tercü­ meleri R. Guest tarafından The Governors and Judğes o f Egypt, Gibb Mem., XIX zeyli­ ne dercedilmiştir); Tavâlı a l-idsis f î m dâlî İbn Idris ve Divan (bir arada Bulak'ta, 1301 'de tab'edilmiştir ); Cibtai al-nâzir f i İarcamai dl-Şayh ‘Abd al-Kadir ( nşr. E. D. Ross, Kal­ küte, 1903). — Bu kitaplara dâir daha mufas­ sal malumat Brockelmann ’m, daha bir çok eser­ lerin zikredıîdİğî, sözü geçen eserinde, mevcut­ tur.-Bundan başka bk, Landberg, Cat. de Mss. arabes. . . , nr. 3*, 32, 53, 67, 88, 98, 106, 228^ *7 9 » 3*9 >Houtsma, Cat. d*nne colleciion. , nr. 763, 764 {?), 783, II, 1026 ( ? ) } Vollers, Die İslam . . . Hss. ( L eipzig ) 'in fihristi ve Tahzib tercümesinin listesi. İbn Hacar al-'Askalâni, Inbd al-ğumr 'un yazma nüshaları için bk, O. Spies, Beitr, z. arab. Literaturgescichte, Abh. K M (Leipzig, 1932), XIX, 3, s. 85— 87.— Ba­ sılmış eserleri arasında, burada şunlar zîkrolnn abilîr: Lisân al-mizân ( al-Zababi 'nın Mizan adlı eserinin tertibe konulmuş şek li), Hay­ darâbâd, 1329— 1331; al-Durar al-kâmina f î dyân al-mi’a al-sâmina ( Haydarâbâd, 1348— 1350 ); Kitâb tabakat al-mudalUsin al-musammâ t a r if ahi al-talçdis bi-marâtib al-mavsüf în bi l ’-tadlî s ( Kahire, 1322); al-Rahma alğayşîya bi 'l-tarcama al-Layşiya ( al-Layş b. Sa'd'ın tercüme-i hâli; Bulak, 1301 ). İbn Hacar 852 senesi zilhiccesi ( şubat 1449 ) soûlarma doğru vefat etm'ştir. Şakirdi at-Sahâvi üstadının mufassal hâl tercümesini alCavahir