MEB İslam Ansiklopedisi 5/2 [5/2] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

İSLÂM ÂLEM İ TARİH, C O Ğ R A F Y A , E T N O G R A F Y A V E B İ Y O G R A F Y A L Ü GA T İ



MÎLLÎ EöîTİM BAKANLIĞININ KARARI ÜZERİNE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİNDE KURULAN BÎR HEYET TARAFINDAN LEYDEN T A B I ESAS T U TU LA R A K TELİF, TÂD İL, İKMÂL ve TERCÜME SURETİ İLE



NEŞREDİLMİŞTİR



& /& .



C



İ L



T



İNAL — İZZÜDDEVLE



D EVLET K İT A P L A R I



İSTANBUL MİLLÎ EĞİTİM BASIMEVİ



IN A L , r Bk. In al .] İR A K . ‘ İR A K ( arapçada harf-i tarif ile al'İrâk denilir. Batı transkripsiyona: Iraq ), orta şarkta F ı r a t v e D i c l e n e h i r l e r i n i n aşağı mecraları boyunda uzanan memleketin ve şimdi esâs toprakları bu memle­ kete tekabül eden k ı r a l l ı ğ ı n a d ı . Irak memleketine, Zagros dağlarının şarkında uzanan Irak-i Acem (‘Ira k al- acam i) 'den ayırmak üzere, Irak-i A rab ( ‘Irak-i ‘A ra b i ) da denilir. Bu adın orta Fars veya pehlevîde İran 'a delâlet eden ErSk kelimesiden iştikak etmiş bulunması muh­ temeldir. A şağı Irak 'm en eski beldelerinden biri de Erekb adını taşımaktadır. C o ğ r a f y a . Dar mânası ile Irak, Basra körfezinin şimal müntehâsından itibâren cenûb-i şarkî—şimâl-i garbî istikametinde uzanan çukur bir sabadır ki, uzunluğu bu istikamette 700 km. 'ye yaklaştığı hâlde, genişliği 200 km. 'yi geçmez, battâ cenupta genişlik bunun yarısına bile düşer. Memleket, mütebâriz avarızdan ta­ mimiyle mabrûm olup, şarkî Anadolu dağla­ rından inen Fırat ve Dîcle nehirleri ile Iran hudut dağlarının öte tarafından gelen ırmak­ ların ( Kerhâ ve Karun ) alüvyonlarının birikme sahasıdır. Coğrafî mevkii ve avarızdan mabrûm oluşu sebebiyle bi- çöl denecek kadar kurak olan bu memlekette zirâat bayatı nehirlerin getirdiği su sayesinde, mümkün olabilir. Irak nehirlerinin üçü, Dicle, Kerhâ ve Kârün, mecralarının hemen bütün kısımlarında dağlara komşu olduklarından, kışın yağan yağmur ile ve İlk baharda karların erimesi ile, bu mev­ simlerde suları yükselir ve çok mıkdarda alüv­ yon indirirler. Dicle nehri Bagdad 'da, nisan kabartıları sırasında, alçak seviyesi üzerinde 6 m. yükselir ve vasatî su akımı teşrin I. de sâniyede 800 m3, 'dan nisanda 3—4.000 m3, 'na, battâ istisnaî taşmalar ile, 7.000 ma. 'na çıkar. Bu nehirlere karşılık, Irak topraklarına girmeden çok evvel dağlık sâhayı lerketmiş bulunan Fırat, ovada kıvrımlar çizerek,



yavaş yavaş akmak suretiyle, tebahhur netice sinde çok su kaybettiği için, o derece kuvvetli taşmalar göstermez ( Bagdad 'in cenubunda alMusayyib 'de yükselme 3.5 m.) ve akımı o nisbette artmaz (400 m3.'dan 2750 m3.'n a ; âzamî olarak da 4.000), WilIcooks ’un ölçülerine göre, vasatî olarak Nii nehrinden dört defa daha fazla ça­ mur ile yüklü olduğu anlaşılan Dicle nehri, daha yavaş akışlı ve binâenaleyh daha az yüklü olan F ır a t’a nazaran, geçtiği sahayı daha çabuk yükseltmiş, bu yüzden Fırat nehrinin yatağı ceııûb-i garbîye, çölün kenarına, doğru itilmiştir. Dicle nehri Balad 'in bir az aşağısında ( Bag dad şimâlinde, kadîm Ophir c îv â rı), Fırat ise H it'te Irak'm alçak arazisine girerler; alüvyon birikmesi ile teşekkül etmiş olan delta ovası burada başlar. B îr az aşağıda, İran 'dan gelen kuvvetli Diyala ırmağının alüvyonları, Dicle 'yi cenûb-İ garbîye itmiş bulunur ve bu yüzden nehir, Bagdad hizâiarında Fırat 'a, aradaki mesafe 50 km.'ye varmayacak şekilde, yak­ laşır. Bir zamanlar Dicle'nin yahut biç de­ ğilse sularının bir kısmının, buradan itibâ­ ren cenûb-i şarkîye doğru, şimdiki mecrayı tâkip etmeyerek, Ducayl ( küçük D icle) denilen mec­ rayı boylayıp, cenuba doğru akmış olması ve Bâbil havâlisinde Fırat ’a dökülmüş bulunması muhtemeldir. Her ne kadar Ducayl, eski de­ virlerde insan eli ile açılmış bir ana kanal telâkkî edilmekte ise de, gerçekte kanalın lâlettâyin bir yerde kazılmış olmayıp, tabiat tarafından çizilen bir su yolu ile tesbıt edilmiş bulunması mümkündür. Buna benzer bir hâdise daha aşağıda Kut al-‘Amâra civarında da te­ kerrür etmiş gibi görünüyor: İskender 'in fütu­ hatı sırasında burada takriben şimdiki mec­ rayı tâkip eden Dicle 'nin A bbasî halifeleri devrinde sularının en büyük kısmını Şai^ alHayy vâsıtası ile cenuba doğru akıttığı, sonra bu mecrânın tıkanması ile şimdiki mecraya döndüğü bilinmektedir. Cenupta bataklıklıklar [ bk. mad. AL-BAfÂ’ İH] arasından geçerek, Süİ£



668



IR A K ,



al-Şiyüh yakınında Fırat 'a kavuşan Şatt alH a y y ’in arap devrindeki başlıca meerâ oldu­ ğundan şüphe edilmiş ve bunun insan eli ile açılmış bir kanal olduğu ileri sürülmüş (bk. Heuzey, Origines orient. de l’A rt, s. 1 7 : de Sarzec 'e atfen ) ise de, bu kadar büyük ölçüde bir insan eserinin tabiattan yardım görmüş ve eski bir mecranın yerinden faydalanmış olması ihtimâli çok kuvvetlidir. Bu türlü mecra deği­ şiklikleri Fırat üzerinde de görülmektedir: bu nehir Musayyib ’in bir az aşağısında iki kola . ayrılır. Arap coğrafyacıları, şarktan geçen kola Şatt al-Hilla, garptakîne de Şatt Hindiya der­ lerdi. Suların büyük kısmı ilk çağda şark kolundan, yâni Bâbil önünden geçerken, sonra hemen tamâmiyle Hindiya koluna intikal et­ tiği, müteakiben yine Hilla koluna döndüğü malûmdur: takriben 1889 'a kadar Hilla kolu başlıca mecrâ rolünü oynarken, bundan sonra esâs akıntı yeniden Hindiya ’ye geçmiş ve evelki mecrâ kuruma tehlikesi ile karşılaşmış idi. Willcooks’un teşebbüsü ile, 19 13 ’te inşası tamam­ lanan Hindiya şeddi sayesinde, Fırat suları iki kol arasında, uygun şekilde, taksim edilmiş oldu. Bütün bu hâdiseler, feyezanı şiddetli ve alüvyon yükü fazla olan nehirlerin, delta ovaları üzerin­ de akarken, yataklarını çamur ile tıkayıp yük­ seltmek suretiyle, kendilerine yeni mecralar ara­ maları şeklinde izah olunur. Yine bu hâl, Dicle ve Fırat 'ın Şatt al-’A rab '1 teşkil etmek üzere, zamanla başka-başka yerlerde birbirlerine ka­ vuştuklarını, bâzan bu kavuşmanın birden fazla kol ile vukua geldiğini, bu kolların kâh biri­ sinden, kâh ötekinden daha fazla su geçtiğini de aç ık la r: son zamanlarda Fırat sularının bü­ yük kütlesi Korna 'da değil, B a sra ’nın şimalin­ de Gurmat “A li mevkiinde Dicle ile birleşmek­ tedir. İki nehir, deltanın aşağı kısmında al-Batâ’ih [ b.bk.] adı verilen geniş bataklıklar ara­ sından geçerler. Sular burada Hor (aslı fcavr) denilen sazlık sahalarda yayılır. Fırat D icle’nin sulan burada önlerine çıkan bir şeddin arka­ sında âdetâ birikiyor gib id ir: bu hâl, bir ta­ raftan dördüncü zamanın ratıp devrinde A ra­ bistan'ın Nacd dağlık arazisinden bol su ve alüvyon getirmiş olan şimdiki hâlde kuru Va­ di. İ Rummâ, bir taraftan da İran dağlarından inen kuvvetli akar sulann ( bilhassa ÎÇârün) te’siri i!e izah edilir. Bu suların getirmiş ol­ dukları ve getirmekte devam ettikleri alüvyon kütlesi, Fırat ve Dicle 'nin yolunu kesmiş ve sularını gerideki alçak sahada yayılmaya zor­ lamıştır. Sulama meselesi Irak için Mısır ’dan daha büyük bir ehemmiyeti hâizdir. Nil nehrinin su­ ları bütün yaz mevsiminde kabarık kaldığı ve son baharda sular çekildikten sonra kış zi­



râat! de mümkün olabildiği hâlde, Irak nehirle­ rinde feyezanlar mayısta sona ermekte ve bun­ dan sonra, su bulunmadığı takdirde, her türlü zirâat imkânını ortadan kaldıran gâyet sıcak ve tamâmiyle kurak bir yaz mevsimi hüküm sürmektedir. Irak topraklarını kabil-i istifâde hâle koymak için yapılması gerekli olan işler sâdece muayyen yeriere bendler yapıp, su seviye­ sini yükseltmek ve İska kanalları açmaktan iba­ ret olmayıp, nehirlerin yatağını açmak, mecrâ değiştirmelerine mâni olmak ve bataklıkları kurutmak da o derece ehemmiyetlidir. Bütün bu işler büyük masrafları mûcip olduğu kadar, te'sisatm korunması bakımından da, ardı arası kesilmeyen bir dikkat ve ihtimam ister. İkinci cihan harbinden evvel, Irak'm iki nehir bo­ yunda uzanan sâhası 70.000 km2, arâzisi için­ de ancak onda birinin zirâate elverişli bu­ lunduğu tahmin edilmekte idi. Memleketin en büyük ümran devirlerinde bile İska sab ası­ nın pek geniş olmadığı söylenebilir. Kanallar şebekesini ihyâ etmek ve yeni sâha kazanmak için karşılanacak güçlüklerin başında, nehirle­ rin yukarı kısımlarında gâyet şiddetli feyezan­ lara mârûz olmaları ve taştıkları sırada pek fazla alüvyon kütlesi ile yüklü bulunmaları ge­ lir. Bu bakımdan, Ira k 'ta sulamaya dayanan ilk medeniyetlerin feyezan şiddetinin hafifle­ diği ve alüvyon yükünün azaldığı aşağı mecrâ boyunda kurulmuş olması dikkati çekmektedir. Irak 'ta te’sis edilmiş şehirlerin tarih boyunca cenûptan şimale doğru- yer değiştirmeleri buna delil o lu r: ilk önce cenupta Ur, Tello, Senkcre ve Erekh şehirleri kurulmuş, sonra daha şimâlde Sippara ve Bâbil te’sis edilmiş, müteâkiben Seleucia ve Ktesiplıon ve nihâyet Bagdad şehirleri ile yukarı Irak toprakları istismar olunmuştur ki, bu sonuncu merkezlerin kurulması, nehirlerin İrak ’a girdikleri yerlerde, büyük bendler inşa edilmesi iie hem-zamân bir hâdise olarak gösterilebilir. Bütün eski devirlerde yapılmış büyük te’sislerin muhafazası İçin, âsâyiş ve metodla çalış­ ma gerekli id i: Hamurabi kanunları, bendlerin muhafazası, sedlerin takviyesi ve kanalların temizlenmesi bakımından teferruatlı hükümler ihtivâ etmekte idi. Fakat, yabancı kavimlerin istilâsı yüzünden, her defasında bu te’sisler çabucak bozulmuş, feyezan sulan kendilerine dar gelen yataklarından taşarak, aşağı Irak 'm alçak sabalarında geniş bataklıklar meydana getirmişler, orta Irak '1 da feyezan sırasında su altında kalan ve sular çekildikten sonra da toz ile kaplanan çorak bozkırlar hâline koymuşlar­ dır. İşte Sâsânîlerin ve ilk Abbâsî halifelerinin parlak devrinden sonra İrak ’m sulama şebekesi, bir kaç şehir civarında şöyle-böyle muhafaza edilen bâzı kanallar bir tarafa bırakılacak olur-



İR A K . sa, uzan asırlar boyunda, işe yaramaz bir hâle gelmişti. Bunları İslah etmek suretiyle Irak’ı yeniden canlandırmak hususunda ilk esaslı te­ şebbüse girişmek şerefi Midhat Paşa [ b.bk.]’ ya âittir. Fakat, onun kısa süren valilik devrinden sonra, işler yîne yüz üstü kaldı ve nihayet osmanlı hâkimiyetinin son yıllarında, yeniden faâliyete geçildi. Irak 'm sulama sistemini tek­ rar te'sis etmek için gerekli projenin hazırlan­ ması ve tatbikine başlanılması, Nil nehri üze­ rindeki çalışmaları ile şöhret kazanmış S ir Wil­ liam Willcocks 'a havale olundu. Willcocks, ilk iş olarak, memleketin yukarı kısmını su bas­ kınlarından ve kanalları alüvyon yükünden ko­ rumak üzere, Fırat için Habbâniya (H ibbâniya) ve Dicle için de Akkar Kuf ( 'A kra îÇSf ) göl­ lerinde feyezan sularının birikip durulmasını te'min edecek bendler yapılması lüzumu üzerin­ de durdu. Habbâniya bendinin inşası, projeye göre, 19 16 'da tamamlanacak ve buradan alman sular geniş sâhaların İskasına tahsis edilecekti ki, bu işin neticelenmesi harpten sonraya kaldı. A kkar K uf gölünden çıkan bir ana kanal eski Ducayl'in yerini tutacak ve buradan itibâren bir çok kanallar, arazinin meyline uyarak, ce­ nupta Fırat istikametine doğru, uzatılacaktı. Diğer taraftan, yine Dicle 'nin yukarı kısmında eski Balad bendi yeniden ıhyâ edilecek, Diyala nehri üzerinde, bu nehrin Narin suyu ile bir­ leştiği yerde, başka bir bend yapılacak ve bu sayede, Dicle 'nin sol sâhilindeki geniş sâhalar eski Nahrvan kanalının yerine kaim olan bir ana kanal ile sulanacaktı. Irak'm yukarı kısmında bu işler yürütülürken, orta kısımda da başka inşaatın ele alınması lâzım geliyordu. Burada Willcocks, ilk olarak, Hindiya bendinin inşasına teşebbüs etti : 19 13 kâ­ nun I.'d a tamamlanan bend, F ıra t'ın sularının büyük kısmını yeniden Hilla ( B âb il} mecrası­ na iâde etmiş oldu. Bunu müteâkip, Dicle üze­ rinde Küt al-'A m âra’de bir bend yapılacak ve bu sâyede Dicle ’nin suları nehrin ana kolu ite Şatt al-Hayy arasında taksim edilerek, asır­ lardan beri hemen-hemen metruk kalmış Tello ovası yeniden canlandırılmış olacaktı. Niha­ yet Irak 'ın ihyasını tamamlamak üzere, Fırat ve Dicle 'nin aşağı mecraları arasında biriken suları derinleştirilecek yataklar vâsıtası ile akıtarak, geniş bataklık sahaları kurutmak ve buraları zîrâate elverişli hâle getirmek icâp edecekti. Bütün bu işlerin 30 sene kadar sü­ rerek, 6—700.000.000 altıu franka ( o zaman­ ki rayice göre, 24—28.000.000 türk lirası ) mâl olacağı, fakat bu - sâyede 2.500.000 hektar arâzioİn kış zirâatine, 1.500.000 hektar top­ rağın da yaz ekimine elverişli bir hâle getiri­ lebileceği hesap edilmişti. Osmanlı hukûme-



669



tinin teşebbüs ettiği, fakat birinci cihan harbi yüzünden ancak ilk merhalesini tahakkuk et­ tirmeğe muvaffak olabildiği bu muazzam iş, şimdi yavaş-yavaş yürütülmektedir. Irak nehirleri şebekesinin ıslâhı projesi, esâs itibârı ile, memleketin zirâî kabiliyetlerini can­ landırmak gâyesîni istihdaf etmekle berâber, islâh edilmiş bir nehir şebekesinin ayrıca mü­ nâkale hususunda da büyük faydalar te’min edeceğinde şüphe yok idi. Bununla berâber, XIX . asrın son senelerinde ortaya atılan Bağdad demir yolu projesi, bu bakımdan başlıca rolü demir yoluna bırakıyordu. B ir çok deği­ şik safhalar geçirdikten sonra, Deutsche Bank 'm mâlî yardımı İle teşekkül etmiş bulunan Anadolu demir yolları şirketine, o sırada hat­ tın müntehâsındaki Konya'dan başlayarak,Haleb-Musul-Bagdad- 'dan geçip, Basra körfezi kıyısında sona erecek bir demir yolu inşası için imtiyaz verildi ( 1899 teşrin II.). Bu su­ retle Anadolu Bagdad demir yol şirketi teşkil edilmiş oldu. Birinci cihan harbi başlamazdan evvel almanlar ile ingilızler arasında yapılan bir anlaşmaya göre, demir yolu müntehâsınm Kuveyt değil, Basra olması kararlaştırıldı. Harp yüzünden Bagdad hattı tamamlanamadı; ancak Irak İngiliz kuvvetleri tarafmdan istilâ edil­ dikten sonradır kî, Basra-Bagdad (566 km.), Bagdad-Musul (380 km.) batları ( K al'ât alŞ a rğ a t’a k ad ar) ile, Bagdad-Kerkük-Erbi! (4 2 i km.) ve Hânikîn (2 7 km.) şûbeleri inşa edildi; nihayet harpten sonra Musul demir yolu N usaybin’e doğru uzatılarak, AnadoluSuriye demir yolu ile birleştirilmek suretiyle, Bagdad hattı tamamlanmış oldu. Bugünkü hudutları içinde Irak devletinin top­ rakları takriben 452.500 km.2 mesahasında olup, bu topraklar yukarıda dar mânası ile Irak ismi altında anlatılan sâba dışında şimâl-i şarkîde, Dicle nehrinin sol tarafında, uzanan dağlık arâzi ile Dicle ve Fırat arasında yer alan EEcezîre yaylalarının bir kısmını ihtivâ etmekte ve nihâyet garpta, Suriye çölünün ( Bâdiyat al-Şâm ) ortalarına kadar uzanmak­ tadır. Şimâl-i şarkî toprakları şiddetli bir ikli­ me mâruz bulunmakla berâber, burada yeter derecede yağan yağmurlar, sulamaya ihtiyaç göstermeyen hubûbat zirâatine imkân verir. Bununla berâber, bu topraklar şimdi zirâî im­ kânlarını gölgede bırakan Kerkük bölgesi pet­ rol yatakları ile dünya iktisâdiyatında ehem­ miyet kazanmıştır. Bu petroller birinci cihan harbinden evvel bir taraftan Bagdad demir yolu projesini tatbik eden ve buna gpre, yapılacak battın iki tarafında 25 km. genişli­ ğinde bir sâbada mâden aramak ve işletmek < imtiyazını almış bulunan almanlann, bir taraf-



668



İR A K .



al-Şiyüh yakınında Fırat 'a kavuşan Şatt alH ayy 'in arap devrindeki başlıca mecra oldu­ ğundan şüphe edilmiş ve bunun insan eli ile açılmış bir kanal olduğu ileri sürülmüş (bk. Heuzey, Origines orient. de l’A rt, s. 1 7 : de Sarzec 'e atfen ) ise de, bu kadar büyük ölçüde bir insan eserinin tabiattan yardım görmüş ve eski bir mecrâmn yerinden faydalanmış olması ihtimâli çok kuvvetlidir. 6u türlü mecrâ deği­ şiklikleri Fırat üzerinde de görülmektedir: bu nehir Musayyib ’in bir az aşağısında iki kola . ayrılır. Arap coğrafyacıları, şarktan geçen kola Şatt al-Hilla, garpiakine de Şatt Hindiya der­ lerdi. Suların büyük kısmı ilk çağda şark kolundan, yâni Bâbil önünden geçerken, sonra hemen tamâmiyie Hindiya koluna intikal et­ tiği, müteâkiben yine Hilla koluna döndüğü mâlûmdur: takriben 18 8 9 'a kadar Hilla kolu başlıca mecrâ rolünü oynarken, bundan sonra esâs akıntı yeniden Hindiya 'ye geçmiş ve evelki mecrâ kuruma tehlikesi ile karşılaşmış idi. Wilicooks’un teşebbüsü ile, 191 3 ’te inşası tamam­ lanan Hindiya seddİ sâyesinde, Fırat suları iki kol arasında, uygun şekilde, taksim edilmiş oldu. Bütün bu hâdiseler, feyezanı şiddetli ve alüvyon yükü fazla olan nehirlerin, delta ovaları üzerin­ de akarken, yataklarını çamur ile tıkayıp yük­ seltmek suretiyle, kendilerine yeni mecralar ara* maları şeklinde izah olunur. Yine bu hâl, Dicle ve Fırat 'm Şatt al-'Arab ’1 teşkil etmek üzere, zamanla başka-başka yerlerde birbirlerine ka­ vuştuklarını, bâzan bu kavuşmanın birden fazla kol ile vukûa geldiğini, bu kolların kâh biri­ sinden, kâh Ötekinden daha fazla su geçtiğini de a çık la r: son zamanlarda Fırat sularının bü­ yük kütlesi Korna ’da değil, Basra ’nm şimalîn­ de Gurmat 'A li mevkiinde Dicle ile birleşmek­ tedir. İki nehir, deltanın aşağı kısmında al-Batâ’ih [ b.bk.] adı verilen geniş bataklıklar ara­ sından geçerler. Sular burada Hor (aslı havr) denilen sazlık sâbalarda yayılır. Fırat Dicle ’nin suları burada önlerine çıkan bir şeddin arka­ sında âdetâ birikiyor gib id ir: bu bâl, bir ta­ raftan dördüncü zamanın râtıp devrinde A ra­ bistan ’ın Nacd dağlık arâzisinden boi su ve alüvyon getirm iş olan şimdiki hâlde kuru Vâdi-i Rummi, bir taraftan da Iran dağlarından inen kuvvetli akar suların ( bilhassa K ârü n ) te’siri ile izah edilir. Bu suların getirmiş ol­ duktan ve getirmekte devam ettikleri alüvyon kütlesi, Fırat ve Dicle ’nin yol%nu kesmiş ve sularını gerideki alçak sâlıada yayılmaya zor­ lamıştır. Sulama meselesi Irak için Mısır ’dan daha büyük bir ehemmiyeti hâizdir. Nil nehrinin su­ ları bütün yaz mevsiminde kabarık kaldığı ve son baharda sular çekildikten sonra kış zi­



râat! de mümkün olabildiği hâlde, Irak nehirle­ rinde feyezanlar mayısta sona ermekte ve bun­ dan sonra, su bulunmadığı takdirde, her türlü zirâat imkânını ortadan kaldıran gâyet sıcak ve tamâmiyie kurak bir yaz mevsimi hüküm sürmektedir. Irak topraklarını kabil-i istifâde hâle koymak için yapılması gerekli olan işler sâdece muayyen yerlere bendler yapıp, su seviye­ sini yükseltmek ve İska kanalları açmaktan ibâret olmayıp, nehirlerin yatağını açmak, mecrâ değiştirmelerine mâni olmak ve bataklıkları kurutmak da o derece ehemmiyetlidir. Bütün bu işler büyük masrafları mucip olduğu kadar, te’sisatın korunması bakımından da, ardı arası kesilmeyen bir dikkat ve ihtimam ister. İkinci cihan harbinden evvel, Irak ’m iki nehir bo­ yunda uzanan sahası 70.000 km2, arâzisi için­ de ancak onda birinin zır S a te elverişli bu­ lunduğu tahmin edilmekte idi. Memleketin en büyük ümran devirlerinde bile İska sâhasının pek geniş olmadığı söylenebilir. Kanallar şebekesini ıbyâ etmek ve yeni sâba kazanmak için karşılanacak güçlüklerin başında, nehirle­ rin yukarı kısımlarında gâyet şiddetli feyezan­ lara mârûz olmaları ve,taştıkları sırada pek fazla alüvyon kütlesi ile yüklü bulunmaları ge­ lir. Bu bakımdan, Ira k ’ta sulamaya dayanan ilk medeniyetlerin feyezan şiddetinin hafifle­ diği ve alüvyon yükünün azaldığı aşağı mecrâ boyunda kurulmuş olması dikkati çekmektedir. Irak ’ta te’sis edilmiş şehirlerin tarih boyunca cenûptan şimale doğru yer değiştirmeleri buna delil o lu r: ilk önce cenupta Ur, Tello, Senkere ve Erekh şehirleri kurulmuş, sonra daha şimalde Sippara ve Bâbil te’sis edilmiş,müteâkiben Seleucia ve Ktesiphon ve nihâyet Bagdad şehirleri ile yukarı Irak toprakları istismar olunmuştur ki, bu sonuncu merkezlerin kurulması, nehirlerin Irak ’a girdikleri yerlerde, büyük bendler inşa edilmesi ile hem-zamân bir hâdise olarak gösterilebilir. Bütün eski devirlerde yapılmış büyük te’sislerin muhafazası için, âsâyiş ve metodia çalış­ ma gerekli id i: Hamurabi kanunları, bendierin muhafazası, sedlerin takviyesi ve kanalların temizlenmesi bakımından teferruatlı hükümler ihtivâ etmekte idi. Fakat, yabancı kavimlerin istilâsı yüzünden, her defasında bu te’sisler çabucak bozulmuş, feyezan suları kendilerine dar gelen yataklarından taşarak, aşağı Ira k ’ m alçak sâhalarmda geniş bataklıklar meydana getirmişler, orta Irak ’1 da feyezan sırasında su altında kalan ve sular çekildikten sonra da toz ile kaplanan çorak bozkırlar hâline koymuşlar­ dır. İşte Sâsânîlerin ve ilk Abbâsl halifelerinin parlak devrinden sonra İrak 'ın sulama şebekesi, bir kaç şehir civârmda şöyle-böyle muhâfaza edilen bâzı kanallar bir tarafa bırakılacak olur-



İR A K , sa, uzun asırlar boyunda, işe yaramaz bir hâle gelmişti. Bunları islâh etmek suretiyle Irak’ı yeniden canlandırmak hususunda ilk esaslı te­ şebbüse girişmek şerefi Midhat Paşa [b .b k .j’ya aittir. Fakat, onun kısa süren valilik devrinden sonra, İşler yine yüz üstü kaldı ve nihâyet osmanh hâkimiyetinin son yıllarında, yeniden faaliyete geçildi. Irak 'ın sulama sistemini tek­ rar te'sis etmek için gerekli projenin hazırlan­ ması ve tatbikine başlanılması, Nil nehri üze­ rindeki çalışmaları ile şöhret kazanmış Sir Wil­ liam Willcocks ’a havale olundu. Willcocks, ilk iş olarak, memleketin yukarı kısmını su bas­ kınlarından ve kanatları alüvyon yükünden ko­ rumak üzere, Fırat için Habbâniya ( Hİbbâniya ) ve Dicle için de A kkar Kuf ( ‘Alçra Küf ) göl­ lerinde feyezan sularının birikip durulmasını te'min edecek bendler yapılması lüzumu üzerin­ de durdu. Habbâniya bendinin inşası, projeye göre, 19 16 ’da tamamlanacak ve buradan alınan sular geniş sâhalarm İskasına tahsis edilecekti ki, bu işin neticelenmesi harpten sonraya kaldı. Akkar Kuf gölünden çıkan bir ana kanal eski Ducayl ’in yerini tutacak ve buradan itibâren bir çok kanallar, arâzinin meyline uyarak, ce­ nupta Fırat istikametine doğru, uzatılacaktı. Diğer taraftan, yine Dicle 'nin yukarı kısmında eski Balad bendi yeniden ihÿâ edilecek, Diyala nehri üzerinde, bu nehrin Narin suyu ile bir­ leştiği yerde, başka bir bend yapılacak ve bu sayede, Dicle ’nin sol sahilindeki geniş sa­ halar eski Nahrvan kanalının yerine kaim olan bir ana kanal ile sulanacaktı. Irak ’ın yukarı kısmında bu işler yürütülürken, orta kısımda da başka inşaatın ele alınması lâzım geliyordu. Burada Willcocks, ilk olarak, Hindiya bendinin inşasına teşebbüs e tti: 1913 kâ­ nun I. ’da tamamlanan bend, Fırat 'ın sularının büyük kısmını yeniden Hilla (B âb tl) mecrası­ na iâde etmiş oldu. Bunu müteakip, Dicle üze­ rinde Küt al-A m âra 'de bir bend yapılacak ve bu sayede D icle’nin sulan nehrin ana kolu ile Şatt al-Hayy arasında taksim edilerek, asır­ lardan beri hemen-hemen metrûk kalmış Tello ovası yeniden canlandırılmış olacaktı. Nihâ­ yet Irak 'ın ihyasını tamamlamak üzere, Fırat ve Dicle'nin aşağı mecraları arasında biriken suları derinleştirilecek yataklar vâsıtası ile akıtarak, geniş bataklık sahaları kurutmak ve buraları zirâate elverişli hâle getirmek icûp edecekti. Bütün bu işlerin 30 sene kadar sü­ rerek, 6—700.000.000 altın franka (o zaman­ ki rayice göre, 24—2S.000.000 türk lirası) mâl olacağı, fakat bu - sayede 2.500.000 hektar arazının kış zırâatine, 1.500.000 hektar top­ rağın da yaz ekimine elverişli bir hâle getiri­ lebileceği hesap edilmişti. Osm anlı hukûme-



669



tinin teşebbüs ettiği, fakat birinci cihan harbi yüzünden ancak ilk merhalesini tahakkuk et­ tirmeğe muvaffak olabildiği bu muazzam iş, şimdi yavaş-yavaş yürütülmektedir. Irak nehirleri şebekesinin İslahı projesi, esâs itibârı ile, memleketin ziraî kabiliyetlerini can­ landırmak gayesini istihdaf etmekle beraber, islâh edilmiş bir nehir şebekesinin ayrıca mü­ nâkale hususunda da büyük faydalar te’min edeceğinde şüphe yok idi. Bununla berâber, XIX. asrın son senelerinde ortaya atılan Bağdad demir yolu projesi, bu bakımdan başlıca rolü demir yoluna bırakıyordu. Bir çok deği­ şik safhalar geçirdikten sonra, Deutsche Bank 'ın mâlî yardımı ile teşekkül etmiş bulunan Anadolu demir yolları şirketine, o sırada hat­ tın müntehasındaki Konya'dan başlayarak,Haleb-Mıisul-Bagdad- ’dan geçip, Basra körfezi kıyısında sona erecek bir demir yoiu inşası için imtiyaz verildi ( 1899 teşrin II.), Bu su­ retle Anadolu Bagdad demir yol şirketi teşkil edilmiş oldu. Birinci cihan harbi başlamazdan evvel almanlar ile ingîlizler arasında yapılan bir anlaşmaya gore, demir yolu müntehâsının Kuveyt değil, Basra olması kararlaştırıldı. Harp yüzünden Bagdad hattı tamamlanamadı; ancak Irak İngiliz kuvvetleri tarafından istilâ edil­ dikten sonradır kî, Basra-Bagdad ( 566 km.), Bagdad-Musul (380 km.) hatları ( KaFât alŞ a rğ a t’a kad ar) İle, Bagdad- Kerkük-Erbil (4 2 1 km.) ve Hânikin (2 7 km.) şubeleri inşa edildi; nihâyet harpten sonra Musul demir yolu N usaybin'e doğru uzatılarak, AnadoluSuriye demir yolu ile birleştirilmek suretiyle, Bagdad hattı tamamlanmış oldu. Bugünkü hudutları içinde Irak devletinin top­ rakları takriben 452.500 km.2 mesahasında olup, bu topraklar yukarıda dar mânası ile Irak ismi altında anlatılan sâha dışında şimâl-i şarkîde, Dicle nehrinin sol tarafında, uzanan dağlık arâzı ile Dicle ve Fırat arasında yer alan Elcezîre yaylalarının bir kısmını ihti­ va etmekte ve nihâyet garpta, Suriye çölünün ( B ld iyat al-Şam ) ortalarına kadar uzanmak­ tadır. Şimâl-i şarkî toprakları şiddetli bir ikli­ me mârûz bulunmakla berâber, burada yeter derecede yağan yağmurlar, sulamaya ihtiyaç göstermeyen hububat zirâatine imkân verir. Bununla berâber, bu topraklar şimdi zirâî im­ kânlarını gölgede bırakan Kerkük bölgesi pet­ rol yatakları ile dünya iktisâdiyatında ehem­ miyet kazanmıştır. Bu petroller birinci cihan harbinden evvel bir taraftan Bagdad demir yolu projesini tatbik eden ve buna gore, yapılacak hattın iki tarafında 25 km. genişli­ ğinde bir sahada mâden aramak ve işletmek ■ imtiyazını almış bulunan alınanların, bir taraf-



670



İR A K .



tan da cenub-i garbî Iran petrollerinin işletil­ mesini ele almış bulanan ingilizlcrin alâkasını celbetmiş ve arada yapılan bir anlaşma neti­ cesinde, The Turkish petroleum Company mey­ dana çıkmış idi. Harpten sonra, Irak'ın Türkiye hudutları dışında kalması ve Almanya'nın bu sahadaki İktisadî faaliyetlerden uzaklaştırılması üzerine, İngiliz, fransız ve amerikan sermâyesi birliği ile, yeni Iraq Petroleum Company teşkil edildi ki, Irak hükümeti, 1926 Ankara anlaşma­ sına göre, Musul petrollerini işletecek şirket­ ten alacağı vergiden 10 % ’unu, 25 sene müd­ detle, Türkiye 'ye vermeği kabûl ediyordu. Pet­ rol araştırmalarına 1925 'ten itibaren faaliyetle tesbit edildi ve çıkartılan ham petrol, Kerkük civârından başlayarak, Fırat nehri üzerinde al­ madığa 'den itibaren, birisi şimâlî Suriye 'de Trablus-Şam, diğeri Filistin 'de Hayfa 'da sona eren iki boru ( pipe-line ) ile Akdeniz kıyılarına ta­ şındı. Şimdiki hâlde Irak petrollerinin işletme seviyesi adı geçen boruların taşma kabiliyeti ile tahdit edilmiş olup, ikinci cihan harbinden evvel ve harpten sonraki devirlerde senede 4.5—4.700.000 tona varm aktadır; harp içinde ve harpten sonra gerek Irak ’ta, gerekse boru­ ların geçtiği memleketlerdeki karışıklıklar yü­ zünden bâzan bu mıkdara varamayan petrol istihsâlinin, ileride yeni borular döşenmesi sa­ yesinde, 8.0OO.OOO tona yükseleceği tahmin edilmektedir, Basra körfezinin şimâl müntehâsmda Şatt al‘A rab munsabmın garbında mahdut bir sahada ( 50 km. 'den az ) denize açılan Irak toprakları şarkta Iran 'a komşu bulunmakta ve bu mem­ leketten — cenûp kısmı müstesnâ — eski coğ­ rafyacıların Zagros adım verdikleri dağların garp eteklerinden geçen bir hudut çizgisi ile ayrılmaktadır. Irak 'in şimâl komşusu olan Tür­ kiye ile hududu da, Hakkâri dağlarının cenûp eteğinden geçerek, Diele nehrinin Hâbür kav­ şağına kadar uzamaktadır. Bu noktadan ıtibâren, Fırat nehri üzerinde Abu Kama! mevkii şarkına ve oradan çoi ortasına doğru çekilen bir hat Irak '1 Suriye 'den ayırmakta, yine çöl ortasında Mâverâ-i Ürdün topraklarına komşu olan İrak, cenupta da Su'udî Arabistan 'a hem­ hudut bulunmakta, yalnız şarkta, bu devletin arâzısinden bir bî-taraf mmtaka ve Kuveyt arâzisi ile ayrılmaktadır. Irak devletinin nüfusu 19 4 8 'de 4.800.000 olarak tahmin edilmekte idi. Buna göre, vasatı olarak, kilometre murabhaına 10 kişi düşerse de, nüfusun en büyük kısmı nehirler boyunda ve şimâl-i şarkî toprakların­ da yaşamakta, buna mukabil çöl sahası, ancak ilk baharda sürülerini otlatan göçebelerin rast­ landığı Sıemen-hemen boş bir bölge teşkil et­ mektedir. Irak nüfusunun takriben 85 % 'inin



ana dili arapça olup, şimâl topraklarında sayı­ ları yarım milyona yaklaşan kürtler ve yaşa­ ma sâhası Kerkük-Alttn köprü-Erbil havâlisine rastlayan türkler bulunmaktadır. İrak­ lıların bir tahmine göre, 52 % 'si şi'î, 40 % '1 sünnî miislüman olup, ayrıca 100.000 kadar hı­ ristiyan ( katolik ve gregoriyen ermeni, geldânî ), 90.000 'e yakın yalıudi vardır. XX. asrın ilk senelerinde, Irak toprakları es­ ki Bagdad eyâletinin yerine kaim olmak üzere, Osmanlı devletinin mülkî taksimâtı arasında üç vilâyete ayrılmış bulunuyordu ! Musul vilâ­ yeti (Musul, Süleymâniye ve Kerkük sancak­ ları ), Bagdad vilâyeti ( Bagdad, Divâniye ve Kerbefâ sancakları ), Basra vilâyeti ( Basra, ‘Amara, Muntafik ve al-H asâ sancakları). Bu sancaklar, Su'udî A rabistan 'a bırakılmış olan al-Hasâ hâriç tutulmak üzere, şimdiki Ir a k ’ın mülkî taksimatını teşkil eden iivâiarın esasını meydana getirmektedirler. Bu livaların sayı­ sı şimdiki hâlde 1 4 'tür ( ‘Amâra, Bagdad, Bas­ ra, Divâniye, Diyala, Duleym, Erbil, Hiile, Kerbelâ, Kirkuk, Kût, Musul, Deylem, Muntefik, Süleymâniye ) livalar kazâlara, onlar da nahi­ yelere ayrılır. Devlet merkezi olan Bagdad şehrinin 1948 yılında nüfusu 285.000 'i bulu­ yordu. Diğer büyük şehirler de şunlar id i: Musul ( 80.000 ), Basra (80.000), al-Kâzimiya (6.500), Kerbelâ ( 61.000 ), Nacaf (35.000), Sâmarrâ ( 33.000 ), Kirkuk ( 30.000 ), Süleymâ­ niye ( 30.000 ). B i b l i y o g r a f s a : E. Sachau, A n Ea~ phrat und T ig r is ... (1900, tür. y e r; C. Uhlig, Mesopotamien, Z eiİsck jift d . Cesell. fü r Erdknn.de za B erlin ( 1917 ), s. 333—358 ; B. Meisner, Babylonien und A ssyrien ( 1920 ), s. 1 1 5 v.d. ; A . Musil, E xplorations in Arabia an d Mesopotamia ( 1908—19 15 ), III ( 1918 ) ; W. M. Willcoeks, The restauration o f an­ cient irrigation works on the T igris ( K a­ hire, 1903 ) ; ayn. mil., The irrigation o f Mesopotamia ( London, 1 9 1 1 ) ; E. Banse, D ie Türkei. Eine Modern géographie ( 19 15 ) ; R. Blanchard ( Le Géographie U niverselle serisinde A sie Antérieure ). (B



e s Im



D a r k o t .)



Müslümanlığın ilk devirlerinde a l-lrâ k S n „İki Irak“ tâbiri ile, burada bulunan iki İslâm şehri, Küfe ile Basra, muradolunurdu ( Y a­ kut, III, 628, 11 v.d.). Daha sonraları bu ad al-'İrâlf ile al-Cibâl [b . b k .]'i içine aldı. Yâküt (II, 15, ıs ) , al-'Îrâk ismi ile iranhlarca yalnız al-C ib âl’in kastedildiğini söyleyerek, bunu İrak 'a sâbip olan Selçuklu hükümdarı­ nın al-Cibâl'de hâkim olması ile izah eder: bu hükümdarın makam Hemedan olduğundan, halk onun „ai-‘İrâk hükümdarı“ unvanını, bu



İR A K . şehrin bulunduğu vilâyete de teşmil etmiş ola­ caktır. Bununla berâber, Selçuklu hükümda­ rının, mûtad mübâlega ile, kendisine „iki İrak ’ m hükümdarı“ unvanını vermiş olduğunu ve halkın böylelikle imparatorluğun iki kıs­ mından şarktakîne de Irak adını verip, ancak iki memleketi birbirinden ayırmak üzere, 'İrak al-'arabi 'ye mukabil 'îrdlç al-'acam î tâbirinin kullandığını kabûl etmek mantığa daha uy­ gun görünür. Bu kelimenin mânası kat’î olarak mâlûm de­ ğildir. Arap coğrafyacıları bu fausûsta pek tat­ min edici mâhiyette olmayan faraziyeler ileri sürerler. Yâküt ( III, 628, 13 v.d.) İbn al-‘A ra­ bi ’ye atfen ' İrak = „alçak memleket“ demek olduğunu ve al-Halil ( III, 628, 21 v.d.) ’e göre „kıyı memleket“ olduğunu söyler. Bundan baş­ ka, Irak ’a ai-Savâd denirdi ki, bununla ekili sahaların koyu renkli manzarası kast olunmak­ tadır! renklere karşı hassas olan Bedevilere göre, bu ad ile bahis mevzüu edilen memleket, beyaza yakın açık renkli ve sarımtrak bozkır sahalarının zıddı olan arazidir. Bununla berâ-^ ber, bu iki isim arasında diğer bir cihetten de ayrılık bulunur: S a vâ d hareketli, 'İra k ise sabittir. K ü fe ’nin S a v â d ’1 denilir de Küfe'nin Irak ’1 denilmez. Balhi 'nin şu ifâdesi nümûne olarak zikredilebilir ( İşîahri, s. 85, 3 i İbn Havkai, s. 166, 1 v .d .): „Bagdad ile Küfe arasında, hiç boş yer kalmamak üzere ekilen araziden müteşekkil bir Savâd vardır". Bu tasvir, mem­ leketin heyet-i umûmiyesinin doğru olarak kavranmış bulunmasına dayanır: gerçekten Irak şîmâlden cenuba doğru devam eden ve pek geniş olmayan uzun bir arazi şeridi, mü­ kemmel bir zirâat sâhasıdır ki, kanallar şebe­ kesi tasvir edilmek istenilirse, bu mütemâdi bah­ çelikleri esâs olarak almak icâp eder. İbn Htırdâzbih, İran hükümdarları zamanında İrak 'a verilmiş olan ve kendisi tarafından „İrak 'm kalbi“ diye tercüme edilen d il-i erânşahr tâbi­ rini kitabında hâlâ yaşatmaktadır ( 5, ıs v.d.; krş. İbn Rosteh, s. 104, 4). Bu ise, al-Hvârizmi 'nin Erânşahr 'dan, Irak da dâhil olmak üzere, İran mânasını çıkartmasına uyar ki, Yazid al-Fârisi 'ye göre, Erânşahr bir küll itibâr olunarak, Irak onun kalbi addedilm işti; nasıl kî, al-Aşm a'i de bunu böyle telâkki etmekte­ dir (Y âküt, I, 41 7) . Irak'm farsça ilk adı Sürlstân idi ( Balâzori, s. 276, 5 ; ibn Rosteh, s. 103, 23 v. d d .; Mas'üdi, s. 177, 1 ; Tabari, I, 819, 8 ; krş. Nöldeke, s. 15, not 3 ). Irak garpta Suriye çölü, eenüpta Arabistan çölleri ve Basra körfezinin şimâl kısmı, şarkta Zagros ( Cabal. Haınrin ) dağlarının kolları ve garbi Hüzistân, şimalde al-A n bar’dan T a k r it’e doğru çekilen bir hat İle hudutlanabilir. Mem



(> n



leke t i 11 idâri hudutları, sulanmanın tabi’! sâhahasma nazaran, ekseriya daha farklı idi. Bu bakımdan, şimalde çok defa T a k rit’ten al-Hadişa 'ye doğru çekilen bir hattan bahsedilirdi. Irak, şarkta coğrafî bakımdan kendisinden hiç bir tabi’î hudut ile ayrılmamış olan Hüzistân ( Susiana ) 't ihtiva ettiği gibi, T aff '1, yâni Basra ve Küfe kapılarından başlayan bozkır tabiatlı yüksek arâziyi de içine alırdı. İrak'm alçak ara­ zisi içinde nehirlerin taşmasını önleyen sedlere arap coğrafyacıları zahr („sırt“ ) derlerdi kî,kara yolları da ekseriyetle bunların üzerinden geçer­ di. Aşağıda nehirler ve kanal şebekesininin muh­ telif kısımlarından tafsilâtı ile bahsedilecek­ tir. Bu arada, arap devrinde başlıca mccrâ telâkki edilen Şatt al-H ayy kolu, coğrafya­ cıların Mazarâyâ dedikleri Küt al-'Amâra civarında, bugünkü asıl meerâdan ayrılmak­ ta idi. Vâsit bunun sahillerinde kâin idi. Ancak bu şehrin yeri, maatteessüf, sahih olarak bilinmiyor. Buranın harabelerini ziyaret etmiş bulunan seyyahlar ( Koldewey ve Moritz ) bun­ lar! tavsif etmememişlerdir ( Sarre ve Herzfeld, ArckSolog. Reise, I, 247). Daha 1838 yılında Lynch tarafından, bir vapur ile, kat'edilmiş olan ve bugün de senenin bir kısmında Sülç alŞiyüh mevkiine kadar muvâsalayı te’min ede­ ceği zannedilen Şatt al-Hayy, al-Katr civarında al-Batâ’ih [ b, bk.J'in bataklıklarına müntehi olurdu ve bu bataklıklar arasında, İslâmiyet'­ ten evvelki Dicle ile bugünkü D icle’nin aynı olan Dicla ai-'Avrâ’ ( „tek gözlü Dicle" ) ’ ya doğ­ ru, Nahr A bi ’İ-Asad nâmı ile, akardı. Fırat neh­ rinin al-Musayyib aşağısında ayrıldığı İki kol­ dan (Ş a tt Hindiya ve Şatt al-Hilla ) garptakine Kudama (s . 233, 16 v.d .; kezâ Mas'üdi, Tanbîh, s. 52, 5 ) ’de al-'Alkami adı veriliyor ; şark kolu da Sûra namım taşıyo r; birinci kol Küfe 'ye doğru teveccüh eder ve bataklıklar içinde kaybolur; Sürâ daha doğrusu Nahr Sora aiA 'lâ ( İbn Serapion, s. 28 ), ifaşr İbn Hubayra adlı mühim şehrin önünden geçer ( Bâbil 'in bir az şimâlinde harâbesi bulunan bir mevki, Teli ‘İmrân 'A l i ). Kaşr İbn Hubayra ’nin 6 fersah aşağısında yukarı Sürâ, aşağı Sürâ ka­ nalına müntehi o lu r; şarka doğru olan devamı Şarât al-Kabira ismini, al-N il şehrini ",geç­ tikten sonra da, Nahr al-Nil ismini alır ve alHavl (D icle üzerinde al-Nu'mâniya’den 6 km. m esafede) mevkiine vâsıl olur ki, burada doğrudan-doğruya D icle’ye aktarma edilebilir ya­ hut Nahr Sâbüs (şark sâhili üzerinde bulunan Mağaraya W karşısında) civarında D icle'ye vâsıl olmak için, cenuba doğru sapılır ( zâb 1 tâbiri, süryânî zâbâ hakkında bk. Marquart, | s. 16 4 ). A şağı Sura (S ü râ a l-A sfa l) bir çok i mevzilerden geçer ki, bunlar arasında İbn Sera-



IR A K . pion 'un al-Câm tân tesmiye eylediği, sonraki coğrafyacıların al-Hilla ( mezyedî Sayf al-Davla tarafından 495 ■■= 110 2 yılına doğru te'sis edil­ miştir ) dedikleri yerd ir; bu kol şimdiki Şatt al-Hilla 'd ır; Hilla civarında, Sâsânî Narses ( 292 ) tarafından kazdırılmış olduğundan do­ layı, Nahr Nars tesmiye edildiği iddia olunan ve cenûb-i garbiye doğru teveccüh eyleyen bir kanal var id i; Sûra ve Nars en sonda sularını Budat (budat, Yakut, J, 770) kanalına döker­ ler ; bu kanal Batâ’ih 'in şimâl kenarından ge­ çer ve Küfe 'nin şimalinde bir günlük mesafede al-Kanâtir mevkiinde F ıra t’ın garbı kolundan ayrılmış olan bir mecradır ki, Kanâtir mevkii agleb-i ihtimâl (X II. asırda tudelalı Benjamin tarafından ismi zikrolunan) mûsevîlerin meş­ hur ilim merkezi aram. Pumbeditâ ( — fam aiB u d â t)*nın aynıdır. Budat ( F ır a t ’ın kolu) Sûra ve Nars sularını aldıktan sonra, takriben 60 km. ’lik bir mecra kat’ederek, büyük batak­ lıklara dökülürdü. Yukarıda ismi geçen akar-sulardan başka iki ırmak daha, yukarıya doğru olan kısımlarda, birbirlerine kanallar vâsıtası ile bağlı idiler. F ıra t’tan al-Rabb (A n b a r’dan 14 km., H it ’ten 24 km. mesafede ) civarında ayrılan ve ‘ Ukbarâ ile Bagdad arasında Dicle 'ye vâsıl olan meşlıûr Nahr Ducayl kanalı Irak 'a değil, şimâlde ‘onun­ la hem-hudut olan E lcezîre'ye âit sa y ılır; bu kanal Irak ’a âit sayılan havaliye ( Maskin, K atrabbul} bir çok kollar sevkederdi; fakat zannolunduğuua göre, 340 ( 9 5 1 ) yılında ku­ rumuş idi ve ismi, Sâm arra'dan çok uzak ol­ mayan bir yerde Dicle ’den ayrılmış olan diğer bir kola verilmişti, al- Anbâr ’dan itibâren F ı­ ra t'tan 4 kanal ay rılır: 1. Nahr ‘Is a : mecrâsı kat’î olarak belli değil ise de umumiyet itibârı ile şimdiki Nahr Şaklâviya ile aynı olduğu söylenilebilir ; bu kanal İsmini ‘ İsa b. ‘A li ( ibn Serapion : Müsâ d iyo r) b. ‘Abd Allâh b. ai‘A bbâs 'in isminden almıştır ki, bu zâtın hisarı Halifeler şehrinin hududu dâhilinde kanalın Dicle ’ye munsap olduğu yerden bir az yuka­ rıda bulunuyordu. Kanalın F ır a t’tan çıktığı nokta Serapion ( s . 1 4 ) 'a göre ( Yakut ’ta da boyîedir, IV , 842 ), Kan ta rat Dimimma civârında idi (A b u ’ 1-Fidâ’, s. 52, u ; Dahamâ diyor ki, bu da şüphesiz Dimimma 'dan muharref tir ) ; Abu 'i-Fidâ1 ( göst. yer.) diyor ki ( Suîaymân b. Muhatına ’ya gö re ), kanal al-Anbâr mevkiinin alt tarafında al-Fallüca civârında bulunan bir mahalden gelmektedir; bu kanal Tassüe Ferözsabür 'u sulayordu ; al-Muhavval civarında bundan, Bagdad ’a doğru, bir takım ka­ nallar ayrılıyordu; kanal K aşr Ibn H ubayra’nin aşağısında Dicle 'ye dökülürdü ; İngiliz haritası üzerinde Şaklâviya kanalı 'A k ra k ü f gölünden,



yâni gölün cenubunda olduğu farzedilmiş olan ( msl. Yâküt, III, 697 ) ‘ Akkar K uf 'tan geçer; G. Ie Strange Ibn Serapion 'un söylediği Muhav val mev­ kiinin orada olduğunu iddia ediyor; Oppenheim 'in kitabındaki R. K iep ert’in haritası üzerinde Şaklâviya H o r’u, cenüp kısmında Hör al-'Asac tesmiye olunur; kanalın başlangıcından uzak ol­ mayan bir yerde, fakat Fırat ’m garbında, Habbâniya (H ibbâniya) savakı bulunmaktadır ki, WiIIcocks’un İska projesinin esâslı işlerinden birini teşkil eder ( Midhat Paşa ’nın Şaijlâviya bataklıklarını kurutma projesi hususunda bk. Oppenheim, II, 281 ). Baihi 'nin târifi farklıdır ( İştahri, s. 84 v.d.; İbn Havkal, s. 165 ). Bu tarife nazaran Nahr ‘ Isa küçük derelere ayrılır ki, bunlar yeniden Nahr al-Şarât nâmı ile birleşirler ve Dic­ le 'ye dökülürler. Hâlbuki asıl kol olan Nahr îsâ tam Bagdad ’in içinde Dicle 'ye vâsıl olur; bu kol munsabına kadar seyr ü sefere müsaittir. Hâlbuki Nahr al-Şarât üzerinde setler seyr ü seferi imkânsız kılmaktadır. 2. Nahr Ş a rşa r: Dimimmâ 'nın aşağı tarafında, 3 fersah ( tak­ riben 18 km.) mesâfede, F ır a t’tan ayrılır; Bâdürâyâ arazisinin bir kısmından geçer ( Yâküt böyle tesmiye ediyor: I, 460.- raya şekli doğru değildir; yalnız-ray^ü yahut-röyü şekillerini kabul etmek lâzımdır) ve İbn Serapion (s . 1 5 ) ’a göre Madâ’in şehrinin yukarısında 4 fersah ( takriben 24 km.) mesâfede Diele 'ye vâsıl olu r; Balhi 'ye göre ( İştahri, s. 8 5; İbn Hav­ kal, s. 16 6), Bagdad ve Küfe arasında mevcut olan devamlı Savâd 'ı kat’eden kanallar şebekesi Nahr Şarşar ile başlar ki, Nahr "İsa 'nın, bâzı kere şüphesiz Nahr al-Şarât ile karıştırılarak, Nahr Şarşar tesmiye edildiğini iddia eyleyen Y a k u t’a göre (III, 38i ), B agdad ’dan 3 fersah mesâfede küçük Şarşar şehri bu nehir üzerinde kâindir. 3. Nahr al-M alik: Nahr Şarşar ’m ay­ rıldığı noktadan 5 fersah aşağıda Fırat 'tan ay­ rılır ve al-Madâ’in'in 3 fersah aşağısında Dicle ’ye ulaşır; bu aynı zamanda Savâd dâhilinde bir tassüe ’un ismidir ( bk. İbn Serapion, s. 16 ) ; Nahr al-Malik 'in a!-Fallüca civarında başladı­ ğına dâir G. le Strange ( s. 68 ) ’in verdiği haber doğru değildir; çünkü bu mahal Nahr ‘ İ s a ’nın başlangıç noktasından ancak 20 km. kadar bir mesâfededir; Nahr al-M alik’in başlangıç nok­ tası ise Nahr ‘ İsa 'makinden hiç olmazsa 50 km. mesâfededir ve burayı haritalarda zikrolunan Hân Makdam civârında aranmak icâp e d e r; Nahr al-Malik Bihkubâz al-A vsat ’m dört tassüe 'undan birinin de ismi id i; hâlbuki iki Fallüca'Jar Bihkubâz al-A 'lâ ’nın tassüe ’landır. 4. Nahr K ü şâ : Nahr al-Malik ’in 3 fersah cenûbunda F ır a t’tan ayrılır ve al-Madâ’in 'den 10 fersah aşağıda Dicle ’ye ulaşır ; son derece zengin bir mmtakadan geçer ve Kura A rdaşır Bâbakân



IR A K . dâhilinde Küşâ fcassüc’unu ve Nahr Cavbar tassüc 'undan bir kısmını sulayan bir çok ka­ nallardan ayrılır ve Küşâ Rabbâ 'dan geçer (bk. İbn Serapion s. 15 v.d.; IbnHavlfal, s. 16 8 ; Yâküt, IV, 3 1 ? ) . Kusa Rabbâ'dan başka bir Küşâ al-Tarik ( araplaştırılmış ârâmîce ? ) 'tan bahsediliyor ki, İbrahim orada doğmuş ve ora­ da defnolunmuştur ; Küşâ Rabbâ 'yi harita üze­ rinde belki de Teli İbrahim ’de ( tam Musayyib 'in şarkında) aramak icâp eder. Fırat ile alâ­ kası olmayan Dicle kanallarından birisi olan Nahr Dueayl (bk, s. 59a ) hakkında yukarıda bir kaç söz söylenm işti; Balhi ( İştahri, s. 77 v.d.; İbn Havkal, s. 1 5 6 ) 'ye göre, bu kanalın kapısı ( fS h a ) T ak rit'in bir az aşağısındadır; bu şehrin semtlerini ve sonra Bagdod civarına kadar Sâmarrâ Savâd 'ını feyizlendirir ( İş|ah ri: „Bagdad Savâd 'mm büyük bir kısmı onun sâyesinde mahsûldar olmuştur“ ). Orada eski vaziyet bu şekildedir; daha sonra kanalın eenûp kısmına, daha doğrusu Dİele 'nin koluna bu isim tatbik edilmiştir; Yakut (II, 555) 'un tasvirinden anlaşıldığına göre, bu kanal Sâm arrâ aşağı­ sında Takrit ile Bagdad arasından doğa­ rak, büyük bir sahayı geçtikten sonra, tekrar D icle’ye döner. Tenakuzlardan dolayı hiç bir endîşe duymadan malûmat toplayan Abu ' 1-Fidâ’ (s . 56,3) Y a k u t’un M aştarik ( s. 2 8 9 ) 'ine göre ve İbn Havkal ’e göre, iki türlü tasvirde bulunur. Ancak Abu ’ 1-Fidâ’, îbn Havkal ’in ri­ vayetini, Nahr a l-îslıâk i'yi T a k r it ’in garbın­ da, cenûb-i şarkîde olduğunu söyleyen İbn Sa*îd 'in verdiği malûmat ile karıştırmıştır ; kanal İbn Serapion (s . 18 v.d., tre. ve şerh, s. 265 v.d.) tarafından, tafsilâtlı olarak, tetkik olun­ muştur ; her ne kadar İbn Serapion 'un ei-yazmasında Abu ' 1-Fidâ’ 'da ( yahut İbn Sa'id 'de ) olduğu gibi „şarkta“ deniliyor ise de, elbette bunu „garpta“ okumak lâzımdır. Bu kayıtlar arasındaki farklar muhtelif devirlerin mevcudi­ yeti ile izah olunabilir: Önceleri F ırat'ın bü­ yük bir kanalı ( kolu ) var idi ki, ona bâzan ba­ nisinin ismine izafeten İshâki, bâzan da tasgîren Dueayl derlerdi. Sâm arrâ hakikî felâketle­ re sebep oldu : ziynet ve sefahat arzusunu tat­ min için, göze alınan isrâfât memleketin serve­ tini tüketiyordu; bu ihtişam devri geçtikten sonra eski zamanların ihyâ etmiş olduğu bir çok eserler harâp oldular; Ishâki-Ducayl ka­ nalının şimâl kısmı da bu arada id i; artık onu arkeologlar biliyordu; onlardan başka bütün âlemce mârûf olan ancak Dueayl 'dir ki, S â ­ marrâ 'om isrâfâtı bile onu öldürmemişti ve hâlâ bugün mevcut olduğu görülüyor ( Oppen­ heim-Kiepert haritası üzerinde de gösterilmiş­ tir ) . F ır a t’ın bugün Gurmat 'A li yakınında ( Basra 'nın 15 km. şimalinde ) Dicle 'ye kavuştuğu Islâm Anaikiopcdi&i



6^3



yer ile Çorna arasındaki aşağı mecrası, ev­ velce Mohammera ’ya kadar uzanmış olması muhtemel, bataklık bir mmtakadır [ BaÇiha, b. bk.]. Bu mıntakanm kapladığı sâha hakkın­ da arap coğrafyacılarının verdikleri mâlûmâta bakılırsa, bataklıkların şimdikinden daha geniş olduğu tahmin edilebilir ( ÎÇudâma ’deki 13.27.0 km.2 (? ) doğru değildir; orada bataklık sâhanın yalnız uzunluğuna âıt bir ölçü verilmiş bu­ lunuyor, Sprenger ’in, Mas'üdi 'ye istinaden, yap­ tığı hesap ( Babylonien, s. 47 ) yanlıştır ( bk. Wagner, Nachr. Göt t. Ces. W7 ss., 1902, s. 239). Bataklıklar o zaman daha Küfe civarında baş­ lıyorlardı. Bataklıkların şimdiki sahası takriben 4.500 km2.'d ır (böyle olmakla beraber, Batiha ’nın şimalinde, Şatt al-Hayy ile Dicle arasında kâin mıntaka henüz tetkik olunmamıştır; bugün dahi bataklık mıntakasmda bir çok havr, yâni su baskınından hâsıl olan göller vardır — avam lisanında bn kelime hor yahut h avr 'dır — bu kelime hakkmdaki bâzı işâretler husûsuuda bk. Lidzbarskî, Johannesbuch, s. 144, not 5 ) ; İngiliz haritası üzerinde Hor Cazâ’ir ve Hör Abu Kalâm 'dan başka büyük bir su deposu otan Hör al-Hamar bulunmaktadır. Bundan başka Hindiya kolu ile Şatt al-Hay arasında bulunan bütün mıntaka dâhilinde dahi tuğyan­ lardan hâsıl olan göller vardır ; bunları Bahr Nacaf ve Bahr al-Şinâfiya gibi bal}r ismi ile gösterilen sulardan ayırmak lâzımdır ; Batiha ’nın ve havr 'iarın kenarlarından seyr ü se­ fere müsâit kanallar geçer. Hör Huvayza yahut Hör al-A'zam dahi Irak 'a raptedilmiştir ki, Karha suyu, Dicle 'ye munsap olmak üzere, bu Hor ’un içinden geçer. Bundan başka, Hör kelimesi tuğyan sularından hâsıl olan göllerin mümeyyiz evsâfını hâiz bulunmayan Şatt al-'Arab deltasının mecralarına dahi de­ lâlet eder. T a r i h . Bu memleketin mahsuldar arazisi en iyi cinsten bol hubûbat yetiştirirdi. Eski zaman­ da onun şöhreti Arabistan dâhilinde yayılmış idi. Arabistan ’m bedevileri, bu zengin mem­ leketin kenarında bulunduğu için iki tarafa da nezâreti olan al-Hira emareti ile münâ­ sebette idiler. Arabistan ’da yükselen her si­ yâsî hâkimiyetin kendisinde kâfî kuvvet hisseder-etmez ilk taarruzlarını zengin Irak top­ raklarına tevcih etmesi zarûıî idi. Fütûhâta teşebbüs etmek isteyen bir hükümet, bu mak­ satları için, maddî temeli ancak orada bulabi­ lirdi; „din yolunda“ mücâhidlerin cennette ka­ vuşacakları haziara tercih edecekleri bir gani­ met ancak bu zengin memleketin fethi ile elde edilebilirdi. Fakat İrak aynı zamanda, İran imparatorluğu için de açık bir istilâ kapısı idi. Siyâsî basiret sahibi olan Peygamber, ken­



674



IRA K .



di zamanında iki büyük devlet arasında şid­ detli bir cidal devam etmekte olduğunu sezmemezlik edemezdi; bu cidalin neticesi o zen­ gin toprakların üçüncü bir kuvvetin eline geç­ mesi oldu. İran 'm zaafa uğraması arapların ‘Omar 'in daha bidayetten beri tervieettiğı fü­ tuhat politikasına uygun düşüyordu. İki cep­ he üzerinde öyie bir cür’etle mücâdeleye giri­ şildi ki, ne derece hayranlık duyulsa azdır. Su­ riye ile Irak ’m fethi o kadar sağlam bir su­ rette tamamlandı ki, Peygamberin vefatından 25 yıl sonra zuhûr eden ilk dâhili harp buh­ ranı hâricden vahim neticelere sebep olmadan geçirildi. Fatihler bütün kuvvetleri ile Irak top­ raklarına saldırdılar ve ilk büyük muvaffaki­ yetlerini orada kazandılar. Serî ve şiddetli dar­ beler ile iranlıların Fırat üzerindeki ileri mev­ zilerini ele geçirdiler ve bu ileri yürüyüş, Sâsânî hâkimiyetine son veren Nahâvand mey­ dan muharebesine kadar ( 21 = 642 ), fasılasız devam etti. A rap emirleri büyük bir mahâretle takriben 600 km. boyunda ve şarkta ve garpta son noktaları Basra ve Küfe ( bu iki şehrin te'sisine dâir bütün tarihî malûmat Caetani 'de bulunur, 16; yıl, s. 238 v.d d .; 17. yıl, s. 13 v.dd.) olmak üzere, kuvvetli bir hareket üssü vücûda getirdiler; ülkenin, bir şehirler gurubunun or­ tasında kâin zengin merkezi Ktesiphon, müt­ hiş bir yağmaya uğradı ve tahrip ed ild i; ye­ rine yeni bir kale binâ edilmedi; ancak yıkılan şehrin harâbeleri üzerine ehemmiyetsiz bir şe­ hir olan Madâ’in (b k . Nöldeke, s. 16, not 1 ; Streck, s. 246— 279) inşa olundu ve Bagdad gelişip büyüyünceye kadar, Madâ’ in 'in fakir ve sefil hayatı devam etti. Genç İslâm devletinin bu kısmının idaresi için basîret sahibi ‘ Omar büyük bir himmet gösterdi. Küfe ve Basra şehirlerine ayrı-ayrı vâliler tâyin edildi : Küfe 'de önce Sa'd b. A b ı Vakkâş 'in yerine, dâimâ hoşnutsuzluk gösteren halkın arzusu üzerine, ‘Ammâr b. Y â sir [ b. bk.] vâli tâyin olunmuş id i; mevkiinin ehli olmayan bu adamın yerine de, ortaya çıkan bir rezalet üzerine, Basra 'dan uzaklaştırılmış olan Muğira b. Şu'ba gönderil­ miş ve bu tebeddüller Sa'd 'ın tekrar tâyinine kadar ( 25 = 646 ) devam etm iştir; ondan son­ ra da al-Valid b. ‘Ulfbâ (2 5 —30 — 646—630] ve Sa'id b. al-'A şi (3 0 —33 = 6 51—654) gel­ mişlerdi. Basra ’da vaziyet daha istikrarlı ol­ du ; Ş iffin muharebesinden sonra 'AH ile Mu‘eviya arasındaki ihtilâfın sulhen tesviyesine fi'len iştirâk etmiş olan Abü Müsâ al-Aş^arı [ b. bk.] orada vâli idi { 1 7 — 29 = 638—650). Onun hatefi, 'Osman 'ın imdadına gitmek için, acele yola çıkmış, fakat vaktinde yetişememiş olan Emevî îbn 'Am ir [ b. bk.] oldu. ‘A lî 35 ( 655 J yılında B a s ra ’ya ‘Oşmân b. Hunayn'i,



Küfe 'ye 'Ammâr b. Şihâb '1 gönderdi. 45 ( 665 ) yılında Mu'âviya tarafından B asra'ya vâli gön­ derilmiş olan Ziyâd İbn Abihi (k rş. Lammens monografisi), 50 ( 6 7 0 ) 'de, bütün Irak'ın hâ­ kimi oldu ve mâkul bir şiddetle hareket ederek, bu istikrarsız memleket içinde emniyet ve âsâyişi te’sis e tti; 53 (673 ) yılında, „kardeşi" Mu'â­ viya 'den evvel, Küfe 'de öldü i oğlu ‘ Ubayd Allah 55 ( 675 ) 'te Basra ve Küfe vâlisi oldu. Husayn b. ‘A lî [ b. bk.] bunun vâliliği zama­ nında katledildiği gibi, ş î’a da onun zulmüne uğradı. Yazid 'in vefatını ( 64 = 683 ) tâkip eden kargaşalık devrinde Basra şimâlindeki Tamim araplarının ‘Abd AHâh b. al-Zubayr [ b. bk.] tarafına geçmeleri ile Basra ’u n vazi­ yetinde büyük bir tebeddül vâkî oldu; Küfe ahâlisi de aynı suretle hareket etmişlerdi. Bir müddet için Irak Emevîlerin etinden çıkmış gibi idi. Mekke ’de sağlam bir hâ­ kimiyet kurmuş olan ‘A bd A llah b. Zubayr, mâhirâne hareket ederek, kendi adamlarını Irak 'a yerleştirdi ; ancak Basra 'ya göndermiş oldu­ ğu me'mûr hîlekâr ve eür’etkâr bir çete reisi olan Muhtar tarafından tardolundu ( 66 = 686 ), Fakat bu çete reisi 67 ( 687) yılında Küfe civarında Harürâ’ muhârebesinde maktul düş­ tü. Muş'ab b. al-Zubayr'in ölümü vaziyeti esâslı bir surette değiştirdi : onun en iyi kuman­ danı olan al-Muhallab, ‘Abd al-Malik [b. bk.] tarafına geçti ve Şam hükümetinin vâlisi olarak, tekrar Basra 'ya geldi { 72=694 ). Irak ve onun­ la hem-hudnt Hüzistân dâhiline dağılmış olan Hâricîler sürekli bir iğtişaş sebebi oldular. Bunlar hiç bir vakit devamlı ve hâkim bîr mevki İşgâl etmediler ve diğer fırkalar isra ­ fından mağlûp edildiler. Küfe vilâyeti bâzan Basra vilâyeti ile birleştirilmiştir. Fakat bu gibi ahvâlde vâls-i umûmînin emri altında mâdun valiler bulunurdu. Küfe vâlileri olarak şunları tanıyoruz: 53—55 (673 —675 ) ‘Abd Allah b. Çâlid, 55—58 (675—678) at-Zahhâk: b. K ays, 58/59 (678/679) İbn Umm al-Hakam, 59/60 (679/680) a!-Nu‘ mân b. B a şır; 64 ( 684) 'te, ‘ Ubayd Allah b. Ziyâd 'm mü­ messili ( k a lîfa ) olarak, Küfe 'de ‘ Âmir b. Hurayş ( İbn al-Aşir, IV, 109 ) ' i buluyoruz: aynı yılda ‘A bd Allah b. al-Zubayr tarafından bir me'mûr ikame edilmiş olan K üfe'de, Muh­ tar muhâlefete kıyam etmişti. ‘ Abd al-Malik tarafından bütün Irak 'a vâli tâyin edilen ve âkilâne ve azimli idaresi sayesinde bütün isyan­ ları tenkil eden Haccâc b. Yüsüf 'un Küfe 'deki faaliyeti 75 (6 94 ) yılında başladı. Saltanat dâvası ile kıyam etmiş olan Abd al-Rahmân b. Muhammed b. al-A ş’ aş ( b. bk. ] ’a iltihak eden Basra ahâlisinin isyanı Dayr al-Camâcim ve Maskin (8 3 = 702) muharebelerin­



IRAK.



de tenkil edildi. Haccâc, Küfe ve Basra şehir lerinin mukavemetini kırmak için, mükemmel bir çâre buldu : Dicle ( Şatt al-Hayy ) üzerinde Vâsit şehrini, Irak için yeni bir iktisâdı ve fikrî merkez olarak, vücûda getirdi ki, bu şe­ hir çok uzak olmayan Küfe ve Basra ( Küfe 200km., Basra 300 k m .) ’ya hâkim olmağa müsâit bir vaziyette idi. ‘ Abd al-Malik 'in büyük idârî İslâhatı sayesinde Irak için dahi pek iyi neticeler elde edilmiştir. Bu islâhâtm te­ melini işte bu birleştirme teşkil ediyordu ki, Irak 'ta her bakımdan mes 'ut bir inkişâf için bunalüzûm var idij ilk olarak, 75 (694 ) yılında başlayan sikke islâhâtı ile imparatorluk dâhi­ linde tedâvül etmekte bulunan İran ve Bizans sikkeleri yerine üzerlerinde arapça ibâre bulu­ nanlar ikame olundu ( bakır sikkeler üzerindeki eski alâmetler kısmen ipka olundu; gümüş pa­ ralar Üzerindeki, imparatorluğun bâzt akşamın­ da, Kayhusrav ve âteşgede tasvirleri muhâfaza edilerek, kenarlara kelime-i şehâdet hakkedilmekle iktifa olundu). ‘Abd al-Malik 'in muvaf­ fakiyetlerinden bir diğeri de, posta hidemâtının tanzimi olmuştur; hakikatte hizmetleri ancak devlet menfaatlerine taallûk eden ve yahut resmî bir mâhiyeti hâiz olan haberle­ rin ve eşhâsın nakline yaramakta idi. En son olarak da, arapça resmî dil ilân edilm işti; o zamana kadar resmî evrak yalnız muhtelif yerli lisanlar ile ve yahut arapça ile berâber ola­ rak yazılmakta idi. al-V alid 'in saltanatı zama­ nında dahi (86—96 = 705—7 1 5 ) Haccâc hu­ sûsî vaziyetini muhâfaza etmiştir, Arap vak 'anüvislerinin umûmiyet itibârı ile aleyhinde ol­ mak üzere, birbirini mütenâkıs kayıtlarına, rağ­ men, bu adamın siması bize vuzûh iie görünüyor. Biliyoruz ki, Emevîlerin bütün icrâatını ve on­ ların devlet adamları tarafından yapılan bütün işleri kötü göstermeği âdetâ kendilerine mes­ lek edinmiş bir zümre var İd i: İrâkiyün adı ile mârûf olan bu meslek mesûplarımn başlıca mümessili Wellhausen tarafından kuvvetli bir suretle tebarüz ettirilmiş olan ( krş. Caetâni, 2 H sene, s. 305 ) Sayf b. ‘ Omar ’dir. Bî-taraf tarih, Haccâc 'in muvaffakiyetli icrâatını haklı göste­ rir ; fakat aynı tarih, onun idaresinde impara­ torluğun inkişâfı üzerine müessif bir tes sir icrâ etmiş olan tarafgirliği, yâni vatandaşları olan şimalî arabistanlı K aysi 'leri başkalarına tercih etmiş olduğunu kayda mecburdur. Bun­ dan dolayıdır ki, ordu ve idarede bulunan bütün yemenliler ve Yemen ahâlisine tarafdar olan bütün halk ve hilâfet üzerindeki iddiaları için korkunç bir hasım telâkkî eden ‘A li ahfa­ dı onun aleyhinde idi. Kendisi için bir men­ faat ümit ettikçe her fırkanın müzaheretin­ den istifâde eden al-Muhallab gibi husûsî men­



675



faatleri uğrunda mücâdele edenlerin hepsine karşı Haccâe şiddetli davranmıştır. Haccâc 'in uzlaşma-bilmez tavrından doğan gerginlik ifrata varm adı; çünkü babasına hakkiyle lâyık büyük bir oğul olan al-Valid, Kaysi ' 1er ile yemenliler arasında mevcut zıddiyetten doğan baş ihtilâ­ fın meş'ûm infilâkını âkilâne tedbirleri ile karşılayabilmişti. al-Valid gözlerini kapar-kapamaz ihtilâf patlak verdi. Ona halef olan karde­ şi Sulaymân (96—99 = 7 1 5 —71 7 ) Haccâe'a düşman olanların ve husûsiyle dargın yemenliterin te'şirine kapıldı. Haccâc talibin bu de­ ğişikliğini göremedi; çünkü V alid'den altı ay avvel ölmüştü. Sulaymân ile başlayan yeni devir, önce pek tehlikeli bir entirikacı ve fe­ satçı olan Yazid b. al-Muhallab 'in Irak valili­ ğine tâyini ile kendisini hissettirmiştir (95 = 71 4) . Memleketin bu yeni hâkimi tethiş usû­ lünü devam ettird i: şimâl arapları fırkasının en mûteber erkânı tâkibâta ve harekete mârûz kaldılar. Sulaymân 'm ölümü fırkaların eline düşmüş bir saltanatın başlangıcı oldu ve bu devir esnâsmda her saltanat tebeddülü emni­ yetsizlik ve tahammül edilmez tehlikeler ile birlikte vâkî oluyordu. 'Abd a!-‘Azsz b. Marvân'tn oğlu ‘Omar II., Yazid b. al-Muhallab'i Haleb kalesine hapsederek ( İbn al-Aşır, V, 36 ), onun fesatlarını durdurmuş idi ; fakat bu hükümdar vefat edince ( 1 0 1 = 720), k açtı; hemen akabinde Basra 'da vücûda getirdiği kı­ yam Maslama b. ‘Abd al-Malik tarafından ten­ kil edilebildi ( 102 = 721 ) ; buna mükâfâten bu zât kardeşi Yazid II. ( 10 1— 105 = 720—724) tarafından Horasan, Basra ve Küfe valisi tâ­ yin edildi; Maslama de bu memleketlere ayrı vâli nâipleri tâyin etti. Hişâm ( 105—125 = 724 —743 ) tarafından Hâlid b. ‘Abd Allah al-Çasri'n in Irak'a vâli tâyin edilmesi pek iyi bir te 'sir husule getirdi. Hişâm 'ın vefatında im­ paratorluğu tam bir iğtişaş kapladı: hiç bir mâni kalmadığı için, ihtiraslar alabildiğine mey­ dan aldı ve aradaki ihtilâflar her şeye hâkim olduğundan bütün zıddiyetler bir araya toplan­ dı ; şimâl arapları ile cenup arapları didîşip-durdular. K aysi 'lerin mutaassıp bir tarafdau olan Hişâm'ın halefi al-Valid II., al-K asri'yi,gaddarca, idam ettirdi. Marvân II. ( 1 2 7 — 132 = 744—750), bir marvâni hükümdarın isyanlara karşı kendi­ sini şiddetle müdâfaa etmeğe muktedir oldu­ ğunu, bir kere daha, gö sterd i; Irak 'ta H aricî­ lerin sebep olduğu kıyamları dahi tenkil etti. Fakat Abbasî tahrikçileri Abu 'l-‘Abbâs (alSaffâh ) ile A bu Ca'far ( al- Manşür ) ’in Hora­ san ’da tutuşturdukları yangını söndürmeğe artık çâre kalmamış idi; bunların kumandanı Abu Müslim 130 ( 748) yılında Marvân ’ın valisi Naşr b. Sayyâr ’a karşı kat't bir zafer



6?6



IR A K .



kazandı. Irak valisi İbn Hubayra felâketin önü­ ne geçemedi. Küfe ’deki yemenliler kıyâm ettiler ve şehri düşmana teslim ettiler. Bu şehir Abbâsîlerin ilk 'makam oldu. Bizzat Marvân da 132 ( 7 S ° ) 'de, Büyük Zâb nehri kenarında tama­ men mağlûp oldu. Bunun üzerine A bbasî ha­ nedanı Emevîierin yerine geçti. Geriye doğru bakarsak, Mu'âviya tarafından konulmuş ve on­ dan sonra da bir ana kâide olarak muhafaza edilmiş siyâsî bir prensibi zikreylemek icâp eder ki, bu prensibe riâyet edilmeseydi, Emevîlerin hâkimiyeti elbette daha sür’atle yıkılırdı. Mu'âviya Irak 'ta hâkimiyetini te’sis ve memle­ keti nisbeten kısa bir zamanda İslamlaştırmağa, mutedil ve hakimane siyâseti sayesinde, mu­ vaffak olmuş ve bu siyâset, her şeyden ziyâde, halkın temâyüllerini hesaba almak suretinde tezâbür etm işti; Mu'âviya askerlik hizmeti­ nin mıntakalara göre, ifâsı usûlünü vaz’etmışti. Her ne kadar hidâyette Irak ’ta bulunan aske­ rî kıt’alar yabancılardan mürekkep ve sayıca mahdut garnizonlardan ibaret idi ise de, halkın fevc-fevc İslâmiyet! kabûl etmesi Üzerine, çok geçmeden yerlilerden askerî kıt’alar tertibi için kâfî efrâd bulunuyordu, Bu askerlerin memle­ ket hâricinde kullanılmaması ve yahut ancak şarka yapılan seferlerde kullanılmış olmasın­ dan doğan bir mabzûru var îdi ki, o da Emevîlerin düşmanlarının bu asker arasında kendile­ rine metin bir istinat noktası te'sisine muvaffak olmaları idi. Abu Müslim, kendilerine tarafdar Suriye askerinden başka kuvvetleri kalmayan Emevîlere karşı Irak halkı ve iranhlar ile harp etti. Mu'âviya ile halefleri devletin sivil idâresinde dahi basiretli siyâset adamları olduklarını gösterm işlerdir: gerçi İraklıların kendi valilerini kendilerinin tâyinine müsâade etmezler ve tâyin hakkını kendi ellerinde tu tarlardı; fakat vâki olan şikâyetleri dirayetle telâkki ederler ve bu sistemin hiç bir suretle tâdilini mûcip olmayan ehemmiyetsiz bîr müsâadekârlık olmak üzere, idâre başında bulunanları tebdil ederlerdi. Emevîlerin hâkimiyeti Irak için başka bir surette dahi menfâati mûcip oldu. Muayyen işletme usûllerine tâbi olan zirâati ile bu vilâyetin hu­ sûsî bir idâre altında bulunması ihtiyâcını bu hükümdarlar anlamışlardı. Orada ne müstebidâne müdâhalelerde bulunurlar, ne de tam bir lâkaydî gösterirlerdi. Bir çok ahvâlde mer­ kezî hükümeti temsil eden zât halkın istediği İslâhatı vücûda getirmeğe himmet etmiştir. Meselâ halifenin kardeşi Maslama bir kanal inşa etmiştir. Bidayette, halkın husûmetini (Küfe şi’îlerin, Basra da Haricîlerin elinde idi) göz önünde tutmağa meebûr olan İlk Emevî hükümdarlarının Irak 'm dâhili idaresindeki muvaffakiyetleri bundan dolayı daha ziyââe



takdire şâyândır. Emevîler zamanında Suriye ile Irak arasındaki büyük tezat, bir tarafta vahdet ve harekette birlik, diğer tarafta ise mütemâdi ihtilâflar şeklinde görülür. Şi’îler ile Haricîlerin sebep oldukları kargaşalıkları ve kezâ Irak 'ta „Tamim“ ve „A zd“ adları altında birbirlerine karşı muhalif fırkalar teşkil eden şimâl arapları ile cenûp arapları arasındaki ci­ dalleri evvelce zikreyledik; bu inkısamlara rağ­ men, büyük Marvâni hükümdar, muhâiefetleri yumuşatmağa ve bütün imparatorluk dâhilinde, bir dereceye kadar, hareket vahdeti tesisine muvaffak olmuş idi. Abbâsîlerin muzaffenyeti Üzerine, İslâm devleti dâhilinde ahvâlin bu su­ retle almış olduğu cereyan devamlı bir vahdeti te’sis edecek bir mâhiyette sanıldı. Yeniden vücûda getirilen Bagdad şehrinde halifeler ika­ metgâhının nakli, ülkenin orta mıntakasında bulunan memleketler arasında karşılıklı münâsebâtı te’yit etti. Bunun aksine olarak, bu ted­ bir Garp Bagdad hâkimiyetine boyun eğmediği gibi, hilâfet merkezinin bu tedbîri şark mıntakaları üzerinde daha kuvvetli bir hüküm ve aufûz te’min eylemediğinden harâbînin tohum­ larını kendi içinde taşımakta idi. Böyle ol­ makla beraber, o zamanlar, . doğrudan-doğruya hilâfetin nufuz dâiresi dâhilinde bulunan Mısır, Suriye, Mezopotamya, Irak ve Iran İle beraber bütün ülke, Abbâsîler ile onların devlet rieâli tarafından siyâsî bîr kudret ve metin bir İktisadî refah ile devamlı bir külf teşkil edebilmek için, gerek vüs’at ciheti ile ve gerek isiâmiyetin evvelki devirden intikal etmiş olan menâbii ciheti ile kâfî derecede ehemmi­ yeti hâiz idi. at-Manşür'un ve al-Ma’mün’a kadar ilk halifelerin saltanatı zamanında bu kudretli imparatorluk öyle bir siyâsî azamet arzeyler ki, başka bir yerde misline güç tesa­ düf olunur ve ancak imparator Hadrianus zama­ nındaki Roma imparatorluğu ile kıyas edilebi­ lir. Roma imparatorluğu ve ilk Abbâsîlerin hi­ lâfeti tabı'î haddinden fazla büyümüş, fakat ayağı kilden olan büyük heykellerdir. Muhak­ kak olan musibet onların alın yazıları idi. Y ı­ kılışlarının sebeplerinde müşterek noktalar çok­ tu r; fakat her devletin kendine mahsus şart­ ları vardır. Hilâfetin bünyesinde mevcût ve ken­ disi için meş’ûm olan kusur, hanedanın hüküm ve nufûzunun seciyesi itibârı ile dinî ve îrsî bir asâlet sınıfına dayanmakta olması idi. Bu asiller sınıfını temsil eden yârân takımının yam-başında, mütemadiyen kendi dâvasını ileri süren ve muzaffer zümreyi hâkimiyetten uzak­ laştırmağa çalışan aynı neviden başka bir züm­ re mevcut idi. Bunlar da gayretkeşleri tara­ fından dinî-siyâsî bir fırka şekline sokulmuş olan ‘ Ali [ b.bk.] ve Fâtîma [ b.bk.j ahfadı İdi­



IR A K . ler ve sayılarının çokluğundan değil ( çünkü şimdi olduğu gibi o Kaman da İslâm dinine sâlik olanların umûmî hey’eti içinde nüfusun on­ da birini teşkil ediyorlardı ), fakat İslâm ümme­ tinin en zekî ve en çalışkan kısmı oldukları için pek tehlikeli idiler. Aile gayreti ve mez­ hebi fikirler neticesi olan bu inkısam unsurları üçüncü, yâni millî, bir unsurun iltihakı ile büyüdü. Hâkim olan kütle arap idi. Bu araplar irânîlerı hakir görürlerdi ; bundan başka irânîter arap ailelerden birisine yanaşma olma­ ğa mecbûr idiler. Mârûz kaldıkları kötü muâmele onları hâkim fırkanın Ve hükümetinin ağır bîr surette gadrine dûçâr olan Ş i'a t ‘A li 'ye, yâni »'A li fırkası“ na yaklaştırmış idi. Her iki tarafın dûçâr olduğu müşterek ezâ onların vahdetini kuvvetle tahkim etti. Bidayette mün­ hasıran arap olan Ş i'a t ‘ A li millî ve dinî bir fırka oldu. Yavaş-yavaş „İranı“ ile „ş i’î" müteradif kelimeler hâlini aldı. Önce bu tehli­ kenin istikameti değiştirildi; 40 sene kadar bir müddet, mâhirâne bir siyâset sayesinde, gö­ rüş ihtilâfları uyuşturuldu. A bbâsî hanedanı­ nın ikinci halifesi al-Manşür ( 136 —158 = 754 — 775 )> eski kırallar ailesine mensûp olduğunu iddia eden Barmak ailesinden Hâlid isminde bir asıl iranlıyt devlet idaresinde yüksek bir mevkie tâyin etti. Son derece mâhir ve zekî adamlar olan ahfadı, müteakip halifeler zama­ nında, hemen müstakil denecek bir mevkî iş ­ galine muvaffak oldular. Bu devirde hilâfet siyâsî kudret ve İktisadî ümranca ikbalinin en yüksek noktasına erm iştir; fakat bu inki­ şâf ile müterâfik olan kültür arap fatihlerin Suriye ve Bâbiliye ’de buldukları büyük -mede­ niyet mahsûllerini, tamamen sathî ve mahdut bir surette, kabullenmelerinden ibâret kalmış­ tır. Mes'ud bîr inkişafın temeli kurulmamış idi. Başka türlü de olamazdı; çünkü Emevî devrinin başlangıcından itibaren, ilk demok­ ratik sistem yerine kaim olan hükümet siste­ mi, İslâm camiasının iyiliği bu camiayı en bü­ yük liyâkat ile idâre edecek adamdan hükü­ metin de doğacağı fikri üzerine bina edilmiş idi. Bu vazifeyi tam bir surette ifâ edebil­ mek için, onun mutlak bir hâkimiyete sâhip olması icâp ediyordu ve halifenin bu vasıf ile telâkkisi zihinlere o kadar sür’at ve kuv­ vetle yerleşti kİ, halife sarahaten „Allahın gölgesi“ addedilir oldu. Hakikatte ise, bu mut­ lak hükümdar, çok defa, en liyakatli olan de­ ğil, ahlâken en vahim nakısalar ile mâlûl olan adam İdi ve bundan fazla olarak, kendi nâmına o camiayı istismar eden mukarrîplerinin elinde oyuncak da oluyordu. Bu hükümet şekli son derece meş’ûm iki temâyül hu­ sule getirm iştir; cesim servetlerin teessüsü



677



ve muayyen mezhebî bir meyil gösteren „ule­ mâ“ sınıfının tefevvuku. B ir taraftan da, hi­ lâfet tahtında oturan fevkalbeşer zâta pek az ehemmiyet veren bir çok maceraperest de turemekte idi. Bu hilâfet ülkesi, hemen müs­ takil denecek tarzda, yan-yana mevcudiyetleri­ ni idâme eden ayrı-ayrı bir çok câmialara in­ kısam etti. Bu camialardan her birinde işlerin gidişi mahallî şerâite göre tanzim edilmişti. İrak ’ın da kendisine has bir mevcûdıyeti var idi. Büveyhî hâkimiyetinin başından Selçuklu hâkimiyetinin sonuna kadar, idâre merkezi îrak-i Acem 'de bulunan bir devletin vilâyeti olmuş id i; fakat metbular memleketin idaresine aslâ karışm adılar; ahâli yabancı efendilerin lafzî nufûzuna sabûrâne tahammül ettikçe ve bunların halk üzerine yüklediği ağır para tekâlifini ifâ eyledikçe, istedikleri gibi yaşa­ makta serbest idiler. Faâl halife al-Nâşir za­ manında halifelerin hâkimiyetinin yeniden tak­ viye edilmesi bu vaziyette esaslı bir değişik­ lik vücûda getirmedi ve bu devir de moğui istilâsı üzerine, az müddet sonra, sona erdi. Uzun süren Abbâsîler hâkimiyeti devrinin imtidadınca Irak 'in mukadderâtı birbirine ben­ zemedi. Halifeler kuvvetli iken, muhtelif halk anâsırı arasındaki çekişmeler ve mâeerâperestlerin çıkardıkları fesatlar sür’atle tenkil olun­ du. A ksi hâlde memleket vahim iğtişaşlara mârûz k alırd ı; çünkü Küfe ve Basra ahâlisinin tabiatlarında islâh olunmaz nakısalar var idi ; yeni saltanat merkezi, en kötü tanınmış anâ­ sırı kendine ceibetm işti; Bundan başka ikti­ sâdı inkişâf memlekete, fesatçılar tarafından istendiği zaman taassubu tahrik edilmeğe âmâde insan yığınları getirm işti; nasıl ki, şarkî A frik a ’ dan getirilmiş olan Zanc’ierin kıyamı zamanında böyle olmuş idi. Hulâsa küiler al­ tında gizlenen ateş dlim â yakıcı ve im­ ha edici yeni alevler canlandırmış idî, Bermekîlerin ve onların idâresi altında üç halifenin arap kısmı ile Irânî kısmı arasında son derece mahâretle tatbik ettikleri baskül politikası Bermekî ailesinin beli kırıldıktan sonra, orta­ dan kalktı, bak 'ta millî kuvvetler münâsebe­ tim tamâmiyle alt-üst eden Bermekîier Şilesi­ nin imhası vak'ası, başlıca iki unsur olan araplar ve iranlılar arasında tavassut ve uz­ laştırma politikasının nihayetini gösterir. Mu­ vâzenenin bozulmuş olduğu en önce ‘Al i tarafdarlarımn çıkarmış olduğu bir sıra iğtişaşlar ile kendisini hissettirmiştir ki, İbn T ab âtab â’nın kıyâmı bunların mukaddimesi sayılır ( 1 9 9 = 8 1 5 ) . Halife, İdamesi kabil olmayan bir uzlaşma tariki takip ederek, kendi kızının zevci olmak sıfatı ile, ‘A li evlâdından imam al-Rizâ 'yi tahtın vârisi göstererek ve



‘A li evladına m ahsus yeşil rengi kabul ederek, yanlış bir yola girdiği zaman saltanat merkezi sünnî hilâfet tarafım tutmuş ve bi zza t hali f ey e karşı muhalefet eylemiştir. Kendi hatâsını anJar-anlamaz halife her şeyi yoluna koydu; fakat ; şiddete müracaata mecbur oldu. Bermekîlerin bu imhası Irak dâhilinde araplarm siyâsî kud­ retlerini aslâ tahkim etmedi; daha ziyâde on­ ların harâbîlerinın başlangıcı oldu; zîra vi­ lâyet merkezindeki dahilî münâsebetlerin bu suretle alt-üst olması sarayın hizmetine yeni bir unsurun davetini mucip olmuş idi ki, o un­ sur bn suretle siyâsî hayata dâhil oldu: alMu’taşim kendisine türklerden bir muhafız hassa kuvveti edindi ve onların himâyesi al­ tında te'sis eylemiş olduğu Samarrâ şehrinde yaşadı. Halifelerin etraflarına topladıkları türk askerleri her keşten ayrı ve uzak tutulmuştur ve diğer arap kıtaatı ikinci plâna atılmıştır. Çünkü bu hassa askerinin daha büyük kudreti ve askerî ruhu var idi. Bu suretle halk silâh taşımak kabiliyetini kaybetti ve gerek halifeler tarafından sûret-i resmiyede murahhas ve ge­ rekse memleket dâhilinde zorbalık ile yerleş­ miş olan yabancı askerler sayesinde kendilerine bir hâkim mevkî te’min edenlerin eline, müdâ faasız bir hâlde, terkoluadular. Bu yabancı asker kıt'aları diğer vilâyetlere de yayılmağa gayret ettiler. Türk âjleîerin M ısır’da ve'doiayısı ile S u riy e ’de iktidar mevkilerine çıktıkları görül­ müş ise de, bu memleketler zikre değmeyecek kadar askeri kuvvetler çıkardıkları hâlde bile bu keyfiyet ımntakavî idâre usûlünün yıkılması demek değildir. İrak 'ta ondan sonra al-Mutavakkil zamanında hakimiyet, her turlu normal hükümeti gayr-i mümkün bir hâle koyan türk hassa askerinin eline geçiyor, halifeler, pek azı istisna edilmek üzere ( aUMu'tazid: 892— 902 ve al-M uktafi: 902 —908 ), tamamen ehliyet­ siz adamlardır. Bâzan da mücrimce hodbinlik göstermişlerdir. Halifenin etrafında olanlar ara­ sında iktidar mevkii, yâni baş kumandanlık (am ir al-umaıâ’ ) makamı için rekabetler, her iki Irak 'ta, Babilonya ve Medya { yk. bk.) ’da hâkim olan Büveyhîlerin saltanat makamına geçmesi ile (334 = 945), bir müddet için, ni­ hayete ermiştir. İnhitat hâlinde bulunan Büveyhîler ailesinin tam muvaffakİyetsizHkîeri, kuv­ vetli türk ve Selçuklular neslinin saltanata geçmesi ile (447 = 10 55) müterâfik olan va­ him kargaşalık esnasında acîp bir terkip hâ­ sı! olmuştur; Büveyhîler ordusunda türk bîr kumandan olan Arslân al-Basasiri (b. bk.] bir müddet İra k ’ta Fâtimî al-Mustanşir ( 4 5 1* = 1059) nâmına icrây-i hükümet ediyor. Fakat M ısır’da (içinde barınılmast mümkün olmayan Suriye çölü şimalî Suriye ’den dolanmak mec-



bûriyeti basıl ettiğinden dolayı), hattâ cenûbî Suriye ile İrak arasındaki azîm mesafeden do­ laya Fâfımîlerin Irak 'ta fi'Iî hâkimiyeti bahis mevzûu olamazdı, al-Basâsiri ’nin bu cephe değiştirme hareketi çabuk geçen vak'adan başka bir şey olmadı, Türk ırkının başlıca kahramanları olarak sahneye dâhil olan ve halifeler üzerinde her türlü kudrete sâhip bu­ lunan Selçuklular İslâm akidesinin muhafızı olarak telakki ediliyorlar ve şi'îler Irak dâhi­ linde baş kaldırınca onlara ezâ ediyorlardı. Her ne kadar kendileri de fars harsını tercih et­ mekte iseler de ( hattâ büyük Selçuklular Bag­ dad 'da değil, İsfab&n 'da İkamet ediyorlardı ), Irak arapİannı rahatsız etmiyorlardı. al-Nasîr (li-D in A lla h ) zamanında hilâfet hâkîmiyetinin muvakkat bîr surette kesb-i kuvvet eyle­ mesi siyâsî ve dinî vaziyette ancak az bîr de­ ğişiklik husule getirdi. Irak, moğul fatihi Hulagu için, kolay bîr şikâr oldu ( 6 5 6 = 1 2 5 8 ) ; onun saltanat merkezi olan Bagdad, hilâfetin suku­ tundan sonra, küçük bir vilâyet şehri manzarasına düştü. Su islle si ameliyâtının tamâmen terki üze­ rine, X. asır iptidasında başlamış olan memleketin zaafı gittikçe a rttı; Irak, az-çok ehemmiyetli olan bâzı nâdir mevkiler ve bir dereceye kadar faâl kalan hurma zer’iyâtı dâhil olmak üzere, hafif bîr zirâat ile berâber, bir çöl oldu. Kudretli Safevî hükümdarı Şâh İsma il tarafından Irak *ın İran’a ilhakı uzun sürmedi (6 15 = 1509). Memleket osmanîı imparatorluğunun eline ge­ çerek (9 4 1 = 15 3 4 ), burada Bagdad eyâleti kuruldu [ bk. mad, BAGDAD ]. Osmanîı hâkimiye­ ti birinci cihan harbi sonuna kadar devam etti. £ Birinei cihan harbî esnasında Irak toprakları Basra körfezi kıyılarında ve bilâhare aynı za­ manda İran hududundan taarruz eden kuvvet­ lere karşı osmanîı ordusu tarafından şiddetle müdâfaa edildi. Osmanîı devletinin harbe gir­ mesi üzerine, İngilizler, türk kuvvetlerinin ye­ tişmesinden evvel, Şatt al-'Arab 'dan asker çı­ kartarak ( 7 teşrin II. 19 14 ) , B a s ra ’yı (20 teş­ rin II.) ve K o rn a’yı (9 kânun I.) işgâi ettiler­ se de, taarruzları, gerekli müdâfaa tertibatı alınmak suretiyle, daha fazla inkişâf edemedi. İngiliz taarruzundan ertesi yaz anoak Muntefik İstikametinde bâzı gelişmeler kaydedildi ( Sük al-Şiyüh 'un ingilizler eline düşmesi 6 tem­ muz J915 ). Dicle Boyunda sür’atie ilerileyen 12.000 kişilik İngiliz kıt'ası (general Tavvnsend kumandasında ) 28 eylül 19 15 'te Kutal^A m âra ’yi ele geçirebildi ise de, türk kuvvetleri tara­ fından muhasara edilerek, çok şiddetli savaşlar, dan sonra, ingİUzlerin bütün kurtarma gayretleri boşa çıkartılarak, 29 nisan 1 9 1 6 ’da esir edildi. 1916 yılında muharebeler daha ziyâde türklerin lehine cereyan etti. İngilizler, büyük kuvvetler



İR A K toplayarak, 19 17 yılı başlarından itibaren, bu sefer hem Dicle ve Fırat boyundan, hem de bir az sonra İran hududu üzerinde Diyala va­ disinden, taarruza geçtiler: 25 şubatta Küt al-' Amâra düştü ; Fırat boyunda ilerileyen in­ gilizler mart ortalarında Kerbelâ, Neeef ve Divâniye 'yi ele geçirdiler, 24 martta da Bag­ dad ’a girdiler. Diyala cephesinde taarruza geçmiş olan ingilizler 14 nisanda Hânikin 'i ele geçirmiş iken, 1 temmûzda geriye atıldılar ve ancak teşrin İL başlarında bu mevkie tekrar girebildiler. Daha evvel Musul vilâyetinin dağlık arâzisi üzerinde İran 'dan gelen kir düşman kuvveti 1916 mayısında Revandız'a kadar ilerilemiş, fakat aynı senenin temmuz ortalarında buradan geri atılmış idi. tngüizierin 1917 taarruzları, muharebe cephe­ sinin Bagdad şimalinde tesbit edilmesi ite, sona ermişti. 1 9 ı 3 senesi baharında Musul İstikame­ tinde yapılan bîr taarruz Kerkük 'e kadar uzan­ dı ise de, bu taarruz türk kuvvetleri tarafından muvaffakiyetle durduruldu. İngilizler Musui vi­ lâyeti topraklarım harbin son safhalarında ele geçirebildi ve ancak 21 teşrin II. 1918 'de, yâni mütâreke imzalandıktan sonra, Musul 'a girdiler. ' Birinci cihan harbinin sona ermesi üzerine j Irak, 1920 ’de Milletler cemiyeti tarafından bü; yük BritauÿàriaW daïi’^lTÎhTkon 5ldû.”ingiïizier, Irak: ’1 tedricen müsfSkiFbîf "devlet Hâline gele­ cek şekilde idâre ettiler; 23 ağustos rgaı_kje emir Faysal Irak kıratlığına getirildi. Meşrut! {clrSTiğîîT ilk kamm- fe s a s ısi ığ îıp îe ısdar edil­ di ve 1925 ’te parlemento toplandı. Lausanne muahedesi müzâkereleri sırasında kat’î karara bağlanmamış olan Türkiye-Irak hududu. 1926 Ankara itilâfı ile tesbit edildi. İlk yıllarda Irak toprakladı Vehhâbî tecâvüzlerine uğradı ve şimâl-i ş a f\ î dağlarındaki kürtlerin isyanını ya­ tıştırmak lâzım geldi. Bu bölgede yaşayan Asûrîlerin büyük kısmı, 1937 ’de, Suriye ’ye naİcle«riIdiIerT İngiltere himâyesi 1932 ’de sona erdi^ ve o tarihten itibâren Irak tamâmiyle müstakil bir devlet şeklini aldı. İkinci cihan harbi sıra­ sında almaniardan teşvik gören Râşid Ali ’nin isyanı, İngiliz kuvvetlerinin vaktinde müdâha­ lesi ile yatıştırıiabiidi. Harbin neticelenmesin­ den sonra. Irak, kısmen de kendisini diğer arap memleketlerinden tecrit eden coğrâfî mevkii­ nin tesiri ile, Şarkî Akdeniz çevresindeki mem­ leketlerin faâl olarak katıldıkları arap-isrâii ihtilâflarından az-çok uzak kaldı. B. D.]. B i b l i y o g r a f y a - . B ibi. Geogr. Arab. ( nşr. de Goje ), I ; G. le Strange, The Lands o f the Easiern Calipbaie, s. 24—85 ; İbn Serapion, Description o f Mesopotamia and B aghdad (nşr. ve trc. G . le Strange, J R A S , 18 9 5); Yâifüt, Mu cam, al-'îrâk mad­



İRZ.



679



desi ve diğer maddeler; Ritter, Erdkun­ de von Asien, X—X I ; J . F. Jones, Me­ m oire on the province o f B aghdad ( Selec­ tions from the Records o f the Bombay Go­ vernment, nr. 43, New Series } ; M. Streck, Die alte Landschaft Babylonien nach den arabischen Geographen (Leiden, 1900/1901 ) ; Petermann, R iesen im Orient, II; Cuinet, la Turqaie d 'A sie, III; Oppenheim, Vom Mittelmeer zum Persischen G o lf (Berlin, 1899—1900), H, 19 2—30 5; Sprenger, Babylo n ica; Willcoeks, The irrigation o f Mesopo­ tamia (K ah ire, 1 9 0 3 ) ; Sarre ve Herzfeld, Archaeologische Reise im Euphrat- und Tig­ ris-G eb iet; M. Hartmann, /¡us Nadsc.hd und dem Irak ( Welt des Islams, II, 24—54, 297— 308 ve IÎJ, 38—4 8 ) ; Stuhllman, D er K am pf um A rabien (Hamburg, 19 16 ). ( M. H a r t m a n n .)



IR T IŞ . [Bk. îRTîş] . IR Z . ‘ İRZ, bir çok arapça kelimeler gibi, ilk bakışta mânası olmayan vuzuhsuz bir kelimedir [bk. mad. MÜRÖ’a ] . İbn K u tayb a’ye göre, "vücud„ kelimesîsinin müteradifidir. al-Küli bu fik­ re, haklı olarak, itiraz etmiştir (Am ali, Kahire, I 333ı I; 1*8 ). Kuvvetli ordu, hurma ağaçları ile kaplı vâdi v.b. ( bk. bilhassa Täc al-'arüs, V, 45) gibi maddî karşılıkları bir tarafa bırakılırsa, ‘İrz „ataların mefahiri" ( lıasab ), „fıtrat-i hami­ de" ( al-H alika al-m ahm üda) yahut rûh ( n a fs ) mânasına gelir. „ırza tecâvüz" ( şatoma ve müteradifi ) tâbiri çok kullanılmaktadır. Bunun­ la berâber, metafizik bir cevher olmak itibâ­ rı ile, ruha tecâvüz edilemıyeceği gibi, f«trat-i haroîde esasen medh ü senâyı istilzam ettiği ve ruh ise hâdis âlemin dışında bulunduğu için, fıtrat-i hamîdeye tecâvüz edilemez. Hasab 'i 'İrz ile bir tutmak meselesine gelince, bu, son derece yerinde bir şeydir. Buna rağmen, ‘iri hasab ’den daha fazla bir şeyd ir; çünkü, hasab ‘irz’ın tezahürlerinden birini teşkil etmektedir ( Lisan a l-‘arab, IX, 32, 629 ). Gerek islâmiyetten önceki devirlere, gerek hicretin I. asrına alt metinlere bakılırsa, 'irz’m ( cem'i a * ra i) umumiyetle kabûl edilmiş bulunan ş e r e f fikrine tekabül ettiği görülür. Kelimenin morfolojisine bakılırsa, bu târif daha ziyade sarahat kazanır: 'arz cömertlik ifâde eder. Kökün bir çok müştakları ( t taraza ve ta'arraza ( la h u ) fillerinde olduğu gibi ) açıkça bir taraf­ tan diğer bir tarafa konmuş bir şeyi düşündürür; bundan başka, 'arz ( „ufku kaplıyan bulut“ ) keli­ mesi gibi bir mânia fikri uyundıran diğer bâzı müştaklar da var. ’iri, etimolojik bakımdan, ona sâhîp olan kimseyi, diğer insanlardan ayıran bir böime mânasına gelmektedir. Bu bölme, kolayca tahrip edilebileceği için, şüphesiz ki,



6Sö



IRZ.



dayanıksızdır. Zâten meşhûr hutaka 'irzahu dedikleri bir bayat prensibine tâbi olan araplar tâbiri de bunu gösteriyor; katk, öte yandan anarşik bir millet olmadıkları gibî, ne tamâmen bir şeyi meydana çıkarmak için, bir tülü yırt­ ferdiyetçi, ne iptidaî, ne de tabiaten maddiyat­ mak demektir. Bundan başka, hafika müştakı, çıdırlar. A y rıca ,‘ir i (m anevî bir prensip olmak ş e r e f s i z l i k mânasına gelir { Tâ c al-‘arâs, VH, dolayısı ile ), manevî hayatın bütün veçheleri­ 19 3 ). Bütün bunlardan şu netice çıkıyor; ‘iri, ne, örf ve âdetlere ve ictimâî müesseselere ferdi veya zümreyi dış âlemin tecâvüzlerinden hâkim bulunuyordu. Nihayet, ‘İrz iotimâî mekoruyan bir çeşit m âniadır; bu mânla yarılınca, râtibin yahut müsavatsızlığın temeli id i: şâ­ şerefsizliği doğuran şeylere (tecâvüze ve bil­ ir, hatîp ve bâzı bakımlardan sayı/id husûsî hassa hicâ’ 'ya ) yol açılır. Filhakika, araplar bir itibâra sahip id ile r; oğlan kıza, erkek ka­ „filânın ırzı bütündür" dedikleri zaman, bununla dına, ş a r îf v a z ı 'a hür insan köleye, kuvvetli her türlü tezyif den masun kaldığını kasdeder- kabîle zayıf kabileye üstün idi. Tetkik etmekte olduğumuz ‘ irz'ın câhiliye ler ( Lisân a l- a r ab ; al-Mişbâh a l-m u n ir; Tâc al-a rü s, bk. mad. t r z ; A m ali, I. 1 1 8 ) . Araplar devri ile de münâsebetleri vardır. Bununla be­ birisinin şerefine tecâvüz etmek istedikleri za­ raber, Peygamber nazarında m ukaddestir; hat­ man, ırzına söverler. Bu sebepten, ‘ İrz ile tahkir tâ din ile aynı mertebededir. Zâten İslâmiyet, arasında sıkı bir münâsebet vardır ( Lisân al- vecîbeler şeklinde yerleşmiş olan bir çok un­ suru muhâfaza etm iştir; himâye, cömertlik, ‘ arab ; al-Mişbâh, bk. ‘A r ). ‘İrz 'in unsurları 3 fasılda toplanır : zümre, âile cesâret v.b. müslüman âdetlerine dâhildir. Bu ve ferd. Zümreye adet, şâir ve hatîp, zaferler unsurlar esâs vasıflarını kaybetmişlerdir ( İslâ­ ve istiklâl; âileye erkek evlâtlar; ferde de miyet takva 'yı hami y a 'ye karşı koyduğu için ); zümre girer. Diğer unsurlar ( baş kaldırma, bunlar, artık tefahüre temel teşkil etmeyebi­ cesaret, hürriyet, Öç, kadının iffeti, cömertlik, lirler ; daha ziyâde dine ve menşe’ini dinden verilen söze sadâkat, hur kadının esir olamayışı, alan bir ahlâka bağlanmışlardı. İslâmiyet ( ha­ hasab, himâye, misâfir-severlik, mesken masu­ sab, ş a ra f g ib i) diğer unsurları atmıştır. niyeti ) bâzan aynı zamanda zümre ile ferde, Çünkü, bunlar islâmiyetin rûhu ile uzlaşamazbâzan âile ile ferde, bâzan da ayrı-ayrı züm­ dı. Buna rağmen, bu unsurlardan bâzıları hâlâ kuvvetle devam etmektedir. Bugünkü Bedevi­ reye, ferde ve aileye aittir. Irz 'm unsurlarının izahını eski arapiarın harp lerde, ‘İrz '1 hemen islâmiyetten Önceki kuvveti hayatlarında bulmak mümkündür. Filhakika, He bulmaktayız ( Mâverây-ı Ürdün ve Moab harpte her türiü başarısızlık veya boyunduruk araplarının hukuk 'u ). Daha sonraları, bu unsurlar bir çok deği­ alâmetleri bir arap için zillettir, şerefsizliktir. Zillet ( z illa ), zaâfa delâlet ettiği için, kudre­ şikliklere uğradılar ve bilhassa şehirlerde tin zıddıdır ( ‘izza ). Bu sebepten, zaâf şerefsiz­ sönüp-gittiler. Fakat ‘İrz kelimesi, bilhassa liğin şartı oluyor. Diğer tâbir ile, kaynağını Emevîler devrinde, muhtevaca, git-gide, fa ­ kudretten alan her şey bir şeref unsuru olmak­ kirleşmiştir. Bugün ilk mânasında hâlâ kulla­ tadır. Hâlbuki, kaynağını zaaftan alan her şey, nılmaktadır. Fakat kudsiyetini ve tecâvüz ile bir şerefsizlik unsurudur. Bütün delillerden, olan münâsebetini muhâfaza etmemektedir ( msl. ‘İrz 'in aslında harp ile ilgili olduğu neticesi Camhara, Bulak, s. 16 6 ; A ğ â n i, X 1, 4 9 ; İbn çıkıyor. al-Mukaffa‘ , al-A dab al-kabir, nşr. Ahmed Diğer taraftan, ‘İrz 'in mühim bir içtimâi rolü Zaki Paşa, İskenderiye, 1912, s. 4 2; İbn Kude v a rd ır: eski araplarm dini zayıf, te 'sırsız tayba, ‘ U yun al-ahbâr, Kahire, 1925, I, 293; id i; âlemşumûl değil idi. Buna karşılık, 'İrz kuv­ al-Ş'alabi, M ir ât al-m aru ât, Kahire, 1898, vetli ve te’sir bakımından mühim idi; Yemen s. 22, 3 1 ; Abu Tammâm, D îvâ n , Kahire 1875, arapları da dâhil olmak üzere, bütün arapiarın s. 9 3 ; al-Buhturi, Beyrut, 1 9 1 1, s. 441, 442, fi'il ve hareketlerine hâkim idi. Böylece, ‘İrz, 449, 652; al-Mutanabbi 'nin D îvân '1, nşr. m ufâharât veya m unâfarât meziyetler ile ku­ Dİeterici, s. 41 6; Mihyâr al-Daylami 'nin D i­ surların sayılıp döküldüğü toplantılarda dinin v â n ’i, Kahire, 1929, II, 4 ). Bununla beraber yerini alırdı. Bu toplantıların gâyesi, araplara, ( İslâmiyetten önce de, sonra da asâlet ve soy­ hislerin şekil değiştirdiği topluluk hayatını ca yükseklik ifâde eden ) ş a ra f ( eşrâf sınıfı bütün kuvvetiyle tekrar yaşatmak idi [ bk. mad. bundan g e lir) ferdî kıymet ölçülerine bürüne­ MUFÂHARA ]. ‘İrz, mukaddes sayıldığı için, âdetâ rek inhiraf gösterip vuzuhsuz bir şekil ile ‘İrz meşrû olarak, dinîn yerini tutmakta id i; arap­ kelimesi İle rekâbete geçecek ve câhiliyenin lar, *irz ’ ı her şeyin üstünde tutar, onu silâhla mûdil şerefi yerine alelâde şerefi ifâde ede­ müdâfaa ederlerdi. cektir (m sl. Ya’kübi, nşr. Houtsma, II, 31 4; Yukarıda söylediklerimizden şu neticeyi çı­ ‘ Uyân al-ahbâr, I, 346; al-Mutanabbi, D îvân , karabiliriz: fiil ve hareketlerinde şeref ( ‘İrz) s. 342; İbn Haldun, Mulçaddima, Beyrut, 1900,



IRZ — İSP A R T A .



68 ı



s. 396 ; krş. al-Huşri, Zahr al-Sdab, nşr. Zaki şen İsparta, Hamîd-oğullarının Eğridir kolundan ve son hükümdar Hüseyin B ey'in vefatı ( 1 31 9) Mubârak, I, 135 ve lügatler ). Bugün, 'İrz kelimesinin mânası daralmıştır, üzerine osmanlı mülküne katıldı. Osmanlı hâki­ Kadın mefhûmu ile alâkası bulunmaktadır. miyeti altında İsparta, Anadolu eyâletinin Ha­ Ü rdün'de 'İrz, kadmın fazileti, hattâ güzelliği mîd livasına merkez oldu. Daha yakın devir­ ile birdir (Salman, F ü n f Ja h r e in Trans jo r ­ lerde K o n ya'ya bağlanan İsparta, bir aralık danien, Harîşa, Lübnan, 1929, s. 144 ). M ısır'da kazâ hâline konulmuş, 1867 'de yeniden sancak bir erkeğin ırzı, umumiyetle karısının ve bütün hâline getirilerek, 1891 'de Hamidâbâd adı ve­ kadm akrabalarının şöhretine bağlıdır. Suriye rilmiş, nihayet cumhuriyet devrinde İsparta 'de, kabileye mensûp her kadının şöhreti, erke­ sancağı bîr vilâyet hâline konulmuştur. İsparta 'nın bölge merkezi olarak ehemmiyet ğin ırzına te'sir eder. Bugün, Ürdün ( Salman, s. 107 ) 'de, Nacd kazanması orta çağdan sonradır. Daha evvel (Rihâni, M alak al-arab, s. 4 1, 6 0 ) 'de, Mısır bu havâlîde — İsparta 'nın cenûbunda, şimdiki ve Suriye 'de şa ra f kelimesi 'ir i mânasında kul­ Ağlasun köyü yakınında — P. Lucas tarafın­ lanılmaktadır. Cezayir'de ise, n if yahut hur­ dan hayranlıkla tasvir edilmiş bulunan Sagalassus merkez rolünü oynayordu. Gerek burası­ ma kelimesini kullanıyorlar. B i b l i y o g r a f y a : B. Farès, L'honneur nın, gerekse daha sonra Hamıd-oğullarına baş­ chez les Arabes avant l’Islam (Paris, 1 932) şehir olan Eğridir 'in üstün durumunu izah için, adı geçen şehirlerin daha kolay müdâfaa edi' ( B ic h r F a r è s .) I S P A R T A . İ ç A n a d o l u i l e A k d e n i z lebilebilecek bir vazıyette bulunmalarını hatır­ m ı n t a k a s ı a r a s ı n d a intikal sahası teşkil lamak icâp eder. Diğer taraftan, ovanın şimâl eden „ g ö l l e r b ö l g e s i “ n i n b a ş l ı c a ş e h r i kenarında bir sıra şehir var idî ki, bunlar da olup, Akdağ kütlesinden ayrılan tepelerin şimâl evvelce İsparta ile rekabet hâlinde idiler ı şim­ eteğinde, kendi ismi ile yâdedilen ova kenarında di Atabey denüen büyük köyün yerinde bulu­ Antalya körfezine, Aksu adı ile, dökülen İsparta nan Agrae ( A ğrus veya A ğraş ), Baya köyü çayının ( eski Cestrus ) yukarı mecrası üzerinde yanında bir tepe üzerinde bakiyelerine rastla­ bulunur. İsparta 'nın deniz seviyesinden irtifâı nan Seleucia Sidera ve GÖnen köyü yerindeki demir yol istasyonunda, to24 m. olup, şehir bu­ kadîm Conane. Bunlar sonradan zelzeleler, isti­ radan itibâren yukarıdaki mahallelere doğru lâlar veya şakavet yüzünden harap olmuş, bazı­ larında nüfusun bir kısmı — yer darlığı sebe­ yükselir. ' Bugünkü İsparta ’da ilk çağa âİt iskân izleri biyle — başka yerlere göçüp gitmişlerdir. İspar­ bulunmamakla berâber, buranın Pisidia şehir. ta, Ağlasun 'un inhitatından sonra, Pisidia pis­ Serinden Baris ( fîSçıç ) yerine kaim olduğu ka. koposluğuna (daha sonra rûm metropolitliğine) bÛl edilmektedir. Ruge ’ye göre, sanskrîtçe su merkez oldu ve gerçekten idâre merkezi rolü­ mânasında Vâri kelimesi ile münâsebetli oldu, nü de, osmanlı devrinde oynamağa başladı. ğu is bat edilen Barİs 'in adı bâzı ilk çağ kay­ Ehemmiyetini, çevresinin zırâî mahsûlleri ve naklarında (Pünius, H ist. n a t V , 1 47; Pto* sınâî faaliyeti ile, sonradan kazandı. XIV. asır başında burayı ziyaret eden sey­ lemaeus, V, 5, § S ) geçmekte ise de, bu sıra­ da ehemmiyetli bir şehir vasfını hâiz olmadığı yah İbn Bal tuta, İsp arta'yı medheder. Kâtib tahmin edilir. İznik konsilİ sırasında ( 3 2 5 ) bu­ Çelebi 'nin XVII. asrın ikinci yarısına âit tas­ radan Heraclius Barensis Pisidiae adı ile bahse, virine göre, burası havası güzel, kalesiz, ticâdilir; daha sonra bizanslı Stepban ve Hierodes retgâh, meyvası bol büyük bir şehir idi ve İspar­ tarafından zıkrolunur. Bizans devrinde burada ta 'da azîm boyahaneler var idi. XVIII. asrın ilk bâzı sikkeler de basılmıştır. Şehrin adı İbn Bat. yıllarında buraya uğramış olan fransız seyyahı tîita'd a Sabartâ ve Act. Ap. XXI, I'in arapça Paul Lucas ( 170 6), İsp arta ’yı yün, afyon v.b. tercümesinde — yunanca Patara karşılığı ola­ gibi iptidaî maddeler ticâreti bakımından faâl rak — Sabârta şeklînde gösterilmektedir ( krş. olmakla beraber, evleri harap küçük bir yer ZD M G , IX, 731 ). Kamus al-a’lâ m ’d a ise ,,ism-i gibi gösterir. Buna mukabil, XIII. asrın ilk ya­ kadîmi Baris olmakla, rumca ise edât-i zarfı rısında İsparta 'yt ziyaret etmiş bulunan sey­ ile terkibinde isbarila olduğundan bundan galat yahlar — bu arada Arundell, Hamilton, Tchihatcheff, Texier — şehri medhederek, ehemmi­ olarak İsparta denmiştir" kaydına rastlanır. İsparta XIII. asır başında Selçuklu hüküm­ yetli bir ticâret merkezi gibi gösterirler. So­ darı K ılıç Arslan III. zamanında ( 600—6ox = nuncuya göre İsparta, eski çağa âit her hangi 1203— 1204) bîzanslılardan alındı ( Houtsma, bir âbide, hattâ kayda değer yeni bir yapı ih­ Rec. de Textes r e l.a l’kist. les S e ld j,, III, 6 2 = tiva etmemekle berâber, mevkii ve ticarî faâiiIV, 26). Konya imparatorluğunun dağılışı sıra­ yeti bakımından, bu havalinin en büyük ve en sında Hamîd-oğulları [b.bk.]'nın hissesine dü­ güzel şehridir. Güzel ağaçlar ile süslenen bîr



68i



İSP A R T A .



yamaca yaslanmış olan İsparta, bu seyyahlar tarafından, B u rsa'ya benzetilir: Sarre (18 9 5 ) 'ye göre, Toros dağlarının Öncü tepeleri ete­ ğinde İsparta, gür yeşilliği ye bol suyu ile, gerçekten Uludağ yamaçlarına yaslanan Bursa 'ya benzemektedir. Şehrin nüfusuna dâir verilen mâlûmat, birbi­ rinden oldukça farklıdır. E. Reclus tarafından XIX. asrın ikinci yansında 30.000 nüfuslu ola­ rak gösterilen şehrin nüfusu Lûgat-ı tarihiye ve coğrafiye sahibi Ahmed Rifat 'a göre ( h. 1*99 'da ), 12.000, ÎÇâmus al-alâm ’da 17.000 (4500 hı­ ristiyan, gerisi müslüman ), Cuinet 'ye göre 20.000 ( 13 bin müslüman, 7.000 rum ), S arre'ye göre 18—20.000 (şehrin 4.000 evinden 800'ü lûm, 120 kadarı ermeni, gerisi türk ) olarak göste­ rilmiştir. XX, asrın ilk yıllarına âît tahminler bu rakamları aşıyor : Bansey 'ye göre, 36.000, Islâm Ansiklopedisinin Leiden nüshasında, J. H, Mordimann *a göre, 30.000 ( 6.000 rum, 500 er­ meni, geri kalanı tü rk). Şehrin nüfusuna dâir ilk doğru rakam 1927 sayımı sırasında elde edilmiş, buna nazaran 15.976 olan nüfusu 1935 'te 18 .4 33'e yükselmiş ise de, 19 4 5 'te hafif bir azalma ile 17.292 olmuştur; İsparta 'nm rûm nü­ fusu, birinci cihan harbinden sonra mübadele ile ayrılm ışlardır: bunlar umûmiyetle unutmuş olup, türkçe konuşurlardı. 1305 (1887/1888) Konya salnamesine göre, İsparta 'da yedisi minareli, yedisi minaresiz 14 cami ve 64 mescîd, 8 med­ rese, 1 kütüphane, 8 rûm ve 1 ermeni *..'isesi var idi, İsparta camilerinin en büyüğü ve esi'İsi çarşı câmii olup, Kutlu Bey tarafından yaptırıl­ mış, sonraları bir kaç defa tamir ve tâdile uğra­ mıştır. Güzel bir yapı olan Firdevs Bey câ­ mii Mimar Sinan 'ın eseridir. A grus ( Ata B e y ) 'da da yîne aynı mimarın yaptığı Burhan Paşa câmii bulunur. 1 1 9 7 'de sadâret makamı­ na yükselen Halil Hâmid Paşa Hacı Abdî ca­ miini yeni baştan yaptırmış ve bunun yanında bir de kütüphane inşa ettirmişti ki, şimdi bu camı lıarâp bir hâlde olup, kütüphaneden kalan bâzı kitaplar halkevinde saklanmaktadır. İsparta 'nın eski bedesteni de haraptır. Şehrin harabı* sîne, vakit-vakit uğradığı sarsıntılar müessir olmuş, bu sarsıntılardan biri 1899 yık kânun II.'da epeyce hasâra sebebiyet vermiştir. İsparta çayının taşmaları da vakit-vakit bâzı mahal­ lelere zarar vermekte İdi. İsparta şehrî, cenûb-i garbîde dağlık sahaya doğru sokulmakta olup, şehrin cenubundaki Hisar dağı üstünde eski bir kale bakiyesine rastlanır. Evlerinin çoğu yeni olan bahçeli ma­ halleler, çay boyunda ovaya yayılmaktadır. Şehri E ğrid ir— Kara-kuyu demir yoluna bağla­ yan 13 km .'lik İsparta — BozanÖnü şûbe hattı 26 mart 19 3 6 'da işletmeye açılmıştır.



İktisâdi bakımdan İsparta, balı dokuma ve ticâret merkezi olarak tanılır. Bununla beraber, İsparta 'da halıcılığın, doğması değilse bile, inkişâfı, oldukça yeni bir hâdisedir. Eski kaynaklar, hattâ h. 305 sâinâmesi, mahallî san'atlar olarak, bez, havltı, alaca ve ipek do­ kumaları ile deri işleri üzerinde dururlar. H a­ lıcılık takriben 80 sene kadar evvel İsparta'da türkler tarafından geliştirilmiş, türk ve rûm işçilerin çalışması İle ilerilemiş,İzmir halıîhrâcât şirketlerinin teşvikından faydalanmış ve şehrin inkişâfı da bu faaliyet ile beraber yü­ rümüştür. Bugün İsparta halıcılığında, kemmiyet itibârı ile, büyük bir gerileme görülmemekle beraber, motif, boya ve dokuma bakımından bir keyfiyet düşüklüğü kaydedilmekte,'gerçek­ ten güzel halılar az dokunmaktadır. Halı tez­ gâhlan İsparta şehri ile berâber, civar köyler­ de ( msl. A ta Bey ) ve kasabalarda başta Eğridir bulunur. Son yıllarda İsparta 'da 2.500, civar köy ve kasabalarda ise, 2.000 kadar balı tezgâhı bulunduğu tahmin ediliyordu. Şehir dışında dokunan halılar yıkanmak ve satılmak için İsp arta'ya getirilir.Tezgâhlarda en ziyâde kadınlar ve onlarla berâber çocuklar çalışır. Bir işçi günde en fazla 8—10 bin düğüm yaptığı­ na göre, 400.000 düğümden meydana gelen bü­ yücek bir halının dokunması, 2 veya 3 kişi çalışmak suretiyle, 40 gün kadar zaman ister. İsparta 'nm gül bahçeleri de meşhurdur. Bu­ rada elde edilen güllerden gül yağı çıkartılır. Bununla berâber, uzun harp yılları sırasında bakımsızlık yüzünden gül yağcılığı eski ehem­ miyetini bulamamış ve Bulgaristan 'm rekabe­ tinden zarar görmüştür, İsparta vilâyetinin 8 .3 u km. murabbaı ara­ zisi üzerinde yaşayan nüfus, 1945 sayımına göre 172.543 'tür. Vilâyetin kazaları İsparta ( 1 753 km. murabbaı, 51.000 >. fus, 46 köy), Eğridir, Uluborlu, Yalvaç, Ş a r ! , Kara-ağaç ve Sütçüler 'dir. B i b l i y o g r a f y a : Pau y-Wissowa, Realencyclopadie . . . , III, 17 v.d. ( Ruge tara­ fından yazılmış BARÈS maddesi ) ; K . Ritter, Erdkunde, XIX, 539 v.d.; Elisée Reclur N ouvelle géographie universelle, IX, 651, 660 ; İbn Battüta, Seyahatnâme, ( trc. Mehmed Ş e rîf), II, 3 1 5 ; Kâtib Çelebi, Cihannümâ, ( nşr. İbrahim Müteferrika ), s. 639 v.d. ; Evliya Çelebî, Seyahatnâme, IX, 283 ; Paul Lucas, Voyage dans la Grèce, l'A sie Mineure . . . , I, 246 v.d, ; Arundel!, A Visit to the seven Churches o f À s i a f I, 346 v.d .; ayn, mil., Discoveries in Asta Minör, I, 346 v.d., II, t —2 2 ; W. J. Hamilton, Researches in A sîa Minor . . . , I, 483 ; Ch. Texier, A sie Mineure, s. 71 5; F, Sarre, Reisen in Rleinasien, s. 167



İS P A R T A ~ — 168; W. M. Ramsay, The H istorical Ceograpky o f Asice Minör, s. 383 v .d ,; E. Banse, D U Türkei, s. 12 0 ; Ahmed Rıfat, Lûgat-i tarihiye ve coğrafiye, I, 14 4 ; Şemseddin Sârnî, Kamus al-a'löm, li, 857 v.d.; Konya vilâyeti salnâmesi (h . 130 5 ), s. 143, ( BESİM D a r k o t .)



IS S IK -K Ö L . İSSİK-KU L, Türkistan Ma Tanrı dağlarının orta kısmında ( orta Tiyanşan 'in Han-Teogri bölgesinde), 42’ 10 '—42° 59' şimal arz dâireleri ile 76° 14 '— 78° 30' şark tûl dâire­ leri arasında, 1579 m. yükseklikte kâin b i r g ö l ve bugünkü Kırgızistan ’da, idâri bir bölgedir. Türklüğün İlk beşiği sayılması ve tarihî hare­ ketlere sahne olması dolayısı ile millî türk destanlarında ve türk tarihinde sık-sık adı geçen !ssık-Kö), Türkistan dağlarındaki gölle­ rin en mühimi ve dünyadaki dağ göllerinin en büyüklerinden bîridir. G ö 1 e I s s ı k-K ö 1 a d ı v e r i l m e s i n i n s e b e b i deniz seviyesinden çok yüksekte ol­ masına rağmen,kışın hiç donmamasıdır.Filhakika Issık-Köl hakkında ilk malûmatı veren II. ( m. ö.) asır çin kaynaklan gölün adını Jo.hay { sıcak de­ niz ) şeklinde tesbit etmişlerdir. Müslüman müel­ liflerinden Kudâma ’de adı tasrih edilmeden ken­ disinden ve etrafındaki bir çok şehirlerden bahsedilen Issık-Köl, H udûd al-âlâm ’de Iskük ve îskül, Gardizi 'de İsig-Kul, ai-H araki'de „k " harfinin teşdidi ile îskül, Ş araf ai-Din Yazdi ve îbn ‘A rabşâh'ta Îsi-Kül olarak zikredilmiş­ tir. Göl hakkında en_ son ve en etraflı mâlûmî.t veren ve adını İsiğ Kül olarak kaydeden T ârih-i Raş i di müellifi Haydar Mîrzâ Düğlat gölün suyunun yıkamak için bile kullanılmaya­ cak derecede, tuzlu olduğunu yazmaktadır. H âl­ buki insan ve hayvanlar tarafından içilememekle beraber, gölün suyundaki tuz mıkdarı pek eüz’îdir, Mamkiih Issık-Köl ’e, tuzlu göl mâ­ nasında TuskSiridenildiği de vâkidir. Her hâlde Unkovskiy 17,’. 2 'de gölü haritaya bu ad ile almıştır. Issık-Köl 'e dökülen ırmakların bir çoğu ve bilbasba şark sahillerinde gölün dibi demirli kumu İhtİvâ etmektedir. Bunlardan başka gö! sahillerinde demir ihtiva eden mâden su­ lan ve bâzı yerlerde kırmızı demir mâdenleri bulıinur. Kırgızların, iptidaî usûller ile, İstih­ sâl ettikleri ve küçük bıçaklar imâl etmelerine yarayan bu demirler sayesinde moğullar bu göle Temurtu-Nor ( „Demirii-Göi“ ) adını vermişlerdi. Issık-Köl 'den şarkî Türkistan yaylalarına gi­ derken aşılması icâp eden Kayınlı-İzıgart sıra dağlarının adı da Issık-KÖ! 'ün adı üe bir ya­ kınlık arzeder. Bugünkü haritalara kırğız türk­ lerinin telâffuzları ile Isıg-A rt olarak geçmiş olan bu sıra dağlardan, en eski kaynaklarda, mukaddes geçit mânasına, Îzık-Art şeklinde



IS S tk -k ö L bahsedilmiştir ve efsânelere göre, bu dağlar dahi, Issık-Köl gibi, türk milletinin ilk babası olan „Türk“ 'ün ilk durağı ve Tanrı dağlarının da mukaddes bir noktası sayılmaktadır. C o ğ r a f y a . Issık-Köl'ün ilk tasvirîni VII. (m. s.) asır seyyahlarından çinlı Hiouen-Thsang yap­ mıştır. Göl ve cıvârı daha XIV, asırda meşhûr Carta Catalana 'ya alınmıştır. XIX. asrın or­ talarından itibâren, göl' bir çok rus âlimleri tarafından muhtelif cephelerden İlmî tetkike tâbî tutulmuştur. Bilhassa, rus muhaceret ve istilâ siyâsetinin hedeflerinden birini teşkil etliği için, yapılan bu tetkikler sayesinde, Issık-Köl ’ün tabi’î, İktisadî ve beşerî coğrafyası ile bera­ ber, tarihi de epeyce işlenmiştir. G öl, garptan şarka doğru uzanan ve yüksek sıra dağlar ile. kuşatılmış bulunan bir çukuru işgâl eder. Şimâlde, garptan şarka doğru gölü çevreleyen Küngey-Afatav sıra dağlarının, sâhilden 10 km. kadar mesafede, dik olarak yük­ selen cenûp etekleri, Kese-Sengir mahallinde göle, yine dik olarak, gömülür. Cenûpta ise, gölü Terskey-Alatav sıra dağlan kuşatmakta­ dır. Bu dağın göle doğru iniş meyli seıt ve dik olmadığı için, bu kısımdaki çaylar müte­ addit su toplanma havzaları teşkil ederler. Gölün garbında Kızıl-Ompul, şarkında ise, Ters­ key ve Küngey sıra dağlarının arasına-sokul­ muş ve Tasma veya Kuke-Kulussun yarım ada­ sını vücûda getiren, İçke-Tasma dağları vardır. Issık -K öl’ün uzunluğu, Kutem aldı’dan Tüp ırmağının munsabıua kadar, 182—183 km., genişliğl 58—60 km., mesahası 6.205 ( KuznetsovUgamskiy ’e göre 6.125, L. Berg’e göre 6665,8 ) km. murabbaıdır. Yâni, büyüklüğüne göre, sıra hesabı ile, Hazer, Aral, Baykal ve Balkaş 'tan sonra gelir. Gölde ada mevcut değildir. Sahil­ leri az girintilidir. Şarkta Tüp ve Cıriagan çaylarının munsaplarmda, Tasma yarım-adast ile ayrılan iki küçük körfez vardır. Dağlardan göle doğru hızla akan 80'i mütecaviz dağ çay­ larından bir kısmı, yalnız karların eridiği mev­ simlere mahsus birer sel teşkil ederler. Dâimi surette akan çayların da bir kısmı, göle yetiş­ meden, sulama işleri için kullanılmaktadır. Bu çaylardan, şimâlde—Taldı-Bulak, Turaygır, KeseSengir, Büyük-Aksu, Küçük-Aksu, Koy-Su ( 3 çay ) v .b .; şarkta—Tüp ve Cıriagan, cenupta ise—Kara-kul, Cetı-Oğuz, Kızıl-Su, Barskoun ( Barskaun, Barsgan ), Ton ( Ten veya Tün) Çiçkak, Ak-Terek, Cuka ( Zauka) v.b.'iarıdır. Cuka çayının şimâl-i şarkîsinde göle, kumsal Kara-burun yarım-adası uzanmaktadır. Takribi bir hesaplamaya göre, bu çayların göle akıttığı yıllık su mıkdan 6 km3, kadardır. Bn mıkdar su sathının her yıl bir m, yükselmeşine kâfi iken, göl aynı seviyesini muhâ-



684



îS S IK -K Ö L



faza etmektedir. Bu hâl akıntısız olan göide T ürkistan’ın bu bölgesinde, etrafında bir çok fazla tebahhur keyfiyeti ile izah ediliyor. dağlar ve ırmaklar bulunan bir göl kenarıdır, Golün derinliği orta kısımda 650 m., en de­ Şaraf al-Din Yazdi ( Zafar-nâm a 'de Mirrin yeri ise 702 m. kadardır. Bu bakımdan Is- hvand ( R avzat al s a fâ ’d a ) ve Hvândmir ( f f asık-Köl, Baykal gölü ile Hazer denizinden son­ bib al-siy ar 'de ) bu ilk türk yurdunun Moğura, üçüncü yeri işgâl eder. Göl seviyesinin en listan'da Kosso-Göl kenarında bulunduğunu çok yükseldiği zaman, dağlarda karların eridi­ iddia etmelerine mukabil* Abu 'İ-Gazi Bahâ­ ği ağustos ayı, en düşük zamanı da kışın kâ­ dır Han ( Şacara-i tü rk ), Munis Hvâıizmî nun I. — şubat aylarıdır. Sahillerinde gölün ( F irdavs-t ikb âl 'de ) ve onları esâs ittihaz seviyesinden som . yükseklikte taraçalar ve eden muasır türk müellifleri, hemen umumi­ 300 m. yükseklikte de mustahâseler gibi göl yetle, türklerin Issık-Köl havalisinden çıktığını bakiyelerinin mevcut olması, Issık-Köl sevıye- kabul ederler. Tanrı dağlarının bu havalide sinin bir zamanlar daba yüksek olduğuna bir Han-Tengri zirvesinden ayrılan kollarının etek­ delil sayılmaktadır. Yapılan tahminlere göre, leri ile ovaları bir taraftan zirâate elverişli ve eskiden Issık-Köl 'e aktığı tahmin edilen Çu zengin otlakları ile mestur yaylak ve diğer [ b. bk.] ırmağı Buam ( Bugam ) boğazında mecrâ- taraftan kışlakları da, hayvan sürüleri beslemeğe smı yavaş-yavaş alçaltarak, başka istikamette ak­ çok müsâit olduğu gibi, bilhassa bol olan demir mağa başladığı için, gölün suyu da azalmıştır. mâdeni de buradaki türkleri demirciliğe şev­ Bugün Çu ırmağının yukarı kısmını teşkil eden ketmiş ve ellerine demirden mâmûl silahlar Koçkar çayının vaktiyle Issık-K öl'e aktığı ve vermiştir. Bu sâyede şarkta, şimalde ve garp­ bu sonuncunun Çu ’da bir boşaltma kanalına taki bozkırlar üzerinde hâkimiyetlerini kurmak mâlik bulunduğu iddia edilmektedir. Tiyanşan için yüksek yaylaların bahşettiği stratejik im­ ’dan akan Koçkar çayı Issık-Köl ’ün garp sa ­ kânlardan istifâde etmesini dahi bilen türkler hiline 3—4 km. yaklaştıktan sonra, birden-bire tâ eski zamanlarda burada devlet ve medeni­ garba çevrilip, Çu adı ile Buam boğazına girer. yet yaratmağa muvaffak olmuşlardır. Çin 'den Isstk-KÖl’ün garp sâbili ile Çu ırmağının bu garbî A sya ’ya giden tarihî ticâret yollarından dirseği arasındaki dar mesafede, suyunu Çu biri de, Issık-KÖİ 'ün cenup sahilini takiben Çu ’dan alan bir bataklık ve bu bataklıktan akıp vâdisine inerdi. Daha II. ( m. ö.) asırda Hanlar­ göle dökülen küçük Kutemaldı deresi vardır. dan kaçan Yu-e-çiler bu yolu takiben ve IssıkKoçkar, suların taştığı mevsimlerde, bu Kute- Köl üzerinden garbî A sy a 'y a geçmişlerdir. maldı vâsıtası ile, Issık-K öl’e kollar gönder­ Hunlar ile beraber tarih sahnesinde görülen ve sonraları Gök-türk devletini kuran türklere mektedir. Akm tısız bir göl olması itibari ile, Issık-KÖl kardeş sayılan Vu-Sunlar, Issık-Köl sahille­ 'ün suyu bir az tuzlucadır (gölün enginlerin­ rinde yerleştiler. Burutlar tarafından göl sahi­ de yüzde 6° 'ye k ad ar}. Nisbeten az olan bu linden uzaklaştırılan bugünkü Usun türklerinin tuzluluk, gölün bir zamanlar akıntılı olduğunu ecdadı sayılan bu Vu-sunlar şehir ve kasaba­ iddia edenlerin dâvasını takviyeye yaramakta­ lara da mâlik bulunuyorlardı. Çin kaynakları­ dır. Yeşilimtrak olan suyu çok berrak ve bu nın Çe-Hu veya Çe-Ko şeklînde kaydettikleri berraklığını nisbeten derin yerlerde bile mu­ ve şarkî T ürkistan’daki Ak-Su şehrinin ğio ii hafaza eden Issık-Köl ’de, deniz seviyesinden şimâl-i garbisinde gösterilen bu şehir V . ( m. s.) çok yüksekte olmasına rağmen, suyun harareti, asırda da mevcut idi. Mahmüd Kâşğari (III, üst tabakada, bilhassa temmuz ayında, 19° 'yi 24 ) ’nin „Barsgan yanındaki Yavgu şehri“ de­ bulur. Fakat 20 m. derinlikten İtibaren barâret diği mahallin bu şehir olduğu zannolunmaktasür’atle düşmeğe başlar ve tabi”! bir hâle ge­ dır. Bu itibarla şehir daha XI. asırda mevcut lir, Kışm yalnız sahil boyları ve çayların ağ­ sayılmaktadır. Tüp ırmağının munsabmda bu zındaki küçük körfezler donmaktadır. Gölün devre âit eperler bulunmuştur ( Bulletin de bulunduğu sâha sık-sık zelzeleye mârûz ise de, l’Académie des. science de Russie, 1909, 774 ). toprağının münbıtliği sayesinde, etrafındaki Son zamanlara kadar dalgaların sâhile attıkları meskûa mahaller çabuk imâr olunmakta ve tuğla ve çömlek gibi ev eşyâ ve aksâmınm Usunlara âit olduğu zannedilmektedir. Bu eşya­ ahâii müreffeh bir hayat yaşamaktadır. T a r i h b„ak 1 m 1 n d a n Issık-Köl ve bölgesi, lar, sûrları ve binaları açık havada görüldüğü türk ırkının menşe'i ile ilgili millî destanların iddia edilen bir şehrin sular içinde kaybolduğuna mevzuunu teşkil eder. Aynı zamanda türk ha­ dâir bir rivayetin intişârına yol açmıştır. Fakat kanları ve türk kumandanları tarafından zaman- bu rivayet emsaline her memlekette tesadüf edi­ zaman karargâh ittihaz edilmesi dolayısi iie, türk len masallardan biri olarak kabul gidilmektedir. VII. ( m. s.) asırda bu yerleri ziyaret eden tarihinde desık-sık adı geçen bir bölgedir. Mil­ lî destanlara göre, türklerin ilk ana yurdu, Hiouen-Tfasang, Issık-Köl sahillerinde Çin şan-



ÎS Slk-K Ö L.



'atını yaşatan ve Gök-türklerin efsânevî cedleri ni yaparken ordusu ile Issık-Köl'ün cenûp olarak aldığı on kam (şâm âtı) dan bahseder, sahilinden geçen Tîmur, bu yaylalardan isti­ ki banlardan Barsganhlar çinicilik, nakkaşlık, fâde etmiş ve bu devirde Yulduz yaylası demircilik ve marangozluk gibi sahalarda te­ Yulduz-Saray adım almış idi. Timur göiün or­ rakki etmişlerdi. Yakut (bk. madd. BARSHÂN tasındaki bir ada üzerinde bir kale yaptırmış ¿Us-./. ve NÜŞCÂN ) 'tâki şekillerin­ ve buraya bilhassa Anadolu’ dan çıkardığı türk­ den, de Goeje tarafından kabûl edilen Nüşcân leri iskân etmişti. Fakat bugün gölde bir ada şekline mukabil, Barskoun ırmağının adı ile mevcut olmadığından, ada ile üzerindeki kale­ ilgili olarak Barshân okunan (bk. E l, mad. nin bir zelzele neticesinde battığına hükmedilİSSİK-KUL ) bu şehir adının Barsgan şeklinde mektedir. Mamafih Issık-Köl hakkında en son okunuş tarzı tercih edilmektedir. Mühim bir ve en mufassal malûmatı veren Haydar M 'rzâ' ticâret merkezi olan Barsgan Gardizİ 'ye göre Duğlat ’ta bu husûsta hiç bir işarete rastlan­ b.ooo kişilik bir ordu çıkarabiliyordu. Kudâma maz. Buna mukabil Haydar Mirza bir Koy-Su 'ye göre, dört büyük ve beş küçük olmak üze­ kalesinden bahseder. Issık-KÖl sahillerindeki medeniyetin yıkılışı re, dokuz şehirden ibaret olan Barsgan 20.000 asker çıkarmakta idi. Barsgan 'dan garba doğru Çu havzasındaki medeniyetin yıkılışı ile aynı üç günlük mesafede, Ton çayının adını ta­ zamana tesadüf ettiği ve aynı sebeplerden ileri şıdığı anlaşılan, Tunk şehri var idi. Bu şehir geldiği zannedilmektedir (bu husûsta bk. ÎA , ile Barsgan arasında Ç igil türkleri, Tunk'un III, 442 v.dd.). Moğullardan evvelki medeniye­ 12 fersah garbında da, 3.000 asker çıkaran tin harabelerinden Küngey-Aksu üzerinde bu­ Y âr mevkii bulunuyordu. H aılııd al-alanı, Ç i­ lunan ve VI. (X II.) asra âit kitabeleri ihtiva gil türkleri ile Halluh ( K arlu k ) türkleri ara­ eden bir müslüman mezarlığı mevcuttur ( Prozisinin hududu üzerinde bir de Sikul şehrî tokolı Tarkestan. K ru jk a Lübit. A rh., XI, 5 v.d .) zikreder. Burası refah içinde yaşayan ve tüc­ Moğul devrine âit, 1330 tarihli süryânîce ve carların sık-sık uğradıkları bir şehir olarak türkçe kitabeleri ihtiva eden bir nestûrî me­ tavsif edilmektedir. Bunlardan başka 1375 'te zarlığı da 1907 'de Cuka üzerinde keşfedilmiş­ yapılmış olan meşhûr Carta Catalana 'da, gö­ tir ( Bulletin de l’A c ...., 1909, s. 774 v. d,, 788 lün şimâi sahilinde bir de „Y ssicol" şehri gö­ v. d.). X V I. asrın ortalarında Issık.KÖS sahillerin­ rülmektedir. VIII. asrın ortasında, Tokuz-Oğuz hanlarıdeki Usun ve Kırgız urukları Kalmukların ta­ daha Orhun bölgesinde iken, Moğulistan 'a gi- arruzlarına mârûz kaldılar İse de, bu {aarruz dip-gelen arap elçisi Tamim b. Bahr, dönüş muvaffakiyetle tardedildi. 1683—16 8 5 'te Kalyolunu tasvir ederken, Issık-Köl sahilindeki muklar bu bölgeye temelli olarak yerleştiler. barsganlıların şehrinden geçtiğini ve bu yolda Fakat XVIII. asırda yerlerini çinliiere terke 20 gün memleket postası ile giderken, hep mecbur kaldılar. Issık-Köl'ün cenub-i şarkîsin­ türkler ile meskûn mâmur köyler üzerinden de bulunan Tibet kitabeleri Kalmuk devrinin gidildiğini tasrih eder ( İbn Fakih, Maşhad eserleri olarak kabûl edilmektedir. Gerek Kalnüshası, s. 17 0 ). Arap elçisi 8 Barsgan şehri muklardan önce ve onlar devrinde, gerekse ve bu şehirlerde yaşayan cengâver türklerin çinlîier zamanında memleketin asıl sâfıibi kır­ medenî hayatları hakkında da sitâyişkâr ma­ ğız türkleri idi. Çin hâkimiyetini hiç bir zaman tanımamış olan bu Kırgızların Issık-Köl hava­ lûmat vermektedir ( agn. esr., s. 16 9 ). Eski İran Efrâsyâb rivayetlerinde, türk hü­ lisindeki dağlarda otlakları var idi. Kırgızlar kümdarlarının başlıca karargâhlarından biri ve Usunlar XIX. asrın başlarında ruslann bu­ olarak zikredilen ve bugün Issık-Köl'ün gar­ ralara girmek için yaptıkları teşebbüsleri şid­ bında bulunan Koçkar-Başı, Karahanlılar [ b. detli mukavemetle karşılamışlardı. Bununla bebk.] devrinde de hanların çok sevdikleri yay­ râber, 1860 yılma doğru, ruslar Issık-Köl böl­ lalardan biri idi. Moğullar devrinde ise, bu gesini, iğfal yolu ile, istilâya muvaffak oldular. yaylalardan, tercihan, yeni gelen türk-moğul Memleket, daha önce teşkil edilmiş olan, Yedigöçebeleri istifâdeye başladılar ve bu bölge­ su vilâyetinin bir kazası hâline getirildi. 1892 nin asıl medenî türk ahâlisi ovalara indi. Me­ yılında hemen hepsi Kırgızlardan ibaret olan denî türklerin yerini işgal eden yeni türk- mo- ve 93. 877 nüfusu ihtiva eden kazada az mıkğui göçebeleri memleketin medenî simasını darda ruslar da var idi. Irmak kıyılarında otu­ tamâmîyle değiştirdiler. Mamafih daha Gök- rup buğday, arpa ve darı zirâati ile iştigâl türklerin zamanında tanınmış olan burada­ eden Kırgızlar aynı zamanda yaylalarından da, ki Koyaş, Ulug-ev ve Yulduz yaylaları mo- hayvan beslemek için, istifâde etmekte idiler ğul devrinde de şöhret bulmuştur. XV. asrın ( 18 7 0 ’te 5.000 deve, 80.000 at, roo.oco koyun başında Borotal gölüne kadar şark seferi­ ve 14.000 sığırları var id i). Kazanın merkezi,



686



İSSIK-KÖ L.



rustar tarafından Issık-Köl ’ün cenûp sahilinden bir az mesafede te'sis edilen, 15.000 nüfuslu Karakul şehridir. Ruslar Issık-Köl sahillerinde Freobrajenskaya, Pokrovskaya, Uytal, Sazonovka gibi köyler de yapmışlardır. Fakat bizzat ruslar bile bu köylere yakınında akan çayların adlarını verirler. Msl. Freobrajenskaya yerine Tüp, Pokrovskaya yerine Kızılsu denildiği gibi, resmî isminin Prjevalsk olmasına rağmen, kazâ merkezine de Karakul denilmiştir. Bugün Ka­ rakul bu bölge merkezinin yine resmî ismidir. 19 2 4 'te Türkistan’ın kabîle esâsları üzerine parçalanmasından sonra, lssık-K öl; Çu, Pişpek, Talaş, Karakul ve Narin nahiyeleri ile birlikte, idârî bir bölge hâlinde, Kırgızistan ’a isâbet etmiştir. Toprağının münbitliği, etrafının gü­ zelliği ve stratejik ehemmiyeti ile rus seline sahne olmakta devam eden Issık-Köl bölgesin­ de, son zamanlarda rus muhaceretini kolaylaş­ tıracak imâr siyâsetine daha ziyâde ehemmiyet verilmiştir. Çu ırmağını, aynı adı taşıyan bîr mevkide, kat'edenyeni Türkistan-Sibirya demir yolu hattından ayrılan bir kol Issık-Köl sahil­ lerine doğru, Tokmak şehrine kadar uzatılmış­ tır. Tokm ak'tan Issık-Köl sahilindeki Balıkçı limanına, Buam boğazı tariki ile, 110 km. uzun­ luğunda bir araba yolu vardır, 19 2 6 ’dan iti­ baren gölde vapur işletilmesine de başlan­ mıştır. Issık-Köl muhtelif cins balıklar ile de zen­ gindir. Bunlardan sazan, osman ve çebak adı­ nı taşıyanlar ihracât yapılacak kadar avlan­ maktadır. Balıkçılık için çay ağızlarındaki kü­ çük körfezlerden istifâde ediliyor. Göl civarın­ da, 1890’dan itibaren istihsâline başlanılan altın ve diğer mâdenler de keşfedilmiştir. . B i b l i y o g r a f y a ' . Kudâma, Kitâb aU barac (n şr. de Goeje ), 1889; Yâküt, M u cam (M ısır, 1906), II, 1 26; VIII, 326; flu d ü d al-â lam ( Tumanskiy yazması ), 3*>, 18» ve tür. y e r.; Gardizi, Zayn al-ahbâr ( Cambridge yazm ası; King’s Coliege Lib­ rary, nr. 2 1 3 ) ; eserin türklere âit kısmı için



bk. W. Barthold, O tçet o poezdke v Srednyuyu A zıy a s nauçnoyu tselyu v 1893¡J894



g g (Petersburg, 1 8 97 ) ; Mafrmüd Kâşğari D ivân luğât al-turk ( İstanbul, 1333/133$ ), I, H, III; Şaraf al-Din Yazdi, Zafar-nâma (K alküte, 1887/1888), 1 , 4 9 4 ; II, 634! İbn Arabşâh, ‘A ca ib al-makdâr f i ahbâr Timur (nşr. Manger ), Leovardİae, 1 772; Mirza Muhammed Haydar, The Târıh-i Raşıdi (L on ­ don, 1895 ) ; H^ândmir, Habib al-siyar ( Hind, 1 8 5 7 ) ; Abu ’I-Gâzi Bahâdur Hân, Şacara-i turk ( Petersburg, 1 871 / 1 874) ; Munis H^ârizmi, Firdavs-i ik b â l ( Üniversite kütüp., T Y , nr. 82, „Hiva tarihi“ külliyâtın da); Hlstoire de la vie de H iouen-Thsang ( trc. Slan. Julien), Paris, 1 853; Degignes, Hunlarm iiirklerin, moğulların . .. . tarih-i umûmîsi,,



■ ( trk. trc. Hüseyin Cahid ), İstanbul, 1924; W. Barthold, yukarıda adı geçen eserinden başka bk. bir de : Oçerk istarii Se/niraçya ( Vernıy, 1898 ) ; ayn. mil., Turkestan v epohu m ongohkago naşesiviya (Petersburg, 1898/ 19 0 0 ); ayn. mil., Istoriya kultunoy jiz n i Turkestana ( Leningrad, 1927 ) ; A ris'ov, Zametki ob einiçeskomsostave türkskih plemyon i narodnostey t svedenie ob ib çislennosti ( Jiv a y a starina, Petersburg, 1896, 1I1-IV ) ; Enisikl. S lo v a r ( nşr. Brok. ve Efron ), Petersburg, 1890, 11, 588; 1894, XII, 140, 332; .XIII, 460— 463 ; Zem levedenie ( Moskova, 1904 ), XI, kitap t —2; îzvestiyagosud.gidrolog. İnst. ( Lening­ rad, 1930 ), nr. 28 ; L. A . Molçanov, Ozera Sredney A zii (Taşkent, 1929 ); N. N. Kuznetsov-Ugamskiy, Basseyn Ozera îssık -K u l (L e ­ ningrad, 19 31 );N . A . Keyzer, M ateryali d lya istorii, m orfo lo giiigid ro lo gii Ozera Issık-K ul ( Taşkent, 19 28 ); M. Şemseddin, M ufassal iürk tarihi (İstanbul, 19 39 ), I, II; A . Zeki Velidi Togan, Bugünkü türk ili ( Tü rkistan) ve yakın tarihi (İstanbul, 1942—1947 ), 1 , 1 —22, 26 v.d., 48, 53—57, 60—65, 85, 10 1 v.d., 150, 1$8, 288; ayn. mil., Umûmî türk tarihine giriş ( İstanbul, 19 4 6 ),.!. (M iRZA B a l a .)



o



I



i.



Aym an, XLVI, X L V II) Bütün bu teferruat için İB A D A T . [ Bk. İb â d â t .] İB Â D Â T . İBAD AT i A., ''ilâ Ja 'n m cem’i ), ve bilhassa hanefi fıkıh kitaplarında yahudi Allaha t a p m a , 'ibâda mefhûmuna bu modellerin ve şâfiîlerde yunanî fikirlerin te’siri mânada K u r’an ’da rastlamaktayız ( msl. X, 30 ; hakkında bk, Heffening, Zum A ufbau der is­ XVIII, 1 1 0 ; XIX, 66: tür. y er.). Fakat aynı lamischen Rechtsvterke { Festschrift P. Kahle { HEFFEUİNG.) zamanda, bâzı yerlerde putlara tapma için de Leiden, 1935, s. 1 0 1 — 1 1 8 ) . İB Â D İY E . AL-İBAZÎYA, Haricîler [ b.bk.)’İn kullanılmaktadır ( XIX, 85 î X LV I, 5 ’te olduğu m e z h e p olup, g ib i).— Bu mefhûm bütünü ile İslâm şerîatinİn başlıca şubelerinden b i r birinci kısmını içine almaktadır: bunlar, ^aha­ mensuplarına bugün 'OmSn, şarkî A frika ve ra ,' şalât, zakât, şavm , hacc ve bâzan cihâd Trablusgarp k ıt’aları ile cenubî C ezayir’de ’dır. al-'Abbâdi ( al-Cavhara al-nayyira, İstan­ tesâdüf olunur. Bu ismin ‘A b d A 11 â h b. İ b â z a 1 - M u r r i bul, 1323, I, 1 4 6 ) ’ye göre, maşru&t 5 kısma ayrılmaktadır: 1. imân; 2. 'ib â d â t; 3. mu’5- a 1 - T a m i m i adındaki müesrisinden geldiği malât ki, buna m â l’e âit iki taraflı anlaşmalar iddia olunur. Her ne kadar muasır Ibâzi müel­ ( m u â va z S t), evlenmeye âit hukukî hükümler lifler bâzan kelimenin mâruf manalı şeklini, daha ( m unökakât), emniyete dayanan tek taraflı doğru bularak, kullanıyorlarsa da A b â z i y a anlaşmalar ( am ânât} ve veraset meseleleri bu ismin en çok kullanılan şeklidir.Bu mezhebin girer; 4. cezâlar ( ’u^ü i S f ) ; 5. kefaretler diğer isimlerinden biri de Ş u r â t ’tır. ibâziya ’nin başlangıcının h. 65 senesinden ( k a fâ r S t). ibn Nueaym ( al-Bahr al-rö’ifc, I, 7 ) ile İbn 'Âbidin ( R a d d al-mufjtâr, I, 58 ) evvel olduğu tahmin edilmektedir. O senede birinci gurup yerine âdâb '1 koyuyorlar. Adâb 'Abd Allah b. Ib âz’ın müfrit Haricîlerden ay­ manevî ahlâk hükümleridir. Umumiyetle imân rıldığı rivayet olunmaktadır. Belki mezhebin ilk erkânı gibi, bu hükümler de fıkıh eserlerin­ tarihini Hâricîlerden kaad a gurubu ile bağla­ de değil, hadîs kitaplarında yer almıştır. Bu­ mak lâzımdır. Bu gurup h. I. asırda B a sra ’da nunla beraber, hukukî muamelelerin tasnifi bu Abü Bilâl Mirdâs b. Udayya al-Tamimi etrafın­ nazarî taksime uymamaktadır. İbâdât, muâma- da teşekkül etmiş ve bu guruptan Hâricî Şufrilât, munükafıât, cinüytti, foudSd, lyukâmât en ya şûbesi zuhûr eylemiştir. Abu Bilâl ’in ölü­ geçinden V . asra âit fıkıh kitaplarının muay­ münden sonra mûtedilierin başı olan 'Abd A l­ yen bahislerine âit birer kat’î mefhûmdurlar. lah b. İbâi h. 65 senesinde Ezrakîierden ayrıl­ Fakat bunlar muhtelif mezheplerde ayrı-ayrı mıştır. Ezrakîler, Emevîtere karşı Aurnc’ ları tasniflere tâbî tutulmuşlardır. Bu mefhûmlar sırasında, Basira ’yı terketmişler, İbn İbâz kendi her hâlde, III. asra kadar büyük bir değişik­ iarafdarları İle orada kalmış idi. İbâzi '1er tarihi­ liğe uğradılar : ms l , hadîste duâ „en iyi ibâdet" nin bununla başlayan ilk devrine kitmân dev­ yahut „ibâdetlerin mükemmeli" olarak vasıf­ ri . denilebilir, Kaynaklar İbn İbâz’ ı ekseriyâ landırılmıştır ( Tirmizi, Da'ava t, I } ve daha imâm al-tahlçık yahut imâm al-m uslim in adı eski eserlerde, sonradan eklenen şavm ve hacc ile yâdederler. Belki bu unvanda gizli teok­ diğer fıkıh maddeleri arasına sokulmuştur ( Şay- ratik bir hükümetin reisi rolü imâ edilmiş ola­ b ân i’nin al-Câmı al-kabir ’inde ve Abü Dâvüd bilir ki, bu hükümete camâ'at al-muslimîn adı­ ile İbn M âca’nin hadîs kitaplarında böyledir). nı vermişlerdi. Fakat İbn İbSz ve halife 'Abd Yine m uâm alât mefhûmu da, hadîste münha­ ai-Malik arasında dostâne münâsebetler câri sıran alım ve satım muameleleri ifâde etmek olmuştur. Kendisinin ölüm tarihi mâlûm de­ için en dar mânasında kullanılmıştır. (N asâ’i, ğildir.



66$



İBÂ D İYE.



İbn İbâz ‘m Emevîlere karşı siyâseti halefi Abu senesinde bir İbâiı isyanı patlak verdi ve yal­ ’ 1-Şu'şâ’ C â b i r b. Z a y d ai-Azdi — ki ibazi nız Hazramüt ve Şan'â ’yı Emevîlerden almakla tarîkatinin başiıea âlimlerindendir — tarafından kalmayıp, vakit-vakit Mekke ve Medine ’yi de bozulmamıştır. Bu son zât 'Omân 'da Nazvâ ’da ışgâl etti. 130 senesinde İb âzi’ler nihâyet Vâdi takriben h. 100 senesinde ölmüştür. Câbir, za­ ’İ-Kurâ tarafından mağlûp edildiler. manının bütün müsliimaniarı tarafından takdir İbâziya'nin 'O sm ân’dakİ ilk tarihinin, Abü edilmiş ve en eski hadîs mecmSasımn müellifi Bilâl ’in İbâzi 'iikten evvelki fâaliyeti ile çok sayılmıştır, Nihâyet ibâziya mezhebinin esâs­ sıkı alâkadar olması lâzımdır. Mamafih h. II. larını koymuş ve bundan dolayı 'umdat al-ibâ- asrın ilk yarısında ciddî bir propaganda baş­ Ziya ve yahut aş! al mazhab adını almıştır. lamış bulunuyordu. 132 senesinde bir İsyan zuMezhebin hakikî teşkilâtı kendisinin eseri gibi hûr etm işti; başına memleketin eski emırinîn görünüyor. Haccâc ile dostâne münâsebâta g i­ hafîdlerinden al-Culânda b. Mas'üd geçmiş ve rişmeğe, onun Hârieî müfritleri ile uğraştığı sonraları imâm seçilmişti. 124 senesinde A b ­ zaman dostâne münâsebetler te’sis etmeğe mu­ basî ler in gönderdikleri bir kuvve-i seferiye ile vaffak oldu. . imamet yıkılmış ve II. asrın son yarısında, H. I. asrın nihayetine doğra Basra İbâzi le riN a z v â şehri merkez olmak üzere, yeni bir fa­ —• ki Muhallabi ’1er ilo münâsebette bulunu­ aliyet başlamıştır. B ir az sonra Basra maşâ'ih ’i yorlardı — daha cezri olmuşlardır ve vâli île buraya hicret etmişler ve bu suretle bu kıt ’a araları açılmıştır. Aralarında bizzat Câbir ’in ib â z iy a ’nin fikrî muhiti olmuştur. Hicretin 280 de bulunduğu başlıca liderler 'Omân 'a nefy- senesine kadar 'Omân ibâzi 'leri müstakil idiler. edÜmişlcrdir. Câbir ’in talebesi ve halefi A b ü Memleket o zaman Abbâsîlerin elinden geri 'U b a y d a Müslim b. A b i Karim ai-Tamimi alınmış idi. 400 senesinden sonra Abbasî hâ­ hapse atılmış, fakat Haccâc 'm ölümden ( h. 95 ) kimiyeti tamamen nihâyet bulda. Bugün İbâzisonra Basra İbâzi’ler cemâatinin riyâsetine ge­ 'lik ‘Omân klanlarından G âfiri ve Hinâvi klan­ tirilmiştir. Abü ‘Ubayda ileri gelen bir. âlim olup, larının dini olarak kalmıştır. ‘ bir hadîs mecmuası te’lif etmiştir. Bütün müslü­ Ş a r k î A f r i k a ’da şimdi bilhassa Zengibar man âleminin her tarafından gelen İbazi 'ler ’da İbâzi 'ler bulunur. İran 'da dahi ( Kişm ada­ onun_ders ve tâlimlerine devam ediyorlardı. Ha­ sında ve Horasan 'da ) orta çağlarda bu mezhep life ‘ Omar II, ’in vefatından sonra İbâzi 'ler pek yayılmış idi. İbâzi 'lik o vakitler 'Omân ’dan İçin mevcut olan müsait şartlar nihâyet bul­ S i n d cihetlerine de yayılmış idi. du. O zaman ihtilâlci temâyüller zuhûr et­ Epeyce bir zaman Ş i m â l î A f r i k a 'mn İbâzi mişti. Ahu 'Ubayda evvelâ açıkça hareket etmek gurupları bu mezhebin tarihinde başlıca rolü aleyhinde iken, bir tefrikadan korkarak, fikrini oynamışlardır. II. asrın başlangıcına doğru basdeğiştimiştir. Evvelce Ezrakîterin yaptığı gibi, ralı Salama b. Sa'id , misyoner gibi, Kayravân şehri terketmek istemeyerek, muhtelif vilâyet­ ’a geldi. Hemen sonra T r a b l u s g a r p ’ta bîr lerde İbazi kıyamları tahrik etmiş ve Emevî İbâzi devleti teşekkül etti ki, her ne kadar halifeliğinin harabeleri üzerine bir İbâzi ima­ halk İb âii kaldılarsa da, bu devlet 132 sene­ meti kurmak istemiştir. Kendi tetkikat merkezi sinde dağıldı. Bu Berberîler ile Basra arasında olan Basra ’da her taraftan gelen talebeler sıkı bir gidiş-geliş devam etmiş ve Abü ‘Ubay­ dâiiik ( misyonerlik ) tahsil ediyorlardı, flam a- da tarafından teşkil edilen bir misyoner heyla l al-'ilm denilen bu teşekkülün muhtelif gu­ 'eti çalışmağa devam ederek, 140 senesinde, rupları pıopaganda yapmağa başladıktan ve T rablus'ta Abu 'İ-Hattâb isimli bir imam muayyen bir adette tarafdar topladıktan sonra, intihap edilmişti. Onun hâkim olduğu Havvâra, zuhur ( „açık isyan“ ) ’unu ilân edecekti. Abü Nafüsa berberi kabileleri bütün T rab lu s’u 'Ubayda ’nin bu harekâtı mühim bir muvaffakiyet zaptettiler ve 14 1 senesinde K ayravân '1 Şufri te 'min etti. Bir kaç sene sonra muhtelif îsiâm Varfacüm a’den aldılar, A b u ' 1-Hattâ b ’ın imâmetî büyük bir sahaya yayılmış idi. Fakat 144 memleketlerinde ibâzi kıyamları baş-gösterdi. Abü 'Ubayda ’nin vefatından sonra, henüz senesinde Abbasî ordusunun karşısında, Tavaral Manşür halife iken, Basra İbâziya cemâti ğa ’da, mağlûbiyeti neticesinde, dağılmıştır. Yavaş-yavaş Abbâsîlere karşı yeni muhalefet mer­ zevale yüz tutmuştur. Basra hâricindeki İ b â z i g u r u p l a r ı : kezleri teşekkül etti. Bu suretle eski Kayravân İra k 'ta (bilhassa K ü fe), Mezopotamya'da İbâii vâlisi ‘Abd al-Rahmân b. Rustam Süf (.bilhassa Musul ’da ) daha uzun müddet İbâzi A ccâc'da ve sonra T â h a rt’te bîr emaret tecemâatleri mevcut kalmıştır. 'sîs etti. Orada bîr çok İbâzi berber kabileleri M e k k e , M e d i n e v e m e r k e z î A r a ­ toplandılar. Muhtelif baş'ann faaliyeti sebebi b i s t a n ’da hicretin İL a rında hâlâ İbâzi ile, 15 1 senesinde, Şimalî A fr ik a ’da tekrar bir çeıpû^tlçri vardı. Cenubî A rabistan ’da 128/129 kıyâm oldu. Bu kıyama Şufri ’Işr de i^tirâJç çtti-



İBÂ D İYE.



689



ler. İsyanın başına imâm al-d ifâ' [b.bk.]"unvanım gelen gayr-i rûhânî zevat ve yahut şeyhler alan Abü Hatim geçti. 155 senesinde, bir A b ­ tarafından gizli re’y ile seçilir ve sonra seçim basî ordusunu mağlûp etti. Mağlûbiyetten son­ neticesi iiân olunur. Ekseriyâ bu intihap bir ra T â h a r t şehri 160 (yahut 1 6 2 ) senesinde kabileye ve hattâ bir aileye münhasır kala­ şehrin hâkimi ‘Abd ai-Rahman b. Rustam "i bilir, İmâm K u r’an ’a, sünnete ve kendisinden imâm intihap etti. Şehir bu suretle şimalî A f­ evvel imâmet edenlerin tuttuğu yollara göre, rika İbâziya mezhebinin asıî merkezi olmuş idi, vazifesini ifâ eder. Her kim, onun hükmü İbn Rustam ’in halefi ‘Abd al-Vahhâb, II. asrın nufûzunu, şarf vâsıtası ile, tahdit etmeğe kalkı­ nihâyetine doğru, bütün Ifrikiya îbâzi mmtaka şırsa, o zındık sayılır. îşte bu suretle Nukkâr ve kabilelerini kendi hükmü altında birleştir­ ayrılığı denilen hâdise meydana gelmiştir. İmam, meğe muvaffak oldu. Diğer taraftan Basra naslara riâyet etmediği zaman, azledilebilir. îbâzi 'ler gurubu ve bütün şark İbâzİ ’leri Muhtelif ibââi imâmlarının muhtelif memleket­ Rüstemîlerin üstünlüğünü kabû! ettiler. Siyâsî lerde aynı zamanda mevcut olmaları caizdir, tefrikalar ve A ğlabi 'ierin muvaffakiyetleri III. Mamafih İ b a i i’ 1er âleminde umûmî bir imâmet asrın ortasında Tâhart İmametini inkıraza şevk­ te’sisi temayülü mevcuttur. Tarihî vesikalara etti. IV. asrın ilk yarısında isyan teşebbüsle­ göre, şu neticeye varılır ki, Haricilik esâs rinden sonra Fâtımîler tarafından sıkıştırılan prensiplerinin İptali demek olan bir nevî fede­ îbââi ’ler kitmân hâline rucû ettiler. Magrib rasyonun da teşekkül etmesi mümkündür. Umu­ ve îfrtlfiya 'nîn muhtelif yerlerinde küçük İbâzi- miyet itibârı iie kelâm ve siyâsî-dinî inanışlar Vahbi teşekküller kuruldu. Bilhassa Cabal bakımından İbâziya bâzı esâs noktalarda sünnî Nafüsa Maki gurup IV. asrın ikinci yarısından inanışlarına uyar, Mâlikîlejrden yalnız bir kaç beri kendine mahsus bir emîre mâlik olmakla noktada ayrılırlar. Bu noktalardan biri K u r an meşhur idi. Sonra burada da teokratik hükü­ 'm Peygamberin zamanında yaradılmış olması­ met şekli zuhûr etti ki, bu hükümet 'azzâba dır ( krş, Smogorzewski, Un poème abâdite sur denilen ve bir şeyhin riyasetinde bulunan mec­ certaines divergences, entre les M âlikites et les lislerden müteşekkil idi. Bani Hilâl ’in zuhûru Ahâdites, R O , II, 260—268). Bundan başka ( 443 ) ile şimalî A frika Maki îbâzi ’ler bugünkü ibâzi kelâmı ile mutezile kelâmı arasında bir hâle düştüler. Sahradaki îbâzi mıntakaları VII, karabet bulunduğuna işaret edilmiştir ( Goldasırda îbn Ganiya tarafından, hemen kâmilen, ziher, Vorlesungen, s. 207, 259; al-Bakrı, tahrik edildi. Geri kalan en mühim guruplar îbâzi mezhebine, al-V âşiliya-İbâ ziya ’der ). İ b â z i m e z h e p l e r i . Tefrika ayrılıkları Cabal Nafüsa ve Carba adası ile Bilâd alCarid, R iğ ve Varolan vâhâlarında ve Mzâb başlangıçta kitmân zamanında Basra ’dan ta­ Ma kalmışlardı. Mamafih A frika ’nîn îbâzi mamen itikadı mâhiyette idi. Sonraları siyâsî ulemâsı ile şark ulemâsı arasında münâsebât buhranlar dolayısı ile başka veçheler de aldı. İki siyâsî sebep bilhassa ehemmiyetlidir: fede­ devam etmiştir. . • - ■ S u d a n Ma dahî îbâzi mezhebi yerleşmiş, ev­ rasyon meselesi ve şart meselesi. V a h b i y a mezhebi bütün ibâzi şûbelerinin velâ Avdağaşt ’ta, tacirler vâsıtası ile, yayılarak burada bir çok asırlar devam etmiştir. Merkezî en mühimi ve en büyüğü idi. Şimdiye kadar Sudan’ın şimâl hududunda îbâzi kolonileri devam ede» yegâne Haricî mezheplerden yalnız bu Vahbiya mezhebi kalmıştır. Bu isim kısmen var idi. V. asırda İ s p a n y a Ma ve S i c i l y a Ma darüstemî imâmı ‘ Abd al-Vahhâb ’m isminden, fakat daha büyük bir ihtimâl ile haricî imâmı îbâzi kolonileri görülmüştür. . M e z h e b i n h ü k ü m l e r i . İbâziya, Şuf- ‘A bd Allah b. Vahb al-Râsibi 'nin isminden riya ile beraber, Hâricîlerin mutedil şubesini gelmektedir. Diğer isimler de vardır. Vahbiya teşkil eder. Bunlar Haricî olmayanları ne kuf- mezhebinden başka bugün Haricîlerden N u k k Sfa r ne de maşrikân sayarlar ve isii'râz ( siyâsî r i y a , N a f â ş i y a , H a f a f i y a gibi küçük su ik ast) ’ı reddederler. îbâzi olmayanlar ile guruplarkalm ışisede, bunların mensupları azdır. izdivaç memnû değildir. Siyâsî nokta-ı nazar­ N u k k â r i y a ’nin başlangıcı hicretin II. asrına dan Muhakkima (il k H aricîler) "nin re'yine kadar gider, O sırada mensupları, ikinci Tâhart uygun olarak bir imametin mutlaka lâzım ol­ imâmı ‘Abd al-Vahhâb ’1 tanımayarak, ayrılmış­ duğunu kabul etmezler. İmâmsız hâle kiim ân lardır. Bunlara Şimalî A fr ik a ’dan başka ‘ Omân derler. Mezhebin hükümlerine göre, kitmân 'a ve cenubî Arabistan M atesâdüf edilir N afâşiya, mukabil sahur konulmuştur kî, bu, imametin III. asrın başlarında Bilâd al-C arid 'd e zuhûr meydana çıkması demektir. Tabi’î yoldan inti­ etmiştir, Müessîsi Nafâş rüstemî imamını, hap edilmiş imâma imâm al-h aya derler. Hâl­ musvadda ( A glebîler ) ’ye karşı harbi ihmâl buki ahi al-kitmân tarafından tâyin edilen ettiğinden dolayı, muaheze etmişti. Nafâş, ha­ imâmın unvanı imâm al-difâ' ’dır. îıpâm ileri yâtının sonuna do^ru. Çaba! Nafüsa "ya döndü. Aa*tlclı>pedj|!







A4



êço



İBÂDİYE -



İBLÎS.



H a 1 a f i y a H alaf b. al-Samah ’ın mensupları menlilere has İbb telâffuzu yanında, bu kelime­ olup, Halaf b. al-Samah II. asrın nihâyetinde nin bir de A bb şekli vardır (N iebuhr’da Trablus ’ıa imâm ilân edilmiştir. Bugün Garyân A e b b ). Çok eskiden, dört tarafı sûrlar ile ’da ve Cabal Nafûsa'da Halelilere tesadüf olunur. çevrili olan, nüfusu 4.000 'i bulan kasaba, Zü Bundan başka tarihle en az daha 12 muh­ Cibla havalisine dâhildir. Bu kazâ, Hazratelif gurubun mevcudiyeti kabûl olunur. Bun­ müt "taa Yemen Tihâma ’sine yahut ‘Adan lar ibâzi müellifler ve kısmen al-Şahrastâni 'den Ş a n 'â ’ya uzanan haec yolu üzerinde 'nin eserlerinde zikredilmişlerdir. bir tepede kâindir. Bulunduğu havali verimli­ B i b l i y o g r a f y a ' , al-Şammâhi, Kitâb dir. Hububat ve meyva ağaçları yetiştirmeğe al-si y a r ( Kahire, 1301 ; krş, Lewieki, Une elverişlidir, aynı zamanda kahve, kât, çivit chronique ibâdite, R E I, 1934, s - 7 2 ) > al-Sâ- boyası, wars istihsâl edilir. Bu havâlinin ya­ limi, Kitâb al-luma' a l-m u riiy a ( 13 2 6 ); al- kınlarında, vaktiyle gümüş mâdenleri var idi ( fo­ Barrâdi, K itâb al-cavâhir ( Kahire, 1306 ) ; toğrafları Leiden'de „Fondation d el’lslam“ da). aya. mil., S iy a r al- umânîya ( Lenberg yaz­ B i b l i y o g r a f y a ı Yakut, Mu'cam ( nşr. m aları); Abu Zakarİya, Chronique ( nşr. E. W üstenfeld), 1, 78; C. Niebuhr, Beschrei­ Masqueray ), Algier-Paris, 1878; at-Bârüni, bung von Arabien (Kopenhagen, 1 772), s. R isalat sullam al-am m a ( Kahire, 1324 ) ; 239; A , Sprenger, D ie Post- u. Reiserouten A . de Motylinski, Chronique d ’Ibn Şa gh ir des Orients {A b h . d. Deutschen Morgenl. sur les Imams Rostemides de Tahert ( Actes Gesellschaft, Leipzig, 1864, III, nr. 3 ) , s. XIV° Congr. des Or. III, 3— 1 3 2 ) ; Muham15 4 ; H. Burchardt, Reiseskizzen aus dem med b. Yusuf A tfiyâş al-Mizâbi, R isSla Şâ Yemen ( Z C E rd k., 1902, s. 605 ) ; A Grohfiy a f i ba‘z al-tavârih (Cezayir, 1299); almann, Südarabien als W irtschaftsgebiet Dareini, Kitâb tabaköi al-m aşâ'ih ( Lenberg (W ien, 19 22), s. 165, 213, 216, 223, 225, yazmaları ) ; al-Sâlimi, Tuhfat al-a'yân bî230, 2 s 1 v- d . ( B r ü n n , »933 ), II, s. 129. sîrat ahi 'Um an (K ah ire, 13 4 7 ), 2 cild ; ( A . G roi -im a n n .) bundan başka Motylinski, Bibliographie du İB L İS . [ Bk İBLÎ3 .] Mzab. Les liv res de la secte abadhite ( B ail, İB L İS . İB LİS, ş e y t a n ı n h a s i s mi . Bu ke­ de Correspondance Africaine) Algier, 1885, limenin rûmca öidßoZos ’ un bozulmuş bir şekli III ) ; Smogorzewski, Zrôdia ibâdyckie do olması ihtimâli vardır ( fakat bk. D. Künstiinger, historii Islam a ( Lenberg, 1926 ) ; Badger, Rocznik O rientalistyczany,Vl, 76 v.dd.); müsH istory o f the imams and seyyids o f Omân tüman dilciler onu b-l-s kökünden iştikak etti­ by Sa lîl-ibn -R aztk ( London, 1 8 7 1 ) ; Brun- rirler ; çünkü İblis 'in Allahın mağfiretinden ümit now, Die Charidschiten unter den ersten edecek bir şeyi yoktur ( ublisa ). Ona şayian, Omayyaden ( Leiden, 1 884) ; Wellhausen, 'A d u vv A llah („A llahın düşmanı“ ) , al-A du vv Die rel.-pol. Oppositionsparteien ( Berlin, ( „düşman“ ) isimleri de verilir. Fakat şeytan bir 1901 ) ; umûmî tarihî kaynaklar Tabari, bilhas­ has isim değildir. K u r’an ’ın bilhassa Adam 'e sa İbn Haldun. İbâzi ’Ierin akidesi hakkında dâir ilk kıssalarda (II, 3 2 ; VİI, i o ; XV, 31 bk. bilhassa al-Şammâhi, K itâb a l- îiâ h v .d .; XVII, 6 i, X V 1I1, 48; X X , 1 1 5 ; XXXVÜI, ( taş basm-, 1309); al-Caytali, K anatir al- 74 v.d.) Adem ’in yaratılmasına muhalefette Hayrât (ta ş basm-, 1307 ) ; al-Sadrâti, Kitâb bulunması ve cennette Havvâ 'yi yanlış yola al-dalil va "l-burhan ( taş basm., 1306) ; Beni şevketmiş olması dolayısı ile görünür. Allah İsgen ’den 'Abd al-‘Aziz, Kitâb a l-N il ( taş Adem [ b.bk.) ’i topraktan yaratıp, kendisine basm., 1305, A$fiyâş, Şar}} K . a l-N il) ; Zeys, hayat rtih ’unu nefhedince, meleklere ona sec­ Législation Mozabite ( Algier, 1886 ) ; Sachau, de etmelerini emretti. Yegâne itiraz eden İblis Mukammedanisckes Erbrecht nach der Lehre oldu; çünkü o, kendisi ateşten yaratılmış oldu­ der ibaditischen A raber { S B P r A K , 1 894) ; ğu için, haysiyetini topraktan yaratılmış olan Motylinski, Les livers sacrés de la secte Âdem 'e secde etmiyecek derecede Üstün adde­ abadhite (A lgier, ı8 8 9 ) ;a y n . mil., L ’A qida diyordu. Bunun, üzerine, cennetten kovuldu. des Abadhites ( Rec. X IV « Congr. des Or.) ; Fakat cezasının kıyamet gününe kadar tâlik M. Mercier, Etude sur lé w a q f abadhite edilmesini talep e tti; bu isteği kabul edildi; (A lg ie r, 1927 ) ; al-Şahrastâni ve al-Bağdadi bir de kendisine, Allahın sâdık kulları olma­ ( krş. Hitti, Baghdadi's characteristics o f yan her kes! dalâlete sevketmek iktidarı ve­ Müslim Sects ; Kahire, 1924 ). rildi. Bundan sonra, Âdem ile Havvâ 'nın _ _ (T . LEW ieia) cennette bulundukları sırada, ağacın meyİB A 2 İY A ; [ Bk. İbAdîve.] vasını yemek hususunda onlan-Jgvâ etti. Pey­ İB B . Y e m e n ’d e T a ' i z z s a n c a ğ ı n d a , gamber, burada, müstakil iki kıssayı birbirine a y n ı i s i m d e k i k a z a n ı n m e r k e z i . Ye ­ karıştırıp birleştirmiştir: Âdem 'in yaratılması



İBLİS. ve cennette Havvâ 'nın igvâsı. Bu münâsebetle şeytan hilkat hikâyesinde, dâimâ İblis ve cen­ net hikâyesinde ise, bir zamir ile gösterilmedi­ ği zaman dâimâ al-şaytân adını taşımakta ol­ duğuna dikkat etmek lâzımdır. İblis hikâyesi bir hıritiyan an’anesine dayanır. Adam ile H av­ va 'n ın hayatı, § 15 ’te (Kautzsch, A pokrypken ) Mikâil’in melekleri A dem 'e secde etmeğe da­ veti üzerine şeytan, Adem 'in kendilerinden da­ ha aşağı ve daha genç olduğunu ileri sürd ü ; kendisi ile tevâbii, secdeyi reddettiler ve yer­ yüzüne sürüldüler. Sckatzhohle ( nşr. Bezold, süryânî-arapça metîn, s. 15 v.d. ) ’ ye göre, Allah A dem 'e bütün .mahiûkat üzerinde hâkimiyet verdi. Bunun üzerine, onu kıskanan İblis müstesna, melekler ona secde e ttiler; İblis, — „Onun bana secde etmesi Sazımdır, ben ki ışık ve havayım, hâlbuki o yalnız topraktır.“ — dedi. O zaman tevâbii ile birlikte gökten kovuldu ve o zamandan itibaren ona şeytan, cin v.b. denildi. Müslüman an’aneleri Kur’an ’daki hikâyeyi, kısmen mâîûtn olan muhtelif fıkralar ile süs­ lemiştir. İlk evvel şu güçlüğün yenilmesi lâzım gelm iştir: K u r’an ’da İblis melekler arasında olduğu kadar cin [ b.bk.] '1er arasında da sayıl­ maktadır ve bu varlıklar, başka yerlerde, bir­ birlerinden ayrı iki sınıf itibâr olunur. Zamahşari, İblis ’in cinni 'den başka bir şey olmadı­ ğını ve „melek" adının K u r’an 'da, zikredilmiş olan her iki sınıf varlık mânasına da geldiğini iddia eder ( K aşşâf, sûre X X, 1 1 5 ) . Fakat İblis 'in mukarreb bir melek olduğu da iddia edilir. Başkaları, cinlerin, cennetin ( al-canna) nezâ­ reti vazifesini gören bir melekler zümresi ol­ duğunu, adlarının bundan geldiğini söylerler (T abari, A nnales, I, 80). Bu cinler .Somam (sûre XV, 2 7 } ateşinden yaratılmışlardı; hâl­ buki melekler nurdan yaratılmışlardı ( Tabari, ayn- esr., s. 81 ). Önceleri, cinler yer-yüzünde oturuyorlardı. Fakat aralarında kan dökülecek kadar düşmanlıklar • baş-gösterdi. Bunun üzeri­ ne, Allah daha o zaman ‘Azâzil veya al-HSriş ismini taşıyan ib lis’i, bir takım takım melekler ile birlikte, döğüşmekte olan cinlere karşı gön­ derdi ve cinler dağlara püskürtüldü. Fakat, baş­ kalarına göre, İblis, yer-yüzündeki cinlerden idi ve Allahın gönderdiği cezâ melekleri tara­ fından esir edilerek, onlar ile birlikte, göğe gö­ tü 1 ölmüştü; o zamanlar daha genç imiş (ayn. esr., s. 84 ). Sukutundan evvel İblis ’e ai-Hakam ismi de verilm iştir; çünkü Allah onu cinlere hâkim tâyin etm işti; o bu vazifeyi 1.000 sene ifâ etti. Sonra isminden gurura kapılmış ve cinler arasında, yine I.000 sene devam eden karışıklıklar çıkarmış. Bunu müteakip Allah fe r le rin e onları mahveden bîr ateş yollamış ;



691



fakat İblis göğe iltica etmiş ve Adam ’in hal­ kına kadar, Allah 'ın sâdık bir kulu olarak kal­ mış ( ayn. esr., s. 85 ; Mas'üdi, Muruc, 1, 50 v.dd.). Fakat İb lis’in gurûru hakkında başka an'aneIer de vardır. Tabarİ (ayn. esr., s. 83 ), onun kendisini diğer meleklerden üstün gördüğünü ve bunun üzerine Allahın — „Yer-yüzünde bir halife yaratacağım“ — ( sûre II, 28 ) dediğini naklediyor ve kezâ( ayn. esr., s. 79 v. d.) onun mukarreb meleklerden biri olduğunu ve yer-yü­ zündeki ve en ait kat gökteki cinler üzerinde hüküm sürdüğünü söylüyor. Sonra A llaha âsî oldu ve Allah ona şaytân raeim adını verdi. ( İblis 'in T a v h id 'ine dâir bk. Massignon, Kitâb al-tavâsin, s. 42 ve fihrist, yk. bk.) A n ’anede cennet kıssasına müteallik bahiste İblis ’in cennete nasıl yol bulduğu anlatılmıştır. Daha hıristiyan müelliflerde bulunan umûmî kanâate göre, oraya girmek için yılandan isti­ fâde etmiştir. Fakat bazılarına göre, bu işi bey­ hude yere, bütün hayvanlar ile denedi; daha başkalarına göre, ilk önce bir gün cennetin ka­ pısında gördüğü tavus kuşu ile münâsebete girrişti. İblis ona, girmesine müsâade ettiği tak­ dirde, kendisini ölümden koruyacak üç kelime haber vereceğini vaadetti. Fakat tavus-kuşu cesaret edemedi; macerasını yılana anlattı. Y ı­ lan, şeytanı dişlerinin arasına ( başkalarina na­ zaran, karnına )' oturttu ve onu böyleee cen­ nete götürdü. Yılan sık-sık Havvâ ’nın yanma gitmek âdetinde olduğundan, yılanın ağzından konuşan şeytan i d i ; kadına, sözde bîr meleğin kendisine söylediğine göre, ebedî hayat veren ağacın -mcyvasından bahsetti. Havva ağaca doğru gidince, iblis birden-bıre kendisini ona bir melek şeklînde gösterdi. Daha başkalarına göre, ağacın mey vasini ona bizzat kendisi ge­ tirdi ve mâlûm neticeyi elde etti. îblis, Adam ve Havva cennetten kovuldular ve t e l ’în edil­ diler ( K u r'an ’da îb tis’in tel’îni âlemin yaratıl­ ması kıssasından sonra naklediliyor). O zama­ na kadar dört ayaklı güzel bir lıayvan olan yılan, fazla olarak, karnının üzerine sürünmeği mahkûm edildi. İblis cezâsını te’eîl ettirmeğe muvaffak oldu; o vakitten beri harabelerde, mezarlıklarda ve pis yerlerde vakit geçirmek mecbûriyetindedir. Yiyeceği, putlar için, kesilen kurbanların e tid ir; içeceği şarap, eğlencesi mû­ sikî, raks ve şiirdir. Zürrİyeti, tnsâlarınkinden yedi defa daha çok olacaktır. Kıyamet kopunca, iblis, tevâbii ve günahkâr­ lar ile birlikte, cehenneme atılacaktır. „O zaman onlar (p u tlar) ve dalâlete düşenler ve İblis’in biîtün tevâbii oraya, yâni cehenneme, atıla­ caklardır" ( sûre X X V I, 94 v.d.). Bu âyet, hat­ tâ metni harfiyen olmak üzere, Matta 2 5 ,'4 1’yi hatırlatıyor ; O vakit solda olanlara dahi —



692



İB LİS — İBN A BBÂ D .



mel’ûnlar, huzurumdan, şeytan ile onun melek­ lerine hazırlanmış olan o ebedî ateşe gidiniz" — diyecek fakat, bu aralıkta, İblis insanlara bir çok oyunlar oynamaktadır; onları, mü’minier müstesna, yollarından saptırır (X X X IV , 16 ). Aynı şekilde, arap edebiyatında o kadar tanın­ mış olan h atif [ b. bk.], bâzan İblis ’in sesin­ den başka bir şey değildir. İblis, bu tarzda, msl. ‘A li ’yi Peygamberin naaşım yıkamak hu­ susunda ikaz etm iş; sonra bir başka h a tif Pey­ gamberin damadını tekrar irşâd etmiş ( Şa'labi, Kişaş, s. 44 )• . Bir defa, Allah Yahyâ peygamber ’in İblis ile görüşmesine müsâade etti. O, habis şeytana, insan üzerinde en çok ne zaman te’sir yaptığı­ nı sordu. Şeytan cevap ve rd i: — „insan doyun­ caya kadar yiyip içtiği zaman" —. Bunun üzerine Yahya Peygamber, hiç bir zaman, doyuncaya kadar yiyip içmemeğe karar verdi. Zürriye tinin çoğalması hususuna gelince, Âdem-oğuîlarının isyanından dolayı her sevin­ mesinde iki yumurta yumurtladığı ve bu yu­ murtalardan yavrular çıktığı söylenir. Onun erkek ve dişi tenasül uzuvları olduğu ve kendi kendini telkih ettiği de rivayet olunur. B i b l i y o g r a f y a t metinde adları geçen menbâlardan başka, zikredilen âyetler hak­ kında bk. K u r’an tefsirleri; Weil, Biblische Legenden der Muselmänner, s. 12 v.dd.; Grün­ baum, Neue Beiträge zur semitischen Sagen­ kunde, s. öov.d,; al-Diyârbakrî, al-H am lş ( Kahire, 1283 ), I, 3t v.d d .; Buharı, Şalıih , Bäb Ş ifa t ib lis va-cunüdihi. ( A . J . We n sin c k .) IBN. (A.),_ogul.



iB N A B B Ä D . [ Bk. İBN a bbä d .] ÎBN A B B Â D . İBN 'A B B Ä D A bu ‘A b d A l läh



M o h am m ed



b.



A bi İs h â ş Îb r â h I m



b.



A bI



B a k r 'A bd A l l a h b . M Â l Ik b . Îb r â h I m b . M u HAMMED B. MÂLİK B. İBRAHİM B. YA H YÂ B. ‘A ß b ä d a l -N a f z ! a l -İHBm y a r I a l -R u n d î ( 1332



— 139 0), f a k î h, m u t a s a v v ı f , ş â i r v e ¡1 a t î p olup, umûmı’yetle Ihn 'Abbäd nâ­ mı ile tandır, ispanya ’da Ronda şehrinde, 733 ( *332/ * 3 3 3 ) ’te, doğmuştur. Bu şehirde büyümüş, 7 yaşında, hıfzı tamamlayarak, lisan vs fıkıh tahsiline başlamıştır. Sonra,-¿Fas ve Tlemsen 'e giderek, tahsilini ikmâl etmiş, ora­ dan Fas ’a dönerek, Sala 'da yerleşmiştir. Orada Ahmed b. ‘ A ş ir ’in derslerine devam etti. Bu­ nun vefatında Tanca'da sûfî Abü Marvân ‘Abd al-Malik 'in yanında bir müddet kaldıktan sonra, Fas ’a çağırıldı ve al-Karaviyin camiine hatip­ liğe tâyin ediidi. 15 sene bu vazifede kalarak 792 senesi recebinin cuma günü ( 1 7 temmuz 1390) öldü ve Bäb al-Futüh’un iç tarafına gömüldü.



Hocaları arasında al-Şarif al-Tilimsâni, N afh al-tib müellifinin dedesi al-M accîşi ve Abü 'Abd Allah al-M akkari; talebeleri arasında da, Yahya al Sarrac, ai-Hatib b. Kunfuz ve Abü ‘Abd Allah b. al-Sakkâk, hassaten, zikrolunur. Şâzitî tarîkatine mensup bir sûfî olan İbn ‘Abbâd, İbn ‘A tâ’ Allah al-İskandan ( b.bk.] 'nin Hikam ( Gayş al-m avâhib a l-a li ya şarh alhikam al- a i a î y a ) üzerine yazdığı şerh ile ta ­ nınmıştır. Eser 1285 ’te Bulak ’ta ve 1303, 1306 ’da Kahire ’de neşrolunmuştur. B i b l i y o g r a f y a ; İbn al-Kâzı, Cavzat al-iktibâe (F a s, 13 0 9 ), s. 200; al-Kattan i, Salvat al-anfâs ( Fas, 1 31 6 ), II, 1 3 3 ; Ahmed Bâbâ, N a y l al-ibtikâc (Fas, 1 31 7 ), s. 287; ayn. mil., K ifayat al-muhtâc ( Cezayir medre­ sesi el-yazmaları ), var. I45v ;al-Makkart,N a fh al-tib i Kahire, 1302 ), 11!, 175 ; Brockelmann, G A L , II, 265. ( Mo h ^ B e n C h e n e b .) İBN A B B Â D . İBN ‘A B B A D A b u ’ l-Ç â sîm KÂFİ ’L-KUFÂT ‘ İSMAİL B. ‘ABBÂD B. AL-‘A b b â s b. ‘ A b b â d b. Îd rIs a l - T â l a k â n I



(9 38 —



995), B ü v e y h î 1 e r d e n M u ’a y y i d al D a v l a ile F a h r a i - D a v l a ' n i n v e z i r i ve d e v r i n i n en b ü y ü k e d i p, ş â i r ve âl i­ mi . Zilkâde 326 (eylü l 9 3 8 ) ’da, İsfahan civa­ rında, Talakân ’da doğmuştur. Babası dil ve kelâm sahasında tanınmış âlimlerden idi ve Rukn al-Davla ’nin veziri olmuş idi. İbn ‘Abbâd, meşhur dilcilerden ders gördük­ ten sonra, B agdad 'a giderek, tahsilini orada tamamlamıştır. Devlet hizmetine, küçük bir kâtip olarak, başladı; İbn al-'Am id 'e, sonra henüz şehzâde bulunan Büveyhîlerden Mu’ayyid al-Davla b. Rukn al-Davla 'ya kâtip oldu, Par­ lak zekâsı ve yüksek ahlâkı ile, kendisini şeh­ zadeye sevdirmeğe muvaffak oldu ve Mu’ayyid al-Davla ona al-Sâhib (m üsâhip) ve K â fi 'l kuföt lekaplannı verdi. Rukn al-Davla ölünce ( h. 366 ), yerine Mu’ayyid al-Davla geçti ve Abu ’ 1-Fath b. al-‘A m Îd 'İ vezirlikten atarak, İbn ‘Abbâd ’1 kendisine vezir tâyin etti. Mu’ay­ yid al-Davla 'nin ölümünden sonra, 373 (984 ) 'te, Horasan 'da bulunan kardeşi Fahr al-Davla 'nin hükümdar olmasını te’min etti. Vaziyet sükûnet bulduktan sonra, belki kendi vaziyetini emni­ yet altına 8İmak için, hükümdara vezirlikten ayfılmak istediğini bildirdi; fakat Fahr al-Davla buna müsâade etmedi ve onu vezirlikte ipka eyledi. Hükümdarın minnetini kazanmış olan İbn 'Abbâd zekâsı ve devamlı çalışması ile, uzun sürfen idaresi esnasında, Fahr al-Davla üzerinde büyük bir nufuz icrâ eyledi, ö y le kİ hüküm­ dar yanında laubali bir harekette bulunmaktan çekinirdi, 377 (987/988) senesinde Taberistan ’a bir sefer açmağa teşebbüs etti. Bu mem­ leketi igtizam altına ş ld t; bir çok müstşhkeifl



İBN A B B Â D yerleri zapteyledî. İfan 'Abbad safer 385 ( mart 995 ) 'te R ey'd e öldü ve İsfahan 'da gömüldü. Cenazesinde hükümdar ve bütün Deylemli emirler hazır bulunmuş ve önünde yeri öpmüş­ müşler, halk üstünü başını parçalamıştır ve bu suretle cenazesi de, hiç bir vezire nasip olma­ yan bir hürmet görmüştür. İbn "Abbad, siyâset sahasından ziyâde ede­ biyat sahasındaki faaliyeti ile, meşhurdur. Mev­ kiinin nufûzu ve şahsi cömertliği sâyesinde, kendisinin devrinde önderi bulunduğu şiir ve tasannulu nesrin hemen bütün üstadiarını sa­ rayında topladı. Bugün bir az soğuk ve cansız te’siri yapan şiir ve nesri zamanının en kıy­ metli eserleri sayılıyordu ve gençler, edebi­ yatta terakki etmek için, bunları ezberliyor­ lardı. Yazmış olduğu eserleden belli-haşlılan şunlardır: 1. Kitâb al-M uhit, to cildlik bir lügat kitabı olup, yalnız 2 cildi, biri Kahire 'de., diğeri Topkapı Sarayında, bugüne kadar, kalmıştır ( bk. H. Ritter, Philologika X III, Oriens, II, nr, 2, s. 243 ). 2. K . al-k â fi. Mektup­ lar mecmuası olup, ancak bâzı nümûneleri bize kadar gelmiştir. 3. D îvân . Ayasofya kütüpha­ nesinde 2 nüshası bulunduğu gibi ( nr. 3952, 3953 }j muhtelif yerlerde şiirlerine ayrı olarak da tesadüf edilir, 4. a l-K a ş f *an m asâvi ş i'r al-M utanabbi. Kahire 'de 1349 'da basılmış olan bu küçük risale, Mütenebbî 'nin şiirlerinin ten­ kidinden ibarettir. Diğer eserleri için bk. Bro­ ckelmann, G A L , I, 13 1 ; S u p p L , I, 199 B i b i i g o g r a f y a : Yâküt, Irşü d al-arîb ( nşr. Margoliouth ), H, 273—343 ; Kahire tab, VI, 168—3 1 7 ; îbn Hallikân (n şr. Wüs­ tenfeld ), nr. 95 ( trc. de Slane ), I, 212 v.'dd. ; { Kahire, 1299 ), I, 75 v. dd. ; Abu Şucâ" Muljammed b. Hu say n, Z a y i K . Tacârib alumam, ( metin, nşr. H. F. Amedroz ve D. S. Margoliouth, Oxford, 12 9 1, The Eclipse o f the ‘A bbasid Caliphate, III ), bk. fih r is t ; alg a ’âlibî, Yatimat al-dahr ( Kahire, 1934 ), III, 169—260 ; İbn al-Anbâri, Nazhat al alibbâ’, t. s., s. 397 v. dd. ; İbn al-Cav2İ, K . al-M un­ tazam ( Haydarâfaâd, 1358 ), .VIİI, 179 v. dd, ; Suyüti, Buğyat a l-vu â t, Kahire, 1326, s. 196 v.d. ; İbn al-'İmâd, Şazarât al-zahab ( Kahire, 13 5 0 ), III, 1 1 3 v.d.; İbn al-A şir (nşr. Tornb e rg ), VIII, 264, 454; IX , 4 v.d., 18, 39, 44, 72, 77 v.d .; Wilken, Gesch. d er Sultane aus dem Ceschlechte B u jeh nach Mirchond, fasıl VIII ; Z. Mubârak, L a P ro se arabe au IV e siè d e de l’H égire (P aris, 19 31 ), s. 136 — 1 4 J ; Abu 1 -Çâsim al-Kübà’ i, R . a l-îrşö d f i ahvâl al-Şâhib a l-K â fi ‘ İs m a il b. *A bbâd ( Tahran, 1 9 3 3 ) ; E l 'nin Léiden basmasında İbn ’Abbâd 'ın şâir ve nâsirliği ihmâl edil­ miştir, ( A h m ed A t e ş .)



İBN ABDÛN.



«93



İB N Â L -A B B A R . [ Bk: IbnüL'abbâr.) İBN 'A B D a l-H A K A M [Bk. îbn a b d ü lh akem.]











.



İB N A B D R A B B ÎH İ. İBN ‘A BD RABBİH İ A h m e d b . M u h a m m e d A bu ‘ O m a r (860— 940 ), i s p a n y a i ı a r a p m ü e l l i f i olup, 10 ramazan 246 (29 kânun I. 860) 'd a Kurtu ba'da doğmuştur; bu şehirde hüküm sü­ ren Emevîierin azadlısı idî. 18 cemâzîyelevvel 328 ( 3 mart 9 4 0 ) 'de ölmüştür. Başlıca eseri al-’Jk d ( buna ilâve edilmiş olan alfa r id sıfatı muahhar" müstensihlerden kalma­ dır ) adlı müntelıabâttır ; 25 kitaba taksim edil­ miş olup, her biri bir kıymetli taşın adını taşı­ maktadır. 13 . kitabın adı al-V âsita 'dır, bunun iki yanında aynı kıymetli taşa göre isimlendi­ rilmiş k itap lar vardır; fakat 13 . 'yü tâkip eden­ lere bîr de al-saniya sıfatı eklenmiştir. Eserin mevzuu memlekette çok yayılm ış bulunan edeb kitaplarından alınm ıştır; bilhassa İbn Kutayba 'nin "Uyun al-ahbâr 'mdan istifâde edilmiştir; rivayete göre, Şûhib İbn "Abbâd, bunda İspan­ ya tarihini bulacağını ümit ederken, bu ümidi­ nin boşa çıkması üzerine, kitabı fırlatıp atmış­ tır. 12 9 3 'te B u lak'ta, 1303, 1305, 13 17 , 1 3 2 1 'de Kahire 'de basılmıştır. Kadîm araplara dâir bâ­ zı parçaları Tournel tarafından fransızcaya tercüme edilmiştir: Lettres sur l’histoire des Arabes avant Tlslam isme (P a ris, 1836, 1837, 1838 ). al-Humaydi'nin 20ciidden fazlasını bil­ diği şiirleri arasında, daha o zamanlar Muvaşjn hat ve bir de Mumahhaşât adını verdiği bir takım manzumeler mevcut olup, bunlar gençli­ ğinde yazılmış olan aşka dâir şiirler id i; onla­ ra, sonraları aynı vezin ve kafiyede zâbidâne şiirler ilâve etmişti. B i b l i y o g r a f y a ' , al-Şa'Iabi, Yatimat al-dahr, I, 4x2—436; îbn Hakan, Maimalı alanfas (İstanbul, 1302 ), s. 5 1 —5 3 ; Yâicût, Irş â d al-arîb ( nşr. Margoliouth ), II, 67—72 ; İbn Hallikân (Bulak, 1299), nr. 4 5 ; alSuyüti, B u ğyat al-vu ât, s. 1 6 1 ; Wüstenfeld, D ie Geschichtschreiber d. Araber, nr. 107 ; M. Hartmann, Das arab. Strophengedicht I, Das M uvasşah, s. 2 3 ; Brockeîmann, G A L , I, 154. (C . B r o c k e l m a n n .) İB N A B D a l-V A H H A B . [ Bk. İbn ab d O lVEHHÂB.J



__



'



ÎBN A B D a l - Z A H İR . [B k . îbn abdO zzâHİR.)



_



İBN ‘A B D U N . [ Bk. îbn ab d û n .] İB N A BD Û N ; İBN ‘ ABDUN A bu M ü h a m m ed



'A



bd



a l -M a c Î d



İbn A



b d û n a l - F îh r î



(?



— 11 3 4 ) , i s p a n y a i ı a r a p m ü e l l i f i d i r . Yâbura ( Evora ) 'da doğmuş ve daha genç ya­ şında şiir kabiliyetinden dolayı Yâbura emîri ‘Omar ai-Mutavakkil b. al-A ftas'ın nazar-; djlş-



ÎBN ABDÛN — İBN ABD Ü LH AKEM . katini ceibetmişti. Bu emir Badacoz [ b. bk.] 'da iktidarı eline alınca, İbn ‘Abdün onun kâ­ tibi oldu (4 7 3 —ı°8 o ). 485. ( 10 9 2 ) 'de A ftâsi '1er imparatorluğunun sukutu, onu murâbıt as­ kerlerinin kumandam Ş İr b. A bi Bakr 'in hiz­ metine girmeğe mecbûr etti. Daha sonra, 500 ( 1 1 0 6 ) senesinde, kendisini murâbıtlardan ‘A li b. Yûsuf 'un sarayında kâtip olarak buluyo­ ruz. 529 ( 1 1 3 4 } yılında doğduğu şehir olan Y â b u r’da Öldü. İbn ‘Abdün şöhretini bilhassa, araplarm çok takdir ettikleri ve A ftasi 'lerin su­ kutuna dâir olan bir mânzûmeye, al-Başşâma 'ye, medyundur. Bunun tarih bakımından bir şerhi, İbn Badrün adı ile meşhûr olup, Şilb ( Silves ) 'de doğmuş olan 'A bd al-Malik b. ‘Abd A llah al-Hazrami tarafından yazılm ıştır; bu zât 608 ( 1 2 1 1 ) 'de daha hayatta id i; fakat elimizde onun tercüme-İ hâline dâir başka hiç bir ma­ lûmat yoktur. Bu şerh, İbn ‘Abdün 'un manzu­ mesi ile birlikte, 18 4 6 'da, Dozy. tarafından Commentaire historique sur le poème d'lbrı Abdoun par İbn Badroun ismi altında, neşre­ dilmiştir ; daha önce, Prolegomena ad editianem celehratissimi Ahun Abduni poematis in luctaosum A pkiasidarum interitum Hoogvleit tarafın­ dan, 18 3 9 'da Leiden’de neşredilmişti. Bizzat manzumenin metni al-Marrâkuşi 'nin tarihe dâir eserinde bulunmaktadır ( nşr. Dozy, s. 53 v.dd.). Fagnan 'ın fransızcaya ve Pons Boigues 'in ispanyolcaya tercümeleri aşağıda zikredilecek yerlerde bulunmaktadır. Bîr başka şerh de, ‘İmâd al-Din İbn al-A şir [ b. bk.] tarafından yapılmıştır. B i b l i y o g r a f y a : arapça kaynaklar, Dozy 'nin zikredilmiş olan neşrinin baş tara­ fına konulmuş mukaddimede gösterilmiştir ; bk. bir de Brockelmann, G A L , I, 271 ; Supl., 1,486 ; Pons Boigues, Ensayo bio-bibliogr., s. 190 v.dd., 260 v.dd. (İbnBadrün hakkında). ÎBN A B D Ü L H A K E M . İBN ‘A BD a l -H A K A M , ‘A bd a l -R a h m â n b . ‘A b d A l l a h b . ‘A bd a l -H a k a m b . A ' y â n , A b u ’ l - K â s Im



( ? —8 7 1 ) e s e r i b i z e k a d a r g e l m i ş o l a n en e s k i a r a p m ü v e r r i h i d i r . Mısırlı asî) bir aileden neş’et etmişti. Babası ‘Abd Allah ( öim. 2 14 = 8 3 0 ) hadîs ve fıkıh ilimlerinde vukûf sahibi idi; bir çok eserler te’iif etmişti ve Mısır 'dakı mâlikî mezhebinin re­ isi, aynı zamanda şâhidlerin tezkiyesine me’mûr kadı nâibi olmuş idi. Dört oğlu da mühim şahsiyetlerdi : Mohammed, roeşhûr fakîh ve mü­ ellif, babasının halefi olarak, Mısır mâlikîlerinin reisi idi ; ‘Abd al-Hakam ve Sa‘ d ise ( bil­ hassa birincisi ), ilimleri ile meşhurdur, bir de ‘Abd al-Rahmân var idi. Bu âıle al-Vâşık ( 227 — 252 = 842—847 ) devrindeki mezâlimde çok ıztırap çekmişti; çünkü onlar K u r’a n ’ın mahlûk



olduğunu kabul etmemişlerdi ; fakat daha son-, raları da (237 = 851/852), bu âile İtham edil­ diği ihtilaslar yüzünden, halkın gözünden düş­ müştü, ( al-Kindi, nşr. Guest, s . '462 v.dd., 472). ‘Abd al-Rahmân (daha ziyâde ‘A bd al-Ha­ kam ismi ile mâruf) Fustat’ta 257 ( 8 7 1 ) se­ nesinde öldü, ‘A bd al-Rahman tercihan hadîs ilmi ile meşgul olmuş ve bu sahada, babasının da aralarında bulunduğu, Mısır 'ın birinci de­ recede salâhiyet sâhibi âlimlerine istinat eden mühim mecmualar meydana getirmiştir. Başlıca te’iifi aşağıdaki 7 kısmı ihtivâ eden Fatüh M işr va ’l-M ağrib 'dir : 1. Mısır ve Mısır 'ın eski çağlardaki tarihi ; 2. Mısırın müslümanlar tara­ fından fethi ; 3. al- FustSt ve al-Ciza kiffa ( feth­ edilen arâzi ) ’ları ve İskenderiye ikâza (m a­ likâneleri ) 'leri ; 4. ‘Amr b. al-1A şi devrinde Mısır teşkilâtı ile idaresi ve fethin Mısır 'dan öteye, cenûba ve garba yayılm ası; 5, ‘A m r'm ölümünden sonra şimâlî A frika 'nin ve ispanya ’ii a feth i; 6. 246 (.860) tarihine kadar Mısır kadıları; 7. M ısır'a gelmiş olan sahabeler tara­ fından yayılan hadîsler. Bütün bu eserin tertip ediliş ve toplanış tarzı, müellifinin hadîsleri top­ lamaktaki maharetini, fakat tenkit hususunda o derece kudreti olmadığını gösterir. Kendisi sahâbeier devri ve onların hemen akabinde gelen devir ile, bilhassa, çok meşgû! olmuştur. İşte bunun içindir ki, eski kadılardan oldukça teferruât ile bahsettiği hâlde, kendi devrine kadar gelen daha sonraki kadılardan gittikçe daha az tafsilât, ile bahsetmiştir, işte yine bunun içindir ki, h itta ’lar bakkmdaki mühim fasılda âdet olan tasnif tarzını ikinci derecede bırakarak, daha ziyâde; aldığı mâlûmatı ayırt etmeksizin toplayıvermek ile iktifâ etmiştir. Bu eserin M ısır’a mahsus ojas kısmı H. Massé tarafından neşredilmiştir ( H ist. de la conquête d ’Egypte, du Maghreb et de l ’Es­ pagne, Kahire, 19 14 ) . H, Massé, British Musé­ um ( nr. 520 ), Paris, Bibliothèque Nationale ( nr. 16 8 1, 1687) ve Leiden ( nr. 962 ) 'de bu­ lunan yazmalardan istifâde etmiştir. Son yaz­ ma noksan olup, aynı zamanda, müellifin nakil­ lerde bulunduğu râvîlerin isimlerini ihiivâ etmez. Sonra Th. C. Torrey, Î920 'de, Leiden 'de H. M assé'nin neşretmiş olduğu kısım da dâhil olmak özere, Fuiûh-i M işr 'ı bastırdı. Tor­ rey neşrine 24 sahifelik bir mukaddime ilâ­ ve etti. İbn al-Hakam 'in eserinden Mısır 'in eski müel­ lifleri çok istifâde etmiştir. Zamanımızda da ondau istifâde edilir; Hıısn al-münazara hemen-hemen onun bir kopyasıdır ; hattâ Makr iz i’nin kitabının birçok kısımları ondan alın­ mıştır ; fakat bu iki eserde de alman kısım asıl metne nisbet ile çok dûndur. Yâküt Mısır hak-



İBN A BD Ü LH A KÈM -



İBN ABİ DİNAR.



kındaki tavsifinin mühim bir kısmını, geniş bir ölçüde bu eserde iktibas etmiştir. îbn 'Abd alHakam ’den nakkilİerde bulunmuş olanlar ara­ sında al-Kindi (ölm. 350), İbn Zü l% (Ölm. 357), al-Kuza'i ( ölm. 434 }, İbn Duitmllç ( ölm. 804 ), Abu ’ 1-Mulısin (ölm. 874) ve İbn lyâs (ölm. 930) da bilhassa zikre şâyândır. Ayrıca bk. Gibb Memorial Series ( London ) ’de Fuiûh Mişr va ’l-M ağrib nSshasınının mukaddimesi. Bu eserin yazmaları British Museum ’da, Paris ’te ( 2 ) ve Leiden 'de ( kısmen ) bulunuyor; kısmî tercümeleri şunlardır: Ewald { Z e it ­ sehr, fü r die Kunde des M orgen!,, 1840, III, 3, 336—352), de Slane, Karle, Jones, La Fuente ve Torry (B ib i, and Sem it. Studies, New-York, 1901, s. 279—330). Krş. Brockelmann, G AL, I, 148; II, 692 ; Sappl., I, 227 v. d. B i b i i y o g r a f y a ı İbn Haliikân ( nşr. W üstenfeld), nr. 322, 582 ( tre. de Slane, 1!, 14, 598); Husti al-mubäzara (taş basm.) I, 134, 136, 206; Abu ’l-Maljäsin, I, 629; Wüs­ tenfeld, Geschichtschreiber, nr, 6 3; Dozy, Recherches ( 3 . tab.), s. 36 v.d .; al-Kindi { nşr. Rhuvon G u e st), mukaddime, s. 22 v.d. ( C. C. T o rre y .) İBN A B D Ü L V E H H Â B . [ Bk. muhammed.] ÎBN A B D Ü Z Z Â H ÎR . İBN 'A BD AL-ZÂHİR ( 1223 — 12 9 2 ), M u hyİ ’l-D In A b u ’l - F a 2 l ‘A b d



kaleme almış idi ( Quatremère, 1 , 5 . 1 5 0 , 1 8 3 ; Casanova, s, 4 95 ) ; 6 62’de al-Malik al-Sa‘i d ’i saltanatının vârisi ilân eden Taklid’ ı (Q uat­ remère, 1 ı, s. 26), daha sonraları da al-Malik al-Sa’ id ile Kaiâ’ un 'un kızı arasındaki nikâh mukavelesini kaleme aldı ( ayn. esr., I 2 s. 132 ). 660 yılında, bir emîr ile birlikte, ‘ A kkâ 'ya, kumandana sadâkat yemini ettirmeğe, gitti ; fakat bir neticeye varamadı ( ayn. esr., s. 2, 57 ) ve Çalâ'un seyahate çıkıp, oğlunu yerine bıraktığı zaman, hükümet işlerini idâre etti ( Casanova, s. 495 ). Bîr müddet Şam ’da kaldı (M akrizi, Hitat, II, 324). Üç hükümdarın saltanat devirlerine âît, daha önee bahsettiğimiz, salnameler çok mühimdir. Baybars ’ın biyografisinden ( 1. kısım yazma­ lar, 663’ e k a d a r Brii. M as., nr. 12 29 'd a ) Mskrizl ve al-‘AskaIâni faydalanmışlardır: Kitüb H usn al-manâkib . . . ( Moberg, s. XVII v.d. ) a!-Nâşîri Şâfi'i bunun bir hulâsasını yapmıştır (Casanova, s. 499 v.d.). Kalâ'ün tarihi, 681. 'den bu hükümdarın ölümüne kadar gitmekte ve resmî vesikalardan faydalanmaktadır ( Ca­ sanova, s. 502 ). al-Aşraf 'in biyografisinin eli­ mizde ancak üçte biri vardır (690—691 se­ nelerine â it). Vakfa âit bîr kaç vesika hâriç, bunlar Moberg tarafından neşredilmiştir ( bk. bibliyografya). İbn ‘Abd al-Zâhir'in Kîtâb al-



A l l a h b. RaşTd a l- D in A b u Muhammed ‘ A bd



ravza al-bahiya al-zähira f i H ijaf al-M uizziy a al-Kâhira adlı eserine de büyük bîr ehem­



AL-ZÂHİR B, NİŞVÂH A L -S a 'd Î AL-R aVH Î, K a­



hire ’de, 9 muharrem 620 ( 1223 ) 'de doğmuş, aynı miyet verilmektedir ( Kâtib Çelebî, II, 147 ; III, yerde 692 ( 1292 ) 'de ölmüştür ( Durrat al-as- 16 1, 499). Makrizi, Hitat adh kitabında, bil­ lâ k fi davlat al-atrâk, Orientalia, 1846, II, 285; hassa arkeoloji bakımından, bu eserden büyük Wüstenfel, Geschichtschreiber, nr, 366 ). Hayatı ölçüde faydalanmıştır ( Becker, Beiträge zùr hakkında fazla bir şey bilinmiyor ise de, al-Malik Gesch. Ä gyp ten s unter dem Islam, s. 23, 30; al-Zâhir Baybars, al-Manşür K alâ’ ûn ve a!-Aş- Guest, J R Ä S , 1902, s. 120, 12 5 ) . Tam aim al-, raf H alil gibi bahrî Memlûkler zamanında hu­ hamä'im adlı kitabı uzak yerlerden salıverilen sûsî kâtip, Kâtib al-sirr yahut sâhib Divân güvercinlerden bahseder ( Makrîzi, Hifat, II, al-inşâ’ sıfatı ile, mühim bir rol oynadığı ma­ 23ı ; Quatremère, II, s. 2, 1 18, not 49; Casano­ lûmdur ( bu sıfat için bk. Makrizi, Hitat, I, va, s. 505 ; diğer eserleri için bk, Brockelmann ). Oğlu F a t h a l-D în b. ‘Abd a l- z â h îr 'in de 402; II, 225 v.d .; Quatremere, H isioire des Sultans Mamlouks par M akrizi, II 2, s. 222, Kâtib al-sirr olduğu söylenilir. Bu sıfatla ba­ not 4 ve 3i7 v.d d .). Bir rivayete göre, bu mev­ . basından daha yüksek bir mertebeye ulaştığı kii ilk olarak işgâl eden kendisidir, bâzı mü­ sanılmaktadır ( Makrizi, Hitat, I, 226; Casano­ elliflere göre de kardeşidir j bâzı eserlerde, bu va, 's. 497 ). 691 ’de, babasından evvel, Öldü. B i b l i y o g r a f y a : A xel Moberg, Ur vazifenin çek daha eski olduğu ( bk. Moberg ‘ A bd Allah b. ‘ A b d az-Z âhirs B iograf i över 'in aşağıda adı geçen eseri, s. XIII v.d.) ve Sultanen el-M elik a l-A şra f Halil ( London, Kalâ’ ün devrinde, 678 yılında, îbn ‘Abd al-Zâ1902, Dissert,, arap. metin, İsveççe tre. ve hır ’ in İbn Lokman 'a halef olduğu kaydedil­ medhal ) ; P. Casanova, M émoiies publiés par mektedir (Quatremere, II 1 , s. 7, 27). îbn les membres de la mission archéologique au ‘Abd al-Zâhir ’in bu sıfatla giriştiği işler, geCaire, VI, s. 493—505 ; Abu 'l-Mahâsin alleıı mektupları okumak ve bütün mühim mek­ Tağribirdi (nşr. Juynboii ), II, 41 1 , 415, 482; tupları ve vesikaları yazmaktan ibaretti. Bay­ Brockelmann, G A L , I, 318 v.d. ( PEDERSEN.) bars zamanında, bu vazifeleri yaptığı sanılmak­ ÎBN A B l ‘Â M İR . [ Bk. İBN EBÎ ÂMİR.] tadır; çünkü, 661 'de Baybars halifeye bi’at ettiği zaman, İbn ‘Abd al-Zâhir de bu mera­ İBN A B I ’ l - A V C Ä ’. ( Bk. İbn eb Il’a v c â .] simde hazır bulunmuş ve halifenin hutbesini ÎBN A B İ D İN A R . f Bk. İBN EBÜ DÎNÂR.]



\



İBN Â B İ t-D Ü N Y Â ~ IBN A B Î ’l-D U N Y A . [ Bk. İBN eb İd d ü n ya. ] İBN A B Î H A C A L A . [ Bk. İBN EBÎ h a c e le .] İB N A B I ’ R A N D A K A . [ Bk. İbn ebî REN-



İBN ÂCU RRÛM .



Bâb al-Hamrâ’ adını taşıyan Bâb al-Cizyin ( yanliş olarak, Bâb a l - f l a d k l ş i md i kapalı) yakınında endülüslüler mahallesinde defnedildi. DEKA .3 _ . Fas 'ta tahsil gördükten sonra, Mekke ’ye hac­ İBN A B Î 'L -R ÎC A L . [ Bk.^iBN e b îr r İCA l .] ca gitti ve Kahire 'den geçerken, meşhûr endÜIBN A B I T A H ÎR T A Y F U R . [ Bk, İBN EBÎ lüsiü dilci gırnatalı A bu Idayyân Muhammed TÂHİR TAYF ÖR.] . b. Yusuf { 745 = 1345 'te Kahire ’de ölmüştür ) İB N A B Î U Ş A Y B İ'A . [Bk. İBN EBÎ USAYBİ-a .] 'un derslerini tâkip e tti; Âbü Hayyân ona bir icâzet yerdi. Hattâ onun Mulfaddima 'si­ İB N A B Î Z A R ’. [B k . İb n e b î z e r \] ni, Mekke 'de bulunduğu zaman, yüzü Kâbe ’ye İB N A B Î Z A Y D . [ Bk. İbn ebî zeyd .] dönmüş olduğu hâlde, yazdığı söylenir. İB N ‘A C A R R A D . [ İBN a c c e r r e d .] Muasırlarının sözlerine göre, kendisi fakîh, İB N A C E R R E D . İBN ‘A C A R R A D , ‘A bd A L -K a r ÎM, h a r i c î l e r d e n olup, tarafdar- edip, riyâziyeci ve bilhassa dilci idi. Bundan ları, kendisine izafetle, ‘A cârida tesmiye olu­ başka K a r ’an ’ın yazısı ve kıraati hakkında nur. Hâl tercümesi hakkında hiç bir bilgiye vâsî malûmatı var idi. F a s ’ta endülüslüler ma­ sahip değiliz. Şahrastâni 'nin verdiği malûmat­ hallesindeki camide nahiv, ve K u r ’an dersleri tan, sâdece onun ‘A tiya b. al-Asyad al-Hanafi verdi. al-Şâtibi [b . b k .J’uin K u r a n 'ın kırâatitarafdarlarından olduğu anlaşılmaktadır. Fakat ne dâir olan tâlimi manzûmesi al-Ş âiibiya üze­ bu ‘Açiya [ b. bk,] İptidâ Nacda b. ‘Am ir [ b. bk.] rine bir şerh ve Tâe al-Din b. Maktüm 'un tarafdarlarından iken, bilâhare ayrılarak, Sicis- Tazktra 'sine göre, başka müteaddit eserler ve tan, Horasan, Kirman ve Kûhistan Haricîleri­ K u r’an 'ın kıraati üzerine bir çok urcüza 'ier nin reisi olmuştur. Şu hâlde VIII; asrın ilk kendisine atfolunur. Bize kadar gelen ve ona şöhretini te’mia yarısında yaşamış ve ‘A tiya gibi, o da siyâsî bir sebep ile N acda‘den ayrılmakla beraber, eden eseri al-M ukaddima td-Acurrum îya f i mabâdî ‘ilm al- arabiya ’dir. Abu ' 1-Kâsim her ikisi de din tarihi bakımından Haricîlerin, Nacda ’ye izafeten, Nacadât veya bunun ortaya 'Abd al-Rahmân b. İshâk al-Zaccâci 'nin K ii çıktığı memlekete nisbetle, Nacdiya şubesine, al-Cumal 'inin bir icmali olmaktan ziyâde, bir yâni müfrit Azrakîler ile mutedil İbâziya ara­ ibtisârı olan bu eser, A tlas okyanusu ’ndan sında mutavassıt bir yer alan zümreye mensûp- Fırat nehriue kadar çok rağbet görmesini tur. Fakat Bağdadi ’ye göre, ‘Acârida tekrar ve hâlâ bugün bile görmekte bulunmasının 10 tâlî kola ayrılmış i d i : Hâzimiya, Şu'aybiya, sebebini teşkil eden kısalığı sayesinde, na­ Maymuniya, Halafiya, Ma'lümiya, Machuliya, hiv tetkik ve çalışmalarının temeli olmuştur. ŞaStiya, yam zlya ve tekrar 6 kola ayrılan Ekseriya vuzuha zarar veren ihtisarına rağmen Şa‘âliba; eksik olan 10. kol, ihtimâl Şahras­ medreselerde kolayca ezberlenmektedir; hâlbu­ tâni 'nin zikrettiği A trâfiya ’dir. Bunların ara­ ki usûl bakımından, prensiplerin izahında daha sında Hamziya, oynadığı siyâsî rol dolayısı ile, ziyâde sarahate muhtaç olan mübtedîler için bilhassa kayda d eğ er; reisleri Flamza b. Atrak faydası azdır. Ne olursa-olsen, bu nahiv, isim­ Ma’mün zamanında aldığı yaralardan öimüştür. lerin ve fiilterin tasrifleri ve i’râb üzerine çok fa b a r i ondan kısaca bahsettiği hâlde, Bağdadi muhtasar fikirler ilıtivâ etmektedir. Acurrum iya Avrupa ’da pek çok defalar basılmış olup, onun hakkında çok mâlûmat verir. B i b l i y o g r a f y a ; al-Şahrastânİ ( nşr. ilk defa 1592 de Imprimerie des Medicis'de Cnreton ), s. 92, 95 v. d d .; al.Bağdadi, al- basılmıştır. Pek çok şerhleri arasında, gâlibâ,yalnız neşr­ Fark,2 Ş* 7 2 v.jfd. edilmiş olanlarını zikretmek faydalıdır. Kü­ İB N A C U R R U M . [B k . İb n  c u r r û m .] İBN  C U R R Û M . İBN ACU RRUM A b D tüphanelerde bulunanlara gelince, okuyucular ‘A bd A l l a h M u h a m m e d b , M u h a m m e d b . basılmış kataloglara ve bibliyografyada zikre­ D v OD AL-ŞANHÂCÎ ( 1273— 1323 ), İbn  cur­ dilecek olan monografilere müracaat etmelidir. rûm adı ile tanınmıştır. Berberi dilinde bir keli­ Son tab’ı da 1 91 1 senesinde, yine Rom a’da basıl­ me olup,şârîhlerenazaran, t a r i k a t a d a m ı ve mıştır ( bk. Brockelmann, Suppl,, II, 332 v.dd.) B i b l i y o g r a f y a ; al-Suyüii, Buğyat s û f î (şiiha bahçesinde agurram = zâhid ) de­ ü l-v u S t f i iabakât al-luğav'iyln ve al-Tabakât al-sanıya, I, 122a) Dimaşk beraber, esâs itibârı ile, münzevi bir hayat sürdü; ’in Timur tarafından zaptını ( 803 = 1400 ) mü­ tetebbuât ile meşgûl oldu. Eserlerinin bir kıs­ teakip, henüz 1 2 yaşında iken, annesi, birader­ ım bu devrenin mahsûlüdür. Ancak 832 (1428) leri ve hemşiresinin oğlu ile birlikte, Semerkand 'dedir ki, Hicaz 'dan Dimaşk 'a donen Mavlâ'a gönderildi. O sırada Semerkand, fethedilen nâ Abü ‘Abd Allâh Muhammed b. Muhammed memleketlerden getirilen tanınmış âlim, tabip, al-Buhari’ye intisap ve fıkıh; usûl, maâni bil­ fakîh ve san ’atkarlar ile dolu olduğu cihetle, gisini arttırmak arzusu ile, ona mülâzemete vatanından uzaklaştırılması bahasına da olsa kaıar verdi. Abü ‘Abd Allâh Buharı'nin ölüm



İBN A fcA B ŞA H , tarihi olan ramazan 841 (şubat 1438 ),’e ka­ dar ondan ayrılmadı. Gerek bu hâli, gerekse Mısır ’da hânkahiarda oturması, İbn ‘Arabşâh 'm sûfîliğe karşı gösterdiği merak ve tema­ yüllerin delilidir. Üstadının vefatı üzerine, hacc vecîbesini ifâ ederek, Mısır ’a gitti ve vatanına bir daha- dönmemek üzere, Kahire ’de yerleşti. K ısa zamanda buranın âlimleri ve şâirleri ile ülfet peydâ etti. Dostlarından tarihçi Abu 1’Maljâsİn Yûsuf b. Tağriberdi'nin söylediğine göre (al-M anhal al-şâft, göst, ger.), Sbn‘A rab­ şâh K ah ire'ye müteaddit defalar gelmiş ve her defasında mensur ve manzûm eserlerinden ona parçalar okumuştur. Son gelişinde Sultan al-Malik al-Zâhir Çakmak {8 2 7—8 5 7 = 14 2 3 — 1453 ) tarafından iyi karşılanmış, ikamet ettiği Salâhiye hânkahında Çakm ak'a dâir eserini yazmış, tetebbuâta ve felsefesine devam etmiş, edip ve şâirler ile, münazara ve müşâerelerde bulunmuştur. Fakat her hususta yüksek bilgisi ve ince zekâsı ile, etrafındakiler! iğnelemekten geri durmamış, bu suretle bunların hasedini eelbettiği için, hayatı beklenmeyecek şekilde sona erm işti: Evvelâ kadı Hamid al-Din, sultan nezdindetezvirâta başladı. Çakmak, bidayette pek ehemmi­ yet vermedi ise de, ciddî bir adam olarak tanıdığı şâir Burhan al-Din Bâ’ üni ’nin şikâyetlere ilti­ hakından sonra, Abu ’ 1-Lutf al-Haşkafi ’yi tâkiben Kahire şâirlerinin, istemeyerek de olsa, aleyhinde bulunmaları üzerine, onu kâtil ve caniler İle bir arada hapse attırdı. Kahrından hastalanan İbn ‘Arabşâh, hapishânede yalnız 5 gün kalmasına rağmen, duyduğu ıztıraba daya­ namayarak, tahliyesinden 12 gün sonra, öldü ve orada gömüldü ( 854 recep ortası = 25 ağ.ustos 1450). E s e r l e r i — 1. 'V k ü d al-naşiha, kendi ta­ rafından yazılan bu teroüme-i hâlinden parça­ lar al-M ankil al-şâfi, Tabakât al-hanaf tya, Ş a ­ şar ât al-zahab gibi eserlerde mevcuttur. 2, M ir ât al-adab, maânî ve beyanın esâsları hak­ kında, her bâbı müstakil kasideler hâlinde, güzel bir üslûp ile yazılmış 2000 beyıtlik bir manzumedir. 3. C ih a t al-amdâk al-camafiya, içindeki misâllerde bâzı devlet adamlarını medhettiği 183 beyitten ibâret nahiv. 4. Hitâb alihâb al-nâkib va cüvâb al-şihâb al-sakıb, Mısır ’da şâir Burhan al-Din Bâ’ünl ve kadı Hamıd al-Din ile yaptığı müşâerelerden vücûda gel­ miştir. Derin bilgisi ve edebî san’atlarda üs­ tünlüğü rakiplerini hayrette bırakmış, fakat onları İnceden-inceye hicvetmesi yüzündendir ki, yukarıda geçen elim âkıbete duçar ol­ muştur. 5. Marzbân-nâma, aslen X. asır Taberistan hükümdarlarından Marzbân b. Rus­ tam Şârvın tarafından, mahallî lehçede yazı‘ıp, XIII. asrın İlk çeyreğinde Sa'd al-Din Va-



699



râvini 'nin farsçaya naklettiği bu meşhur hıkmet ve âdâb kitabını, farsça aslına uyarak, 8 bâb üzerine, türkçeden arapçaya tercüme etmiştir { Üniversite kütüp., A .Y ., nr. 4638). Marzbân-nâma ’nin bu türkçe metni son za­ manlara kadar mechûl idî. Vâkıa Germeyanoğlu Sulaymân Şâh b. Mahmüd zamanında ( 1 3 6 8 —1 388) bir Marzbân-nâma tercümesi yalnız ismen bilinir ( bk. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu beylikleri, s . 83) ve Berlin 'de baş ve sonundan hayli eksik (69 varak) türkçe bir Marzbân-nâma bulunuyor idi ise de ( bk. W. Pertseh, Vercichniss der türkischen Handschriften der königlichen Bibliothek zu Berlin, 1889, nr. 444), durum iyice aydınlana­



mamış ve bu türkçe metne kaybolmuş nazarı ile bakılmış idi. Fakat son zamanlarda Varşova üniversitesi İslâm eserleri kütüphanesine satın alınan eserler arasında aranılan metnin tama­ mının ( 1 1 5 varak) raeveut bulunduğu anlaşıl­ mış ve prof. A . Zayonçkovvsky ( bk. Türklük mecmuası, I, 50 v.d.) 'nin tetkikleri bu metnin 1380 sıralarında, Germeyan-oğulları sarayında, farsçadan tercüme edilmiş türkçe M arzbânnâma 'nin en eski türkçe nüshası olduğu ve ibn ‘ Arabşâh ’a me’haz teşkil ettiği husûsunda fcat’î kanâat hâsıl etmiştir. İbn ‘Arabşâh ’m arapça Marzubân-nâma tercümesi M ısır’da, moğullar ile ilgili resimler ilâvesi ile 1278 'de taş basm. olarak, basılmıştır. 6. Câmi al-hikâyât tercümesi,: ibn ‘Arabşâh, Edirne 'de iken, Çelebi Mehmed 'in emri ile, ‘ A vfi ’nin bu tanınmış eserini, 6 cilt hâlinde, türkçeye çevirmiştir. Lâkin bu tercü­ me İstanbul 'da bulunmayor. Kütüphâne def­ terlerinde İbn ‘Arabşâh 'a mâl edilen C âm i alhikâyât tercümeleri, Kanunî ’nin oğlu şehzâde Bayezid adına, Sâlih b. Celâl tarafından yapı­ lan tercümenin nüshalarıdır ( bk. TM, III, 170). 7. A bu ' 1-Layş tefsirinin tercümesi, X . asrın ikinci yansı fakîhlerinden Abu ’ 1-Layş Naşr al-Samarkandi tefsirinin türkçeye manzüm ter­ cümesidir (al-M ankal al-şâ/î, göst. y e r .) ki, Edirne ’de yapılmıştır. Yine, Husnî 'ye göre ( TM, göst. y e r .) İstanbul kütüphanelerindeki Abu 'I-Layş_ tercümeleri İbn ‘Arabşâh 'a değil, Müsâ İznik i (öl m. 1 4 2 9 = 1 8 3 3 ) ^ 0 âît bu­ lanmaktadır. 8. T a b ir al-Küdiri tercümesi, Abü Sa‘d Dinavarİ tarafından, Abbasî hali­ fesi Kadir Billâh nâmına te’Iif edilen eserin türkçeye, nâzmen, tercümesidir. 9. Tarcumân al-mutarcam bi-muntak al-arab f i luğat alturk va ’l-'acam va ’l-arab. XV . asır türkçesi-



nin en mevsuk eserlerinden biri olmak itibârı ile, kıymetli bir dil yâdİgârı olan bu eserin 1. cildi Paris millî kütüphanesinde ( Broefeelmann, G A L , Suppl,, II, 25 ), II. cildinin yegâne nüs­ hası da Topkapı sarayı kütüp. ( Ahmed 111, nr.



700



İBN A R A B ŞA H .



88) 'de bulunmaktadır. Fiiller kısmını teşkil eden Topkapı nüshası, harf sırasına göre, arap­ ça masdarların ve her masdarm ayrı ayrı b â t­ larının, kelimeleri birbirinden çizgiler ile ayrıl­ mak suretiyle, türkçe ve farsça mukabilleri gösterilmiştir. ıo. ' A c a ib al-m akdâr f i navâ'ib ( veya a k b a r) Tim ur. İbn 'Arabşâh 'm bu eseri, Timur'un şahsiyetine ve fütuhatına dâir en mühim te’lifâttan ve münderecât bakımın­ dan en mevsuk tarihî kaynaklardan biridir. Ancak müellifin bu hükümdara karşı dâimâ garaz ire kin dolu hissiyat ile meşbû olmasından dolayı, daha mukaddimeden itibaren, onun hakkında kullandığı ağır ve hakaretâmiz lisan, eserin küçümseneroiyecek bir kusurudur. Hü­ kümlere bakmayarak, ifâdenin te'sirinde kal­ mayarak, tarafsız bir göz ile, hele Timur 'un hayat ve zaferlerini anlatan zafernâmeler ile karşılaştırılarak mütâlea edildiği takdirde, doğ­ ru vek at’î neticelere varılan kitap İbn ‘Arabşâh tn muvaffak olduğu secîii nesrin mükemmel bir örneğidir. Kısa mukaddimeyi müteakip, T i­ mur adının mânasından ve onun doğduğu ye­ rin tafsilen tanıtılmasından başlar ve fasıllar hâlinde Tim ur'u, hayatının sonuna kadar, adımadım, tâkip eder. Vekâyi, günlerine varıncaya kadar, dikkatle zapt ve tesbit edilmiş, her böl­ genin hükümdarı, etrafındakiler ile münâsebet­ leri, güttükleri siyâset ve uğradıkları âkıbetler tafsil olunmuştur. İbn ‘ Arabşâh Timurdan bahs­ ederken, İbn Haldun ’ un Timur ile mülakatı­ nı yaptığı sırada, meşhur tarihçinin emîrin karşısında müdâhanekar hareketini ve hediye­ ler takdimini söylemiş ve İbn ‘Arabşâh 'm bu ifâdesine ilk zamanlarda inanılmamış ise de, sonradan K ah ire'de bulunan İbn H aldun’un al-Rihla isimli eserindeki kayıtlar ile bu mü­ lakatın ve şeklinin doğruluğu sâbit olmuş­ tur. Dörtte bir kısmı Tim ur'un, vefatından sonraki hâdiselere ve oğullarına ayrılmış, son fasılda bilhassa Semerkand ve müellifin görüp, işittiği siyâset adamları, ayrıca âlim ler,- ka» ' dılar, şeyhler v. b. hakkında bilgi verilmiş­ tir. Yazmaları çoktur (garp dünyasında pek erken dikkati çeken eserin Avrupa ’da lâtince, fransızca, İngilizce tercümeleri için bk. Bro­ ckelmann, G A L , II, 28 ; Sappl., - II, 25 ). Kalküte, Kahire ve İstanbul’da ( 1 2 3 2 ) mütead­ dit tab’ılan vardır (İngilizce tercümesi, için bk. son olarak J . H. Sanders, Tamalan or Ti­ mur the Great A m ir. Transl. from the Life bg A . b. Arabshah, London, 19 36 ). İlk olarak, 1 1 1 0 { 1698 ) tarihinde, Murtaza-zâde Nazmî tarafından yapılmış olan türkçe tercüme, ifâde­ nin muğlak, anlaşılmaz oluşu yüzünden, 1277 { 18Ğ0 ) 'de, yenidengÖzden geçirilerek, sadeleş­ tirilmiş ve aytu senede İstanbul 'da Türik-i Ti-



m âr-i GurkSn adı ile basılmıştır. Fakat, bir çok yerleri atlanmış ve fasılları da kısaltılmış olduğundan, bu tercüme istifâdeye sâlih değildir, u . a l-T a 'lif al-tâhir f i şagh al-M alik a l-¿ â h ir A bi S a 'id Çakm ak (Topkapı sarayı müzesi, Ahmed III. kütüp., nr. 2992; Brockelmann, G A L , II, 28). 'A c a ib al-m akdâr 'dan sonra, ibn ‘A rabşâh,. bu eserinin mukaddimesinde söylediği gibi, Timur ile taban-tabana zıt karakterde telâkki ettiği ve hakikaten Mısır 'da münevverleri ve ilim adamlarını himaye eden ilim müesseseler! kuran, bu memleketi, hayli imâr eden Sultan al-Malik al-Zâhir Çakmak 'a dâir eserini kaleme almıştır. Mü­ ellif bu kitabını, Timur tarihinde görüldüğü gibi, vukuat silsilesi veya bir monografi tipinde tertip etmemiş, fakat uzun bir mukaddimeden sonra, sıra ile nefs ve onun mâhiyeti, iyi ahlâk ve bunun fazîleti, tavâzû, hilm, afv ve şefkat, şükür, kerem ve îsâr başlıklarını taşıyan bir nevi ahlâk umdeleri çerçevesinde, her fırsatta mahmîsini medih ve senâ etmeğe çalışmıştır. Fasıl­ larda, başta Cam ı al-kikâgât olmak üzere, Abu ' 1-Kâsim Kuşayri, A bu Sa'id Abu ’ 1-H a y r’den, Sigâsat-nâm a 'de nakledilen anekdot ve hikâye­ leri alıyor; bu meyândâ yaşadığı devre âit, bir çok tarihî malûmat veriyor. Zaman-zaman yine aynı haşin üslûp ile, Timur ’a dönüyor,bu hüküm­ darın Şam, İsfahan, Bagdad v.b. yerlerde îka ettiği zulümleri sayıp-döküyor. A ynı zaman­ da Nur al-Din Mahmüd Şalâh al-Din Ayyübi 1 'den sonra, Şayh Malik al-Mu’ayyad, Calâl al-Din Hân, Tanrıbermiş, Barsbay, Dulkadiroğulları, Karayölük Osman v. b. hakkında taf­ silât beyân ediyor. Mısır ’daki âlimler ve din adamlarına ve bu arada üsiad ‘A lâ ’ al-Din Muhammed al-Buharı'ye dâir izahat veriliyor. 12. Fâkikat al-hulafâ' va M afâkahat a l-z u ra fa , ölümünden iki sene evvel 852 ( 1448 ) 'de yaz­ dığı ve bütün mensur te’lifâtı gibi, secili olan bu eseri, esâs itibârı ile, K a lîla v a Dimna, Su lvân al-muta ve arapçaya çevirdiği M arzubânnâma nev’inden, siyâsî görüş aşılayan Ve ahlâk telkîn eden bir kitaptır. Bu dâ, tıpkı ayni nevideki eserler gibi, bîr mukaddimeyi müteakip, 20’’ bâba ayrılmıştır. Arap hükümdarı, acem hukümdarının vasiyetleri, türk hakanının kükmü başlıklarını taşıyan ilk üç bâb ile 10. babın bir kısmında İslâm büyüklerinden sözler nakl­ etmekte, Anüşirvân, Zahhâk, Kâbus b. Vuşamg ir v.b. bahsetmekte, akıllı vezirler ve feylesof­ lar ile hükümdarları konuşturmakta, diğer bâbİarda ise cinlerin,'ifritlerin ve hayvanların ağ­ zından efsâneler zikretmektedir.1 Ancak X . ba­ bın ikinci kısmında „k âfir"1 Cengiz H an'a dâ­ ir mufassal - izahat1 vardır. Burada möğul istiiâsı, A ltın'H anı H v5riziiışâh]ar ■v :b . mücâ­



İBN A fcA B Ş A H



delelerden, Moğul teşkilâtı, tarhanlık v.b.'dan, örf ve âdetlerinden, cezâ usûllerinden, kurul­ taylardan ve yasa icâbâtından bahsedilmekte­ dir. Fâkikat al-htılafa dahî müellifin şarkta ve garpta meşhur eserlerindendir ( bk. Brockelman, G A L , II, 28 ). Yazmaları dünya kütüpha­ nelerinde ~ şoktur. Bulak, Kahire ve Musul 'da müteaddit defalar basılmıştır, Dukakin- zâde Os­ man Bey ( Murad III. zamanı) 4, S, 6 ve 7. bâbları türkçeye tercüme etmiştir ( Hâlis Efendi, 7269, Nuruosmânlye, nr. 3730 ). Son zamanlarda Şerefeddin Yaltkaya da 10. bâbdaki, Cengiz 'e âit, parçaları tercüme etmiştir ( bk. Edebiyat fakültesi mecmuası, 1923, IV, sayı 1 ve 2 ). İbn ‘A rabşâh 'ın bunlardan başka tevhid ilmi­ ne dâir al-'İffd a l-fa rid adlı manzum bir risa­ lesi, gazel tarzında yazılmış 200 beyittik F i 7 N akv ve yalnız ismini bildiğimiz Gurrat alsiy a r f i davlat al-turk va ’l-tatar unvanlı bir tarihi vardır. Kuvvetli bir kâtip ve nâsir olduğundan şüp­ he bulunmayan İbn 'Arabşâh 'm şiir kabiliyeti muâsırlarmca medih ve sena edilmekle ve ha­ kikaten içli şiirler kaleme aldığı ve güzel ga­ zeller yazdığı anlaşılmakla berâber, bu bakım­ dan o da daha ziyâde İlmî mevzuları munta­ zam nazzm şekillerine dökmesini bileıı muktedir bir nâzım idi. Fıkıh, hadîs ve tasavvuf saha­ sında yeni bir çığır açamadığı, sâdece zamanının üstadları yanında heveskâr kuvvetli bir şâkird durumunda kaldığı görülüyor. Şöhretini borçlu bulunduğu tarihçiliğine ge­ lince, vak’aları ve müşahedeleri iyi zaptetmiş, bâzı mühim hususlarda esaslı izahat vermiş, fakat çok kere, hislerinin te’sirinde kalarak, bir tarihçi için mutlaka lâzım olan tarafsızlı­ ğını muhafaza edememişti. Bu sebeple doğru neticelere ulaşabilmek için, eserlerinde, müelli­ fin hükümlerinden ziyâde, muhtevâya ve bun­ ların cereyan tarzına dikkat etmek lâzımgelmektedir. İbn 'Arabşâh 'm, X V . asrın ikinci yansında İbn ‘ Arabşâh nâmı ile mârûf olan iki alim oğlu vardır. Biri Astırhan 'da doğan Tâc al-Din { veya Şıhâb ai-D in) Abu ’1-Fazl ‘Abd al-Vahhâb 'dır ki, Abu ' 1-Layş tefsirinin mukaddimesini şerh etmiştir. Diğer Nabulus hükümdarı İbra­ him 'in kötü ve zâlim İdâresini aksettiren İzah al-ışulm va bayan a l-u d v â n f i tarih al-Nabulus adlı eserin sâhibı al-Hasan'dır. B i b l i y o g r a f y a : Abu 'I-Mahâsin İbn Tagribardi, al-Manhal al-şâfi va 'l-mustavf i b d d al-vâfi ( Nûruosmâniye kütüp., nr. 3428), I, 71b—74“ ; Sahâvi, al-Zav al-lâmt (K ahire, 135 4 ), II, 126— 1 3 1 ; Takı aî-Dİn Tamimi, al-Tabalfât al-sanîya f i tarâcim alhanafiya ( Bayezit umûmî kütüp., nr. 5209 ),



İNB A S Â K İR .



-,



?01



1,12 2 * —13 3 “ ; Kâtib Çelebî, K a ş f al-zanân ( İstanbul, 13 10 ) ; İbn ai-‘ İmâd al-Hanbali, Şazarât al-zahab (M ısır, 1 3 5 1 ) , VII, 280— 284 ; al-Şavkâni, al-B a dr al-tâlı ( Kahire, 134 8 ), I, 109—1 1 3 ; V. Chauvin, Bibliogra­ phie des ouvrages arabes ou relatifs aux ara­ bes pupliés dans l’Europe chrétienne de 1810 à 1885 Liège 1892, II, 188, 210-, Edirneli Mecdî, Terc&me-i Şa k â ik -i nu’mâniye ( İstan­ bul, 12 6 9 ), 73 v. d .; Bursalı M. Tâhir, Os­ manlı m üellifleri ( İstanbul, 13 3 3 }, III, 15 2 ; A . Zeki Bey, Mémoire sur les moyens propres â déterminer en Egypte une renaissan­ ce des lettres A rabes ( Kahire, 19 10 ) ; M. Şemseddin, îslâm da tarih ve m üverrihler (İstanbul, 1340— 134 2 ), s. 373—377 ; Sa'id N afisi, Tdrihça-i muhtasar-i adabiyat-i İra n Sâlnâm a-i P ars ( 1324 b. şemsî ), s. 172; Yusuf Elyan Serkis, Mu cam al-m atbuât al-'arabiy a (M ısır, 19 28 ), I, 173 v.d.; Brockeimann, G A L , II, 28; Su ppl. { 19 3 9 ) , II, 24; Aldo Miéli, La science arabe ( Leiden, 1939 ), s. 271, 273; Hüsnü, İbn Arabşâh, TM ( 19 35), III, 157— «82; A. Zayonçkovvski, Marzubânnâme. Türklük mecmuası, ( İstanbul, 1939 ), S. 5 — 9 _



( İBRAHİM KAFESOĞLU.)



İBN A S A K İ R . (B k . İbn a s â k Ir .] İBN A S Â K İR - İBN ‘A S A K İR , a r a p mü ell i f l e r i n d e n bir çoğunun ismidir. En meşhurları şunlardır: 1. Ş a m l ı m ü v e r r i h , ‘ALÎ B. AL-HASAN B. H İb a t A l l a h A b u ’l-K â sIm Ş î k a t a l- D în a l Ş â F İ‘ 1, 499 senesi muharreminde (eylül 110 5 )



Şam ’da doğmuştur, Bagdad 'da ve İran 'ın başlıca şehirlerinde tahsil ettikten sonra, Şam 'da Madrasa al-N üriya'de müderris oldu. 1 1 recebde ( 25 kânun 11. 1 1 7 6 ) vefat etmiştir. Başlıca eseri olan Târih Madinat Dim aşk 'ta al-Hatib alBağdâdi 'nİn Târih B ağdâd nâmındaki ese­ rinde yapmış olduğu gibi, Şam ile münâsebeti olan belli, başlı ricalin lıâi tercümelerini topla­ mıştır. Aslında 80 cild tutan eserin — birinci ve ikinci cildi 132 9 /1330 'da Şam 'da tab'edümiş tir — ancak bir kaç cildi mahfuz kalmıştır. Bunlar, Brockeimann tarafından G A L ( I, 332 ve Suppl., I, 566 v.d.)'de zikredilmiş olanlar hâriç olmak üzere, Strassburg 'da, ( bk. Z D M G , XL, 310 ), İstanbul 'da ( Dâmad İbrahim Paşa kÜtüp., nr. 872—882, Â tıf Efendi kütüp., nr. 1812 — £819), K ah ire'd e ( bk. Fihrist al-kutub almahfuza bi ’l-kutabhâna a l-ffed îv iy a , V, 25 ), Şam 'da ( bk. Habib al-Zayyât, Haza in al-kutub f i Dimaşk, s. 75 v.d. ; krş. Horovıtz, Miti. d. Sem f , or. Sp r., X, 50 v.dd.), Tunus'ta Zaytüna câmünde ( Houdas-Basset, nr. 63 ) 'de bulunmakta­ d ır; bunlara'İsmâ’ il b. Muhammed Carrâb al‘Aclüni (ölm. 1 1 62 = £749) 'nin Tübîngen’de



İBN A SÂ K İR -



İBN ÂSİM.



merkand ve H vârizm 'i zaptına dâir fıaberleTÎni ve Hazarlar ile olan savaşlara âİt kısımların bakiyyesini Akdes Nimet Kurat yayınladı {.An­ kara Üniversitesi D il ve tarih— coğrafya fa k ü l­ tesi dergisi, 1948, VI, 385—425 ; 1949, VII, 255 —282). Kitabın Muljammed b. Ahmed b. Muhammed al-Mustavfİ al-Haravi tarafından; 596 ( 1 1 9 9 ) tarihinde başlanıp, Muhammed b. A h ­ med al-Kâtib al-Mabaranâbâdi tarafından de­ o f t he Arab. Mss. acçaired by the Trustees vam ettirilen bir farsça tercümesinin, Avrupa since, 1894, London, 19 12 , s. 3 5 ) Kitâb al- 'da olduğu gibi ( bk. Storey, PL, II, 207—209 ), Vakm ’ini ihtiva eden al-M ucam 'i ve Şam ( al- İstanbul 'da da ( Nûruosmâniye kütüp., nr. 3064 Zayyât, ayn. esr., s. 29, nr. 5 ) 'da bulunan .¡4 mö- ve Lâleli kütüp., nr. 3 31 ) nüshaları vardır. T a ­ mamlanmamış olan bu farsça tercümenin Husayn /¿’den bir parçayı da eklemek icâp eder. B i b l i y o g r a f y a - . Yakut, İr şad al- b. ‘ Ali'nin şehâdeti ile biten baş kısmı 1300 arib ( nşr. Margoliouth ), V, 139—14 6 ; İbn ( 1 8 8 2 ) ve 1305 ( 1 8 8 7 ) senelerinde Bombay Hallikün (Bulak, 1299), nr. 41 4; al-Subki, 'da, iki defa, basılmıştır. Gerek bu basımlar­ Tabakâi a l-ş â ffiy a al-kabrâ, IV, 273—277; dan, gerekse daha önceki yazmalarından bâzı Zahabi, fa b a k â t a l-h affâz ( nşr, Wüstenfeld ), garp âlimleri İstifâde etmişlerse de ‘A li ve Göttingen, 1833/1834, X IV , 1 6 ; Wüstenfeld, Mu'âviya oğulları arasındaki savaşları tavsi­ D ie Ceschicktschreiber der A raber, nr. 267. finde şi 'îlik taassubu izhar eden müellifin ese­ rinin farsça tercümesinde bu bâblara fazla 2. AL-KASÎM yukarıda adı geçen zâtın oğlu olup, 527 ( 1 1 3 2 ) 'de doğmuş ve 600 ( 1203 ) edebî bir şekil verilmiş olduğundan, eserin 'de vefat etmiştir. Başlıca eseri al. Camt al- arapça aslını görmemiş olan muasır âlimler mustakşâ f î faz & il al-mascid al-ajfş5 'dır. “ İbn A'şam al-Küfi ilk İslâm fütûhatı dev­ Bu kitap İbn al-Firkâh [b .b k .]’ın B a iş al- rine dâir romen tarzında eser yazan müel­ nufüs nâmındaki eserinin iki esâstı kaynağın­ liftir,, şeklinde hatalı bir fikre sapmışlardır ( C. dan biridir (k rş. al-Subki, Tabalçâi al-şS- Brockelmann, G A L , I, 14 4 ; S u p p l., I, 220; Sto­ rey, P L , II, 207 ). Eserin arapça asimin tetkiki, fi'ıy a , V , 148 ). __ { C. BROCKELMANN.) İB N A 'Ş A M a l- K U F İ . [ Bk. İb n a ’SEm ü l - İbn A'şam al-Kufi ’nin Futu1} adlı eserinin, Tabari ve diğer ilk İslâm tarihçilerinin eserle­ K Û FÎ.] _ _ İBN A ’ S E M Ö L K Û F Î. İBN A 'ŞA M a l-K U F İ, rinde bulunmayan pek kıymetli mâlûmâtı ihti­ A b u Muhammed ahm ed İbn A 'ş a m ( ? —926; va eden ilk kaynaklardan olduğunu göstermek­ Kâtib Çelebî 'deki bir yanlış kayda göre, MU- tedir. T abari 'nin Bal'ami tarafından yapılan HAMMED B. ‘A LÎ ), X. asır i sİ âm t a r i h ç i l e­ farsça işlenmesinde de İbn A 'şam 'den çok is­ r i n d e n d i r . 31 4 (9 2 6 ) 'te vefat etmiştir. Islâm tifâde edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' , makale içinde gös­ hadîslerini anlayışı itibârı ile ş i 'î olan İbn A ’şam terilmiştir. ( Z e k î V e l îd î T o g a n .) 'in 3 oildlik Kitâb al-futa}}, adlı eseri halife tBN  S İM . İBN ' ŞÎM , A b ü B a k r M uham ­ 'Osm an'ın hayatının sonlarına kadar getirilen ilk cildinin yegâne nüshası Gotha kütüphanesi med b. Muhammed b. Muhammed b. M uham arapça yazmaları arasında, nr. 1592 'de mahfûz MED B. ‘AşlM ( 1359—14 26 ), 12 cemâziyelevve! bulunmakta ise de ( bk. Pertsch, Verzeichnis 760 ( 1 1 nîsan 13 5 9 ) ’ta G ırn ata'da doğmuş ve der arabischen H ss. der H erzoglichen Bibü- 1 1 şevval 529 ( 1 5 ağustos 14 2 6 ) 'da aynı şe­ othek zu Gotha, 1881, 2 19 ), bu yazmanın İbn hirde vefat etmiştir. M â l i k î m e z h e b i n d e 'Asam 'in eserinin nüshası olduğunun farkına f a k î h , e d i p , l i s a n i l m i n d e m ü t e h a s ­ varılmamıştır. Kitabın halife 'Oşmân ’ın son s ı s v e h a y l i s a n ’a t k â r b i r m ü c e l l i f günlerinden Ma’mün zamanına kadar gelen olup, mühim bir mansıp olan Gırnata baş-kaikinci ve Ma’ mün zamanından al-Mu'taşim Bil- dılığında bulundu. İbn ‘Aşım, Endülüs payitah­ İâ h ’ın 252 ( 8 6 6 ) 'de vefatı hâdisesi ile biten tının baş-müftüsü Abü S a'id Farac b. Kâsim üçüncü cildlerinin yegâne nüshaları da, iki b. Ahmed b. Lubb al-Şa’labi 'den, edip Abü cild hâlinde, Topkapı sarayında ( Ahmed III. ku­ ‘Abd Allah Muhammed b. Muhammed b. *Ali tup., nr. 2956) bulunmaktadır. Bu nüshadan da, al-Kaycati 'den, S ü n n îliğ in büyük müdâfii Abu ilk defa olarak, ben, Emevî Marvân b. al-Hakam Ishâk İbrahim b. Musa b. Muhammed al-Şfitibi 'in Hazarlara ve Saklâblara karşı seferlerine 'den ve tiemsenli ‘Abd Allah b. al-İmâm alâit kısmını, 1939 'da, neşretmiştim ( Z.V. Togan, Ş arif 'ten ders görmüştür. Hâl tercümesini yazmış olanlar tarafından zikr­ ibn Fazlan 's Reisebericht, Leipzig, 1939, s. 295—302 ), sonra !£utayba b. Müslim 'ın Se- edilen 10 eserinden bizce mâlûm olan İkisi şuu-



bulunan hülâsasını ( bk. Seybold, Verzeichnis, nr. 6 ; krş. Sauvaire, H istoire de Damas, J A , 1894—1896) da ilâve etmelidir. Brockel­ mann tarafından yukarıda zikredilen yerde sa­ yılmış olan diğer eserlerine meşbûr adamlar jVe bilhassa şâfi'îler hakkında vesaiki ve lahika olarak da 643 ( 1245 ) 'te vefat eylemiş olan Muhammed b. 'A bd al-Vahid al-Muîjaddasi 'nin Brit. Mus., Or. 7 735 'teki ( bk. D escriptive List



İb n



â s im



-



iardır : i. Tâhfat al-kııkkâm f i nulcat al-'uküd va ’l-ahkâm yakut muhtasaran al- A şim iga nâ­ mındaki eseri mâliki mezhebine dâir, racaz vezninde ve 1698 beyitten mürekkeptir ; 1322, 1327 senelerinde C ezayir’de, F a s ’ta ve Kahire 'de Macmıı al-m alan ’da neşredilmiş olduğu gibi, Houdas ve Marte! tarafından Traité de droit musulmán, L a T akfat d'E bn Acem ismi altın­ dan yapılan fransızca tercümesi ile arapça me­ tin hukukî izahlar ve lisana müteallik notlar ile Cezayir'de (1882 v. d.) tab’edilmiştîr. 2. H a d a ik al-azâhir f i mustahsan al-acviba va ‘l-mttzhikâl va ’l-hikam va 7 - amsâl va ’l-hikây a f va ’l-navâdir, çok alâka uyandıran hikâye­ leri, halk meselleri, müskit cevaplar v. b. ihtiva eder ve her biri bir, iki veya iiç fasıldan mü­ teşekkil altı ftadika’ya, yâni bahse ayrılmıştır. F a s 'ta basılmıştır (b u nüsha Paris Bibi. Nat. Cat., nr. 3528 ve Brit. Mus., Rieu, Sııppl., nr. 1 1 43, I 'de bulunan el-yazmaları ile karşılaştırıl­ malıdır ). B i b l i y o g r a f y a : Ahmed Bâbâ, Nagl alibtih âc (F a s, 1 3 1 7 ) , s. 299; ayn. mil., KifSgat al-muhtâc ( Medersa d’A lger nüs­ hası ), s. 153 v ; Brockelmann, G A L , II, 264; Suppl., II, 375.



Jb n



bâbûye.



B i b l i y o g r a f y a - . „Daouhat an-Nachir“ ( frns. tre. A . Graulle, A rch ives Maro­ caines, 19 13, XIX ). (T . H. WEIR.) İBN A L -'A S S A L . [ Bk. İBNÖL’ASSÂL.] İB N ‘A T A ’A L L A H . [B k . İbn a t â u l l a h . ] İB N A T Â U L L A H . İBN ‘A T A ’ A L L A H , A h ­ med b. M uhammed A b u ’l - F a 2x T â c a l- D în



AL-İSKANDARÎ AL-ŞÂZİLÎ ( 7 — 130 9 ), a r a p m u t a s a v v ı f l a r ı n d a n olup, İbn Taymiya [b.bk.]'nin en şiddetli muarızlarındandır. 16 cemâziyelâhır 709 ( 2 1 teşrin II. 13 0 9 ) 'da Kahi­ re 'de, al-Manşüriya medresesinde vefat etmiş­ tir. Brockelmann ( G A L , II, 1 1 7 — 1 1 8 ) 'da zikre­ dilen eserlerinden tab’edilmiş olanlar şunlardır: 1. al-H ikam a l-a ta iy a 796 ( 13 9 4 ) 'da vefat etmiş olan Muhammed b. İbrahim b. ‘Abbâd al-Nafzi al-R ond i’nin şerhi ile birlikte, (B ulak, 1285, Kahire, 1303, 130 6 ; sahife ke­ narlarında ‘ Abd Allah al-Şarkavi 'nin şerhi ile beraber) basılmıştır. Bundan başka kastamonutu Hâfiz Ahmed Mahir 'in al-Muhkam f i şarh al-kikam adındaki türkçe şerhi 1323 'te İstan­ bul ’da basıldığı gibi, mechûl bir müellif tara­ fından malay lisanı ile yazılmış ve 1 3 0 2 'de Mekke 'de basılmış olan bir şerh Snouck Hurgronje ( M ekka, II, 387, 7,2 ) tarafından zikre­ ( Mo h . B e n C h e n e b .) dilmektedir. İspanyalı mutasavvıf Muhammed İB N ‘Â ŞÎM [ Bk. İBN Asim.] b. İbrahim al-Rondi (ölm. 7 9 6 = 13 9 4 ) 'nin şer­ İ B N a l - A Ş Î R . [ Bk. İb n Ol 'Es Ir .] hi bugün hâlâ Tunus 'ta Câmi‘ al-zaytüna 'de İB N 'A S K A R . [Bk. İbn a s k e r .] tasavvufa dâir mühim bir ders kitabı hizmetini İB N A S K E R . İBN ‘A S K A R Muhammed b. görmektedir ( R E I, 1930, s, 433 ). Tâc a l-a ru s ‘A l ! b. ‘O m a r b. H u s a y n b . M îşbâh ( ? — 1 5 7 8 ) , va kam al -mı f üs ( yahut al-M âvi li tahzib ş'mâlî F a s'ta , K aşral-şağir mıntakası dâhilinde a l-n u fS s ; Kahire, 1275, t282, 1305, 1 327) , 3. al-H ibt’ta, doğmuştur. Davkat al-naşir li-ma- L ala i f al-minan f i manâkib al-şayh A b i ’I-A b­ hâsin man kâna min al-M ağrib min ahi al­ bas va-şayhihi A b i ’l-H asan, sûfîlerden Şihâb líar n al-aşir müellifi olarak tanınmaktadır. Bu a!-Din Ahmed al-Mursı (ölm. 6 8 6 = 1 2 8 7 ) ile eser müellifin bizzat tanımış ve yahut hakla­ hocası Taki al-Din ‘A li b. 'A bd Allah al-Şâzili rında başkalarından mâlûmat toplamış olduğu (ölm. 656 = 1258 ) ’nin hâl tercümeleridir; 1304 evliyanın hal tercümelerini ihtivâ eder ki, 1575 ’te Tunus’ta ve 1 2 7 7 'de, taş-basma olarak, K a­ tarihine doğru tertip edilmiştir. 1573 senesinde hire 'de ve bir de al-Şa'rani 'nin LatS’i f al-m i­ Hasani Ş a rif ‘Abd Allah al-GSlib, usûle aykırı nan adlı eserinin kenarında, M iftâh al-falâh va olarak, oğlu Muhammed 'i kendisine halef tâyîn mişbâh al-arvâh ile birlikte, 13 2 1 'de, neşre­ ettiği zaman Muhammed ile amcası ‘Abd al­ dilmiştir. Malik arasında bu yüzden bir harp çıktı. İbn B i b l i y o g r a f y a : Subki, Tabakât al‘A skar Muhammed'in tarafını iltizâm etti ve ş â fiiy a al-kubrâ, V , 1 7 6 ; Suyüti, Hustı K aşr at-Kabir civarında kâin Vadi ’l-Mahâzin al-mukâzara, I, 30 1 ; ‘A lî Başâ Mubarak, almuharebesinde öldürüldü. Muhammed ve por­ H iiat al-cadîda, V lî, 70; 'Wustenfeld, Die tekizli Dom Sebastian da aynı muhârebede Geschickischreiber der A raber, nr. 382. maktul düşmüşlerdir. ‘Abd al-Malik harbin bi­ _ ( C. B r o c k e l m a n n .) dayetinde ölmüştür (ağustos 1 578; Vafrâni, İB N a l - 'A V V A M [ Bk. îb n ü l ’a v v ÂM.] N azkat al-ffâdi, nşr. Houdas, s. 73 v.dd.). D avİB N A J A R Î [ Bk. İbn ‘İzÂRÎ.] h a ’ ya al-Vafrâni tarafından devam olunmuş­ İBN B A B U Y Â ( Bk. İbn b â b û y e .] tu r; S a f vat man intaşar min ahbâr şulaha alİBN B Â B Û Y E . İBN B Â B Ü Y A , A bu C a ' f a R karn al-hâdi 'aşar, F a s ; bk. Muhammed b. al- M u h a m m e d b . A l î b . H u s a y n b . M ü s â a l -K um Tayyib, N aşr al-maşa ni, Davha, 1891 ve Naşr MÎ AL-ŞaDUK ( 7 —9 9 1), ş i’ î m e z h e b i n i n al-masâni 18 9 2 'de, F a s'ta , taş basması olarak, d ö r t b ü y ü k m u h a d d i s i n d e n b i r i ­ tab’edilmiştir. d i r . Genç yaşında (355 — 966) H orasan’dan



İBN B Â B U Y E — İBN B Â C C E .



704



Bagdad'a geçti. Orada Büveyhîlerden Rukn alDavla (32 0 —366 = 932—976} tarafından pek ziyâde itibar gördü ve bir çok müstakbel âlim­ ler onun derslerinden feyiz aldılar. 381 (99 1 ) senesinde R ey 'de vefat etmiştir. Al-Şadük is­ mi ile de mâruftur. Muhtelif eserleri arasından aşağıdakileri zikredelim: x. K itSb man lâ yahzuruhu 'l-fa k ik , şi'î ha­ dîsleri hakkında bir eser olup, al-Kutab al-arba'a nâmı verilen dört kitaptan bîridir. Bunla­ rın diğer üçü şunlardır: a. Abu C a'far Muhammed b. Ya'küb al-KuIini ( ölm. 328 = 939 ya­ hut 329=946 ) 'nin eseri olan a l- K â fi; 6. Tahzib al-ahkâm ; e. al-istibşâr. Bu son iki kitab Abu Ca'far Muhammed b. al-Haşan b. ‘A li alTûsi (ölm. 4 6 0 = 1067 ) ’nindir. 2. M a'ani flahbâr, bu da şi’î mezhebi hadîslerini câmîdir. 3. ‘ Uyan ahbâr al-Rizâ, şi’îlerin sekizinci imamı olan ‘A li al-R izâ'nın hayatı, sözleri ve mesleği hakkındadır. 4. Kitâb ikm âl al-D in va itmam al-ni'ma, imam Mahfi ’nin şi'î mezhebine dâirdir ( E. Müller tarafından kısmen Beitr, zar Mah­ dilehre des Islama, Heidelberg, 1901, I ’de tab’edilmiştir ). Eserleri yekununun üç yüze bâliğ olduğu zann­ edilmektedir; al-Nacâşi, göst. yer,, s. 276; îbn Bâbüya'nin 193 eserini saymaktadır. ’ B i b l i y o g r a f y a : Fihrist, s. 19 6 ; alTüsi, Fihrist, nr. 661 ; al-Nacâşi, K itâb alricâl (Bombay, 1 3 1 7 ) , s. 276} M untaha,l-makal, s, 282; Am al al-Smil, s. 6 5 ; R a v iâ t alcannât f i afıvâl al-alam et v a ’l-sâdât, s. $57 ; Brockelmann, G A L , I, bdun.]



İBN B E R R İ. İBN B A R R Î, A b u 'l -H a s a n 'A l î b. Muhammed b. 'A l-s b. Muhammed b. â l H u saY N AL-RiBÂTÎ ( 1261 ?—1333 ?) a r a p l i ­



s a n â l i m i . T â z a ’de doğmuş ve orada defnedilmıştir. Bazıları mezarının F a s ’ta olduğunu söylerlerse de, doğru değildir. İslâm ilimlerinde vâsi malûmat sâbibi olan İbn Barrı bilhassa Kur’an ’m muhtelif kırâat tarzları hakkında üstad ta­ nınmış olduğu gibi, al-D urar al-lavSm f adında­ ki eseri şimâlî A frik a 'da' A currüm iya derece­ sinde mâruftur. B ir müddet 'a d i { „tezkiye nai­ bi“ ) hizmetinde bulunduktan sonra, kadılık eden ve hocasını böyle bir mevkide görmekten mü­ teessir olan bir talebesinin tavsiyesi üzerine, Tâza'de tahrirât divanına (divân al-inşa' ) me’mûr edildi ve vefatına kadar bu vazifede kaldı. Eserlerinin yalnız ikisi bize kadar g e lm iştim . Recez vezninde yazılmış olup, harflerin mahreç­ lerinden bahseden F i m ahâric al-k u rü f unvanlı 32 beyitiik risale (Berlin, Verzeichnts, nr. 548) ve 2. 159 (775/776) veya 169 ( 785 ) 'da vefat eylemiş olan Nâfi' b . ‘A bd al-Rahmân b. Abi Nuaym al-Madani tarzında, K u r’an kıraatine texte arabe, accompagne d ’une traduction dâir, racaz vezninde 242 beyitten müteşekkil al(P aris, 1853—18 58 ), I— IV; Mehmed Şerif, D urar al-lavâmi' f i aşl mahra’ al-imâm Nâfi' Seyahatnâmeci ibn Baftûja (İstanbul, 1333—- unvanlı manzume. 697 ( 1 2 9 8 ) senesinde ikmâl 13 3 5 ), Fihrist, (13 3 8 —13 4 0 ); İbn Hacar al- edilmiş bulunan, bu eser Kahire ve Tunus'ta, ‘AslçalSni, al-kâmina (Haydarâbâd, 134 9 ), K u r ’an kırâatine dâir risaleleri ihtiva eden II; Gabriel Ferrand, Malaka, le M alaya et mecmûalar içinde, bir çok defalar neşredilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ; İbrahim b. Ahmed Malayür, ( JA , Paris, 19 18 ) , X I; Hans von al-Mârigni al-Tunisİ, al-Nucam al-tavâli' Mztk, D ie Reisen des A rabers Ibn Batuta 'ala ’l-d u rar al-lavöm i' . . . ( Tunus, 1322 ), durch Indien und china ( Bibl. denkwiirs. 2 3 1 ; Brockelmann, G A L , II, 248 v.d.; diger Reisen, 19 ï t ) V ; W. Barthold, Orta S u p p l, II, 350. ( M o h . Ben C h en eb .) A sya türk tariki hakkında dersler ( İstan­ İBN B E R R Î. İBN B A R R Î A bö Muhammed bul, 1 927) ; Halîl Edhem, Diivel-i tslâmiye (İstanbul, 1 927) ; S, Janicsek, Ibn Battuta’s ‘A b d A l l a h b. B a r r I b. ‘A b d a l - C a b b â r b. fou rn ey to Bulgar. İs it a Fabrication B a r r Î a l- M a ç d I s î a l-M I ş r Î ( 1 1 0 6 — 1 1 87) , ( J R A S , 1929); Yusuf Elyan Serkıs, Mu cam a r a p g r a m e r c i v e d i l c i s i olup, 5 receb al-matbû’ St al-'arabiya (M ısır, 13 4 6 ); A l­ 499 ( 1 3 mart 11 06 ) 'da Şam 'da doğmuş ve 27 do Mieli, La science arabe (Leiden, 19 3 8 ); şevval 582 ( 9 kânun U. 118 7 ) 'de Kahire 'de ve­ P. Wittek, Menteşe beyliği ( trk. tre. O. Ş. fat etmiştir. Lisan ilminde fikirleri düstû,' gibi G ö kyay), Ankara, 1944; Z. V. Togan-Ali kabûl olunan meşhûr bir üstaddır. Liisân al-‘arab Genceli, X . — X V . asır A sy a tarihi haritası müellifi ondan pek çok iktibasta bulunmuştur ; (İstanbul, 1941/1942 ); ayn. mil., Umumi türk bazıları kendisini „gramercilerin sultanı“ addet­ tarikine giriş ( İstanbul, 1946 ), I; Ch. Dilil- L. meğe kadar varırlar. Muallimleri arasında gramer Oeconomos, R. Guilland- R. Grousset, L ’E u ­ âlimi Abu Bakr Muhammed b. 'A bd al-Malik



İBN B EK R İ — İBN BÎBÎ. Şantarini, Abu Tâlib ‘Abd al-Cabbâr b. Muham­ med b. ‘A li al-M a'âfiri al-Kurtubi, Abu Şâdik al-Madini, Abü ‘Abd Allah al-Râzi v.b. zikredilir. Talebelerinin en değerlisi Abü Müsâ ‘ İsa b. ‘Abd al-‘ Aziz al-Cazüli ’dir. İbn Barri şu eserleri te’lif etm iştir: I. Kitäb al-tanbîh va ’l-iia h 'amma ( ‘ala ma ) vaketa min a l-v a h m fi kitäb al-şikâh,



al-Cavharî ’nin lügatine yaptığı ilâve ve tashih­ ler. VKŞ maddesi üzerinde (alıştığı sırada vefat ettiği ve eserinin ‘A bd Allah b. Muhammed b. ‘Abd al-Rahman al-Basti tarafından ikmâl edil­ miş olduğu anlaşılıyor ( Derenbourg, Mas, ar. de TEscurial, nr. 5 8 5 ) ; 2. H avüşi 'ala ’lma'arrab al-Cavâliki ’nin yabancı asıldan arapçaya giren kelimeler lügati üzerine tenkit ve ilâveleri ihtiva eder ( ayn. esr., nr. 772, 5 ) ; 3. Kitäb ğalat a l-zu a fâ ' m/n al-fulfahâ ’ fakîhlerin vaz’ettikleri yeni kelimeleri ve yaptıkları hatâları toplayan bîr eserdir. Ch. C. Torrey tarafından Oriental, Stud, Th. N öldeke G e­ widm et (G iessen, 19 0 6 ) ’te neşredilmiştir ; 4. al-Zabb 'an al-Harirî, bu risalede, İbn alHaşşâb ’ın şiddetli tenkitlerine karşı, H ariri ’yi müdâfaa etmektedir ( 1 3 20'de İstanbul 'da neşr­ edilmiştir ). Brockelmann tarafından îbn Barri 'ye atfo. lunan kal kelimesinin muhtelif mânalarına dâir olup, Lisân 'da mezkûr bulunan 13 beyit Şa'lab ( krş. Abu Hilâl al-‘A skari, Kitäb alfin â ’atayn, İstanbul, 1320, s. 335 ) 'e âittir,



1



B i b l i y a g r a f y a : îbn Haliikân, Vafay â t . . . ( Kahire, 13 1 0 ), 1, 268 ; al-Suyüti, Husn al-muhâzara (K ahire, 1 3 2 1 ), { , 2 5 5 ; ayn. mil., Buğgat al-vu'ât (K ahire, 1 3 2 6 ), s. 2 78 ; Abu ’1-Fids’ , Târih (İstanbul, 1286), III, 7 5 ; al-Subki, T aba kât al-şS/iiya ( Kahire, 1324 ), IV» 233 v .d .; Brockelmann, G A L, I, 301 v.d.; Sappl., î, 529 v .d .; Tâc al-arüs, bk. b.rr. ( M o h . B e n C h e n e b .)



İB N B ÎB Î. [ Bk. İBN bîbî.] İBN B İB İ. ÎB N B ÎB Î N â ş Ir a l-D In H u s a y n b. Muhammed, Anadolu Selçukluları tarihi hak­ kında yazdığı eser İle şöhret kazanan XIII. asır i r a n l ı m ü v e r r i h ve e d i b i . Hayatı hak­ kında tarihî kaynaklarda her hangi bir malûmata tesadüf edilmeyen İbn Bibi, eserinin başında ( bk. al-A vâm ir al-'alaiya. A yasofya kütüp., nr. 2985, s, 10, 7 ), kendisini Husayn b. Muhammed b. ‘A li al-Ca‘farî al-Ruğadi olarak tanıtmakta ve muhtelif vesileler ile, ebeveyni hakkında bilgi vermektedir. Buna göre, anası Bibİ Mu­ naccima, N işâp ü r’ da şafi’îler reisi Kamâl alDin Si mu ani 'nin kızı ve ana tarafından da meşhûr fakîh Muhammed b. Ya^yâ [ b. bk.] 'nin torunudur, Nüeûm ilminde geniş bilgi ve ma­ hareti olan İbn B ib i, uzun müddet Sultan Calâl al-Din H vârizmşâh 'ın maiyetinde kalmış ve



hizmet etmiştir. Anadolu Selçuklu devleti er­ kânından - Kam âl al-Din Kâm yâr, elçilik ile, A hlat T*kuşatan Sultan Calâl al-Din 'in nezdine geldiği zaman ( 1 2 2 9 ) , onu tanımak fırsa­ tını elde etmiş, K o nya'ya dönünce, Sultan ‘A la’ al-Din Kaykübâd I. ’a bu mâhir müneccim­ den, sitâyişle, bahsetmiştir ( al-A vâm ir al'a la iy a , s. 442,. j —12 ). İbn Bibi 'nin babası Macd al-Din Muham­ med Tarcumân ise, ,,KSr-i Surh sâdâtından ve Curcân muteberânından“ olup ( ayn. esr., s. 443» 1(>)» Sultan Calâl al-Din zamanında, ,,Şahib divân Şams al-î^alfk va ’l-Din“ ’in ( hiç şüphesiz ‘A iâ’ al-Din Cuvayni'nin dedesi Şams al-Din Muhammed b. Muhammed b. ‘A li. Bk. Cuvayni, T ârik-i Cihân-guşâ, nşr. M. Kazvini, I, 134 ve mulçaddima-İ musahhih, s. yanında yetişmiş, iyi bir münşî olarak, şöhret kazanmıştır ( al-Avâm ir al-'alaiya, s. 10, s—10 ). Karı-koca beraberce, maiyetinde bu­ lundukları Calâl al-D in'in 12 31 ağustosun­ da, Amid ( Diyarbakır ) önünde, Moğol kuv­ vetleri tarafından perişân edilişinden sonra, Dimaşk 'a gitmişlerdir, Kamâl al-Din Kâmyâr ’ın ikazı üzerine, Bibi Munaccima ile alâkadar olan ‘ A lâ’ al-Din Kaykübâd, al-Mâlîk al-A şraf ( ölm. 635 = 1237 ) 'ten karı ve kocanın Anadolu 'ya gönderilmesini rica etmiştir. Bunun üzerine B ib i Munaccima ve Macd al-Din Muhammed Konya 'ya gelerek, Selçukluların hizmetine gir­ mişlerdir ( ayn. esr., s. 442, 14—16 ). 63ı ( 1 2 3 3 ) yılında, Sultan Calâl al-D in'e karşı müştereken savaşan al-Malik al-A şraf ile ‘A lâ’ al-Din Kaykübâd 'm araları bozulduğun­ dan ve B ib i Munaccima’nin, Selçuklu kuvvet­ leri 631 yılında Harput önünde savaşırken, Sul­ ta n ’ın yanında bulunduğuna ( bk. ayn. esr., s. 442. 17 v.d.) göre, İbn B ib i'n in ebeveyninin Anadolu’ya geçişi 12 3 1— 1233 yılları arasında olmuştur. ._ B ibi, ‘A lâ al-Din Kaykübâd tarafından bü­ yük bir itibar görmüş, kocası da „firâş-hâna-i hâşş“ müşrifliğine tâyin edilmiştir ( ayn. esr., b. 44, ( i ). İbn Bibi, anasının âkibeti hakkında başka bir şey söylememektedir. Fakat babası­ nın Giyâs at-Din Kayhusrav II. zamanında ( 634== 1236—642 =51244/45 ), tercümanlık va­ zifesine getirildiğini ve 670 ( 1 2 7 2 ) yılı şâbânında (30 /31. mart 1 2 7 2 ) ölümüne kadar, muhtelif vesilelerle bir çok hükümdarların nezdine gönderildiğini bildirmektedir ( ayn. esr:, s. 482, 485, 542 ). — Ruğadi nisbesinin bizzat kendisine âit olduğu ve buna göre, Mâzandarân 'da Ruğad 'da doğduğu k at’îyetIe ileri sürüiemiyecek olan îbn Bibi 'nin ha­ yatı da, muhtemelen ebeveyninin mukadderâtına bağlı olarak, geçmiştir. Fakat gâyet



İBN B İB İ İbn B ib i, ayrıca araya sıkıştırdığı, bâzı dip­ kuvvetli bir edebî kültür alarak yetiştiği an­ laşılan İbn Bibi, ber hangi bir vesile İle, ba- ’ lomatik vesikalar, ile de zenginleştirdiği eserini, bası gibi, mühim bir resmî vazifeye geçtiği Cimri hâdisesinden, sonra, Malik G iy iş al-Din hakkında hiç bir şey söylemiyor. Bununla be­ Mâs'üd b. ‘İzz ât-Dİn KaykSvus I I .’un 679 (1280) raber İbn Bibi eserinin, sonradan adı bilinme­ 'dâ Anadoluya geçişi ve nezdine 'gittiği- İlhanh yen bîr müellif tarafından vücûda getirilen ' hükümdarı A baka tarafından Harput, Malatya (aş. bk,} M uhtasar ’ında hem A m ir Naşir al­ ve Sivas bölgesinde hâkimiyetinin tanınması ' . . Milla va ’d-Din lekabı ile anılmakta, hem de bahsi ile bitirmektedir. İbn B ibi, 20 Zilhicce 680 ( I Nisan 1282 ) ’de Mâlik-i divan al-Tuğrâ olarak gösterilmekte­ dir ( H ist. des Seldjoucides d ’A sie Mineure ölen A b a k a ’yı (b k . B. Spuler,.£>re Mongolen d ’après l'A brégé du Seldjouknam eh d'lbn Bibi, : in Iran, Leipzig, 1939, s; 76 ) henüz hayatta nşr. Hoütsma, Letden, 902, s. 2, 195). Şimdi­ gösterdiğine, eserini kendisine suturiak üzere lik bu husûsu te’y>t edebilecek diğer bir vesi­ yazdığı ‘A lâ’ al-Din Cuvayni, A b a k a ’nin ölü­ münden az önce nekbete uğrayarak tevkif edil­ ka elde bulunmamaktadır. İşte İbn Bibi ve ailesi hakkında bildiklerimiz diğine ( bk. Mirza Muhammed Kazvini, Mukadbundan ibârettir. Yalnız meşhûr Selçuklu üme­ dim a-i ■Cihân-guşS, I, ), ayrıca C iyâş al- Din râsından Calâl al-Din K ^ ratay’m 651 tarihli Mas'ûd II. 'un; zikretmediği cülusu .ise ;z5 Rabi' bir vakfiyesinde, şâhidier meyânında müverri­ II. 680 ( 1 281 ) târihinde olduğuna " .¿öre ( bk. hin babası da bulunmakta ve imzasından büyük ' D ivâ n -i Su ltân Valad, nşr. Kilisli ,-Rifat, Andedesinin Haşan adını taşıdığı öğrenilmektedir ' karaj 19 41, s. 224), al-Avâmir al-'Alâ’ iya ’ yi ( bk. Osman Turan, Selçuk devri va k fiyeleri. 680 ’den: önce ve 679 yılı içinde bitirmiştir. III. Celâleddin K aratay va k ıfla rı ve v a k fi­ Bu husûsta diğer bir kât’î delîl, onun, yakın­ yeleri, Belleten, XII., 1948, s. 87 ). İbn B ib i’nin dan tanıdığı ve görüştüğü Şams al-Din; 'Omar . ele geçen yegâne eseri al-A vâm ir ■al- a ld iy a Kazvini-'den bahsederken, öldüğüne dâir en f i ’l-umür a l-a la iy a adını taşıyan /Anadolu ufak bir İmâda bulunmamasıdır. (:bk, s. 452, Selçukluları tarihidir. Şimdiye kadar ekseriyâ 61 7) . Hâlbuki bu zâtın son zamanlarda K on -' al-A vâm ir a l-'a la îy a f î ’l-um âr a l-a lâ n îy a ; y a ’da .meydana çıkarılan mezar kitabesinde veya al-A vâm ir al- alâniya f i ’l-umür a l-a lü ’ iyâ ölüm tarihi, 9 Zilhicce 679 ( I; nisan 1280 ) ola-, ( msl. bk.. Storey, Persian Literatüre, II/2, s. rak, görülüyor ( bk. M. Zeki Oral, K o n ya ’da 409; Duda, Z D M G , 1935, 14/89, s. 19 ) .şek­ tariki mezartaşları, l-, A n ıt D ergisi, 1949, s. linde yanlış olarak okunan bu addaki;iki ‘Alâ- 17 ). Bunlardan, İbn B ib i ’nin eserini 679 yılı i ’ iya ’den birincisi Mogulların meşhûr devlet i içinde, fakat zilhicce ayından önce bitirdiği . / ; adamı ve tarihçi ’ A lâ’ al-Din Cuvaÿni ’ye, ikin-, anlaşılmaktadır. -Anadolu Selçuklu devletinin; ;aşağı-yukarı cisi ise ’Alâ’ al-Din Kaylrübâd’a nisbeten kul­ lanılmıştır. Eserin te’lifini ’A lâ’ al-Dth Cuvay- ‘ bîr asırlık tarihihi ihtiva ettiği görülen al-Avâni 'nin emrettiği ve ‘A lâ’ al-Din KaykübSd ’a mir al-nlâ’iya 'de verilen mâlûmâtın' burada tahsis olunan sahifelerin kitabın en mühim tenkidi b ir şekilde: tahlîl edilmesine imkân kısmını teşkil ettiği göz Önüne alınırsa, bu yoktur. Fakat eser hakkında oldukça sarih bir husûstâ şüpheye yer kalmaz. Filhakika İbn Bibi, fikir edinilmesini kolaylaştırmak üzere, bâzı . ■ eserinin mukaddimesinde (b k . s. 1 1 , e ) Uzun­ noktalar üzerinde durulabiliri «. Evvelâ belirtilmesi gereken nokta İbn Bi­ uzun medhettiği 'A lâ ’ab Din 'Atâ-M alik Cuva y n i’nin kendisine, “ Rûm'„ ülkesinin fethin­ bi'nin her hangi bir yazılı kaynağa baş-vur- v den başlamak üzere, Anadolu Selçuklularının mamış olmasıdır. Filhakika, o eserini „gördüktam bir tarihini yazmasını emrettiğini anlat­ lerine ve işittiklerine„ göre yazdığım açıkça makta ( ayrısa bk. s. 742,13 ), fakat önceki bazı ifâde etmekte (s. x ı, 11—12: az dida-i muljalçlçak vekayii tahkik imkânını elde edemediğinden va! şunida-i muşadda^:; s. 742, 2a: az şunida ve „ihtilSf-i akâvil" den dolayı (bk. s. 1 1 , 9 }, va dida ), mevzûunu ilgilendiren her hangi bir ancak GiySş al-Din Kayhusrav I. devri ile ese­ yazılı kaynak adı vermemektedir. Bu husus, rine başlamayı uygun bulduğunu söylemekte­ müellifin içinde yaşamadığı devir hakkında dir! K iîıç; Arslan H .'m , oğlu G iy iş al-Din verdiği mâlûmâtın değerini azaltmaktadır. Filhakika eserin başlangıç kısmr tam mânâsı Kayhusray 'i vellahd tâyininden ve az sonra ölümünden ( 588 — 1 1 92) itibaren, Anadolu' Sel­ ile bir vekayinâme sayılamaz. Bu kısımda' sarih çuklu tarihini anlatmağa başlayan müellif; ‘A lâ’ kronolojik malûmat bulunmadığı gibi, vukûâtın, al-Din Kaykubâd i. devrine girdikten sonra, tam ve râbıtalı bir surette, anlatılmasına itinâ geniş malûmat vermekte, muasırı bulunduğu edilmemiş (m sl. Giyâs al-Din ;Kayhusrav I. bu hükümdar ve haleflerinin zamanına âit ve­ ’in 605 = 1208/1209 ’teki Ermenistan seferinden kayii, bütün tafsilâtı ile, anlatmaktadır. ■ hiç bahsedilmiyor. Krş. İbn al-'Adinr, Histoire



7*4



İBN BÎBÎ.



ua bu hükümdarın Gürcü prensesi Ta­ tarafından, Giyâş al-Din Kayhusrav III.'in mara ile evlenmesinden ( bk. Abu ’ 1-Farac, hazînesi için, İstİısah edilmiştir. Zahriye 'de bu­ Muhtasar al-duval, nşr. Şâlhâni, s, 447 ) hiç lunan „Hıdmat al-'Abd al-A şğar al-Husayn b. bahsetmemesi, ancak onun bu endişesi ile izah Muhammed at-Munşi al-Ca‘farı“ kaydı, nüsha­ nın bu hükümdara takdim edilmek üzere, biz­ olunabilir. o. Fakat şurasını da hatırlatmak gerekir kİ,zat müellif tarafından, yazdırıldığını gösteri­ İbn Bibi, ‘A lâ’ al-Din Kaykübâd'dan sonra, yor (Nüshanın tavsifi için bk. F. Tauer, Les moğul tazyiki alttnda Selçuklu ülkesinin düş­ Manuscrits persans historigues des Bibliotüğü kötü durumu, bâzı vesilelerle belirtmek­ thegues de Stamboul, A rckiv. Orientalni, 1932, ten çekinmemiş, zamanın hasretle andtğı bü­ IV, nr. 477 ). A li Emîrî, kendisinde de bîr yük hükümdarın ölümünü tâkıp eden yıllarda nüshanın bulunduğunu yazıyor (bk, Osmanh ,,memâiik-İ rûm“ da fetret devri . başladığın­ vilâyât-i şarkiyyesi, İstanbul, 1918, s. 36, nr. 2 ). dan ve „kavâ id-i ravnak-i saltanat“ ’ın bozul­ Fakat hâlen Millet kütüp.’de kayıtlı olan bu nüs­ duğundan bahsedebilmişim ( bk. s. 512 v.d.). ha, Ayasofya ’daki nüshanın muah haren yapıl­ H attâ muhtelif kimselerin ağzından devrinin mış bir kopyasıdır. Nitekim *922 ’de, yine A yaidâri ve siyâsî aksaklıklarını soyletmiştir ( msl. sofya nüshasından yapılmış bir kopye, Paris bk. s. 525, $31 ). ’te. Bibi. Nationale’de bulunmaktadır (bk. E . d. ibn Bibi, karşımıza her şeyden önce, mü­ Blochet, Catalogue des M anucrits persans, verrih olarak değil, ancak her edîp hüviyetiyle IV, 2310 ). al-A vâm ir al- ala iy a ’nin, daha mü­ çıkmaktadır. Onun ehemmiyet verdiği ve gay­ ellifi hayatta iken, te’iif edilmiş bir Muhtasar ’1 retini teksif ettiği nokta, vekayiin bütün taf­ vardır ( nşr. Houtsma, s. 2,7 'de, İbn Bibi hak­ silâtı ile izahı - değil, onların. tasannûlu bir kında söylenen „damat fuza’iluhr duası bunu üslûp ve edebî bir kisve içinde okuyucuya arz- açıkça gösteriyor. Bu M uhtasar 'da esâs me­ edilmesidir. Nitekim, bahsettiği bir çok hâdi­ tinde bulunan malûmat, büyük bir dikkat ve



İBN BİBİ. itinâ ile, hulâsa edilmiş, eserin tarihî muhtevâsı, bâzı istisnâlardan sarf-i nazar, hemen, hemen aynen nakledilmiştir; fasıl başlıkları aynen İbn B ib i 'deki gibidir. Yalnız noksan olan ve hepsi 28 'i bulan fasıllardaki malûmat, yerine göre, diğer fasıllara dağıtılmış, ‘A la ’ ah Din C u vayn i'ye âit parçalar da çıkarılmış­ tır. Bununla beraber, fazla olarak, bâzı vak’atarın tarihi ilâve edilmiştir. Bu bakımdan, eser husûsî bir kıymet taşımaktadır. Eserinin sonunda dahi İbn Bibi 'ye her han­ gi bir ilâve yapmağı düşünmemiş olan müellif, bir münâsebet ile, Şâhib Fahr al-Din ‘A l i ’den bahsederken, „hâlen memleketin hâkimidir“ dediğine göre ( nşr. Houtsma, s. 283, 16; krş. al-A vâm ir al-'ala ¡¡/a, s. 617, 4 ), hulâsasının te'lif tarihi için „terminus post quem" olarak, bu vezirin ölüm yılı olan 687 (1 288 ) yılı ( krş. A ksarâ'i, M usa maral al-akbâr, s. 1 5 0 ) ; fakat mezar kitabesinde 684 tarihi var ( bk. Cl. Huart, Epigraphie arabe d’A sie Mineure, Paris, 1895, s. 7 8 ) ; yine eserin sonunda Giyâs al-Din Mas‘ ûd II. 'un Anadoluya geçişini anlatırken: — ,,alhâlatu hâzihi sultân-İ Rum ast." — dediği göz önüne alınırsa (k i İbn B ib i'd e : s. 736, 2—4 bu İbâre yerine sâdece ,,Vali‘ahd-i saltanat va halifa-i mamlakat" deniliyor), „terminus ante quem“ olarak 25 rebiyülâhır 680 tarihi tesbit edilebiliyor. Müellife gelince, tarihçilerimiz arasında bu­ nun İbn Bibi 'nin kardeşi Naşir al-Din Yahya olduğu kabul edile-gelmiştir ( msl, bk. Fuad Köprülü, Belleten, 1943, VII, 388 v.d .; Mükrimin Haüİ Yınanç, Türkiye tariki, Selçuklu­ la r devri, İstanbul, 1944, I, 9 ). Bu hususta istinad edilen yegâne delil, eserin mukaddime­ sidir. Fakat bundan, hulâsayı yapanın Naşir al-Din Yahya olduğu neticesini çıkarmak im­ kânsızdır, Çünkü müellif mukaddimede açıkça „bâzı dostlarının“ N aşir al-Din Yahya b. Muhammed al-MaVüf bi- İbn al-Bibi 'nin yazdığı „‘adim al-n ajjr va fakid al-mişl“ bir eser olan Salçuk-nâm a 'nin „kibar-i haem“ 'inden şikâyet ettiklerini, bunun üzerine, „içillat-i bizâ'at’ ma rağmen kitabı kısaltarak, kolayca anlaşılabilir bir hâle getirdiğini söylüyor ( nşr. Houtsma, s . 2 , 3— 12 ). İbn Bibi 'nin, ebeveynine tahsis ettiği fasla tekabül eden kısımda ise, — ,,?ikr-î vâlid va vâlida-i mu’allif-i aşl-ı ân ( in ) muh­ tasar amir Naşir al-Din“ başlığını koyuyor ve „vâîida-İ o ..." — diye söze başlıyor ( s. 196 v.d.). Bu kayıtlar ile, Nâşir al-Din Yahyâ 'nin, Muhtasar 'in değil, doğrudan doğruya al-A vâm ir a l- 'a la iy a ’nin müellifi olduğu, sarîh bir surette, ifâde edilmiş oluyor. Buna nazaran, ortada her hâlde bir istinsah yan­ lışlığı vardır ve Nâşir al-Dİn iekabını alma-



sı kabil olan Husayn ( İbn Bibi ) 'in. adı elde yalnız bir nüshası bulunan Muhtasar 'in mu­ kaddimesine, bir yanlış okuma neticesinde, Yah­ ya olarak geçmiştir. Bu husûs, kaiiigrafik ba­ kımdan da mümkün görünmektedir ( Eserin Ayasofya nüshasının başında al-Husayn, Yah­ ya okunabilecek şekilde yazılmıştır ). Muhtasar 'm müellifi hakkında ise, şimdilik hiç bir şey bilmiyoruz ( yukarıda ileri sürülen mütâleayı te'yid eden diğer bir kayıt İbn Bibi 'nin, bir vesîle İle, babasından bahsederken ( bk. s. 485, ıs ) kullandığı „padar-i banda“ kelimelerinin Muhtaşar 'ın müellifi tarafından hazfedilmesi ve sâdece Macd al-Din 'in bırakıl­ masıdır ( bk. nşr. Houtsma, s. 221, #). Eğer, şimdiye kadar zannolunduğu gibi, her iki mü­ ellif arasında kardeşlik ilgisi bulunsaydı „pa­ dar-i handa“ ibâresi Muhtasar 'dan çıkarılmazdı. Muhtasar 'm yegâne nüshası Paris 'te, Bibi. Nationale 'de, bulunmaktadır ( bk. E. Blochet, Catalogue des Manuscrits persans, 1905, 1, 439; Storey, Persian Literatüre, 1936, Il/a, s. 409 v.d.). Bu yazmayı ilk defa tanıtan Ch. Schefer, Giyâş al-Din Kayhusrav I. ve Rukn al-Din Sulaymân-şâh II. zamanına âit kısımla­ rını fransızca tercümesi ile neşretmiştir: Quel­ ques chapitres de l ’abrégé du Seldjouk Nameh composé par l ’ém ir N assir Ed-din Yahia. R e­ cueil de Textes et Traductions puplié o l ’occa­ sion du V ille Congrès International des Orien­ talistes tenu à Stockholm en 1889 ( Publications de l’Ecole des Langues Orientales Vivan­ tes, Paris, 1889, III. série, V — VI, 3— 102 ). Houtsma ise metnin tamamını, Recueil de Textes rela tif à l’histoire des Seldjoacides 'in IV. cildi olarak, istifâdeye arzetmiştir i H istoire des Seldjou cides d ’A sie Mineure d ’après l’ab­ régé du Seldjouknam eh dTbn-Bïbt. Texte p er­ san puplié d ’après le Ms, de Paris. ( Leide, 1902). Eserin türkçe tercümelerinden M.Nuri GencOsman'tnki de yayınlanmış bulunuyor: A na­ dolu Selçukî devleti tarihi. İbn B i b i ’nin fo rs ­ ça muhtasar Selçuknâmesinden (Ankara, 19 41). İbn Bibi 'nin eseri, baş tarafına bazı muhta­ sar mâlûmat ilâve edilmek suretiyle, ikinci bir defa, yine adı bilinmeyen bir müellif tarafın­ dan, ihtisar edilmiştir. Bu eserin,-sonunda ek­ sik olarak, ele geçen yegâne nüshası Gotha 'da bulunmaktadır ( bk. W.Pertseh, D ie persischen Handschriften der Herzoglichen B ibliothek zu Gotha, Wien, 1859, nr. 3 1,8 . 54; Storey, Persian Literatüre II/2, s. 409; krş. Mükrimin Halil Yınanç, Türkiye tarîki, I, 9 v.d). ~ al-A vâm ir a l-'a la iy a 'nin Murat! II. zamanın­ da yapılan türkçe tercümesi, Yaztcı-zâde A li 'nin Tarih-i  l-i Selçuk veya Oğuz-nâme (bk . P. Wü t ek, D er İslam, 1932, XX, 2 0 2 ), hattâ



İBN BÎBÎ. M oğul nâme ( bk. Topkapı Sarayı, Revan koşkii kütüp., nr. 1391, l a ) di ye anılan eserinin 3. kısmını teşkil etmektedir. Bu eserin I. kıs­ mı (aynı nüsha, ıh— 19b), türk ve moğul ka­ vimler! ile Oğuz boyları hakkında tarihî ve et­ nolojik mâiûmât ihtiva etmektedir, Yazıcı-zâde 'nin, bu kısmı yazarken, diğer bâzı kaynaklarla beraber „U ygur hattı ile yazılmış Oğaz-nâme ’ den“ faydalandığı ileri sürülmüş ise de ( bk. F. Köprülü, Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar, İstanbul, 1919, s. 279, not I ) doğru değil gibi görü­ nüyor. Çünkü, Yaztcı-zâde, Cam i'-al tavârih 'in mukaddimesini satır-satır tercüme etmiş ( krş. M acm ua-i H 'öfiz A bra, Topkapı Sarayı, Bağdad Köşkü kütüp., nr. 282, var. 318b v.d.), sâde­ ce Dede Korkut ile ( bk. P. Wittek, The rise a f the Ottoman Empire, London, 1938, s. 1 0 ; O. Şâik Gökyay, D ede Korkut, İstanbul, 1938,8. XL) ve Ak-koyunlu beyi Kara-Osman ile ( Osman Gâzî ile d eğ il; bk. W.BartfaoId, Turkestan down to the M ongol invasion, London, 1928, s, 461 ; A . Zeki Velidi Togan, Umûmî Türk tarihine giriş, I, 101 ) ilgili bir kaç cümle ekle­ miştir. 2 .kısım (Revan Köşkü kütüp., nr. 1392, var. l6h—8 I s ), İran ve Irak Selçuktarı tarihi­ dir ve R âvan d i’nîn Rahat al-şudür 'undan ter­ cüme edilmiştir. 3. kısım ise (R evan Köşkü, kütüp., nr. 1390, 26**—2Ö2“ ), ,,ğikr-i padişâhi-i Sultân Salaymân-şSh dar Rum“ faslı ile baş­ lamakta, bu fasılda Anadolu Selçuklu devleti­ nin kuruluşu hakkında kısa mâiûmât verildik­ ten sonra, al-Avâm ir al-'alaiga ’nin, başlıkları aynen muhafaza edilmek üzere, tercümesi gel­ mektedir. Bu tercüme, mümkün olduğu kadar, asla sadâkatle yapılmış, yalnız bazı arapça manzumeler ve zor ibareler atlanmıştır. 'A la al-Din Cuvayni 'nin medhine tahsis edilen par­ çalara Sultan Murad II. ’in ismi konulmuş, yal­ nız îbn Bibi 'nin ebeveyninin hayatına tahsis ettiği fasıl tamamen çıkarılmıştır. Mütercimin, İbn Bibi 'nin ve eserinin adını hiç zikretme­ mesi şayan-i dikkattir; yalnız bîr yerde (bk. nşr. Houtsma s. IX ) „M u'allif-i aşl. i kitâb ba­ bası“ diye Macd al-Din Muhammed ’den bahs­ ediyor. Yazıcı-zâde, al'Avâm îr al-'alâ'iga metnine bazı ilâveler de yapmıştır. Ezcümle büyük emirlerin, muhtelif Oğuz boylarına mensubiye­ tini bildirmiş, muhtelif vesilelerle Selçuklu devletinde Oğuz töresinin tatbik edilişine âît bâzı mâlûmat vermiştir. Bunların kendisi tara­ fından uydurulduğu zannedilmektedir. 4. kısım (Topkapı sarayı müzesi, Revan köşkü kütüp., nr. 1390, vr. 262» — 280»), yine Raşid al-Din ’den tercüme edilmiştir (krş. H istorg o f Ghazan Khan. Persian text, nşr. Karl jahn, GMNS, London, 1940, XIV, 76 v.d.). Yalnız araya ‘Alâ



al-Din Kayljübâd b. Farâmurz ve Osman Gâzî hakkında bir fasıl eklenmiştir ( 2 6 7 « - ! » ) . 5, Kısım ( 280® — 2 86» ) Gazan Hân'ın ölü­ münden sonra ,,Memleket-i Rûm’un ahvali“ ’ne âit mühim bir fasıl (b k . Paul Wittek, Men­ teşe beğliği. X III,— X V . asırda Garbî Küçük A sya tarihine âit tetkik, trc. O. Ş. Gökyay, A n­



kara, >944, s. 32 v.d .) ile Muzafferi, Gaznevî ve Osmanlı hanedanlarının menşe’ini ilgilen­ diren üç hikâyeyi ihtiva etmekte, Murad II. ’a hitaben yazılan bir manzume ile eser sona ermektedir ( Bu manzûme yalnız Topkapı sarayı müzesi, Revan köşkü kütüp., nr. 1390 ’daki nüshada bulunuyor ; var. 286 “ — 287 *>). . Gerek Türkiye ve gerekse Avrupa kütüpha­ nelerinde Yazıcı-zâde'nin eserinin muhtelif nüshaları vardır. Fakat bunların hepsi az çok noksandır ve ancak birbirleriyle mukaye­ sesi sayesinde eserin tamâmı hakkında bir fikir edinilebilmektedir. E sâs itibârı ile bu nüshalar üç gruba ayrılm aktadır; 1. E s e r i n t a m a m ı ­ nı i H t i v â e d e n n ü s h a l a r : Topkapı Sarayı, Revan köşkü kütüp., nr. 1390 ( fakat Irak S el­ çukluları kısmı noksan ), 139 1 ( Anadolu Selçuk­ lularına âit kısmın baş tarafı noksan ; aynca en sondaki manzûme yok ) ; Paris, Bibi. Na­ tionale, Suppl. turc., 737 (görünüşe göre, R e­ van köşkü kütüp., nr. 139 1 'deki nüshanın eşi, bk. E. Blochet, Catalogue des Manuscrits turcs, Paris, 1933, II, 47 v.d.). 2. B a ş t a n i t i b â r e n ,,Zik-ri ikamat-i Sultan ba-mavzi’-i Kaykübadi ya“ f a s l ı n a k a d a r (b k . Recueil de Textes relatifs à l’histoire des Seldjoucides,



III, 326) g e l e n n ü s h a l a r : Leiden, War­ ner koll., 419 (C atalogue codicum orientalium Bibliothecae Academ iae Lugduno-Batavae,



III, 24, nr. 942 ) ; Topkapı sarayı müzesi, Revan köşkü kütüp., 13 9 2 ; Ankara Dil ve Tarih Coğ­ rafya Fakültesi kütüp., İsmâil Sâıb koli., 1, 1727 ; İstanbul Üniversite kütüp., nr. I I 14 ; Paris, Bibi. Nationale, Suppl. turc, nr. 118 5 . 3. „ Zikr-i vurüd-i rasülân-i Sultân Calâl al-D în“ faslına kadar ( bk. Recueil, IV, 407 ) y a l n ı z A n a d o l u S e l ç u k l u l a r ı t a r i h i n i i h t i v â e de n n ü s­ h a l a r : Revan Köşkü kütüp., nr. 1 393! Paris, Bibi. Nationale, ancien fond Ğ2 ( Blochet, Cata­ logue, 19 3 2 , 1, 24 v.d. ). A yrıca Moskova 'da Dev­ let Umûmî Tarih kütüp. (b k . VI. Gordlevskiy, Gosudarstvo Selcukidov M alay A zii, Moskova, 19 41, s. 9 ) ve Leningrad’da A sy a Müzesinde (nr. 560, bk. W. Barthold, Turkestan, s. 29), Berlin ’de, Staatsbiblîothek ’te ( bk. P. Wittek, D er İslam, 1932, X X , 202, not 4 : tamam bîr nüsha 1 ) üç nüsha bulunmaktadır. Bun­ ların durumu hakkında kat’î mâlûmat elde edilemediğinden yukarıdaki tasnif içine sokulamadt.



İBN BİBİ. Yazıcı-zâde ’nin eserinden bâzı parçalar, ilk defa V. D. Smirnov tarafından yayınlanmış ( bk. O braztsovıya proızvedeniya osmaniskog literaiat i, Petersburg, 1903, s. 2— 16 ) ; Houtsma ise Paris ve Leiden nüshalarından faydalana­ rak, Anadolu Selçuklularına ait kısmını, Zikr-i vurüd-i Rasülân-i S. Calâl al-Din bahsine kadar, neşretmıştir j H istoire des Seldjoucides d'A sie Mineure d'après Ibn-Bibi. Texte turc publié d ’après les Mss de Leide et de P a ris, Leiden, 1902 ( Recueil de textes relatifs à l’histoire de Seldjoucides par ML Th. Houts­ ma, 111 ). Necib Âsim da, Revan kÖşkii nüs­ halarını ele alarak, eserin tamâmını neşre teşebbüs etmiş ise de, yarıda kalmıştır ( bfe. M. Hartmann, D er Islam, VIII, 32 2). Yazıcı-zâde ve eser! hakkında ayrıca bk. Vladimir Gord­ levskiy, Kommentariev k satro osmanskomu perevodu khroniki M aloaziyskikh Selcukidov, tak nazivayemog khroniki Ibn B ib i = Ibn B ib i vekayinâmesi denilen Küçük A sg a Selçukluları vekaginâm esinin eski Osmanlıcaya tercümesi üzerine açıklam alar ( Drevnosti Vostoçniya, 1 912; IV/ı ) ; krş, D er Islam , J9 13 , IV, 135, nr. 19 ; M. Iqbäl, The Râhata’s-şudür bg ar-Râtoandi, G M N S, London, 19 2 1, II, IX, X X X V i ; F. Babinger, D ie Geschictssckreiber der Osmanen und ihre Werke, Leipzig, 1927, s. 8—9 ; W, Barthold, Turkestan, s. 29 v.d, ; Mar­ quant, Osttürkische D ialektstudien, s. S3, not 4: P, Wittek, D er Islam, 1932, XX, s. 202; Abdülkadir İnan, Orun ve ülüş m eselesi ( Türk Hukuk ve İktisad tarihi mecmuası, 19 31, I, 13 1 v.d.; Joseph Schacht, A us den Biblio­ theken von Konstantinopel und K airo } Abh. d. Preuss. A k. d. Wiss., Ja h r. 1928, phil.- hist. K l., nr. 8 , s . 62 ( Revan Köşkü nüshalarının tavsifi); Storey, Persian Literature, 11/2, s. 409. Miikrimin Halil Ymanç, Yazıcı-zâde nin ese­ rinin sonuna bazı malûmat eklenmek sure­ tiyle, Medhi Çelebi (Babinger, GO W , s. 261) tarafından ihtisar edildiğini yazıyor ( Türkiye tarihi, I, s. İ l ). P a ris ’te Bibi. Nationale’ de bulunan ( türkçe yazmalar, nr. 1 1 82; Blochet, Catalogue, H, s. 190 ) Muntahab-i taväiih -i Salâçika her hâlde bunun bir nüshası olmalıdır. Sayyid Lolcmân b. Husayn al-'Aşüri de (bk. GOW, s. 164 v.d .), Oğuz-nâme diye şöhret bulan eserinde, Yazıcı- zâde ’yi hulâsa etmiştir. Bu eserin yegâne nüshası Viyana ’dadtr ( bk. G . Flügel, Die arab., pers , und türk Handsch­ riften der kaiserlich-königl. H ofbibl. zu Wien, 1865, II, 2 2 5 ) ; eser W. Lagus tarafından neşr ve lâtinceye terceme edilmiştir: S eid Locmani ex hbro Turcico qui Oghusname inseribilur excerpta primus edidit, latine versit exp­ li cavit Ja c . Jo h. Wlh, Lagus ( Helsingforsiae,



717



1 854; ayrıca bk. Georgi D. Balascev, Les relations entre l'em preur M ichel V III■ Palèologue et l'E ta t des Ogouz nouvellement érigé avec son concours s u rla côte ouest du Pont Euxin, I I I e Congrès international des études byzantines, Athènes, 1930, Comptes-rendus, Athènes, 1932, s. 175 v.d.) İbn Bibi 'nin hayatı hakkında ilk defa, eserinin muhtasarından faydalanmak suretiyle, Ch. Schefer malûmat vermiş ( bk. Quelques chapitres de l ’abrégé d a Seldjou k Nameh composé p a r l ’ém ir N assir Ed-din Yahia. R e ­ cueil de Textes et Traductions publié p a r les professeurs de l'Ecole des Langues orientale vivantes d l ’occasion du VIIIe Congrès Inter­ national des Orientalistes tenus d Stockholm en 1889, Paris, 1889, s. 3 v.d.); Th. Houtsma ise, M uhtaşar 'ın neşri başına eklediği mukad­ dimede ( bk. Recueil des textes relatifs à l'H istoire des Seldjoucides, Leiden, 1902, IV, 5— 1 6) , bu malûmatı tashih ve tafsil ede­ rek, tekrarlamıştır. Ayasofyadaki mufassal nüshanın ilim alemince tanınmasından son­ ra da, bu mevzua W. Duda ( Z u r Geschi­ chtsforschung über die Rum -Seldschuken. B e­ richt über die m itgliederversamm lung der D M G am 3. Ja n u a r 1936 in H alle, ZD M G, 14/89, 1935, s. 19—20 ), C. A . Storey Persian Literatüre, London, 1936, II/2, 408—4 10 ) ve VI. Gordlevskiy ( Gosudarstvo Selcukidov ma­ loy A zii, Moskova, 19 4 1, A kadem iya Nauk S S S R . Trudi Institut a Voslokovedpniya, X X X IX , 7—9 ) temas etmiştir. Halîl Edhem ( T OEM, II, 701, not 2 ) , Necib ÂsımMebmed A rif ( Osmanlı tarihi, s. 532, not 2 ), Paul Wittek ( Von der byzantinisehen zur tür­ kisehen Toponymie, Byzantion, 1935, X, 13 , not 1 ; D eux chapitres de l'histoire des Turcs de Roum, Byzantion XI, 1936, s. 285—6 ), Fuad Köprülü ( Anadolu Selçu k lu la rı tarihinin y erli kaynakları /., Belleten, 1943, VII, 388 v.d.), Mükrimin Halil Yınanç ( Türkiye tarihi, S e l­ çuklular d evri, İstanbul, 1944, I, 9 v.d. ) tarafın­ dan İbn Bibi ve eseri hakkında verilen malûmat ehemmiyetli değildir. İbn Bibi ’nin eserinde bulunan mâlûmat, ek­ seriya Muîjtaşar ’ından veya yazıcı-zâde ter­ cümesinden faydalanılmak suretiyle, müstakil araştırmalara mevzu teşkil etmiştir. Bunlardan ehemmiyetli olanlarını kaydediyoruz (P. M. Melioranskiy, Selçuknûme, kak istoçnik dlya istorii Vizantii v X I I i X I I v v . — X II. ve X III. asır Bizans tariki kaynağı olarak Selçaknâm e), V izaniiyskiy Vremennik, 1894, I, s. 6 13—640; A . Yakubovskİy, Rasskaz İbn a l-B ibi o pohode m aloaziyskih Turok na Sudak, Polovtsev i Russkih v naçale X I II v. — Ibn B ib i 'nin, kü­



7IÄ



İBN BÎBÎ -



çük A sya Türklerinin X III. asırda Kıpçaklar, Raslar ve Sudak üzerine seferleri hakkmdaki hikâyesi ( Vizantiyskiy Vremennik, 1927 , X X V , 53—76 ) ; Paul Wittek, La descendance chrétienne de lä dynastie Seldjouk en Macé­ d oin e^ Echos d'Orient, 1934, XXXIII, 409—



412, îbn B ib i’nin 'îzz al-Din Kaykâvus II. 'un oğullarının sergüzeşti hakkında yazdıkla­ rına Yazıcı-zâde 'nin eklediği malûmata dâir al-Avâmir al-’ala iya 'nin türkçeye tercüme­ sine, merhum Haşan Fehmi Turgal tarafın­ dan, başlanmış ise de yarıda kalm ıştır ( bk. Konya H alkevi D ergisi, nr. 8, nisan 1937, s. 465 v.d.) Bibliyografya-. rilmiştir.



_



Metin içinde ve­ ( A d n a n S â d ik E r z î.)



İBN B U T L A N [ Bk. ibn bu tla n .] İBN B U T L Â N . İBN BU TLAN , J o a n n e s veya A



bu



’ l -H a s a n



a l -M u h t a r b .



Ha şan ,



bağ-



d a d l ı h 1 r i s t i y a n b i r t a b î b d i r . 440 ( 1049 ) senesinde Bagdad 'dan çıkmış ve alRahba ve al-Ruşâfa'den geçerek H aleb’e, ora­ dan Antakiya ve Lazktye ’ye, nihayet Mısır ’da Fustöt ’a gitmiştir. Burada meslekdaşı ‘AH b. Rizvân ’a tesadüf etti. Bu şahsî tanışma şid­ detli bir kalem münâkaşasını intâc etti ve müteaddit reddiyelerin yazılmasına sebep oldu. İbn Butlan tarafından gönderilmiş olan mek­ tuptan alınmış parçalar İbn al-K ifti 'nin Tarih al-hukama ( nşr. Lippert, s. 298 v.dd.) adiı ese­ rinde mevcuttur. Nihayet ikisi arasındaki mü­ nâsebet o derece gerginleşti ki, İbn Butlan Mısır 'dan ayrılarak, 446 ( 1054 ) 'da vebâ salgınının hüküm sürmekte olduğu İstanbul’a gitti. Bun­ dan anlaşılıyor ki, İbn B utlan’ın 444 ( to jz ) ’te Antakiya'da vefatı hakkında İbn al-K ifti ta­ rafından ( göst. yer.) verilmiş olan malûmat yanlıştır; bununla beraber, İbn A bı Uşaybi'a da onun A n takiya'ya avdet ettiğini beyân eder. İbn Butlan 455 ( 1063 ) ’te hâlâ sağ İdİ. Başlıca eseri Takvim al-şihh a’â u ; lâtince tercümesi Tacuini sanitatis Elluchasem Elimithar medici de Baldath ( ! )adı iie, 1 531 ’de, S trassb u rg’da,



neşredilmiştir. Ertesi sene aynı şehirde M. Herum ’un Schacktafeln der Gesundheit adlı almanca tercümesi intişar eylemiştir. Leclerc ile Brockelmann [ bk. B İ B L İ Y O G R A F Y A ] daha başka eserlerini de sayarlar. Brockelmann'da zikredilen Da'vat al-atibba ‘ ala mazhab Kalila va Dimna 1901 ’de, Dr. Başşâra Zaîzal tara­ fından, İskenderiye ’de, neşredilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . İbn A b i Uşaybi'a ( nşr. Mülier ), I, 241 v.dd. ; İbn al-K iftî ( nşr. Lippert ), s. 294 v.dd. ; Leclerc, H istoire de la médicine arabe, 1, 489 v dd. ; Brockelmann, G A L, I, 483 ; Suppl., I, 885 ; H. Derenbourg, Vie d'Ousâma Ibn Mounkidh, s. 15, 488 v.dd.



İBN CEH ÎR. İBN C A H ÎR . [ Bk. İbn c e h îr .] İBN C A M A 'A .JB k . İb n c e m Â-a .] İBN a l- C A R R Ä H . [B k . Ib n ü l c e r r â h .] İBN a l- C A V Z İ. _[ Bk. Ib n ü l c e v z İ.] IBN a l- C A Z A R Î . [ Bk. î b n ö l c e z e r !.] İB N C A Z L A . [ Bk. Ib n c e z l e .] İBN C E H İR . İBN C A H ÎR , d ö r t v e z i r i n İsmidir, b.



i. F ahr Mu h am m ed



a l -D a v l a b.



A bu N a ş r M uh am m ed C a h î r , 398 (1007/100 8) se­



nesinde Musul ’da doğmuştur. Evvelâ 386 ( 996 ) ’dan beri bu şehirde hükümrân oiau Bani ‘UkayI ’in hizmetinde bulundu. Fakat bunlar­ dan Kurayş b. Badrân kendisini hapsettirmek isteyince,Haleb ’e kaçtı ve orada, Mirdâsi ’¡erden Mu'izz al-Davla b. Sälih tarafından, vezîr nasbedildi. Haleb ’den de ayrıldıktan sonra, Diyarbekir meliki Naşr al-Davla Ahmed b. Marvân 'a vezîr oldu. Bu melikin vefatında oğlu ve ha­ lefi olan Nizâm al-Din tarafından, vazifesinde ipkâ edildi ise de, kendisi kalmak istemediği için, B agdad 'a gitti. Ertesi sene halife al-Kâ’im onu vezîr nasbetti. 460 { 1067/1068 ) sene­ sinde azledildi; lâkin 46t saferinde (kânun I. 1068 ) mevkiine iâde edildi. Halife 467 { 1075 ) yılında vefat etti ve halefi al-Muktadi Fahr al-D avla'yi vazifesinde ipkâ eyledi ise de 471 (1078/1079 ) senesinde azledildi. Selçuklu sul­ tanı Malikşâh ’ın emri ile, Fahr al-Davla 476 (108 3/108 4 ) tarihinde, D iyarbekir’i Marvâııi 'lerden almak üzere, bu şehir üzerine yürüdü. O sırada Diyarbekir ’de hükümran olan Manşür b. Naşr ‘Ukayli ’lerden Muslim b. Kurayş ile it­ tifak e tt i; fakat Muslim Amid ’e kaçmağa mec­ bur oldu ve Manşür iie birlikte, orada Fahr alDavla tarafından muhSsara edildi. Muslim kaça­ rak, kurtuldu ise de, Musul bu aralık Fa^r alDavla'nin oğlu ‘Amid al-Davla tarafından zapt* edildiğinden, Müslim sulh istedi ve bir müddet sonra, Musul valiliğine tâyin olundu. Fahr alDavla ’nin diğer oğlu Za'im al-Ru’asâ’ 'nin  m id’i zapteylemCsinden sonra, bizzat Fahr ai-Davla dahi M eyyâfârıkîn’i işgâl etti ve Diyarbekir va­ liliğine tâyin olundu, Umûmî kanâate göre, bu hâdise 478 ( 1085 ) 'de vukû bulmuş idi. Bir müd­ det sonra azledilen Fahr al-Davla 482 ( 1089/ 10 9 0 )'de, Malikşâh tarafından, M usul’a gön­ derildi ve Fahr al-Davla şehri zaptetti. İbn Cahir 483 ( 1090 ) ’te Musul 'da vefat etmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . İbn Hallikân (nşr. W üstenfeld), nr. 7 11 ( t r c . de Slane, III, 280 v.dd.); İbn al-Tıklakâ, al- Fahri ( nşr. Deren­ bourg ), s. 394 v.dd.; İbn al-A şir ( nşr. Tornberg),X, i 1—1 21 ve tür. yer.; İbn Haldun, 'Ihar, IV, 320 v.d.; Weil, Gesch. der Chalifen, III, 128—132 1 Amedroz, The M arwänid Dynasty at M ayyäfäriqin ( JR A S, 1903, 5 . 1 3 6 v.dd.).



İBN CEHÎR — İBN CEM Â’A . 2. 'A



m id a l -D a v l a



A bü M a n şü r Mu h am m ed



C a h îr , y u k a n d a b a h s î g e ç e n z â t ı n o ğ l u o l u p , 4 35 ( 10 4 3/10 4 4 ) 'te doğmuştur. 462 ( 1069/10 70 ) ’de, vezîr Ni­ b.



F ahr



a l -D a v l a b .



zâm al-M uik’ün kızlarından bîri ile evlenmesi dolayısı ile, Selçuklu hükümdarları ile yakın­ dan münâsebet te’sis etti- Zevcesinin 470 ( 10 77/ 10 78 ) senesinde vefatı üzerine, onun yeğeni ile evlendi ve safer 4 72 (ağustos 1079 ) 'de, Nizâm al-Mulk’ün ricası üzerine, halife al-Muktadi tarafından, vezîr nasbedildi. 476 { 1083/ 1084 ) ’da azil ve zilhicce 484 ( kânun II./şubat 1 0 9 2 ) ’ te tekrar halifenin vezirliğine tâyin edildi ve bu makamda 9 sene kaldı. 493 rama­ zanında (temmuz/ağustos i 1 0 0 ) , Barkiyâruk 'un tahrikatı neticesinde, azledildi. Barkiyâruk babasının ve kendisinin Malikşâh zamanında idâre etmiş oldukları Diyarbekir ile .Musul vilâ­ yetleri vâridatının vezîr tarafından çalındığını iddia eylemiş ve 'Am id al-D avla'yi, kardeşleri ile birlikte, tevkif ettirmiştir. 'Am id al-Davla mühim mıkdarda bir para ödemek sureti ile, cezasını çekmiş ve 16 şevval 493 ( 24 ağustos 1 1 0 0 ) ’te hapishanede vefat etmiştir. B i b l i y o g r a f y a : İbn al-Tiktakâ, alFahri ( nş. Derenbourg), s. 399 v.d .; ibn al-A şir (nşr. Tornberg), X , 41 — 203 ve tür. yer. ( bk.nr. 1 ) ; 3. Z a'îm a l - R u ’a s â ’ K a v â m a l-D în A b u >lKâsIm 'A l î b. F a h r a l - D a v l a b. C a h î r , y u k a ­ r ı d a z i k r e d i l e n z â t ı n k a r d e ş i d i r . Za'im al-Ru’asâ’ 478 ( 1085 ) senesinde Amid ’i zaptetti ( bk. nr. X ) ve babası Meyyâfârıkîn ’i eline ge­ çirince, onu, Marvâni 'lerden almış oldukları ga­ nimetler ile birlikte, Isfahan 'a sultan Malikşâh 'in nezdine gönderdi. Halife şâbân 496 ( mayıs /haziran 1 1 03 ) 'da vezîr nasbettiği Mustazhir Za'İm al-Ru’asâ” yı 500 senesi saferinde (teşrin i. ı ı o 6 ) azleyledi. Bunun üzerine Za'im al-Ru’asa’ H iila ’ ye Mazyadi’lerden S ayf al-Davla S a ­ daka'nin yanına gitti; fakat 503 ( 1 1 0 9 / 1 1 1 0 ) ’te halife kendisini tekrar vezirliğe getirdi. B i b l i y o g r a f y a ı İbn al-Tiktakâ, al-Fah­ ri ( nşr. Derenbourg ), s. 404 ; İbn al-A şir ( nşr. Tornberg ), X, 93 v.d-, 223,251 ,262,2 7 5,305,335. 4. NizÂM a l -D în A bü N a ş r a l -M u ? a f f a r



719



İBN C E M Â 'A . İBN C A M Â 'A ( 1 2 4 1 - 1 3 3 3 ) , aslen hamalı bir a r a p â l i m â i l e s i n i n i s m i d i r . Ailenin ferdleri ekseriya sâdece bu isim ile yâdedildiğinden. sık-sık iltibaslar vu­ kua gelmektedir. İbn Camâ'a ailesine mensup âlimlerden bazılarını aşağıda zikrediyoruz: 1. B a d r a l-D în A b ü 'A b d A l l a h M uham ­ med B. İBRAHİM AL-KİNÂNÎ A l-H aM A V Î, f ı k ı h â l i m i olup, 6 39 ( l 2 4 i ) ’da doğmuş ve 733 ( !3 3 3 ) *te vefat etmiştir. Şam ’da tahsil gö r­ müş ve sonra orada müderris olmuştur. 687 ( 1 2 8 8 ) ’ de Kudüs kadısı, 690 ( 1 2 9 1 ) ’ela K ah i­ re baş-kadısı ve 693 { 1 2 9 4 ) ’te Şam baş-kadtsı oldu. 702 ( 130 2 ) 'de tekrar Kahire başkadılığm a tâyin edildi ve kısa bir fasıla ile, 72 7 ( 1 3 2 7 ) senesine kadar, orada kaldı. R es­ mî vazifeleri muhtelif medreselerde ders ver­ mesine ve kitap yazmasına mâni olmadı. V ü cû ­ da getirmiş olduğa eserlerin en mühimi idâre hukukuna dâir olan Tahrir al-alfkclm f i tadb îr ahi al-islam adlı kitabıdır ( bu eser hak­ kında bk. Kremer, Culturgeschickte des Ori­



ents, I, 403 v.dd.). K a ş f al-zunûn ( nşr. Flü ­ gel, II, 2 1 0 ) 'd a yanlış işâret edilmesinden do­ layı, Brockelmann ( G A L , II, 94 ) bu eseri aşa­ ğıda nr. 4 ’te bahsedilen İbn Cam â'a ’ya atfet­ miş ise de, G Â L , II, 75 'te doğru kaydetmiştir ( yalnız A b lw ard t, Verzeichn., nr. 5 6 1 3 ’e göre, kaydettiği kitap unvanı bir az fa rk lıd ır). İbn Cam â'a ’ nin diğer te’lifİeri için bk. Brockel­ mann, G A L , göst. yer. 2. A bü 'O m a r 'A bd a l - 'A ziz, 'İzz a l -D în ,



y u k a r ı d a z i k r e d i l e n z â t ı n o ğ l u ol­ duğu muhakkaktır. 694 ( 1294 ) ’te Şam ’da doğ­ muş ve sonraları Mısır ve Suriye baş-kadısı nasbedilmiştir. Fakat Şam ’daki nâibi 765 ( 1364 ) ’te vefat edince, baş-kadılıktan istîfâ etmiş ve K a­ h ire’de müderris olmuştur. 767 ( 1366) yılında, haccetmek üzere, Mekke’ye giderken, vefat etti. Eserleri hakkında bk. Brockelmann, G AL, II, 72; Suppl., II, 78 ve oradaki kaynaklar. 3. İb r â h I m b . ' A b d a l -R a h îm , B u r h a n a l D în , n r. i ’d e b a h s e d i l e n z â t ı n t o r u ­ n u d u r . 72 5 ( 13 2 5 ) 'te K a h ire ’de doğmuştur.



Kahire ve Şam 'da tahsil etmiş ve Kudüs 'te hatîp olmuştur. 7 7 3 ( 1 3 7 1 ) ’te Mısır baş-kadısı ve Şalâhiya müderrisi olmuş, fakat ertesi sene Ku­ b . A l î b . M u h a m m e d b . C a h î r a l -B a ğ d a d î ( yahut A b ü N a ş r M u h a m m e d b . M u h a m m e d düs 'e aydet etmiştir. 781 ( 1 3 7 9 ) 'de, -ikinci B. CAHÎR ). İlk önce ustâd-dâr ( Ustâd a l-d ö r= defa Mısır baş-kadısı, son olarak da, 785 ( 13 8 3 ) kâhya) oldu. Fakat veaîr Sadid al-Davla İbn 'te Şam kadısı oldu ve 790 ( 1388 ) 'da orada al-A n b âri’nin 535 ( 114 0 /114 1 ) ’te vefatı üze­ vefat etti (bk. G AL, II, 1 1 2 ; Suppl., II, 1 3 8 ) . rine, halife al-Muktafı kendisini vezîr nasbetti. 4. A b ü 'A b d A l l a h Muhammed b. A b ! B i b l i y o g r a f y a ' . İbn al-Tiktakâ, al-Fah- BAKR, nr. 2 ’deki zâtın torunudur. 759 ’da doğ­ ri ( nşr. Derenbourg), s. 418 v.d. ; İbn al-A şir du. K ah ire'd e tabîb ve felsefe müderrisi de ol­ ( nşr. Tornberg ), XI, 52; Houtsma, Recueil muş idi. 8 19 ( 1 4 1 6 ) senesinde vebâdan öldü de textes relatifs à l’histoire des Seldjouci­ ( Bk. G A L , II, 94 ). Bad' al-Am ali adil man­ des, II, 194. (K . V . Z e t t e r s t é e n .) zumeyi şerhetmiştir ( bk. G A L , I, 429 ).



720



İBN C E ZLE -



İBN C E Z L E . İBN C A Z L A , A bü ‘A l I Y a h ­ y a B. İSÂ ( ? — ıroo ), bagdadh b i r a r a p t a b î b i olup, garp âleminde Ben Gesla adı ile tanınmış! ir. A slen hıristiyan id i; fakat mûtezili olan hocasının te’siri altında, IX cemâziyelâhır 466 ( = 1 1 şubat 1074) ’da müslüman oldu. Yazısının güzelliği sayesinde, Bagdad ’daki Ha­ nefî kadısının nezdiade bir kâtiplik vazifesi buldu. ai-Muktadi 'nin sarayında tabîp olan Sa'id b. Hibat Allah ’tan tabâbet tahsil etti. Bagdad ’in Karh semtinde İkamet eder ve bu semt halkı ile dostlarını yalnız bedava tedâvî etmekle iktifa etmez, hastalara icâp eden ilâçları da verirdi. 493 senesi şabanında ( ha­ ziran 1 1 00) vefat etti. En meşhur eseri Tak­ vim al-abdan f i tadbîr al-irtsân 'dır. Bu eserde hastalıklar, hey'et cedvellerinde yıldızların top­ lu olarak gösterdiği şekilde, gurup-gurup ccd veli erde toplanmıştır. Lâtince tercümesi 15 3 2 'de Strassburg 'da tab'edilmiştir. Bundan maada, halife al-Muktadi için, tıbbî nebatlar ile ilâçların isimlerini, alfabe sırası ile ve Mınhac al-bayân fim S yasta'miluhu ’l-insân adı altında, toplamıştır. A yrıca hıristiyanlığa kar­ şı bir reddiye ve bir kaç manzume de yazmıştır. B i b l i y o g r a f y a ' . Ibn A bı Uşaybi'a (nşr. M üller), I, 2 5 5 ; İbn al-K ifti, Tarifi al-kukama’ (nşr. Lip pert), s. 36 3; İbn Hallikân ( nşr. Wustenfeld ), nr. 822; Wüsten­ feld, Gesch, der arab. A erzte und N aturfor­ scher, s. 84; Leclerc, H is t de la medicine ara­ be, 1, 493 v.dd.; Steinschneider, Polem. and apologet. L it, s. 57; Brockelmann, G A L , 1,4 8 5; Suppl., 1, 887 v .d ; krş. II, 705. ( T. H. WE!R.) İBN CİNN Î. [ Bk. Ibn CİNNÎ.] İB N CİN N Î. İBN CİNNÎ, A bu l '- F a t h ‘U§MÂN (? — 1002 ), a r a p f i l o l o g u olup, 300 ( Pröbster, s, X aş.-yk. 320 ) 'den evvel Musul 'da doğmuştur. Snlaymâa b. Fahd b. Ahmed al-Azdi 'ye âit bulunan bir yunanlı kölenin oğludur. Abü ‘A li al-Fârisi al-Fasavi 'den ders görmüş ve hocasının vefatına kadar, onunla beraber, 40 sene İran ’da kısmen S a y f al-Dav­ la 'nin ve kısmen de ‘Azud al-Davla 'nin nezdînde kalmıştır. Yakut 'a nazaran S ayf al-Dav­ la ile halefinin yanında kâtib al-inşâ’ me’mûriyetinde bulunmuştur. İki defa al-Mutanabbi ile uzun-uzun mülakatlarda bulunmuş ve onun­ la sax fa âit meseleleri münâkaşa ettiği gibi, D îv a n ’ma da şerh yazmıştır. Başka üstadlar iie de münâsebet te’sisine çalışmıştır ( Rescher, s. 5 v.d.). Bagdad 'da al-Fârİsi 'yi istihlâf ey­ lemiş ve 392 (10 0 2 ) 'de vefat etmiştir. Her şeyden evvel sarf ile meşgûl olmuş ve tasrif bahsinde en ziyâde vuköf sahibi olmakla şöh­ ret bulmuştur. Nahivde Basra ve Küfe mek­ tepleri arasında mutavassıt bir vaziyeti ihtiyar



İBN C Ü B E Y R .



etmiştir. En meşhur eserleri Kitâb sirr al-sı­ na a va asrar al-balâğa ( arapça sadâlı ve sadâsız harflere dâir) ile Kitâb al-kaşü’iş f i ‘ilm usûl ‘al-arabiya 'dir. Filolojiye âit daha başka eserlerden maada, şiirler de yazmıştır. B i b l i y o g r a f y a : Brockelmann, G A L , I, 125 v.d.; Suppl., F., 191 v .d .; G . Flügel, D ie grammatischen Schulen der A raber, s. 248— 252 ; E . Pröbster, Ibn Ginni’s Kitâb alMağtaşab ( Leipziger Semitistische Siudien l3 , 1904 ) ; O. Rescher, Studien über Ibn Ginni ( Zeiischr. f . A ssyriologie, 1909, XXIII, *— 54 ) > İbn Haili kân, Vafayât al-ayan ( nşr. Wüstenfeld ), IV, nr. 423 ; Yâknt, îr şâdal-arib ( G ib b Memorial) ,V , 15 —32 (eser­



leri, s. 29— 3 2 ) . ( J . P e d e rse n .) ÎBN C U B A Y R [ B k . İBN c ü b e y r .] İBN C Ü B E Y R . ÎBN C U B A Y R , A b u l '- H u s a y n Muhammed b. A h m ed a l - K 1n â n I ( 1 1 45 — ? } , bir a r a p s e y y a h ı olup, 540 ( 1 1 45) 'ta Balanşiya ( Valencia ) 'de doğmuş ve aile­ sinin vatanı olan Ja tiva ’da fıkıh ve hadîs tahsil etti. Rıvâyet edildiğine göre, Gırnata valisi Abü S a 'id b. ‘A bd al-Mu’min 'in kâtibi bulunduğu sıralarda, her nasılsa şarap içmeğe mecbur olmuş ve bu günahtan İstiğfar mak­ sadı ile, hacca gitmiştir. G ırn ata'dan 1 1 8 3 'te, Tarifa yolu ile, Septé ( Ceuta ) 'ye ve oradan, deniz yolu ile, İskenderiye 'ye varmıştır. O asır­ da Mekke'nin mûtad yolu hıristiyanların elin­ de bulunduğundan, Kahire, Ç üş, A yzâb ve Cidde yolunu takibe mecbur oldu. Müteakiben Medine, Küfe, Bagdad, Musul, Haleb ve Şam 'ı ziyaret etti ve A kkâ'dan gemi ile S ic ily a ’ya gitti ve nihayet 1 1 8 5 ’te, Kartaca yolu île, G ırn ata'ya avdet etti. Bundan sonra iki defa daha 585— 587 ( 1 1 8 9 —1 1 9 1 ) ve 614 ( 1 2 1 7 ) 'te şark memleketlerinde seyahat e tt i; fakat ikinci defasında İskenderiye 'den ileriye gide­ medi ve orada vefat etti. Seyahatnamesi arap te'lifâtının en mühim eserlerinden olduğu gibi, bilhassa Sicilya'n ın Guillaume le Bon idare­ sinde bnlnndoğn zamanın tarihi hakkında kıy­ metli bir vesikadır (k rş. M. Amari, Voyage en Sicile sous le règne de Guillaume le Bon, texte arabe suivi d’une traduction et de notes, 1846 ve yine ayn. mil., Bibliotheca A rabico-Sicula }



Wright tarafından neşredilen arapçà metin, Leiden, 1852, ve bunun de Goeje tarafından yapılan yeni tab’ ı, Gîbb Memorial, V , 1907 ) 5 Schiaparelli tarafından italyancaya tercümesi : Viaggia in Ispagna, Sicilia, S iria e Palestinü, Mesopotamia, Arabia, Egitto . . . , 1906. B i b l i y o g r a f y a " . Pons Boigues, Ensa­ y o bio-bibliogr ., s. 267 v.dd. ( aynı eserde Ibxx



Cubayr 'in hâl tercümesine dâir mâiûmat var­ dır ) ; Brockelmann, G A L , 1, 478 ; Suppl., 1, 879*



İBN D AVU D -



İBN D A V U D . [ Bk. İBN dAvûd.] I b n D  V Û D . İBN DAVU D (8 6 8 -9 0 9 ), tam adı ile A b ü B a k r M u h a m m e d İb n ( A s î SUL AYMAN ) DÂVÛD AL İş f AHÂNÎ, zahiriye mezhebine mensup f a k î h ve meşhur bir şiir müntehabâtının müellifi bagdadh ş â i r d i r . (868 —909) Zahiriye mezhebinin kurucusu olup, ailesi aslen isfahanh Dâvüd b. ‘A li ( 8 1 5 — 883 ) 'nin oğlu ve selefidir. Gençliğinden itibaren edebiyata ve ediplere karşı çok kuvvetli bir alâka göstermişti; böyiece insi, şâir al-Buhturi ile dost ol du; edebiyatta üstadı ve rehberi olan Ahmed b. Yahya al-Şaybâni (k rş. Yâküt, îrşâd, »şr. Margoiiouth, I, 4 , ) ’nin kuvvetli te’sirine mâruz kaldı ve daha 20 yaşında iken ( 890 'a d oğru), kendisine arap edebiyatında devamlı bir isim te’min etmiş oian Kitâb alzahra 'sini yazdı. İbn Dâvüd, daha sonra, orta yaşlarında ( Mas‘üdi, Muruc, VIII, 255 ’e gö re), Kitâb abvu sü l ilâ m drifat al-uşül ( daha fazla tafsilât için bk. îrşâd, VI, 446 ) ve Kitâb al-inzâr, Kitab a l-1'zar 397 ) ’da ayrılıp, Tlem sen'e gitti. Oraya 769 senesi recebinde ( şubat 1368 ) vardı ve Abü Hammü kendisini kâtib al-inşa tâyin etti. Tlemsen 'in Merînîler tarafından zaptedilmek tehlikesine mâruz olduğunu anlayınca, Abü Ham­ mü 'nun iûtuflarını unutarak, ondan ayrılmakta ( 7 7 2 = 1 3 7 1 bidâyeti) ve Merînî sultanı ‘Abd al-’Aziz 'in, daba sonra da, halefi Muhammed al-Sa’id ’in hizmetine girmekte tereddüt etme­ di. Yahya Tlem sen’e, ancak Fâs a l-C ad id ’in 775 ( 1 37 î ) * te> Sultan Abu 'l-‘Abbâs tarafın­ dan zaptından sonra, dönmüştür. Abü Hammü kendisini iyi bîr şekilde karşıladı ve ona eski husûsî kâtiplik vazifesini iâde e tti; Yahya, sultanın itimadını tekrar kazandı ve bu yüz­ den, saray mensûplartntn ve bilhassa Abü Hammü 'nun büyük oğlu ve Tlemsen tahtının meşrû vârisi Abü Tâşfin II.'in kıskançlığını ceibetii. Veliahd para ile bir takım adamlar tuttu ve 780 ( 1378 ) senesinde, bir ramazan ge­ cesi, bunların başına geçti. Yahya 'nın saraydan çıkmasını beklediler ve onu çıkar-çıkmaz öl­ dürdüler. Bu cinayetin oğlu tarafından yaptı­ rıldığını öğrenen Abü Harnmü suçluları cezâlandırmağa cesaret edemedi.



İBN H Â l EVEVH , İşte Yahya 'nın siyâsî hayatı böylece sona ermiş oldu. Kardeşinin hayatından daha uzun ve daha parlak olmayan bu hayatın, bize B u ğ ­ yat al-ru vvâd f i zikr al-mulük min Bana ‘A b d al-V âd adında ayrıca edebî kıymeti oian tarihî bir eser kazandırmak gibi bir üstünlüğü olmuştur. Brosselard ile Barges, Tlemsen 'e dâir vücûda getirdikleri eserde, bu kitaptan pek çok faydalanmışlardır. Sözü geçen müellif­ lerin eseri ( arapça metin ve fransızca tercü­ mesi ) tarafımdan H istoire des B en i 'A b d atWâd, rois de Tlemcen ( beheri 3 ’er cüzlük, 2. tab., Cezayir, 1904—19 * 1— 19 13 ) adı altında neşredilmiştir. Tlemsen emâretiniu tarihi, Abü Hammü II. ’nun uzun ve zaman-zaman parlak devrini anlamak hususunda bilhassa mühimdir. Sultanın mahrem-i esrarı ve kâtibi olmak dolayısı ile, Yahya, siyâsî vesikaların asıllarındau faydalanmak ve bunlardan bir çoğunu ese­ rine aynen geçirmek imkânını bulmuştur. Yah­ ya 'mu eseri, hâl tercümesi yukarıda adı geçen kardeşininkî gibi geniş bir mevzûu içine alma­ dığı gibi, onun kadar geniş bir görüş kabili­ yetine ve tenkit zihniyetine de sâhip değildir. Buna rağmen, edebî kıymet bakımından, ondan üstündür. Bu eserde Yahya, iyi bir muharrir ve şâir olduğunu isbat etmiştir. Zarif üslûbu çok zaman asîi bir edâya bürünmekte ve vak'aları eski güzîde muharirlerin fikirleri ve fık­ raları ile süslenmektedir. İbn Haldun yalnız Fas ’ın siyâsî tarihini yazmakla iktifâ etmemiş, eserinde muasırları olan saray şâirlerinin bir çok mauzûmelerini nakleylemiş, zamanın âlim­ leri ile Tlemsen sarayında yapılan edebî top­ lantılara ve başka bir yerde tesâdüf edilmeyen daha bir çok husûslara dâir malumat vermiştir. Bu mâlûmat, X IV . asırda Abdülvâdilerin payi­ tahtındaki fikrî hayat hakkında, oldukça doğru, bir fikir edinmeğe imkân vermektedir. B i b l i y o g r a f y a m maddede zikredil­ miş bulunan müelliflerden başka bk. bir de Berges, Complément de l ’histoire des Beni Zeiyan (Paris, 18 8 7), s. 205—217. (A



lfred



B e l .)



İBN H Â L E V E Y H , İBN H A L A V A Y H ( HÂLÖYA ), A bu 'A bd A l l a h a l -H u s a y n b . A h ­ m ed b . H a m d â n a l -H a m a z â n î , ( 7—980 ) t a-



n t n m ı ş a r a p n a h i v ve l ü g a t âlimidir. Doğum tarihi zikredilmiyor. Aslen Hemedanlı olup, 3 14 senesinde B ag d ad 'a gelmiş ve orada İbn Mucâhid ( ölm. 3 2 4 ) ile Abü Sa'id al-Sirii fi { ölm. 368 )’den K u r 'an, İbn Durayti [ b bk. ], Niftavayh ( ölm. 323 ), İbn al-Anbâri [ b.bk. ], Abü ‘Omar al-Zâhid ( ölm. 345 )'den sarf ve nahiv ve adâb, Muhammed b. Mahlad al-‘A ttar ( Ölm. 3 2 1 )’dan ve daha başka âlimlerden hadîs tahsil etmiştir. Bilâhare, Su­



İBN H Â L E V E Y H — İBN H ALLİKÂ N . 626 senesinden itibaren al- Cavâliki ve İbn Şaddâd devirlerinde Haleb ’de ve daha sonra, Şam ’da tahsil etmiştir. 636 { 1238 ) 'da Kahire 'ye gitmiş ve baş-kadı Yusuf b. al-Haşan al-Sincâr ı 'yi istihlâf etmiştir. 659 ( 1 2 6 1 ) 'da baş-kadılık ile Şam 'a gitmiş, fakat bu vazife 5 sene sonra şâfi’îlere hasr ve 10 sene sonra da tamâmen lağvedildiği cihetle mevkiini kaybetmiştir. 7 sene Kahire ’de al-Fahriya medresesinde mü­ derrislik ettikten sonra, eski vazifesine iâde ed ild i; fakat 680 senesi muharreminde ( mayıs 128« ) ikinci defa olarak işini kaybetti. al-Aminiya medresesinde müderris bulunduğu sırada, i 6 recep 681 ( 2 1 teşrin I. 1 2 8 2 ) 'de vefat etti. Başlıca eseri olan Vafayât al-a'yân va anbâ' abnâ' al-zam an’a 654 ( 1 2 5 6 ) ’te Kahire 'de başlamış, fakat Şam 'daki vazifesinin de­ vamı müddetince fasıla vermeğe mecbûr olmuş­ tur. Bunu 12 cemâziyelâhır 672 (4 kânun II. 1 2 7 4 ) ’de ikmâl eylemiştir. Müellifin nüshası Brit. Mus. ( bk. Catalogaes, nr. 1505, SuppL, nr. 607; krş. Cureton, J R A S , 18 4 1, VI, s. 225; Wüstenfeld, Gott. Gel. A nz., 1841, s. 286)'da bulunmakta ve seleflerinin eserlerinden bir çoğu kaybolmuş olduğu cihetle ( krş. Wüsten­ feld, Über die Quellen des Werkes Ihn Challikani Vitae illustrium kominum, Göttingen, *837) hâl tercümesi ve edebiyat tarihî husu­ sunda gâyet kıymetli bir vesika teşkil etmek­ tedir. bk. İbn Challikani Vitae illustrium virorum nunc primum arab. ( nşr. Wüstenfeld ), Göttingen, 1835— 1843; Vie des hommes il­ lustres de l ’Islamisme en Arabe, İbn H allikân (nşr. M. G . de Slane) Paris, 1838—1842 (y a l­ nız nr. 678'e kadar), 1275, 12 9 9 ’da Bulak'ta, 1 3 1 0 'da K ah ire'd e tab' ve 12 8 4 'te Tahran'da taş-basması olarak neşredildiği gibi, 12 8 0 'de İstanbul 'da türkçeye tercüme edilmiştir. ( ibn Hallikan, Biographical Dictionary, arap.'dan ingl.’ye trc. M. G . de Slane, 4 cild, Paris, London, 1843— 1871 ). 683 ( 1 2 8 4 ) tarihinde Ba'aibak kadısı iken vefat eylemiş olan biraderi MuHAMMED B a h a ’ AL-DTn 'in al-T â rih al-ahbâr f i fabakât al-'ula­ ma va ahbârihim ’in müellifi olduğu zannedi­ lir ; bk. Bibi. Bodleianae Codd. Mss, Orient. Catalogues, a J. Uri conf. Pars I, nr. 747; Wüstenfeld, ayn. esr., nr. 359. B t b l t y o g r a f y ax Birzâli ( bizzat İbn Hallikân tarafından verilmiş olan mâlûmata müsteniden ) Ulughâni 'de, H istory o f Guja■ _ ( C . V a n A r e n d o n k .) rât (nşr. R o ss), s. 184; Subki, Tabakâi alİBN H A L L ÎK A N . [Bk. İb n h a l l î k â n .] İBN İÎA L L İK Â N . İBN H A LLİK Â N , A h m ed ş â fıiy a al-kubrâ, V , 1 4 ; Suyüti, ffu sn almünazara, l, 320; Quatremere, Mamlouks, B, MUHAMMED B. İBRAHİM ŞAMS AL-D I n ABU 'L‘A b b â s a l -B a r m a k I a l -Î r b îl T a l -Ş Â f î 'I, ( 1 2 1 1 î, 2, 180 v .d d .; ayn. mil., J A , seri 9, III, 467 ; Wüstenfeld, Geschichtschreiber, s. 358 ; — 1282), 1 1 rebiülâhır 608 (2 3 eylül 1 2 1 1 ’de E r b il’de doğmuş b i r a r a p m ü v e r r i h i olup, R. Basset, Notice sommaire des mss. orient.



riye ’ye giderek, Haleb 'de yerleşmiştir. Zahabi 'ye nazaran Meyyafârikîn ’de ve Himş 'ta da bulunmuştur. Küfe ve Basra nahviyyûn mek­ tepleri arasında bir iktitafçı vaziyeti aldı. Mu­ allim olarak büyük bir şöhret kazandı. Kendi­ sini oğullarının tâlim ve terbiyesine me ’mûr et­ miş olan Hamdâni Sayf al-Davla nezdinde pek ziyâde itibâr sahibi idi. Aynı zamanda bdğenüen bir şâir idi ve çok defa al- Mutanabbi [ b.bk.] ile şiddetli mücâdelelerde bulundu. Sarf âlimi İbn Durustavayh ( ölm. 347) hâl tercümesi sâhibinin nazariyelerine K itâb alradd 'alâ İbn H âlavayh f i ’l-k a ll va ’l-b a 'i { F ih ­ rist, 63, 1 5 , ) 'da hücûm etmiştir. İbn Hâlavayh 370 ( 980 ) senesinde Haleb 'de vefat etmiştir. Eserlerinden şunlar mahfûzdur: o. Kitâb laysa, bunun ilk nısfını H. Derenbourg neşretmiştir ( Hebraica, X, 88—105, Am er. Journ. o f Sem . Lang. and Lit., 1898 X IV , 8 1—93, 1898/ 1899 XV, 32—41, 2 15—223, 1901 XVIII, 36— 5 1, eksik olarak 13 2 7 'de Kahire'de tabedilmiştir (nşr. Ahmed b. al-Amin al-Şinkii;î ); b. K itâb ( R îsâla f i ) İ r âb şalâşln sürat al-mufaşşal ( yazma, Broekelmann 'd a ) i c. Şarh mafçsürat İbn D arüyd ( yazma, Paris, Bibi. Nat„ nr. 4231, IV ve Broekelmann, gost. yer., 1, III; d. bir mukaddime ile beraber yazmış olduğu Abü Firâs [ b.bk,] D îvân ’1 ; e. Şa'lab ’in Suyüti ’de münderiç sarfa dâir bâzı izahatının tenki­ dini ihtivâ eden al-Aşbüh va ’l-n a za ir (Haydarâbâd, 1 31 7 ) IV , 13 7 — 140. Kendisine atfe­ dilen Kitâb al-şacar S . Nagelberg tarafından { Kitâb aş-şağar, Diss. Zürich, Kirchhain, 1909 ) mukaddimesinde gösterildiği vecihle Abü Zayd c b. bk.] ’e aittir. İbn Hâlavayh bunu derslerine esâs ittihaz etmiştir. Yine eserleri arasında zikredilen Kitâb al-'aşa/ât ’m da İbn Hâlavayh tarafından kaleme alınmıştır. Bu kitap hocası Abü ‘ Omar al-Zâhid 'in eserinden başka bir şey değildir ( B rl„ Verz., nr. 7014 ). B i b l i y o g r a f a : Fih rist, s. 84 ve 3 $, 7 v .d .; İbn Hallikân ( nşr. Wüstenfeld ), nr. 193 ve nr. 49, s. 65, yukarı tarafta (trc. de Sîane, I, 456 v.dd, ve 105 ) ; al-Zahabi, Cod. Warner, 654, İH ( C at., II, 126 v.d .), s. 29 v.d .; al-Suyüti, B u ğ y a i a l-v u â t ( Kahire, 13 2 6 ), s. 231 v.d .; Flügel, D ie gramm. Sckulen d. Araber, Abhandl. d. Dtsch. Morg. Ges., II, 230 v.d d .; Broekelmann, G A L , I, 125 ve orada gösterilmiş bulunan bibliografya,



746



İBN H A LLİK Â N — İBN HÂNİ.



de deux bibliothèques de Lisbonne ( Lis­ dar mevkiine gelmesinden sonra ye kendi­ bonne, 1 8 9 4 ) , s. 4 — 6 ; Brockelmann, G A L ,l, sinden Trablus 'taki Bani Hazrün münâse­ 3 2 6 — 328 ; Cl. Huart, Littérature arabe, s. beti ile bahseden İbn Haldun ( Kitâb a l-Ibar, 1 9 6 — 198 ; Nicholson, A Literarg H istorg o f VII, 43 ) 'dan evvel yaşamış olduğu malûm­ ihe Arabe, s. 4 5 1 v.d. ( C. BROCKELMANN.) dur. Tab 'edilmemiş olan tarihi, el-yazması İB N H A M D İS. [ Bk. îb n h a m d î s .] olarak, Paris 'te Bibi. Nat. ( nr. 1888 } 'de . ve İB N H A M D ÎS. İBN HAM DÎS, 'Abu Mu- Cezayir şehri millî kütüphanesinde (nr. 1988, HAMMED ‘ABD A L-C a BBÂR B. A b Î B a KR, a r a p 3, natamam ) bulunmaktadır. Biri 'Ubayd A l­ ş â i r i ( 1055— 113 2 ) olup, 447 ( 1055 ) sene­ lah 'a ve diğeri Abü Yazid al-Muhallad 'a dâir sine doğru Sicilya'da Siracusa şehrinde doğ­ iki parçası Cherbonneau tarafından tercüme muş ve genç yaşında şiir sahasında temayüz edilmiştir ( J A , 1832, II, 470 v.d. ; 1869, I, etmiştir. 471 ( 1078 ) tarihinde ada Norman­ X99 v.dd.). ( R e n é B a s s e t .) lar tarafından zaptedildiği zaman İspanya 'ya İB N H A N İ’ [B k . İbn HÂNİ.] İBN H Â N İ. İBN HÂNİ', A b u -L-K a s Im ( ve kaçtı ve bir müddet orada İşbiliya 'de Abbasî al-Mu‘tamid [b . b k .J’in sarayında vakit geçir­ A b u ’L -H a ş a n ) M u h a m m e d b . H â n i ’ b . M u di ; bu halifeyi esarette dahi tâkip etti ( 484 B a m m e d b . S a ' d u n a l - A z d I ( ? — 973 ) , bu zâ­ = 1091 ). al-Mu'tamid 'in 488 ( 1095 ) 'de ve­ ta, diğer meşhur olan İspanya 'nın arap şâiri fatından sonra al-M ahdiya'de ikamet etti. Abü Nuvâs İBN HÂNİ’ A L-H a k a MÎ [ bk. mad. Ömrünün son senelerini Bicâya 'de geçirdi ve ABÜ NUVÂS.] 'den tefrik etmek için, daha ziyâde orada 5*7 ( 1 1 32 ) senesinde vefat etti. Diğer İBN HANİ’ A L -A n DALUSÎ nâmı verilmiştir. Ba­ tarihler Majorka adasında vefat ettiğini beyân bası Hâni’ Tunus'ta al-Mahdiya civarındaki eder. Bir D ivân bırakmış ve Amâri bunun bir köylerden birinde doğmuş ve bilâhare İspanya çok parçalarını nakleylemiştir. Krş. C, C. Monca- 'ya hicret ederek, bir rivayete göre, Elvira 'da da, II D ivan del poeta A b i M ukam m ed'Abd al- ve diğer bir rivâyete göre de, Kurtuba 'da yerleş­ D jabb ar İbn H am dis il Siciliano pubblicato miştir. İbn Hâni’ bu iki şehirden birinde dün­ (Palermo, 18 8 3) ve II Canzoniere (nşr. C. yaya gelmiş, fakat Kurtuba'da tahsil etmiş Schiaparellt ), Roma, 18 9 7 ; Kâtib Çelebî ( II, ve evvelâ Elvira ’ya ve daha sonra İşbiliya 1 96) bundan maada bir Cezayir tarihi vücûda 'ye gitmiştir. 27 yaşına geldiği zaman, fenâ hareketleri ve boş-boğazlığı yüzünden, getirmiş olduğunu rivayet eder. B i b l i y o g r a f g a : Amari, Biblioteca esasen kendisini yanan feylozoflarmın fikirle­ A rabo-Sicu la, bk. fihrist; Pons Boigues, En- rine iştirak ile itham eden halkın kinini celbsago bio-bibliografico, s, 186 v. dd. ; Broc­ etmiş ve bunun üzerine aynı fikirde olmakla itham edilmekten korkan hâmisi tarafından kelmann, G A L , I, 269 v.d,; SuppL, I,474 v.d. îşbilıye 'den uzaklaştırılmıştır. İbn Hâni’ o za­ ÎBN H AM DU N . [ B k . İBN h a m d ÛN.] İBN HAM DÛN. ÎBN HAMDUN, B a h â ’ a l - man A frika 'ya, Fâtimîlerden al-Maoşür 'un âzâd D î n A bu ’ l -M a ‘ â l î M u h a m m e d b . a l -H a ş a n , edilmiş kölesi olup, generalliğe kadar yüksel­ 495 ( n o t ) senesinde Bağdad'da doğmuş b ir miş bulunan C avb ar’in nezdîne, gitti. Bundan, a r a p f i l o l o g u d u r . Halifenin sarayında hakkında tanzim eylemiş olduğu bir kasîde muhtelif me’mûriyetlerde bulunmuş ve K â fi 'l - için, 200 dinardan fazla bir câize alamadığın­ K u fâ t unvanını almıştır. Fakat fikrî istiklâ­ dan, hemşehrileri olan C a'far b. 'A li b. Falâh linden dolayı halife al-Mustancid'in memnuni­ b. A bi Marvin ve Yahya b. ‘ Al i b. Hamdan al-Andalusi 'nin idaresi altında bulunan Ceza­ yetsizliğini celbeylemiş ve bu yüzden 562 ( ı ı Ğ 7 ) ’de hapsedilmiştir. Az bir müddet y ir ’de kâin al-Masila ( M s ila ) 'y a gitti. Ken­ sonra hapishanede vefat etmiştir. al-Tazkira disine pek ziyâde hürmet göstermiş olan bu unvanlı filoloji ve tarihe dâir büyük bir anto­ iki zât hakkında çok güzel medhiyeler yaz­ lojinin müellifidir. Krş. Atnedroz, Tales o f mıştır. at-Manşür’un oğlu olan Fâtimî sultanı o fficia l life fro m th e „ Tadhkira“ o f ibn Ham- al-Mu'izz Abü Tamim Ma'add b. İsmâ'il, İbn Hâni’ ’yi nezdine dâvet eylemiş ve kendisine d u n . . . ( J R A S , 1908, s. 409 v.d.) B i b l i g o g r a f g a : Brockelmann, G A L , sarayda vazife vererek, lûtuflara garketmiş1, 280 v.d.; SuppL, I, 493 ( burada hâl tercü­ tir. al-Mu'izz Mısır’a gittiği zaman, îbn Hâni’ ona vedâ etmiş ve âiîesini getirmek üzere, Magmesine âit daha etraflı malûmat vardır ). rib ’e dönmüştür. Bingâzî mıntakasında kâin ÎB N H A M M Â D . [ Bk. İbn h a m m â d .] İBN H AM M Â D . İBN HAMMAD, A b u ‘A bd Barka 'ya geldiği zaman orada 362 senesi rece­ binin çıkmasına yedi gün kala ( 20 nisan 973 ), A l l â h M u h a m m e d b . 'A l î, a r a p t a r i h ç i s i , Fâtimîlere âit bir tarih kitabının müellifidir. Y a ­ 36 yaşında katledildi. Katline dâir muhtelif ri­ şamış olduğu devir sarîh bir surette bilinme­ vayetler mevcuttur. Vefatını haber aldığı za­ mektedir. Yalnız Muvahhidler sülâlesinin ikti­ man Mısır 'da bulunan al -Mu'izz : — „Bu şark şâir*



İBN HÂNİ terinin karşısına çıkarabileceğimiz bir kimse id i; fakat nasip değilmiş“ — demiştir. Bâzı şiirlerinde mevcut olup, kendisini sofular tarafından irtidadla itham ettiren ifratkâr mubâlegalara rağmen, İbn Hâni* endülüsliiler nezdinde, muasırı olan al-Mutanabbi 'nin şarkta hâiz ol­ duğu derecede, takdir ve itibara mazhar bulunu­ yordu. Mutanabbi ’yi ziyâdesi ile takdir eden Abu ’I-'A lâ’ al-Ma'arri onun hakkında: — „ne kadar da boynuz öğüten bir değirmene benzer, şiirleri manâ İtibârı ile boştur.“ ■— demektedir. Alfabe sırası ile tanzim edilmiş bulunan D i­ vân ’t 1 274 ’te Bulak ’ta, 1886 'da Beyrut ’ta tab'edilmiştîr. Divân ’ı al-Mu‘ izz, Ca'far b. Galbün, Abu ' 1-Farac Muhammed b. ‘Omar al-Şaybânı, C a'far b . ‘A li b. Galbün, al-Manşûr 'un oğulları Tâhİr ve Husayn, Y ahya b. ‘A li, İb­ rahim b. Ca'far ve Cavhar b. K âtib hakların­ da medhiyeler, al-Vahrânı aleyhine hicivler, biri C a'far ve Yahya b. 'A li 'nin vâiideleri ve di­ ğeri İbrahim b. C a'far b. ‘A li ’nin oğlu hakkın­ da olmak üzere, iki mersiye ve nihâyet irticâten söylenmiş bir kaç şiirden mürekkeptir. B i b l i y o g r a f y a : al-Zabbi, Buğyat almultamis, s. 130, nr. 3 01 ; İbn al-Abbâr, alTakm ila,s. 103, nr. 350; İbnal-Hatib, al-Ihâta (K ah ire, 1 3 1 9} , II, 2 1 2 ; İbn Hallikân, V afayât (K ahire, 1 3 1 0) , II, 4 ; al-Fath b. Hâkân, Mat mal} al-anfus ( İstanbul, 1302 ), s. 74; al-Malfkari, Nafff al-fib (K a h i­ re, 130 2 ), II, 364 (yalnız Matma}}’: nakl­ e d e r); Abu 1 -Fidâ’ , Târih (İstanbul, 1286), II, 0 8 i Amari, Bibi. A r. Sic., arapça metin, eüz II, 3 1 7 ; al-Makrizi, i t t f âz al-I}unafa, Kudüs, t.s. ( 1 908) , s. 62; İbn ai-A şir, A n ­ nal es da Maghrib et de VEspagne ( Fagnan tarafından tahşiye edilmiştir }, s. 371 ; Fagnan, ■ H ist. des Alm okades d'al-M errakecki, s. 93, 1 83; Kremer, Über den shi'itischen Dichter Aba ’ l-Kâsim Muhammed ibn H a n t ( Z D M G , LXIV, 481 —494) ; Pons Boigues, Ensayo bio-bibliografico, s. 74, nr. 3 7 ; Bro­ ckelmann, G A L , I, 9 1 ; Suppl., I, 146 v.d .; Huart, Litt. ar., s. 96 ; İbn Şaraf al-Kayravâni, R a s a il al-intikâd ( Şam, 19 30 ), s. 22. _



( M o h , B e n C h e n e b .)



İB N a l-H A Ş Î B . [Bk. İb n Ol h a s Îb .] İBN A L -H A flB . ( Bk. İBNÜLHATÎB.] İBN H A V K A L . [ Bk. İbn h a v k a l .] İBN H A V K A L . İBN H A V Ç A L , A bu ' l -KÂSİM ( MUHAMMED ), m â r û f a r a p s e y y a h ve c o ğ r a f y a â l i m i d i r . H ayatı hakkında fazla mâlûmat mevcut değildir. Memleketler ve millet­ lere dâir tetkiklerde bulunmak ve ticâret yapıp para kazanmak fikri ile, 331 senesi ramazanında ( mayıs 943 ), Bagdad 'dan ayrıldığını bizzat ken­ disi nakleder. Kendisinin bu tarih ile 367 (977 )



kAVVÂN . senesi arasında en çok faaliyet gösterdiği malûm­ dur. Bazıları İbn Havkal 'in X. asrın başından ev­ vel doğduğunu söylerler. İslâm diyarını şarktan garba doğru dolaşmış ve aynı zamanda selefleri olan aLCayhâtti, İbn Hurdâzbih ve Kudfima ’nin eserlerini alâka ile tetkik etmiştir. Dozy, İbn Havkal ’in Fâtimîlerin istihbarat hizmetinde bu­ lunduğunu beyân eder. Seyahatleri esnâsında, ve ihtimâl 340 ( 95 2 ) senesine doğru, al-İştahri [ b.bk.] 'ye tesadüf etmiştir. Bu coğrafya âliminin ta­ lebi üzerine, onun bâzı haritalarını tashih etmiş ve eserini gözden geçirmiştir. Alelâde 21 hari­ tadan mürekkep olan bu mecmûaya İ s l â m a t ­ l a s ı demek mûtattır ; bunun müellifleri arasında tbn Havkal de mühim bir mevkî işgâi eder. Mamafih, bilâhare İştahri 'nin eserini baştanba­ şa yeniden yazmağa karar vermiştir. al-M asâlik v a ’l-m am âlik nâmındaki bu eseri 3Ğ7 ( 977 ) senesinden muahhar olmayan bir zamanda, ken­ di nâmına, vücuda getirdi. Bu kitap, de Goeje tarafından, B ibi. Geogr. A rab ’in II. cildinde, Viae et re g n a . . . adı ile, neşredilmiştir. Bun­ dan sonra Kramers tarafından eserin yeni arapça metni yeniden Leiden 'de tab'edilmiştir. Yine ay­ nı eserin Sir Williams Ouseley tarafından yapıl­ mış eksik bir tercümesi, The O rientale Geo­ graph y o f Ebn H a w k a l ismi ile, Londra 'da, 1800 yılında neşrolunmuş ise de, bu tercüme daha ziyâde İştahri 'nin eserinin muhtasar bir şek­ linden ibârettir. İbn Havkal 'in eserinin fransız­ ca tercümesi de Lévi-Provençai tarafından, B ibli. d. Géographes arabes de G . F erran d için, ha­ zırlanmıştır. Bu eserde de, İştahri ve Mas'üdi 'nin eserlerinde olduğu gibi, yel-değirmenlerindea bahisler vardır ki, bu üç eserde mütemâdiyen ve İsrarla bu değirmenlerden bahsedil­ mesi, bunların müslümanların bir icâdı olduğu ihtimâlini takviye etmektedir. B i b l i y o g r a f y a : P. J . Uylenbroek, De İbn H aakalo G e o g r a p h o ... ( Lugd. Bat., 1822 ), s. s — 17 ; De Goeje, Die Istakhri-Balkhİ Frage { Z D MG , 1 871 , X X V , 42 v.dd.); ayn. mil., B ibi. Geogr. Arab., İV, P raef., s. VI v.d. j Dozy, H istoire des Musulmans d ’ Espagne, 11!, 17, 181 ; J . H. Kramers, L a Ques­ tion Balkhi-Istakhri-lbn H aw kal et l'A tlas de l’Islam ( Acta Orientalia, 1931, X, 9 ) ; daha mükemmel bibliyografya için bk. Aldo Mieli, L a Science A rabe ( Paris, 1938 ), s. 301 v.d.; Brockeimann, G A L , I, 229; S u ppl. I, 408. [ Bu makale AbdOLHAK ADNAN — ADIVAR tarafından tâdil ve ikmâl edilmiştir.] ( C. V. A re n c o n k .) İB N a l- H A Y Ş A M CBk. Ibnülhaysem .] İBN H A Y Y A N (BJc. îb n h a y y A n .] İBN H A Y Y Â N . İBN H A Y Y A N B. H a l a f , A b u M a r v â n H a y y â n a l - K u r j u b İ (987/988



74§



İBN H A Y Y Á N — İBN H Á £ R



—1076 ) ? umumiyetle ceddine izafeten İbn fclayyân diye anılır. İspanya müsliiimanlarının en eski ve en iyi müverrihlerinden biridir. Hâl tercü­ mesi hakkında 377 ( 987/988 ) 'de doğmuş, 469 ( IOyd) Ma ölmüş olmasından maada bir şey bilinmemektedir. Gayet velûd bir müelEiftir. Eserlerinin adedi 50 Men az değildir ve bu meyânda manzumeler ve dini yazılar da mevcut­ tur. Tarihe dâir eseri olan al- Matin ’in 60 cilt­ ten eksik olmadığı nakledilir. Fakat eserlerin­ den elimize yalnız Muktabis f i târih A ndalas geçmiştir. Bunun bir nüshası Oxford ( Cod. Bodl. Nicoll, I!, nr. 137 ) 'ta diğeri Cosantina Ma bulunmaktadır. Bu iki nüshanın kopyeleri Madrid ( Cat. de los man. á ra b es. . . B ibi. Nac., nr. 592, Codera, Mission hist., s. 165, nr. z ) bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ' . İbn Flayyân’a âit • hâl tercümesi Pons B oigues’ın Ensayo biobibliogr. ( s. 152 v.dd.)’sında zikredilmiştir; krş. Brockelmann, G A L , I, 338 ; Suppl., 1, 578. İBN H A ZM . £ Bk. İb n h a z m .) İBN H A ZM . İBN HAZM (994— ? ) , ismi­ nin tamâmı ABU 'MUHAMMED A lÎ B. AhMED. B. Sa*ÍD B. HAZM olup, E n d ü l ü s a r a p l a r 1 nd a n , bi r ç ok m e v z û 1 a rd a g â y e t ge n iş malûm at s â h i b t, i hâ t a 1 1 bir â l i m , m â r û f i I m • i ‘k e 1 â m v e t a r i h m ü t e h a s s ı s ı v e b ü y ü k b i r ş â i r d i r . 384 senesi ramazanının son gönü (7 teşrin I!. 994) Kurtuba Ma doğmuştur. Ailesi Manta Lişam ( yahut M-t-îicam, Mu cam al-bu ldân’da İrşâd a l-a r ib ,V , 8 8 'e göre, Labia nahiyesinde ’Adyâl nehrinin munsabmda kâin Valba Man yârım fersah mesafede ) köyünden neş’et et­ miştir. Cedd-İ âlâsı hıristiyan olup, sonradan rnüslüman olmuştur. Saray nâzın al-Manşür ile oğlu Muzaffar tarafından vezâret mevkiine . yükseltilmiş olan babası, nesebinin Yazid b. • A b i Sufyân 'in mevlâsı bulunan bir iranlıya kadar uzandığı iddiasında idi. Mûteber bir zâ­ tın oğlu olması dolayısı ile, İbn Hazm bittabi . mükemmel bir terbiye görmüştür. Gençliğini saray muhitinde geçirmiş olması, onun fevka­ lâde cevval olan zekâsının her sâhada inkişâf etmesine mâni teşkil etmemiştir. Muhtelif ilim ve fenlerde hocası olarak ‘Abd al-Rahman Abi Yazid al-Azdi (E n d ü lü s’ü dahilî harp esnâsında terketmiştır. Bk. İbn Başkuvâl, nr. 753 ) 'y i zikreder ( krş. T avk, s. 1 1 o, s, 118, 13 v .d .; bu eser onun hayatına dâir bir çok tarihler verm ektedir). 400 senesinden evvel Ahmed İbn âl-Casür (öim. 401 ; İbn Başkuvâl, nr. 37, krş. Tavlç, s. 136, 2i, 144, o )'d a d ders almış­ tır. Siyâsî kargaşalıklar arasında kendisini Kurtuba Ma hadîs tahsil ederken buluyoruz. ■ C favlf, s. 127, ıs v.d .). 'Âmİri Teri deviren



(k rş. Dozy, H isi. d es Masalmans d ’Espagne, 111, 271 v.d.) ihtilâl baba ile oğulun vazi­ yetlerini bir hayli değiştirdi. Bilhassa Hişâm II. tekrar tahta geçtikten sonra ( zilhicce 400 = temtnûz 10 10 ), babası gibi oğlu da, ağır muamelelere mâröz kaldı. 402 senesi zilkâdesinih sonlarına doğru, İbn Hazm ’ın babası öldü. 404 yılı muharreminde, dâhili harpten pek ziyâde hasara uğramış alan Kurtuba Man ayrıldı. Burada ailesinin Balât Muğiş 'te kâin muhteşem sarayı da, Berberîler tarafından, tah­ rip • edilmişti ( Tavf:, s. 10 4 ; krş. s. 87 aş. 88 ). Bunun üzerine, Almeria ’de ikamete karar verd i; orada, ‘A li b. Hammüd 'un, A lm eria'ye hükmeden Hayran ile anlaşarak, Emevî Sulaymân 'l iskat ettiği tarihe kadar (muharrem 407), oldukça Tahat yaşamış görünüyor. Hay­ ran, kendisinin Emevİler lehine entrika çevir­ diğinden şüphelendiği için, onu, dostu Muhammed b. İshlk ile birlikte, bir kaç ay hapis ve müteâkiben nefyetti. İki arkadaş, Çtişn alK a ş r’a gittiler ve buranın beyi tarafından dostça karşılandılar ‘Abd al-Rahman IV. alMurtazâ ’um Valensiye Me halife ilân edildiği­ ni haber almaları üzerine, bir kaç ay sonra, Hişn a l-K aşr’dan ayrıldılar ye deniz yolu ile, Valensiye 'ye gittiler. İbn Hazm orada daha başka tanıdıklara da tesâdüf etti ( Tavk, s. 110 v.d.). Gırnata önlerinde, vezîri bulunduğu âl-Murtazâ'nın ordusunda, harbe iştirak etti ve düşman eline esir düştü ise de, bir müddet sonra serbest bırakıldı ( Cat. Cod. A rab., I, 27 3). A ltı senelik bir gaybubetten sonra, 409 şevvalinde, o zaman al-Kâsim b. Hammüd 'un hâlife bulunduğu ( T’aoA, s. 104,22; krş. s. 12 2,2 ) Ku rtuba'ya avdet etti. Bu halife bal’edilip de yerine irfan sahibi ‘A bd al-Rabmân V . al-Mustazhir (ramazan 414 = kânun I. 10 2 3 ) hilâfete geçtiği vakit, yeni halife kendisine dostu İbn Hazm 't vezîr yaptı. H er ikisi de vaziyetten pek az bir zaman istifâde edebildiler; zîra 7 hafta son­ ra ‘Abd al-Rahmâu katledildi ( zilkade 444 = kâ­ nun II. 1024) ve İbn Hazm tekrar hapse atıldı. Ha­ piste ne kadar kaldığı malum d eğild ir; fakat 418 .(•.1027) senesi sıralarında J â t iv a ’da ikamet et­ tiği muhakkaktır. al-Cayyâni ( YâkütMa) İbn Hazm ’ın Hişâm al-Mu‘tadd zamanında da vezîr olduğunu söyleyor. Hayatının geri kalan kısmı hakkında 'pek az malûmatımız vardır. Mamafih kendisini tamâmiyle ilme, te 'lifâta ve fikirlerinin müdâfaa ve tamimine hasrederek, siyâset ile uğraşmaktan tamâmiyle çekindiği mâlûmdur. İlk eserlerinden biri T avk al-fyamâma f i ’l-ulfa va ‘l- u ll â f ’tiT ( D.K. Petrof tarafından, 1 9 1 4 ’te Leiden Me, neşredilmiştir; krş. Goldziher, ’Z D M G , LXIX, 192 v.dd.), A.R. Nykl, Tavk al-ljfamama 'nın İngilizce bir tercümesini ( A



İBN HAZM. book containing the Rtsala known as the Dove ’s N eckring about Love and Lovers, Paris, 1 931 ) neşretmiştir ; o, G ir iş 'in 3. fas­ lında eseri tetkik ediyor ve eserin tedvini tari­ hini Ï022 ( 412/41 3 ) olarak tesbit etmeğe mü­ temayili görünüyor { s. LVH v. dd. ; krş. Asin Palacios, Abenhâzam, I, 77 v.d., haşiye 92 ). Tavk al-fcamâma rusçaya, M. A . Sallier tara­ fından, tercüme edilmiştir ( Ihn Hazm, O ierelye Colubki, perevod s arabskogo M. A . S a l y e — Sallier — pod redakciey I. Ju . Kraçkowskogo, Moskova, 1933 ). T avk al-hamâma metninin ten­ kidi için bu maddede zikredilmiş bulunan Goldzih er’in tetkikinden başka krş. Brockelmann, Lit, Zentralbl., 19 15, st. *276 veayn.m ll. B eit­ räge zur K ritik u. E rkläru ng von Ibn H azm ’s Tauq al-filamäma Islamica, 1932, V, 462—474; bu tetkikte müellif, bahis mevzuu olan eser hak­ kında başka bir takım bilgiler meyânında, onu, kitabının muhtelif yerlerinde zikretmiş bulunan İbn IÇayyim ai-Cavziya 'nin R a v ia t al-muhibbın va nuzhat al-muştâlçin ( Şam, 1349 ) adlı ki­ tabını me'haz olarak gösteriyor; W. Marçais, Observations sur le texte du “ Tawq al- fla m a ­ ma'' ( Mémorial H enri Basset, Paris, 1928, II, 59—88 ) 'd e ; kendi tercüniesi kakkında A.R. Nykl 'in notları ( s. 222 v. dd. ). Tavk al-hamäma 'nin Ş a m 'da da bir ta b 'ı çıkmıştır (1 349) . Krş. bir de E. Wiedemann, Beiträge zur G e­ schickte der Naturwissenschaften, X L IL Zw ei naturwissenschaftliche Stellen aus dem Werk von Ibn Hazm über die Liebe, über das Sehen und den Magneten ( S B P M S E rlg,, XLVII I 9 I 5» 93 —97 ). D o zy’nin tanıtmış olduğu bu eseri müellif, 418 ( 1027 ), senesine doğru, Jâtiva 'da (s . i , s ) yazmıştır ( Tavlf, s. 79 v. d .; Hayran'in 4 19 'da vefatından evvel, Abu ’İ-Cayş Mucâhid'in H ayran'a hücumunun, 417 rebiyü­ lâhırında aralarında vukü bulmuş dargınlıktan ileri geldiği düşünülebilir; krş. ibn al-A şir, nşr. Tornberg, IX, 192 v.d. ; diğer takribi bir nihâî ta­ rih de 7 aoA 'ta gösterilmiştir, s. 42, 4 : Hakam b. Munzîr, İbn Başkuvâl, nr. 332 *ye nazaran, 420 senesine doğru vefat etm iştir). A şka ve aşkın muhtelif safhalarına dâir olup, psikolojik görüşlerini kendi hayatından veya muasırları­ nın tecrübelerinden atınmış kısa hikâyeler ve kendi şiirleri İle izah eylemiş olduğu bu kitapta ibn Hazm ince bir müşâhid, parlak bir üslûpçu ve ince bir şâir olarak görünmektedir. Müellif bu eserde bize yalnız kendi karakterini göster­ mekle kalmıyor, aynı zamanda asrındaki haya­ tın pek az mâlûm olan bir cephesini de, alâka verici bîr tarzda, aydınlatıyor. R isâla f i f a i l al-Andalus adı ile mârûf kitabını da yine bu zamanda yazmış olduğu tahmin edilir. Müellifin dostu Abü Bakr Muhammed b. İshale



Ï49



'a ith af eylemiş olduğu (a l-Z ab b i'y e gö>e, nr. 59) bu eser al-Makkari 'de mündericdir (nşr. Dozy, II, 109, ıs—21; Bulak tab. 1279, II, 767, * v. d d .), Ç a la t al-Bünt (a lMakkari, H, ııo , krş. İbn al-Abbâr, al-T akmila, nr. 432) emîrinin teşviki ile yazıl­ mış olan R isâla, Endülüs müslümanlarının en eski te’üfitm dan en mühimleri hakkında et­ raflı bir fikir vermektedir. Bize kalmış plan tarihî eserleri şunlardır; N ukaf al-'arüs f i iavârih ai-ku lalafa’ ( C. F. Seybold tarafından, R evista del Centro de Estudios históricos de Granada y sn jí?eiño, I, 160, v.dd., 237 v.dd., Gırnata, 1 91 1 'de neşr ve ispanyoteaya tercü­ me edilmiştir ) İle 450 senesine doğru vücuda getirilmiş olan Camharat al-ansâb ( Ansâb al-'ar ab )'dır ( krş. Codera, Misión histórica en la A rgelia y Túnez, Madrid, 1892, s. 24 v.dd,, 83, yazm. Tunus, Mascid al-Zaytitna, nr. 5014 ve bu yazmanın kopyeoi Madrid, Real Acad. de la Hist., Codera, gost. per., s. 165 ¡P aris, Bibl. Nal., Bloehet, Cat, de la C o ll...S c h e fe r , nr. 5829; Cam harat al-ansâb 'in daha iki yazması Bankipore ve Râm pür’da bulunmaktadır: Cat. o f the A rabic and P ersian M ss. in tke O rient. Publ, Library at Bankipore, X V , 195— 197, nr. ı ı 01 ¡Bankipore yazmasının metninden seçil­ miş p arçalar: Huda Buhş, Coniributions to the H istory o f Islamic Civilization ( Kalküte, 1903 ), s. I—X X X V ; 2. tab. (19 2 9 ), s . 319 —356. Ora­ dan alınmış olan Peygamberin hâl tercümesi ( Berlin, Verz., nr. 95*0). C a m h a ra t,,., tbn Hal­ dun CIbar, 1284 tab., VI, 8, 89 v.d. 97 ve tür. y e r) tarafından gayet beğenilen ve Magrib ve Endülüs 'teki arap ve berberi kabi­ lelerinin şecereleri hakkında müteaddit defalar zikredilen bir kitaptır. Bu eser Codera tara­ fından Hammüdi 1 er, Tucibi ’Ier ( bu iki makale Codera 'o ıt Estudios críticos de H istoria ára­ be española 'sında da mevcuttur; Saragossa, 1903, s. 30* v.dd.) ve Emevîler hakkında yap­ mış olduğu tebliğlere me'haz teşkil etmiştir (göst. yer., s. 29 v.dd., 41 v.dd., krş. 147 v.dd., 75 v.dd. ve tür.,yer.). Bu eserin Bîr bölümü Hu­ da Buhş, Çontrib. to the H istory o f Islam ic civilisation ( Kalküte, 1907, sonunda ). Fakat İbn ijazm büyük edebî faâliyetini kelim ve hadîs âlimi sıfatı ile göstermiştir. Bidayette şâfi'î mezhebinin müfrit bir tarafdarı. idî. K itâb al-muk allâ bi 'l-Sşa r f î şarh al-m ucallâ bi 'l-ik şa r ( Kahire, 1347— 13 5 2 ) bu devirde yazılmış­ tır ( bk. A sín Palacios, Abenhâzam, I, 261 v.d.). T afsîr al-calâlayn 'in bâzı basmalarının şahife kenarlarında basılmış bulunan Kitâb al-nasih v a ’l mansûk ( yk. bk.)'uh müellifi her hâlde Abü ‘Abd Allah Muhammed b. Hazm'dır.



Sonra zahiri [ b.bk.] mezhebine meyletmiş ve bu mezhebin ateşli bir müdafii olmuştur. Bu fikir değişmesi, R is â la ’yi daha yazmadan önce vâzık bir surette vukûa gelmiş idi ( krş. Makkari,"H, i2o, 9 v.dd.). Zahirî mezhebinden olan muallimi Abu ' 1-Hiyâr ( f a v k , s. 98, 10 ) ’m, yâni Mas'üd b. Sulaymân b. Muflit { İbn Başkuvâl, nr. 1238 ; at-Zabbi, nr. 1 3 6 1 ) 'in bu husûsta te ’sir etmiş olması ihtimâl dahilindedir ( zahirî muasırlar hakkında krş. İbn Başkuvâl, nr. ı t 95, 119 6 ). Vahy ve hadîse müstenit olmayan anâsırı kıyas-i fukahâda kabûl etmeyen nazariyesini, ilk defa olarak Goldziher ( D ie Zâhiriten, Leipzig, 1884) tarafından mufassal bir surette tetkik edilmiş bulunan Ib fü l al-kiyâs va ’l-r a 'y va ‘l-istihsân va ’l-ta k lid va 'l-ta 'lil ( yazm. Gotha, Pertsch, Verz., nr.. 640) adlı risalesinde şiddetle müdâfaa etti. İsminden istidlal edildiğine naza­ ran, İbn Hazm mümâsil mevzuları { krş. cüz 111, 76) K itâb al-ihkâm f i { i/-) üşül al-ahkâm (Hediv kütüp.yazm., Fih., 1305 tab’ı, II, 236; ese­ rin 1345 — 1926 'da başlamış olan bir basımı Maktabat al-Hânci, Kahire ) 'da, ele almıştır. İbn Hazm 'in M asâ'il asal al-fikh hakkındaki kü­ çük bir eser', F ih ris maktabat al-M anâr ’a na­ zaran, 1 3 3 2 'de M ısır'da İbn al-Am ir al-Sağâni ve al-Kâsim i 'nin notları ile bir arada, tab’edilmiştir. Yukarıda zikredilmiş olan Masa il üşül a l-fik h hakkındaki eser, Muhammed b. İsmS'il al-Amir al-Şanğâni 'nin İbn Hazm 'm alM uhallâ 'ya yazdığı girişten seçip-aldığı ve tah­ şiye ettiği usûl-i fıkha dâir bir takım parçalar­ dan ibarettir; aynı eser, C am ii al-Din al-Kâ­ simi tarafından iltikat ve neşredilmiş olan Macm ü‘ rasâ’it f i üşül a l-ta fsir va-uşül al-fikh (Şam , 13 3 1, s. 27— 5 2 ) ile M acm aat al-rasâ’il al-m unîriya ( Kahire, 1443—1446, 1, 77—99) adlı başka bir risaleler mecmuasında da dercedİlmiş bulunmaktadır. Kitâb al-Muixallâ bi 'l-âşar f i şarh al-mucallâ bi 'l-iktişâr ( ihtisar ) nâmındaki eserinde, fıkıh hakkında zahirî mezhebine mahsûs bir usûlü vaz’ ve izah eylemiştir. Bu bahsin eserin Hidiv kütüp­ hanesinde ( F ih r ., III, 297 v.d.) bulunan müte­ addit cildlerinde, tamâmı ile, mabfûz bulunduğu anlaşılmaktadır. Leiden 'de Landerberg ( Cat., nr. 646) ye İstanbul 'da A yasofya (n r. 1259, 1260) 'da kısmen mevcut bulunmaktadır. Iş â l ilâ fahm al-hişâl ( F a şl, 1, 114, 7 v.dd.) nâmındaki ese­ rinin mevzûu da buna benzer. Bu eser oğlu Abu R afi' ’in Hidiv kütüphanesinde ( Fihr., 111, 297, 13—1 *) bulunan M uhtasar nüshasında mündericdir. Zahirilik usûllerinin din meselelerine tat­ biki için İbn Hazm yeni bir şekil kullanmış­ tır. Burada dahi K u r ’an île sabîh hadîsin zâhirî mânasına itibâr edilmesini iltizâm et­



mektedir. Bu bakımdan İslâmiyet hakkında mevcut muhtelif dinî mütâleaları, en meşhur eseri olan K itâb a l-fa şl f i ’l-m ila l va 'l-ahvâ’ va *l-nihal ( 1 3 1 7 —1 3 2 1 ’de ve 19 2 9 ’da Kahire 'de tab edilmiştir) nâmındaki kitabında şiddetle tenkit etmiş ve eş’arî [ b.bk.] Mere ve bilhassa bunların sıfât-i İlâhiye hakkındaki telâkkilerine şiddetle hücûm eylemiştir. Fakat K u r an 'in in­ sana mahsûs tâbirleri hususunda İbn Hazm ken­ di usûlünü terkederek, bunları rûha istinat eden bir itikat ile te'lif etmeğe tnecbûr olmuş­ tur. Ktİâb al-faşl 'm üzerinde tahlilî bir işleme ile eserin kısmen tercümesini A sín Palacios, Abenházem de Córdoba y su historia critica de las ideas religiosas (M adrid, 1927— 1935, V ) 'ta ve rd i; ondan once Goldziher, D ie Zahiriten adlı eserinde en mühim noktalara temâs etmişti, ibn Hazm 'm dinî ve felsefî fikirleri­ nin küll hâlinde tahlil ve tenkidi henüz yapıl­ mamıştır. Bk. Horten (b k . hâl tercüm esi) 'de bulunan hulâsalar, İbn Hazm 'm prensiplerinin ahlâk bahsinde icrâ eylemiş olduğu te’sir hak­ kında bk. Goldziber, göst. y er., s. 162 v.d. ve velîlere inanmağa, sûfîlerin mezhebine ve remil ilmine karşı tevhîd mezhebinin aksül'amelini temsil eden İbn H azm 'a dâir bk. Schreiner, Beitr. Zikredilen ve Goldziher 'in ilk olarak ta ­ nıtmış olduğu eserde, İbn Hazm İslâmiyet hâ­ ricindeki itikatları ve bilhassa mûsevîier ile hıristiyanlarınkini tetkik ve tenkit etmiş ve metin­ lerin tahrifine dâir ithamlara istinat ederek bun­ ların kitaplarında mevcut tezat ve manasızlıkla­ rı tebarüz ettirmiştir ( krş. Goldziher, Jesch u ran, Zeitschrift fü r die Wiss. des Judenihum s, 1872, VIII, 76 v.dd. ve ZD M G , 1878, XXXII, 363 v.dd.; Schreiner, ayn. esr., X L 1I, 612 v.dd.). Asfn Palacios, Kitâb a l-fa şl f i ’l-m ilal v a ’ l-a h v S va’l-nihal ( Abenhazam de Córdoba y su historia critica de las ideas religiosas, Madrid, 1927— I 935, V ) üzerinde tahlilî tetkiki ile, bu eserin kısmî tercümesininin 1. cildinde İbn I^azm hakkında, onun, devrinin çerçevesi içinde ola­ rak, yetişmesini, teolojik ve felsefî prensiplerini, eserlerini ve mektebini inceleyen, etraflı bir tetkik neşretmiştir ( krş. ayn. mil., E l Cordo­ bés Abenhâzam, prim er, H istoriador de las ideas religiosas, Discurso de recepción en la Academ ia de la H istoria, Madrid, *924-, La indiferencia religiosa en la España musulma­ n a ! K itâb al-faşl, V , 1 1 9 — 1 2 4 'teki met­ nin İspanyolca tercümesi, Cultura Española, 1907 ). E. Bergdolt, K itâb a l-fa şl 'ın bir faslını (Kahire, 1321, V , 136— 14 0 ) tercüme etm iştir: (Z S , 1933, IX, 139 —146 ). Isr. Friedlaender ( Z a r Komposition von ibn Hazin s M Hal va ’n-nihal. Örteni. S tad . Th. N öldeke gew idm et, I, 267 v. dd.) Goldziher tarzında, mufassalan İzah eylemiş



İBN HAZM. olduğa vecih (e, bu eserin ( müellif ona müteaddit defalar D ivâ n ismini vermektedir, I, 107, 1 1 ; IV, 178, 16, V , 70, 18 ) mantıkî tertibi, bida­ yette ayrı olan bir çok parçaların idhâli sureti ile, kısmen ihlâl edilmiştir. Eserin yazma nüs­ halarında zikredilen tarihlerin çok farklı olma­ sından, Friedlaender 'e nazaran, iki ayrı nüshayı tefrik etmek mümkündür. Bundan, a. Kıtâh iz­ hâr tabd.il al-yahüd va ’l-nasârâ l i ’l-T a vrâ t va ’1-IncU va bayan tanâkaz mâ bi-agdihim m inkâ mimmâ lâ gahiam ilu 'î-ta’v ll ’e sarahaten tevâ­ fuk eden nüshadan, I, 11 6 — 11, 91 'e kadar olan kısmı ve b. al-Naşâ'ih al-m uncîga min a l-fa iâ ’ih al-muhziga v a ’l-kaba İh al-m urdiga min akvâl ahi al-bida v a ’l-firâ k al-arba’ a l-m u tazila v a ’l-murci’a va ’l-h avaric va ’l-şiy a ' ’1 ihtivâ eden IV , 178 —227 arasındaki kısmı ayır­ mak kabildir. Friedlaender, yazmalardan istifâde etmek sureti ile, bunun, şl'İlere âit olan faslı (IV , 178— 1 88) sünnîlere muhalif olan fikirler (II, 1 1 1 — 117-, The Heterodoxies o f the S h i­ ites, New Haven, 1909, Jo u rn . o f the Am er. Orient. S o c„ XXVIII ve X X IX ’dan alınm ıştır; aynı eser yazmaları için krş. Z D M G , LX V I, 1 66) hakktndaki umûmî bir hulâsa ile birlikte, tercüme ve mufassal bir şekilde izah etmiştir, c. IV, cildin 87 — 178. sahifelert arasında (F ri­ edlaender, agn. esr., IV, 9*—94,) al-îm âma va 'l-m ufâzala da asıl eserden ayrılabilir. Bu kitabın ismini Friedlaender K itâb al-imâma va ’l-sigâsa f i hisam sigar al-h alafa va marâtibihâ v a ’l-nadb va ’l-vacib minkâ ( ibn Hayyân, Y â k ü t’un zikrettiği gibi ) unvanını mukayese etmektedir. îbn Hazm 'ın F i ’l-m afâzala bagna ’l-şahâba ’si ( Şam yazm;, Habib al-Zayyât, ffa zâ'in al-kutub f i D im aşk. . . , s. 82, 4 ) ; bu kitap ile aynı eser olabilir. Berlin'de nr. 5376 'da bulunan yazma, müellifin al-N ubsa al-kâfiga f i usûl alfkâm al-din nâmındaki eserinin bir parçasını ihtivâ etmektedir. Mantık bahsinde İbn Hazm Kitâb al-takrıb f i hudâd al-m antik nâ­ mında bir eser yazmış ise de, kitap elimize geç­ memiştir •, F asl ( I, 4, 10 î III, 90 i V , to, 2 ; -V, 70 aş.) da bir az değişik bir unvan ile mev­ cut bulunan mâlûmat aynı esere âit olduğu tak­ dirde, sözü geçen kitabın mevzûunu bir dere­ ceye kadar öğrenmiş oluruz. Bu eserin, müel­ lifin tarih ve edebiyata dâir R isâla 'sinde bahs­ edip, tevâzuu hasebiyle ismini zikretmemiş ol­ duğu 'Um al-kalâm hakkmdaki yegâne ( ve i l k) eseri aynı kitap olduğu tahmin edilebilir. Ma­ mafih felsefî eserlerindeki meziyetlerini medbhettiği üstadı ( tbn Hallikân, al-Zahabi ) Muhammed b. al-Hasan al-Mazbici ( İbn al-Abbâr, al-T akm ila, nr. 4 11 } 'den okuduğu kalam saha­ sındaki çalışmalarını, pek ziyâde takdir ettiği ( D ie Zâhir iten, s. 1 57) A rişto 'y a muhalif ol­



masını ve mevzûu an’anevî tarza tamâmiyle zıt bir surette izah eylemiş bulunmasını ken­ disi için bir hatâ addederler { bk. bird e Gold? ziher, S tellu n g der alten islam. Ortodoxia zu den antiken Wissenschaften, Abh.. der K g l. P reu ss.A k a d . der Wies., 19 15 , phil. h is t KL, nr. 8, s. 27— 29 ). Bu vadide hasselerin tecrübe­ sine büyük kıymet verdiği göze çarpar. İbn Hazm, Kitâb al-nâsih va ’l-m ansak ( K a­ h ire'de *297 ve 1308 'de, T a fsir al-C alâlayn ’in haşiyesinde tab'edilmiştir ) ile mubâfaza edilme­ miş olduğu anlaşılan diğer bâzı eserlerini K u r’an ve hadîs tâlimine hasretmiştir. Bizans impa­ ratoru Nikephorosll. Phokas (krş. al-Şubki,gÖsf. ger., II, »78 v.dd. ve Flügel, D ie A r a b . . . H s s . . . der H ofbibl. su Wten, I, 449 v.dd.) 'ın bir hic­ viyesine mukabele teşkil eden veSu bki ( K . Tabakât a l-ş â fiiy a , II, 184—18 9 ; krş. Abü Bakr b. H ayr, Fihr., Codera ve Ribera tab., I, 409 v.d.) 'de münderic bulunan bir hiciv kasidesi müellifin kalem münâkaşalarına dâir eserleri meyânına dâhildir. Zühdî bayata mukaddime olup, Peygamberi ahlâkî idealin nümûnesi olarak gösteren (k rş. Goİdziher, Vorlesungen, a, 30 ) K itâb al-ahlâk va ‘l-siy a r f i m udâvâi al-nufŞ s ( Kahire tab., t. s . ) nâmındaki, ahlâk ilmine dâir eseri, müellifin olgnu yaşının ve ıztıraplar ile dolu tecrübelerinin mahsûlüdür. Variyantlar arzeden üç baskısı bulunan bu ahlâk eseri ( bk. bir de Sarkış, Mu cam al-m afbü'ât, Kahire, 13 4 6 = 19 2 8 , st. 86), A sín Palacios ta­ rafından, incelenmiş ve ispanyolcaya çevrilmiştir ( L o s caracteres y la conducta. Tratado de m oral práctica p o r Abenhásam de Cardaba, Madrid, 1 9 1 6 ; ayn. mil., Abenhâzam, I, 232 v.dd.; ayn. mil., al-Andalus, 1934, II, *8 i ayn. mil., L a m oral gnómica de Abenhásam, Cul­ tura Española, 1909 ; keza ahlâk eseri hak­ kında krş. A . R . Nyki, ibn Hazm’s Treatise on Ethzcs, A J S L , 1923/1924, X L, 30—36). tbn Hazm 'ın bize kadar gelebilmiş eserlerine muhtelif büyüklükte. 16 .eserden mürekkep bir mecmuasını ilâve etmek lâzımdır. Bu kitap H. R itter tarafından, İstanbul 'da, Fâtih câmii kü­ tüphanesi yazma nr. 2704 içinde bulun­ muştur. A sín Palacios, Un códice inexplorado del Cordobés Hazm adlı ve al-A ndalus (1924, II, 1 —56 ) 'de çıkmış makalesinde, kısmen cevaplar ve reddiyeleri ihtivâ eden bu eserle­ re dâir çok etraflı bilgi veriyor. Bunlardan birini teşkil eden R isâlat al-durra f i tahkik al-kalâm fi-m â galsam e ’l-insân i'tikâduhu ( nr. 4 ), belki de bilâhare aleyhine kadı İbn al‘A rabi ah İşbilî (k rş . A sín Palacios, Abenhâ­ zam, I, 303 v.d.) ’nin. bir R isâlat al-ğurra adı ile yazdığı kitap R isâlat al-durra 'dir. İbn Hazm 'ın Marâtib al-içm â' 'ı da devrimize kadar



753



İBN HAZM.



gelmiştir ( Cat. o f the Arabic and Persian Mss. in the Örteni. Pabl. Librarg at Bankipore, nr. 1892, XIX krş. Kâtib Çelebi, K a f f al-çtınnn, nşr. Flügei, V , 485, nr. 1 1 747; bu eserin bir yerde zikredilişİne dâir krş. J A , >851, 4. seri, XVIII, 500 v.dd,). Polemikci bir mizaç sahibi olan (k rş. fa v k , s- 43> t ) İbn Hazm muhtelif temayüllerde bulunan mûsevî, hıristiyan ve müslümaniara hücûm etmiştir. Çok sert bir muhâsım oldu­ ğundan bahseden İbn Hayyân { Yakut 't a ) — “ Ona mukavemet eden bir taşa çarpmış gibi olurdu.“ — diyor. Müslümanların büyük bir ekseriyetinin haklarında derin bir hür­ met beslemekte oldukları- al-A ş'ari, Abu Hanifa, Mâlik gibi şöhretleri hakaret ve istihza­ lara boğmuştur. „İbn icazın’ın kalemi alHaccâc 'm kılıcı kadar keskindir“ tarzında meşhÛr bir söz vardır. Mamafih dâimâ mua­ rızlarıma hakkını teslime gayret etmiştir. Bun­ lara haksız tarizlerde bulunmaktan nefret eder­ di. Ahlâka dâir eserinde, tab’ındaki şiddeti, bir hastalığın te’sirine atfetmektedir. Fikirle­ rini yaymağa pek az muvaffak olmuştur. Ede­ biyat ve kelâm'ilminde geniş malûmat sâhibi olup, Mucâhid 'in Mayorka valisi bulunan A h­ med b. Raşik (al-Zabbi, nr. 4 0 0 ) 'İh şahsın­ da bir müddet bir hâmî bulmuştur. Mâliki mezhebine muhalefetinden ( Dozy, Notices, s. 190 v.d.) dolayı, kurtubalı kelâm âlimleri tara­ fından aleyhinde bulunulduğu vakit, İbn Hazm bunun tarafından himaye edilmiştir. Bu hima­ ye sayesinde, 430 ile 440 seneleri arasında, Ma­ yorka adasında tarafdarlar bulmağa muvaffak olmuştur ( krş. İbn al-Abbâr, al-T akm ila, nr. 1467, nr. zö27, İbnBaşkuval, nr. 903 ). İbn Raşik 'in önünde 440 senesine doğru şarktan avdet eylemiş bulunan mâruf din âlimi Abu 'i-Valid Sulaytnân al-Bâci ile münâkaşaya girişmiştir. Mayorkalı bir fakîlı tarafından dâvet edilmiş olan aynı muhâsım İbn Hazm 'ı adayı terke meebûr etmiştir (İbn al-Abbâr, göst. ger., nr. 443; krş. Codera, Esiudios crh icos. . . , s, 264 — 269). Dinin mârûf şahsiyetlerine karşı olan hü­ cumları, onun kısmen de ilmini kıskanan din âlimlerini kendisine düşman etmiştir. Bunlar, İbn Hazm 'ın fikirlerinin insanı dalâlete sevkettiğinİ iddia İle, onun derslerini tâkip edenleri bundan içtinâba dâvet etmişlerdir. Bu fikirleri, İbn İriazm '1 hükümdarların nazarında şüpheli bir vaziyete düşürmüş ve bunlar bir müddet sonra onun kendi topraklarında bulunmasına müsâade etmemişlerdir. Aynı surette, Emevîlere karşı açıktan-açığa göstermekte olduğa fazla muhabbet ( ta fa g g u , İbn Hayyân ), kendisini tehlikeli addettirebilirdi. Bunların hücumları



karşısında Manta Lişam 'da kâin ve kendisine mîrâs olarak intikal eylemiş bulunan araziye çekilmeğe mecbûr oldu. Eserleri İşbiiiya 'de, halkın önünde yakıldı. Müellif bu hareketin mânasızlığt ile hicviyelerinde istihzâ etmiştir. Çekilmiş olduğu köşede de tedris ve te'iife devam etti. Oğlu Abu Râfi‘ 'in verdiği malû­ mata nazaran, 80.000 varak tutan 400 eser vücûda getirmiş, fakat „bunların çoğu memle­ ketinin hududundan hârice çıkmamıştır“ (İbı> Havyan j. Müverrih al-Humaydi 'nin de dâhil bulunduğu küçük bir talebe gurubu, din âlim­ lerinin tekfirinden çekinmeyerek, İbn Hazm'm derslerini tâkip etmek üzere, Manta Lişam 'a ge­ lirdi. İbn Ijiazm, 28 şâbân 456 ( 1 5 ağustos 1064) 'da, köyünde, vefat etti. Muvahiıidlerden alManşür'un bir gün onun mezarının başında; — „Bütün âlimler İbn Hazm 'm eserlerine müra­ caata mecburdurlar.“ — demiş olduğu rivâyet edilir ( at-Makkari, il, 160, 12 j. Oğulları arasında Abu Râfi' al-Fazi (ölm. 479) âlim bir müellif olarak zikredilmektedir ( bk, İbn Başkuvâl, nr. 994). Abü Usâma Y a'İfûb ( agn. es/-.,nr. 1407) ile Abü Sulaymân al-Muş ab ( İbn al-Abbâr, al- Takmila, ar. 1097 ) babalarının ilmini yaymış olmakla mârufturlar. İbn Hazm'ın nazariyelerine, bilhassa vefatın­ dan sonra, yazı ile hücûm edilmiştir Kadı İbn alA rabi [ b.bk.J V . (XI.) asrın sonlarına doğru (alZahabi, Tazk., II, 90 v.dd.), şarktan avdet etliği zaman Magrib 'de dalâleti pek ziyâde yayılmış buldu. Reddiye olarak, Zahabi tarafından, Taz?. kira (ili, 323 v.d.)'de ve daha başka kitap­ larda zikredilmiş bulunan Kttâb al-k(iıö}im v a ’l-'avâşim nâmındaki eserini yazmıştır. Aynı senelerde Mu|tammed b. İ^aydara (/Zababi, göst. ger., IV, s * ) ile ‘Abd All&iı b. Talha ( İbn al-Abbâr, göst. ger., nr. 1330 ! al-Makkari,' 1) 905, a ) onun tarafına geçtiler. Takriben bir asır sonra da mâliki kelâm âlimlerinden ' Abd al-yalfk b. Abd Allâh ( İbn al-Abbâr, göst. ger., nr. 1812 ) ve İbn Zarkün ( agn. esr., nr. 967 ), muârız olarak, münakaşaya girişliler. İbn Zarkun, Kitab ai-mu alla nâmı altında vücûda getirdiği bir eser ile, Kttâb al- muhallâ 'ya hücum etmiştir. Buna mukabil İbn Zarkün 'un talebe­ sinden, nebatat âlimi İbn al-Rümiya, taassup de­ recesinde, İbn Hazm tarafdarlığı yaptığı gibi, meşhÛr mutasavvıf İbn ‘Arabi [ b. bk.) Kitab at-mutıaliâ 'nın yine Kitab al-m u allâ unvanlı bir hulâsasını vücûda getirmiş ve İbn icazın 'ın eserlerini tâmim ile meşgûl olmuştur. B i b l t g o g r a f g a t metinde zikredilen­ lerden başka bk. Y ik ü t, İrşâd al-arib ( CM S, VI) 5)) V, 86 v.d d .; İbn Haİlikân ( nşr. W üstenfeld), nr. 459; İbn al-K ifti, Târih al~fıukama { nşr. . L ip p ert), s. 232 v.d. î



İBN HAZM İbn BaşkuvSİ, al-Ş ila, nr. 888 ve ur. 4 0; al¿abbî, B ağ yat al-multamis, nr. 1204 ve 412 ; A bd al-Vâljid al-Marrakuşî, al-M dcib ( nşr. Dozy), 2. tab., bk. F ik r is i; İbn Hâkân, M at­ mal} (C onst., 130 2 ), s, 55 v.d .; (İstan ­ bul, 130 2 ), s. ss v .d .; al-Zahabî, Tazkirat al-fıuffâz ( Haydarâbâd), İH, 341 v. d d .; al-Makkari (nşr. Dozy), I, 5 11 v.dd.; (Bu­ la k ), I, 364 v.dd. ve F ih ris t; Çat. Cod. Arab. B ibi. Lugd. B a t.,1, 267 v.dd.; İbn Hal­ dun, Mukaddima ( P a ris ), IH, 4 ; Dozy, Script, arab. de Abbadidis loci, II, 75, 130 v.d. ( al-N u vayri) ; ayn, mil., al-Bayan almuğrib, Mukaddime, 64 v . d d .; ayn, mil., Gesch. d. Maaren, F ih r is t; Goldziher, D ie Z âhiriten, s. 109—186 ve tür. y e r; ayn. mil., Encyclopaedia o f Religion and Ethics ( mad. Ihn H azm ) ; Sch reiner, B eitr. z. Gesch. der ikeol. Bewegungen im Islam, s. 3 v.dd.; Macdonald, Development o f Muslim Theo­ logy, s. 209 v.d d .; Brockelmann, G A L , 1, 399 v.d. ( krş. 525 ve II, 701 ) , 4 1 9; Pons Boigues, Ensayo bio-bibliografico, nr. 103, s. 130 v.d d .; Friedlaender, The Hetero­ doxies, Mukaddime; Horten, D ie philos. System e der spekul, Theologen, s. 564 v.dd. ( fakat Kitüb al-faşl 'dan alınmış olan isim­ ler ancak kısmen doğrudur); Petrol, Tavk, s. V II v. dd. ve orada, s. IX 'da zikredil­ miş olan bibliyografya; Sa'id b. Abmed al-Andalusi, Tabalçüt al-amam (nşr. Chelkho), Beyrut, 19 12 , s. 75— 77; İbn al-'A ra­ bi al-îşbili, a l-A v â ş im min al-kavâşim (C ezayir, 1346 ), I, 8 5; II, 67 v.dd.; al-Nu­ vayri, Historia de los Musulmanes de E s ­ paña y A frica por en-Nugairí, Texto árabe y trad, espaiola por M. Gaspar Remiro, I, G ırnata, 19 17, metin s. 95 v.d ; trc. s. 94 v.d .; al-Y äfi'i, M ir ât al-canan v a -ib ra t al-yalfzän ( Haydarâbâd, 1337— 1340), 111, 79 —8 1 ; A . González Palencia, H istoria de le literatura arábigo-española ( Barcelona, 19 28 ), s. 140—157 ve tur. y e r; R. Dozy, H istoire des Musulmans d 'Espagne, yeni neşir, E . Levi-Pronvençal (Leiden, 19 3 z ), II, 326—332 ve tür. yer. _ ( C. V a n A r e n d o n k .) İB N H İB B A N [B k . İb n h İbbâ n .] İBN H tB B Â N . İBN HİBBÂN. Mühammed b. Ahmed A L -B u stI(? —965), a r a p m ü e l l i f v e m u h a d d ı si d i r. Sicistan dâhilinde B u st'te doğmuş ve uzun tahsil seyahatlerinden sonra, Semerkand 'da kadılığa tâyin edilmiştir. Fakat peygam berliği‘ Hm ve ‘ amal 'in te'lifi olarak izah ettiği cihetle, zındık telâkki edilerek, azlolundü (krş. Goldziher, Ma‘Snt al-nafs, s. 5 7 ). Nasâ 'da ve 334 ( 965 } 'te Nişâpur 'da ikâmet ettikten l*Uı» Ansiklopediği



İBN HİCCE.



753



sonra, hadîs okutmak üzere, Semerkand'da yer­ leşti ve 2z şevval 354 ( 2 1 teşrin I. 965 ) ’to, 80 yaşında olduğu hâlde, orada vefat etti. B aş­ lıca eseri musanna tertip tarzı ile meşhûr K itâb al-takâsîm v a ’l-anva nâmındaki hadîse dâir kitaptır ( bk. F ih rist al-kutub al-m ahfüça f i T-Kutubh3na a l-K h ed îvly a , I, 259J Dibaca, Berlin, Ahlwardt, Verz., nr. 1268), 'A li b. Ba­ laban al-Fârîsi (ölm. 7 3 9 = 1 3 3 8 , al-Suyüti, B a ğ ya t a l-v u â t, s. 3 3 1 ) tarafından tekrar ter­ tip edilmiştir ( İbn Hacar 'in haşiyeleri ile bir­ likte Brit. Mus., bk. Catalogus cod. ar., nr, 15 7 0 ; krş. Goedziher, Muh. S ta d ., II, 269, nr. 5). Bu iki eser yâni İbn Hacar al-Haytami tarafın­ dan yeniden tertip edilmiş bulunan Kitab al-Şikat (yazma, Kahire, bk. F ih rist, I, 230 v.d. ve M afâh ir ’ulama al-amgar, yazm., Leip­ z ig ; bk. Voilerş, D ie İs la m . . . H dss., nr. 688 ) hadîse dâirdir. Bir nasihat tarzında ve R avzat al-'ufcalâ’ va nuzhat al-fu ia la nâmında, âdaba dâir, eser yazmıştır (yazm. Hamburg; bk. Bro­ ckelmann, Verz., nr. 96 )k i, 1328 'de, Kahire'de tab'edilmiştir. Brockelmann bu eserin diğer 1 1 kitabını zikretmektedir. B i b l i y o g r a f y a ; a’.-Subki, fo h ak ât al-şâfi' iy a al-kubrâ, II, 1 4 1 ; Wüstenfeld, Ges1 chichtschreiber der A raber, nr. 13 0 ; ayn. mil., Schafiiten, nr. 1 5 2 ; Brockelmann, G A L , Stfppl., l, 272. ( C .'B r o c k e l m a n n .) 1 İB N H ÎC C A . [B k . İBN HİCCE.] İB N H İC C E . İBN y İ C C A , A b u 'l -M a h â s In



T a k ! a l -D în A b D B a k r b . *A l I b . ‘A bd A l l a h a l -H a m a v I a l -K Â dM a l -H a n a f T a l A z r ÂRÎ ( 1366—14 34 ; gençliğinde çalışm ış ol­ duğu m esleğe izâfeten böyle düğme yapan, te s­ miye olunmuştur ). M e m l ü k l e r d e v r i n i n e n m e ş b û r ş â i r ve ü a l û p k â r l a r ı n d a n b i r a r a p m ü e l l i f i d i r . 7Ğ7 ( 1366 ) , 'de Idam ât'ta doğmuştur. T ah sil etmek üze­ re K a h ir e 'y e yapm ış olduğu seyahatten av­ detinde 791 ( 13 9 0 ) tarihinde al-Z âh ir Barkuk tarafından yapılan m uhasara esnasında Şam 'da vukua gelm iş olan büyük yan gın a şa­ lı id olm uş ve- ilk edebî e seri olan İbn M akânis (b k . Ablvvardt, Verzeîchnis der arab. Hdss. von B erlin , nr. 9784) hakkındaki hicviyenin mevzflunu bu hâdiseden alm ıştır. M üellif ola­ rak şöhretin en yü ksek derecesine, Su l[ân alM u'ayyad Ş ayh ( 8 1 5 — 824 = 14 12 — 1 4 2 1 ) 'in kâtibi al-B ârizi 'nin him âyesi ile, tâyin edilmiş olduğu K ah ire divan m ünşiliğinde vâsıl olmuş­ tur. B a riz i'n in 830 ( 1 4 2 7 ) 'da vefatı üzerine tekrar vatanına dönmüş ve 15 şâbân 837 (25 m art 1 4 3 4 ) 'de orada ölmüştür. al-Sâm arSt al-



şahîya f i ’l-favü kih al-ham aviya v a ‘l-z a v a id al-M işriya nâmı altında toplam ış olduğu şiir­ lerinin en meşhûru H izânat al-adab va- ğâyat '



48



İBN H İCCE — İBN HİŞÂM . al-' ar ab adiı B a d ily a ’sidir. Banan Takdim A bİ B ak r ( krş. Mehren, Rhetorik, a. ı ı ) unvanlı şerhini 826 ( 1423 )'d â yazmıştır. Bu şerh 1230 'da Kalküte 'de ( Mutanabbi divanına haşiye ), 1273 ve 12 9 i'd e B u lak 'ta, 1 3 0 t 'de K a h ire ’de tab'edilmiştir. Onun Memlûklerin divanların* dan gelen mektup ve beratlardan müteşekkil muhtelif el-yaztnaları mevcut olan mecmuası ( K ahvat al-inşa ) muhakkak kullanmağa elve­ rişli bir menbâ teşkil etmektedir. Şamarât. ( Ş imâr ) al-avrâk unvanlı antolojisi ile zayi ’i, Râğib al-Isfahâni 'nin M akazarât al-udaba ’sının haşiyesi olarak, Bulak 'ta ve 1330 'da tab'edildiği gibi, İbrahim b. al-Ahdab'ın ikinci bir zeyli ile birlikte, al-İbşayhi 'nin al-M ustatraf 'inin haşi­ yesi olarak, 1320/1321 'de tab'edilmiş ve büyük bir şöhret kazanmıştır. İbn Hicce, bundan baş­ ka bir çok eski kitapları tâdil ve hulâsa etmiş­ tir. İbn al-Habbâriya 'nin al-Şâdih va ’l-bâğim 'i bu meyândadtr. Bu hulâsanın bir hulâsası al-Şirvani 'nin N a f hat al-Yaman ( Kahire, 1326, s. 150—1 6 1 ) 'inde mevcuttur. B i b l i y o g r a f y a : al-Nu'mani, al-R avz a l-â tir (yazm. Wetzst., II, 289), var. 8ov; Muntahab rnirt târih K vtb al-D in al-Nahravân i (yazm. Leiden, nr. 2010), var. »Sv > Bıockelmann, G A L , 11, 15 v.dd.; Suppl., II,



İBN H İŞÂ M . İBN HİŞÂM, C a m â l A bu M u h a m m e d ‘ A bd A ^ m ed b , ‘ A b d A l l a h



a l -D I n



.



A l l a h b. Y û su f b . b . Hİ ş â m a l -A n şâ r İ



At-MiŞRÎ ( 1309— 1360 ), 708 zilkadesinde ( nisan /mayıs 1309 ) Kahire 'de doğmuş ve 5 zilkâde 761 (1 7/1 8 eylül 1360) 'de aynı şehirde vefat etmiştir. Zuhayr b. A b i Sulm â'nın D îv â n ’mı endü­ lüslü nahiv âlimi *Abü gayyan 'dan okuduğu gibi, Şihâb al-Din ‘ Abd al-La(if b. al-Murah hal al-Fakihâni v.b. 'dan ders görmüştür. Şâfi'î mezhebine taallûk eden ilimlerden icâzet almış olduğundan, K ahire'de Kubbat al-Manşûriya 'de tefsir müderrisi olmuştur. Fakat K a ­ hire 'deki hanbeiî medresesinde müderris ol­ mak maksadı ile, vefatından 5 sene evvel, hanbelî mezhebine geçmiş ve bu uğurda, 4 aydan az bir zaman zarfında, al-Hiraki 'nin Muhtasar 'mı ezber öğrenmiştir. İbn Haldun onun hakkında şu suretle mütâlea beyân etm ektedir: „İbn Hİşâm nahiv ilminde çok dèrin malûmat sahibi idi. İbn Cinni 'nin tedris usûlünü ve sistemini kabûl etmiş olan Musul nahiv âlimlerinin yolunu tâkip etmiştir, İbn Hişâm 'in göstermiş olduğu vukûf cidden hayrete şâyân olduğu gibi, mevzûuna hâkim ve mâhir bir âlım olduğunu da göstermektedir.“ İbn Hişâm 'dan bize şu eserler kalm ıştır: 8 v.d. _ ( C . B r o c k e lm a n n .) ' 1. K a ir al-nadâ va-ball al-şadâ, bir çok İBN H İŞA M . [B k . İBN HİŞÂM.] defa neşredilmiş küçük bir nahiv kitabıdır; İBN H İŞÂ M . İBN H İŞAM , *A bd a l -Ma l İk 2. evvelkinin şerhi (T u n u s'ta 1 2 8 1 'de, Bulak B. HİŞÂM b. A y y ü b al-H Im yarÎ a l- B a ş r I 'ta 1253 ve 12 8 2 'de, K ah ire'd e 12 7 4 'te tab'­ ( î —834 ), Basra 'd a doğmuş ve M ısır 'da Fus- edilmiş ve Gognyer tarafından fransızcaya ya­ tât 'ta, 13 rebiyülâhır 218 ( 8 mayıs 834) 'de vefat pılmış olan tercümesi, L a p lu ie de rosée, ètaneylemiş olan a r a p n a h i v â l i m i d i r . Bazıla­ ckement de la so if adı altında, 1887 ’de Lei­ rına göre, vefatı 2 13 yılındadır. İbn İshâk [ b.bk.] den 'de, neşredilmiştir) 3. Şu zSr, al-zahab f i tarafından vücûda getirilmiş olan S iy a r ’i tâ« m d rifa t kalâm al-'arab, evvelkinden bir az daha dil ve ıslâh ettiği gibi, I n c il’de münderic mufassal küçük bir sarf kitabıdır ; 4. bir evvelki­ hikâyeler ile cenûbî Arabistan hikâyelerinden nin şerhi (B u la k 'ta , 12 8 2 'de, K ah ire'd e . 1253 mürekkep bir eser de tertip etm iştir: Kitâb 'te ye 13 0 5 'teneşredilm iştir); 5 . a l-l'râ b ‘an ka­ al-tican (bk. Ahlwardt, Verzeichnis der arab. v a 'id al-frâ b, nahvi tahlile dâir muhtasar bir H dss. zu B erlin, nr. 9735; Rien, Supplem ent kitaptır ( 1298 'de İstanbul 'da tab 'edildiği gibi, to the Catalogue o f arab, M ss. in İhe B ritish de Sacy tarafından fransızcaya tercüme ye M as., nr, 578/579; Tunus, nr. 4 9 5 3 °; İstanbul, Anthologie grammaticale adındaki eserine derc"Aşir, nr. 6 91 ; al-Zayyâd, Hazla in al-kutub f i edilmiştir ; Paris, 1829, s. 73—92 ve ter. s. 155-7­ Dimaşk, s. 72, nr. 1 2 ; Manuscrits de la C o l­ 223 ) ; 6. M uğni ’l-labib 'an kutab al-a'Slection Landberg, nr. 717 ). rib (m üellif bir diğer nüshayı 7 4 9 = 1 3 4 8 B i b l i y o g r a f y a : İbn Hallikân ( nşr. 'da Mekke 'de vücûda getirm iştir ; fakat bu, Wüstenfeld), Kahire, 1299, nr. 390, I, 365; Mısır 'a avdeti esnâsmda kaybolduğundan, al-Suyûti, B u ğyat a l-vu ât, s. 3 1 5 ; Wüsten* M ekke'de ikinci ikameti zarfında, 7 5 6 = 1 3 5 3 feld, Geschichtschreiber der A raber, ar. 48; 'da, bunu tertip etmiştir ), tamam bir nahiv ki­ M. Lidzbarski, De propheiicis çuae dicuntur tabı olup, iki kısım veya 8 fasla ayrılmış olup, legendis arabicis ( Lipsiae, 18 9 3 ) ,s. 5 v.dd.; cümlelere dâir kaideler ile edatlara â it mu­ ayn. mil., Zeitschr. / . A ssyriologie, VjH, 271 fassal bir bahsi ihtiva etmektedir ( Tahran 'da v.dd.; Brockelroann,G A L , 1, 1 3 5 ; S u p p l., 1, 206 12 7 4 'te, Kahire'de, 1305 1307, 1328—13 2 9 'da . (k rş .L . Caetani, İslâm tariki, tro. H. Cahtd neşredilmiştir ) ; 7. M nkid al-azhân v a mükiii al[ Yalçın ], İstanbul, 1924, I, 76 v.d.). vasnân, bir çok müşkül sarf meselelerinin ( C . B r o c k e l m a n n .) bâllinı ihtiva eder. Â tıf E f. kütüp. 2800/5, Hi*



İBN HİŞÂM d ivr feîitiip., Fihr., VII, 69, 104, * 7 V 5 9 8 » 8* A lğâz, Sultan al-Malik al-Kâmü 'in kütüpha­ nesi için tertip edilmiş nahiv tugazleri mec­ muası ( 1 3 0 4 'te Kahire 'de neşredilmiştir ). 9. a l-R a v ia a l-a d a b iy a fi şavâh id ‘n/fim al-'arabiya, İbn Cinni tarafından, Kitâb al-tam' 'de zikr­ edilmiş bulunan şevâhidin şerhidir ( Berlin 6752). 10. a l-C â m f al-şağ ir f i ’l-nahv, nahiv kitabıdır ( Kılıç A li Paşa kütüp., 93* ). 1 1 . Risâla f i ’ntişâb luğatatt va f a i l “1* v a fr â b h ila fm va ayzânva’l-Icalâm ‘alâ halumma carran, bu keli­ melere dâir sarf tetkikleridir (Berlin, Verz., nr. 6886; Leiden, Cat., I2, nr. ** ı ; M a s â 'ilfi ’l-nahv va acvibatahâ; Hidiv kütiip., Fihr., IV, 53,59, VII, 564; al-Şuyüti, Kitâb al-aşbâh va ’l-n a iâ ’ir 'de neşredilmiştir, Haydarâbâd, 13 17 ,1li, *03—*22). 12/ K u r’an 'm 9 âyetinde mef'ûl bıhin istimali tarzı hakkında küçük bir tetkik ( Berlin, hr. 6884, Derenbourg 'un, Mss. A rab. de l ’E sc.; nr. 86, 6 ’da bahsettiği eserin aynı olması muhtemel­ dir ). 13. Mas'alat itira z al-fart ‘ala "l-şart ( Lei­ den, C a t, I2, nr. 2 1 7, 21 8; nşr. al-Suyüti ayn, esr., IV, 34 —42). 14. Fava al-şazâ f i mas'alat kâza aynı mevzû hakkında hocası Abu Hayyan ’ın K i­ tâb al-şazâ f i ahkâm kaza nâmındaki eserinin mütemmimidir ( nşr. al-Suyüti, âyn. esr,, IV, 120 — 1 3 1 ) . 15. Şarh al-K aşîda al-luğazîya f i ’l-masâ'il al-nahviya, nahiv lugazlerini ihtiva eder ( Leiden, Cai., Cod. A rab., nr. 222, nşr. al-Suyüti, ayn. esr.,II, 302—323 ). ıb f A vialj. al-m asâlik ilâ alfiy a t İbn M âlik, yanlış olarak al- T avzih nâmı ile tanınmış olup, ibn Mâlik 'in A lfiy a 'sinin nesir olarak yazılmış ve tashih olunmuş ilaveli nüsha­ sıdır (1 304 v 37 6» 3 78 » 388; İbn Haldun,'ib a r, III, 71, 82 v.dd.; Weil, Gesch. d. Chalifen, I, 566,599, 336 v. d., 343, ( K , V. Z e t t e r s t e e n .)



İBN H Ü BEYR E İBN H Ü B E Y R E . İBN H U B A Y R A , i k i v e zîrin ismidir: 1. ‘A vn a l-D in Abu ’l- M u ? a f f a r Y a h y a b. MuhAmmed b. H u b a y ra a l-Ş a y b A n î ( 1096/ 10977—116 5 ) ; 490 (109 6/1097) yakut diğer bir me'haza göre, 497 ( 1 1 03/ 1 1 04) senesin­ de doğmuştur. B agdad ’a S fersah mesafede kâ­ in Dür Bani Avkar 'dandır. Muhtelif me'mÛriyetlerde bulunduktan sonra, 542 (114 7/114 8 ) sene­ sinde D îvân al-zimâm reisi olmuş ve 544 rebiyül­ âhırında ( ağustos 114 9 ), halife al-Muktafi tara­ fından, vezîr intihap edilmiştir. Selçuklu sultam Mas'üd b. Muhammed’in 547 recebinde (teşrin II. 1 1 52 ) vefatından sonra, Bagdad yâlisi Mas­ 'üd al-Bilâli Hilla şehrini zaptetti; fakat az bir müddet sonra İbn Hubayra tarafından mağ­ lûp edildi ve Takrit 'e kaçmağa mecbur oldu. Onun bu firârından sonra, yalnız Hilla de­ ğil, Küfe ile Vasit dahi vezirin eİine .geçti. Sultan Muhammed b. Mahmüd Vasit üzerine bir ordu sevkettiği vakit, halife bizzat veziri­ nin imdadına koştu ve sultanın askerleri ric'ate meebûr oldu. 548 ( 1 1 5 3 / 1 1 5 4 ) senesinde alMuktafi T ak rİt'i muhasara etti; fakat, bir şey yapamayarak, ric'at eyledi. Ertesi sene evvelâ halife ve müteakiben vezir, şehri harp İle zaptetmek istedilerse de, muvaffak olama­ dılar. Mas'üd al-Bilâli Ba'kübâ civarındaki düz ovada İki defa halife tarafından ve Vâsit yakın­ larında da, İbn Hubayra tarafından mağlûp edil­ miştir. Bu zaferden sonra İbn Hubayra ’ye „Irak sultam“ lekabı verilmiştir. 555 ( n 6 o ) senesinde, al-Muktafi vefat edip, yerine al-Mustancid geçtiği vakit, İbn Hubayra vezârette ip­ ka edildi. 13 eemâziyelevvel 560 (28 mart 1 1 65) ’ta vefat etmiştir. Alim olarak da meşhûrdur. B i b l i y o g r a f y a - , İbn Hal likan ( nşr. Wüstenfeld ), nr. 817 ( trc. de Slane, IV , 114 v.dd.) ; İbn al-Tiktakâ, al-Fahri ( tab. Derenbourg), s. 419—426; İbn al-A şir (n şr. Tornberg ), XI, tür, yer. ; Houtsma, R ecueil des textes relatifs à l’histoire des Seldjoucides, H, 221—223, 234— 239; 247—255, '290—292; Weil, Cesçh. d. Chalifen, 111,305, 31 0; Brocketmânn, G A L , I, 408 v.4 ',Suppl.,:\, 687 v.d. 2. 'îz z a l -D în M uh a m m ed b . Y a h y a , yuka­ rıdaki zâtın oğludur. Babasının vefatından sonra, vezir oldu ise de, çok geçmeden hapse atılm ış ve böylece tarihten silinm iştir. '



B i b l i y o g r a f y a ' . İbn al-Tiktaljâ, alF ah rî (tab. Derenbourg ), s. 426. _ ( K. V. Z etterst'éen .) İBN İS F A N D İY Â R . [ Bk. İBN IsfendIyA r.] İBN İS F E N D ÎY Â R . İBN İSFA N D İYÂ R , MuHAMMED B. AL-HASAN, i r a n l ı b i r m ü v e r ­ r i h t i r . Hakkmdaki malûmatımız, vatanı olan Taberistan Tn tarihine dâir yazdığı eserinde



İBN İSH Â K .



757



bizzat naklettiğinden ibâreltir. 606 ( l 2 l o ) s e nesinde Taberİsi an vâlisi olan hâmisi Rustam b. A rdaşir ’in katlini haber alması üzerine, Bagdad ’dan Irak-i A cem ’e dönmüş ve derin bir hüzün içinde iki. sene R e y ’de kalarak, kütüphanelerde tetkikat yapmış •ve. eseri için gerekli malûmatı toplamıştır. Bilâhare H vlrizm 'de 5 sene kalmış ve bîr kitapçı dükkânında tesâdüfen yeni vesika­ lar ve bunlar arasında A rdaşir Bâbakân 'm ve­ ziri Tansar tarafından Taberistan hükümdarı Casnaf’a yazılmış olan mektubu bulmuştur ( J A , 18.94, 9> ser- 1864» s. 185 ve 502 ). Tarihine bu mektup ile başlamakta ve arkasından vatanı ve onun görülmeğe değer tarafları hakkında kısa bir tasvir, sonra Taberistan’m Vaşm gir, Büveyb, Gazneliler ve Selçuklular île, eserin son kısmını teşkil eden ikinci yerli Bâven sülâlesi zamanlarına âit tarihi gelmektedir. Bu eser, E. G. Brovvne tarafından, 1905 'te tercüme ve Gibb M em orial Şeries ( II ) 'de neşredilmiştir. B i b l i y o g r a f y a 1 W. Ouseley, Tra­ vels, II, 21 4; III, 304 v.dd.; B. Dom, Sehireddins Gesch. von Tabaristan, s. 3 ; Spıegel ( Z D M G , 1850, IV, 62 ) ; Rieu, Cai. o f Persian M ŞS., s. 202 ; Ethe, P ers. M SS . Bodl. Libr., s. 160 ve Cat. P ers. M Ş S . India O ff., s. 223; C. A . Storey, seet. II, fase. 2, 359 v.b. '



( C l , H u a r t .)



İBN İS H Â Ç . ( Bk. İbn İs h â k .] İBN İS H Â K . İBN İS H A K , Abü ‘A bd A l LÂH MUHAMMED ( ? —767), a r a p m ü e l l i f ve m u h a d d i s l e r i n d e n olup, 12 ( 63 3 ) tarihinde Irak ’ta, 'A yn al-Tamr kilisesinde, esir edilerek, M edine'ye götürülmüş ve o ra d a ‘Abd Allah b. Kay s ’in mensûp olduğa kabilenin himâyesinc girmiş olan .Yasar ’ın torunudur. Ken­ disi de orada büyümüştür. Peygamberin haya­ tına âit vak'a ve hikâyeleri derin bir alâka ile toplamağa başladı ve bu yüzden bir müddet Medine 'de hadîs ilminin imamları ve bilhassa Mâlik b. Anas ile ihtilâfa düştü. Bunlar şehir­ de umûmî efkâra hâkim oldukları gibi, İbn İs­ hâk 'ın şi’î olmasından ve onun tarafından ta­ mim edilen muhtelif menkıbe ve şiirlerin mürettibi bulunmasından şüphe etmekte idiler. Bundan dolayı İbn İshâk vatanını terketti ve evvelâ Mısır 'a, sonra Irak ’a gitti. Halîfe alManşür kendisini B ag d ad ’a celbeyledi ve İbn İshâk: 150 ( 7 6 7 ) ’de diğer rivâyetlere göre, 15 1 veya 152 tarihinde orada vefat etti. S i­ yere dâir iki eser vücûda getirmiş olduğu zan­ nedilmektedir: hicrete kadar olan vak'aları ilıtivâ eden K itâb al-mubtada ( F ih rist, s. 92) yahut Mubtadâ'al-halîç ( İbn Hişâm ’da İbn ‘Abdi, nşr. Wüstenfeld, II, s. VIII veya Kitâb al-mabda va kişaş al-anbiyâ’ ( al-Halabi, al-Sira, II, 235) ve Kitâb al-mağâzî.



7S8



İBN İSH Â K -



Başlıca eseri olan bu kitabın K ıtab al-hulafü ’smı pek çabuk gölgede bıraktığı anlaşılmak­ tadır. Karabacek siyere âit metnin bir yapra­ ğının arşidük Rainer 'e âit bir papirüste bulun­ duğunu zannetmiştir ( bk. Fü hrer durch die Sammlung, ar, 655). İstanbul 'da Köprülü kü­ tüphanesinde ( sr. 1 1 4 0 ) bulunup, İbn İshâk 'in Kitâb al- m ağâzi 'si zannedilen kitabın îbn Hİşâm 'm eserinin aslı ile mukabele edilmiş bir nüshası olduğu anlaşılmıştır ( bk. Horovitz, Mitt. des Sem . fü r Orient. Sprachen, X, Westas, Stud., s. 14 ). Bununla beraber belki alMâvardi asıl nüshaya mâlik idi. Zira al-Ahkâm al-sulfânîya nâmındaki eserinde ( nşr. Enger, s. 65, I, i« v.dd., 65 v.d „ 67 v.d., 68) M ağâzi ’den alınmış ve îbn Hİşâm ( s. 677, 56 1,4 4 5,8 4 1 ) ’da muhtasarlarına tesâdüf edilen hikâyeleri zikret­ mektedir. Eser bize Tabari ’nin ve başka müellif­ lerin mufassal hulâsalarından intikal eylemiştir. Fakat, müstakil olarak, eseri İbn İshâk *tn, doğ­ rudan-doğruya, şakirdi olan küfeli Ziyâd b. ‘Abd Allah al-Bakkâ’ i vâsıtası ile görmüş olan İbn Hiş am [ b.bk.] ’¡n bunun üzerindeki işle­ mesi ile bize vâsıl olmuştur. İbn Hişâm Pey­ gamberin İbrahim ’denberi olan cedlerine âit ta­ rihin ancak I. kısmını a ld ı; iki müstakil kısmı birleştirmek ve kısmen kısaltmak suretiyle K i­ t âb sira i Rasül A lla h ’ı vücûda getirmiştir. Esere k at'î şekil, hicretin IV. asrında, al-Vazir al-Mağribi [ b.bk.] tarafından, verilmiştir. ai-Suhayli (Sim. 508 — 1 1 1 4 ) tarafından şerhedüdiğigibi, fasıl Abü Zarr Muş’ab b. Muhammed b. Mas'üd ( Ölm. 604 = 1207, Fas ’ta ) tarafından da sathî bir surette izah edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a - . J . Fück, Muhammed b. ishal) ( Frankfurt, a. M., 1925)5 İbn Kutayba, Handbuch der Geschichte ( nşr. Wüstenfeld }, s. 247 j Tabari, Z a y i al-m uzayyal, sene 150, III, 4, 2 5 1 2 ; İbn Hallikân ( nşr. W üstenfeld), nr. 623 (Kahire, 12 9 9 ),], 6 s i ; Yakut, trşad al-arib, VI, 399—40i ; Sprenger ( ZD M G , XIV, 288—290; ayn. mH., Leben Mohammeds, III, LX X ; Nöldeke, Geschichte des Qorans, s. X I V ; Weil hausen, Mohammed in M edina s. X i! Ranke, Weltgeschichte, V , 2, s. 252; Wüstenfeld, Geschichtchreiber der A raber, nr. 2 8 ; M. Hartmann, D er islamische Orient, I, 32 v. d d .; A . Fischer, Biographien von Ge­ währsmännern des lbn Ishäq, hauptsächlich aus a i Zahabi (Leiden, «890), krş. ZD M G , X LV I, 148 v.dd.; Das Leben Muhammed’s nach Muhammed ibn ish âk bearbeitet von A b d el-M alik ibn Hischâm (nşr. F . Wüs­ tenfeld), Göttingen, 1858—1860; kısaltılarak tekrar tab’ı Leipzig, 1899. Yeniden tab’ı Bu­ lak, 1 295; İbn Ifayyim al-Cavziya'nin Z äd al-m a'äd nâmındaki eserinin haşiyesinde neş­



İBN İY Â S . ri ( Kahire, 1324 ); P. Brönnle, D ie Cömmentatören des ib n Isifây und ihre Scholien, Diss ( Halle, 18 9 5 ); D ie Komm eniare des Suhayli und des A bü Z arr zu den Uffud-Gedickten in der S îr a des ibn H işâm ( ed. IFus#. I, 611—638 ) nach den H dss, zu B erlin , Sirassburg, P a ris und Leipzig, nşr. A . Scbaade, Diss. Leipzig, 1908 ( L eip z ig Sem , Stud., III, 2 ) Commentary on ib n Hishctm’s Biography o f Muhammad according töf A ba D zarr's M ss, in B erlin , Constantihople and the Escorial, nşr. Paul Brönnle ( Monuments o f A rabic Philology, I, I I ) Kahire, 1 91 1 ; bk. bir de mad. s Tr a . ( C . BROCKELMANN.) İB N İ Y A S . [Bk. İb n I y A s .] İBN İ Y Â S . İBN İY Â S , M u h am m ed b . A hm ed ( 1 1 48—1228 ) İyâs ismi, halk lisanında, „A y â s“ şeklinde de telâffuz edilir; Memlûkler devletinin inhitat devrinde yetişmiş en mühim a r a p mü­ v e r r i h i olup, 852 ( 1 448) senesinde doğmuş­ tur. Tarihinin 928 senesi vukûâtı ile sona erme­ sinden, 80 yaşında ölmüş olduğu tahmin edile­ bilir. Âİlesi aslen türktür. Baba cihetinden büyük babası İyâs al-Fahri nâmında bir türk köle­ dir. Efendisi tarafından Kmin Cnnayd“ ismi verilen bu köle, sultan ^âhir Barkük [ b. bk.] 'a satılm ış ve onun Memlûkleri arasına dâhil olarak, bilâhare ikinci davâdâr vazifesine tâyin edilmiştir. Babasının dedesi ( babasının ana cihetinden büyük b abası) idâre mesleğinde daha çok muvaffak olmuştur. Mısır ’da köle olarak satılmış bulunan Özdemir al-Haznadâr bilâhare Sultan Haşan ve Sultân A şra f Ş ab an devirlerinde, Kahire ’de en yüksek mevkilere gelmiş ve sıra ile Trablus, Haleb ve Şam vâliliklerindc bulunmuştur. İbn İy â s ’m babası Kahire'de A vlâd al-Nâs nâmı verilen ve harp zuhurunda sultanın emri altına girmekle mü­ kellef. bulunan askerî ihtiyat teşkilatına mensûp bulunmakta idi. Bunlara tâviz olarak bir tim ar yahut maktuân, 1.000 dinar veya senelik bir tahsisat ( Kayıtbay zamanında 1.000 dir­ hem ; bk. İbn İyas, Bulak, II, 195 ve tür. yer.) verilirdi. Ahmed b. İyâs bir çok emir ve yüksek me'mûrlar ile akraba ve münâsebeti olan tanınmış bir zât idi. 25 çocuğundan ha­ yatta 3 oğlu ve 3 kızı kalmıştır. Bunlardan biri hâl tercümesi sâhıbi olan müellif, bir di­ ğeri topçu ustası ( zerdekâş ) idi. İbn İyâs ’m başlıca ve devamlı bir ehemmi­ yeti hâiz eseri B adâ’i' al-zuhur f i v a k a ı alduhür nâmındaki mufassal Mısır tarihidir. Bu eserde, müellif, Mısır tarihinin, Eyyûbîler dev­ rinin sonuna kadar olan ilk kısmım ve Kayıtbay 'e kadar Memlûkler sülâlesi devrini, muh­ tasar olarak, nakleder. Bu hükümdarın tahta geçmesinden ıtibârendir ki, O vak’alsrl mu­



İBN İY Â S — İBN İZÂRÎ. fassal bir surette anlatmakta ve bunlara yük­ sek mevkî sahiplerinin hâl tercümeleri ile, hre ayın sonunda, o ay içinde vefat etmiş olanların listesini vermektedir. Bu eseri yakından tetki­ ke başlar-başlâmaz bir mesele karşısında bu­ lunuruz. Filhakika tarihin iki şekilde nakledil­ miş olduğu görülmektedir. K ısa olanı şüphe­ siz müellifin rûznâmesidir, zira msl. 9 2 ı sene­ sine âit vak’alâr metne nazaran, 9*2 yılı mu­ harreminin birinden itibaren tamamen kayd­ edilmiş bulunuyordu. Bu husüsta ikinci bir delîl de muhtasar nüshasının sâde bir lisan ile yazılmış ve mufassal metnin Londra (k rş. V o llers’in Revue d ’Egypte, İH, 5 5 1 ’d e ) çıkan uzun makalesi bulunan yazmasında üslûba itinâ edilmiş olmasıdır. 922 ’den 928 senesine kadar olan vak’alar, evvelki kısımlara nazaran, çok daha mufassaldır ve hakikaten İbn lyâs tarafından yazılmış olduğu takdirde, bu kıs­ mın mufassal metne âit olması icâp eder. Sultân Güri 'nin saltanatı zamanındaki vukuâtın 906—912 yıllarına âit olanlarının serinin ancak bir nüshasında (P a ris yazm ası) ve 913 —921 yıllarına âit olanlarının da yine serinin yalnız başka bir nüshasında ( St, Petersburg yazm ası) bulunup, başka nüshalarda bulunma­ ması ( bundan dolayı Kahire ’de basılan nüs­ halarda mevcut değild ir) dikkate çarpıyor. Bu nokta, Vollers ’i, yukarıda zikri geçen ma­ kalesinde, bu parçanın İbn İyâs ’a âit olmadığı mütâleasma sevketmiştir. Hâlbuki tasvirdeki şahsî mâhiyet bu parçanın k a fi surette İbn İyâs ’tn eseri olduğunu isbat etmektedir. Msl. bîr alayın geçişini görmüş yahut hâdiselerden ( Memlûklerin bîr yağması gibi ) müteessir ol­ muş bulunduğunu nakleder. Babasının vefatı zamanında ailesinin vaziyetinin doğru olarak izah ve tesâdüfen biraderinden bahsedilmiş olması da bunu göstermektedir. Bu cildlere âit, ^müellifin el-yazısı ile nüsha­ larının meydana çıkması (F â tih kütüp., nr. 41 97 : h.—741 yılları, 4200: 742—788, 4198 : 857—912 yılları, 4199 î 922—928 yılları, Pa­ ris, 18 24: 891—912 y ılla n ) yukanki iddia­ nın esassız olduğunu açıkça göstermektedir. Eserin 872 ( 1 4 6 8 ) yılı vukuatı ile başlayıp, 928 'e kadar devam eden kısımları, yukarı­ da sayılmış olan müellifin el-yazması nüshala­ rına istinad edilerek basılmıştır ( B a d a y f a l' z u h u r ..., D ie Chronik des ibn iyâ s im Cem einschaft mit M. Sobernheim H rsg. P .K ah le and Muh. Mustafâ, İstanbul, 19 36 : 872—906 = 14 6 8 —150 1 yıllan vukuâtı; IV, İstanbul, 1931 : 906—9 2 1 = 1 5 0 1 —15 15 yılları vukuatı; V , İs­ tanbul, 19 3 3 : 921—9 2 8 = 15 15 —1522 yılları vuknâtı,; VI, Indices von Annemaire Schiemmel, İstanbul, 19 45; Bibliothecr Islamica, 5 c,d ,e,f,).



Nitekim son zamanlarda hu eserin büyük bir cildi meydana ç ık tı; bunun Deutsche Morgenlandische Cesellschaft tarafından meydana ge­ tirilen neşrine Paul Kahle himmet etmiş olup, büyük kıt'ada 500 sahifeyi İhtivâ etmektedir ( İstanbul, 1 931 ). Bu cildde İbn İyâs Sultân Güri zamanını, hidâyetinden itibaren, tafsilâtı ile anlatmakta, bunlarda vnkuâtt ay-ay, hattâ gün-gün sıralamakta olnp, siyâsete, harbe, sa­ raya, hükümete, emniyete, adâlete, mâlî ve İk­ tisadî hâdiselere ve vazifelere müteallik her şeyden bahsetmektedir. Bilhassa Kahire sara­ yının osmanh sarayı ile münâsebetleri üzerin­ de durmaktadır. İbn İy â s ’ın tarihinde evvelâ her hükümdarın yaptıkları ve sonra diğer vak'alar nakledilmektedir. Hükümlerinin bâzan pek kat’î olmasına rağmen, İbn İyâs'ın bir de­ receye kadar tenkit vasfını kabûl etmek icâp eder. Ezcümle memleket mâliyesinin bozuklu ğu ile topçuluğa âit meseleleri anlamamak hususundaki hatânın saltanatının sukutunu intâe ettiğini hissetmiştir. Yalnız mâlî vazıyetin fenâliğinin mes’ûl¡yetini tamâmen Sultan Gûrî 'ye yükletmekte haklı değildir. Bu tarihinin bü­ yük ehemmiyeti, aynı zamanda hierî X . asır ipti­ daları için, yegâne arapça me’haz olmasından ileri gelmektedir; diğer eserleri daha az ehem­ miyeti hâizdir ve şunlardır: 1. N aşk al-azhâr f i ‘a c a ib al-ak^âr, M ısır a âit husûsî bir tet­ kiki hâvî, kozmografyaya âit, bir kitaptır. XIX. asırdaki avrupalı âlimler bunu pek çok defa kullanmışlar ve istifâdeler etmişlerdir. 2. Marc al-zuhur f î v a k a ı al-duhür halka mahsûs ve resuller ile enbiyâdan bâhis tarih kitabıdır. Kıymetsiz bir eserdir ve İbn İyâs 'a âit olma­ ması muhtemeldir ( Kahire, 1302 ). 3. Nuzhat al-umam f i ’l- a ç a ib va ’l-hikam , tek nüshası İstanbul’da olup, tarihe dâir, az tanınmış diğer bir eserdir. B i b l i y o g r a f y a : bk, Brockelmann, G A L , II, 29 5; S u p p l., H, 405 v.d. ve Vollers İn yukarıda adı geçen makalesi. İbn İyâs ’ın tarihi Kahire ( 1 3 0 1 — 1306 ) ve Kahire — Bu­ lak matbaasında ( 1 3 1 1 / 1 3 1 2 ) tab’edilmiştir. . _ (M . S o b e r n h e im .) İBN İ Z A R İ . [ Bk. İb n İZÂRÎ.] İBN İZ  R Î. İBN ‘İZ  R Î (İBN ‘A z  R İ ) A



bu



‘A



bd



A l l a h Mu h am m ed



a l -M a r r â k u ş î ,



M a g r ı b v e E n d ü 1ü s a r a p m ü v e r r i h i d i r . H ayatı hakkında bütün malûmatımız hicretin VII. asrı ( m. XIII.) sonunda hayatta bulunduğundan ibarettir. Vücûda getirmiş ol­ duğu tarih bu devirde nihâyet bulur. Tarihi kaybolmuş eserlerin parçalarını ihtivâ etmesi itibârı ile kıymetlidir. Kitabının ismi al-Ba­ ya n al-m uğrib f i ahbâr al-M ağrib 'dir , ve bize, eksik olarak, İntikal etmiştir. Aynı zaman­



İBN İZ Â R Î — İBN K A Y S Ü L R U K A Y Y Â T . da yalnız ismini bildiğimiz bir şark tarihinin müellifidir. Tarihinin metni, Dozy tarafından, H istoire de VA friq u e et de l ’Espagne nâmı al­ tında, neşredilmiştir (2 cild, Leiden, 1848— 18 51) j bir parçası da Simonet ve Lerchtındi tarafın­ dan, Çrestomatia arabigo-espaîiola ’da, neşr­ edilmiştir ( Gırnata, 1881, nr. LXI ). Eserin tamâmı Fagnan tarafından tercüme edilmiştir ( 2 cild, Cezayir, 19 0 1—1904 ) ve kısmen d eFernâandezy Gonzalez tarafından ispanyolcaya, normanların istilâsına dâir olan bir parçası da, Dozy tarafından, fransızcaya tercüme edilmiş­ tir ( Recherches% H, 288 v.d.). K rş. Dozy, Corrections sur le texte du Bayano ’l-M ogrih ( Leiden, 1883, s. 1 —91 ) . B l b l l g o g r a f g a i Dozy tab'ının m u­ kaddimesi, I, 77—107 j Wiistenfeîd, Die Geschicktsckreiber der A raber, nr. 373, 1 5 1 ; Pons Boigues, Ensayo bio-bibliografico, s. 414 v.d.; G A L , î, 337; SuppL, I, 577.



İBN a l - K A L B Î. [ Bk. İBNÜLKELBİ.]. İBN. K A M Â L . [ Bk. îb n k e m â l .] ÎBN K A S I . [ Bk. İb n k a s !.] .... İBN K A S Î. İBN £ A Sİ, Ahmed, bir s û f i ş e y h i olup, 1 1 40 senesinde Endülüs’te meh­ d i olarak, ortaya çıkmış ve bilhassa Mertola ( ı i 4 4 ) ’da nufûz te’sis etmiştir. Bilâhare biz­ zat kendi tarafdarları, onu Mnvahhidlere tes­ lim etmişler ise de, ’A bd al-Mu’min tarafından affedilmiştir. Bir müddet daha bu emirlerin sa­ rayında, eski müritlerinden biri tarafından katl­ edildiği güne kadar, yaşamıştır. Aynı zamanda müellif olup, H a t a l-n dlayn f i ’l-ta sa vvu f un­ vanlı bir eser vücûda getirmiştir (K rş . Kâtib Çelebi, III, 1 7 1 ; Flügel, D ie ar ab., p e r s . . . . H ndschr., III, 401. . B i b l i y o g r a f y a : ‘Abd aİ-Vâhîd alMarrâkuşi (nşr. Dozy), s. 15 0 ; İbn Haldun, Mu.kçddima_ (nşr. Quatremere ), I, 327. İB N a l - K A S İ M . [ Bk, İb n Ol k a s i m .] , ( R e n é B a s s e t .) İBN K A Ş Î R . [ Bk. ] bn KESİR.] İB N K Â D Î S lM A V N A . [ B k . b e d r e d d In İB N a l - K A Y S A R A N İ . [C k . İb n ü l k a y s e SÎMÀVÎ-] r â n !.] İB N K A Y S [ Bk. İBN k a y s .] İB N K A D İ Ş Ü B H E . İBN K Â Z İ ŞU BH A, İB N K A Y S Ü R R U K A Y Y Â T . İB N K A Y S a l T a ç ï a l -D I n A b u B a k r A h m e d b . M u h a m m e d R U K A Y Y Â T , ‘ÜBAYD A l l a h , E m e v i 1 e r d e vb . ‘ O m a r a l - A s a d î a l -D î m a ş ç î ( 1 3 7 7 — 14 4 8 ) , a r a p b i y o g r a f i d i r . Sırası ile müderris, r i n e m e n s u p m â r û f b i r ş â i r d ir.. Aslen kadı, baş-kadı, olmuştur. Bilhassa at-Zahabi Kureyşîdir, fakat bu kabilenin asil ailelerinden [ b. bk.] 'nin tarihi ile meşgûl olmuş ve bunu değildir. Maceraları, Mekke 'de bulunan İbn aitezyil ettiği gibi hulâsasını da vücûda getirmiş­ Zubayr ile Şam 'da hüküm süren Em evîjer ara­ tir. Diğer bir eseri de Tabakât a l-ş â ffiy a 'dır. sında, hilâfet hakkında vukûâ gelmiş olan 874 ( 1469 ) ’te vefat etmiş olan oğlu A bu mücâdelelere pek yakından merbuttur. Ailesin­ ’ l -F a ZL M u h a MMED, babasının hâl tercümesini den müteaddit kimseleri Harra muharebesinde vücûda getirdiği gibi, ayrıca pek mühim olmayan kaybetmiş olan şâirin, Zubeyrîlerin pek harâretli bâzı eserler de yazmıştır. Bunlar Brookelmann tarafdarı olmakla beraber, kendisinin de karış­ mış olduğu bu ihtilâftan dolayı, samimî olarak, tarafından, G A L II, 30 'da zikredilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Brookelmann, ayn. teessür doyacak kadar, siyâsî müsâmahaya mâlik olduğu anlaşılmaktadır. Kureyşîlerin esr,, Ii, 51 \_Suppl., II. 50. araplar üzerinde kuvvetle hâkim olmaları icâp İB N K A L A K l S . [ Bk. îbn k a lâ k Is .] İB N K A L Â K İ S . İBN K A L A K İS, A b u ’L- ettiğine kant bulunmakta ve bu kabil parti F u t ü h N a ş r A l l a h b . ‘ A b d A l l a h ( 1138 kavgalarının Kureyşîlerin nufûzunu kaybettire­ — 1 1 7 1 ), 532 ( 1 1 3 8 ) senesinde İskenderiye’de ceğini saklamamakta idi. Şâir, Zübeyrîlerin Irak doğmuş bir a r a p ş â i r i . 563 ( 1167 ) 'ten $65 valisi olan Muş’ ab 'a bilhassa bağlıdır. Muş'ab, ( 1169 ) senesine tad ar Sicilya ’da oturdu. Orada Maskin 'de muhârebeyi kaybedip, maklûl düş­ Kâ’ id A b u ’ I-Çssim İbn al-Hacar tarafından tüğü zaman, halifeye muarız olan biraderi‘Abd himaye edilmiş ve hâmîsine al-Zahr al-bâsim Allah da Mekke 'de aynı âkibete uğradı. Bu f i a v ş â f A b i ’L K âsim unvanlı bir eser ithâf zamandan itibaren İbn K ays al-Rukayyât uzun etmiştir. Bilâhare Yem en'e gitti ve 567 ( 1 1 7 1 ) müddet saklanmıştır. Ihtifada geçen hayatı ile tarihinde ‘A yzâb 'da vefat etti. Pek büyük Emevîlerin nezdinde evvelâ S u riye'd e ortaya olmayan D iv â n ’1, 1 3 2 3 'te Halil Matrân tara­ çıkması hikâyelerde görülen ta fs il't ile süs­ fından, K a h ire ’de neşredilmiştir. Paris'te, Bibi. lenmiştir. Evvelce Muş a b 'a M ekke’deki biıâNat., nr. 3139 'da, bulunan yazmasına nazaran, derine karşı olduğundan daha fazla merbûtıbu matbu nüsha çok eksiktir. yet göstermiş olduğu gibi, şimdi de Şam hali­ B i b l i y o g r a f y a ' . îbu idallikan, Va- fesi ‘Abd al-Malik ’ten ziyâde birâderi ve Mı­ f a y a t . . . ( nşr. Wüstenfeld ), nr. 772 ; Brockel­ sır vâiisi olan ‘Abd al-Aziz tarafından itibâr mann, G A L , I, 261 ; S u ppl., I, 461. görmüştür. Teveccühünü kazanmak üzere, şâirin İBN â l - K A L A N İ S Î . [ Bk. İb n Ol k a l â n Is !.] sarfettiği gayrete rağmen, Emevî halifesinin



İBN K A Y S Ü R R U K A Y Y Â T — İBN K E S İR . buna karşı lutufkâr davranması için hiç bir sebep yok idi. al-Sukkari ’nin, İbn R ay s 'in şiirlerinden hic­ retin İÜ. asrında vücûda getirmiş olduğu bir antoloji, bize kadar intikal etmiştir. İhtiva ett’ği mütâlealar ve tasvirler sayesinde bu eser, ekseriyi İslâm âlemini'sarsmış olup, bizi şâirin de karışmış bulunduğu tarihî hâdiseler hak­ kında tenvir etmektedir. D ivân 'ında mevcut siyâsî manzûmeler, o zamanın fırka kavgaları­ nı tebârüz ettiren müteferrik parçalar gibi, te­ lâkki edilebilir. Bunların yanında hafif ve şe­ hevî bir çok gazeller vardır. Şâir al-Rukayyât ismini, Ruljayya nâmındaki bir sevgilisine izâfeten almıştır. Eski dilciler, İbn al-Kays al-Rukayyât 'ı, ‘ Omar b. A bı Rabi'a İle mukayese etmişlerdir. İbn A bi Rabi'a, daha mütenevvî edebî sahalardaki iktidarına rağmen, İbn alK ays ’e yalnız âşıkane şiir vâdisinde değil, fa­ kat insan olarak da kat-kat üstündür. Yüksek ve pek yüksek hâmîlerı senâ etmek üzere kul­ landığı medih tarzında büyük bir mahâret göstermektedir. Bununla berâber, eâhiliyeden sonra gelip, klâsiklerin yolundan giden arap şiirinin, ara-sıra yeni zamanlara uymakla berâ­ ber, arkaik tarzlarını tâkip etmiştir. Mamafih o devrin, terkedilmiş ve garip tâbirlerini kul­ lanan diğer nazımlarının hatâsına düşmemiştir. Huivân ( D îvâ n , III, 6 v.dd.) hakkmdaki kısa ve zarif tasviri gibi, D ivân ’mda mevcut bâzı tasvirlerindeki parlaklık ve İrticai inkâr edilemez. B i b l i y o g r a f y a : D er D ivân des 'U bayd A llah ibn K ay s al-R ukayyât, N. Rhodokatıakis ( Sitzungsber. der Kais, A k a ­ demie der Wissensch, in Wien, philos.hisior. Classe, CX LIV , 1902 ) tarafından ter­ cüme ve bir mukaddime ile neşredilm iştir; bu husûsta bk. Th. NÖİdeke, Wiener Zeit-



schr. f.d . Kunde des Morgenlandes, XXII, 1903, 78 v.dd.



(N . RHODOKANAKIS.)



İB N K A Y Y İ M . [ Bk. ibn kayyIm.] İBN K A Y Y lM Ü L C E V Z İY E . İBN KAYYİM a l - C A V Z I Y A , Şam 'da bulunan a l - C a v z i y a medresesi k a y y ı m ı n ın oğlu demektir. A s ıl İsmi Ş a m s a l -DFn A b D 'A bd A l l a h Mu­ h a m m e d b . A b I B a k r 'd ır . H a n b e l î i l a h i y a t - ' ç ı s ı d ı r ve meşhur İb n T a y m î y a (691 — 751 *= 1292—1350 } ' n i n t i l m i z i d i r . „Edebî tar­ zını kabûl eylemiş bulunduğu üstadının her eibet­ çe sâdık bir talebesi olmuştur, İbn Taym iya’nin hayatında fenâ muamelelere mârûz kalmış ve Mascid-i İbrahim 'e yapılan ziyâretin aleyhin­ de bulunduğundan dolayı, hapse atılmıştır. Hocası gibi o da feylesoflar, bıristiyanlar ve mösevîler ile mücâdele etmiştir. Cehennem­ deki azapların muvakkat ve cennetin ebedî olOeğu kanâatindedir" ( Schreiner, ZD M G , L 1II,



59 ). B ir çok eserle ri arasından ( bk. liste, Bro­ ckelmann, G A L , II, 10 6 ) şunlar tab’edilmiştİr. Kitâb a l-fa v â 'id al-m uşavvika ilâ ‘ ulûm a l-K a r ân va ‘tim al-bayân (K a h ir e , 13 18 , 1 3 2 7 ) , K itâb al-rüf} ( H aydarâbâd, 13 18 ,13 2 4 ) ; A hbâr al-nisâ> (K a h ire , 130 7 , 1 3 1 9 ) ; Ş ifa a l- a lıl f i ’l-kaza va ’l-lş a d ir. . . (K a h ire , *3^3 ) > V lie g e r ’de h u lâsalar; Kitâb al-Q adr,



M atériaux pour servir à Vétude de la doctrine de la prédestination dans la théologie musul­ m ane; al-T urıık al-h ikm iya f i ‘l. siyasa alş a r iy a (K a h ire , 1 3 1 7 ) ; M iftâh dàr al-sa'âda va-m anşur liv â ’ a l-ilm va ’l-irâda (K a h ire , 1 3 2 3 ) ; Z a d al-m a'âd f i ffacc f}ayr al-'ibâd (K a h ire 1 3 2 4 ) ; H adi ’l-arvâh ilâ bilâd alafrâl). ( K a h ire , 1 3 2 6 ) ; lğâ şât al-lah fân f i hukm ¡alâk al-ğaibân ( K ah ire, * 3 1 8 ) ; Aksâm al-K ur'ân (M ekke, 1 3 2 1 ) ; al-C avâb a l-k â fi liman sa’ala 'an al-davâ' d l-ş â fî ( Kahire, 1 3 2 2 ) ; M adârie al-sâlikîn, f i manâzil alsâ'irin (3 cild , K ah ire, 1 3 3 3 ) ; F ih ris maktabat al-mariâr, 1 3 3 2 'de şunlar zik redilm iştir: Hidâyat al-hayârâ min al-yahâd va ’l-naşârâ (k r ş . Goldziher, Jeschurun, Zeitschr. f . d. ll/ıss. d. Ju d en th ., 18 7 3, IX, 18 v .d d .); al-K aşida aln ü n îya; H akm târik al-şalât ; M asâ’i l ibn Taym iya allati cama'dhâ İbn Kayyım . B i b l i y o g r a f y a ' . M etinde g ö steril­ m iştir.



İBN K A İ L [ Bk. İBN KADİ.] İBN a l - K A İ İ . [ Bk. İBNÜLKADÎ.] İB N K E M Â L . [ B k . k e m â l p a ş a -z â d e .] İB N K E S İR . 1 . İBN K A Ş ÎR , 'A b d A l l a h , A b u B a k r , A b ü M a 'b a d { tah rif edilerek, Abü S a İ D olmuştur 665— 738 ). K u r ’ a n ’ ı n y e d i kıraat usûlünün birini koyanlardandır. 45 (665 ) senesinde M ekke ’de doğmuştur. Cenubî A rabistan 'a hicret eylem iş bir fars ailesine mensuptur. ‘ A m r b. 'Alkarna al-Ktnâni ’nin nıahm îsî olup, atta r ( kökçü ) olm ası dolayısı ile al-D âri yah u t al*D 5 râni lekabını alm ıştır. Mekke ’de İfâ ii ’ l-C am â'a vazifesinde bulunmuş ve bu şehirde 120 ( 7 3 8 ) tarihinde vefat etm iştir. K u r 'a n ’ı k ırâat tarzı 291 ( 9 0 4 ) 'de vefat etm iş olan K an b al, yâni Muhammed b. ‘A b d al-Raitmân al-Mahzümi ile al-B azzi, yani A h ­ med b. Muhammed al-F âri'i (ölm . 2 70 = ^8 83) ’nin rivayetleri ile, bize kadar gelm iş ve bilhassa Berlin ’de bulunan bir yazm ada m evcut ve meehûi bir kim se tarafından yapılan tavsif ile mâlûm olmuştur ( bk. A h lw ard t, Verzeichnis, nr. 6 3 2 ). B i b l i y o g r a f y a : İbn ai-Nadim, Fih ­ rist, s . 28 ; İbn H allikSn ( nşr. W üstenfeld), nr. 326, ( Bulak, tab., 1299 ), 1, 3 14 ; al-N avavi, Biographicat Dictionary, s. 3 6 3 ; A b u ’ 1-Mahâsİn, A nnales, 1, 3 14 , 3 1 7 .



İBN K E S İR 2. İSMAİL B. ‘ O m ar 'İm âd



FiDÂ’



b.



AL-ŞAFİİ



a l -H a t Î b



a l - D î n A b u *l-



a l K u râ ş!



a l -B q ş r a v I



( 1 3 0 1 —1 373) , 701 (1 30» ) 'de Şam.



'da doğmuş bir a r a p



m ü v e r r i h i olup, .bu



şehirde hadîs okutmuş ve hocası meşhur hanbelî İbn T ay m iya 'n in mârûz kaldığı tnzyiklara



0 da uğramıştır. 774 şâbâmnda (şubat 1 3 73 ) vefat etmiştir. Başlıca eseri al-B idâga va ’l-tıîkâya nâmındaki umûmî târihtir. Hilkatten başlaya­ rak, müellifin hayatının son senelerine kadar olan devri ihtiva eden bu eserin 738 (*337.) senesine kadar olan kısmı al-Birzâli [ b. bk.] 'nin tarihîne dayanmaktadır. Bu eserin el-yazmalarından Brockelmann tarafından, G A L , II, 49 'da, zikredilmiş olanlardan başka ( bu eser K ah ire'd e 1348 senesinde basılm ıştır), Ber­ lin ( Ahlwardt, Verz., nr. 9449; A hi ward t'm yanlış îzahı hakkında bk. Kern, M itteil. des Sem inars fü r oriental. Sprachen, XI, West as. St., s. 267 ) ve Houtsma ( Cat. d ’üne C o li. . . , 1 tab., nr. 30, 3 1, 2. tab. ilaveli, 1889, nr. 173, 2 cİld, sene 96—242, 278—463 h. vukuatı ki V i­ yana nüshasında kısmen eksiktir) nüshaları var­ dır. Bundan maada bir K ur’an tefsiri ve hadîs İlmine dâir bir kaç eser vücûda getirmiştir. B i b l i y o g r a f y a i İbn H acar al-‘A skalâni, al-D ar ar al-kämina ( Wiyana yazm., nr. 1 1 7 2 ) , I, 212V; al-Nu'mâni, a l-R a v i' al‘Stir (Berlin yazm., nr. 9886), vr. 60“ ; alZahabi ( al-Su yü ti), L ib e r classiam viroram . . . { nşr. Wüstenfeld ), XXH, 3 ; W eyers, Orientalia, II, 433 ; C. Broekelmänn, G A L , Sappl., 1!. 48 v. d.; Wüstenfeld, Geschichtsch­ reiber, s. 434. ( C. B rockelm an n .) İBN A L - K lF T l. [ Bk. İBNÜLKIFTÎ.] ■ İBN K İ L L İS . (930/931 —991 ), F â t i m î l e r i n v e z i r i . A bu ’i-Farac Ya'küb bi Yûsuf İbn Killis, iktidarı sayesinde F â t i m î l e r i n e n yüksek mülkî makamına erişmiş, b a ğ d a d i 1, i ş g ü z a r b i r m û s e v î d i r . 318 ( 930/931 ) senesinde doğmuş ve küçük ya­ şında, babası ile birlikte, S u riy e ’ye ve 331 (942/ 943 ) ’de Mısır 'a gitmiştir. Mısır 'da Kâfür [ b. bk.] 'iarın sarayında mevki sahibi olmağa baş­ lamış ve mâlî işlerdeki dehâsı sâyesinde dev­ let idaresinde büyük bir nufûz sahibi olmuştur. 356 ( 967 ) senesine kadar mûsevî dinini muhâfaza etmiş, fakat vezirliğe intihap edilmek üze­ re olduğunu görerek, müslümau olmuştur. A z bir zaman sonra zekâ ve irfanı ve çalışma kudreti sâ ­ yesinde İslâm ilimlerinde büyük bir mevki sahibi olmuştur. Günden-güne artmakta olan ııufûzu vezir ibn al-Furât 'in hasedini ceibetmiş ve bunun entrikaları karşısında, İbn Kİllis Mağrib 'e kaçmağa mecbur olmuştur. Bilâhare Cavhar yahut Mu izz devrinde Mısır 'a dondu. Yeni Fâtimı devleti, memleketin iktisâdı vaziyetini



İBN K U T EY B fi. idâre ettirmek için, ondan daha muktedir ve daha salahiyetli bir kimse bulamazdı. Bundan dolayı Nii vadisinin Fâtimîlerden Mu'izz ve ‘A ziz devirlerindeki büyük refahı pek sıkı bir surette İbn Killîs 'in ismine merbuttur. Vergi tahsilatı hususunda elde ötmîş olduğu netice­ ler me’haziar tarafından te’yit edilmekte ve o . zamana kadar görülmemiş rakamlara bâliğ olmşıktadır. Mamafih aynı zamanda memleketin. refahı artmakta ve kendisine karşı bilhassa ‘ Aziz tarafından gösterilen şükran hissi bun­ dan ileri gelmekte idi. 368 ramazanında ken­ disine ( nisan 979 ) al-vazir. al-acal unvanı ve­ rildi. Kendisi hakkında bir çok rivayetler vardır. Düşmanlarına karşı zehir ve buna benzer vâsıtalar kullanmış olduğu şüphesiz­ dir. Şiir kabiliyeti ve te'lifât, .hayır .severlik ve debdebeli yaşayış, zahirî sofuluk ve. geniş malûmat. — bu meyanda Fatımî mezhe­ bine gore bir fıkıh kitabı yazmıştır — ( H iiât, II, 6 ) gibi hususlarda zamanının zevkini tatmin etmesini biliyordu. Her hâlde, mâlî sâhada bir dâhî ve birinci derecede bir teşkilâtçı idi. Fâtımîler devleti İdâresinin onun tarafından te'sis edilmiş olduğu rivayet olunur. 373 (983/ 984 ) senesinde, muvakkat bir zaman için, göz­ den düştü; fakat tekrar eski mevkiini elde etti. Vefatı 380. ( 991 ) tarihindedir. . ölümü hatife ‘ A ziz 'de olduğu gibi, bütün memlekette de derin bir teessür uyandırmıştır. B i b l i y o g r a f y a : Kâfür ve M ısır; 'daki Fâtimîler [ b. bk.] 'in ülkelerine dâir bütün me’hazlardaki müteferrik malûmat, bilhassa al-Musabbihi ve al-Şayrafi 'ye kadar giden biribirine uygun rivayetler ; al-Makrîzi, ffiiâ t, II, s ; İbn Hallikân ( trc. de S la n e ), IV, 359 > İI>a Tağribardi (nşr. R opper), II, 45. _ ( C. H. BECKER.] İB N Ç O Z M A N . [ Bk. İbn kuzm ân .] İBN K U T A Y B A [ Bk. İbn k u t e y b e .] İBN K U T E Y B E . İBN K U T A Y B A , A bü A bd A llah MuhaîJ[med b . Mu sl Im (828—889; ekseriyâ AL-lÇUTAYBÎ yahut AL-KuTABİ diye de yâdedilir ), AL-KOf I ( doğduğu mahalle nazaran) AL-Ma RVAZÎ ( babasının doğduğu yere nisbetle ) AL-DÎNAVARÎ, 2 13 (828 ) senesinde Küfe 'de doğ­ muş a r a p m ü e l l i f i . Bir müddet Cabai vilâ­ yeti dâhilinde Dinavar'de kadı olmuş, bilâhare Bagdad'da .müderrislik yapmış ve 276 rece­ binde (teşrin II. 889) orada ölmüştür (bazı­ larına göre 270 veya 271 ’de). Edebî ve tarihî an’ane bakımından muhtelit yahut iktitafçı nâmı verilen Bagdad Nahr mektebinin ilk mümesailidir. Hakikatte ise, muasırlan Abu Hanifa al-Dinavari ve al-Câhiz gibi, bunun da malumatı zamanının bütün ilimlerine şâmil bu­ lunmakta idi. Tahsil arzusunu hisseden kibar



İBN k Ü T E Y B Ë -



İBN KUZMÂN.



sınıf halkına ve bilhassa o sıralarda devlet rihî bir eser olan Kitâb abimàma va ’l-siyâsa teşkilâtı arasında cufuz sâhibi olmaya başla­ ( Kahire tab’ , 1322 ve 1327 ) kısmen Gayangos yan Kuttâb 'a Küfe sarf âlimlerinin toplamış tarafından tercüme edilmiştir ( The H istory o f olduğa lisâuî ve edebî malzeme ile tarihe dâir the Muhammadan Dynasties in Spain , I, zeyil malûmatı arzetmeğe çalışmıştır. Mamafih rey- E., II, zeyil A ), de Goeje 'ye nazaran { R ivîsta bîliğe karşı Kur'an ’ı ve hadîsi müdâfaa et­ Stu d ii Or., i, 41 5—42ı ; krş. Dozy, Recherc­ mek suretiyle zamanının din mücâdelesine de hes®, I, 2 1 —40) K u ta y b a ’nin hayatta bulun­ karışmıştır. Fakat kendisinin de dinsizliğinden duğu sırada bir mısırlı veya magribli tarafın­ şüphe edilmiş ve muşabbiha taraftarlarından dan kendisine atfolunmuştur. birinin isnadını karşılamak maksadı ile bunlar B î b l i y o g r a f y u * K itâb al-fikrist, s. aleyhinde bir kitap yazmağa mecbur olmuştur. 77 ! İbn al-Anbari, Nuzhat al-alibbâ', s. Lisan ilmine dâir olan iki mühim eserleri şun­ 272—274; İbn iiallikân (Bulak, 1299), nr. lardır ; M. Grünert tarafından 1900 'de Leiden 304; Navavi, Dict. o f İli. Men, s. 771 ; Sam'de neşr ve 130 0 'de K ah ire’de tab’edilmiş olan âni, K itâb al-ansâb, 3. 443 ; Zababi, Grü­ Kitâb adab al-kâtib ve iz kitaptan mürekkep nert, ayn, esr., VII, nr. 1 ; Suyüti, B u ğya i bulunan Kitâb ma ani ’l- ş t r Ayasofya kütüpa l-v u â t, 3 . 291 ; Flügel, Dze gramm, Schulen, hânesinde 4030 numarada kayıtlı bulunan A bs. 1 87—192 ; Wüstenfeld, Geschitchtschreiber, y ât al-ma ani bundan başka bir şey değildir. nr. 7 3 ; Brockelmann, G A L , I, 120 v. dd. ; A dab ( s. 71, 5 ) 'de, müellif Garib al-hadls 'ten Sııppl., I, 184 v. dd. bahsediyor (Şam , 1, II !; Habib al-Zayyât, Ha­ _ ( C. B r o c k e l m a n n .) zâ”in al-kutub . . . , s. 62 ar. 34—35 ve onun na­ İBN A L -K U T ÎY A . [ Bk. İBNÜLKÛTİYE.] zırı G arib al-Kur'ân, ayn. esr. s. 62, nr. 33, İBN K U T L U -B O Ğ A . İBN IÇUTLUBOĞA, XXV. sûrenin nihâyetine kadar. Başlıca eseri Z a y n a l - M î l l a v a 'l-D In Abu >l F a İ l a l Kitâb ‘ayan al-ahbâr 'dır. Mekteplere mahsûs £ â s 1M B. 'Abd A l l a h ( 1 399— 1474), hâl ter­ edeb numunesi olan ve sonraları müteaddit defa c ü m e s i m ü e l l i f i v e h a d î s â l i m i b i r taklit edilmiş bulunan bu eser 10 kitaptan t ü r k t ü r. İbn Hacar [ b. bk.] ’in talebesi olup, mürekkeptir ve bunlardan birinci ve dördüncü 802 ( 1399 ) ’de ölmüştür. Brockelmann tarafından, kitaplar C. Brookelmann tarafından 1900 'de G A L , II, 82 ’de zikredilmiş bulunan eserlerinden B erlin’de ve ¡903—1908'de Strassbourg'da hanefîlerin hâl tercümelerine dâir eseri, Tâc neşredilmiştir ( Krş. van Rosen, Z ur arabi- al tarâcim f i tabakât al-h anaf îya, Flügel ta­ seken Litteratur geschickte der alteren Zeit, rafından, Abhandlangen fü r die Kunde des I; Mélanges asiatiques, VIII, 747—749). Bu M orgenl., II ’ de neşredilmiştir. C. Brockelmann, eserin müstakil mütemmimi olmak üzere,'Uyun G A L , Su p p l., H, 93, ( s. 13 , 13 ) 'a göre, şu eserleri zikretmek İB N K U Z M A N . [ îbn ku zm ân .] icâp eder : i. K itâb al-şarâb, A . Guy ta­ İB N K U Z M  N . İBN KUZM AN, ekseriyâ bu rafından al-M uktabas ( Şam, 1323 — 1907, II, surette ve yahut ABÜ BAKR B. KUZMAN ( ? — 234—248, 387 — 392, 329—535 ) 'te neşredilmiş­ r 160) nâmı ile anılır ( İbn lialdun, 1, 324, altir ; 2. Kitâb a l-m a â rif ( Handbuch der Ge- Malfkari, Fih rist; al-Muhibbi, ffu lâsat al-aşar, sckichte, nşr. Wüstenfeld, Göttiagen, 1850, Ka­ I, 108, Abu Bakr lyuzmân al-Mğrsâni yerine hire, 1 3 0 0 ) ; 3. Kitâb a l-ş î'r . . . ( Liber Poesis İbn Çuzmân ai-Mağribi yahut al-Kurtubi okun­ et Poetarum, nşr. M. J . de Goeje, Lugd. Bat., malıdır ). İbn Halfan 'm iKalâ'id a l-İh ya n ’mda 1904; eksik tab’ı K a h ir e ) ; 4. elimize geçme­ (s. 187 ) ve İbn Bassam ’da al- V azir al-kâtib ve miş olan K itâb ta’v ll a l-rd ’yâ. Lisan ilmine Petersburg ’da bulunup, bir kopyası Günzburg dâir risalelerinden Cheiklıo tarafından D ix tarafından, 18 9 6 ’da Berlin'de, neşredilmiş olan anciens Traités de Philologie arabe ( Beyrut, divanının yegâne nüshasında da yine aynı isim 1908, s. 12 1 — ! 4 o ) ’da neşredilmiş bulunan K i­ ile ve İbn al-Abbâr ’ın Tuhfat al-kadim ( Casiri, tâb al-raiil va 'l-m anzil mevcuttur. Kelâma dâir I, 268 ) 'inde İbn al-Hatib 'in İhata { Casiri, II, iki büyük eseri Kitâb ta 'vil m uhtalif al-hadiş 778 ) ’sında al-V azir ai-acall Abü Bakr Mu( Kahire, 1326 ; krş. Goldziher, Muh. Stud., hammed b. ‘ Abd al-Malik b. Kuzmân nâmı ile II, 136 ; Houtsma, D e S t r i j d . . . , s. 13 ) ve Kitâb zikredilen ve daha doğru ismi Abü Bakr b. m aşkil al-K ur ân ( yazma Leiden ; bk. Cata­ ‘İsa b. ‘Abd al-Malik b. Kuzmân olan bu zât, logues Codd. Mss. A r., ur. 1650 ; İstanbul, 555 = 1 1 60 ( Tunus'ta bulunan İhata nüshasına Köprülü kütüphanesi defteri, nr. 2 1 1 ) , hadîse nazaran; daha k a t i olarak 333 senesinin so­ dâir bahisleri İhtivâ eden Kitâb al-masâ’il va nuncu gecesi — 30 kânun I, n 6 o ) ’te vefat cavâbât { elyazm. Gotha, bk. Pertsch, Verz, der etmiştir. Caialogus Lugduno-Batav., H, 208 ’de arab. H dss. der herz. B ibi., nr. 636) da bu kadama f i a vva l ‘um rihi al-m anüta bil-Mutakısma dâhildir, Söylendiğine göre uydurma ta­ vakkil ( krş. İbn yakan ) ’deki fıkra îbn Kuz-



İBN tCÜZMÁfi m ân’ın ilk gençlik zamanında 488 ( 1094/1095 ) senesinde Murâbıtlar tarafından ıskat edilen son Badajoz A ftas! emîri al-Mutavakkil ’in hizme­ tinde bulunmuş olduğunu ispat etmektedir. V a­ tanı ve ikamet ettiği şehir oîan Kurtuba 'dan ayrılmış ve uzun zaman İspanya 'da ve bilhassa İşbiliya 'de ve âlim şâire Nazhün ( al- Makkari, II, 636 ) ile buluşmuş olduğu Gırnata 'da se­ yahat etmiştir, Vezîr unvanına, Rosen ( Notices sommaires, s. 242, nr. 2 ) tarafından yapılmış ve Brockelmann ( G A L , 1, 272, nr. 2 } tarafından da iştirak edilmiş olan haksız İtiraz 1881 'de Rosen 'e gönderilmiş olan ( Günzburg 'un mukaddemesinde çıkm ıştır) bir mektupta, Dozy tarafından, reddedilmiştir. İbn Kuzmân halk muvaşşahaları ( b. bk. ve M. Hartmann, Muvaşşalf, bk. fih rist) vücûda getirmiş vè bilhassa diğer bir halk şiiri tarzının, zacal ( b. bk. ve Dozy, Supplém ent ) 'in, başlıca mü­ messili olmuştur. Ahenk esâsına istinat eden muhtelif vezinlerde vücûda getirilen bu, tarzı ibn Kuzmân evvelce kullanılmakta oian küçük irticai! parçalar hâlinden kaside ayarında uzun parçaların yüksek derecesine çıkarmıştır. 28 kânun I. 1 9 1 0 ’da vefat etmiş olan Günzburg 'un 1896 'da neşreylemiş olduğu basit fototipiden sonra nâşlrin vadine rağmen şâir- ve şiiri hakkında hiç bir şey çıkmamıştır. Codera, Discursos leídos ante la R ea l Academia Espa­ ñola, 19 1 o ; Importancia de las fuentes árabes para conocer el estado del vocabolario en las lenguas ó dialectos españoles desde en siglo V III al X II, s. 13 , 4 3 ’de bâzı mütâlealar ve vizigot-ispanyol ismi olan Guzman'rn delâletine rağmen arap telâkki ettiği İÇuzmân ismi hak­ kında mülâhazalar serdetmiştir. Bilhassa Julián Ribera y Tarrago 'nun Discursos leídos ante la R eal Academia Española, 191 2' de neşredilmiş olan tetkiklerini hele Divân hakkında,, Can­ cionero de Abencuzmân" 'ı zikretmek iktizâ eder. Burada, o arap ve roman lisan âlimlerinin hemen ekseriyetinin fikrine muhâlif olarak, yeni tezini şiddetle müdâfaa etmektedir ( s . 50 ) : „L a clave misteriosa que explica el mecanismo de las formas poéticas de los varios sistemaslíricos del mundo civilizado en la Edad Media está en la lírica andaluza, a que pertenece el Cancionero de Abencuzmán“ . O kitabda dahi ( s. 25, not 2 ) bize kadar intikal eylemiş olan 149 manzumede bulunan İspanyolca kelime ve cümlelerin İspanyol lehçesi hakkında yapılacak etüde dâir, Menéndez Pidai ile birlikte vücûda getirilmiş, bir tasavvurdan bahsedilir. Arap ve roman filologları, ibn Kluzmân 'm fevkalâde mühim olan zecei şiirlerine dâiı daha tam ve doğru tetkikleri ile alâkalanmışlardır. Müstacel plan nokta D ivân'in (Cancionero) tercüme ve



şerhi ile birlikte İlmî bir şekilde tab’ıdır. Ş â ­ irin İbn Bassam, İbn aî-Abbar ve İbn al-IJatib 'in muhtelif e! yazmalarında müteferrik bir hâlde bulunan hâl tercümelerini de aynı surette basmalıdır. B i b l i y o g r a f y a : yk. bk. ; krş. bîr de Bustâni, Encyclopédie arabe ( D â'irat al­ ma arif, 1876, I 648i* ; burada İbn Hâkân aynen nakledilmiş ve yalnız sonuna şu mütâlea ilâve olunmuştur : — „doğum ve olum tarihlerini zikretmemiştİr“ — ) ¡ krş. Sami Bey, Kâmüs al diam , s, 657»; Codera, Decaden­ cia y desaparición de los A lm orávides en España, s. 1 3 4 ; Brockelmann, G A L , I, 272; Su p p L, 1, 481 v.d. ( C. F . S e y b o ld .) İbn Ifuzmân hakkında, C.F. Seybold, daha 19 1 8 'de, elverişli bütün bilgileri toplamıştır. ( yk. bk. ). Seybold eserinin sonunda, D ivân yahut Concionero 'sunun bir an evvel, tercüme ve şerhler ile tamamlanıp, ilmi bir şekilde neş­ rini temenni ediyordu. Ondan sonra A .R . Nykl bu vazifeyi üzerine aldı ki, Gerek Cancionero ( bk. Bibi. ) tab 'ı, gerek kitaba konulan şâirin mensur mukaddimesi sayesinde, İbn ü£uzmân 'm bâl tercümesi hakkında, tamamlayıcı mâhiyette fâtdeli bilgilere ve şiir san’atına dâir, açık bir fikre sâhip bulunmaktayız. Aynı zamanda, Müs­ lüman-Endülüs şiiri ile, hırİstiyan Provençal şiir arasındaki münâsebetlerine de umûmî bir nazar atfedilmelidır. İbn Kuzmân 'in hayatına gelince, onun, ol­ dukça hakikate yakın bir ihtimâl ile, 1078— 1080 arasında doğmuş olduğunu kabûl edebili­ riz. Bu takdirde, 1094/1095 'te Murâbıtlar tara­ fından iktidardan indirilen Badajoz Eftasîierinin sonuncusu olan al- Mutavvakkil 'in, İbn Ifuzmân 't fi'len vezîr olarak ( vczîliğin, o devirde saray müşaviri yabut husûsî müşavir mânasına gel­ diği farzolunsa bile ) istihdam etmiş olduğu hakikate pek uygun görünmemektedir. Çünkü o zaman, şâire olsa-olsa 16 yaşında olabilirdi. Bu sıfatı, şâirin, o zamanın âdetine uyarak, kendi-kendine verdiği şiirlerinden açıkça anla­ şılıyor, Hakikatte İbn Kuzmân, 1095 'ten beri, şâir sıfatı ile, Ispanya 'nın bir çok şehirlerinde dolaşmış ve müteaddit defalar çok sevdiği memleketi Kurtuba ’ya, dostlarının yanma dön­ müştür. Dostlan ile birlikte, hayli serbest ve sefih bir hayat { zinâ, gulâmperest! ) sürüyor. Dostlarının isimlerini mukaddimesinde ve şiir­ lerinde zikrediyor ve yüksek kültürlerini ve şiir saa’atı hakktndaki bilgilerini öğüyor. İbn Kuzmân bundan başka, dini bakımdan iki yüzlülük ile itham olunup, tevkif edilerek, fenâ muâmelere mâruz kalıyor ve ölümden, ancak hâkim Seir Aben Mubammed sayesinde, kurtulabiliyor (n r. X L I). Şiirlerinde yer-yer rastladığımız



İBN KUZMÂN. tarihî malûmata bakarak, memnuniyetle şu ne­ ticeyi çıkarabilmekteyiz : şâir üç Emevî halife­ si zamanında ve servet-1 sâmân sâhibi Bani Hamdın 'in himâyesi altında, müreffeh bir hayat sürmüştür. Ancak 70 yaşını aştıktan son­ radır ki, nedamet getirmiş ve bir camide imam­ lık vazifesini üzerine almıştır ( nr. C X L V II). Bununla beraber, parasızlıktan, açlıktan, soğuk­ tan, elbisesizlikten v.b.'dan şikâyetleri eksik olmadığı gibi, zarurî ihtiyaçlarını te 'min edecek veya etmiş olanlara, bahusus al-Vaşki 'ye Kitabı­ nı ithaf etmiştir ( krş. mukaddime, s. iz , bir de s. 342). Seybold’ un bahsettiği el-yazmalarındaki bibliyografik mâhiyetinde diğer malzemeler al-A ndalas adlı mecmuada neşredilin ştir. Fa­ kat şâirin hayatına âit olan yukarıdaki tnâlÛmat, İbn Kuzmân 'ın hayatının, bir çok bakım­ lardan, Abü N ııvas’ınkine benzediğini açıkça göstermektedir. İ b n K u z m â n ’ın ş i i r l e r i 'nîn hepsi elimize geçmemiştir; elimizde, hepsi 145 par­ ça olmak üzere, ancak dörtte üçü bulunmak­ tadır. Mukaddimesinde, şâir divanına Isâbat a l-a ğ râ i j i zikr a l-a r â i adını koymuştur. D i­ vân ’ın mukaddimesi, klâsik arapça olmasına rağ­ men, elde bulunan şiirlerinde, vezin endîşesi ile, bir çok defalar klâsik şekillere baş-vurulmuş olmakla beraber, Endülüs konuşma arapçası ile yazılmıştır. Bu eseri anlayıp, tercüme etme­ nin bir çok güçlükleri vardır : bir kere, Divân 'ın konuşma dili, yer-yer, romanlardan ve Berberîlerin dillerinden alınma kelimeler, hattâ tâyini imkânsız unsurlar ile süslüdür ; sonra, s u r İy ei i m ü s t e n s İ h i n eseri olan metne pek gü­ venmek câiz değildir. Çünkü, bu müstensih metni basit ve keyfî bir şekilde harekelemiştir. Yegâne nüsha olan Petersburg el-yazmasının ( 7 sahifelik mukaddime hârlc ) şerhsiz ve îzahsız alelade bir fototipisi olan Gunzburg tab’ı { 1896 ), bütün bu güçlüklere yanaşmamıştır. İlk olarak, Nykl bu güçlükleri halletmeğe çalışmış ve kıs­ men de muvaffak olmuştur. Divân 'm arapça metnini, lâtince harflere çevirip, doğru bir transkripsiyon ile kopye etmiştir. Divân'ın üçte birini ( 50 parça ) tamamen ispanyoicaya tercüme ve diğer 99 parçanın muhtevalarını kısaca tahlil etmiştir. Şiirlerinin muhtevası bakımından, en çok dikkate değer olan nokta, hemen dâimâ iki mevzuun bir arada işlenmiş oluşudur. Onların çoğu, msl. ekseriya eski arap kaşida ’lerinin n o sih ’ini pek fazla andıran bir çeşit âşıkane giriş kısmı ile ( ta ğ a z z a l) başlar; ondan son­ ra, aslî mevzûa, yâni muhtelif şahsiyetlerin medhiyesine ( madh ) girer, M a n z ü m m e dl ı i y e l e r aşağı yukarı 100 parça tutar ( bü‘ ün D ivân'ın üçte ik isi) ve. bu parçaların



dörtte bîri velinimetleri olan ai-Vaşki ile İbn Hamdin 'e ithâf edilmiştir. Aynı zamanda, ta­ mamen eski arap kaşida ’lerinin ruhuna uygun olan bir takım parçalar vardır ki, şâir buralar­ da ya kendi kendini Öğüyor ( msl. nr. X V ) ya­ hut da bilhassa zacal derini göklere çıkarıyor. Hamilerine yazdığı medhiyelerde bilhassa gö­ ze çarpan cihet, şahıslarını ve cömertliklerini, umumiyetle hararetli bir üslûp ve ihtiyatsız, şehıânî bir sevgi ifâdesi ile, öğmesidır. içtimâi bakımdan, daha yüksek bir sınıfa mensup şah­ siyetlere, bu türlü medhiyeler yazılması aynı devirde F ran sa ’nın cenubunda da âdet oldu­ ğundan, Hell ( bk. B i b i ) bu hâdiseye, şark ile garbın temas meselesinin muahhar tetkiki ba­ kımından, b ü y ü k b i r e h e m m i y e t atf­ eder. —- Asıl aşk şiirleri yahut hiç değilse içinde aşk motiflerinin hâkim bulunduğu şiir­ ler, İbn I^uzmân ’da, nisbeten azdır (30 ka­ d a r ) ; bu şiirlerinin üçte biri kadınlara, diğer­ leri de erkeklere hitap etmektedir. Bunlar ideal aşkı öğmekten uzaktırlar; bu şiirler­ den birinde ( nr. CX X H I), gayr-t meşru aşk, açık olarak, Camii ve ‘Urva b. Hizam 'm aş­ kına tercih edilmektedir. Şâir, şarabı, yalnız on kadar şiirinde öğüyor; fakat bir (n r. X C ), „bir bağın asmaları altında“ gömülmek arzu­ sunu izhâr ediyor ve bu şiirinde, Abü Milj­ ean 'i hatırlatıyor ( krş. Nöldeke, D electui, s. 26). Şâirin bir kaç şiiri de, muhtelif sefa­ hat ve şenlik gönlerinin tasvirine ayrılmıştır. Bunlardan biri ( nr. Ç X L V II), ihtiyarlayan şâi­ rin nedametinden dem vurmaktadır. İbn i£uzmân'm şiirlerinin şekli halk zacal 'idir. Bu şekil, klâsik arap vezninin aksine ola­ rak, kemiyet prensibine dayanmayıp, vurgu prensibine dayanmakta ve Icit'a yapısını kabûl etmektedir. 4—1 3 mısrâdan müteşekkil olan bu kıt'alar, muhtelif şiirlerde muhtelif vezinli mısraları ihtiva edebilirler. Am a müstakil bir şiirde bu parçalar aynı sayıda nusrâiardan müteşekkildir ve her şiirde, m arkaz müstes­ na, mütenâzır olarak tertiplenmişlerdir. M ar­ kaz ( „estribilio“ yahut „estrofılla“ ) bir çeşit ufak k ıt’adır ( umumiyetle 2 m tsrâ; daha uzun manzûmelerde ise 3 yahut 4 mısrâdan müteşekkildir) bütün z a ca l'lerin başında bulu­ nur ve her husûsî zacal 'in mevzuunu, veznini ve müşterek kafiyesini ( nadiren de müşterek kafiyeleri ) gösterir. Bu müşterek kafiye ( veya kafiyeler), her kıt'anın sonunda tekrarlanır : msl. sık-sık rastlanan a a a b , c c c b , d d d b v.b. gibi göç kafiye şemasına göre, dörtlük kıt'alarda olduğu gibi, daha uzun kıt’alarda, kafiye meselesi daha da mudildir. Kurtubalı şâirin şiirlerinin bir çoğu bu türlü 5— 9 iuk kıtalardan müteşekkildir.



?64



İBN KÜZM ÁÑ.



man ’ın ilk gençtik zamanında 488 ( 1094/109$ ) senesinde MurâbıtJar tarafından iskat edilen son Badajoz A ftasi emîri al-Mutavakkil ’in hizme­ tinde bulunmuş olduğunu ispat etmektedir. V a­ tanı ve ikamet ettiği şehir olan Kurtuba ’dan ayrılmış ve uzun zaman Ispanya'da ve bilhassa İşbiliya'd e ve âlim şâire Nazhün (al-M akkari, II, 636) ile buluşmuş olduğu G ırn a ta ’da se­ yahat etmiştir. Vezir unvanına, Rosen ( Notices sommaires, s. 342, nr. 2 ) tarafından yapılmış ve Broekelmann ( G A L , I, 272, nr. 2 ) tarafından da iştirak edilmiş olan haksız itiraz 1881 ’de R o sen ’e gönderilmiş olan (Günzburg 'un mukaddemesinde çıkm ıştır) bir mektupta, Dozy tarafından, reddedilmiştir. Ibn Kuzmân halk muvaşşahaları ( b. bk. ve M. Hartmann, Muvaşşah, bk. fihrist ) vücuda getirmiş ve bilhassa diğer bir halk şiiri tarzının, zacal ( b. bk. ve Dozy, Supplém ent ) ’in, başlıca mü­ messili olmuştur. Ahenk esâsına istinat eden muhtelif vezinlerde vücûda getirilen bu, tarzı tbn Ifuzmân evvelce kullanılmakta olan küçük irticâlî parçalar hâlinden kaside ayarında uzun parçaların yüksek derecesine çıkarmıştır. 28 kânun I. 1 9 1 0 'da vefat etmiş olan Günzburg 'un 1896'da neşreylemiş olduğu basit fototipiden sonra naşirin vadine rağmen şâir ve şiiri hakkında hiç bir şey çıkmamıştır. Codera, Discursos leídos ante la Real Academia Espa­ ñola, 1 9 1 0; im portancia de las fuentes árabes para conocer el estado del •vocabulario en las lenguas à dialectos españoles desde en siglo VIH al X II, s. 13 , 4 3 'de bâzı mütâiealar ve vizigot-ispanyol ismi olan Guzman 'm delâletine rağmen arap telâkki ettiği Kuzmân ismi hak­ kında mülâhazalar serdetmiştir. Bilhassa Julián Ribera y Tarrago 'nun Discursos leídos ante la R ea l Academia Española, 1 9 1 2 'de neşredilmiş olan tetkiklerini hele Divân hakkında,, Can­ cionero de Abencuzmán“ 'ı zikretmek iktizâ eder. Burada, o arap ve roman lisan âlimlerinin hemen ekseriyetinin fikrine muhalif olarak, yeni tezini şiddetle müdâfaa etmektedir (s . 50 ) : „L a clave misteriosa que explica el mecanismo de las formas poéticas de los varios sistemaslíricos del mundo civilizado en la Edad Media está en la lírica andaluza, a que pertenece el Cancionero de Abencuzmán“ , O kitabda dahi { s. 25, not 2 ) bize kadar intikal eylemiş olan 149 manzumede bulunan İspanyolca kelime ve cümlelerin İspanyol lehçesi hakkında yapılacak etüde dâir, Menéndez Pidal ile birlikte vücûda getirilmiş, bir tasavvurdan bahsedilir, Arap ve roman filologları, Ibn I£uzmân 'm fevkalâde mühim olan zecel şiirlerine dâit daha tam ve doğru tetkikleri ile alâkalanmışlardır. Müstacel olan nokta D ivân'm (Cancionero) tercüme ve



şerhi ile birlikte ilmi bir şekilde tab’ıdır. Ş â ­ irin Ibn Bassam, İbn al-Abbâr ve İbn al-Hatib 'in muhtelif e! yazmalarında müteferrik bir hâlde bulunan hâl tercümelerini de aynı surette başmal ıdır. B i b l i y o g r a f y a : yk. b k .; krş. bir de Bustâni, Encyclopédie arabe ( Da irat alm a â rif, 1876, I 648!’ ; burada İbn Hakan aynen nakledilmiş ve yalnız sonuna şu mütâlea ilâve olunmuştur 1 — „doğum ve ölüm tarihlerini zikretmemiştir“ — ) ; krş. Sami Bey, (Câmüs al a lam, s. 657*, Codera, Decaden­ cia y desaparición de los A lm orávides en España, s. 134 ; Broekelmann, G A L , I, 272; Su ppl., I, 481 v.d. ( C. F . SEYBOLD.) İbn Kuzmân hakkında, C .F. Seybold, daha 1 9 1 8 'de, elverişli bütün bilgileri toplamıştır. ( yk. b k .). Seybold eserinin sonunda, D îvân yahut Concionero 'sunun bir an evvel, tercüme ve şerhler ile tamamlanıp, İlmî bir şekilde neş­ rini temenni ediyordu. Ondan sonra A .R . Nykl bu vazifeyi üzerine aldı ki, Gerek Cancionero ( bk. Bibi. ) tab *ı, gerek kitaba konulan şâirin mensur mukaddimesi sayesinde, İbn Çuzman 'm hâl tercümesi hakkında, tamamlayıcı mâhiyette fâideli bilgilere ve şiir san'atına dâir, açık bir fikre sahip bulunmaktayız. Aynı zamanda, Müslüman-Endülüs şiiri ile, Hıristiyan Provençal şiir arasındaki münâsebetlerine de umûmî bir nazar atfedilmelidir. İbn Kuzmân'ıtt hayatına gelince, onun, ol­ dukça hakikate yakın bir ihtimâl ile, 1078— 1080 arasında doğmuş olduğunu kabûl edebili­ riz. Bu takdirde, 1094/1095'te Murâbıtlar tara­ fından iktidardan indirilen Badajoz Eftasîlerinin sonuncusu olan al- Mutavvakkil 'in, İbn IÇuzmân '1 f i’len vezîr olarak ( vezîliğin, o devirde saray müşaviri yahut husûsî müşavir mânasına gel­ diği farzolunsa bile) istihdam etmiş olduğu hakikate pek uygun görünmemektedir. Çünkü o zaman, şâire olsa-olsa 16 yaşında olabilirdi. Bu sıfatı, şâirin, o zamanın âdetine uyarak, kendi-kendıne verdiği şiirlerinden açıkça anla­ şılıyor. Hakikatte İbn Kuzmân, 109$ 'ten beri, şâir sıfatı ile, İspanya 'nın bir çok şehirlerinde dolaşmış ve müteaddit defalar çok sevdiği memleketi K u rtu b a’ya, dostlarının yanına dön­ müştür. Dostları ile birlikte, hayli serbest ve sefih bir hayat ( zinâ, guiâm perestî) sürüyor. Dostlarının isimlerini mukaddimesinde ve şiir­ lerinde zikrediyor ve yüksek kültürlerini ve şiir san’atı hakkındaki bilgilerini öğüyor. İbn Kuz­ mân bundan başka, dinî bakımdan iki yüzlülük ile itham olunup, tevkif edilerek, fenâ muâmelere mâruz kalıyor ve ölümden, ancak hâkim Seir Aben Mohammed sayesinde, kurtulabiliyor (nr, X L I). Şiirlerinde yer-yer rastladığımız



İBN KUZMÂM.



tarihî malûmata bakarak, memnuniyetle şu ne­ ticeyi çıkarabilmekteyiz : şâir üç Emevî halife­ si zamanında ve servet-i sâmân sahibi Bani fdamdin 'in himâyesi altında, müreffeh bir hayat sürmüştür. Ancak 70 yaşını aştıktan son­ radır ki, nedamet getirmiş ve bir camide imam­ lık vazifesini üzerine almıştır ( nr. C X L V H ). Bununla beraber, parasızlıktan, açlıktan, soğuk­ tan, elbisesizlikten v.b. 'dan şikâyetleri eksik olmadığı gibi, zarurî ihtiyaçlarını te 'min edecek veya etmiş olanlara, bahusus al- Vaşki ’ye Kitabı­ nı ithâf etmiştir ( krş. mukaddime, s. 12 , bir de s. 34a ). Seybold 'un bahsettiği el-yazmaların­ daki bibliyografik mâhiyetinde diğer malzemeler al-A ndalus adlı mecmüada neşredilm ştir. Fa­ kat şâirin hayatına âit olan yukarıdaki malû­ mat, İbn Kuzmân 'm hayatının, bir çok bakım­ lardan, Abiî N uvâs’mkine benzediğini açıkça göstermektedir. İ b n K u z m â n ’ın ş i i r l e r i 'nin hepsi elimize geçmemiştir; elimizde, hepsi 145 par­ ça olmak üzere, ancak dörtte üçü bulunmak­ tadır. Mukaddimesinde, şâir divanına Jşâbat a l-a ğ râ i f i zik r a l-a 'râ i adını koymuştur. Di­ vân 'ın mukaddimesi, klâsik arapça olmasına rağ­ men, elde bulunan şiirlerinde, vezin endîşesi ile, bir çok defa'ar klâsik şekillere baş-vurulmuş olmakla berâber, Endülüs konuşma arapçası ile yazılmıştır. Bu eseri anlayıp, tercüme etme­ nin bir çok güçlükleri vardır : bîr kere, Divân 'ın konuşma dili, yer-yer, romanlardan ve Berberîlerin dillerinden alınma kelimeler, hattâ tâyini imkânsız unsurlar ile süslüdür; sonra, s n r iy e­ l i m ü s t e n s i h i n eseri olan metne pek gü­ venmek câiz değildir. Çünkü, bu müstensih metni basit ve keyfi bir şekilde harekelemiştir. Yegâne nüsha olan Petersburg el-yazmasımn ( 7 sahifelik mukaddime hârlc ) şerhsiz ve izahsız alelade bir fototipisi olan Gunzburg tab'ı (1896), bütün bu güçlüklere yanaşmamıştır. İlk olarak, Nykl bu güçlükleri halletmeğe çalışmış ve kıs­ men de muvaffak olmuştur. Divân 'ın arapça metnini, lâtince harflere çevirip, doğru bir transkripsiyon ile kopye etmiştir. Divan 'm üçte birini ( 50 p arça ) tamamen ispanyolcaya tercüme ve diğer 99 parçanın muhtevâlarını kısaca tahlil etmiştir. - Şiirlerinin muhtevası bakımından, en çok dikkate değer olan nokta, hemen dâimâ iki mevzuun bir arada işlenmiş oluşudur. Onların çoğu, msl. ekseriyâ eski arap kay i da 'lerinin n asib'in i pek fazla andıran bîr çeşit âşıkane giriş kısmı ile ( tağazzu l) başlar; ondan son­ ra, aslî mevzûa, yâni muhtelif şahsiyetlerin medhiyesine ( madfy ) girer. M a n z u m m e d­ h i y e l e r aşağı yukarı 100 parça tutar ( bü‘ ün Divân 'm üçte ik isi) ve bu parçaların



dörtte biri velinimetleri olan al-Vaşki ile İbıı Hamdın 'e ithâf edilmiştir. Aynı zamanda, ta­ mamen eski arap kaşida 'lerinin ruhuna uygun olan bir takım parçalar vardır ki, şâir buralar­ da ya kendi kendini öğüyor ( msl. nr. X V } ya­ hut da bilhassa zacal ’lerini göklere çıkarıyor. Hâmîlerine yazdığı medhiyelerde bilhassa gö­ ze çarpan cihet, şahıslarını ve cömertliklerini, umumiyetle hararetli bir üslûp ve ihtiyatsız, şehvanî bir sevgi ifâdesi ile, Öğmesidir. İçtimâi bakımdan, daha yüksek bir sınıfa mensup şah­ siyetlere, bu türlü medhiyeler yazılması aynı devirde Fransa 'nın cenubunda da âdet oldu­ ğundan, Hell ( bk. B i b i ) bu hâdiseye, şark ile garbın temâs meselesinin muahhar tetkiki ba­ kımından, b ü y ü k b i r e h e m m i y e t atf­ eder. — Asıl aşk şiirleri yahut hiç değilse içinde aşk motiflerinin hâkim bulunduğu şiir­ ler, İbn İCuzmân 'da, nisbeten azdır (30 ka­ dar ) ; bu şiirlerinin üçte biri kadınlara, diğer­ leri de erkeklere hitap etmektedir. Bunlar ideal aşkı Ğğmekten uzaktırlar; bu şiirler­ den birinde ( nr. C X X I 1I ), gayr-i meşru aşk, açık olarak, Camii ve ‘Urva b. Hizam'ın aş­ kına tercih edilmektedir. Şâir, şarabı, yalnız on kadar şiirinde öğüyor; fakat bir ( nr. X C ), „bir bağın asmaları altında“ gömülmek arzûsunu izhâr ediyor ve bu şiirinde, Abu Miljcan 'i hatırlatıyor ( krş. Nöldeke, Deleçtus, s. 26), Şâirin bir kaç şiiri de, muhtelif sefa­ hat ve şenlik günlerinin tasvirine ayrılmıştır. Bunlardan biri ( nr. Ç X L V II), ihtiyarlayan şâi­ rin nedâmetinden dem vurmaktadır. İbn Kuzmân 'm şiirlerinin şekli halk zacal 'İdir. Bu şekil, klâsik arap vezninin aksine ola­ rak, kemiyet prensibine dayanmayıp, vurgu prensibine dayanmakta ve fcit'a yapısını kabûl etmektedir, 4—12 mısrâdan müteşekkil olan bu kıt'alar, muhtelif şiirlerde muhtelif vezinli mısraları ihtiva edebilirler. Ama müstakil bir şiirde bu parçalar aynı sayıda mısrâlardan müteşekkildir ve her şiirde, markaz müstes­ na, mütenâzır olarak tertiplenmişlerdir. Mar­ kaz ( „estribillo“ yahut „estrofılla" ) bir çeşit ufak kıt’adır ( umûmiyetle 2 m ısrâ; daha uzun manzumelerde ise 3 yahut 4 mısrâdan müteşekkildir) bütün zacal 'terin başında bulu­ nur ve her husûsî zacal 'in mevzuunu, veznini ve müşterek kafiyesini ( nadiren de müşterek kafiyeleri) gösterir. Bu müşterek kafiye ( veya kafiyeler), her kıt'anın sonunda tekrarlanır: msl. stk-stk rastlanan a a a b , c c c b , d d d b v.b. gibi güç kafi ye şemasına göre, dörtlük kıt'alarda olduğu gibi, daha uzun kıt’alarda, kafiye meselesi daha da mudildir. Kurtubalı şâirin şiirlerinin bir çoğu hu türlü 5—9 luk kıtalardan müteşekkildir.



İBN KUZMÂN — İBN MAHLED.



766



İbn Kuzmân, z a c a l ş e k l i s i n b e l l i - b a ş l ı m ü m e s s i l i d i r . Bu tarzı, yüksek ededi bir nevi derecesine yükseltmiş ve ona arap edebiyatında ehemmiyetli bir yer sağlamıştır. Fakat İbn IÇuzmân 'ın rolü, aynı zamanda umûmî edebiyat tarihinde de mühimdir. „A rap tezi" tarafdarları ( ilk olarak Ribera, sonra da Nykl ) şiirlerin­ de, gerek ağızdan-ağıza dolaşarak, gerek A p ­ pel ( Z is c k r. f . rom. ph il., 1932, s. 7 8 8 ) 'in dediği gibi, cazip vezni ve ahengi ile, her şey­ den once şeklî bakımlardan ( kafiye sistemi, kıt'aiarın adedi ve yapısı v .b .} eski provençal şiire ve dolayısı ile Avrupa şiirine te 'sir et­ miştir. B i b l i y o g r a f y a : Makale içinde bahs­ edilenlerden başka bk. W. Mulertt 'in Ribe­ ra, E l cancionero de Abencazman, discurso leído en ler R ea l Academ ia española ( Mad­ rid,19 12 ) hakkındaki yazısı (/«/., 1923, XIII, 1 70—1 7 5 ) ; A . González Patencia, H is­ toria de la literatura arábigo'española ( Barcelona-Buenos Aires, 1928) s. 105— 11 2 ve 329—336; Ign. Kraçkovskiy, PolvÉka ispanskoy aravistiki ( Z apiski kollegii vostokovedov, 1929, IV, 1 7—2o ve 23—23 ; İbn Çuzm ân’ın D iv â n ’ı hakkında Ribera'nm çıkar­ dığı neticelere dâ i r ) ; H, A, R. Gibb ( The Legacy o f Islam, Oxford, 19 31 ), s. 189—191 ( Endülüs arap şiirinin Avrupa 'daki trouba­ dourlara te 's ir ettiğini kabûl ediyor ve İbn l£uzmân 'ın D ivân 'inda kıymetli örnekleri bulunan halk zacal 'ine ve dolayısı ile, menşe’İni zacal 'den alan villancico 'suna intikal vâsıtası nazarı ile bakıyor) ; A .R . Nykl, E l Cancionero del Şeik, nobilísimo visir, mara­ v illa del tiempo, A ba B akr ibn 1A bd-al-M a­ lik Aben Guzmán ( Ibn Q uzman) ( Madrid, *933 ) ; G. S. Colín ( Hespéris, *933> XVI, 16 1 —1 70; yeni bîr kaç parça veriyor ve dolay ısı ile Nykl 'in kitabını tashih ediyor) ; Nykl tab'ı hakkında bk. J . Hell 'in maka­ lesi ( O L Z , 1935, st. 237—241 ; N ykl'in eserini takdir etmekle beraber, bütün fikir­ lerine iştirak etm iyor). _



( F eh im B a j r a k t a r e v i ç .)



İ B N M A C A . [ İBN



m â c E.]



İBN M Â C E . İBN M A CA , A bü 'A bd A l l a h M o h am m ed b . Y a z î d a l -Iİ a z v I n î ( 824— 886), altı sahih hadîs kitabından biri­ n i n (Su nan, Dehlitab., 1282, 1289) m ü e l ­ l i f i d i r . 209 ( 824) tarihinde doğmuş, hadîs toplamak üzere, Ira k 'ı, A rabistan'ı, Snriye ve M ısır’ı dolaşmış ve 273 ( 886 ) 'te vefat etmiş­ tir. W ensink’in H E M T ’sinde ve C T M ’de bu hadîs müellifinin külliyâtı üzerinde çalışıl­ mıştır. İbn Hallikân, bir tefsir ile bir de tarih yazdığını söylemektedir.



B i b l i y o g r a f y a 1 İbn’ Hallikân, Vafay â t ( nşr. Wüstenfeld ), nr. 625 ; Broekeîmann, G A L , 1, 163, Suppl., I, 270. İB N M A H LA D . [ Bk. İb n m a h l e d .] İBN M A H L E D . İBN M AH LAD, i k i v e z i ­ ri a i s m id ir ; t. Dayr Kunnâlı AL-H ASAN B. MAHLAD B, A L -C a r r Â Ş . 243 (857/838) senesinden itiba­ ren emlâk ve akar müdürü oldu. 'Ubayd A l­ lah b. Y a h y a ’nın 263 zilkadesinde (temmuz 877 ; bk. İBN HÂKÂN ) vefatı üzerine, al-I^iasan, halife al-Mu'tamid tarafından, vezîr tâyin edil­ di, Aynı zamanda halifenin biraderi al-Muvaffak 'ın da kâtipliğini yapinakta idi. Fakat tak­ riben bir ay sonra M ü sl b. Boğa 'nın o devir­ de hükümet merkezi olan S lm a rrâ 'y a gelmesi üzerine, B agdad 'a kaçmıştır. Bundan sonra vezârete Sulaymân b. Vahb geçmiş, oğlu 'Ubayd Allâb da kâtipliğe intihap edilmiştir. Fakat ertesi senenin zilkadesinde ( temmuz 878 ) Sulaymân azl ve evi yağma edildiğinden, Haşan aynı ayın 27 ’sinde ( 31 temmuz ) tekrar vezîr nasbedildi. Zilhicce ( ağustos 878 ) içinde Sulay­ mân serbest bırakıldığından, Haşan kaçtı ve malları müsadere olundu. B i b l i y o g r a f y a : T abari, III, bk. F ih ris t; İbn al-Agir ( nşr. Tornberg ), VII, bilhassa 54, 215, 219 ; İbn al-Jiktakâ, al-F ah rî ( Derenbourg ta b .), s. 343 v. d .; Weil, Gesch. der Chalifen, II, 367, 408 v. d., 424. 2. A bo ’l -K ä s im S u l a y m â n b . a l -H a s a n , evvelkinin oğludur. 301 ’den 3*1 yılına kadar ( 9 1 3 —923) nazırlıkta bulundu. İbn Mufcla [ b. b k .J’nin 318 cemâziyelevvelinde ( haziran 930) azlinden sonra, halife al-Muktadir tara­ fından, vezârete getirildi. Tecrübe sahibi bir zât olan ‘A li b. ’İsa [ bk. İBN AL-CARRÂy, 2.] fi’len ve nasihatleri ile onu destekledi. Fakat Su­ laymân müşkül vazifesinin icâp ettirdiği kifaye­ ti hâiz değil idi; ayrıca memlekette para sıkıntısı çekiliyordu. Bundan başka şahsî muameleleri ile de nefret uyandırmış olduğundan, 24 recep 319 ( 1 2 ağustos 9 3 ı ) 'da azledildi. 324 (933/936 ) se­ nesinde al-Râzi vezîr Abu C a'far Muhammed al-Karhi 'yİ azl ve yerine Sulaymân '1 tâyin etmiştir. Fakat, kargaşalık arttığından, halife İbn Râ’ilf [ b. bk.] 'a müracaata mecbûr oldu ve Sulaymân az bir zaman sonra, ikinci defa ola­ rak, azledildi, 328 (teşrin I. 940) senesi sonun­ da me'müriyetine iâde edildi ve al-Râzi 'nın 329 rebiyülevvelinde (kânun I. 940) vefatı üzerine, halefi al-Muttaki tarafından vezîr ola­ rak tanındı. Fakat bu defa da ancak lafzen vezirlik yaptı ve al-Muttaki 'nin hilâfete geç| meşinden sonra, ancak 4 ay tutunabildi. I B i f l i y o g r a f y a : 'A rib (nşr. de GoeI je ), s. 42, 1 1 3, 130 v .d d .; İbn al-Agir



İBN M AH LED (nşr. Tornberg), bk. F ih rist; İbn al-Tiktakâ, al-Fahri ( Derenbourg ta b .), a. 372, 382 v.dd.; Weil, Gesch. der C halifen, II, 566, 662 v. dd. ( K. V. Z e t t e r s t e e n .) İBN M Ä K U L Ä . [Bk. îb n m â k û l â .] İBN M Â K Û L Â . İBN M Ä KU LÄ , Abu 'l-Ç S ş|m H İbat A l l a h b .'A lî b. C a 'p a r a l- ‘ İ c lI (975/ 976—1038/1039), lekftbı İbn MÄKÜLÄ olup, B üveyhîlerden Calâl a l - D a v l a ’n i n v e z i r i d i r . 365 ( 975/976 ) senesinde doğmuş­ tur, Calâl al-Davia tarafından, 423 (1 032 ) ta­ rihinde, vezârete intihap, fakat kısa bir müddet sonra azledilmiştir. Lâkin halefi Abu Şa'd Mubammed b. al*Husayn b. ‘A bd al-Rahim bu mevkide ancak bir kaç gün kaldı. Zira hü­ kümet merkezinde, türk askerleri tarafından, sıkıştırılmış ve hakarete mâruz kalmış oldu­ ğundan saklanmağa meebûr olmuş idi. Bunun üzerine, vezâret tekrar İbn Mâkûlâ 'ya tevcih olundu. 424 ( 1033 ) senesinde Calâl al-Davla, Karb 'a kaçmağa meebûr oldu ve vezir de kendisini tâkİp etti. B .r müddet sonra yerine Abu Sa‘ d getirildi. Ertesi sene Calâl al-Davia bunu azletti ye İbn Mâkûlâ tekrar vezârete geldi ise de, ancak bir kaç gün kalabildi. Aynı vaziyet 426 ( 1034/1035 ) yılında da vukua gel­ di. Tekrar vezirliğe intihap edilmiş olan Abu S â d , Fâris b. Muhammed [ b. bk.]'in aleyhine hareket etti ve İbn Mâkûlâ bir kere daha vezârete getirildi. Bu defâ yezâretî 4 ay, 8 gün sürmüştü. Bundan sonra, ordu tarafından, ve­ zirlikten indirildi ve Abu Sa'd tekrar vezir ol­ du. Bir kaç sene sonra İbn Mâkûlâ Ukayli İfarvâş b. al.M uljalkd ’e teslim ye onun tara­ fından, H it ’te hapsedildi. 2 sene, 7 ay hapiste kaldıktan sonra, 430 (1038/1039 ) senesinde, orada oldu. B i b l i y o g r a f y a : İbn al-A şir (nşr. Tornberg), IX, 288, 293 V- d-, *98, 302, 317.



ÎBN M ÂLİK.



767



tır. Bilâhare şarka g itti; nahiv âlimlerinden îbn al-Hâcib, İbn Y a 'iş ve Abû ‘A li al-Şalübin ’in derslerini tâfcip etti. Şam 'da Mukarram 'den, Abu ’E-Haşan b. al-Sahâvi v.b.'dan hadîs okudu. Talebesi arasında, babasının nah­ ve dâir bir çok kitaplarına şerh yazmış olan oğlu Badr al-Diu Muhammed’i, baş-kadı Badr al-Din b. Camâ’ a ’yı, şâir Bahâ’ al-Din İbn al-Nahhâs al-H a!ab i’yi, fıkıh âlimi Abû Zakariyâ al-Navavi 'yi, Şayh Abu ' 1-Husayn al-Yünini v.b.'larını zikretmek lâzımdır. Tahsilini ikmâl ettikten sonra, Haleb ’de nahiv okutmağa başladı ; ‘A diliya ( Haleb 'de ) 'ye imam oldu. Bilâhare ve en son Şam ’da ders okuttu. Bu şehirde 12 şâbân 672 ( 2 1 şubat 1 2 7 4 ) 'de ve­ fat etmiştir. Bidâyeten mâliki olduğu hâlde, sonradan şâfi’î mezhebini kabul etmiştir. îbn Mâlik büyük bir filolog olarak tanınır ve Sibavayh 'i, şöhret, itibarı ile, geçtiği söylenir. Eserleri ve tarafdarları ile düşmanlarının bun­ lar hakkmdaki mütâleaîarı tetkik edildiği va­ kit İbn Mâlik 'in kaideleri tanzim etmek ve ibareleri sadeleştirmek sureti ile sarf ve nahiv tedrisini hakikaten kolaylaştırdığı ve ileri gö­ türdüğü anlaşılır. Mamafih ders kitaplarında, bâzı yerlerde vuzuh ve sadelikten ayrılm ış ol­ duğu görülmektedir. Aşağıdaki eserleri yaz­ m ıştır: t. K itä b ta sh il a l-fa va 'id va-iak m ilalmakâşid, hemen-hemen muğlâk denecek dere­ cede, muhtasar sarf kitabıdır, 1323 (1905/1906) ’te F a s ’ta neşredilmiştir. 2. a l-K â fiy a al-şâfiya, 2757 ( yahut 3000 ) beyit tutan bir utcuze olup, sarfa dâirdir ( krş. Krafft, D ie ara b , . , Hadschr. d e r . . . Akad. zu Wien, nr, 31 ; Alger, Fagnan, Ca­ talo gu e..., nr. 67, Câmi-i kebîr, nr. 14, III ( parça hâlinde ). 3. Kitàb al-huläsa a l a lfïy a veya sâde­ ce K itab a la lfiy a , evvelkini looo beyitte hulâsa eden bir urcuzedir, 1888 ’de Beyrut'ta, 1306 ( 1888 ), 1307 ( 1889) 'de Kahire ’de, 1888 'de La( K . V . Z e t t e r s t e e n .) hûr 'da tab'edildiği gibi, de Sacy tarafından da, İB N M Â L İK . [ Bk. İbn mâlIk.] fransızca şerhi ile beraber, neşredilmiş ( A lfiy y a İB N M Â L İK . İBN M ÂLİK, Ç a m â L a l -D în ou la quintessence de la g r. ar., Paris—London, A b u ‘A b d A l l a h M uh am m ed b , ‘A b d A l l a h 1 83 3 ) ve 8 faslı onun Anthologie grammatica­ b . M uham m ed b . ‘ A b d A l l a h b . M â l Ik (12 0 3 / le ’ ine dercedilmiştir (P aris, 1829, s. 134— 144 12 0 4 — 12 7 4 ) , daha ziyâde İbn Mâlik nâmı ile ta­ ve 3 1 5 —3 4 7 ) ; L. Pinto, L 'A lf i y y a irad. en nınmış b i r n a h i v c İ d i r . Brockelmann’ın français, avec le texte en regard et des notes ifâdesine ve onu tekrar edenlerin kayıtlarına expi. dans les deux langues ( Constan­ muhâiif olarak, 600 ( 1203/1204 ) tarihinde İs­ tine, 1887 ) ; A . Goguyer, Manuel pou r l *étude panya 'da Jaen 'de doğmuştur. Bazıları bu ta­ des grammairiens arabes: V A lfiy y a k d 'Ib n rihten bir veya iki sene önce doğmuş olduğu­ M alik suivie de la Lam iyyah du même auteur nu beyân ederler. Doğduğu şehirde İbn al- avec trad, et notes en f r . un lex. des termes Taylasân unvanını almış olan Abu 'l-Muşaffar techn. (Beyrut, 1888). 4. LSm îyat a l- a fâ l (ve Abu ' 1-H aşan) Sabit b. H iy â r’dan, Nie- yahut Kitab al-m iftâh f i abniyat a l-a f âl, mor­ bialt Abu Razin b. Sabit b. Muhammed b, Yû­ folojiye dâir, là kafiyeli, basif bahrinde, 114 suf b. Hiyâr al-Kulä‘i ’den, Abu ’l-’Abbâs A h ­ beyitten mürekkep manzûme (Goguyer tara­ med b. Nuvvâr 'dan, Abû ‘Abd Allah Muham­ fından fransızcaya tercüme edilmiştir ; yk. bk.) med b. Mâlik al-Marşâni v.b. 'dan ders almış 5, ‘ Umdat a l-ffâ fiq va- uddat al-lâfiz, nahve



İBN M ÂLİK — İBN MANZÛR. dâir risale ( Berlin, Verz., nr. 6 6 31). 6. Tuh/at al-m avdûd f i ’l-m akşâr tın ’l-mamdüd, S ka­ fiyeli, ia v il bahrinde, 162 beyitten mürekkep ve müellifin kısa bîr şerhi ile birlikte a lif-i mahsura veya mamd&da ile nihayetlenen, mâ­ naları ayrı, fakat aynı şekildeki kelimelerin hemen hepsini ihtiva eden manzume ( Kahire 'de 1897, 13 2 9 'da n eşredilm iştir).;, Kitâb alİla m bi musallaş al-kalâm , üç harekeli keli­ meleri gösteren ve Salâh al-Din 'in torunn Sul­ tân al-Mâlik al-Naşir 'a ithaf edilmiş, racaz muzdavic bahrinden manzume (13 2 9 'da K ahire'de neşredilmiştir). 8. Sa bk al-manzum va-fakk al-mahtâm, bir sarf risalesi (Berlin, nr. 6630 ). 9. 5. numaradaki eserin şerhi ( Berlin, nr. 6632 ). 10. t caz a l-t a 'r if f i ‘ilm a l-ta srif, mor­ folojiye dâir küçük bir eser ( Eseurial, Derenbourg, Les mss. arab., nr. 86, III ). 1 1 . Kitâb al'arâz, aruza dâir kitap (Eseurial, Derenbourg, agn. esr., nr. 330, V I ) . 12. Kitâb al-şavâkid alta v iih va ’l-taşhih li-m uşkilâi al-câmı al-sa­ hih, al-Buhâri ’nin Sah ih 'inde 99 yerin sarf bakımından şerhi (Eseurial, Derenbourg, agn. esr., nr. 14 1 ). 13. Kitâb ul-alfâz al-mııhtalifa, müteradif kelimelere dâir kitap ( Berlin, nr. 7041 ). 14 . a l- f t iiâ d f i ’l-fa rk bagn al-za va H-zâd, Jp ve & yahut i ve t ile yazılan aynı şekilde kelimelere dâir küçük bir şerh ile bir­ likte, zâ kafiyeli 62 beyitten mürekkep manzu­ me ( Berlin, nr. 7023; Gotha, Pertsch, Die A rab. H ss., nr. 41 4) . 13. 3. aslî harfi vâ v ile olduğu gibi, gcf ile de yazılan üç harfli fi­ illeri ihtivâ eden kâm il bahrinde 49 beyit ( alSuyüti tarafından M azhir 'e alınm ıştır; Bulak, 1282, II, 145— 147 ). 16. lisan ve sarf bakımından bir çok yanlışlara dâir bir takım küçük risâleler ki, bunların bazıları M uzhîr 'de münderietir. B i b l i g o g r a f g a : Ibn Şâkir, F avât al-vafagât (Bulak, 1299), II, 227; al-Makkari, N afh al-fib ( Kahire, 1302 ), I, 427; alSubki, Tabakât a l-ş â fiİg a ( Kahire, 1324 ), V , 28; al-Suyüti, Buğgat ai-vu'ât ( Kahire, 1 326) , s. 3 3; Muhammed b. Muhammed b. Hamdün al-Bannâni, A lfig a H uiba 'sinin şerhi ( kütüphanemde bulanan iki el-yazmas ı ) ; al-Uşmüni, Dahlân, İbn ‘ Akril ve Mafeküdi ile bunların şârihlerinin A lfig a şerh­ le ri; al-Dalaci, cd-Falaka va '1-m afiSkün ( Kahire, 13 2 2 ) , s. 6 4; Huart, Litt. A r., s. 1 70; Brokelmann, G A L , I, 298 v.dd., krş. 523, II, 697; Suppl., I, 521 v.dd.; Moh. Ben Cheneb, Etüde sur les pers. menti dans l’Icaza da cheikh A b d a l-Q âd ir al-Fâsg, nr. 197. _ ( M o h . B e n C h e n e b .) tB N M A N Z U R . [ Bk. İb n m a n z û r .] İB N M A N Z Û R . İBN M ANZUR, C am â l a l D în A bu ’l -F a İ l Muhammed b . Mokarram



A L -H azracI AL-İFRÎÇÎ (*2 32 — I 3 i t ) , a r a p li­ s a n â lim id ir.H a k k ın d a k i bütün bilgimiz, ha­ yatı boyunca D ivân al-inşfi’ 'da çalıştığından ve T rablu s'a kadı olduğundan ibârettir. Bir de okuduğa büyük kitapları ihtisar etmek me­ rakında olduğunu biliyoruz. Öldüğü zaman ih­ tisar edilmiş ve kendi eli ile yazılmış 300 cild kitap bıraktığını oğlu sö yler; Şafadi de onun tarafından ihtisar edilmemiş h'ç bir mufassal ve büyük kitap görmediğini beyân eder. Onun bu kitap kısaltma merakı, çok faydalı bir eser yazmasına sebep olmuştur ki, o da L isâ n al-'arab adındaki büyük ve meşlıûr arapça lügatidir. 1299— 13 0 8 'de B u lak ’ta, 20 büyük ciid hâlinde, basılmış olan bu eser ( bu tab'ıdaki matbaa yanlışları için bk. Ahmed Timur Paşa, Tashih-i kitâb-i lisân al ‘arab, 2. kısım, Kahire, 1334, 1 3 4 3 ; yeni bir tab'ma da, K ahire'de, 1 3 3 9 'da baştanmış id i), tam bir te’lif olmayıp, bizzat müellifin söylediği gibi, al-A zhari'nin al- Tahzib 'ini, İbn S id a ’nin alMuhkam 'ini, al-Cavhari 'nin al-Şahâh 'ını, İbn Durayd'in al-C am h a rİ’sini, İbn a l-A şır'in K u r’an ve hadîsteki nâdir kelimelere tahsis ediimiş olan al- N ihâya 'sini birleştirmek ve daha iyi bir tertibe sokmak suretiyle meydana getirilmiştir. Mamafih bunların hâricinde ka­ lan ve bugün bir kısmı elimizde bulunmayan, bir kısmı da neşrediimemîş olan bir çok eser­ lerden de istifâde edilmiştir. Müellif bu mal­ zemeyi, şarkta âdet olduğu gibi, kelimelerin sonlarına göre, tertibe sokmuş, kelimelere veri­ len mânaların doğruluğunu göstermek için, zikredilmiş olan hadîs, âyet ve beyitleri şerh ve tefsir etmiştir. L isâ n al- arab, arapçanm en büyük lügati olduktan başka, arapça şiirlerin bugün hâlâ kıymetini muhafaza eden bir kay­ nağıdır. Çünkü bir çok şâirlerin bugün mev­ cut divanlarında veya başka kaynaklarda bu­ lunmayan sayısız beyitlerine şâhid ( „misal“ ) olarak burada tesâdüf edilmektedir. Bunlardan başka, hadîs ve şiirlerin şerhleri ekseriya çok şâyân-i itimat kaynaklardan alınm ıştır; âyetler'n tefsirinde de aynı yol tâkıp edilmiştir. Bundan dolayı Lisân a l-a ra b , yalnız bir lügat kitabı değil, aynı zamanda, muhtelif kelimeler münâsebeti ile ve toplanmış sarf, nahiv, ede­ biyat, hadîs şerhi, tefsir ve fıkıh kitabı telâk­ ki edilmektedir. Bu esere karşı serdedilebilecek yegâne tenkit, ancak ilk Abbâsîler devrine kadar yazılmış olan edebiyat fasih telâkkî edilerek, halk kelimeleri ile yalnız daha sonraki edebiyatta tesâdüf edilen kelimelere, fa sih de­ ğildir diye, kıymet verilmemiş ve onların esere alınmamış olmasıdır. Ancak müellif bu husus­ ta yalnız değild ir; bütün arap dilci ve tugatçiteri aynı nokia-İ nazarı tâkip etmişlerdir.



İBN M ANZÛR İbn Manzür ’ un eserlerinden biri de, N iş ar alpzhâr f i ‘l-layl va ’1-nihSr (İstanbul, 1298) ’dır. Bu eserde gece gündüz, ay, güneş, gece­ leyin içki içme, sabahleyin içki içme, felekler, yıldızlar v.b. hakktndaki âyetler, hadîsler, f i­ kirler, şiirler ve bunlar için kullanılan kelime­ ler toplanmış ve izah edilmiştir. ’ B i b l i y o g r a f y a : Brockelmann, C A L , - II, zı î al-'Askatâni, al-D urr al-kâmina (H aydarâbâd, 13 5 0 ), IV, 262 v.dd.; Suyüti, B u ğyat a l-v u â t j i i aba kât a l-lu ğ a v iy in . . , ( Kahire ) ( AHMED A te ş.) İB N M A R D A N İŞ . ( Bk. İBN m erdenîş .] İB N M A S A R R A . [ Bk. İbn MESERRE.] İB N M A S A V A Y H . I Bk. jB N mA s e v e y h .] İBN M Â S E V E Y H . İBN M A SA V A Y H , yahut BN M ÂSÖYA { orta çağ lâtinee tercümelerinde Mesue ), Abu Z ak a r Î y â Y u h a n n â ( Y a h y a ; 7— 857 ), babası Cundişâpür'da attar olan bir h ı r i s i y a n t a b i p t i r . Hârûn al- Raşid [ b. bk.] dev­ rinde, mütercim olarak, vazife gördü ve aynı za­ manda halifenin husûsî tabibi olan Cabrâ'il b. Bahtişü' [ b. b k .]’dan tabâbet tahsil etti. al-Ma’ mûn’un halifeliği zamanında, onun husûsî hekim­ liğine tâyin edildi ve 243 (857) ’te vuku bulan ve­ fatına kadar, bu vazifeyi muhâfaza eyledi. Talebe­ si arasında, kendisi nâmına al-N avâdir al-fibbiya ’yi yazmış olan Hunayn b. İshâk [ b. bk.] '1 zikr­ etmek icâp eder. Bu eserin John. Damascenus ’a affolunan lâtineeye tercümesi, Aphorism i Maimonidis (s . 528—54 2 )'e ilâve olarak, 1579 'da Basel ’de neşredilmiştir. İbn Mâsavayh, isim­ leri İbn A bi U şaybia tarafından zikrolunmuş bir çok eser yazmıştır. Bankipore ( aş. bk.) kütüphanesinde Kitâb al m uşaccar'in bîr nüs­ hası bulunmaktadır. Diğer eserleri için bk. G A L ,S u p p L , I, 416. B i b l i y o g r a f y a : Fihrist, s. 295; İbn A bi Uşaybi'a, I, 175 v.d d .; İbn aİ-Kif[i, Târih al-hukamâ' ( nşr. Lİp pert), s. 380 v.dd.; Brockelmann, G A L , 1, 232; Steinschneider, D ie arab, Ûbersetzungen aus dem G rie­ chischen. . . ( Virchozus A rch iv, C X X IV ; Çatal. Bankipore, IV, nr. I.) İB N M A S ‘Ü D . [B k . İBN m e s ’ ûd .] İB N M A Y M U N . [B k . İb n m e y m û n .] İB N M E R D EN İŞ. İBN M A R D EN lŞ, tam ismi A b u *A b d A l l a h M u h am m ed b . A hm ed (bu sonuncu isim çok defa hazfe'diimiştir; İbn Haldun IV, 16 6 ’ya nazaran, 5 4 0 = 1 1 4 6 sene­ sinde Aibacete muharebesinde Ölmüş olan Abd Allah b. Muhammed b. Sa'd ’tn yeğenidir, krş. ZD M G , 1909, L X 1II, 3 5 2 ) B- S a ‘d b. M uham ­ med B. AHMED B. MaRDENÎş AL-CUZÂMÎ ( baş­ kalarına nazaran aî-Tucibi ( i 1 25— 1 1 7 2) , 518 ( 1 1 2 4 / 1 1 2 5 ) senesinde Tortoaa ile Castellbn de la Plana arasında kâin Banuşkula (B en'şlalam Anatklopedla!



İBN M ESER R E.



769



kola = PeSiscola } ’da doğmuş ve 29 receb 567 (2 7 mart 1 1 7 2 ) tarihinde vefat etmiştir. Nisbesine rağmen, aslen İspanyol olduğu açıkça görülmektedir. Kısaca, nâmına izafetle anıldığı dördüncü dedesinin isminin Martinus yahut Martínez „Martin 'in oğlu“ ve Mardeniş 'in de M ardineş’in muharref bir şekil olduğu ( t den gelme d hakkında krş. Emérita = Marida, Mérid a ), Dozy ’nin izah ettiği iştikaka Codera tarafından yapılan itiraza rağmen, anlaşılmak­ tadır. Codera gibi, Mardonius şeklinde, bir bi­ zanslı ismini tasavvur etmek, daha gü çtü r! Merda, arapça *azira, „kazûrât“ hakkında, İbn H allikân'm B iographical D iciicn -ry (IV, 473 ) 'de münderic halk iştikakı, bittabi bir ke­ lime oyunundan ibarettir. Murâbıtların inkırazı sırasında, azim ve fevkalâde iktidar sahibi olan ibn Mardeniş, 540 ( 1 1 46) senesinde, Valencia ile Murcia 'yi zaptettiği gibi, fethettiği sahayı genişletmek suretiyle ( Guadix, Jean, faâl ka­ yın pederi İbn Hemoşk = Hemochico’ya tâbi prenslik olarak Ubeda, Baeze, A lm ería. . . v.b.), bütün cenubî İspanya 'nın kıralı olmuştur. Rey Lobo yahut Lope nâmı altında, müteaddit defalar Kastilya, Aragón ve Barselona 'daki hıristiyan hükümdarlar ile, ittifak akdetmiş olan İbn Mardeniş, hayatının son senelerinde kayın pederinin ihânetine uğradığı ve payitah­ tı oian Murcia ’nîn muhasarası esnasında, öldü­ ğü 1 1 72 tarihine kadar, Muvabhidlerden 'Abd al-Mu’mîn ( ölm. 1 1 6 3 ) ile oğln Yusuf (ölm. 1 1 8 9 ) 'un, günden-güne artan tazyiklanna dayanabilmiştİr. Vefatından sonra oğulları teslim olmuşlar ve yüksek maaşlı me’mûriyetler elde etmişlerdir. Bu sırada cenubî İspanya tamâmiyle Muvahhidlerin eline geçmiştir. B i b l i y o g r a f y a : A . Müller, D er İs­ lam, II, 648—652; İbn Hatîb, ihata (K ah ire), II, 85—90 ( hâl tercümesi), krş. Gayangos, H isiory, II, 519 ve L IX ; İbn ai-Abbâr, alH alal al-siyara (Dozy, N atices ), s. 215, 219 v .d .; al-Marrâkuşi, s. 149, 168, 178—180; Amari, / diplom i arabi del R . A rchivio Florentino, s. XXXIV, LIX, 239, 451 ; İbn Hal­ dun, '¡b a r, IV , 165 v.dd,; Dozy, Recherces a, I, 364—368; Codera, D ecadencia y de­ saparición de los A lm orávides en España ( Collectión de Estudios, árabes, I I I ), Sara­ gossa, 1899, s, 109— 153, 310— 321 ; ayn. mil., Discursos ( 1 9 1 0 ) , s. 9, 39; Mariano G aspar Remiro, H istoria de M urcia musul­ mana, s. 185—225 ; Makkari, Fihrist, bk. mad. M ardaniş; Bustâni, Da1irat al-m a'ñrif ( Encyc­ lopédie arcbe), I, 685; Sámi Bey, Kámüs al-aTâm, s. 6656. ( C. F. SEYBOLD.) İB N M E S E R R E . ÍBN M A SA R R A , Muham ­ med b . ‘A bd A llâ h b . Ma s a r r a b . NACiy (? — 49



770



İBN M ESER R E.



931 ). H a y a t ı . Kurtuba’da doğdu, tercüme-i hâlini yazanlar onan hocaları ve devam ettiği mektepler hakkında pek az bilgi veriyorlar; onu, vatanı olan Kurtuba şehrinde, 300 ( 9 1 2 ) yılın­ da, etrafında bir kaç tilmizi bulunduğu hâlde, tasvir etmekle kalıyorlar; bu talebeden en ya­ kınları Kurtuba Sierra 'sının hudûdunda kâin, Jbn Masarra 'nin kendi mülkü olan zaviyede, onunla birlikte, oturuyorlar. İbn Masarra, orada hayattan tamâmiyle uzak kalmış olarak, yaşı­ yor. Mezhep sırlarının saklanması hususunda titizlik ile riâyet edilen sıkı ketumiyet, bu ka­ palı çevre içinde, tâlim ettiği akidelerini hal­ kın öğrenmesine imkân bırakmıyordu. Gerek üstadın, gerekse tilmizlerin, zühd ü tekvâ, sıkı bir riyâzet ve mânevi faziletlerinden başka hâllerine dâir dışarıdan hiç bir şey bilinmiyor­ du. Bununla beraber, az bir zaman sonra, bu din ve şeriat zevahiri altında nelerin gizlene­ bileceği hakktnde mübhem bir fikir edinildi. İbn Masarra ’nin mûtezilİ rafzı, yâni irâde-i külüyeyi telkin eden ve bütün ef’âlimizin seseplerinİ bunda gören bir mezhebi tâlim ettiği söyleniyordu; bütün bu felsefi inceliklere bi­ gâne olan câhil halk, İbn Masarra 'ye göre, cehennem azapları diye bir şeyin gerçek olma­ dığını öğrenince, bunu hazmedemedi; daha kül­ türlü kimseler de onun, talebelerine eski bir yunan filozofunun, Empedokles ’in panteist, hat­ tâ hemen-hemen Allahsız felsefesini tâlim et­ mekten başka bir şey yapmadığını söylüyor­ lardı. Bu şâyia gittikçe daha çok yayıldı ve çok geçmeden İbn Masarra Allahsızlıkla itham edildi; böyle bir isnadın neticeleri çok vahim olabilirdi, Bütün bu şâyıalar İbn Masarra 'yi. Kurtuba 'yı terke mecbur etti, A frik a 'da bîr seyahat y a p tı; oradan Peygamberin vatanını ziyarete gitti ve yolda, rastladığı felsefe mek­ teplerine devam etti. ‘Abd al-Rahmân III. 'ın tahta çıkması ile, memleketinin sulh ve sükû­ na kavuştuğu haberi üzerine, tekrar vatanında yerleşme kararını verdi. Mesleğini yeniden tâ­ lime başladı, ama bu faaliyeti ancak bir kaç sene sürdü. Teksif edilmiş fikri mesâinin, tefahbus hayatının, tetkiklerinin, kalem kavga­ larının, dinî hayatında riâyet ettiği riyâzet ve mahrumiyetlerin yorgunluğu kuvvetini tü­ ketmişti ; bütün bunlar ölümünü tâcil etti. Bir çarşamba günü ikindi namazından sonra, etra­ fında tilmizleri bulunduğu hâlde, ruhunu teslim etti. Kurtuba Sierra 'smdaki zâviyesinde, 3 şev­ val 319 ( 20 teşrin I. 931 ) 'da ölmüştür. M e s l e ğ i . İbn M asarra'nin fikirleri hak­ kında, ancak bilvâsıta bilgi edinmek mümkün­ dür ; zîra eserlerinden parçalar dahi kalmamış­ tır. Onun fikirleri ile mücâdele etmiş olanla­ rın eserleri de bize kadar gelmemiştir. Bereket



versin, kurtubalı İbn Hazm ve.tuleytuialı Sa'id, bu çok âlim ve çok dikkatli iki müellif, ken­ di eserlerinde, m asarrî sistemin kaynaklarını ve umûmî vasıflarını tesbit etmişlerdir. Bu müelliflerden birincisi, bu sistemin felsefî tez­ lerinin ne olduğunu söylüyor; İkincisi de, İbn M asarra’nin, Em pedokles’in çok hararetli bir müdafii olduğunu bildiriyor; bununla berâber İbn Masarra, hakikî Empedokles 'in felsefesi­ nin değil, belki şark İslâm filozofları arasında meydana gelen menkıbelerin anlattığı Empe­ dokles ’in felsefesinin müdâfii idi. Agrigente ( G irge n ti) li filozofa izafe edilen ve bir kaç arap müellifinin eserlerinden bize kadar gelmiş olan sıhhati şüpheli edebiyatın parçalarının yardımı ile, bu sistem oldukça tam ve insicam­ lı bir şekilde, yeni kaştan inşa edilebilir. , f. Sahte Empedokles 'in metafiziği asıl Em­ pedokles ’in mekanist fiziği ile metafiziğinin bâzı unsurlarından faydalanmıştır; böyleçe bu filozof, Plotîn 'in „Enneade 'Iar‘c adlı eserlerin­ deki, Kabbala 'nin, irfâniyenin ve İslâm dininin fikirleri İle katışmış olan nev-eflâlûnî panteiz­ mini, adının ve çağının itibârı ile, süslemiş oluyor. II. Bunun neticesi olarak, bu metafizikte bir­ birinden çok farklı menşe’Jeri olan felsefî mez­ heplerin az-çok insicamlı bir sentezini teşkil etmekten başka hiç bir orijinallik görülmez. . III. Buna rağmen, bu sistem, felsefe, tarihi için, oldukça büyük bir ehemmiyeti hâizdir; çünkü Plotîn ’in „Enneade 'lar“ 'ındaki tâlî ehem­ miyette bir dâvayı bedâhat hâline koymuştur; Allahtan başka, her varlığın paylaştığı ve „cevher-i âlâ“ 'nin, y ân i; heyûlâ, akıl, nefis, tabiat ve ikinci madde ve y a . cismin, meydana getirdikleri kabil-i idrâk âlemin ilk uknû.mu sayılan bir heyûlâ mevcûdiyeti akîdesi. Şimdi, İbn Masarra'nin, sahte Empedokles metafiziğini, İslâm kelâmı nokta-i nazarına göre, nasıl tefsir ettiğini görelim. O da, Em­ pedokles'in metafiziği gibi, gâyet basit ve tanılamaz olan nev-eflâtûnî bir vahdet tasav­ vuruna sahiptir. Bu temel birliğin mütevâlî tecellîleri, kâinâtm, aşağıdaki kademelere ,göre, menşe'ini ve teşekkülünü izaha ya ra r: Allah sıfatlardan ve nisbetierden münezzeh erişilememeyen ve müşareket kabûl etmeyen mutlak varlıktır; mahlûk ile hiçbir müşareketi olma­ yan bu A llah, İlk madde ( heyûlâ ) 'ye istinat eder ve bu heyûlâ vâsıtası ile, sudur ve te­ cellî vâkî olur. Bu maddeden akıl çıkmıştır ki, Allah ona bütün ilmini mâlûm kılm ıştır; o da bu ilmi nefs-i külle tevdi eyleyecektir; bu so­ nuncu da tabiatı tevlid edecektir; nefs-i küil ve tabîat cism-i küllü meydana getirirler. BÖylece heyûlâ, akıl, nefs-i kül), tabî'at ve cism-i



İBN M E SE R R E küil kâinatı izah ve terkip eden beş cevheri teşkil ederler. Bu kozmolojik tasavvur ile, anlaşmış olan ilim ile kudret-i ilahiye, cism ini ve mahlûk sıfatlard ır: A llah, külli şuûn hakkında, mü­ kemmel bir bilgiye sahiptir; bununla berâber, eüz’î ve mümkün şeyleri, ancak onlar zaman içinde gerçekleştikçe b ilir; bundan çıkan ne­ tice şudur: irâde-i mutlaka Allahın ön-bilgisine tâbi değildir ve insan fi’ illeri AUalı kud­ retinin değil, insan kudretinin eseridir. Buna benzer sebepler ile ve Plotin ’in fikirlerinin te’siri altında, Masarri ’1er, ölümden sonra, ruhların her birinin kendi cismine bağlanmış ola­ rak, kefareti verilemez bir ceza ile cezâlasmıyacağına veya ebedî bîr mükâfat ile mükâfat­ lanmayacağına inanıyorlar; rûhların, bu cismânî âlemde, bir çok tasfiye hâllerinden geç­ tikten, pisliklerinden kurtulduktan sonra, gel­ dikleri lâhûtî ve mâfevkalhiss âleme iâde edil­ diklerini kabûl ediyorlardı. Bu safvete erişmek için, İbn Masarra ’nin insanlara bilhassa tavsi­ ye ettiği tedbirlerden biri, vicdanın her gün husûsî bir şekilde muhasebe ve murakabesidir; bu murakabe rûhu samimîliğin ve iyi amelle­ rin işlenmesi hususundaki niyet temizliğinin sırrî merhalelerine ulaştırır. Nihâyet, ibn Ma­ sarra, kemâl yolunda ilerllemek hususunda, in­ san cehdine o derece ehemmiyet veriyordu ki, insanın tek başına İlâhî bir mertebeye kadar yükseleceğine ve kendi faziletlerinin meyvesi olarak, Peygamberlik ve ona bağlı imtiyazlar elde etmek mazhariyetine erişebileceğine inanıyordu. Bütün bu görüşlerin Ibn M asarra’yi K u r’an sûrelerini bâtını mânâda tefsire mecbur etti­ ğini anlamak kolaydır; zîra K u r’an, harfiyen tercüme edildiği takdirde, bu görüşlere tamâmiyle Zıt bir mâna verecektir. ■ Ib n M a s a r r a ’ n i n f e l s e f î m e k t e b i . İbn Masarra 'nin fikirlerinin te’siri o kadar büyük oldu ve şahsî tedrisâtına rağbet neticesi o kadar derin izler bıraktı kİ, ilk mütîdleri büyük kudret sâhlbi muarızlarının, ehl-i sünnet adına İbn Masarra 'nin doktrini ile mü­ câdele ve bu mezhebi mahkûm etmelerine rağ­ men, bu fikirleri kolaylıkla yaymağa ve dur­ madan tarafdarlarının sayısını çoğaltmağa mu­ vaffak oldular. Vesikaların azlığına rağmen, şüphe götürmez deliller ile sabittir ki, Kurtuba, Almería, Jaén , Algarve v.b. 'da ■Ibn Masarra 'nin hararetli tarafdarları bu­ lunmuştur. Onlar,, kelâmciiarın, al-Manşur'un müsâadesi ile tatbik ettikleri ve taassuba gö­ mülmüş muhafazakâr bir halk kalabalığının alkışladığı tazyik ve işkencelere cesâret ile göğüs germişlerdir. Bütün bu şehirlerde üsta’ın kitapları okunuyor ve tefsir ediliyordu.



İBN M ES'Û D .



m



Bunlardan bazılarında, bu arada Almería ’da, İbn Masarra 'nin akidesinin tefsirinde bir i’tizâl zuhur e tti: ms). İsma il al-Ru'ayni ’de olduğu gibi. Bu zât, metafizik ye kelâmî bakımdan, felsefî mezhebini, üstadın fikirlerine uygun oiarak, tâlim etmekle berâber, ahlâk bahsinde ondan a y rıld ı; kelâmî her türlü mülkiyetin gayr-i meşrû olduğunu ilân etti ve serbest aşkı mü­ dâfaa etti. Bu fikir üstadın , düşüncelerine o kadar zıt idi ki, onun fikirlerini tedris ve tel­ kin edenlerin büyük bir kısmı al-Ru’ayni ’yi terkettiler. Nihâyet, İbn Masarra ile şûftler İspanya 'da toplu hâlde yaşama emmârelerini göstermeğe başlarlar. Kurtuba Sierra 'sında, ibn M asarra’nİn meydana getirdiği küçük cenneti örnek edinen bâzı mürşidlerin idaresi altında, bir çok mek­ tepler ve sûfî dernekleri kurulur. Bunların başındakiler, sâdece riyazetleri, ibâdet ve âyinlere getirdikleri yenilikler ile değil, aynı zamanda daha geniş bilgileri ile temayüz edi­ yorlardı ; bütün bu vasıflar onlara, gerek söz ile, gerek yazıları ile, halk kütlelerini cezbetme imkânlarını sağlıyordu. İşte, murclali büyük kelâmcı Mulıy al-Din İbn al- A rabi, o tarihte, hâlâ masari kelâm sisteminin hâkim bulunduğu böyle bir tasavvuf mektebinde ye­ tişmiştir. ( M. A sín P a l a c i o s .) İBN M E S’ Û D . İBN M AS'Ü D, ‘A bd A l l a h b.



G a f i l B, H a b i b b , Ş a m h b . F a ’ r b . M a h ZÜM B. ŞÂHİLA B. KÂHİL B. AL-HÂRÎŞ B. TA* MİM B. S a 'D B. H ü ZAYL ( ? — 652 ), s a h â b e­



d e n d i r . Peygamberin ilk tarafdarlarının bir çoğu gibi, bu da Mekke 'nin halk tabaka­ sına mensûptur. Gençliğinde ‘Ulfba b. A b i Mu'ayt ’m sürülerine çobanlık etmiş ve bilâha­ re, bir münâkaşa esnasında, Sa‘d b. A bi Vakkâş kendisine buzayli kölesi diye hitap etmiş­ tir (T abari, I, 2 8 12 ). Umûmiyetle Bani Zuhra peymanlısı ( faali/} olarak tanınır. Babası da bu suretle tanınmaktadır. Babası hakkında bundan başka bir şey bilinmemektedir, 'Abd Allah ’m biraderi olan ‘Ukba İle validesi Umm ‘A bd bint ‘A bd Vudd b. Sava’ ilk sahabe zümresine mensupturlar. Bundan dolayı, al-Na* vavi ( nşr. Wüstenfeld, s. 370) hâl tercümesi sahibine „Ş a h a b ı b. şahâbiya“ nâmını vermek­ tedir. İslâmiyet! kabulü hakkında garip bir kıssa anlatılmaktadır : Peygamber ile Abu Bakr, müşriklerden kaçtıkları sırada ( ne münâ­ sebetle olduğu tasrih edilm iyor), koyunlarını otlatan ‘Abd Allah 'a tesadüf ederler ve ken­ disinden süt İsterler. Vicdanı elvermediğinden, reddetmesi üzerine, Peygamber hiç yavrulama­ mış bir koyunu yanma çağırır ve memesini sıvazlar. Meme derhâl şişer ve bol süt verir. Peygamber bilâhare memeyi eski hâline sokar.



77*



İBN M ES OD — İBN MEYMÛN.



‘Abd AUâh, şüphesiz haklı olarak, İslâmi­ yet! ilk kabul edenler arasında, tanınır. Ken­ disi müslümanlardan ilk „altı kişinin altmcısı“ olduğunu söylemekten zevk alır. Diğer rivayet­ lere göre, islâmiyeti kabulü, Peygamberin A r­ kam 'm evine girmesinden ve yahut ‘Omar ’in müslüman olmasından evveldir. Mekke 'de, ilk refa, alenî olarak, K u r’an okuyanın İbn Mas‘ üd olduğu rivayet edilir. Bundan dolayı tecâvüze uğradığı takdirde, kendisini himaye etmek üze­ re, mensûp olduğu kabileyi birlikte getirmediği i$in, arkadaşları bu hareketini münâsip gör­ memişler, filhakika İbn Mas'üd şiddetti hü­ cumlara mârâz kalmıştır. Tabiatiyle Habeşistan 'a, bâzı rivayetlere göre, iki defa hicret etmiştir. Medine 'de kendisine büyük caminin arka tarafında bir ev verilmiş olmakla gerek onun, gerek annesinin Peygamberin evine çok sık girip-çıktıkları görülür ve bunlar yabancı­ lar tarafından Peygamberin âilesinden zaıınedilirlerdi. Hâlbuki ‘Abd Allah Peygamberin ayakkabıları, yastığı ve tahâret işleri ile meş­ gul olan sâdık bir hizmetkârı idi. Kıyâfeti ile efendisini taklit ediyor, ince ve uzun bacak­ larından dolayı, istihzalara nıârûz kalıyordu. Boyamadığı kırmızı saçlarını çok uzatıyor ve taramıyoıdu. Bu hususiyeti ile, beyaz elbise giymesinde ve her zaman koku sürmesinde dinî bir mülâhaza mevcut olmuş olsa gerektir, Namaza pek ziyâde ehemmiyet veriyor, fakat ibâdeti için kuvvetli kalmak düşüncesi ile, nisbeten az oruç tutuyordu. Bütün m aşâhid’e iştirak etmiştir. Badr'de ağır surette yaralanmış olan Abu Cabl 'in başını kes­ miş ve muzafferâne, efendisine götürmüştür. Pey­ gamberin kendilerine dünyada iken cennete gi­ receklerini tebşir etmiş olduğu kimselerden ( — 'aşara mııbaşşara) biridir. Ridda vak’asmda, Abü Bakr Medine 'yi müdâfaaya elverişli hâle koymak lüzumunu hissettiği zaman, ‘Abd Allah şehrin zayıf noktalarının müdâfaasına ayrılanlar ara­ sında idi. Yarmük muharebesine de iştiıâk etmiştir. Medineli her hangi bir takva sahibi gibi, ‘A bd AUâh 'ın idâre işlerine İstidadı yok idi. ‘Omar onu K ü fe'ye, devletin mâlîye işleri­ ni idâre ve dini tâlim etmek üzere, göndermiş­ tir. K u r’an 'a ve sünnete olan vukufu dolayısı ile, pek çok kimse tarafından, mâlûmâtiDa mürâcaat olunurdu. 848 hadîs rivayet ett ği söy­ lenir. Peygambere âit bîr izahla bulunduğu zaman, tir-tir titrediği ve ter içinde kaldığı nakl­ edilir. Bu hususta yanlış bir şey söylememek, gayet ihtiyat ile konuşmak itiyadında idi. Şarabın hürmetini müsâmaba ile tefsir etmek hususunda onun vukûf ve salâhiyetine isti nat edilmektedir ( Goldziher, Vorlesungen, s.



65 ve 'U yun al-ahbar, nşr. Brockelmann, s- 373 » ıs)Hayatının sonu hakkında ihtilâf vardır. 'Oşmân tarafından Küfe 'deki vazifesinden azleledildiğİ rivâyet edilir. Bu haber kûfelüer ta­ rafından duyulduğu zaman, halk kendisini alakoymak istemiş, fakat o : — „Bırakınız gide­ yim, fitan çıkacaksa buna ben sebep olmaya­ yım“ — demiştir (krş. Matta, . 18,7 J. Bu su­ retle M edine'ye avdet ve .hicretin 32. veya 33. senesinde, 60 yaşını geçmiş olduğu hâlde, vefat etmiştir. Geceleyin Baki* al-G arkad 'a defned’lmiştir. ölüm döşeğinde bulunduğu sırada, ziya­ retine gelerek, vaziyetini ve arzularını soran Osman 'a vermiş olduğu cevaplar, o zama­ nın dindarlığını tebarüz ettirir mâhiyettedir. al-Zubayr'e emvalinin idaresini tevdi ve ya­ nında 200 dirhem para ile, bir kulla içinde defnedilmesini vasiyet etmiştir. Başka rivayet­ lere nazaran, Küfe 'de ölmüş ve ‘ Ûşman tara­ fından, 26 senesinde, S a ‘d b. A bi Vakkaş ile biı likte, azledilmemiştir. ‘Abd Allâh bilhassa rivâyet eylediği hadîs­ ler ve K u r’an 'a olan vukûfu ile mâruftur. O da ‘Oşmân ’ınkinden ayrı bir K u r’an met­ ni ortaya koymuş olan eshâbdandır. Küfe 'de onun tarafından meydana getirilmiş olan M ushaf bir çok defalar istinsah edilmiş olup, uzun zaman, resmî nüsha ile birlikte, ellerde dolaşmıştır; bilhassa ş i’î muhitlerinde itibârda idi. Bu musbafia I, C X 1II. ve C X 1V . sûreler yok idi ve surelerin sırası da asıl mushaftan ayrılı­ yordu ( bk. A . Jeffery, M aterials fo r the H is­ tory o f the Text o f the Q u r’an, Leiden, 1537, s. 20 v. dd.). Rivâyet eylemiş olduğu hadîsler M usnad A hm ad ( I, 374—466 ) 'de toplanmıştır. B i b l i y o g r a f y a ' . İbn S a ’d, Tabakât III ( nşr. Saclıau ), Mukaddime, s. X V v.d,; Tabari, Annales, bk. F ih ris t; İbn Hişâm ( nşr. W ustenfed), F ih rist; İbn al-A şir, Usd alğâba. ¡ İbn al-Hacar, îşâ b a ; Navavi (nşr. Wüstenfeid, b. b k . ); İbn Sa'd { nşr. Sachau ), III, 105 v. d d .; Caelani, A n n a li. . . , bk. Fihrist ( A. J, W ensinck.) İBN M EYM Û N . İBN MAYMÜN, A b u ‘İm k â n Mu sa bI



{



b.



Ma y m u n



b.



‘A



bd



A llâh



a l - A n d a l u s î ) a l -İ s r â ’ Il I



{



i



a l - £ urtu -



1 3 5 — 12 0 4 ),



müsevî ilahiyat tarihi ile felsefe tarihinde meş­ hur b i r f e y l e s o f , t a b î p , a s t r o n o m ve i l â h i y a t ç ı d ı r . İbrânîcede ismi Rabbi Möşeh ben Maymon 'dur ve çok defa bu ismin ilk harfleri ile teşkil edilen RaMBaM adı ile yâdedildiği gibi, arapça da al- Ra’is ( R a 'is alumma yahut al-milla — „müsevî milleti reisi“ ) unvamnı taşır. İbrânîcede bu pâyenın mu­ kabili Nâgid 'dİr. Bâzau ikinci Mösa ve ya­



İBN MEYMÛN. hut Möşeh haz-Zemân, yâni „zamanenin Musâsı“ unvanı ile de anılır. Garp eserlerinde İsmi dâİmâ Maimonides şeklinde geçer. 30 mart 1 1 3 5 'te, babasının Dayyân yâni di­ nî mahkemede hâkim bulunduğu Kurtuba’da doğmuştur. Hahamlara mahsûs ilimleri küçük yaşta babasından tahsil ettiği gibi, müslüman âlimleri tarafından da arap usûllerine alıştı­ rıldı. 13 yaşında iken, Kurluba, Muvahbidîle. rin [ b b.k. ] eline geçti. Bunlar bıristiyanlar ile yahudtlerin şehirde bulunmalarına müsâade etmiyorlar ve onları ihtidâ ile muhaceret ara­ sında muhayyer bırakıyorlardı. İbn Maymun, babası ile birlikte, şehri terketti ( gûyâ ihtidâ ettiği hakkında aş. bk.}. Ailesi, uzun zaman göçebe hayatı geçirdikten sonra yerleşmiş olduğu Fas 'ta dahi uzun müddet kalamamıştır. Böylece 1 1 6 5 'te F ilistin ’e doğru, ge­ mi ile, yola çıktı ve evvelâ Akkâ 'ya, müteaki­ ben Kudüs ’e gittikten sonra, devamlı surette Fustât 'ta yerleşti. Az bir müddet sonra, İbn Maymun 'un babası öldüğü gibi, kendisi de bir çok talihsizliklere uğradı. Hâiz olduğu haham­ lık vazifesi ile maişetini te’min etmek İsteme­ diği cihetle meslek olarak tebâbeti seçti. Az zaman içinde, bu fende o derece şöhret buldu ki, Şalâh al-Din in veziri, ai-Kâzi al-Fâzit alBaysâni 'nin itimadım kazandı ve Şalâh al-Din, hayatı müddetince, kendisine iûtuflarda bulun­ du. Şalâh al-Din ve vefatından sonra da oğlu, İbn Maymun'u kendilerine husûsî tabîp tâyin etmişlerdir. Tabîp olarak o derece aranılmakta idi ki, bu kadar çok eser yazmış olmasına güç akıl erdirilmektedir. İbn Maymun, 13 kânun I. 1204 tarihinde ötmüş ve vasiyeti mucibince, cesedi Filistin 'e Tabariya 'ye nakledilmiştir. Mezarı- bugün de buradadır ve bir ziyaret yeridir. Biri müstesna olmak üzere ( Mishneh T o ra k ), bütün eserlerini arapça yazmış ve bunlardan felsefeye ve tıbba dâir olanları, yalnız din­ daşları tarafından değil, is âm âlimleri tara­ fından da okunmuş ye tetkik edilmiştir. Bu eserler, lâtinceye yapılan tercümeleri ile, son­ radan garp hristiyan skolastiği üzerinde te'sir icrâ etmiştir { Aibertus Magnus, Duns Scotus ). İbn Maymun 'un, İbn Ruşd 'ün eserlerini, kendi eserlerini kısmen yazdıktan sonra gördüğünü ve bâzı eserlerinde onun fikirlerinden başka türlü düşündüğünü zikrettiği malûmdur. Başlıca fel­ sefî eseri D alâlat al-h S'irln ( „Yolunu şaşır­ mışlara rehher“ , ibrânîce : M or eh Nebhîıkhİm, lâtinee : Doctor Perplexarum ) 'dir. Bu eserin gayesi, mukaddes kanunun hakikat 1 ûhunu, doğru idrâki te'min ederek, Tevrat ahkâmına bağlı ve fakat felsefe tahsil etmiş ve Tevrat ile fel­ sefe arasındaki tezatlar ortasında şaşırmış olan



773



dindar kimselere rehberlik etmektir. Sanki „idrâk ile ilham arasında çekişen zihinler, bu eser sayesinde, sükûna ve mânevi muvâzeneye avdet edeceklerdi.“ Aristo ve ondan sonra Fârâbi ve İbn Sina tarafından isbat edilmiş oldu­ ğu vecihle, ilham mahsûlü olan yazılar ile me­ tafizik prensipleri arasında tezat olamaz ve olmamalıdır. K itab i M ukaddes 'te Allahın in­ san şeklinde olduğuna dâir bütün İfâdeler, bu suretle senbolik bir tarzda izah edilmektedir. Eserde İslâm ilahiyat ve felsefesinin esasları hakkında kısa bîr hulâsa bulunduğunu burada bilhassa kaydedelim. D alâla pek çabuk takdir edildi. Fakat şid­ detli muarızlar da zuİıûr etti. Bunlar bu eseri ukalâlık addediyor ve hafif bir tâdil ile, ismini ¿ a la la ( „sapıtma“ ) şekline çeviriyorlardı. K i­ tap, Salomon Munk tarafından, Guide des égarés ( 3 cild, Paris, 1856—1866 ) nâmı altında, neşr ve tercüme edilmiştir. Diğer felsefî eserleri arasında yalnız M a la la f i şinaat al-m aniik ( ib­ rânîce: M illolh ha H iggâyön ) 'ı zikredeceğiz. İçinde bilhassa Razi, İbn Sin a, İbn Vâfid ve İbn Zuhr 'ü zikretmiş olduğu tıbbî eserleri, ba­ surdan ( f i ’l-b a v â ş lr ) ve nefes darlığından {asthm a, f i ’l-rabv ) v.b. 'dan bahsetmektedir. K iiâ b fu ş â l f i ’l-fibb isimli ve ekseriya FuşSt Musa adı ile mâruf olan tıbbî vecîzeleri, Calinus tıbbının iyice anlaşılması için, yazılmış olup, eserde bulunan 1500 kadar vecize, Calinus'un eserlerinden çıkarılmış ve 42 kadar tenkidi ihtar ilâve olunmuştur. Bundan başka Hip­ pocrates ’in F u şâl 'üne de bir şerh yazmıştır. İbn Maymun 'un bunlardan başka Makata f i tadbir al-sihha adlı bir eseri daha vardır ki, al-Malik al-Afzal Nur al-Din 'A li, melankoliye uğradığı zaman, ona bir rejim kitabı olarak, yazmıştır. Bunlardan başka daha bir çok tıbbî eserleri var ise de, bunları her kitapta ve kata­ loglarda bulmak kabildir. Musevî takvimi iie zamanın hesap edilmesi hakkında da bir kitap yazmıştır. İbn Maymun’un yahudi edebiyatı sahasın­ daki esaslı ve verimli faaliyetinden burada ancak kısaca bahsedilebilir. Yalnız üç ese­ rini zikrediyoruz : M işnâk ( bilâhare Sirâc „Kandil“ nâmı verilmiştir ) 'a yazmış olduğu Şarff nâmındaki tefsir; mûsevî din bükümleri­ nin bütün emir ve nehiyierinden bahsettiği Kıtâb al-şarâ’f (ib rân îce: Sepher kam-Mişvbth ) ve bilhassa, tertip ve tanzim itibârı ile, şâheseri olan Mişnek Thörâh ( Yad ha-hflzdkö nâmı da verilir ). Bu son kitapta müellif, ilk defa olarak, Talmud’un ihtiva ettiği gâyet ge­ niş nakilleri, miimâsil İslâm kitaplarında oldu­ ğu gibi, mevzu sırasına göre ve usûl tahtında, fasıllara ayrılmış olarak, tetkik etmektedir.



774



İBN MEYMÛN -



İBN M İSCAH.



İbn al-K ifti ile îbn A bi Uşaybi’a, İbn Maymun tip edilmiş mufassal listesi )• İb n M a y m u n ’un, İspanya 'da tazyiktan kurtulmak için, islâmi'ıın i s l â m i y e t i k a b û l ü i d d i a s ı h a k ­ yeti kabul ve bu dinin hükümlerini alenen tâlim k ı n d a : Lebrecht [Magazin fü r die Litteratur ettiği hâlde, gizlice mûsevî dinine riâyet eyle­ des Auslandes, 1884, nr. 6 2 ) ; Margoliouth, diğini söylerler. Bilâhare M ısır’da Abu 'l-'A rab The Legend o f A postasy o f Maimonides [ J e w. b. Ma’işa nâmında bir şahıs onu, islâmiyeti Quart. R eview , 1901, XIII, 539—341 ) ; Berli­ terk ve mûsevîlı’ğe âvdet etmiş olmakla, İtham ner, Z u r Ehrenrettung des Maimonides ( Isr. eylemiştir. Fakat nufûzlu hâmisi al-Kâzi al-Fâiil, Monatssch., wissensck. Beilage z. Jü d . P res­ mecburiyet ile müsliiman olmanın ihtida sayıl­ se, 1 1 temmuz ıço ı ; orada hâl tercümesine mayacağını beyân etmiş ve bu suretle tbn May­ dâir daha mufassal mâlümat m evcuttur). İbn mun 'un hayatını kurtarm ıştır.! İbn Maymun un Maymun'un eserleri ve eserleri hakkındaki hâl tercümesini yazan mûsevî müellifler, ezcüm­ tenkit ve mütâlealar ve şerhler ile hâl ter­ le bu makalenin aslı olan Leiden tab’ına yazan cümesine dâir en toplu mâlûmat için bk. G. E. Mittwoch, feylesofun bütün insanlığa şâmil Sarton. Introduction to the H istory o f scien­ fikirlerini tebarüz ettirecek yerde, onun aslâ ces, II, 369—380. ( E. M ittw o ch .) müslüman olmadığını isbat için, sanki onun ( Bu makale A . ADNAN — ADIVAR tarafından üzerinden büyük bir cürmün gölgesini kaldır­ tâdil ve ikmâl edilmiştir.] mak ister gibi, pek mütebâlikâne ifâdelerde ÎBN M İS C A H . f Bk. îbn m îscah .] bulunmuş ise de, bunun zikrine lüzum görül­ ÎBN M ÎSC A H . İBN M İSCAH, Abu O s m a n memiştir. S a ‘ İd , E m e v î i e r d e v r i n i n e n b ü y ü k İbn Maymun 'un aktiyeciliği hakkında da tür­ m û s i k î ş i n a s ı (7 — 71 5 7) . Bani Cumah 'ın lü fikirler beyân edilm iştir: msl. bazıları onun zenci m avlâ 'farından idi. VII. asrın ortala­ sâdece bir akliyeci olduğunu iddia etmişlerse rına doğru, M ekke’de, doğmuş, 715 tarihle­ de, o hakikatte gayet kuvvetli bir Aristo fel­ rinde, yine orada, ölmüştür. Mu'âviya I. 'nin sal­ sefesi tarafdarı olduktan başka, aynı zamanda tanatı esnâsında{ 4 1—60«= 661—680), efendisi, pek sofu bir yahudi idi. Bundan dolayı kendisi, arap şiirlerini İran melodileri ile terennüm edi­ dâimâ dînin naslarma dokunmadan, kâinatın şini işitince, onu âzûd etti. İbn Miscalj, bu ha­ izahına çalışmış ve imanın da kâinat gibi, Ce- vaları, o sırada Mekke ’de olan ıran 1 duvar­ nab-i Hakk 'ın mahlûku olduğunu söylemiştir. cılardan işltmişti. Mûsikî üzerinde derin tet­ Bundan dolayı İslâm atomizmini değil, tekvin kikler yapmak arzusu ile, İbn Miscah, Suriye babını kâbul etmiştir. Bâtıl itikatları reddet­ ( Rum ) 'ye gitti ve Barbiton çalgıcıları ile (B a r mek ile akla ehemmiyet vermiş ve diğer taraf­ bait y a ; krş. K itâb al-ağ ani, III, 276) nazaritan da dinin ahlâk tarafına daha ziyâde temayül yecilerden ( usiühüsiya ) ders aldı. Suriye 'den ederek, âkil ve hakîm olmadan evvel, ahlâklı İran 'a g e ç ti; orada bu memleketin mûsikî (ği* olmak lâzımdır demiştir. îbn Maymun 'un yal­ nâ‘ ) ve refakat san’atı ( zarb ) üzerinde çalış­ nız yahudiler arasında değil, hıristiyanlar ve tı. Hicaz 'a dönüşünde, arap mûsikîsine, ya­ bilhassa dominicain tarîkati üzerine te’sir ve bancı memleketlerde Öğrendiklerinden pek çok nufûzu vardır. Hattâ bu te’sir Spinoza ve Kant şeyler soktu. Mûsikîşinas olarak, halk arasın­ 'da bile hissolunmaktadır. îbn Maymun 'un da, şöhreti sür'atle yayı l dı ; bu ise mutaassıp itikâdât-i bâtılayı ve bilhassa nücûm ilmini redd­ müslümantarın, onu, mûsikînin iğvâları ile mü'etmesi, zamanı için, pek ileri bir hareket idi. minlerin îmanlarını sarsma töhmeti iJe, Mekke Başlıca eseri olan D alâlat al-hâ’irin bile, Mont­ kadısı Oahmân al-A şkar 'ın huzuruna çıkarma­ pellier şehrinde, papanın vekili tarafından, yak- larına sâik oldu. Hatife ‘Abd al-Malik ( 65— tırılmıştır.] ■ 8 6 = 6 8 5 —705), İbn Miscah'ın Ş a m 'a , kendi B i b l i y o g r a f y a : The Je w is h Encyc­ nezdine gönderilmesi emrini verdi. İbn Mİscah, lopedia, IX, 73—86 ve bu eserde 82. ve 86. sa- halifenin huzurunda, bir hudâ’ { „kervan şar­ hifelerde zikredilmiş bulunan eserler; Franck, kısı“ ), bîr ğin â' al-rukbân, bîr de ğina al­ M01 s e M aimonide, sa vie et sa doctrine mut kan ( „san’atkârâne şarkı“ ) söyledi; bunun ( Etudes Orientales, Paris, 1861, s. 317 — 360); üzerine suçu affedil di; hattâ kendisi A m ir alMoses Ben Maimon, Sein Leben, sein Werke mu’minin’in bir ihsanı ile mükâfatlandırıldı. und sein E influ ss . . . ( nşr. Bacher, Brahn, Stİbn Miscah, birinci devre musikişinasları ara­ monsen ve Guttmann, Leipzig, 1908, I ; 1914, sında, „mûsikî sanatının en büyük üstadı“ I I ); Steinschneider, D ie arabische Liitera- sayılmış ve „beş büyük muganni“ arasında yer iur der Ja d e n ( Frankfurt a. Main, 19 0 2 ), s. alır. Rivayete göre, arap şiirlerini İran me­ 199—221 (îbn Maymun'un eserlerinin el-yaz- lodileri ile ilk söyleyen o olmuştur. Onun ta» maları ite matbûları ve asıl metinler ile ter- I Iebeleri arasında, İbn Muhriz, İbn Surayc cümcleri nazar-î itibâre alınmak suretiyle ter- I [ b. bk.], al-Garız ve Yunus al-Kâtib [ b. bk,] var-



ÍBN MÍSCAH dır. İbn Miscah 'a, İbn Muhriz ile birlikte, hak­



lı olarak, eski arap mektebinin kurucuları ara­ sında yer verilebilir [ bk. mad. MÛSİKİ.]. B i b l i g o g r a f y a ' , K itöb al-ağöni (Bu­ lak ), İH, 84—88 ; Caussin de Perceval, N o ­ tices anecdotiques sar les principiaux mu­ siciens arabes ( J A , 1873, s. 569 ) ; Kose­ garten, Lib er cantilenarúm . . . , s. 9 ; Mu­ hammed Kâmil Haecâc, a l-M ûsikî al-şarkiya (K ah ire, 19 24 ), s. z S ; Farmer, H istory o f A rahian Music ( London, 1929), s. 69—71, 77 v.d. ; ayn. mil., H istorical Facts fo r the Arabian M usical Influence ( London, 1930 ), bk. F ih rist ; Land, Rem arks on te E arliest Development o f A rabie Music (Trans. lX lb Congress o f Orientaliste, London, 1893) ; ayn. ml!., Recherches sur l ’histoire de la gamme arabe ( Actes du Sixièm e Congrès Inter, des Orientalistes, Le iden, 1883, s.



45 ).



( H . G . F a rm e r.)



IBN M lS K A V A Y H . ( Bk. İBN MlSKEVEYH.] ÍB N M lS K E V E Y H . İBN M İSK A V A Y H ( aslı M u ş k ö y a ) , A b u 'A l î Asímed b. Muhammed B. Y a 'J£ÜB ( ? — 103Ô ), f e y l e s o f ve m ü v e r ­



r i h t i r . Bütün menbâlar ve bu arada Yâküt on­ dan sâdece Miskavayh diye ( ibn 'siz ) bahseder ( bk. aşağıda bibliyografyada gösterilen yerler ) ve bunun bir lekap olduğunu söylerler; dede­ sinin ismi bâzan, yanlış olarak, Miskavayh şek­ linde gösterildiğinden, yine yanlış olarak, müs­ teşrikler arasında İbn Miskavayh ismi ile meşhûr olmuştur. Yâküt, kendisinin mühtedî bir mecûsî olduğunu iddia eder. Fakat- babasının ve dedesinin isimlerine nazaran bu muhtemel de­ ğild ir; ancak büyük babası mecüsî olabilir. Hayatı hakkında fazla bir şey bilinmemek­ tedir. Yalnız vezîr al-Muhallabi ( b. bk. ] ’nin kâtibi ve İbn al-'Amid, [b . bk. J'in kütüp­ hane me'mûru olmuştur. Bilâhare 'Azud alDavla ile Şamşâm al-Davla devrinde, vezir İbn al-'Amid ile oğlu Abu '1-Fatlı nezdinde. Rey ’de nufuz sahibi olduğu mâlûmdur. Bidâyeten felsefe, tıp ve simya ile pek çok meşgul olmuş bulunduğu anlaşılmaktadır. Tacârib alumam, yegâne tam nüshası ( A yasofya kütüp., nr. 3 1 1 6 —31 21 ), faksimile olarak, L. Caetani ta­ rafından, Gibb Memorial Series, V II'd e basıl­ mıştır ; 1 : 37 h. senesine kadar olan vukuatı, V : 284—326 h., V I : 326—369 h. seneleri vukuatını ihtivâ eder ; daha evvel 1871 ’de bu eserin bir kısmı da de Goeje tarafından, Fragmenta his­ tórica arabica, II'd e neşredilmiştir; daha sonra H. F. Amedroz ile D. S. Margoliouth tarafından, 295 h. yılı vukuatından başlamak üzere, son kısımları basılmış, buna vezîr Abu Şucâ’ 'in h. 393 senesine kadar- gelen Z ayi ’i ilâve edilerek, İngilizceye tercüme edilmiştir :



ÍBN M Ü K İE .



m



The Ecltpse o f the 'Abbas i de Caliphate (I— VI, Oxford, 1920—19 2 1, VII, Mukaddime ve Fihrist) tarihî eseri, ibn M iskavayh'in 421 ( 1 0 3 0 ) 'de vefat eylemiş olmasına rağmen, 369 ( 979/980 ) senesine kadar olan müddete şâmildir. Abü Hayyân ( b. bk. ] ve al-Hamazani [ b. bk. ] ile edebî münâsebetlerde bulun­ muştur. Tıbba dâir eserlerinin isimleri ibn alÇ ifti tarafından zikredilmiştir. Fakat bilhassa ahlâk ile meşgul olmuş ve bu husûsta müte­ addit eserler vücûda getirmiştir. Bunlardan burada Tazkib al-ahlâk va-ta’ş ir a/- a r a k ( îstânbu’, 1298, 1299, Kahire, 1 3 1 7 ) ile fars, hind, arap ve yunan âlimlerinin ahlâkî.hikemiyâtmı ihtivâ eden bir mecmuayı zikredeceğiz. Kitâb al& dâb a l-a r ab vû ’l-fa rs adını taşı­ yan bu ikinci kitabın ilk kısmı farsea C avidân hirad ( ,,Akl-i ezelî“ ) nâmındaki esere da­ yanır. Sözü geçen mecmua Hind-türk impa­ ratoru Cihangir için, Muhammed b. Muhammed al-Arracâni tarafından farsçaya tercüme ve 124 6 ’da Manukcı tarafından, taş-basması olarak, tab’edilmiştir. Bundan başka rumca bir fasıl 14 94 'te Lascaris tarafından neşredilmiş olduğu gibi, o zamandanberi yapılan tab’ılar 120 'yi bulmuştur. Son tab’edilen nüsha R. Basset ta­ rafından neşredilen L e tableau de Cebes, vers'. arab. d ’ibn M iskaueih . . . ( Cezayir, 1898 ) 'dir. C âvidân hirad nâmındaki farsea eser hak­ kında bk. Ethe, Grundriss der İran. P h ilo ­ logie, II, 346; İnostrançev, Zapiskt Vost. Otd. Imp. Arch, Obşç., XVIII, 180 v- d. ve ayn. mil,, Sasanidskie Etiu di, s. 22 v. dd. İbn Miska­ vayh ’İn felsefî eserleri hakkında umûmî bir mütâlea da, Boer tarafından, Geschichte der Philosophie im İslam ( s . 116 v. dd. ) 'da neşr­ edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' , (m addede münderic olmayan kısım lar) : Abü Hayyân, Kitâb al-imta va 'l-m uânasa ( nşr A . Amin ve A . al-Zayn }, Kahire, 1939, I, 35 v. d .; İbn alKifti, T ârik al-hukama ( nşr. L ip p ert), K a­ hire, 1326,3. 217 v. d., 3 3 1 ; Yâküt, İrşâd ( nşr. Margoliouth ), II, 89 v. d d .; Bayhaki, Tatimmat şivân al-kikma ( nşr. Muhammed Ş âfi' ), Lâhur, 1 3 5 1 , s. 27 v. dd.; Amedroz, Note on the H istorian ( Caetani ’nin faksimile neşri, I, X V II v. dd, ve R. Basset ’nin mukaddimesi göst. y e r., s. 1 — 21 ) ; Brockelmann, G A L , 1, 342; Su p p l., L482 v. d. [ Bu makale AHMED A T E Ş tarafından ikmâl edilmiştir. ] İBN â l- M U K A F F A '. [Bk. İ b n ü l m u k a f f a ’ .] İBN M U K L Â . ( Bk. İBN MUKLA. ] İBN M U K L E . İBN M UKLA, Abü ‘A l î Mu­ ham m ed



b.



’A



l I b . a l -H a s a n b .



M u ç l a , 272



( 886 ) senesinde Bagdad 'da doğmuş, A b b a s î



İBN MUKLE v e z i r i . İbn Mukla evvelâ Fars nahiyelerinden birinde harâc tahsiline me'mûr ve 316 rebıülevveli ( mayıs 928 ) ortasında, halife al-Mu^tadir tarafından, vezârete terfî edilmiştir, İki sene süren verimli bir çalışmadan sonra, cemâziyelevve! 318 { haziran 930) 'de, halifenin hassa asker­ lerinin nefret ettiği kumandanı Mu’nis 'in dos­ tu olduğundan dolayı, azledilmiş ve onun düş­ manı olan zabıta müdürü Muhammed b, Y a ­ kut, Ibn Mukla 'yi hapsettirdiği gibi, evini de yaktırmıştır. Kendisinden mühim bir meblâğ alındıktan sonra, F a rs 'a sürüldü. Zilhicce 320 (kânun L 932 ) 'de, halife aî-Kâhir me'muriyetini iade etti. Fakat bir müddet sonra, Ibn Mukla, Y âküt aleyhine entirîks çevirmeğe baş­ ladı ve bizzat halifeyi hâi'etmeği tasavvur ey­ lediği şurada, tasavvuru meydana çıktı, İbn Mukla,^canını kurtarabilmek için, kaçmağa mec­ bur oldu ve vezâret, kâtibi Muhammed b. alKâsim 'a tevdi olundu. Sukutundan sonra, alK â h ir'i tahttan indirmek için, fail bîr propa­ gandaya koyulmuş ve tebdil-i kıyâfet ile hali­ fe aleyhinde halkın kinini tahrik ederek, mem­ leketi dolaşmıştır. al-Râzi cemâziyelevvel 322 ( nisan 934 ) 'de tahta geçtiği vakit, Ibn Muk­ la 'y î vezîr tâyin etmiştir. Fakat hakikî hü­ kümdar ordu baş-kumandam Muhammed b. Yâljüt idî. Vâkıa ertesi sene ibn Mukla, en­ trika ile halifenin kudretli nedimini devirmeğe muvaffak oldu; fakat, Haşan b. Abi 'l-Haycâ' 'A bd Allah 'm iktidar mevkiini gasbeytemiş olduğu Musul 'a karşı muvaffakiyetsiz bir se­ fer yüzünden, kendisi de sukut etti. Cemâzi­ yelevvel 324 ( nisan 936 ) ortalarında, yukarıda adı geçen Muhammed'in kardeşi al-Muzaffar b. Yâküt tarafından muhasara ve esir edildi. Halife, emr-i vâkii kabüle mecbur oldu ve ve­ zîr azledildi. Lâkin 1.000.000 dinar vermek su­ retiyle, hürriyetini elde etti. Bîr kaç sene son­ ra, dördüncü defa olarak, vezârete geçti ( bk. İBN AL-FURÂT, nr. 3 ] ; fakat ancak ismen vezîr oldu ve pek büyük nufûz sahibi olan amir ab umarâ) Muhammed b, RâMk'ın aleyhine entrika çevirmeğe başladığı zaman, o bunu haber a ld ı; İbn M ukla'yi şevval 326 (ağustos 9 3 8 ) 'da, tevkif ettirdi ve bilâhare fecî şekilde cezalan­ dırdı. Umumî kanâate nazaran, İbn Mukla 10 şevval 328 ( 19 temmuz 940 ) 'de, hapishanede ölmüştür. Alim ve arap hüsn-i hattının mües­ seslerinden biri olarak da mâruftur. B i b l i y o g r a f y a : Hilâl al-Şlbi', Kitâb al-vuzarâ' ( nşr. Amedroz), tür. yer.; İbn Hallikân ( nşr Wüstenfeld ), nr. 708 ( trc. de Slane), III, 266 v.dd ; İbn al-T'iktalçâ, alFahri ( nşr. Derenbourg ), s. 368—372, 374 v.d., 381, 3841 ‘A rib (nşr. de G o eje ), s. 1 1 1 3, 134 v.dd,; İbn al-A şir ( nşr. Tornberg), .



İBN MIî’TL



VIII, 7 3 ,10 2 ,10 4 ,13 3 —260, 273 ve tür. yer; İbn Haldun, 'Iba r, III, 373 v.d d .; Weil, Geschichte der Chalifen, II, 559, 566, 645—649, 656 v.d., 660—668 ; Müller, Der Islam im Mor­ gen- und Abendland, I, 534 v.d., 565. ( K . V . Z et te r ste en .) İB N a l -M U N ZI r . [ Bk. İbnülmünz İr .] İBN a l -M USLÎM A . [ Bk. îbn ülm üslîm e .) IBN a l -MU T A Z Z . [ Bk. Ibn ü lm u te zz .] I b n MU TÎ* { Bk. İbn mu-t î .] Ib n M U 'T Î. İBN M U T Î, Zayn al-DTn Abu 'L-IdusAYN Y a h y a b. C A b d ä l -1 M u t ! b, 'Abd al-N O r a l - Z a v ä v ! a l-M a ğ rİb î { 1 1 6 9 ­ —1 2 3 1 ) , Ibn Mu'ti nâmı ile mârûf olan b i r a r a p d i l c i s i d i r . 564 ( 116 8 / 116 9 ) sene­ sinde doğmuştur. C ezayir'de Abu Müsâ al-Cazüli 'den nahiv ve fıkıh tahsil ettikten sonra şarka gitti. Uzun müddet Şam 'da ikamet et­ tikten ve hadîs âlimi İbn 'A sâk ir'd en ders gör­ dükten sonra, nahiv tedris etti. Maddî ihtiyaç­ larım te'minde sıkıntı çektiği cihetle, aynı zazanda şâhid vazifesini de görmekte idi. Suri­ ye 'nin merkezine yaptığı bir ziyaret sırasında, Eyyûbîlerden al-Malik al-Kâmîl, İbn Mu'ti ’ye, kendisini takiben, M ısır’a gelmesini teklif etti ve onu eski Kahire 'nin *Amr camiine âdâb müderrisi tâyin eyledi. 628 senesi zilkadesinin 30 'una tesadüf eden pazartesi günü ( 29 eylül 12 31 ) vefat etmiştir. M agrib'de tnâlikî, Şam­ 'da şâfİ’î, Kahire 'de hanefî olan İbn Mu’ti nah­ ve dâir 1000 beyıtlik ( A l f i y a ) bir didaktik manzume yazmış olan ilk şâirdir. Eserlerinden elimize geçmiş olanlar şunlardır: 1. al-D urra a l-a lfly a f i *ilm at-'arabiya yahut sâdece A lfiy a t Ibn Mu ti 1021 beyitten mürek­ kep racaz ve sarı m uzdavic bahsinde, bir nahiv kitabı olup, Kâtib Çelebî 'ye nazaran, 595 ( 1198/ 1 1 99) senesinde Şam 'da ve başka müelliflere nazaran, K a h ire ’de ikmâl edilmiştir. Bu eser, Zettersteen tarafından, notlar ilâve edilmek suretiyle, Die A lfîy e des Ibn Mu ti nâmı al­ tında, 19 0 0 'de, L eip zig'te, neşredilmiştir, 2. Kitäb al-fü şü l al-hamsin, mensûr küçük bir gramer kitabı (Berlin, Verz., D r. 6556; Bodleîana, Cof., II, 247, I I I ). 3. al- BadT f i şina'at alş l r t maazâm belagat kitabı ( Fleischer, Die R efa iya , nr. 246 ). B i b l i y o g r a f y a ı Suyüti, Buğyat alv u â t (K ah ire, 13 2 6 ), s, 41 6; İbn Hallikân, V a fa y a t... (Kahire, i3 io ),II,2 3 5 ;A b u 'l-F id i', T ârih (İstanbul, 1286), III, 15 9 ; îbn Hamdün, İbn Mâlik 'in A lfiy a 'sindeki Hutba 'nin şerhi ( 2el-yazm.); Şabbân-Uşmüni, !bn Mâlik ’in A lfiy a 'sinin şerhi { Kahire, 1305 ), I, 20; İbn a'-Hâcc, MakkSdi 'nin İbn M âlik'in A l f i ­ ya* sinin şerhi hakkında Hâştya (Kahire, i 3 1 S ), I, 1 9 ; al-Dalaci, al-Falâka v a ’t-mnf



İBN M U T Î ¡akün (K ah ire, 1 3 2 2 ), s. 93 ; Broekeimann, Ç A L , I. 302 v.d.; SappL, I, 530 v.d. (M o h : B en



C h e n e b .)



İBN A L N A F ÎS . [ Bk. İ b n O n n e f Î s .] İBN N U B A T A . [ Bk. İBN n Cb â t e .] İBN N U C A Y M . [ Bk. İbn nOceym .] İBN N Ü B Â T E . İNB N U BÂ TA , a r a p mü e Iliflerin d en ikisinin ismidir: I . “A b d



al



R a h îm



b.



M u h a m m e d b . İs m â -



AL-FİUZÂIÇI AL-FÂRİÇİ, 3 3 S ( 946 ) senesin­ de M eyyâfârıkîn 'de doğmuş, Haleb 'de, Sayf al-D avla’nin sarayında vâiziİk yapmış ve 374 ( 984) tarihinde, doğmuş olduğu şehirde, öl­ müştür. Ekserisi çok kısa olan hutbeleri ( Hal a b ) garip bir üslûp ve secili nesir ile yazılmış olup, çok kere gününün hâdiselerine istinad ede­ rek, dinî ahlâkı bahis mevzûu eder. Bunlar oğlu Abu Tâhîr Muhammed ( 390 — 999 'a doğ­ ru ) 'e ve torunu Abu ' 1-Farac Tâhir (420 = 10*9 K e âit bir kısım hutbeler ile, 62 9( 1 2 2 3 ) tarihine doğru, bir araya top’ anmış ve 1286, 1292, 1302, 1394, 13 0 9 'da K ahire'de, 1 3 u 'de B eyrut'ta tab'edilmiştir. II . Ahfadından olan MUHAMMED B. MuyAM-



‘ Tl



m ed b .



M uh am m ed b .



a l -H a ş a n



, C am âl al-



DÎN yahut ŞtHÂB AL-DİN, ABU B *\KR AL-KURAŞl AL-ÜMAvI, rebiülevvel 686 (nisan 1287) 'da M eyyâfârıkînde'de doğmuş, 716 ( 1 3 1 6 ) senesine kadar Şam 'da ikamet etmiştir. Bu şehirden sık-sık H am a'ya giderek, Eyyûbî prensi âlim Abu ’İ-Fidâ’ 'yı ziyâıet etmekte idi. Bilâhare 761 rebiülevvelinde (kânun II. /şubat 1 360) Sul{ 5 n al-Nâşir H aşan'in kâtibi olarak, Kahire 'ye nakletti ve 768 saferinde (teşrin I. >366) bu şehirde v e fa t,e tti. Şâir olarak, aşk kasidelerinden başka, hafif şıirter ile de, meşgul olmuştur. İbn Cuzayy 'in, İbn Hubata 'nin bu tarzını billhassa beğendiğini İbn Battüta (Paris, 1, 4 *, *7 ) nakleder. Mütead­ dit nüshaları mevcut bulunan Z)ioân (krş. Rieu, Suppl. to the Cat. o f the Arab. Mss, in the B rit, Mm , nr, 1086 ) '1 İskenderiye 'de ve 1323 ( 1905 ) tarihinde Kahire 'de, tab'edilmiştir. Ş i­ ire ve belâgatedâir olan drğar eserleri, Brockelroann tarafından, Ç A L ( II, 1 1 v.d., S u p p l, II, 4 ) 'de zikredilmiştir. Mamafih burada 13 numa­ rada kaydedilmiş olan D ivân al-huiab kendisine âit olmadığından çıkarılmalı ve mektup üslûbu­ na dâir bulunan Z ah r al-M an şür’u ilâve edil­ melidir ( Briefstii hakkında Brit. Mus., nr. 3656, bk. D escriptive List, s. 6 4 ). B i b l i y o g r a f y a : al-Subki, T abafât a lf â f i'i y a , VI, 31 ; al-Suyütî, f/u sn alM a f azara, I, 329 ; Orientalia, II, 4 1 9: Wüs­ tenfeld, Geschlchtschreiber, s. 430 î M. Hart­ mann, Mumaşşah, s. 42. ( C . B r o c k e l m a n n .)



IBN R Â 'İK .



m



İB N N Ü C E Y M . İBN NUCAYM , Z a y n



al-



X. (XVI.) a s ı r h a n e f î m e z h e b i n d e n b ü y ü k b i r â l i m d i r . İslâm fıkhına dâir eserleri şarkta pek mârûf ve münteşirdir. 970 ( 1 5 6 2 ) senesinde vefat etmiştir. Başlıca eser­ leri arasından bilhassa şunları zikretmek lâ­ zım dır: I. al-Aşbâh va ’l-naza ir al-fikhlya 'ala mazhab al-fan afiya ( KaİkÜte, 1826). 2. al-B adr cl-râ'ik , al-Nasafi 'nin Kanz al-du­ ka ik nâmındaki meşhur fıkıh kitabının şerhidir. 1 3 1 1 ( 1893 ) 'de, 8 ciid olarak, K ah ire'd e tab’ edilmiştir. 3. al-Fatâvı al-zayniya f i fik h alfyanafiya, vefatından sonra, oğlu Aljmed tara­ fından vücûda getirilmiş FatvS mecmuasıdır (krş. W. Pertsch, D ie arabischen H nds. za Gotha, I I , 3Si v. dd.). Bk. bir de Broekeimann, Ç A L , IF, 310 v.d., Suppl,, II, 425 v.d. ( T h .W .J uynbo ll .) İBN R Â ’İK . [ Bk. îbn RÂ'İK.] İB N R Â 'İ K . İBN R A ’İK , A b u B a k r M u ­ h am m ed ( 7 — 942), A m i r a l - U m a r â ’ . İbn Râ’ik, biraderi İbrahim ile beraber, 3 17 (929/ 930) senesinde, Bagdad polis müdürlüğüne tâ­ yin edildi. Ertesi sene her ikisi de azledildi­ ler. Fakat 3*9 ( 931/932 ) senesinde, Muham­ med b. Râ’ik vazifesine iâde edildi. İbrahim ise, aynı zamanda baş-mabeyinciliğe tâyin olundu. Halife al-M uktadir'in 320 ( 932) tari­ hinde katlinden sonra, iki kardeş, daha bir çok kimseler ile birlikte, Madâ’in 'e ve bilâ­ hare V â s it'a kaçtılar. a l-R â ii 322 ( 934 ) 'de tahta çıktıktan sonra, Muhammed b. R â’ilj’ı, Vâsit ve Basra vâliliğine tâyin eyledi. 324 se­ nesi sonlarına doğru ( teşrin II. 936), onu Bagdad 'a çağırdı ve am ir al-umara unvanı ile, en yüksek mülkî ve askerî mevkii, mutlak salâhiyetle, kendisine tevdî etti. Vâsit 'ta bulu­ nan büyük nufûz sahibi kumandan Beckem [ b. bk.] 'i devirmek üzere, Abu *Abd Allah alBaridi [ bk. mad. AL-BARİDÎ ] ile müzâkereye girişti ve ona, Beckem 'in sukutundan sonra, Vâsit vâliliğini vermeği vâdetti. Fakat al-Baridi mağlûp old u ; Beckem 326 zilkadesinde ( eylül 938) Bagdad 'a girdi ve amir a!-umarâ’ nasbolundu! İbn Râ’ ifc kaçmağa mecbûr olduğu gibi, al-Baridi de Vâsit vâliliğine tâyin edil­ di. Beckem, halife ile birlikte, Hamdânı 'lere karşı sefere gittiği zaman, İbn Râ’ilc hü­ kümet merkezinde meydana çıktı ve kendisine Harran, ai-Ruhâ ve İÇinnasrin ve Fırat 'ın yu­ karı mıntakaları valiliği ile kaleleri verildiği takdirde, çekileceğine söz verdi. Talebi kabûl ve is'âf edildi. Suriye 'yi istilâ etmekte oldu­ ğundan İhşid'lerden Muhammed b. Tuğc buna karşı, 328 ( 939 ) senesinde, bir ordu şevketti. Vukûa gelen hâdiselerin tafsilâtı muhtelif şe­



‘ A b î d î n b . İb r a h i m b . N u c a y m



a l -M î ş r I ,



778



İBN R Â ’k



-



İBN R EŞÎD .



killerde nakledilmiştir. Her hâlde bir müddet dığmdan, biraderi Ubayd 'iıı yardımı ile, Cabal sonra, sulh akdedildi ve buna müteakip ihşid- Şammâr ile civarında hâkimiyetini te’sise mu­ 'lerden Muhammed, Mısır 'ı muhafaza ettiği gi­ vaffak oldu. 18 3 8 'de Riyâz emîri Fayşal sürül­ bi, İbn Râ’ ik da Suriye 'nin Ramla 'ye kadar dü ve yerine Hâli d [ bk. mad. İBN • SA‘ÜD ], olan kısmı ile iktifaya mecbur oldu. Fakat az geçti, Buinün üzerine, Cabal Şammar ’da,Hürşid bîr müddet sonra, Bagdad 'da türkler ile Dey* Paşa tarafından işgal ve A bd ‘A llâb tardedildi. lemliler arasında ihtilâflar baş-gösterdi. Bu 1841 'de mısırlıların ayrılmasından sonra, ‘Abd sonuncular galip geldiler ve Deylemlilerih reisi Allah tekrar mevkiini elde etti. Vefatında Kûrtigin amir al-umarâ’ nasbolundu. Ondan yerine oğlu geçti, II. T e l â 1 b. ‘A b d A İ l âh (12 6 3—12 8 3 = 18 4 7 kurtulmak için, halife al-Muttaki, İbn R â’ik 'a müracaat etti. O da 329 ramazanında (haziran — 1867), al-Cöf ( Davmat ) vahası île H aybar'i, 941 ) Suriye 'den hareket etti. Kûrtigin ile Taymâ 'yı ve Çaşim 'ın bir kısmını, hükmü altına ‘Ukbarâ ’da karşılaştı ve bir kaç gün devam aldı ye Bedevilerin yağmacılıklarına nihayet eden bir muhârebeden sonra, Bagdad 'a girdi. verdi. Tatbik ettiği tedbirli siyâset sayesinde, Kûrtigin, askerleri ile birlikte, pâyitahta gel­ idaresi altında biılunan halkın refah ve huzûdiği vakit, mağlûp ve esir edildi. Bunun üze­ runu te’min eyledi. îbn Raşid ' 1er ile Riyâz ara­ rine halife İbn Râ’ ik 'a tekrar am ir al-um arâ’ sında mevcut olup, ‘Abd Allâh 'ın devrinde unvanını tevcih etti. Bu sıralarda al-Baridi, gevşemeğe başlamış olan metbûiyet rabıtaları V âsif şehrini zapteylemişti. Ertesi senenin lüzumunda askerî bir yardıma inhisar ettiği gibi, muharreminde ( teşrin I. 941 ), İbn R â’ik, al- Caba] Şammar 'ın S a ’ûdîlere evvelce vermekte B arid i'nin üzerine yürüdü: fakat sulhan bir olduğu vergi yerine de az-çok muntazam şe­ anlaşma yapıldı ve al-Baridi ’nin senevi bir kilde hediye olarak gönderilen atlar kaim oldu. vergi vermeği taahhüt etmesine mukabil Vâsit Telâ], Mısır, İran ve Osmanlı hükümetleri ile kendisine bırakıldı. A z bir zaman sonra türk­ münâsebette bulunmakta idi. Palgrave ( 1862/ ler ibn Râ’ik: '1 terkettiler j kıtlık ve pahalı­ 1 863) ve Guarmani ( 1 8 6 4 ) memleketi onun lık yüzünden B agdad ’da kargaşalıklar baş-gös- devrinde ziyaret edebildiler. Telâl Haber 'e terdiği vakit, al-Baridi birâderi Abu ’IH usayn nazaran 1283 saferinde ( bazîran/temmûz 3866), ’i, bir ordu ile, payitaht üzerine gönderdi. Ha­ Euting 'in rivayetine göre, 17 zilkâde 1284 ( i l life ile amir al-umarâ’, Musul 'a, Hamdâni’Iere mart 1868 ) 'te intihar etmiştir. III. M i t‘a b ( 1 2 8 3 —1285 = 1867—186 4), Teİlticaya mecbur olduiar. 330 recebinde (m art/ Eâl 'in kardeşi ve halefi idi. Fayşal 'ın oğulları nisan 942 ) İbn Râ’ik katledildi. B i b l i y o g r a f y a : 'A rib ( nşr. de Goe- olan yeğenleri Bandar ile Badr tarafından, Eu­ j e ), s. 145 v. dd. i İbn al-Aşir ( nşr. Tornberg), tin g'e göre 2 rehİülâhır 1285 ( 23 temmuz VİH, 158 v. dd,; İbn Haldun, '¡b a r, III, 390 1868 ) 'te, Huber 'e nazaran İse 20 ramazan 1285 v. d d .; Abu ’ 1-Fidâ’ (nşr. R eiske), II, 398 ( 4 kânun II. 1 8 6 9 ) 'te katledildi. IV. B a n d a r ( 1 286 —1 2 8 9 = 1 8 6 9 — 1872), v. d d .; Weil, Geschichte der Chalifen, II, 568, 662—672, 683 v. d .; Müller, D er Islam hükümeti gasbeylemiş olan Bandar de amcası im Morgen- und Abendland, I, 536, 564 v.d d .; Muhammed tarafından, çocukları, kardeşleri ve Muir, The caliphate, its rise, deoline, and fa ll yeğenleri ile birlikte, öldürüldü. V. M u h a m m e d b. ‘A b d A l l a h b. R a ­ (3 . tab.), s. 572 v .d d .; Haart, H isioire des ş i d (1289 — 1 31 5 = 1872—1897), kardeşi île Arabes, I, 314 v. dd. ( K. V . ZETTERSTEEN.) birlikte şüphesiz İbn Râşid sülâlesinin en dikkate ÎBN R A Ş ÎD . [ Bk. İBN REŞİD.1 . şâyân şahsiyetidir. Büyük selefinin politikasına ÎBN R A Ş Î K . f Bk. İbn r e ş İk .] devam ile, memleketinin refah menbâlannı art­ İBN A L -R A V A N D Î. [ Bk. İBNÜRRÂVENDÎ.] İBN R E Ş ÎD . İBN RAşIü, Nacd ’de C a b a 1 tırmağa ve şiddetli, fakat âdil bir idâre İle, inti­ Ş a m m a r v e h h â b î r e i s l e r ı n i n ( şayh zam ve âsâyişı te’sise çalışmıştır. Bâbıâlinin al-maşâ'ih ) s ü l â ! e ı ı n v a n ı d ı r . Bu sülâleyi müzâhereti ile, REyâz ’daki îbn Sa'üd ’lara karşı, istıklâni elde etti ve 1891 tarihinde Riyâz '1 da te’sİsedenşu zâtlardır: 1. ‘A b d A l l a h b. ‘A l i a l-R a ş i d ( 1833zaptederek, Nacd 'deki rakip iki emareti idare­ — 1847 ) Şammâr araplart grubuna dâhil al- si altına aldı. Onun zamanında, müteaddit av­ 'Abda aşiretinin Ca'far koluna mensüptur. rupalı seyyahlar Cabal Şammar ’1 ziyaret et­ D ar'iya [ b. bk.] ve Riyâz 'da hüküm süren mişlerdir ( Doughty, Mr. ve Mrs, Blunt, Huber, Vehhabî prenslerine tâbi olarak Cabal Şam­ Euting ve Baron N olde). Muhammed kânun I. m âr’ı idâre eden İbn ‘Ali sülâlesine mensup 1897 ’de vefat etmiş ve evlât bırakmamıştır, VI. ’A b d a I - ‘A z i z b. M i t ' a b { 1 3 1 5 — Şayh Şâlih 'i öldürüp, 1835 'te y â ’il şehrini zapt­ etti. Rivayete göre, tahtını kendisine borçlu 1 3 2 4 = 1897 — 190Ğ), amcası Muhammed’i istibîâf bulunan Riyâz emîri Fayşal tarafından tanın- eylemiş ve az bir müddet sonra mülkleri Mu-



779



İBN REŞÎD . hammed b. ‘Abd Allah tarafından- zaptedilmiş bulunan R iy lz emirlerini hîmâye etmekte olan K u vayt'in kudretli şeyhi Mubarak }le aralarında ihtilâf çıkmıştır. 131 8 ( 1 9 0 1 ) 'de al-Turfiya 'de kanlı bir muharebe vukûa geldi ve bu muhârebede ‘A bd al-Rahmâu b. Faysal ile Müntefik şeyhi Sa'dün Şayh Mubârak ’in saflarında harp etti­ ler. Şubat 1902 ’de İbn Sa'dün ailesinden ‘Abd al-'A ziz b. ‘Abd al-Rahman R iy â i şehrini zapt­ etti ve orada rakibi olan ‘A bd al-'Aziz b. Mit'ab ’ın mükerrer hücumlarına karşı mu­ vaffakiyet ile tutundu. Nihayet İbn Mit'ab memlekete türkleri çağırmağa mecbur oldu { h. 1 322) . ıS safer 1324 { 1 3 nisan 19 0 6 )'te düşmanı ile yaptığı bir gece muharebesin­ de öldü. VII. ‘Abd al-‘A ziz b. M it'ab’m yerine geçen oğlu ve halefi M i t" a b b. ‘A b d a 1 - ‘A z i z, 1324 zilkadesinde ( kânun 1.1906/kânun il. 1907) ve diğer me’hazlara nazaran 1324 şabanında, S u l t â n b. H a m ü d tarafından, katledildi. A . Büyük kol



VIIÎ. S u l t â n b. H a m ü d, ‘Abd A lla h ’ın en küçük kardeşi olan ‘Ubayd ’in torunudur. Bir kaç ay idâre başında kaldıktan sonra, 1326 senesi bidayetinde (1908 şubatının b a şları), biraderi tarafından, hükümetten uzaklaştırıl­ mıştır. X I. S a ' û d b. H a m ü d, az zaman zarfında HamSd İbn Şubhan tarafından tahttan indirile­ rek, yerine Sa‘ üd getirilmiştir. X. S a ‘S d, ‘Abd al-'A ziz ( bk. nr. V I } ’in oğ­ ludur. 17 şâbân 1326 ( 1 4 eylül 1908 ) tarihinde devletin başına geçmiş ve o zamandan itibaren Cabal Şam m ar’ı, meşru hükümdar olarak, idâre etmiştir ( krş. Mad. İBN SU ÖD ). B i b l i y o g r a f y a " . İbn Sa'ûd maddesin­ de zikredilmiş bulunan seyahatnameler ( bil­ hassa P a lg ra v e ,!; Guarmani, Doughty, LadyAnne Blunt, Huber, Eutİng, v. Nolde ’nİn eserleri) ; türk, arap, İngiliz ve hind matbua­ tının havadisleri; Miss Gertrude Bell ve J . A . Madik taraflarından verilmiş olan mâlûmât. , ( j . H. MORDTMANN.)



İBN RAŞÎD ’ LERİN ŞECERESİ



1. ‘A li al-Raşid 2. ' A b d A l l a h ( 1835 - 1847 ) 4. f e l â l ( 1847- 1867)



3. 'Ubayd [ b. bk.]



5. M i t ' a b (1867 - 1872 )



! I 1 1 . ‘Abd Allah 7. B a n d a r 8. Badr ( 1 8 6 9 - 1 8 7 2 ) 9. Sultân 12. Nahâr 10. Maslat 13 . Nâ’if



I 14. Zayd



6. M u h a m m e d ( 1 872 . 1897; çocuksuz )



13. ‘ A b d a 1- ‘ A z i z («897 - 1906)



16. T«l«l 17. M i t ' a b (19 0 6 )



18. Miş'al 19. Muhammed 2 0 .S a ‘ üd ( 1 9 0 8 ’den itibaren)



z ı. 'Abd Allah 22. Muhammed 23. 'Abd Allah M ülâhazalar: 1. Krş. Huber, J o u r n a l . . . , s. 1 5 1 .—‘Abd Allah ( 2 ) ile 'Ubayd ( 3 ) ’in hemşiresi meş­ kûr Nura hakkında krş. ZD M G , V , 19 : Zehme, s. 240! Doughty, II, 25. Blunt tarafından, I, 19 6 ’da, 'A li al-R aşid ’in üçüncü oğlu ola­ rak gösterilen „Ja b a r“ [ Cabar ] ‘Abd Allah tarafından Iskat edilmiş bulunan İbn ‘A li ai­ lesine mensuptur ( bk. Doughty, H, 16 ) .—4. Guarmani (s. 96 ) ’ye nazaran 18 6 4 ’te T el®l 40 yaşında ve 9 erkek çocuk babası id i;



J .,



24. Miş al



,



1 ,



-



25. A bd al- Aziz



Palgrave (I, 128 ve 204 ) ’a göre aynı devirde 40 veya 45 yaşında idi.—-5. 1869 'da 35 yaşın­ da idi ( Huber, göst. yer., s. 130 ). —6. Duoghty (I, 5 9 3 ) ’ye nazaran 18 7 7 'de Muhammed „lam kırk yaşında idi“ ; Blunt ( I, 27ı ) 'a göre 1879 ’da 45 yaşında idi. Bu ifâde Euting (I, 1 73) 'de ve­ rilen mâlûmâta uymaktadır i v. Nolde ( s. 83 ) 1892 'de ancak 53 yaşında olduğunu beyân etmekte­ dir,—7. Krş. Guarmani ( s. 87, 195 ) ve Huber (göst. yer., s. 13 1 ) 'e göre vefat ettiği zaman 30 yaşında, Blunt (I, 1 93) 'a göre 20 yaşın-



İBN R E ŞÎD da idi { krş. Euting, I, 170 ). Bunun bir oğlu Doughty ( II, 26) ve Blunt ( II, *70 ) tarafın­ dan zikredilmektedir. Miss Beli çocuğu olma­ dığını ifâde eder.—8. Palgrave ( I, 135 ) Bandar İle karıştırdığı B ad r'in 18 6 2 'de 12 yaşında olduğunu beyan eder; Huber (göst. yer., s. 1 5 ı 'd e ) 1 8 7 2 'de 25 yaşında olduğunu ifâde eder. — 1 1 . Palgrave ( I, 135 ) 'a nazaran 18 6 2'de S—6 yaşında idi. Huber (göst. yer., 1 50) 'e göre, 18 7 6 'da 18 yaşında idi.— 13. 1 8 6 1 'de doğmuş (Blunt, I, 2 7 1 ) ve 1298 ( 1 881 / 1 882) 'de 20 yaşında ölmüştür ( Huber, göst. y e r. ) ; krş. bi r de Blunt, I, 200; Euting, I, 169.— 14. B. Küçük kol



1.



Sİ imân



4. Fahd ( Fa h g d )



Zayd, Huber (göst. y e r . ) ‘e göre 1871 se­ nesinde vefat etmiştir.—T elâi'in, 7 —14. oğul­ larının tamam listesi Huber ( göst. yer.) tara­ fından dercedilmiştir; amcaları Mohammed ta­ rafından, 18 7 2 'de, tahta çıktığı zaman öldürül­ müş olan Nâ’if ile Zayd bu listeye dâhil değil­ dir.— 15. Euting ( I, 170 ve 1 7 6 ) 'e ve Huber ( Jo u rn al, s. 1 50) 'e göre, 1883 senesinde 16 — 17 yaşında idi. Miss B ell'e göre. Telâi ( 1 6 ) , Mİşal ( 18 ) ve Muhammed ( 19 ) Mit'ab ( 17 ) ile birlikte, 1907 'de Sultân b. Hamüd tarafın­ dan öldürülmüşlerdir. — 20. — Douglas Carruth ers'e göre, 19 0 8 'de n yaşında idi.



‘Al i al-Raşid ( = > A ı ) 2.



3.



İBN R E ŞÎK .



‘Ubayd ( « A 3 )



5. Hamüd



6. ‘A li



Fay d



8. Slimân



9. 'Abd Allah



¿Sri 10. Macid



I 1 1 . Salim



12. S u l t â n ( 1907)



13. ‘ Ubayd



Mülâhazalar: 2. Palgrave (I, 1 2 8 ) ’a nazaran 1844 veya 1845 ’te 50 yaşından aşağı değil idi ( krş. Euting, I, 1 6 8 ) ; Huber. J o u r n a l . . . , s. 15 0 ’ye göre, 17 zilkade 1286 ( 18 şubat ı 8 7 o ) ’ da vefat etmiştir, B lu n t’a nazaran ( I, 194, 196, II, 270) 18 7 1 ’de; krş. Doughty, II, 27 v. d.— Huber’e nazaran‘U bayd’in oğullarının ( 3 —9) listesi göst. yer., s. 1 50. — 3. Huber ’e naza­ ran 22 yaşında ve anlaşıldığına göre, 1877 'den evvel vefat etmiştir. — 4. deli îd i; Hu­ ber'e nazaran 18 8 3 'te 38 yaşında, Doughty ve Euting tarafından sık-sık zikredilmekte­ dir. — 6. H uber'e göre, 18 8 3 'ten evvel öl­ müştür.— 7. Doughty ( II, 29) 'ye nazaran 18 7 7 'de 17 yaşında idi; Huber ( 1 8 8 3 ) 28 ÎBN R E Ş ÎK .



İBN R A Ş İK , A b u ‘ A l I a l 1000— 1 0 7 1 ) , 385 ( 99 5 ) veya 390 ( looo) senesinde C ezayir’de al-Masila ( al-Muhammadiya) 'de doğmuştur. Babası Azd ’in kölesidir ve aslen yunanlı ol­ ması muhtemeldir. Doğduğu şehirde tahsil edip, babasının san’atı olan kuyumculuğu öğrendik­ ten sonra, 406 ( 1 0 1 5 / 1 0 1 6 ) senesinde Kayravân ’a gitti ve Fâtımî sultanı al-Mu'izz tara­ fından, saray şâirliğine tâyin edildi. Bu vazi­ fesi, kendisi gibi şâir ve edip olup, Şaraf alKayravâni nâmı ile mâruf bulunan muasırı Abü ‘Abd Allâh Muhammed b. A bi Sa*id b. A h me d ’in düşmanlığını celbetti. Aralarında vukûa gelip, iki rakip tarafından muhtelif eser­ lerin yazılmasına sebep olan mücâdele, so­ nunda İbn Şaraf ’i Sicilya ’ya hicret etmeğe Hasa n b.



R a şIk a l -A zd i (



14. S a ‘ ü d 15. Muhannâ 16. Faysal ( 1907 ) ' yaşında olduğunu beyân eder.— 8. Dougbty tarafından II, 2 9 'da zikredilmiştir; H uber'e nazaran 18 8 2 'de Ölmüştür.— 9. H uber'e naza­ ran 1 883'te 21 yaşında idi; bu hususta krş. Dougbty, göst. y e r — Huber ( Jo u rn a l, s. 15 1 ) tarafından Hamüd'un oğulları ( 1 0 — 1 5 ) .— 10. Doughty (I, 613 ) 'ye göre, 1877 senesinde „on b e ş y a ş ı n d a b i r ç o c u k “ id i; krş. Blunt, I, 229; Doughty, Blunt, Huber, Euting tarafından sık-sık zikredilir,— 1 1 . Krş. Huber, Journal, s. 149.— 13. K rş. Huber, s. 166.—16. Dougbty ta­ rafından ikinci büyük eviat olarak zikredilmek­ tedir; 1 9 1 4 'te amca zâdesi Zari gibi Riyâz'da, menfî olarak, bulunmakta id i; Faysal ve amca­ zadesi ‘Ubayd b. ‘A li al-R aşid 'in küçük kolun­ dan yegâne hayatta bulunanlar idi ( Miss Bell ).



mecbûr eyledi. Kayravân araplar tarafından tahrip edildiği vakit al-Mu'izz, 449 ( 1057 ) ’da, şâiri ile birlikte, al-M ahdiya’ye iltica ve 453 ( ioği ) senesinde orada vefat etti. Aynı se­ nede îbn Raşik de Sicüya adasında Mazara 'ye gitti ve orada 456 senesi zilkadesinin 1 'inde, cumâyı cumartesiye bağlayan gece­ de ( 15/16 teşrin I., 1064 ) ve diğer bâzı müel liflere nazaran 463 ( 1070/1071 ) tarihinde ve­ fat etti. M ü v e r r i h , f i l o l o g v e ş â i r olan İbn R a ­ şik edip Abü Muhammed ‘ Abd al-Karim b. İb­ rahim al-Nahşaü 'den. nahiv âlimi Abü ‘Abd Allâh Muhammed b. Ca'far al-Kazzâz v.b, ’dan ders görmüştür. Eserlerinden şunlar malûmdur: 1. a l-U m da f i şind at a l-ş tr va.nakdihi, şiir İlmi-



İBN R E Ş ÎK ne dâir olup, îbn Haldun tarafından, Mu­ kaddime adlı eserinde, telhis edilmiştir. Bu­ nun şiire tahsis edilmiş bulunan fasılları (trc. de Slane, III, 380) 12 8 5 'e doğru T u n u s’ta ( yalnız I. cild ) ve 132S 'te Kahire ’de neşr­ edilmiştir. z. K u râ ia t al-zahab f i nakd aş'ar a l-a ra b , edebî intihallere dâir Abu 'I-Hasan 'A li b. A b i ' 1-Kâsim al-Lavâti 'ye gönderilmiş manzâm mektup (P a ris Bibi. Nat., nr. 3417, VII ). 3. D ivân 'tnın parçası ( bk. Derenborug tab., Les Mss. A rab. de L 'E sc., nr. 467 ). B i b l i y o g r a f y a m ‘ Umda 'nin başın­ da bulunan hâl tercümesi (K ah ire, 13 2 5 }; Yâküt, trşâd a la r îb , IH, 1 , 70 i al-Suyüti, B u ğyat al-vu'ât (K ah ire, 1 326) , s. 220; İbn Hallikân, V afayât (K a h ire, 1 3 10 ) , I, 1 3 3 ; Am arî, Bibi. A r.-S ic., arap. metin, s. 644 ( Zahabi, Muhtasar K itâb anbâ, al-ruvât 'alâ abna a ln u h â t 'ından muktebes), s. 649 (a l-‘ Umari, M asâlik al-abşâr f i m am âlik'alamşar ’dan muktebes ) ; de Sacy, Antho­ logie gramm., s. 442 ; Wüstenfeld, D ie Gesckichtschreiber d. A raber, s. 70, nr. 2 10 ; Haşan Husni 'A bd al-Vahhâb, Bisât a l-a k ik f i haiarât al- K ayravân va-şâ'irih â İbn Raşlk (Tunus, 13 3 0 ), s. 56—90; Brockelmann, G A L . I, 307. ( M o h . Ben Cheneb.) İB N R O ST E H . [ Bk. İb n Rüşte.) ÎBN R U H . [ Bk. İBN RÛH,] İB N R Û H . İBN R U y , A bu -l -Ç a s İm Al H u sa y n b . R öh b . B a h r a l -B a y y î a l -N a v b a h TÎ ( ?—940 ), i s n â e ş ’a r î y e ş i’î 1 e r i n i n 264— 334 ( 878—94S ) 'e kadar devam eden al-ğayba alşuğrâ ( „kısa gaybubet“ ) 'sı zarfında b e k l e m i ş o l d u k l a r ı i m â m ı n (Ş â h ib al-a m r) ü ç ü n ­ c ü n a i b i d i r . N â'ib ( bâb, vakti, s a fir 'an alnahiya ah mukaddasa mürâdifi ) sıfatı ile „gâip“ imam nâmına emirler ( ia vâ k ı ) verirdi. Bunlar şi’îler nezdinde kanun hükmünde idi. İbn Ruh Bagdad 'da D ar al-nâ'ib 'de ikamet etmekte idi. Kendisinin, selefi olan N â'ib Abü Ca'far al'Umari tarafından, 305 ( 91 7 ) senesinden evvel, intihap edildiği tahmin olunmaktadır. Halifenin sarayında o kadar çok mürîd toplanmış idi ki, vezîr Hâmid kendisini hapsettirmişti, 317 ( 929 ) senesinde serbest bırakılması üzerine, Karmati 'lerİn entrikalarına karıştı ve al-Şalma. gani 'yi şi’î cemaatından tardetti. 326 ( 937 ) yahut 329 ( 940 ) senesinde, nâipliğe Abu ' 1-Hasan alSâm arri 'yi intihap ettikten sonra, vefat etti. Bü­ yük şi’î fakîhi İbn Bâbüya [ b. bk. ] ’nin annesi ve babası çocuklarının İbn Ruh 'un duaları sa­ yesinde dünyaya gelmiş olduğu zu’miindedirler. B i b i i y o g r a f y a : Tabarsı, îkticâc, Tah­ ran'da, taş-basması olarak, tab’edilmiştir ve bu müellif eserinin sor; kısmında başlıca emir­ lerinin metinlerini vermektedir; krş, İbn Abi



İBN RÜŞO. 'İ-T â î, a!-Şafadi, V â fî, yazm. Bodl. ( Urî, Caf., I, Cad. A rab., s. 15X, nr. 665), var 7 0 'de; İbn Hallikân ( trc. de Slane ), I, 439, nr. 20 (al-Zahabi, T ârik al-islâm , yazm., Paris, Bibi. Nat., de Slane, Cat., nr. 1 5 8 1 'den naklen ); İbn al-A s ir (nşr. Tornberg), VIII, 217 v.d.; ‘A rib, s. 14 1 ; al-Hilli, H alâşat al-alcvâl, yazm. Paris, nr. 110 8 , var. 41 7a ; al-Hünsâri, Ravisât al-cannât ( taş-basm., Tahran, 1307 ), s. 378 ; M acâlis al-m u'm inin ( taş-basm., Tah­ ran, 1299 )j_s. 189. . ( L. M a s s i g n o n .) İBN a l -R Ü M İ. t Bk. İbn Orrûm î .] ÎBN R U Ş D . £ Bk. İBN R ü ş d .) İB N R Ü Ş T E . İBH R O STEH , A b u *A lI A h ­ med B. 'ÖMAR, III. asrın ikinci yansında (IX — X. a s ır) yaşamış F a r s â l i m i d i r . Ha­ yatı hakkında pek az şey bilinmektedir. İs­ fahan ’da yaşamıştır. O zamanlarda, bu şehir­ de İbn Rosteh nâmında müteaddit âlimler bu­ lunmakta idi. 290 ( 903 ) senesinde, lıacc münâ­ sebeti ile, Medine’yi ziyaret etti. A ynı sene­ de Kitâb al-a'lâk al-na/isa nâmındaki ese­ rini yazdı. Bunun ancak de Goeje ( B ibi. Geogr. Arab., Leiden, 1S92, V II, 1 ) tarafından neşr­ edilmiş olan yedinci kısmı bize kadar vâsıl ol­ muştur. Bu eserinde müellif, gök-yüzü ile yer­ yüzüne dâir bir mukaddimeden sonra, memle­ ketleri ve şehirleri tasvir etmiştir. Mevzâuna dâir mâlûmâtın büyük bir kısmını gerek eski ve gerek muasır eserlerden almıştır. [ Mamafih İbn Rosteh ’in bu eserinde arzın gündelik ha­ reketi hakkında, yâni Batlamyus sistemine mu­ gayir olarak, güneşin sâbit olduğuna dâir saıîh fikirleri vardır ( bk. Regis Blachère, Extraits des principaux géographes arabes du moyen âge, Paris, 1932, s. 35 ). îbn Rosteh'nin eserine bir de, Gaston Wiet tarafından, Libergem m arum pretiosarum adı ile bir şerh yazılmış olup, Gabriel Ferrand tarafından yayınlanan Arab Coğrafyacıları külliyâtında neşredilecekti.]. Bir kaç faslı, farsçaya tercümesi ile birlikte, daha evvel ( 1869 'da ) Chwolson tarafından, neşre­ dilmiştir. B i b l i y o g r a f y a m de Goeje neşrinin mukadimesi; Brockelmann, G A L , I, 277; S a p p l, I, 406. ( C. V a n A r e n d o n k . ) İBN R Ü ŞD . İBN RUŞD, A b u ' l - V a ü d MuHAMMED B. AHMED B. M uHAM M ED B. AHMED B.  h m e d İb n R u ş d K ⠣ΠA b u ' l - V a l Î d



(



1126—



1 1 98), İ s l â m â l e m i n i n e n b ü y ü k f e y l e ­ s o f l a r ı n d a n b i r i d i r . Avrupalılarca ismi Averroès olarak tesbit edilmiştir. Maşşâ’iya mek­ tebinin son mümessili ve yalnız İslâm dünyasında değil, A vru pa'da da A risto'nun en büyük şârihi diye tanınır. Orta çağda kendi memleketi olan Endülüs 'te, şöhreti husûfa uğradıktan sonra, ibrânî ve iâtin dillerine çevrilen eserleri sâ-



İBN RÜŞD. yesinde, lıırıstiyan âleminde büyük bir mevkî kazanmış ve İbn Rüşdeülük ( avcrro'fsme } diye tanınan felsefe cereyanında fikirleri asini arca devam etmiştir. Bundan dolayı feylesofu İslâm felsefesine olduğu kadar, garp orta çağ felsefe­ sine de mâl edenler haksız değildir. H a y a t ı . İbn Ruşd, Endülüs ’te, Kurtuba şehrinde, büyük babası İbn Ruşd ’ün ölümün­ den bir az evvel, 520 ( 1 1 2 6 ) senesinde doğdu. Şemsî tarih İle 72 sene, yahut kamerî tarih ile 75 sene yaşadı. 9 safer 595 ( 10 teşrin II. 119 8 ) ’te, Magrib ( F a s ) 'in merkezi olan M arrâküş’te öldü. Tanınmış bir kadı âİlesine mensuptur. Büyük babası Kurtuba ’da kâzi 'l-ku iât İdi. Babasının bulunmuş olduğu vazifelerde bulun­ duğu malûmdur. Fakat feylesofun bütün ha­ yatı, bâzı tabakat ve terâcîm-i ahvâl kitap­ larının verdikleri mâlûmâta rağmen, pek iyi bilinmiyor. Mamafih İbn Başkuvâl 'in eserine yazdığı zeyilde İbn al-Abbâr, aynı eserin mu­ kaddimesinde, Abu ‘Abd Allah Muhammed b. ‘A bd A llah Muhammed b. ‘Abd al-Malik alAnşâri al-M ağribi, ‘ Uyun al-anba f i tabakât al-aiibbâ’ 'da İbn A bi Uşaybi'a, Târih ’inde, İbn Ruşd 'e ve Ya'küb Manşür 'a ayırdığı fasılda (h. 595 yılı vukuatı ), Zahabi (E. Renan'a göre, M S ctrab., var. 802 v.d.) ve Hommes illustres chez les A rabes (s. *46 v.d.) 'da Léon l’Africain feyle­ sofun hayatına ait malûmat vermektedirler. Bun­ lardan başka, İbn Ruşd eserlerinin içerisinde, sırası geldikçe, hayatına âit bâzı fıkralar nakl­ etmektedir. Yine kendisi tarafından verilen izâhata göre, hakkında bildiğimiz en eski vak ’a, 28 yaşında Marrâküş 'e gitmesine aittir. Marrâkuş, Muvahhidî emirlerinden 'Abd at-Mu min I I .’in payitahtı idi. ‘Abd al-Mu’m in’in vefatı üzerine, yerine geçen oğluYüsuf, zamanının en tanıtmış feylesofu olan İbn Tufayl ’e büyük bir itibâr ve hürmet göstermiş, sarayında kendisine mühim mevkiler vermişti. İşte bu sırada, İbn Tufayl, İbn Ruşd ’ü Muvahhidî hükümdarına takdim etti. Feylesof ile emîr arasındaki bu ilk karşılaşmayı 'Abd al-Vahid al-Marrâkuşi, bizzat İbn Ruşd ’den dinlemiş olduğu cihetle, sihhatine inanılabilir. Yusuf ilmi ve âlimleri seven, felsefe ve hikmete hürmet gösteren bir zât idi. İbn Tufayl, Aristo felsefesini nakl ve şerhettirmek isteyen Yusuf ’a, İbn Ruşd ’ü tavsiye et­ mişti. O sırada Muvahhidî hükümdarlarının sarayı, Abbâsîler zamanında Ma’mün ’un sarayı gibî, kuvvetli bir ilim ve tefekkür muhiti hâ­ lini almağa başlamış idi. . İbn Ruşd, Magrib ’e bu ilk seyahatinde, En­ dülüs ufkunda evvelce hiç görmediği Suhayl ( Canope ) adında bir yıldız gördüğünü, bu şahsî müşahede ile, arzın kürevîliğinin tahak­ kuk ettiğini söylüyor. Bununla berâber, A ris­



to da, de Coelo da, buna benzer müşahede­ ler ile, arzın kürevîiiği hakkında bâzı istid­ laller yapmış idi. Bu münferid vak’adan sonra C S* 53 İbn Ruşd'ün hayatında tekrar uzun bir karanlık devir başlıyor. Bu müddet zar­ fında İbn Ruşd umûmî tıbba dâir büyük bir eser te ’lif etmiş olacak. Çünkü bu eserin ya­ zılması ve meşhur hekim İbn Zuhr ailesi ile dostluğu arasında bir münâsebet olduğu tah­ min ediliyor. Vâkıa lâtinlcrin Avenzoar dedik­ leri İbn Zuhr ailesi ile sıkı alâkası varid i. Bu aileden, XII. asır içerisinde, bir çok büyük hekim yetişmiştir. Feylesof bilhassa ailenin en meşhur siması olan Abu Marvân İbn Zuhr ile çok samimî dost idi. İbn Ruşd eserlerinde bu zâttan büyük bir takdir ve hürmet ile babse-( diyor. B ir çok vesileler ile onun hakkında alf â i i l ve al-karim vasıflarını kullanıyor. K ü lli­ yât ( C o llig e t} adlı büyük tıp kitabını te’lıf ettiği zaman, dostu Abu Marvân ’1 kendi ese­ rini tamamlayacak d'ğer bir tıp eseri yazmağa teşvik etmişti. Bu eserde İbn Zuhr 'ün Cuz'iyât, yâni „ayrı ayrı hastalıklar bahsi“ ni tetkik etme­ sini istiyordu. Bu kitabın mevzöu bedenin her kısmının veya her uzvun dûçar olabileceği muh­ telif hastalıkların tetkiki olacaktı. Bu sûretie K ü lliy â t ile C uz'îyât biribirini tamamlaya­ rak, tam bir tıp M u fa ssa l' 1 yazılmış buluna­ caktı. İbn Zuhr, feylesofun temennisini yerine getirerek, bu eseri y a z d ı; fakat kitabına C uz'iyât değil, Taysir, yâni „Tedaviye âit kolaylık­ lar“ unvanını verdi. Bu neşriyattan sonra, İbn Ruşd 'Sn, ihtimâl Marrâküş ’te, Muvabhidîlerin vezîri feylesof İbn Tufayl tarafından, Sultan 'A bd al-Mu’min’ ia halefi olan Abü Ya'küb Y u su f’a takdim edil­ mesi hâdisesine ( 116 8 ) kadar, tekrar yeni bir karanlık devir başlıyor. Bu takdim hâdisesi, bilhassa onun doğurduğu neticeler hem fey­ lesofun hayatında, hem de sonraki asırlarda, hıristiyan orta çağ felsefesinin inkişâfında, mü­ him bir dönüm noktası teşkil etmektedir. İbn Ruşd ’ün talebesinden Abü Bakr Bandüd b. Yahya al-IÇurtubi 'den naklen müverrih ‘Abd al-Vâhid al-Marrakuşi ’nin verdiği izahata göre, feylesofun talebesine bir çok defalar anlattığı şu vak'a dikkate şayandır: Ziyaret sırasında hükümdar ona adını sormuş, âilesi hakkında tafsilât istemiş, sonra da birdenbire mevzuu değiştirerek, feylesofların âlemin kıdemi hak­ kında ne düşündüklerini sormuş idi. Bu tarzda tehlikeli bir suâl karşısında urken feylesof, bu gibi akideler ile meşgul olmadığı beJıânesî ile, cevap vermekten kaçınmış ise de,- Amir alMu'minin İsrarla İbn T u fa y l’e dönmüş, kendi suâlini yine kendisi uzun-uzadıya cevaplandır­ mış ve ibn R u şd ’ün tâbiri ile, mütehassısla*



İBN R Ü ŞD . rıada bile nâdir görülen bir allâmelik kudreti göstermesi üzerine, müşkül bir vaziyette bu­ lunmadığını anlayan feylesof, bu mesele hakkındaki bilgisini ve kanâatini açığa vurmakta mahzur görmemişti. Bunun üzerine, ibn Ruşd ’den memnûn kalan hükümdar kendisine, gümüş bir saat, muhteşem bir hil'at ve bir binek atı verdi (Munk'dan naklen H istorié du Maghreb par A bd-al-W âhid nşr. M, Dozy, s. 174 r-17 5 ]



>



.



_



Müverrih Marrâkuşi, bundan hemen bir az sonra, bu birinci mülâkatm neticesi olmak üzere, îbn Tu fa yİ ile İbn Ruşd'ün hükümdar ile ikinci bir mülakatından bahsediyor ki, bu sırada konu­ şulan şeyler, feylesofun sonraki hayatı üzerinde son derece müessir olmuştur. İbn Tufayl, burada Aristo eserlerinin arapça tercümelerinde sıksık rastlanan mübhem noktalardan şikâyet eden hükümdarın, bu günden itîbâren kendisi­ ni bu eserleri şerhe me’mûr ettiğini söylemiş; ayrıca bu teklifin ilk önce kendisine yapıl­ dığını, fakat yaşının hayli ilerilemiş olması, vezirlik ve baş-hekimlik vazifelerinin ağırlığı yüzünden, bu vazifeyi üzerine alamadığını ilâve etmişti. İbn Ruşd bu mülakat neticesinde:—„F ey­ lesof Aristo ’nun kitaplarına âit şerhlerimi yaz­ mağa benî sevkeden işte bu hâdise oldu“ — de­ mektedir. Maalesef bunca tafsilâta rağmen, ber iki mülakatın hangi yılın hangi ayında oldu­ ğuna dâir bir kayıt yoktur. Yeni bâzı İslâm felsefesi tarihçileri, birinci mülakatın ı ı j î ’te olduğunu tahmin ediyorlar. Fakat bu tahminin 1 1 5 3 'te hükümdar ile İbn R u şd ’ün aynı za­ manda Marrâkuş 'te bulunmalarından başka bîr delili yoktur. V ak’aiarm cereyanına bakılacak olursa, iki mülâkatm aynı sıralarda üst-üste olması lâzım geliyor. Muvahhidî emîrinin bir Aristo şârihi aramakta olduğu ve tam aradığı kimseyi bulduğuna kanâat getirdiği sırada, bu kadar mühimsediği bir işi başka bir zamana bırakması için hiç bir sebep yoktur. Fakat Léon G auth ier'ye göre, bu H 53 tarihi doğru olmasa gerektir. İbn Ruşd'ün her iki fıkra­ sında bahsi geçen hukümdârın Abd at-Mu'min değil, ancak oğlu Abu Ya'küb Yusuf olması akla yakın görünüyor. Çünkü İbn Ruşd, bu zâttan bir çok defalar A m ir al-mu minin diye bahsediyor ki, bu unvanı Yûsuf 'tan evvel ba­ bası kullanmamış olduğu gibi, Sultân Yusuf da ancak ı ı 6 S ’den sonra kullanmıştır. Bundan dolayı her iki mülâkatm 116 8 senesinin ikinci yarısında veya H69 senesi başlarında olması, Gauthier 'ye göre, çok muhtemeldir. Bu sırada İbn Ruşd 43 yaşında, yâni bu tarzda tc'lifler için olgun bir devre girmiş, İbu Tufayl ise 65—68 yaşında, yâni bu kadar uzun bir iş için oldukça yaşlanmış bulunuyordu.



783



Bu mülakatlardan sonra, hükümdarın feyleso­ fu himâyesi gecikmedi. İbn Ruşd, 1 1 6 9 'da İşbiliya ( S e v illa ) kadılığına tâyin edildi ve aynı sene zarfında, bu şehirde ilk eseri olan Kitâb K avn a lh a y a v â n hakkındaki şerhini yazdı. Bu eserin sonunda, kendisi safer 565 ( teşrin II, 1 1 6 9 } 'te, K u rtub a'ya naklolunduktan sonra, onu bitirdiğini söylüyor. Fakat bu fıkra, Grnest Renan tarafından kaydedildiği gibi, lâtince tercümesinde hazfedilmiştir. Renan bu haz­ fın sebebinden bahsetmiyor. Gauthier 'ye gö­ re, bu hazf bir istinsah yanlışlığından ileri gelmektedir. 116 9, 117 0 ve 1 1 7 1 seneleri zarfında, İbn Ruşd İşbiliya 'de dört şerh yaz­ dı. 1 1 7 1 'de, ihtimâl kadılık ile, tekrar Kur­ tuba 'ya geldi. Vakit-vakit Endülüs 'ten Magrib 'e bir çok seyahatler yapıyordu. Bu devirde yazdığı müteaddit eserinden bir çoğunun so­ nunda, tarih ketebesi vesilesi İle, İşbiliya ve Marrâkuş adları yazılıdır. Kurtuba 'da k â ii 7 -kazat derecesine yükseldiğini biliyoruz. F a ­ kat bunun hangi tarihte olduğu, k a f i sûrette, mâlûm değildir. 1 1 8 2 'de, yaşlılığından dolayı, vazifesinden çekilen İbn Ju fa y l'in yerine, Mar­ râkuş sarayında Abü Ya'küb Yusuf 'a baş­ hekim tâyin edildi. Bu devirde feylesoflardan bir çoğu aynı zamanda hem hâkim ( k a d ı), hem hekim (ta b îp ) idiler. 1 1 8 4 'te Abü Ya'küb Yûsuf 'un vefatı üzerine, yerine oğlu Abu Yû­ suf Ya'küb geçti. Bu zât da İbn Ruşd 'e karşı babasının itimadını muhafaza etti. Onu eski vazifelerinde bıraktı. Vaktiyle İbn Tufayl 'in hâiz olduğu itibârı, Muvahhidîlerin sarayında, şimdi İbn Ruşd kazanmış bulunuyordu. Fakat bu iltifat uzun sürmedi. Rivâyete göre, İbn Ruşd 'ün yeni hükümdarı çocukluğun­ dan beri tanıması, ona dâîmâ talebe ve evlât' muâmelesi yapması hükümdar ile aralarının git­ gide açılmasına sebep oldu. Yeni hükümdar, kendini saydırmak arzusu ile, bu muâmeleleri hoş görmemeğe başladı. Abü Yûsuf Ya'küb, 1 195 ’te, Kastilya kıralı Alphonse IX .’a karşı harbe girişmek için, İspanya’ya geçtiği ve neticede kendisine al-M anşür unvanım kazandıran Alarcos zaferlerini elde ettiği zaman, o sırada ih­ tiyarlamış olan feylesofu hediyeler ve unvanlara garketmişti. Bu hâdise de henüz hükümdar ile feylesofun aralarının iyi olduğunu göstermek­ tedir. Fakat bundan pek az sonra, birden-hire feylesof hükümdarın teveccühünü kaybetti. Eserleri arasında sırf ilme âit olmayanların yakılması emri verildi. Kendisi de Kurtuba ’nın 40 km. cenub-i şarkîsinde bulunan Elisâne (Lucen aj kasabasına nefyedildi (119 4 /119 5 }, Bu sırada feylesof halkın taan ve teşnî 'ine u ğ rad ı; bemen bütün talebeleri onu terkettiler. İslâm müverrihleri bu husûmetin sebebi



?8'4



İBN RÜŞD.



hususunda biribirini tutmayan bir çok tahmin­ kanâati yayılm ıştır. İbn Ruşd 'ün gözden düş­ ler yapmakta ve rivayetler nakletmektedirler. tüğü devirde, mûsevîiik Magrib ’de yarım asır­ Bâzıları bunu hükümdara feylesof hakkında if­ dan beri men'edİImişti ( Munk, Mélanges de tirada bulunulmasına, bâzıları bundan bir müd­ philosophie arabe et ju iv e ). Muvahhidîler za­ det evvel mahkemede cereyan etmiş olan bir manında kimse bu dine sâlik olduğunu açık­ vak’aya atfetmektedirler. Rivayete göre, mü­ ça söyleyemiyordu. İbn Ma’mün ise, 30 sene neccimlerin o sırada bir çöl kasırgası olacağı ve Mısır 'da yaşamış ve biç bir zaman doğrudanbir çok şehirleri tahrip edeceği şeklinde te- doğruya İbn Ruşd 'ün talebesi olmamıştır. ' Taba/ç ât al-atibba sahibi İbn A bi Uşaybi‘a,tbn şe’ümlerine kapılan halk kafile-kafile memleketi terketmeğe başlamışlar. Bu mesele hakkında Zuhr 'den bahsederken, Manşür ’un yunan felse­ mahkeme kapısındaki bir muhaverede ibn Ban- fesi ile uğraşanlar hakkında takibatta bulundu­ düd tarafından, mütâleası sorulan Ibn Ruşd, böy­ ğunu ve eserlerini toplattırdığını, kütüphanelerde le bir teşe’ümün hiç bir İlmî ve felsefî esâsa veya evlerde bulunan mantık ve felsefeye dâir dayanmadığını ve buna inanmanın yanlış ol­ bütün kitapları yaktırdığını anlatıyor. Bu devir duğunu söylemiştir. Bunun üzerine, muhalifle­ umûmiyetie felsefe aleyhinde bir cereyanın Mag­ rinden Abu Muhammed ‘Abd al-'Ayş, muhâve- rib ve Endülüs 'te yayıldığı bir devir olduğu için, reye karışarak, Alfahtn ‘A d ve Şamüd kavmi- İbn Ruşd bu hareketin kurbanı olmuştur. Oğlu ni cezalandırmak için gönderdiği fırtınadan ‘Abd Allah ile beraber, Kurtuba camiinde ikin­ bahsederek, itiraz etmiş ve İbn Ruşd ‘Ad kav- di namazına gittiği sırada, halk bağrışarak, câminin mahvedilmesine dâir anlatılan şeylerin mi kapışma toplanmışlar ve kendisini zorla çı­ masal olduğunu söylemekten kendini alamamış karmışlardı. Talebeleri ve dostlan onu terkise de, ‘ Abd al-‘A y ş bu hikâyenin, K ar'an ’daki ettiler. Hattâ İlmî kudret ve otoritesinden bah­ bir âyete dayandığı cihetle, masal olamıyacağını se bile cesâret edemiyorlardı. İbn Ruşd, aynı ve böyle bir isnadın K ar'an ’dan şüphe demek zamanda, muasırı olan bâzı şâirlerin hücumuna olduğunu söyleyince, kadı Abu ’ 1-Valid ’in uğradı. Abu 'I-Hasan b. Cubayr adında Endü­ bu kadar cür’etli sözleri bütün şehre yayılmış lüslü şâir, hicviyeleri île, İbn Ruşd 'ü ta’zib ve bu yüzden ve yahut yaşının fazla ilerilemiş ediyordu. Hayatının son senelerinde, İbn R u şd ’ün, affa olmasından, ihtimâl ki hükümdar ile arasındaki şahsî gerginlikten dolayı, bundan sonra; tbn Ruşd nâil olarak, tekrar hükümdar tarafından dâvet işlerinden çekilmeğe mecbur edilmiştir. Fakat edildiği, bir sene kadar iyi bir hayat geçirdik­ bunu müteakip, feylesof yine zamanının büyük ten sonra, kendiliğinden inzivaya çekildiği riva­ bir kısmını felsefî çalışmalarına ve eser te’lifine yet edilir. Fakat bu rivayetleri te'kit edecek hasretmiştir. malûmat yoktur. İbn Ruşd son zamanlarını he­ Sultân Manşür, 1 1 9 5 ’te Kastilya ve Lson kı­ men tam bir inziva ve oldukça fenâ şartlar ralı Alphonse iie harp için, Kurtuba ’ya geldiği içinde geçirerek, öldü ( 119 8 ). zaman, yanma İbn Ruşd 'ü çağırmış ve ikram­ Feylesofun hocaları arasında Abu Kâsim Ibn da bulunmuş idi. Bu hâdise, tarih sırası ile, Başkuvâl, Abu Marvân b. Masarra, Abu Bakr b. yukarıdaki vak’adan sonraya düşüyor. Şu hâl­ Sam'ün, Abü Ca'far b. ‘Abd al-’A z iz ’in adlan de bu sırada feylesofun uğradığı idbâr mutlak zikrolunmaktadır. Abü ‘Abd Allah Mâzari 'den olmasa gerektir. İhtimâl hükümdar, onu işin­ icazet aldı. Abu Marvân İbn Carbüi a!-Nâbulusi den uzaklaştırmağa mecbûr kaldığı hâlde, yine ’den tıp, Hâfiz Abü Muljammed b. R izk ’tan fıkıh, şahsî dostluğunu muhafaza ediyordu. Fakat ‘A lı A bü Ca'far Hârün ’dan matematik ve tıp öğ­ sonraki vak'alarm büs-bütün feylesof aleyhin­ rendi (M. Lutfi Cum'a'dan naklen).A ynı zâttan de cereyan etmesi, işe yeni âmillerin karıştığını uzun müddet felsefî ilimleri tahsil etti. Felsefeyi tahmine müsaittir. Bunlar arasında feylesof ’un bilhassa İbn Bâcca ’den öğrendiği rivayet edilir­ dinsizliğine dâir yazılan hicviyeleri, şahsına se de, bu rivayet zayıftır; çünkü İbn B â c c a ’nin âit iftiraları, kendisinin bir kitabında, Marrâkuş vefat tarihi Ibn Ruşd ’ün buluğ yaşma tekabül ’teki hayvanat bahçesinde gördüğü zürafadan ediyor [ bk. mad. İBN BÂCCa .]. İbn Ruşd 1126 bahsederken, hayvanların en uzunu ve akılsızı 'da doğmuş, İbn Bâcca 1 1 3 8 ’ de ölmüştür. Bu diye istihzâ île zikretmesi ve gûyâ hükümda­ yaşta ise, felsefe tahsiline pek imkân görülemez. rın, uzun boyluluğu yüzünden, bundan muğber Muhakkak olan şudur ki, İbn Bâcca, İbn Ruşd ’ün babasının evine sık-sık gelirdi. Çocuk­ olmasını ileri sürenler vardır. İbn R uşd’ün Elisâne ’ye nefyedildikten son­ luğundan itibaren onun te’siri altında kalmış raki hayatı da, pek iyi bilinmiyor. Bu sıra­ olması muhtemeldir. İbn A b i Uşaybi a gibi bâzı da feylesofun Elisâne'deki yahudi cemâatine müverrihlerin kanâatine göre, ibn R u şd ’ün sığındığı, onların himayesini gördüğü ve ken­ felsefe doktrini Ibn B â c c a ’den gelmektedir; disine talebesi İbn Ma’ tnün tarafından bakıldığı yâni her ikisi de maşşâ’i feylesofudurlar. Fakat



İBN RÜŞD. bu te’sir doğrudan-doğruya değil, eserler yolu iledir. Feylesofun, gördüğümüz gibi, İbn Zuhr ile teması ve dostluğu kuvvetli İdi. Bu arada bir çok eser te'lif etmiş olaa fakîh Abu Bakr İbn ai-!A rabi 'yİ de zikretmeliyiz. Garip bir hâdise olarak zikredilebilir ki, İbn Baytar, ‘ Abd al-Malik İbn Zuhr ve İbn Ruşd aym sene­ de vefat etmişlerdir. Onlardan bir müddet ev­ vel de İbn T ufayl vefat etmişti. Bu büyük âlimlerin ortadan çekilmesi ile Endülüs 'te ilim ve felsefe hareketi zevale başladı. Ondan son­ ra artık M agrib'de hiç bir büyük mütefekkirin adından bahsedilmeyecektir. İbn Ruşd ’ün talebeleri arasında Abu ‘Abd Allah Nadrümi, Abu Ca'far Ahmed b. Sâbik, Abu Kâsim al-Taylasâni, Abü Haşan Sahi b. Mâlik v.b. ’um adlarını zikredebiliriz. Fakat bunlardan hiçbirisi mühim bîr eser bırakma­ dılar. Hattâ İbn Ruşd ’ün felsefî meslekini devam ettirmediler. Onun felsefesi ancak bir asır sonra, İbranî ve lâtince tercümeleri vâ­ sıtası ile, garba geçtikten ve averroîsme cere­ yanı adı ile, garp medreselerinde hâkim olduk­ tan sonra yayılabiimişti (A verroîsm e cereya­ nı hakkında, İslâm felsefesine âit olmadığı ci­ hetle, burada izahat vermiyoruz. Yalnız bu cereyanda en tanıimış mütefekkirin Siger de Brabante olduğunu ve averroîsm e’in Saint Thomas felsefesine kadar itibarını muhafaza ettiğine işaret edelim ). E s e r l e r i . İbn Ruşd'ün lâtince eserlerinin listesi Em esi Renan 'da ve ondan naklen Gau­ thier 'de vardır. Lâtince, ibrânîce ve arapça eserleri için ( bk. Sarton ve Brockelmann ) tam listeler yapılmıştır. Bundan dolayı burada onla­ rı tekrar etmiyeceğiz. Yalnızca, tetkikimizi ko­ laylaştırması bakımından, bu eserlerin nasıl tas­ nif edildiğine ve te'lif sıralarına işaret edeceğiz. İbn R uşd’ün Aristo şerhleri umumiyetle 3 züm­ reye ayrılır; r. Büyük şerhler, 2. orta şerhler, 3. haşiyeler ve tahliller. Yanlışlık ile garpta Casiri, Rossı, Jourdain v.b. tarafından İbn Ruşd Aristo ’nun İlk arap mütercimi ve şârihi diye tanınmış­ tır. Bu iddianın hakikatten ne derecede uzak olduğunu söylemeğe lüzfım yoktur. Fakat İbn Ruşd bütün eski tercümeler ve şerhlerden, Aristo 'ya dâir tetkiklerin mühim bir kısmından, istifâde etmiştir, Arapçadan başka dil bilmediği için, A risto 'ya doğrudan-doğruya mürâcaat etmiş değildir. Fakat garba Aristo ’yu tanıtan, orta çağm birinci devrini kapayarak Rönesansa ze­ min hazırlayan İbn Ruşdcülüktür denilebilir. Feylesof şerhler ve hâşiyeierden ibaret olan bu eserlerinden başka, doğrudan-doğruya şahsî fi­ kirlerini ihtiva eden eserler de yazmıştır. A sıl şerhleri gibi, bunlar da kısmen lâtinceye ter­ cüme edilmiştir, tılğm Ansiklopedi«!



İbn Ruşd 'ün eserlerinden te’lif tarihleri­ ni bildiklerimiz şunlardır: a l-K ü lliyât f i 7 tibb ( 36 yaşında), al-Şarh a l-şa ğ ir bi ‘l-cuz'ıyüt va ’l-hagavân (4 3 yaşında, İşb iliya'd e), al-Şarh al-vasat li’l-ia b i'îy a va tahlilât al- ahıra ( 44 yaşında, İşbiliya ), Ş a rf.1 al-aamâ’ va ’l-alam ( 45 yaşında, İşbiliya 'de ), al-Şarh al-şağ ir li 7 * faşâha va ’l- ş ır va 'l-vasat li mâ b d d ab tabı a ( 49 yaşında, Kurtuba’da ), al-Şarh al-vasat li 7 ahlâk (5 * yaşında ), B a z acza min m âddai alacrâm ( 53 yaşında, Marrâkuş ’te ), a l-K a şf ‘an manâhic al-adilla ( 54 yaşında ), al-Şarfı alk a b îr lıl- t a b ıa ( 6 1 yaşında), Şark Calinüs .( 68 yaşında ), al-Mantik ( nekbet senelerinde,



yi yaşında). Kaç tarihinde yazıldığını tesbit etmek mümkün olmayan eserleri: I. a l-T ah lllâ t al-şanı y â ’ye âit şerhler, z. al-T dbi'at va ’l-sam â', 3. al-N afs, 4.Mâ ba'd a l-fa b ıa ’dır. İbn Ruşd ’ün eserle­ rinden en çoğu felsefeye âit olan Aristo şerhleri ve şahsî eserleridir. Fakat bunlardan başka ilahiyata, fıkha, felekiyâta, nahve, tıbba âit eserleri de büyük bir yekûn tutar. Bunların hepsi lâtince ve ibrânîye tercüme edilmiş olmadığı için, asıl İbn Ruşd felsefesi ile hıris­ tiyan orta çağının tanıdığı İbn Ruşd arasında bâzı farklar vardır. Lâtince eserlerinden umû­ mî tıbba dâir Colliget, 116 2 —116 9 arasında P. Morata tarafından j De generatione ve De divisione 1 1 6 9 'd a ; P a rva naturialîa hakkında orta şerh, 1 1 6 9 'dan itibaren ; P hysica ve ikinci analitikler v.b. hakkında oria şerh 1 1 7 0 ’te ; D e Caelo et Mundo hakkında büyük şerh 1 1 7 1 'd e ; Meteorlar hakkında orta şerh 117 3 'ten son ra; Rhetorica ve Poetîca hakkında ha­ şiyeler 1 1 7 4 'te ; Metapkysica hakkında orta şerh ( ? ) ; Nickom ackos’a ahlâk hakkında orta şerh 1 1 7 6 'd a; Serm o de substantia şerhinin bir kısmı 117 8 ’de; Serm o de substantia orbts 1 1 7 9 ’d a; Kitâb a l-k a şf an manâhic al-adilla f i 'akâ'id al-m illa 1 1 7 9 ’d a; D e Anim a hak­ kında orta şerh ı ı S ı ’d e ; Physica hakkında büyük şerh 118 6 ’ d a; C alin ü s’tın D e fe b ricus ’u hakkında orta şerh 1 19 3 ; mantık me­ selelerine dâir bir kitabı 1 19 5 ’te lâtinceye tercüme edilmiştir. İbn Ruşd 'ün lâtince tereümeieri, A risto'nun eserleri ile berâber, ilk defa i472*de Padoua’da basılmağa başlanmış, bu neşriyat 1481 ile 1500 seneleri arasında, fasılasız, V en ed ik ’te, devam etmiştir. Venedik âdetâ İbn Ruşd'ün eserlerinin inhisarını almış gibi idi. A yrıca Bologna ( 15 0 1— 158 0) 'da, R o­ ma ( 132 1 — 1539 } ’da, Pavia (1567 — 15 2 0 ) 'da, Strassbourg ( 1503— *5 3 * ) ’d®ı Napoli ( 1570 — ) 'de, Cenevre ( 1 508 ) 'de ve Lion ( S lH ) ’da feylesofun bir çok eserleri basılmıştır. X V I I asır sonlarına doğru İbn Ruşd neşriyatı nâdir 30



786



İBN RÜŞD.



leşmeğe banladı. XVII. asırda bu neşriyat artık mİş, arapçada müteaddit defalar şerhedilmiş, tamamen ortadan kalkmış ve İbn Ruşd felse­ haşiyeler yazılmıştır. İbn Ruşd, bu tercüme, fesine karşı alâka kaybolmuştur. Ancak 1859 hâşiye ve şerhleri ele alarak, onlar üzerinde 'dan itibaren Avrupa 'da İbn Ruşd 'ün eserleri Çalışmıştır. İbn Ruşd 'ün şerhleri de sonradan tekrar basılmağa başlanmıştır. Bu sene M. J . ibrânîceye ve lâtineeye tercüme edilmek sureti Müller, Munich 'te, ilimler akademisinin yardımı ile, garp âlemine geçmiş olduğu için, gerek İle, Philosophie und Theologie von A verroes felsefesinin geçirdiği bu fikrî seyahatin ne kadar adı ile üç risalesini bastırdı. Riva di Trento dolanbaçlı olduğu ve bu yüzden ne derecede 'da 18 6 0 'ta İbn Ruşd'Ün bir mantık hulâsası karışıklıklara sebep olacağı tahmin edilebilir. ile bir fizik hulâsası, ibrânîce olarak, basıldı. İbn Ruşd hakkında yazılan garp eserlerin­ Goldenthal, L eip zig'de 18 4 2 'de Rhetorica şer­ den mühim bir kısmı yalnız garp kaynaklarını, yâni lâtince tercümeleri esâs olarak almıştır. hinin ibrânîce tercümesini neşretti. İ b n R u ş d f e l s e f e s i . İbn Ruşd hakkında İlk defa Munk ibrânîce tercümeleri de he­ ilk tetkikler garpta İbn Rüşdcülük ( averroîsme ) saba kattı. Son devirlerde, İbn Ruşd 'ün arapça cereyanı ile başlar. XIII. asırda garp medresele­ eserleri de tetkik edilerek, mukayeseli kitaplar rinde İbn Ruşdcüiüğün hâkimiyeti, bunu tâkip yazılmağa başlandı. Fakat henüz İbn Ruşd 'ün eden devirde Albert le Grand ve Saint-Thomas lâtin alemince mâiûm olmayan arapça eserleri 'nın İbn Ruşd felsefesine karşı şiddetli reaksi­ tahlilli ve tenkitli bir şekilde basılmış değildir. yonları ile, nihayet bulmuştur. Garp orta çağı­ Nitekim A risto ’nun lâtincede mâiûm olan Menın büyük devri İbn Ruşd 'ün unutulduğu taphysicorum 'n ile Kitâb mâ b a d al-tabi'a 'sı sırasında veya Takâfut al-takâfut ile tercü­ devirdir. Ancak X IX . asırda, Avrupa 'da orientalizm mesi arasında da fark vardır. Bu fark vaktiyle ile beraber, İbn Ruşd tetkikleri tekrar canlan­ lâtince tercümelerin noksan yapılmış olmasın­ mıştır. 1859 'da İlk defa feylesofun arapça dan ileri geliyor. Lâtince tercümelerde meta­ eserleri basıldı. D ' Herbelot, Bibliotheoa ori- fizikten XI., XIII. ve X IV . kitaplar eksik idi. Munk 'e göre, bunların ibrânîcesi vardır. Fakat entalia ’da, ondan, yanlış olarak bahsediyor İbn Ruşd 'ün doğrudan-doğruya yunancadan kendisi de bu karşılaştırma ve tamamlamaları Aristo eserlerini tercüme ettiğini söylüyor. yapmamıştır. Steinschneider metafizike âit Bu da müellifin arap feylesofunu hiç tanımadı­ yeni izler buldu. B. Novagero İstanbul 'da Bü­ ğına ve eserlerini görmediğine deiîldtr. Augus­ yük şerhi ve ayrıca Kitâb al-nabât’ını gördü­ tin Niphus 'dan itibâren, bir çok müellifler, XVI. ğünü, Juntes 'e yazdığı bir mektupta, söylüyor. Wüstenfeld Geschichte der arabischen A rzte asırdaki lâtince tercümelerin mukaddimelerinde feylesoftan bahsediyorlardı. und N afu rforcker ( 1840 ) 'inde araştırmaları bir İtalyan müsteşriklerinden Casiri, Rossi, fran­ derece daha iieriletti. Drucker, Antonio ve sız Jourdain, alman A . de Humbold, İbn R uşd ’ü Munk ona daha yeni şekiller verdiler. Bilhassa A risto ’nun lâtin âleminde tanınmasına sebep bu sonuncusu İbranî ve arap feylesoflarını mu­ kayese etti. M .J. Müller, Pkilosopkie und Theen büyük mütefekkir olarak gösteriyorlar. İbn Ruşd yunanca, lâtince, hattâ süryânîce ologie von A verroes adlı eserinde, feylesofun bilmiyordu. Umûmî kanâate göre, yegâne bil­ din ve felsefe münâsebetine âit üç risalesini neşr­ diği dil arapça idî. Aristo ve C âlin u s’un bü­ etti ( Faşl aUmakâl, S l-K a ş J' an m anâkic altün eserlerini sÜryânîceden arap çaya müte­ adilla, B idâ ya t al-m u cfakid). Goldenthal 1842 addit tercümeler vâsıtası ile öğrenmiş ve on­ 'de Leipzig 'de feylesofun bir-iki risâlesini ter­ ları karşılaştırarak hakkında şerhler yazmıştır. cüme ve neşretti. İbn Ruşd hakkında en etraflı ve derin iik İbn Ruşd ’ün yunan âlim ve feylesoflarını tanı­ masına yardım eden mütercimler ve münek- tetkik Ernest Renan’a aittir. Bu zâtın 1852 'de kidler Hunayn b. İshâk, İshâij b. Hunayn, neşrettiği A verroes et averroîsm e adiı eserinin Yahya b. 'A d i, Abu Bişr Matta, al-Kindi, bir çok kısımları hâlâ değerini muhafaza et­ FSrâbi ve İbn Sina 'dır. Feylesof yunanlılardan mektedir. Eskidenberi klâsik otmuş bir kanâ­ Protagoras ve Fisagor 'u tanıyor. Kratil ve De­ ate uyan Renan 'a göre, İbn Ruşd Aristo şârihmokrit 'ten bahsediyor. H eraklit 'i bir felsefî ta­ lerinin en büyüğü ve en sâdıkıdır. Yunan fel­ rikat zannederek, Herâkıle adı ile zikrediyor. sefesini garba tanıtmış ve modern zihniyetin Hattâ bu tarîkatİnilk feylesofu olarak Sok rat'ı açılmasına hizmet etmiştir. Renan 'a inanılırsa, İtalya mektebinin ilk feylesofu olarak Anajtago- İbn Ruşd mutaassıp dinî zihniyete karşı İlim r a s ’ı gösteriyor. Bu karışıklığa sebep şüphesiz zihniyetini müdâfaa etmiş ve hayatındaki hüs­ feylesofun yunan tefekkürü ile doğrudan-doğruya ranlara bu yüzden uğramıştır. Zamanımızda yeni temâsa girmemesidir. Grek eserleri yunancadan bâzı tetkikler bu eski kanâati sarsmaktadır. süryânîceye, sÜryânîceden arapçaya tercüme edil­ Bunlardan L. Gauthter, ibn R u şd adlı eserinde



İBN RÜ ŞD . ( 19 18 )1 feylesofun garpta îyı tanınmayan din ve felsefe t e ’lifine dâir eserleri üzerinde duruyor ( Ch. HI, Religion et philosophie, s. 17 —46 ; Conclusion, s. 257—281 ). Ona göre, îbn Ruşd, bu kitaplarında kelâma hücûm etmekle beraber, din ve felsefe arasında tam bir anlaşma mümkün olduğuna kanidir. Hattâ bu bakımdan klâsik te’lifçi skolastiklerin başında gelir. Felsefe aklî hakikati tâlim eder. Din halka bu hakikati mecazî bir dil İle ve muhayyile derecesinde telkin etmektedir. Bu bakımdan dinin nasları ile felsefenin doktrinleri arasında hiç bir tezat yoktur. A sıl hatalı olan cedel yolunu tutan ve hiç bîr zaman hakikate ulaşamayan kelâmdır. Gautlıier 'ye göre, îbn Ruşd ’ün en orijinal tarafı bu cihettedir. Garplı Albert Le Grand ve Saint Thomas gibi büyük skolastik te’lifciler yunan felsefesi İle dini te'lİf husüsunda onun rehberliğinden istifâde etmişlerdir. Buna mu­ kabil onca îbn Ruşd’ün A risto şârihliği tarafında orijinal hiç bir cihet yoktur. Gauthier ’ye göre, hattâ İbn Ruşd bâzı yerlerde Aristo ’dan aşağı derecededir. Tabiat ilimleri ve tıpta yunanlı­ lara hiç bir şey ilâve edememiştir ve yunan ilmini skolastiğe sokmuştur. Felsefede basit bir tekrarcıdan ibâret kalmıştır. Gauthier 'nin İbn Ruşd aleyhindeki bu kat 'î hükümleri hak­ sız ve çok şüpheli görünüyor. Önce İbn Ruşd’ün din ve feîsefenin te'lifine âît risaleleri vaktiyle lâtînceye tercüme edilmemişti ve ancak XIX, asırda tanınmıştır. Bundan dolayı, feylesofun orijinal addedilen bu fikirlerinden garbın haherdar olmasına imkân yok idi. Diğer cihetten feylesofun İlmî telâkkisi, Galilée 'den önceki dünya ilmine göre, tenkit edilmelidir. Bu ba­ kımdan yunan ilmini ve Batlamyus hey 'etini aşan mütefekkire rastlamak zâten kabil de­ ğildir. İbn Ruşd ’de ası! mühim cihet kelâm He mücâdelesidir. Bu nokta gerek şerhlerinde, gerek diğer eserlerinde İhmâl edilmeyecek kadar oriji­ nal ve büyük bir yer tutmaktadır. Nihayet İbn Ruşd ’ün henüz tahiii ve tenkidi ve tenkitli neşri tamamlanmamış olmakla beraber, i âti nce ve arap­ ça eserleri arasında mukayese yapanlar, onun fi­ kir tarihine yaptığı ilâveyi göstermektedir.' Gau­ th ier'ye göre, İbn Ruşd, diğer İslâm feylesofları gibi, orijinal olmak iddiasında değildir ve ilim, lerin ilmi olan felsefede hakikate sadâkatten başka ölçü yoktur, İbn Ruşd yalnız aşağı ilimlerden yüksek ilimlere doğru çtktıkça, nisbeten daha orijinal olur. Mantık ve ma­ tematik, ona göre, realite ile alâkasız âlet ilimleridir. A sıl realite fizik ile başlar. Aristo fiziğine göreA feleklerde kevn, fesat ve tegayyür yoktur; çünkü onlarda tezat mevcut de­ ğildir. İbn Ruşd ise, zıtlığın yukarı ve aşa­ ğıdan geldiğini, yukarı ve aşağının da dairevî



cisimlerde bulunduğunu, şu hâlde dairevî cisimler, zıtlığın sebebi olmak dolayısı iie, kendilerinde tezat bulunduğunu söyleyerek, A risto 'nun fikrini mantıkî delile bağlıyor. İbn Ruşd psikofizîkte, al-Kindi ’yİ takiben, silsiie-i adediye üzerinde düşünürken, ehemmiyet ver­ mediği hâlde, ileride doğacak logaritma he­ sabını pek uzaktan tahmin etmiştir ( Gauthi­ er, îbn Rochd, s. 262 ). İbn Ruşd'ün daha orijinal olduğu kısım metafiziktir. Diğer fey­ lesoflar gibi, sahte Aristo ’nun KitSb al-aşolocya ( teoloji ) 'sı yüzünden hakikî A risto 'yu anla­ mada güçlüklere uğramıştır. Yeni Eflatuncu bir nevî teslis fikrini müdâfaa eden bu kitap ile Aristo metafiziğinin 12. kitabının sırf zihincı tek tanrıcılığını uzlaştırmak hakikaten büyük meseledir. Bu iki kitabın aynı müellife âit ol­ duğu kabul edilemez. Bununla berâber, sahte Aristo ’nun eseri, İslâm orta çağında o kadar yerleşmişti ki, İbn Ruşd ’ün dahi bundan şüphe etmesine imkân yok idi. Eski feylesoflar te’villerinde daha ziyâde sahte Aristo 'ya meyl­ ediyorlardı. İbn Ruşd ise, bii’akis, hakikî Aristo ’ya meylediyor, fakat, sahte Aristo ’dan bâzı iktibaslar yapmak sureti He, hakikîsini tefsire çalışıyor. Aristo 'nun dünyaya yabancı, içine kapanmış tanrısı ile islâmiyetin yaratıcı Allah telâkkisini İbn Ruşd te’life çalışıyor. Fakat bu te’Iif tec­ rübesi felsefesinin en zayıf noktasıdır. Alemi ve eşyayı yaratan Allah telâkkisinde, îbn Ruşd Aristo ’nun „g â'î illet" olan Allah fikrinden olduğu kadar, „birden yalnız bir çıktığım " ka­ bul eden eski İslâm feylesoflarından da ayrılı­ yor. Eski feylesoflar şudur fikri ile yaratışı te’vil ediyorlar ve ilk akıldan akl al-fçamari 'ye kadar derece-derece alçalıyorlar. İbn Ruşd ise, Fârâbi ve İbn Sina 'nın bu görüşünü redd ediyor: vâhidden gayr-i muayyen bir kesret çıkabilir. İslâmiyetin sarîh mabda’ ve m a'âd teiâkkîsine karşı, İbn Sina 'dan maada bütün feylesoflar, gayr-i şahsî, duygusuz ve hâfızasız bir lâyemuttuk fikrini müdâfaa ediyorlardı. İbn Ruşd, ilk defa felsefî skolastiki tamamen rasyonalist bir temel üzerine kuruyor. Gauthier 'ye göre, sonradan bu yolda Aquinali Thomas ve diğer hıristiyan skolastikleri ilerileyeceklerdİr ( îbn Ruşd ile hıristiyan feylesofların münâsebeti ve farkı için bk. H. Ziya Ülken, İslâm düşüncesi, s. 304 ). Gauthier ’ye göre, bu kadar ince ve mahâretii bir nazariyeyi yedi asır zarfında ne İslâm, ne hıristiyan âleminde kimse tekrar eie almamış, İbn Ruşd'ün şerîat ve hik­ metin te’lifine dâir asıl mîihim eserleri unu­ tulmuş kalmış, ancak 1859 ’da, M. J. Müller tarafından, arapça metin neşrediitneeye ka­



?88



ÎBN RÖŞD.



dar, hiç kimsenin gözüne çarpmamıştır. Yalnızca F a şl al-m akâi ’in zeyli, İspanyol rahibi Ramon Marti tarafından, XIII. asrın ikinci çeyreğinde Pugio F id ei adlı kitabında neşredilmiş ve bu kitap 16 8 7’de Leipzig’de basılmıştır. İbn Ruşd ’den olduğu kadar geniş mikyasta Gazzâli 'den mülhem olan, hattâ adını zikretmeksizin, bir çok iktibaslar yapmış olan bu zâtın eseri de aynı suretle Pascal ’a ilham mevzûu olmuş, bu suretle, İslâm felsefesinin en orijinal fikirleri altı asırlık gizli bir seyahatten sonra, fransız felsefesi içinde tekrar meydana çıkmıştır ( bu fikir intikali, Miguel A sin Palacios tarafından, meydana çıkarılmıştır ; bk. Islâm düşüncesi, s. *93 94 )• Bu arada, evvelâ İspanyol âlimi Miguel A sin Palacios’un eserini hatırlamalıyız ( M. A . Palaeios¡H uellas del İslam, Madrid, 1941 ), Bu zâtın tah­ lilleri, İbn Ruşd tercümelerinin veya ondan yapıl­ mış iktibasların garp orta çağında ne derecede müessir olduğunu, hangi kanallardan kimlerin sis­ temlerine nufÛz ettiğini gösterdi. Burada me vzûun dışına çıkmamak için, teferruata girmeden yalnız bu zâtın tetkiklerine işaret etmek ile iktifa edelim. Son senelerde Sienna üniversitesi pro­ fesörlerinden G. Quadrî, L a philosophie arabe dans l’Europe m édiévale ( A verroès, s. 198 —340) adlı eserinde, İbn R u ş d ’ün lâtince ter­ cümelerine dayanarak, kuvvetli bir tahlil yap­ maktadır. Quadri ’ye göre de İbn Ruşd eser­ lerinde tamamen sistematik bir feylesoftur. Aristo 'yu neticelerine kadar götürmüş ve ona bir immanentisme manzarası vermiştir. Bu bakımdan İbn Ruşd Rönesansm mübeşşiri ve devrinin, hattâ orta çağın en modern müte­ fekkiridir. Q u adri'ye göre, İbn R u şd ’ün diğer büyük meziyeti kelâmcılara karşı felsefenin sarsılmaz müdâf'ii olması, hiç bir uzlaşmaya râzı olmaması ve hu husûsta bütün eserlerinde gösterdiği harikulade vuzûhtur. Hattâ bu nokta­ da kendisinden evvelki feylesofları itham etmiş, onlarda Aristoculuğu yanlış anlama veya uz­ laşma temayüllerini şiddetle tenkit etmiştir. İbn Ruşd felsefesi, daha hayatında iken, kâh büyük ikbâle, kâh şiddetli hücûma uğramak yüzünden, sarsıntılar geçirmiş ve türlü-türlü tefsirlere uğramış idi. Feylesofu hakikî din­ dar, isiâmiyetin müdafii, felsefe ile dini en iyi te ’lif eden mütefekkir sayanlardan baş­ layarak, dini felsefe uğruna fedâ eden, hattâ dinsiz sayanlara kadar bir çoklarına rastlanı­ yordu. İbn Rüşdcülük, onun vefatından sonra, Endülüs ’te hemen hnsûfa uğramış, buna muka­ bil ibrânî ve lâtince tercümeleri sayesinde, «arp dünyasında büyük bir ikbâle mazhar olmuştur! Fakat yine aynı felsefe, Albertus Mag­ nus ’dan itibaren, tekrar husufa uğramıştır. Bu hu-



sûf Rönesans 'a kadar sürdü. Dante, D ivina Com­ media ’sında, feylesofu cehennemde „Aristo ’nun büyük şârihi“ diye tasvir ediyor. Fakat daha sonraki müelliflerde İbn Ruşd 'ün tekrar canlan­ dığını görüyoruz. İbn Ruşd realismi Auguste Comte ’da, yeni bir şekle bürünmüş olarak, mey­ dana çıktı. Bugün garplı ve şarklı âlimlerin onun hakkında birbirine hiç benzemeyen hükümlere ulaşmalarına bundan dolayı hayret etmemelidir. İbn Ruşd 'ün eserlerini tetkik tarzı da az-çok hakkında verilen hükümlere tâhîdir. Bazıları, bunları, fizikten başlayarak, Aristo şerhleri sıra­ sı ile metafiziğine ve ictımâî felsefesine doğru yükseltmektedirler. Bir kısmı, dini ve felsefeyi te’lif yolundaki eserlerinden başlayarak, sonra tabiat ilimlerine ve tıbba, nihâyet metafiziğine geçmektedirler. Vakıa objektif olmak içîn, kitap­ ların listesini verirken söylediğimiz gibi, onların yazılış sırasına riâyet etmek lâzımdır. Fakat bu tarz bize İbn Ruşd ’ün sistemi hakkında esaslı hiç bir fikir vermez. Bizce en doğru yol İbn Ruşd 'Ün kelâmcılara ve kendinden önceki feylesoflara karşı nasıl hücum ettiğini ve vaziyet aldığını gö­ rerek, işe başlamaktır. Bu sayede onun Aristo 'yu nasıl müdâfaa ettiği, ondan nerelerde ayrıldığı, İslâm feylesoflarını Aristo sisteminden uzaklaş­ tıran hıristiyan şârihierin İbn Ruşd üzerine ne derecede te’sir ettiğini araştırmak, bu suretle onun mündemiç ve itletci sistemine nufûz et­ mek mümkün olur. o. İb n R u ş d v e e s k i İ s l â m d ü ş ü n ­ c e s i . İbn Ruşd, kendi sisteminin nirengi noktasını, kelâmî ve felsefî eski İslâm dü­ şüncesine hücum etmek sureti ile meydana çı­ karmıştır. Bû hücumları bir çok şerhlerinde ve risalelerinde yayılmış olmakla beraber, bilhassa G a z z â li’nin Tahâfut al-falâsifa ’sine cevap olarak yazdığı büyük eserinde, yâni Tahâfut al- tahâfut 'ünde toplamaktadır. Bu iki esere, İslâm düşüncesinin kendi nevilerinde, birer şaheseri gözü ile bakmak doğru olur. Gazzâli 'nin eseri XI. asırda, İbn Ruşd ’ünkİ XII. asırda yazılmıştır. Birincisi feylesoflara, bilhassa meşşâ'î felsefesine kelâm tarafından indirilen en şiddetli darbe telâkkî edilmiş, uzun müddet buna eş’arıliğin ve kelâmın zaferi gözü ile bakılmıştır. Fakat İkincisi yazıldıktan sonra, meşşâ’î felsefesi, eskisinden daha kuvvetli olarak, canlanmış, kelâm bir daha ne Magrib ’de, ne Bagdad 'da buna karşı koyma kuvvetini gös­ terememiştir. Sonraki kelâm hareketleri de, aneak tamamen felsefî bir kisveye büründük­ ten sonra, fikir sahasına çıkabilmişlerdir. Osmaniılar devrinde A vh ad al-zam ân diye tanılan Hoca-zâde İbn Ruşd ’iin eserine eevap vermeğe kalkışmış ise de, bu cevap iki eserin seviyesine erişmekten çok uzak kalmıştır. Hoca-zâde he­



İBN RÜŞD. men butun meselelerde Gazzali ve İbn Ruşd'ün sarih ve kat’î felsefî tavırlarını almak kudretini gösterememiş, bir biri ile hiç bir noktada uzlaşması imkânı olmayan bu iki cereyanı sat­ hî ve zayıf bağlar ile uzlaştırmağa kalkmıştır. Bununla berâber, Gazzâli ve ibn R u şd ’ün eser­ lerini birlikte neşretmek âdet hâline geldiği İçin, sırf mevzûu ve maksadı bakımından, Hocazâde 'nin kitabı da bunlara katılarak, üç kitap hâlinde, neşredilmeğe başlanmıştır. İbn Ruşd bundan başka a l-K a şf ‘an manâhic al-adılla f i 'aka id al-m illa ve Faşl td-makâl f ı mâ bayn al-hikma v a ’l-ş a r ıa adlı eser­ lerinde de kelâma ve kelâmın kifayetsiz usûlüne hücûm etmekte, onunla uzlaşan felsefeleri ten­ kit etmekte, fakat diğer cihetten felsefe ile dinin esâslarında nasıl uyuştuklarını izaha ça­ lışmaktadır. Feylesofa göre, mütefekkirler üç metod kullanmaktadır: 1. T arik al-hatâba, bu çok kere mutasavvıfların kullandığı para­ bolique yoldur. 2. T arik al-cadal, bu bil­ hassa kelâmcıiarın baş-vurdukları dialectique yoldur, 3. T arifi al-burhân ’dır kî, bu da asıl felsefenin ve ilmin metodu olması lâzım gelen isbat { démonstration ) yoludur. Birinci ve ikinci yol hakikat için kifâyetsizdir. Kâmil bîr fey­ lesof bu yollara aslâ baş-vurmaz. A risto bun­ ların insanı nasıl hatâda bıraktığını Rhétorique ve E ristique’e âit kitaplarında göstermiştir. Hâl­ buki bütün kelâm meslekleri ve bir kısım fey­ lesoflar bir türlü bu bulanık ve yarım yollar­ dan kendilerini kurtaramıyorlar. İbn Ruşd 'e nazaran kelâm meslekleri başlıca dört çığırda toplanabilir: 1. al-aş ariya, a, almu t az ila, 3. al-bâtiniya, 4. al-h aşviya. Bunların en çok hatâ ile dolu olanı dördüncüsüdür. Çünkü akıl yerine yalnız sem’e dayanır. Diğer­ leri derece-derece kıymetlenirler. En sistemlisi ve değerlisi şüphesiz eş'arîliktir. Fakat onun da esâsı cedelden yukarı çıkamamaktadır. E ş ’arîier üç prensipten hareket ederler : I. cevherler arazlardan ayrılamazlar, 2. arazlar hâdistirler, 3. hadîslerden ayrılamayan şey de hâdist’r, yâni hâdislerden tecrid edilemeyen şey hâdisdir. Bu prensiplerin neticesi olarak, eş’arîlere göre, cevher hâdistir. Burada onların şüpheciliği, hâdiseciliği meydana çıkmaktadır ki, bu istidlâl yolunda tâkip ettikleri bütün gâye tabiatın sarsılmaz nizâmını, illiyet pren­ sibini inkâr ederek, onun yerine Allahın keyfî irâdesini koymaktır. Cevherin inkârı ile başla­ yan bu hareket binnetice tabiat nizâmının ve ilmin inkârına^varır. Fakat İbn Ruşd, karşısında rakip olarak, bü­ tün İslâm feylesoflarını kuvvetli deliller ile susturmuş sayılan Gazzâli ’ yi görmektedir ki, bundan dolayı gerek bu kitaplarında zımnen,



789



gerek Tahâfut al-tahâfat 'te doğrudan-doğru­ ya ona hücum etmektedir Gazzâli eserinde, yirmi mesele üzerinde, fey­ lesofların ( bilhassa F â rlb i, !bn S in â ) tena­ kuzlarını göstermeğe çalışır. Gazzâli Tahâfut al-falâsifa 'de feylesoflara, yirmi meseleden do­ layı, hücûm ediyordu. Islâm felsefesi tarihinin en mühim münâkaşasına mevzû teşkil eden bu maddeleri zikrediyoruz: 1. Alemin ezelîliği hu­ susunda feylesofların mezhebi, 2. âlemin ebedîli­ ği hakkındaki fikirleri, 3. Allah ’m âlemin sâni’i { Demiurgos ) ve âlemin de onun sun’u olduğu hakkındaki sözleri, 4. sânı'in isbâtında acizleri, 5. ilk mebde’in ilim, kudret, irâde ve sıfatlarının isbâtının imkânsızlığı 6. Allahın sıfatlarının tâyi­ ni hususunda mezhepleri, 7. ilk zâtın (A llah ın ) cins ve fasla ayrılam ayacağı hakkında sözleri, 8. ilk varlığın mâhiyetsiz, basit mevcut olduğu hakkında, 9. ilk mevcûdun cisim olmadığını beyânda acizleri, 10. delirin ve sâni’i reddet­ menin felsefe için lâzım olduğu sözü, 1 1 . ilk mevcûdun başkasını bildiği husûsundaki aciz­ leri, 12. ilk mevcûdun kendi zâtını bilişi hakkındaki acizleri, 13. ilk varlığın cüz'îlileri bilme­ diği hakkındaki düşünceleri, 14. semânın irâde ile hareket eden hayvan olduğu hakkındaki söz­ leri, 15. semâ için Muharrikin kasdi hakkında zikrettikleri, 16. feleklerin nefislerinin bu âlem­ deki hâdis cüz'üleri bildiği hakkındaki sözle­ ri, 17, Harikul’âde hallerin imkânsızlığı İçin düşünceleri. 18. insan nefsinin kendisi ile kaim cevher olduğu, yoksa cisim ve ârâz olmadığı hakkındaki aklî burhanda acizle­ ri, 19. beşeri nefislerin değişme ve mahvolması hakkındaki düşünceleri, zo. öldükten sonra di­ rilmeği ve cismânî lezzetler ve elemler ile bir­ likte cennette ve cehennemde cesetlerin haşrini inkâr etmeleri. Gazzâli, bu 20 maddede feylesoflara hücûm etmekle beraber, bunlardan yalnız şu üçünde onları tekfir etmekte id i} bundan dolayı da bu maddeleri kendi imân felsefesinin temeli sayıyordu: 1. âlemin ezelîliği ( kıdem-i âlem ), 2. Allahın küllileri bilip, cüz'îleri bilmemesi, 3. öldükten sonra dirilmeği ve cesetlerin haşrini inkâr etmeleri, ibn Ruşd, Tahâfut al-takâfut 'te, bu maddelere birer-birer cevap verirken, hem Gazzâli 'yi, hem de eski meşşâ'î feylesof­ ları tenkit etmektedir. Kelâmcıiarın illiyet prensibine hücumların­ dan bahsedilmişti. H âdiseler arasında illet ve eser münâsebeti olduğunu söylemek, onlara göre, Allahın insanlara ve kâinata te’sirinden şüphe etmek demektir. Her şeyin Allahın irâ­ desine tâbî olduğunu söylemek, varlığın kendine mahsûs kanunları olmadığını ve tek hâkim kuvvetin Allah irâdesi olduğunu'iddia etmek



790



İBN RÜŞD.



demektir. Bunun neticesi olarak, küllileri redd­ etmek, her hâdiseyi basit bir imkâna ircâ etmek lâzım gelecektir; onlara göre, külliler yalnız ne hâricde ve ne de zihinde mev­ cutturlar. Sırf muhayyilenin mahsûlüdürler. Bütün mevcutlar cüz’îlerden ibarettir: sırf ânler ve cüz’ü ferdlerdir. Şu hâlde kelâma nazaran varlık cüz’ü ferdî ve ânîdir. Eşyam a imkânı biz­ zat eşyâdır. V ar olan her şey İlâhî irâdenin fi’ lî ile vardır. Yoksa bir illetin eseri değildir. Âlemde her şey mümkündür. Öyle ise zarûrî, imkânsız ( mümtenî, muhal) nedir ? İbn Roşd ’e göre, bu iki hadden yalnız ortası, yâni mamkttn haddi doğrudur. Burada G azzâli’ye göre ilmin yolu biter. Sözü A llaha, mutlak imana bırakmalıdır. Gazzâli feylesoflara hücumunun 17. madde­ sinde illî rabıtanın zaruretine karşı, kelâmcıların ileri sürdükleri bütün delilleri toplamış­ tır. İbn Ruşd kitabında bu delilleri, felsefe nâ­ mına reddetmektedir. İbn Ruşd ’e göre, her şey­ den evvel iimî düşünceyi kurtarmak, İlmî yakîn İçin bir temel bulmak lâzımdır. Hîss ile kavra­ dığımız bâzı gerçekler vardır. Hissde bize zarûretler olduğunu gösteren bir gerçeğin varlığını inkâr edemeyiz. Varlığın en esâslı mevzûası duy­ gulara dayanır ve orada yakînî bulur, Kelâmctlar illet ve eser dediğimiz iki hâdise arasın­ daki münâsebeti 'adat A lla h ’a atfederler, Her şey Allahta mümkün olduğu için, kendi ba­ şına da mümkündür. Bizatihi her şey mevcut olabilir ve olmayabilir. Uzlaştırılmaz zıtlar yoktur. Çünkü mümkünler bizzat eşyadır. İbn Ruşd ’e göre ise, bu görüş Allah mefhûmuna muhaliftir. Allah hiç bir şeyi değiştirmez. Allah tabi1! suretlerin ve zarûretlerinin sebebi olan ezelî kanundur. Eğer varlıklar ezelî bir illetten doğuyorsa, onlar zarurî olarak, bu ezelî ilme bağlıdırlar. Bunun için, bu ezelî ilim ile, varlıkları tanzim eden kanunlar aynı şey­ dirler. A llaha yükselten ve insanları onunla iştirak ettiren aklî hakikat, şüphe götürmez bir surette, bütün varlığın mebdei vazife­ sini görür. Bu suretle ilim temelini gerçek onto­ lojisinde bulur. Suretlerin sûreti olan akıl, sırf akıl olarak, te’sir ettiği ve bentasiya (phaniasia) ile karışmadığı zaman, aslâ aldanmaz. İbn R u şd ’e göre, saf aklın mevzûası, aklın bizzat gerçeğin sûreti olm asıdır; insanın Allah ile iştirâke girmesidir, yâni eşyanın kanununa nufûz etmesidir. İbn Ruşd, A risto ’yu tâkip ederek, dört illet ayırıyor: al-madda, al-sBra, al-muharrik, alğâya. Fâil veya muharrik illet hâlinde doğru olan diğer illetler için de doğrudur. Bunlar bizâtihî, yâni sırf düşündüğümüz için, anlaşılan şeylerdir. Düşünmek demek, şu şeyleri düşün­



mek demektir. Eğer bir madde ve bîr sûreti düşünmüş olmasaydık, zâten hiç düşünmüş olmayacaktık. Düşüncelerimizden her biri aldı­ ğımız bir suretle kaimdir. İbn Ruşd burada zamanımızın mühim bîr cereyanının, fenomenolojinin müessisi Husserl ün fikirlerini hatır­ latıyor, Biz bizâtihî maddenin ne olduğunu bilmiyoruz. Onu ancak düşünürken biliyoruz. Biz zarûrî suretleriz. Zarurî suretler zarûrî mevzuların, yâni bizde sûretler hâlinde görünen varlıkların bulunduğunu gösterir. Bizde dü­ şüncenin varlığı, bizzat varlığın yakîninin te­ meli oluyor. Burada İbn Ruşd'ün Descartes'ta inkişâf edecek ve belki de Campanella vâsıtası ile geçecek olan „Cogıto“ telâkkîsini hatırlattı­ ğından bahsedebiliriz. İlmin temeli takvîni ’dir. İki zıddı aynı za­ manda mümkün diye niçin düşünemiyoruz? Çünkü varlıkta imkân ancak zıtiardan biri için vâriddir. Hâlbuki işte bu hâl bir vücûbun { zarûretin ) ifâdesidir. Onu kabul etmek inanmak demektir. Yânî icâp veya yakînden ibaret bir iman. İsbâiı kabil olmadığı için, ona iman di­ yoruz. A ksi hâlde onu düşünmekten vaz geç­ memiz lâzım gelirdi. Bu takdirde, düşüneeyi inkâra mecbur olacağımız için, onun varlığı yalçın 'dır. Gazzâli ve diğer kelâmoılar, bütün bu şeylerin hakikatini inkâr ettikleri için, kendi kendileri ile tenakuza düşmüş değil midirler? İnsan düşünmüyorsa nasıl isbât edebilir? Hâlbuki ilim vardır ve küllîler üzerine ku­ rulmuştur. Küilî ise kesretin vahdete hamlidir. Mahmul olmak itibârı ile mantıkî bir fiildir. Nitekim o birdir. Nihayet bu birlik bir kesrete tatbik edilmektedir. Kesret olmasa ilim meveut olamazdı. 6. İ b n R u ş d ’ü n m a n t ı ğ ı . İbn Ruşd, bü­ yük bir taassup ile, A risto mantığına _ bağlan­ maktadır. Forfiryus ( Porplıyrios ) 'un İs â ğ a c i’sini bu husûsta nakıs buluyor. Aristo ’nun K itâb al-hatBba ve Kitâb al-şt r ( Rhétorique ve Poétique ) 'ini de mantık kitapları arasında sayıyor ( bu husûsta Fârâbi ona tekaddüm et­ miştir.). Fakat İbn Ruşd bu meselede garip hatâlara düşmektedir: msl. İbn Ruşd trajediyi medh, komediyi de hiciv diye tarif ediyor. Bu­ nunla beraber, mantık kitaplarının bu suretle dokuza çıkarılması ıslâm âleminde klâsik ol­ muştur. Mantık, İbn Ruşd 'e göre, mahsûs cüz’îler­ den mücerred olan aklî hakikate doğru yük­ selir. İnsanda basit ihsaslar ve muhayyi­ le mahsûllerinden derece-derece çıkarak, aklî hakikate ulaşmak için, dâimî bir şevk var­ dır. Feylesofa göre, bize mutlak hakikat ve­ rilmiş olmamakla beraber, bu hakikate ulaş­ mak için, şevkin ve cehdin bulunması ona



İBN RÜŞD. tercih edilir. îbn Ruşd burada tamamen alman feylesofu Lessing'ın meâlen zikredilen şu sö­ zünü hatırlatıyor, — „A llah bir elinde bana bü­ tün hakikati, ötekinde hakikate ulaşmak için gayreti tutarak, Birisini intihap e ti deseydi, ona derdim k i : Yarabbi 1 bana bu şevk ve gayreti ver; çünkü mutlak hakikat sana mahsûstur.“ — ( Muhammed ‘Abd al-Hadi Abu Rîda, T ârik al-falsafa fi-al-islâm , T. J . de B oer’in almanca eserinin tercümesindeki hâşiye). e. A l e m v e A l l a b. îbn Ruşd felsefesini en çok temyiz eden âlemi tasavvur keyfiyetidir. Âlemde fi üen ezelî tegayyür ve hudüs vardır. Tasavvurda zarûrî ve ezelî bir vahdettir. Onun için adem mümkün değildir. O, olduğundan başka türlü olamaz. Âlemin esâsı olan cevher, heyûlâ ve sûretten mürekkeptir. Onlar birbirlerinden ancak zihnen ayrılabilirler. Suretler, gizli ruhların nufûzu gibi, muzlim maddeye intikal etmezler. Fakat muh­ teva olan maddenin hey'eti ve tavrıdırlar. Maddî sûretler tabi'î kuvvetler gibidir. Onlar da maddeden ayrılmazlar. Yokluktan varlık çıka­ maz ve varlıktan sonra yokluk yoktur. Hâdis olan her şey kuvveden fi’lle geçiştir yahut f ¡'il­ den kuvveye ulaşmaktır. Bütün varlıklarda birer merâtip hâkimdir. Onlardan bâzısı di­ ğerlerinin üzerindedir. Maddî veya cevheri sûret mücerred 'araz ile şSrat-i mufa r ik a (veya fyâli&a ) 'nın arasında orta mertebededir. Cev­ heri suretlerin de aykırı mertebeleri vardır. Bunlar kuvva ile f i l arasında mutavassıt hâl­ lerdir. Sonra, bütün sûretler, en aşağıları olan heyûlânî suretlerden en yüksekleri olan İlâhî suretlere varıncaya kadar—ki bu sonuncusu sarat al-Ulâ ’dır—âlemde mevcuttur. Muttasıl ve tek bir silsile teşkil ederler ki, bâzı kısım­ ları diğer bâzılarmın üzerindedir ( Talhis îbn R u şd li-K itâb mâ ba'd a l-ia b î'a ). Ezelî elan kâinat nizâmının içinde bir tegayyür ol­ duğu zaman, buna ezelî bir hareket lâzımdır. Bu da bir ilk muharrike muhtâedır. Âlem hâdis olsaydı, kendisinin çıktığı bir başka hâdis âle­ min olması lâzım gelirdi ve bu böyle üânihâye giderdi. Bunun için, İbn Ruşd şu kanâate varı­ yor ki, bütün âlem müteharriktir ve hareketini müteharrik olmayan bir ilk varlıktan alır. Bu da âlemden ayrı olan bir varlığın isbâtma ulaş­ tırma imkânını verir. Bu varlık, bu dâimî ha­ reketi ve âlemin nizâmını îcad etmesi ile, âle­ min mûcidi ( y â n ı " i ) adım alır. Âlemde te’siri, felekler için, muharrik akıllar vâsıtası iledir. İbn Ruşd 'e göre, ilk muharrikin yahut A lla ­ hın mâhiyeti veya feleklerin akıllarının mâhiyeti varlıklarında aklî bir vahdet olmasıdır. Bu İlâhî zâtta akıl, âkil ve m âkûlbirleşm iştir. Onda varlık birlik ile aynıdır. Varlık ve birlik zâta



(ö z e ) zâid değildir; onlar yalnız zihinde mev­ cutturlar; gerçeklikleri diğer küllilerin gerçek­ liği gibidir. Fikir, külliyi cüz’îlerden, dâimî olarak, nez’eder. Küllî tabVat-i f a ’îla hâlinde cüz’iyât şek­ lini alırsa da, bu hâl yalnız zihinde mevcut­ tur yahut, başka tâbir İle, o eşyada, yalnız kuntta hâlinde, bulunur. Fakat zihinde f i l hâlindedir yahut onun en mükemmel varlığı zihin­ dedir. Eğer b irisi: — „Allahın ilmi cüz'îleri de kuşatır mı ? Yoksa yalnız küllileri mi bilir ?“ — diye soracak olursa, îbn Ruşd buna: — «Ne onu, ne ötekini“ , — diye cevap verir. Çünkü zât-i ilâbî her ikisinden münezzehtir. İlâhî ilim âlemde bulunur ve onu kuşatır. Allah m ebde'(prensip) dir. Her şeyin ilk suretidir ve gâyesidir. Â le­ min nizâmıdır. Bütün zıtların birleştiği varlıktır ve bedâhati itibârı ile onun bilgisinin kendi dışındaki bir varlığı bilen insan bilgisine kıyas edilmesine imkân yoktur ( F aşl al-m akâl f i mâ bat/n al-hikma v a ’l-şa rî‘a min al-ittişâl, Mısır, 1328 ). İbn Ruşd 'e göre, kevn ve fesâda elverişli olan mevcutlar, nev’ olmak itibârı ile, kabil-i fesâd değildirler. Neviler, arızî olarak, fesâda elve­ rişli iseler de, bizâtihî değildirler. Çünkü on­ ların mahsûslar üstünde aklî bir sûretleri vardır. Bundan dolayı da onların menşe’i İlâ­ hîdir. Mahsûs eşyâ tarafımızdan iki türlü an­ laşılır: 1. Hayalleri olan cü z'î bîr tavır ile ; 2. onların ilmi olan küllî bir tavır ile. O halde ilim küllidir ve küllî de aklîdir. îbn R u şd 'e göre, tabiatta Allah insâniyetin içerisindedir. d. N e f s v e a k ı l . îbn Ruşd 'e göre, İnsanî rühun ( n efsin) bedeni ile münâsebeti sûretin heyûlâ ile münâsebeti gibidir. O bundan dolayı cüz 'î nefislerin fenâ bulmayacağına kail olan meslekler ile, msl. İbn Sina mesleki ile, mü­ câdele ediyor. H issi nefsde, İbn Ruşd, Aristo felsefesine tarafd ard ır; Câlinüs ve diğerlerini reddeder. Fakat akıl nazariyesinde üstadından oldukça ayrılır. 'A k l al-kagülânî hakkındaki görüşünde, yeni eflâtunculuktan mülhemdir, İbn Ruşd 'e göre, bu akıl İnsanî nefsde mücer­ red bir istidat veya kuvve değildir. O aynı zamanda hiss ile akıl arasında mütereddit bir mevkide de değildir. O nefsin ve şahsın tavrı üstünde bir şeydir. Heyûlânî akıl fenâ bulma­ yan ezelî bir varlıktır. O müfârik akıllar ve faâl akıl gibidir. İbn R u şd ’ü burada, cisimler âleminden mâkuller sâh asına kadar, maddenin istiklâline kail olarak görüyoruz. O bu husus­ ta Them istius’un yolunu tâkip'- etmektedir. Heyûlânî akıl, ona göre, ezelî cevherdir. Fa­ kat insanın istidadı veya aklî bilgisi husûsundaki kuvvetine İbn Ruşd münfaîl akıl diyor. I Bu akıl insanın varlığı ile kaimdir ve onun



79^



İBN RÜŞD.



mahvolması ile beraber kaybolur. Fakat he­ yulanı akıl insanlık nev’i gibi ezelîdir. Bununla beraber, faal akıl ile kabil ( „alıcı" ) akıl arasındaki münâsebette (bu tâbiri Abu Rida ‘ak l-i hagülSni yerine kullanıyor) bâzı sırlar eksik değildir. İşin başka türlü olması­ na da imkân yoktur. Faâl akıl nefsin tahayyül ettiği suretleri mâkul kılar, alıcı akıl ise bu mâkulleri kendi zâtında alır. İnsanda nefs bu iki gizli dostun birleştikleri yerdir. Bu birleş­ mede büyük ayrılıklar vardır. İnsan nefsinin İstidadı nisbetinde ve tasavvurlardan onda mevcut hâllere gore, faâl aklın ulaşabileceği derece, bu tasavvurları, mâkul oluncaya kadar yükseltir. Aynı suretle alıcı aklın kudreti de muhtevasından bir eüz’ü verebilir. Bundan do­ layı insanlar arasında aklî bilgi bakımından derece farklarının sebebi anlaşılır ve âlemde bu bilgi fertler arasında muhtelif ise de, mec­ muu itibârı ile sabittir. A ynı zamanda şunda da şüphe yoktur ki, halkın fikirleri hadistir ve alıcı akıl, şahsın ondan aldığı hazz nisbe­ tinde, değişikliğe elverişlidir. Fakat bu akıl, insan nev'ine mahsus olan akıl olması bakı­ mından, kendisine baktığımız zaman, son fele­ ğin aklı olan faâl akıl gibi, kadîmdir ve de­ ğişmez. , Nefs, cüz’î suretlerin prensibi, akıl ise küllî suretlerin prensibidir. A kıl ve nefs olmadan suretler mevcut olamazdı. Suretler nefstedir ( veya zihindedir ). Eğer bu suretler küllî iseler akıldadırlar. Bu fikir A risto ve İbn Ruşd fel­ sefesinin temel taşını teşkil ediyor. Mâkul yalnız küllidir, küllî de nefsde kâin­ dir, O hâlde onlar nasıl eşyada kâin olabilirler? Su saati mâkul ise, bu onun mebde’inin mâ­ kul olması dem ektir; yâni bu onun bir akıl tarafından meydana getirildiğini söylemek de­ mektir. Bu da bize suretlerin akılda kâin ol­ makla beraber, akıl dışındaki eşyâya da âit olduklarını izah. eder. Heyûlânî akıl bu suretlerden başka bir şey değildir. Fakat suretler nereden geliyor ? Eğer tabiatten geliyorsa, Eflâtun 'un dediği gibi, hâ­ riç al-zikn var olmaları lâzım gelir. Vakıa onlar zihin dışındadırlar; fakat nefsin dışında ancak bilkuvve mevcudiyetleri vardır. Yalnız nefsde fi’len varlık kazanırlar. Eşyada mevcut olan sûret sûretin kuvvesinden ibarettir. O bilkuvve surettir. Eşyanın bilinmesi sâyesınde bilfiil suret hâlini alır (L eib n iz’in inkişâf ettireceği fikir ). A kıl, küllîle» cüz'î sûretlerden çıkarmak şartı ile, bu küllilerin mebde’idir- Eğer akıl bu tecridi yapamasa idi, onlar akılda mevcut olamazdı. İlim bu sayede vard ır; kat'î ve yakînîdir. Her ne kadar külliler nefste mevcut



iseler de, nefsin dışında onların hiç bir izi olmaması demek değildir. Külliler sûretin kuv­ vesini teşkil eden bâricî mevzuu tazammun ederler. Nitekim dış âlemin sûrî mâhiyeti de bize bilgi hâdisesini izah eder. Küllilerin alıcı akılda var oluşu, cüz’î ve küllinin mevzuu ol­ mak itibârı ile, gerçeğin yalçın 'inin delilidir. A kıl, küllileri cüz'î sûretlerden tecrit etmesi itibârı ile, onların mebde’i (p ren sib i) dir. Ma­ demki onları bir şeyden tecçrid ediyor, o hâlde onlar bu şeyde mevcutturlar dem ektir; ancak fi’il hâlinde değil, kuvve hâlinde. Bu suretle İbn Ruşd âlem ile nefs (zih in) ve akıl ara­ sındaki münâsebeti gösterdiği gibi, akıl ile Allah arasındaki münâsebeti de gösteriyor. ‘A k li ve ilah i varlık gayr-i maddîdirler. Madde nevide ve cisimlerde bunlar ile birleşir. Nevi­ leri sırf mÜcerredât sahasına atan Eflâtun mez­ hebinden tamâmiyie uzak olan bu felsefeye göre, neviler bil’akis müşahhas, ferdî gerçeğin içeri­ sinde yaşamaktadırlar. Varlığın zaruretine tâbî olarak cins, nevileri birbirine bağlar. Onlar ayn ayrı gerçekler değildir. Nitekim Eflâtun'un mücerredât ile mahsûsât arasında mutavassıt bir mıntâkaya koyduğu sayılar da aynı ger­ çeğin içindedirler. Eflâtun, fikirleri maddeden ayırmakla, egyâyı cevherinden ayırmış oluyor­ du. Eğer bu doğru olsa idi, hareket, hareket olmaktan çık ard ı; ancak hareketin düşünül­ mesi olurdu. Aristo 'ya göre ise, küllî suretler cevherin varlığını isbat eder. Bundan dolayı, sırf düşünce bilgiye vüşûkunu te'min eder. Ta'aklçul sayesinde biz eşyanın cevherlerini biliriz. e. K e v n v e f e s a d h a k k ı n d a . Aristo 'nun bu addaki eserini ( D e generatione et corruptione) şerheden ibn Ruşd, umumî fel­ sefedeki prensiplerini, tabiat felsefesine tatbik etmektedir. Küllî, tabîatte cüz'îlerin içinde eârî olan bir prensiptir. Biz onu kevn ve fesada, yânî vücûda gelmeğe ve dağılmağa elverişli gibi idrâk ediyorsak da, bu hâlde bulunan tabiat içerisinde nev’ ve cîns gibi doğmayan ve dağıl­ mayan şeylerin yakînine sâhip bulunuyoruz. Akıl ile tabi'î gerçek arasında esaslı bir bağlantı vardır. Tabiat bilgisinde hatâ olamaz. Hatâ yalnız burhandan („îsbattan") ileri gelir. îsbattarda ferdî iride işe karışır. Bu da çok defa cüz’î bilgilerde meydana çıkar. Fakat isbatı va­ cip olmayan prensipler için mesele değişir. Da­ ha üstün dereceden küllilerde İse, isbat imkân­ sızdır. Ontolojik bir temel olan hadsî bilgi bütün isbatlarm da temeli olur. A kıl varlığın zarûretinin süratidir. Ayrıca hislerin de sûreti vardır. Bundan'dolayı, onlar da yanılm az; yalnız merkezleri akıl değil, mu­ hayyiledir. Varlık insanda doğrudan-doğruya



İBN RÜ ŞD . küllî ve cüz î suret nâl.nde görünür. Bu zihin­ de cevher ve dokuz arazdan ibaret olan on kategori (m akûle) hâlini alır. Biz eşyanın mâhiyetine nufûz İçin hadd ’leri ( tarifleri ) kullanırız: târif vâsıtası' ile bir şeyin cevherini biliriz. S ırf ârâzlara âit olan bir târif kat’î olamaz. Cevher hikmet-i vücûdunu varlıktan alır. Her meseleyi, varlık meselesine irca suretiyle, hakikat problemi halledilebilir. Varlık müşahhas bütündür. Bu görüş Aristo ’yu, Eflâtun ’ u, İbn Ruşd ’Ü İbn Sin a ’dan ayır­ maktadır. İbn Ruşd, îbn S in a ’daki Eflâtuncu­ luğa hücûm ediyor. İbn S in a ’ ya göre, birlik on mahmûlün arazıdır. CUz’î küllinin ârâzıdır. İbn Ruşd bu tâbirleri tersine çeviriyor. Küllî cüz’îlere nazaran mumkin-i hâs 'tır. îbs Sina sayan sayı ile ( 'adad al-mu a d d id ) sayılmış sayıyı (va h id -i mutlak) karıştırıyordu. Birincisi mümkün ise de, İkincisi cevherin esaslı unsuru­ dur. Varlık bir araz ise, bizim var olan bilgi pren­ sibimiz mevcut olamaz: varlık yokluk olamaz. İbn Ruşd, Gazzâli ’ye hücûm vesilesi ile, İbn Sina felsefesi karşısında vaziyetine daha bâriz bir şekil vermektedir. İbn Ruşd 'e göre, İbn Sina, eş’arî mezhebini benimsemiştir. Bu mez­ hebe göre, Allah tarafından yaratılan ânî ( lahzavî ) varlığın cüz-i ferdinde her şey müm­ kündür. İbn Sina ’ya göre, illet İle olan her şey mümkün ve hâdis ( coniingent) tir. İllete bağlı olmayan her şey, vâcip ( „zarurî“ ) dir ki, bun­ lardan birincisi âlem, İkincisi Allahtır. Hâlbuki îbn R u şd ’e göre, illeti olmayan şey de vâcip ve mümkün diye ikiye ayrılabilir. Bu vaziyette mümkün ile vâcip („zarurî“ ) aynı olur. Mümkün diyince, illeti olan şey anlaşılırsa, devr ve teselsül o lu r! illeti olanın illeti vardır gibi. O hâlde illeti olmak zarurî olmağa ve mümkün olmamağa delâlet eder. İlleti olan var olmamazlık edemez. Allahın zarurî olduğu isbat edi­ lince, mevcut olan her şeyden cinsler, neviler, fertler çıkar, ö y le ise âlemde her şey zarûrîdir. İbn R uşd’e göre, varlık müşahhas, yâni mü­ teaddit olarak, vardır. Bu müteaddit sûrî bir vâhidde toplanmıştır. Cinsler nevilerden, neviler fertlerden teşekkül etmiştir. O halde mümkün nedir? Mümkün ancak izâfî olarak mevcuttur. İki mütenâkızdan bîrinin yanlışlığı zıddınm doğruluğunu gösterir. Öyle ise, tam bir yakîn üzerine dayanarak, isbat edilen şeyler hakkında doğru bir ilim vardır. Cadal ile ifâde edilen muhtemel ve takribi şeyler hakkında da muh­ temel bir ilim vardır. Cedel iknâ üzerine da­ yandığı için, burhanı tamamlamak şartı ile, âlimlerin işine yarayabilir; fakat yalnız ona dayananlar hatâya saparlar, /. F i z i k . Buradan itibaren İbn Ruşd, Allahı ve İlk muharriki bulmak için, fizik bahsine



?93



giriyor. Ona göre, fi’len namütenahi yoktur. Bütünün mütenâhî olduğunu söyleyen Parme­ nides haklıdır. Namütenahi bilfiil mevcut değil­ dir. E ğer böyle olsaydı namütenahinin yine nâmütenâhî olan bir kısmının kendi tamâmına müsâvî olması lâzım gelirdi, ö y le ise bütün mütenâhîdir. Gerçeğin mütenâhî vasfı ilmin imkânını gösterir. Vâkıa sonsuz illetlerin ilmi olamaz. Bununla beraber, nâmütenâhî yok ise de, âlemde tek bîr prensip (mebde’ ) de yoktur. Fâil illet ile gâî illet surete îrcâ edilse bile, madde asîâ onlara ircâ edilemez. Tabiatta, Aristo ’nun dediği gibi, pek çok prensip var­ dır, İbn Ruşd 'e göre, Allah da, mebde’lerin âhengi olmak üzere, bu prensiplerden biridir. Her kevnde üç unsur vadır; mevzu, sûretin bulunmaması ( naks), s û re t; mevzu kevn için zarûrîdir. Yokluktan hiç bîr şey çıkmaz. Bu­ lunmayış hâli yokluğu değil, ancak yeni bir sûret almağa istidadı ifâde eder. Suretler, müşahhas ve cüz'î bir mevcudu te'sıs etmeleri bakımından, madde gibi, meydana gelmişlerdir ve fesada elverişlidirler. Ne sûret, ne madde yaratılamaz. Birincisi İkincisinde zuhûr eder. Fakat yoktan var olmaz. Bunun için sûret de, madde gibi, ne kevne, ne fesada elverişlidir. Kevn ve fesada elverişli olan cüz’î şahıstır Cisimlerin istihalesine sebep olan madde ile sûretin yanında üçüncü illet, yâni 'illa t-i maharrika 'dir Madde ile sûrette hiç bir hareket yoktur. Onlar kendiliklerinden değişmezler. A n ­ cak maddede ileride olacağı şeyi olabilme istidadı vardır. K u vva maddenin biricik şartıdır. Bu da kendisinde henüz sûretin bulunmayışından ibarettir. Fakat bu bulunmayış mutlak yokluk değildir. îsti hâleye elverişli olan varlığın bîr tavrıdır. Maddenin türlü sûretlere istihale im­ kânı onu sûretten ayırır. Sûretin kendisi bölünmez olduğu hâlde, her türlü taksimin esâsıdır. Bu sûretler basit ve mürekkep cisimleri doğurur. Madde ve sûret fâil sûretler ile harekete gelir. Maddenin kuv­ vesi de sûretler ile mukayyettir. Fİ'il kuvveden evvel gelir. Evvelce var olan süratlerden ilki buudlan ihtiva eden ve unsurların cinsi olan temayüldür. Hâsılı hareket, maddeyi bir sûretten diğer surete geçirmek üzere, te’sîr eder. Harekette tezâhür eden ‘illat-i f a ila 'dir. Aristocu İbn R u şd ’e göre, hareket, kuvveyi fiile sevkeden ve ezelî gerçek ile kevn ve fesada elverişli gerçek arasında bağlantı kuran şeydir. Fâil illetin de bir başka illete ihtiyacı var­ dır : bu da, kendisi hareketsiz olmakla beraber, fâil illetin hareketini tâyin eden'illat-i ğ a ly a ’dir. Failin gâî illetinin de vine fâ'il olm asına



m



İBN RÜ ŞD .



imkân yoktur. Aristonun tâbiri ile, bSylece ilânihâye uzayıp-giden bir devir meydana çıkar. Mutlak gerçeğin hareketli olan her şeye hare­ ketini veren hareketsiz bir varlık olması la­ zım gelir. Bu suretle dört illet mutlak gerçekten ibâ ret bir bütünde birleşir. Bunlardan madde ile surete ‘anâşir veya derûnî illetler, fâil ile gayeye de m abödî veya haricî illetler denilir. Kiilİî, kevn ve fesât hâlindeki eşyâda bilkuvve, nefiste ( zihinde ) bilfiil mevcuttur. Fakat madde burada vâzıh târİf edilmemiştir. Sûreti olmayan ve kendisini suret ile kavradığımız şey diye târif edilir. Aristo ’nun bu sahadaki müphemliği İskender A fro d îsî’nin tefsirlerine mey­ dan vermiştir. İbn Ruşd, bunları hulâsa ettikten sonra, maddeyi bir şeyi şey kılan mevzii diye târif ediyor. Cevherde madde suretin mesnedini teşkil eder ve mânası daha geniştir. A kla na­ zaran hisler, zihne nazaran hayaller madde mefhûmuna girer. Sûrete gelince, o da bir çok mânalar alır. Gayr-i uzvî eşyaya mahsûs basit cisimlerin sûreti vardır. Semavî ( felekî ) ci­ simlerin nefisleri ve sûretlerinİ alan uzvî ci­ simlerin sûreti vardır. İbn Ruşd bütün bunlar­ da A risto fiziğine dayanıyor. B ir ilk madde olduğu gibi, kevn ve fesâd bulmayan ve bütün sûretlerin illeti olan bir ilk İllet de vardır. Ferdler nevilere, neviler cinslere, cinsler de cinsler cinsine ulaşır ki, işte bu cinsler cinsi veya suretler sûreti Allahtır, Fârâbi ve İbn Sina 'ya göre, bütün hareket eden varlıklardan evvel bir muharrik vardır. İbn Ruşd 'e göre ise, bu telâkkî Aristo 'yu tanıâmiyle ifâde etmez. Ona göre, tek, ezelî, her şeyi ihtiva eden bir muharrik vardır. Ha­ reket ve muharrik-i evvel telâkkisinde, İbn Ruşd, gerek kelâmcılar, gerek Fârâbi ve İbn Sina 'dan ayrılır ve kendisinin asıl Aristo 'yu ifâde ettiğini söyler. Garp orta çağında da uzun müddet Averroîsm e Aristoculuğun en sağlam tefsiri sayılmıştır. Bu telâkkîye göre, hareket ezelî ve ebedîdir ve tabiatta mev­ cuttur. Tabiat aslâ sükûn hâlinde değildir. Hareketin ezeliliğinden sükûnun ezelîliğî do­ ğar. Çünkü zıt hareketlerin muhassılasından sükûn çıkar. Hareketin ezelîiiği isbat edilince, devrânî harekete sahip olan nufus-i felekiyeye geçilebilir. Onlar kevn ve fesad âlemi ile kevn ve fesadın üstündeki bâkî âlem arasında mu­ tavassıttırlar. Kelâmcılar bu âlemin mabda ve m a'Sd ( eschatologie ) 'ı vardır derlerse de, A l­ lahtan ibaret olan bu ezelî tabiatın mâhiyeten hareket içinde ve bundan dolayı İlk muhar­ rikte bulunduğunû- anlayamazlar. İbn Ruşd, âlemin hudûsu veya kıdemi dolayısı ile, mütekellimînc hücûmunu, Tahâfut al-tahâ-



fu t 'ünde, anlatıyor. Ğazzâli feylesofların mez­ hebini redde çalışmış idi. Gazzâli 'ye göre, Allah bizâtihî hilkat zamanını tâyin eder ve bu fi'il mutlak bir emirdir. Bu mutlak emir hiç bir suretle tâyin edilemez. İbn Ruşd ise, ira­ deli ve hür failin fiTiai te'cîi veya taci­ linden bahsetmenin abes olduğunu söylüyor. İlâhî irâde insan irâdesine benzetilemez. Eğer ona 'irüda~i mutlaka dersek, beşerî İrâde ile ka­ rıştırdığımız için, ibhama sebep oluruz. Allah insan gibi zıtlardan birini seçme vaziyetinde bulunmamalıdır. Onun irâdesi ezelî ve değişmez f i ’ildir; bizâtibî vâcib (z a ru rî) dİr ve vücûbu ( zarureti ) kemâlinden gelir. İbn Ruşd 'e göre, ilk illetin filinin mebde i hür olsaydı, zarurî olamaz mümkün olurdu. H âl­ buki zarûrîdir. O değişmez ve ezelî fi'ile uy­ gun olan gerçeğin mükemmel numunesidir. İbn Ruşd, Allahın irâdesinden bahsederken, müphem bir tâbir kullanıldığını söylüyor. Vakıa tasâvt ’U azdâd meselesinde kelâmctlara böyle bir abesi müdâfaa imkânını yine feylesoflar ver­ mişlerdir. Bu zıtlar, Allah için değil, sırf kevn ve fesâd âlemi içindir. Allahta ise, yalnız zıtların cem'i ( cam al-azdad ) vardır. Felekî cisimlerin hareketi âlemin ahengini te’min eder. Allahın varlığının delîli bütün hâdise­ leri, hiç bir surette değişmiyecekleri, bir vahdet içinde birleştiren nizâmdır. Eğer her şey vâcib ( zaru rî) olmasa idi, âlem mevcut olmazdı. Allahın varlığını İsbat eden âlemin varlığıdır. Gazzâli 'nin feylesoflara diğer bir itirazı, A ris- , to 'nun nâmütenâhî bir illetler zincirinin imkân­ sızlığı bakkındaki fikrini kabul etmelerinden iteri geliyordu. İllet ile mâlûl arasında zarûrî rabıtayı inkâr eden Gazzâli 'ye göre, bu deiîl yerinde değil­ dir. İbn Ruşd 'e göre, AUahdan ibaret olan ‘»7 lat-i f a ila, kürelerin devranî hareketleri sırasın­ da âlemleri hareket ettirir. Devr bakîdir. Fakat kevn ve fesâd hâlindeki ferdler fânidirler. İllet­ ler, arazî olarak, sonsuzdur. Onların arazî ( arı­ zî ) mâhiyeti ezelî cevher dışında kaim değildir. Feylesofların ikinci iddiası da, Allahın kıde­ minin zamanî değil, illî ve zâtî olduğu idi. Gaz­ zâli 'ye göre ise, âlemden evvel zaman yok id i; âlem ile beraber yaratıldı. Zaman Allahta mev­ cut olabilir mi? Alemin dışında mekân mevcut olmadığı gibİ, zaman da muhayyilenin mahsûlü­ dür. İbn Ruşd bu iddiayı reddediyor; Allahın zaman dışında olması doğrudur, diyor. Fakat Allahın kıdemi zaman dışında ise, bekası da zaman dışındadır, öncelik ve sonralık muhayyel şeyler değildir. Fi'ilden önce kuvve vardır ve bu sonsuzca böyle gider. Bunun için, hareket hâlindeki oluşun kuvvesi sonlu (m utenâhî) dur. Gazzâli, sırf istîdlâle dayanarak, hudûsdan önce zamanı ve âlemin dışında mekânı yalnız muhay­



İBN RÜŞD. yilenin tasavvur ettiğini söylüyor, İosan, hâdi­ selerin tevalisine bakarak, tecrübe İle bu şeyleri tasavvur ediyor. „Fakat akıl onu nasıl kavrar?“ — diyor. Eğer zaman bâkî ise, hâlânın da namütenahide mevcut olması lâzımdır. ibn R n şd 'e göre, burada muhayyel hiç bir cihet yoktur. Sonsuzda bilkuvve temadiyi düşünmek muhayyel değildir. Eşyanın İmkâ­ nının da bizzat eşyâ olduğunu söylemek doğ­ ru olamaz. Üç mâhiyet v a rd ır; mümkün, mu­ hal, zarûri. Muhal ( veya İmkânsız) A l­ lahın irâdesinin mevzûu olamaz. Mümküne gelince, o ancak zarurinin içinde meydana çı­ kar ve ii'ilden önce gelen kuvvedir. Eş'arîlere göre ise, bil’akis mümkün hiç bir şey değildir. Çünkü o fi'ilden önce muhâl ( imkânsız ) id i; fi’il hâline gelince de artık mümkün değildir. Feylesofların üçüncü iddiası, âlemin dâimâ mümkün olunca ezelî olmasıdır. A ksi takdirde onun muhâl olması lâzım gelirdi. Halbuki Gazzâli ’ye göre, âlemin li'len mevcut olma imkânı onun hudûsuna tâbidir. Bundan dolayı o ezelî değildir. Nihayet feylesoflara göre, imkân bir mesnede muhtâcdır ki, o da âlemden başka bir şey olamaz. Hâlbuki G azzlli 'ye göre, im­ kân, düşünüiebilen her şeyi mümkün diye kabûl eden aklın hükmünden ibârettir. İmkânın bir mesnedi olsa idi, imkânsızlığın da mesnedi olmalı idî. Bundan başka imkân İsti'dâd ile karıştırılmamalıdır. Nitekim İbn Sina insan ne­ fislerinin, muayyen bir anda, maddesiz olarak, vücûda geldiklerini söylüyor. Hâlbuki mümkün de imkânsız ve zarÛrî gibi sırf enfüsî bir hüküm­ dür. A yrıca imkân, külliler gibi, İnsan aklı ol­ masaydı, yine de Allahta mevcut olacaktı. Eğer feylesoflar imkânsızlığın da bir mesnedi icâp ettiğini ileri sürerlerse, onlara cevap olarak, bunun ikinci bir Allahın vücûdundan ibaret bir mesnedi gerektirdiği söylenebilir. Beyaz- ve si­ yah, cisimlerin dışında, düşünülemez mi? Nefis, kendisinden evvel bir mesnedi olmaksızın, cisim­ den var olmamış mıdır? İbn Ruşd’ e göre ise, bil'akis, imkânın iki şekli vardır. Kabilin ( „alıcının“ ) imkânı, fai­ lin imkânı. Birincisi olmadan İkincisi devam edemez. Madde tekevvün etmiyor, varlığın sü­ ratleri müievâlî bir tarzda onda inkişâf ediyor, mutlak yoklukta varlığa geçme kuvvesi yoktur. Mümkün ve imkânsız ( m uhâl) müşterek mesnedleri olan zıtlardır. Cisimler hareket etme, den boşluğun imkânsızlığından bahsedilebi­ lir mi? Gazzâli, mebde’-i teşahhusu anlama­ mıştır. Nefisler aynalarda akseden güneşin şuâları gibidir. Maddede mebde’-i hayat şahsî ve eüz ’i nefs olur. Kendinden teerid olunan eşyâ olmaksızın külli anlaşılamaz. Dış âlemde mukabilleri olmasaydı, külliler nefiste mevcut



795



olmayacaklardı. İbn Ruşd 'e göre, G a z z lli ha­ kikati isbat edemeden, feylesofların meslekle­ rini tenkide kalkmıştır. İleride ^Isâs al-a k a id adlı bir eserde, bu isbata gireceğini vaad et­ miş ise de, böyle bir kitap yazmamıştır. Tahüfut 'ün diğer mübim bir münâkaşası, m a'âd’a, yâni âlemin mahvolmasına aittir. Gazzâli burada bu imkânı isbat eden mütekellimîniu muhtelif akidelerini anlatıyor. Halk im­ kânına sahip olan Allah mahv imkânına da sahiptir. Gazzâli güneşin cesametinin azalma­ yacağını iddia eden C â iin ü s’un kanâatine zıt bir fikir müdâfaa ediyor. Onca madde azala­ bilir. BİZ bunu altın ve diğer maddelerde fark etmiyorsak, bu bizim mahdutluğumuzdan ileri gelir. Fakat cesâmetiıı azalması madde âle­ minin umûmî bir vasfıdır ki, bu sûretle âlem mahva doğrn gidebilir. İbn Ruşd, keiâmcılar ve Gazzâli ’nin fikirlerine hücûm ederken, ebe­ dî illet olan İlâhî fiil müdâhalesi ile, varlık su­ retlerinin değişeceğini, fakat bu âlemin değişme­ sine rağmen âlemlerin mâhiyetinin sâbit kalaca­ ğını kabul ediyor. İki mütefekkir arasındaki bu münâkaşa, zamanımızda Lavoisier kimyası ile enerjinin azalması fikri arasındaki esaslı farkı uzaktan andırıyor. Bilindiği gibi, Lavoisier,, tabi­ atta hiç bir şey yaratılmaz, hiç bir şey kay­ bolmaz“ prensibine dayandığı hâlde, CarnoL fiziği âlemde enerji azalmasının ve binnetice mahva doğru gidişin bulunduğu esâsından ha­ reket etmektedir. g. K e m â l - i e v v e l f i k r i Ce “ t e l e c h i a ): İbn Ruşd 'e göre, kevn ve fesada tâbî müşah­ has cisimlerin üstünde akıl ile kavranan ve ne kevne, ne fesada tâbî olmayan bir ilk madde vardır. Bu, müteharrik ve ezelî cevherin, kevn ve fesadı olmayan ielekî kürelerin maddesidir. İlk felekin, kendi muharriki etrafında, devrani hareketinin saikı nedir? Ezelî ( bâkî ) ile fâsid arasında orta had mütemâdidir. Mütemâdi, ezelî değildir. Çünkü varlığının illeti derûnî değil, hâricidir. Tekvini ve zarurî değil, arı­ zîdir. A ynı zamanda, mütemâdi olması için, fesada elverişli de olmaması lâzımdır. Hareket ve zaman mütemâdidirler. Her ikisi de ezelî muharrik ile hareket yüzünden kevn ve fesâd hâlindeki eşyanın arasındadır. Bu sahada İslâm düşüncesi, Aristo ve hattâ Eflâtun 'u terkederek, sâbi’îlik te ’şirine kapılmıştır. Ibn Ruşd, İbn S in a'n ın ve yeni Eflâtuncu­ luğun felekte kemâlini bulan sükûn fikrini reddeder, Onca bu imkânsızdır. Nitekim A l­ lah da sükûn hâlinde değildir. Çünkü Allah bizzat külli varlığı harekete getiren ezelî fi’il (ac tio n )d ir. Allah hakikaten ğâya al-kamâl ve kâinatın hayatıdır. İbn Ruşd felekî cisim­ lerin hareketi meselesinde, gerek İbn Sina 'yı,



79®



İBN RÜŞD.



gerek Ğazzâli ’yi tenkit ediyor. Ğ azzâli’ye ezelî saadete ulaşmaktır. Ezelî saadet bütün göre, feleklerin hareketi Allah tarafından irâde nefslerin birleştiği küllî bir nefis içinde ger­ edilmiştir. İlletleri yoktur. Feylesoflar feleki çekleşir. Böyle bir nefis ise, ancak insan rûhcisimlerde kasd olduğunu söylemişlerse de, bu larınm insaniyet ile birleşmelerinden ibarettir. tamamen abes ve mütenâkızdır. Devrânı ha­ Bu suretle nefis için ebedî hayat, insaniyetin reketle felekî cisimlerin kemâllerini muhâfaza vahdetinde devam etmek olacaktır, tbn Ruşd bu ettiklerini söylemek yanlıştır. İbn Ruşd felekî meselede, Fârâbi ve tbn Sina’nın müphem fikir­ cisimlerde kasd olmadığını iddiada Ğazzâli ile lerini, Ğazzâli ’ nin ,,haşr-ı ecsâd“ hakkındaki beraberdir. Fakat ona göre, feleklerin dönme­ görüşünü kifayetsiz buluyor. Ona göre, ferdî ne­ leri, Allahın keyfî irâdesinden değil, ancak fisler ayrı-ayrı kaldıkça, saâdet-i uzmâya ulaşa­ onların sûrî mâhiyetlerinden ileri gelmektedir. mazlar. Allah, tbn R uşd’egöre,varlığın bu mutlak Maddî bir cismin kemâl-i evveli olan ve mad­ ve küllî imkânından başka bir şeye delâlet etmez. deye bağlı bulunan nefis, akılda tam suret i. D in f e l s e f e s i , tbn Ruşd ’ün din felse­ hâlini alır. Empedocles’ in nazariyesinden mül­ fesi boyiece metafizik bir realism şeklini al­ hem olarak, yalnız benzerler birbirlerini bile­ maktadır. Bununla berâber, feylesof bâzan tam cekleri için, nefs kendisindeki mahsûs sûret bir dinî agnostisism içinde bulunmaktadır. O sayesinde mahsûsları, mâkûl sûret sâyesinde de her şeyden önce ilim arıyor ve sırf itim felse­ mâkûlleri kavrar, işte İbn Ruşd 'e göre, Aristo fesi kurmak istiyor, yalnız istidlale ve tecrü­ bilgi nazariyesinin tam izahı budur. Eğer nefis beye inanıyor. Dini, ancak onunla te'lif ve te'yalnızca mücerret sûret olsa idi, başka suretler vil sureti ile izah ediyor. Te’vil edemediği almaması, onların hâricde bırakılması lâzım idi. yerlerde sâkit kalıyor ; yahut bu sırlara nufûz Bu suretle de bilgi imkânsız olurdu. edemîyeceğini söyleyerek, sözü kesiyor. MuA kıl ile nefsin münâsebeti meselesinde ta­ vahhidî hükümdarlarının gözünden düşmesine, mamen A ris to ’ya bağlanıyor. Nefsin ölmezliği halkın hücumuna uğramasına sebep olan onun meselesi İbn Ruşd 'ü pek meşgûl etmiyor. Ona bu sistemli hareketi idi. Şeriat ile felsefenin göre nefs cevherdir, bedenin arazı değildir. te’lifine dâir fikirlerini bilhassa F a şl al-m akâl Bedenin inhilâli ile onun inhilâl etmemesi lâ­ ve K a ş f ‘an manâhic al-adilîa adlı kitapların­ zım gelir. Nefis al-kamal al-şani değil, al-kamat da toplamıştır ( bu kitaplar 1859 ’da M. j . Mül. al-avval 'dır. Umumiyetle canlıların nefsini ve 1er tarafından, Münîch ’te, bastırıldı. 1942 'de hayatını dörde ayırıyor: anlamak, hissetmek, L. Gauthier tarafından T ra iiê d é c isif adı ile hareket etmek, çoğalmak. Bu suretle nefs-i na­ frausızcaya, 19 34 'te Nevzad A y a s tarafından, tıka, nefs-İ müdrike, nefs-i harekî, nefs-i nebatî türkçeye tercüme edildi ise de, sonuncusu hâ­ meydana çıkar. Onlar bir silsile hâlinde derece- lâ neşredilememiştir ). Birinci kitap, Fârâbi derece alçalır ve Allahtan nebata kadar, bü­ 'de olduğu gibi, felsefe ve dinin te’lifine dâir­ tün varlık merâtibini teşkil ederler. Akıl, nefsî dir. Gauthier 'nin dediği gibi, İbn Ruşd, ke­ olmaması bakımından, mücerrettir; nefsî olması lâmı şiddetle tenkit ederken, din ve ilmin esâs bakımından, mücerret değildir. Bu mânada in­ prensiplerinde âhenk görüyor. Yalnız dinin, san bedeninin kemâlidir. sembollere baş-vurmak sureti ile, halkın mu­ İbn Ruşd 'e göre, hayat hâdiselerinde hâkim hayyilesine hitap ederek, hakikatleri telkin tabi’î zarûret maddî bir zaruret değildir; g a ’î ettiğini, felsefenin ise, doğrudan-doğruya akla ve sûrî bir zarurettir. Hayvanî hayata âit hâ­ hitap ederek, küllî hakikâtten bahsettiğini diselerin mebde 'i gâ 'î illettir. Hayvanlar, bu söylüyor. Felsefenin din nazarında yalnız mu­ sayede, mümkün kemâllerine ulaşırlar. Hâlbuki bah değil, aynı zamanda vacip olduğunu gös­ maddede böyle bir gâ 'î illet ve bundan do­ termek için, âyetlerden deliller getiriyor. layı da kam&l imkânı yoktur. Bununla berâber, j . S i y â s î f e l s e f e . Feylesof ahkâm-ı sul­ âlem bütün olarak alınınca, „nufus-i feleki- taniye, yâni siyâsî otorite hakkında da, aynı ye“ nin gâ 'î illetine bağlandığı İçin, âlemin rasyonalist kanâati muhâfaza ediyor. Burada nefsi de, „kemâl-ı evvel“ e sahiptir, tbn Ruşd, fakîhlere, kelâmcılara ve bilhassa al-Ahkâm bu suretle, zâhirî madde ve nefs ikiliğinden al-suliSniya adlı eseri ile meşhûr olan Mâkurtulur. vardi 'ye hücum ediyor. Hukukun, devletin ve h. A m e l î f e l s e f e . İbn Ruşd felsefesininhilâfetin esâslarını tamamen akıldan çıkarma­ son kısmı amelî gayeye aittir. Burada feylesof, ya çalışıyor. İbn Ruşd 'ün İslâm orta çağı so­ ahlâk ve ^siyâsette, insanların koydukları kendi nundaki bu cezrî vaziyeti İslâm felsefesinin gâyelerinden bahsediyor. Beşerî fi’illerin gâyesi meşşâ’îlik sisteminde ne kadar ileri gittiğini saadet-i uzmâ'dır Bu mânada kemâl-i evvel göstermektedir. ve saadet-i uzmâ birleşiyorlar. Ruhların bütün k. D e v r i v e s o n r a k i l e r . İbn Ruşd, alşevki bu âlemde saadete ve yüksek bir âlemde Kindi 'den beri an’anesi kurulmuş' olan meşşâ’î



İBN RÜ ŞD .



797



felsefesine mensuptur. Fakat Fârâbi ve İbn olduğu gibi, İbn Ruşd felsefesinde de, merkezî Sina, Eflâtun ile Aristo 'yu yahut Aristoculuk bir buhran noktası görülmektedir: bu da grek ile yeni Eflâtunculuğu te life çalıştıkları hâlde, düşüncesi ile sâtnî dinlerin uzlaştırılması mec­ İbn Ruşd bütün bu tariflerden uzaklaşmış, buriyetidir. Greklere göre, âlem, .tanrılar gibi, doğrudan-doğruya Aristo ’yu şerhetmiş, kendi ezelîdir. Tanrı âlemin yaratıcısı değil, yalnızca felsefesini de, ondan ve bir dereceye kadar, ona nizam veren ( demiurgos) dir. Greklere Themistius ve Alexandre d’Aphrodise şerhlerin­ göre, tabiatta aklî bir nizam vardır: başka den çıkarmıştır. Bunun için, İbn Ruşd'e kelimenin tâbir ile âlem mâkûldür. Hâlbuki sâmî dinlere tam mânası ile meşşâ’t ( péripateticien ) denile­ göre, (yahudilik, bıristiyanlık, İslâmiyet), âlem bilir. Zamanında İbn Tufayl İle dostâne münâ­ yoktan ( ex nib ilo) var olmuştur. Allah bu âle­ sebetlerine rağmen, fikir istikametleri ayrı idi. min yaratıcısıdır. Hâdiseler mutlak bir nizâma İbn Tufayl ve İbn Ruşd ’ü yaklaştıran yegâne değil, Allahın İrâdesine tâbidir. Görülen zahirî nokta, İnsanî akl İle Allah arasındaki ittisal nizâm, İlâhî irâdenin itiyadı şeklînden { 'adat fikrinden geliyordu. Fakat îbn Tufayl açıkça A lla k ) ibârettir, Böyle olması zarürî değildir. işrâki felsefesine bağlı bulunuyordu. İbn Ruşd Başka türlü de olabilirdi. İslâm feylesofları ve ’ü daha ziyâde İbn Bâcca geleneğinin devamı bilhassa îbn Ruşd bu iki zıt doktrini uzlaş­ sayabiliriz. İbn Ma’mün ile görüştüğü rivâyeti tırmanın, hiç değilse zâhiren telifin in buhranı içindedirler. Kelâmcılar ve bilhassa Ğazzâli, hakikate yakın görünmüyor. XII, asrın sonlarında, garpta İbn Ruşd fel­ açıktan-açığa din yolunu tutmuşlar, felsefeden sefesi aleyhinde hareket başladı. 12 0 9 ’da Pa­ ancak bunu te ’kit ettiği nisbette istifâde et­ ris konsili toplandı ve İbn Ruşd 'ün önce ia- mişlerdir. Feylesoflar ise, grek mütefekkirle­ biiyâta, sonra K . mâ ba'd al-tabi'a ’ya âit şerhle­ rinden ayrılmamışlar, fakat ezeliyetçilik ile rini yasak etti. 1269 ’da, konsil, İbn Ruşpl fel­ hilkatçilik arasındaki derin tezadı te 'vil için sefesini şu altı maddeden dolayı tekfir etti : büyük güçlükler ile karşılaşmışlardır. Fârâbi ve 1. Âlemin ezelıliği, 2.  d em ’in inkârı, 3. in­ İbn Sina yeni Eflâtunculuğun sudûr, tecellî veya san aklının birliği, 4. ferdî akim beden ile be­ feyezan ( procession ) nazarİyesınden istifâde et­ raber mahvolduğu, 5. beşerî fi’illerin inâyet- tikleri için, iki zıt görüşün yaklaştırılmasma, bir t-i İlâhiye dışında kaldığı, 6. Allahın inâyetinin dereceye kadar, imkân olmuştur. Bu yüzden de tasavvuf mesleklerine yaklaşmışlardır. İbn Ruşd insanı ebedî kılmaktan âciz olduğu. Bununla beraber, İbn Ruşd ’ün tıp kitapları, ise doğrudan-doğruya Aristocu olduğuudan, cenubî Fransa ’dan şimalî İtalya 'ya doğru ya­ te 'life imkân kalmamış, ancak zâhirî te 'vil yıldı, Padoua medresesinde okundu. O sırada yollarına baş-vurmuş, bundan dolayı da kebâzı felsefî kitapları da okunuyordu. Hekim­ tâmcılar ile şiddetli mücâdelelere kapı açıl­ ler hür düşünceyi ondan öğrendiler ; felsefesini mıştır. B i b l i y o g r a f y a : îbn Ruşd, Kitâb aldılar. Bu şehirde 1436 ve 1476 tarihlerinde tahâfut al-tahâfut ( Kahire, 1 3 0 3 ) ; albâzı kitapları basıldı ( İbn Ruşd ’ün İâtince tercümelerinin neşri hakkında bk. bibliyograf­ Gazzâli, T ahâfat a l-fa lâ s ifa ; İbn Ruşd, Kitâb mâ b d d al-tabi'a v a hava 'l-kism alya ). Roger Bacon onun eserlerinden istifâde etti ve Opus Magnızs adlı eserinde ondan mül­ r â b î_min talkis ; Muhammed yr * makâlat A ris to 7 » Lutfi Cum a, Târih fa lâ sifa t al-islâm f i 7 hem oldu. Thomas Aquinus ( 1 * 2 5 — 1274), eserlerini tenkit ve şiddetle hücûm etmesine M aşrilf va ’l-M ağrib (K ahire, 1 9 2 7 ) ; T. J . de Boer, T ârik fa tsa fa t al-islâm ( arap. rağmen, bütün kitaplarında onun az-çok te’siri trc. Muhammed ‘A bd al-Hâdi Abü Rîda, altında kaldı. Petrarca ve Dante şiirlerinde Kahire, 1948 ) ; Muhammed al-Bahi, at-Cânib ondan ağır kelimeler ile bahsettiler. Holandalı al-ilâhi min al-tafkir a l-islâm t; Mustafa râhip Hermann van Riswik, 1 5 1 2 'de La Ha­ 'A bd al-Râzik, Tam hid li-târih al-falsafat y e ’de, İbn Ruşd felsefesini müdâfaa ettiği için, al-islâm îya (K ah ire, 19 4 4 ) ; Navfal Efendi, ateşte yakıldı. İlk muhâkemesi 15 0 2 'de yapıl­ Zubdai al-şal)S’i f fîs iy a h a i al-m a'ârif ( Bey­ mış ve affedilmiş olduğu hâlde, aynı fikirde rut, 18 7 9 ) ; ŞS‘id al-Andalusİ, Tabakât İsrar ettiği için, nihâyet 14 kânun 1. 1 5 1 2 ’de al-um am ; îbn A bı Uşaybi'a, *Uyan al-anbâ’ ateşte yakılma cezâsına çarptırıldı. Son sözleri f i tabakât al-atibbâ’ (K ahire, 1 8 8 3 ) ; İbn şu oldu : — „En büyük âlim, Aristo ile onun §âai-î£if(i, Tabakât a l kukama' ( Kahire, 1326 ) ; rihı ibn Ruşd 'dür ve bunlar hakikate en yakın İslâm A nsiklopedisi, madd. ĞAZZÂLİ, İBN İnsanlardır Onlar sayesinde hidâyete kavuş­ BÂCCA, FÂRÂBİ, İBN S ÎN  ; îzmirlİ İsmail Hak­ tum ve faziletleri ile, evvelce kör iken, son­ radan nûru gördüm.“ — kı, F elsefe-i islâm iye dersleri (ta ş bas­ l. İ b n R u ş d f e l s e f e s i n i n b u h r a n ı . ma, İstanbul Edebiyat Fakültesi ) ; Hilmi Ziya Ülken, Islâm düşüncesi (İstanbul, 19 4 6 ); Bütün İslâm ve hıristiyan orta çağ felsefesinde



798



İBN RÜŞD -



İBN S A D A K A ,



İzmirli İsmail Hakkı, Gazzâli (C erid e-i ilm i­ o l u p , Kâtib al-Vâkidi ( „al- Vâkidi ’nin kâtibi“ ) ye, 19 2 1—22, sayı 51 — 69 ) ; M. A . Aynî, Gct2:- unvanı ile mâruftur. İbn Sa'd, V 11/11, 99 ’dan an­ z â lî ; H. Ziya Ülken, Islâm medeniyetinden laşıldığı üzere, 168 ( 784/785 ) yılında doğmuş­ te re . . , ( İstanbul., 1948 ) ; Baban-zâde, Ibn tur ; 230 ( 845 ) yılında, doğduğu yerde, 62 ya­ T a fa y l’in f f ay b. Yakzân t e r e . . . ( Mihrab, şında, öldüğü söylenmektedir. Huşaym, Sufyân 1923—24, sayı 3—22);S.M unk, Mélanges de b. 'Uyayna, İbn 'Ulayya, al-Valid b. Muslim ve phil. ju iv e et ar. (P aris, 1 8 5 9) ; G. Colin, bilhassa Muhammed b. 'Omar al-Vâkîdi [ b. bk.) Avenzoar, sa vie et ses oeuvres ( Paris, 19 11 ) ; 'den hadîs tahsil etmiştir. Hadîsleri Abu Bakr Ernest Renan, A verroès et l'averroism e ( Pa­ b. A bi 'l-Dunyâ ve diğer hadîs âlimleri tara­ ris, 1852 } ; Léon Gauthier, Ibn R ochd ( A v e r ­ fından nakledilmiştir. 230 ( 845 ) senesinde ve­ roès), Paris, 19 48 ; G. Quadri, L a philo­ fat etmiştir. Peygamber'in sîresînden, sahâbesophie arabe dans l ’Europe m édiévale ( Paris, lerinden ve müellifin zamanına kadar olan ta­ 1947 ) ¡T . J . de Boer, Geschickte der Philoso­ biînden bahis K itâb al-fabakât nâmındaki phie im Islam ( 1 9 1 0 ) ; Carra de Vaux, Les eseri meşhûrdur. İbn Hallikân ve Kâtib Çele­ penseurs de l ’Islam (Paris, 19 2 3 ) ; Max bi, „Büyük“ 'ün yanında „Küçük tabakat" kita­ Horten, Die Ilauptlehren des A verroes nach bını da zikretmektedirler. F ih rist müellifi İbn seiner sekrift, Die W idelegang des Gazali S a'd 'in Kitâb akbâr al-nabi ’sinden bahsetti­ ( Bonn, 1 91 3 ) ; J. Obermann, D er philo­ ği zaman, bundan müstakil bir eser değil, fa­ sophische und religiöse Subjektivismus Ga- kat K itâb al-tabakât’ın Peygamber'in S i ra zalis ( Leipzig, 19 12 ) ; M. Horten, Die p h i­ 'sinden bahseden birinci kısmını anlamak icâp losophie des Islam (München, 1 9 2 4 ) ; Dr. eder. Kitâb al- Tabakât, tamam olarak, şu unvan S. van den Berg, D ie Epistom e der Metaphy­ altında neşredilmiştir. „Ibn Saad. Biographien sik des A verroes (Leiden, 19 2 4 } ; İbn Ruşd, Muhammeds, seiner G efährten und der spä­ T afsir ma ba'd al-tabVa (nşr, Maurice teren Träger des Islam s bis zum Ja h r e 230 Bouyges, ßibliotheca A rabica Scholastico der Flucht, im Verein mit C. Brockelmann, J. ru m ). Beyrut, 19 3 2 ; ayn. mil,, T alhiş ki- Horovitz, J . Lippert, B. Meissner, E. Mittwoch, täb al-m akülät, Les catégories d ’Aristote F. Schwally und K. Zettersteen, herausgege­ ( nşr. M. Bouyges ) ; M. Bouyges, Notes sur ben von Ed. Sachau“ , Leiden, 1904 v. dd.; ciid les philosophes arabes connus des Latins I — VIII, 1904—17, IX, Fihristler, 19 21, 1928, au M oyen-âge { Mélanges de la Faculté 1940. O rientale de Beyrouth, Beyrut, 1921 ) ; L, B i b l i y o g r a f y a : Fihrist, s . 99; ZaGauthier, Ibn Rochd, Traité déc, la traduc. habi, Tazkira, Tab., VIII, nr. 14 ( = 11, de Fasl-al- maqal ( Cezayir, 1942 ) ; M. Alonso, 1 3 ) ; İbn Hallikän, nr. 656; Wüstenfeld, A verroes observador de la naturaleza ( alGesckichtsckreiber, nr. 5 3 ; Brockelmann, Andalas, V, 1940 ) ; Pierre Duhem, L e systè­ G A L , I, 136 /137 ; Loth, D as Classenbuch me du monde, de Platon à Copernic ( P a­ des Ihn S a ‘d, Habilitation tezi, Leipzig, 1869; krş, Wüstenfeld, ZD M G ( 18 5 0 ) , IV, 187 ris 1 9 1 7 ,5. tab.), L. Gauthier, La théorie d'Ibn R ochd sur les rapports de la religion ve Loth, göst. yer. (18 6 9 ), XXIII, s. 593; et de la philosohpie; ayn. mil., Scolastique Sachau, Einleitung zu Ibn Saad, Hl, t. k ı ­ musulmane et scolastique chrétienne { Revue s ım . ( E . M i t t w o c h .) d ’histoire de la ph il., 1928 ) ; ayn. mil., I b n S A D A K A . [ Bk. İBN S A D A K A .) T, ois commentaires „averroistes“ sur l’EtİBN S A D A K A . İBN S A D A K A , ü ç v e z i ­ h que à Nicomaque ( A rchives d'histoire r i n i s m i d i r : doctrinale et littéraire du Moyen âge, Paris, i. C a l a l a l -D In 'A m Î d a l -D a v l a A bD 19 4 8 ) ; D, H. Salman, Je a n de la Rochelle ' A l î a l -I ^ a s a n b . ' A l ! ( ? — 1 1 28) , a ! - M u s et l ’averroisme latin ( ayn. esr., 1948 ) ; W. t a r ş i d ' i n v e z i r i d i r . 5 1 3 ( 1 1 1 9 / 1 1 2 0 ) se­ Meijer, Dunin D orkow ski ; K. O. Meinsma, nesinde vezîr tâyin edildi; fakat 516 senesi cemâOvereenkomsi van Spinoza’s zvereldsbes- ziyelevvelinde (temmûz/ağustos 1 1 2 2 ) halife chounring met de A rabische wijobegeerte tarafından azlolunup, evi de yağma edildi. Y e ­ ( T ijdsch rift voor W ijsbegcerte, 1920). ğeni Abu 'I-Rizâ Musul 'a ilticâ edince, vezâret, (HİLMİ ZİYA ÜLKEN.) evvelâ ‘A li b. Tirâd al-Zaynabi 'ye ve bilâhare İ B N A L - S A 'Â T Î . [B k . İBNÜSSÂ’ÂTÎ.j aynı senenin şâbâmnda ( teşrin I./teşrin II.) A h­ med b. Nişâm al- Mülk 'e tevdî olundu. Yeni vezîr, İB N S A B İ N . [ Bk. İbn S e b ’İN.] İB N S A 'D . ( Bk. İBN SA ’D.) İbn Sadaka 'ntn hükümet merkezîni terketmeİB N S A ’ D . İBN S A 'D , A b O 'A b d A l l a h , sini istedi, o da bu sebeple Hadişat ‘Ana 'ye, M u h a m m e d b . S a 'd b . M a n !' a l - B a ş r î a l - Z u h Amir Sulaymân b. Muhâriş 'in yanına git­ RÎ (78 5—845), B a n i H â ş i m ’i n m e v l â s ı ti; fakat ertesi sene vezârete getirildi. Selçuklu



İBN S A D A K A emîri Tuğru! b. Muhammed, Dubays b. Şadaka [ b. bk.] 'nın teşviki ile, Irak ’t baştan-başa zapt­ etmek üzere, Bagdad üzerine yürüdüğü zaman, halife 519 saferinde (m art 1 1 2 5 ) ona karşı yürüdü. Tuğrul ile Dubays karargâhlarını Caiîılâ' 'da, halife ile vezir ise Bagdad 'm şimâl-i şarkisinde al-Daskara 'de kurmuşlardı. Tuğ­ rul Bey ile Dubays sapa yollardan Bagdad üzerine yürümeğe karar vermişler ve Dubays, 200 süvari ile, keşif kolu olarak, yola çıkmıştır. Dubays Nahravân'da Diyâlâ geçidini tuttu. Tuğrul Bey bir taraftan yakalanmış olduğu hümmâlı bir hastalıktan ve diğer taraftan da ilerİlemesine mâni olan yağmurlardan dolayı, geciktiğinden, halife ondan evvel gelmeğe ve D ubays'i yakalamağa muvaffak oldu. Dubays, ai-Mustarşid ile barışmak arzusunda bulundu­ ğu cihetle, halife kendisini affetmek istedi ise de, vezir onu caydırdı. Bunun üzerine, Tuğrul Bey ile Dubays, Selçuklu sultanı S an ear'den yardım istemek üzere, Horasan 'a doğru yolla­ rına devam ettiler. Calâl al-Din b. Şadaka 1 receb 522 ( I temmuz 1 *28) 'de vefat etmiştir. B i b l i y o g r a f y a - , İbn al-Tiktakâ, alF ah ri ( nşr. Derenbourg ), s. 409—4 11 ; İbn al-A şir ( nşr. Tornberg ), X, bk. F ih r is t; Weil, Gesch. der Chalifen, IH, 224. 2. C a l â l a l-D În A b u ’l - R 1z Muhammed,



e v v e l k i n i n y e ğ e n i ve a l - R â ş i d ' i n v e z i r i d i r . al-Râşid'in tahta geçmesini mü­ teakip, İbn Şadaka, 529 ( 1 1 3 5 ) senesinde vezir tâyin edildi. Ertesi sene halife ileri gelenlerden bir çok kimseyi hapsettirdiği vakit, vezîr, Musul valisi Zanki b. Ak-Sunkur'ua yardımını istedi ve al-Râşid ‘in 530 senesi ziikâdesinde ( ağustos 1 1 3 6 ) tahttan indirildiği zamana kadar mev­ kiini muhafaza eyledi. Bilâhare muhtelif vazi­ felerde bulunmuş ve 556 ( 116 0 /116 1 ) 'da vefat etmiştir. B i b l i y o g r a f y a - . İbn al-filftalfâ, alFahri (nşr, Derenbourg), s. 416; İbn alA ş ir (nşr. Tornberg), X, 394, 423; XI, 23. 3. M u T a m a n a l - D a v l a A b u 'l - K â s 1m ‘ A l î ,



a I-M u k t a f i ’n i n v e z i r i d i r . Dindar ve mârûf bir aileye mensup olmasına rağmen, pek az tahsil görmüştür ve bir vezirin vazi­ fesini teşkil eden hususlar hakkında mâlûmâtı noksan bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a - , İbn al-Tİktaki, alFahri (nşr. Derenbourg), s. 419. _



( K . V . Z e t t e r s t é e n .)



iB N S A İ D . [ Bk. İBN S A İ D .] İBN S A ’ ÎD . İBN S A İ D A b u ’l - H a s a n ‘ A l î B. MÎJSÂ A L -M a GRİBÎ ( 1208 ? — 1274 ? ), a r a p f i l o l o g u olup, 610 ( 1 2 1 4 ; başkalarına göre 605 ==1208) ’da Gırnata civarında, Çal'at Yahşub i Alcalá la R e a l) 'da doğmuş ve İşbiliya ’de



İBN SA 'Û D .



799



tahsil görmüştür. Babası ile birlikte, haccet­ mek üzere, M ekke’ye müteveccihen seyahate çıkmış, fakat 639 (12 4 1/12 4 2 ) senesinde İs­ kenderiye 'ye vâsıl oldukları zaman, babası 640 ( 1 2 4 3 ) 'ta bu şehirde vefat etmiştir Kendisi İskenderiye’de kaldı. Fakat 648 ( 1 2 5 0 ) 'de Bagdad 'a ve oradan, Kam il al-Din [ b. bk.] ile birlikte, Haleb 'e ve daha sonra da Şam, Musul, Bagdad, Basra ve Mekke 'ye gitti. Bilâhare Tunus ’a giderek, Abu ‘A bd Aliâh al-Mustanşir'in hizmetine girdi. 666 ( 1 2 6 7 ) 'd a şarka avdet ve bu defa İskenderiye veHaîeb yolu ile Erm enistan'a gitti. Bundan sonra, Tunus'a gitmek üzere, yola çıktı ve Ş am ’a geldiği vakit, orada 673 ( 1 2 74 ) 'te vefat etti. Başka bir rivayete göre, 68$ { 1 2 8 6 ) 'te Tunus 'ta vefat etmiştir. al-M ağrib f i hala 'İ-M ağrib nâmında bir Magrib tarihi vücûda getirmiştir ( krş. K. Vollers, Fragmente aus dem M uğrib des İbn E a îd . Sem itist. Stadien, cüz 1 ; İbn Sa'îd, K iiâb a l-M u ğ rib . . . , Buch IV , Gesch. der Ihşîden , Textausg . . . , nşr. K. L. Tallquist, Leiden, 1899). Bundan başka isimleri Brockelmann ve Pons Boİgue tarafından zikr­ edilmiş bulunan muhtelif eserler yazmıştır. B i b l i y o g r a f y a - , Brockelmann, G A L , I, 336 v.d.; Pons Boigues, Ensayo bio-bibliografico, s. 306 v.dd,; krş. burada ve Bro­ ckelmann ( göst. yer.) 'da mevcut bulunan bibliyografya malûmatı. İB N S A R A Y A . [ Bk. İbn s e r â y â .] İBN a l - S A R R A C . [ Bk. İbn Oss e r Râ c .] İB N S A ‘UD. [ Bk. İbn s â ’Ûd .] İBN S A ’ ÛD. İBN SA'Û D , D a r ‘ I y a [b. bk.] ve R i y a z V e h h â b î e m i r l e r i n i n is­ m i d i r . Bu sülâlenin müessisi olan Muham­ med b. Sa’ ûd, aslen Aneze arapları büyük gurupundan Vuld :A li Mesâlih kabilesinin Muk­ rim aşiretine mensuptur. D ar'ıya 'de hüküm süren babası Sa ûd 1 1 4 1 ( 1727 ) ile 1 1 5 0 (1737) arasında vefat etmiştir. İbn Sa'ûd 'ların şecere­ sine nazaran bunun Muhammed 'den başka da­ ha üç oğlu vard ır: Şunayyân, Muşâri ve Farhan. D ar'iya ve Riyâz Vehhâbîierinin İdaresi, zamanımıza kadar Muhammed b. Sa'Sd hane­ danı elinde buiunmuştur. İbn Şunayyân ve İbn M üşiri sülâleleri yalnız iki gâsıp ( aş. bk.) ta­ rafından temsil edilmiş ve esâsen bunlar bu hânedanm tarihinde ancak ikinci derecede bir rol oynamışlardır. Farhân ile abfâdına gelince bunlar ancak şecere dolayısı ile tanınmaktadır. Dar iya-Rİyâz Vehhâbîierinin tarihi 3 devre­ yi ihtiva etmektedir: D a r'iy a ’nin memleketin hükümet merkezi olduğu birinci devre 1820 tarihinde mısırlıların işgali ile nihâyet bulur; ikinci devre sülâlenin Turki ve Fayşal taraf­ larından yeniden te’sisinden memleketin Cabal



8oo



İBN S A ’ÛD.



Şammarlı İbn Raşid tarafından zaptına kadar Ş i'î Hazâ’il kabilesinin Vehhâbîlere âit bir (18 2 0 —18 9 1) devam ed er; üçüncü devre Ri- kervanı vurması üzerine, Sa'üd b. ‘ Abd al-‘A ziz y â i ’in 19 0 2 'de İbn Sa’ Bd ’lar tarafından İbn 18 zilhicce ı z ı 6 ( 2 1 nisan 1802 ) ’da Kerbela Raşid'lerden istirdadı ile başlar. 'ya hiicüm ile şehri yağma ve şi'î ibâdethâne¡ . M u h a m m e d b. S a ' 5 d ( 1735 ? *ien — lerini tahrip ettiği gibi, halkı da kılıçtan ge­ 17 6 6 'ya kadar hüküm sürmüştür). Vehhâbî çirdi. 1 21 4 ve 1 21 5 (nisan 1800 ve 1801 ) ’te mezhebinin müessisi olan Muhammed b. ‘Abd Sa'üd hacca gitmiş ve o tarihe kadar şerife al-Vahhâb yerleşmiş olduğu ‘Ayyene 'den 1740 tâbi bulunan ‘A sir ve Tihâma ve Bani Harb tarihinde çıkarılmış ve dostu Muhammed b. kabileleri bu sırada Vehhâbîlerin hükmü altı­ Sa'üd 'a iiticâ etmiştir. Bunlar yeni mezhebi na geçmiştir. Bu vaziyet muhâsamâtm tekrar kılıç ve süz ile yaymak hususunda anlaştılar başlamasına sebep oldu. 23 şevval 1 2 1 7 ( 1 8 ve birleştiler. Cı'vâr kasabalara ve kabilelere şubat 1803) 'de Tâ’if şehri hücum ile zaptkarşı hücumlar - 1 1 59 (i7 4 Ö )'d a başladı ve olundu ve 8 muharrem 1 21 8 (3 0 nisan 18 0 3) az bir zaman sonra Lahsi emirleri Bani Hâ- ’de Sa'üd Mekke ’ye girdi. Sa'üd ’un avdetin­ Ud, Nacrân beyleri Makrami 'ler g-îbi daha den sonra şerif, Sa'üd 'un oraya bırakmış oldu­ kuvvetli komşuların müdâhalesini mucip oldu. ğu müfrezeyi kovdu ( z 2 rebiyülevve! 12 18 = = Mamafih bunlar Vehhâbîlerin terakkilerini 1 1 temmûz 1803 ) fakat yeni müsâadelerde bu­ durduramadliar. Mekke şerifleri, dinsiz telâk­ lunmak suretiyle Vehhâbîler ile anlaşmağa ki ettikleri Vehhâbîleri mukaddes makamlara mecbûr oldu. 1800 tarihine doğru Vehhâbîler nufûzlarını girmekten men'ettikleri gibi, 1162 (1748/49) 'de Bâbıâliye gönderdikleri raporlar ile Osmanfı Basra körfezi sahillerine teşmil ettiler ve az hükümetine yeni mezhep hakkında ilk haber­ bir müddet içinde Bahrayn 'i, ‘ Omân kabilele­ leri verdiler. Muhammed b. Sa'üd, 30 sene hü­ rini ve bilhassa Ra’s al-Hayma 'deki Cevâsîmi küm sürdükten sonra, I 1 79 ( 17 6 6 ) 'da vefat kabilelerini hükümleri altına aldılar. 18 reeep 1218 ( 4 teşrin II. 1 8 0 3 ) 'de ‘Abd etmiştir. II. ‘A b d a l - 'A z i z b. Mu h a mme d b. S a ' ü da l-A z iz Dar'iya camiinde ‘amâdiyaiı bir şi'î 1 1 7 9 ’dan 1 2 1 8 ’e kadar (17 6 6 —r8o3 ) hüküm tarafından, hançer ile, öldürüldü. III. S a ' ü d b. ‘ A b d a l - ‘ A z i z ( hüküm sürmüştür. İdâresinin ilk 30 senesi orta Arabistan şehir ve kabilelerine, Bani Hâlid ’lere, Makra­ sürdüğü y ılla r: »218—12 2 9 — 1803— 1814). Bag­ mi 'Iere ve Munfafik ’lere karşı mütemâdi mücâ­ dad 'a ve ‘Omân ’a karşı ehemmiyetsiz bir kaç deleler ile geçmiştir. 17 9 5 'te Vehhâbîler Lah- seferden sonra Sa'üd, şerîf ĞSİib 'in idâresine sâ ve K atif 'i, hücum ile, zaptetmişler ve Bas­ nihayet vermeği kararlaştırdı ve 1220 ( hazi­ ra körfezi sahiline yerleşmişlerdir. Basra ve ran 1805 ) 'de Medine’yi ve aynı senenin zil­ Bagdad valileri ile müttefikleri Muntefik kabi­ kadesinde (kânun II. 1806) M ekke'yi işgâl lesinin, Lahsâ 'yı istirdat maksadı ile, 1797 ettirdi. Elinde kalmış olan kısımları muhafaza ( Muntafik şeyhi Şuvayni 'nin s e fe ri) ve 1798 edebilmek maksadı ile şerif Gâlib tamamen ( Kâhya 'A li Paşa se fe ri) ’de yapmış oldukları Vehhâbîlerin hükmü altına ve Vehhâbî mez­ askerî hareketler tam bir muvaffakiyetsizlik hebi de Hicaz 'a girdiği gibi, Osmanlı hüküme­ ile neticelendi ve 179 9 'da ‘Abd al-‘Aziz ile ti tarafından tertip edilen surre kabûl edilme­ Bagdad vâlisi arasında altı yıllık bir mütâreke di ve pâdişâhın ismi hutbeden çıkarıldı. Niile sona erdi. Mekke şerifi Sürür, 1 1 86 (1772/ hâyet Sa'üd, resmî mektuplar ile, Şam valisini 1 7 7 3 ) 'da verecekler! bir mikdar vergi karşılı­ ve hattâ pâdişâhı bile Vehhâbî mezhebini ka­ ğında Vehhâbîlerin mukaddes makamları ziyâret bule dâvet etti. Şam valisinin menfî cevabı etmelerine müsâade eylemişti. 1202 ( 1787/1788 ) üzerine, 1810 temmuzunda H avran'a hücum ile 'de Sürür 'u istihiâf eylemiş olan şerif Ğalİb bu Şam kapılarına kadar bu mıntakayı tahrip et­ müsâadeyi geri aldı ve Vehhâbîlerin Hicaz '1 ti. Basra körfezinde Sa'üd sâhil kabilelerinin istilâ etmelerine mâni olmak üzere, 1790, 1795 korsanlığını geniş bir mikyasta teşkilâtlandır­ ve 1798 tarihlerinde bunlara karşı sefer açtı. dığından Hindistan idaresi oraya bir donan­ Fakat muvaffak olamadığından 17 9 8 'de V eh­ ma göndermeğe mecbûr oldu. Bu donanma 13 hâbîler ile anlaşmağa mecbûr oldu. Ş erif Veh­ teşrin II. 1809 ’da Ra’s al-Hayma ’yi ve orada hâbî hacılarının Mekke ve Medine 'ye serbest­ barınan korsan gemilerini tahrip etti. çe gelmelerine müsâade ettiği gibi, Vehhâbî­ Kendi vilâyetlerini Vehhâbîlere karşı müdâfa­ ler de buna mukabil kendi nufuz mıntakaları adan âciz bulunan Osmanlı hükümeti Mısır hıdi­ dâhilinde bulunan kabileler.üzerinde şeriflerin vi Muhammed ‘A li ’yi Hicaz ’1 istirdada me'nim­ hükmünü tanımağı kabûl ettiler. Mamafih ge­ etti. Muhammed 'A li'n in oğlu Tosun Paşa'nın rek Bagdad İle ve gerek şerifler ile sulh mü­ kumandası altında bulunan m ısırlılaı.n ilk se­ nâsebetleri uzuu müddet devam edemedi. feri Yanbu' al Bahr ve Yanbu‘ al-Barr ( 1 81 1



İBN S A ’ ÛD.



8.01



V. İbrahim Paşa 181 9 senesinin ilk yarısı teşrin I. sonları ve teşrin il. b a şları) ’in zap­ tı ile neticelendi; fakat Medine özerine yü­ içinde Nacd 'i tahliye etmiş olduğundan, ‘Abd rüdükleri zaman mısırlılar 7 ziikâde 1226 (2 3 A lla h 'ın birâderİ olan M u ş â r i b. S a ' ü d teşrin II. 1 8 1 1 ) tarihinde, Cedeyde boğa­ D a r'iy a 'y i zaptetmiştir. Fakat Muhammed ‘A li zında Sa’ üd 'un oğulları 'Abd Allah ile Fay- tarafından üzerine sevkedilmiş olan Husayn şal ’a mağlûp oldular ve Yanbu* ’a rie at Bey onu yakaladı ve M ısır’a şevketti. al-Muettiler. Tosun Paşa muvaffakiyetli hareket­ şâri yolda kazaya uğrayarak ölmüştür. Raşid lere, ancak 1812 son baharında başlayabildi. al-Hanbali 'nin tarihi 12 33— 1235 ( 1 8 1 8 — Teşrin H. ayında Medine teslim olduğu gibi, 1820) senelerini bunun idaresi zamanına ayır­ Mekke de kânun II. 18 13 'te İşğâl edildi ve bîr maktadır. VI. T u r k i b. ‘A b d A l l a h b. M 11 h a m ­ kaç gün sonra da TS’if hücüm ile zaptolundu. Fakat Taraba önlerine geldikleri vakit mısırlı­ me d b. S a ‘ü d (hüküm sürdüğü y ılla r: 1235 lar durmağa mecbur oldular ( 1 81 3 y a z ı). A ğus­ — 1249 = 1820—18 34 ). Mısır kuvvetlerinin is­ tos sonlarına doğru, muharebeyi idâre etmek tilâsı sırasında Sed eyr'e iltieâ etmiş olan Tur­ üzere, Muhammed A li Cidde ’ye çıktı. Sa‘üd ki, Muşâri b. Sa'üd ( V ) ’un vefatından sonra tarafından yapılmış olan sulh teklifleri redd­ Riyâz ’a yerleşmiş, fakat mısırlılar tarafından edildi. Aynı senenin sonlarına doğru Tosun oradan kovulmuştur. Mamafih 18 2 2 ’de tekrar Paşa tarafından Taraba üzerine yapılan ikinci Riyâz ’1 zaptetmeğe muvaffak olmuştur. Mısır­ hücûm da, birincisi gibi, muvaffakiyetsizlik ile lılar ile kat’î bir netice almaksızın bir çok çar­ neticelendiğinden askerî hareketler 18 15 bida­ pışmalardan sonra Muhammed 'A lı ’ye tâbî ol­ yetine kadar durdu. Bu arada Sa'üd 8 cemâzi- duğu gibi, R iy â i da İbn Sa'üdların hükümet yelevvel 1229 (27 nisan 1 8 1 4 ) 'da, 68 yaşında merkezi oldu. 1830 ’da Lahsâ ’yi, bu şehri 1813 ’te zaptetmiş olan türklerden istirdat etti ve olduğu hâlde, D ar'iya 'de vefat etti. IV. ‘A b d A 11 a h b. S a u d ( hüküm sür­Bahrayn’i hükmü aitına aldı ( 1 2 4 9 = 1 8 3 4 ) . VIÎ. M u ş â r i b. ‘A b d a l - R a h m â n b. düğü yıllar; 1229—1233 = nisan l8 t4 —9 eylül 1818), 1815 senesi iptidasında Taraba cihetinde M u ş â r i b. H a ş a n b. M u ş â r i b. S â‘u d katledildi. Kendisi de 40 gün ilerilemiş olan Muhammed 'A li 15 kânun II. 'da tarafından bu mevki civarında Vehhâbîleri mağlûp ettik­ sonra Faysal b. Turki tarafından Hufhûf 'te ten sonra, ‘A sir 'i istilâ etti ve Kunfuda yolu ile, yakalandı ve öldürüldü. VIII. F a y s a l b . T u r k i , ilk defa ola­ Mekke 'ye döndü. Martta Tosun Paşa Hanâkiya yolu ile N acd'e girdi ve al-Rass kalesini rak ( lıuküm sürdüğü yıllar: 1249—1255 = 1834 zaptetti. Fakat ‘Abd AllSh b. Sa'üd kendisini — 1838). 18 3 7 'de Sa‘ü d ’un ( I I I ) oğullarından üstün kuvvetler ile muhasara eylemiş olduğun­ biri olan Hâlid, mısırlıların yardımı ile, Fayşal dan aralarında bir mütâreke akdedildi ve suih 'a karşı isyan ettî ve Dar'iya ’yİ İşgâl ettikten müzâkeresine başlandı. Bu müzâkereler, bir ne­ sonra, Fayşal '1 R iyâz'd a mağlûp . etti. Hürşid tice vermeksizin, 18 16 'ya kadar devam etti. Paşa, bir Mısır k ıt’asının başında olarak, FayVefat eylemiş bulunan Tosun Paşa'nın yerine ş a l'1 ikinci bir defa 25 ramazan 1254 ( 1 0 kâ­ biraderi İbrahim Paşa 1 8 1 6 'da A rabistan'daki nun I. 1 8 3 8 ) 'te al-Dâlam 'de mağlûp ve esir ■ Mısır kuvvetlerinin kumandanlığına tâyin edil­ ederek M ısır’a gönderdi. IX. H â l i d b. S a ‘û d ( hüküm sürdüğü yıl­ di. Çok çetin muharebeler yapıp, sayısız sıkın­ tılara katlandıktan 18 ay sonra, Dar'iya kapı­ lar : 1255— 1257 = 1839— 1841 ), Mısır kuvvetleri larına kadar geldi ( ‘Abd AİSah’ın M â viy a ’de 1840'ta ayrılmış olduğundan 18 4 1'd e ‘ Abd A l­ 2 mayıs 1 8 1 7 'de mağlûbiyeti, 21 teşrin I. 1 817 lSh b. Şunayyân tarafından Riyâz 'dan kovuldu 'de a!-Rass 'ın 3 aylık bir muhasaradan sonra ve Cidde'ye çekilerek, 186s 'de orada öldü. X. ‘ A b d  l l â h b , Ş u n a y y â n b . İb rS zaptı, 1818 martında Zorama'nın zaptı). ‘Abd A llah ile akrabaları tarafından müdafâa edilen h im b . Ş u n a y y â n b . S a ' ü d ( huküm'sürbu şehrin muhâsarası nisanın ilk günlerinde düğü y ılla r: 1257— 1 2 5 9 = 1 8 4 1 —1843), ancak başlamış ve eylül hidâyetine kadar devam et­ bir sene hüküm sürdükten sonra: 1841 ’de miştir. 6 eylül tarihinde şehir hücûm ile zapt- hapisten, kurtulmuş olan Faysal ( yk. bk.) ta­ ediidi ve üç gün sonra 9 eylülde de Dar'iya rafından R iy â z ’da muhasara ve esir edilmiş ve kasrına çekilmiş olan ‘Abd Allah teslim oldu. hapishanede ölmüştür. ■ XI. F a y ş a l b, T u r k i ( 1 2 5 9—1282 = ‘Abd Allah evvelâ akrabaları ve şeyh Muljammed b. ‘Abd ai-V ahh âb’ın ahfâdı ile birlikte 1843 — 1865), tedbirli ve sulhsever bir siyâset Kahire ’ye götürüldü. Bilâhare Muhammed ‘Ali sayesinde Nacd üzerinde hüküm ve 'nufûzunu ‘Abd Allah ’1 kâtibi ve hazinedârı ile birlikte İs­ takviyeye ikinci defa muvaffak oldu. Cabal tanbul’a sevk ve Osmanlı hükümetine teslim etti. Şam ma r ’da hâkimiyetlerini te’sis etmiş olan İbn Her üçü de 17 kânun 1. 1 8 T8 ’de idam edildiler. R aştd ’ ler kendisine tâbî ve onun müttefiki ol­ «lâm An»iklop«dU>



51



802 -



İBN S A ’ ÛD.



dukları gibi, Mısır ve Osmaniı pâdişâhı ile iyi münâsebetler idâme etmekte idi. Palgrave { 1 862/ 1 863) ile Pelly ( 1 8 65 ) onun devrinde memleketi ziyâret etmişlerdir. 13 recep 1282 ( 2 kânun 1. 1863 ) ’de koleradan ölmüştür. XII. ‘ A b d A l l a h b. F a y s a l b. T u r ­ k i ( 1 2 8 2 —1287 = 1865—18 71 ), kardeşleri ta­ ralından tahttan indirildi. XIII. S a ' ü d b. F a y s a l b. T u r k t ( i 2 8 7 — 1291 = 1871 — 1874), ‘Abd A llah b. Faysal ’m yardıma çağırmış olduğu türkler 18 71 iptida­ sında La tıs 5 vilâyetini ve K a t il'i işgâi ettiler ve Sa‘üd 'un kendilerini çıkarmak hususunda sarfettiği gayretlere rağmen, oralarda kaldılar. X IV. ‘A b d A l l a h b. F a y s a l b. T u r k I , ikinci defa (12 9 1— 1301 — 1874— 1884 ).Biraderi Sa'üd'un vefatı üzerine, tekrar iktidar mevkiine gelmiş ve selefinin oğulları ve Muhammed is­ minde diğer bir biraderi ile uğraşmağa mecbûr olmuştur. Bundan maada 1883 'ten İtibaren büyük nufûz sahibi olan Muhammed b. Raşıd ile ihtilâfa düştü ve nihayet 1884 başlangıcın­ da biraderi Sa'üd ’un oğulları tarafından taht­ tan indirildi. X V . M u h a m m e d b. S a ' ü d b . F a y ş â l (18 8 4 — ?), az bir müddet hüküm sürdü ve amcası tarafından istihlâf edüdi. X V İ . ‘A b d a l - R a h m â n b. F a y s a l , 1886 senesine kadar hüküm sürmüştür. R iy â i emirliği­ A. ( Büyük kol )



İBN SA'UD’Iartn şeceresi



I. 2.



Sa'ud b. Muhammed b. Mukrin { olm. 1735*6 doğru)



Muhammed ( 1 7 3 S - 1 7 6 6 ) 3- Farhan



6. A b d a I-‘ A z i z ( 1766 - 1803 )



8.



Sa'ud (1803-1814)



«2. ' A b d A l l a h ( 1 8 1 4 - 1 81 8)



13. Faysal



22. Turki 26, Nasr



27.



4. Şunayyân



5. Muşâri



7. Abd Ailâh ( Krş. B. )



9. ‘A b J Allah I Sa'ud



18. 'Abd al •Rahman



25. Sa'd



ne Abd Aliâh b. Faysal ’1 getirmiş olan Muham- . med b. Raşid tarafından emaretten indirilmiştir., X V II.‘A b d A l l a h b. F a y s a l (üçüncü defâ olarak, 1887 —1888). Bu zât, anlaşıldığına göre, «888'de vefat etmiş ve o zamandan itibaren Riyâz mülkü Idâ’il 'in mülhakatından olmuştur. 'Abd al-Rahmân 'm, boş kalmış olan tahtı ele geçirmek için, yapmış olduğu mükerrer teşeb­ büsler bir semere vermemiştir. 189« senesi sonbaharında Muhammed b. Raşid R iy â z 'i zaptetmiş ve emarete, 18 9 2'de, Muhammed'i getirmiştir. XVIII. Faysal 'm üçüncü oğlu M u h a m m e d . Vefalından sonra ( tarihi meçhuldür ), Riyâz İbn Raşid ’in bir me’mûru tarafından idâre edil­ miştir. • XIX. ‘ A b d a l - ' A z î z b. ' A b d a l R a h m â n b. F a y ş a 1 ( 1902 tarihinden iti­ baren ), babası 'Abd al-Rahmân ’1 himâyesi al­ tına almış olan Kuvayt şeyhi Mubârak 'in mü­ zahereti ile, 1902 martında R iy a i şehrini zapt ve Hâ’ il'd e ikâmet eden İbn Raşid'lerin hücumla­ rını defetti. Bunlar türklerin askeri müdâheîesini istemeğe mecbur oldular. Buna rağmen 'A bd al-'A ziz bir taraftan Caba! Şam m ar’da hüküm süren anarşi ve diğer taraftan İbn Sa'üd hanedanına merbut katmış otan halkın muhabbeti sâyesinde, Riyâz emâretinin tefev­ vukunu te’mine muvaffak olmuştur.



10. 'Abd al-Rahman



11. 'Ömar







14. Naşir



15. Fi azlul



19. ‘Omar



20. İbrahim 2 1 . M u ş â r i ( 1819 - 18 20 )



23. Falıti (F u h a y d ?) Muhammed



N otları _ 6. (‘Abd al-‘A ziz ) 18 0 3 'te vefat ettiği kit, 82 yaşında idi (Mengin, II, 467; krş. Senit-Waring, frns. tro., s. 177.).



16. Sa'd j



17. Hâiid {18 39 - 1 8 4 1 )



24. Haşan



[28. iJilid ] ! 8. Mengin (II, 2 0 ) ’e göre, 1 8 1 4 'de vefat va- ettiği zaman Sa’üd 60 yaşında idi; Rousseau | ile Burekhardt ancak 45 —50 yaşında olduğunu I ifâde etmektedirler.



803



IBN SA'UD.



( Naşir ) Maskat üzerine yapılan bir se­ 9. { ‘Abd A lla h ) 1 8 1 3 ’te al-Rass mütâreke­ 14. sini müzâkereye teşebbüs etti ( Mengin, II, 42 fer esnasında Ölmüştür ( Burckbardt, II, 12 2 ). 16. { Sa'd ), 17. ( Hâiid ), 23. ( Fahd ), 24. v.dd.); oğlu Sa'üd ı8 t 8 ’de Dar‘i y a ’nin zap­ tından sonra öldürüldü ( Mengin, II, 1 3 1 ; Şânî- ( Haşan ) 18 18 'de Kahire 'ye nefyedilmiştir. 22. ( Tu r k i ) Irak ve S u riy e ’de küçük se­ zâde, II, 383 ). ' 10.. ( ‘Abd al-Rahmân ) 1818 'de Mısır ’a nefy- ferlere kumanda etmiştir ( Burekhardt, II, 122). 25, { Sa'd ) 1818 'de Dar'iya kalelerinden birini edi İdi. 11. ( Omar ) ile oğulları 1 8 1 8 'de ve başka­ müdâfaa etmiş ve daha sonra, kardeşleri Naşr ve Muhammed ile birlikte, Mısır’a nefyedillarına nazaran 18 2 0 'de nefyediidiler. 12. ‘Abd A lla h ’ ın bir resmi Mengin'İn ese­ miştir (Mengin, 1 1 , 130, 133, 158). 28. Hâiid yalnız Eyyüb Şabri { s, 266.) ta­ rine merbut atlas içinde mevcuttur. 13. ( F a y sa l) Dar’iya muhasarası esnasında rafından ve ihtimâl 17 iie karıştırılarak, zikr­ edilmiştir. Öldürüldü ( Mengin, II, 129 ). B. ( Küçük kol)



1. Muhammed b. Sa'üd ( = A ı ) 2. ‘Abd AUâh ( = A 7 ) 3. T u r k i ( 1820— 1834 )



4.



7. ‘ A b d A l l a h ( 1865-1871; 1874— 1884:



6. Galavi



F a y s a l ı 1834 - 1838 5. ‘Abd Allah ve 1843— 186s ) I _ Turki 8. S a ‘ 5 d ( 1 8 7 1 — 1874)



10. ‘ A b d a l - R a h m â n ( ? —1886; 18 8 8 ?— 1891 ?)



9. M u h a m m e d ( aI-Mutavva‘ ) ( 1891 ? ;çoeuğu yoktnr )



1 8 8 0 ?— 1 8 8 8 ? )



‘Abd Allah 12. Sa d 13. Abd al-'Aztz 14, Mu h a mme d ( 1884—?) Sa'üd 18. Sa'üd



15



‘Abd alRahmân



19. ? 16. ‘A b d al - ‘A z i z ( 1902 'den itibaren)



17. Sa'üd



2, ('A b d A llah ), Mengin, II, 482 (a . 1778 ) ve Corancez, s. 46 (a. 1803 ) ’da zikredilmiştir. 3, (T urki ) ’nin de iki biraderi var id i: İbra­ him ve Muhammed ( Blunt, II, 269). 5. (‘Abd Allah } krş. Blunt, II, 266. 6. ( Caİavi ) 18 7 7 ’de hayatta idi, bk. Dou-



ghty, II, 428; beş oğlu v a rid i: Fahd, Muham­ med, Sa'üd, Musâ'id, ‘ Abd al-Muhsin. 9. ( Muhammed )Nolde, s. 89’a göre, 1892’de 40 yaşında id i; doğruluğu meşkûk, krş. Fal grave, I, 169 v.d.; Dough ty, II, 430 ve Huber, Jo u rn a l, s. 162. 10, ('Abdal-Rahm ân) Palgrave ’e göre (II, 75 ), 1863 senesinde 10 —12 yaşında; Blunt, II, 267.



[ İngiltere 'nin inkıyat altına aldığı 'Abd al‘A ziz b .'A b d al-Rahmân, kuvaytlı Şayh Muba­ rak ’in yanına sığınmış idi. 1902 'de, şeyhin yar­ dımı ile,Riyâz 'daki saltanat makarrını tekrar ele geçirdi. 1906'da R aşid ı ‘Abd a l-'A z iz ’in ölü­ münden sonra, yerine oğlu Sa'üd geçti ve aynı se­ ne içinde ihvan teşkilâtını kurarak, sönmekte olan Vehhâbî zihniyetini ıhyâ etti. Sa'üd aynı zamanda ordusunu teşkil eden ihvan ’lan, zirâ­ at kolonileri hâlinde, pek verimli olmayan Nacd havalisine gönderdi ve böylece, siyâsî teşkilâtının temelini attı. Osmaniı İmparator­ luğunun Balkanlarda zaafa düşmesinden isti­



fâde edip, Hindistan 'daki İngiliz İdâresinin yar­ dımını te’min etti ve A l’ahda eyâletini ilbak etti. Bu sayede, denizde bir mahreç kazan­ mış oldu. Türkiye, te’dıb edecek yerde, onu Nacd'e vâli tâyin edip, kendine bağlamaya çalıştı. S u ’ û d î A r a b i s t a n . 1914 harbi başladı­ ğı sıralarda, Vehhâbîemîri A bdal-*A zizb.Sa'üd, vâli sıfatı ile, dâhilen iktidarını sağlamlaştır­ makla meşguldü. İngiltere ’nin Kuvayt konso­ losu Shakespeare 'in öğütleri ile hareket etli­ ğini gören Türk hükümeti, Raşidi Sa'ü d ’un tarafını tuttu. Shakespeare’ in tâlîmâtı üzerine,



N otlar;



Vehhâbîler Raşidı ’iere saldırdılar. 19 x5’te, Carra b ’da Vehhâbî emîri mağlûp oldu. Shakespeare harp meydanında maktul düştü ve İbn Sa'üd da bundan böyle ihtiyatlı davranmak mecburiyetin­ de kaidı. Çünkü, İrak meselesinde muvaffakiyetsiziiğe uğramış olan İngiliz-Hindistan hü­ kümeti, Arabistan savaşma bigâne kalmış idi. Bu ara, Ingiliz hükümeti türklere karşı Husayn ’iileri sürdü ise de, İngiliz-Hindistan hükümeti, İrak ’daki savaş için, tekrar İbn Sa'üd 'u kazan­ mak mecburiyetinde kaldı ve çok geçmeden, Riyâz ’a H. Philby ’yi gönderip itimadını ka­ zandı. İbn S a :üd, Nacd ’de ilerileyen Husayn 'in ordusunu durdurdu. Fakat, nihâî savaşa ha­ zırlanmadan önce, İbn Raşid 'i ber-taraf etmek zorunda kaldı. Hâ’il 'de, 1920 senesinde Amir Sa'üd katledildi. Bunun üzerine İbn Sa'üd, onun haleflerini bir-bir mağlûp edip, 1921 ’de Nacd 'e hâkim oldu. Manda altında bulunan Suriye ile İrak, İbn Sa'üd ’un şîmâle doğ­ ru yayılmasına engel oldular. İbn Sa'üd, Husayn 'in hilâfeti eline geçirmek hususundaki teşebbüslerini fırsat bilip, Hicaz üzerinde hâ­ kimiyet te’sisine çalıştı ve 192Ğ haziranında Mekke ’de bir kongre toplayıp, bütün arap devletlerini dâvet etti. Vehhâbîler, mâhirâne si­ yâsetleri sayesinde, mukaddes şehirden bütün milletlerin serbestçe İstifâde etmelerini te'miıs ettiler. İbn Sa'üd, 1930 ’da, Mekke 'de kendini Nacd ve Hicaz meliki İlân etti. İbn Sa'üd 'un dış siyâsetini, Önceleri, cenûp komşuları ile olan münâsebetleri tâyin etti. 1923 ’te Sayyid Muhammed öldükten sonra, ‘A sir 'de, vârisleri birbirlerine girmişlerdi. Zaydî Yahya bunu fırsat bilip, 19 21 'de İngilizlerin tahliye ettikleri Hudayda limanı ile birlik­ te sahil bölgesini eline geçirdi. Bu tecâvüzler karşısında, ‘A s ir şeyhi, İbn S a ’ üd 'a müracaat etti ve 1926 senesi 3 1 ekiminde M ekke'de İm­ zalanan bir anlaşma ile himayesini sağladı. Bu esnada, İmâm Yahya, bu sahillerden müs­ temlekesi Erîtrea’yı müdâfaa etmeği tasarlayan İtalya ile münâsebetlere girip, 2 eylül 1921 'de bir dostluk muahedesi imzaladı. İtalya ’nın vaadlerine dayanarak, İngllizler aleyhine ülkesini genişletmeğe kalkıştı. Önceleri, yalnız Aden limanı ile alâkadar görünen İngiltere, İmam 'ın mükerrer ayaklanmaları karşısında hareketsiz kalıp, bir takım ta ’vizlerde bile bulundu. Fakat, İmam, eskiden Yemen ’e âit olan toprakların kendisine iadesini isteyince, İngiliz hava kuv­ vetleri harekete geçti. Bunun üzerine, İmam işgâl ettiği toprakların bir kısmını terketti. Fakat bir müddet Sovyetlerin yardımı ile mukavemet­ te kaldı. Şimâlden İbn Sa’ üd'un tehdide baş­ laması üzerine, bir barış anlaşması imzalamağa râzı oldu. Vehhâbîlerin himayesinde olan 'A sir



devleti ile hudut münazaaları 1934 senesinde, İbn Sa'üd ’un enerjik müdâhalesine sebep oldu. İbn Sa'üd ’un orduları sür’atle ilerileyip, sâhtl boyunca Hudayda ve Tihâma bölgelerini işgal etti. Fakat, 20 mayıs 19 34 'te Tâ’ if ’de imzalanan bir anlaşma ile, İbn Sa'üd sadece hudutların tesbiti ile iktifa edip, toprakları ilhak etmedi. Nacd ve Hieaz kralı, topraklarını genişlet­ mekten ziyâde, emniyetini te’mine çalışıyordu. Arada bir, ayaklanan Bedevileri tenkil etmek mecburiyetinde kalıyordu. Fakat, çok zaman, büyük şeyhler İle anlaşıp, nufûzunu kuvvetlen­ dirmeği tercih etmekte idi. İbn Sa’ üd, aynı zamanda hükümdarlığını Avrupa medeniyetine açıp, onu XX. asrın bütün nimetlerinden fayda­ landırmağa büyük bir ehemmiyet verdi. Bu hu­ susta, H. Philby'nin büyük yardımlarını gördü. Birleşik Amerika, Amerikan petrol kumpanya­ larına ve büyük sermâyelerine bağlı olan muaz­ zam menfâatleri doiayısı ile, Sa üdi Arabistan ite 4 şubat 19 4 0 ’ta siyâsî münâsebetler te’sis etti. Bugün A rabistan ’ı inzivasından çıkaran baş­ lıca sebep, petrol kaynaklarındaki muazzam gelişmelerdir. Birleşik Amerika ile 19 46 'danberi siyasî münâsebetler kurmuş bulunan Y e­ men de artık an'anevî inzivasından çıkmağa azmetmiş bulunuyor. ] B i b l i y o g r a f y a : Râşid b. 'A li alH anbali, Müşir al-vacd f i m u rifa t ansâb mulük N acd (İbn S a 'ü d ’lar tarihinin 1291 = 1875 senesine kadar olan vukuatının tarih sırasına göre tanzim edilmiş hulâsası ; yaz­ ma, müellifin elin d ed ir): ‘Osman b. 'Abd Allah b. Bişr, 'Unvan al-macd f i târik Nacd ( Bagdad, 1328 ) ; Alımed b. Zayni Dahlân, alFutuhât al-Jslâmiya (M ekke, 1 3 0 2 ) , II, 202—209: Nşr. Scott Waring, A tour to Sheeraz ( London, 1807 ), XX X I. fasıl ; [ J . L. Rousseau ], D escription du Pachalik de Bag­ dad ( Paris, 1809 ) ; ayn. mil., N otice sur la secte des Wahabis ( Fundgruben des Ori­ ents, II, 191 — 1 9 8 ) ; [Corancez], H istoire des Wahabis depuis leur origine jusqu’à la fin de 1809 (P aris, 1810 ) j [Rousseau], M émoire sur les trois plus fameuses sectes du musulmanisme (P a ris, 1 8 x 8 ) ; Sadlier, D iary o f a jou rn ey across Arabia during the yea r 1819 (Bom bay, 18 6 6 ); John Lewis Burekhardt, N otes on the Bedouins and Wahabys ( London, 18 31 ) ; Felix Mengin, H is­ toire de l’E gypte sous le Gouvernem ent de Mohammed-Aly ( Paris, 1823 ) ; Jules Planat, H istoire de la régénération de l’E gypte ( Paris, 1830 ) ; Jomard, Etudes géographiques et historiques sur l ’Arabie (P a n s, 1839) ; W. J. Bankes, N arrative o f the life and adventu­ res o f Giovanni F in a ti... who made the cam-



İBN S A ’ÛD paigns against ihe Wahabees ( London, 18 3 0 ); Harford Jones Brydges, A brief history o f the Wahauby = A n account o f his M ajesty's Mission to the court o f P ersia in the years 1807-1811 (London, 18 34 ), II; G . A . Wal­ . lin {Jo u r n a l o f the Geogr. Soc., 18 5 1, X X , 293—339 ve 1834, X XIV, 1 1 5 —2 07 ) ; ZD M G XI, 427—442 = Cevdet, Târih, IX, 362— 371 ve X V II, 214—226; Selections from the Records o f the Bombay Government, nr. XXIV, New Series (Bombay, 1 8 5 6 ) ; William G if­ ford Palgrave, N arrative o f a g ea r’s jo u r­ ney through Central and Eastern Arabia (London, 1 865) ; Carlo Guarmani, // Neged settentrionale ( Kudus, 1 8É6) ; Pelly ( Journ . o f Geogr. Soc., 1865, X X X V , 169— 191 ; Lady A . Blunt, A pilgrim age to N e jd ( London, 1881 ) ; Snouck Hurgronje, Mekka, I. 138 V. dd.; Ch. M. Doughty, Travels in Arabia D eseria (London, 1888 ) ; Ch. Haber, Jo u rn a l d ’un Voyage en A rabie ( 1883 — 1884), Paris, 1 891 ; J . Euting, Tagbuch einer Reise in Inner-A rabien (Leiden, 1896 — 1914 ) ; Nolde, Reise nach Inner-Arabien, Kurdistan und Arménien 1892 ( Braunsch­ weig, 1895 ), C. Ritter'in iktitaflari, Arabian, II, 4 7 1—520 ve A . Zehme, Arabian und die A raber seit kundert Jah ren (H alle, 1875); Dozy, Het Islamisme, s. 273 v. dd. ; Muhammed al-Batanüni, al-R ihla al-hicaziya2 (Kahire, 1329), s. 87 v.dd. ; Şâni-zâda, Tâ­ rih , I—IV, tür. yer.; Cevded, Târih, I, V, VII —XI, tür. y er.; ‘ Aşım, Târih, tür. yer.; Eyyûb Şabri, Târih-t Vahhâbiyân ( İstan­ bul, 1296). — Arap maibûâtı tarafından verilmiş olan malûmat için bk. M. Hart­ mann, D ie Welt des Islams, II, 24—54. — V ah âb îier’in tarihi bir çok tarihî roman­ lara mevzu teşkil etm iştir: [P o p e], ı4 nastasius ; or Memoirs o f a Greek ; written at the close o f the eighteenth century ( London, 1819), III ; Le récit de F a ia lla Sa yeg k ir ( Lamartine, Voyage en Orient 1832 —1833’em IV. kıs­ mında; krş. J A , 6. seri, XXXII, 165 v. d d .); C. von Vİncenti, D ie T empelstürm er Hochara­ biens ( Berlin 1873 ). ( J . H. MORDTMANN. ) İB N S A Y Y İ D a l- N Â S [ Bk. İbn seyyİd în n âs ] İBN S E B 'ÎN . İBN S A B İN, Abu MuhaMMEd ‘ABD A L-H A K Ç



B. İBRAHİM B. MUHAMMED B,



N a ş r b. Sab ’Tn a l- Ç u r a ş ! K utb al-D In . a l İŞBİLÎ AL-RakÖTİ ( 1 2 x 7 — 1269 ?), Mursiya civârmdaki Raikot’ta dünyaya gelen ve Bani S ab 'in adı ile meşhur bir âileye mensup olan bu âlim, imzâstnı ‘Abd al-Hakk b. Sab in diye atacak yerde, b. kelimesinden sonra, arap al­ fabesinde birbiri özerine mevzu iki nısıf dâi­ reden ibâret olan •? harfinin ebced hesabın­



İBN S E B ’ÎN. da kıymeti olan 70, yâni sab'in 'i ifâde etmek üzere, bir tam dâire yapardı. Bandan dolayı, İbn S a b 'in ’ den hoşlanmayanlar kendisine, is­ tihfaf tarîki ile, İbn Dâra ( = da İra ) derlerdi. Bilhassa Septe ’de ve bir müddet Bicâya ile Tunus’ta da oturmuş ve 1247 senelerinde ya nında kendi felsefî mesleğine mensup ve sab 'iniyin denilen bâzt talebeler olduğu hâlde, şarka doğru seyahate çıkmış ve Mekke ’ye g i­ derek, orada uzun müddet kaldıktan sonra, Zahabi ’ye göre, kolunun damarlarını keserek, „gûya Hakka vusûl için“ intihar etmiştir ( 1269/ 12 7 0 ). M ekke’de bulunduğu sırada, Peygam­ berliğin çalışılarak kazanılır olduğuna dâir olan fikre kapılarak, Harra dağında vafay bek­ lediği de söylenir. Böyle sözlere inanmış olma­ sının onu memleketini terke mecbur ettiğini söyleyenler de vardır. Kendisi şahsen pek ya­ kışıklı bir zât olduktan başka güzeî de giyi­ nirdi. Azamet ve gurûr-i nefs sahibi bir zât ol­ duğunu da hikâye ederler. Seyahati esc asında, bir hamamcının kendisini tanımadan zındık diye aleyhinde bulunmasına rağmen, sabır ve tahammül göstermiş olmasını nazar-i dikkate alarak, kendisinin müsamaha ve tahammül sâhibi olduğunu söylerlerse de, B u d d a l- a r if ad­ lı eserinde, kendinden evvel gelen ulemâ ve feylesoflardan hiç birini târiz, tenkit ve hattâ tezyiften hâiî kalmayan bu zâtın tahammülsüzlü­ ğünü hakikate daha yakın görmek lâzım gelir. Hayatı ve karakteri hakkında bu kadarcık mâlûmâta sâhtp olduğumuz İbn Sab'in İn eser­ lerinden en meşhur, Mukaddes Roma impara­ toru ve Sicilya kralı Frederich von Hochenstaufen II. — ki İslâm ilim ve felsefesini hırİs­ tiyan medeniyeti ile te’life çalışan münevver bir hükümdar idi ( 119 8 —1 2 5 0 ) — tarafından sorulan felsefî ve İlmî suallerden felsefî olan ilk dördüne verdiği cevaplardan müteşekkil al-A cvibat al-şakalîya ve yahut al-Kalâm ‘an al-masâ'il al-şakaliya yahut Kiiâb al-acviba ‘an al-as’ iia al-şakalîya adlı bir eseridir ki, metni Oxford ’da, Bodleian kütüphanesinde, tek nüsha olarak, mevcuttur. Bu nüshayı ilk defa 1240 senesinde keşfeden Michele Amari tavsif etmiş ( J A , 1853, I, 174— 240 ), sonradan E. Renan, A v erroes adlı eserinin ikinci tab’mda ( s. 289), eserden kısaca bahsetmiştir. İstanbul üniversitesi Edebiyat fakültesi ke­ lâm profesörü merhûm Şerefeddin Yaitkaya tarafından yazmanın istinsah yanlışları, müm­ kün mertebe tashih olunarak, evvelâ yalnız türkçe tercümesi Felsefe y ıllığ ı’nda ve sonradan ayrıca kitap şeklinde de neşredilmiştir (İstan­ bul, Î9 34 ). 1941 senesinde bu tek nüsha yaz­ manın, yine Şerafeddin Yaitkaya tarafından, Fransız Arkeoloji Enstitüsü marifeti île met



So6



İBN S E B İN .



aı de neşrolunmuştur (P aris, 1941 ), Bu met­ nin baş tarafına Henri Corbin tarafından yazılan gayet vâkıfâne bir medhal îbn Sab'in hakkında güzel bir tedkiki ve al-A cviba ah şakaliga adlı yazmanın tarih ve tavsifini ihti­ va etmektedir ( bk. İbn Sab'in Correspondance philosophique avec l’Empereur Frédéric IL de H ohensiaufen, Paris, 194.3 ). Bu medhâle gö­



re, Sab'iniya adı ile tanınan tarikat yahut mesleğin an'anesini ve nisbetini, İbn Sab’ in 'in büyük bir talebesi oîan al-Şuştari hım yazdığı bir kasidede bulmak kabildir. Bu kasideye na­ zaran, tarikat, tâ Hermes, Sokrat ve Eflâtun 'a kadar dayandığı gibi, isnadlar meyânında Şihâb al-Din al-Sulıravardi ’nin İsmine de te­ sadüf edilmektedir ( bk. L. Massignon, R e­ cueil de textes inédits concernant la mys­ tique en pays d'Islam, Paris, 1929). al-A cvibat ah şakaliga ’nin fransızeaya tercümesinin de, H.



Corbin tarafından yapılacağını bu medhalde okuduk İse de, henüz intişâr etmiş değildir. Diğer taraftan Bud al-’a rif ’İn metni râhip Esteban Lator tarafından neşredilmek ve berâberce bir de İbn Sab’in ’in şahsiyeti ve fel­ sefî mesleği üzerine, bir etüt ilâve olunmak üzere bulunduğunu da aynı membadan öğreni­ yoruz ( Ï943 ). Bu küçük istitrattan sonra, impa­ rator Frederic 'in sorduğu suallere gelince, bu sualler İbn Sab’ in 'e MuVahhidin hükümdarı ‘Abd al-Vâhid R aşid vâsıtası ile yollanmıştır. al-A cvibat al-şakaliya ’nin başında yazıldığına göre, suallere daha evvel Anadolu, Şam, Irak ve Mısır 'dan gelen cevaplar beğenilmemiş ve sonradan İbn Sab'in ’e gönderilmiştir. Sualler­ den birincisi âlemin kıdemi meselesi, ve bu kı­ dem hakkında A risto 'nun sözlerinin izâhı ; ikinci sual ilahiyat ilminin ne olduğuna dâir ; üçüncü sual makalelerin izahı, dördüncü sual rûhun mâhiyeti hakkındadır. En sonra da Aristo ile şârihi Alexander Apbrodias arasın­ daki ihtilâfa dâir bir sual ilâve olunmuştur. Bunlara İbn S a b 'in ’in verdiği cevapların ter­ cümesi, bâzı şerhler ile berâber, 150 sahife tutmaktadır. Bu cevapların hemen hepsi Aristo mantık ve felsefesine, İslâm kelâmına dayanan usûl ve kavâide uyularak yazılmış ve ancak o zaman kendisince mâlûm olan yunan ve İslâm felsefesinin ve mantığının bütün mâlûmâtı gü­ zelce toplanmış ise de, gerek türkçe tercüme­ sine ve gerek E, Renan ( bk. agn. esr. ) ’a göre, İbn Sab'in ’in bu cevaplarda hakikaten çok yüksekten atan ve kimseyi beğenmeyen bîr tarz ve edâsı vardır : msl. bir çok yerlerde imparatorun suâl sormasını bile bilmediği, il­ minin kâfi olmadığı tarzında yüksekten atışlar hakikî ilim âdabına yakışmayan tavırlardır. Yine bu cevapların bir iki yerinde muttasıl



imparator ile karşı-karşıya oturup konuşmak istediği veyahut bir mutemedini gönderirse ona anlatacağını söylemesini ve hele ikinci suâlin cevabının nihâyetinde: »Alimler bu türlü suâllere cevap vermekten kendilerini yüksek tutarlar. E ğer onlar benim sana cevap verdi­ ğimi duyarlarsa beni hakarete mârûz kılacak­ lardır.“ mealindeki bir cümlesini E. Renan, tamâmiyle başka bir mânada alarak, böyle me­ selelere cevap verdiği için kendisinin takibata dûçâr olacağı mânasını çıkarmıştır. Çünkü bu cümleden sonraki cümleyi „sualleri daha ka­ ranlık ve güç anlaşılır tarzda sor“ manâsında anladığı İçin, daha evvelki cümleyi o suretle izah yoluna düşmüştür. Hâlbuki İbn Sab'in imparatora : — „Bana soracaksan böyle her kesin bildiği meseleleri değil, daha derin ve daha güç meseleleri ( ğ a m iia ) sor“ — diye bîr kere daha azamet ve gurûrunU göstermiştir, ibn Sab'in 'in bu eserini Septe ’de genç iken yazmış olduğu, talebesinden Yahya ismindeki zâtın N afk ahtibb ( 1, 4 1 9 ) adlı eserinden anlaşılıyor. Yine_ bu talebenin söylediğine nazaran, İbn Sab in’in 15 yaşında iken yazdığı, Budd al-‘a rif adlı bir eseri vardır. Bu eserin bir nüshası ifş a ’ al-hikmat al-ilâhiya adı altında, Süleymâniye kütüphânesinde, Vehbi Efendi kitapları arasında, 883 numarada, mevcuttur. Bu eserde bilhassa kendisinden evvel gelen ulemâ ve fey­ lesoflar birer-birer tenkit ve tezyîf edilmekte ve ancak Fârâbi ’nîn hak güneşine eriştiği ve di­ ğerlerinin şarlatan ve gürültücü insanlar olup, ekserisinin Aristo mukallidi olduğu söylenmek­ tedir. Eserlerinde felsefeyi dâima aşağı gören İbn Sab'in tasavvufu daha yüksek tutmaktadır. Münderecâtmın bu hulâsası nazar-i dikkate alınırsa, böyle bir eserin on beş yaşında yazılmış oldu­ ğunu söylemek ancak bir hurafe nakletmekten ibarettir. Bu eserlerden başka, bir de A srâ r alhikmat al-m aşrikiya adlı bir eseri İle, Kitâb alad vâr al*mansüb adlı bir mûsikî eseri bulunduğu soylenilmektedir ( bu son eser için bk. H. G, Fariner, H isiorg o f Arabian Mu sic ( 1929, s. 226). B i b l i y o g r a f y a : M. Şerefeddin Yaltkaya, Sicilya cevapları ( İstanbul, 1934) ; Mi­ chèle Amari, Questions philosophiques adres­ sées aux savants musulmans par Frédéric



IL ( J A , 1853, 240—2 7 4 ) ; A . F. Mehren, Correspondances d’Ibn Sab'in avec F ré­ déric IL, publiées d ’après le M s. de la Bodleienne contenant l’analyse gén érale de cette Correspondance et la traduction du quatrième traité ( J A , 1879, XIV, 34 1—334)", H. G. Farmer, H istory 0} arabian Music



( London, 191 9). s. 226. (Bu makale A . AdNAN-AdIVAR tarafından, toplama sureti ile, tevsî ve ikmâl edilmiştir. ]



İBN S E R Â Y Â İBN S E R Â Y Â . [ Bk. Hİl l î .) İBN SE Y Y İD İN N Â S. İBN SAYYİD a l ­ NAS, F a t h a l -D I n A bu 'l -F a t h M u h a m m e d b . A b! B a k r M u h a m m e d a l - Y a ' m a r ! a l - A n d a -



LUsI ( 1 2 6 3 ? —1334),



14 zilkade 661 = 1263 (başkalarına göre 671 = 1 273 'te ) tarihinde K ah ire'de doğmuş ve 1 1 şâbân 734 ( 1 3 3 3 1 1334 ) 'te vefat etmiş a r a p h â l t e r c ü m e s i m ü e l l i f i d i r . Kahire 'de ve Şam ’da tahsil etmiş ve Kahire ’de Zâhiriya 'de hadîs okutmuş­ tur. 'U yun al aşar f i fu nu n al-m ağâzi, at-şamà>il va 'l-siy ar ( Brockelmann 'da biraz farklıdır; aş. bk.) nâmında, Peygamber 'in mufassal bir hâl tercümesini vücûda getirmiştir. Şerh ve hülâsa­ lar hakkında bk. Brockelmann ; ayrıca Buşra ’l-tabîb f i zikra ’l- Habib unvanı ile, Peygam­ ber 'in medhine dâir, bir çok kasideler yazmış­ tır. Bunlardan biri Kosegarten ( Stralsund, 1 8 1 5 ) ve R. Basset ( Louvain, 1886) tarafın­ dan kısmen neşr ve tercüme edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a t krş. Brockelmann, G A L , II, 71 v.d.; Pons Boigues, Ensayo bio bibliográfico, s. 320 v.d. ; R. Basset, Mélanges africains et orientaux, VII. fasıl (Paris, 19 15 ). İBN S ÍD A . [ Bk. İBN sÎde.] İBN SÎDE. İBN SÏDA, A b u ' l - H a s a n ‘A l î B. İSMÂ'İL (y a h u t AHMED



veya MUHAMMED)



B. SÎDA



İspan ya'da



Murcie



mantık



âlimi



( 1 0 0 6 ? — JOĞ6),



'de doğmuş bir l i s a n v e



ve aynı zamanda ediptir. Takriben 60 yaşında, 458



senesi rebiyülâhırında



( 35



mart



1066 ) ,



Denia 'da vefat etmiştir.



Babası gibi kör olan İbn Sida, kıymetli bir lisan âlimi olan babasından, yine lisan müte­ hassıslarından Abu 'l-'A la' ŞS'id al-Bağdadi ’den, Abü ‘Omar Ahmed b. Muhammed ai-Talamanki ’den, Şal İh b. al-Haşan al-B ağdadi’den v.b. ’dan ders almıştır. A m ir Abü ’l-Cayş Mucâhid b. ‘Abd Allah al-'Âm iri 'ye intisap etmiş ve onun vefatından sonra da Am ir Abu 'l-Cayş 'in halefi olan Amir İbn al-Muvaffak 'ın nezdinde yerleşmiştir. Fakat bilâhare, bu zâta karşı müs­ tağni bir vaziyet alarak, onun yanından kaçmış ve itizar ifâde eden bir manzume göndermiştir. Kitaplarından yalnız üç tanesi mevcuttur; 1. K itâb at-muhaşşaş, bir büyük lügattir. Bu eserde kelimeler muayyen sınıflara göre, grup hâlinde toplanmıştır. 17 ciid olarak Bülâk ’ta, 1 3 1 6—1 3 2 1 'de neşredilmiştir. 2.K itâ b . almuhkam va ’l-muffif al-a'zam, büyük ve mü­ kemmel bir lügat olup, burada kelimeler alfabe usûlü ile, ilk hecelere göre, fakat şu sıra ile, tertip edilmiştir : ’ayn, ha, ha, kâ, ğayn, kâf, kâf, cim, şin, iâ d , şad, sin, zay, tâ, dâl, tâ, eâ, zâl, şâ, râ, lam, nün, fâ , bâ, mim, hamza, yâ, vâv (Brit.M u s.,Su pp l., nr. 8¡;4,Hidiv.kütüp,, Fıhr., IV, 184, eksik bir nüsha ). 3. K itâb şark



İBN SÎN Â. muşkil al-Mutanabbi, al-Mutanabbi D ivân 'inin yalnız güç beyitlerinin şerhidir. Hidiv kütüp., Fihr., IV, 273. B i b l i y o g r a f y a : ibn Hallikân, Vafây â t ... (Kahire, 13 10 ), I, 342 ; al-Suyüti, B ağyat al-vu'ât (K ahire, 13 2 6 ), s- 327; Yâküt, Irşâd al-arib, V , 8 4; al-Şafadi, Nakt alhimyân fi nakat al-‘umyân ( Kahire, 1329 ), s. 204 ; al-Zabbi, Buğyat al-multamis, s. 405, nr. 12 0 5 ; Şâ'id al-Andalusi, Kitâb tabakât al-umam (Beyrut, 19 12 ) , s. 77 ; İbn Başkuvâl, Kitâb al-şila, s. 410, nr. 889; Broekelmann, G AL, I, 308, v.d., krş. II, 697 ; Suppt. 1, 542. ( Moh. Ben Cheneb.) İBN A L -S jK K iT . [ Bk. İBNÜSSİKKÎT.] İB N S İN A . [ Bk. îbn s în â .] İB N S ÎN Â . İBN SÎN Â , A b ü 'A l î a l -II u sa yn b . 'A bd A lla h İbn S în â (980—10 37 ) İ s i â m â l e m i n i n en b ü y ü k f e y l e s o f l a r ı n d a n d 1 r. Garp orta çağında Avicenna diye tanınmış id i; fakat yakın zamanlarda garplılar da İbn Sina adını kullanmağa başladılar. H a y a t ı . İbn Sina ’ran babası 'Abd Allah aslen belhüdir. Mâveraünnehr ’de büküm süren Sâmân-oğuilanndan Nuh II. (976—997 ) za­ manında Buhârâ 'ya gelmiş, devlet ricâline nufûz ederek, bu sayede Buhârâ 'da me’mûriyete tâyin edilmiş ve bir müddet sonra, bir mâliye vazifesi ile, Buhârâ civarında Harmayşan 'e gön­ derilmişti. ‘Abd Allah Harmayşan ’e yakın Afşana nahiyesinde evlendi. Abu 'A li Husayn burada doğdu ( 370 = 980 ). İbn Sina ’nın kendi hayatı hakkında Curcâni ’ye verdiği mâlûmâtı İbn A bi Uşaybi'a, Tabakât al-atibbâ' ’da şöyle naklediyor : — „Ben beş altı yaşında iken, babam tekrar Buhârâ 'ya döndü, bizi de birlikte gö­ türdü. Buhârâ 'da ilk tahsilimi gördüm. On yaşına geldiğim zaman K a r’an’ı ezberlemiş ve bir çok bilgi edinmiştim. B ir kaç sene sonra ayrı-ayrı hocalardan hesap, fıkıh ve kelâm okudum; bu sırada B u hârâ’ya 'Abd Allah Nâtili adında bir âlim gelmişti. Babam bu zâtı evimize dâvet e tti; ondan mantık ve felsefe öğrendim. Son derslerde al-Micisti ’ye kadar gelmiştim. O sırada, tıp da tahsil ediyor­ dum. Nazarî bilgimi hastalar üzerinde müşâhe delerle tamamlıyordum. Kitap okumaktan ziyâde, doğrudan-doğruya tecrübe ve müşâhededen fay­ dalandım. On sekizime kadar bu suretle fasıla­ sız çalışmağa devam ettim. Geceleri de oku­ makla veya yazmakla meşgul olurdum. Uyku bastıracak olsa, bîr bardak bir şey içerek açılı­ yor, yeniden çalışmağa koyuluyordum. Uykuda bile zihnim okuduğum şeyler ile meşgûl oluyor­ du, Ekseri uyandığım zaman, evvelce halledeme­ diğim bâzı şeylerin uyku sırasında halledilmiş olduğunu görürdüm. Daha sonraları mâ bald al-



Soâ



İBN s i n â .



tabi’a ile uğraşmağa başladım. Bu meseleye dâir Aristo ’dun kitabını, belki kırk defâ oku­ duğum hâlde, anlamamış ve ye’se düşmüştüm. B ir gün mezatta bir kitap satılıyordu. Dellal bu kitabı almamı tavsiye etti. Bu, Fârâbi ’nin, bir türlü halledemediğim metafizik meselelerine dâir bir kitabı idi. İşe yaramaz diye kitabı almak istemedim. Fakat dellal, sahibinin paraya ihtiyâcı olduğundan, ucuz alınabileceğini söyliyerek, İsrar etti. Kitabı aldım. Eve dönünce, hemen okumağa koyuldum. O vakte kadar bîr türlü anlayamamış olduğum metafiziği tamamen kavradım. Bu hâle son derecede sevindim. A llaha şükrederek secdeye kapandım ; fakirlere sadaka dağıttım,“ — Bu sözler gösteriyor ki, İbn Sinâ felsefî bil­ gisinin temellerini Fârâbi ’ye borçludur. Bu k i­ tap Fârâbî 'nin al-Ibâna 'si idi. İbn Abı Uşaybi’a gibi, İbn fjiâllikân da bu hâl tercümesini Curcâni 'den aynen almıştır. Djamii Saliba 'nin söylediği gibi, Aristo metinlerinin müslümanlar tarafından tekrar-tekrar dikkatle okunması Grek feyleso­ funa karşı sonsuz hayranlıktan değil, metinle­ rin mübhernliğinden geliyordu. Çünkü banlar her şeyden evvel ikinci veya üçüncü elden ter­ cüme edilmişlerdi. İkincisi de bu eserler çok defâ hıristiyan şârihlerin elinde az-çok tahrif edilmiş bulunuyordu. Nihayet bu eserlere aynı zamanda gnostioisme ve sâbi’îlik ( Yeni Harran ) te'sirleri karışmış idî. Muhtelif devirlerde Aristo eserlerinin bâzı kısımlarının tercümesine mü­ sâade edilmiş, bâzı kısımları yasak edilmişti. Bu tahditler tercüme ve şerh işlerini son derecede karıştırıyordu. Bu yüzden A risto 'nun bâzı kitapları anlaşılmaz bir hâle gelmiş bulu­ nuyordu. Nitekim kendisi de Aristo 'yu ancak Fârâbi 'yi okuduktan sonra anlamış olduğunu söylemişti. İbn Sin â 'nin fikrî inkişâfında Sâmânoğulları kütüphanesinin büyük rolü olmuştur. Nühı b. Manşür, İbn Sinâ 'nin tedavisi ile iyi olmuş, bu başarı genç âlîme Şivân al-hikma adındaki saray kütüphanesinin müdürlüğünü kazandırmış İdi. Fârâbi 'nin kendi el-yazısı ile yazılmış olan al-Ta'lim al-şani adlı büyük eseri de bu kütüphanede bulunuyordu. İbn Sinâ 'mu felsefedeki bilgisinİntn büyük bir kısmını Sâmân-oğulları sarayındaki bir yan­ gında mahvolan bu esere borçlu olduğu rivâyet edilir. Yirmi yaşma doğru babasının, biraz sonra da hâmisi olan Sâmâtti hüküm­ darının vefatı ve daha sonra memlekette zu­ hur eden siyâsî karışıklık yüzünden feylesof, Buhara 'dan çıkmağa mecbur oldu. Bu devirden sonra İbn Sinâ çok karışık ve sıkıntılı bir ha­ yat geçirmeğe başladı. Önce Hvârizm 'e gitti ( i o o i ). Hvârizm emîri 'A li b. Ma’ mun 'un sarayında Abu Rayhân al-Birüni, Abu Naşr



al-'İrâki, Abu Sa'id Abu ’İ-Hayr v.b. gibi zama­ nının mârûf âlim ve mutasavvıfları ile tanıştı. Bir müddet sonra, burayı bırakarak, Irâk-i Acem 'e geçti. Mücessime ve müşebbihe mezhebierini kuranlardan felsefe düşmanlığı ile tanılan Abu ' Abd Ailâh Muhammed b. Karrâm 'm telkini altındaki Gazneli Sultân Mahmüd 'un tâkibâiına uğramaktan korkmuş ve dermansız bir bâide Curcân 'a ulaşmış idi ( 1009 }, Bu defa hayatını güçlükle kurtarmış olduğu gibi, bundan son­ ra da yeni bir maceraya atılmış bulunuyordu. 10 1 $ tarihinde, Curcân 'dan Rey 'e geçen İbn S in â, Buvayhi 'ierin parçalanmasından doğan küçük emaretlerin birinden ötekice sığınmak suretiyle, üzüntülü zamanlar geçirdi. Bu karışık hayatta feylesof bâzan hekim, bâzan vezir, bâzan siyâsî bir mahkâm olmuş idi. Çok defa siyâsî meselelerde reyi sorulduğunu görü­ yoruz. Eserlerinin tenevvüü, mevzularının ge­ nişliği ve sayısının çokluğuna bakacak olursak, büyük feylesofun fikrî verimini, bu kadar sıkıntılı ve intizamsız bir hayat içinde, nasıi te'min ettiğine şaşmamak kabii değildir. Eser­ leri tıbba, mantığa, felsefeye, fizîke, tabiiyâta, psikolojiye, hâsılı zamanı ilimlerinin çoğuna dâir idi. 1023 'ten itibaren, feylesofun hayatı hür düşünceli ve bilgili bir şahsiyet olan ‘A la’ al-Davla Abu Ca'far Kükuvayh 'in yanında geçmiştir. Emîr onu barbe gittiği zamanlar bile beraberine alıyordu. İbn F â r is 'a karşı seferinde İbn Sinâ yine yanında idi. Feylesof bu sırada hastalandı ; esâsen intizamsız ve çok yorgun geçen hayatı yüzünden sıhhati hayli zamandan beri bozuk id i; sefer devammca hü­ kümdarı tâkip etmek mecbâriyeti hastalığını arttırdı, Bîtâb bir hâlde İsfahan 'a döndü. Bu­ rada bir dereceye kadar sih hatini kazandı ise de, tekrar ‘A iâ’ al-Davla ile Hemedan 'a hareket edince, bir müddettenberi çektiği kulunç has­ talığı nüksetti. Hemedan'a girdiği zaman has­ talık son devresinde idi. İbn Sinâ pek az sonra, 1037 haziranının 21 'inde, bu şehirde, vefâtetti. E s e r 1 e r 1. O, K . al-U sälnciyä te’siri ile eflâtuncu sahte A ristoculuk'tan mülhem Fârâ­ bi 'nin açtığı yolu devam ettirdi. Felsefî aki­ desi garpta Augustinus felsefesine o kadar yakın görüldü ki, onun fikirleri sâyesinde Au­ gustinisme cereyanı canlandı. Vakıa Augustinus tecellî (ém anation) fikrinden uzak idi. Fakat iki felsefe arasında âdeta bir muvazilik var idi. Saint Thomas, İbn Sinâ 'yi tenkid etmekle beraber, İbn Ruşd 'e hücüm ederken, ondan çok faydalandı. H âsılı hıristiyan orta çağında bü­ yük Islâm feylesofunun çok mühim mevkii var idi. İbn Sinâ pek genç yaşında eserlerinden en büyüğü ve en sistematik! oian Ş ifâ 'y ı yaz­ dı. Bu kitap mantık, iabiiyat ve metafizikten



İBN SİN Â. ibaret olmak üzere, bütün felsefî sistemini ih­ felsefî sistemini anlatmağa çalışmışlar, bilhassa tiva ediyordu. Ondan sonra, kısmen daha muh­ İkincisi feylesofun garp orta çağındaki te’siri tasar olarak, kısmen de Ş ifa 'din bâzı bahisle­ ve hırıstiyan feylesofları tarafından tenkidi rinden iktibaslar yapmak sureti ile, NacSt ’ı vü­ üzerinde durmuştur. Emile Bréhier feylesofun cûda getirdi. Hayatının sonlarına doğru, sistemi sistemini grek felsefesinden garp orta-çağma üzerinde bâzı tâdiller ve düzeltmeler yapmak intikal yolunda bir merhale olarak incelemiştir. üzere, al-lşârât v a ’l-tanbihât ’ı yazdı. En son Fakat umumiyetle garp fikir tarihçileri İbn eseri fiik m a -î ‘A lS 'i olup, Buvayhi emîri 'A la' Sinâ 'nın Yeui-Eflâtunculuğu noktasında birleş­ al-Davla adına, farsça olarak, yazılmıştır. İbn mektedir. Feylesof, meşşâî olarak tanınmasına Sina ’nm al-H îdâga ’si, mantık, tabiiyât ve ilâ- rağmen, hiç bir zaman, İbn Ruşd 'de olduğu gibi, hiyâttan bâhıs olup, İslâm fikir tarihinde en çok doğrudan-doğruya Aristo sistemini aksettirmiş şerh ve tahşiye edilmiş eserlerden biridir, Fey- değildir. Sisteminde Eflâtun 'un bâzı fikirleri, lezof 'un farsça şiirleri de vardır. bilhassa Yeni-Eflâtuncu şerhler büyük bir rol İbn SinS arapça yazmış olan ilk sistematik oynamıştır. A yrıca A risto 'ya atfedilen apo­ feylesoftur denilebilir. Fârâbi'nîn eserleri risa­ cryphe eserlerde sistemin büs-bütün hakikî leler, tâlikler hâlinde olduğu ve birbirini ta­ A risto 'dan ayrılmasına sebep olmaktadır. İbn Sinâ ilimleri evvelâ kendine mahsûs bir mamlamak sureti ile sistemini bulmak isteyen kimse büyük güçlükler ile karşılaştığı hâlde, prensibe, yâni madde İle suretin birbirinden ayrı İbn Sin â 'nın eserleri felsefenin muhtelif ba­ olup-oimadığına göre üçe a y ırır: i . al-u lam hislerini içine alan tamâmen sistematik kitap­ al-'ö liy a ( „yüksek ilimler“ ), madde ile ilişiği lardır. İbn Sina 'yi tetkik edenlerden bir kıs­ olmayan bilgiler: al-hikmat al-nlâ (m etafizik) mı Ş ifa ’yı esâs olarak almışlar, bir kısmı veya mâ vara a l-ia b ıa , z. al-u lu m a l-sa f ila muhtasarı olan Nacât Üzerinde durmuşlardır. („mâddeye bağlı ilimler“ ) : fizik ve tabiiyat. 3. Fakat felsefede al-îşârât 'ın yaptığı düzeltme­ a l-u lû m al-vustâ ( „orta ilimler“ ) bâzen ta­ leri ve hayatının sen devrine âit olan al-H ik- biatın ötesine ( mâ va ra ’ a l-ta b ıa ), bâzen mat al-maşrilçiya adı altında toplanan risa­ de maddeye âittîrler. Birincilerde sûret ve lelerdeki fikirlerini de göz önüne almak lâzım madde ayrıd ır; İkincilerde sûret madde ile gelir. Kitâb al-kânun f i ’l-iibb adlı eseri, tıbba bitişiktir; üçüiıcülerde sûret maddeden zibnen âit kitaplarının en büyüğü olduğu gibi, İslâm ayrılır. Feylesof ayrıca, Aristo 'ya daha sâdık tıbbmdakı araştırmaların tedvini olması bakı­ olarak, ilimleri İki umûmî kısma ayırmakta­ mından da. çok mühim bir eserdir. Feylesof, dır : a. nazarî bikmet, yalnız bilebileceğimiz, zikrettiğimiz kitablarmın tabiiyâta dâir bahis­ fakat kendisi ile amel edemiyeceğimiz şeylere lerinden başka, Tis' rasâ 'il f i ’l-lıikm a va ‘l- âittir. b. amelî hikmet, hem bilmek, hem tabciyât adı altında neşredilen rİfâlelerde tabiat yapmak iktidarında olduğumuz şeylere âittir. ilimlerini birer-birer tetkik etmektedir. Ayrıca Nazarî hikmet de şu kısımlara ay rılır: 1. tabi’î Kitâb a l-n a fs ’iuAt psikoloji hakkındaki fikir­ hikmet, harekete ve değişmeğe tâbî şeylerin lerini izah etmiştir. bilgisidir. 2. Riyâzî hikmet : varlığı değişmeğe D]amil Saliba ve Mile Goichon İbn Sinâ sis­ bağlı olduğu hâlde, zihinde değişmekten tecrid temini, metafizik mihverine göre, tetkik etmiş­ edilen şeylere âit bilgidir. 3. Hİkmet-i ulâ ler ve metafiziğinde bilhassa zât ve vücûdun (felsefe-i û lâ ) : varlığı değişmekten münezzeh ayrılışı meselesi tetkiklerinin sıklet merkezini olan şeylerin bilgisidir. Am elî hikmet de şu teşkil etmiştir. Onlara göre, feylesofun mantığı, kısımlara ayrılır : 1 . a l-Siyâsat al-m adanîya tabiat felsefesi bu esâslara bağlıdır. İbrahim (medenî siyâset), 2. ‘ilm tadbir al-manzil Madkûr İbn Sinâ ’nın mantığına birinci dere­ ( tedbîr-i menzil ilmi ), 3. ‘ilm al-ahlak ( bulk­ . cede ehemmiyet vermiş, onun, grek mantığına ier ilmi ). a. M a n t ı k . İbn Sinâ bütün eserlerine mantık nazaran, ne derecede ilerilemiş olduğunu be­ lirterek, sisteminin husûsiyetlerini buradan çı­ ile başlıyor. Aristo felsefesinde de bu böyledir. karmak temâyülünü göstermiştir. Carra de Fakat İbn Sina mantıki, umûmî şeması itibarı Vaux, NacSt 't esâs olarak almış, bütün tahlil­ ile, grek feylesofuna sâdık olmakla berâber lerini buna göre yapmış, M. Horten ise, Ş ifa 'yı ondan çok yenidir. İbrahim Madkûr ve Go'ılâtince versionuna göre, noksan olarak, Die chon'a göre, İbn S in i mantığına adetâ modern Genesung der Seele adı ile, tercüme etmiş mantığın başlangıcı gözü ite bakılabilir. Ha­ olduğu gibi, tahlillerinde de buna dayanmıştır. milton 'dan asırlarca evvel modern mantığın Hâlbuki Ş ifa 'nm Su ffu cientia adlı lâtince bir çok meseleleri orada görülmektedir. Fey­ tercümesinin ilk kitabından büyük bir kısmı lesofa nazaran bütün bilgiler ya faşavvu r ya eksiktir. Quadri ve Et. Gilson, doğrudan-doğ- tasdik 'tır. Tasavvur ilk ilimdir ve h ad ( târif ) uııçjruyace tercümelerine dayanmak sureti ile, île kazanılır. Tasdik kiyâs ile kazanılır ve ha­



ÎBN SİN A. kikî, bâtıl, hakikata benzer v.b. kısımlarına ayrılır, insanın yaradılışı, umumiyetle, bu kısımları ayırmağa müsait değildir. Akıllar arasında ihtilâf olduğu zaman bu vâsıtalar ile işin İçinden çıkılır. İbn Sina ’ya göre, man­ tık nazarî bir sinâattır (Şinâ'at n azariya). Hangi suretler ve maddeler ile doğru had ( t â r İ f ) ve doğru kıyas olacağım tâyin eder ki, onlara hakikî had ve hakikî burhan de­ nilir. Bunlardan başka ayrıca eedelî, lıatâbî, mugâlatî, sofıstâî istidlalleri de tedkik etmektedir. Aristo 'nun Peri Hermenea bahsinde yaptığı gibi, İbn Sina da ilk önce lâfızların tetkiki ile işe g ir­ mektedir. Lâfızlar, mufrad ve murakkab olarak, ikiye ayrılır. Müfred lâfızlar ( al-alfâz al-mufrada ) mânaya delâlet eder, yoksa cüz’ülerinden bir cüz’e delâlet etmezler, mürekkep lâfızlar {alalfâ z al-marakkaba ) bir kaç kelimeden mürek­ kep olup, tek bir mânaya delâlet ederler. Müfret lâfızlar da ayrıca küliî veya cüz’î olur­ lar. Tek bir kelime ile bir çok şeylere delâlet eden lâfızlar küllidir. Cüz’î müfred lâfzın mânası tektir. Bundan sonra İbn Sina zâ ti mef­ hûmunu inceliyor. Her küllî zâtî, fakat arazî­ dir. Zâtî bahsedilen şeyin mâhiyeti kendi­ siyle kaim olandır. Zatînin tarifinde mâna­ sı ayrılamaz demek yetmez. Mânası vücûttan ayrılamaz demek de yetmez. Vahm ’de ayrılmış bile olsa, bu ayrılış sahîh değildir. Bir müsellesin zaviyelerinin iki kaimeye müsâvî olması bütün müsellesler İçin vasıftır ve vücutta ve vehim­ de ayrılamaz. Eğer ayıracak olursak, müsellesin mevcut ve zâtî olmadığına hükmetmek icâp et­ m ez: müssellesteki bahsedilen vasıf gibi. İbn Sina burada orta çağın beş küllisi diye tanılan vePorphyrius 'un îsagogia ’sının mevzûunu teşkil eden alfâz-i hamsa ’yİ tetkik ediyor. Bunlar da cins, nev’i fasıl, hassa ve arazdır. Cins bîr çok neviîere „Bu nedir ?“ denildiği zaman verilen ce­ vaptır. Neviler suretleri ile ve zâtî hakikatleri İle muhteliftirler. Cinse muzaf olan nev’in sayısı bilinmez. Nevi küllî ve zatîdir ki, bir çok şey­ lere „Bu nedir ?‘‘ suâline karşı cevap olarak ve­ rilen şeydir. Nefs sahibi cism için hayvan nevi’dir; insan ve at için hayvan cinsdir. Cinslerin üstünde Cins al-acnâs ( „cinslerin cinsi" ) vardır. Nevilerin üstünde de N a v' al-antıa ( „nevt’lerîn nev'i“ ) vardır. F a şl cins alttndaki nevide „Bu onlardan hangi şeydir ?“ suâline karşı verilen cevaptır ki, küllî ve zâtidir, insan için hangi hayvandır diye sorulunca, onu diğer hayvanlar­ dan ayıran nâfik vasfı söylenir. Nâtık insanın faslıdır. Hâssa, tek bir nev'e delâlet eden kül­ lidir ki, zâtı İle değil, arazı ile „O hangi şeydir?" suâline cevap olarak verilir: insanda gülücü­ lük vasfı gibi, al-'Araz al-âm m , arazî olan veya gayr-i zâtî olan küllî, müfreddir. Mânasında bir



çok neviler iştirak eder : „kireçte ve sütte beyaz­ lık“ gibi. Bir şey ya ‘at/n halindedir veya ve­ himde suret ( al-şârat al-zihniya ) halindedir yahut ifâde eden sözler ve lâfızlar hâlindedîr yahut da yazılı kelimeler halindedir, fsm husûsî bir varlığa delâlet eden müfred lâfızdır. Kelime mâna ve zamana delâlet eden bir şeydir. Edat kelimenin başına ilâve edilen ve ona hamli icâp ettiren işarettir. Söz ( k a v i } mürekkep lâfızdır. Kaziye iki şey arasındaki nisbettir ki, onun hük­ mü, ya doğruluğa, ya yanlışlığa delâlet eder. tfa m li kaziye bu nisbetin mutlak olduğu hâldir. Şa rti kaziye nisbetin bir şarta bağlı olduğu hâldir: „Güneş doğarsa gündüz olur", „Bu sayı çift olursa öteki sayı tek olur“ gibi. Şartî kaziye­ ler de ya muttasıla, yahut m unfaşila olur. Di­ ğer bir kaziyyenin lüzumunu icâp veya selbederse muttasıladır ki, buna birinci misâli vere­ biliriz. Diğer bir kaziyenin tüzûmunu icâp veya selbettirmezse munfasıladır ki, buna da ikinci misâli verebiliriz. î câb iki şey arasında nisbe­ tin vukûu demektir. S a lb iki şey arasındaki nis­ betin kaldırılmasıdır. Varlığı veya yokluğu, başka bir şeye göre, hükmedilen şey maf/mûl ’dür. Başka bir şeyin var olup-olmadığına ken­ disiyle hükmedilen şey mavzü' ’dur. Mevzuu cüzî, bir şey olan hamli kaziyeye mahsusa denilir; „Zeyd kâtiptir“ gibi, Mevzûu kullî olan, fakat hükmün küllünde mi, cüz’ünde mi olduğunu bildirmeyen hamli kaziyeye muhmala denilir, „insan beyazdır“ gibi. Mevzûu küllî olan, ayrıca külle mî, cüz’e mi, selbe mi, İcaba mı âit olduğu bildirilen kaziyeye mahsura denilir. Mahsur kaziyeler mantığın esâs kısmını teş­ kil ederler kİ, İbn S in a ’nın N a c â t’da tafsil ettiği bu nevi begüne kadar İslâm mantığına âit eserlerin başlıca mevzuunu teşkil etmek­ tedir. İbn Sina bundan sonra kaziyeleri, mad­ delerine göre tedkik ediyor: i. al-mâddat al-v âcib a: „insanda hayvanlık hâli, gib i; selbi mûteber değildir. 2. al-M âddat alm u r n ia n i'ü „insanda taşlık hâli“ gibi. İcâbı muteber değildir. 3,“ al-M âddat al-m am kina: „insanda kâtiplik hâü“ g ib i: bunun hükmü bâzan mevcut, bâzan da değildir. A yrıca bir de ka­ ziyeleri, cihetlerine göre, tetkik ediyor. Üç cihet vard ır: 1. vâcib, vücûdun devamına de­ lâlet eder. 2. MumtanV, yokluğun devamına delâlet eder. 3. Mumkin, varlığın ve yokluğun devamsızlığına delâlet eder. Cihet ile madde arasındaki fark şudur ki, cihette mânalardan birine delâlet ettiği tasrih edilmiştir ; madde ise kaziyenin bir hâlidir ve bunlar tasrih edilme­ miştir. içinde mevzûu, mahmûlü, rabıtası, ciheti zikredilmiş olan kaziyeye ru b a ig a denilir, ibn Sina burada mümkün, vâcib, mümtenî ( imkân­



İBN SÎN À . sız ) ve zarurî hakkmdaki tahlillerde man­ tıktan metafiziğe geçiyor ki, ileride bunları metafiziğin temel mefhûmları olarak tetkik edecektir. İbn Sin a daha sonra mutlak kaziyeler ( alm utlakât) bahsine giriyor. Onca mutlak hak­ kında iki rey vardır. Birincisi Theophrasios ve daha sonra Themistius ’un kanâatidir, İkincisi İskender ve talebelerinin ( Alexandre d’Apbrodise ) fikridir. Birincisine göre mutlak, hüküm­ de zarurî veya mümkün cihetin zikredilmediği hâldir. İkincilere göre — kİ çoğu Pyrrhon 'dan tahsil etmişlerdir — mutlak zikredilen dört ci­ hetten birinden gayrinin hükmünde zaruret ol­ mayandır. İbn Sina burada şârıİllerin görüşlerini münâkaşa ediyor. Bundan sonra zarurîleri, müm­ künleri, mütekabil kaziyeleri, tenakuzu ; mutlak­ lar, zarurîler ve mümkünlerin akislerini tetkika giriyor. Kıyas bahsinde feylesof onları evvelâ kam il ve ğ a g r-i kâm il olmak Üzere, ikiye ayırı­ yor. Sonra kâmil kıyaslarda da daha esaslı olarak, iktirânî ve istişn S Î nevilerini görüyor. İLctirânî kıyas mukaddemleri zımnen neticeyi ve nakîzı ihtiva eden kıyastır. İstisnai kıyas, mukaddemleri sarahatle netice veya nakîzi ih­ tiva eden kıyastır. Birinciye misâl : „Abdullah eğer mü’min ise haksızlık etmez. Hâlbuki o mü’mindir, öyle ise haksızlık etmez.“ İkinciye m isâl; „H araret bir gün devâm eder ise, nabız hissedilecek kadar değişir. Fakat nabız değiş­ memiştir. O halde hararet bîr gün devâm et­ memiştir.“ gibi. İktirânî kıyaslar da ham li, şarfi veya hamlişartî olabilirler. Sonraki mantıkçıların çoğu yalnız hamlî kıyaslar ile meşgûl olmuşlardır. İstisnâî kıyas bahsinde İbn Sına evvelki man­ tıkçılardan ayrılır : „E ğer güneş doğar ise, yıl­ dızlar kaybolur. Hâlbuki güneş doğmuştur ; o hâlde yıldızlar kaybolmuştur.“ gibi. Bâzı kelâmcılar ve şüpheciler buna hücum etmişler ve burada muşâdara ' alaî-m atlüb bulmuşlardır. Bundan sonra İbn Sin a kıyasın yüksek şekli olan burhan ’ı tetkik eder ve onu al-burhân al-lim m î veal-barhân al-innî nevilerine ayırır. Bunları da ısbata muhtaç olmayan yakîniyâta ( veya bedihiyâta ) bağlar. İbn Si nâ istikra ve temsil sureti ile istidlali, intizamsız kıyas şekillerini, bunun mugâlata, safsata gibi yan­ lış tarzlarını inceler. Burhanın dayandığı mef­ hûmlardan duygulara, tecrübeye, rivayetlere, vehme, zanlara, muhayyileye, evveliyata âit olanları ayırır. Nihâyet ilimlerin mevzularında müşterek noktalar ile ayrıldıkları cihetleri, bir-birine aykırı olan noktaları tetkika girer. Mantığın son kısımlarında dl-acnâs al-aşara adını verdiği on kategori ile aksam a l- ila l dediği dort sebebi tetkik eder. On kategori,



Sı I



bilindiği gibi, cevher, kâm, izafet, keyf, âyn, metâ, vaz', mülk, fiil ve infialdir. DÖrt sebebe gelince, tabiiyât ve metafizikte de geçecek olan bu sebepler illa li î-m âdda ( „maddî sebep“ ), ‘illa li î-şü ra ( „sûrî sebep“ ), ‘illa liî-ğ â y a ( „g âî sebep" ), 'illa li ’Lharaka ( „muharrik sebep“ ) 'dir. b. T a b i i y â t , Nacât 'ın ve diğer eserlerin ikinci kitabı al-lıikmat a l-fa b ıîy a ’ye âittir. İbn Sina ’ya göre, tabiat ilmi nazarî bir smaat ( al-şina at al-nazarîya ) dir ve mevzûu a, mev­ cudat ile, b. vehmiyâttır. Bütün tabiat ilimle­ rinin mevzûu mevcut cisimlerin hareket ve sü­ kûnudur. Bâzı ilimlerin mevzûu diğerlerine ava il ( „prensipler“ ) vazifesini görür. Nitekim tabiat ilminin mevzûu böyledir. Tabi’î cisimler mahal olan bir madde ile kal olan suretten mürekkeptirler : madde ile suretin münâsebeti, bakır ile heykelin münâsebeti gibi­ dir. Suretler „Nerede ?“ , „Nasıl „Ne için ?“ suâllerine cevap olmak üzere, muhtelif nevidendir ki, bunlar da cismî sûret, nev’î sûret, bâlî sûret v.b. dır. Şu hâlde her cisim bir madde ile muhtelif neviden sÛretlerden mürekkeptir. Sûret madde­ den önce g e lir; maddeye oevherliğİni veren surettir. Bir de maddeden sonra gelen arazlar vardır. Suretler maddeye katıldığı hâlde araz­ lar sûret ve maddeden mürekkep olan cevherle­ re katılır ve dokuz araz vardır. Mantıkta bunlara cinsler veya makuleler, tabiiyâtta arazlar denilir. Tabiiyât mantığa makûle ve illet fikrini verir; mantık ise, tabiiyâta usul ve bilhassa orta ça­ ğın çok tehlikeli olarak kullandığı kıyas (s y l­ logisme ) usûlünü verir. Tabi“ cisimler bir kendi zâtları ile, bir de kemâlleri ile kâimdirler. İbn Sina bu kemâlleri, cismin tahakkuk edeceği gâyeler (enteleehia) mânasına anlıyor. Kemâller İse : a. al-kamâlât a l-u val’d ir ki,bunlar kalkınca cisim bâtıl olur; b. al-kamâlât al-şuniya 'dir ki, bunların kalkması cismin bâtıl olmasına sebep olmaz. Birinciler renk, koku, lezzet gibidir. İkinciler kuvvet, hareket gibidir. İbn Sina bu suretle tabi'î âle­ min temeli olarak hareket ve kuvvet mefhûm­ larını alıyor. Hareket prensibinden âdetâ sta ­ tiği, kuvvet mevhÛmundan da dinamiği çıka­ rıyor. İbn Rizvân ve İbn al-Hayşam (Alhazen)’in çalışmalarını tâkip eden İbn Sina, ,,cerr-i eş­ kal“ ve mukavemet-i eesâm meselelerinde tamâmen hareket-i mihanikî yapmaktadır. Kuv­ vetin mahdûd olduğunu, cisimlerin dışarıdan verilen hareket kanunlarına tâbî olduklarını söyler. Fakat bu İbn S in a ’nın bir cephe­ sidir. Bundan sonra kuvvet prensibini tahlil ettiği zaman onu tabiattan nefse ve mâveraUttabi'îyeye kadar yükselten dinamizm fikrini inkişâf ettirmeğe başlar.



İBN SÎN Â. Tabi'î cisimlerin lahikaları hareket, sükûn, za­ man,mekân, halâ, tenâhî, lâtenahî, temas, iltiham ve ittisaldir. Feylesof on makûîeden her birini bu lâhikalara tatbik eder, »Her tabi’î cismin tabi’î bir mahalli, şekli vardır. Alem birdir ve onun bir çok olması mümkün değildir. Yaratıcı ha­ reket de birdir ve dairevîdir. Müstakim hare­ ketler yer-yüzü âlemine âît olup, ötekine tâ ­ bidir. Cisimler tekevvün ederler. Kâinat ( vü­ cûda gelen şeyler) sıcaklık, soğukluk, râtıplık ve yâbislikten mürekkeptir. Bu mürekkep ci­ simler ya katı, ya yumuşak, ya lüzûeî, yahut gaz hâlinde bulunurlar. Eşyâ tahlil ve tali allül ile değişir. Bundan başka ia k â şu f ve tahalhul ( »sıkışma ve gevşeme“ } ile de de­ ğişir. Cisimler kolay ve güç alabilir diye ay­ rılırlar“ gibi prensipler tabiat ilminin umûmî kaideleridir. Mevcut cisimlerden hiç biri ken­ diliğinden sâkin veya hareketli değildir. Bunlar ona başka bir cisimden gelmez, ancak kendi­ sindeki bîr kuvvetten gelir. ibn S in a madde­ den İlâhî âleme kadar derece-dereee yükselen bu derûnî kuvvetleri şöyle izah eder: i. Tabi’î kuvvettir ki, cisimdeki tabi'î vasıfları saklamağa yarar. 2. Nefs kuvvetidir ki, cisimdeki şuurlu veya şuursuz vasıfları, uzuvlar vâsıtası ile, sak­ lamağa yarar. 3. Felekî kuvvet ( veya al-nufüs al-falakiya) tir kİ, tabiat üstündeki varlıkların, uzuv yardımı olmaksızın, sürekli hareketlerini te’mîne yarar. Bu suretle biz mâ b a d al-tabi'a 'ya yükseliyoruz. Hâsılı kuvvet mefhûmunun tahlili ile bütün âlemlerden geçebiliyoruz. Ibn Sina 'nın bu fikri Aristo 'dan mülhem olmakla beraber, felsefesinde dinamizim ondan daha mühim bir yer tutmaktadır. Feylesofa göre, zaman ve hareket mefhûmları da birbirine bağ­ lıdır. Zaman hareket d eğild ir; fakat hareketsiz tasavvur edilemez. Burada mühim bir nokta ilk çağ fiziğinden gelen meyi ve temayül kanâ­ atidir : »Kendi hâline bırakılan her cisim aynı mahalle doğru meyleder.“ gibi. Zamanımızın fiziğinde hâkim olan mekân ( etendue ) yerine eski fizikte boşluk, doluluk, mahal mefhûmları vardır. İbn Sına ’ya göre, cisimler bilkuvve nâmütenâhî surette bölününebilirler. Feylesof atomculuğu prensip itibârı ile reddeder. Bu bakımdan ibn Sina fiziği mûtezıle ve bir kısım eş’arî kelârocılarmm zıddıdır. Semavî cisimler, kürevî hare­ ket sayesinde, mükemmeldirler ve bundan do­ layı onlar m ufârik ‘akl sâbasına aittirler. İbn S in i, kuvvet fikri sayesinde, kolaylıkla tabiattan nefse, cansız varlıklardan canlı ve rûhlu var­ lıklara geçer. Nefs hakkındaki fikirlerini Şifâ', Nacât ve İşârât ’ta' olduğu kadar ayrıca ‘Um al-nafs 'te de İzah eder. Burada derece-derece nebatî nefsten hayvânî nefse, oradan insânî



nefse yükseliriz. İnsânî nefse n afs-î nâiika da denilir. 1. Nebatî nefs derecesinde muhtelif kuvveler görüyoruz : a. al-fcuvvat a l-ğâziya ( vis nutritiva ), 6. al-kuvvat al-nâm iya ( vis augmenta tiv a ), o. al-kavvat al-m uvallida ( vis repro­ ductiva ). 2. Hayvânî nefsin hareket ve İdrâkten ibâret iki kuvvesi va rd ırın , al-kuvvat al-mudrika ( vis perceptiva ), b. al-kavvat al-muh.arrika ( vis motrıtiva ), Bu hareket kuvvesi de ayrıca ikiye ayrılır. Bir hayvan kendi hareketine emr­ etmek ve bu hareketi icrâ etmek melekelerine sahiptir. Birincisine a l-k u w a t al-ba işa diyor: arzu olmak itibârı ile buna al-kuvvat al-şavkiya veya al- kuvvat a l-m ız u iy a de diyor. Faydalı mevzulara ulaşma kuvveti olduğu zaman bu alkavvat al-şahaviya, zararlı şeylerden kaçınma kuvveti olduğu zaman da al-kuvvat al-ğazabiya olur. İkincisine, yânı icrâ etme melekesine alku vvat al-fa ila diyor. Bu, sinirlere ve adale­ lere hâkim bir kuvvettir. Onları germek ve gevşetmek sureti ile her türlü faâliyetleri ya­ par. Buna şevk ve irâde de diyor. İbn Sin a 'ya göre, insan nefsinin, basit İdrâk­ lerden akıl mertebelerine varıncaya kadar bir çok melekeleri vardır. Bunlar, umumiyetle zâhirî ve bâtınî melekeler olmak üzere, ikiye ayrılabilir» Zâhirî melekelerden birincisi bantâsiya ( phantasia ) ’dır. Bu meleke beynin ilk boşluğunda olup, beş his ile elde edilmiş, görülür veya görülmez bütün izlert alan bir melekedir. Bundan sonra beynin ikinci boşluğunda al-kuvvat al-m uşavvira ( vis representativa ) gelir. Bu bizim tasavvur dediğimiz melekeye karşılıktır. Sonra al-kuvvat al-mutahayyila ( vis imaginativa ) yâhut mufakk ira ( vis cognitiva) gelir. Bu da bizim tedâî dediğimiz melekenin karşılığıdır. Dalia sonra al-kuvvat al-vâhim a (v is estimativa ) gelir ki, bugünkü psikolojide bu adetâ sevk-i tabiilerin karşılığıdır. N ihayet al-kuvvat al-zâkira veya hâfıza melekesi gelir. Bu beynin son bölüğündedir. Hisleri alan, tertip eden, mefhûmları tasav­ vur eden derûnî hassalar bunlardan ibarettir. Buradan al-nafs al-nâfilza 'ya, yâni akıl mele­ kesine yükseliyoruz. İbn Sina 'ya göre, bunun da iki umûmî kuvvesi vard ır: 1. al-kuvvat al-'âlım a, buna aynı zamanda al-kuvvat al-nazari y a de denilir. 2. al-K u vvat al-‘Sm ila, buna da al-kav­ vat al-a m aliya denilmektedir ki, bu k a t i ayırış Kant felsefesindeki sırf akıl ve amelî akı­ la tekabül etmektedir. Nefs, kendinden yüksek olan a l-a k l al-fa'âl 'e çevrilmesi, metafizik âle­ me ayna vazifesini görmesi bakımından alk a vv a t al-â lim a, aşağı âleme çevrilmesi ba­ kımından al-kuvvat a l-â m ila ’dlr Bütün bu tasnifler Hıristiyan orta çağında Atbertus Mag­ nus tarafından benimsenmiş ve devam ettirilmiş­ tir, İbn S in a burada Yahya al-Nahvi ( Gean le



İBN 3İNÂ. grammaîrien) ’den, al-Kindi ve Fârâbi ’ye geçen akıllar tasnifi görüşünü ileriletmektedir. insan aklı, bu gördüğümüz aşağıdan yakarıya yük­ seliş, İlâhî âleme doğru açılış itibârı ile dört mer­ tebeye ayrılır: i. aldaki al-hagülâni (intellectu m aterialis} ; bu, mutlak maddî kuvvedir. Bu­ rada insan akh henüz açılmamış olan kuvveler halindedir. 2. bi ’l- fi'l ( intellectu in effectu). A kıl burada mümkün ve inkişâfa hazır kuvve halindedir. 3. ‘A k l bi ’l-m alaka ( intel­ lectu in habitu), burada akıl imkânın kemâ­ line ulaşmıştır. 4, 'A k l m ustafâd ( intellectu adeptus), bu derecede al-m akulüt al-şirfa ’ye çevrilmiş, al-'akl a l-fa a l ( inteilegentia agens) ile temasa gelmiştir. Bu temasa ittisal diyoruz. Külliler hakkmdaki bütün bilgimiz buradan doğar, İbn Sina amprik psikolojiden aklî psikolo­ jiye geçiyor. Sonunda da tasavvufî psikoloji ile bitiriyor. Nefsler ve akıllar merâtibini an­ lattıktan sonra, Kitâb al-nafs ’te nefsin mâhi­ yetini tetkik ediyor. Ona göre, nefs ( r û h ) madde nev’inden değil, sûret nev’indendtr. Ru­ hun bir al-kamal al-avval ( entelleehia), yâni nizam verdiği bedenin kemâli ( perfectio } oldu­ ğunu ilâve ediyor. Fakat bu suretle onun ne olduğunu değil, ancak ne yaptığını söylemiş oluruz. Rûh nedir ? Bir cevher midir, değil mi­ dir? E ğer bir cevher ise, ne nevidendir? Bütün bu meseleler istikra ile halledilemez. İbn S i­ n a ’ya göre „Rûh manevî bir cevherdir.“ Buna isbat için de iki yol tâkip etmektedir: 1. Ruhu, bir cisim gibi târif eden kudemânın hatâlarına mukabil deliller göstermek sureti ile, 2. onun cismânî olmadığını kablî deliller ile isbat sureti ile. İbn S in a ’nın ilk delili sonradan Descart e s ’ın, aynı mesele dolayım ile üzerinde dura­ cağı bir düşünceye dayanmaktadır: mütemeyyı‘z şeyler dâima mütemeyyiz târiflere karşı­ lıktırlar. A yrıca düşünülen şey ayrıca mev­ cuttur. O hâlde ruhun mâhiyeti meselesi şu­ dur: rûh bedenden ayrı kendini bilebilir mi ? Bedenin mevcut olduğunu bilmesinden önce kendi varlığını tasdik edebilir mi ? E ğer bu böyle ise, rûh hakikaten bedenden ayrıdır ve mânevi bir cevherdir. Bu meseleyi hail için, İbn Sin§ garp orta çağında asırlarca delil olarak kullanılan ve D escartes’ın bedenden müstakil cevher hâlindeki rûh telâkkisine kadar gelen al-insân a l-ta ir ( İ’ homme volant) misâlini kul­ lanıyor; boşlukta bir insanın, hiç bir yere temâs etmeden, hareket ettiğini farzedelİm. Bu sırada dış âleme âit hiç bir ihsas almasın. Bu adam kendisi diye kabûl ettiği şeyi, bir takım uzuvları olduğunu bilmeksizin, tanıya­ bilir. Ruhunun bedeninden farklı olduğunu gö­ rür. Ruhunu idrâk için bir bedene ihtiyacı



yoktur. Şu hâlde rûh mânevidir. Rûh ya bir cevherdir, yahut bir arazdır. Onun bir cevher olduğunu göstermek için araz olmadığını isbat etmek lâzımdır. İbn Sina ’ya göre mesele, rûhun beden ile birleştiği zaman evvelce kendi sûreti olan bir beden ile mi birleştiğini, yoksa maddeye sûret verir gibi mi onunla birleştiğini halletmektir. H âsılı rûb bir bedenin ruhu mu­ dur, yâni bir araz m ıdır; yoksa beden bir ru­ hun bedeni midir, yâni cevher m idir? Feyle­ sofa göre, rûh bir bedene beden olmayı te’min eder. Bundan dolayı onun arazı değildir. Onun kam âl-i avı/al ’i olduğu için, onu mevcut kılan şeydir. Öyle ise, rûfıu almadan Önce onun be­ den olarak mevcut olduğunu düşünmek mütenakızdır. Bedeni alacak yerde, o bedeni ver­ mektedir ve bundan dolayı cevherdir. İbn Sina ruhun vahdetine dâir iki delil ileri sürüyor: 1. Rûh bedenden ayrıldığı zaman, beden canlı bir şey olmaktan çıkarak ceset olur. Rûh İle onun can verdiği unsurlar arasında bir takım mutavassıt şekiller vardır. Bu da gösterir ki, ruh bir araz değildir. 2. Ruh kendi melekeleri yardımı ile hayvani vazifelerini ifâ eder. Beden üzerine te’siri o kadar büyüktür ki, sırf zihnî tasavvur ile uzviyetin iptidâi vazifelerini bile değiştirebilir. O hâlde insan bedenine âit faa­ liyetin bağlı olduğu asıl eevher rÛhtur. Rûh bir cevher ise, ne nevi bir cevherdir; maddî bir sûret midir? Bütün hayvanlar ara­ sından yalnız insan inzivâ hâlinde yaşayamaz. Tabiatın verdiği nimetleri zanâat ve sanâyî ile tamamlasa bile bu ona kâfi gelmez. Her iki hâlde de bilgiyi tâlim yolu ile nakleden bir ce­ miyet lâzımdır. Bütün bu vazifeleri yapabil­ mesi için insana rûh bahşedilmiştir. İnsan ru­ hunun cismânî bir sûret olmadığının delili şu­ dur ki, maddi akıl bile mâkûl suretleri almağa elverişlidir. Hâlbuki mâkûl suretler cismânî bir mevzûda devam edemezler. Mâkûl ile cisim ara­ sında bu uzlaşmazlığı isbat İçin İbn Sinâ felsefe tarihînde ve psikolojide yerleşmiş olan bir takım deliller ileri sürüyor: 1. insan rûhu kendisini doğrudan-doğruya k av rar; hâlbuki bedenini bir âlet veya uzuv vâsıtası ile kavrar. 2. Rûh, eğer kendisini maddî bir âlet yardımı ile tanımış olsa idi, bu âleti tanım ayacaktı; yainız onun yardımı ile tanıyacaktı. Kendi hakkındaki bil­ gisi ise vasıtasızdır. Yâni kendisi bir cisim değildir. 3. Ruhun akıldan maada bütüu meleke­ leri kendi kendilerini tanımağa muktedir değildir İhsas kendini idrâk etmez ; muhayyile kendisi­ ni tahayyül etmez. Yalnız akıl kendi kendisini düşünür. 4. işlemek için bir âlet kullanan bü­ tün melekeler çalıştıkça yorulurlar. Âletleri ça­ lışma yüzünden harap olur. Zihin en müşkül bilgileri kazanmağa çalıştıkça, ötekilerini da­



814



İBN SÎN Â .



ha kolay elde eder. 5. Bedenin bütün kısımları, yaş ileriledikçe dermansızlaşır ve bu bâl tak­ riben 40 'tan sonra başlar. B ifakis mâkûlleri kavrama melekesi asıl kuvvetini bu yaştan sonra kazanır. Bandan dolayı al-nafs al-nâtika 'nın maddeden müstakil bir cevher olduğundan şüphe edilemez. E ğer röh bir sûret delilse, fiillerinde cismânî bir âlet kullanmıyorsa bedene ihtiyâcı nedendir ? Hisleri yaşarken aynı zamanda on­ ları düşünmek güçtür. Korku duyulduğu sıra­ da haz duymak, Öfke duyulduğu sırada kork­ mak İmkânsızdır. Rûh her ân bu fiillerden bi­ risini ierâya mecburdur, ö y le ise, kendi hesa­ bına yaptığı faâliyet ile, beden hesabına yap­ tığı faaliyetin muvâzîliği neden ileri geliyor? Bu ruhun bedenîni sevmesinden, kendini ona vermesinden, bedenin de buna mukabil rûh hizmetinde bir âlet olmasından ileri gelir. Be­ den sayesinde rûh ihsasları a lır; bundan son­ ra d a : a, zihin vâsıtası ile mefhûmlar teşek­ kül eder, b. bu mefhûmlar yardımı ile istid­ lalde bulunur, c. bâzı vak’aları toplamak sure­ ti ile tecrübî bilgiyi elde eder, d. muhtemel itikatları, yâni imanı kazanır. Rûh, bu bilgileri, beden yardımı ile, kazandıktan sonra, kendine dönebilir; ondan müstağni kalabilir. Diğer cihetten ruh kendi bedeninin iyiliği gayesi ile yaratılmıştır. Beden ile birleşmeden önce onun henüz ferdî, varlığı yoktur. Zira on­ da mabda al-taşakhuş eksiktir. Rûh bedeni kendine âlet olarak aldığı zaman münferit ve şahsî rûh olur. Ona karşı tabı'î alâka duyar. Onu kendi ihtiyaçlarına göre sevkeder. S ırf o bedene mahsûs ve başka bedenlere yabancı bir rûlı olur. Bu münâsebetin mâhiyeti pek güç kavranır; fakat onu yalnız eserleri vâsıta­ sı ile anlıyoruz. Eğer rûh bedene bu suretle bağlı ise, ölümden sonra devamını nasıl izah etmelidir ? Rûhun bedenden önce şahsî varlığı tasavvur edilemez ise de, bedenden sonraki varlığı tasavvur edilebilir. Bedenin ölümü ile rûlı varlığını kaybetmez. Rûhun bedenden ön­ ce, bedenden sonra veya beden ile beraber iken ona tâbi olduğu faraziyeleri müdâfaa edileme­ yeceği için, hiç bir illet Üe mahvediiemeyeceği neticesi çıkar. Rûh basit bir cevherdir; ken­ disinde hem fenasına, hem bekasına âit iki zıt mebde' birîeşemez. Eğer fenası câiz ise, varlığı imkânsızdır. Eğer varlığı zarurî ise, be­ kası lâzım gelir. ibn Sına 'nın cevheri rûh telâkkisinin dikka­ te şâyân noktası rûh fikrinin sûret fikrinden, bâriz bir şekilde', ayrılmasıdır. Feylesof rûhu iki delîi ile isbata çalışıyor: 1. vahdet delîii: bütün şuur hâlleri onda tamamlığını kazanır­ lar, 2. A yniyet delîii, bütün şuur, hâlleri de­



ğiştiği hâlde, o aynı kalır. Bu deliller İbn Sin â ’dan işrâkî felsefesine, orta çağ garp fel­ sefesine geçmiş ve zamanımıza kadar devam etmiştir. İbn Sın a bundan sonra psikoloji ile bilgi nazariyesini birleştiren bir tecrit nazariyesı kuruyor. Tecrit, ona göre, mefhûmları eşyadan çıkarmak veya muhayyileden akla nakletmek değildir. Başka tâbir ile tecrit aklı zâten kül­ li ve gerçek olarak mevcut şeyleri alabilecek bir hâle getirmek demektir. Mücerretleri biz yapmıyoruz. Ancak onları kavrayabilmek için hazırlanıyoruz. İbn S in a bu noktada A risto ve Fârâbi 'den ayrılır. A risto 'ya göre, 'a k l-i f a a l iie birleşme hâlinde akıl, âkil ve mâkûl bir olmuş­ tur. Fakat İbn Sina 'ya göre, bu câiz değildir. Çünkü böyle olsa idi, düşünmeyi izah edemez­ dik. Düşünülen kuliî ile düşünen bir olursa, düşünmek ne demektir ? Öyle ise, onların ayrı kalması lâzımdır. İnsan ile iiâhî âlem arasında ittihat değil, ancak ittisal vardır. İbn Sina tis‘ rasa il f i ’l-fyikmat 11a rl-tab fig â t ’da tabiat ilimlerinden her birine ayrı bir fasıl tahsis etmek üzere, bu meseleleri ge­ nişletmektedir. Burada bikmet-i tabiîyenin aslı olan ilimler arasında şunları görüyoruz: 1. ‘ilm al-kigân al-iabV l (L ib ri physica ausculationis ) burada madde, sûret, hareket, ma­ hal ve zaman tetkik edilmektedir. 2. 'İlm alsama’ a ’l-â la m ( de coelo et mundo ) ’de mad­ de, anâsır-i erbaa ( dört unsur ), arzî ve semâvî cisimlerin hareketleri tetkik ediliyor. 3. ' İlm al-kavn va ’l-fa sâd ( De generatione et corruptione ). 4. ‘ İlm al-Bşâr a l-'u lvig a (De meteoris, Meteorológica). 5. ‘İlm al-ma âdin (Minerologica ). 6. 'ilm al-nabâtât ( Librı de plantis ). 7. ‘İlm al-hagvSnât (D e animalium natura). 8. Kitâb al-nafs va ’l-kiss va ’l-mahsusa t (D e Anıma et de sensu et sensibili). Hikmet-i tabiîyenin fer’î olan İlimler ise : 1. ‘ilm al-tib, 2. ‘ilm ahkâm al-nucûm, 3. 'ilm al-firâsa, 4. ‘ilm al-tub'ir ( f a ¿ îr a l-ru g ü ), 5. ‘ilm a l-p lsimat, 6. ‘ilm al-nırancigStf 7. ‘ilm al-k'im gâ’dır. Hikmet-i riyaziyenin kısım ları: a. ‘ilm al‘adad, b. ‘ilm al-handasa, c. ‘ ilm al-hag’ a, d. ‘ilm al-müsîlci ’dir. c. M e t a f i z i k. A risto gibi, İbn Sina 'ya göre de mantık gerçeği kuşatır. Her kaziye apophantique't ir ; yâni hükmümüz tamamen ger­ çeğe âittir ve onu ifâde eder. Zamanımızda an­ laşılan mânası ile henüz sûrî mantık yoktur. Mantığın prensipleri fizikte ve metafiziktedir. Müfârik cevherin ne olduğunu bize öğreten bir ilim vardır ki, Aristo buna al-folsafa al-îilâ, İslâm feylesofları ‘ilm a l-ilâh i diyorlar. Vücût ve şey bütün bilgimizin dayandığı ta­ rif edilemez ve basit ilk mefhûmlardır. Vücût



İBN SÎN Â. ( varlıfc) cevher ve arazlara ayrılır, İbn Sin a cevheri hiçbir mevzuda kâin olmayan,yâni zâtî ile bir mevzuda kâin olmaksızın kendi başına meveût olan şey diye târif eder. Araz bil'akis bir mevzuda kâin olandır. Cevher araza mesned olduğu gibi, mütekellimîcin kanâatinin ak­ sine olarak, araz da araza mesnettir. Cevherin makûlelere bölünmesi fasıllar vâsıtası ile bir taksimdir. Bu suretle makuleler vücûdun nevi­ leri olurlar. K a v v a ve f i 'l , v iik id ve kaşîr, ka­ dim ve muhdaş, 'illa i ve mdlzil, tâmm ve nakış vüeûda nazaran arazlardan ibarettir. Bu umûmî mefhûmlar düşünülürse madde ve sûretın nasıl ayrıldığı anlaşılabilir. Mahsûs sûretleri ve mu­ ayyen bu’udîarı bulunan cisimler olduğunu fi’len idrâk ediyoruz. Bu cisimler, üç bu’udu tazammun ve ihtiva etmeğe elverişli oldukları için, madde ve surete sahiptirler. Zira bu’udlar cis­ mi teşkil etm ez; bunlar ona nazaran geçici arazlardan ibarettir: msl. satıh, mutlak olarak eismın tarifine girmez. Ancak mahdut olan cis­ min tarifine girer. O hâlde cismin geçici bir arazıdır. Öyle ise, cismi, mutlak olarak mahdutluğunu düşünmeden, tasavvur edebiliriz. Hâlbuki her cisim tabiat ilminin mevzunu teşkil eden bir sûrete sa h ip tir: msl. şu kitabın ölçülebilir ve sayı ile ifâde edilebilir üç bu’udu vardır. Bundan başka onun kemâlini vücûda getiren ve başka bir ilme âit bîr de mahsûs sureti vardır ki, bu ilim ‘Um a l.ta b ıly â t ’tır. Cismin bu’ udları ise, dâimâ ayni kalmaz. Yerlerine başka bu’udlar geçebilir. Mahsus sûret de öyledir. O bizatihi ne muttasıl, ne munfasıldır. O hâlde suretin dı­ şında muttasıl veya munfasıl olduğu söylenilebilen ve bizim madde dediğimiz bîr şey vardır. Bundan dolayı, İbn Sina ’ya göre, bu’udlar bir mevzuda kâin olduğu hâlde, suretler bir mad­ dede kâindir. Cismin bu'udları kemmiyct ile ifâde edilen arazlardır. Kemmiyet sûretin bir nev 'i olduğu ve sûret ile tâyin edildiği zaman maddeye âittir. Bunun için yalnız madde bu’udu ve hacmi değiştirebilir. Sûret ise, bil'akis, gayr-i muay­ yen olan maddeye bağlanır. Arazlar mevzûu, sûret maddeyi tazammun eder. Muttasıl ve munfasıl ise, her ikisine mesned olan ve değişmeyen madde sayesinde bir­ birlerini tazammun ederler. Değişme kuvve hâlindeki bir şeyin fi’li ve ilk kemâlidir. Azlık ve çokluğa müsait olan şey cevherde değil, diğer makulelerde kâindir. Fakat değişme cev­ here aittir. Nitekim o gayr-i muayyen olan maddeyi de tazammun eder, ibn Sina’ya göre, madde ile sûretin münâsebeti tunç ile heykelin münâsebeti gibidir. Heykel sun ’î, mürekkep satıhlar ve bu’udlar ile mahdut bir cisim dir; ferdiyeti ancak kabûl ettiği sûretler ile kaim­



dir. Zira onu fiil hâline koyan sûretler kaldı­ rılınca, maddesi gayr-i muayyen kalır. ' Diğer cihetten madde kuvvedir. Yâni bütün fiillerin imkânıdır. Fakat madde hiç bir zaman tam bir mevzû değildir. Çünkü onun fertler, ilk cevherler gibi hakikati yoktur. O ancak dördüncü mertebede vücûda gelir. Birinci de­ recede varlığı olan al-cavkar a l-m a fa rık ’tır. İkincisi şnrai 'tir. Üçüncüsü cism ’dir. Nihâyet dördüncüsü mâdda ’dir. Cisim kendisinin illeti olan madde ve suretten mürekkeptir, illet eserden önce geldiği için, cisme nazaran illet olan mad­ denin cisimden önce gelmesi lâzım gelir. Fakat madde cismin varlığının illeti değildir. Bundan başka şunu da ilâve etmeli ki, maddenin rolü basit alıcılıktan ibarettir. Kâinattaki derecesi itibârı ile madde yalnız sûretten değil, madde ve sûretin terekkübünden doğan cisimden de aşağıdır. İbn Sinâ, fizikte olduğu gibi, metafizikte de dört illet nazariyesini müdâfaa eder. Maddî illet fi’il hâlinde mevcut olabilen şeydir. İbn S in a Aristo gibi misâllerim san'attan alıyor. Sûrî illet esere dtşarıdan, keyfiyet gibi, ilâve edilir. Sûrî illet heykelin şekli veya sûreti gibidir. Fâil illet eserden ayrıdır ve zamanda ondan önce gelir. Eser hem onun yüzünden meydana gelir, hem de ondan çıkar. G â î illet de aynı suretle eserin dışındadır. Varlık sırasına göre, burada eser illetten evvel g e lir; yâni gâye ve hedef olan şey illet olmuştur. Şu hâlde, ona gâye olmak bakımından, sonra; fakat illet olmak bakımından ise evvel demek lâzım gelir. Bir şeyin varlıkta önceliği tasavvur edilmek­ sizin, o şeyi vücûda getiren bir gâye vaz’edilemez. Bununla beraber, gâye, bîri zihinde, di­ ğeri eşyada iki varlığı olan bir cevher olmak itibârı ile, bütün illetlerden önce gelir. Hâsılı gâye yalnız illet değil, aynı zamanda illetlerin illetidir. Çünkü o bütün illetleri kuvveden fi’ile Çıkaran mebde'dır. Bütün eşyada ilk fâil ve İlk muharrik gâyedir. Allah aynı zamanda hem al‘Ulat al-fa ila, hem al-‘illat a l-ğ a îy a 'dır. Bu su­ retle dört illet nazariyesi, sonunda gâî illete bağ­ lanmak üzere, üâhî âiem ile tabi'î âlem ara­ sında âhenkli bir sistem teşkü etmektedir. Fakat İbn Sinâ bunlardan başka iki illet daha kabûl ediyor: bunlar sûretin maddeye bağlı olduğu zamanki illet ile mevzûun arazlara bağlı olduğu zamanki illettir. H âsılı İbn Sinâ 'ya göre, 6 illet v a rd ır : a. unsur veya mürekkep cismin maddesi, b. mürekkebin sûreti, c. mev­ zu, d. al-maddat al-üla ( ilk madde ) nın sûreti ( heyu lâ), e. fâil, /. gâye. Bu esâslara göre, il­ letler şöyle sıralanabilir: i. al-‘illat al-maddiy a : a. mürekkebin maddesi, b. mevzÛ madde. 2. al-'illat al-şürîya'. a. mürekkebin sûretij



8r6



İBN SÎN Â.



i . ilk maddenin sûreti. 3. a l-'illa t aU /aila, 4. olan hir hâs ’tır, yahut da bir. arazdır. Birinci a l-illa t a l-ğ a iy a . hâli gözönüne alacak olursak, ^bn Sinâ burada Madde ve sûret birbirlerinin illeti değildir- vücût için zarûrî olan mahmûlü değil, mefhû­ 3er. Madde ve sûret ancak bizatihi mümkün mun târifine giren mahmûlü anlıyor. Vücuttan olan kendi mubdeslerinin illeti olabilirler. H a­ mefhûma geçilemez: msl. biz hiç bir mevcudiyet kikî illet yalnız vâcib aUvuciid ( zarurî varlık ) tasavvuru olmadan insanı düşünebiliriz. Te'sis 'dur. Ondan sâdır olan bütün mevcutlar kendi eden mahmûl İbn Sinâ 'ya göre bir şeyin mefhû­ başlarına yalnız varlık imkânına sâhip, bundan munu kuran mahmûl olm alıdır: msl. müsellese dolayı da m a lû l'dürler. Bu suretle İbn Sinâ nazaran şekil, yahut insana nazaran cisim gibi. illetler nazariyesinden derhâl sûdur (processi­ İbn Sinâ 'ya göre, zât mefhûmu zihnimizde on ) nazarİyesine geçer. „Bu nedir ? ( mâ huva ? ) " suâline cevap teşkU Tek bir illetten tek bir eser sâdır olur. eden şeydir. Mantıkçılar zât ile zâtî mahmulü Zîrâ vâhidden yalnız vâhid çıkar. A risto ’ya ayıramazlar. Zât ile zât! mahmûl arasındaki göre bu mevzûadan hareket edince, bütün me­ fark küll ile cûz’ler arasındaki farkın aynıdır. sele vâhidden kesretin nasıl doğduğunu izah­ Aynı şeyin bir çok zâtî mahmulleri ( yâni s ıfa tı) tır. Burada İbn Sinâ felsefesi Fârâbi 'yi tâkip olabilir. Oyalm z sıfatı ile değil, fakat bütün sıfat­ etmektedir. Yalnız ondan daha sarîh olarak ların birleşmesi île meydana gelir, tnsan yalnız Hâhî âlem üe tab i’î âlem arasındaki münâse­ hayvan olduğu için değil, „nâtık hayvan" olduğu beti vâcib ( zarûrî ) ve mümkün münâsebetine için insandır, tnsan mefhûmu tazammununda, in­ bağlamaktadır. Vâcib ahvucûd mutlak olarak sanın zâtını vücûda getiren bütün sıfatları ihtiva bir ve basit olduğu için, ondan yalnız bir eser, eder. İnsanın tarifi ancak cins ve fasıl ile tâyin yâni Fârâbi ’de olduğu gibi, „ilk akıl“ meydana edilebilen bütün vasıflara delâlet edebilir. İbn gelir. Fakat oradan ilk aklın üç manzarası, Sinâ Nacat 'ta târifin ne yalnız burhan ile, yâni üç şey doğmuştur ki, bunlar da ikinci akıl, ne taksim ile, ne istikrâ He, ne zıt bir târif ilk feleğin nefsi ve ilk feleğin bedenidir. İlk île elde edüemiyeceğini söylüyor. İstikrâ bize akıl Allaha nisbetle vâcıbdir, ikinci akıl ilkine aslâ tam bir ilim veremez. T ârif yalnız terkip nısbetle, üçüncüsü İkincisine nisbetle, böylece ile elde edilebilir. Onun vazifesi bize hakikî onuncu akla kadar birbirlerine nisbetle vâcip ( gerçek) surete muâdil mâkûl bir sûret ver­ { zarûrî) tirler. Kamerin altında olan her şey mektir. Feylesofların bir şeyi tarife çalışmaları ( k a il mâ talyta kurat al-]çamar‘, fransızlarm bu şeyin zâtı hakkında vâzıh, seçkin bir fikre tâbiri ile le monde sublunaire ) mümkündür. sâhip olmak istemelerindendir. Mevcut olma­ Vâcib al-vacû d birdir, zâtında kesret yoktur. yan bir şeyin hakikî tarifi olamaz. Temyiz ve Ondan kesretin çıkması imkânsızdır. İbn Sinâ tavsif zâtı anlatmak için kâfî değildir. Zât iie 'ya göre bu ilk vâcib Allahtır. Fakat ona bir vücût arasındaki bu ayrılık Fârâbi ’de de var­ çok sıfatlar izafesi caizdir. Kesret yalnız ilk dır. İbn Sinâ Aristo 'daki mantıkî zât ve vucûd vâhidden sâdır olan ilk akıl ile başlar. Onun ayrılışını metafizik bir ayrılış hâline koymuş­ kendi illetini düşünmesi ile ondan ikinci akıl tur. Fârâbi, FuşSş al-hikam 'İnde bu ayrılışı v.b. sâdır olur. şöyle İfâde e d e r :— „Mevcutlar için ayrı bir zât Bütün İbn Sinâ felsefesi zât He vucûd, vâcib ve ayrı bir vücut kabûl ediyoruz. Zât- vücut ile mumkin arasındaki ayrılığa dayanmaktadır. olmadığı gibi onun tazammumuna da dâhil de­ Onu A risto ’dan ayıran da bilhassa bu nokta­ ğildir. Eğer insanın zâtı vücûdunu tazammun dır. Aristo ’nun eserlerinde hiç bir zaman vâzıh etse idi, zâtının mefhûmu aynı zamanda vücu­ ve kat’î olarak böyle bir ayrılışın ifâde edil­ dunun mefhûmu olurdu, insanın meveut oldu­ diğini göremeyiz. Bir vasfı bir mevzua haml­ ğunu bilmek için ne olduğunu bilmek kâfî etmek, bu vasfın mânâsı ile mevzûun mânası­ gelirdi." — Gerek Fârâbi, gerek İbn Sinâ 'da zât nın aynı olması demek değildir: msl. insana ve vücûdu ayrı olan her şey zâtından ayrı ve ifct ayaklı vasfını hamledersem, bundan dolayı vücûdu olmayan bir varlığa dayanır kî, bu var­ İnsan mefhûmunun mânası iki ayaklı mefhû­ lığın yokluğunu tasavvur etmek imkânsızdır. munun mânasının aynı olmaz. B il’akis bu suretle Mümkün varlığın zâtı onun vücûdundan ay­ insan denilen şeyin aynı zamanda iki ayaklı rıdır. Vücut bir araz olduğu gibi, vahdet de olduğunu, yâni iki vasfa sâhip olduğunu söy­ zâta dâhil değildir ve ona sonradan katılmıştır. lemiş olnruz. Şekil mefhûmunu müselles mef­ Gerek vahdet, gerek kesret zâta katılan araz­ hûmuna hamledersem, müsellesin mâhiyetinin, lardır. Vâhidîn vücud gibi bir araz olduğu şeklin mâhiyeti ile aynı olması lâzım gelmez fikri, Ibni S in â 'dan İbn Ruşd 'e kadar, bütün v.b.... feylesoflarda görülür. V âkıa. mutlak vâh it araz Zât ile aynı olmayan her mahmul ya zâtı değildir. Fakat o zâtın ayn ıd ır; yâni zâttan te’şis eden bir mahnrtiidür, yahut oçun nçticesi ibarettir. Araz olan sayıdaki birdir,



İBN SÎN Â. Zarurî varlık ( vâcib al-vucüd) mutlak akıl­ dır, Çünkü onun zâtı maddeden ayrıdır. Madde veya onun avarızı ise mâkûl değildir. Zarûrî varlık mutlak bir mâkûldür. Çünkü maddeden ve onun avarızından münezzehtir. Bundan do­ layı onun zâtında akıl, âkil ve mâkûl birleşir­ ler. İbn Sina'nın zarûrî varlığı, A risto'd a ol­ duğu gibi, „sırf düşünce" dir Şu kadar var ki, İbn Sina 'da bu zarûrî varlık âlemden haber­ siz değildir. Kendi kendisini bilir ve bundan dolayı da umûmî bir bilgi hâlinde âlemi bilir. Şu hâlde kuvve hâlinde kendinde bütün mâkûl­ leri taşır. Faâl akıl mâkûl sûretleri rûhlarımıza, mahsûs suretleri de eşyaya tebliğ eder. Bu suretle zâtın Sç türlü vücûdu vardır : a. önce Allahta, sonra faâl akıldaki varlık, b. zihindeki varlık, c. maddeye bağlı ve mahsûs varlık. Mâ­ kûllerin bu üç türiü varlığı, İbn Sina 'ya göre bütün kültîlerîn tem elidir: msl. insan mefhûmu önce tabiatta, sonra akılda vardır. Birincisi madde iie suretten m ürekkeptir; İkincisi mâkûl sûrettir. Bunlardan başka onun bir de ilâhı varlığı vardır. Bundan dolayı bütün mâkûller vahib al-şuvar olan Allahtan çıkarlar ve al-'akl a l-fa â l yardımı ile, aklımıza tebliğ edilirler. Varlık ve birlik nasıl araz iseler, küllilik de zâta katılan bir arazdır. Zât olarak insan ne vahdeti, ne kesreti iazammun ed er; zîra bi­ zatihi ne müfred, ne küllidir, ne dış âlemde, ne zihinde mevcuttur. Ne bilkuvvedİr, ne bilfiildir. Bunun için insan mefhûmu, bütün cüz'î şart­ lardan müstakil olarak, küllidir. Külli eşyâda da mevcuttur; fakat orada bâzı şartlara bağlı olarak bulunur. Külli cüz’îde tıpkı vahdet ve kesret münâsebeti gibi dâhildir. Fakat külli yalnız zihinde f i 'l halindedir. İbn Sinâ 'ya gö­ re, külliler aklımızda hiç bir hakikate tekabül etmeyen kelimeler gibi değil, mahsûs bir ha­ yâli temsil eden mâkûl mefhûmlar gibi mev­ cutturlar. Mâkûl sûretler sırf aklımızda değil, aynı zamanda fiil hâlinde faâl akılda, nihayet mahsûs eşyâda mevcutturlar. Allahta zât vü­ cûdun aynı olduğu için, ondan çıkan bütün sı­ fatlar mutlak basitlik vasfına sâhiptir. Zât ve vücût ayrılışına bağlı olan diğer mü­ him bir nokta da vâcib ve mümkün ayrılışıdır, İbn Sina ’ya göre, iki nevi varlık vard ır: müm­ kün varlık, zarûrî varlık. Mümkün varlık zâtı vücûdundan ayrı olan varlıktır, Zarûrî varlık ise, zâtı vücûdunun aynı olan varlıktır. O hâlde imkân ve vücûb mefhûmları, mütekellimînin dediği gibi, zihnimizin sûretleri değii, gerçek âlemin mefhûmlarıdır. İmkân, zarûret ve imtina ( im kânsızlık), mutlak olarak, basit mefhûmlardır. Çünkü târif edilemezler. Bunlardan bîrini tarife kalktığımız zaman, öte­ kilerini temel diye kullanmağa mecbûr oluruz. *l£tn Ansiklopedisi



8ı?



Bu ise devir ve teselsüle müncer olur. Feylesof burada mantıktaki tahlillerine dayanmaktadır. İbn Sinâ vâcib ve zaruri kelimelerini ayırıyor: zarûrînin vâcib den daha umûmî mânası vard ır; vâcib yalnız varlığın zarûretine delâlet ettiği hâlde, zarûrî varlığın da yokluğun da zaruretine delâlet eder. Nitekim imkânın da iki mânası var­ d ır: evvelâ onun, imkânsızın zıddı olmak üze­ re, sırf mantıkî bir mânası vardır ki, İbn Sinâ buna müşterek veya umûmî imkân ( al-imkân al-âm m ) diyor. Bir de imkân zarûretın hem varlıkta, hem yoklukta selbine, yâni zarûretın ve imkânsızlığın nefyine delâlet eder ki, buna da husûsî imkân ( al-imkan ai-haşş ) diyor. Bu, kelimenin daha ziyâde metafizik mânasıdır ki, bunu îransızcadaki contingenee karşılığı kullanıyoruz. Mümkün varlık bir illeti olan varlıktır. Za­ rûrî varlık ise, illeti olmayan varlıktır. Zarûrî varlığın illeti olsa îdi, zâtı ile zarûrî olmak­ tan çıkar ve mümkünler derecesine düşerdi. Bizatihi zarûrî olarak mevcut olmayan şey başka bir varlık ile mevcuttur. B ir şey aynı zamanda hem zâtı, hem zâtından başka bir şey ile zarûrî olamaz. İbn S in a ’ya göre, üç türlü varlık vard ır: i. bizatihi mümkün, yâni varlık ve yokluğa aynı derecede istidadı olan şeyler; z. zâtı ile müm­ kün, yâni zâtından başka şey ile zarûrî olan şe y le r; 3. zâtı iie zarûrî olan şeydir ki, bu da ilk illet veya Allahtır. Vâcib a l-vu cü d ’un varlığı" ısbat edilebilir; zîra mümkünün varlığı zarûrî varlığın varlığına ulaşır. İlk işbâi aUvücib delili Aristo fiziğinin VIII. kitabında görülüyor. İbn Ruşd 'ün İbn Sinâ 'yi tenkit ettiği noktalardan biri de fizikte ilk prensibin varlığını, kat'î olarak, isbat mümkün olmadığını söylemesi ol­ muştur. Ona göre, ilk illetin varlığını fizikçiye yalnız metafizikçi gösterebilir. İbn Sinâ 'ya göre, mümkün varlık varlığının delilini kendi­ sinde bulamaz. Bunun için, her türlü imkândan münezzeh ve zarûrî bir varlığın, yânı Allahın, varlığını kabûl etmek lâzımdır. İmkân delili denilen buisbatta mümkün varlıkların vücûdu, önceden mevzûa olarak kabûl edilmektedir. Bir mümkün diğer bir mümküne illet olmak üzere, bu namütenahi gidemeyeceği için, son varlığın her türlü imkândan münezzeh olması lâzım gelecektir. İbn Sinâ 'ya göre, Allah illetlerin illeti ol­ duğu gibi, aynı zamanda gayelerin gayesidir. Gâî illet mütenfibîdir, çünkü iyilik ancak ken­ disi için istenilebilir. O hâlde gâî illetlerin son­ suz olmasına imkân yoktur. A ksi takdirde iyi­ lik ve kemâl de ortadan kalkar. Saint Thomas bu isbâtı Augustınus ’den, Albertus Magnus da İbp S in a ’dan almıştır. Fakat esâsına bakılırsa, 52



8 ı8



İBN SÎN Â .



İbn Siaâ ilk mebde ’in isbat edilemeyeceğine ka­ nidir. Ona göte, Allah bütün isbatlann teme­ lidir. Vâcib al-vucüd burhan yolu ile biline­ mez. Onun ne tarifi, ne illeti vard ır; delili bu­ lunamaz ; bil'akis kendisi bütün mevcutlara de­ lildir. Bu suretle feylesofun metafizikten din felsefesi ve tasavvufa geçtiğini görüyoruz. İbn Sına bundan sonra Allahın sıfatlarının neler olduğunu tâyine çalışıyor. Allah vâcib al-vucâd, ilk illet, ilk mebde' olunca, imkân­ dan münezzeh olması lâzımdır. Allahta hiç bîr şey kuvve hâlinde değildir. O her türlü kuvveden ve maddeden münezzehtir. Zarurî varlık eisim değildir; zîra cîsim kısımlara bölünebilir. O ne cismin maddesi, ne sureti, ne mâkûl bir sûretin mâkûl maddesi, ne mâkûl bir maddenin mâkûl suretidir. İlim, irâde, ha­ yat ve diğer sıfatlar zarûrî varlığın müessis vasıfları değildir. Böyle olsa idi, Allahın zâ­ tında aynı derecede bâkî bir çok tanrıların bulunması lâzım gelirdi. Fakat mûtezileden tamamen ayrılan İbn Sina 'ya göre, bu sıfatlar Allahın zâtraa nisbetle arazlardan ibârettir ; ezelîlikleri Allahın birliğine halel getirmez. Diğer cihetten ilk mebde'in, zarûreti ve kemâli dolayısı ile, mahz hat/r olması icâp eder. Vücût hayırdır; vücûdun kemâli vücûdun hayırıdır. Fakat zarûrî varlık yalnız kendi zâtî iktizâsı olarak hayr 'dır. Zarûrî varlığın mükemmelliği hareketsizli­ ğine, heraketsizliği de âlemi bilmemesine bağ­ lıdır. Hâlbuki islâmiyete göre, Allah her şeyi bilir. Aristoculukta Allahın kendi zâtından başkasını bilmemesi kesretten kurtulmak için­ dir. A ksi hâlde onda iki ayrı bilgi olması lâ­ zım idi. Fakat âlemi bilmeyen bir Allah tasav­ vuru islâmiyete muhaliftir. Bu iki zıt görüşü uzlaştırma işi bütün İslâm felsefesinde olduğu gibi, İbn Sina 'da da en mühim meselelerden b irid ir: feylesofa göre, Allahın âlemi bilmeme­ sine imkân yoktur. İllet hakkmdaki bilgi eser hakkmdaki bilgiyi, mebde' hakkmdaki bilgi netice hakkmdaki bilgiyi tazammun ettiği için, Allah cüz’î şeylere âıt umûmî bir bilgiye sa ­ hiptir. Bir şeyin illetini bilince, onun neticesi ve eserini de bilmiş oiuruz. Şu kadar var ki, insan zihnî eşyâyı ard-arda ve bahşi bir sürette düşünebildiği fıâide, İlâhî akıl eşyâyı bir defada ve hem-zaman olarak, zaman ve oluş dışında, yâni lıadsî olarak düşünür, Vâkıâ şöyle bir muhakeme yürütülebilir! Allah ebedî ve değişmez ise, cü z'î şeyleri düşünemez. Çün­ kü cü z'î şeyler değişmektedir. Allahın onları bilmesi değişmesini, yâni mâhiyetindeki noknoksaniığmı kabul etmektir. Fakat buna karşı îbn Sina Allahın mâhiyetinde bütün âleme âit şevgi buiunduğ.nıj söyler. Sevgi, Allahta âle­



me çevrilmiş bir faaliyet prensibi olduğunu, bu da onun âleme âit bilgiyi tazammun etti­ ğini gösterir. İslâmîyetia hîlkatçi, greklerin ezelîyetçi gö­ rüşü arasındaki zıtlığı te'lif için feylesoflar Yeni-Eflâtunculuğun şudur nazariyesine baş­ vurdular. İbn S in a ’ya göre, âlem ve Allahın aynı zamanda mevcut olması mütenâkızdır. Hakikatte vâcib al-vucâd âlemden zaman iti­ bârı iie değil, ancak zât ve mertebe itibârı ile kadîmdir. Âlemin zâtî kıdemi dâvası Şifâ' ve Nacat 'ta izah edilmiş ve Gazzâli bu iddi­ ayı Tahâfut 'ünde tenkit etmiştir. Feylesof şudâr 'u anlatmak için, üç mebde’e dayanır; I. vâhidden yalnız vâhid çıkar; 2. mufârik ( yâni maddeden a y r ı) cevherler için dü­ şünmek yaratmaya delâlet eder; 3. kendi zâtı ile zarûrî olmayan her şey kendisi için müm­ kün, başkası için zarurîdir. Bu mebde’lere da­ yanarak şudâr, tecellî, âlemin safha-safha A l­ lahtan çıkış vetiresini anlamak kabil olur. Bu vetirenin seyrini kısmen yukarıda gördüğümüz gibi, Fârâbi felsefesinden de hatırlıyoruz [ bk. mad. FÂRÂBÎ]; şudâr yalnız mufârik cevherin zarûrî eseri değil, akim bir tavrıdır. Hattâ o bir irâde fiilidir. İlk illet küllün kendisinden fa y azan. (veya sudûr) etmesine râzı olur; çünkü kendi iyiliğinin mevcut eşyada tezahürünü ister. Her feleğin muharriki, yüksek bir aklın do­ ğurmuş olduğu kendi nefsidir. Bunu isbat için, İbn Sina feleklerin hareketinin tabi’î olmadı­ ğını, iztirarî de olmadığını, bir irâdenin eseri olduğunu gösteriyor. „Sem â A llaha rautî bir hayvandır ( hayavân m u ti') ; ona, bir irâde fiili ile, tâbidir* diyor. Feleklerin hareketi tabi’î değildir. Buna mukabil „tabi’î hareket müsta­ kimdir“ , iztirârîdir ve irâde mahsûlü değildir, İbn S in a ’ya göre âlem zarûrî değil, müm­ kündür. Fakat âlemin imkânı onun ezeliliğine bağlıdır. Âlem, zât itibârı ile, al-mumkin al-kâşş ise de, İbn S in a bundan dolayı al-imkân al-hâşş’ 1 eşyanın temeli saymaz. İmkân, esâsında, yine Allahın zaruretine bağlıdır. Aristo dünyaya alâkasız bir Tanrı kabût ediyordu. İbn Sina, diğer İslâm feylesofları gibi, bu fikirden tama­ men uzaklaşmıştır. İbn S in a 'y a göre, şerîat ve hikmet birbirine zıt olacak yerde, birbirlerini tamamlarlar. Bütün eserlerinde hikmetin (fe l­ sefenin } şerîati nakzetmediğini gösterir. ¿ . A h l â k . İbn S in a 'um ahlâkı Aristo 'ya da­ yanmakla berâber, Eflâtun ve Yeni-Efiâtunouluk ile tamamlanmaktadır. Her şey var ol­ duğu zaman, varlığının sebebi vâcib al-vucüd olduğu için, zarûrî sûrette vücut bulmuş de­ mektir. Tabiatta sebepler birbiri iie çarpış­ tıkça bir takım cüz 'î hadiseler meydana gelir.



İBN SÎN Â. Fakat vâcib al-vacüd onların ilk illeti ve son gâyesidir. Bu suretle vâcib al-vacüd’un eşyâ üzerinde ezeli inâyeti vardır. Eşyada ve insan' Kırda rastladığımız kötülükler üç şekildedir; başka tâbir ile, üç türlü kötülük vardır: a. bilgi­ sizlik, zayıflık ve huy kötülüğünde olduğu gibi eksiklikten ileri gelenlerdir, b. Elemler, keder­ ler, iç sıkıntıları gibi, rûhî ıztıraptan İleri ge­ lenlerdir. c. İnsanın asıl ahlâkî ve aslî kötü­ lüğüdür ki, buna günâh diyoruz. Kötülüğün aslı insanın irâdesinden değil, vâcib al-vacad ’dan gelmektedir. Bu telâkki islâmın „kagriki va şarrihi min A llah ia 'â lâ " telâkkisine uy­ gundur. Burada İbn Sina mutezile ile cebrîye yollarından aynı derecede uzak bulunmağa ça­ lışır. Kötülüğü kaderin mutlak hükmü olarak kabül edecek yerde, Eflâtuncu telâkkiye bağ­ lanır. Her şey ne için yaradılmış ise onu icrâ eder, her şey olacağına varır. Fakat bu me­ kanik! bir determinizm değildir. İlâhî inayet nazariyesi iik illette şuur, mâkûllük, hikmet esâslarını kabul ettiği için, oradan tabi’î ni­ zam, ilâlıî adâlet neticeleri doğuyor. İbn Sina metafiğinİ bu suretle izah ettikten sonra teşebbüs ettiği bu İlâhî ahlâk ( theodicée) tahlilleri ile asıl beşerî ve amelî ahlâka geçiyor. Bu sahada grek ahlâkçılarından Sokrat ve Eflâtun ’a dayanıyor. Evvelâ rÛhî kuvvetler ile ahlâkî fazîletler arasında münâsebet araştırıyor: rosl. şehvete karşılık— iffeti, gazaba karşılık—şecâati, temyîze karşılık —hikmeti, bütün rûhî kuvvelerin muvâzenesine karşılık—adaleti gösteriyor. Sokrat gibi, o da ahlâkta esâslı gâye olarak saadeti (Eudemonia) görüyor. Sokrat ve Eflâtun doğru ile iyiyi, hakikat ile bayrı karıştırırlar. Bu te­ lâkkide âdetâ, insan doğru düşündüğü için fa­ ziletlidir denilebilir. Aristo onlardan bir dere­ ceye kadar farklıdır. Ona göre, nazarî fazilet ile amelî fazileti ayırmalıdır. A sıl ahlâklılık hareketlerdedir; iyi bir hareketi yapmak kâfi değildir ; bu hareketi İtiyat hâline getirmelidir ki, onun faziletine sâhip olalım. İbn S in a ’nın rasyonalist ahlâkı bu noktada Aristo ’ya yak­ laşıyor. Saadeti faziletlerin itiyat hâlini alma­ sında görüyor. Fakat hakikî saadet feylesofa göre, insan aklı ile 'a k l-i a v v a l’in ittisalinden doğacaktır. Bu suretle gâyede ahlâk tekrar metafizik ve tasavvuf ile birleşiyor. e. T a s a v v u f . İbn Sina al-lşârât ’m sonun­ daki Malçâmâi a l-a r ifin adlı fasılda tasavvufa ulaşmaktadır. İttisal yolu ile İlâhî âleme ulaşan insanlar ariflerdir. Bunlar mantık ve ilim yo­ lunu aşarak hakikat ile temasa gelen sûfîlerdir. Feylesof, burada ariflerin yüksek makam­ larında ulaştıkları derecelerden bahsederken, tamamen tasavvuf zevkine baş-vurmaktadır.



Zühd, takva, riyazet, arifin İfâl ilimlerinden fyâl ilimlerine geçmesini te’msn eder. Abu Sa'id



Abu ’!-Hayr ile mektuplaşması da, bu tasavvuf zevkinin kuvvetli şâhidlerindendir. Feylesof’un al-Hikmat al-m aşrikiga’ si, Şifa ve al-lşârât gibi, mantık, tabiiyât, riyaziyat ve ilâhiyât kı­ sımlarını ihtivâ etmektedir. Bu kitap tasavvufa âit olmamakla beraber, İbn Sına 'um diğer bâzı risâlelerinde tasavvuf temâyülü vardır. Nitekim Salamân va Absâl mevzuunu eski greklerden alıyor. H agg b. Yakzân sonradan İbn TufayI ta­ rafından işrâkî felsefesini ifâde için yeniden ele alınmış olan bir mevzûdur. Bununla beraber, hi­ kâyenin kahramanı İbn Sina 'nın diğer tasavvuf! risalelerinde de görülmektedir. Yine bu risâlelerden Risâla f i ’ l-iş k , RisâlS f î mâhigat alşalavât, Kitâb f i m anâ al-ziyâra, Risâlâ f i d af ' al-ğamm min al-mavt, Risâlât al-kadar



1899 ’da, Mehren tarafından, fransızeaya tercüme edildiği gibi, İfagg b. Yalççân da 19 3 7 ’de Şerefeddin Yaltkaya tarafından, türkçeye tercü­ me ve neşredilmiştir. Burada bu risalelerin senbolik mevzularını izaha ihtiyaç yoktur. /. D in f e l s e f e s i . İbn Sin a din felsefesin­ de FSrâbi ve 1/tvân. a l-Ş a fa 'yi tamamlamak­ tadır. Feylesof imanın akıi yanında tamamla­ yıcı bir rolü olduğunu kabül eder. İman ile akı! arasında üç türlü münâsebet tasavvur edilebilir : a. imanın ve aklın sahaları tamimiy­ le ayrıdır ve onlar birbirinin zıddıdır : Gazz a li’de ve Iskoçya feylesoflarında olduğa gibi; b. îman aklın kemâli, akıl binasının çatısıdır. Başka tâbir ile iman akfı tam am lar: İbn Sina ve diğer bâzı feylesoflarda olduğu gib i; c. iman aklı, fiil ( action ) olarak, tamamlar. Bu hususta Halcim-i Tirmizi gibi, bâzı mutasav­ vıflar da, iman fiilinin aklı tamamladığını ka­ bul ediyorlardı. Bugünkü fransız felsefesinde Maurice Btondel imanı fiilden çıkarmakta ve aklın tamamlayıcısı saymaktadır. İbn Sina Peygamberlere feylesoflardan daha çok yer verir. Bu hususta Farabı 'den tamâmiyle ayrılır. Çünkü Peygamber fiil ile tefekkürü, iman He aklı tamamlamaktadır. Peygamberle­ rin bu suretle feylesoflara tafdîli bunun­ la berâber tefsir yolu iledir. Çünkü İbn S i­ na vahyi hiç bir zaman Cebrail ile konuş­ mak telâkki etmez. Onu kudsî kuvvet (a lIcavvat al-kudsiga ) dediği müktesep akla mahsûs en yüksek bir sezgi olarak görür. Vahy, ilham, rüyâ İlâhî hikmetin cüzü'ieridir. Bu noktada İbn Sina âdetâ bir nevi parapsy­ chologie’ye meyletmektedir. Kitâb a l-n a fs’inin sonunda da fıavâs-i batina ’den kasdettiği aynı şeydir. Son derecede hassas olan bâzı insan­ ların başkalarının idrâk edemiyeeckleri çok i ince münâsebetleri kavradıklarını, hâdiseleri



820



İBN SÎN Â .



evvelden gördüklerini söyler ve Peygamberleri böyle insanlardan telâkki eder. ' Şerîatten maksat, İbn S in a ’ya göre dünyayı Islâh veya nefsi ilme kabiliyetli bir hâle getir­ mek için tasfiye etmektir. Yâni şerîatinçift va­ zifesi va rd ır: a. siyâsî vazifesi) b. ruhî ve ahlâkî vazifesi. Bu iki vazifeyi görebilmek için, Peygamber halkın anlamasına imkân olmayan bir takım hakikatleri onlara remzler ve mi­ sâller hâlinde anlatır. İşte bütün peygamber­ lerin âhıret delilleri ( mabda’ ve m a 'a d ) bu remzlerden ibarettir. Fârâbi nazar ve amelde kuvvetli kâmil bir feylesofu Peygamberden üstün gördüğü hâlde, İbn Sina kudsî kuvvete sâhip olan Peygamberi feylesoftan üstün say­ maktadır. Bu itibâr ile İbn Sinâ nm din felse­ fesi şeriat ile hikmet arasında birincisi lehine daha kuvvetli bir uzlaşma telâkki edilebilir. [g . T ı p v e m ü s b e t i l i m l e r . İbn S in a ’nın tıpta en mühim eseri Kânun f i ’l-tibb ile aîA d vîya al-kalbiya 'dır. Bunlardan Kânun ilk defa Roma'da 1593 senesinde basılmış ve son­ radan Beyrut, İstanbul ve Bulak 'ta tekrar tab’olunmuştur. Kânun ’mı Gherardo di Cremona tarafından yapılan lâtince tercümesi, muhtelif senelerde ( 1 4 7 3 — 1500), İta ly a ’nın muhtelif şehirlerinde basılmıştır. al-A dvîya al-kalbiya ise, Kilisli R if2t Bilge tarafından türkçeye tercüme olunarak, arapça metni ile ile birlikte, İstanbul ’da İbn Sinâ 'nm 900. vefat senesi münâsebeti ile neşrolunan A d memoriam ciltte basılmıştır. Bu esere dâir, yine o ciltte, Dr. Neşet Ömer İrdelp tarafından, bir de makale vardır. Fakat İbn S in a ’nın en mühim eseri K an S n ’ u, kendisinden sonra yeni tıbbın doğu­ şuna kadar, türkçe, arapça, farsça ve garp dillerinde yazılmış eserlere mehaz teşkil etmiş ve hele türkçe eski tıp yazmaları bu büyük eserin türlü türlü kısaltmalarından ibaret kal­ mıştır. Kânun ’un XXVIII. asırda ve Sultan Mustafa III. zamanında Tokadî Mustafa b. A h­ med b. Haşan namında bir hekim tarafından, beş sene süren emek neticesinde yapılan ter­ cümesi Tabffiz al-maihün ismi ile elimizdedir { bk. mütercimin el yazısı ile nüsha için Râgıp Paşa kütüp., nr. 1542 ) ; hemen-hemen yalnız cümlelerdeki fiillerin türkçeye çevrilmesi ile yapılan bu tercümenin aslına sadakatinden bit­ tabi şüphe edilemez. Kânun, aşağı-yukarı bir milyon kelimelik büyük bir tıp ansiklopedisi olup, bütün kadîm tıp ile müslüman tıp ilmini tamamen ihtiva eder. E sâs itibârı ile Câlinüs 'un eserlerine benzemekle beraber, onu bir çok noktalarda tâdil, tefsir ve islâh etmiştir. Bu eser şeklinin mükemmeliyeti ve hâvî olduğu malûmatın kıy­ meti itibârı ile Râzi'nin a l-flâ v i ’sine ve ‘A li



îbn ‘A b b â s'm a l- fib b a l-m a lik i’sine ve hattâ Câiinüs ’un eserlerine tefevvuk ederek, tam altı asır bütün dünyanın tıp tedrisatına hâkim olmuştur. fCânün daha ziyâde bir ansiklopedi olmakla beraber, orijinal müşahedeleri de ihtivâ eder. Msl. munassafm iltihabı ile zâtülcenp arasında teşhis-i tefriki, veremin sirayeti, hastalıkların su ve toprak ile dağılışı, cilt has­ talıklarının dikkatle mutaleası ve müfredat-ı tıp yâni ilâçlar b a h si; bu son babiste 760 ilâç zikredilmiş ve eczacılık metodları izah olun­ muştur. B ir çok tabıları, yazmaları ve tercü­ meleri hemen her kütüphanede mevcut olan bu eserin burada hulâsasına aslâ tü/ûm yoktur. İbn Sına 'nın riyaziyattaki alâkası teknik olmaktan ziyâde felsefîdir. Murabbâ ve cezir­ lerin mizanı için bir usûl üzerine çalışmış, Euclides 'in bir tercümesini vücûda gsiirmiş olduğu gibi hayatının son zamanlarını geçirdiği Hemedaa'da astronomi rasadâtı yapmıştır. İbn Sina'nın R is â la f i ’U zâvîya isimli eserinden şu misâli alalım: Bir müsellesin üzerinde bir dıl’m mukabilindeki zaviyenin zirvesine kadar, bu zirveye muvaziliği muhafaza etmek üzere, bîr hattı yukarıya doğru hareket ettirelim, o hâlde .müselles bir nokta ile nihayet bulur, fakat zaviye her hâlde bâkî kalır ve nihayetteki nokta dediğimiz şey yine müsellestir, ve ma­ demki zaviyenin dılı’ları hat mâhiyetini mu­ hafaza ediyor, bu bir asgar-ı nâmütenâhî müsellestir, işte Fatin Gökmen 'e göre İbn Sinâ asgar-ı namütenahiyi düşünmüş, bu su­ retle analyse’in esâsına dokunmuş sayılabilir ( bk. İbn S in â , Fatin Gökmen, îbn S in â ’nm riyaziye ve hey’ et cephesi, İstanbul, 1937, s. 7). Fizikte, hareket, temas, kuvvet, boştuk, son­ suzluk, ziya ve hararet bahislerine temas et­ miş ve, eğer ziyanın görülmesi, onnn menbatndan bâzı parçacıkların intişarına mütevakkıf ise ziya sür ’atinin nâmütenâhî olmayacağını söylemiştir. İzâfî sıkletler üzerine çalışmış ol­ duğu da mâlûmdur, ( Ş ifâ ’ adlı eserinde, musikî üzerinde bilhassa Fârâbİ 'nin eserini ikmal ede­ cek mesaisi için bk. mad. M û sik i). Şunu bil­ hassa söylemek lâzımdır ki, bâzı Avrupa mü­ elliflerinin zannettikleri gibi, İbn Sinâ eski kimya ( A lebim ie) ya asla inanmış değildir. Ş ifa adlı eserme al-Fann al-hSmis mtn iabYiyât namı ile, 102 J — 1023 seneleri arasında ilâve ettiği iki makalede İbn Sinâ madeniyattan da vukûf ile bahsetmiş, bilhassa fosil­ leri ve dağların teşekkülünü izah eylemiştir. İbn Sinâ 'nm bu makaleleri, Aristo 'nun Mete­ orológica adlı eserinin nihâyetine P e ri lifhon p eri metallân diye dercedilmiş ve lâtineeye de De minararalibus adı iie tercüme olunmuş ise de, İbn Haldun ’un Mulçaddima 'sinde görülen bir



İBN SİN Â . kayıt ve makalelerdeki arapça isimlerin tahrif ile yun atı caya ve iâtinceye nakledilmesi, eserin İbn Sın a y a âit olduğunu göstermiştir (bk. Avieenna, De Congelatione et Conglatinatione lapidam, Kitab al Sh ifa, Holmyard (P aris,



821



ne sûrî, ne gâî hiç bir illete sâhip değildir. G â î illete sâbip olmayan bir varlık beşerî fiillerin illetlerine benzer. B ir kast ile ondan farklı varlıklar meydana getiremez. Böyle bir varlık kendinden aşağı derecelere te’sir ediyor. 1927 ). ] _ Bu takdirde ilk varlık müteaddit varlık ola­ h. G a r p t a k i t e 's i r i . İbn Sin â [nın eserleri, caktır ki, bu da saçmadır. Alemin Allahtan İâtinceye tercümeleri ile, Venedik'te IS °8 'd e hudus ettiği, ancak onu akl-ı mahz olarak dü­ neşredildi. Haneberg İbn Sinâ ile Albertus Mag­ şünmekle anlaşılabilir. Bu vaziyette tek ve nus ve Saint Thomas arasında, metinler bakı­ basit olan bir fiili meydana getiren mahluk da mından, bir mukayese yaptı. H ıristiyan feylesof­ ancak bir ve basit olabilir. Allahın ilk mâlûlü ların anladığı İbn Sinâ 'ya göre, suretler İle dolu bütün cüz’î mevcutları meydana çıkaran vâsı­ olan pâyânsız mâkûl âlemi, aynı zamanda akıl-i tadır. Fakat vâsıta hiç bir zaman vahdat-i mahzdan ibaret olan 'irada ve hayât âlemidir. m aki olamaz. Eşyanın kesreti ilk mâlûlün bilAllah bütün eşyaya varlık, hayat ve ilim verir. kuvve kesretinden, bu ise, 'a k l-i malız 'dan çıkar. Fakat bunları aynı tarzda vermez. Allah, var­ A kl-i mahz, ilk varlıktan çıkması itibârı ile lığı vermesi bakımından, yaratıcıdır. Kendini zarûıîdir. Fakat kendi başına mümkündür. İlk tanıtır ve tanıtmasından dolayı da yaratır. Fa­ malûlden itıbâren ikiliğin doğduğunu görürüz. kat diğer cihetten, hiç bir şey onun dışında Thomas bu felsefenin bâriz vasıflarını gös­ olmadığı için, İlâhî zât yaradış vâsıtası ile var terdi. Kuvvetini ve zaafını meydana çıkarmağa olan her şeye varlık verir. Bilgi bakımından ilk çalıştı: İbn S in a 'y a göre, küliîye âit bilgi illet işrâk ( iilumination ) yolu ile hareket eder. mümkün zihnin müfredi kavramasını, yâni hâİbn Sİnâ ile Augustinus felsefesinin birleş­ fıza ve muhayyile gibi aşağı melekelerin hazır­ meleri her ikisinde bir dereceye kadar müşte­ lıklarını icâp ettirir. Ruhumuz mahsûsa ne rek olan Yeni-Eflâtunculuktan ileri gelmektedir. kadar dalarsa, mâkûle o kadar yaklaşır. S af Her iki feylesofta da aklın bilme için yaptığı metafizikten uzaklaşan ve bir istikamette Dun3 cehd İlâhî nûrun aetion'unu tazammun eder. Scot amprizmine yaklaşan bu görüş, Aquinah Vâkıa bu aetion iki feylesofa nazaran aynı Thomas nazarında İbn Sinâ felsefesinin insi­ tarzda cereyan etmiyorsa da, onlar İnsanî mâ­ camsız bir Eflâtunculuk olmasından ileri geli­ kûlün yukarıdan indiğini kabul etmede müt­ yor, Aquinah Thomas fiziği, bilgi nazariyesini tefiktirler. tb n S in â 'y a göre, bilgi bir işrâktır. ve ahlâkı aynı esâstan çıkarmak isteyen ve Augustinus : — „Hikmet rÛhun İlâhî bir keşfi­ tehlikeli saydığı bu kozmogoniye hücüm edi­ dir". — diyor, Augustinus 'un De Trinitate 'si yor. Metafizik düşünceyi bir hamlede kavra­ İbn Sinâ 'nın Akıllar nazariyesi ile tamamen mak isteyen Thomas burada iki batalı gö­ rüşün başlangıcını görüyor ki, ikisi arasında uyuşuyor. Aquİualt Thomas, Augustinus 'u tenkit eder­ orta yol ve hakikat onea Aristo felsefesidir. ken, karşısında İslâm feylesoflarını buldu. Orta Bu hatâlı görüşlerden birisi tam bir derunîlik çağ hıristiyan felsefesinde ilk önce ibn Ruşd 'ün felsefesi diyebileceğimiz Anazagorascı Iıktır. te’siri olduğu malûmdur [ bk. mad. İBN RUŞD 1 Ona göre, bütün şekiller maddede, bütün fikir­ Thomas 'ın hücum ettiği şârihler bir taraftan İbn ler düşüncede, bütün faziletler rûhta, fıtrî ola­ Rüşdcülcr, diğer taraftan İbn Sinâ 'dan gelen fi­ rak, mevcuttur, ikinci yol Eflâtunculuktur ki, bu­ kir cereyanı idi. Bunlardan başka, feylesof müte- na da tam extériorité felsefesi diyebiliriz. Bütün kelimîn ile de meşgul olmuştur. Thomas bun­ şekiller, fikirler ve faziletler dışarıdan alın­ lara, Conira gentes adlı eserinde, loquentes admı mıştır. Her iki hâlde de ikinci illetlerin ( ' llal-i veriyor. Onlarda tenkit ettiği cihet her şeyin şavârtî ) rolü yoktur, Anazagoraseılık bakı­ Allahın saf ve basit irâdesinden çıktığı fikridir. mından ikinci illet eserin görünmesine mâni Ona göre, Allah kendi hikmetine göre, yâni akıllı olan şeyi ortadan kaldırır. Eflâtunculukta bir varlığın vâsıta ve gayeler ile hareket ettiği ikinci illet ilk illete zemin hazırlıyor. İbn S i­ gibi hareket eder. Bu fikir Allahın sebepsiz nâ ’nm Eflâtunculuğa temâyül ettiğine şüphe olarak, sırf irâdesi İle hareket ettiği hakkında yoktur. Çünkü mâkûl şekiller bize al-ulgSl alkelâmın “fâ 'il-i m uhi5r „ telâkkisinin tamamen mufârika 'dan geliyorlar. Fakat bu, neticele­ rine sâdık olmayan bir Eflâtunculuktur. Zîra zıddıdır. Thom as'a göre, İbn Sinâcılık kozmolojiyi bilgi müfârik cevherler, esâs itibârı ile, değişmez nazariyesine lüzumundan fazla bağlamakta­ oldukları için, ruhlarımızı mütemadiyen işrâk dır. İbn Sin â tek ve zarûrî olan Allahtan etmeli ve dâimâ bilgiye ışık vermelidirler. F a ­ hareket eder. Gayr-i cismânî olan ve taksim kat Eflâtun müfârik ve değişmez fikirleri icakabul etmeyen bu ilk varlık pe f$ü, nç maddî, bûl ederken mahsûsun vazifesinin, zilini mâkûlü



823



ÎBN SÏNÂ.



kavramaya elverişli bir b ile koymadan ibaret olduğunu söylemek hatâsına düşmüyor. Bunun için, Eflâtun'a göre, öğrenmek hatırlamaktan ibarettir (rém iniscence). Eflâtunculuğa göre, her şey rûha dışardan gelir ; fakat her şey ona bir defada verilmiştir. Thomas 'a göre, mâkûl cevherleri kavramak için, mahsûs eşyâya doğru dönmek İbn Sina 'nın Eflâtun 'a ilâve ettiği yanlış görüştür. İbn Sina 'nın te’sirinde kalan ilk mütefekkir onun mütercimi Gundissalinus'tur, Fakat bu zât zihnin mufârik bir cevher ile işrâkini nasıl kabûl ediyor ; ferdin faâl aklını ve ölmezliğini nasıl inkâr ediyor ? Bunların cevabını kendisin­ de bulmak güçtür. O, İbn S in i 'nın psikolojisine başka kaynaktan gelen mîstİk bir psikolojiyi ilâ ve ediyor, ilim, zihin veya muhayyile ile bir şeyin anlaşılmasıdır. Şekîl muhayyile ile kav­ ranınca ilim mahsûs olur. Zihin tarafından kav­ ranınca mâkûldür. Mâkûl ilimde şeklin zihin ile birleşmesi lâzımdır. Hâlbuki nefs mahsûsu vasıtasız alamadığı hâlde mâkûlü alabilir. Çünkü her ikisinin, yâni nefs ve mâkûlün, varlık tarzları aynıdır. Mahsûsa âit hakikati kavradığı zaman zihni faaliyete getirir ve ilmi kazanır; sırf mâkûle âit hakikati kavradığı zaman aklı faaliyete getirir ve hikmeti kaza­ nır. Zihin ve ilim, akıl ve hikmete nazaran, yalnızca faydalıdırlar. İnsan, en yüksek dere­ ceden, aşağı dereceleri terkederek, Allahın nûruna bir ayna gibi açılır. Burada İbn Sina ’nın faâl akıl nazariyesi Augustinuscu hikmetin mistik tefsiri ile karışmış görünüyor. İbn Sina 'nın garpta Su fficien tia adı ile tanı­ lan Ş ifa ’sı, K itâb al-nafs ’i, Kitâb al-sama’ ’sı, Kitâb al-Jıayvân ’ı mantık ve tabiiyâta dâir mühim parçaları, Kitâb al-kânun f i ’l-tibb 'ı feylesofun iki asırdan fazla müddet hıristiyan felsefesi üzerinde müsbet ve menfî şekilde derin bir te’sir bırakmasına sebep oldu. Bu te’sir İbn Rüşdcülük veya bizzat hıristiyan felsefe­ sinin aksül’ameline uğrayarak, gevşedikten sonra biie, Rönesans arasından modern felsefeye kadar sokuldu ( C. de Vaux, Notes et textes sur Va-vicennisme latin, 19 32; E, Bréhier, H istoire de la philosophie, i ; A . M. Goichon, L a p h i­ losophie d ’Avzcenne et son influence en Eu­ rope m édiévale, Paris, 1944 v.b.) Aristo ondan önce ancak ikinci analitikleri, topikleri, sofistilere reddiyesi, bir kaç İlmî eseri ve onun asıl düşüncesini bulandıran Apocryphe bir kaç eser ile tanınıyordu, İbn Sina'nın te’sirİ, XIII. asır ortalarında, İbn Ruşd te’sîrleri kuvvetlendiği zaman, zayıflamağa baş­ ladı, İbn Sina felsefesinin A vru p a’da zirvesi lâtin skolastiğinin en kuvvetli devrine tekabül etmektedir. Bu te'siri başlıca üç safhaya ayır­



mak kabildir: 1. İlk tercümelerden Guillaume d’A u vergn e'in 12 3 0 'da başlayan kuvvetli aksül'ameline kadar devam etmiştir. 2. 1231 'de Aristo 'nun tetkik edilmesine cevaz veren papa emrinden Albertus Magnus ’un iktitaf eserle­ rine kadar ki, takriben 1260 senelerine düş­ mektedir, 3. 12 5 0 'den itibaren İbn Sina, Aquinali Thom as'in büyük felsefî terkibinde muayyen ve sarîh bîr yer almağa başlamıştır. Thomas onu, tenkit etmekle berâber, değerlen­ dirmektedir, Evek Reymond de Tolède İspanya’da hırîstîyan âlemine, bilhassa grek ve arap eserle­ rini tanıtmak maksadı ile, bir mütercimler mektebi kurmuş idi. Bu tercümeler bilhassa 1 1 3 0 —1 1 5 0 arasında yapılmış, fakat XIII. asır ortalarına kadar devam etmiştir. Edward Browne bu sırada tıp tercümelerinde teşekkül eden yeni ilim lügatini tetkik etmektedir. Gundissalvi veya Gundissalinus bu eserlerin arapçadan Castillia ile Johannes Hispalensis, başka tâbir ile İbn Davüd tarafından yapılan tercü­ melerini lâtinceye nakletti. Bu tercümeler Fa­ rabi ’den, Gazzûli 'den İbn Sına 'ya kadar bir çok İslâm feylesoflarının eserlerine âit idi. Bunlardan başka daha bîr çok matematik, fi­ zik ve tabiiyet kitapları, arapça Aristo şerhleri v.b. tercüme edilmekte idî. Daha sonra Oxford ve P a ris ’te tahsil etmiş ve 12 3 6 'da ölmüş olan Michel Scot İlmî eserleri tercüme etti ; İspan­ ya ’ya yerleşmiş olan İngiliz A lfred uzun müd­ det Şifâ’ 'nın bir parçası telâkki edilen Liber de congelitas ’1 tercüme etti. İbn Sina 'nın Yeni-Eflâtuncu fikirleri asıl A risto felsefesin­ den daha fazla rağbet buluyordu. Alemin ya­ radılışı, Allahın âlem üzerinde te’siri, İlâhî varlık ile dünya arasında mertebeler mesele­ sinde Aristo 'yu tamamlıyordu. XII. asrın son­ larına doğru, İbn S in a 'nın fikirleri kayıtsız şartsız kabul edilmeğe başladı. Dominicain râhibi Gundissalinus { ölm. 1 1 5 2 ) , İbn S in i 'dan hareket ederek, Augustinus 'a ulaşan bir D e Anima yazdı. Burada İbn Sina 'nın nefsin mevcudiyetine âit delillerini, insön-i tâ'ir misâlini zikretti. Bu delil Descartes 'm cogito 'suna ka­ dar devam ederek, büyük franstz feylesofunda rûlıun cevherliği ve buna nazaran istiklâli fikri üzerinde müessir oldu, Petrus Hispanus A ris­ to'dan ziyâde İbn S in a 'y a dayanmak üzere, L ib er de anima 'yi yazdı. Bu sıradaki neşri­ yatta ilk mâlûlü işrâk eden Allah olduğu ka­ nâati doğrudan-doğzuya bu menbâdan geliyor­ du. Gİt-gide İbn Sina felsefesi hıristiyan fikir âleminin her tarafına nufûz ediyordu. Fakat bir müddet sonra, bu te’sire hıristiyanilk nâ­ mına tehlike gözü ile bakanlar meydana çıktı, Gundissalinus ibn Sina 'nın kozmogonisini hı­



t&N SÎN Â . ristiyanlık İtikatlarına bağlamakta İse de, bir 1 çokları buna iştirak etmiyordu. Fak at buna karşı en şiddetli itiraz Saint Thomas 'dan yük­ seldi. İbn Sinâcılığa karşı hücumun diğer mühim bir siması Guillaume d’Auvergne 'dir. Bu zâta göre İslâm feylesofunun A llah ile talıt al-kam ari âlem arasındaki mertebeler fikri Allahın hürriyetine aykırıdır. Bununla berâber, bir çok noktalarda bu zât İbn Sina 'dan müteessir idi. Hıristiyan felsefesine zât ve vücût ayrılığı fikrini sokmasına sebep olan muhakkak ki İbn Sina idi. XIII. asırda feylesofun garpta te'siri en yüksek noktasına varmış idi. Oxford Üniversitesinde Robert Grosseteste eserlerin­ den bir çoğunda İbn S in a ’dan mülhem idi {Goichon, P h ils. d ’Avicenne, s. 105—1 1 2 ) . AIbertus Magnus onun nefsler ve akıllar merâtibinİn tasnifini benimsemişti ( ayn. esr.% Haneberg, Z u r Erkennt. ; Hilmi Ziya Ülken, İs­ lâm medeniyetinde tercüm eler ve te’sirler, v.b.). Roger Bacon 'a göre, güneş nasıl cisim­ leri aydınlatıyorsa, aynı suretle insanları işrâk eden öyle bir akıl vardır. O bu fikrini tamâmen İbn Sina 'ya borçlu idL Bacon A risto ’yu, Fârâbi ve İbn Sinâ ’ya göre, tefsir ediyordu: ruhun bekası, cesetlerin lıaşri, meleklerin varlı­ ğı gibi meselelerde tanıâmen onlardan mülhem bulunuyordu. İbn Sinâ 'yi en çok tenkit eden Saint Thomas bile ona hakkını vermekten ve doğru bulduğu cihetlere iştirâkten geri kal­ madı : zât ve vücûdun ayrılması, zâtın tabiatta zarûrî değil, mümkün olması, yegâne zarurî varlığın zât ve vücûdu birleştiren Allah olma­ sı hakkmdaki fikirlerini doğrudan-doğruya ona borçludur. Ancak garpta sarahaten GazzSli 'ye dayananlar ile İbn Rüşdeüler İbn Sinâ fel­ sefesine karşı kat’î cephe almışlardır. B i b l i y o g r a f y a : Abu Ş â 'id al-Andalusi, Tabakât al-umam; İbn A bi Uşaybi'a, *Uyan al-anbâ’ f i tabakât al-aiibbâ' (Kahire, 1 8 8 3 ) ; İbn al-IÇifjd, Tabakât al-kukama’ ( Kahire, 1326 ) ; İbn Haîlikân, V afaySi al­ cı yân (Kahire, 12 9 9 ); İslâm ansiklopedisi, madd. FÂRÂBî, ğ a z z â lI, İbn Rüşd ; Mu (jam­ med Lutfi Cum a, Târik falâ sifa t al-islâm, f i 'l-M aşrık va ’l-M ağrib (K ah ire, 1 9 2 7 ) ; T. J . de Boer, Târih falâ sifa t al-islâm arap. tre. Muhammed 'A bd al-Hâdi Abu Rida ( Kahire, 1948 ) j Mustafa ‘Abd al-Razzâk, Tam hîd li târih al-falsafat al-islâmiy a ( Kahire, 1944 ) ; Navfal Efendi, Zubdat alş a k â 'if f i siyâhat al-ma’âri f ( Beyrut, 18 79 ); Muiıammed al-Bahi, al-Cönih at-itâki min al-ta fk ir al-islâm î ( Kahire, »945 ) ; İbn Sinâ, Ş i f â ; «yn. mil. N acâ t; ayn. mil., al-işârât va ’l-tanbihât; ayn. mil., K iiâb al-lşânün



f i ‘l-tibb ( bk. Osman Ergin, İbn S in a bib­ liyografyası, İbn Şina, aşr. Türk Tarih Ku­ rumu, 1937 ) Mustafa b, Ahmed, Tabhîz al-mathun ( Ifânnn tercümesi, Ragıp Paşa kütüp. ) ; İbn S in â ( nşr. Türk tarih ku­ rumu; muhtelif müelliflerin makale ve tet­ kikleri, 1 9 3 7 ) ; Mustafa Kâmil M ar'aşi, İbn S in â (İstanbul, 1 3 0 7 ) ; C a'far N akdi, İbn Sin â, Tadbir al-m anâzil ; Ebüzzıya Tevfik, İbn S in â ( İstanbul, Ebüzziya matbaası ) ; Hilmi Ziya Ülken, İslâm düşüncesi ( İstan­ bul, 1 946) ; ayn, mil., İslâm medeniyetin­ den tercümeler ve te’sirle r ( 1947 ); İbn Sinâ, H ayy İbn Yakzân (trc. Şerefeddin Yaltkaya, İbn S in â cildi, 1937 ) ; Djamil Saliba, Etude sur la m étaphysique d ’A vicenne (P aris, X926); A . F. Mehren, L a Philoso­ phie d 'A vicenn e ( M uséon, 1883) ; ayn. mil., Vues théosophiques d ’ Avicenne ( Muséon, Louvain 1 8 8 6) ; ayn. mil., L ’allégorie m ys­ tique ( H ay ibn Yaqzhan ) traduite et com­ mentée ( Muséon, Louvre, 1886 ) ; ayn. ml!., L ’Oiseau ( K iiâ b a l-ta y r)tra ité mystique d’ A vicenne ( Muséon, 1 8 8 7 ) ; ayn, mil., Vues d'A vicenne sur l ’astrologie et sur le raport de la responsabilité humaine avec le destin ( Muséon, 1883 ) ; ayn. mil., Les rapports de la philosophie d'A vicen n e avec l’İslam considéré comme religion révélée et sa doctrine sur le développement théorique et pratique de l'âm e (1882) ; Haneberg, Z ur Erkenntnisslehre von İbn Sina und A lbertas Magnas ( München, 1 866) ; Samuel Landauer, Beitrage zur p sy ­ chologie des İbn Sin a (München, 1 8 7 3 ) ; Max Horten, Das Bach der Genesung der Seele ( Ş i f â ’u n almanca tercüm esi), 1907; M. Horten, Texte zum Streite zwischen das Glauben und Wissen im Islâm (Farabi, Avicenna und A verro ès) (Bonn, 1 9 1 3 ) ; T . J. Boer, Gesckichte der philosophie im Islam , 1901 ; Léon G authier; L a philosophie musulmane ( 1 9 0 0 ) ; B. Carra de Vaux, A v i­ cenna ( Paris, 1900 ) ; ayn. mil., ¿ e s penseurs de VIslam, (P aris, 19 3 2 ); Vattier, L a logi­ que du fils de Sina (Paris, 1 8 5 4 ) ; Forget, L ’influence de la philosophie arabe sur la philosophie scolastique ( R evu e néoscolastique, I, 3 8 3 — 4x 0) ; Huit, C., Les A rabes et Varistotélisme ( Les Annales de philosophie chrétienne, Paris, 1890 X X I ) ; Munk, ib n Sin a ( Dictionnaire des Sciences philosophiques de l’Académie Française, 18 8 5 ) ; Munk, Mélanges de philosophie ju iv e et arabe ( 1886 ) ; Aug. Schmôlders, Essai sur les écoles philosophiques chez les A rabes et notamment sur la doctrine d ’A lgazzel ( 18 4 2 ); G . Quadrî, L a philosophie arabe dans l ’Euro-



İBN SÎN Â p e m édiévale ( Ibn Sin a ) ( italyancadan trc., ( Paris, 1947 ) ; Etienne Gilson, Aagastinism e avicennısant ( Arch. d ’hist. docf. et litt, du moyen âge ) ; A . M. Goïchon, L a distinction de l’essence et de l ’exisience d ’après Ibn Sina, ( Paris ) ; ayn. mil., L e livre de la définition cF İbn S in a ; ayn. mil., Lexique de la philosophie d’İbn S in a , ( Paris, 1934 ) ; İbrahim Madkour, L ’ Organon d ’Aristote dans le monde Arabe (P aris, 1 9 3 4 ) ; E. Gilson, A vicenne et le point de départ de D ans Scot ( Arch. d ’ hist. d. Mêd., 19*7 ) î Goichon, Une logique moderne à l ’époque m édiévale: la logique d ’A vicenne ( A rch . d ’hist, doci. et litt. du moyen âge, 1948 ) ; ayn. mil., L a philosophie d ’ A vicenne et son influence en Europe mé­ diévale ( 1 9 4 4 ) ; Louis Gardet, Quelques aspects de la pensée avicennienne ( Revue thomiste, 1939 ) ; Encyclopédie de VIslâm, bk. mad. HİKMAT (H uart) ve ISHRAKÏYÜN (de Boer ); M. S. Piné, Compte rendu sur A vicenne ( R ev. des. Etudes islamiques ) ; E. Gilson, Les sources gréco-arabes de Vaugustinisme a vi­ cennisani ( A rch d ’ hist. doct. et litt. du moyen âge, 19 30 ) ; ayn. mil., Pourquoi Saint Thomas a critiqué Saint Augustin ( aynı mecmua, 1 92 6) ; Ibn S in a ’nın eserlerinin listesi Osman Ergin ’den başka Goïchon ta­ rafından Kâtib Çelebi ve İbn K ifti ’ye göre hazırlanmıştır. Bk. Goichon, L a philosophie d ’Avicenne, methal kısmında. Bâzı kusurları aynı müellif tarafından Distinction de l’ essence et de l’existence 'da düzeltilmiş­ tir; Ibn Sina ’nın basma ve yazma eserlerinin en tam bibliyografyası G, C. Anawati, Essai de bibliographie avicennienne (Kahire, 1950). (HİLMİ ZİYA ÜLKEN.)



İB N Ş ÎR ÎN . [ Bk. İBN SÎRİN.] ÎB N S İR ÎN . İBN ŞİR İN Muhammed ( ? — 728), H a ş a n a l - B a ş r i [b . b k .J’n ın m u a s ı ­ r ı d ı r . Babasının aslen Carcarâyâ ’lı bir kazancı olduğu ve 'A yn al-Tamr 'de bulunduğu sırada, Hâiid b. al-Valid tarafından, esi olarak, götürül­ düğü rivayet edilir. Annesi Şafiya, Abu Bakr 'in mabmisi idi. İbn Şirin tâbi’înden olup, Abu H urayrafb . bk .],‘Abd Allâh b. 'Omar [ b. bk.], A nas b. Mâlik [ b. bk.] v.b. ’dan hadîs rivayet etmiştir. Basra ’da yerleşmişti. Hemşiresi Hafşa gibi, o da pek ziyâde sofu ( krş. İbn Sa'd, Tabakât, VIII, 3SS v.d.) ve rüyâ tâbirinde de bü­ yük bir iktidar sahibi idi. Kendisinden sonra gelen müellifler tarafından, onun ismi altında bu kabil, bir çok eserler yazılmış ise de, bunla­ ra sahte nazarı ile bakılmak icâp eder. A şa ­ ğıda zikredilen eserler bu kabildendir: 1868 ’de Kahire ’de 'A bd al-Gani al-Nâbulusi [ b. bk.] ’nia Ta’şlr ( î.) 'inin hâşiyesinde tab'edilmiş



İBN SÜ R EY C . olan Muntahab al-kalâm f i ta fsir al-ahlâm (K ah ire, 1 3 1 2 ) ; F ih rist ( s . 3 1 6 ) 'te zikr ve ız 8 x'd e K ah ire'de, 18 7 4 ’te Luknov'da ve 1879 ’da Bom bay'da tab’ediimlş olan Kitäb ta h îr al-ru’y ü ; Kahire ’de 18 9 2 'de tab’edilmiş olan KitSb al-cavâm ı ( krş. Hirschfeld, Verhandl. des X III. internat, Orient. Kongresses, Ham­ burg, s. 307 ; Steinseheider, Z D M G , XVII, 243 v. dd.; Fischer, ayn. esr., L X V III, 304, not 2, ve orada zikredilmiş olan eserler). İbn Şirin 11 0 ( 7 2 8 ) senesinde ölmüştür. B i b l i y o g r a f y a : İbn Kuiayba, M a â ­ rif, s. 226; N avavi (n şr. W üstenfeld), s. 10 6 ; Tabakât al-IIuffâz, Jlt, 9 ; İbn S a ‘d, Tabakât, VII, t, 140—150 ; îbn Hallikân, V afayât. . . ( nşr. Wüstenfeld ), nr. 57 6 ; Bro­ ckel mamı, G A L , I, 66; Suppl. I, 102. İBN S U R A Y C . ( Bk. Ibn s ü r e y c ,] İB N S U ’ Û D. [ Bk. Ibn s a ’ û d .] İBN S Ü R E Y C . İBN SU R A Y C , Abu 'l - ‘AbBÂS Ahmed B.'OMAR B. SüRA YC { 861— 91 8 ), arap hâl tercümesi müelliflerine göre, III. ( XI.) a s ı r ş â f i ’î â l i m l e r i n i n e n b ü y ü k ie r i n d e n b i r i d i r . Şöhret sahibi şâfi’îlerden bir çoğu bunun talebesi olmuştur. O derece büyük bir şöhret kazanmıştır ki, bir takım kimseler onu a l-Ş â ff i'n in talebesinin hepsinden, hattâ alMuzani 'den biie üstün addetmektedirler. Şirâz kadılığında bulunmuş ve, Zâhirtlerin akîdelerini reddetmek üzere, yazılar yazmıştır. Eserlerinin sayısı 400'e bâlig olmaktadır; fakat hiç biri bize kadar gelmemiştir. Yalnız eserlerinden bâzılarınm isimleri tarihe intikal edebilmiştir. 306 ( 9 1 8 ) senesinde, 57 yaşında olduğu hâlde, Bagdad 'da ölmüştür. B i b l i y o g r a f y a : İbn Hallikân, Vafa­ y ât al-a'yân ( nşr. W üstenfeld), nr. 200; trc. de Siane, 1, 46 v. dd.; Abu ’i-Mahasin ( nşr. Juynboll ), II, 203 ; F. Wüstenfeid, D er imâm al-Schâfı î und seine Anhänger ( Göt­ tingen, 1 891 ) , nr. 75; Fihrist, s. 213. . ( T h , W. J u y n b o l l .) İB N S Ü R E Y C . ÎBN S Ü R A Y C 'U b a y d A l ­ l a h ABU Y a h y ä ( ? — 743?), Emevîferîn İlk devrine mensup me k k e i i m u g a n n i ve b e s ­ t e k â r d ı r . M ekke’de, bir tÜrk kölenin çocuğu olarak, dünyaya gelmiştir ve bir rivayete göre, Bani Navfai b. ‘Abd Manâf ve diğer bir rivâyete göre, Bani ' 1-Hâriş b. 'A bd ai-Muttalib âilesinin mahmîlerindendir. Mûsikî san’atına halife ‘Os­ man devrinde başlamıştır. İbn aî-Zubayr’in K a b e 'y i yeniden inşa ettirmek üzere getirttiği iranlı ustalardan öğrenmiş olduğu acem rüba­ bını Mekke ’ye ilk idhâl eden kendisidir. Şöh­ retinin zirvesinde iken, ‘ Omar b. A bi R a b i ’a [ b. bk. ] İle gayet sıkı münâsebet te’sis etmiş ve Onun beğenilmiş şarkılarını bestelemiştir.



İBN S Ü R E Y C ~ Mersiye bestelemek hususunda da büyük şöh­ ret sahibi idi. Bununla beraber, san’atı ancak şifahî yoldan öğrenilerek devam eden bir san'at olduğundan, vefatından sonra, unutulmuştur. Muganni Cahza ’nin zamanında, İbn Surayc 'in nağmeleri ancak bir kaç ihtiyar tarafından bilinmekte idi. Hişam 'ın hilâfetinde ( 105— 12 5 = 7 2 4 —743 ) vefat etmiştir. B i b i i y o g r a f y o : Abu ' 1-Farac alİşbahâni, Kitâb al-ağânt, I, 97— 129, 2. tab., 94— 12 5 . __ (C . B r o c k e l m a n n .) İB N Ş A D D A D . [ Bk. İb n ş e d d â D.]



İBN T Ë Y M ÎY Ë .



615



siellung der Geschichte Baalbeks im Mitte­ lalter adlı yazısında bilgi verilmiştir. B i b l i y o g r a f y a\ Cat. Leid.2, H, 5 v.d. ; îbn Şaddâd 'm hayatı ve en önemli eseri olan al-A Tâk al-1}azlra 'nin muhtelif nüsha­ ları hakkında bk. Ciaude Cahen, L a S y rie da nord â l ’époque des Croisades et la principauté franque d ’Antioche (Paris, 1940), s. 75 v .d .; A yasofya kütüp., nr. 3084'teki nüshanın tavsifi için bk. F. Tauer, Geographisches aus den Stam buler Bibliotkeken ( Arckzv O rientalni, 1934, V I, 4 82,9 8); ay­ rıca bk. Brockelmann, G A L , I. 2. tab., 1943» 1, 634 ; İbn Şaddâd 'ın al-Malik al-£âhir Baybars I. ( 1 2 2 3 — 1 277) hakkında yazdığı S irat al-M alik al-Z âh ir B aybars adlı eserinin h. 670—676 yıllarına âit 2. cildi E d irn e’de Selimiye kütüphanesinde nr. 1507 'de bu­ lunmuş ( bk. Cl. Cahen, Les chroniques arabes concernant la S y rie, l’E gypte et la - Mésopotamie, de la conquête arabe à la conquête ottomane, dans les bibliothèques d ’Istanbul, R E I, 1936,3. 342) ve Şerefeddin Yaltkaya tarafından türkçeye tercüme edil­ miştir : B aybars tarihi, al-M alik al-Z âh ir Baybars hakkzndaki tarihin ikinci cildi, Is­ tanbul, 19 41, XVI, 196 s. 8 (nşr.. T T K . seri 2, nr. 3 ). Brockelmann 'm eseri Abu 'I-Mahasin Yusuf b. R âfi‘ b. Şaddâd 'a izâfe etme­ si yanlıştır ( G A L , P , s. 386 ). Bu müverrih 632 (1234) 'de öldüğüne göre ( bk. gSst.yer.), 676 ( 1 2 7 7 ) 'da ölen Baybars 1. ’ın hayatını yazamaz. (AD N AN SÂDIK E r z I.) İB N T A Ğ R İB E R D l. [B k . ebü LMa h â s IN.] İB N T A Y M İY A . [ Bk. İbn t e y m İt E.] İBN T E Y M İY E . İBN T A Y M İY A , T a k İ a l -



İB N Ş A K İ R . [ Bk. İbn şÂKiR.] İB N Ş A K İR . [ Bk. a l - ku tu bî .] İBN ŞED D  D . İBN ŞA D D  D B a h â ’ a l-D în A b u ’l-M a h â sIn Y û s u f b. R â fI' ( 1 1 4 5 — 1*34 )* 539 ( 1 1 4 5 ) senesinde Musul'da doğ­ muş a r a p h â l t e r c ü m e s i m ü e l l i f i ­ d i r . Bu şehirde ve Bagdad ’da tahsü etmiş ve sonra 569 ( 1 173 ) tarihinde, doğmuş oldu­ ğa şehirde, müderris olmuştur. 583 ( 1 1 8 8 ) 'te hacca ve avdette Şam ’a gitti. Bilâhare Şalâh al-Din 'in hizmetine girdi ve onun tarafından Kudüs ’e kazasker tâyin olundu. Şalâh al-Din 'in vefatından sonra, 591 ( 1 1 9 5 ) tarihinde, Haleb 'e gitti ve oraya kadı tâyin edildi. Ge­ rek al-Zâhir ve gerek al-‘A ziz devrinde Haleb 'de gayet nufûzlu ve kazançlı bir mevkî işgâl ve bu vaziyetinden bilistifade zengin vakıflı medreseler te’sis etti. Hayatının son senelerini alel'âde bir İnsan gibi geçirdi ve 632 ( 1 2 3 4 ) senesinde vefat ettî. Başlıca eseri 1732— 1755 'te A . Schultens tarafından neşredilmiş olan Şultân Şalâh al-Din 'in hâl tercümesidir. Bu eser 1 31 7 'de Kahire’de basılmıştır. Conder tarafından vücûda getirilmiş olan İngilizce adaptasyonu The life o f Saladin by B eka ad­ D î n A b u ’l - ' a b b a s A h m e d b . ‘A b d a l -H a l îm din compared luiih the original A rabie and b . ‘A bd a l -S a l â m b . ‘ A b d A l l a h b . M u h a m ­ annotated nâmı ile, 1897 'de Londra 'da neşr­ m e d b . T a y m î y a a l -H a r r â n î a l -H a n b a l î edilmiştir (ferş. Recueil des Historiens des ( 12 6 3 — 13 2 8 ), a r a p k e l â m c ı s ı v e f a k î h i olup, 10 rebiyülevvel 661 ( 22 kânun II. 1263 ) Croisades, Hist, O rien t, III. B i b l i y o g r a f y a : İbn Hallikân, Va- 'de Şam civârmda Harran 'da doğmuştur. Mofa y a i (nşr, Wüstenfeld ), nr. 852 ( çok mufas­ ğullarm fenâ muamelesinden kaçmış olan babası, sal ) ; Brockelmann, G A L , I, 3 1 6 ; Brockel- 667 ( 1 2 68) senesi ortalarında, bütün âiiesi ile rnann, G A L , 2. tab, 1943, I, s. 386 s Suppl., birlikte, Şam 'a iltica etmiştir. Suriye 'nin hü­ I, 549 ; krş. İbn Şaddâd ‘ İzz al-Din maddesi­ kümet merkezinde Ahmed büyük bir gayretle İslâm ilimlerine çalışarak, babasından, Zayn alnin bibliyografyası. İB N Ş ED D  D . İBN ŞA D D  D 'İzz a l-D în Din b. Ahmed ‘Abd al-Dâ’im al-Mukaddasi’den, Abu ‘A bd ‘A l l a h Muhammed b . ‘A l I b . İb- Nacm al-Din b. ‘A s â k ir’den, Zaynab b. Makkı RÂHÏM B. ‘ALÎ ( i s i Ğ — 1285), bîr kısmı bize v.b.'dan ders almıştır. Tahsilini ikmâl eylediği kadar ulaşamayan muhtelif tarihî eserlerin, zaman henüz 20 yaşına gelmemişti. 681 ( 1 282) bu arada Suriye ve Elcezîre 'nin tarihî coğraf­ senesinde babası vefat ettiği zaman onun yerine yasına âit iki cildlik a l-A ’lâk al-hazlra f i zikr hanbelî müderrisi olmuş ve her cuma günü urnarS al-Şam va ‘l-C a z ır a ’nin müellifidir. kürsüde K u r’a n ’ ı tefsir etmiştir. K u r ’an, ha­ Bu kitap hakkında Sobernheİm ’ın Centenario dîs, fıkıh ve ilahiyat ilimlerinde geniş malû­ della nascita d i M. Arnari (II, 152 v. dd.) mat sahibi olduğu cihetle, ilk müslümanların saf 'de intişâr eylemiş olan ibn Shaddâds D ar- an’anelerini, K u r ’an ve hadîsten alındıkları



İBN TEYMİYlsL için, müdâfaa etmekte idi. Fakat, bu serbest rine fetvâ vermekten men'edildi. Filhakika İbn münâkaşalar ona diğer üç sünnî mezhebin âlim­ Taymiya bu hususta böyle bir yemin eden kim­ leri arasından bir çok düşman kazandırmıştır. senin yeminine riâyet etmekle berâber, hâkimin 691 ( 1292 ) senesinde, haccetmek üzere, Mekke takdirine göre, bir de eezâya müstahak olduğu­ ye gitmiştir. 699 senesi rebiyülevvelinde ( 1299; nu beyân eden diğer üç mezhep ( İbn al-Vardi, yahut 698 ), Kahire 'de bulunduğu sırada, sıfat-i Târih, II, 267) tarafından kabûl edilmeyen İlâhîye hakkında, Hama 'dan sorulmuş olan muhtelif müsâadelerde bulunmuş idi. Bu emre bir suâle karşı hazırlamış olduğu „cevap“ şâ- inkıyat etmeği kabûl etmediğinden, 720 senesi fi’î alimlerini gücendirdiği gibi, nmûmî efkârı recebinde (ağu stos »320) Şam kalesinde hapse da aleyhine ayaklandırmış ve ona müderrislik mahkûm oldu. S ay 18 gün mahbus kaldıktan kürsüsünü kaybettirmiştir. Bununla berâber, sonra, hükümdarın emri ile, serbest bırakıldı. aynı sene zarfında moğullara karşı cihad le­ Mûtad işine başladı ve bu iş, düşmanları 710 hinde vaaz etmeğe me’ mûr edildi ve bu mak­ ( 1 3 1 0 ) ve şâbân 726 (temmuz 1 3 2 6 ) 'da Pey­ sa t ile ertesi sene Kahire 'ye gitti. Vaiz sıfatı gamberlerin mezarları ile mukaddes makamların ile aynı senede Şam civarında Şaifhab 'da Mo­ ziyareti hakkında kendisinin vermiş olduğu fet­ ğullara karşı elde edilmiş olan zafere iştirak vadan haberdar oluncaya kadar, devam etti. etti. 704. ( 1305 ) senesi sonlarında, Suriye ’de Hükümdarın emri ile Şam kalesine hapsedildi. ‘A li b. A bı T âlib'in masumluğuna inanan, buna Orada kendisi için bir oda tanzim edildiği gibi, mukabil sahâbeyi mü'min saymayan, namaz kıl­ biraderi de hizmetine verildi ve îbn Taymiya mayan, oruç tutmayan ve domuz etî yiyen Is- zamanını bir tefsir, aleyhinde bulunmuş olanlara mâilîler,Nusayri ' 1er ve Hâkimi 'lerden mürekkep karşı risaleler ve hapse mahkûmiyetini mûcip Cabal Kasravân sakinlerine hücum ettikten son­ olmuş bulunan meselelere dâir eserler yazmağa ra (M ar'İ, K avâkib, s. 165 ), 705 ( 1306/7 ) se­ hasretti. Düşmanlarının bu çalışmaları haber nesinde, beraberinde şâfi’î kadısı da bulunduğu alması üzerine, kitapları ve hokkası elinden hâlde, Kahire ’ye gitmiştir. Orada, Mısır sul­ alındı. Bu tedbîr îbn Taym iya üzerinde çok tanının huzûrunda toplanmış ve kendisini Allahı elîm bir te’sir yaptı. Namaz ve Kur 'an tilâveti insan sûret ve sîretinde kabû! etmekle itham ile meşgul ve müteselli olmağa çalıştı ise de, etmiş olan kadılar ile âyânro akdettiği beş cel­ hastalandı ve 20 gün sonra, 728 senesinin 20 zilseden sonra, ikî biraderi ile birlikte, yüksek kâdesinde (26/27 eylül 13 2 8 ), pazarı pazarte­ Kahire kalesinin kuyusuna ( cabb) hapsedilmeğe siye bağlayan gecede, vefat etti. Ona fevka­ mahkûm oldu ve bu mahbeste bir buçuk sene lâde hürmet beslemekte olan Şam halkı cenâkatdı. 707 { 1308 ) şevvalinde, ittihâdiya [ bk. zesini muazzam bîr cemâatle kaldırdı. Cenâmad. İTTÎHÂD. ] aleyhine yazmış olduğu bir red­ zesinde bulunanların mıkdart 200.000 erkek ile diyeden dolayı, hücûma uğradı. Fakat gösterdiği 15.000 kadın olarak tahmin edilmektedir. Sûfîmukabil detîller ile düşmanlarını, bir zaman için, ler mezarlığına defnedilmiştir. İbn al-Vardi susturdu. Şam ’a gitmesine müsâade veriidi ise onun hakkında bir mersiye yazmıştır. de, bîr merhale sonra Kahire ’ye dönmeğe Hanbelî mezhebine mensup bulunan İbn mecbur edildi ve siyâsî bir tedbir olarak, bir Taymiya bu mezhebin bütün fikirlerine gözü buçuk sene kadılara mahsûs hapishaneye ka­ kapalı riâyet etmiyor ve kendisini bir muctahid patıldı. Bu zamanı zindan arkadaşlarına İslâmî- f i ’l-mazhab [ bk. mad. MUCTAHİD] addediyordu. yetin esâslarını öğretmeğe hasretti. Bir kaç Hâl tercümesini yazmış olan Mar'İ, K avâkib günlük serbestîden sonra, İskenderiye kalesine nâmındaki eserinde (s . 184 v.d. ), İbn Taymi­ ( b u rç ) hapsedildi ve orada sekîz buçuk ay ya 'nin ta k lid 'i ve hattâ icmâ' 'ı reddeylemiş kaldı. Bilâhare Kahire ’ye gitti ve Sultân al- olduğu bir takım meseleleri zikretmektedir. N âşir’ın düşmanlarından intikam alabilmek Eserlerinin ekserisinde K u r’an iie hadîsi har­ için, istemiş olduğu bir fetvâyı vermemiş ol­ fiyen tatbik ettiğini ifâde eylemekle berâber, masına rağmen, bu sultau tarafından te’sis edil­ münâkaşalarında ( bilhassa M acm uai al-Ramiş bulunan medresenin müderrisliğine tâyin sâ’il al-kubrâ, I, 207 ) kıyasa pek sık müra­ olundu. Zilkade 712 (şubat 1 3 1 3 ) 'de Suriye caat etmektedir. Hattâ bütün bir R isâla (göst. 'yo gitmekte olan orduya refakat etmesine yer., II, 217 ) 'sini bu tarzda muhakemeye hasr­ müsâade edildi ve Kudüs 'ten geçerek, 7 sene etmiştir. ve 7 haftalık bir gaybubetten sonra, Şam 'a Bid’atlere ( bida ) şiddetle muarız olan İbn avdet etti. Müderrislik vazifesine tekrar başla­ Taymiya, evliyanın takdisine ve türbelere ya­ d ı; fakat 718 cemâziyelâhırmda ( ağustos 1 31 8) , pılan ziyaretlere hücûm etm iştir: — Peygamber hükümdarın emri ile, „talâk şartı ile yemin" buyurmamış m ıd ır?: „Ancak üç mescid ziyaret (filân şey yapıldığı veya yapılmadığı takdirde edilir: Mekke'deki Mescid-i haram, Kudüs’teki karısını boşayacağı üzerine yemin etmek) üze­ mescid-i aksâ ve benimki.“ — ( göst. y e r, II, 93).



ÎÖN T EYM ÎYE. Yalnız Peygamberin kabrini ziyaret için yapı­ lan seyahat bile bir günahtır ( m a'şiya; krş. îbn Hacar al- Haytami, F atü vi, s. 87).“ — Diğer taraftan a l-Ş a b i ’nin ve İbrahim al-Naha'i ’nin fikirlerine uyarak, bir müslüman mezarına yapı­ lan ziyareti, ancak bir seyahati istilzam ettiği ve muayyen bir günde yapılması icâp ettiği takdirde,' memnu bir hareket addediyordu. Bu kayıtlar altında yapılacak ziyareti an’anevî b ir vazife telâkki etmekte idi ( Şafİ al-Dın al-Han afi, al-K a vi al-cali, s. 119 v.d .). Cenâb-ı Hakkı, eskiden beri, insan suretinde tasavvur eden îbn Taymiya A llaha dâir olarak K u r’an ve hadîste mevcut fıkraları şerh ve tefsire gitmeden harfiyen kabûl ve izah et­ mekte idi. Bu itikada o derece saplanmış idi ki, İbn Battüta ’atn rivayetine nazaran, bir gün Şam cimimin minberinde :— ,,Cenâb-İ Hak gök­ ten yere benim şimdi indiğim gibi iner.“ — de­ miş ve minberden bir basamak aşağıya inmiş­ tir ( krş. bilhassa Macm. al-ras. al-kabra, 1, 387 v.d.). Hârici, Murcî’î, Rafızî, E ş’arî, Kaderi, Mötezilî, Cahmî, Karrâmî v.b. ( R is. al-FurJ Takı al-Din al-Subki ve oğlu 'A bd al-Vahhâb, ’İzz ai-Din b. Camâ’a ve A bü Hayyân al-Zâhiri al-Andalusi v.b. Mamafih kendisini medhetmiş olanlar belki de aleyhdarlarından daha fazla­ d ır: şâkirdi İbn Çayyim al-Cavziya, al-Zahabi, İbn ÇudSma, al-Şarşari al-Şüfi, İbn al-Vardi, İbrahim af-Gürâni, 'A li al-Ç âri al-Haravı ve Mahmüd al-Alüsi v.b. îbn Taymiya hakkmdaki bu fikir ihtilâfı bugün de mevcuttur: Yusuf al-Nabhâni, Şavâhid al-H akk f i ’l-isiiğâsa biS a yyid al-halk (Kahire, 1 3 2 3 ) nâmındaki ese­ rinde, ona hücum etmiş, fakat Abu 'I-Ma'âti ai-Şâfi'i al-Saîâm i bu hücûmiarı G âyai alamanl f i ’l-radd ‘ ala 'l-Nabhânl (K ahire, 1325 ?) isimli kitabında reddetmiştir. Vehhâbîliğin müessisinın Şam hanbeli âlim­ leri ile münâsr bette bulunduğu mâlûm oldu­ ğuna göre, onlurdan ve bilhassa İbn Taymiya ile şâkirdi İbn Çayyim al-Cavziya [b . bk.] 'nin derslerinden istifâde etmiş olması pek tabi'îdir. Yeni mezhebin esâsları büyük hanbelî din âliminin bütün hayatı müddetince mücâdele eylemiş olduğu prensipleridir [ bk. mad. VEHhAbîLİK }. Kezâ Muhammed Abduh 'un Mısır Islâhat Fırkası İbn Taym iya'nin eserlerine büyük itibâr göstermektedir. İbn Taym iya'nin yazmış olduğu rivâyet edi­ len 500 eserden bize intikal edenler şunlardır: 1. Risâlat al~furkân bayn al-hakk val-bâfil. 2. Ma'âric al-vusul, Peygamberlerin bâzı ah­



vâlde yalan söylediklerini ifâde eyleyen feyle­ soflar İle Karmatîlere karşı reddiye. 3. alTibgSn f i nııznl al Kur ân. 4. al-Vasiga f i



İBN T E y MİYE. ’l-D în v a ’l-danyâ, ki buna al-V aşiya al-şuğrâ nâmı verilmiştir. 5. R is. f i ’1-nİya f i ‘l-'ibâdât. 6. R is. f i ’l-'a rş hal hava karı am 15. 7. alVaşiya al-kabrâ. 8. al-Ira da va 'l-am r. 9, al' A k id a al-vâsifİya. 10. al-M ünazara f i 7 ‘afcida al-vâsitiya. 1 1 . a l-A k îd a al-ham aviya al-kabrâ. 12 . R is. f i ’l-isiîğâşa. 13 . a l-tk lîl f i ’l-mutaşabih va ’l-ia ’v il. 14. Ris. al-H alâ!, 15. R is. f i ziyârat B a y i al-M akdis. 16. Ris. f i marötib al-irada. 17 . R is. f i ’l-k a ia va 7 kadar. 18.- R is, f i 'l-ikticâc bi 'l-kadar. 19. R is. f i daracât al-yakin. 20. Kit. bayan alH udâ min al-zalâl f 'i amr al-hilâl, 21. R is. f i sannat al-cum u'a. zz. T afsîr al-mu avvizatayn. 23. R is. f i ’l-'u k ü d al-ınukarrama. 24. R is. f i ma’na ’l-kiyâs. 25. Ris. f i 'l-sama va ’l-raleş, 26. Ris. f i ’l-kalâm ‘ala 'l-fiira . 27. R is, f i ’l-acvlba ‘an ahâdiş al-kusşâş. 28. R is. f i r a f al-h an afî yad ayh i f i ’l-şalât. 29. K it. manasik al-ltacc; — bu küçük kitaplar Macm aat al-rasâ’il al-kabrâ isimli bir mecmûada toplanmıştır (Kahire, 13 2 2 ). 30. al-Furkân bayn avliyâ' al-rahmân va-a vliya al-şaytân ( Kahire, 1310, 1 322} . 31. al-Vâsita bayn al-iıall} va 7 ffal fk ( Kahire, 1318 ). 32. R a f ' al-malâm ’an alo’ ımmoi al-a'lâm (K ah ire, 1 31 8 ), 33. Kitüb altavassul va ‘l-va sîla ( Kahire, 1327 ). 34. Kitâb cavöb ahi a l- il m va ’lim a n bi-takkik mâ a h la ­ ra bihi R asü l al-rahmân min anna ku l huva A l­ lah afyadta’d il şulaş a l-K a r’ân ( Kahire, 1322 ; krş, Revae A fric., 1906, s. 267 ). 35. al-C avâb al-$al}î}} liman baddala din al-M asih, Sayda vtt Antakya metropoliti Paul un mek­ tubuna bir cevap, bu mektupta Taymiya Hıristiyanlığı zemmedip, İslâmî medhediyor (K ahire, 1 322; krş. P. de Jong, Een A rab. kandschr. behelzende eene bestrijding van hct Christendom, Verslagen en M ededeel. der Kon. A kad. van VZetenshappen, afd. Letter­ kunde, 2, serî, V il, 1878, 218 v .d , 232 v.d.; Revue A fric ., 1906, s. 2 8 3 } ; 36. al-R is, alB a la b a k k iy a (K ah ire, 1328 ). 37. al-Cavâm ı f i ’l-siyasa al-ilâkiya va ‘İ-Syât al-nabaviya ( Bombay, 1306 ). 38, T afsir sürat al-nür ( C a­ mi’ al-bayân f i tafsir al-K a r’ân 'm kenarında, taş-basm., Dehlt, 1296). 39. Kitâb al-şârim al-m aslül ‘aiâ şâtim al-R asü l (H aydarâbâd, 13 2 2 ). 40. T ahcil ahi al-in cil (B ib i. Bodl., Cat., II, 4 5; Maracci tarafından Refatatio 'sunun Prodrom as A lcorani 'sinden faydalanılm ıştır). 4 1. al-M as’alat al-nusayriya ( suriyeti Nusayrîlere karşı fetva, trc. Guyard, J A , 6. sori, 18 71, XVIII, 1 5 8 ; Salisbury, Jo u rn . A m .O S, II, 18 5 1, s. 257 { Kahire, 1 32 3) . 42. a l-A k id a altadm arîya ( Berlin, Vers., nr. 1995). 43. ¡fatiha’ al-şirât al-m üstafim va-mucânabai aşfaâb al-cafaim (Berlin, nr. 2084). 44. Cavâb



‘an lav, la v (»şayet“ ) edatı üzerine ( al-Suyüti, al- A şbâh va 'l-n a z a ir, Haydarâbâd, 1 31 7, III, 3 10 ) . 45. K itâb al-ra dd ala ’l-naşârâ ( Hı­ ristiyanlığa karşı reddiye kitabı, Brif, Mus-, Cat,, nr. 865, 1 ). 46. Mas’alat al-kanâ’is ( Paris, Bibi. Nat., nr. 2962, I I ). 47. al-Kalâm '■ala hakikat al-islâm va 7 -îmön ( Berlin, nr. 2089 ). 48. a l-K d ıd a t al-m arrâkuşiya ( B.-rlin, nr. 2809 ). 49. Mas’alat a l-'u lü v ( Allaha yahut arş-i İlâhîye mahsûs ulviyet, Berlin, nr. 2 3 1 1 ; Gotha, nr, 83, II I; München, nr. 885, V ). 50. N akz ta’sıs al-cahm iya (Leîden, nr. 2 0 2 1). 51. R is. f i sucud al-K ur’ân (Berlin, nr. 3570). 52. R is. f i sucûd al-sahv (Berlin, nr. 3573 ). 53. Ris. f i avfaâi al-nahy va 'l-nizâ' f î zavât al-asbüb va-ğayrikâ (Berlin, nr. 3574). 54. K it. f i üşül a l-fi fak ( Berlin, nr. 4592 ). 55. K it. al-fark al-mubin bayn al-talâk va ‘l-yam în ( Leiden, nr. 1834 ). 56. Mas’alat al-h alf bi 7 talâfa ( Hidiv kiitüp., Fihr., VII, 565 ). 57. Fatâvi ( Berlin, nr. 4817—4818 ) ; 58. Kit. al-şiyâsa a l-şa riya f î işlâh a l-r a î va ’l-r a iy a (P aris, Bibi. N a t, Cat., nr. 2443—2444 ). 59. Cavâmi’ al-kalim al-(ayyib f i ‘l-ad'iya va ’l-azkar, (H idiv kütüp., Fihr., VII, 228 ; A yasofya, nr. 583). 60. Ris. al-ubüdiya. 61. Ris. tanavvu al-'ibâdât. 62. R is, ziyârat al-faubür va 7 istincâd bi ’l-m akbür. 63. R is. al-mazâlim almuştaraka. 64. al-Hisba f i ’l-lslâ m ; 59— 63 numaralar 2 ,3 1 , 32, 4 1 ile M acm uat al-rasâ’ il



'de bir arada basılmıştır ( Kahire, 1323 ). B i b l i y o g r a f y a : al-Zahabl, Tagkirat al-huffâş (Haydarâbâd, ts.), IV , 288; İbn Şâkir al-Kutubi, F avât al- Vafayât ( Bu­ lak, 1299), I, 35 (İbn ‘A bd al-H âdi'nin Tazkirat al-huffâz 'mdan biyografik te lh is ), I, 42 ; al-Subki, Tabafaât (K ahire, 1 324), V, 1 81 —21 2; İbn al-Vardi, Târih ( Kahire, 1*85 ), II, 254, 267, 270, 271, 279, 284—289; İbn Hacar al-Haytami, al-Fatâvi al-hadîşîya ( K a­ hire, 130 7 ), s. 86 v. dd, î al-Suyüti, fabafaâi al-huffâz, XXI, 7 ; al-Â lüsi, Calâ’ al-ayn ayn f i mufaâkamat al-Afamadayn ve kenarında: Şafi al-DÎn al-Hanafi, a l-K a vl a l-c a lîf î tarcamat al-Şayk Takt al-D'in ibn Taymiya al-fafanbali (Bulak, 1 2 98 ) ; Muhammed b. A bi Bakr b. Naşir al-Din aI-Şâfi:i, al-Radd al-vâfir 'alâ man za'ama anna man sammâ İbn Taym iya Şayk al-islâm kâfir-, M ar'i b. Yusuf al-Karmi, al-Kavâkib al-durrîya f i manâfaib ibn T a y m iy a ... (b ir mecmûada



tab., Kahire, 1 3 2 9 ) ; İbn Battüta (P aris, tab.), I, 2*S— 218 ; W8stenfeld, D ie Geschicht­ schreiber der Araber, s. 197, nr. 393 ; Goldziher, Die Zâhiriten ( Leipzig, 1884), s. 188 —1 92; ayn. mil. ( Z D M G , L 11, 156 v.d .; LXII, 25 v. d d .); ayn. mil., Vorlesungen iiber den



ÎBN ÎE Ÿ M Ο Ë Islâm, bk. fih rist : Schrciner ([ZD M G, LII, 540 v .d .; LHI, 51 v.dd. ve Ren. des Etudes ju ives, 1896, X X X I, 214 v .d d .); D. B, Macdonald, Development o f Müslim Tkeologg, s. 270— 278, 283—285 ; Brockelmann, G A L , II, 100— 10 5 ;Suppl.,\l, 119 v.dd.; Huart,Z.iff. ar., s. 330. ..



{M o h . B e n C h e n e b .)



İBN A L -T ÎK T A K Â . £ Bk. İBNÜTTİKTAKÂ.] İB N a l -T Î L M Î Z . [B k . İb n ü t t Il m î z .] İB N T U F A Y L . [ Bk. îb n t u f e y l .] İBN T U F E Y L . İBN JU F A Y L , m e ş h û r b i r E n d ü l ü s f e y l e s o f u olup, ismi tam olarak, A b O BAKR M u HAMMED B. ‘ ABD AL­ MALİK B. M üHAMMED B. MUtfAMMED B. TUFAYL AL-ÏÎAYSÏ (? — ıı8 6 ) 'd ir . Mamafih kendisine



bâzan Abü C a'far künyesini verenler var ise de, garpta bu feylesofa verilen Abubacer un­ vanından anlaşıldığına göre, meşiıûr olan kün­ yesi A bû Bakr olmak lâzım gelir. IÇays is­ mindeki mühim arap kabilesine mensup idi. alAndalusî, al-Kurtubi ve al-İşbili nisbeleri ile de anılır. îbn TufayI, Gırnata ’nm 60 km. şimâl-i şar­ kîsinde kâin bugünkü Cadix ( Guadix ) şeh­ rinin bulunduğu V ad i A ş ’ta, kuvvetli bir ihti­ mâl ile, milâdî XII. asrın ilk 10 senesi içinde, dünyaya gelmiştir. Ailesi ve aldığı terbiye hakkında hiç bir şey bilinmemektedir. Bâzı müelliflerin dediği gibi, İbn Bâcca [ b. bk. ] ’nin şâkirdı olduğunu söylemek doğru olmaz; zîra İbn TufayI felsefî romanının mukaddimesinde, bu feylesofu şahsen tanımadığını, bizzat, ifâde eder. İbn TufayI, G ırnata’da hekimlik etmiş, sonra bu eyâlet valisinin sır kâtibi olmuştur. Muvahhidî hanedanının banisi ‘A bd al-Mu’min ’in oğullarından biri olan Septe ve Tanca vâlisine de 549 ( 1 1 5 4 ) yılında kâtiplik etmiştir. Nihâyet Muvahhidî sultanı A bu Ya'küb Yû­ suf 'un 558 — 580 ( 1 1 63 — 118 4 ) senelerinde dâimî hekimliğini de yapmıştır. Bu sultanın vezirliğini ifâ ettiği de söylenir. Fak at L. Gau­ thier, onun bu sıfatı hakikaten taşıdığının şüp­ heli olduğunu, çünkü, bn me’mûrİyetten yalnız bir eserde bahsedildiğini söyler. Şâkirdi alBitrüci [ b. bk. ] kendisini Kâzi diye anar ( Léon Gauthier, ibn T kofail, s. 6 ). Muhak­ kak olan bir cihet şudur ki, İbn TufayI bu sul­ tan nezdinde büyük bir nufûz kazanmış ve bundan istifâde ederek, saraya âlimleri celbe muvaffak olmuştur. Genç îbn R u şd 'ü sultana bu suretle tanıtmıştır. Tarihçi 'A bd al-Vâhid al-Marrâkuşi ( al-M u cib, nşr. Dozy2, s. 174 v.d.; trc. Fagnan^ s. 2 0 1—2 10 ) , bizzat İbn R u şd ’den naklen, sultan ile arasında vukü bulan bu mülakatı hikâye etmektedir. Bu mülâkat hükümdarın, büyük bîr felsefî vukûfa sâhip olduğunu göstermiştir. Hükümdarın



İBN TÜ FÉŸL.



§29



teşviki üzerine, İbn R u şd ’e, A risto'nun eser­ lerini şerhetmesini tavsiye eden de İbn Tu. fayl olmuştur, İbn TufayI'in şâkirdi Abü Bakr Bundüd bundan bahseder. Yine' aynı müver­ rih d e r k i: — „Hükümdarın İbn T u fayI’e karşı çok muhabbeti ve dostluğu varidi. Uzun müd­ det gece, gündüz, sarayda, onun yanında kaldı­ ğını ve ortaya çıkmadığını söylerler.“ — Yaşı fazla ilerilemiş olan feylesofu, 573 sene­ sinde, İbn Ruşd, hükümdarın hekimi sıfatı ile, İstihlâf etti. İbn TufayI, buna rağmen Abü Ya'küb 'un teveccühünü muhafaza etmiş ve bu hüküm­ darın 58 0 'de vukû bulan vefatı üzerine, oğlu ve veliahdı Abü Yusuf Ya'küb'un teveccühüne mazhar olmuş idi. 581 ( 1 1 8 5 / 1 1 8 6 ) senesinde Merrâküş 'te vefat etti. Hükümdar cenâzesinde bizzat hazır bulundu. İbn TufayI 'in en mühim eseri H ayy b. Yak zan isimli meşhûr felsefî romanıdır. Bu eserin hâricinde, İbn T u fayI'in pek az eseri malûm­ dur. Tıbba âit iki eser yazmış ve İbn Ruşd ile, al-K ulllyât isimli tıbbî eseri hakkında, mektuplaşmıştır. H ey’eişinas al- Bitrüci 'nin ifâde­ sine ve İbn Ruşd'ün A risto metafiziğini şerheden XII. kitabında söylediğine göre, h ey'et ilminde yep-yeni fikirleri bulunduğu anlaşı­ lıyor. al-Bi$rüei, Batlam yus’un epicycle' 1er ve exentrique'ler nazariyesini redde teşebbüs et­ miş ve bu husûstaki fikirlerini İbn TufayI 'den aldığını, eserinin mukaddimesinde, söylemiştir, Pocock’un Philosophus autodidactus („H üdâ-i nâbit feylesof“ ) sive Epístola A b i Ja a fa r ebn Tophatl de H ai Ebn Y okdhan. . . ( Oxford, 167* ve 1700) başlığı ile neşrettiği ffa g g b, Yakzân isimli felsefî romanın, bir ismi de A sra r al-hikmat a liş r â k îy a 'dir. Feylesofun ese­ rinin kahramanı olan insan, daha pek küçük yaşta iken, ıssız bir adaya atılm ıştır ve orada, sırf muhâkemesinin kuvveti ile, felsefeyi keşf­ eder ; islâmiyetteki Yeni- Eflâtunculuk nazariye­ sini baştan-başa yeniden kurar. Aklın timsâli olan bu âdemin ismiffa y y ve kendisi, Yakzân 'm, yâni Allahın oğludur. Hikâyenin sonunda, S a ­ lamım ve A sal isimli iki şahıs da ortaya çı­ kar ki, bunların da kendilerine mahsûs sem­ bolik rolleri vardır. H ayy, Salâmân ve A bsâl yahut A sal isimle­ ri, felsefî eserlerde daha evvelce de görülmüş idi. Nitekim îbn Sinâ, ffa g y b. Yakzân isimli tasavvufî remzî kıssasını yazmış idi. Orta çağda büyük şöhret kazanan bu küçük risâle îbn Ezra tarafından taklit edilmiştir. İbn S i­ na'nin eserlerini bir fihrist hâlinde toplayan al-Curcâni, onun Salâmân ve A b sâl hikâyesine dâir de bir risâlecik yazdığını söyler. Naşir al-Dîn al-Tüsi 'nin, bu efsâneye dâir bir tef­ siri olduğu malûmdur ve iranh büyük şâir Cami



İBto ÏÜ F È Y L . bunu, meşhur bir eserine, mevzii edinmiştir neiik bir kaç murakabe ve müşahede devrelerin­ [ bk, mad. CAM? ]. Saiâmân 'm ve Absâl 'in rolleri, den geçmiştir: msl. üçüncü yedi senelik devrede bu muhtelif eserlerde, başka-başka ise de, ancak yer-yüzündeki cisimlerin hepsinin kevn ve dâima sembolik bir mânaları vardır ve umumi­ fesâda tâbî olduğuna hükmetmiş ve ancak göğe yet itibârı ile, aklın, madde âlemi ile mücâde­ bakarak, oradaki ecrâmın böyle kevn ve fesâda lesini temsil eder, lbn Tufayl Saiâmân ile Ab- tâbî olmadıklarını gördüğü gibi, âlemin mütenâsâl 1 melik ile veziri şeklinde gösterir. Bu me­ hî ve kürevî olduğuna ve bunun bir müstakil cazî hikâyelerden birinin, Hunayn b. İshâfc ve müteâlî bir muharrike muhtaç bulunduğuna, [ b. bk.] tarafından, yunancadan, tercüme edildiği bu muharrikin vacib al-vucud ve bütün kemâl söylenmekte ve filhakika bütün bu hikâyeler vasıfları ile muttasıf olduğuna, yalnız aklî mugurubunun, helenistik ve yeni-£fiâtuncu muhit­ hâkemesi neticesinde, vâsıl olmuştur. A ynı za­ lerden gelmiş olması pek muhtemel görülmekte­ manda ölü hayvanlar ile diri hayvanlar ara­ dir. Hikâyenin romantik çerçevesine eski arapça sında hâricî şekilde bir fark olmadığına dik­ iskendernâmelerde de tesadüf edilmiştir. Bu kat edince, canlı olanlarda başka bir şeyin eserin, arapça metni ile beraber, fransızca ter­ daha mevcut olacağına hükmettiği gibi, murâcümesi, Léon Gauthier tarafından, iki defa neşr­ kebe esnâstnda kendisinin de aklî, gayr-i mad­ edilmiştir (birinci tab’ı-—ki tercüme ve tab’ı dî ve binâenaleyh İlâhî ve ebedî bir mâhi­ yanlışlıkları vardır—Cezayir, 1900 ve tamamen yeti olduğunu anlamıştır. Bu mâhiyeti hâiz tashih ve ikmâl edilmiş ikinci tab’ı Beyrut, olan cevherin bilkuvve bir akıl hâlinde olup, 19 36 ). A sıl arapça metin dört defa Kahire'de nihâyet fi'il hâline ( yâni fâii akıl ) geçtikten ve iki defa İstanbul 'da tab’edilmiş olduğu gibi, sonra, rûh demek olan akl-i müstefâd yolu üç muhtelif zât tarafından ( Aschwell, George ile, akl-i faâle yâni Hakka ulaşacağını söylemiş­ Keith, Simon Ockley — London, 1708, Cairo, tir. Bu hâle vâsıl olmadan ölen insanlar yahut 1905, London, 1929 ) İngilizceye ve bunlardan murâkabeden vazgeçip, ihtiraslara uyanlar ve­ başka almanca, İspanyolca ve ruscaya da tercüme fatlarında hayvanlardan farklı olmayacaklardır. olunmuştur. Bu hikâyeyi metafizik bir Robİnson Fakat Hayy b. Yalfzân, bu murâkabe neticesin­ Cruzoe 'ye benzetenlerin ve keza J. J , Rous­ de, sûfîler gibi, kendisini fa n a f i ’1-llSk 'a mazseau 'nun bile bu eserden mülhem olduğunu har olmuş saymaz ve derhâl toprağa avdet söyleyenlerin bulunduğunu, kemâl-i ihtiyat ile, eder. İkinci devrede A sal isminde biri civar bir kaydedelim. Eserin Robinson Cruzoe 'ye benze­ adadan gelir ve onun ile de konuşan H ayy b. mesinden ziyâde bu son eserin müellifi olan Yakzân onu da kendi yolundan A llaha vâsıl ola­ De Foe 'nun, İbn fu fa y i 'in H ayy b. Yakzân 'ini cağına ikna ederse de, A sal 'ın bulunduğu adaya İngilizce tercümesinden okuyarak, ondan mülhem onun arkadaşı Saiâmân 'm yanma giderler ve olduğunu kabûl etmek mümkündür (bk. Roger orada müesses olan dinin halk için daha fay­ Mercier, Un précurseur arabe et la philosophie dalı olduğuna ve kendi itikat ve buluşlarını duX V IIL siècle, R evue de Littérature comparée, kendilerine saklamanın daha doğru olacağına 439, 44's 44S, 469 v.d., 475, 484 v.d. } ve Fmdıkhlı Meh­ med A ğa ( agn. esr., metin içinde zıkrolunanlardatı başka, 1, 656, 663, 669, 6 7i, 716, 718, 72Ğ v.d., 738, 749 v.d.; II, 7 v.d., 12 , 17, 129, 189, 201 v.d., 209 v.d., 215, 225 v.d., 228 v.d., 237, 242 v.d., 279, 288) onun hayatı ve bil­ hassa şahsiyeti hakkında birbirine zıt fikirler beyân etmektedirler. Bunlardan Râşid 'in, dev­ letin vak’anüvisi olması hasebi ile, Kara ibrâ­ him Paşa'n ın icrââtı esnasında tezahür eden şahsî ihtiras ve nakîsalarını mümkün mertebe setretmeğe mâtûf bir ifâde kullanmasına mu­ kabil, Fm dıklılı Mehmed A ğ a onu haddinden



go8



İBRÂH İM P A Ş A .



ziyâde tenkit etmekten ve göstermiş olduğu şiddet, kin ve adaletsizliği, her fırsatta, belirt­ mekten kaçınmamıştır. BirbiHni nakzeden bu iki mühim eser arasında bir irtibat kurmak ve­ ya K ara İbrahim Paşa 'nın hakikî şahsiyetini tebellür ettirmek güç olmakla beraber, diğer bir eserin (Defterdar Mehmed Paşa, Zubdat al-ta, 103 b, 1 1 0 118 » v. dd. } bize t e ’min et­ tiği malûmat sayesinde, onun Râşid 'in mâdil ifâdesindeki normal veya Fmdıkiıh Mehmed A ğa'nın tasvir ettiği gibi gaddar ve kindar olmadığını muhteris ve menfaatlerine tecâvüz edenlere karşı zâİtrn olduğu kadar, ordunun ge­ rek teçhizat, gerek asker bakımından ihtiyaç­ larını gidermek ve devletin girmiş olduğu bu muharebede, dâhili ve hârici itibârını muhafaza etmek için, elinden gelen gayreti esirgemediğini anlamaktayız. Onun seferden kaçınmasının ise, Ordunun düzensiz hâli karşısında duyduğu şahsî endişesinin ve rûhî vaziyetinin bir tezahürü olduğunu söyleyebiliriz. Kara İbrahim Paşa 'nın, bütün iyi ve kötü hasletleri yanında, kurnaz denilecek kadar zeki olduğu muhakkaktır. O, bu zekâsı sayesinde, Mehmed IV .'i, ona intisap ettiği günden azil tarihine kadar devam eden şahsî nufûzu altında futabihnîştir. B i b l i y o g r a f y a : Kara İbrahim Pa­ şa 'nın bayatı hakkında bir az evvel zikre­ dilen üç eserden başka bk. Tarih-i Kamanif e, Hamidiye kütüp., Lala İsmâil E f. kitapları, nr. 308, var. 5 a, 6 a ; Mi'riıc al-zafar, Süleymâniye kütüp., E s ’ad, Efendi kitapları, nr. 2368, tür. yer. ; Nâbî, Külliyât, Râgıb Paşa Uütiip,, Yalıya Tevfik kitapları, nr. 306, var. 9 3 b v.d.; Topkapısarayı arşivi, Kara İbra­ him Paşa'u m »«lohallefâtı defteri, nr. 7620 ; Şemseddin Sâmî, Kâmüs 130 6 ), i, 556 ; M. Süreyyâ, Sioill-i Osmânî, (İstanbul, 1 3 1 1 ), I, n o ; M. Mignot, His­ toire de l'Empire Ottoman (P aris, 17 7 1 ), s. 468 v.d. ; M. Léon Galibert, Histoire de Venise ( Paris, 1848 ), s. 427 ; Hammer, H is­ toire de VEmpire Ottomann ( Paris, 1838 ), XII, 157 v.d., 187, 194. (İS M E T PaRMAKSIZOĞLU.) İB R  H İM P A Ş A . İB R  h I m P A Ş A , P a r g a li , F ren k , Ma k bû l , Ma k t û l ( 1493 ?—1536 ), K a n u n î S u l t a n S ü l e y m a n ’in i k i n c i s a d r â z a m ı d ı r , Epir ’de Parga ( Sagredo 'ya göre, Butrinto) yakınında bîr köyde doğmuş ve çocukluğunda, bir rîvâyete göre, 6 yaşında, esir edilerek, Osmaniı sarayına alınmış İdi. Onun, Bayezid II. devrinde, Bosna beylerbeyi İskender Paşa tarafından, bir akın esnasında, ele geçiril­ diği, istidat ve kabiliyeti görülerek, o sıra­ larda K efe sancak beyliğinde bulunan şehzâde



Süleyman 'a hediye olunduğu ve onunla birlikte büyüdüğü veya Parga gemicilerinden birinin oğ­ lu olup, türk korsanları tarafından ele geçiril­ diği, Yavuz Sultan Selim devrinde Manisa ci­ varında dul bir kadına satıldığı Ve sonradan orada bulunan şehzade Süleymen 'a intisap et­ tiği hakkında muhtelif rivâyetier vardır (k rş. Venedik elçisi Pietro Zen'in 6 kânun 1.15 2 3 tarihli raporu, Marini Sanuto, Diarii, X X X V , 258 v.dd. ve Hammer, Devlet-i osmanige tari­ ki, frk. trc., V, 36 ; Thomas Artus, L ’Histoire de la decadence de VEmpire Grec et establissement de celuy des Turcs, Paris, 1663, I, 533; Sagredo, Histoire de VEmpire Oitoman, İtal­ yan. tre. Saurent, Amsterdam, 1732, e. II, kitap IV, s. 98 v.dd.). Aslının rum, İtalyan „frenk“ veya arnavut olduğu hakkında ihtilâf bulunan, Osmaniı kaynaklarınca da İstanbul sûrlarının efsânevî banisi Yanko b. Madyau nesüne men­ sup gösterilen İbrâhim, müslüman ve türk ter­ biyesi gördü; türkçeyi öğrendi. M anisa'da ilk gençliğini şehzâde Süleyman ile birlikte geçir­ di. Zekâsı ve şen tabiatı sayesinde, onun hu­ sûsî hizmetine girerek, efendisinin yalnız iti­ madını değil, dostluğunu da kazandı (Iorga, Cesckichte des Osmanische Reich, Gotha, 1909, II, 347 ). Sultan Süleyman 'm cülûsunda, onunla bir­ likte İstanbul 'a gelerek, sarayda ehemmiyetli vazifeler gördü ve gittikçe nufûzu arttı. Belgrad seferi esnasında ( 1 5 2 1 ) , onun kapı-ağası ol­ duğunu, hare-i hassadan para verilmek sure­ tiyle, İstanbul emini Ömer mârifeti ile, ona bir konak yapıldığını, hattâ, sadrâzam Piri Paşa'nın, pâdişâhın enîsi, mukarrebi sıfatlarını verdiği „İbrahim A ğa hazretlerinin“ evinin inşaatı hakkında, sefer esnasında bite alâkadar olduğunu biliyoruz ( 2 reeeb 927 tarihli ve tarihsiz iki yazı için bk. Topkapısarayt arşivi, nr. 7624, 9621 ve kundan bahseden Zarif Orgun, ibrâhim Paşa sarayı, İstanbul, 19 39). B elgrad ’ın fethinde olduğu gibi. Rodos seferine iştirak eden İbrahim A ğa, has odabaşısı ve iç-şâhinciier ağası sıfatı ile ( krş. Ferdî, Cazâvât-i Sultan Süleyman, Ayasofya kütüp., nr. 3317 , var. 60), pâdişâhın yanında bulunuyor, bir çok işlerde büyük bir nufûz ve te’siri görülüyordu ki, Mısır vâlîsi Hayır-bay 'm, bu esnada, Mekke ve Medine sâdât, ulemâ ve fukarası nezdine me'mûren gönderilen Seyid Haşan adındaki zâtı, vezirler dururken, hür­ metkar ve oiyazkâr bir ifâde ile, İbrâhim A ğ» 'ya tavsiye ve tezkiye etmesi bunun bir delili sayılabilir ( H ayır-bay'ın „Oğlum İbrahim Ağa hazretleri“ diyerek yazdığı tarihsiz mektup için bk. Topkapısarayı arşivi, nr. n . 3 5 5 ), Pâdişâh, ertesi sene, bir az da ikinci vezîr Ahmed Paşa 'aın iftirası yüzünden, Pİrî Meh-



İ&RÂHİM P A Ş A .



med P aşa'yı azledince, yerine, has oda-başı İbrahim A ğa V sadrâzam yaptı ( 1 3 şâbân 929 = 27 haziran 15 2 3 ). Bu, teâmüle aykırı olup, o zaman bir „bıd'at" telâkki edilmişti Şehzadeliği zamanından beri nezdînde müs­ tesna bir mevkii bulunan ve onu vezir-i âzam* lığa getirmeği kararlaştıran pâdişâh, bir gün, Piri P a şa 'y a — „hizmetinden kemâl-i mertebe-i şükran üzere olduğum bir kulum taşra çıkar­ mak isterim ; bilmem ne mansıb ile çıkar­ sam? “ — dîye sorunca, o da, — „ ö y le mukarreb ve makbul kullarına bendenizin yeri tevcih olunmak gerektir" — şeklinde cevap ver­ miş ve bu karara önceden vâkıf olduğunu imâ etmişti ( krş. Peçevî, Tarih, i, 20). İbrahim Paşa ’nın sadrazamlığına Rumeli beylerbeyiliği de ilâve edildi. Piri Mehmed Paşa tekaüt oldu ve Hâin Alımed Paşa ise, saraydaki bir ağanın kendisine tekaddümüne tahammül ede­ meyerek, Mısır beylerbeyiliğini istedi i arzu­ suna nâil oldu ve İstanbul 'dan ayrıldı (27 ramazan 929 = 9 ağustos 15 2 3 ). M ısır'a g i­ dince, isyân ettî ve İbrahim Paşa'm n sadâre­ tinde ilk gaile bu oldu [ bk. mad. AHMED PAŞA ]. İbrâhim Paşa, 9 ay sonra, Kanunî 'nin hemşi­ resi ve Yavuz 'un kızı Hadice sultan ile ev­ lendi. Bu münâsebetle A t-meydanı 'nda İbrâhim Paşa sarayında 15 gün süren ( 1 8 receb —- 2 şâbân 930} muhteşem bir düğün yapıldı. Padi­ şahın hazır bulunduğu, ikinci vezir A yas Paşa 'nm sağdıçlık, baş defterdar Mustafa Çelebi 'nin şerbetdarlık yaptığı bu düğünün debdebesi, o sıralarda o kadar şâyi idi ki, pâdişâh ile vezirinin düğünlerinden (d iğeri de 15 3 0 'daki şehzadelerin sünnet düğünü) hangisinin daha parlak olduğuna dâir Kanunî ile İbrahim Paşa arasında bir muhaverenin geçmesine sebep ol­ duğu dâimâ zikredilmektedir. Düğünden 4 ay sonra, sadrâzamın Mısır 'a gitmesini icâp etti­ ren bir vaziyet hâsıl olmuş id i: Hâin Ahmed Paşa isyanı bastırıldıktan sonra, Mısır beylerbeyİlîğine ikinci defa getirilen Güzelce Kasım Paşa ile defterdarı arasındaki ihtilâfları hall­ etmek ve Hayır-bay 'dan sonra bir türlü dü­ zelmeyen bu ülkenin idâre ve âsâyişini yoluna koymak için, İbrahim Paşa, bir mıkdar kuvvet ile ve - defterdar İskender Çelebi ile tezkireci Celâl-zâde Mustafa Çelebi 'yi de yanına alarak, donanma ile İstanbul 'dan hareket etti ( 1 zil­ hicce 930 — 30 eylül 15 * 4 ). Kendisini pâdişâ­ hın adalara kadar teşyîi, o zamana kadar misli görülmemiş bir iltifat eseri idi. Denizden yo­ luna devam edemeyerek, Marmaris'ten itiba­ ren, karadan ve Haleb—Şam yolu ile seyahat eden ve lıer uğradığı yerde bir çok hayırlı icrâât yapan İbrâhim Paşa (9 zilhiccede Geli­ bolu'ya muvasalat ettiğine dâir zevcesi Hadİce



Su ltan'a yazdığı mektup için bk. Topkapısarayı arşivi, nr. 5860; Çağatay Uluçay,' Osmanlı sultanlarına aşk mektupları, İstanbul, 1950, s. 65 ), Kahire 'de kaldığı ( muvasalatı 8 cemâziyelâhtr 931 = 2 nisan 1525 ) üç ay zarfında, bir takım esaslı İdarî ve mâlî İslâhat vücûda getirerek, Şam 'dan naklettiği Süleyman Paşa 'yı Mısır beylerbeyiliğine, Hamrâvı 'yi defter­ darlığına tâyin ettî ve varidat fazlası 8 yük altının her sene İstanbul 'a gönderilmesini ka­ rarlaştırdı (krş, Suhayli, Târih-i Mişr-i cadid, nşr. Müteferrika, var. 54 v .d ,). İstanbul 'da bu sırada, kısmen de İbrâhim Paşa aleyhdarlarının tahriki ile ve — „V ezîr-i âzâmstz divan olmaz, olduğu takdirde asker zaptolunmaz,, — diye bir yeniçeri isyanı olmuş, İbrâhim Paşa sa­ rayının da hazîne ve eşyası talan edilmişti. Kışı geçirdiği Edirne'den dönen pâdişâh, bunun üzerine, derhâi sadrâzamı Mısır 'dan çağırttı ( Ferdi, ayn. e$r., var. 72 ), o da, Kayseri 'de, Dulkadıriı türkmen beylerine, zaptedilen tımarlarını iâde sureti ile, bâzı icraatta bulu­ narak, eylül ortalarında (15 2 $ )» İstanbul'a döndü. İbrâhim Paşa 'nın Mısır 'dakî muvaffa­ kiyetleri, zâten kabiliyetini, terbiye ve kültü­ rünü takdir ettiği pâdişâhı daha ziyâde ken­ disine bağlamış idi. Bu sırada 33 yaşlarında bulunan vezîr-i âzam, filhakika, Pietro Bragadino 'nun tesbit ettiğine gore, bir kaç lisan biliyor, tarih, coğrafya, harp tarihi, bu meyânda, Aníbal 'in, Büyük İskender 'in muhare­ belerini okuyor, mûsikî ile meşgul oluyor ve bir iranlı ile birlikte besteler yapıyordu (krş. Albéri, Relazîoni degli ambasciatori, 3. seıı, III, 9 haziran 1526 tarihli raporu, s, 10 1 v. d d .; İbrâhim Paşa 'ya atfedilen bir beste hakkında bk. Rauf Yekta, Nevşehirli ibrâhim Paşa ve musikî, Yeni mecmua, 19x9, sayı I, s, 9—12 ; divana çıktığı vakit beraberinde hanende ve sazendelerin icray ı ahenk ettiği hakkında A lî'n in Mahasin al-adab isimli eserine atfen Hadikat al'cavarni’, I, 29 ). Bu yüzdendir ki, Kanunî Sultan Süleyman, tam bîr İtimat ve mahremiyetini kazanan sadrâzamını, 15 2 6 ’da açılan Macaristan seferine serdar ve hazırlık­ lara me'mûr etti ( tafsüât için bk. Kemal Paşa­ zade, Makacnâme, nşr. Pavet de Courteille, s- 18 v. d d .), Ordu 1 1 recebde (2 3 nisan) İstanbul 'dan hareket etmişti, ibrâhim Paşa, evvelâ, Sofya 'dan itibaren pişdar olarak İlerilemiş, sonra, Belgrad 'da tekrar ayrılarak, Petervaradîn ( mac. Pétervárad) kalesini, 12 gün muhasara İle, zaptetmiş, daha sonra da üylak ( mac. Ujlak ) '1 teslim almış ve Drava boyunca ilerileyerek, Ösek ( mac. Eszék ) 'te kurulan köprüden bu nehrin sağ sahiline geçmiş, Mohac ovasına yaklaşıldığı sırada, sefer maksadının



İBRÂH İM P A Ş A .



Bildin'in fetlıi olduğunu iiân etmişti (k rş. bekir beylerbeyileri ile diğer ümerânın tamamen Rûz-nâme, Feridun Bey, Münşaât, İstanbul, tenkil edemedikleri bu karışıklıklara, Hacı 1274, I, 559; Kemal P aşazad e, ayn. esr., s 51 Bektaş sülâlesinden olduğunu iddia eden ve v.d ). O sek'ten itibaren harp yürüyüşüne ge­ Anadolu’nun mezhep birliğinin ihlâüni hedei çen orduda, pişdar olarak iierileyen Semendire tutan Kalender Şah 'ın isyanı da inzimam edin­ sancak beyi Bâli Bey 'i hemen takiben, Rumeli ce, Ibrâhim Paşa bu işe me’mûr ve serdar nasbkuvvetleri, bir kısım yeniçeri ve ISO top ile ediidi ( 9 3 3 = 15 2 7 ) . Sadrâzam, A k sa ra y ’da İbrahim Paşa geliyordu. 20 zilkadede ( 29 ağus­ iken, Anadolu beylerbeyi Behram Paşa ile K a ­ tos ) sadrâzam, Rumeli alaylarını yerli-yerine raman beylerbeyi Mahmud P a ş a ’yı eşkiyâ üze­ koyduktan sonra, pâdişâhın huzurunda, serhad rine önceden gönderdikten sonra, kendisi de beyleri ile icrası emredilen müşavere esnasında, Elbistan 'a hareket etti, isabetli tedbirler ala­ Bosna beylerbeyisi Gâzî Husrev Beye ’e hita­ rak ve bilhassa Dulkadırh boy beylerini kendi b e n :— „Serhad bey!erİsiz, saadetlû pâdişâhı­ tarafına celbe muvaffak olarak, tarafdarları mız sizden müşavere ister, işte Mohac sahrası bu iyicâ azalan Kalender kuvvetlerini Başsaz yay­ imiş, henüz düşmandan eser yok, tedbir nedir?" lasında mağlûp etmeğe ve dağıtmağa muvaffak — diye sorduğu sırada, ihtiyar bir akıncının oldu ( haziran son ları; krş. Ferdî, ayn. esr, var. düşmanın göründüğüne dâir getirdiği haber 100 v.d.). üzerine (tafsilât için bk. Peçevî, ayn. esr., I, Vezîr-i âzamin İstanbul 'a dönmesinden 3 ay 88 v. dd.), derhâl harp nizamına geçen orduda, sonra (teşrin II. 15 2 7 ), Molla Ç ab ii adlı bir İbrahim Paşa, emrindeki kuvvetler ile, ilk safta âlimin ihdas ettiği ve tafdfl hususuna taalluk düşman hücumunu karşılamağa me'mûr olmuş eden dinî meselede, İbrahim Paşa, onun iddia­ idi. Macar kumandanlarından evvelâ Râskay, sını kazaskerler huzurunda isbat etmesini iste­ Batthânyi, sonra da Tomory ve Perenyi ’nîn miş, mülhid damgası vurulan, fakat her hâlde kumandasındaki macar zırhlı piyâdesİDİn şid­ düşündüğünü açık söyleyen ve ve misyoner ta­ detli hücumları Rumeli kuvvetlerini hırpala­ biatlı olan bo adamı ( krş. Abdülhak Adnan. dığı ve mukavemetlerini kıracağı sırada, Hus­ Osmanlt türklerinde ilim , s. 98 ), devrin meş­ rev ve B âlî beylerin düşman ordusunun yan hur âlimlerinin ilzama muktedir olmadıklarını ve gerilerini çevirerek taarruza girişmeleri ve ve pâdişâhın da bundan müteessir olduğunu Osmanlı topçusunun müessir bir şekilde ateşe görünce, — „Ne yapalım, kazaskerlerimiz mebaşlaması, İbrahim Paşa’ yı ve ordunun kısm-i sâil-i şer'îyeye hakkı ile vâkıf ve. bu müfsidi küllisini tehlikeden kurtardı ve Mohac meydan iskât ve ilzamdan sonra icrây-i hükme kadir muharebesi b irk a ç saat içinde kazanıldı (ta f­ değillerdir" — diyerek, hakikatin tecellîsine silât için bk, Mahâc-nâme, göst. y e r .; Celâl-zâ- çalışmış idi ki, bundan sonra müftî ile İstan­ de, Tabaküt al-mamâlik fî daracat al-masâlik, bul kadısından ( Kemal Paşa zâde, Sa’dî Çele­ Üniversite kütüp., T Y nr. $997, var. 1 1 5 v. dd.). bi ) teşkil edilen diğer bir hey’et bu mesele­ Pâdişâh, sadrâzam ile birlikte, 3 zilhicce ( 12 yi halletmiştir ( tafsilât için bk, Peçevî» I, 124 ). e y lü l) de Budin'e vâsi! olmuş ve kurban bay­ İbrahim Paşa, bu sırada, Mohac muharebesinden ramını burada geçirmişti. Buradan alınarak ve Lajos II. 'un ölümünden sonra, macar kıralgemiler ile nakledilen ganimetler arasında İb­ lığıııa seçilen Zâpolyai Jânos ’un rakibi Habsburg rahim Paşa, bilhassa, Harkül, Diyana ve Apol- ailesinden Ferdinand ’a karşı himayesini Os­ lo n ’un tunçtan mâmûi heykellerine ehemmiyet manlı padişahından ricâ ve te’mln etmek mak­ vermiş ve bunları sonradan İstanbul'da kendi sadı ile, İstanbul ’a gelen elçi Jerome Lasky ile sarayının önüne diktirmişti ki, şâir Fiğâni müzâkerelerde bulundu, Sadrâzam üzerinde bü­ ’nİn bu münâsebet ile söylediği hicviye meş- yük bir ııufûzu olan Venedikli Gritti, bu müzâ­ hûrdur: kereleri kolaylaştırmış ve nihayet Zâpolyaî ’yİ da İbrahim Smad ba-deyr i cihan Osmanlılara tâbî bir hükümdar tanıyan anlaş­ yaki but-şikan ü yaki bat-nişan ma yapılmış idî ( 29 şubat 15 2 8 ). Fakat Lasky Ordunun avdeti sırasında İbrahim Paşa yal­ ’nia muvaffakiyeiinden cesaret alarak, Ferdi­ nızca Segedin ( mac. S z e g e d ) ’den Tisa yolu nand 'ın gönderdiği elçiler ( Hobordansky ve ile ilerilemîş, T u n a’ya yakın yerdeki Titel kale­ Weichsel b erg er, İsianbul'a muvasalâtları 29 sini almış ve sonra Petervaradin hizasına ge­ mayıs 152 8 ), İbrahim Paşa'dan aynı müsâadelerek, Tuna'da köprü kurmuş idi kî, pâdişâ­ kâriığı göremediler; bil’akis, sadrâzam, onların hın da muvasalatından sonra, birlikte yollarına kendisine verdiği ve Ferdinand 'm Osmanlı dev­ devam ettiler ve teşrin II- de İstanbul ’a vâsıl letinden iadesini talep ettiği memleketlerin lis­ oldular. tesini görünce, İstanbul ’un da İstenmediğine Macaristan seferi yapılıyorken, Anadolu ’da hayret ettiğini bildirerek, müzâkereyi kesti ve isyanlar çıkmış idi. Karaman, Rum ve Diyar- elçileri, Viyana muhasarası ile neticelenen sefe­



İBRÂH İM P A Ş A .



re kadar, 9 ay mevkuf tuttu. Dördüncü sefer-i hümâyûna çıkılmazdan Önce, pâd'şah, sadrâza­ mına büyük itimadının yeni bir delili olmak üzere, geniş salâhiyetler ihtiva eden ser-asker berâtını ( şâban 935 başlan — 11 nisan 1529 tarihlî ve Celâl- zâde Mustafa Çelebi ’nin yazdığı bu berât İçin bk. Feridun Bey, Münıaât, l, S44 v.dd.) vezirler, ulemâ, devlet erkânı ve kapı­ kulu huzurunda ve mûtad hilâfına yedi san cak ile, bir çok ihsanlardan başka, hâslarını 3.000x00 akçeye çıkardı ki ( Peçevî, 1 ,1 2 9 v.d.), İbrahim Paşa ’nın bunu hile azımsadığını ve vaktiyle Fâtih Sultan Melımed ’in sadrâzam Mahmud Paşa 'ya 40 yük akçeli hâslar verdiğini ilerî sürdüğünü, fakat, Kanunî Sultan Süley­ man 'in buna cevaben — „Onlar Kostantiniye fethine muvaffak olm uşlardır. . . Bahusus bizim oniara oygünmek haddimiz değildir“ — dediği­ ni bildirmektedir. Sefer esnasında, Sofya 'dan itibaren, yine Rumeli kuvvetleri ile öncü olduk­ tan sonra, B elg rad ’da orduy-i hümâyûna mü­ lâki olan ve M ohac’da da arz-i tazimata gelen macar kıralı Zâpolyai ’yi karşılayan ( 14 zilka­ de = 20 temmuz) ibrâhim Paşa, Budin'in beş günlük bir muhasarayı müteakip, Avusturya kumandanlarından teslim alınmasını te’min etti [ bk. mad. BUDİN ]. Viyana 'nın muhasarasında vezîr-i âzamin ordugâhı, Anadolu kuvvetlerinin solunda, Saint-Marc mevkiinde ve Wienerberg sırtlarına kadar olan kısımda, ocaklar kapısına karşı idi. O, muhasara boyunca, tebdil-i kıya­ fet ile sûrların etrafını dolaşıyor, hücum sıra­ sında askerî teşcî için fevkalâde gayret göste­ riyordu. Fakat, zahirenin ve mühimmatın kifa­ yetsizliği, mevsimin müsâadesîzlîği başlayınca, İbrâhim Paşa, Rumeli beylerini toplayıp, onların — " . . . bî-vakt oldu ve hem kahtfır, seferden dönülmek münâsiptir“ ( krş. Rûz- nâme, 9 safer 9 3 6 = 12 teşrin I. 1529, göst. yer. s. 374) yo­ lundaki mütâlealarını alınca, 2 gün sonra mu­ vaffakı yetsizlik ile neticelenen kat’i bir hücum yaptırdı ve bunun üzerine muhasara kaldırıldı ( talsüât için bk. zikredilen Osmanlı kaynakları ve Kupelwieser, Die Kämpfe Ungerns mit den Osmanen, Wien, 1899). Sadrâzamın bu münâ­ sebetle Viyana kumandanına gönderdiği mek­ tup dikkate şayandır; o, İtalyanca yazdığı mek­ tu pta,— „ . . . Biz sizin beldenizi almağa gelme­ dik, kiralınızı bulamadığımız İçin, kale halkına aman verip, evlâdı ve malları ile affettik“ — demekte, müsliiman esirlere bilmukabele iyi muamele etmelerini istemekte idi ( krş. Ruznâme, göst, y e r .; Labacb 'a atfen Hammer, oyn. esr., s. 94; bazı ğarp tarihçilerinin, ezcümle Robertson ’un, muhasaranın kaldırılmasında İb­ râhim Paşa'nın hıyanetini göstermelerinin tarihî hakikate uymadığı hakkında bk. Hammer, göst.







y e r . Ahmed Refik, Birinci Viyana mnhâsarast, İstanbul, 1324, s. 137 v.d.). Dönüşte Rumeli kuvvetleri ile ardcı kalan İbrâhim Paşa, daha evvel Perenyi'den alınmış olup da, o zamana kadar yanında muhafaza ettiş-i Macar mukad­ des tacını Rakos ovasında ( Peşte yakının­ da ) devlet erkânının önüne koydu; sonra da Gritti ve macar büyükleri vâsıtası ile, Zâpolyai 'ye gönderdi. Bütün macarlara Kıral Yanoş'a itâat etmelerini tavsiye eyledi ( Szekfü, Magyar T Örtertet, Budapeşte, 1939, IH, 23 ). Ertesi sene, Ferdinand 'm, ikinci bir elçilik hey'etini ( Nicolas Jurisics ve Jeosephe de Lamberg ) kabul eden sadrâzam ( ilk mülakat 25 teşrin I. * 5 3 ° ) , onlara oldukça mağrurâne hitap etmiş, pâdişâhın Ferdinand'1 aramak için sefere çık­ mış olduğunu, onu Budin ’de bulamaması üze­ rine, V iyan a’ya gidildiğini, Beç kiralının dâima OsmanlIların önünden kaçtığını, pâdişâhın ben­ desi olan Yanoş ’u Macaristan kıralı yaptığını, hükümdarının iki defa silâhı İle fetholunmuş bulunan Macaristan 'ı Avusturya ’ya iâde etme­ sinin imkânsız olduğunu bildirmişti (tafsilât için bk. Jurisics ve Lam berg’in raporlarına atfen Hammer, ayn, esr., trk. trc,, V, 104 v. dd.). İki taraf görüşlerinin te’iif edilerek, bir anlaşma zemini bulunamaması, diğer taraftan İstanbul'da müzâkereler cereyan ediyorken Ferdinand’m bir kumandanının Budin'i muha­ saraya kalkışması, A vu stu rya’ ya karşı yeni bir seferin açılacağında şüphe bırakmıyordu. Tarih­ lerimizin „İspanya kıralı kasdine İstanbul’ dan hutûc“ olarak bahsettikleri bu „Alaman sefer-i hümâyûnu“ 1332 de yapıldı ve ibrâhim Paşa’nm uhdesine bu defa da, serdariık ile birlikte, her seferden dönüşte bıraktığı, Rumeli beylerbeyiüği tekrar tevcilı edildi. Bu beşinci sefe­ rin, şüphesiz ki, en mühim hâdisesi Avusturya hududundaki Köseg ( mac. Köszeg, aim. Güns ) kalesinin muhasarası idi. Bu sırada sadrâzam, kaleyi büyük bir eesâret ile müdâfaa eden ve evvelce elçilik ile İstanbul’a gelmiş bulunan Ju risic s’e bir kaç defa teslim teklif etmiş, müteaddit hücumlara da mahsurlar şiddet ile mukavemet göstermişti. Nihayet müdâfîîerin yarı-yarıya zayiata uğradığını, mühimmatın da kalmadığını gören kale kumandanı, İbrâhim Paşa'ııru son defakî teslim teklifini kalıûl ede­ rek, türk ordugâhına gelmiş ve onunla, Budin kiralına itaati şartı ile yerinde ibka olunması ve kendisine bir sancak ihsan edilmesi esâsı üzerine, bir anlaşma yaparak, Köseg ’in sem­ bolik bir şekilde teslimini kabule râzt olmuş idi (Rûz-r.âme, „26 muharrem 939 = 28 ağus­ tos i 5 3 2 M,goi'f. yer., s. 581 ; Ju risic s’in rapor­ larına atfen Hammer, ayn, esr., V, 1 1 4 v.dd.). Şarlken t’İ bulmak ihtimâli göıünmeyince, akın



912



İBRÂHİM P A Ş A .



cılara düşman memleketinde geniş mikyasta yağma ve talan yaptırılmış, mevsim ilerilediği için orduya, İstirya 'da bir cevelân yaptıktan sonra, avdet emri verilmişti. Bu esnada İbra­ him Paşa ’om padişahtan ve ordunun kısm-i küllisinden ayrılarak ardcı kaldığı, sonra PoJega ( mae, Pozsega ) istikametinde ilerilediği görülmektedir. Lugowitz 'de bulunduğu sırada, André Stadler isminde bir esir ile Ferdinand 'a İtalyanca bir mektup gönderdi ve bunda, Şarlk en t’i bulamayan pâdişâhın dönmek mecburi­ yetinde kaldığını oldukça müstehzi bir lisan ile, bildirdi ( Hamıaer, ayn. esr., s. 122 v.d.). Daha sonra, Belgrad 'da padişaha mülâki oldu ve birlikte, 18 teşrin II.'de, İstanbul'a döndü. >533 senesi iptidalarında İstanbul’a yeni bir Avusturya elçisi ( Köseg müdafii Ju riste s’in kardeşi Jerôme de Zara ) geldiği vakit, evvelâ İbrahim Paşa, sonra da pâdişâh tarafından ka­ bul edildi ( 14 kânun II.), İlk temaslar, sâdece, Ferdinand 'm itâatine alâmet olmak üzere, E s ­ tergon ( mac. Esztergom, alm, Gran ) kalesinin anahtarlarını göndermesine kadar, bir mütâ­ reke ile neticelendi. Bu şart tahakkuk edip de, elçinin oğlu ( Vespasien de Zara ) anahtarları getirince ve kıraliçe Mari ’nin ve İmparatorun elçisi olarak, Cornélius Dupplicius Schepper İstanbul’a gelince, müzâkerelere başladı. Daha eveel Budin ’den gelerek, sadrâzamın emri ile Jerôme ile temasa geçen G ritti 'nin de katıl­ dığı ve İbrahim Paşa ile elçiler arasında vukû bulan bu müzâkereler, 27 mayıstan itibaren 14 temmuza kadar, müteaddit celseler devam etti. Bu müzâkerelere âit elçilerin raporları XV I. asrın diplomatik münâsebetlerine âit ol­ duğu kadar, İbrahim Paşa ’nm o sıradaki fikir, zihniyet ve karakterini göstermesi bakımın­ dan da çok ehemmiyetlidir. O, devletin kudret ve azametini elçilere İzah ettiği gibi, geniş salâhiyetinden bahsetmiş ve — «Her şey, sulh, servet, kuvıret benim elimdedir, pâdişâhımın iki mührü vardır ki, biri kendisinde, diğeri bende bulunur, kendisi ile benim aramda bir fark olmasını istemez, devleti ben idare ede­ rim ; pâdişâh bir şey ihsan etmek istediği zaman, ben bu kararı tasdik etmezsem o ya­ pılmaz“ — demişti. Diğer bir konuşma sıra­ sında, Şarlkent 'in, Macaristan Ferdinand 'a verildiği takdirde, Andréa Doria ’nin bir müd­ det evvel zaptettiği Koron ’nn iâde edileceği yolunda, Cornélius vâsıtası ile gönderdiği ha­ bere karşı da, — „Koron o kadar ehemmiyet ve­ rilecek bir yer değildir ; onun gibi bîziro binlerce kalemiz vardır. Burayı harp ile geri almağı ter cih ederiz, istediğimiz vakit onu yakabiliriz de . . . " — cevabını vermişti. Kezâ, Avrupa siyâ­ setine dâir oldukça vâkıfâne mütâlealarda bulun



muş, elçilerden Fransa ile İspanya ’yı mukaye­ seye yarayacak bâzı şeyler sormuş ve Şarlkent ’in yazdığı mektubu tenkit ederek, — „Şarlkent kardeşi Ferdinand İle efendimi bir tutuyor, kardeşini sevmekte hakkı vardır ; fakat, bu su­ retle hareket ona yakışmaz, efendimin, arâzi ve nüfus itibârı ile, Ferdinand 'dan daha kudretli ve daha zengin saneak beyleri vardır. Meselâ Jurisics ’in akrabasından olan Kara Amid san­ cak beyi Beç kiralından ziyâde arâzi ve reâyâya mâliktir" — şeklinde beyanatta bulunmuş idi. Mamafih, 22 haziranda yapılan müzâkerede sadrâzam, sulbe müsâade edildiğini, Ferdinand 'ın Macaristan 'da elinde bulunan yerlere sâhip olabileceğini, anlaşmanın, Ferdinand ’ın sâdık kaldığı müddetçe, roer’î olacağını, pâdişâhın Ferdinand İle Zâpoliyai 'nin aralarında akde­ decekleri tesviye şeklini tasdik hakkını muha­ faza ettiğini, hududun tesbitİ işinin de Gritti* 'ye tevdi edildiğini bildirdi. Ferdinand ’ı pâdi­ şâhın oğlu ve İbrahim Paşa 'nm kardeşi add ve telâkki eden bu anlaşma, Avusturya ile yapı­ lan ilk muahededir ve İbrahim Paşa 'ntn haya­ tında en yüksek ikbâl noktası gibidir ( Sctıepper ’in raporları için bk. Gévay, Urkunde ıınd A k tenstü cke. . , cüz V I ve Missions diplom a­ tique de C orneille D uplicius de Schepper ( Scepperas ), Mêm. de VAcad. roy. des scien­ c e s . . . . de Belgique, XXX, 18 5 7 ). Safevilerin hâkim olduğu İran ile Osmanlı devleti arasında, Bagdad, Bitlis ve Azerbaycan valilerinin takındıkları tavır sebebi ile, bir har­ be karar verilince, İbrahim Paşa, yine ser-asker unvanını alarak, 8 rebiyülâhır 940 ( 27 teşrin I. 1533 ) 'ta, Bitlis ’e müteveccihen, İstanbul ’dan hareket etti ( İbrahim Paşa ’nin İzmit ve İznik 'ten zevcesi Hadice sultana gönderdiği mektup­ lar için bk. Topkapısarayı arşivi, nr. 5860; Çağatay Uluçay, ayn. esr., mektup ur. 2,3 ), Yolda iken Bitlis hâkimi Şeref Bey 'in mağlûp edildiği haberi gelince, hükümetini, devlete itâatini bildiren oğlu Şams al-Din 'e verdi. Mu­ sul 'da toplanmasını emrettiği Süleyman Paşa 'dan gelen ve şâhın Horasan 'da bulunduğunu bildiren, Bagdad valisi Mehmed Han ile Musul beyi Seyid Ahmed Bey v.b. hakkında mâlumât veren, serdârın da Haleb 'de kışlamasının mü­ nâsip olacağını tavsiye eden mektup üzerine ( bu tarihsiz vesika için bk. Başbakanlık arşivi, Fekete tasnifi, nr. 12 1 ) kışı H aleb'de geçirdi ve bu sırada Azerbaycan 'ı „Beylerbeylik tari­ ki île" Diama Paşa 'ya verdi ve onu, Kürdistan ümerâsı ile birlikte, önceden Tebriz taraflarına gönderdi. Diğer taraftan da, iranlılarm elinde bulunan bâzı hudut kalelerinin {'A d al-Cavaz, Erciş, A hlat, Bayezid, Van ) sulhen fethohmması hususunda bir takım tedârikler gördü. Bu



İBRÂHİM P A Ş A . esnada, bir aralık, kendisini zivârete gelen Bar­ baros Hayreddin Paşa ’yı da kabul eden ( bu­ na Sit bir haberi zevcesine bildiren mektu­ bu için bk. Topkapısarayı arşivi, nr. 12 ,3 16 ) serdar, 22 ramazan (6 nisan 15 3 4 ) da Haleb 'den Diyarbekir 'e hareket etti ( Bagdad ahvâli hakkında Tedmâr naibine gönderilen hükme cevaben, Bagdad valisi Tekeli Mehmed H an’ ın ve Şah Tahm asp'm ahvâlline âit Kaytmış imzâlı bir arîza için bk. Başbakanlık arşivi, Fekete tasnifi, nr. 12 9 ; İbrühim Paşa ’ntn Di­ yarbekir taraflarına hareketi hakkında zevcesine yazdığı mektup için bk. Topkapısarayı arşivi, nr. 5860; Çağatay Uluçay, ayn. esr., nr. 6 ) ve padişaha da zilkade iptidasında ( mayıs orta­ ları ) Diyarbekir 'e müteveccihen hareketinin münâsip olacağını bildirdi (k rş. Topkapısarayt arşivi, nr. 11.9 9 7 ). Daha sonra, Diyarbe­ kir 'den hareket ile, bahis mevzuu olan kaleleri ve bir de, kale hâkimi Emir Bey Mahmudî’nin anahtarlarını getirdiği Siyâvan kalesini sulhen ve Şam beylerbeyisi Husrev Paşa vâsıtası ile Osmanlı kuvvetlerine zaptettirerek, camilerinde pâdişâh nâmına hutbe okuttu (zilhicce 940 = haziran 15 3 4 ; İbrahim Paşa ’nın bu hususta pâdişâh a yazdığı bir arîza için bk. Topkapısarayı arşivi, nr. 4080). Müteakiben, şalım Ho­ rasan 'da bulunduğunu, Tebriz 'i t| olanları çıkarmak" şeklinde ta­ vâni kıyas, temsil ve rif ettikleri nazar istikra ile istidlalin kıymetini mnoas«» -Her; naklî delillerin yakîn ifâde edip-etmiyeceğiui münâkaşa ederek, akli meselelerde banların kat’îyet ifâde etmesinin şüpheli olduğunu gös­ terir. Bu suretle umumiyet ile ilmin imkânını tesbit edenal-İci, ikinci mevkifinde hakikî felsefe mevzularını ele alır ve aynı mantıkî sistem İçinde gayesine doğru ileriler. Şöyle ki, bu ikinci mevkifte evvelâ umûmî meseleleri tetkik eder ki, bunlar da •oâcib, cavhar ve 'araz olan varlıklardan birine hâs olmayan şeylerdir. Bu­ rada bilinen şeylerden, vücût, adem ve iştirâkten, mâhiyetten, vucûb ve imkândan, teklik ve çokluktan, sebep ve müsebbepten bahseder. Üçüncü mevkif, evvelce görüldüğü gibi, araz­ lara, _4-'sü cevhere tahsis edilmiştir. al-İci, yolunu ve dayanacağı temelleri böylece tesbit ettikten sonra, 5. mevkif ile, asıl ılâhiyat meselelerini ele alır. Ş a n ı 'in ( „A l­ lahın“ ) varlığını ispattan sonra, vücûdunun mâhiyeti ile aynı olduğunu, bir cihet veya me­ kânda bulunmadığını, cisim, cevher v.b. olma­ dığını tesbit eder. Allahın sıfatlarının mevcut olduğunu, yâni Allahın diri, irâde sâhibi, ka­ dîm, görücü, duyucu v.b. olduğunu izah ederek, bu mevkifin 5. marsadında, diğer meselelerde olduğu gibi, umumiyetle eş’arîlerin nokta-i nazarını kabul ile, dünyâda ( rüyada ) ve âhirette Allahın görülebileceğini meydana koyar. Nilıâyet Allahın fiil ve isimlerinden bahsede­ rek, bu mevkifi tamamlar, 6. mevkif, snm’/pni („n ak lî meseleler“ ) 'a tahsis edilmiş olup, mühim bahisler arasında nubavvai ( mÛcizeler, şartları ve Peygamberin nübüvvetinin isbatı v.b.) ve ma'âd ( cesedleri haşri v.b.) meseleleri vardır. Bunlardan sonra, kelâmda kullanılan İman, küfr gibi isimlerden ve tâbirlerden bahse­ der. Burada evvelâ îmanın ne olduğunu tetkik eder. İmânın lügat mânasının „tasdik“ demek ol­ duğunu tesbit ettikten sonra, şerıatte imânı „her hususta Peygamberi tasdik etmektir“ diye ta­ rif eder. Bu münâsebet ile kimin kâfir, kimin mü’min olduğu meselesini vazıh ve taassupsuz bir şekilde münâkaşa eder. Ona göre, kebâirden birini irtikâp edeni, havâric gibi tekfir etmek, Haşan al-Başri gibi münâfık saymak veya mutezile gibi onlara ne mü'mın, ne kâ­ firdir demek doğru değildir; onların hakika­ ten mü’min olduklarını kabul etmek lâzım dır; şu kadar var ki, onlar öteki dünyada günah­ larının cezasını çekeceklerdir. Gâlibâ bu mes­ eleyi daha açık olarak gösterebilmek için,



,,ehl-i K ıble" olanlardan küfre düşmüş telâkki edilenler ile küfürlerinin mâhiyetlerini . tetkik eder. Burada mutezilenin tekfir edildikleri me­ seleleri ele almıştır. Bâzıları, mûtezıle mezhe­ bine sâlik olanları, Allahın sıfatlarını nefyet­ tiklerinden d„ıJ (jtk şeklinde yazılan bir Dış-il'den geldiği İteri sürülmekte ise de, Taş-eli adının buralara hâkim bulunan çetin tabiat manzarasını gayet iyi isimlendirdiği aşikârdır. Burası Torosların daha şarkta ve daha garptaki dağlık görünü­ şünden farklı manzaraya sâhip bir memleket­ tir : gerçekte Taş-eli, zemini kireçli bir yüksek yayla olup, çok defa hemen deniz kıyısı üze­ rinden dik yamaçlar ile yükselir; iç taraflarda irtifâı 1.500m. 'yi geçer, bâzı yerlerde 2.000 m .'yi bile bulur. Yaylanın zemini, torosların i'tikâl ile tesviye görmüş kıvrımlı temelini örten, üçünçü zamanın ikinci yarısına âit, gâyei kalın ve hemen-hemen ufkî durumda Miosen deniz rüsupları iie kaplıdır. Bu rüsuplar bâzan kil ile karışık, fakat ekseriyetle saf kireçten müte­ şekkil olup, kirecin yağmur ve kar sularını içine nufûz ettirmesi ve hu sular ile yavaş-yavaş erimesi yüzünden, meydana getirdikleri yay­ laların sathı tamâmiyle kuru ve irlli-ufaklı oyuklar ile delik-deşİktİr. Halkın tava adını verdiği ve tabanında bir az killi toprak birik­ miş olan çukurluklar dışında, yaylanın sathı gerçekten bir taş çölü görünüşündedir. İrtifâı 500—600 m. den aşağılarda defne, mazı meşesi, koca-yemiş gibi kışın yaprak dökmeyen bodur ağaçlarıu ve çalılıkların ( Akdeniz m akisi), yabani zeytin ve keçi boynuzu ağaçlarının ya-



İÇ EL. yılma sahaları, yükseklerde ise, henüz tahrip edilmemiş oldukları yerlerde lıâlâ oldukça ehem­ miyetli çam ormanları görülür. Taş-eli yayla­ ları bugün hemen tamâmiyle ıssızdır: şiddetli şimal rüzgârlarının süpürdüğü soğuk kış mev­ siminde, kar yaylaların sathını örter. Tavalar İçine sığınmış bir iki kulübede yaşayan mütemekkin halk ilk bakarda bir az arpa zirâatı ve kereste biçmek ile hayatlarını sağlarlar. Yazın buralara sahilden ve Toros eteği ova­ larından yürükler g e lir; koyun sürülerini yay­ laklarda otlatırlar, hava soğumağa yüz tu­ tunca, mâtad merhalelerde duraklayarak, aşağı­ lara inerler. Eski çağlarda İçel ’in yüksek yay­ lalarında ormanların şimdikinden çok daha fazla yer kaplamış olduğa muhakkaktır ve bütün ta­ rih devirleri boyunca bu ormanlar A kd eniz’in gemici kavimler! tarafından ticâret ve harp fi­ loları inşa etmek üzere işletilmiş, Finikelilerin, Mısırlıların, Greklerin, Selefkilerin, Romalıların, Venediklilerin, Selçukluların ve Osmaniıların . . . bu maksat ile kestikleri ağaçlara zamîmeten çobanların ikâ ettikleri, yahut tamâ­ miyle kurak geçen yaz mevsiminde kendiliğin­ den baş-gösteren yangınların ve nihâyet keçi sürülerinin tahribatı ile büyük zararlara uğra­ mıştır. Greko-Romen devirde bu yaylalarda şimdikine nazaran daba faâl bir hayatın mev­ cut olmuş bulunması, bir dereceye kadar, o za­ man ormanların daha fazla bir kazanç kaynağı teşkil etmesi ile izah olunabilir. Bugün bile, arazinin dörtte birine yakın kısmı ormanlar ile kaplı bulunmakta ve tahtacı [b . bk.] ların çam­ lıklardan kesip, sâhile indirdikleri kütük ve ke­ resteler, başta Mısır olmak üzere, Akdeniz ’in ormandan mahrûm memleketlerine ihraç olun­ maktadır. Vâdiler farklı bir hayat sahası teşkil eder­ ler: bıın’ ar umumiyetle yaylalar içine gayet derin gömülmüş olup, çoğunun yamaçları yüz­ lerce metrelik şâkulî duvarlar kâimdedir. Bu duvarlar boyunca, yukarıdan aşağı, muhtelif seviyelerde, bir kısmı eski devirlerde, hattâ yakın vakitlere kadar, sığınak ve mesken ola­ rak kullanılmış, ağızları bâzan çalılıklar ar­ kasında gizlenmiş, sayısız mağaralara rastla­ nır. Hemen-hernen hiç bir zaman, bu vadileri bir yol kat’etm ez; çünkü bâzı yerlerde bunlar, kayadan-kayaya atlayan köpükiü suların hızla aktığı gâyet dar, uçurumlu boğazlar hâlini alır­ lar. Bâzan da, birden-bire genişleyerek, meyva ağaçları ile bezenmiş zirâat vahaları görünü­ şünü kazanırlar; yalnız, zirâati müsmir bir hâ­ le getirmek için, kurak ye gâyet sıcak geçen yaz mevsiminde muntazam sulama tertibatı ve sıtmayı önlemek üzere, bataklıkları kurutma zarureti olan bu geniş vâdi tabanları, umûmilılln Ansiklopedisi



9*9



yetle, fazla bir yer tutmadıkları gibi, Göksu vâdisinin, Mut kasabası yakınların dan itibâren, aşağı kısmı bir tarafa bırakılacak olursa,hâriç ile kolay muvasala imkânlarından da mahrûmdurlar. Münâkale şartları bakımından, İçel, tarih de­ virleri boyunca, susuz, taşlık, ıssız Taş-eli yay­ laları yüzünden, komşu Toros dağlarına nisbetle çok daha esâsh bir engel rolünü oynamış­ tır. Yalnız bir tek patika, iç Anadolu 'da K a­ ram an'dan gelerek, K arga Sekmez belini aşıp, Mut üzerinden S ilifk e 'y e in er: orta çağda bi­ rinci haçlı ordusunun bir kısmının meşakkat ile geçmiş bulunduğu ( 1097 ) bu patikanın bü­ yük bir tarihî ehemmiyeti olmuştur: İçel 'i gâyet çetin, taşlık ve yüksek dağlar içinde bir memleket olarak târif eden Kâtib Çelebî, buraya ancak kapı gibi bir boğazdan girildiğini, bunun da bir takım kaleier İle korunmuş ol­ duğunu yazar, öteden beri ancak yazın üze­ rinde faaliyet görülebilen bu patika şimdi her mevsimde geçilir muntazam bir şose hâline konulmaktadır ki, bu sayede iç Anadolu ile Akdeniz kıyıları arasında Külek ( ş o s e ) ve Çakıt ( dem ir-yolu) boğazlarından daha kısa bir muvasala te’min edilmiş olacaktır. İçel kıyıları, küçük mikyaslı bir harita üze­ rinde düz gibi görünmesine rağmen, oldukça girintili çıkıntılıdır: mahdut yalı ovaları ve Göksu ’nun geniş deltası hâricinde umûmiyetle yüksek olan sâhil boyunca bir çok küçük koylar sıralanır ki, bunlar tarihin eski ve orta çağlarında, Akdeniz gemicileri için sayısız sı­ ğmak rolünü oynamışlardır. Fakat yukarıda adı geçen Silİfke-Karaman patikası hâricinde, iç taraflar ile hemen hiç irtibâtı olmayan bu kıyılarda geçimlerini münhasıran denizden te'min etmek mecburiyetinde bulunan insanlar, elverişli buldukları zamanlarda, korsanlığa te­ vessül ederlerdi. Suriye ve Mısır 'dan Yuna­ nistan ve İtalya ’ya giden gemiler, sık-sık esen garp 1 iizgârlarının da yardımı ile, çok defa K ıb rıs'a uğradıkları için, burası işlek bir de­ niz yolu üzerinde bulunuyordu. Sâhil korsan­ ların ganimetlerini sakladıkları şatolar ile be­ zenmişti. Fakat korsanlık önlendikten sonra, buraları hemen adım başında rastlanan -hisar, su kemerleri, mâbed harâbeleri ile beraber, ıssızlaştı. Bugün burada, gemilere bir az ke­ reste, hubûbat ve yapağı yükleyen bir kaç küçük iskeleden başka iskân yeri yok gibidir. Bununia berâber, kışları pek ı!ık geçen bu k ı­ yıların bugün hiç değilse turfanda sebze ve sıcak iklim meyvalan ( narenciye, muz, hatiâ hurma) zirâatınde İnkişâfa pek müsâit olduğu söylenilebilir. Osmanlı devrine âit kaynaklar, İçel 'in dağ­ lık ve taşlık bir memleket olduğunu, nüfusu­ 59



930



İÇEL.



nun ancak küçük bir kısmının zirâat ile meş­ gul bulunduğunu, ekseriyetinin göçebe yürük­ lerden teşekkül ettiğini, bunların kışın sahile inip, yazın yaylağa çıktıklarını yazarlar. Bun­ lardan alınması gerekli vergilerin kaydedildi­ ği 992 ( 1 5 8 i ) tarihli İçel sancağı kanunnâ­ mesi, zamanla bu yürüklerden bir kısmının Teke, Atâiye, Tarsns, Adana, Kozan v.b. yer­ lere yerleşmiş olduklarını, fakat bunların ev­ velce yaşadıkları topraklara zilyet olan sipâhîlerin, payitahttan aldıkları müsâade üze­ rine, sonradan temekkün ettikleri yerlere her yıl adam gönderip, vergi toplamağa devam ey­ lediklerini yazar. Yine aynı kaynak, memleke­ tin dağlık tabiatı yüzünden, çok yerde bir kö­ yün bütün evlerinin bir araya toplanamadığını, ekseri köylerin birbirinden ayrı beşer altışar kısımdan meydana geldiğini zikreder kî, bugün de bu vaziyete yer-yer rastlanacakta, bir vâdİ boyunca bâzan deniz kıyısından, yayla sırtları­ na kadar, aynı isimli köyün dağınık mahalle­ leri görülmekte, bunlar yarı göçebe bir halkın yalı ile yayla arasında mevsimlik konaklama yerlerine tekabül etmektedir. Gerçekten bugün göçebelik silinmeğe yüz tutmuş sayılabilir î hü­ kümetin de teşviki İle, bu seyyar nüfus, küçük gruplar hâlinde, zirâat sahaları içinde yerleş­ mekte, yukarıda adı geçeu mevsimlik konak­ lama yerleri çok defa çiftçi nüfusu için birer devamlı İskân noktası teşkil eylemektedir. Bu­ gün, İçel 'de göçebe çobanlık yerine başka bir türlü göç istidadı göze çarpıyor ki, o da, mahdut geçim kaynaklarına sâhip olan köylüle­ rin Anadolu ovası gibi büyük zirâat sahalarına, kendilerine ihtiyaç görülen mevsimde gidip ça­ lışmaları ve bir az para kazanarak, yurtlarına dönmeleridir. Diğer taraftan memleket zirâatinde zamanla çeşitliliğe doğru bir gelişme gö­ rülüyor ki, gerçekte bu değişikliklerin mazisi epeyce eski zamanlara çıkmaktadır; İçel sanca­ ğı kanunnâmesinde, evvelce hubûbât tarlası olarak kaydedilmiş bulunan yerlerin sonradan bahçe, pamuk ve susam tarlası hâline getirildi­ ği ve ezcümle Mut kazası „nehirlerinde" çeltik zirâati ( pirinç ) yapıldığı da zikrolunuyor. X V . asır sonundan itiblren Osmanlı hâkimi­ yetine girmekle beraber, arâzisinin sarplığı yü­ zünden, uzun zaman devlet nufûzundan kısmen uzak kalmış olan İçel, Önceleri, bir sancak ola­ rak, Karaman eyâletine bağlanmış idi. Kıbrıs adası zaptedildikten sonra bir eyâlet hâline konulunca, beylerbeyinin nufüz ve iktidarını aıttırmak için, karşı sahilde — Cihanniimâ ’daki ifâde ile, „büyük kıyıda" — bulunan diğer üç sancak ile beraber, İçel livâsı da buna ilhâk edilmiştir. Daha yakın bir devirde ise, İçel Adana eyâletine ( vilây e t) bağlanmış, Osmanlı



devletinin son senelerinde ise, müstakil muta­ sarrıflık hâlinde idâre edilmiştir. Bütün bu devirlerde sancağın merkezi Silifke [ b. bk.] ve bir aralık Ermenak id i; XIX. asır sonla­ rında İçel sancağı Silifke, Ermenak, Gülnar, Mut ve Anamur kazalarını ihtivâ ediyordu. Türkiye cumhuriyeti kurulduktan sonra, adı ge­ çen sancak evvelâ vilâyet hâline konuldu; son­ ra, Ermenak kazası Konya vilâyetine verilmek sureti ile, İçel 'ın geri kalan toprakları Mersin vilâyeti İle birleştirilerek, yeni bir vilâyet teş­ kil olundu; merkezî Mersin şehri olan bu vilâ­ yete İçel adı verildi. Bu ad, bugüne kadar, Taş­ lık Kİlikya 'ya tekabül ederken, şimdi garpta Ermenak kazasının ayrılması, şarkta Adana ovasının garp ucunun eklenmesi ile, idâri mâ­ nada bundan ayrılmış bulunmaktadır. Ifâmüs al-a lam 'da, XIX. asır sonlarında İçel 'in nüfusu, bir kaç yüzü hıristiyan ve ge­ risi tamâmiyle müslüman olmak üzere, 70.000 kadar olarak zikredilmiştir. Buna karşılık V. Cuinet, İçel'in nüfusunu 105.280 olarak tahmin eder (60.500 müslüman, 24.000 rum, 12.000 çin­ gene, 8.000 küsür m uhtelif). Yarım asır sonra eski İçel’in beş kazası üzerinde (13.30 0 km2,} tesbit edilen nüfusu 153.000'e varıyordu ( 1945 sayımı). Buna göre, km2, 'na ortalama 1 1 kişi düş­ mektedir. İçel kasabaları arasında ancak ikisinin nüfusu 5.000 'i geçiyor ( Ermenak 6.700, Silifke 5.700), diğer üç kaza merkezinden ikisinin nü­ fusu 3.000*1 bulmuyor ( Mut 2750, Anamur 2700), birisinin kî ise, 1.000’i ancak aşmış bulunuyordu (Gülnar 1.230). Bugünkü hudutları içinde İçel vilâyetinin 15.697 km2.'n a varan toprakları üzerinde nü­ fus, 1945 sayımına göre, 279.484 'ü bulmakta olup, bu vilâyetin kazaları şunlardır: Mersin ( b. b k .; vilâyet m erkezi), Tarsus, Silifke,M ut, Anamur, Gülnar. B i b l i y o g r a f y a - . Pauly-Wissowa, Realencyclopâdie . . . , II, s. 385 v.d.; Kâtib Çele­ bi, Cihânnümâ ( nşr. İbrahim Müteferrika }, s. 610 v.d .; G. Le Strange, The Lands o f the Eastern Caliphate, s. 14 8 ; W. M. Leake, Jou rn al o f a Tour in A sia M inor (London, 18 2 4 ) ; P. de Tchihatcheff, A sie M ineure (P aris, 18 4 8 --18 53), I, 80, 288 v.d., 403 v.d., 4. kısım ,II, 341 v.d .; Ill, 28 v.d .; Ch. Terier, A sie Mineure, s. 723 v.d.; C. Ritter, Die E rd ­ kunde von A sien. Kleinasien (1858/1859), I—II; H. Kiepert, Lekrbuch des alien Gcographie (18 7 8 ), s. 129 v.d .; E. G. Davis, L ife in Asiatic Turkey. A Jo u rn a l o f travels in C i­ licia ( London, 1879 ) ; J. Th, Bent, Explora­ tion in C ilcia TracK,la, proc. R o y. Geogr. Soc. (London, 18 90) V w . Ramsay, The H is­ torical Geography o f A sia M inor (London,



İÇ E L ~ 1890), tür. y e r.; R. Heberdey-A. Wilhelm, Reisen in Kilikien, Denkschr. d. k. akad. d. IFiss. Wien, P h il hist. K L , X X IV , 1896; F. X. Schäfer, Cilicia, Pelerm ann’s M iii., Erg. H eft, t4 i, (19 0 3 ), tür. y e r; E. Herzfeld, Eine Reise durch das westliche K ilikien in frä h ja r 1907 { Petermanns Mitt., 1909, s. 25 v .d .) ; Ş- Sâm î, Kamüs al-a'läm , II, 1 1 2 8 ; Adana vilâyeti salnâmesi ( 1 3 1 8 ) ; E. Reclus, N ouvelle geograpkie universelle (18 8 4 ), IX, 6 53; V . Culnet, La Turquie d ’A ­ sie (1 891 ), 11, 63 v.d .; R. Blanchard, A sie Öccideniale ( Geographie universelle, VII, 6ço v.d.) ; Ömer Lûtfi Berkan, Osmanlı im ­ paratorluğunda zirâi ekonominin hukukî ve mâli esâsları, l, tür. yer. ( B E S İM D A R K O T .) İÇ -İL ^



[ B k . İç



el



.]



ÎÇ -O Ğ L A N I. E s k i d e n Türkiye'de p â d i ş â h ı n h i z m e t i n e m e'm i r o l a n ­ l a r a v e r i l e n ad i di . Bunlar,Önceleri, harpte ele geçirilen veya münhasıran Avrupa seferlerin­ de toplatılan çocuklar olup [bk. mad. DEVŞİRME] Asya kısmı bu mükellefiyetten muâf idi. Bu ço­ cukların en güzellerini, en gürbüzlerini, en zekî ve en iyi huylu tahmin edilenlerini seçerlerdi. Bunların isimleri, yaşlan, doğum yerleri kayd­ edilirdi ; sonra, İslâm dinini kabule mecbur tutulur ve sünnet edilirlerdi. On sene müddet­ le, gâyet sıkı bir disiplin altında, harem ağa* larmın nezâretinde yetiştirilirlerdi. Bu gençler dört koğuşa ayrılırlardı: birinci koğuşta 400 kişi bulunurdu. Bunlar, günde 4—5 akçe maaş alırlar, okuma yazmadan başka, din ve muaşe­ ret kaidelerini öğrenirlerdi; altı senelik tâlim ve terbiyeden sonra, bunlar, ikinci koğuşa ge­ çerlerdi. Burada, askerî bir terbiyeye tâbi tu­ tulur, binicilik ve eskrim tâlimleri görürlerdi. İki yüz kişi ihtiva eden üçüncü koğuşta, dikiş dikmek, yama yamamak, ok imâl etmek, çalgı çalmak ve oda hizmetlerine âit işler öğretilirdi. Nihâyet, dördüncü koğuşta, yalnız, kırk seçme genç bulunurdu. Bunlar günde 9—10 akçe maaş alırlardı. Elbiseleri saten, atlas ve sırmalı kumaşlardan id i; oda-başı, elbiseci-başı, başkethüdâ, baş-berber, kâtip ve kâhya vazifele­ rini görürlerdi. Devletin en yüksek mevkileri bunlara açıktı ve yüksek me’mûrlar da bunlar­ dan seçilirdi. XVII. asrın sonlarında artık çocuk devşirilmiyordu ; çünkü türkler de, para ile bile olsa kendi çocuklarını bu teşekküle sokup, yük­ sek devlet me’mûriyetlerine hazırlamak isti­ yorlardı. Bugün lise olan Galatasaray, önceleri bir iç-oğlanı mektebi idi. Edirne sarayında da bir mektep var idi. Sonradan Sultan İbrahim ( 1049 — 1058 = 1639—1648) tarafından lağvedildi. B i b l i y o g r a f y a : Tournefort, R ela­ tion d ’un voyage en Levant ( 1 7 1 7 ) , II, 10



ÎD.



93»



v.dd. ; Ricaut, Etat présent de l’Em pire Otto­ man ( trc. Briot ), s. 83 v.dd. ; A . Ubicini, Lettres sur la Turquie2, 1, 302 ; M. d’Ohsson, Tableau général de l’Em pire Othoman, VII, 47 v. dd.; Osman Ergin, M aarif tarihi ( Is ­ tanbul, 1938— 19 4 2 ) ; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı devletinin saray teşkilatı (A nkara, 19 4 $ ), s. 300 v.dd., 315 v.d., 33 ı v.d. ve tür. yer. ( C l. HUART.) İ D . [ Bk. İd .] ÎD . ‘ İD, b a y r a m . Arap lûgatçileri bu kelimeyi ]/'W kökünden iştikak ettirirler ve „( muayyen fasılalar ile ) geri donen“ şeklinde izah ederler. Fakat bu, ârâmî dilinden alınmış, bilhassa dinî mevzularda sayısı pek çok olan „yabancı kelimeler“ den biridir ; krş. msl. Sür­ yânî, 'ıdâ, ‘eza, 'izö „bayram, bayram günü“ . Bu kelime zâten K u r’an 'da da bîr defa geçiyor ( V, 1 14) ; burada, ‘Isa gökten, bir bayram dolayısı ile ( ‘ ¡şS’ = son akşam yemeğinin yanlış an­ laşılması? ) bir mâide indirmesi için yalvarıyor. lslâm takvim i,senedeikİdiuî bayram kabili eder : biri ‘id a l-a ik â [ b.bk.] yahut „kurban bayramı" 10 zilhiccede ve diğeri 'i d a l-fitr [ b.bk.] yahut „ramazan bayramı“ 1 şevvaldedir. Her biri­ nin kendine hâs şer*î hükümleri, müteakip iki maddede izah edilmiştir. Her iki bayramın da cemâat ile kılınan ve sünnet telâkki edilen bayram namazı, şalât al- id{ııyn ) 'i vardır. Bu namaz, bâzı cihetten salât [ b.bk.] 'ın gün­ lük yahut da cuma namazınınkinden (kezâ bu da, başka notlardan sonuncusu ile aynı telâkki edilmiş ise de ), cuma ve günlük namaz­ lardan daha eski şekilleri muhâfaza etmektedir ve hey'et-i umümiyesi itibârı ile, yağmur duâsı ile ( şalât ; bk. mad. ISTlSKÂ’ ) ay ve güneş tululmalaıında yapılan duâlar ile pek benzerliği vardır. Bundan dolayı, yalnız 2 rak’a [ b.bk.] 'dır ve alel'âde namazlardan fazla takbîr [ b.bk.] ihtiva eder; namazdan sonra iki kısım hâlinde bir hutba [ b.bk.) okunur ; azan [ b.bk.] '1 ve ikama [ b.bk.] 'si yoktur ve bu namaz, islâmimiyetin ilk zamanlarında olduğu gibi, yalnız, şalât al-cSm i'atan kelimeleri ile bildirilir. Bu namazlar, şimdi her ne kadar tercihen ekse­ riya câmilerde edâ ediliyorsa da, açıkts, musal­ la [ b.bk.] 'da edâ edilmek lâzımdır. Vakti gü­ neşin doğmasından semt-i re'si aştığı âna kadar devam eder. F i’len birincisi üç ve İkincisi dört gün devam eder. Bu iki bayramda yeni elbiseler, hiç ol­ mazsa elde olan en iyi elbiseler,giyilir; herkes birbirini ziyâret edip, tebrik eder vé hedi­ yeler teâtî edilir. Mezarlıklar ziyâret edilir. Daha ziyâde halk arasına yayılmış olan bu göre­ neklere, kurban bayramından ziyâde, rama­ zan bayramında riâyet edilir ; ramazan bay­



93*



ÎD -



ramı, ramazanın riyâzât günlerinin bitmiş oldu­ ğunu görmek ferahı ile, kurban bayramından çok daha fazla sevinç içinde tes’ît edilir, öy­ le kî, bugün „küçük bayram“ fi’len „büyük bayram“ dan daha mühim olmuştur. B i b l i y o g r a f y a : fıkıh eserlerinde sa­ lât al-'îdayn i Th. W. Juynboll, Handbuch des islamischen Gesetzes, s. [26 v.dd. ; Mitt­ woch, Zur Entstehungsgeschichte des is­ lamischen Gebets und Kultus ( Abh. d. K. Pr, Akad. d. Wiss., phil.-hist. Kl., 19 13, nr. 2 ), s. 19, 27 v. dd., 40 v. d. ; E. W. Laue, Sitten und Gebrauche der heutigen Egypter. .. (trc. Z e n k e r ) ..., 2. tab., III, 103 ve 1 1 6 ; M. d'Ohsson, Tableau général de VEm­ pire Othoman ( Paris, 1788 ), II, 222 — 231 ve 423—436 ; Seil, The Faith o f Islam ( Lon­ don, 2. tab., 18 96 ), s. 318 —32 6 ; Garcin de Tassy, Mémoire sur les particularités de la religion musulmane dans l’Inde (P aris, 2. tàb., 1869 ), s. 69—71 ; Hcrklots, Qanoon-eIslam (London, 18 3 2 ), s. 26»— 269; Snonck Hurgronje, H et Mekkaansche Feest, s. 159 v.dd.; ayn. mil., Mekka, II, 9 1—97;ayn. mH., The Atchehnese, I, 237—244 ; ayn. mil., Het Gafôland (B a ta v ii, 19 0 3), s. 323 v.d.; Doutté, Magie et Religion, X. fasıl. İD Â D E . a l-'İZ A D A ( A.), u s t u r l a b ı n s ır t ı üzerine konulmuş, mihver v e y a m eyil e t r a f ı n d a dönen bir nişan cedveli demektir; muhtelif müşShedeler İle bilhassa yıldızların irtifâmı tâyinde kullanılır ( yk. bk.). ‘İD D A . ( Bk. İDDET.] İD D E T .‘ İDDA (A.), d u l v e y a b o ş a n ­ mış k a d ı n l a r ı n , e v l i l i k b a ğ ı çözül­ dükten sonra, yeniden evlenmek için, beklem ek mecburiyetinde kal­ d ı k l a r ı ş e r ’î m e h i l d i r . Dul kadınların tâ­ bi oldukları ‘iddü, şerîate göre, 4 oy 10 gündür ( kşr. Kur’an, II, 234 ). Eski araplar dul kadı­ nı daha uzun bir yas devresine tâbi tutarlardı. O zamanki âdetlere göre, dul kadın, ko­ casının ölümünden sonra, ufak bir çadıra ka­ panmağa, orada bir sene kalmağa mecbur idi. Bu müddet zarfında yıkanıp temizlenemezdi (bk. J, Wellhausen, Die Ehe bei den Arabern, Nachrichten von der Kgl. Gesellschaft der Wissenschaften zu Gottingen, 1893, s. 454 v.dd.). Eski araplarda, boşanmağı müteakip ‘idda tatbik edilmezdi. Boşanmış gebe bir kadın ile evlenen erkek, nikâhtan sonra do­ ğan çocuğun, çocuk kendi sulbünden değil de evvelki kocanın sulbünden gelmiş bile otsa, babası sayılırdı. Hâlbuki islâmiyette, bir er­ keğin ancak kendi sulbünden gelen çocuğun babası olabileceği ve hiç bir kadının, muay.



İDGÂM. yen müddet ( ‘id d a ) geçmedikçe evlenemeyeoeği şer’an kabul edilmiştir. Eğer bu müddet zarfında kadın doğurursa, eski koca çocu­ ğun babası sayılır. Boşanmadan sonraki 'idda, İslâm hukukuna göre, üç âdet devresi ( kura ), âdetten kesilmiş kadınlar için ise, üç ay sür­ mektedir. Boşanmış olan bir kadın gebe ise, doğurduktan sonra 40 gün geçmeden yeniden evlenemez (krş. K u ra n , II, 228; L X V , 4). Câriyeler iç;n de bir ' idda mevcuttur. Fakat, bu müddet, 4 ay 10 gün yerine, 2 ay 5 gün sür­ mektedir. Üç devrelik kürü’ ve üç aylık idda yerine, bir buçuk aylık bir başka 'idda daha vardır. (TH. W. JüYNBOLt,.) İD D İĞ A M . [ Bk. İDGÂM.] İD G Â M . İDĞAM (Küfe nahiv âlimlerine göre) Veya İDDİĞÂM (Basra nahiv âlimlerine göre\ a r a p ç a b i r g r a m e r ı s t ı l a h ı olup, aynı cinsten olan ve bir-birini tâk’p eden iki sessiz harfin bîr-birine sıkıca bağlanması ve benzeş­ mesi demektir (bununla beraber krş. Schaade, s. 49). Bu tam bir benzeşme olmadan da hâsı! olabilir; fakat ekser ahvâlde, sessizlerden biri diğerinin „içine girmiş“ ( idd’ğâm ) tir ve o zaman yazıda ve telâffuzda çiftleşmiş bulu­ nan sessiz ile arasında benzeşme olmuştur, alZam ahşari’nin bu husüsta tesbit etmiş olduğu kaidelerin umûm! bir hülâsası şudur: 1. Umumiyetle iki sessiz harekeli ise ( ro­ dada yerine radda g ib i) veya birincisi sâkin, İkincisi harekeli ise ( akul laka yerine alfullaka gib i) ıdgâm hâsıl olur; fakat birincisi harekeli, İkincisi sâkin ise olmaz ( fararta, taliltu v.b. gibi). Bu kaide, yukarıki misâllerde olduğu gibi, aynı olan seslere uyduğu gibi, mahreç bakımından bir-bırine yakın olanlara da uyar. Meselâ, gırtlak sesleri serisinde, h, h ’ya ( msl. izbah hâgihi yerine izbakhâzihi g ib i), veya k, £ ’ya ( lammâ ra’âka kala yerine lammâ ra’âkkâla gibi) ve h ’ya ( ir fa h5timan yerine irfahhatim an g ib i), ğ , h ’ya v.b. değişebilir. Benzer değişmeler, diş, ıslık ve dudak sessiz­ lerinde de vukûa gelir ( zid iih k an yerine z iiiih k“i>, ‘anbar yerine ‘ambar v .b .). Diş sessizlerinin ıslık sessizleri île değiştiği hâller vardır f aşâbat şirban yerine aş5başşirban g ib i). Umûmî te­ mayül daha zayıf olan sessizin, daha kuvvetli olan içinde idgâm olunmasıdır; bununla beraber, bu kaidenin istisnaları vardır (halaka kulla ye­ rine halakkulla g ib i). A lif idgâm olunmaz; hemze, yalnız fa * 'â l şeklindeki isimlerde, id­ gâm olunur ( sa’ ’ âl“ «, ra' ’ as“« g ib i), r, ş, i , f ile y , umumiyetle bir başka ses ile ben­ zeşme yapmaz, fakat yalnız kendi aralarında idgâm olunur. 2. Bu ses benzeşmesi hâdisesine 5. ( tafa'd la) veya 6. ( ta fâ 'a la ) fiil şekillerinde sık-sık te-



İDGÂM — İDRÎS. sâdüf olunur; bu hâlde kökün birinci sâmitesi bir diş sesi olduğu zaman, t onunla idgâm edilir: msl. taiayyara yerine (b ir a lif al-vasl ile ) ¡¡tayyara, 8. fiil şeklinde ( ifia a la ), t, z, ş, i 'dan sonra araya giren, t, i ve i ( msl. ittalaba yerine ittalaba, iztaraba yerine izzaraba ve iztaraba ) ve d, z veya z ’den sonra d ( iztâna yerine izdân a) olur. 1st a'ara yerine işştıara ve itta’ara ve daha nâdir olarak, iktatala yerine ( elifin kaybolması ile ) Içittala gibi, köklerinin ilk veya orta sâmiteleri bir diş sesi olan fiil şekillerini de zikredelim. Harf-i tarifin i ' j kendini tâkip eden keli­ menin ilk harfi hurûf-i şemsiye denilen harf­ lerden, yâni, t, s, d, z, r, z, s, ş, s, i , t, z, l ve n 'dan biri İse, dâimâ ocunla bir benzeşme yapar (al-rasTıla yerine arrasâla v.b.). B i b l i y o g r a f y a : al-Zamahşari, alM afaşşal s. 188—19 7 ; İbn Y a ‘ iş ( nşr. Jah n ), s. 1456— 1496; Sİbavayhi (nşr. Derenbourg), II, 452, 3 v.dd.; Muhammet! A ‘İ5 , K aşşâ f iştilâhât al-funün ( nşr. Sprenger ), 1, 501 ; W right, A rabic Gram mar, I, i j D, i6 c , 6 4 °, 66b , c , 67A ve sik -sik ; Vollers, Volkssprache aad Sckiftsprache im alien A ra ­ bien, s. 23—36 i Schaade, Sibaw aih i’s Laatlehre (Leiden, 19 11 ), s. 23, 49—53. (R



obert



S t e v e n s o n .)



933



mek, 4. tasmiya 'den evvel ve sonra takbir [ b. bk. ] getirmek. 3. kurbanın kabûl edilmesi için duâ etmek. Kurbanın bir hacetin, nezrin neticesi olarak kesilmesi hâlinde, kurban kesen ondan hiç bir şey yememeli, hepsini tasadduk etmelidir. Kurban bir sebeple olmaksızın öylece kesilirse, kurban kesen kurbanın bir kısmın­ dan ( üçte b iri) istifâde eder, kalanını dağıtır. [ Türkiye 'de kurban bayramı namazında oku­ nan hutbelerde kurbanın üçte birinin kurban kesilen eve, üçte biricin komşu ve akrabâya, di­ ğer üçte birinin ise, fukaraya ayrılması tavsiye olunur. Türkiye 'de bu bayramın dört gün sür­ mesi mutattır.] B i b l i y o g r a f y a - . İD m addesinde zikr­ edilenlerden başka bk. fıkıh kitaplarında Uzh iya bahsi. ÎD -1 F İT R . ‘ÎD a l FİTR ( „orucun açılması“ ), r a m a z a n b a y r a m ı v e y a a l - 1 d a l­ sa ğ i r „ k ü ç ü k b a y r a m “ v e y a ş e k e r b a y r a m ı [ bk. mad. b a y r a m ], 1. ş e v v a l ve m ü t e a k i p g ü n l e r d e t e s ’ îd edi­ l e n b a y r a m a d e l â l e t e d e r . Bir müs­ lüman zakât al-fitr ( bk. mad. ZAKÂT ; Türki­ y e 'd e sadaka-i f i l r ) 'i ramazan çıkmadan ver­ memiş ise, en geç şevvalin birinde vermesi kendisine vâciptir. O takdirde, zekâtını (fitre), bu gün cemâat ile kılınan bayram namazından [ bk. mad. ‘ÎD ] evvel vermelidir. Bn bayram oruç zamanının sıkıntılarına son verdiği için, küçük sıfatı ile tavsif edilmesine rağmen, fi’len „büyük bayram“ 'dan daha fazla neş'e ve ihtişam ile tes'îd edilir (krş. ‘ÎD). [ Tür­ kiye 'de bu bayram üç gün sürer, bu bayram esnâsında dağıtılan çamaşır ve para gibi hedi­ yelerden başka, çocuklara mendil vermek de âdetlerimiz iktizâsından idi]. B i b l i y o g r a f y a - , bk, fıkıh eserlerinin Zakât a l-fifr kısmı ve daha başkaları için



İD -I A D H Â .‘ İD a l-A Z H Â ( aynı zamanda 'i d al-karbân veya ‘id al nahr ), „Kurban bay­ ramı“ veya a l-'îd al-kabir „büyük bayram“ , Hin­ distan 'da bakar ‘id ( bakra 'i d ) ( krş. BAYRAM ]. Hacıların Minâ’da kurban kestikleri [ bk. mad. HACC] 10 zilhicce ile onu tâkip eden üç günde, ayyâm al-taşrik, tes’îd edilir. Daha kadîm araplarda mevcut olan o gün Minâ 'da kurban kes­ mek âdeti, İslâmiyet tarafından yalnız hacılar için kabûl edilmiş değildir, fakat sünnet ( sun­ n a ) olmak hasebi ile bütün müslümaniara da bk. mad. ‘ ÎD. teşmil edilmiştir ( kurban ancak nezir — nazr ) İD R İS. [B k . İDRÎS.] hâlinde yerine getirilmesi meebûrî — vâcib bir İD R ÎS . İD RÎS, K ur'an 'da ismi iki yerde mükellefiyettir ), Bu sünnet ( mu' okkada ‘ala *1-k î fa y a ), hür zikredilmiştir. X IX , 57 v.d .: „ K ar'an 'da Id­ olan ve kurban etmek üzere bir kurban satın ris 'i de zikreyle, o çok doğru bir adam ve alacak hâlde bulunan her müslümana şâmildir. nebî idi. Biz onu ulvî bir makama yükseltik“ Kurbanlık hayvanlar erkek koyun ( adam ba­ ve sûre XXI, 85 'te İsma il ve Zu ' 1-Kifl ile şına bir b a ş ), deve veya öküz ( bir ilâ yedi birlikte, sabırlılar ( şâbiran ) dan biri olarak, kişilik bir topluluğa b îr baş ) dür. Bunlar mu­ anılmaktadır. Bu âyetler bu nebî hakkında her ayyen bir yaşta olmalı ve bir gözü kör olmak, hangi bir izahta bulunmak maksadı ile zikre­ topal olmak, v.b. gibi bâzı kusurlardan sâlim dilmemiş tir. Nöldeke bu isimde Andreas ismini bulunmalıdır. Bunlar şalât a l- i d [ bk. mad. ‘I d ] görmek mümkün olduğu ihtimâlinden bahseile başlayan ve üç gün devam eden ayyâm al- dinceye kadar ( Zeitschr. j . A ssyriologie, XVII, taşrili 'in 3. günü güneşin batması ile sona 84 v.d.), onun adı bile uzun zamanlar müsteş­ eren bir müddet içinde kesilir. Kurban kesene rikleri şaşırtmış idi. Yüksek bir mevki veri­ şunlar tavsiye edilir : 1. tasmiya, başmala [ b.bk ] len bu Andreas 'in, âb-i hayatı bulmak sureti çekmek 2. şalât ‘ ala ’l-nabi, Peygambere île, ebedî hayata ulaşan İskender 'in aşçısı ol­ salavat getirmek, 3. ¡iib la [ b. bk. ] 'ye yöncl- duğu fikrini, R . Harlmann ( ayn, esr., XXIV,



934



İDRÎS.



314 v.d.), belki de haklı olarak, ileri sürmüş idi. Müslüman müelliflerin hepsi, İdris ’in, İncil ’deki efsâneye göre, ebedî hayata ermiş olan yahut isrâiliyâtın söylediğine göre, ölmeden cen­ nete giren Henoch olduğu fikrinde ısrar ederler. A rap müellifler tarafından İdris hakkında verilen bu mâlûmâtm başlıca m'ehazı gayr-İ mevsuk ve muahhar yahudi kaynaklan olmuştur. Incil 'deki Henoch ’un göze çarpan üç farikası vardır ki, yahudi örneğine göre ( Takvin, V, 23 v.d.), müstüman kıssalarında da tekrar edil­ m iştir: l. Dindar bir adamdır, 2. yer-yüzünde 365 sene yaşamıştır j bu da ömrünün her gününün güneşin bir senede yaptığı devre müsâvî oldu­ ğuna gösterir, 3. Göke çekilmiştir. Sessiz harf­ leri ibrânîde „mülhem" mânasını akla getiren Henoch adı bu efsânenin meydana gelmesine müessir olmuş olsa gerek. Bu son keyfiyet bakımından İdris, müslüman edebiyatında dahi ulûm ve fünûna „vâk ıf" ola­ rak gösteriliyor. İlk defa kalemi kullanan, elbi­ seler dikîp-giyen odur; ondan evvel insanlar hayvan derisi giymekle iktifa ediyorlarmış. Bu yüzden yedi esnaf derneğinden biri olan ter­ zilerin hâmî piridir, İlk müneccim ve kronolog odur; itbda da mahareti olduğundan bahsedil­ mektedir. Dindar bir adam olarak, ilk defa ata binip, K a b il’in müfsid ahfadına karşı „Allah yolunda" cihada girişen de o idi. Cebrail ’in ilk vahy getirdiği nebî odur; otuz suhûf ( şah ifa ) un kendisine bu yolda nâzil olduğu rivâyet edilir. Bir peygamber ve melik olmak itibârı ile faali­ yeti hakkında krş. ibn al-Ç ifti ( nşr. Lippert, s. 1 v. dd.). Çok ciddî bir çalışma neticesinde, daha evvelki vahyler hakkında derin bir vukuf kesbettiği için, İdris adını almış. Bununla be­ raber, Bayzâvi ’nin arap dilindeki dirayet ve vukufu, arapça ile karabeti olan dillerde böyle bir şey mümkün olabilse de, onun İdris '1 ders kelimesinden iştikak ettirmesine müsâade et­ mez. İdris ’in zühd ve tekvâsı meleklerin takdir ve hayretlerini mûcıp olmuş. Azrail onu ziya­ ret etmek için Allah 'tan izin istemiş. İnsan suretinde gelip, onu yemeğe davet etmiş. İdris bu daveti reddetmiş ; Azrail davetini iki gece Ü3 t-üste tekrarlamış. Üçüncü gece İdris onun kim olduğunu sormuş; öğrenince canını almasını istemiş. Bunun üzerine, bir saat kadar, ruhundan ayrı kalan İdris, sonra tekrar ona kavuşmuş. Bun. dan sonra İdris, sem âvatile cenneti görmek için, semâya çekilmek ricasında bulunur. Cennete varınca, bir daha oradan çıkmak istemez. Bîr ağaca sıkı-sıkı tutunur ve Kur'an 'daki iki âyeti delîl göstererek, ricâda bulunur: „k a il" nafs‘a zâ’ikal" ’l-m evi ( „herkes ölümü tadacaktır" )“ ; kendisi zâten bir kerre Ölümü tatmıştır ve



„hiç kimse onları oradan kovam az"; binâena­ leyh oradan çıkmayacaktır. Bu suretle Allah onun orada kalmasına izin verir. Oradan tek­ rar yer-yÜ2Üne dönecektir. Kendisi ile Hazret-i ısa semâda yaşıyorlar; Hızır ve İlyas yer-yüzünde ebedî hayata ermişlerdir. ‘ Bu rivayette İdris ’in bir güneş kahramanı olması hususiyeti ruhunun güneş batarken alın­ mış olmasına atfolunur. Başka bir rivayette de bir güneş ustûresîne işaret eden muhtelif emmâreler bulunmaktadır. B ir gün bîr yolculuk esna­ sında, güneşin kızgın harareti kendisini iz’ac edince, Allahtan bu sıcağı „her gün bu sıcakta beş yüz senelik yol yürüyenin", yâni güneş me­ leğinin, lehinde tahfif etmesini niyaz eyler, ölümünü te’hir etmesini bu melekten ricâ eder. Melek onu güneşin doğduğu yere kadar gö­ türür ve İdrİs İn ricasını Ölüm meleğine iblâğ eder, ölüm meleği onun arzusunu yerine geti­ remez; fakat güneş meleğinin kendisinin ölüm gününü bildirmesine müsâade edilir. Ölüm meleği D ivân İn i açıp bakar, fakat İdris ’in ölüm tarihini bulamaz ve bunu idris İn tam güneş doğarken ölmesi icâp edeceği şek­ linde izah eder. Güneş meleği hakikaten onu tam o zaman ölü olarak bulur. — Bununla be­ raber İdris iâyemutfur; bunu, nsiûre lisanından çıkarıp, cârî lisan ile ifâde edecek olursak, şu demek oluyor: güneş her gün ötür ve tekrar her gün dirilir ve böylece lâyemutiur. — İd­ ris ’in şemsî karakterini hatırlatan diğer bir noktada, K u r’an (XIX, 57 )’da bahsedilen almakân al-a'li ( „yüksek y e r,,) 'nin eflâkin kalbi, yâni fetek-i şems olduğu şeklinde tefsir edilmiş olmasıdır. İdris aynı zamanda İlyâs ve Hizr ile de bir­ leştiriliyor. Yunanlıların onu Hurmuz adı ile veyahut Bar Hebraeus ’ün dediği gibi ( Hist, D ynasiiarum , nşr. Pocock, s. 9 ), Hermes Trismegistes diye tanıdıkları söyleniyor. Daha fazla mâlûmât için bk. İbn al Ki f t i , göst, yer, H e­ noch 'un S if r al-ru’y â ( apvcalypse ) 'da vârit olan bâzı âyetlerine mutabık olarak müslüman rivayetleri de İdris ’in cehennemden geçtiğini söylemektedir. Harrâni 'lerin İdris ite Hermes münâsebeti hakkında bk. Chvvoisohn, Dic Ssabier and der Ssabism as ( bk. fih ris t). B i b l i y o g r a f y a ' . Zikredilen K u r’an âyetlerinin tefsirleri; Tabari, Târih, F, 172 v. dd.; Y a’kûbi (nşr, Houtsma ), I, 8 v.d., 16 6; M asüdi (nşr. Barbier de Meynard ve Pavet de Courteiile), I, 7 3 ; İbn al-Aşir ( nşr, Tornberg), I, 44; Ş aİab ı, flişa ş al-anbiya (K ah ire, 1290), s. 43 v. d d .; Diyârbakrt, Târih al-hamin (K ahire, 12 8 3 ), s. 66 v.d.; M akdisi, K iiâ b al-bad' va ’U târih (nşr.



H uart), III) i l v, d d .; W ei!, Biblische L e­ genden der Muselmänner, s. 62 v. d d .; I. Friedländer, Die Chadhirlegende und der Alexanderrom an ( Leipzig, 19 1 3 ) , fihrist bk. madd. Henoch ve Idris ; Thorning, B eiir. z. Kenntnis des islam, Vereinsuresens . . . ( Türk, Bibliothek,■ nşr. Jacob, X V I), s. 94, 96, 268 v. dd. ( A . J . .W e n s in c k . ) İD R ÎS I. İD R İS I. b. 'A b d A l l a h ( ? — 793 )> 'Abd Allah b. af-Hasan [ b.bk,] b. ‘A l i ’nin oğlu ve M a g r i b ’ d e İ d r i s i s ü l â l e s i ­ nin k u r u c u s u d u r . Bu zât, ‘AH evlâdlarının Abbasî Musa al-Hâdi [b .b k .]'y e kıyamına karşı, İştirak etmiştir. Yeğeni alHusayn b. ‘ A lt b. al-İJasan ’m, Mekke civa­ rında, Fahh [ b. bk .]’da, 3 zilhicce 169 { n haziran 786 ) 'da yenilmesinden ve ölümünden sonra, onun için harp etmiş olan İdris bir müddet saklandı; sonra, azatlı kölelerinden Râşid ’in sadâkati sayesinde, M ısır’a geldi ve orada posta müdürü olan bir şi’înin, al-Vâzih 'm, yardımından istifâde ederek, Magrib ’e kadar gitti ve Avraba Berberi aşiretinin reisi îshâk b. Muhammed tarafından kabul edildi. Ishâk b. Muhammed onu kendi kabile­ sine (4 ramazan 17 2 ) , sonra da şimdiki Fas ’m şimalinde yaşayan Zenâta, Zuvâğa, Lemâya, Lnvâta, Gomâra, Saddarâta kabilelerine hükümdar olarak tanıttı. Şu cihet dikkate şâyândır ki, dalıa düne kadar Hârici olan Berberîlerin, ‘ Ali evlâdından biri lehinde isyânları, dinî olmaktan ziyâde siyâsî mâhiyettedir. S â ­ dece imam unvanını taşıyan idris, a i-B a k ri’ye göre, Ishâk b. Muhammed ’in mûtezilî akide­ lerini kabul etmiş görünüyor, idris Tâmesnâ ’da hıristiyan, yahudi ve putperest kabilelere karşı harp etti ; görünüşe göre, oldukça kolaylık­ la onları mağlû p e tti; sonra 173 veya 174 (789/ 730) tarihlerine doğru, şarka, Tlem sen’e karşı y ü r ü d ü , B a şehrin hemen-hemen müstakil reisi olan Muhammed b. Hâzir b. Şüiât id r is ’in hâkimiyetini hemen kabul etti. İdris Tlemsen ’de bir müddet kaldı, orada bir câmi inşama başladı (safer 17 4 }, İbn Haldun zamantnda, üzerinde idris 'in ismi yazılı olan kürsü hâlâ durmakta idi. Payitahtı Ulili (esk i Volubilis) 'ye döndükten az bîr zaman sonra, İdris, ha­ life Hürün al-Raşid 'in teşviki üzerine, gallbâ Sulaymln al-Şammlh tarafından, zehirlenerek Öldü ( 1 rebiyülâhır 1 7 7 — 16 temmuz 793 ). Bâzı müverrihlerin bu katil hakkında verdik­ leri tafsilât ( yarım karpuz, bir salkım üzüm, diş hilâli, diş tozu ile } ve katilin Raşid tara­ fından takibi tamâmiyle masal kabilinden şey­ lerdir. B i b l i y o g r a f y a ' , Ihn A bi Zar', R a v i al-kirjäs ( nşr. Tornberg), 1, 5-—10 ; al-



Bakri, K itâb al-masâlik ( nşr. de Slane ), s. i i 8 —i 22İ İbn ‘ İzâri, al-Bayân al-muğrib, I, 72—74, 217 v .d .; ‘Abd al-Rabmân b. Haldun, Kitâb al-'ibar, I, 147 i III, 216 i IV, 12 v.d.; ayn. mil., H ist. des Berbères ( trc. de S lan e), I, 290; II, 559—5 6 1; Desvergers, H ist. de VA friq u e et de la Sicile, s, 89— 91, not 9 7 ; Abu 'I-Mahâsin, Nucüm, I, 433, 452 ; Cam' tavârih tnadinai Fas { müellifi meç­ hul ; Storia di Fâs, nşr. Cusa, Palermo, 1875 ), s- 3, 1 3—1 5 ; İbn A bi Dinar, Kitâb ai ma­ nts, s. 46 ; İbn Vâiih al-Ya'kübi, Târih, II, 488 v.d, ; al-Mas‘üdi, Murüc ( nşr. Bar­ bier de Meynard ), VI, 19 3 ; al-Tabari, Tâ­ rih, 111, 560 v.d. ; Yahya b. Haldun, Buğy a i a lr a v v a d (n şr. B e l), metin, I, 78 v.d. ; İbn al-Kâzi, Cazvat al-iktibâs ( Fas, 1309 ), s. 6—1 0 ; İdris b. Ahmed, al-Durar al-bahiya (2. cild, Fas, 1 3 1 4 ) , II, 2—7; A h­ med al-Halabi, al-D urr al-nafis (Fas, 1324), II, s. 79— 109, 12 1 — 14 1, 144—14 9 ; Leo A frieanus, D ell * A frica ( Ramusio, Prim o v o ­ lume delle navigazioni, Venedik, 1903), var. 3 1, D ; Fournel, Les Berbers, I, 295—400, 447—449 ; A . Müller, D er Islam, I, 488, 492, ss°.



.



(R



ené



B a s s e t .)



İD R ÎS II. İD RİS II. ( 7 9 3 - 8 2 8 ) , idris I. çocuksuz ölmüştü; yalnız Kauza isimli bir cârîyesi kendisinden hâmile idi. Râşid, Berberîleri, bu kadının doğumunu beklemek, oğlan doğur­ duğu takdirde, çocuğu imam ve babasının ha­ lefi ilân etmek hususunda iknâ etti ; umduğu oldu; 177 ( 7 9 3 ) senesi cemâziyelâhırmıu ilk günü, ECanza bir erkek çocuk doğurdu ve bu çocuk İdris I. ’in halefi olarak tanındı ; Râ­ şid ’in ihtimamına tevdî edildi. Bu adamın efendisinin ailesine gösterdiği sadâkat, onu, İfrik iy a ’ain hemem-hemen müstakil valisi olan İbrahim b. al-Ağlab ’in husûmetine mâruz kıldı. O da efendisi gibi öldürüldü : fakat ye­ rine Bahlüt isimli bir berberî geçti. Bu da, ken­ disini İbrahim ’e kaptırdığı için, vesâyeti Abu Hâlid Yazid b. İlyâs lehine, bırakmağa mecbur oldu. Berberîier, diğer entrikaları önlemek için, ancak 1 1 yaşında olan İdris ’in hükümdarlığını ilân ettiler ve Ulili camiinde kendisine bi’at ettiler. İbrahim 'in entrikaları devam etti. İdris arapları tercih ettiğini kendisine bir arap vezîr seçmekle pek belli ederek, Berberîleri kız­ dırdı. Henüz ancak 15 yaşında olan imam, babasına çok hizmet etmiş olan Ishâk t>. Mu­ hammed’i, İbrahim b. al-Ağlab ile münâsebette bulunuyor bahânesi ile, öldürttü. Haksız olmasa bile şiddetli olan bu hareket bütün isyan teşebbüslerini önledi. Bundan başka yeni hü­ kümdar, Ulili 'yi terkedip kendisine yeni bir payitaht yapmak İstedi. İşte bunun için Fas



İD RİS -



İD R ÎS İ



(b . b k .]’ ı binâ ittirdi ve 18 yaşında İken sul 'un ilhakında faâl bir rol oynayıp, memle­ bi’atı tekrarlattı. İbrahim b. al-Ağlab, isyan­ ketin dahilî işlerini, kuvvetli esâslara istinaden, ları bastırmakla meşgul olduğu için, müdâhale tanzim etti. Sultan'm nâmına H îşn-K ayfâ’yi edemedi. Bu sırada İdris, siyâsetini değişti­ Eyyûbî H alîl'e ihsân etti. M ısır'ın fethinde rerek, Berberîlere yaklaştı. Maşmüda’Iere kar­ de bulundu ve Selim ’i tebcîlen yazdığı bir ka­ şı yaptığı bir sefer ile onların bâzı şehir­ sidede Mısır 'ın idaresi hakkında ona bir kaç lerini zaptettikten sonra, İstiklâlini ilân eden nasihat vermek fırsatını elde e tti.926 (15 2 0 ) ’da, Tiem sen’e karşı harekete geçti ve burasının Selim 'in öldüğü senede, vefat etti ve ilk sekiz idaresini amca-zâdesi Muhammed b. Sulaymân Osmanlı pâdişâhı hakkında farsca, manzum b. ‘A bd Allah ’a bıraktı, Hâricî Berberîlere (80.000 b e y it) Haşt-bahişt adlı bir tarih bı­ karşı yaptığı pek iyi bilinemeyen mücâdele­ raktı. B i b l i y o g r a f y a .’ H . A . Barb, Ge­ lerden sonra, F a s'ta , 213 rebiyülevvelinde (20 mayı s — 18 haziran 828), 36 yaşında öldü, schichte der Kurdischen Fürstenherrschaft, s. 12 ( Sitzungsber. der Wiener Akad., 1859, fbn 'Ízari ’ye göre, zehirlenmiş idi. a l-B ak rı’ye XXXII, 145 v. dd. ) ; J , v. Hammer, Gesch. des göre, bir üzüm tanesi ile boğulmuş idi. Şöhreti­ osman. Reiches, bk. fih rist; Sa‘d al-Din, Täc nin başlıca sebebi olan F a s ’ın kurutuşu saye­ al-tavärih, II, 566; Glbb, Hist. 0/ ottoman sinde, bugün hâlâ F a s ’ta hâtırası canlıdır; di­ poetry, II, 267, not (tarih yanlış). lenciler onun ismini söyleyerek sadaka isterler; onun ve babasının tarihlerine âıt teferruatı pek _ ( C l. H u a Rt .) ÎD R İS Î. AL-İDRİSİ (e sk id e n , ekseriya EDaz bilmemize rağmen, îdris II.’İn babasından r i s i ) A bu ‘ A bd A l l a h M u h am m e d b . M u ­ daha az değerli oiduğu aşikârdır. B i b l i y o g r a f y a ’. İbn A bı Zar',R a v z h a m m ed b . 'A bd A l l a h b . İd r îs a l -H a m m u al-kir(âs, s. 10 —2 7; Ibn 'İzâri, al-Bagan al- dI [b k . HAMMÛDÎLER ] AL-HASANÎ ( 110 0 — muğrib, I, * 1 9 ; al-Bakri, Kitâb al-masâlik, 1 166 ), ekseriya Peygamberlerin neslinden imiş s. 122 v .d .; ’îabat'it Târih, HI, 562; İbn gibi, kendisine A L -Ş a rIf sıfatı verilen al-İDR]sI Haldun, Kitâb a l-ib a r, IV, 1 3 —44 ; ayn, mil., 493 ( 110 0 ) 'te Septe ’de doğmuş, 560 ( 1 1 6 6 ) ’ta H ist. des Berbères, II, 9 6 1—963 ; Des vergers, ölmüştür ( bu tarib için bk. bilhassa Fihrist alH ist. de l'A friqu e, s. 89 ; Yalıya b. Haldun, kutub al- arabiya, Kahire, V , 166 ). Kurtuba ’da B u ğyat al-ruvvâd, metin, 1, 74—80; Ta- okuduğu içîn, kendisine al-Kurtubi de denilir vârih madinat F â s , s. 3 v.d. ; al-Salüvi, ( Biblioteca A rabo-Sicula, s. 610 ve İtalyanca Kitâb al-istik sa , I, 70—75 ; îdris b. Ahmed, trc. II, 487 'de İbn Başrün 'a göre, ‘İmâd al­ al-D urar cl-bahiya, II, 7— 1 1 ; Muhammed Dın 'in Harîda 'sında İbn aI-Şa(y)ri künye al-Kattâni, al A zhâr a l-â tira (F a s, 1 3 1 4 ) , ve nisbesi henüz izah edilmiş değildir), tdrisi, s. 1 1 7 — 185, 194—32 9 ; ayn. mil., Salvat al- bir çok seyahatlerden sonra, uzun zaman Pa­ anfas (3 cild, Fas, 1 3 1 6 ) , I, 69 v.d .; Ahmed lermo ’da Norman kıralı Roger II. ’nin sarayında al-Halabi, K itâb al-durr al-n a fis, s. Î49— yaşadı ( bu sebepten ona çok zaman al.Şakaii 219, 223—264, 280—290; 296—298, 308—330, „Sicilyali“ da derler) ve orada, kiralın ölü­ 334—386 (bilhassa İd ris'in faziletleri ve münden (548 = 1 1 5 4 ) az evvel, dünya coğraf­ kerâmetlerine dâir ) ; Leo Africanus, D ell' yasını tasvir eden büyük gümüş küreyi ve A frica , var. 31, D ; Fournel, Les Berbers, I, meşhur „R oger 'nin kitabı“ nı tamamlamıştır 449 v.d .; 4 5 5 —4 57; 460—467, 4 7 1—477, 496 ki, asıl adı şudur: Kitâb Rucâr veya al-Kitâb al-R ucârî yahut Nuzhat a lm u şiâk f i ’httrâli v.d. ; A . Müller, D er Ista m . . . , 1, SSo. al-âfSfc. Bu kitabın metni ( v e 71 haritası) _ ( R ené B a s s e t .) İD R ÎS B lT L lS l. İD RİS BİDLÎSİ M a v l â n â kısmen neşrolunmuştur; çok yanlış olan fran­ HAKİM, d e v l e t a d a m ı v e t a r i h ç i s i . ‘Omar sızca tercümesi eserin tamâmını vermektedir ve Y a sir tarikına mensûp sûfî Huso m al-D in ’in Amedee Jaubert tarafından yapılmıştır ( 1836— oğlu olup, evvelâ Ak-koyunlu Türkmenlerin sul­ 1840 ). İdrisi, Wilhelm 1. ( 115 4 — 116 6 ) için, bü­ tanı Uzun Haşan 'ın oğlu Yâkub ( ölm. 896 = yük bir coğrafya eseri daha te'lif etmiştir. Ese­ 1490/1491 ) 'un yanında bir me'mûr idi. Osman­ rin adı R avz al-uns va nuzhai al-nafs yahut lı sultanı Bayezid II. 'in zaferi münasebeti ile Kitâb al-mamâlik (v a ’l-m asâlik) olup, hulâsası gönderdiği mektuba verdiği cevap, Sultan 'ın İstanbul ’da Hekim-oğlu AH Paşa kütüphânesinB idlisi ’yi sarayına davetini mûcip oldu ; Bid- de ( nr. 688 ) bulunmaktadır ( bu hülâsadan iik lisi orada Selim I. ’in hizmetinde kaldı. Selim defa J, Horovitz bahsetmiştir ). Kitâb Rucâr ’ın ’in İran 'a karşı seferinde ona refakat etti ve basit bir hulâsası 1592 senesinde R om a'da Selim nâmına Kürdistan ’ı zaptetti. Bir Kürd Nuzhat al-muşiâk f i zik r al-am şâr va ’lordusunun Tİyâsetinde olarak iranîleri mağlûp, aktâr va ’l-buldân va ’l-cuzur va ’l-madâ'in va Mardin 'i zaptetti ; al-Ruhu ( Edessa ) ve Mu­ ’l-âfâk adı ile neşredildi ve 1 6 1 9 ’da da mâ-



İD RÎSI -



İD R ÎSILER .



Ş . Sâmî, Aa/rnıs al-a'lam , s. 8 12; G A L ,S u p p l., rûnî Gabriel Sionıta ile Joannes Hesronita I, 876 v.d. ( C. F. S ey b o ld . ) tarafından, Geographia Nubiensis adı altın* İD R ÎS İL E R . İD R İS İ’L E R , İdrîs I. ile İdrîs da,- lâtinceye çevrilip, neşredildi. Bu tercüme h atalıd ır; çünkü, msl. İklim , I, kısım 4 ’ te, baş­ II. 'in devirleri daha yukarıda görülmüş idi. Hane­ langıç, Nil’ın kaynaklarından bahseder ki, yan­ danın sukutu İdris II. 'in ölümünden sonra baş­ lış olarak, arzhS „onların ülkesi“ yerine arznâ lamıştır. İdris II. ’in on bir oğlu kalmış id i; „bizim ülkemiz“ denilmiştir. Bugün P a ris’te en büyükleri olan Muhammed babasının yerine ( t ), Oxford ’da (2), İstanbul ’da ( yalnız Ayasof- geçti. Fakat ninesi, K an za’nm teşviki ile, baba y a ’da, çünkü gösterilen isimler, katalogların mirasını sekiz kardeşine pay e tti.. Bunlardan kifayetsizliğinden dolayı, 1592 Roma tab’ına bir kaçı henüz reşid değil idiler. Gerçi, kendisine veya Jaubert tab’ına âit olabilir!), Petesburg’da diğerleri üzerinde bir nevi hükümranlık hakkı ve Kahire ’de bulunan yazmalara dayanarak, ayırmış id i; fakat bu imparatorluğu çabucak za­ orta çağın bu muazzam coğrafya eserinin mü­ afa düşüren rekabetlere ve mücâdelelere mâni him olan haritaları ile birlikte neşri ve ten­ olamadı. Tarihçilerin bu taksime dâir verdikleri kitli tercümesinin yapılması, arap tetkiklerinin bilgiler birbirini tutmaz. A kla en yakın gelen taksim şekli şudur : a 1 - K S s i m , Tanca 'yi, en mübrem ihtiyaciarındandır. B i b l i y o g r a f y a - . Reînaud, Giographie S e p te ’yi, Hacâr ai-N asr'ı. T e tu a n 'ı; ‘O m a r, d ' A boulfida, umûmî mukaddime, s. CX III— T ikisâs ile T a r ğ a 'y iî D â v ü d , H uvâra'ler ül­ CX X II, C C C X - CCC X V I ; Amari, Storia dei kesini, Tasül ülkesini, T â z â ’yı ve Gayâşa top­ Mıısalmani di Sicilia, 111, 452 — 460, 662 — raklarını ; Y a h y a , Basra ’yı, A şila 'yi ve al668! Am ari, Biblioteca A rabo-Sicala, italyan- 'A râ’ iş 'i j ‘A b d A 11 5 h , A ğ mâ t '1, N afis ül­ caya trc. I, s. X X V I — XXVIII, II, 487 - 489 ! kesini ve S ü s ’u ; ‘İ s a , Şâlâ (C h e lla ), Sala Dozy ve de Goeje, Description de VA friq u e ( Sale ) 'yı, Azemmür 'u ve Tâmesnâ ülkesini; et de l’Espagne ( Leiden, 1866 ) ; Saavedra, E s­ A K m e d, Miknâsa ( Mequînes ) 'yi ve Tâdla paña ( 18 8 5 ); V ita lia descrtita nel „L ib ro 'y i ; H a m z a , Ulili ’yİ ve mülhakatını aldı. del re Raggero“ compilato da E d risi, iesto Aynı zamanda, Tiemsen (A g a d ir), İdris 11. 'in arabo pubblicato con versione e note da amca oğlu olan Mu h a m m e d b . S u ta y m â n 'ın A m ari e Schiap arelli ( Roma, Leincei, 1878 elinde kalmış idi. İç harpler derhâl başladı; — 1 8 8 3 ) ; Blochet, Contribu i ion á l’étude de kardeşleri Muhammed 'in aleyhine isyân etmiş la Cariographie ckez les Musulmana ( B u lle­ olan ‘ İsâ ile al-K âsim ’ın toprakları ‘Omar 'e tin de VAcadémie d ’Hippone, Bone, 1898, geçti. Fas imamı, 221 (836) yılı rebiyülâhırında al-İdrisi 'nin şimalî A frika ’ya âit iki renkli öldü ; yerine oğlu ‘ A 1 i geçti, 234 (848 ) receb haritası ile ) ; Brande!, Om och ur den ara- ayında da, onun yerini kardeşi Y a h y a aldı. biska geografen id r is i ( Upsala, 1894; Su­ Yahyâ 245 ( 859) yılında, meşhur al-Karaviyin riye ve Filistin, arapça ve İsveççe, noksan câmiini yaptırdı. Onun oğlu Y a h y â 11 . babası­ bir bibliyografya ile ) ; Seybold, Edrisîana, nın yerine geçti ise de, aşırı sefahatleri yüzün­ I. Triest ( Z D M C , 1909, LXIII, 5 9 1 — 596)! den, iktidarı da, hayatını da kaybetti. Kayın ayn. mil., Analecta Arabo-Itálica, Centena­ babası ve amca oğlu olan ‘A 1 i b. ‘O m a r , rio A m ari ( 19 10 ), II, bilhassa s. 213 — 215; Yalıyâ II. ’nm ölümünden sonra çıkan kargaşa­ Kurmbacher, Cesch. der byzantin, L itiera- lıklardan istifâde ederek, Fas '1 zaptetti ve idris tu r1, s. 4 1 ı ; Lagus, Oriental. Kongrese 1 1 ,'in imparatorluğunu kısmen yeniden kurdu; Florenz, I, 395 — 401 ( Ballık mıntakası ); Fakat Şofri berberilerinin bir isyânı ile mevki-i Nöldeke, F innland ( Dorpat 18 73) i Seippei, iktidardan düştü;iktidar, amca oğullarından alRerum Normannicarum fontes arabici (Chris­ Mikdöm lekabı ile anılan Y a h y â ( Î I I . ) b . a l tiania, 1 8 9 3 ) ; Grandidier, Madagascar ( al- K â s i m ' ı n eline geçti. Bir İhtilâf neticesinde, İdrisi 'nin h aritası) ; H. v. Mzik, Ptolemaeus onun yerine de, 292 ( 905) yılında, Y a h y â und die Karten der arab. Ceographen ( Mit­ ( I V . ) b. İ d r i s b. ' O m a r geldi.D âhilî harp teilungen der K . K . geogr. C e s e l l s c h Vi- dış tehlikeler ile daha vahîm bir hâl aldı. İfrikiya enne, 19 15, LVIII, 3. fasik u l) ; W. Tomas- 'de ve orta M agrib'de, âciz A gleb î hanedanı, chek, H âm ushalbinsel ( XII. a sır.; S ü z . B er. Fâtımîler tarafından püskürtülmüş idi. Emevîled. Wiener A k., 1886, C X III) ; Massignon, Le rin idaresi altında gelişmiş olan İspanya MagM aroc ( Cezayir, • 1906 ) ; Leclerc, H isioire rib 'i tehdit ediyor, memleketin kendi içinde, de la m idecine árabe, II, 65 — 70; K it âb Miknâsa'ier, İdrisi 'lerin can düşmanı olan Müsâ al-m afradât ( Simplicia ) ; Wüstenfeld ( Lüd- b. A bi 'l-'Â fiya ’nin emri altında bulunuyor­ de’s Zeitschr. / . ugl. Erdkunde, 1842, I, lardı. Müsâ Molüya havzasını nufûzu altına 41 ) ; Lelewel, Giographie da Mayen Âge, a ld ı; Miknâsa ’lerin Fas 'taki nufûzunu Müsâ b. ( 1852 — 1857 ) i D a irat al-ma a rif, II, 674; Abi V A f İ y a 'nin amcası oğlu, Fatımî emîri



93$



İD R ÎSİL E R -



M aşâla'yi mahvetti ( 3 10 = 922; bk. madd, FAS ve FÂTJMÎLER ). Bu sülâleye mensup emir­ ler R ıf 'e ve Gomâra ’le [ b. bk.] re sığınmak zorunda kaldılar. A çtığı yaraların nev’inden dolayı kendisi al-Ifaccâm ( „hacamatçı" ) lekabı ile anılan H a ş a n b. M u h a m m e d b . a 1 - Ç S s i m zamanında, yeniden ikbâle erer gibi oldular. al-Haceam, Fas ’1 geri aldı ; Musa b. A bi 'l-‘A fiya ’yi yendi ( 314 = 926 ) ; dedesi­ nin sâhip olduğu topraklardan bir kısmını geri aldı ; fakat Emevîler, Melila 'yi işgâl ede­ rek, Magrib 'e sokuldular. al-Hasan al-Haccam F a s ’taki K ayravân i'ler bölgesinin valisi tara­ fından, kahbece ele verilerek, M usa'ya teslim edildi ; sonra, kaçmağa teşebbüs ettiği sırada, vurularak öldü. Son İdrisi ’ierin elinde, Tanca ile Septe arasında, R if ’in ve Gomâra ' 1er ülke­ sinin bir kısmını içine alan iki küçük eyâletten başka bir şey kalmamış idi. Müsâ b. Abi 'l-'A fiya ’nın kini onları oraya kadar tâkip etti. îspanya Emevîleri S ep te ’ye yerleşince, İdrisi'İerin pek azalan nufûziarına müthiş bir darbe indirdiler ( 319 = 931 ). İdrisi ’1er bir az sonra tekrar meydana çıktılar (326 = 938). Fakat bu sefer, Kurtuba halifesinin valisi sıfatı ile, Hacar alNasr [ b. bk.] etrafında bir devlet taslağı ku­ ruldu, Fakat nöbet-nöbet Fâtımîler ile Emevîler arasında bocalayan İdrisi 'İerin k at'î surette mahvı 363 ( 974 ) yılında tamamlandı. 1 mu­ harrem 364 (21 eylül 974: krş. AL-HAKAM II.) ’te Emevî emîri Gâlib, son İd ris i’Ieri peşine takıp sürükleyerek, Kurtuba 'ya muzaffer bir şekilde girdi. İdrisİ 'İerin hâkimiyeti iki asır sür­ müş idi. Daha sonra, bu aileden çıkan bir kol, Malağa 'da, 20 seneden bir az fazla süren bir devlet kurmağa muvaffak oldu [ bk. mad. HAMMÛDİLER ]. Bugünkü Fas ’ta bir takım şerif aileleri, İdrisi ’{erden geldiklerini iddia etmek­ tedirler. Bâzı kimseler bunu mümkün görüyor­ lar. Fakat, umûmî olarak, bu iddialar şüphelidir. B i b l i y o g r a f y a ' . İbn A b i Zar’, R a v i al-kiriâs, s. 27 — 63 ; al-Bakri, Kitâb al-mas ilik , s. 12 3 — 132, 302 v.d-, 325 v.d., 363— 365 ; De Goeje, D escriptio al-Mağribi, s. 122 —13 9 ; İbn Haldun, Kiiâb al-iba r, IV, 1 4— 1 8; ayn. mil., Hist. des Berbères, II, 5Ü3—S 7*; Y ahya b. Haldun, Buğyat alruvvüd, metin, I, 80—83 ; TavSrık Medinat Fas, s. 4—13 ; İbn A b i Dinâr, Kiiâb al-mu'nis, s. 99— lo i ; Lavoix, Catalogue des monnaies musulmanes de la Biblio­ thèque nationale, I, 3 7 1 — 398; al-Salàvi, K i­ iâb a l-istik şa , I, 75 — 81, 84— 86, 87— 89; Mohammed al-Kattani, al-A zhâr a i-'il ira, s. 185— 19 4 ; idris b. Ahmed, al-D urar al-bahlya, II, 11 — 15 (cildin sonunda İdris 'ten



gelen âileler hakkında mâlûmat v a rd ır);



İFREN. Salmon, Les Chorfa Idrisides de Fas ( A r ­ chives marocaines, I, 425 — 4 5 3 ) ; Fourneî, Les Berbers, I, 496— 504, II, 9— 2 1, 14 1 — *43 , *54—*59, 219 v.d., 286—290, 294 v.d., 302 v.d., 325 v.d., 368 v.d. ; İbn 'İzâri, alBayân al-muğıib, I, 218 — 2 22 ; II, 22s, 227, 231 v.d., 255, 257, 260—269, 301 (tr c . Fagnan, I, 304—3 *0 ; H, 347, 350 v.d., 358, 396, 398, 404—418, 467 v .d .); A . Müller, D er Is­ lam, I, 550, 610, 6 13 — 615, 617, 622; II, 529, 5 63.^



(R



ené



B a s s e t .)



İF L A K . [B k . e f l â k .] İFREN. B e r b e r i a ş i r e t i olup, hicretin ilk üç asrında şimalî A frik a 'd a mühim rol oynamış idi. Berberi ensâb âlimlerine g öre, büyük cedleri olarak İfri b. İşliten b. Masrâ b. Zâkiyâ b. Ursik b. A di da t b. Cânâ olan İfrenler, arap fütuhatı sırasında, Zanâta aşiretlerinin en kuvvetlisi idi. Muhtelif kolları İfrikiya'nln ce­ nubuna (B ani Vârgü, M erencişa) ve yüksek Cezayir yaylalarının kenarına, Tâhart (T ih âr e t) mevkiine ve Tlem sen'a yayılmışlardı. İslâmiyet! kabûl ettikten sonra hemen abâzi [ b. bk.] akidelerini benimsediler ve milâdi IX. asırdaki berberi isyanlarında büyük bir rol oy­ nadılar. Reislerinden biri, A bü Kurra, Tlemsen civarında bir berber! devleti kurdu. İlkin arap kumandanları tarafından yenilmiş olan Abü Kurra, milâdî 767 'de tekrar taarruza geçti. 40.000 kişinin başında, 771 'de, İfrikiya vâlisi 'Omur b. H a fş ’ 1 T ob n a ’da muhasara eden hârici kuvvetlerine iltihak etti. 40.000 dinar mukabilinde uzlaşmağa râzı oldu ise de, Kayravân ’ın muhasara ve fethine asker­ leri ile iştirakten geri kalmadı. Daha sonraki asırda Bani İfrenler tekrar sünnî oldu. Mamafih kollarının bâzdan hâ­ rici mezhebine bağlı kaldı; msl. Bani Vârgü gibi, ki Fâtımiler devrindeki A bü Yazid [b.bk.] ( „eşekli adam" ) bu koldan çıkmış idi. Bu kıyâm Banı V argü ’nun felâketine sebep oldu; Fâtimîler tarafından şiddetle cezâlandırılan bu kol ondan sonra yarı göçebe bir bayat sürdü. Orta Magrib İfrenleri Tlemsen ve civar ova­ ların sahibi olarak kaldılar ; fakat III. ( IX.) asırda İdrisi'ler[b.bk.]*in hâkimiyetini tanımağa mecbur oldular. Daha sonraki asırda Fâtımîlere karşı İspanya Emevîlerinin tarafını tuttular ; arazilerini genişletmek için, bundan istifâde ettiler. Reisleri Ya'lâ b. Muhammed, halife alNâşır 'dan orta Magrib 'in garp kısmının ıdâresini tamâmiyle aldı ; hâkimiyetini Oran 'a kadar tanıttı ; bu şehri zaptederek, baştan-başa tahrip etti (343 — 9S4/9SS). 338 ( 949 /S0) 'de, kendi­ sine Mascara 'nin cenûb-i şarkisinde İfgan ( Fekkân) şehrini, pâyiiaht olarak, inşâ ettirdi



iF r e n ve burasını civardaki mevkilerin ahâlisi ile iskân etti. Fakat Y a'lâ 'nın iktidarı az sürdü. 347 ( 958 ) ’de, Fatımî orduları ile yaptığı bir mubârebede öldü; Fâtımî kumandanı Cavhar [b.bk.] Ifgân ’1 yağma etti. Bu suretle İfren ittihadı dağılmış idi. Bâzı kolları Ispanya ’ya geçti ; orada, reislerinden Abu Nur 405 ( 1014/1015 ) ’te Ronda şehrini ele geçirmeğe muvaffak oldu. Diğerleri ise, evvelâ Sahray-i kebîr hudutlarına kenarına il­ tica ettikten sonra, Şanhâca’lere karşı Mağrâva’ler ile birleşerek, orta M agrib’de yeniden yerleşmeğe teşebbüs ettiler. Bunlar Bslukkin b. Zirı tarafından tekrar mağlûp edilip dağıtılınca, tâlihlerini uzak Magrib 'de denemeğe gittiler. ( 970 ) Y a'lâ ’nın oğlu Yaddü, evvelâ Emevî dâva­ sına sıkı bir bağlılık gösterdikten sonra, onların arâzisinde bir emaret kurmak istedi. Muhtelif zamanlarda yaptığı iki teşebbüs ile, Magrib vâlisi Ziri b. A tiya ’den Fas ’1 aldı ; fakat muhâfaza edemedi. Akrabalarından biri, Hammama, tfrenlerin talihini düzeltti. Tâdla memleke­ tini zaptetti ve Fas Mağrâva ’¡erinin hücumla­ rına rağmen, burada tutundu. Kardeşi ve halefi Abu ’ 1-Kamâl Tamim, İfrenleri Berğvâta 'lara karşı cihâda sürükledi. Bu râfızîlerin kudretine son vererek, Şâlâ { Cbella ) 'ya kendisi yer­ leşti. Hattâ Mağrâva ’lerden Fas şehrini bile almış idi ; fakat 429 ( 1037/1038 ) 'da buradan kovuldu. Şâlâ'd a 466 ( 1054/1055 ) 'da öldü. Kurduğu devlet ölümünden sonra uzun müddet devam edemedi. Bu devleti yıkan Murâbıtlar fethettikleri yerlerdeki ifrenleri toptan öldür­ düler. Tlemsen 'e iltica eden İfren kabilelerinin döküntüleri de, bu şehrin Yusuf b. Tâşfin tarafından zaptından sonra, tmhâ edildi. B i b l i y o g r a f y a ' , îbn Haldun, H is­ toire des Berbères ( nşr. de Slane }, H, 5—33 ; (trc. de Slane ), IH, 186 v. dd. ; Fournel, Les Berbers, tür. yer. ( G. YVER.) IF R ÎÇ İ Y A . [ Bk. İFRÎKIYE.] İF R İK I Y E . İFRİKİYA (Fleisch er’e göre, Kleinere Schrifien, I, 239'da, bu şekil şimdiye kadar kullanılan İfrikiya şeklinden daha doğru­ dur ), a r a p l a r m B e r b e r i s t a n ' ı n ş a r k k ı s m ı n a v e r d i k l e r i i s i m d i r . Magrib bu mıntakamn garp kısmının adıdır. İfrilçiya, sâde­ ce lâtince Africa kelimesinin değişmiş şeklinden ibarettir. Romalılar K artaca’nın tahribinden sonra te'sis ettikleri eyâlete önceleri Afrika adını verdiler. Sonraları bu isim Berberistan 'a ve hattâ bütün Afrika kıt'asma teşmil edildi. Bu­ nunla berâber, bu ismi bir takım hayâlî menşelere ircâ etmişlerdir. al-Bakri : — „Bâzı kimselere göre bu isim „gökler kıraliçesi“ mânasına gel­ mektedir." — diyor. Başkalarına göre, İfrikiya adı, ordularını Berberistan'a sevkeden ve ıfrikiya



if r îk iy ê .



şehrini kuran İfrikus b. Abrâha b. al-Râ’iş 'ten gelmektedir ( krş. a!-Mas'üdi, Paris tab., III, 224 ). Diğer müelliflere göre, bu ülke İbrahim ile ikinci karısı Çatürâ 'nın oğulları A frik 'm yahut da Fârik b. Mişraym’ in adını almıştır, îbn Haldun Ifrikiya adının Yemen kıratların­ dan İfrikus b. Kays b. Şayfi 'den geldiğini ileri sürüyor. al-Makrizi (îbn A bi D in ar’da) 'ye göre, garp kısmını zapteden A frikuş b. Abraha b. Zı 'i-Karnayn orada inşa ettirdiği şehre A frika adını vermiştir. îbn al-Şabbâ^ ( îbn A b i Dinar 'da ) Ifrikiya 'yi barik ( „ber­ rak" ) kelimesine bağlıyor — „Çünkü A frika 'da -gökyüzü bulutsuzdur" — diyor. Leo Africanus ve îbn A bi Dinar Ifrikiya kelimesinin faraka ( „böl­ mek“ ) 'dan geldiğini iddia ediyorlar; sebep olarak da, Afrika kıtasının Akdeniz ile Avrupa 'dan, Nil ile A sya 'dan ayrılmış olduğunu, yahut da şark ile garp arasında uzandığını ileri sürüyorlar. Ifrikiya 'nin hudutları, al-Bakri 'ye göre, „şark­ ta Barka, garpta da Tanca idi. Şimâlden ce­ nuba doğru, Akdeniz sahillerinden başlayıp Zenciler in ülkesinin başlangıcı olan kumlara kadar uzanırdı". Bu şekilde, İfrikiya Tornalı­ ların asıl A fr ik a ’sından başka, Trablus, Numidya ve hattâ Moretanya ( Mauretania ) 'yi da ihtivâ etmekte idi. Önceki ve sonraki coğ­ rafyacılar bu hudutları daha dar gösteriyor­ lar : msl. al-Iştahri ( IV. — X. a s ır ) Ifrikiya 'yi, Barka ile Tâhert ( Bibi, Geogr. A rab., nşr. de Goeje, I, 36, 45 ) arasında gösteriyor. A bu ’1-Fidâ’ 'ya göre, Ifrikiya „Bicaya 'nin şark müntehâsmdan" başlar. Ona göre, burası Mag­ rib al-A vsat'a dâhil olup, Barka'da nihâyet bulur. Bununla berâber, umûmî olarak, Ifrikiya 'nin garp hudûdu, B icSya’den geçen tûl dâire­ sine tekabül etmektedir. al-Idrisi ve daha son­ raları Leo Africanus, cenupta, İfrikiya 'yi, gâyet açık olarak, Bilâd al-Carid ( L e o ’nun Num idya’sı ) 'den ayırt ediyorlar. îbn Haldun'a göre, Sahra-i Kebîr 'de Mzâb Ifrikiya çölünü Magrib çölünden ayırmaktadır. Bu çok umûmî mâna yanında, İfrikiya isminin çok zaman daha dar bir mânaya kullanıldığı sanılıyor. Nitekim İbn Haldun bu kelimeyi çok zaman Tunus'un orta ve şimal kısmı için kullanıyor ve İfrikiya'yi Trablus, Carid ve Koşantina eyâletinden ayrı tutuyor ( bk. bilhassa bu mü­ ellifin eserinin Hilâlî istilâsına âit olan fasıl­ la r ı). Abu ’İ-Fidâ’, Bıcâya, Böna ve G afsa'yi İfrikiya 'nin dışında gösteriyor. Bu mıntakamn hudutları, Marmol 'un, „A frika adı verilen" Tunus eyâletinin hudutları diye gösterdiği hudutlar olsa gerek, yâni, garpta Çoşantina eyâleti, şarkta Trablus, cenupta A tlas dağ­ I lan ile Zâb eyâleti, Numidya 'nın bir kısmı ve



it’RÎKlVÉ — İ tR İf. şarkî Libya, şimalde Megerade ( Meeerdah, Bizerte'ye doğru ) munsabında Capes ( G a b e s )'e kadar Akdeniz ’dir. Nihayet XVII. asırda, İbn Abi D in ar: — „âlimler İfrikiya ile IÇayravân memleketini kasdetmektedirler" — diyor.



Hicretin başlarında, İfrikiya hâlâ Bizans­ lıların ( Rûm) hükmü altında bulunuyordu. Burası Berberi kabileleri { Huvâra, Luvâta, A vriğa, Nafüsa, İfren, Nafzâva v. b . ) ve Arifa 'ye hicret eden ve arap müelliflerinin Afârik dediği yabancıların alıfâdı ile meskûn idi. Bir çok köy ve şehirleri ihtıvâ ediyordu ve her tarafı ekilmiş tarla’ ar ile kaplı idi. Bizans İdâ­ resinin zaafı ve memleketin zenginliği arapla­ rın dikkatini çekti. M ısır'm istilâsından hemen sonra buraya akıalara başlandı. İlk müslüman seferleri akıncılar tarafından yapılmıştır. Bun­ lar hakkında bildiklerimiz natamam ve birbi­ rini tutmayan şeylerdir. İstilâcılar memleke­ ti yağma ettikten sonra, Bizanslılarm tuttuk­ ları müstahkem mevkileri işgale yanaşmaksızın, çekilip gidiyorlardı. Hakikî istilâ, Ukba b. Nâfi1 ( 5 0 = 6 7 0 } tarafından Kayravân 'm tesisinden sonra başlar. Bununla berâber, arap hâkimiyeti VII. asır sonlarına kadar ta ­ mamen takarrür etmemiştir. Yunanlılar en mü­ him şehirleri ellerinde tutuyorlardı; diğer yandan, Berberi isyanları, 'Ukba 'nin halefi Zubayr b. K a y s ’ı iki defa İfrik iy a 'y i terke mecbur etmiştir. Ancak Hassan b. al-Nu'mân [ b. bk. j ’m idaresi zamanında, Berberiler teslime mecbur oldular (79 = 6 9 8 ) ve bizanslıiar da, (Cartaca İle birlikte, havâliuin belli baştı şe­ hirlerini terketmek zorunda kaldılar. Önceleri Mısır valisinin idaresine tâbi tutu­ lan İfrikiya, sonradan doğrudan-doğruya Şam halifesine tâbî olmak şartı ile, Musa b. Nuşayr 'in İdaresine terkedildi (86 = 705). Bu ku­ mandanın fütuhatı eyâletin hudutlarını Ce­ belitarık boğazına kadar genişletti. Fakat, VIII. asır başlarından itibâren, haricî isyanları arap hâkimiyetini büyük ölçüde zaafa uğrattı. A sıl ifrik iya, şarktaki abâzi berberîleri ( Hu­ vâra, Varfacûma ) ve merkezî M agrib'deki Zenâta ' 1er tarafından tahrip edildi. Hattâ Abbasî halifeleri zamanında arapiarın hâkimiyetinden çıktı [b k . madd. ABÂDİLER, BERBERİLER ve BALC ]. Bununla berâber, halife al-Manşür, 144 ( 7 6 1 ) ' te Abbâsî hâkimiyetini yeniden te’sise muvaffak oldu. Magrıb 'in diğer böl­ gelerinde ise, berberi devletleri müstakil olarak kaldılar. A glebî [ b, bk.] sülâlesi ( m. IX. a sır) halifenin hâkimiyetini, ancak lafzî bir hâkimiyet olarak, tanımıştır. A ğlabı 'ierîu Fâtımîler tarafından ıskatı üzerine, 296 ( 909 ) 'da ifrikiya ş i’îlerin eline geçti. al-Mahdiya 'yi hükümet merkezi yapan şi’îler, Mısır 'a



gidip yerleştikleri zaman, burayı bir vilâyet ittihaz ettiler ve idâresini Ziri Bulukkin [ b. bk.] 'e tevdî ettiler. Onun halefleri iki sülâleye ayrıl­ dı ! şöyle ki, 408 ( 1017/1018 ) ’den itibâren eyâlet, şarkî ve garbî olmak üzere, iki kısma bölündü £ bk. madd. HAMMÂD ve HAMMÂDÎLER ]. Hammâdi hükümetinin teessüsü ile, çok geçmeden İfri­ kiya 'nin garp kısmı Z iri 'lerin elinden çıktı. Di­ ğer taraftan Fatımî hâkimiyetinin Zİri a!-Mu'izz (440 = 1048/1049; bk. mad. FÂTIMÎLER) ta­ rafından sona erdirilmesi neticesinde vukua gelen Hilâli istilâsı memleketi büyük felâket­ lere mâruz bıraktı. O zaman çok mâmur olan yeşil tarlalar ve meyve bahçeleri He kaplı bulunan İfrikiya, bedeviler tarafından yağma edilip, hemen-hemen tamamen tahrip edildi. Arap kabileleri, bilhassa Riyâh ve Cuşamlar, memlekete yerleştiler ve orada devamlı surette eşkıyalık yapıp, âsâyişi bozdular. Nihayet, mü­ teakip asrın (V I. = XII.) ortalarında S.'cilya Normanları sâbilin belli-başlı yerlerini işgâl ettiler. Muvahhidler istilâsından sonra, İfrikiya, 'A bd al-Mu’ min [ b. bk.] tarafından kurulan geniş imparatorluğun bir eyâleti oldu ( 555 = 1 1 6 8 ) ; fakat, müteakip asırda ( VII. = XfIL), Hafşi [ b. bk.] 'lerin saltanatı zamanında, istik­ lâline kavuştu. Bu hükümdarlarla hâkimiyeti önce Tunus, Trablus, Koşantina eyâletine, Bicâye 'ye, Zab 'a kadar yayıldı ; fakat X V . asır­ dan itibâren zevâle uğrayıp, yalnız T unus'a inhisar etti. Ondan sonra, İfrikiya 'nin tarihi Tunus'un tarihi ile birleşmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . Bakrı, D escr. de l ’A friq u e septentrionale ( nşr. ve trc. de Siane ), metin, s. 21 v.d,; tre. s. 52 ; Abu ' 1Fidâ’ , Géographie ( trc, v. Reınaud ), Paris, 18 4 8 ,1i, 3. fa s ıl; İbn Haldun, B er hères (nşr. de Slane ), metin I, 15, 10 6 ; tre. I, 16 8 ; Leo Afrlcanus, L ’A friq u e ( nşr. Schefer ), I, 1 ; Marmoî, A frica , II, 431 ; İbn A b i Dinar al-Kayravâni, al-Mu’nis f l akbâr İ f r ik iy a ... (trc. Pellissier ve Rémusat, Paris, 1849 ), 2. kitap ; Castiglionî, M ém oire géographique et numismatique sur la partie orientale de la Berbérie' appelée A frik ia p a r les Arabes (Milano, 1 8 2 6 ) ; Fourncl, Les B erbers ( P a ­ ris, 1875 ), I, 31 v.d. ; A . Müller, D er Islam . . . , I. 3S> v.d., 419—423, 446—451, 486—489, 547 — 55 6 . 606—622; II, 5 13 —516, 613 —617, 621 — 631, 643—658. Bk. bir de macîd. CEZAYİR, TRABLUS ve TUNUS.



( G. YVER.)



İF R İT . £ Bk. İFRİT,] ÎFRİT. 'İFRİT, u m u m i y e t l e , h a s m ı n ı y e n e n , o n u t o z a , t o p r a ğ a ( 'a fa r ) b u­ layan, sonra, işini muvaf fak iy et­ l e y a p a n ( m ubâliğ ) k i m s e y e d e n i l ­ m e k t e d i r . Bir başka mânada, „kuvvetli“



İFRİT — iG A R Ğ A Ît âdi mânada da „kurnaz“ , „hîiekâr“ yarine kul­ m. irtifada olan H aggar dağında, Azakân-Akür lanılmaktadır ( Zamahşarİ ve Bayzâvi, X XV II, civarından membâını almakta ve 1.18 0 km. 39 te fs iri; Lisân, V I, *63, ı v.dd., u v. d d .; İlk ( onun devamı olan Vâd Gir de ilâve edilirse de Sacy, Seances de H a r ir i7', s. 3 5 5 ). Bu 1.300 km.) bir mesafe kat’ettikten sonra, Tugkelimenin K u r'an 'da geçtiği tek yer ( X X V II, gürt’un cenubunda Gûg vahasında nihayet bul­ 39 ) „cinn ’ lerden bir 'ifr it “ ibaresidir. Buna makta idi. Nehrin havzası garpta Tademayt atfen 'ifr it kelimesi bilhassa cinn '1er için kul­ zirvesinden, şarkta G ât vahasına ve Haggar'dan lanılmıştır. Fakat, başlangıçta umûmî bir sıfat Şott 'a kadar, yâni 23. ile 24. şimâ! arzı arasın­ id i; öyle ki, K u r’an 'in yukarıda zikri geçen da uzanırdı. Iğarğar, önce İdeles civârından geçerek, ceibaresini „kuvvetli bir cinn“ şeklinde anla­ yabiliriz. „ cinn 'lerden bir 'ifr it “ tâbirine, nûptan şimale doğru akar. Bâzan, hudûîları Peygambere atfedilen iki hadîste rastlamakta­ oldukça belli vâdilerden geçer. Burada, nehrin yız (b k . al-Damiri, H ay açan, Kahire, 1 3 1 3 , I, yatağının orta yerlerinden kaynaklar fışkırır. 179, 15 v.dd., II, 104, 22 v.dd., cinn ve 'ifr it Bâzan da, bir ovaya yayılan 8—10 km. Tık bir kelimelerinde). Fakat çok geçmeden 'i f r it keli­ sâhayı kaplar. Cenûpta Muydir dağı boyunca mesi, cinn yerine, bilhassa şeytânî ve babib ve şarkta da Tassili düzlüğü boyunca aktıktan olan bir gurup cinn 'i ifâde etmek için, kulla­ sonra, şarka doğru kıvrılır ve Tinghert Hamnılmağa başlanmış idi. Râğib, M ufradât (s. 393) mâda'sinin eteklerine varır. Mecrâsının bu kıs­ adlı eserinde, bu kelimenin insanlara sâdece mında, nehre bir çok V âdi ( dereler ) katılır mecazî mânada tatbik edildiğine işaret ediyor. ki, bunların vadileri aynı hususiyetleri ar» Tabari ( T afsir, X IX , 9 3 ) de 'i f r i t ’i münha­ zederler. Başlıcaları, vâdi İğarğaren, A z c ar’ ler sıran cinn le re inhisar ettiriyorsa da, msl. Tassilisi’nin bütün cenûp kısmını sulayan Vâdi ğ ü l [b . b k .]’de olduğu gibi, 'ifr it ile husû­ A ssad-K ifaf, nehre katıldığı yer henüz mâlûm sî bir sınıf cinn 'leri ifâde etmiyordu ( krş. olmayan Vâdi Issavan ve nihayet Edeyen kum­ Âkâm al-marcân, s. 17 v.d. 'daki tasnif (a s n â f) ; luklarından gelen Vadi Ahanet’tir. F ih rist { s. 309, 2 ) 'te 'a fâ rıt umûmî bir sıfat­ Iğarğar sonra Tinğert yaylasını geçmekte, tır; cinn'leri de, şaytân 'lan da içine alır. Aynı orada „gözle görülebilen bir kanal“ meydana şekilde bu kelimenin husûmet ifâde eden mânası getirmekte ( Foureau ) ve munsabına doğru, kaybolmuş gibidir. B in bir gece m asalları 'nda bu yaylanın şark kısmından inen bir çok ır­ (Galiand 'in XIV. asır yazması, İki şeyhin hikâ­ maklar ile birleşmektedir. Bu ırmaklar, Erğ yesi, 7. gece ) hayır sever bîr müsiüman kadın kumlarında kaybolduktan sonra, tekrar Iğariçin şöyle denilmektedir: sarat 'ifr it a cinniya ğar 'a katılmakta ve kum tepelerinin bulun­ („b ir ifrita, cinniya oldu“ ). M ısır'da bu kelime duğu mıntakada, Iğarğar'm yatağı kaybol­ katledilen veya eziyet içinde ölen bir adamın maktadır. Burada, K asi T vil [bk. mad. ‘AREG.) hayaleti mânasını iktisap etti ( Lane, Modern civarından geçtiği, fakat ona karışmadığı sa­ Egyptians, X . fa s ıl; Wilimore, Spoken Arabic nılmaktadır. Foureau 'nun müşahedelerine daya­ o f Egypt, s. 371 v. d d .; „N iya Salima“ , Harems narak, diyebiliriz kî, Iğarğar şark istikametinde et Musulmans d'Egypt, X IV . fa sı!; St. John, daha da ilerilere kadar akmakta idi. E rg'd en Two years residence in a Levantine fam ily, ötede, Tuggürt civarında Ş egga'd aki su yatağı X X . f a s ıl). Bugün 'ifr it kelimesi, ilk mânası müstesna, mecrasını tesbit etmek müşküldür. olan kuvvetli ve sert adam mânasını muhâfaza Bununla berâber, yer altında bir su yatağının etm ektedir: msl. rivayete göre, Kahire 'deki mevcudiyeti, bu mmtakadaki muhtelif kuyular fiâ ra i a l- ifr it 't e eskiden bir harami („eşkıya“ ) ile de te'yit edilmiş bulunmaktadır. otururmuş. Fakat, 'ifrit, modern arapçada, umu­ B i b l i y o g r a f y a ' . Bernard, Deux mis­ miyetle, cinni, kuvvetli, hâin ve kurnaz mâna­ sions françaises chez les Touaregs ( Ceza­ larına gelmekledir. yir, 18 9 6 ); Dournaux—Duperré, Voyage au B i b l i y o g r a f y a ' . Maddenin içinde Sahara ( B ulletin Soc. Géographie de P a ­ verilmiştir. A yrıca bk. Dozy, Supplem ent, II, ris, 1 8 7 4 ) ; H Duveyrier, Les Touaregs du 1 43; Fleischer, K leinere Sch rifien, II, 640. N ord (Paris, 18 6 4 ); Foureau, Coup d'œil _ _ . ( D. B. M a c d o n a l d .) sur le Sahara français ( Annales de Géog­ İĞ A R Ğ A R . [ Bk. ¡GARGAR.] raphie, 1895 ) ; ayn. mil., Dans le Grand ÎG A R G A R . İĞ A R Ğ A R , d ö r d ü n c ü j e o ­ E rg (P aris, 18 9 6 ) ; ayn. mil., Mon neuvi­ l o j i k d e v r e â i t olup, S a h r â y . İ ke­ ème voyage au Sahara et au pays Touareg b îr d e akan bir nehrin v a d is id ir . (P aris, 18 9 8 ); ayn. mil., Documents scienti­ Bugün ortadan kaybolan bu nehir yer-altın fiqu es de la mission saharienne, C. 1 ( Pa­ da bir su tabakası hâline inkılâp etmiştir. ris, 1505 ), IV. fasıl; Largeau, Le Sahara Iğarğar, D uveyrler’ye göre, tahminen 2.000 algérien (Paris, 1 8 8 1 ) ; G. Rolland, Géolo-



İG A R G A R — İHRÂM. g ie et hydrographie da Sakara algérien ( París, 1890—-1894 ), 2 cild, 1 atlas ; Flatters, Document relatifs à la mission dirigée au S u d de l ’A lgérie ( nrş. Ministère des Travaux publics, Paris, 1884 ) ; Schirmer, Le sakara ( Paris, 1893 ). ( G. Y v e r.) IH L A S . [B k . İh lâ s .] İH L Â S . ÎH LÂ Ş ( A . ) . y â n i s a f , t e m i z , hâlis tutmak, k arışık sız sunmak, her t ü r l ü ş a i b e d e n b e r î o l a r a k s a k l a m a k . K u r’an 'da ihlâs al-din li'llâk ( krş, IV , 14 5 ; VII, 28? X, 2 3 ; XXXIX, 14, 16 v.b.}, yâni yalnız Allaha tapmak ve ibâdet et­ mek tâbiri ile münâsebetdar olarak, ihlâs, alelıtlak ( krş. K a r’an, II, 133 ) al-islâm li'llâ k ( „tam ve münhasıran Allaha terk“ ) mânasını almış ve böylece işrâk, şirk ( „mabutları Allaha şerik koşmak“ ) ’ in zıddı olmuştur. Allahın bir­ liğini ve vahdaniyetini te'kit ve onu şerikten tenziye eden CXII. sûre, Sürat al-İhlâs (kezâ Sürat al-T avl}id ) ismini almıştır? bu sûre namaz { salât )da çok okunur. Îhlâş mefhûmunun inkişâfı, bir dereceye ka­ dar, „Allaha, bizatihi bir gâye olmayarak, yapılan her türlü ibâdet“ ile, ibâdette menfâat garazı tazammun etmeğe temayül gösteren şirk mef­ hûmunun inkişâfına muvazidir (k rş. Goldziher, Vorlesungen, s. 46 ). Gazzâli 'ye göre, yuka­ rıda zikredilen ıstılâhî mânasından tecrid edi­ lirse, ihlâs, tam mânası ile, yalnız, bir kim­ senin hareketinin tek bir sâikten neş’et etmesi mânasına gelir ; öyle ki bu, msl. sırf başkaları tarafından görülmek maksadı ile sadaka veren bir kimse için kullanılabilir. Bununla beraber bilhassa sûfî muhitlerinde inkişâf etmiş olan dinî ahlâk dilinde, ihlâs, husûsiyle Allaha tekarrüp için sarfedilen mücâhedeye taalluk eder ve bu mücâhedenin kendisinden başka her şey­ den tenzihine delâlet eder. Ekseriya bu mânada, riy a ’ („görülm ek arzusu, riyakârlık" ) 'ya zıt olarak kullanılmıştır. Îhlâş, bizzat dinî ilimlere müteallik olan hususlarda riyanın terkini ve onu ifsad edecek her türlü benlik unsurlarından içti­ nabı icâp ettirir, ih lâs ’ın en yüksek derecesinde ihlâs şuurunun bile kaybolması lâzımdır; gerek bu dünyâda, gerek Öteki dünyâda Allahtan ge­ lecek mükâfat hakkmdaki her türlü mülâhaza­ lar da bertaraf edilmelidir ( krş. al-lÇuşayri, al-R isâla f i 'tim al-tasavvuf, Kahire, 13x8, s. 1 1 1 —1 1 4 ; al-Haravi, Manâ zil al-sâ'irîn, K a­ hire, 1326, s. 16 v.d .; al-Gazzâli, ih y a , K a­ hire, 1282, IV, 323—332 ; Sayyid al-Murtazfi 'nin şerhi ile neşri, Kahire, 1 3 u , X, 42 v.dd.; trc, H. Bauer, Islamische Ethik, I. Ûher In­ tention, reine A bsicki a. W ahrhatigkeit. . . , Halle, 1916, s. 45 v.dd.; R. Hartmann, alKuschairts D arstellung des Şûfîtum s, Türk.



B ib i, XVIII, s. ıs v. dd., 59 v.d.). ( C . V a n A re n d o n k .)



iHMÎM. [ Bk. ahmîM.] İH R A M . [ Bk._ İHRÂM.) İH R A M .İH R A M ,e s â s m â n a s ı m a n ’ ol a n h-r-m k ö k ü n d e n m asdar,nitekim Lisân,X V , 1 1 'de „bir şeyi haram olarak bildirmek“ yahut „haram kılmak“ denilmektedir. Zıddı iftlâl ( „bir şeyin halâl olduğunu bildirmek, lıalâl kılmak“ ) 'dir. Fakat ihram kelimesi „hacc hâli“ için ıstılah olmuştur; bu hâlde bulunan insana muhrim denilir. Msl. oruçlu bir insana muhrim denile­ bilir. Bununla berâber, ihram kelimesi lisanda ancak iki hâl için kullanılır: bir kimsenin 'umra yahut hacc ifâsındaki! hâli, s ala t esna­ sındaki hâli. Sâlisen kelime hacc ve ‘umra yapan adamın giydiği libâs için de kullanılır. 1. H a c c - i e k b e r d e v o u m r a ’de i h r î r a . Şeriat hacının daha Mekke ’ye yola çıktığında il}râm ’a girmesini vâcip addeder. Fakat bu pek güç olduğu İçin, hacı umûmiyetle mukaddes bölgeye ( htaram ; b. bk.) yaklaştığı zaman, ihrâm a gi­ rer. Lâkin H icaz’a vapur ile giden hacılar, ekseriya Cidde 'ye varır-varmaz, ihram 'a girer­ ler. Şeriat ilırüm etmek için muayyen mevziler tâyin etmiştir ki, bunların her birine milfât ( cem’i m avölfit) denilir, bunlar beş yerd ir: Medine ’den gelen hacılar için Zu ’ 1-H ulayfa; Suriye ve M ısır’dan gelenler için, ai-Cuhfa; Nacd ’den gelenler için, Kam al-M anizil; Y e­ men ’den gelenler için, Yalamiam ? Irak ’tan ge­ lenler için de, Zât ‘ İrk. İhram 'a geç giren bir kimsenin, bunun kefareti olarak, sonradan bir kurban kesmesi icâp eder. Bu mavüklt 'e ihlâl ’in başladığı yer mânasına m akall de denilir. ih lâ l „yüksek ses ile çağırmak“ demek olup, burada labbayka [bk . mad. TALBİYA ] getir­ mek mânasmadır. Binâenaleyh ihlâl, ihram gibi, aynı mânada kullanılır ve msl. „ hacc için il}rüm 'a girmek“ demek olan ahrama bi ’l-hacc mânasında ahalla bi ’l-hacc denilir. Bun­ dan maada şeriat afakilerden gayrilerin, yâni bu mavalfit 'in huduilandırdığı sahanın içinde oturanların, haccetmeleri bahis mevzuu ise, mukim oldukları mahalde ihram 'a girmelerini emreder ( Tanbih, nşr. A . W. T. Juynboll, s. 72 ). Bir 'umra için onların k ili [ b. bk.] ’in bir hudut mahalline gitmeleri lâzımdır; bu maksat için, umûmiyetle, bugünkü seyyahlar tarafın­ dan yanlış olarak al-‘ Umra adı da verilen Tan'im seçilmektedir. Bir kimse hacca ancak hades-i asgar ve ekberden taharet üzere bulunduktan sonra baş­ layabileceğinden, önce bunun icâp ettird’ği fiillere tevessül etmelidir. Umûmiyetle ğusl [ b. bk.] edilir, tırnaklara kına yakılır, bedene 1 kokular sürülür. Çok defa da saçlar traş



İHRAM.



edilir, sakal düzeltilir ve tırnaklar kesilir ( Bur. ton, A P ilgrim age, London, 1857, II, 133, 377; al-Batanüni, a l R ihla al-H icâzîya2, s. 1 7 i ) . Tıraş olmanın ehemmiyeti hakkında aş. bk. Bundan başka hiç dikişi olmayan husûsî bir elbise giyilir. Bu elbise iki parçadan ibarettir: peştemal tarzında belden aşağı tutulan parça ( iz â r ) ve bol, omuzu, sırtı ve göğsü kısmen örten ve vücûdun sağ tarafından düğümlenmek sureti ile gövdeyi saran diğer bir parça. Bu ikineİ parçaya ridet ve düğümlenme tarzına göre, vişâh denilir. Her iki parça, şerîatin em­ rine göre, beyaz olm alıdır; bununla beraber kırmızı çizgililer de vardır ( bk, Burton, II, s, '58, karşısındaki resim ). Bu elbisede ihtimâl eski sâmî mukaddes kıyafetini görmek müm­ kündür. Ahd-i atik ’te baş râhibin giydiği el­ bisenin üst kısmı da, Josephus ( Aniiq., III, 7, 4) 'a göre, dikişsiz yapılmıştır. Hahamlar kalçalarının etrafına efod sararlar ve omuzla­ rına me'il atarlar. Bizzat İslâm dininde şalât ve takfin cihetlerinden müşâbehetler v a rd ır; bir kehânet talebinde bulunan eski araplar ile daha sonraki târik-i dünyalar da iki parça­ dan müteşekkil elbise giyerlerdi ( Goldziher, WZKM, XVI, 138, 338; Wetlhausen, Reste2, s. 1 22), Bundan başka bîr çok dinlerde beyaz mukaddes renktir; ilkin mâtem rengi ( krş. Wilken, Verspreide Ceschriften, nşr. v, Ossenbruggen, III, 4 16 —422 ) iken, sonraları mâtem renginden mukaddes renk hâline geçiyor: ra­ hip efodu ile târik-i dünyâların elbiseleri be­ yazdır. Demek ibrana kıyafeti pek eskidir ve men­ şe ’ini İslâmlığa borçlu değildir. Ayakkabı giy­ mek de memnudur i olsa-olsa sandal giymeğe cevaz vardır. Bu âdet de eski sâmî âdetidir: yahudilerde mâtem tutanlar gibi vazife ifâ eden hahamlar da yalın ayak yürürlerdi. Hacc esnasında başı Örtmeğe de cevaz yoktur; ihti­ mâl bu da eski bir mâtem âdetidir ( krş. Hizkiyal, XXIV, 17 ). Kadınların husûsî hir elbise giymeleri lâzım değildir. Onlar umûmiyetle başlarından ayak­ larına kadar inen uzun bir elbiseye bürünür­ ler; aslında örtülmemesi lâzım gelen yüz, bir nevî peçe ile saklanmıştır (krş. Burton, ayn. esr., II, 5 8 'deki resim). İki rek'at ( r a k 'a ) namaz kılınır ve niyet ( n i y a ; b. bk.) edilir. Niyet üç şekilde olabilir, //ıram şu hâllerde giyilebilir: a. ■ ya hacc yahut ‘umra için. Bu şekle râ d denilir [B u şekil afakilerin,yân! mikât hâ­ ricinden gelenlerin, yalnız hacc niyeti ile, iftrâm 'a gidip, tavâf-İ kudumu yaptıktan sonra, hacc ile ilgili fiiller bitinceye kadar, Mekke ’de muhrîm olarak kalmasından ibarettir.]



943



b. Her ne kadar ftacc da berâber yapılmak istense de, 'umra için. Bu şekle tamattu' ( bi 'l-u m ra ila ’l-h a cc), yâni iıace için umreden faydalanmak denilir. [ Bu afakilerin, yâni mikât hâricinden gelenlerin,'um ra niyeti ile ihram ’a girip, 'umra için tavaf 1 ve sa'y’i yaparak, traş olup, ifırâm ’dan çıkmak, sonra da Mekke 'de bir mekkeli gibi kalıp, nihâyet tarviya gününde ( zil­ hiccenin 8. günü, yâni arifeden önceki gün­ dür; hacıların MinS'ya azimetlerinde ken­ dilerini ve hayvanlarım gereği gibi suya kan­ dırdıkları için verilmiştir ) hacc için ftaram 'den 0}ram 'a girerek, haccı tamamlamalarından ve kurban kesmelerinden ibarettir. Uzun müddet ihram 'da kalmamak için, ‘umra 'den bu suret İle istifâde edildiğinden buna haco-i temettü ismi verilmiştir,] c. Ijtacc’m bilâ-fasıla ' umra için içtimâi hâ­ linde, Bu şekle ğirSn, yânî rabıt, denilir. [ M ikât hâricinden hem ‘ umra ve hem hacc ikisine birden niyet ile İhrSm ’a girip, Mekke ’ye gi­ rince evvelâ ‘ umra için ta va f ve say', sonra da hacc için tavâf-İ kudüm ve sa'y etmek ve sonra iffrâm ’dan çıkmaksızın nihayete kadar a f'â l-i lıacc’ı yapmak ve kurban kesmekten ibârettır. Bu üç niyet ( niya ) şeklinin menşe’i ve takdiri hakkında İslâm edebiyatında olduk­ ça çok şey yazılmıştır.] Dört mezhebin ( Mazâh ib; b. bk.) muhtelif niyetlerin efdaliyet derece­ leri hakkında muhtelif görüşleri vardır.Temettü ( tamattu') denilen şekil ismini K u r’an ’dan alın­ mış bir parçaya borçludur ( sûre II, 192b ) ki, daha sonra ıstılah olmuştur. Snouck-Hurgronge ’nin tahminine göre ( Het Mekkaansche Feest, s. 86 v.dd.), ihram ’ın tahmil ettiği memnıuyet (aş. bk.) Peygam ber’e o kadar zor geldi ki, hacc ’dan evvel Mekke ’de ikâmeti esnâsında buna riâyet etmedi. Mü ’minleri tarafından bu garip görülünce, sûre II, 1936 ’deki vahyin geldiği söylenir; „H er kim hacc kad ar'umra ile sevap kazanmak isterse, o, h a d y ’va. kolay gelenini yapsın, bunu bulamayan üç gün tıacc 'da yedi gün de avdetinde oruç tutsun“ . Demek ki, Peygambere ve onun muâsırlarına ceza vâsıtası ile kefareti mümkün bir terk gibi görünen şey, daha sonrakilerce câiz bir mesele sayılmıştır. Hacc 'dan çok Önce Mekke 'ye gelmiş olan ha­ cılar temettü (tam attu1) yolu ile ağır bir memnû'iyetten kurtulurlar. 'Um ra 'yi yaparyapmaz iftrâm ’dan çıkarlar ve ancak hacc za­ manı yaklaşınca tekrar girerler. Fakat mekkeif-lî, yâni Mekke-i Mükerreme ve civarı sekene­ sinden bulunanlar için temettü ( tamattu ) memnudur (sûre II, 19 2). Başlangıçta ‘umra receb ayında yapılırdı ve bâzı rivayetlere göre, islâmîyetten önceki devirde haec zama­ nında bir ‘ fimra işitilmiş şey değildir,



944



İHRAM.



Niyet ( niya ) icrâ edildikten sonra, labbayk ( labboyka ) getirmeğe başlanır; bunun müm­ kün olduğu kadar çok tekrarlanması lâzımdır ve ancak îo zilhiccede, saçlar tıraş edildikten sonra, bırakılır, Hacc hâli bâzı memnûiyetler tahmil e d e r: cim a, her türlü vücut temizliği, kan dökmek, avlanmak, Işarâm 'in ağacını kes­ mek ( fakat bu son memnûiyet hacca ve ihram 'a mahsûs d eğ ild ir) memnudur. Bu hususta aşağıdaki noktalar dikkate d eğer: sâmî dinler­ de, hele tevhidci olanlarda, başka hâllerde de her mukaddes hâl, yalnız cinsî münâsebeti haram kılar. Sâmî kavîmlerde vücûdun ihmâli de mu­ kaddes hâlin pek mâlûm bir fârikasıdır. Mu­ kaddes mâtem hâlinde bulunan eski arap ağıt­ çı kadınlar pis ve saçları karmakarışık ola­ rak tasvir edilirler ( şu’ş ; al-Hansâ’, D ivân, nşr. Cheikho, Beyrut, 1896, s. 28, beyit 4 ). Râhipler için kullanılan ârâmî kıımrâ kelimesi ihtimâl k-m -r „kirli olmak“ kökünden iştikak etmiş olarak anlaşılmalıdır. Yahuditerin mâ­ tem tuttukları müddetçe yıkanmaları ve tır­ naklarını kesmeleri câiz değildir. İslâmiyetten önceki hacılardan ve Peygamberden naklolu­ nur ki, hacılar ihram hâlinde, bu pis hâli daha tahammül edilebilir bir şekle koymak maksa­ dı İle, saçlarım yapıştırırlar (BuhSri, Şahî/ı, Kit. al-hacc, bâb 1 26; N a va vi’nln şerhi ile birlikte Müslim, Kahire, 1283, iil, 205; krş. Lisân, IV, 391 ). İbn Mâca ( B âb mâ yücib alhacc ) 'deki bir hadîste de Peygamber — „hacı kimdir?“ — suâline „saçları karmakarışık olan ve ağzı kokandır“ ( a l-a /a ş a l-ta / il) sözleri ile cevap veriyor. Bütün bu âdetlerde, kezâ haec devresinin başlangıcında saç kestirmekte, esâs fikir ihtimâl bu mukaddes hâi esnasında vücutta büyüyen her şeyin mukaddes hâle hasredilmiş sayılmasındadır. Devrenin hitâ­ mından sonra bir çok hallerde Ifalk ( „saçları tıraş etmek“ ) vuku bulur. Kendisini tanınmaz hâle koymak gayreti de bunda âmil olabilir. M akrim 'e oruç tutmak emrediimemiştir. Fakat bu meseleye temâs eden ve bir kısmı bunu tasdik, bir kısmı da reddeden sayısız ha­ dîsler vardır. Eski devirde bu keşiş âdetinin diğerleri île karışmış olması muhtemeldir. Mikat 'tan çıkıp da Mekke ’ye gelince, fa v â f [ b. bk. ] ve s a y [ b. bk. ] yap ılır; bâzan zemzem de içilir ve eğer ancak bir ‘ umra için ih ıâ m ’ a girilmiş ise bile, saçlar tamimiyle kesilir. Fakat hacc için ihrâm ’a girilmiş ise, o zaman ancak zilhiccenin 10 ’unda Minâ ’da, asıl fyacc [ b. bk.] menâsikinin hitâma ermesinden sonra, tıraş olunur ve saçlar kesilir. Bundan sonra artık hacı mutat elbiselerini giyebilir; fakat yeni bir elbise giymek âdettir (Burckhardt, Travels, (.ondon, 1829, it , 6o). Fakat şeriat Mekke’ de



bir ta vâ f daha emreder ve bir çok hacılar bu t a v â f’m icrasından sonra mötad elbiselelerini giyerler. Nihayet mukaddes şehri terkederken bir vedâ ‘ umra ’si yapılır. Bu maksat ile Tan’ im 'e gidilir, iki rek’at namaz kılınır ve ta v â f ve s a 'y yapmak üzere, Mekke ’ye geri dönülür. Sonra ifyrâm 'dan, kat*! olarak, çıkılır. 2. Ş a l a t e s n a s ı n d a . Namaza, âdabına göre, tahâret yapıldıktan ve emredilen şekilde giyi­ nildikten ve bir sutra [ b. bk.] arkasında durul­ duktan sonra başianılabilir. Bu hâl kezâ takbir al-ihrüm adı verilen bir takbir [ b. bk.] ile başlar. Bundan sonra ancak asıl ş a lâ t’m er­ kânı gelir. Namazda bunu bozan ve onu kı­ lınmamış saydırabilecek olan her şeyden, yâni her türlü lüzumsuz hareketten ve her lüzâmsuz sözden, içtinâp etmek lâzımdır. Fıkıbçılar bu içtinâp edilecek şeyler arasında bilhassa selam­ laşmayı, aksırmayı, esnemeyi, öksürmeyi, gül­ meyi, cinsî hayat ile ve mide ile alâkası olan her şeyi zikrederler. Bütün bunlar aslında şey­ tanî ve animistik te'sirlere atfolunan hareket­ lerdir. Meleklerin ihrâm esnasında hazır bu­ lundukları tasavvuruna sık-sık rastlanır ( krş. sûre X V II, 80 'İn tefsiri }. Namaz bâlî teslimler ( taşlım a ) ile, yâni başı önce sağa, sonra sola çevirmek ve bu esnâda selâm kelimelerini söylemek ile sona erer. Bâzı fıkıhçılara göre, ilk selâm namazdan çıkmak ve orada bulunanları selâmlamak kasdı ile ve­ rilir; ikinci selâm ise, yalnız orada bulunan­ ları selâmlamak içindir. Orada bulunanların kîm olduğu meselesi muhtelif şekilde cevap­ landırılm ıştır: bîr kısmına göre, bunlar, takbirat al-ihrâm dofayısı ile, oraya dâvet ve şimdi taslîm at a l-ih lâl ( „insanın namazdan çı­ kıp eski hâle geçtiğini selâmlama“ ) ile vedâ edilmiş olan meleklerdir. Bu husûsî ibâdet halinden alel’ âde hâle geçiş şeytânı te'sirlerin tehdidi altındadır. Bu şey­ tanlar kunüt duâsı iie defedilir (k rş. Goldziher, Orient. Stadien, Theod, Nöldeke gewidmet, I, 323 v.d.). B i b l i y o g r a f y a ' . Maddenin birinci kısmı hakkında: Wellhausen, Reste arabi­ schen Heidentums'1, s. 122 v. d d .; Snouck Hurgronje, Het Mekkaansche Feest, s. 68 v. d d .; W. Robertson Smith, Lectures on the religion o f the Sem itess, 481 v. d d .; Juynboll, Handb. des isläm . Gesetzes, s. J43 v.dd.; Gaudefroy-Demombynes, L e pelerinage d la Mekke ( Paris, 1923 ), s. 168 v. dd. \Fikh ve hadîs kitapları, ¡fa c e b âb ı; Burckhardt, Burton, v. Maltzan, K eane’ in seyahatnamele­ r i ; H. Kazem Zadeh, RM M , XIX, 198 v .d d .; A- J . Wensinck, Same Sem itic Rites o f moarning and Religion (Verhandl. dçr kön. A k a d



İHR.ÂM — İH TİLÂÇ. van Wetensch.y Nieuıve Re ek s, D 1. XVIII, nr. i , sık-sjk 2. bölüm hakkında: Fıkh ki­ tapları, Şalât b âb ı) ; juynboli, ayn. esr,, s. 79 v.d.; A . j . Wensinck ( I s l nşr. C. H. Becker, IV, 229—232 ). ( A . J. WENSINCK.) ÎH Ş ÎD ÎL E R . İHŞİDÎ LER , M ı s ı r ' d a b i r İ s l â m d e v l e t i . Bu emirlerin umûmî ta­ rihî vaziyeti için bk mad. MISIR. Sülâlenin adı eski İran hükümdarlarının İhşid unvanından gelir. Sülâlenin kurucusu Muhammed b. fu ğ e istiklâlini ilân ettikten sonra, 326 (937 ) 'da kendisine, halife ai-R 5 zi Billâh.tarafından, İhştd lekabını tevcih ettirdi. Bu, sülâlenin neş'et ettiği eski Farğâna [ b . b k ] hukümdaılarımn unvanı idi. İhşid „şahlar şahı“ yahut da „kul“ mâna­ sına olup (b k . İbn Sa'id, nşr. Tallqvist, arap. metin, s. 23 V.d ; trc. s. 41 ), ihtimâl bu İkin­ cisi, "Abd Allah ’m halifelerin şeref unvanı ol­ ması gibi,aynı tarzda, kullanılmıştır. Esasen İhşid 'in babası ve büyük babası halifelerin maiyetinde bulunmuşlardı; kendisi de yavaş-yavaş yükseldi ve anlaşıldığına gore, meşhûr Banu ’1-Furât [ bk. mad. İBN AL-FURÂT ] ailesinden vezîr a!*Fazl b. Ca'far 'in şahsında kendisine bir destek bul­ du. Mısır 'm karışık ahvâlini yoluna koyduktan sonra ( 323 => 935 ), yeni mevkiini kudretli emîr Muhammed b. Râ'i(j [ b. bk.] 'a karşı müdâfaa zorunda kaldı ;İbn Râ ik Mısır kapılarına kadar ıleriledi; fakat sonra Ram la'ye kadar olan böl­ geyi, cizye karşılığında, İhşid 'e bıraktı. Beş sene sonra yeni güçlüklerle karşılaştı ve alLaccun ’da iki emîr arasında kat’î neticeye varamayan bir muhârebe oldu. Bunun sonunda iki emîr, sıhriyet peydâ ederek, barıştılar. İ^ışid senelik 140.000 dinar cizye verdi. İbn R â’ik 'm ölümünden sonra, İhşid ’e Hamdinî ailesinden yeni bir rakip ortaya ç ık tı; lâkin İhşid bu sı­ rada kudretinin zirvesine ulaşmıştı. Amir al-umarâ' 'lık mevkiini elde etmek İçin çıkan mücâdeleye iştîrâk etti. 333 muharreminde (eylül 944), Fırat kenarında, Rakka ’ntn karşısın­ da, halife al-Muttaki ile karşılaştı ve halifenin Bagdad'da hüküm süren Tuzun isimli türk amir al-ümarâ’ ile yapmakta olduğu savaşa katı­ larak, mukadderatını onun mukadderatı ile bir­ leştirmeği, bir an için, düşündü. Sonra Mısır 'a döndü; fam d an !'lerd en Sayf al-Davla ile çar­ pışmağa başladı. Bu mücâdele neticesinde ya­ pılan anlaşmada Şam, bir cizye karşılığında, İhşid 'in idaresinde kaldı. İhşid 334 yılı sonun­ da ( temmûz 946 ) Öldü. Yerine oğullarından ikisi geçti ise de, bunlar hükümdar gölgesinden ibaret kaldılar; asıl hâkimiyet, K âfur isimli habeş bir hadımın elinde idi. İhşid 'in ikinci oğlu öldükten sonra, halife Mısır valiliğini res­ men ona v e rd i; Kâfür, Mısır ile Suriye 'yi, Hamdâui ’lere karşı, başarı ile, müdâfaa etti. İşlin )



A tulklopedîşi



945



Kâfür 'un ölümünden sonra, İhşid 'in bir torunu vâli tâyin e d ild i; fakat sülâle sarsılmış idi. Mısır ile Sariye, kemâle ermiş bir meyve gibi, Afrika ’ara şimalinden gelen Fâtımîlerin eline düştü. Aşağıdaki cedvel İhşidi 'lerin isimlerini ve teâkub sıralarını gösterir: 323 Muhammed b. Tuğc al-İhşid 935 335 Abu ' 1-Kâs'm Ünüeür b. al-İhşid 946 349 Abu TFlasan ‘A li b. İ h ş id 960 355 Kâfür, ismen ve bilfiil hükümdar 966 357 — 8 A bu ’t-Favâris Ahmed b. ’AH 968— 9 Unucûr adı, türlü şekillerde yazıla-gelmiştir. İhşid ile Kâfür, inkâr kabû! etmez şekilde, ehemmiyetli şahsiyetler idi ; İhşid, çok kuvvetli, fakat korkak ve her şeyden evvel hasis, haris bir insan olarak vasıflandırılır. Onun hüküm­ darlığı sırasında, biç kimse malına sâhip ola­ cağından emin değil idi. Fakat hakkında anlatı­ lan şeyler arasında, ona şeref verecek mâhi­ yette olanlar da vardır. Kâfür, hiç şüphesiz, ondan daha mühim idi, yüzü son derece çirkin olmasına rağmen, alel’âde bir zencî köle iken, sırf zekâsı sâyesinde, devletin iktidar mevkiini elde etmiştir ki, bu, o devirde bile eşsiz bir yükseliş idi. İktidarın zirvesine yükselmiş ol­ duğu zaman bile, Kâfür kendi mütevâzî nese­ bini aslâ unutmamıştır. Her hâide, onun seci­ yesi hakkında bildiklerimiz aleyhinde olmaktan ziyâde Iehindedir. Her iki hükümdar da, devir­ lerinin edebî zevkini geliştirmeğe gayret ettiler. al-Mutanabbi, ikisi hakkında da medtıiyeier y azd ı; fakat sonra onları hicvetti. Süiâle te’sis etmiş olan muhtelif vâliler üzerinde ismen hâ­ kimiyet elde etmek için, Abbasî ve Fatımî halifeleri arasındaki mücâdele İhşid devrinde başlar. Diğer taraftan, bu iki hilâfeti aradan çı­ karmak isteyen mâcerâperestler onları birbiri aleyhine teşvik ediyorlardı. İhşid Fâtımîleri tanımak şıkkını ciddî olarak düşünmüş olacak­ tır ; fakat somadan, Abbâsîlere sâdık kaldı; çünkü her şeye rağmen, onların nufuzu çok büyük idi, _ B i b l i y o g r a f y a : İbn Sa'id, Kitâb al-muğrib (n şr. T allqvist), bu tabı'da bibli­ yografyanın bütün geri kalan kısımları ( alMakrızi, al-Halâbi, İbn al-Aşir, İbn Hallikân, İbn Haldun, Abu T-Mahâsin, al-Suyü^i, "Wüs­ tenfeld, Stattkalter, IV . , . ) İncelenmiş bu­ lunmaktadır. Buna a!-Kindi ( nşr. G uest) ’den başka ilâve eddecek bir şey yoktur. _ { C. H. Becker .) İH T İL A Ç , { Bk. İHTİLÂÇ.] İH T İL Â Ç . İHTİLAÇ (A.), u z u v l a r ı n s e ­ ğ i r m e s i . tîlm al-îktilâc adı verilen, uzuv­ ların seğirmeşipdçn istikbale âit bir lakım §9



İH TİLÂÇ -



İH V Â N Ü SSA FÂ .



manâlar çıkaran sözde ilimin adı buradan LV, 6 1 —7 3 ) ; ayn. mil.'in Tabari, ih tilâf gelir. Bu ilme garpta palmalogie derler. Bu al-fukahâ’ (Kahire, 1902) neşrine medhali mevzii üzerindeki en eski eserin MsÂdpîtoSoç ( arap.) ; j. Schacht, Das Konstantinopler ieoveajijiatEû); stepi îta\p, * 57 » 3 7 7 ? İbn Battüfa (nşr. Defremery), II, 244 v.d .; Kazvinı, 'Acaib aUmahlükât (nşr, W üstenfeld), I, 115 , 2 23; Dimaşki, Kosmographie ( nşr. M ehren), s. 77 ve tür. y e r.; T ifâşi, A z h âr al-afkâr{trc. Raineri Biscia ), s. 6 ; İbn al-Bayfâr ( Leclerc, Notices et extr., X X V I, 1, 248 'de zikredilmiş); Clement-Mullet, Essai sar la min, Arabe (JA, *868, 6. seri, XI, 16 ) . ( J . R u sk a .) İN C İL. [B k . İNCİL.) İN C İL. İNCÎL yahut A ncil, İn c il'deki saYY sXtov kelimesinden muharreftir. [Fakat İncil şekli mârûf olup, K u r 'an 'da meşhûr olan kıraati de böyledir. Ancil telâffuzu yalnız al-ÇIasan 'dan rivâyet edilmiş ve Zamahşari 'nin K a şşâ f Tnda „bu doğru olduğu takdirde, 'uçma olduğu için, arapça vezinlerden hâriç kaldığı“ kaydedilmiştir. Nitekim Lisân al-'arab 'da, arapçada bunun misâli bulunmadığı kayıt­ lıd ır]. Müslümanların İ n c il’ler hakkında bir derece malûmat sâhibi oldukları K u r ’an 'dan ve bir çok müelliflerin eserlerinden anlaşılıyor; bir iki iktibasın yardımı ile, bu mâlömâtın ne derecede olduğunu göstermek kolaydır. Fakat bu mâlûmâtı hangi yoldan elde etmiş oldukla­ rını, istidlâl yolundan başka bir suretle ve müsbet olarak, tâyin etmek ekseriyâ daha güç bir iştir. Bu mâlûmâtm bir kısmı, muhakkak ki, hıristiyanlar ile müslümanlar arasındaki dostça konuşmalar ve yahut münâkaşalar neticesinde,



55 *



İNCİL.



şifahî olarak, intikal etmiştir. Fakat bu kabîi intikal tarzlarına ekseriya tarihlerde tesadüf olunmaz. İslâmiyeti kabûi eden ilk hıristiyanlar vâsıtası ile girmiş hırİstiyaniık hâtıralarının bulunduğu da bir vâkıadtr. Esâs akidesinde sarılı hıristîyanlık izleri göze çarpan sufîliğin ( krş. Carra de Vaux, Gazali, Paris, 1902) menşe’lerınde de böyle bir te’sır vâki olmuştur. Elhâsıl, miisliiman araplardan merak sahibi olanların, hıristiyanlar tarafından arapçaya ter­ cüme edilmiş 7ncil'leri e kumtış olduklarına inan­ mak dâima mümkündür. Bundan dolayıdır ki, bu tercümeler hakkında bilinebilen şeyleri kısaca gözden geçireceğiz. Ondan sonra da, K u r an ’da ve muhtelif müelliflerde mabfûz kalmış olan Abd-i cedid ’e dâir bilgileri bir araya topla­ yacağız. Hıristiyan araplar İncil ’leri yunancadan Sür­ yânî ve kıbtî dillerinden tercüme etmişlerdir. Yunancadan yapılan tercüme çok eskidir; VIII. asırdan kaldığı söylenilen ve bu tercüme şeklîni ihtiva eden yazmadan ( Vatıcan, ar. 13 ve Mu­ seo Borgiano-Propaganda) tercümenin çok eski olduğu neticesine varmak mümkündür, Ibnai-İbri 'ye göre, bundan daha eski bir tereüme var­ dır; arap emirlerinden ‘Attır b. S a 'd ’m emri üzerine, monofizit patrik Jobannes tarafın­ dan, 631 ile 640 yılları arasında, yapılroış'ır. i Bununla beraber, bu iddiaya, başka mevsuk kaynaklarca te’yit edilmediği müddetçe, fazla ehemmiyet atfetmek doğru değildir. Çünkü mevcut tarihlerde ‘Amr b. Sa'd admda bir arap emîri yoktur]. Babilouya arap kabilelerinin piskoposu ve Edessalı Jakob 'un muasırı ve dostu olan Georg mukaddes kitaplara dâir şerhler yazmıştır. Sprenger ( Das Leben des Mohammed, I, 1 3 1 v.d.), Peygamberden önce tamamlanmış bir İncil tercümesinin bir parçasını Muhammed b. İshâk ( nşr. Wüsten­ feld, s. 149 v.d.) ’ın bir fıkrasında bulduğunu zannetti. Bu parça Yobanna İncilinden XV., *3 — *7- âyetleri ihtiva ediyor ve orada yunanca staQotxkT|i;oç kelimesine tekabül eden al-mnkmnü kelimesi ne arapçadır, ne süryânİdir; ancak eski Filistin dilindedir ve şüphesiz oldukça eskidir. [Burada îbn İshale'tan şüphesiz !bn ishâk 'm S îra ’si içinde rivayet edilen Kitâb İbn İshâlş. an­ laşılmak icâp eder. Fakat buradaki ibareden, bu­ nun islâıadan önce tamamlanmış bir tercümeden menkâl olduğu değil, İbn İshâk 'ın zamanında bâzı kimselerin Peygamberin geleceği beşare­ tini I n c il’den naklettikleri anlaşılıyor ve bu nakil gerek mütercimden, gerek ondan alarak nakleden başka birinden İbn İshâk 'a ulaşmış­ tır ve bundan dolayıdır ki, İbn İshât bu nakli yapanın ismini zikretmiyor. Yoksa onlar kitap­ larında ve rivayetlerinde ancak âdil ve itimada



şâyân müslümanlarm rivayetleri ile, isimlerini de zikretmek sureti ile ihticac ederlerdi, al-mnhmnâ kelimesinin Wüstenfeld tab’mda bu yol­ da zapt edilmiş olan şeklinin doğru veya yanlış olduğu hakkında kat’î bir şey söylenemez.] Bun­ lar bu kadar eski bir devre icrâ edilmeseler bile, her hâlde yunancadan yapılmış ilk tercümeler, hiç olmazsa, İslâm fütâhatından ve bunun neti­ cesi olarak arap dilinin yayılmasından pek de muahhar değildir. Süryânîden yapılmış buna benzer pek eski bir tercüme L eipzig’de, bir yazma hâlinde, bulunmaktadır. Gildemeister { De Evangeliis . . . , s. 35 ) 'in araştırmalarına göre, 730 ile 850 yılları arasında yapılmış olmalıdır. Buna göre, müslümanlar, Ahd-i cedid’in başlıca kitaplarını, doğrudan-doğruya arapça tercüme­ lerden okumak suretiyle, daha ilk zamanlardan itibaren, tanıdılar. Sahih İncil 'lerden başka arapçada yazılmış suretleri mevcut Ahd-i cedid apokryphe ( manh u lât) 'leri şunlardır 1 Sabâvet İncili, Y a‘küb 'un protoevangili 'I, Paulus 'un Kitâb-i vahy'i, Butrus 'un bir vaazı ve Simon 'un bîr vaazı, Ya'kûb 'un bir şehâdeti ve Simon 'un bir şehâdeti ve müslüman muhitlerde mâruf olmadık­ ları anlaşılan az sayıda daha başkaları. Butrus 'un Vahy kitabını da, R. Duval ( L a lilieraiure syriaçae, Paris, 1899, s.. 96) XIII. asırda yapıtmış bir arap muktetâfâtı olarak göster­ mektedir. Peygambere mâlûm olanlar sahih İncil 'lerden ziyâde apokryph'lerdir. Bu mâlûmâtını o tamâmiyle hıristiyan olan kaynaklardan değil, yahu­ di hıristiyanlardan, şifah î olarak, edinmiştir. Bu keyfiyet K u r’an 'da muhafaza edilmiş olan kıs­ saların nev’inden anlaşılıyor. Bu kıssalar şekil­ lerini, Peygamberin Hanif [b . bk. ] ismini ver­ diği, kendilerinin İbrahim dîninden olduklarını iddia eden adamlardan almış olmalıdır. Böy­ le olmakla beraber, bu mesele, islâmiyetin men'şeine ve kaynaklarına âit daha umûmi bir meselenin sâdece bir fer’idîr. Hıristiyan fikirlerinin müslümanlar arasına intikal yollarından biri de şiirdir. İslâmlığın zuhürunda şâirlerce H ira ’yi ziyaret pek rağ­ bette idi. Burada hıristiyan araplar ile dostça münâsebetleri var idi ve Hîra meyhanelerinde öğrenmiş oldukları kıssaları, sonra Arabistan ’da hikâye ederlerdi. Bu şâirler meyânmda Zayd b. ‘Amr b. NufayI ile Umayya b. A bı ‘ 1Ş a lt’ın isimleri zikrolunuyor. Bu İkincisinin bilhassa yahudi kıssalarını da pek iyi bildi­ ği söyleniyor. [ Fakat bu iddiayı te’kit edecek kaynaklar mevcût değildir ( bk. Zayd b. ‘Amr b, Nufayl'in hâl tercümesi, al lşaba, 111, 31 v.d,; A ğSni, III, 12 3— 12 8 ).] Şiir, oldukça uzun bir müddet, müslümanlar ile hıristiyanlar arasında



İNCİL. bir rabıta teşkil elti. Hıristiyan şâir aî-Abtal 'in Emevîler sarayında nasıl hüsn-i kabûl gördüğü de malûmdur. Tıp ve memleket idaresi işleri de iki din arasında sıkı münâsebetlere yol açıyor­ du. Sâdece, dört halifeye kâtiplik eden tabip Johannes Damascenus 'un babası Sergius Man» şür ’un ismini ve müslümanların idâre teş­ kilâtında bir çok hıristiyan yazıcıların mevcut olduğunu hatırlatmamız kâfidir. Defterlerini yunanca tutmaktan onları men'eden al-Valid b. ‘Abd al-Malik ’in emri de onların mevcudiyeti­ ne şehâdet eder. Fakat biz yine Kur’an 'a ge­ lelim : ‘İsa, Maryam ve İncil isimleri Kur'an 'da çok yerde geçer. Peygamber ahlâk hususunda İncil 'i Kur'an 'dan ayıran esâsiı farikayı, yâni rahm ve şefkati biliyordu (L V II, 27 ) ; o tohum ekici meseli hakkında da bâzı fikirlere sâhip idi { XLVIII, 29 ) ve Allahın başka bir resûl gön­ dereceği vaadini de biliyordu (V II, 15 6 ; krş. Joh an n a,X V I,7 ). Peygamber Incil’in Tevrat’ı tasdik eden bir ki tap olarak inzâl edilmiş oldu­ ğundan da haberdardır ( V , 50). ‘İsa ’nın mucize­ leri meyânında, körün ve cüzamlının şifâ bulması­ nı, ölülerin dirilmesini, zikrediyor. Peygamberin mâlûmât edindiği çevrelerde İncil 'e âit en şâyi rivâyetin „tebşîr vahyi“ olduğu görülüyor. [ Bu­ nunla berâber, bu iddiayı te'yit edecek tarihî bir delil göstermek mümkün değildir ]. Kur’an ’da melek Meryem’e : „O bütün kadınların arasından seni seçti" der (III, 3 7 ; krş. Luka, 1, 28 ). Kur’an ‘ İsa 'nın bir bakireden doğduğunu kabûl ediyor ( XXI, 91 }. Kur’an ’da çarmıha gerilme inkâr edildiği zaman ( IV, 156} III, 47 ), Peygamber Hıristiyanların Doceten denilen tarîkatlerinin görüşlerine tâbi oluyor, Kur'an 'da kısaca zikredilen uruc (IV , 1 56) ‘İs a ’nın hayatına son veriyor. Hâlbuki İncil 'lere göre, işte tam bu anda, onun mihnet ve cefâ ile vefatı başlıyor ( krş. İbn ‘ Abbâs 'tan bir hadîs rivayet eden al-Zamahşari, nşr. Lees, 1, 169), Resullere vâki olan dâvet sarîh bir surette hikâye edilmişti ( III, 45 v.d .); bunun, ihvan al-Şafâ [b . bk.l'da olduğu gibi, keşişlik müessesesi ile irtibatı vardır ( LVII, 27 ), A 'm Sl-i rusul kitabındaki bir mucize Kur an 'da hikâye edilmiştir : ‘ İsa, havârîleri için, gökten kurulu bir sofra indirtiyor ( V , 1 1 2 — 1 1 3 ; krş. A ’m âl-i rusul, X, 9 v.dd.). ‘İsa'nın çamurdan bir kuşa can vermesi (III, 4 3 ; V , n o ) sebâvet İncilin­ den alınmıştır. [ Kur’an ’da, III, 5 2 ’den ‘İs a ’ya „ikinci Adem“ tesmiye edildiğinin karine İle an­ laşıldığı bususundaki fikir yanlış olacaktır. Çün­ kü bu âyet i l e ‘ İs a ’nın  dem ’e teşbihi her ikisi­ nin yaratılışı eihetindendir; zîra ndem babasız anasız yaratıldığı g ib i,‘İsa 'um da, anası varise de, babası yoktur. Bu sebeple bu âyetten ‘İsa 'nın ikinci Âdem tesmiye edildiğine dâir bir delîl İslim Ansiklopedisi



993



çıkarılamaz ve bu âyet hıristiyanlann ‘İs a ’nın Allahın oğlu olduğu hakkmdaki iddialarını redd için nâzil olmuştur.]. K u r’an ( II, 87 ) 'daki „Rûhü ' 1-kudüs ile te’yit olunmuş“ ibaresinde Peygamber Rûhü ' 1-kudüs'ten Cabrâ'il ’i anla­ mıştır. [ Zîra rûh ve kuds mânaları mârûf iki kelimedir ; mevsuf sıfatına izâfe edilmek sureti ile, rûh al-kudus şeklini almış olup, kudsî ve tâhir rûh mânasınadır ( krş. Zamahşari, Kaşşâf, nşr. Mustafâ Muhammed, I, 80).] MUfessirler Kur'an ’da bulunan Ahd-İ cedîd ile İncil 'e müteallik ve husûsiyle Meryem 'in çocuk­ luğuna âit efsâneler hakkında daha çok malûmat veriyorlar. Kur'an 'da Meryem Tn siması oldukça sevimlidir ve hıristiyan hissiyâtından çok uzak­ laşmıyor ; buna mukabil ‘ tsâ 'nın siması tamâmiyle taayyün etmiyor ve İncil 'e nisbeten ehemmi­ yeti, hissolunur derecede, azaltılmıştır. İsa ’nın sâlih bir Peygamberden başka bir şey oldeğu görülmüyor. Peygamber ona Mesîh ismini uy­ gun görüyor (IV , 169, 17 0 ). Fakat bu İsim onun nazarında muayyen dinî bir mâna ifâde etmemektedir. Ahd-i eedîd şahsiyetlerinden Peygamberin isimlerini zikrettiği sâdece Yahya ile Zakariyâ'dır. Hâdisler üzerine Ahd-i cedîd ’in te’siri mühim­ dir. Peygamber yahut esh âbına isnat olunan mûcizeler, meseller, fikirlerin kaynağı İncil ’dedir. Msl. Peygamber yiyecek ve içecek su mtkdannı arttırıyor ; Bu, Goldziher ’in zannettiği gibi, „Kana düğünü,, hikâyesinden değil, daha ziyâde İncil ’deki „somunlar ve balıklar“ mûcizesinden mülhemdir. Fakirlerin mevkileri ve zenginlerin cennete girmelerindeki güçlük ile ilgili bir çok hadîsler yine İncil 'deki esâs akideyi aksetti­ rir ve bu câhiliye devrindeki arapların gö­ rüşlerine aykırıdır. Goldziher, bir arap muhaddisinin (Abü Dâ’üd, I, 10 1 ) „pater“ dua­ sının bir naziresini Peygamberden rivayet et­ tiğini haber veriyor. [ Fakat bu zayıf bir ha­ dîstir. Abü Dâ’üd 'dan başka al-Nasa'i de ri­ vayet etmiş olup, senetleri arasında Ziya b. Muhammed al-Anşâri gibi bir râvî vardır ki, şâyân-i itimat değildir.] H. Lammens, aynı şe­ kilde, Peygamberin vaazını dinlerken, Abü B a k r’in ağlayacak derecede müteessir olduğu­ na dâir olan hadîsin hıristiyan menbâlarından geldiğine nazar-i dikkati celbetti. Hıristiyan mistiklerince mâlûm olan „göz yaşı mevhibesi“ arap fâtihierinin mizacına pek az uygun ol­ makla berâber, Abü B a k r’in ağlamış olmasını istib’ad etmek akıldan geçmez. Mahdi ve kıyamete âit efsânelerde hıristiyan apocalyptique edebiyatın büyük bir hissesi vardır. Bir çok müslüman müverrihlerinde İncil 'e dâir geniş mâlûmât bulunur. Arap tarihi63



994



İN CİL



nin babası olan al-Ya'kübi ondan bir fıkra zikrediyor. Araştırıcı bir rûh . sahibi olan Mas’üdi hıristiyanlar ile münâsebetini gizle­ miyor. al-Naşira şehrinde hıristiyanların takdis ettiği bir kiliseyi ziyaret ettiğini ve onlardan bir şok İncil hikâyeleri öğrenmiş olduğunu söylüyor. ‘]sâ 'nin Beytntlah 'da doğduğunu, çocukluğunu al-NSşira 'de geçirdiğini ve değişti­ rerek kaydetmiş olduğu Matta 'm 3. babı, 17. fıkrasında rivâyet olunan: — „Bu benim oğlumdur“ — kelâm-i İlâhîsini biliyor, fakat onu biraz değiştirmiştir. Bundan başka Incil'e ve diğer menbâiara göre, mecûsîlerin çocuk Mesîh 1 zi­ yaretlerine dâir olan hikâyeyi de duymuş idi. Havarilerin dâvetine âit olan hikâyeyi kita­ bında, sarih olarak, veriyor. 4 İncil sahibi nin isimlerini saymaktadır ve bu Incil '1erden, onları gözü ile görmüş gibi, sahih bir hulâsasını vererek, bahsediyor. Fakat bu ki­ tap hakkında bir dereceye kadar İtimatsızlık gösteriyor ki, bu K u t’an ’ın Incil’e gösterdiği büyük hürmete aykırıdır. Resûllerin hayatına gelince, Mas’üdi bu hususta dahi nisbeten da­ ha iyi malûmat sahibidir. Fakat menkûl rivâyete göre, ancak Butrus'un başına gelmiş olan âkıbete İkincisinin de aynı şekilde kurban git­ tiğini söyleyerek, Butrus ile Paulus'un şaha­ detlerinden iki defa bahseder. O Thomas’ı Hindistan bavârîsi olarak tanıyor. Filhakika St. Thomas, Butrus 'dan sonra, müslüman’ar için en ntârûf olan havaridir. Hattâ Paulus’un şöhreti bundan daha azdır. Mas udi'den daha ziyâde mâlûmatdar olan Birüni'dir. Bu müellif, kendi Vekayinâm e’smi yazmak için, nesturî Hıristiyanların malûmatına müracaat etmiştir, /ncil ’ierin muhtelif nüshala­ rını bildiği gibi, DadiştT ( Jesudad, krş. Duval, Litt. syriaqae, 2. tab., s. 84 ) tefsirlerini dahi biliyor ve bu tefsirlerin, bîr dereceye kadar tenkit maksadı ile, münâkaşasını yapıyor. ( Yalnız bu noktada bir mülâhazada bulun­ mak icâp etmektedir ki, o da şudur: Birüni — „Dâd-Yaşü1, E ş ’iya İncili tercümesinde onu zikrediyor ve Allah daha iyi bilir“ diyor. Fakat bu gayr-i vâzıh ve anlaşılmaz bir söz­ dür. Kendinden evvelki ve sonraki cümleler ile irtibâtı yoktur ; çünkü bâbm aslı „melkî hıriştiyaniarının süryânî aylarında“ kullandıkları bayramlar hakkındadır. Bu aylardan her birini saymağa başlayarak, her birindeki bayram gün* lcripi, âit oldukları kimselerin ismi ile birlikte, zikrediyor ve bunlara „a l-a y â d va 'l-z a iâ rîn “ ( s. 288. 17 ) diyor ve bunlardan her birini „zik­ rân“ tesmiye ediyor. İşte bu sırada, Birüni, ayâr ayındaki ( s. 256 ) günleri sayarken ( s. 298, 22 ), 9. gün „zikrân A ş'iyâ al-nabi“ der ve ( s. 299 ) bunu yukarıdaki „zakarahu Daz Yaşu “



ibaresi tâkip eder ki, her hâlde, „zikrân Y a­ şu “ dan muharref olacaktır. Ne olursa olsun, bu Dâdişo' isminde bir şahsa âit bîr Incil tercümesi bulunduğunu ve onu da Birüni 'nin gördüğünü, kat'ı surette, redde kâfidir ve Bi­ rüni 'nin, al-Aşar al-bakiya adlı eserini ya­ zarken, nesturilerden aldığı iddiası da mesnet­ siz bir iddia olarak kalmaktadır.] Dört İncil onun nazarında dört nüshadan ibarettir ki, bu dört nüsha arasında büyük farklar olduğunu nazar-i dikkate almakla berâber, onları Kitâb-i mukaddes 'in yahudî, hıristiyan ve sâmirî nüshaları ile mukayese ediyor. Bu müellif: Mat­ ta ve Luka İncillerine göre, Yûsuf 'un şecere­ lerini tamâmen kaydediyor ve çok câlib-i dikkat bir fıkrasında hıristiyanların bu şecereler ara­ sındaki ihtilâfı nasıl İzah etmekte olduklarını naklediyor. Ondan sonra Merkîlerin, Deysanîlerin ve Maniheistlerin ellerinde bulunan diğer İncil 'ierden bahsediyor ve ona göre, ilk iki mez­ hebin diğer hıristiyan İncillerinden „kısmen“ ayrılmakta olduklarını, diğerlerinin ise tamâ­ men mütenâkıs bulunduklarını söylüyor. Bu muhtelif nüshaları göz önünde tutarak İncil 'ierin nebilere mahsûs mülhem kitaplar olması hususuna çok güvenilemeyeceği neticesini çıka­ rıyor (Birüni, al-Ayâr al-hökiya, s. 2 3). Tabari tarihinin farsça tercümesi ( frns. trc. Zotenberg), arapça metne nazaran, daha ziyâde tevsi edilmiş olup, Kişaş al-anbiya 'da bulunanlara müşabih olmak üzere, Ahd-i cedid 'e dâir efsâneleri ihtivâ eder. Mesîh 'in mihnet ve şahâdetine âit bâzı tafsilât „Sİmeon“ 'un inkârı, ismi zikrolunmayan havarilerden birinin hiyâneti, Meryem ’in haçın dibinde dur­ ması gibi, bâzı tafsilât orada zikrolunmuşiur. Bununla berâber, müellif müslüman akidesine ittibâ ederek, Yahu di ( Josua } tesmiye eylediği başka bir şahsı 'İsa yerine koyduklarını kabûl ediyor. Havârîlere gelince, Yohanna’nın Reha (Edessa) şehrine gelmiş olduğunu nakleden rivâyeti aynen kaydediyor. Tasavvuf edebiyatında, İncil lere dâir, birçok imâlara tesadüf olunur ve hattâ Incil’in muh­ telif fıkralarına dâir âbâ-i yesuiyye tarafından yapılan tefsirler hakkında oldukça mâlûmât bulunduğu görülür. Böyle olmakla berâber, müs­ lüman mutasavvıfların ısa 'ya isnat ettikleri sözler her zaman Incil'e uymaktan uzaktır. Bu kabilden, Ğazzâli 'nin İsâ ’ya atfettiği sözler hemen kâmilen yanlıştır. Bunun aksine, Suhravardi ’de tohum ekici meselinin tam ve sahih bir şekli bulunur. İhvan al-Safâ' 'nin risâleleri, vâkıa mutabık olduğunu kabûl eyle­ mekte oldukları ‘İsa 'nin çarmıha gerilmesi vak’asına, tekrar dirilmesine, Havarilerin s o n y e ­ m e k t e k i ictimâlarına ve dünya yüzüne da­



İNCİL ğılmalarına dâir dikkate şâyân fıkraları ihtiva eder. A'mâl-i rusul kitabı ( A fa l al-kavariya ) bu risalelerde suret- i mahsûsada ziferolunmuştur ( Dieterici, s. 605 ). Bundan başka felsefî edebiyat, müslümanlar ile hıristiyanlar arasında mevcut müteaddid fikir münazaalarım gösteriyor. Kalem mücâde­ lesinde meşhur olanlardan ancak bazılarının isimlerini zikredelim : hıriştiyan Abu ‘A li 'Isa b. Zura h. 387 'de, Abu ’f-ÇSsim *Abd Allah b. Ahmed al-Balhi 'ye hitaben, bir reddiye kale­ me alınmıştır. Fârâbi 'nin şakirdi olan hıristi­ yan âlimlerden Yahya b. ‘A d i, Şayh Abii İsa Muhammed b. V arrâk’a ithâf etmiş olduğu hı­ ristiyanlık müdâfaanâmesini yazmış ve al-Kindi nin teslis aleyhindeki bir itirazına cevap ver­ miştir [ bk. madd. ‘ İSÂ ve AL-MAHDÏ ]. Müslümanlar, umumiyetle, încil 'e hürmet eder­ ler ve ‘İsa ile Meryem'i tebcil ederler.Türkler ona tncil-i şerif derler. Türkiye 'de, Kanunî Sul­ tan Süleyman zamanında, Incil 'i tercih ettiğini alenen itiraf eden ve idam olunan Çâbiâ-i ‘ Acami 'nin başına gelenler için bk. Naimâ, Tarih ve



Tableau général d ® VEmpire Ottoman, I, 153. B i b l i y o g r a f y a : Hıristiyan arapla­ rın t e r c ü m e l e r i h a k k ı n d a — Gui* di, Versions arabes des Evangiles ( Atti de l’Acad. dei Lincei, Sciences mor. e fi!., 4. seri, 1888, IV ) ; G. Graf, Die christliche arabiche Litteratur bis zur fränkischen Zeit (Freiburg i. Br., 190S ) ! H. Goussen, Beitr. zur christl.arab. LiiteratargescH., cüz IV, Die christl.arab. Litt, der Mozaraber ( Leipzig, 1909) ; S. Euringer, Die Überlieferung der arab. Übers, des Diatessarons, Biblische Studien, XVII, 2. tab., ( Freiburg i. Br., 1912 ) j K. Völlers ve E. von Dobschütz, Ein spanischarab. Eirangelienfragmeni ( ZDMG, LVI, 633 v.dd. ) ! kezâ krş, mad. İBN A L-'A SSÄ L; 1. Gilde meister, De Evangeliis in arabicum et Simplici Syriaca translatis commentatio academica (Bonn, 1865 ) ; C. Peters, Biblica (19 4 0 ), XXI, 138 v.dd.; ayn. mH. ( AO, 1940, XVII, 124 v.dd.) M ü n a z a r a l a r h a k k ı n d a — van den Ham, Disputatio pro religione Mohammedanorum adversus Christianos ( Leiden, 18 9 0 ); Goldziher, Über mohammedanische Polemik gegen Ahl al-Kitäb ( ZDMG, XXXII, 341 ) ; ‘A li b. Rabbän a l-fa b ari, The Book o f Religion and Empire ( tre. A . Mingana ), Manc­ hester, 1922, s. 140 v.dd. A b d - i c e d Id ’in h a d î s l e r ü z e r i n d e k i t e ’s i r i h a k k ı n ­ d a — Goldziher, Mohammedanische Studien. 11,382 v.dd.; Hadith und Neues Testament; ayn. mH., Neutestamentl. Elemente in der Traditionslit. des Islam ( Oriens Ckristianus, 1902, s. 390 vdd.). A p o c r y p h e s ’ 1e r



İNCO.



995



h a k k i n d a — In d jil al-iuf'äliya, Evang. İnfantiae ( nşr. H. Sike ), Utrecht, 1697 ; Thilo, Codexapocr. N. T. (Leipzig, 1832 ); G. Bru­ net, Les Evangiles apocryphes ( 2, tab., Paris, 18 6 3 ): R . Duval, Litt, syriaque (2 . tab., Paris, 19 0 0 ); P. Dib ( R evue de VOrient Chrétien ( 1905 ), s. 418—423 { Ahd-i cedîd *in kıpt ve Süryânî dillerinden yapılmış arapça ter­ cümelerinden nakillerde bulunuyor ). Ş â i r l e r h a k k ı n d a — L. Cheikho, Poètes arabes chrétiens ( Beyrut, 1890—1891 ) ; Lammens, Le Chantre des Omiades ( J A , 9. seri, 1894, IV ) ; Clément Huart, Une nouvelle source du Qorân ( J A , 10. seri, 1904, IV ) ; Power, Umaiya ibn A bi-ş-Şalt ( Mélanges de la faculté orien­ tale, Beyrut, 1906 ) ; L. Massignon, a l-fja llû j (P aris, 1922 ), II, 771. İ s m i g e ç e n a r a p m ü e 11 i f I e r i — al-Ya‘kubi ( nşr. Houtsma ), I, 74—89 ( krş. bunun hakkında Klamroth, D er Auszug aus den Evangelien bei dem arab. Histori­ ker Ja'qâbî, Festschr. z. Einweihung des Wilhelm-Gymnasium (Hamburg, 1885) ve G. Smit, „B ijb e l en Legende“ b if den A ra ­ bischen sch rijver J a ’qubi (Leiden, 19 0 7 ); al-Mas‘Sdi, Murüc al-zakab (nşr. ve trc. Pavet de Courteille ve Barbier de Meynard ) ; al-Biiüni, Chronology ( trc. Sachau ) ; Chronique de Tabari ( trc. H. Zotenberg ). 1867—18 74 ; a!-Suhravardi, A v ä r if al-ma'arif, Gazzäli ’nin îh y â ’sının kenarında (K a ­ hire, 13 12 , bk. ekinci fıkrası, I, 78 v.d,); Die Abhandlungen der Ichwan E s-Safä ( nşr. Dieterici ), Berlin, 1886, s. 594 v.dd.; [ İbn I^azm. al-Fasl f i ’l-m ilal va 'l-ahva va 'l-nihal ; İbn Kayyim al-Cavziya,H idäyat alh a yä rä ', İbn Taymiya, al-Caväb al-saftiff ; Şihâb al-Din a!Karâfi, al-Acvibat al-fä/tirai al-Häee ‘Abd al-RahmSn Bey Efendi Bâçacİ-zada, al-Färäl bayn al-maktük va 'l-hälili ; Mehmed Efen di-Tevfik Sıdkı, D in A llah f l kutab anbiyä'ih; Şayh 'Abd al-Vahhib al-NaccSr K işaş al-anbiya ; ‘Abd al-Ahad Dä'üd al A şûri al-‘İrâlfi, al-lncil.va ’l-şalib.] [ Bu madde hıriştiyan karilere göre yazıl miş olup, E 7 'nmLeiden tab’mdan arapçayater cümesîne yapılan notlar köşeli parantezle) içinde gösterilmiştir.] ( CARRA DE VAUX.) İNCÜ. Bu kelime moğullarda hükümdarın arazisine tahsis olunmuş bir tâbir id i; umu­ miyetle aş.-yk. 703—738 ( 1303—1357 ) arasında Fars { Ş îr a z ) 'ta hüküm sürmüş bir sülâleye alem olmuştur; zîra bu sülâlenin ceddi Şaraf alDin Mahmüd Şah memlekete, evvelâ Oicaytu tarafından hükümdara âit arâziyi idareye memur edilerek, gönderilmişti. Târih-i guzida 'deki bir kayda göre, bu zât, 'A bd Ailâh Ansâri i b. bk.]



996



İNCÜ -



İNDONEZYA.



’nin ah (âdından imiş. Olcaytu ’nun halefi Abu S a :id ’in saltanatı sırasında, Şaraf al-Din, ilk vazifesini muhafaza etmekle kalmayıp, müte­ madiyen iktidar sahasını genişletmeğe muvaf­ fak oldu ;oyle ki, 723 ( 1 3 2 3 ) yılma doğru, Şîraz 'm ve bütün Fars 'm hemen-hemen müsta­ kil hükümdarı oldu. Fakat Abü Sa'id 'in ölü­ münden sonra onun halefi Arpa Han ’ın emri ile öldürüldü (736 = 1335/1336). Şirâe-nâm a 'ye göre, onun dört oğlu varid i: Calâl al-Din Mas'üdŞ lh , Giyâş al-Din Kayhusrav, Şams al-Din Muhammed ve Abü İshâk Camâl al-Din. Birin­ cisi daha babasının sağlığında Şîraz ’da, aş.yk. 735 'e kadar, icrây-i hükümet ediyordu; bu tarihlerde şehirden ayrıldığı bir sırada ye­ rine idareyi kardeşi eline aldı ve dönüşünde hükümeti ona iâde etmek istemedi; bunun üze­ rine iki kardeş arasında başlayan savaş K ay­ husrav 'in 739 (»338/1339) yılında ölümü ile sona erdi. Üçüncü kardeşleri Muhammed, Mas‘üd tarafından Kal'at Saf id ’e hapsedilmişti; oradan kaçmağa mufaffak oldu ve Çobanlı sü­ lâlesinden P ir Husayn ’den müzâharet gördü. Bu hükümdar, moğuliardan teşkil ettiği bir ordu İle, Muhammed ile beraber, Şîraz üzerine yürüdü; Mas'üd kaçmak zorunda kaldı ve Pir Husayn Şî­ raz ’a girdi. Fakat onun buradaki hâkimiyeti uzun sürmedi; zîra, az sonra, yâni 740 (1 340) yılın­ da Muhammed ’i öldürtünce şehir halkı o kadar tehditkâr bir tavır aldı ki, Husayn şehirden çekil­ mek zorunda k ald ı; mamafih bu geçici bir çekiliş id i; ertesi sene yeni kuvvetler ile geldi. Fakat bu defa da talihi yâr olmadı; zîra Çobanlı A şraf ile araları açıldı ve iki hasım ordu karşı-karşıya geldikleri sırada kendi askerleri Husayn Ji terkettiler; o da Şayh Haşan 'a sığınd ı; fakat onun eli ile öldürüldü. Bu arada Mas‘üd-şâh Lûristâ n 'a kaçmış ve A şra f'in kardeşlerinden biri olan Yagı-bastı ile ittifak akdetmişti; diğer ta­ raftan ise, A şraf kendisi, Mas'üd-şâh ’ın kardeşi Abü tshSV 'm tarafını tutmuş idi. Gerçi Mas­ 'üd, Yagı-bastı 'nın yardımı ile,.Şîraz 'a gelmeğe muvaffak oldu; fakat kendisi de kardeşinin akı­ betine u ğ ra d ı:743 ( 1 3 4 3 ) 'te Yagı-bastı tara­ fından, haincesine, katledildi. Bunun üzerine, Yagı-bastı, kardeşi A şraf ile kavgaya tutuştu; mamafih bu mücâdele çok geçmeden sona e rd i; öyle ki, her ikisi müştereken Fars '1 İtâat altına almanın yollarını aradılar; fakat kardeşleri Ha­ şan Küçük [ b. bk.] ’ün katli haberi üzerine kuvvetleri dağıldı. Mahmüd-şâh 'm genç oğlu Abü İshâk ’a, vak­ tiyle, P ir IJusayn İsfahan şehrinin idâresini vermişti; bu hâdiselerden sonra Abü İshâk Ş îra z ’a ve bütün Fars memleketine de hâkim oldu; fakat hâkimiyetini Yezd ve Kirman ’a kadar tevsî etmek isteyince, tam o sırada kud­



ret kazanmış bulunan Muzaffarı 'ier ile, hem de çok değişik safhalar gösteren, bir mücâdeleye girişti. Bu kavgaların neticesinde, Abü İshâk sâdece Yezd ve Kirman 'dan koğulmakla kal­ madı ; sonunda Şîraz ’da muhasara edildi. Şehir 754 (*353 ) yılında Muzaffari 'lere teslim olmak zorunda kaldı. Mamafih Abü İshâk, K al'at Safid ’e kaçmış, Bagdad ilhanı Şayh Haşan 'dan bir nebze yardım görmüş ve İsfahan'a gitmiş­ ti. Orada da muhâsara edildi ve sonunda ya­ kalandı ; kendi emri ile vaktiyle öldürülmüş olan bir şeyhin akrabâsına teslim edildi ve onlar tarafından, 758 ( 13 5 7 ) yılında, öldürüldü. İranlı şâir ‘ Ubayd Zâkâni, hâmisi Abü İshâk'ın hâ­ tırasını bir mersiye iie anmıştır. B t b l i y o g r a f y aı Mirhvând, Raviat al-şafa (Luknov, 18 9 1) , II, 157 v.dd.; Hamd Allah Kazvini, Târih-iguzida (nşr. Browne ), s. 622 v. dd. — Bu makaledeki malûmatın bir kısmı, henüz basılmamış olan Şîrâz-nâma’den alınmıştır; bu eserin müellifi Abü İshâk'ın tercüme-i hâlini 'Umdat al-tavârik adlı bîr kitaba dercetmişti; bu eser bize kadar eriş­ memiştir. — İbn Bat^üfa ( Paris tab.), II, 63 v.d d .; Davlat-şâh, Tazkira ( nşr. Browne ), s. 293; D’Ohsson, Histoire des Mongols, IV, 742 v. dd. İN D İA BKARAT. [B k. HİNDİSTAN.] İN D O N E Z Y A . INDONESİA, [H ind Okya­ nusu ile Büyük Okyanus, A sya ile Avustralya arasında yer alan, iklimi, nebatlar ve hayvan­ lar mecmûası, insan ırkları ve halkın yaşama tarzları bakımından H i n d i s t a n v e O k ­ y a n u s y a g i b i i k i â l e m a r a s ı n d a in­ tikal sâhası teşkil eden adaların u m û m î h e y ’ e t i n e — Japonya hâriç, Fili­ pin adaları dâhit — „Hind diyarı adaları“ ( Ce­ zayir-i H indîye) mânasında İndonezya d e n i l i r . Aynı adalara, yine bu mânâya gel­ mek üzere, Insulinde ismi verildiği gibi, bil­ hassa Malay kavimlerinin yaşama sâhaiarı ol­ maları bakımından, Malezya (M alaya) takım­ adaları „Archipel malais“ , ayrıca Şarkî Hind adaları denilmekte, bâzı coğrafya kitaplarında ise, A sya ve Avustralya arasındaki geçit du­ rumlarını ifâde etmek üzere, Avustralasya ( Australasia ) tâbirine rastlanmaktadır. Geniş mânası ile İndonezya, garpta Malakka yarım-adasından aynı isimli boğaz ile ayrılarak, cenûb-i şarkî—şark istikametinde, büyük bir ka­ vis teşkil etmek üzere, uzanan Sunda adaların­ dan (Archipel de la Sonde; garpta — bilhassa iki büyük ada: Sumatra ve Cava, daha şarkta — Küçük Sunda adaları dizisi: sırası ile, Bal), Lombok, Sumbava, Somba, Fiores, T im o r... ad aları), bu kavsin kuşattığı sahanın ortala­ rında yer a!an iki büyük adadan (Celebes



İNDONEZYA. „Saleb“ ve Borneo) bu souuncu ada ile daha şarktaki Yeni Gine arasında serpilmiş bulunan Moluk adalarından ve nihayet şimalde yayılan Filipin adalarından terekküp eder, tndonezya âlemi içinde dünyanın en büyük adalarından bir kaçı (Borneo : 734.000 km.2, Sumatra: 420.000 kra3., Celebes: 179.000 km2,, C ava: 126.000 km.2) bulunduğu gibi, bir çoğu gayr-ı meskûn sayısız mercan kayaları da vardır. Siyâsî coğrafya bakımından, ikinci cihan harbinden evvel, tamâmiyle, müstemlekeler rejimine tâbî bulunan bu adalardan çoğu, şim­ di müstakil devletler vaziyetine geçmişlerdir: Filipin adaları, 1946 'da, Amerika Birleşik dev­ letlerinden, kat’î olarak, ayrılmış, evvelce Fe­ lemenk şarkî Hindistanı „Nederlandsch Oost İndiö“ ismi verilen Hollanda müstemlekeleri üzerinde, 19 50 'de, tamâmiyle istiklâline sâhip bir devletler birliği kurulmuştur: İndonezya ismi, şimdi artık, bu devletin resmî adı ola­ rak, kullanılıyor. Müstemleke olarak, bugün yalnız Borneo adasının İngiltere hâkimiyetinde bulunan şimâl kısmı ile, Sunda adalarından Timor ’un Portekiz 'e âit parçası kalmıştır. Her ne kadar Hollanda 'nın geniş müstemlekelerin­ den, son parça olarak, bugün Yeni Gine 'nin 14 1° şark meridiyeni garbında kalan yarısı var ise de, burası esasen İndonezya'ya dâhil sayılmaz (takriben 416.000 km.3 arâzi, 200 000 kadar nüfus). Bu son kısım hesaba katıl­ madığı takdirde, tekmil İndonezya 'nın me­ sahası 2.000.000 km.2 'ını aşmakta, nüfusu da 100.000.000’a yaklaşmakta olup, bunların muh­ telif devletler arasında inkısamı aşağıda göste­ rilmiştir: Mesaha Nüfus (km .3 )



(ı w — 191$)



İndonezya cümhuriyeti 1.488.000 76.160.000 Filipin cümhuriyeti 296.285 19.964.000 Şimâlî Borneo ( ing.) 211.342 900,000 Timor-Cambing ( port.) 18.900 şoo.ooo 2.014.527 97.524.000 Zeminin jeolojik yapısı bakımından İndonez­ ya, esâs itibârı ile, üçüncü zaman zarfında te­ şekkül etmiş iltivâiarın mahsûlüdür. Çok defa derin deniz çukurları etrafında kavisler şek­ linde uzanan takım-adaların umûmî şekille­ rini ve mevkilerini tâyin eden bu iltivâlar, ay­ rı sistemler hâlinde gelip, bölgenin şarkında birbirleri ile karşılaşırlar. Hind-i Çini üzerin­ den Himalâya iltivâlarına bağlanan kıvrımlar, Sumatra adasının garp kenarı ve Cava adası­ nın mihveri boyunca devam eder; daha şark­ ta, Küçük Sunda adalarının yayıuı teşkil ede­ rek, Ceram ve Buru adalarım meydana getir­ mek üzere, Banda denizinin derin çukuru etra­ fında, bir yarım dâire çizerler. Diğer taraftan,



997



A sya kıt'asmın şark kenarı boyunca uzanan takım-adalar dizisinin dâhil bulunduğu Pasi­ fik çevresi iltivâlar! da Japon adalarından Fılipinlere geçer, daha cenupta bir kaç kola ay­ rılır: bu kollara, Borneo adası şimalinde, C e­ lebes adası üzerinde ve Moluk takım-adalarmda rastlanır. İltivâ hareketleri, İndonezya 'nın garp tarafında, üçüncü zaman ortalarında sona ermiş bulunmakla beraber, şarkta, iki iltivâ sisteminin karşılaştığı sahada henüz nihâyetlenmemiş gibi görünmekte, yer sarsıntılarının bilhassa bu tarafta çok şiddetli olması da bu hükmü te'yit etmektedir. İltivâ hareketlerini tâkıp eden kırılmalara gelince, bunlar bilhassa şiddetli volkan faaliyetleri ile neticelenmiş bulunuyor: bütün Sunda takım adaları di­ zisi üzerinde, Sumatra ’nın garp kenarı bo­ yunda, Cava 'da ve daha şarktaki adalarda da, Filipin ve Moluk takım-adalarında bir çok fa* âl volkanlar görülmekte, hâlbuki kavsin içinde kalan sahada ( Borneo ), ancak sönmüş volkan­ lara rastl anmaktadır. İndonezya'da arâzi tabiatı bakımından yeri­ ne göre şiddetli veya bafif kıvrımlara uğramış rüsûbî tabakalar ve ikinci derecede de volkan hâsılatı mühim rol oynamakla beraber, sıcak denizler ile çevrili olan bu adalarda, mercan teşekkülleri de nisbeten çok yer tu tar: bu ki­ reçli teşekküllere büyük adalar kıyısında, ya­ hut açık sığ denizlerde rastlandığı gibi, bir çok küçük adalar münhasıran bu suretle mey­ dana gelmiş bulunuyorlar. Ayrıca, daha eski devirlerde teşekkül edip de, sonradan yükse­ lerek, karalar içinde kalmış mercan teşekkül­ lerine de rastlanır. Adaların yer-altı zenginliği ve toprak ve­ rimliliği, kendilerini meydana getiren arazinin tabiati ile yakından alâkalıdır: insanları bu adalara erken çağlarda ceibetmiş olan altın ve gümüş gibi kıymetli mâdenler, bugün de büyük bir zenginlik kaynağı olan kalay yatakları ve diğer mâdenler bilhassa eski arâzi sahaların­ da yer a lırj petrol yataklarına ve kömüre üçüncü zaman arâzisi içinde rastlanır; zirâi toprakların kıymeti ise, bunların iştikak ettiği volkanik araziye bağlı bulunur; buna karşılık, az-çok saf kireç taşından meydana gelen mer­ can teşekkülâtı, çevrelerine nazaran, çoraklık­ ları ile dikkati çekerler. İndonezya 'nın iklimi, ekvatorun yakınlığı, ada­ ların denizler ile çevrili bulunması, ayrıca Asya ve Avusturalya gibi büyük kara kütlelerinin kom­ şuluğunun te siri altındadır. Bu iklimin umûmî karakteri, sıcak ve nemli olmak ılt hülâsa edile­ bilir. Sıcaklık derecesi sene içinde pek az değişir: Batavia ( C a v a ) 'da, nihâî ayların vasatî suhûneti, yıllık ortalama (2o“,9 ) dan ancak bir derece



99*



İNDONEZYA.



ayrılır. Bu fark, Filipin adalarının en cenubîsi olan Mindanao'da o\6'ya diişer; ekvatordan en uzak olan Luzon adasında ( Manila ) bile, 3“.7 'yi ge$mez. Bu sürekli sıcak ve nemli ik­ lim, bilhassa Avrupalılar için, sağlık bakımın­ dan elverişsiz olup, ancak dağlık sahalarda mevsimler arasında daha büyük subûnet fark­ larına rastlanabilir. Büyük A sya ve Avustralya kara kütleleri ile Okyanuslar arasında mevsimlik ısınma fark­ larından doğan mevsim rüzgârları, tndonezya iklimine, onu gerçek istivâî iklimden ayıran hnsüsiyetler verir. Kışın A sya üzerinden ko­ pup gelen kuru-soğuk rüzgârlar, deniz üzerin­ den geçerken, hem ısınır, hem nemlenir, eda­ ların batı taraflarına bol yağmur yağdırır. Şimâl yarım küresinde yaz mevsimine rastla­ yan aylarda, A vustralya'dan gelen rüzgârlar, bu derecede intizamlı olmayıp, tndonezya 'nın cenûb-i şarkîde kalan adalarında, mahdut bir deniz sabâsından geçtikleri için, yağmur ge­ tirmezler. Umûmî olarak, yağmur mıkdarı, Indonezya adalarında hem garptan şarka azalır — böyle bir azalma bütün takım-adalarda ol­ duğu kadar, her bîr ada üzerinde de hissedi­ lir — , hem de garptaki adalarda senenin her ayında bol yağmur yağdığı hâlde, şarka doğ­ ru gidildikçe te'sirini arttıran bir kurak mev­ sim kaydedilir: Sumatra adasının garp cephe­ sinde, yıllık yağış tutarı 3.5 m., hattâ 4.5 m. iken, şarkta 3 m. 'yi bulmaz, Cava 'nm garp ta­ rafında 3 m .’y i geçtiği hâlde, şark cihetinde 2 m. 'den aşağı düşer, hele Küçük Sunda ada­ larının bâzı köşelerinde 1.5 m. 'ye bile varmaz. Buralarda zirâat, kat’î olarak, sulamaya İhti­ yaç gösterir. Nebatlar âleminin canlılığı yağ­ murların bolluğuna ve bilhassa her mevsimin yeter derecede yağışlı olmasına bağlıdır: böy­ le yerler tipik istivâî ormanların yayılma sa­ hasıdır ; buna karşılık, Cava adasının şark ta­ raflarından itibâren orman daha seyrek görü­ nüşlü ve kurağa mütehammil ağaç cinslerin­ den müteşekkildir. Nihâyet, daha kurak olan sâbalarda, yağmursuz mevsimde kuruyan ot­ luklar ( savana ve stepler) yayılır. Bununla beraber, nebatlar âleminin aslî manzarası, in­ sanın müdâhalesi ile, yer-yer çok değişmiş, vaktiyle büyük adaları tamâmiyle kapladığı tahmin edilen istivâî karakterli orman azalmış, Sumatra 'da kısmen, Cava 'da hemen tamâmiy­ le ortadan kalkmış, Borneo 'da pek az deği­ şikliğe uğramış, buna karşılık, mıntakaya ya­ bancı zirâat nebatlartnın idhâli ile, çeşitlilik artmıştır. Nebatlar ve hayvanlar âleminin terkibi, ada­ ların A sya ve A vusturalya'ya olan yakınlığına göre değişmekte, bilhassa Bali — Filipin şar­



kından geçen bir çizgi ( Wallace hattı }, esâslı bir ayrılık tesbit etmektedir. Her ne kadar A sya ( Hind ve Ç in ) nebatlar mecmûası, bu hattın daha şarkına kadar tâkip edilebiliyorsa da, bu bakımdan bâriz bir fakirleşme görül­ mekte, buna karşılık Avusturalya-Yeni/ Gine nebatlarının bir çok nevileri, şarka doğru git­ tikçe daha fazla temsil edilmektedir. Hayvan­ lar âlemine gelince, yine bu türlü bir ayrılık seçilmekte, msl. A sya hayvanlarından kaplan­ lar Bali 'den şarka geçmemekte, Sumatra, Cava ve Borneo 'da çok çeşitli olan maymun­ lardan Celebes adasında yalnız b ir nev'e rastlanmakta, şarka mahsus kuşlar ( papağan, kakatoes) bu adadan itibâren görülmeğe başlamakta, iki nevî Celebes 'te görülen kese­ liler, Moluk adalarında çoğalmaktadır. Yu­ karıda adı geçen hudut çizgisi veya Weber tarafından teklif edilmiş diğer bir hat { bir tarafta— Timor ve Ceram adaları, öte tarafta — Moluk iakım-adaları ve Yeni Gine ), kat’î ol­ masalar bile, biyolojik bir mâna taşımakta, öteden beri İndonezya ile Avusturalya'ya âit hayat sâhalan arasındaki ayrılığa işaret et­ mektedir. Her ne kadar bâzı nebatlar ve bîr takım hayvan nevileri, adı geçen hudûtları bir taraftan öte tarafa aşabilmişlerse de, bu ge­ çiş, mekân bakımından dar ve zaman bakımın­ dan istikrarsız köprüler vâsıtası ile olmuştur.] I r k , k a b i l e t e ş k i l â t ı , a n i m i z m ve h i n d û d i n i . Dar mânası ile İndonezya { eski Felemenk Hindistanı) 'nın ahâlisi, Yeni Gine ve havalisinin Papuaları ve Celebes adalarındaki Toalalar gibi, eski Vedaların bâzı kalıntı­ ları hârie, malezya-polinezya ırkına mensûptur. Bu ırk, bilindiği üzere, Madagaskar 'dan Paskalya adasına, cenubî Japonya'dan C a va 'y a kadar yayılmaktadır. Celebes ile Y e­ ni Gine arasındaki takım-adalar ile şarktaki Küçük Sunda adalarında, A lfur adı verilen MalezyalIların ve Papualarm karışmasından meydana gelen melez bir ırk yaşar. Oldukça saf Malezya tipine bugün ancak Sumatra, Borneo ve Celebes adalarının içerilerinde rastlanmaktadır. Cenûb-i şarkî A sya 'nın malezyalılarm asıl vatanı olduğu isbat edilmiştir. Dil bakımından, İngiliz Hindistanı 'nın şimâlinde hâlâ izleri kalmış görünüyor. Polinezyahlarm da, bugünkü yerlerine, Malezya takım­ adalarını geçerek, geldikleri ve Batlamyus 'un yazılarında Sumatra 'nın şimalinde yaşayan yamyam Bataklara âit rivâyetier bulunduğu göz önünde tutulursa, bugünkü vaziyetin bin­ lerce sene devam eden göçlerin bir neticesi olduğu açıkça görülür. Daha sonraları ortaya çıkan yabancı milletlerin kuvvetli te'sirleri ile komşularının te’siri dışında, bu vâkıa, bu ta-



İNDONEZYA. kim-adaların çok değişik nüfusuna hâkim olan mûdii şartların bir izahını verir. Takım-adalardaki malezyalıları iki guruba ayırmak mümkündür t Sumatra Bataklarım, Borneo Dayaklarını ve Celebes Toracalarmı içine alan eski tabaka ile yabancı unsurlar ile daba fazla karışmaya mâruz kalmış olan yeni tabaka. Bu sonuncn gurubu temsil eden: tipler olarak, orta Sumatra 'd ak i Menangkabau malezyalılan gösterilir; ayrıca bu guruba, Su­ matra ’nm şimalindeki Açeleri, Riau takım-adalarmdaki Riau malezyahlarmı, Sumatra, Borneo sâhillerindeki malezyalılar ile, cavalılart, Bali adası sakinlerini ve Moluk adalarınmsâhil hal­ kını da idhâl etmek lâzım gelir. Makassar ve Bugines [ b. bk.] lere, yabancı unsurlar ile ka­ rışık gelişmiş Toracalar gözü ile bakılmakta­ dır. Bugünkü Minahaslılar, bir asır önce hım tiyanlığın medenileştirdiği Toracalardır. Halmaheira ve havalisinin, Buru, Ceram iie civar küçük adaların, Timor, Flores, Sumba ve Sumbava ’nın içerilerindeki kabileler Alfurlardan sayılır. Asırlardan beri denizcilik ya­ pan Buginesler bütün takım-adaiarıu sahil halkının karışmasında büyük rol oynamışlardır. Bütün bu ahâlinin büyük bir kısmı yerleşmiş çiftçilerdir. Yalnız, büyük nehir ve deniz ke­ narlarındaki malezyalılar, balıkçılık ve ticâret ile ( eskiden korsanlık ile de ) meşgûl olmağı tercih etmişlerdir. A da1 sakinleri, umumiyetle, ihtiyaç kendilerini zorlamadıkça, çalışmazlar, ihtiyaçlarının azlığı ve istivâ ikliminin şartları yüzünden, bizlere çok zaman tenbel görünürler. Batak, Dayak ve Toracalar gibi hâlâ ıptidâî olan malezyalılar ile Alfurlar ve Papualar, bir çok küçük kabilelere ayrılmış topluluklar hâlinde yaşamaktadırlar. Her kabile kapalı içtimâi bir birlik teşkil etmekte, komşu kabi­ leler ile nadiren devamlı münâsebette bulun­ m aktadırlar; bu münâsebetler, harp, kavga ve emniyetsizlik gibi sebepler ile vukû bulmak­ tadır. Böylece, kabileler, zamanın seyri içinde, birbirlerinden müstakil olarak, inkişâf etmek­ tedir. Bunun neticesinde muhtelif dil, örf ve âdetler meydana gelmiştir. Bu kabilelerin pederşahî teşkilâtında, umu­ miyetle, bir reis ailesi, hür insanlar ve köleler vardır. Şarkta Papualarda ve onlar ile akra­ ba olan kabilelerde, reis bulunmadığı sanılı­ yor. MalezyalIlarda reisler reis aileleri için­ den seçilir; umumiyetle, büyük erkek evlât reis olur; icâbında, bir kız da reis seçilebilir. Reisler idâre işlerini kabilenin en yaşlıları ile birlikte görürler. Köleler ( kölelik bugün kalk­ m ıştır), ekseriyâ, ya harp esirlerinin ahfadı­ dır, yahut da borçları yüzünden köleliğe düş­ müş kimselerdir. Bunlar ekseriyâ kabilenin



maiı telâkki edilir ve reislerin emrine verilir. Kölelere iyi . mu âmele ed ilir; bunlar* evlilik yolu ile, çok zaman kabilenin hür İnsan­ ları arasına katılırlar. Kölelerin satıldığı pek vâki değildir. İnsan kurban etmek icâp ettiği zaman, harp esirleri veya sahildeki malezyahlar tarafından satın alman ihtiyarlar kullanılırdı. Bugün kölelik, en uzak kabilelerde bite, ancak istisnaî bir hâlde mevcuttur. Bu eski tabakanın ve kezâ Alfur ve Papualarm nüfus kesâfetı pek cüz’îdir ( çok yerde km.* 'na i —4 ), Doğum nisbetinin yüksek olmasına rağmen, bu kesâfet azlığının başlıca sebeplerini, sıtma, kolera, çiçek, dizanteri ile zührevî hastalıkların bu kabileler arasında yaptığı korkunç tahribâtta, zirâat, giyim ve iskân bakımlarından, gerek kara, gerek deniz avcılıklarında, elverişsiz olmayan va­ ziyetlerinden istifâdelerine imkân bırakmayan ge­ riliklerinde aramalıdır. Öyle ki,fevkalâde münbit istivâ ikliminde onlar, ekseriyâ, ancak sefilâne bir hayat sürmektedirler. Her kabile âzâsı, muhitin den bir çok müşahedeler toplamış olmakla berâber, muhtelif vakıaları bağlayacak bir münâsebet kurma iktidarından mahrumdur. Hastalıklar ve onların tedâvîsi, bir insanın, hayvanın ve ne­ batın gelişmesi Ve hayatı hakkında hiç bir fi­ kirleri yoktur. Fıtraten bir hayli zekî olmakla beraber, birbirlerinden ayrı yaşamaları neticesi olarak, bu insanlar ancak mahdut bir derece­ de inkişâf göstermişlerdir. Küçük cemiyetle­ rinde, her âile, bütün ihtiyaçlarını kendi ba­ şına te’mine mecburdur, tş bölümü yoktur ve bunun neticesi olarak, husâsî maharet ye ka­ biliyetler mühim bir fâide te'mın etmezler. Fikrî kabiliyetlerin, bu sıhhi ve İktisâdi hayat şart­ ları dolayısı ile, uğradığı zararlar da az de­ ğildir. Her şeye rağmen, bu kabilelerden her biri, sanâyi ve içtimâi müesseseler sahasında büyük kabiliyetler göstermişlerdir. A n i m i z m burada da kendine has bir din şekli olnp, spritizm, fetişizm, pSmali yahut taba tahditleri ve kehânetlere inanma gibi, zararlı tâli tezâhürleri ile, bu iptidâi malezyatıların, A lfur ve Papnaların, hayatına hâ­ kimdir. Tabi’î olarak, bu din bir çok kabileler arasında, pek değişik şekilde belirmekte, fakat her yerde, nüfus azlığının yukarıda zikrolunan sebeplerini kuvvetlendirmektedir. Hindû dini­ nin aş.-yk. z.ooo sene süren hâkimiyeti vemüslümanlık, şimdi daha yüksek bir inkişâfa eren takım-adalar halkını, bu animist itikadın si­ hirli kuvvetinden kurtarmış olduğu için, bunun onların ileriki gelişmeleri üzerindeki zararlı te'sirini mübâlega etmemek lâzım gelir. Bu putperest ahâli arasında Batakların, Da­ yak ve Toracaların bir kısmı ile, hemen-hemen Alfur ve Papualarm hepsi yer alır.



íooó



İNDONEZYA.



Asrımızın başında, takım-adalar halkının lezya ahâlisinin medeniyetinden çok yiiksek hepsinin bn vaziyette olduğa düşünülürse, es­ olduğu göz önünde tutulursa, Hindû dininin ki Malezya halkı hakkında yukarıda verdiğimiz hâkim olduğu ve nuîûzunun devam ettiği bin se­ bir az fazla mufassalca mâlûmâtın ehemmiyeti neden fazla bir devre zarfında, takım-adalarda, kendiliğinden anlaşılır. Fakat sonraları H t n­ hayat şartları bakımından, hakikî bir inkılâp vukua gelmiş olduğu anlaşılır. Siyâsî sâhada d û d i n i nin hâkimiyetine şâhid oluyoruz. İmparator Augustos zamanında, kara-biber, da, bu inkılâp kendini pek kuvvetle hissettir­ hindistan cevizi, karanfil, Plinius 'un anlattığı m iştir: aralarında hiç bir münâsebet olmayan gibi, Kızıl deniz yolu ile, R om a'ya nakledil­ pederşâhî kabilelerin bulunduğu bir yerde, mekte id i; cenubî A sya ile bu takım-adalar AvrupalIların Sumatra, Cava ve Borneo sa ­ arasında ticârî münâsebetlerin mevcudiyeti, bu hillerinde, eenûbî Celebes'lerde, Bali veLomsayede, kat’î olaTak, biliniyordu, Batlamyus, bok'ta rastladıkları şekilde, müstebit idareler coğrafyasında, bu takım-adalara âit, bir çok kuruldu; aynı idâreler, malezyalılar arasında, isimler zikrediyor; Baros civarında, Sumatra daha şarkta, kurulmuştur. Bugün hâlâ Bali, kâf ürîsiniu ihraç merkezi olan Pansur limanının Lombok 'ta rastladığımız ve te'sirlerini hâlâ adını ve aynı zamanda şimalî Sumatra ’nın yam­ Cava ’da bulduğumuz kastlara bölünme de o sı­ yam Bataklarını da bildiği anlaşılıyor. Bundan, rada vukua gelmiştir. İktisadî sâlıada, zirâat, denizcilik, ticâret ve daha o zamanda, Hindû dinindeki tüccar halkın takım-adalarda te'sirlerini hissettirdikleri neti­ sanâyî gelişm iştir; yazının girmesi de kuvvetli cesini çıkarabiliriz. 412 ( m. s.) yılında, Çin bir medeniyet âmili olmuştur. Takım-adalarda 'den Seyian 'a dönerken, Cava 'ya çıkıp, 5 ay bu değişikliklerin ne kadar elverişli ve sürekli kalan ve orada bir brahman cemâatine rastla­ olduğu, çok daha büyük kesafet nisbetine var­ yan, pek az budiste tesadüf eden ve hiç bir mış olan ( km. başına 40 kişi k ad ar) bu kabi­ çinli görmeyen budist rahip Fahien'in anlat­ lelerin inkişâf seviyelerinden anlaşılmaktadır. Din bakımından, Hindûiuğun te'siri, çok hu­ tıklarının bir izahını da yine bu hâdisede bul­ maktayız. O zamandan itibâren, Çin vekayînâ- sûsî bir şekilde, kendini gösterir. Yukarıda, mfelerinde Sumatra, Cava ve Borneo 'daki bir animizmin husûsî vasıflarını ve Malezya ahâ­ çok devletlerin ad» geçmeğe başlamıştır. Bir lisinin, Alfur ve Papualann hayat şartları üze­ kitabeye göre, Cava 'da, bugünkü Kedu 'da, rindeki uyuşturucu te'sirini anlatmıştık. Hindû 654 Çaka yılında, yâni milâdî 1 32 senesinde, dinlerinin temelini teşkil eden felsefî kanâat Siva mezhebi hüküm sürmekte idi; bu tarih­ ve prensiplerin ne kadar yüksek olduğunu ten az bir zaman sonra, orada mahayanizme göz önüne getirirsek, bu prensiplerin takım­ rastlıyoruz. Mâbed harabelerinden ve kitâbe- adalardaki malezyalıların zihniyeti üzerine, ierden anlaşıldığı üzere, bu iki din, takım-ada- kuvvetli bir şekilde, te Vır etmiş olacağını tah­ iarda, Hindû devrinin sona erdiği milâdî aş.- min edebiliriz. Fakat burada vaziyet hiç de yk. 1500 yılma kadar, yan-yana, muslihane bir böyle olmamıştır. Yukarıda işâret edildiği veşekilde, bir çok asırlar yaşaya-gelmiştir. Bu cihle, bu halkın fiil ve hareketlerini, bugün harabelere Sumatra, Cava, Borneo sahille­ bile, umûmiyetle, hâlâ animizm fikirleri tdâre ri ve cenubî Celebes'lerde, Küçük Sunda etmektedir ve Cavalılar gibi en yüksek seviye­ adalarında, fakat hepsinden çok Cava 'da, de bulunan kabileler bile, p&mali 'nin ve ke­ rastlanmaktadır. Bu memleketlerde Hindû di­ hânetlerin kuvvetli te'siri altındadırlar. Hindûlar arasında, kendine hâs ictimâî mü­ ninin önceki te'sirini gösteren bu delillerin yanında bugün konuşulan diller de, yazı şekil­ esseseler, şüphesiz, bu vakıanın başlıca sebe­ leri ve kelimeleri ile de, Hindû dininin önceleri bidirler; Hindistan’da Gani Ötesinde cârî olan nasıl yayılmış olduğunu görmemize im’iîn ver­ dinlerde yüksek diye hayran olduğumuz şey mektedir. Bugünkü cavalıların, Batakların, ce­ en yüksek kastların malıdır ve hâlâ da öyle­ nubî Sumatra, Bali, Makassar ahâlisinin, Bu- dir. Bugün Hindû dininde olan kavimlerin gineslerin kullandıkları alfabeler Hindû alfa­ asıl kütlesi arasında animist itikatları hâlâ besinden gelmekte ve bu ahâlinin lisanında kaybolmamıştır. İngiliz Hindistan 'mm ve Mâvebir çok Hindû kelimeleri bulunmaktadır. Di­ râ-i H ind’in brahman ve budist ülkelerinden ğer örf ve âdetlerin yanında Hindû bakiyeleri kalkıp, tüccar sıfatı ile, tehlikeli seyahatleri göze alarak, İndonezya takım-adalarına geliphâlâ pek çok göze çarpmaktadır. Cava [ b. bk.], muhakkak ki, Hindû hâkimi­ yerleşenler şüphesiz en münevverler değil idi. yetinin merkezi idi ve Hindû dini, hepsinden Bu müstemlekeciler, tabi'îdir ki, halkın dinin­ uzun ömürlü olmak üzere, takım-adalara, te'- de derin bir değişiklik yapamazlardı. Cava ve sirli bir şekilde, buradan yayıldı, Hindû halk­ diğer adalardaki kuvvetli Hindû ülkelerinde, ları medeniyetinin yukarıda anlattığımız Ma­ daha sonraki devirlerde, büyük dinî meseleler,



İNDÖNE 2 Y Â . ana vatana imtisâlen, tetkik mevzuu oldu ise de, ancak rahipler arasında vuku bulmuş, halk küfesine bunun pek az te'siri olmuştur. Hindistan ahâlisi, o devirde, tabiat hâdisele­ ri arasındaki münâsebetleri anlayacak ve ani­ mizm ile ciddî surette mücâdele edecek dere­ cede, derin bir görüşe sâhip değil idi. islâmiyetin girişinden sonra da, buna muvaffak ola­ madılar. Dinî mefhûmlar, pek az te’sir altında kal­ mış olsa bile, Hindu devrinde, bu sabadaki me­ rasim ve kelime hazînesi pek çok değişmiştir. Yukarıda bahsedilen ve en çok te’sir altında kal­ mış bulunan kavimlerde animizm dinine âit ilâh­ lar ve rûhlar, Cava hakkında da söylenildiği gibi, Hindu isimleri ile gösterilmiştir. Bu rûhlar âleminin tebeîl tarzı da Hindistan ’a âit şekil­ ler göstermektedir. Indonezya takım-adalarmm Hindu devletlerinde din vaziyetinin ne mer­ kezde olduğunu, buğun bâlâ Hındû dininde bulunan Bali [b . bk.] ve Lombok adalarında gâyet iyi görmek mümkündür. İ s l â m i y e t . Hindistan ahâlisi kısmen islâmlaştınldığı zaman, islâmiyetin nufûzu da takım-adaları ziyaret eden ve bir yağmur mev­ simi ve yahut daha uzun hır zaman orada yerleşip, ekseriyâ yerli bir kadın ile evlenen tâcirler sayesinde, buralara yayıldı. Bn tâeirler aldıkları kadınların önce müslüman olma­ sını şart koşuyorlar ve böylece kadının ailesi ve kabilesi üzerinde büyük bir nufûz kazanı­ yorlardı. Bunlar, çok seyahat etmiş ve dünya görmüş birer yabancı sıfatı ile, alel’âde çiftçi­ lerin gözünde büyük bir itibâr sahibi idiler; bu itibâr, bugün bile, putperest mıntakalarda islâmiyetin yayılmasına büyük ölçüde yardım etmektedir. Bu insanlardan biri olmak, bir putperest için, onun ihtidasını kolaylaştıran kuvvetli bir cazibe teşkil eder. Hindû malez­ yalılar için bunun ehemmiyeti o kadar büyük değildir; bandan dolayıdır kİ, onlar putperest malezyalılar kadar islâmiyetin kuvvetle te’siri altında kalmadılar. Bu hareketin başlangıcı hakkında, pek kat'î bir şey bilmiyoruz. Malezyalı ve cavaiı tarih­ çiler maalesef pek itimada şâyân değildirler ve böylece, Sum atra’mu şimâl sahilinde İslâm Pasei memleketi hakkında Marco Polo (XIII. asrın sonunda }'nnn tasvirleri ve Ibn Battüta 'nın rivayetleri ilk mevsuk mesnedleri teşkil eder. İslâmiyet Sumatra 'nın şark sakilleri bo­ yunca çabuk yayıld ı; çünkü, rivayete göre, X IV. asrın ikinci yarısında, İndragiri He Cambi, Malakka ’ya tâbi birer devlet idt. Fakat, memleketin orta ktsmı, uzun zaman ve kısmen bugüne kadar, putperest kaldı; Palembang da 1 377 ’de, cayalı hîndûlar tarafından,tekrar zapte-



toot



dildi. İhtimâl, Hindû Menangkabau devletinin garp sahillerindeki kudreti sayesinde, İslâmiyet burada daha uzun bir mukavemete rastlamış olup, bu mukavemet, rivayete göre, ilk olarak, Açe bölgesinden başlayarak, kırılmıştır. Sumat­ ra 'um cenup sahillerinin İslâmlaştırtması, an­ cak XVII. asırda, memleketin iç kısmininki ise XVIII. asırda başladı, Palembang dağlık bölgeleri ahâlisinin, bugün bile, pek azı îslâmlaştırılmıştır. İslâmiyetin Cava ’da yayılışına dâir, sahîh tarihler bakımından, yerli rivayetlere de sahip bulunmamaktayız; fakat Avrupalı seyyahların rivayetlerinden öğreniyoruz ki, Çapara, Tuban, Gresik ve Surabaya gibi cenup sahillerindeki büyük ticâret yerleri, başlangıçta, Macapahit Hindû devletinin yarı veya tam müstakil prensliklerini teşkil ediyordu. Bu prensilikler, XVI. asrın ilk yarısında, Dfeuıak hükümdarı ile ittifak ederek, Macapahit payitahtını ele geçirdiler. Ancak o zaman, evvelâ büyük D£mak devleti, daha sonraları da Pacang ve nihâyet Mataram devletleri kuruldu. Bu devlet­ lerin yaptıkları fütûhat neticesinde, bütün ada sür'atleislâmiaştınlmıştır. Bu dünyevî kuvvetler yanında, Gr&sik civarındaki G iri hükümdar sü­ lâlesi, uzun zaman, dinî nufuza dayanan bir oto­ riteye sâhip idi. Macapahit'in sukutundan hemen sonra, Ca­ va'nın cenubunda, İslâmiyet lehinde, kuvvetli bir hareket baş-gösterdi. Portekizli de Barros, Pinto ve Couto 'nun bu hareket hakkmdaki rivâyetîeri, oldukça, itimada şâyândır. Çok es­ kiden beri, müslüman tâcirleria o zamanlar Hin­ du hâkimiyeti altında bulunan Pacacaran devleti topraklarında yerleşmiş olmaları muhtemeldir; fakat, burada müslüman devletlerinin kurulma­ sı, ancak, paseili bir fakîh sayesinde tahakkuk etmiştir ki, bugün burası, onun Tjirebon civarın­ da kâin mezarına izafet ile, Sunan Gunung Caii adı ile anılmaktadır. Bu zât, doğduğu şehir olan P a sei'y i 1 5 2 1 ’de terkedip, tahsil mak­ sadı ile, üç yıl için, Mekke 'ye, daha son­ raları, orta Cava 'da Çapara ’ya gitti ve orada muvaffakiyetli vaazlarda bulundu ve neticede, Dömak kiralının kız kardeşi ite evlenmeğe bile muvaffak oldu. O zaman Cava 'nın cenubunda BantSn'e g itti; valiye İslâm dininikabûl ettirdi veDömak'ın yardımı ile, iktidarı eline geçirip, 1 327 ’de Pacacaran hükümdarından, bugün Ba­ tavia diye anılan, Sunda K alap a’yı aldı; 1546 'da Tjirebon 'a gittiği zaman, Pacacaran dev­ leti hâlâ memleketin iç bölgesinde hâkim bu­ lunmakta idi. Kendisinin de takriben 1570 'te j Tjirebon ’da ölmüş olması icâp eder. Gunung | C ati'de bulunan mezarı bugün büyük bir zi1 yâretgâhtır; kendisi, yerli efsânelere göre, is-



İNDONEZYA. lâmiyeti Cava ’da neşir ve tâmim eden 8 veya g velîden biridir. Oğlu Hasamıddia ( Haşan al-Din ), BantSn [ b. bk.] prenslerinin ceddi ol­ du ve 1570 yıllarına kadar yaşadı. Oğlu Jnsup (Y u su f), 1579 senesine doğru, Pacacaran ’m merkezi olan Pakuvan '1 zaptetmeğe muvaffak oldu. Bugün nüfusu 50.000.000 *a varmış olan Ca­ va 'nın yerli halkı miislümaudır: hıristiyanlar ile islâmiyetten önceki an’anelerİne sâdık kal­ mış olan cenupta Baduiler ile ve şarkta TSngSreseler gibi, dağlık mıntakalarda yaşayan iki ufak kabileyi bundan bâric tutmak lâzım­ d ır; fakat T0ngÖreseler sık-sık ihtida et­ mektedirler, Borneo [ b. bk.] adasında, Palembang 'dan iti­ baren, garp sâhüi ahâlîsinin müslüman olduğu sanılıyor; cenûp sahilinde, Barito 'daki balk da, gâlibâ Cava 'dan başlayarak, müslüman ol­ muşlardır. Malezya ’nın sahil halkı ile büyük nehirlerin kenarlarında yaşayan ahâlisi şimdi müslümandırlar ; Malezya 'nın içerilerinde ya­ şayan ve hâlâ putperest olan Dayak kabilele­ ri arasında müsiümanlığı yeni kabul edenler çoktur. Celebes [b . bk.] adasında, cenupta yaşayan Makassaılar ile Bugines [ b. bk.] 'ler, yakın za­ manlara kadar, müsiümanlığı kabâl etmemişler­ di. X V IL asır başlarında müslümanlaştırmak işine Tello ve Goa 'da başlandı; bugün ahâ­ linin hepsi koyu müslümandır. Bunlar, ge­ rek aralarına girip-yerleşmek, gerek ticarî mak­ satlar ile aralarına katılmak sureti ile, şarkın en uzak sahillerinin ahâlisi arasında dinlerin:n yayılmasına çok hizmet etmişlerdir. Eskiden G o a'ya tâbî olan küçük Sunda adalarından Sumbava ve garbî Flores, bu memleket’n nu* fûzu altında, putperestlikten vazgeçmişlerdir. Takım-adaların şlmâl-i şarkîsindeki Molukke'ler, Ternate ve Tıdore sultanları ile birlikte, daha ilk zamanlarda, bu dine girdiler. Burası yabancı tacirleri kuvvetle cezbeden bahârât zırâatinin merkezi idi. Onların te’s'ri altında, 1486 ’da hüküm sürmeğe başlayan ternateli Zaynalabidin ( Zayn ai-‘Abidin ) ile 1495 ’ten itibaren tahta geçen tidorlu hükümdar TjÜiati müsiümanlığı kabul ettiler. Bunlar memleketle­ rinin ilk sultanları olarak adlandırıldılar ve İkin­ cisi Camaludin ( Camâi al-D in) adını aldı. Halmaheira, Buru, Ceram gibi daha büyük adaların iç kısımları ile Kei, Aru ve Timor ta­ kım-adalarındaki Aifurlar hâlâ putperesttirler. Yeni Gİne ’nin sâhil ahâlisi arasında İslâmiyet büyük bir terakkî kaydetmemiştir. Takım-adalardaki müslümanların sayısı 1905 'te takriben 35.034.025 idi ve bu nüfusun 29.605.653 'ü Cava 'da yaşıyordu. Bugün bu sayı,



jndonezya'da, bilhassa Cava'da artan nüfus sa­ yesinde, bir misli çoğalmış bulunmaktadır ( 70.000.000 indonezya müslümanları, ayrıca 4.5 milyon kadar putperest, 1.000.000'a yakın hıris­ tiyan). Bunlar, dinin ahkâmına, muhtelif şekiller­ de, riâyet etmektedirler. Yukarıda zikri geçen tarihçüerin de gösterdiği gibi, İslâmiyet bu havali­ de, sistemi tamâmiyle inkişâf ettikten sonra, ya­ yıldı. Bu havali halkının dinî hususiyetlerine, İs­ lâm dininin yayılmasına tacirleri ve macerape­ restleri en çok yardım etmiş olan memleketin, yâni Hindistan’ın dinî akideleri şekil vermiş­ tir. İslâmiyet daha önce Hindistan 'da hâkim olan Hindû dinine intibak e tt i; bu itibâr ile Cava ve Sumatra ’da câri olan Hindû dininin muhtelif mezhepleri ile uyuşabildi. Peygamber ve ilk halifeler zamanına âit halk efsâneleri Hindistan efsânelerine uydurulmuştur. Gerek bu efsânelerde, gerek İndonezyalı müslümanlarm bâzı âdetlerinde, şi’ilerin Malaka ve Koromandel sâhilierindekine benzer bir te s iri görülmektedir. Buralarda, indonezya *da oldu­ ğu gibi, İslâmiyet Sünnîlik akidelerine uy­ makta ve şerî'atın izahı da, şâfi’î mezhebine göre, yapılmaktadır. Burada olduğu gibi, ora­ larda da tasavvufa karşı büyük bir meyil var­ d ır; okumuş sınıflarda bu meyil vahdet-i vücûda müncer olmakta, aşağı sınıflarda ise, aşın bâ­ tıl inançlar ile karışmaktadır. Arapların büyük te’şiri, takım-adalarda malezyaiılann müsiümanlığı kabûl etmelerinin se­ bebi olmayıp, neticesidir. MalezyalIların, Mekke ve Medine gibi, mukaddes şehirler ile olan mü­ nâsebetleri XVII. asırdan itibaren mütemadiyen arttı. Sayısı git* gide ziyadeleşen genç malezyalıiar, tahsil maksadı ile, bu şehirierde kaldılar. Bunlar ve A rabistan'daki fakir Hazramût [ b. bk.] bölgesinden indonezya 'ya göçmüş olan araplar, oraya Hindistan 'dan gelen fikir ve âdetlere karşı, mücâdeleye giriştiler. İslâmiyet, başka kıt’aiarda olduğu gibi, bu­ rada da yeni mühtedîierin telâkkileri ile ge­ niş ölçüde uyuşmuş olduğu cihetle, bir çok husûsiyetler ihtiva etmektedir. Câmi, alâkalı adamları ile birlikte, diğer memleketlerdekinden daba çok, bu dinin hayatın bütün teza­ hürleri üzerindeki te’sir ve nufûzunun merke­ zini teşkil etmektedir. Cuma câmiieri Cava ve Açe 'nin mühim yerlerinde ve Sumatra 'nın merkezinde, Borneo 'nun yalnız Malezya bölgelerindeki belli-başlı şehirlerinde, Makassar ve Bugineslerde, sâdece mevcut prensliklerin payitahtlarında bulunmaktadır, Takım-adaların şarkında ise, Cuma camilerine pek 'seyrek olarak rastlanmaktadır. Diğer taraftan, Cava ile Açe ’de ve Sumatra 'nın merkezinde küçük mescidlere, daha umûmî olarak, rastlanır. Bu câmi-



İNDO NEZYÂ. lerde yalnız ufak bir ekalliyet namaz kılmakta, fakat iki büyük bayramda £ bk. madd. 'ÎD ALA İy  v e 'ÎD AL-FİTR] büyük bir cemâat toplan­ maktadır. Şarkî İndonezya camilerinin mimarîsi, birbiri üzerine konulmuş ve en üstte müstakil bir sivrilik bulunan iki yabut dört küçük saçaktan teşekkül etmiş kesik bir çatıdan ibaret idi. An­ cak tek-tük büyük camilerin minaresi yardır. Cava 'dan başka yerlerde, ekseriya, hilal deni­ len müezzin bn yüksek çatıda ezan ok u r; fakat daha önce, uzun tahta bir davul ( bSdctg yahut tahuh) çaldırtılır. B ir camide en az dürt kışı hizmet g ö ıü r: imam, hatib ( Cava 'da kâtip ), bir bilal ve bir de kayyım. Fakat, bunların sayısı kırka ve daha fazlaya da çıkabilir. İndonezya 'da câml mensupları, başka mem­ leketlerde olduğu gibi, din adamları değildir; fakat, C ava'da, bunlar, ekseriya, bir kadı { Ca­ va 'da k a li ) 'nın ve nikâh me'mûrunun vazife­ sini görürler. Çünkü bu işin gerektirdiği ehli­ yeti yalnız onlar hâizdirler. Bu sebepten, ca­ miin son cemaat yeri ( saram bi), bu mem­ leketlerde, şerîat ahkâmına göre tesviye edil­ mesi icâp eden bütün ihtilâflar için, bir mah­ keme salonu makamındadtr. C ava'd a eylenme meseleleri, âile hukuku ve miras dâvaları, bun­ lar arasındadır; panghulu yahut camiin İmâ­ mı, bu maksat ile, ekserıyâ perşembe günleri, maiyetinden bir kaç salahiyetli kimse ile bir­ likte, dâvalara bakar. 1S82 'de, Hollanda hükü­ meti, panghula mahkemelerinin kazâ hakkını resmen tanıdı ve ayrıca bunları 3—8 âzâdan mürekkep birer mahkeme ( „priesierraden" ) hâline getirdi. Bu mahkemeler, ekseriya, kocalarının kötü muâmelesine veya ihmâline mâruz kalan ka­ dınların şikâyetlerini tetkik eder, yahut kadı­ ma talebi Üzerine, şarta muallak mukaddem bir talâk ( ta‘llk \ b. bk.) 'm neticesi olarak, resmen boşanmaya hükmeder. İndonezya müs­ lümanları, şarta muallâk talâk miiessesesini, ınüslüman hukukunda kadının kocaya olan fazla tâbiiyetini tashih ve tâdil için kullan­ mışlardır. Cava 'da, Mandura ve diğer adalar­ da, kocanın, nikâhı müteakip, iyi bir kocanın yerine getirmeğe mecbur olduğu vazifeleri yapmadığı takdirde, ta'lik vâsıtası ile karısına, nikâhı feshetmek hakkını te’min etmesi tea­ müldendir. Yalnız, mâderşâhî sistemin cârî ol­ duğu Minangkabau'Jarda ve Açelerde, bu şarta muallâk talâk cârî değildir; çünkü burada,ka­ dınlar, evlendikten sonra bile, âilelerini terketmezler ve daha müstakil kalırlar. Evlilikte iktisap edilen her şeye, Cava ’da, kan, kocamn müşterek malt gözü ile bakıl­ makta olduğundan, ayrılık hâlinde, bu mal­



ların taksimi hususundaki güçlükleri ekseri­ ya „Priesterraad“ m hâlletmesi icâp etmekte idi. Mîras muameleleri için, takım-adalardaki kadılar, ekseriya terekenin 10 % 'unu isterler; vakcp { „vakıf“ ) mallarını bn kadılar idâre et­ tikleri gibi, bu mallar do932, a. 46 mertebe, tst&m anniklopddtii aistemioe intibak ettirilm iş, v .d d .; ayn. mil., The Language o f th eA s h k a n aocak bunun k âfi gelmediği yerlerde makalenin atlın­ K a firs, N T S , II, 192—289). Kâfir! lehçelerinin daki ¿ekliler mohifaza e rim iştir f*



İR A İİ



■i;:T--Şehâdeti, ditin bind-iran devri için, bilhassa K â­ firi ’de ts ve ş , dz ve z ile ifâde edilen ve Avesta 'da s z ye, esfei-farsçada 8 d ve sanakritçede s ch g h 'ya tekabül eden seslerin tarihî inkişâfı bakımından, ehemmiyetlidir. Nitekim K ati lehçesinde duts „on", şartı „güz“ , âza, vat s „b’en". I r a n l e h ç e l e r i n i n d e v i r 1 e r İ. A lfa­ be ve mâhiyetleri bakımından birbirinden çok farklı otan gen i; malzeme üç devreyi sarâhatle iesbit etmek imkânını verm ektedir: e s k i - , o r t a - v e y e n i - i r a n c a . tran imparatorlu­ ğunun garbında, o r t a - İ r a n c a devrine geçiş ( isim ve fiil tasrifinde eski eklerin büyük mik­ yasta kayboluşu} son Ahamenî kitabelerinde de görülmektedir. t E s k i-i r a n c a. Eski-îrancanın inkişâfı eskifarsça kitabeler, A vesta metinleri, Med ve S a ­ kalara âit isimler sayesinde bilinmektedir. Eskifarsça ye Aveşta lehçeleri mahdut metinlere ve bundan dolayı bilinen pek az kelime hazînesine rağmen, birbirleri ile sıkt-sıkıya münâsebetdar olmakla beraber, birbirlerinden bâriz şekilde farklıdır. Fonetik bakımından, eski-irancada vokallerin önünde ve arasında t p k değişmez; {tak-,, koşmak", tap- „hararetli olmak“ , pat„uçmak", kar- „yapm ak", oka* „fen a")t fakat konsonantların önünde, sürekliler ile değiştiri­ lir Chaüya- „gerçek", h*afnah- „uyku", akta „söylenmiş" }; vokallerden önce ve iki vokal arasında, s yerine,-A gelir ( eski-farsça hada „ile beraber", aha , , o . . . î d i " ) ; daha eski is, as ye­ rine geçen tf, uş istisna teşkil eder { aynı şe­ kilde,- sanskrıtçede İş, u f K âfiri 'de değiş­ mez ), msl, Avesta 'da t nişasti- „oturma", duş„fen â". Eski-İrancanın' fiil ve isim yapısı, büyük bir terkip ve iştikak kolaylığı İte birlikte, zengin bir inkişâf göstermiştir. İsim­ ler şu konsonant, vokal veya diftonglar ile nihâyetlenir: cr 5 i İ u S ag âg aa Su. Vokal değişmesi { ab lau t), diğer hind-avrupa dillerin­ de müşahede olunan daha eski bir sisteme daya­ nır. A v e sta 'd a bir isim kökün sonuna getirilen •o eki ile işâret edilmektedir ( bir tek ismin bütün şekilleri mevcut olmadığından, misâl olarak, şu kelimeler alınm ıştır: ahara- „efendi", aspu- „a t", aka- „fen â", zasta- „el“ , „kaynamak", îia^d-„atmak“ ,guncf-„ giydirmek", „pişirmek“ , çed „bıçak", puts „oğul“. 4. İşkâşmi (Pamir, Sangleçi c iv a r ı): w în.ıfoan-*^fırlatmak", maak- „koymak", barmgörmek", har- „yemek“ , w ar „kapı". p $zin- „bil­ *„ağlamak", ar- „öğütmek", gan- „açmak, buli'mak", hayk- „ıslatmak“ , vag- „çekip çıkar­ mek“ , v*rñ ( Sangleçi v*'ruö ) ,,erkek kardeş",j m ak", “ kap- '■„düşmek“ ( krş. kukun „eski", jonc , kadın“ , k el „bıçak", ra y „üç". '



--------------------------------- —



- ,j,



5. Vahi (Vahan Pamir) t mlnam „görürüm, I vâ „rüzgâr“ , s3y „yüz ( sayı )“ mi vSci „söytügörüyorum", şâş „kaynana", bâr „kapı“ ,6ü(p) yorum", mi s Scı „yakıyorum", bâ „götürülmüş“, „iki“ , muz „ben", mrüt „erkek kardeş", pöçam • p dârt „onun var tdi“ , p a r „oğul". „pişiriyorum", 6i(sam ,.süt sağıyorum", dzei 14. Natanzi ( Yaran ve Farizand lehçelerine „yay ipi", mörtk ,,ölü‘‘, yûmc „un“ , Irü(y) „üç“ , yakın ):«■»' „söğüt", vinon „görüyorum", horon pötr ,,oğu[“ . „yiyorum", bar „kapı" bi „başka, diğer", zonon 6. Muneı ( Muncân Pamir, Yüdğâ ile ak­ „biliyorum", vay „rüzgâr", vacon „diyorum",. raba ) : zâ luİnom „görüyorum", miya „söğüt“ , caen „kadın", bümbard „götürürüm", k a rd „bı­ za hârem „yiyorum", hüşa „kayuana", lu var „ka­ çak“ , p ü r „oğul“ . pı", vzön- „bilmek", permi j- „( tohum ) ekmek", 15. Söyi ( 1 932 ‘de Isfahan ve Soh ’da topla­ ze jiyem „vuruyorum", k ira „bıçak", şiray nan m alzem e): ävtnü „görüyorum", beşhordâ „Üç", pür „oğul" : Munci ( ve Yüdğâ ) 'ye has bir „yedi", ebî „başka, diğer", zun« „bilir“ , esbî inkişâf şt ’nin ş k ' şekline geçm esidir: man liş* „beyaz“ , öoocö „diyor", âpehen „pişirirler", c3’ kem „gördüm". Kelime başında ve ortasında „kadın", bice „darbe“, ârt „un“ , -ş kärdebö / ’nin d yerine geçm esi: lûğtiâ „kız", kelâ „yapmış idi". „ne zam an...“ ' 10. Hunsâri: bâj vincin „onu görüyorum", 7. Paştö ( daha çok tecrit edilmiş Vanetsi ithurân „yiyorum", bâr „kapı", cm zâna „bil­ lehçesi ile bir çok lehçelerde ) : mala „söğüt", dim", di d „gördü“ , bira „erkek kardeş", idvâm ini „görüyor“ , hmala „ter", kvöşa „kaynana", jâ n „diyorum", isiz&n „yakıyorum“ , bâj ün zi mar „kapı", ze „ben", zre „ k a lp " ,p lâ r „baba", „onlar vurdular“ , m ird “ adam“ , bämärt „ge-, rmadz, rmaz „gün",jw â k „hayat", çara „bıçak", tirdim“ . tnap ,.ölü“ , dre „üç", ör „âteş" 17. Gazi (İsfahan c iv a rı) : venue „görüyor“ , 8. Ormuri ( Efganistan 'da, Logar ve Kani- herüe „yiyor, düşüyor“, ebî „başka, diğer“ , züne guram olmak üzere, iki iehce hâlinde) gör- „biliyor“ , ösbo „beyaz“ , berâsa „varmış, yetiş­ „yağmur yağm ak", hmay „kendi“ , bar „kapı", be miş“ , rejüe „döküyor“ , sûzüe „yakıyor“ , peş Be „başka. Öteki", az „ben", zli „kalp", pye, pe „pişiriyor", jan d e „canlı", j e ,*,zamk‘‘ , bejjent „baba“ , bij-, biz* „pişirmek“ , dzan-, zan- „var­ „vurdu-“ , d â rip j „onun v a r ...i d i " , par „oğul“ . mak“ , k âli „bıçak", mulluk „ötmüş". 18. Sivandi ( F a rs'ta ) : „rüzgâr", v iy â 9. ParSçi (Hindu Ku ş ) : ğâ „rüzgâr“ , ğ î „söğüt“ , f i r d „küçük", bârtâ „kapı“ , zîre „söğüt", har- „yemek", bor „kapı“ , zu/%, kalp", „dün“ , mepeşi „pişiriyorum", yene „kadın“ , kerh i „köprü“ , rSpor» „duman deliği", p iç- „pişir­ deş „0 yaptı”. . mek", can- „öldürmek", bar „götürülmüş", mâ'19. Simnâni (şim alî İran, T ah ran ’m şar­ run ,,un“ ,’ #e „üç", p u f „oğul". kında ) : v iâ „söğüt", vâ „rüzgâr“ , o mahurun. 10 .’ Balöçi (bir çok: irhceler hâlinde: aşa- »yiyorum“ , bar „kapı“ , mâ sonun „biliyorum“ , ğıdâki şekiller garp lehçesinden alınm ıştır) : r u j „gün“ , a dum arijun „döküyorum", cönikâ gmât „rüzgâr", giçiptag „seçmek", u arag „ye­ „kadın", jä n iä „zevce", k ârd „bıçak", mü ba­ mek", mat „kendi“ , zâmöt „dâmad", zirde „kalp", hardan „taşıdım", p ir „oğul", haeyrce „üç". Ibrât „erkek kardeş", râç „gün“, paçag „pişir20. Sangsari ( Lâzgirdt lehçesi ile akra­ ;inek“ , canag „vurmak“, murta „ölü", sop „üç", ba ) : v î „söğüt", bâhuri „yerim“ { mıızârî), ‘ös „ateş“ .züne „diz", scey „yüz ( s a y ı)“ , r u j „gün“ , b eva ji 1 1 . Hüri (orta İran, Biâbânak nahiye­ „derim" ( muzârî), jt n „kadın", bejeten „vur­ si ) : go d „rüzgâr", diginom „görüyorum", mak", S r i „un“ , pts „üç", pür, pür „oğul" jo r „güneş", deferom „yiyorum", dar „kapı", dâz ı. Tâlişi (Hazer denizinin garp ta r a fı) : va zunom „biliyorum", oyar, ahir „âteş", bepecom „kar“ , han „uyku“ , hande „şarkı söyle.mek“ , '„pişiriyorum“ , sujom „yakıyorum",yen „kadın", ba „kapı“ , az „ben“ , zone „bilmek“ , darzan beburdam „götürdüm", pus „oğul“ . „iğne“ , ka „ev“ , s ipi „beyaz“ , rü j „gün“ jie '12. Yazdi ( l 932 *de, Y a z d ’de bir Z e r d ü ş ­ „yaşamak“ , jen „kadın“ , p a rd „köprü“ , karde tî ağzından tesbit edilen malzemede): me „yapmak". nevine „görüyorum", v id „söğüt“ , me vahre 22 Gilâki ( Mâzandarini ve Gozarhon leh­ „yiyorum", be „başka, diğer” , bidl „daha, çelerine yakın ) 1 v a r f „kar", hurcem „yiyorum“ , tekrar“ , me zane „biliyorum", s v id „beyaz“ , rac zamâ „dâmâd", bosrar „erkek kardeş“ , sucasm *„gün", me vevace „konuşurum", seçen „dikiş „yakıyorum“ , -päc „pişiren", zecen „vurmak", iğnesi", yenûn „kadınlar", ze „yay ipi“ , mem- bârdım „taşıdım, götürdüm". hart „götürdüm". 23. Gürâni { Kandüla Fava, Avrim ân, Rt* 13. Nâyni { Aaâraki veYazdi ile sıkı münâ­câb, Bacalân ve Talahedeşk lehçeleri mevcut­ sebeti vardır ) : mİ v in i „görüyorum“ , hâr- tur ) : varan „yağmur", vârm „kar", mar tin „yemş^’ j âbı „başka", mİ zönt „bilirim“ , „güneş", wärm „uyku", z il „kalp“, zim â ,,dâ*



İRAN. • mâd“ , marîz S „döküyor", röçina „pencere“ , j i „yay ipi“, /ân „kadın, ■$ kard „y a p tıV ' 14. Kürdi ( bir çok lehçeleri olup, aşağı­ daki misâller Mukri lehçesine aittir ) : ¿a/r „kar“ , htuârt „yenmiş", dark „kapı“ . dâzânim „biliyo­ rum", sip f „beyaz“ ,' r â j „gün“ , dâsöje „yandı", jin „kadın“ , kirt „yapılm ış", bom nard „gön­ derdim ", se, sek „üç“ . *" ^ 2$. Zâzâ (Siverek, Bicak, Çabahçur, Kiği, Kor, Çermuk ve Palu lehçeleri kaydedilmiştir): vaur „kar", vay5 „rüzgâr", w ar- „yem ek", bar '„kapı", z 5 n-„bilmek‘‘, âdir „âteş", r i j - " „ak­ mak", râ j „gün", pauc- „pişirmek", vâc-, vâj1 „demek", can- „vurmak". 26. Kumzâri (Masandam yarım-adası,'Omân ): bâram „yağmur", guşnağ „açlık", hor „0 yedi", huiüözu „uyku", dirnestân „k ış", zar „hiddet", zamigo „yer, zemin", spir „beyaz", bur „vâkî olan", süzin „iğne", rozen „pencere", zank „kadın", bizen „vuruş“ , martk „adam“ , hordln „yiyecek"; dâs „orak“ , pas .„oğul“ . 27. Tâti ( Apşeron yarım -adası} : v a r/ „kar“ , biyâ „dul", kuvar „kız kardeş", dür „kapı", dumbor „dâmâd", danustan „bilmek“ , zumustan „kış", zuhun „dil“ , biran „mevcut olmak", diran „görmek“ , bror „erkek kardeş", poriz „son bahar", m ioijan „elemek“ , ruz „gün“ , zan „kadın", zistan „yaşamak", hordan „yemek“ . 28. Fârsi { Şomgün, Pâpûn, Mâsârm, Büringün ve İmâm-zâda İsmâ'il lehçeleri ) : mibonâm „gö­ rüyorum", bisi kirddn „göndermek“ , mihaftâm „uyudum",nîmİSânam „bilmiyorum", z a n î„diz", dâ „verilmiş“ , mİpâzöm „pişiriyorum” , za „vurulmuş” , 6u, burd „götürülmüş, taşınmış". 29. Luri, B ah tiy a r!: b a rf „kar", bahâ „ça­ dır", hvârdan, hardan „yemek", döwâ „dâmâd“ , zb „dil", isped „beyaz", dİ „duman", bed, 6eö „söğüt", 6ez-„elemek“ , ruz „gün“ , , zağdan „vurm ak", zena „kadın", ord „un". 30. Yeni-farsça: bid „söğüt", bad „rüzgâr", 6*uş „kaynana", had „kendi", dar „kapı", da­ nam „biliyorum“ , dâm âd „dâmâd“ , şa d „yüz ( s a y ı)“ , s a fıd „beyaz“ , pozam „pişiririm“ , hi­ zam „elerim“ , â rd „un“ , k ard „yaptı“ , murd „ölü“ , sih „üç“ , pus „oğul“ . Şu umûm! temâyüller bilhassa kaydedilme­ ğe değer ; 1. u - : Balöçi, Huri, Ormuri, Parâçi ve aynı şekilde bir kısım yeni-farsçada bunun yeri­ ne art damak sesi geçer. 2. osetçe h■ ( Iran lehçesinde: k- ), v -, d-, Y ağn âbi: ğ -, v •, d-, Şuğni ve Yâzgulâmİ : ğ -, o-, 6-, M unci: ğ-, v -, l-, Paştö: ğ-, w-, l- yerine, Örmurî ve Parâçİ 'de g-, b-, d* bulunması şark gurubu içindeki farktan gösten bir hususiyettir. 3. -şşark lehçelerinde değişmeğe mütemayildir: ^O se t: hos, küs „kulak“ , O rm uri: göy, P a râ ç i: jgn, M unci: ğüy, P aştö : ğwaj, ^ a n ç t s iı ğvıaj,



Ş u ğ n i: ğ u j, İşkâşm i: ğul, S arik o l: ğaul, Röşân i: göm, Bartangi ve Oroşori: ğâ» , Yâzgulâmİ: ğavan, yeni farsçada ise, gâş ig S ş ) , L e h ç e l e r i n a k r a b a l ı ğ ı . Yeni-irancanın lehçeleri arasında müşahede edilen ay­ rılıklar çok eski bir devirde meydana gelmiş olan eski farkların bir neticesidir. Ses, morfo­ loji ve kelime hazînesi bakımından, yeni-iranca, biri şark, diğeri garp gurubu olmak üzere, iki büyük guruba ayrılır ( bk. G. Morgenstierne, Report on a Linguistic Mission to Afghanistan, s. 31 v. dd.). Şark gurubu da, eskiden mevcut farklardan dolayı, tâlî guruplara ayrılmıştır. Kafkasya ’da tecrit edilmiş bir hâlde bulunan osetçe öyle morfolojik bir inkişâf tâkip et­ miştir ki, bu bakımdan Yağnâbi lehçesinden bâriz bir şekilde ayılm aktadır; fakat cemi eki hususunda--onunla birleşmektedir (o s e t: •fos, Y a ğ n â b i: -t). Diğer taraftan Yağnâbi bugün yegâne soğd lehçesi olarak, tecrit edilmiş bir hâlde, mevcut bulunmaktadır. Pamir ‘de, Şuğni lehçesi, Oroşori, Yâzgulâmİ, Röşâni, Bartangi, Sarikoli ve bugün artık kaybolmuş olan Vançi ile bir gurup teşkil eder; İşkâşmi ve Sangleçi de aynıdır. Munci’ye dâhil bir çok şivelerin ( tasnifi için bk. G. Morgenstierne, Report on a Linguistic Mission io North-Western India,s. 70 ) Yüdğâ ite yakın münâsebeti vardır. Vahi, bilhassa ses durumu bakımından ( ş : şaç „ko­ pek“ , yişsn „demir“ , r t : möı-ii_tlölü, i r : pötr „oğul“ ), münferit bir hâldedir; Ormuri ile Pa­ râçi, şimdiki ayrılıklarına rağmen, bilhassa 6-, g-, d- ve u- yerine ğ - 'nın geçmesi gibi, müşterek ses hususiyetlerine mâliktirler. Paştö. bir çok lehçeleri ile birlikte bilinmektedir (G . Morgenstierne, Report, on aLingu istic Mission to A fghanistan, s. ı ı ) . Garp gurubunda da, aynı şekilde, tâlî guruplar müşahede edilebilmektedir. Zâzâ, Gürâni, Kürdi, H uri, Balöçi, G ilaki { Gozarhon ve Mâzandarini 'lerin lehçesi otan T âlişi ile birlikte ) birbir­ lerinden, açık bir şekitde, ayrı guruplar teşkil ederler. Cenûp lehçelerinin ( Luri, Fârsi, Kum­ zâri ve edebî yeni-farsça ) eski-farsçaya bean zer bîr lehçeden veya belki de bunun kendisin--' den neş et ettikleri açıkça görülmektedir. Dar­ band, yerleşmiş garnizonların lehçesi olması iti­ bârı ile, Tâtî de bu guruba dâhildir. Tahran, İsfahan, Hemedan ve Yazd arasın­ daki merkezî kısımda, henüz tamâmiyle tetkik, edilmemiş olan, bir çok lehçeler bulunmaktadır. Bunlar müşterek bir dil hazînesine mâliktirler. Fiillerin hâl-i hâzır şekillerine göre, bu lehçe­ ler tasnif edilebilir. Sangisari, Lâzgirdi ve Şamafzâdi lehçelerinde hâl-i hâzır burun sesi otan -n-, •nd* iç-ekleri ile teşkil edilir ( bu ek belki eskt-iranca isim-fiil eki olan -ant- ekidir; Z i-



İ 038



İR A ti.



• zâ ’da da böyledir ) : Sangisari : j i nendi „vuru■ yorum“ , L âzgird i: ham vândim „deriz, diyoruz“ ; Şamarzâdi : kafana „düşüyor“ ; Simnani, bu bakımdan, tecrit edilmiş bir durumdadır ( bk, hâl-İ hâzır ; mâzotıun „biliyorum“ . Vonİşun ( Vânişan ), Mahallât ve Hunsâr lehçeleri hâl-i hâ­ zırda müşterek it- { ât-, et- } eki alırlar: Vonişua : ethemerün „kırıyorum“ , M ahallât: atimirön, H unsâr: ithamârân. Nâtanzi, Farizandi ve Yarani ayrı bir gurup teşkil ederier: hâl-i hâ­ z ır: Nâtauzi koron „yapıyorum“ , Farizandi: akâron. Yaranı : akoron. Söyi ( akerom ), Meinıei ( Skere „yapar, yapıyor“ ), Kohrüdi ( akerün ), Keşeİ { akerün ) 'de de a-, fakat Zefreİ ’de ( koron } Nâtanzi 'de olduğu gibi, ön-ek getirilmez. Sivandi de, ses durumu ba­ kımından ( krş, fa r „güneş“ , feşk „kuru“ ) ) ve hâl-i hâzır ( mekeri „yapıyorum“ } bakı­ mından, münferit kalmaktadır. Nâyini, Anâraki ve Yazdi { Yazd ve bâzı komşu kasabaların zerdüştîleri tarafından konuşulmaktadır ) lehçeleri kendi aralarında bâzı benzerlikler göstermek­ ted ir: Nâyini mİ-, *04 ?



gittikçe kuvvetlendiği fiitüvvet [b.bk.] cereya­ lak bir şekilde, halefi F a r i d a 1 - D i n ‘ A t­ nı ile alâkadardır. Anlaşıldığına göre, en eski t â r . ( bk. mad. A T T Â R ; 5 13 —627 = 1 1 1 9 — şeklinde tasavvufî şiirler sûfîlerin duydukları 1 230} yürümüştür. Bu zâtın şiirlerinde araya vecd ve beyecanın tasviri kadar, sûfî teşek­ sokulan hikâyeler sadeliğin en yüksek dere­ küllerinin umûmî toplantılarını güzelleştirecek cesine ulaşmış ve sadelik içinde san’atm mahz husûsî bir nazım ihtiyacından doğmuştur. kemâline erişmiştir. Bu yolun en yüksek mer­ Daha IV. ( X.) asırda, tasavvufî mâhiyette halesi şarkta Mavlây-i Rum adı iie de anılan Calâl a I - D i n R u m i ( b, b k ,; oldukları vâzıhan görülen dörtlükler ve nihâî­ büyük lerin vücûda getirildiği görülüyor! fakat 604—672 = 1207— 1 2 7 3 ) ’nin cidden eşsiz,dev­ nisbeten daha büyük mecmualar V . { XI.) âsâ eseridir. M aşnavî adını taşıyan bu didaktik asrın ilk yarısına aittir. Her ne kadar meşhûr eseri, sonsuz zenginliği içinde, şark tasavvu­ B a b a T â h i r ‘ U r y â n ( bk. mad. 7ÂHİR. funun, meydana getirebildiği en güzel eserdir. ölm. 4 1 0 = 1 0 1 9 ) münhasıran tasavvufî na- Gerçekte eserlerinde açık bir tasavvufî renk zariyeierinı mensur eserlerinde müdâfaa eder­ pek az bulunursa da, meşhûr S a ' d i ( b. b k .; se de halk ağzı iie yazılmış olan . ve halk 580—6 9 1 7 = 1 1 8 4 — 12 9 2 ? ) 'yi de sû fî şâirler türkülerine yaklaşan bir çok dörtlükleri de arasında saymak âdet olmuştur. S a'd i daha vardır. B â b â K ü h i Ş î r â z i ( ölm 442 = fazia hakîmâne bir felsefenin üstadıdır: oku­ 1050 ), kelimenin tam mânâsı ile, bir sûfîdir. yucularına, çetin bir devirde, kaderin çok ağır Bize kadar gelmiş olan D ivan ’ı, hakikaten, çok sillelerine karşı, bir dereceye kadar tatminkâr tahrif edilmiştir; fakat K u r'an âyetleri ile bir sığınağın yolunu göstermeğe çalışır. hadîsler serpiştirilmiş şiirlerinde, X. asrın nad . N e s i r . İran klâsiklerinin hakikî mânası zariyeleri, büyük bir vuzûh ile, meydana çıkar. ile edebiyatın bütün nevileri için münhasıran Çok yakın zamanlara kadar, umûmiyetle en es­ nazım şeklini kullandıklarına ve İlmî eserler ki sûfî şâirin mayhanalt ( M ihna) meşhûr için arapçayı tercih ettiklerine daha evvel na­ Ş a y h A b ü S a ' i d olduğu sanılıyordu.Fakat zar-i dikkati çekmiştik. İşte bu yüzden,'bu bugün artık onun bütün hayatında bir defa, devrin mensûr edebiyatı, manzum edebiyata o da irticalen, bir rübât meydana getirdiği nazaran, o kadar zengin değildir. Bal'ami ’nin kat’îyetle bilinmektedir. Ona isnat edilen man­ daha evvel zikredilen eseri yanında, meşhûr zumelerin bir kısmı menhûldur; diğerleri de A b ü ‘ A l i b . S i n a [ bk. mad. İBN SİNÂj’yı belki vaızları esnâsında okuduğu, fakat kendi zikretmek lâzımdır; arapça eserlerinden başka, tarafından yazılmamış olan parçalardır. T a ­ Dâniş-nâma~i 'A îâ 'i adında farsça bir felsefe savvufî şür mükemmel bir san’at hâlinde P lr-i ansiklopedisi de yazmıştır. Taberisian lehçesi, Anşâr yahut Pir-i Herât denilen A n ş a r i IV. ( X.) asır sonunda, K a lİla va D im na 'nİn ( b. b k .; 396—481 = 1006— 1088 ) 'de görü­ başka bir şekli otan Marzbân-nâma için, lüyor; şaheseri meşhûr M anâcât mecmuası M a r z b â n b. R 11 s t a m [ b. bk.) tarafından olup, secîli nesir ile yazılmış ateşli ve he­ kullanılmıştır. Bu eser maalesef kaybolmuştur yecanlı dualardır. O tarihte, zemin kâfî de­ ve onu ancak S a ' d V a r â v i n i (607—6x2 recede hazırlanmış idi ve İran tasavvufu İran = 12 10 — 12 15 atasında yazılm ış) ile [ Muhamşiirine dünya ölçüsünde şöhret te’min ede­ med b. Gazi al M alatyavi ’nin R avzat al-u k ü l cek bir inkişâf gösterdi. Fakat bu büyük üs- adlı ] farsça tercüme ve ıslahları sayesinde tadlara geçmeden önce, sûfîlik ile birlikte biliyoruz. Pek kıymetli tarih î malzemeyi ihtiva isimlerini saymak âdet hükmünde olan iki eden ve bundan başka, devrin siyâsî fikirleri­ şâiri zikretmek lâzımdır. Bunlar meşhûr mü- ni oldukça iyi aksettiren Selçuklu veziri N i­ tebahhir âlim ‘Omar Hayyam ( b. b k .; z a m a l - M u l k (b . b k .; ölm. 4 8 5 = 1092 ) 'ün ölm. 517 = 1 1 2 3 ) ve ismâilîliğin nâşiri N â- Siyâsat-nâma ’si son derece mühim bir eserdir. ş i r - i H u s r a v [ b. bk. ] ’dir. Ehl-ı sünnet Zikredilen bu mühim eserler bir edebiyatın tam tasavvufuna yeniden dönmek için burada mânası ile temsil edilmediğini, oldukça açık bir önce gazneli şâir S a n â ’ i ( b. b k .; 440— şekilde, gösteriyor. Bu sıraya konulması icâp eden 525 = 1048/1049—1 13 1 ) ’yi zikretmeliyiz. Y a ­ ilk eser A b u ' 1 - M a * S 1 i N a ş r A l l a h rısı lâdinî, yarısı tasavvufî olan D ivân '1 [ bk. m a d . N A Ş R A L L A H .] tarafından 5 3 8 ( I J 4 4 ) A n şâri[ b.bk.] tarafından çizilen yolun bir deva­ 'de bitirilen İbn al-M ukaffa''m arapça K a lila va mı olmuş ise de, içinde fia d ik a t al-fcalçâ'ik ’in Dım na’sinin farsçaya tercümesidir.[Aynı tarzda, bulunduğu didaktik mesnevileri, araya halk bunun kadar mühim olan eser de, M u tı a mtemsil ve hikâyeleri tarzında hikâyeler karıştıra­ m e d b , ‘ A l i a 1 - S a m a r k a n d i'n in 5 5 6 rak, tasavvuf nazariyelerini canlandırmak için ( 1 1 61 ) ’da veya hemen bunu tâkip eden seneler­ yapılan ilk teşebbüsleri teşkil eder. Sanâ’i 'nin de pehlevîden yeni farsçaya yapılmış kaba bir pek az baş-vurduğu bu yolda, son derece par­ I tercümeyi esâs alarak yazdığı Sindbâd-nâm a



Sr a R ’si ile A ğrâz al-siyâsat f i iad b îr aUrigâsat lar ise de, ilk istilâlar zamanındaki tahribat o ’idir,] Fakat burada da, yine bu devirde, bu kadar vahim ve derin idi kî, memleketin yeni­ eserin insanı eğlendiren bir kitap değil, „siyâ- den kalkınması için uzun bir zaman lâzım geldi. setnâme", yâni netice itibârı ile, İlmî bîr eser Bu umumî ümitsizlik içinde Iran edebiyatının telâkki edilmesi üzerinde İsrar ile durmak ge­ yürümekte olduğu yolda devam etmesi bekle­ rektir. H u s a y n a 1 - M u ’ a y y a d i'n in 550 nemezdi. Bununla beraber, bütün avrupalı âlim­ ( n s s ) ' d e yazdığı al-Farac h a d al-şld d a ’nin lerin çalışmalarına temel teşkil eden mühim farsça tercümesi, ayrıca bir öğretme maksadı bir kısım meşhûr tarihçilerin eserleri bu yıllar da gözeterek, aynı gayeyi gütmektedir. { Sırf içinde meydana gelmiştir. Teferruâta girmeden, edebî gaye ile yazılmış bir nesrin bütün İran hiç olmazsa kısaca, en büyük isimleri sayalım: edebiyatında hemen yegâne nümûnesi olan ' A t S - M a i i k C u v a y n i f bk. mad. CÜVEYNÎ.]. V a ş ş â f [ b. bk.], büyük R a ş i d a l - D i n F a z i İdamid al-Din 'Omar b. Mahmüd al-Balhi ( ölm 559 = 116 3/116 4 ) 'nin M ak5mat-i I fa m id i'si A l l a h [b . bk.] ve H a m d A l l a h M u ş t a v­ de bu devirde vücûda getirilm iştir; bu kitap f i [ b. bk.] If a z v i n i . Buna karşılık, şâirler pek azdır, bunlar da H ariri ile Badi1 al-Zaman 'm Makama t ’mı tam bir şekilde taklit ederek meydana getirilmiştir. bilhassa tasavvuf ile ’ endilerini avutmağa ça­ Farsça nesir münşî ve müverrihlerin elinde lışırlar. Parlak saray hayatının sönmesinden gittikçe daha tasannûlu ve kelime oyunları sonra, saray şiiri, bilhassa memleketin umûmî mecmuası hâlini almağa devam ederken, bu tahribattan daha az ıztırap çeken uzak böl­ devirde sûfîlerin elinde sâde, fakat canlı bir gelerine sığınıyor. Fakat bu şiir bile, umumi­ mükemmeliyete doğru ileriliyordu. Bu nesrin yetle klâsik devrin seviyesinin üstüne yükse­ nümûneleri arasında Abu 'l-H a sa n 'A li b .'O s­ lemiyor ve seleflerini teknik maharet bakı­ man al-Gaznavi ( ölm. 465 = 1072/1073 } 'nin mından geçmeğe çalışıyor. Muayyen bir kemâle K a ş f al-mahcüb ’u, meşhûr Muhammed al-Gaz- eriştiklerini farkeden bir çok şâirler, Hindis­ zâli ( ölm. 505 = 1 1 1 1 / 1 1 1 2 ) 'nin K im yag-t sa'ö- tan hükümdarları yanında bir melce' aramak üzere, memleketlerini terkettiler. Nitekim kadat 'i, kardeşi Aljmed Gazzâli (ölm. 517 = H 2 3 ) ’ nin İran edebiyatında devamlı bir te’- sîde vadisinde oldukça üstad sayılan B a d r - i siri görülen ve tasavvufî aşkın inceliklerini Ç â ç , orta A s y a ’yı bırakıp, Mnhammed b. ve sonsuz ıztıraplarını en derin ve en te'sirii Tuğluk ( 725—7 5 2 = 13 2 5 — 1 3 5 1 ) ’un saray şâiri bir şekilde anlatan Savâni}} ’i, nihâyet meşhûr oldu; orada, daha sonra A nadolu’ya gidip, 'A ttâr'm sadeliğin şaheseri olan Tazkirat al- yerleşen {uslu K â n i ’ i ile buluştu; 666 {1267/ a vliyâ 'sı zikredilmelidir.] 1268 ) 'da, N işâpü r’da vukua gelen zelzeleyi VI. ( XII.) asrın sonu, bize bâzı kahramanlıkmuvaffakiyetli bir kasidede tasvir eden P ü r romanları ve islâmdan önceki devre âit mevzû- B a h â-y İ C a m i , kuru kalıplar yığını hâlini ların yeniden işlenmesi suretiyle meydana gel. alan saray dilİDe, moğulca ve türkçe kelime­ miş eserler g e tird i; bunların en çoğu ancak ler sokarak, yeni bir bayat vermeği denedi. daha sonraki ıslah edilmiş şekilleri veekseriyâ Yalnız sûfî şâirlerde, seleflerinin eserlerinde da halk kitapları şekilleri ile bilinmektedir. Bu­ kaynayıp taşan vecdin izleri bulunmakta idi. rada Ş a d a k a Ş i r a z i 'nin 585 ( 1 1 8 9 ) 'te Hemedanlı F a h r a l - D i n ' İ r â l f i (ö lm .688 yazılan K itâb-i Sam ak '¡y â r adlı romanını ve = 1 2 8 9 ) 'ye bilhassa mühim bir yer verme­ kahramanları devler olan A m ir Hamza adlı lidir; A nşârinin Munâcât ’mdan mülhem olan, hayalî romanı, B ahtiyar-n âm a‘yi ve bedevî Lama'St 'ı son derece orijinal bir eserdir; kahraman Hatim Tayt 'nin romanını sayabili­ 'Uşşâk-nâma 'si de değerli bir çok sahifeleri riz. Bu bölümü bitirmek için, bu devrede ta­ ihtiva eder. Avrupa 'da az tanınan A v h a d rihî eserlerin muayyen bir inkişâfı kadar, şiir a l - D i n K i r m â n i de dikkate d eğer; Mishakkında bâzı nazarî tetkiklerin ve şâirle­ bâk al-arvâh 'i, bir çok yerlerinde, İlâhi ko­ rin oldukça tam ilk müntehabatlarının ( Tazkira medya 'yi hatırlatır. Marâğalı A v h a d i [ b.bk.] ve 'A v fi [b . b k .]’nin değerli Lubâb al-bâb ’1) büyük bir şöhret kazanmıştır. Bugün pek az yazıldığını söylemeliyiz. Burada yaptığımız gi­ okunan Câm -i eam ’i bir senede 400 defa bi, İran edebiyatına toplu bakışın, bizzarûre istinsah edilmiştir. M a h m ü d Ş a b i s t a r i münhasıran hakikî mânası ile edebiyatı ihtiva (ölm. 7 2 0 = 1 3 2 0 ) 'nin C alşan-i r â z ’ı Avrupa etmesi lâzım geldiğinden, bu türlü eserler zikr­ ilim âlemi İçin çok mühim olmuştur. Bu, edilmemelidir. tasavvuf nazariyeleri hakkında vâzıh fikir M o ğ u lla r d a n X I X . a s r a k a d a r . Moğul edinmeğe imkân veren iik eserdir, B ir çok hâkimiyetinin ilk yılları İran için, müthiş bir devir felsefî risalelerin müellifi olması bakımından oldu.Her ne kadar muahhar moğul hükümdarla­ ayrıca bir değer taşıyan A f z a l a l - D i n rı memleketin yeniden imân ile meşgûl oldu­ K â ş â n i ( Bâbâ A fzal adı ile de anılır, ölm.



İRAN.



70 7= 130 7 ) 'de tasavvufî rubailer yeni bir tekâmül göstermektedir. Bütün bu müellifler arasında müstesna bir yer işgal eder N i z S r i K ü h i s t â n i (ölm. 720 = 13 2 0 ), eski Nâair-i Husrav gibi, ismâilîyeye mensup olup, ondan sünnî müslümanlığa karşı sstihzâlı hi­ civleri ile a y rılır; haik üzerinde bu şiirlerin te siri o kadar büyük olmuştur ki, hemen bütün otoriteler eserlerinin dine aykırı olduğunu bil­ dirmişlerdir. Bunun neticesi olarak yazma nüshatanna nadiren rastlanmaktadır. Uzun manzûmelerinden bazıları ( Muzhir a azkar g ib i) Sa'di ’nin hikmeti ile saray destanının zorlan­ mış ve kaba bir taklidine benzemektedir. Iran edebiyatı moğullar devrinde kendi içine kapanıp kalmaktan mütevellit bir nevî buhran geçirmiş ise de,Timur ( 7 7 i—8 0 7 = 137 0 —14 05) ve onun halefleri zamanında yeni bir hamle yapmıştır. Bunun sebebi ihtimal moğul hâki­ miyetinin sukutundan sonra, oldukça çok sayıda yeniden ortaya çıkan küçük mahallî sülâlele­ rin saray hayatının eski âdetlerini ihyâya ve saraylarını şâirler ile süslemeğe çalış­ malarıdır. Böylece bu devir İran edebiyatının yeni bir gelişme çağı olmuştur; buna İ k i n c i k l â s i k d e v i r denilebilir. Her ne kadar eser­ lerin büyük bir kısmında moğul istilâsından ön­ ceki devrin yaşama sürürü ve tazeliği yok ise de, şâirlerden birkaçı, hattâ bâzan seleflerini geride bırakmışlardır. Bu devrin üstadlan arasında isim­ leri aşağıda yazılı şâirleri sayabiliriz: bir zaman Sabzavâr serbedarlarının saray şâiri oian İbn Yamİn [ b .b k .; ölm. 7 6 9 = 13 6 8 ], kit'a yaz­ makta büyük bir fistad id i; bu şekil gerçekte, nazım şekli olarak, pek az kullanılmış, hemen münhasıran muhtelif münâsebetler ile söyle­ nilen parçalara inhisar ettirilmiştir. Nizami 'nin bir az yüklü bilgiçliğine düşmemeğe çalışan Hamsa müellifi H v g c H K i r m a n ı [ b .b k .; doğm. 6 7 9 = 12 8 1 ], şuhluğu ve zarâfeti ile temeyyüz eder. Gazellerinde de Sa'di ’nin ah­ lâkçılığından kurtulma, duyguların sâf ifâ­ desine meyletme cehdi görülür. Iran edebiya­ tının eh orijinal simalarından biri olan ‘U b a y d [ b. bk.] Z â k â n i ( ölm. 7 7 2 = 13 7 1 ) 'nin bâzan pek cesaretli olan hezeliyâtı Iran aristokra­ sisinin şiddetle hicvini ve tenkidini ihtivâ eder. Anlaşılması güç kelime oyunları, inceliği ve teknik mahareti ile her kesin hayranlığını çe­ ken S a l m â n Sâvaci ( b. b k .; ölm. 778—1376 ) ve nihayet devrinin zevkini aksettiren zarâ­ feti ile duygunun en büyük derinlik ve en bü­ yük tazeliğini kaynaştırmasını bilen ve böylece gazellerini kendinden sonra hiç kimsenin erişe­ meyeceği bir mükemmeliyet derecesine ulaştıran eşsiz gazel üstâdı Hvâca H â f i z [ b. bk.] Ş ir â z i ( Lisân a l-ğ a b y , öim. 79ı = 1389 ). Dev­



1649



rin dikkate değer mümessilleri olarak, daha az istidatlı iki hezelİyat şâirini saymak muvâfık olur; biri „mutfak şâiri“ A b ü İ s h 5 k A t ‘ i m a , diğeri terzi şâir Ç â r i Y a z d i (IX . = = X V . asrın İkinci yarısında ) 'dir. Eser­ leri, saray şiirinin tantanalı Üslûbunun inkiraz etmiş olduğunu, yeni bir cereyanın bu üslûbun zaaflarını meydana çıkardığını ve san’at mev­ zuu olarak o zamana kadar şiire girmemiş olan ve âdî sayılan yeni mevzuları aldığını gös­ teriyor. Naşirler arasında, Sindbâd-nâm a 'nin yeni bir versiyonu olup, büyük muvaffakiyet kazanmış olan ve muahhar bir çok müelliflerin faydalanmış olduğu fü ti-n S m a ( 730 = 1330) adlı kitabın müellifi Z i y â 1 a I - D i n N a h ş a b i [ bk. mad. N A H Ş A B Î ] 'yi saymak gerektir. Onun G u lriz adlı küçük mensfir romanı da zikr­ edilebilir. Timur'un halefleri zamanında, san'atta inceliğe doğru gayretler git-gide daha bâriz bir hâl almaktadır. Şâir herkes tarafın­ dan anlaşılmağa çalışmıyor. Bil 'akis, güç tasannûları ve onları takdir edebilecek birkaç kişi için yazmağı gâye ediniyor. Bn düşünce, bir nevî manzum bulmaca olan ve muamma [ b. bk.] denilen yeni bir nazım nev’inin yayıl­ ması ile gâyet bâriz bir şekilde tezâhür eder. Bu devrin en İyi şâirleri m uamm a yazmaktan çekinmediler ;_hattâ dünyadan elini eteğini çe­ ken sûfî Cami bile muamma nazariyatı hak­ kında bir risale yazdı. Bu devir müelliflerinin hemen hepsi, ihti­ mal ıztırap senelerinin ve dünyevî saadetin bü­ yükler için bile geçici olduğunu gösteren, bü­ yük istilâların neticesi olarak, az-çok tasavvuf tesirine kapılmışlardır. Kendi adını taşıyan bir tarikat kurmuş olan meşhûr şeyh ve pek ihti­ ram gören velî N i ‘ m a t A l l a h K i r m a n ı ( bk. mad. Nt'MAT ALLAH VALİ; ölm. 8 3 4 = 14 3 1), aş.-yk. 500 mensur „risale" ile güzel şiirler ih­ tivâ eden oldukça hacimli bir Dîvân bıraktı. D lvân’tada farsçadan başka türkçe, hattâGilân lehçesi kullanan m u t a s a v v ı f K â s i m - i A n v â r [ bk. mad. KÂSİM ANVÂR; ölm. 837 = 1433/ 1434] mühim bir yer tutar.Kâtibi [ b.bk.] Nişâpüri ( Ölm. 8 38=1434/1435 ), Hamsa vadisinde ye­ niden göründü, fakat beş mesnevinin hemen-hemen hepsi tasavvufî telmihler ile doludur ve kli­ şeleşmiş muayyen bir zihniyeti teknik sun’îiikler ile saklamağa çalışır. Herath " A r i f i ( Ölm. 853 = 14 4 9 'a doğru) Gny u ÇavgBn adı ile de anılan meşhûr £i al-nâma 'si ile büyük bir şöhret kazandı. Adham-nâma 'sinde eski ta­ savvufî bir efsâneden pek güzel bir san'at eseri yaratmağa muvaffak olan ‘ İş m a t B u h â r â ’ i (ölm. 8 2 9 = 1425/1426 ) de dikkate değer bir simadır. A n v â r-i Suhayli adı ile Ka­ lila va Dîmna 'nin yeni bir versionunu meydana



ıo$ö



İRAM.



getirip, ince bir san’atın ve son derece güç bir nesir üslûbunun eşsiz örneğini yaratan H u s a y n V â ‘ i z K â ş i f i ( bk. mad. KÂŞİF]; ölm. 910 — 1504/1505 ) 'nin büyük şöhreti vardır. Bu devrin en büyük şâiri hiç şüphesiz ' A b d a l R a h m a n C â m i ( bk. mad. CÂMÎ ; ölm, 898 — 1492 ) 'd ir; bu pek çok eser vermiş olan şâir yedi büyük mesneviden başka, büyük divanlar ve bir çok risaleler bırakmıştır. Fakat büyük bir tenevvüe ve hislerinde bir dereceye kadar derinliğe rağmen ( msl. meşhur Y u su f u Z alayhâ yahut L a y la a Macnün 'da olduğu g ib i), hemen-hemen bütün eserleri kendin­ den evvelki devrin edebiyatına has vasıf­ ları gösterir ve bu vasıflar bu eserleri klâ­ sik devir eserleri İle karşılaştırdığım ız zaman, daha kuvvetle meydana çıkar. Bu devirde ta­ rih sahasında da büyük eserler meydana geti­ rildi ; meşhur tarihçiler arasında H S f i z A br ü [ b.bk.], ‘ A b d a l - R a z z â k Ş a m a r k a n d İ ( b. bk.; Ölm. 887 = 1482 ), M i r hv â n d ( b .b k .; ölm. 903 = 1498 ) ve H ' î n d m i r ( b. bk.; ölm. 941 = 1534 'ten sonra ) gibi isimler sayılabilir. A vru p a'd a İran edebiyatı tarihini Timurlular devri ile kapatmak âdet olmuştur. Safevî hâkimiyetinin İran şiiri için büyük bir inhitat devri olduğu şüphesizdir. Safevî hükümdarları dünya saltanatının medhini müsait karşılama­ dıklarından, bu devir şâirleri, kasidelerinde hü­ kümdarların, rivayete göre ataları olan ş it imamları terennümü denediler; bu da şâir Mu^taşam K â ş â n i (ölm. 996 = 1588) 'ye imâmlara mersiye olarak yazdığı meşhur H a ftb a n d 'ini meydana getirmek imkânını ver­ di. Bundan başka daha birçok isimler sayıla­ bilir : msl. H a t i f i ( b .b k .; 0 ^ .9 2 7 = 1520/ 15 2 1 ), B â b S F i ğ i n i ( bk. mad. FÎG Â N Î; ölm. 925 = 1 51 9 ), U m i d i ( ölm. 925 = 1519 ve yahut 9 29 = 1523/1524 ), A h I i T u r ş i z i (ölm. 9 34 .= *537/15*8 ) ve A h i i Ş ı r â z i (ölm. 942 = 1535 / 15 36 ), H i l â l i (b . b k . ; ölm .935 = 1528/1529), L i s â n i (ölm. 940 = 15 3 3 /15 3 4 ), V a h ş î (bk. Vahşi B â fk i; ölm. 991 = 15 8 3 ) gibi. Bütün bu şâirlere müsteş­ riklerin pek az değer verdiğini, hattâ içlerin­ den bâzıları hakkında söylenecek hiçbir şey bulunamadığını teslim etmek lâzımdır. Fakat diğerleri arasında msl. V a h ş i 'nin F a rh â d u Ş i r i n 'deki şiirleri dikkate değer ve araştırı­ cılar için oldukça alâka verici bir tetkik mev­ zuu olabilir. X. ( XVI.) ve XI. ( XVII.) asır­ ların şâyân-i dikkat bir tarafı da İran şâirle­ rinin Hindistan 'a karşı duydukları alâkadır. A kbar 'İn ve haleflerinin muhteşem sarayı bun­ ları oraya çekmekte idi. Bunun neticesinde Hindistan 'da İran şiirinin ikinci bir merkezi



X



teşekkül etti ve yavaş-yavaş orta A sya ve osmanh Türk edebiyatlarında da büyük te’siri görülecek olan orijinal bir Hind üslûbu inkişâf etti. Bu Hind-İran şâirlerinin en tanın­ mışları tumturaklı belagatın yerine derinlik ve halâvat getirmek isteyen ' U r f i Ş i r â z i ( b .b k ; ölm.9 9 9 = 1590/1591 ) île üstadı büyük bir mütebahhir olup, Hind'in dinî akîdelerini tet­ kik, hattâ sanskritçe birkaç eseri farsçaya ter­ cüme etmiş olan Fayzi ( ölm. 1004 = 1595 ) 'dir, XI. ( XVII.) asırda oldukça mühim isimler arasında rubainin son üstadı S ah ib i ( ölm. 1 0 1 0 = 16 01/16 02), aralarında Mahmüd u A y a z mesnevisinin ayrı bir ehemmiyet taşıdığı yedi büyük mesneviden müteşekkil Sab'a S a yy a ra müellifi Zulâli ( b .bk,; ölm. 1024 = 16 15 ), manzum ve dikkate değer bir mâcerâ romanının müellifi f â 1 i b A m e l i ( ölm. 1036 = 1626/1627 ) 'y i sayabiliriz. Bu listeyi parlak bir şekilde tamamlamak için, XVII. as­ rın Hâfız ’1 sayılan ve orta A sy a ve Hindis­ tan 'da günümüze kadar pek çok okunan Ş 5 ’i b ( b . b k . ] T a b r i z i ( ölm. 1088 = 1677/1678) 'yi zikretmeliyiz. Bu devirde Safevîlerin mer­ hametsizce takibine uğrayan tasavvufun arka plâna geçmesine mukabil, fars dilinde son de­ rece zengin dinî bîr şi'î edebiyatı gelişmiştir. Bu devrin ilâhiyatçıları, eserlerinin büyük öl­ çüde yayılmasına çalıştıkları için, Timurluların sünnî devirlerindekinden ayrılan ve modern İran edebiyatına zemin hazırlayan orijinal, ko­ lay ve zarif bir nesir yaratmağa muvaffak ol­ dular, Büyük Muliâ Şadrâ (b .b k .; öim. 1 0 5 0 = 1640/1641 ) ve haleflerinin çalışmaları sayesin­ de felsefe de zenginleşmiştir. K a ç a r l a r v e y e n i İ r a n . XVIII. asrın sonunda sağlamlaşan Kaçar mutlakıyet idaresi Iran edebiyatına yeni bir hamle getirdi. Fath 'A li Şâh ’m sarayındaki şâirler eski an'analeri tâkip ediyor, fakat büyük değer­ de eserler meydana getirm iyorlardı; XIX. asrın ikinci yarısında, İran 'da üstünlük eldeetmek için mücâdele eden Avrupa kuv­ vetleri ile te'sîs edilen daha sıkı bir iemâs neticesinde muayyen bir yenileşme müşâhede edilmekte idi. Fath ‘A li Şâh 'ın sarayındaki yumuşak lirizmi ile N a ş â t ( b b k . ; ölm. 1828/ 18 29 ), ‘ A bbâs M irza'om ruslara karşı mücâ­ delesini tebcil için yazılmış olup, Firdavsi tak­ lidi bir Şâkân-şâh-nâm a 'nin müellifi Ş a b â (ölm. 1822/1823) yahut „XIX. asrın Cârnii'sı“ V i ş 5 1, şüphesiz değerli eserler meydana getirdiler. Fakat her şeye rağmen bunlar orijinallikten tamamen mabrûm olup, bundan önceki devrin devamı olan eserlerdir. Buna mukabil bu devrin Üç büyük üstadının eserle­ rinde bam-başka seslerin akisleri duyuluyor!



K â’ â D i ( ölm. 1 853/1854 ), Ş a y b â n i ( b.bk.; Sim. 1 888) ve Y a ğ m a (b.bk .; ö!m. 1860), Her ne kadar ^ 5 ’âni Irnnsızca ve İngilizceyi konuşuyor, bu iki dilden tercüme yapıyor idi ise de, kasideleri uzun zamandan beri modası geçmiş olan saray edebiyatının mahsûlleridir. Bununla beraber, bu tumturaklı üslûp ile y a ­ pılmış nasıb ’1er içinde „altın çağ“ da tamâmiyle imkânsız olan bir çok hayret verici realist sahneler vardır. Kaçarların nihayetsiz zulmü altında inleyen Şaybâni karanlık bir bedbinliğin sesini verir ve kaçar saltanatının çürümüş yapısını acı-acı ithâm eder. Bu üç şâir içinde belki de en alâkaya değer olanı, hayatı boyunca ıztırap çeken. Yağm a, tran büyükleri için yazdığı şiddetli hicivler ite sahneye çıktı ve yer-yüzünde her türlü saâdeti inkâra va­ ran bir bedbinlikte karar kıldı. Fârsçayı içi­ ne giren arapça kelimelerden kurtarmağa ça­ lışması son derece dikkate değer. Kuruluşu A v ­ rupa ilminin İran 'a ilk defa nüfuzunu mümkün kılan ve ilk hocaları hemen-hemen tamamen avrupalı olan Dar al-funün 'un ( kuruluşu 1852 ), edebiyatın sonraki tekâmülü üzerine, pek büyük bir te’siri olmuştur. Bu müessesedeki çalışma, bir seri Avrupa müracaat kitaplarının ter­ cümesini icâp ettiriyordu. Bu tercümeler için, klâsik devrin secîli nesrinin elverişli ol­ madığı görüldü. Mektep kitaplarından başka bir kaç roman, bilhassa fransız romanları, ter­ cüme eden bu mütercimlerin çalışması, edebî farsça için, pek mühim oldu ve bîr bakıma ço­ ğalan muasır İran edebiyatına bir zemin ha­ zırladı. Dâr al-funün 'un Iran ilmi için de çok büyük bir ehemmiyeti oldu. Şâirâne eserleri için H i d a y a t tahallüsünü kullanan, Dâr al-funün 'un ilk müdürü R i z â K ü 1 i H â n (b . b k .; ölm. 1 8 7 1 ) İran edebiyatının en büyük ta­ rihçilerinden oldu. Talebeleri arasında, eder­ leri zamanımıza kadar muasır İran edebiyatı için en kıymetli kaynaklardan biri olan, sonra­ ları İ h t i ş a m a l-s a 1 1 a n a ( ölm. 1896 ) nâmı ile tanınan meşhur tarihçi Ş a n i‘ a 1-D a v l a temâyuz etmiştir. Dar aİ-funün 'un gayretleri, hattâ en uzak çevrelere, Avrupa ilminin yayıl­ masına yardım isteğini uyandırdı. Bu bakım­ dan en çeşitli vesileleri tetkik ve T â l i b o f adı altında, halk için bir seri eser neşreden M i r z a ‘A b d a l - R a h m â n N a c c â r - z â d a 'nin faaliyetinden bahsetmeden geçilemez. Bu eserler arasında en mühimi K itâb-i Ahm ed ile M asölik al-muhsinin ’dır. X IX . asrın Iran edebiyatı içîn pek büyük ehemmiyeti hâiz vak’alarından biri matbaanın girişi ( ilk matbaa Tebriz'de 18 16 / 18 17 'de kurulmuştur) olmuş­ tu r; bu, neşriyatın doğmasına da imkân verdi. İlk gazeteler sâdece saray çevrelerine tahsis



edilmiştir; ilk büyük gazete ancak . 1 8 5 1 'de çıktı. Ana-yasa ( maşrnta ) ve bilhassa mec­ lisin açılmasından sonraki mücâdeleler esna­ sında, gazetecilik büyük bir hamle yaptı. Bu mücâdele XIX. asır müelliflerinin faaliyeti İle hazırlanmış olan edebî inkılâbın ilerilemesînî hızlandırdı. Bu mücâdele, ona iştirak eden­ lerden yep-yeni şartlar İstiyordu. A rtık edebi­ yat sâdece aristokrasinin malı olarak kalamaz­ d ı; mâkul ve açık bir şekilde, daha geniş küt­ lelere hitap etmeli idi. Bu yıllarda ( 1906— 1909 ) pek husûsî bir hamle yapan hiciv şiiri eski an'anelerden kurtuluyor; anlaşılması güç olan eski çapraşık edebî dil yerine sokak ve pazar^dilini kullanıyor, taşlaşmış klâsik şekiller yerine so­ kak şarkılarını ( t aş nî f ) taklide çalışıyor. Halk dili hattâ nesre bile giriyor. Büyük tefrika üstâdı ‘A l î A k b a r D i h h u d a ( D ah av), in­ kılâpçı Ş n r-i İ s r a fil gazetesini süsleyen, nükte ve mizah dolu Ç a r a n d - p a r a n d ' lerini ve­ riyor. Bu üslûp, sonraki müellifler tarafından da kabûf edildi ve te’sirini son yılların en iyi iki hiciv eseri olan A ğ â S a ' i d M u h a m m e d ‘A l i C a m â 1-z â d a (19 2 2 'de çıktı)'nin Yaki bUd ga kı na-büd „bir varmış bir yokmuş“ adlı eşsiz hikâye mecmûası ve M u h a m m e d M a s‘üd ( M. D i h â t i ) ’un son kısmı 19 3 4 'te bası­ lan A ş r a f-i mahlükat adlı eseri üzerinde gösterdi. Eski zevk ile mücâdele etmek için klâsik edebiyatta mevcut olmayan temâşâ nev’i de kul­ lanılmağa başlandı. Eski Iran 'da sâdece halk farsları „seyyar insanlar“ , dinî temâşâ eserleri (;ta1ziya [ b. bk.] yahut 'aza) biliniyordu ; Avrupâî şekle göre vücûda getirilen komedi, ilk defa, azerbaycanlı edîp F a t H ‘A l i A h u n d - z â d a 'nin meşhur eserlerinin farsçaya tercümesi ile gir­ di ; bunlar farsçaya M i r z a C a 'f a r K a r a c a d S ğ i tarafından tercüme edildi. Bu komediler, şüphesiz, İran’da farmasonluğun ( farSm Sş-hâ­ na ) kurucusu meşhûr politikacı M i r z a M a 1k u m H & n 'm orijinal komedilerine örnek ol­ muştur. Tiyatro, bir taraftan âzerî edebiyatının te’sirinde kalırken, diğer taraftan türk tiyatro edebiyatı ile aşinalık, Molière ’in komedilerinin adaptasyonunu mümkün kılıyordu; bunlar ara­ sında Z o ra ki iabîp, M erdüm giriz ve Tartuf'ü. saymak lâzımdır. Bununla beraber, İran ’da bir sahnenin mevcut olmaması dram nev’inin son­ raki gelişmesini muvakkaten imkânsız bırakmış­ tır. Ancak bu son senelerde İran’ da trajediler neşredildi ; bunlar arasında : S a y y İ d A b d a UR a h i m H a l h a l i ’nin Dâstân-i hanin ( 1926 ) 'i ; S a i d N a f i s i 'nin  h irin gadg ö r■i N â d ir Ş â h '1 ; Ş â d i k H i d â y a t ' i n P a rvin ( 19 31 ) 'i gibi tarihî eserler zikre değer. X X . asrm ilk on yılındaki hiciv hareketi ma*



t agaı H â c c ı Z a y n a l - * A b i d i n (ölm. 1 9 1 0 ) 'in Siyâhat-nSm a-i İbrahim B eg adlı ıtk satirik romanının meydana çıkmasına sebep oldu. Mübâlegalı da olsa, İlâhî ko m edi’nin plânına göre, üç bölüme ayrılmış olan bu roman eski İran 'm kusurlarının karakteristiği olmak­ la berâber, çok rağbet gördü ; bugüne kadar da değerini muhafaza etti. B u g ü n k ü İ r a n e d e b i y a t ı n a toplu bir bakışı noksan bırakmamak için, en meşhâr eser­ lerin bâzılarınt saymak icap eder. Son yıllar edebiyatının umûmî hatlarını, tam olarak, çizmek oldukça güçtür. Birinci dünya harbini tâkîp eden devir ile bu harbîn İran’da sebep olduğu karı­ şıklıklar edebiyata muhakkak te’sir edecekti. Bununla berâber, İran edebiyatının ve bilhassa İran nazmının klâsik edebiyatın 1000 yıllık an'aneierİnden kurtulması o kadar kolay değil idi. Bu an’anelere karşı mücâdele bilhassa iki hâdise ile belirmektedir : bir yandan nesir bu hareketi idâreye ve böylece eski nisbetler dü­ zenine müdâhaleye, diğer taraftan nazım gerek muhteva, gerek şekil bakımından eski çerçeve­ leri kırmağa çalışıyor. Bu işlerin en gücü İkin­ cisidir; zira yenilerin giriştikleri teşebbüsün, klâsik nazmm mükemmelliği yanında, sırf bir mektep temrini gibi görünmemesi için, on­ ların büyük bir hüner ve kabiliyet göster­ meleri gerekiyordu. Bu sebepten, modern Iran şâirlerinin en büyükleri, fikir bakımından, eski örneklerden son derece uzaklaştıkları zaman bile, an'anevî şekillere sıkı-sıkıya bağlı kal­ mışlardır. Nitekim modern şâirlerin en büyüğü olan S a y y i d M u h a m m e d A d i b - i P ı ş â v a r i (ölm. 19 31 ) 'yi tekniklerine mükemmel bîr şekilde sâiıip olduğu klâsik şâirlerden, şe­ kil bakımından, ayırmak güçtür. Fakat, muhtevâ bakımından, İngiltere 'ye karşı ateşli bîr kin ifâde eden ve cihan harbinin hâtıralarını canlandıran şiirleri İran için yep-yeni bir şeydir. Aynı mütâiea meşhur şâir M a l i k a l - ş u ' a r â B a h â r için de yürütülebilir; onun büyük kasidelerinin, hemen hepsinin, üslûpları eski, mevzûları siyâsîdir. Buna karşılık, A b u 'I-K âs im ‘ Â r ı f K a z v i n i (doğm. 1879/1880 senesine doğru) eski an’aneyi kırıp atmış­ tır. Klâsik şekillerden ğazal 'i tercih etmiş­ tir; fakat şöhretini daha çok taşn if ’lerîne borçludur ki, bunların bâzıları İran ihtilâlindeki mücâde'elerde muazzam bir rol oynamıştır. I r a c M i r z a { ölm. 1926 ) ’nm Iran kadınının serbestîsi için mücâdeleyi başlıca mevzû olarak alan manzumeleri çok meşhurdur. Ne yazık ki, eserlerinde, ekserıyâ, emellerinin yüksek gayesi ile uzlaşması cidden güç olan bir müstehcen­ lik göze çarpar. Genç şâirlerin en başında, tatlı lirizminde Avrupa nazmının açıkça te'siri görü­



len R a ş i d Y â s i m i ( doğm. 1897 ye doğru ) 'yi zikretmek lâzımdır. Yâsimi, edebiyat tarihçisi sıfatı ile de, değerli eserler verdi. N i m i yeni şekiller yaratmağa çalışıyor. Mctİıbas („hapis­ hane“ ) 'inde, Iran köylüsünün fecî hâlini, gâyet manalı bir şekilde, tasvir etmeğe muvaffak ol­ muştur. Avrupalı okuyucunun bir az fazla hissî bulacağı ikî küçük mesnevinin müellifi N i%â m V a f S da zikre değer. İran’ın en iyi edebî mecmualarından A rm ağan 'm yazı işleri mü­ dürü V a h i d D a ş t g i r d i 'nin Sarguzaşt-i A r d a fir 'i de şâyân-i dikkattir, İran 'm kadın şâirleri de vardır. Şâir P a r v i a 'in bir az sâde ve saf mısrâlarma bakıp, kadınlar arasında da yeni başarılar umabiliriz. İran nazmının inkılâpçı cereyanlarını, îd eâ l-i pirm ard-i dihkân adlı mesnevisi ile şöhret kazanan M i r - z â d a ‘ İ ş k ı ( * 9 2 5 'te öldü­ rülmüştür) ile büyük bir ustalık sayesinde es­ ki an’anelerden kurtulmağa ve inkılâpçı manzûmelerine son derece te’sirii san’atkârane bir şekil vermeğe muvaffak olan K 5 s i m L 3 h 5 t i ( doğm. 1887 ) temsil etmektedirler. Son senelerin İran nazmı, kendine yeni bir yol araştırmaktadır. Hâlbuki nesir daha şim­ diden değerii eserler verebilmektedir. Harbî hemen tâkip eden yıllar İran 'a ilk tarihî ro­ man nev’ini getirdi; ‘ Işk u Salianat 19 19 'd a basılmıştır. Ş a y h M ü s â H a m a z â n i ' n i n kaleminden çıkan bu eserin başlıca kahrama­ nı Abamenî hükümdarı Kayhusrav 'dir. A ğ a M i r z a H a ş a n H â n B a d i ' Firdavsi 'nin Şâh-nâma 'sindeki Bijan ile Manija 'nin macera­ sından büyük bir roman mevzûu çıkardı. Ş a n ' at i - z â d a K i r m a n ı de Mazdak hikâyesinden faydalandığı gibi, M Sni ’nin hayatından da ayrıca bir roman mevzûu meydana getirdi ( 1927 'de basılmıştır). Bu tarihî romanların en meşhûru Muhammed B i k i r - M i r z i H usravi 'nin Xtlt. asırda F a r s ’ın moğul hâkimiyeti abındaki vaziyetini tasvir eden jŞams a tuğra ( 19 0 9 'da yazıld ı) adlı üç kısımlık ro­ manıdır. K a m â i i 'nin L â z îk â ( 1 9 3 1 ) 'sı milliyetçi bir eserdir. Tarihî romanların, iranlı okuyucuya vatanının kaybolan büyüklüğünü ha­ tırlatmak ve millî gururu uyandırmak gayesini gütmelerine karşılık, modern romanlar bugün­ kü vaziyeti tenkit etmektedirler. Iran kadını­ nın müşkül vaziyeti ‘ A b b â s H a l i l i 'nin Ruzgâr-i siyah ( 2. tab., 1925 ) 'ında anlatılır. Aynı müellifin neşrettiği bir seri küçük ro­ man ve hikâyeler arasında intikam, İnsan ve A srar-i şab 'i sayılabilir. M u s t a f â M u ş f i (j K i z i m i Tihrân-î m ak Sf (2. tab., 1924) iş­ çi sınıfının müdhiş sefaletini ve 19 21 inkılâ­ bından önceki Iran İdarecilerinin câniyâne fa­ aliyetlerini tasvir eder. A ynı müellif bir kaç



İRAN — İRATEN . küçük roman da neşretti. A h m e d-' A İ i» H â n H u d â d â d a , Rüz-i siyâh-i kâr g a f ( 1927 ) 'de köylünün ıztıraplarını tasvir etti. Şan'ati-zâda ’nin daha önce bahsi geçen Macma'-î dîvânagân (1 925 ) adlı romanı ütopik bir eserdir. 1934’te neşrettiği Rızsiom dar karn-t b h t uduvvum adlı hayâlı romanında eski şövalyelik idealinin kifayetsizliğini göstermeğe çalışır. Ancak büyük eserleri zikredebildiğimiz bu kısa tetkik, modern İran nesrinin, şiirinden çok daha geniş bir şekilde inkişâf ettiğini göster­ mektedir. Muasır edebiyatın yenmek zorunda kaldığı güçlükleri nazar-i dikkate alırsak, müs­ takbel yılların İran edebiyatında yeni bir hamle yaratacağından ve eski İra n ’ın dünya edebiyatında mevki alan eserleri yanında yer alabilecek edebî mahsûller verebileceğinden şüphe edilemez. B i b l i y o g r a f y a : Burada sâdece umû­ mî cereyânları toplu olarak gösteren eserler zikredilecektir; zîra muhtelif müelliflere tahsis edilen monografilerin tam olarak verilmesi mümkün değildir. E . G. Brovvtıe, A Literary H istory a f P e r s ia : I. From the earliest T i­ mes until Firdatusî, II. From F ird a vsi ta S a 'd î (London, 1906—19 0 8 ); ayn. mil., A H istory o f P ersian Literatüre under Tartar Dominion ( A . D. 1265—1502), Cambridge, 19 20 ; tashihli fars. trc. ‘A . A şğar Hikmat, A z S a 'd î ta Câm î { Tahran, h. ş. 1 3 2 8) ; ayn. mil., A H istory o f P ersian Literatüre in Modern Times { A . D. 1500—1924), Cam­ bridge, 19 24; fars. trc. R. Vâsim i, Târih adabiyât-i İr a n az âğaz 'ah d-i Ş a fa v iy a ta aşr-i hâzir (Tahran, h. ş. 1 31 6; şimdiye ka­ dar yazılan en iyi ve tam eser) ; ayn. mil., The Press an dP oetry o f Modern Persia (Cambrid­ ge, 1 9 14 ) ; H. Ethe, Neupersische Lîtteraiur ( G İP h ., II, 2 12 —368; pek umûmî olmakla be­ raber, menbâ ve müracaat kitaplarını göster­ mesi bakımından mühimdir ) ; P. Horn, Ge­ schichte der persisehen Litteratur ( Leipzig, J9 0 1); A . E. Krimski, İran edebiyatının ve der­ vişlerin dînî felsefesin in tarihi ( Moskova, 19 16 ), I; (taş-basm ., 1909), II ( 19 14 —1917» rusça), III; I. Pizzi, Storia della poesia p ersiana ( Torino, 1894, 2 c ild ) ; R. Levy, P er­ sian Literatüre, an Introdnction (London, 1 9 2 3 ) ; Rizâ Çüli-Hân, Macma' al-fuşahâ’ (Tahran, 1295 ) ; ayn. mil., R iy ü i c i-a r ifin ( Tahran, 1303, fevkalâde değerli iki büyük eser ) ; Şibli Nu'mâni, Ş i'r al-'acam (Lâhur, 1924, Urdu dilinde) I—V ; fars. trc. Muhammed Taki, Ş i r al-'acam y â târîh-i şu arâ ’ va adabiyât-i İr a n (Tahran, h. ş. 13 16 — 1 327)j 1) II; Badi1 al-Zaman Bişröya-i yorâsâni, Sııhan ü suhanvarân (Tahran, h .ş. 1316



— 13 18 ) , I—II ; K, Çaykin, Muasır İran ede­ biyatına mücmel bir bakış ( Moskova, 1928; rusça ) ; E. Berthels, İran edebiyatına toplu ba­ kış ( Leningrad, 1928 ; rusça ) ; ayn. mil.; XX. asırda İran edebiyatında tarihî roman ( Le­ ningrad, 1 932 ; rusca ) ; ayn. mil., İran tiyatrosu ( Leningrad, 1924 ; rusça ) ; A . E. Krimski, İran tiyatrosa, menşe’leri ve inkişâfı (Kiev, 1925 ; Ukrayna dilinde ). [ C. A . Storey, Persian Li­ teratüre. A bio-bibliographical Survey ( Lon­ don, 1927— 1939, section 1—II; bu çok mühim eser, yalnız Kur’an ’a müteallik eserler ile ta­ rihleri ıhtivâ e d e r); Malik al-Şu'arâ’ Bahar, Sûbk-şinâsÎyâ târih-i taiavvur-inaşr-ijürisi (Tahran, t.s., çok yeni malûmat ve görüşleri ihtivâ etmekle berâber, nisbetsiz bir eserdir ), 1— III; M. Saba, Bibliographie française de l’Iran, bibl. méthodique et raisonnêe des ouv­ rages français parus depuis 1560 jusqu’à nos jours ( Paris, 1936 ) ; Şibli Nu'mâni, Adabiyât-i maniûm-i Iran ( fars. trc. Muhammed Taki ; Tahran, h. ş. 1 3 1 4 ) ; Raşid Yâsimi, Adabİyât-i mu’ âşir (Tahran, h.ş. 1 3 1 6 ) ; M. İshak, Suhanvarân-i İran dar ‘aşr-i hâzir (Dehli, 1933— 1937 ), I—II ; H . Massé, Anthologie persane ( X I«—X IX e siècles), Paris, 1950). ( E . B e r t h e l s .)



[ III. kısım Ahmed A teş tarafından tâdil ve ikmâl edilmiştir]. İ R A T E N . berberî A î T İRATEN (krş. A İT ), arapçası B a n ! RATEN, b ü y ü k k a b î l i y e k a ­ b i l e s i d i r . İşgâl ettiği topraklar, şimalde —• Sebau, garpta — onu Banû Yenni 'den ayıran Vadi A ysi, şarkta — A yt Frausen ve cenûpta A y t— Yahya bölgesi ile hudûtlanmıştır. Burası, 900—îooo m. irtifâm ı bulan ârızah bir mıntaka olup, zeytin ve incirden başka bâzı mahsûller de yetiştirmektedir. A hâli bir çok köylerde toplanmıştır. Bunların belli-başlıları 'Adeni, Taurirt Amokrân, Usammör ve Agemun’dur. Btni Raten, bugün muhtelit Fort National cemâatine bağlı tek bir duvar cemâa­ tinden ibâret olup, nüfusu 9781 kişidir (k rş. sonda DAVAR). A yt İratenlerin tarihi hakkında elimizde pek az mâlûmat vardır. İbn Haldun ( Htst. des B er­ bères, trc. de Siane, I, 256 ), „Bicâya ile Tedellys arasındaki dağlarda" oturduklarını zikredi­ yor. Bunlar, fî'len müstakil olmakla berâber, ismen Bicâya vâlisine tâbî ve haraca bağlı kabileler arasında yer almakta idiler. Marini al-Hasan Tn, İfrikiya 'de sefere giriştiği esnada, A yt îraten reislerinin çıktığı 'Abd al-Şamad ailesinden Şamsi adında bir kadına tâbi idiler. Bütün türk idâresi zamanında, A y t !raten dağlarına sığınıp, istiklâllerini muhâfaza ettiler. A y t îraten, Akerma, Usammör, A uggaşa ve



t°s +



(R A TEN -



Umala gibi beş arş ihtiva eden kabilîlerin en kudretli birleşmelerinden birini teşkil etmekte ve 28oo muharip çıkarabilmekte idi. Bu istiklâlî, fransızlarm mareşali Randon 'un ilk defa kabili dağlık bölgesine ( Cabat Carcura ; krş. C E Z A Y İ R ) n u f û z ettikleri 1 8 5 7 yılma kadar devam etti. A yt İratenler, kendi bölgelerine düşmanların yürüyüşünü önlemek için, rehînelör verip, haraç Ödemek yolunu tuttular. Buna rağ­ men, memleket fransız idaresine karşı bir en­ trika yuvası olmaktan geri kalmadı ; öyle ki, -Randon 1857 'de memleketi, kat'i olarak, hük­ mü altına aldı. Tizî-Uzu 'dan 24 mayısta hare­ ket eden fransız kuvvetleri, bir-biri ardından bütün kabili köylerini zaptetti ve 29 mayısta A yt İratenler ile müttefiklerini Sük al-Arb’â yaylasında mahvetti. A y t İratenler 26 mayısta teslim olmak teklifinde bulundular. Randon, onları hükmü altında tutmak için, memleketin tam orta yerinde bugün Fort National adını alan ve „Kabîliye 'nin gözüne batırılmış bir diken" sayılan, Fort Napoléon 'u inşa ettirme­ ğe başladı. On dört sene Bani Raten sâkin k ald ı; fakat, 1 8 7 1 'de tekrar silâha sarılıp, Fort National 'in muhâsarasına iştirak ettilerse de, âsîler kaleyi ele geçiremediler. B i b l i y o g r a f y a : Boulif a ( Said ), Le Kanoun d ’A d 'ni, Recueil de Mémoires et de Textes publié en l'honneur du X IV e Cong­ rès international des Orientalistes ( Algier, 19 0 5 ) ; Carrette, Etude sur la K abylie ( E x ­ ploration scientifique de l'A lg érie, Scien­ ces historiques et géographiques, Paris, 1848, II, 287 ) ; E. Carrey, Récits de Kabylie, Campagne de 1857 ( A lgier, 1858 ) ; Clerc, Campagne de K abylie ( Paris, 1857 ) ; Devaux, Les K abaïles d a D jerd jera ( Marseille, 1839 ) ; Randon ( Maréchal ), Opérations militaires en Kabylie, Rapport au ministre de la gerre ( Paris, 1854 ) ; Hanoteau, Poésies populai­ res de la K abylie du Ju r ju r a ( Paris, 1867), s. 12 3— 14 7 ; Hanoteau ve Letournaux, L a K abylie et les coutumes kabyles ( Paris, 1872, 3 cild ), I, 2 3 8 —2 4 1; Lk. bir de mad. K A B ÎL İ Y E , bibliyografya. ( G . Y V E R .) İR B İD . Yahut A rb a d ( daha eski olan A rbe! kelimesinin değişmiş şeklidir), „Güver­ cin boğazı" denilen yerden geçip, Tabariya'ye giden yoldaki bir tepenin Üzerinde ve bugün bir harâbeden ibâret olan e s k i A r b e l a ş e h r i n i n a d ı d ı r . Harabeler arasında bir havranın kalıntıları çok dikkate değer ( bk. Kohl ve Wattzinger, Synagogenruinen in Galilea, s. 59 v.dd.). Civardaki kayalıklarda bulunan şâyân-i dikkat mağaraların muahhar yahudi tari­ hinde mühim rolleri olmuştur. Rivayete göre, Müsâ 'nin annesi İle Ya'ljüb 'un dört oğlu Dan,



İRBİL. Y asâkir, Zebulon ve Gad 'ın mezarı bu ma­ ğaralardadır. Yine eski bir A rbela olan bir başka İrbidArbad da, Baysan'dan 12 fersah mesafede bu­ lunan al-Baikâ’ [ b. bk.) bölgesinde kâindir. Ha­ life Yazid II. burada ölmüştür. B i b l i y o g r a f y a : Thomsen, Loca sancta, s. 2 4 ; Buhl, Geogr. des alten Palästina, s. 219, 256; Dalman, Palästina Jahrbuch (1912), s. 56; YS^üt, M ucam al-buldän, I, 1 8 4 ; G. le Strange, Palestine ander the Mos­ lems, s. 45 7; R. Hartmann, D ie geogr. N a c h r.... in fjfalil a z - Ş a h i r i s. 7 4 ; Tabarl ( nşr. de G o eje ), II, 14 6 3; Schiatter, Zeitschr. d. Deutsch. P a l. Vereins, X IX , 222 v.d., X X V III, 22 v.dd.; XXIX, 99. ( F r . B u h l .) İR B İL . M e z a p o t a m y a ’d a v e S u r i y e ' de m u h t e l i f y e r l e r i n a d ı d ı r ; 1. Irak d e v le tin in Musul bölge­ s i n d e b i r ş e h i r . Musul 'un takriben 80 km. cenûb-i şarkîsinde, Altın-Köprü [b . bk.]'den 12 fersah şimalde, 36° 1 1 ' şimal arzı ile, 420 2' şark tülü arasında ( Greenw.) kâindir. îrbil (Erbü, halk dilinde A r b ıl)ç iv i yazısı ile yazılmış bâbîi-âsûr kitabelerindeki Arba-ilu ve eski Iran kitabelerindeki Arbira 'dır. Daha IX. ( m. Ö.) asra âit âsur vesikalarında adına rastlanılan bu şehir, eski çağlarda, husûsî bir siyâsî roi oy­ nam ıştır; asıl ehemmiyeti, daha ziyâde, Keyâoiyân sülâlesinden önceki devirde, ilâhe İştar'ıu pek mârûf mabedinin bulunduğu yer olmasından ileri geliyordu. Arbailu eski suriye 'nin Delphi 'si makamında idi ; bundan baş­ ka, kervan yollarının kavşak noktası olmak ba­ kımından da, büyük bir ehemmiyeti hâiz idi. Arbailu, Asuriye 'nin meşhur şehirleri arasında, asırlar boyunca, günümüze kadar, mevcudiyeti­ ni ve adını muhafaza etmiş tek şehir olmasını, doğrudan-doğruya, tnuvâsala yollarının merkezi olmasına borçludur. Küçük ve büyük Zâb nehirlerinden hemen ayuı uzaklıkta bulunan İrbil, ötedenberi, şimal­ den cenuba doğru, mezkûr nehirler ile hudûtianmış olan memleketin merkezini teşkil etmiştir. Eski çağda, bu memlekete, hükümet merkezine izafetle, A rbeliiis, Zâb nehirlerine İzâfetle de Adiabene ( süryânîlerin Hedayab 'ı ) adı veril­ mekte idi. Filhakika bu, arap coğrafyacıları­ nın „İrbil üıkesi ( ar i )“ 'ne tekabül etmekte idi. Nînova'nin sukutundan beri, Arbela, asıl  su riye’nin biricik mârûf şehri olduğa için, sonraları, Dİadok '1ar devrinden itibâren, A rbelitis ismi bizzat Asuriye 'ye şâmil oldu. Sonraları bunun yerine Adiabene ismi kaim oldu, II. asrın ( m. ö.) ikinci yarısında, bu ül­ kede, Partlarm hâkimiyeti zamanında, umu­ miyetle istiklâlini muhafazaya muvaffak olan



İRBİL. küçük bir kıralhk teşekkül ettî. Sâsânîler za­ syriac., nşr. Bedjan, s. 466 v.dd. ve Weil, manında, İrbil, vakit-vakit, büyük btr muhtari­ Gesch. der Chalifen, III, 468 ). Çok geçmeden, yet kazanan valilerin makarrı oldu. Bunlar­ i moğullar İrbİl 'in kapılarına dayandılar, 628 dan, İrbil civarında Melki kalesinde oturan ( 1 2 3 0 ) yılından itibaren, akıtılan esnasında, Kardağ, bıristiyanlığı kabûl ettiği için, 358 şehrin dış mahallelerine kadar sokuldular (bk. senesinde, Şapur II. zamanında, işkence ile öl­ İbn a l-A şir, nşr. Tornberg, XII, 3 2 8 ) ; 633 dürüldü( 1 2 3 5 ) 'te şehrin sokaklarında yağmaya ko­ İslâmiyet devrinde, İrbil ancak son Abbâsî- yuldular (bk. Barhebraeus, Târih muhta­ ler zamanında görünür. T a b an 'n in büyük ta­ sar, Beyrut tab., s. 436, 9). Ertesi seııe rihî eserinde, bu şehrin bir defâ bile adı geç­ ( 6 3 4 = 1 2 3 6 ) tekrar gözüktüler; aşağı şehri mez. Eski arap coğrafyacıları arasında yal­ yaktılar ve cessurca mukavemet eden kaleyi nız Hurdâzbeh (IX , a sır) ve Çudama (X . sardılar; 45 gün sonra, moğullar muazzam a sır) bu şehirden, İrak-i A ra b 'ın taksimatı bir para mukabilinde, çekildiler { bk. Barhebdolayısı ile, Hulvân eyâletine bağlı bir nahi­ raens, T ârik muhtasar, s. 437, ız v.dd. ve yenin ( Tassüc ) merkezi olarak bahsetmekte­ Wüstenfeld, A bh. der GSlting. Ges. IVissendirler (k rş. B ibi, geogr. arab., nşr, de Goefe, sck., 18 8 1, XXVIII, 12 0 ; sonra d'Ohsson, H is­ VI, 6, 3 î 235, 2 )- Daha sonraları, İrbil bilhas­ toire des Mongols, III, 69, 7 1 ,7 3 ) . 656 (12 5 8 ) sa Musul eyâletine merbut sayıldı. 563 ( 116 7) yılında, Huiagu Bagdad üzerine yürüdüğü senesinde Zayn al-Din 'A li Küçük b. Beg-Tİgİn, zaman, kumandanlarından birini de İrbil ’e küçük bir devlet kurdu; İrb il’i payitaht ittihaz gönderdi. Kaleyi kürtler, bir seneden fazla etti. Beg Tiginliler [ b. bk.] kürt hanedanının bir zaman, bütün hücümlara karşı, büyük en meşhûr hükümdarı Salâh al-Din ün kayın­ bir sebatla müdâfaa ettiler. Nihayet musullu biraderi olan Muzaffar al-Din K ök-B öri’dır. İr­ Badr al-Din Lu'lu’ ’un yardımı ile, moğullar bil, bu hükümdarın saltanatı zamanında, bü­ ığrunda şiddetle savaşılan bu kaleye hâkim tün orta çağ boyunca, büyük bir refaha ka­ oldular (bk. Raşîd al-Din, Hist, des Mon­ vuştu. Kök-Böri 586 ( 1 1 9 0 ) senesinde karde­ gols de la Perse, nşr. Quatremere, 1836, I, şinden devir aldığı devleti ziyâdesi ile geniş­ 314 v.dd.; Barhebraeus, Chron. syriac., s. letti; civardaki küçük emaretleri itaat altına 506, 3 v .d d .; Barhebraeus, T ârik muhtasar, s. aldı ve Kerkük ile birlikte, Şahrizör bölgesini 472 ve Weil, Gesch. der Chalifen, IV, 9 ; de memlekete ilhak etti. O zaman İrbil bir çok d'Ohsson, ayn. esr., III, 256 v.d.). Bundan sonra, İrbil, bîr çok defâ, harplere, yabancının da gelip-yerleştiği mühim bir şehir oldu. Kök-Böri,her yıl çok uzaklardan ziyaret­ akmlara ve civardaki kürt ve arap kabileleri­ çilerin akın ettikleri mutantan şenlikler yaptırı­ nin hücum ve yağmalarına mârûz kaldı. Şehir, yordu. Bu şenlikler bilhassa mevlid kandilinde N âdİrşâh'm 1 7 4 3 'te Osmanltlara karşı girişti­ büyük merasim ile yapılır, aynı zamanda mühim ği sefer esnasında, son şiddet ve tazyik dev­ bir panayır da kurulurdu (bk. İbn Hallikân, resini yaşadı. 60 günlük bir kuşatmadan sonra, nşr. Wüstenfeld, V I, 66 ). Kale dağının eteğin­ İran şâhı muzaffer olarak şehre girebildi. XIX. asrın ilk yarısının sonlarına kadar, İr­ de kâin aşağı İrbil ’i de bu hükümdar kurdurmuştur. Orada, aynı zamanda, kendi ismine bil Bagdad valiliğine bağlı kaldı ve bu ülke­ izafetle Madrasa al-Muzaffariya adı verilen med­ nin en mühim askerî bölgelerinden biri olarak, reseyi kurdurdu ki, orada bir çok âlimler arasın­ kuvvetli bir yeniçeri k ıt’ası ile, takviye edildi. da meşhur arap müverrihi İbn Hallikân ( 6 08= Musul vilâyetinin B agdad'dan ayrılması sıra ­ 1 2 1 1 ’de İrbil'de doğmuştur ) 'ın babası ders sında, İrbil Musul ’a verildi. okutmuştur. Kök-Böri İrbil 'de, süitler için bir Adiabene ülkesi ile civar bölgelerin h ı r i s de zâviye ( ribâf ) inşâ ettirmiştir. t i y a n 1 a ş 1 1 r 11 m a s 1 bilhassa İrb il’den baş­ Kök-Böri, 630 ( 1 1 3 2 ) senesinde, evlât bırak­ lar. Burası, çok eskiden, bir piskoposluk ma­ madan, öldüğü zaman, hükümdarlığı halife al- k am olmuş idi. Rûhânî dâire, önceleri, iki Zâb Mustanşir ’e terketti. Halifenin zaafa uğramış suya arasındaki bölgeyi içine almakta idi. Bu bulunan dünyevî kudreti, bu suretle, yeniden art­ sebepten, Suriyeliler buraya Hedayab ruhanî tı. Halife, önceleri, bu mirası ele geçirmek için, dâiresi yahut da, iki resmî makarra izafet ile, silâha sarılmak mecburiyetinde k ald ı; çünkü Arbel veya Hazza ( Arbel civarında bîr k ö y ) İrbil ahâlisi Abbasî halifesini hükümdar olarak adını vermişlerdi. V . asrın başlarında İrbil, asıl tanımak istemiyordu, al Mustanşir 'in gönder­ A su riye’nin baştan-başa tâbî olduğu, bîr baş­ diği kumandan İkbâl al-Şarabi, bir muhasara­ piskoposluk oldu. Ancak daha sonralarıdır ki, dan sonra, mukavemet eden bu şehri işgale mu­ Ninova ( M usul) yakut  su r piskoposluğu, vaffak oldu ( bk. İbn al-Tiktakâ, al-Fahrt, nşr. müstakil bir rûhânî dâire teşkil ederek, on­ Ahivvardt, s. 37, 380, 12; Barhebraeus, Chron. dan ayrıldı ( isiâmiyetten önceki Snriye 'nîn



1056



Ir



kilise tarihi için bk. İhtîmâi İrbi! rûhânı dâi­ resine mensûp bir papazın te’lif ettiği ve A. Mingana ’nin Sources syriaques, Leipzig, 1908, i'd e neşrettiği ve Sachau'm Abh. der B eri. A kad. d. Wtssensch., 19 15, nr. 6 'da üze­ rinde işlediği vekayinâme ). Bu vekayinâme, bilhassa m. s. 100 ile 540 ( 5 5 1 ?) seneleri ara­ sındaki devrede piskoposların ve din kurbanla­ rının tarihine aittir. Bk. bir de Labourt, Le christianisme dans l ’empire Perse ( 1904 \ tür, ye r; bk. bir de fihrist, s. 356. 1268 senesinde, nestûrî Katholikos makarrını B ag d ad 'dan İrbil 'e, 12 7 1 senesinden itibaren de, oradan Azerbaycan 'daki Uşnü ’ya nakletti. Çünkü hıristiyanlar, ismâilîlerİn hîle ve desîseleri neticesinde, müslümanların gözünde şüp­ heli vaziyete düştüler ve onların devamlı ha­ karetlerine mâruz kaldılar (b k . Barhebraeus, Chronic. ecclesiast., nşr. Abbeloos ve Lamy, II, 4 3 9 i ayn. mil. Ckron. syriae., s. 525, 10 v.dd., 526, 21 v.dd.; d'Ohsson, ayn. esr., III, 469 v.d.). Hulagu'nun halefleri, bilhassa Gazan [ b. bk.] ve Ulcaytu zamanlarında, îrbil Hıristi­ yanlarının vaziyeti pek fecî idi. Kürtler ve araplar sık-stk üzerlerine saldırıp, mallarını yağma ediyor, ellerine geçirdiklerini Öldürüyor­ lardı ; önceleri, bilhassa 1274 ve 1285 yılların­ da ( bk. Barhebraeus, Chronic syriae., 528 v.d,, 557, s v.dd.) bugün Mar Behnam manas­ tırında mevcut olan XV. asra âit bir âsurî kitabesinden öğrendiğimize göre, İlhan Baydu 1295 'te, İrbil bölgesini baştan-başa yağma ve tahrip etmiştir ( bk. H. Pognon, Inscript, sémit., Paris, 1907, nr. 76, s. 135 ). 1296'da, hükümdarın emri İle, şehrin bütün hırlstiyan kiliseleri yıktırılmıştır ( Barhebraeus, ayn. esr., s. 596, ıs v.dd. ve Hist. de M ar Jabalaha, nşr. Bedjan, 1895, s. 1 1 3 ) ; 12 9 7 'de kürtler şehrin yukarı kısmına sığınan hıristiyanları aylarca muhasara altında tutmuşlardır ( bk. Hist. de M. Jabalah a, s, 1 2 1 — 1 3 1 ) . 13 10 'd a , Ulcaytu zamanında, hıristiyanlar, kaleyi muha­ sara eden kurt, arap ve moğullara karşı, kendi­ lerini üç ay müdâfaa ettikten sonra, nîhâyet mağlûp oldular ve orada tamamen imhâ edildi­ ler. İrbil 'in geçirdiği günlerin etraflı bir hikâ­ yesine sâhip bulunuyoruz ; bunu, o zamanki Katholikos Jabalaha III. ( bk. H ist, de M. J a ­ balaha, s. 154—201 ) 'nin hâl tercümeclİerinden öğreniyoruz. Bu devirden itibaren, îrbi! bir Hıris­ tiyan merkezi olmaktan çıktı. Şehrin inhitatı da bu devirden başlar. Bugün kışla olarak kullanılan bir binânın duvarlarındaki bîr kaç süryânî kitabesi, eski hıristiyan ahâlinin hâtı­ rasını taşımaktadır (b k . Cuinet, ayn. esr., s. 857 ). Bugün, İrbil 'de hiç bir hıristiyan âiiesi devamlı sûrette oturmamaktadır ; buna muka-



b İl .



bîl, İrbil 'in pek yakınındaki Aynkavvo köyünde ( Aynkeba, Ankawa, Aakowa, olarak da yazı­ lır ; şüphesiz, Hist. de M. Jabalaha, s. 1 9 2 'de kaydedilen Ambaka ve ihtimâl Barhebraeus 'un Chron. syriae., s. 557, ıı 'de kaydettiği Amkâbaz olacaktır) münhasıran bu hıristiyan âiieleri ( bunlar keldânî denilen birleşmiş nestûrîlerdir) ikamet etmektedir. Orta çağda, hırıstiyanların yanı sıra, şehrin nüfus bakımından en kuvvetli unsurunu k ü r t l e r teşkil etmekte idi. İrbil'd e ve onun civarında, XI. asırdan itibâren, bilhassa Hazabâni ve Hakamiya kürtleri yerleşmiş bulunuyorlardı { bunlar için bk. Ritter, Erdkunde, IX, 620 ; Quatremère, Notices et extraits des manus­ crits, XIII, 30 1, not 1, 309—313 , ( 74 9 =134 8 'de ölen al-‘Um ari'nin coğrafî-tarihî eserinden ik­ tibaslar ; G . Hoffmann, Syrisch e Akten p er­ sisch. M ärtyrer, 18 8 1, s. 236, 272). İrbil top. raklarında bir çok kaleleri bulunan bu kürt aşiretlerinin reisleri, şehre sâhip olmak için, birbirleri ile sık-sık savaşıyorlardı- İbn Hal­ dun’un ve Badr al-Din ’A yn i'n in tarihî eser­ leri XI. asrın ortalarına doğru vukû bulan bu mahallî savaşlardan bahsetmektedir ( bk. Tiesenhausen, Mémoires présentées à VAcad, impér. des Sciences de St. Pêtersbourg, 1859, VIII, 14 1, 160 v.d.) İrbil'in nüfusuna gelince, Cuinet ( 1 8 9 2 ) 'ye göre, 497 'si gayr-İ müslim ( yahudi ) olmak üzere, 3260 kişiden ibârettir. Burada 1822 ev olduğu söylenmektedir ( Belek ve Lehmann 1899 'da şehrin yukarı kısmında ancak 800 ev olduğunu tahmin etmekte idiler ) ; bunlara, vâli konağını, 2 câmü, 10 mescidi ve 16 mektep bînâsını ilave etmek lâzımdır. Türkiye 'nin o zamanki idârî taksimatına göre, İrbil, Şahrızör sancağına bağlı bir kazanın merkezi olup, iki nahiyeye taksim edilmiş bulunuyordu ki, bunların müşte­ rek nüfusu 330 hanede 12.000 kişiden ibâret idi. İrbil, biri aşağı, diğeri bir kalenin etrafında toplanmış bulunan yukarı şehir olmak üzere, iki kısımdan ibârettir. Cuinet'nia Kotrak adını ver­ diği Kökbüri zamanında inşâ edilmiş olup, kale tepesinin garp ve cenûp yamaçlarına yaslanmış olan aşağı şehir gâyet fakir bir manzara arzetmektedir ve bugün büyük bir kısmı harâbe halindedir. Eskiden çok daha geniş ol­ duğu, o zamanki küçük şehrin mahallelerinin çok uzaklarına kadar giderek şehri kuşatan hendeklerin geniş çevresinden anlaşılır. Aşağı şehirde, ticâret hayatının merkezi olması dolayısı ile, orada pazarlar ve hanlar da vardır. Dik­ kate değer binâlardan, bugün bir büyük câmi harabesi ile, bunun takriben 63 m yüksekli1 ğinde ve 15 m. çevresinde (bk. bilhassa Rieh 'in i tasviri, 11, 15 v. dd.) minaresi göze çarpar; mi-



İRBİL. nâredeki bir kitabeye göre, bu camiyi Kökbüri binâ ettirmiştir, İhtimâl bu Kazvini (agn. esr.) 'nin zikrettiği Mascid a l-k a ff olacaktır; camide bir insanın el izi bulunan bir taşın mevcÛdîyetinden bahseder. Açıkça görülüyor k:, burada 'A li 'nin el izi ( kaff, p ancah ) bulunan bir mukaddes mahat bahis mevzuudur ; nitekim, benzerleri Irak, Mezopotamya ve İran'da da bu­ lunmaktadır ( bk. Berchem, Herzfeld-Sarre Arohaeolog. Reise im Euphrat- und Tigrisgebiei, I, 24 ). Yukarı şehir, bir kale ile birlikte, oldukça sarp ve 20 m. kadar yükseklikte mahrûtf bir tepenin üzerinde yükselir. Bunun, sun’î bir tepe olduğu aşikârdır. İçinde büyük kubbeli yer-altı dehlizleri ve hücreler vardır. Tepenin zirvesin­ de büyük bir kale mevcuttur. B ir az harâp, 15 m. yüksekliğinde bir sûr ile çevrili olup, bunun istihkâm siperleri ve mazgallı burçları vardır. Bu muazzam tepe, üzerindeki pitoresk kalesi ile, esktdenberi seyyahların hayretini uyandır­ m ıştır; millerce uzaklardan bu kalenin tepeye hâkim olduğu görülür. Bir dereceye kadar, Hu­ mus ve Haleb ’in kalelerini hatırlatır — İrbil kalesi sık-sık bunlarla mukayese edilmiştir —, fakat heybeti ile ikisini de gölgede bırakmak tadır. Kalede kaymakam ile şehrin diğer me’murları oturur. Husûsî evler sûrların hemen yanındadır, İrbil 'de bugüne kadar sistematik hafriyat yapılmamıştır. Orada tesâdüfen bu­ lunmuş olan eski eşyâ hakkında da malûmat yoktur. İrbil'in bugünkü ehemmiyeti, bilhassa bir ti­ câret antreposu ve canlı bir ticâret merkezi olmak vasfından ileri gelir. Muhtelif istikamet­ lerden gelen mühim kervan yolları burada bir­ leşir. Önce, Kerkük — Altın-Köprü üzerinden geçerek, İrbil 'e gelen ve oradan Musul 'a uza­ nan eski Bagdad- Musul yolunu zikretmek lâ­ zımdır. Bu yol, vaktiyle Bâbil-Ninova arasında olduğu gibi, bugün de Bagdad-Musul arasında en kısa yoldur. İrbil 'den çıkan iki yol, şimale ve şarka ayrılmakta ve sarp dağ geçitlerinden aşarak, Azerbaycan bölgesine gitmektedir. Bun­ lardan biri Önce şimâl-i şarkîde Râvandiz 'e, diğeri de şarkta Hoy sancağına ulaşır. İr­ bil 'den çıkan yollar ile bunlar arasındaki me­ safeler için bk. bilhassa Rich, II, 296 v. d .; Jones, J R A S ( 1 8 5 5 ) , X V , 380 ve Cninet, s. 793 v - dd.; G. Hoffmann, agn. esr., s. 23ı v. dd. 'da İrbil-Merâga yolunu tasvir ediyor. İrbil şehri, mı hteşem ve pek verimli bir böl­ genin merkezi olup, dalgalı olmaktan ziyâ­ de, düz bir ova manzarası arzeder. Vasati 400 m. 'iik irtifaı ile { aşağı İrbil deniz seviye­ sinden 410 m. yüksekliktedir) iki Zab nehri arasında bir su bölümü hattı teşkil eder; talaiâm Ansiklopedisi



mâmiyle ağaçsız olmakla berâber, toprakları mahsûl yetiştirmeğe çok müsâittir. Pamuk zirâ­ atı de burada mükemmel surette inkişâf et­ mekte ve bu pamuklar şehrin dokuma tezgâhlerında işlenmektedir. Iranlı cağrafyacı Hamd Allah Mustavfi, 1340 sıralarında, Nuzhat al-kulub adlı coğ­ rafya eserinde, buradaki pamuk çeşidini över. Ovayı ancak kışın akan dereler sula­ maktadır ; fakat yazm kurumayan hiç bir ırmak yoktur. Bundan dolayı, salama İşi kısmen yer altı kanalları sayesinde yapılmaktadır. Şimalde şarkî Toroslarm öncü tepeleri İrbil'e oldukça y a k laşır; şehrin garbında, 495 m. irtifâında, Demîr-dağ yükselir; şimâl-i şarkîde ve şarkta, ova, Deredavân-dağı ile cenupta da Aliınköprü civarında Zergazavân-dağı ile hudûllanır. İrbil yaylası cenûb-i garbîde büyük Zâb 'a kadar uzanan Şemamlik çöküntüsüne dayanır. Geniş ölçüde işlenmiş olan yüksek yaylada müteaddit kürt köyleri vardır; yazın R â ­ vandiz dağlarında çadır karan kürt kabileleri kışın buraya gelirler. Köylerin çoğu katakteristik Tumuli yakınında bulunmaktadır; he­ men her yerde harabeler bulunan tepelere rastlan ılır; bunlar daha iyi bir devrin şâhidi olup, bu devirde, tabiatın bu kadar zengin bereketine sâhip bir bölgenin, bugünkünden mu­ kayese edilemeyecek derecede, yüksek bir me­ deniyet seviyesine ermiş bulunduğuna alâmet­ tir. irbil, Osmanlı imparatorluğunun Musul vi­ lâyetine tâbî iken birinci cihan harbinden sonra Irak devletine intikal etmiştir­ . B i b l i y o g r a f y a i A sûrî devri için bk. Fr. Delitzsch, Wo lag das Paradies ? ( 1881 ), s. 124, 256 ve Streck, D ie Inschrif­ ten Assurbanipals ( 19 16 ), III, 71 1 . G r e k o ­ r o m e n d e v r i için bk, Pauiy-Wissowa, Realenzgkî. der klass. Altertumstviss., II, 407 v.d. ( S . Fraenkel) ve Sappl., 1, 117 (Streck) —- İ s l â m d e v r i için, yukarıda bahsi geçenlerden başka, bilhassa şunla­ rı kaydedelim : Yak üt, Mu cam ( nşr. Wüs­ tenfeld ), I, 1 8 6 — 189; Dimaşki, Kosmographie (nşr. Mehren ), s. 190 ; Kazvini, Kosmographie (nşr. W üstenfeld), s. 162 v.d.; M arüşid a l'itiila ' ( nşr. Ju yn b o il), I, 42 ; IV, 7 5 ; İbn al-A şir, Târih (nşr. Tornberg), tür. yer, V II—XII ( bk. fihrist, s. 675) ; Barlıebraens, Târih muhtasar al-duval (Beyrut, 1890), tür. yer. ( bk. fihrist ); Barhebraeus, Chronicon syriaeum (nşr. Bedjan), Paris, 1890, tür. yer., bilhassa, s. 424, 432 —437 , 4 66> S °6> 52 5 5*8 v .d , 557, 596 v .d .; Kâtib Çelebi, Cihannümâ ( versıo la­ tina von N orberg), Lund, 1818, 11, 53—55.



67



İRBÎL -



İREM ZÂ TÜ L’İMÂD.



Kök-Böri 'nin veziri A b a ' 1-Barakât al-Mu­ barak al-Mustavfi (ölm. 637 ~ 1240) ’nin meydana getir di dort cildlik mahallî İrbîl tarihi kaybolmuştur ; al-Mustavfi ’yi şah­ san tanıyan Yakut ondan coğrafya lügati için bir çok notlar almıştır ; bk. Wüstenfeld, Abh. der Göttinger Ges. des IFrss. (18 8 1 ), XXVIII, u ç v.d. i F. J . Heer, Die hist. a. ğeorgr. Quellen in Jûqât’s Geogr. Wörterb. (18 9 8 ), s. 36. Mustavfi zamanında ilk tahsilini İrbil 'de yapmış olan İbn Hallikân, biyografik eseri için, M ustavfi'nin eserinden çok fayda­ lanm ıştır; Wüstenfeld, ayn. esr. — A v r u ­ p a l I s e y y a h l a r ı n t a s v i r l e r i arasında şunlar kayda değer: Niebuhr (176 6 }, Reisebe­ schreib. nach Arabien and anderen umlie­ genden Ländern (Kopenhagen, 1778), II, 342—344 ; O livier ( 1795 ), Voyage dans l'em­ pire Othomane (P aris, 1803 ), IV 292—296; J . S. Buckingham ( 1816 ), Travels in Meso­ potamia ( London 1827 ), s. 325—328; Cl. Rieh ( 1820 ), Narrative o f a résidence in Koordistan (London, 18 36 ), II, 14— 18 ,29 3—305; H. Southgate ( 1838 ), Narrative 0/ a tour through Armenia, Koordistan . . . { London, 1840 ), II, 214 v.dd. ; V . Place ( 1851 ), Lettre à M. Mohl su r une expédition faite en Arbèles ( J A , 4. seri, 1832, XX, 44t v.dd. ve 457—460) ; J . Oppert ( 1854 ), Expèd. seientif. en Mésopotamie ( 18 6 3 ) , I, 281—286; H. Petermann ( 1855 ), Reisen im Orient (Leipzig, 18 6 1) , I I , 3 2 i ; Czernik ( 1 8 7 3 ) , Petermann’s Geogr. Mitt., Erg. H. nr. 45 ( 1 876) , s. z v .d .; E . Sachau (18 9 8 ), Am Euphrat und Tigris (Leipzig, 1900), s. m — 1 1 3 ; L. Belck ve C. F. Lehmann (18 9 9 ), Verh, der Berl. Anthrop. Ges. ( 1899 )> S- 4 1 7 ; S. Guyer ( 1 9 1 1 ) , Petermann’s Geogr. Mit., 1916, c. 62, s. 294. Ayrıca bk. [R o u s­ seau ], Descript, du Pachalik de Bagdad (P aris, 1809), s. 8 5 ; C. Ritter, Erdkunde, IX, 691—694, burada Niebuhr, Olivier, Rİch, D u p ré (i8 o 8 ) ve Shiel ( 1 8 3 6 ) 'in seyahat tasvirlerinden bahsedilmektedir; V. Cuinet, La Turquie d'Asie ( Paris, 1892 ), II, 847, 848, 856—858. Czernik, îrbil civarının iyî bir haritasını vermektedir {ayn. esr., harita II.)—. I r b i i ' d e d a r b e d i l e n müsiüman sik­ k e l e r i i ç i n bk, St. Lane-Poole, Çatal, of oriental coins in British Museum ( London, 1875 v.b.) III, VI, IX, 1 ve 2 (bk. fih rist) ve Berchem'in notları, Berchem-Strzygowski, Amida (19 1 0 ) , s. 94, not 4. 2. K illit 'in cenüb-i şarkîsinde, 37° 30' şimâi arzı ve 4 10 1 5 ' şark tülü üzerinde T ü r - 'A b d i n ( M ezopotam ya ’da ) ’d e b İ r y e r . 3. ve 4. için bk. mad. IRBİD.



5. Yâküt ( I, 189, 21 ) ’un verdiği malûmata ba­ kılırsa, Şaydâ ( Sidon ) şehrinin de adı îrbil id i; fakat bunun doğru olması ihtimâli yoktur, Âsuriye ’nin dışında kâin A rbela ( Îrbil, Irbid ) ismindeki mahallerin, Â suriye 'deki A rbelâ ahâlisi tarafından inşâ edilmiş olması ve buna da kendi şehirlerinin adını vermiş ol­ maları imkânsız değildir. ( M. S T R E C K .) İR EM . İRAM , _ ş a h 1 s v e k a b i l e i s m i olup, müsiüman "Uş b. İram b. Sam b. Nuh şe­ ceresinin, Kitâb-i Mukaddes 'teki ‘ ü ş b. Aram b. Sem b. Noah silsilesi ile mukayesesinden anlaşı­ lacağı üzere, müsiüman şeceresinde, Kitâb-i Mu­ kaddes 'te Aram 'in aldığı mevkiin aynını hâizdir. Müslüman şeceresi, muhtemelen, diğer bir çokları gibi, yahudi te'siri altında vekayinâmelere gir­ miştir. Bu itibar ile, Arabistan 'da ârâmîlerin yayılışları hakkında bize yeni bir delîl vermiyor. Bu isîm müteakip maddede bahsi geçen ve hare­ kesi tesbit edilmiş olan İram Zât al-'İmâd ile birleştirilmektedir. Müslümanların Aram yerine İram demeleri vâkıası, belki de, bu hususta bir izah teşkil eder. Rivayet, İram 'in ârâmiler^ ile münâsebetini daha da ileri götürmüştür. ‘ A d [ b. bk.] kavmine İram adı verildi; bununla berâber, ‘Âd kavmı yok olunca, İram adı Şamüd kavmine inti­ kal etti ki, bunlar Savâd nabatîlerinin ahfadı sayılmaktadır. Eski zamanlarda, Şam 'a İram, yâni Aram denildiğini müsiüman âlimleri bil­ mekte idiler. B i b l i y o g r a f y a s aş. bk. ( A . J . WENSINCK.) İREM Z Â T Ü L ’ İM ÂD. İRA M Z Â T AL‘İM ÂP, Kur'an ( LX X X IX , 6 ) 'd a : - „Rabbimln ‘Ad kavmine ve ülkelerde benzeri halkedilmemiş olan İram Zât al-'İmâd 'a ne yaptığını gör­ medin mİ ?“ — denilmektedir. Bu âyetteki ‘A d ile Iram arasındaki münâsebet, tefsircilerîn tafsilen izah ettikleri gibi, muhtelif şekilde anlaşılabilir. Eğer İram ‘A d 'a bir vasıf olarak alınırsa, İram 'in o zaman bir kabile adı ola­ rak anlaşılması mâkuldür. Bu takdirde ‘İmâd „çadır kazıkları" mânasına alınabilir; bununla berâber, başka tefsircilere göre, İram 'in fev­ kalâde yükseltilmiş olan azametini ifâde et­ mektedir. Fakat, eğer İram ile ‘ Ad arasındaki münâsebet bir iiâ fa münâsebeti ise, İram ¿ â t al-‘ İmâd'ın „sütûnlu İram" mânasına gelen coğ­ rafî bir tavsif olması ihtimâli daha kuvvetlidir. Müslümanların kanâati, umumiyetle, bu mer­ kezdedir. Fakat bunun asıl mânasının ne ol­ duğu meselesine gelince, şarkta olduğu gibi, garpta da bu husustaki kanâatler birbirinden çok ayrıdır. Yâküt 'a göre, bu husûsta en müteammim görüş, ¿S t al-‘İmâd 'ı Şam [ b. bk.] 'tn bir sıfatı sayan görüştür. Rivayete göre,



İREM ZÂTÖL’lMÂD Cayrün b. Sa’ d b. 'A d [ bk. mad. şam ] bu­ rada yerleşmiş ve mermer sütunlar ile süslü bir şehir kurmuştur. İram adınm daha ziyâde ârâmî rivayetlere bağlandığını ileri süren Loth, fikrine mesned olarak, bu rivayetten istifâde ediyor. Bununla beraber, müslümanlar İram 'i daha ziyâde ‘A d 'in da mensup olduğu cenubî A ra­ bistan dâiresi içerisine almaktadırlar. ‘A d 'in Şaddâd ve Şadid İsminde, iki oğlu var idi. Şad id ’ in ölümünden sonra, Şaddâd dünya kırat­ larım hükmü altına a ld ı; cennettin varlığını öğrendiği zaman, 'Aden çöllerinde cennetin tıpkısı oian bir şehir kurdurdu. Taşları altın ve gümüşten id i; duvarları da kıymetli taşlar ile kaplı idi. Şaddâd, Hûd [ b ,b k .] ’un ihtarına aldırmayarak, şehri görmeğe kalkışınca, İram ’den bir günlük mesâfede iken, yolda, maiyeti ile birlikte, bir kasırgada mahvoldu ve bütün şehir kumlara gömüldü. Mas'üdi (II, 4 4 i ) ’nin naklettiği bir riva­ yette, hikâye fecî bir şekilde nihayet bulmak­ tadır. Şaddâd, İram T inşa ettirdikten sonra, İskenderiye 'nin bulunduğu yerde, bu şehrin bîr benzerini yaptırmak istedi. Daha sonraları, Büyük İskender İskenderiye şehrini kurduğu zaman, bir çok mermer sütûniarı olan büyük bir binanın izlerine rastladı. Bun’ ardan birinin Üzerinde, Şaddâd b. ‘ Ad b. Şaddâd b. 'A d ’ın bir kitabesi mevcut ve üzerinde şunlar yazılı idi: „Bu şehri Şaddâd, İram ¿ â t al-'İmâd ’ı örnek alarak, yaptırd ı; fakat Allah onun hayatına son verdi: hiç kimse büyük işlere girişmek gafletinde bulunmasın." — Bu rivayetin İskender efsânesin­ den geldiğini tesbit etmek kolaydır ( PseudoCallisthenes, nşr. C. Müller, I, 33 ). Bu efsâ­ neye göre, İskenderiye şebrİ İnşa edilirken, bir mâbed ile üzerinde cihan hâkimi kıra! Sesonchis 'e âit bir kitâbe bulunan dikili taşlar mey­ dana çıkarılmıştır. A yrıca Mas’üdi 'nin bahs­ ettiği kitabedeki ihtar da, tamamen İskender efsânesinin rûhuna uygundur. Bu itibarla bu­ rada İram in mevkii hakkında yerli bir rivâyet aramak caiz değildir. Bununla beraber bizzat Tabari'nin de tefsirinde İram ile İskenderi­ ye 'nin aynı olduğunu beyân etmiş bulundu­ ğuna işaret etmek icâp eder. Yine rivâyete göre, 'A bd Allah b. İÇilâba adında birisinin, kaybettiği iki devesini arar­ ken, kumlar altında gömülü olan bir şehre, tesadüfen, rastlamış ve bunun harâbelerinden Mu’âvİya 'ye misk, kâfuru ve inciler götürmüş. Fakat bütün bunlar, bava ile temâs ederetmez dağılmışlar. M u'i viya, Ka'b al-Ahb â r’ı yanına çağırtarak, bu şehir hakkında bildiklerini sormuş, Ka’b derhâl cevap vermiş: — „Bu, her hâlde, senin halifeliğin zamanında,



İRTİŞ.



şu vasıfta bir adam tarafından keşfedilecek olan sütûulu İram şehri olsa gerek." — K a’b a l-A h b â r’m tarifi, tamamen,’Abd A lla h 'a uyu­ yormuş. — Mas'üdi ’nin, bütün bunları anlatır­ ken, gizlemeğe muvaffak oiamadığ, istihzayı burada kaydetmek lâzımdır ( Murüc, IV, 88 ). Müslüman âlimlere göre, bu İram ¿ â t al’ İmâd, ‘Aden civarında yahut San’â ile Hazramüt arasında yahut da ‘Oman ile Idairamüt arasında kâin idî. İram kelimesinin, şekil itibârı ile, eenûp arapçası olduğuna işaret etmek lâ­ zımdır. Hamdâni cenubî A rabistan 'da İram isminde bir dağ ve bir kuyu bulunduğunu söy­ lüyor. Bu vâkıa bu husÛsta yalnız ârâmî mü­ nâsebetler gören Loth ’un kanâatini nakşet­ mektedir. Bundan başka, İram =A ram kabilesi ile müs­ lüman rivayetinin kabûl ettiği İram ¿ â t al’İmâd arasındaki münâsebetin mevcüdiyetini kabûl edemeyeceğimiz de âşikârdtr. ‘A d b. İram âilesinln mezarının keşfine dâir mûiûmat için bk. D. H. MüİIer, Südarabiscken Studien ( Sttzııngsb. Akad. Wien, philos.-hist. Klasse, LX X X V I, J34 v. dd.). B i b l i y o g r a f y a : K u r 'an, LXXXIX, 16 'ya dâir tefsirler; Mas'üdi ( Paris ), II, 42 1 ; III, 271 ; IV, 88; Tabari, Târik, I, 214, 220, 2 31, 748 ; Kazvinı, A şar al-bilâd (nşr. Wüs­ tenfeld ), s. 9 v. d .; Yâljût, M u ‘cam ', Diyârbakri, H am iş (K a h ire, 12 8 3), I, 76; Şa’labi, K işas al-anbiyâ' (K ah ire, 129 0 ), s. 125— 13 0 ; Hamdâni (nşr. M üller), fihrist, bk. m ad.; D. H. Müller, D ie B o rger u. Sch ­ losser, s. 4 1 8 ; Causin de Perceval, Histoire, I, 1 4 ; Sprenger, Leben und Lehre Muhammeds, I, 505—5 18 ; Loth ( ZD M G, XXXV, 625 v. dd.). ( A . J . WENSINCK .1 İR M İY A . [ Bk. e r m Iy A.) İR T İF A '. [ Bk. İRTİFA.] İR T İF  . İR T İFA ’ ( A.) = y ü k s e k 1İ k. Hey'ette. bir yıldızın yüksekliği, yâni kendisi ile ufuk arasındaki mesafe olup, semtürre’s ile naşir 'den geçen büyük bir dâire ( amûdî yükseklik d âiresi: da ira t a l-iriija ) üzerinde ölçülür; hendesede, bu kelime, bir satıh şeklinin ( mü­ selles, d ılı’iarı birbirine muvâzî ber hangi bir ş e k il) veya bir mücessemin ( menşur, üstüvane } yüksekliği mânâsına geür. Fakat, bu hâlde, daha ziyâde 'am od ( sütûu, direk, amûdî h a t) kullandır. ( H. SüTER.) İR T İŞ . Orhun kitabelerinde E rtiş ( JSrtiş ), Hudûcl al- âlâm ( io*’ ) 'de A rtaş veya  rfüş, Gardizi (bk. Barthold, O içet. , ,s . 82, met in)'d e  rtiiş, moğulcada E rçis veya frtsis, rusçada Iriış şeklinde geçen bu kelime S i b i r y a ’nı n i k i n c i b ü y ü k ı r m a ğ ı n ı n a d ı d ı r . Altay dağlarından çıkarak, Obi ile birleştiği



ıo6o



İRTİŞ.



noktaya kadar, 4.451 km. İik bir mesafe kat'e- Ş İ r ve bu ırmağı bir kol gibi sağında bı­ den lrtîş, buradan itibaren, kendi devamı sek­ rakarak, aynı istikamette, şimal denizine dö­ linde denize kadar uzanan kısım ile birlikte, külür. 5.600 km, 'y i bulur ki, bu bakımdan, dünya­ Tarih boyunca, bilhassa yukarı ve orta k ı­ nın en büyük ırmaklarından Mississippi ve sımları medenî hayata çok müsait olan ve sâMissuri 'den sonra gelen Nil ile aynı uzunluk­ hiilerinde muhtelif türk kabilelerinin yaşamış tadır. İşgâl ettiği 1.595.680 km.2 havzası, arz olduğu İrtiş 'in umâmî türk tarihinde mühim itibârı ile, 15 ° 4 1 ' ve tûl itibârı ile de, 29° 50' bir yeri vardır. Bu civarda kurulan eski türk 'lık bir sahayı içine alır ve bu husûsta İdil devletlerinin nufûz dâiresinde bulunan İrtiş, Orhun kitabelerinde, şarkî Gök-Türk hakanla­ ( Volga ) ırmağına tekaddüm eder. İrtiş'in asıl kaynaklarını teşkil eden Kara- rının buralara yaptıkları seferler münâsebeti İrtiş, Celti ve Bala-İrtiş kolları büyük A ltay ile, zikrolunuyor. Kitabelerin verdiği mâlûdağlarının cenub-i garbi eteklerinde, 47° 3 7 ' şi- mattan İrtiş havzasında hâkimiyetin garbî mâl arzı ile 88° ı ı 'ş a r k tülü arasında başlar ve Oğuz ve yahut Türgiş hakanına âit olduğu İrtiş, bunların birleşmesinden sonra, Ku- İrtiş'i de anlaşılmaktadır. İrtiş'e doğru giden ticâret alarak, Zaysan gölüne kadar muhafaza ettiği yollarından bahseden klâsik müslüman müellif­ Kara-İrtiş adı altında, cenûp istikametinden lerinden İrtiş havzasındaki türk kavimleri hak­ garba döner ve A ltay ile Tarbagatay dağları kında da bilgi ediniyoruz. Bugünkü Eviiyâ A tâ arasında geniş bir ovaya çıkar. Yeni ve Eski ad­ [ b. bk.] 'nın yerinde olan ve 893 'te Sâmânîler larını taşıyan iki kol hâlinde Zaysan gölüne dö­ tarafından zaptedilen Taraz veya Talaş şehirle­ külmeden Önce İrtiş, bu bölgede sağdan Kran, rinden ve ticâret merkezî Y en gi-K en t’ ten İrtiş Burçum, Kara-Kaba, Belezek, Al-kabek, Ken- ırmağı üzerinde yaşayan ve sonraları içlerinden derlik ve Kalcir gibi çaylan alır. Zaysan Kıpçaklarm neş'et ettiği Kimek veya Kimafclara gölünden çıktıktan, A k-İrtiş ve yahut Dur- gîden birer ticâret yolu mevcut idi,G ardizi,Fârâb gun-İrtiş adı altında 300 km. kadar, boz­ [ b. bk.] 'dau irtiş 'e giden başka bîr ticâret yolun­ kırlar içinde cereyan ettikten sonra, 100 km. dan da bahseder. Bu yollar üzerinde muhtelif kadar dağlık bir bölge içinde „Hıziı“ -Irtişadı türk boyları yaşamakta idi. A rap coğrafyacılarına İle ve daha kuvvetli bir cereyan hâlinde, Na­ göre, bilhassa İrtiş üzerinde yaşayan Kıpçaklar rım 'dan 100 km. mesafede, şimâl-i şarkîye çoğalarak, XI. asırda, Oğuzların şimâlinde, Idil doğru kabaran bir kavis yaparak, şimâl-i 'e kadar gâyet geniş sahalara yayılmışlardı. garbî İstikametinde, buzlu denize meyleden Raşid al-D in'in kaydettiği mâlumata göre, Sibirya ovasına dâhil olur. Bu bölümde İr­ Cengiz'in fütuhatından evvel, Orhun ırmağın­ tiş 'e sağdan karışan Kurçum, Narım, Buh- dan yukarı, bütün garbî Moğulistan 'a hâkim tarma, Uiba ve Uba ile sotdan gelen Bukon, olan Naymantar, İrtiş ırmağı üzerinde Kanklı, Albayket, Kızıl-su ve Car-gurban çayları ara­ Kıpçak ve ihtimâl ki, Karluk türkleri ile kom­ sında en meşhürları sahillerinde gümüş ve şu bulunuyorlardı. Cengiz zamanında, moğul kalay gibi mâdenler istihsâl edilen Buhtarma, örfüne göre, en büyük oğlu Cuçi 'nin hissesine Ulba ve Uba 'dır. Ustkamenogorsk 'tan Omsk düşen ve garpta İdil 'e, cenupta ise, İli ile Sirşehrine kadar kuru ve kumsal bir sâha üze­ Derya 'ya kadar yayılan memleketin şark hurinde, şimâl-i garbî istikametinde, akmakta de­ dûdunu İrtiş teşkil ediyor ve bu hattın şar­ vam eden İrtiş 'in bu bölgede en mühim kolu kında asıl Moğulistan başlıyordu. Moğulları Çağan 'dır. Burada sağdan ve soldan İrtiş 'e şarkî Türkistan ’in asıl sekenesinden ayıran doğru akan bir çok çaylar sahile yakın olan Târİfy-t R a şid î müellifi XVI. asrın başında İr­ kumsal, bataklık ve göllerde kaybolurlar. tiş 'i, Emil ile beraber, Türkistan 'm şimâl hu Bununla beraber, İrtiş havzasında sayılan ve dûdu olarak gösteriyordu. ihmâl edilemeyecek bir iktisâdı ehemmiyeti hâiz Cuçi'nin karargâhı İrtiş boyunda olduğu bulunan bu çayların en mühimleri şunlardır: gibi, çok daha eski kaynaklara göre, ken­ Kulunda, Kurla, Karasuk, Culin, Kargat, Tan­ disi de orada medfün idi. Cuçi 'nin büyük oğ­ dık, Çadırlı v.b. lu Ordu da, babasının ölümünden sonra, ora­ Omsk'tan sonra, Baraba ile İşim gibi zen­ da yaşadı. Plano Karpıni 12 4 6 'da Moğulistan gin ve kesif nüfuslu düzlükleri kat'eden ve yi­ 'a seyahat ederken, O rdu'yu Kara-hıtay mem­ ne şarka doğru kabaran büyük bir kavis vü­ leketinden sonra ve İrtiş'ten çok uzak olma­ cûda getiren İrtiş bu bölgede sağdan Omi, yan bir mahalde görmüştü. Raşid al-Din 'e Tara, Uy, Tuy ve Turas, sotdan ise, içlerinde en göre, Cengiz 'in diğer oğlu Ügedey ’in defnbüyük kollarından biri bulunan Tobol da dâhil olunduğu mahal dahi, İrtiş'ten bir günlük me­ olmak üzere, Oşa, Işhs- Vagay, Alımka ve safede, bu ırmağın kollarından birinin başladıKanda çaylarını aldıktan sonra, Obi ile birle- 1 dığı yüksek bir dağ üzerindedir.



ÎR T lŞ İrtiş ve etrafındaki türk kabileleri hak­ kında bu kadar malûmat vermekle berâber, müsiüman müelliflerde bu ırmağın aşağı mec­ rasına dâir hiç bir kayda rastlanmaz. Karalrtiş ile A k-İrtiş'ten bahseden Mas'üdi, her ikisinin de Hazer denizine döküldüğünü, H udüd al-'Slam müellifi ise, bu nehrin Id il’in kolla­ rından biri olduğunu kaydeder. Timur 'un sefer­ lerinden bahseden Zafar-nâm a 'de ise, îrtiş na­ diren zikredilmektedir. XVI. asrın sonlarına doğru, îrtiş'in aşağı mecrasında, ırmak boyunca yukarıya doğru yayılan rus müstevlileri göründü. 1595 'te T a ­ ra üzerinde, ruslar tarafından, Tarsk şehrinin temeli atıldı. Fakat bundan sonra rus yayılışı, 100 yıldan fazla bir zaman için, inkıtâa uğradı. X V III. asrın başından itibaren, rus muhacereti, yeni bir hızla, kendini gösterdi, 1 71 6 'da Irtİş üzerinde Omsk, 1 7 1 8 'de Staro-Semipa'atinsk, 1720 ’de Ust-Kamenogorsk, 17 6 0 ’ta Buhtarma kaleleri inşâ edildi. XVIII. asrın ortalarına doğru, Cungarya [b . bk.]'nm kuV' vetlenmesi rus yayılışını, bir müddet için, dur­ durdu. XVIII. asrın ikinci yarısından itibâren, İrtiş havzasında rus kazaklarının iskân edilme­ si süreriyle, askerî hatlar te’sisine ve bu as­ kerî hatların arkasında ise, rus köylüsünün yerleştirilmesine başlandı. Rusların zuhuruna kadar Irtİş, Türkistan ile Sibirya arasında, bü­ yük bir ticâret yolu hâlinde bulunuyordu. İslâmiyet ve İslâm medeniyeti de orta ve gar­ bı Sib irya'ya bu vâsıta ile girmişti. Türkis­ tan tüccarları, uzunca kayıklar ile, Tobol bölgesine, hattâ fin kavimler! ile meskûn sâhalara kadar giderlerdi. Ust-Kamenogorsk şehrinin bulunduğu mevkide mallar kayık­ lardan gemilere naklolumırdu. XVI, asır­ da bu bölgede görülen ruslar ise, rus ne­ hirlerinde tecrübe edilen çok daha iptiöâî usûller ile, sahilde yürüyen insanlar tarafın­ dan çekilen, dibi yassı kayıklar kullanmağa başladılar. Bu kayıklar ile Irtiş boyunca, yu­ karıya doğru, Zaysan gölüne kadar çıkılıyor­ du. 18 3 8 'de ilk buhar gemisi göründü ve bu gemi 1863 'te Zaysan gölüne de girdi. O ta­ rihten, bilhassa büyük Sibirya demir yolunun inşâsından sonra, durmadan inkişâf eden va­ pur nakliyâtı, bugün Irtiş mecrasının taşlar­ dan ve şâir manialardan temizlenmesi sayesinde, seyr ü sefere elverişli bir şekil almıştır. Fakat rtiş 'in ehemmiyeti yalnız koiay bir su yolu teşkil etmesinde değildir. Yılın 6 ayında buzlar ile örtülü bulunan İrtiş 'in aşağı mecrası az meskûn bir sâhadır. Fakat hey’ et-İumûmiyesi ile, ırmak havza­ sının genişliği, suyunun bolluğu ve kolayca isti­ fâde edilebilmesi sayesinde, Irtiş 'in Sîbîrya ik­ tisadiyâtındaki rolü çok büyüktür. Gerek sahille­



1061



'İS Â .



rinde, gerekse kolları boyunca yaşayan ahâli, bir çok yerde yegâne gıdâ maddesini teşkil eden, balık avcılığı ile geçin ir; ormanlarında büyük ölçüde kerestecilik ve avcılık İle, boz­ kırlarında ise, zirâat ile meşgul olunmaktadır. Fakat İrtiş 'in, bilhassa son zamanlarda, ortaya çıkan en büyük ehemmiyeti muazzam elek­ trik enerjisine mâlik bulunmasındandır. Sovyetier devrinde irtiş ırmağı üzerinde inşâsına girişilen büyük hidro elektrik merkezleri S i­ birya 'nin çehresini tamâmiyle değiştirmeğe ve bilhassa, kurak arâzınin sulanmasından başka, Altayların zengin mâdenlerini işleten büyük sanâyî müesseseler! kurmağa yaramıştır. Bu sayede milyonlarca kütleyi barındırabilecek müstakil bir iktisat havzası hâline getirilmesine çalışılan Sibirya 'nm Ural-Altay sanâyî böl­ gesi, sanâyîleşiirmenin ve elektrikleştiımenin hızı iie muvâzî olarak, iktisâdı çehresini de­ ğiştirmektedir. B i b l i y o g r a f y a -. V. Thomsen, In ­ scriptions de l'Orkhon (H elsinfors, 1896), s 110 , I E 37, 124, II E 27; W. Radioff, Die alttürkischen Inschriften . . . , 2. kısım, s. 19; Neeib Asım, Orhan âbideleri (İstanbul, 1341 ), s. 120, 146; W. Barthold, O/pef o poezke v Srednyuyu A ziyu s naaçnoya iselya v 1893—1894 ( Petersburg, • 1897 ), Gardizi için bk. metin; ayn., mil., İrtiş ( E l, II, 5 5 9 ) ; ayn. mil., Orta A sya türk tarihi hakkında dersler (İstanbul, 19 27), s. 39, S3, 10 1 v-d-i 137 v.d., 149 v.d., 163 v.d., 169, 180, 182, 19 4 ; ayn. mil., Tarkestan v epohu mongolskago naşesiviya ( Petersburg, 1898—1900 ), ingl. trc. London, 19 28 ; Mas'üdi, K itab al-tanbih ( nşr. de G o eje ), S.’ 62; H adü d al-'âlam ( A . G . Tumanskiy yazması, 108 ) ; İoan de Plano Karpini, îstoriya mong olov ( M oğullar t a r ih i), Petersburg, 1 9 1 1, s. 51 J Şaraf al-Din Yazdi, Zafar-nâm a (Kalküte, 18 8 7/18 8 8 ); Mirza Muhammed Haydar, T â rik -i R a ş id l, ( London, 1895 ) ! P. Borisov, O b-irtışskiy vodayem ( Rıbnoye kozyaystvo, Moskova, 1923, I V ) ; M. P. Gorlov, H arakteristika Sibirskih rek ( No­ vosibirsk, 19 2 6 ) ; K . Lubnı-Gartsık, P rob­ lemi ispalzovanîya irtişa (Moskava, 1 9 3 1 ) ; S ib irsk iy kraevoy nauçno-issled. s ’ezd ( No­ vosibirsk, 1928 ), I ; Entsiklopediçeskiy slovar ( nşr. Brok. ve Efron ), Petersburg, 1894, XIII, 347—3 5 S ! B olşaya sov. entsiklop. ( Mos­ kova, 19 3 s ) , X X IX , 275—279; Sibirskaya sov. entsiklopediya ( Moskova, 19 31 ), II. 336 — 345 ve burada gösterilen bibliyografya. _



(B k . IRZ.] İ S A . [B k. Ss â .] İR İİ.



(M



îr z a



B a l a .)



loßa



ÎSÂ .



Î S Â . 'İS A , K u r ün 'da istinâden bütün islâmdaki İsa isminin bu şekli bâzı Avrupa âlimleri tarafından ( Maracci, II, 39; Landauer ve Nöldeke, Z D M G , XLi, 720 ) İslama yahudilerden intikal eden bir şekil olarak ve bir fena ksdca olmayarak kullanıldığı söylen­ mektedir. Yahudiler kin ve adavet saikası ile ‘ İsa ’yı Esau ( lUW ) tesmiye ve Esau 'nun rûhunun ona geçtiğini iddia ederlerdi (krş. Lammens, al-M aşrik, I, 33+). Diğerleri ( J , Derenbourg, R E J , XVİH, 12 6 ! Fränkel, Wiener Zeitschr., IV, 334.) Wollers, ZD M G , XLV , 352 ; Nestle, Dict. o f Christ and the Gospels, I, 861 ), ’ İsa isminin M usa’ya nazîr olarak süryânî Yeşü1 {•as.il*,) kelimesinden neşüt ettiğini söyle­ mektedirler ( ismin islâmdaki izahı hususunda bk. Bayzâvi, Kur'an,_ III, 40; nşr. Fleischer, I, 156, 2 ). K u r’a n ’da ‘I s a ’ya verilen unvanlar ve vasıflar ile İslâm ilahiyat sistemi içinde K u r­ ’an ’m onun mevkiini gösteren diğer âyetleri şunlardır : „Meryem 'in oğlu“ ( msl. III, 40 ; IV, 169; XIX, 35 ve tür, y e r.J; bir bâkir olan Meryem 'den, doğrudan-doğruya Allahın kudret-i fâtırası ile, doğmuştur; „Allahtan bîr kalı­ ma“ yahut „Allahınkelim esi“ ( III, 40, IV, 16 9 ); bu Meryem ’e Allahın ilka ( a lk â ) ettiği „ol“ { kun ) " kelim esidir; bu suretle ‘ İ s a ’nın yara­ tılışı Adem 'İn yaratılışına müşabihtir ( III, 5 2 ) ; al-Masi/f (III, 40; 169 ve tür. y e r.', bunun ibrân! M âşial}. 'tan neş'et ettiği aşi­ kârdır; fakat Peygamberin bundan ne an­ ladığı tamamen şüphelidir; İslâmî izahlar hususunda bk. Bayzâvi, I, 15 6 ; II, 2 v.d d .; „Allahın rûhu" (IV , 16 9 ), aynı mânada ol­ mak üzere, meiâikeye de ruh denilmiştir ve bu da doğrudan-doğruya Allahtan neş'et eden bir ruh id i; nasıl ki, Allah aynı suretle Adem 'e şekil vermiş ve ona rûhundan (m in rüfıi, XV , 29; XXXVIII, 7 2 ) nefheylem iştir; mu­ ahhar İslâmiyet ‘ İsa ’ya al-Rüh ( Lisân, III, 290, 15) ve hattâ R ûk A lla k ( Zamahşari, alK aşşâf, nşr. Lees, I, 338) tesmiye ediyor; ‘A bd A lla h (X IX , 3 1 ) ; „0 ancak bir 'A bd 'dir" ( X L 1II, 59) ; „Allahın ‘A b d 'i olmaktan aslâ istinkâf etmez“ (IV , 1 7 0 ) ; 'A bd, lügat mânası ile, „köle“ ilâhiyat bakımından en tam olarak „mahlûk“ ile ifâde edilir; müslüman­ ların telâkkisine göre, insan Allahın yalnız kulu değil, bilhassa onun mülküdür. Tev­ rat, krş. 'äbkädh ve Incil 'de ve bilhassa ’İsa hakkında Pavios 'un Philipliler risâlesi, II, 7 ; SovXo; „( A lla h ) ın yakini olanlardan biri“ ( min al-Mufçarrabîn, III, 40), yine melekler ile bir k ıy a stır; muahhar İslâmiyet bu sözleri İsa 'nın nrûcundan ( şu'Sd, r a f ) Allahın tahtı ( 'a r ş ) etrafında uçan bir yarı melek ( ins-’ malaki, Şa'Iabi, K işaş al-anbiga, Kahire, 1314,



s. 227) olduktan sonraki hâline atfediyor; bununla berâber, Peygamber, kendi miracı ( m i'rS c) esnasında onu ikinci kat gökle bul­ muştur ( Buhâri, Sa h ih , Kahire, 1 31 5, V, S3 ) î — Vacih, „dünyada ve âhirette büyük hür­ mete nâil olan“ (III, 40) ; Bayzâvi bunu şu suretle tefsir ediyor: „dünyada Peygamber ve âhirette şefâatçi olarak "; — mabârak : „her yerde mübarek" ( XIX, 32 ) ; bununla berâber, Bayzâvi bu kelimeyi burada ve diğer yerlerde şöyle izah ediyor: „bir başkası için nefsin­ de bir çok hayırlar bulunan kimse", yâni kendisinde bîr baraka bulunan mânasına; sûre XIX, 3 5 ’teki—K a v i al-hakk, „hakikatin sözü" mübhem bir tâbirdir, ancak daha evvel onun hakkında söylenmiş olan sözlere râcî olabilir ( krş. Bayzâvi, I, 580, 25 ). O bir nabi ( „pey­ gamber" ) 'dir ( XIX, 3 1 ) ve bir rasül ( „elçi“ ) 'dür ( IV , 156, 16 9 ; V , 79) ve onun bir ,,kitab" 1 vardır ( K iiâb, XIX, 31 ) ; o kitap da Incil ’dir ( V , 50; L V I 1, 27 ) ; onun rısâleti bir „mucize" ( â g a ) ve bir rahmettir ( rafıma, XIX, 2i ) ; kendisi ve anası „mücize" dirler 1 XXIII, 52 ) ; bir „m esel", yâhut bir „remz" ( masal, XLIII, 57, 59 ) kılınmıştır. O „vâzıh deliller" ( bagginât) ve „hikmet" ( hikma, XLIU, 6 3; V, 109 ) getirmiştir ve Allah tara­ fından Ruh al-kudus (II, 8 1 ; V, 10 9 ) ile te'yit edilmiştir. K u r’an ’da bütün rûi} ü n zikredildiği yerlerde vâkî olduğu gibi, bu keli­ meler mübhemdir; fakat muahhar İslâmiyet ruhu, Cibril ile, izah ediyor ( msl. Bayzâvi, göst. ger. ve Lisân, III, 290, 15). Allah ona tâlim eylemişti (III, 43; V, 1 1 0 ) ve ölüleri diriltmek, hastalara şifâ vermek, balçıktan kuşlar yaparak, Allahın İzni ile, onlara can vermek (III, 44 v.dd.; V, ıt o v.dd.) gibi mu­ cizeleri var idi. İsa nın ölümü meselesine gelince, muhakkak­ tır ki, Peygamber İsa ’nın çarmıha geTİlmişoldu­ ğunu redd ve fakat urûcunu kabûi etm iştir; bu urûc, cismânîdir. Ona benzer birinin çarmıha ge­ rilmesi ( şubbiha lahu, IV, 156 ) dolayısı ile 'İsa ü ın çarmıha gerilmesinin önlenmiş olduğu fık­ rası da karanlık noktalardan biridir. Sonradan müfessirler, bunu izah için, ‘İsâ 'nın zâbîri hâlinin başka bir adama naklolunarak, onun yerine o adamın çarmıha gerildiğini İleri sür­ müşlerdir. Ancak onun ölümünü îmâ eden di­ ğer fıkralar da mevcuttur; — „ölümünden evvel“ ( Içabla mavtihi, IV, 157 ) ; „öleceğim güne ve diri olarak ba’s edileceğim güne" ( XIX, 34 ), fakat bu âyet sûre XIX, 15. ün bir tekrarı olabilir. Sûre III, 48 'de Allah on a: — „ben seni yanıma atmak ( m utava/fika ) ve sen5 yukarıya ref etmek üzereyim ( r â fi uka )“ — diyor. Birinci ifâde alei’âde m esut bir ölüm için kullanılır;



ÎSÂ . fakat bunun burada bu mânaya gelmesi icâp etmez; zîra Kur an ( VI, 60 ) ’da bu tâbirin Allahın uyuyanların ruhlarını uyandırdıktan sonra onları, tekrar bırakmak üzere, yanına al­ dığı mânasını ifâde eylediğine de tesâdüf olu­ nur ( krş. Frânkel, ZDMG, L V 1, 77 }. 'Isa 'nm avdeti mes’elesİ hakkında Kur’an ’da mevcut olan âyet (X L H 1, 61) çok mübhem bir fıkra­ dır ve bu âyetin kırâati hakkında da şüphe var­ dır. Bâzdan şöyle okuyorlar: — „O, gerçekten saatin ilmidir ( ‘i/mBn/ ‘ ; yâni onun arz üzerine inişi son saatin yaklaştığını haber verir. Baş­ kaları ise, şöyle anlıyorlar: „saatin bîr alâmeti ( 'alamm )“ yahut „saati hatırlatan bir ihtar (zikran)“ ; diğerleri ise, va'innahu zamirini Kur an ’a atfediyorlar: „0 ( yâni Kur’an ) ’dur“ v.b. ’ İsa 'nın nüzulüne muhakkak olarak iti­ bâr edildiğinden, ölümünün bu nüzulden sonra vâkî olacağı farzolunmuştur ve IV, 157 ve XIX , 34 âyetleri bu suretle izah olunduğu gibi III, 41 ’deki kahbm vasfı dahi bu suretle izah olunmuştur; çünkü 'İsâ kuhüla, „orta yaş“ a varmadan evvel ve bir „delikanlı“ (şâbb) iken, Allah onu yanma çağırmış idi { bu fıkralar hakkında krş. Bayzâvi ). Onun avde­ tine âit muahhar akide Bayzâvi tarafından X L 1II, 61 dolayısı ile, tafsilâta girmeden, kı­ saca, şöyle beyân ediliyor : — „Gökten arz-i mu­ kaddese inecektir; elinde bir kargı olarak Af i ^ denilen bir mahalde zuhur edecek ve o kargı ile Deccâl [b .b k .)’ı öldürecek ve sabah namazında ( şalât şublf ) K u düs’e gelecektir; imâm kendi yerini ona vermek isteyecek, fa­ kat o kabûl etmeyecek ve imâmın gerisinde Peygamberin şarî'a ’sına tevfikan namazını kılacaktır; sonra domuzu öldürecek ve haçı kıracaktır, sinagogları ve kiliseleri yıkacak ve kendisine imân etmeyen bütün hıristiyanları (naşârâ) öldürecektir (nşr. Fleischer, II, 241). Kuran müfessirleri IV , 157 ’de bu noktaya bir imâ olmasını muhtemel görüyorlar: — „ölü­ münden evvel, kitap ehlinden hiç kimse yok­ tur ki, muhakkak olarak ona { yahut o kita­ ba ) inanmış olmasın.“ — Bu fıkra hakkında Bay/.âvi (I, 241, 4 ) 'deki bir tefsire nazaran, ;İsâ sahte Masih ( al-Masik al-daccâl) 'i öldürdük­ ten sonra, kitap ehlinden ona inanmayan kal­ m ayacaktır; şöyle ki, dinî câmia ( milîa) tek olacak ; yâni tek bir İslâm câmiası bulunacak­ tır. Ondan sonra insanlar ve hayvanlar arasınsında umûmî bir müsâlemet hüküm serecek ve ‘ İsâ kırk yıl yer-yüzünde kalacaktır; sonra öle­ cek ve müslümanlar onun cenâze merasimini yapacaklar ve kendisini umûmî inanca göre, M edine’ye, Peygamberin yanı başına, Abü Bakr ile ‘Omar arasında boş bulunan yere göme­ ceklerdir. Buna mukabil başkaları, Ölüm mu­



vacehesinde böyle bir imânın kıymeti olmadığı hâlde, Içabla mavtthi ( I V , 1 5 7 } ibaresindeki zamiri, „0, yâni mü’min, ölmeden evvel“ sure­ tinde alarak, mü’mine atfediyorlar. ‘İsa hakkın­ da Kur'an 'dan bütün alınabilecek olanlar işte bundan ibarettir. Buhâri ’nin Şaffify ’ inde ol­ madığı gibi, en eski hadîslerde de daha fazla mâlûmât yoktur; orada bilhassa K itâb al-fitan mebhasinde ‘ İsâ ancak Deccâl ile münâsebeti dolayısı ile zikrediliyor. İbn Şayyâd 'in hi­ kâyesinden anlaşıldığı üzere, Peygamber Deccal rivâyeti ile alâkatanmıştır ( Macdonald, R e ­ ligious Attitude in Islâm, s. 34 v.d d .), fa ­ kat müslüman mtthaddİsleri, siyâsî ve dinî se­ bepler dolayısı ile, ilk zamanlardan_ itibâren kıyamet günü ve bilhassa Mahdi ve ‘İsâ hak­ kında hadîsler icât etmeğe koyuldular. Böylece Kitâb al-M aşâbik ( Kahire, 13 16 , II, 136 v.dd., 140 v.d.; ‘İsa'n ın nüzûlü ve kıyâmet alâmetlerine dâir mebhasler) 'de bu husûsta çok malûmat vardır. Ş a'iabi ( bk. K işaş a lanbiyâ’, s. 22 v.d d .; s. 2 13 —229), 'İs â 'y a âit bütün hikâyeleri hâvî olup, onun hakkındaki hikâyelerin en tam olanıdır. Tabari ( Leiden tab-, I, 713 v.dd.) ve İbn Vâzİh ( Historiae, nşr. Houtsma, I, 74 v.d.) Incil 'den iktibaslar­ da bulunuyorlar.Yalnız hadîslerin bu yoldaki inkişâfı içinde ‘İsâ ve Mahdi 'ye atfolunan roller yekdiğerine karışacak kadar müşâbelıet derecesine va rd ıla r; öyle ki, bir fırka bu düğümü Peygamberin bir hadîsi ile hallet­ meğe ça lıştı: — ,,‘İsâ b. Maryam 'den başka Mahdi yoktur.“ — Bu mesele ile bu iki şahsiye­ tin yekdiğerine karıştırılmadan Önceki rollerinin mâhiyeti hakkında bk. Kurtubi 'nin Tazkıra 'sinde Şa'râni, M uhtasar ( Kahire, 1324 ), s. 118 v.dd. Mukaddima (nşr. Quatremere, II, 142—176, ’trc. de Slane, II, 158—205 ) ’sinde bütün bu meseleyi felsefe bakımından tetkik etmiş olan İbn Haldun muhtelif hadîslerin vüsûktan mahrûm olduğunu gösteriyor; kıyamet­ ten evvel bir İslâm müceddidi zubûr edeceğine dâir olan fikrin tarz-i İnkişâfını, muhtelif şî’a kollarının ve Fâtımîler ile sûfîierin bu fikir üzerine ne şekilde müessir olduklarını göz önünde tutarak tâkip ediyor. Yukarıdaki hadîs hakkında İbn Haldun 'un izâhatı şudur; — „Be­ şikte ( mahd, krş. K u ra n XIX , 30 v.d.) ‘İs a ’dan başka kimse konuşmamıştır“ ■— ( nşr. Quatremere, II, 163); diğer bir tefsir de Kur(ubi ’nınkidir (s. 118 ). Goldziher, Vorlesungen adlı eserinde (s . 230 v.dd., notları ile beraber) bu mesele üzerine kısa ve parlak bir icmâl verm iştir; müellif bu eserinde (s . 3 13 v.d.) H ind'deyeni bir mezheb olan Ahmediya ’den dahi bahset­ mektedir; bu mezhep, ‘ Is a ’nın K u düs’ten firar ettiğini, şarka giderek, Srinagar ( Keşmir ) ’da



ÎSÂ . yerleştiğini, orada öldüğünü ve bugün orada hâlâ kabrinin gösterilmekte olduğunu tâlim etmektedir. Mezhebin müessisi bulunan Ğuiim A hmeti kendisini dünyaya geri dönmüş ‘İsâ yahut Mahdi olarak kabûl ettirdi [ bk. AHMEDİYE]. Hülâsa Goldziher, sünnî İslâmlıkta şi'î ve şâir müfrit mezheplerin aksine olarak imân ve hayâtı yenileyecek bir müceddide intizâr etmenin nassan tesbİt edilmediğine, belki bu­ nun her zaman bir istikbâl idealinin ancak mi­ tolojik şekile süslenmiş olduğuna, haklı olarak, dikkati çekiyor. Bu keyfiyet şüphesiz K u r’an 'a müstenit bir esâsın mevcut olmamasına atfolunabilir. Bu söylemiş olduklarımızdan şu netice çıkar ki, bu malûmat „dinsiz“ bir hıristîyen papazdan alınmış olsa gerektir. Yer-yüzünde bu tek şah­ siyetin, yâni ikinci bir Adem ’in, yarı melek, yan insan bir mahlûkun, bir farkla Phihilon’un söy­ lediği gibi, bir akıl ve kelâmın zuhurunun sebebi­ ni bilmiyoruz. Onun nasıl bir „mucize“ , bir „rah­ met“ ve bir „misâl" ve yahut bir „mesel" olduğunu izah etmiyor ( XIX, 2 1 ; XXIII, 52 ; XLIH, 57, 59 ). Nitekim doğumu esnasında kendisi ve annesi, her yeni doğan çocuğu meâsîye meylettiren şeytanın temâstndan muhafaza edilmiştir (III, 3 1 ve bu mevzu hakkında B ay z â vi). Hattâ bazıları ken­ disi ile annesinin bundan dolayı aslâ günâh ir­ tikâp etmediklerini iddia ederler {K işa ş, s. 2to ). Böyle olmakla beraber, K u r’an (III, 34 ) 'ın kaşar ( „afif“ ) tesmiye ettiği Yahya hak­ kında daha ziyâde ısrâr ile aynı şeyin söy­ lenmiş olduğunu gözden kaçırmamak icâp eder (k rş. Bayzâvi ve İÇişaş, s. 2 11 v.dd.). Buna mukabil, Meryem ile ‘İs a ’nın hatâdan mü­ nezzeh olduğuna dâir K a r ’an ’ın verdiği mâiûmât Meryem ’in hitâbında mevcuttur s — „gerçek, onu ve bütün zürriyetinî şeytan-i racîme karşı senin hıfzına terkederim.“ — (III, 31 }. Bu son fikrin K a r ’an a ne dereceye kadar tekabül ettiğini söylemek mümkün de­ ğildir. K a r’an bir şeyi meskât geçmiş ve ‘İsa 'nın arzettiği esaslı farklara rağmen, onu diğer peygamberler ile aynı safa koymuştur. ‘ İsa İle şakirtleri için bîr bayram günü { ’ i d) mânasını tazammun eden ve bütün nesiller için bir remz olması icâp eyleyen, üzeri yemek ile donatılmış olarak semâdan indirilmiş sofra kıs­ sası ( V , 1 12 v.dd.}, Peygamberin Eucharistie hakkında hâsıl eylemiş olduğu karışık bir fikre istinat eder gibi görünüyor. Müfessirierin ( Bay­ zâvi, I, 280), ekseriyet itibârı He, gökten gönderi­ len yemeğin büyük bir balıktan ibaret olduğunu söylemekte ittifak etmeleri ve bunun ile remzini imâ eylemeleri mânidar bir keyfiyettir. Muahhar İslâmiyet ‘ İ s a ’yı, annesi ile olan münâsebâtmdan gayrisinde her türlü âile râ-



bı’.alarmdan âzâde, dâimâ yayan yürüyen ve meskeni olmayan, fakat nerede güneş batarsa orada geceyi ibâdet ile geçiren ve her gün ancak ibâdet etmek ve insanların hayrına mu­ cizeler göstermek için yaşayan dâimi bir sey­ yah sürerinde göstermiştir {JjÇişaş, s. 2 18 }. Cezâ gününde mutlak bir fakirliğin {fa k r, Gazzâii, D arra, s, 90 v. dd.) timsâli olarak görülecektir. O gün mavişi) 'te insanlar, Allah nezdinde kendilerine şefâat etmesi için, ona yalvaracaklardır; fakat bütün peygamberler gibi, kendisini günâhkâr ve mücrim addeylediğinden dolayı değil, anoak kendisini ve anne­ sini Allah ile birlikte iki İlâh addettiğinden dolayı onların bu nîyâzım reddeyliyecektir ( D arra, s. 62 v.dd. ; bu rivâyetin bir çok mü­ tenevvî şekilleri îk y â ” Aa. mevcuttur; tefsiri ile berâber, Sayyıd M urtaiâ, X, 489 v.dd, ). İ s a ' d i d vecîzelerîne, fiillerine âit kıymetli bir külliyat, İh y a ' 'dan alınarak, Margoliouth tara­ fından, Expositorg Times ( 1893 — 1894, V, 59, I0 7 > * 77 t S ° 3 ı 5 6 1 ) ’té neşrolunmuştur. B i b l i y o g r a f y a : S. D. Margoliouth, Christ in Moh. Liter { Dict. o f Christ and the Gospels, II, 882 v.dd.) ; S. M, Zwemer, Moslem Christ (Edinburg, 19 0 2 ); nşr. Sayous, Jé s u s Christ d'après Mahomet ( Paris, 1880 ) ; C. F . Gerock, Versuch . . . { Hamburg— Gotba, 1839 ) ; G. Weil, B ibi. Legenden der M aselm änner, s. 280 v. dd. ; Manneval, L a Christologie da Koran (Toulouse, 18 8 7); H. P. Smith, B ible an d Islam ; Hughes, Dict. o f Islam , s. 229—235. ( D. B. MacdONALD.) Î S Â Bj. A L Î. [ Bk. ‘a l ! B. ‘Isä.] Ï S Â . ‘İ S Â b . M u h a n n ä , Ş a r a p a l -D ïn ( î — 1334 ) Suriye 'de Memlûkler ile moğull&r arasın­ daki muhârebede mühim rol oynamış olan b i r a r a p e m î r i d i r . Abu_'l-Fidâ’ (İstanbul, 1286, IV, 9 l ) ’daki şeceresi ‘İsa b. Muhannä b. Mâni' b. Hadişa b. ‘Asaba b. Fazl. Salam iya ile Sarmin onun âilesinin oturduğu yerlerdir. Kendisi ihtimâl R abi'a kabilesinden idi. Kamâl al-Din 'in Haleb tarihinde, büyük babası Mâni' ile bu ai­ leye mensup diğer kimselerin isimleri sık-sık ge­ çer (b k . Blochet,H istoire d ’A lep, s. 168, 210, 21 3) . Isä, 658 ( 1 2 6 0 ) senesinde ‘A yn Cälüt i b.bk.] muharebesinde Kufuz tarafında savaştı ve daha sonraları, aralarında sık-sık anlaşmaz­ lıklar çıkmakla berâber, umûmiyetle Memlûklerin tarafını tuttu ; çünkü, Memlûk sultanları emirlere pek itimat etmemekte id iler; hakikî birer bedevi reisi olan emirler de hükümete pek ehemmiyet vermemekte ve icâbında moğullara iltihak etmekten çekinmemekte idiler. ‘İsa ile Baybars [ b.bk.] arasında daha önce vâki olan bâzı ihtilâflar, Ç alâ’ ün zamanında ‘İ s a ’nın Sonkor al-Aşkar tarafına geçmesi üzerine,



Is . daha da vahim bir hâl aldı. 679 'ı z 3o) senesinde her iki taraf Abalça [ b.bk.] 'yi ve onun moğui kuvvetlerini yardıma {ağırdılar; fakat bu gayr-i tabi'î ittifak uzun sürm edi; çok geçmeden, ‘İsâ Çalâ’un ile tekrar uzlaştı ve onun ile birlikte 680 ( 1281 ) ’de moğullara karşı Humus'ta sa­ vaşa iştirak etti. Az bir müddet sonra, ‘İsâ öldü ve yerine g«çs«t oğlu Muhannâ Husâm a!-Din babasınıs siyâsetini devam e ttird i; 692 ( 1 2 9 3 ) senesinde, Sultân H alil tarafından kahbece yakalattırılıp hapse atıldı ise de, son­ radan serbest bırakıldı ve araplarm emîri ola­ rak tanındı. Sultân al-Nâşir nezdinde Çara Sonkor lehine şefaatte bulundu ve bu yüzden sultanın husûmetini celbetti. Bunun üzeri­ ne, Ubanlılarm tarafına geçti. 723 ( 1 3 2 3 ) senesinde moğullar île Memlûkler arasında sulh yapıldıktan sonra, Muhannâ da Suriye 'ye döndü. 697 senesinde M ekke’ye hacca gi­ den Muhannâ ( bk. Wüstenfeld, Chron. der Stadt M ekka, II, 275), 73$ ( i 3 3 4 /* 3 3 5 ) sene­ sinde vefat etti. İbn Battuta { Paris tab., I, 169 v.dd.) onun hakkında geniş mâlûmât ile birlikte (III, 271 v.dd.), Dehli sultanı Muhammed Şâh'ın sarayında bulunan 'İsâ sülâlesine mensup birinin hayatı hakkında da şâyân-i dikkat ha­ berler veriyor. Muhannâ bir çok erkek evlât bıraktı; fakat bunlar, çok geçmeden, birbirlerine düştüler. Bununla beraber, araplarm imareti, bir asırdan fazla bir zaman için, 'İsâ b. MuhannS sülâle­ sinde kaldı. Sülâle aneak 879 ( 1 4 7 4 ) yılında İnkıraz bulmuş olmalıdır. Fakat mevcut kay­ naklar bu hâaedântn âkıbeti hakkında tefer­ ruata girişmeğe İmkân vermemektedir. B i b t i g o g r a f g a t Madde içinde zikr­ edilen kaynaklardan başka krş. Memlûk ve İlhanlı müverrihleri,bilhassa,Weil, Geschichte der Chalifen, IV ( bk. fih rist) ve d’Ohsson, Hist. des Mongols, IV. İ S  . ‘İS  b . Mös b . Muhammed b. 'A l î b Abd A l l a h b . a l- ' A b b â s (? — 7 83), ilk iki Abba­ sî halifesi al-Saffâh ile al-Manşür 'un yeğenidir. Saltanatının son senesinde, al-Salfâlj, kardeşi A b ü C a'far’e ve ondan sonra da yeğeni 'İsâ b. Müsâ ’ya, velîahd sıfatı ile, bi’at ettirdi. Bundan bir kaç sene önce, Kufe’ye vali tâyin edilmiş olan 'İsâ, Abu Ca'far al-Manşür 'un tahta cü­ lusundan sonrada bu makamda kaldı. 'AH tarafdarı Muhammed b. 'A bd Allah, 143, ( 762 } senesinde Medine 'de ısyân çıkarınca, 'İsâ bir ordu ile, ona karşı, gönderildi. Suriyelilerin yak­ laştığını gören medinelilerin çoğu kaçarak, kur­ tuldular ve aynı senenin ramazanında (kânun I. 762) ‘İsâ, hücum ile, şehri, zaptetti. Muhammed muharebe meydanında maktul düştü ve başı halifeye gönderildi. Bu esnada, Mu-



hammed’in kardeşi İbrahim B asra'd a ısyân bayrağını açmış idi. Halifenin kıt 'alan mağlûp edilmişti. ısyân gittikçe genişlediğinden, al-Man­ şür, tahriki kolay olan Küfe ahâlisinin de bu ayaklanmaya iştirâklnden korkarak, bizzat oraya gitmeğe karar verdi. 'İsâ Medine 'den kalkıp, imdadına gelinceye kadar, al-Manşür K ü fe'yi zapt ve rapt altında tutmağa muvaffak oldu. Her ne kadar 'İ s a ’nın. Humayd b. Kahtaba ’nin kumandasındaki öncü kuvvetleri BâhamrS [ b, bk.]’da mağlûp oldu ve esâs kuvvetlerin bir kısmı geri püskürtüldü ise de, 'İsâ vaziyete hâkim k ald ı; İbrahim ’in kuvvetleri kaçtı ve kendisi de maktûl düştü, 23 zilkade 143 ( 14 şubat 763) ’te Bâhamrâ zaferi al-Manşür ’un hâkimiyetini te’min etti. Bununla berâber, alManşür ‘İs a ’ya kıymet vermediği için, onu velîahdlıktan uzaklaştırmak istiyordu. Onu Muhammed b. ‘Abd Allah ’a karşı gönder­ diği v a k it: — „ikisinden hangisi Ötekini öldü­ recek, merak bile etmiyorum." — diyen hali­ fe, 147 ( 764/763 ) senesinde, oğlu Muhammed alMahdi ’yi velîahd ilân etti ve hattâ, hakların­ dan feragat etmediği için, ‘ İsa'nın elinden vali­ liğini de geri aldı. Bununla berâber, ‘İsâ ni­ hayet haklarından ferâgate ve sonradan onu istihlâf etmek şartı ile, al-Mahdi ’ye bi'at et­ meğe râzı oldu. al-Manşür'un ölümünden sonra, al-Mahdi 'nin taleplerine telıdid altında rızâ gösterdiğini bahâne ederek, veraset iddialarını tekrarlamağa kalkıştı ise de, bu teşebbüsü akim kaldı ve al-Mahdi zamanında bu emîrin oğlu Müsâ al-Hâdi lehine yeniden veraset hakkın­ dan vaz geçmeğe mecbur oldu. 167 (783/784) senesinde öldü. B i b l i g o g r a f g a'. Tabari, III, 27 v.dd.; İbn aî-A şir { nşr. Tornberg ), V , 313 v d d .; VI, 13 v .d d .; Ya'kübi (n şr. Houtsm a), II, 419 v .d d .; îbn al-Tiljtakâ, al-F ah ri (Derenbourg), s. 39, 225 v .d d .; İbn Hal­ dun, '¡b a r, III, 177 v .d d .; Mas‘ üdi, Murüc ( P a ris ), VI, 71, 90, 136, ı6 r, 18 1 v.dd., 214—2 16 ; IX, 63 v.d.; A ğ â n i, bk. fih rist; Weil, Gesch. der Chalifen, II, 13 , 24 v .d d .; Muir. The caliphate, its rise, decline and fa il (3 . tab.), s. 446 v. d d .; Nöldeke, Orientalische Skizzen , s. 1 30 V. dd. ( K. V . ZETTERSTEEN.) Î S Â . İS A b. 'O m ar a l - Ş a ç a f î ( 7 — 766 k u r r â d a n ve a r a p n a h i v â l i m l e r i n ­ d e n d i r. Basra mektebinin ilk mümessillerin­ den bîri ve Sibavayhi [ b. bk.] ’nin hocası sayıl­ maktadır. Flügel ( D ie grammatischen Sch a­ len der A raber, s. 29 v. d d .) ’in ve ondan ala­ rak Brockelmann ( G A L , I, 99 ) ’m onun hak­ kında topladıkları mâlûmâta Yakut 'un İrşad ( nşr. Margoliouth, VI, 100 v. dd.) 'mı ilâve et­ mek lâzımdır.



I 066



ÎS Â -



ÎS Â V İY E .



Î S  . İS A B. a l - Ş a y h b. a l - S a l îl . a l- Ş a y BÂNİ (? — 8 g 2 ), 2$2 ( 866 ) s e n e s i n d e R a m ­ l a ' y e v â 1 i tâyin olundu ve bir kaç sene sonra, 256 ( 870) 'da, buna ilâveten Şam valilisini de elde etti. Fakat, Suriyelilerin verdikleri vergileri zimmetine geçirdiği için, al-Mu'tamîd, Ama-cür 'u Şam 'a vâli olarak gönderdi, Amacür, ‘Isa'nın, oğlu Manşür kumandasındaki kuvvet­ lerini hezimete uğrattı. ‘ I s a ’nın kendisi Erme­ nistan'a sığındı. Halife bu eyâletin idâresİni ona vermişti (orada oynadığı rol için bk. Thopdscbian, M iti, des Sem inars fü r orient. S p ra ­ chen, VII, 2, s. 119 ) . 266 ( 879) senesinde ‘İsa Amid 'de bulunuyordu ve d»ğer arap emirleri ile birlikte, Musul vâlisi tbn Kundâçik 'e karşı, ne­ ticesiz bir savaşa girişti. Üç sene sonra, 269 ( 88a ) 'da öldü. Fakat oğlu Ahmed Diyarbekir'de tutundu i 279 (892) 'da Mardin 'i ve 280 (89}) 'de Marâğa 'yt zaptetti ve ermeni Sempad I. 'a karşı muvaffakiyetle savaştı ( bk. Thopdscbian, ayn. esr., VIII, 2, s. 173 v d.) ve 285 (8 9 8 ) senesinde öldü. Ibn al-Mu'tazz ( bk. ZDMG, X L, 576 ’daki manzumesi ve tabiin notu, ayn. esr., XLÎ, 242 v.d.) 'in verdiği mâlûmâta göre, Ahmed Kundâçik 'ten ganimet olarak aldığı hazîneleri halifeye teslim etmek mecbûriyetinde kalmış ve 281 ( 894) senesinde Öyle muşgül bîr vaziyete düşmüş ki, bir ara nerede İse, hıristiyanlar tarafına '' geçecek olmuş. Ahmed 'in ölümünden sonra, halife onun_oğlu Muhammed 'in üzerine yürüdü ve onu Amid 'de ku­ şattı. Neticede Muhammed, ailesi İle birlikte, e :ir düştü. Bununla beraber, Şaybâni 'leı daha sonraları Diyarbekir 'de tekrar meydana çık­ mışlardı. Ibn Batlül» ( bk. Paris tab., 1, 16 3 ), cenûbî Erm enistan’da da bunlara rast­ lamıştır. B i b l i y o g r a f y a : Ja b a rı ( nşr. de G o e je ), III, bk. fih rist. İbn a l-A şir (nşr. Tornberg ), VII, bk. fih rist; Mas'udi ( Paris tab.), VIII, 134 v.dd.; Defremery, Recherches sar un personnage nomme Jça fils da Cheikh, et sur sa fam ille, M im . d'kistoire orient., I, 1 v. dd. ve maddede adı geçen eserler. İ S A F . [ Bk. îs Af .] I S  F . İS A F , M e k k e ’de, hemen dâima N &• il a m ü n â s e b e t i ile z i k r e d i l e n sa­ n e m i n a d ı d ı r . R İvlyete göre, Curhum kabilesinden bu isimde bir kadın ile bir er­ kek, Kâbe 'de işledikleri şenâat dolayısı ile, cezâ olarak, taş kesilmişlerdir. Bu taşlar, Ön­ ce ibret olsun diye, Şafâ ile M arva'ye ko nuldu; fakat sonradan ‘ Amr b. Luhayy’in emirleri üzerine, bunlar mâbûd mertebesine çı­ karıldı. İsaf mukaddes iki taşı ifâde etmek­ tedir. Fakat bu isimlerin menşe'i henüz izah



edilmiş değildir. Oozy 'de bâzı izah denemeleri vardır ( bk. D e fsraelieten (e M ekka, s. 197; alm. trc. s. i 80— 18 4 ). B i b l i y o g r a f y a : Wellhausen, Reste ar ab. Heidentums*, s. 77. İS A Ğ U C İ. [ Bk. tsAcûct.] İS Â G Û C Î. İSA Ğ U C İ, tsagocya, yunanca eloaytay 9’ dan gelir. Tyrosîu Porphyrius 'un te lif ettiği A r i s t o ’nun k a t e g o r i l e r i n e m e d h a l ’in a r a p ç a y a nakledilm iş ş e k lid ir . S â id al-Andalusi ( Tabakât al-amam, Beyrut, 19 12 , s. 49 ) 'ye göre, arapça tercüme­ sini İbn Mukaffa’ [ b, bk.] doğrudan-doğruya yünancadan yapm ıştır; hâlbuki, Fih rist ( I, 224) 'e göre bu tercümeyi A yyüb b. al-Kâsim at-Rakkı bir süryânî tercümeden yapmıştır. Her hâlde şurası muhakkaktır ki, Porphyri­ us'un eserinin arapça tercümeleri, hattâ şerh­ leri, hülâsaları ve adaptasyonları, ilk zamandan itibâren, birbirini tâkip etti. Adaptasyonlardan elimizde ancak şu ikisi bulunmaktadır: I. Abu’l-Hasan İbrahim b. ’ Oroar a!-Bikâ'i al-Şâfi'ı ( bk. Bıockelmann, G A L , II, 142 v d., nr. 14 ) ’nin adaptasyonu; al-Sanüsi ’nin bir şerhi ile birlikte ( bk. ayn. esr. ve Cezayir millî kütüp. kat., nr. 1382, I ) . 2. En mâruf olan ve en çok şerhedilen al-Abhari ( b. b k .]’ninki (a y ­ rıca bk. İbn Haliikân, Vafayât, Kahire, 1310 , II, 132 ). Bu ufak mantık kitabı, gâyet muh­ tasar olarak, şunlardan bahsetmektedir: had, târif, kaziye yahut hüküm, tezat, tenâkuz, kıyas, cedel, hitâbet, şiir,, safsata. al-A bhari'nin î sâğüci 'sini al-Ahzari [ b. bk.], racaz vezni ile, manzfim olarak, yazmıştır. [İsâğüct ( al-Sullam al-m uravnak f i 'ilm al-m antik) tâ iptidadan medeselerin ilgâsına kadar, Türkiye'de, klasik mantık kitabı olarak, tedris edilmiştir]. B i b l i y o g r a f y a ; Ya'kübi ( nşr. Houtsma ], 1, 14 4 ; İbn al-K ifti ( nşr. Lippert), s. 220, v.d.j 256 v.d .; 297, m ; 323, ıs v.d.;Ibn A bi Uşaybi'a (nşr. A . M üller), I, 105 a ş .; 210, 5; 21 S, 2; 235,7 v.d .; 241, m; Kâtib Çelebî (nşr. Flü­ gel ), I, 502 -50 5, nr. 15 3 3 ; Wenrich, D eauctoram graecoram •oersionibus, s. 280—286, 3 0 $ ; Steinschneider, D ie arab. Uebersetz. a. d. griech. ( B eih. z. Centralbl. f. Bibi., Leipzig, 1893, XII, 9 7 — 99.)- ( M o h . B e n C h e n e b .) ‘İ S A V A . ( Bk. ‘ Is â v I y a .] ‘İS A V t . [B k . n a şr â n L] I S A V İ Y A . [ Bk. ÎSÂ VİYEJ Î S Â V İ Y E . ‘ÎS A V İY A , ‘ İS A V A (A Îs s a o u a ), müfred '¡s â v i 'den ( krş. Marçais, Textes ara­ bes de Tanger, s. 397 v.d.) hvân 'ı [ b. bk. ve bk. mad._ DERVİŞ.] yahut S i d i M u h a m ­ m e d b. ‘ İ s a t a r a f ı n d a n k u r u l m u ş v e ona i z â f e t l e i s im le n d i r ilm iş olan



JSÂ V iY Ê . Magrib uhuvvet tarîkati âzasıuj g ö s t e r e n b i r i s m- i c em ’d ir . Bu tarîkatin şöhretine rağmen, Muhammed b. 'İsa ai-Fihri ’nin hayatı ve onun menşe'i hakkında ancak pek az şey biliyoruz. Fi liri nisbesi endüiüs-arap menşe'ini düşündürüyor. Gençliğinde bir çok seyahatler yaptı ve bil­ hassa şarktaki seyahatlerinde Haydariya ve Sa'diya tarîkatlerine girip, onların cezbeli zi­ kirlerine iştirak etti. Magrib ’e döndükten sonra, bizzat Cazûli [ b. bk.] 'nin tilmizi olan Şayh Abu 'I-'Abbâs Ahmed al-Hârişi ’nin müridi oldu; şey­ hinin vefatından sonra, Miknâsa al-Zitün (Mequinez ) ’daki zaviyesinin bağına geçti ve bura­ da öldü (aş.-yk. 15*4/15*5 ) i şeyhlerinden biri olan, şarktan gelme Boğan al-Halabi 'nin aynı zaviyedeki mezarı yanında defnedildi. Muhammed b.*lsâ mürîd çevresini büyük ölçü­ de genişletti ve müstakil dinî bir tarikat hâli­ ne getirdi. Bu tarîkatin başında bir şeyh yahut halife, onun emrinde de kırk âzadan mü­ rekkep, bir çeşit meşveret divânı var idi. Bu kırk kişi, zaviyede yahut Miknâsa al-Zitün zâviyesinde, münzevî bir hayat sürer ve senede ancak bir defa, o da mevlid kandilinde, dışarı çıkarlardı. Bu tarikat mensupları Şâziliya sûfîlerinin ni­ zâmını tâkip etmekte ve ayrıca cismânî hissiz­ liğe ulaşmak için, cezbeli zikirler yapmakta idi­ ler. Bu dereceye varmak için, mürîdler birbirleri­ nin elinden tutup, bir âteş etrafında halka çevi­ rerek, öne ve arkaya doğru sallana-sallana zjkrederlerdi. Hisleri tamamen ibtâl olununca, ‘İsaviya’ler, canlı akrepleri yutar, cam kırıklarını yer, etlerine şiş batırır ve kılıç ite vücûtlarını dö­ verlerdi [ bk. mad, DERVİŞ ]. Umûmî bayramlar­ da bn merasim, ekseriya, müşterek bir kurban şenliği vasfını taşıyan bir yemek ile sona erer; âyîn esnasında cezbeye gelmiş mürîdler derisi yü­ zülmemiş bir hayvanı (koyun veya keçi) çılgınca paralayıp, her türlü tahmini aşan korkunç ve iğrenç bir şekilde üzerine atılarak, onu çiğçığ yerler. Efsâneye göre, Allah, Muhammed b. Tsâ 'mu şefaati üzerine, bu şahsın mürîdlerine, hastalığa ve yaralara karşı, tam bir muafiyet bahşetmiş. Bu dervişler hemen dâlmâ cinlerin sebebiyet verdiği hastalıkları, kendi üstlerine almak sureti ile, bertaraf etmek kudretine sahiptirler. Bu sebeptendir'ki, alelade veya salgın hastalık­ ların girdiği evlere çağrılırlar ve orada bu tedâvı hünerlerini göstermeleri istenir. flk meydana çıkış tarihi olan XV . asırdan itibaren, önce Miknâsa ve Fas bölgelerine ya­ yılmış olan ‘tsâviyaler, câhil ve muîaassıp halk üzerinde, büyük bir nefuza sahip oldular. Mu­ hammed b. ’ İsa nufûzundan istifâde ederek, on­ ları, portekiz ve İspanyol hıristiyanlarına karşı,



mukaddes bir cihada teşvik etti. Halefi. Abu '1-Ravâ’in Fas halkını, yeni Sa'di şerifler sülâ­ lesi lebine, son Merînîlere karşı, ayaklandırdı. Bu devirden sonra, müverrihler 'Isâviya'ierin siyâsî rolünden bahsetmez olmuşlardır;- mu­ hakkak olan bir şey var ise, o da, hiç değil ise, husûsî bir tarikat sıfatı ile, muhtelif siyâ­ sî ihtilâllere iştirak etmemişolmalarıdır. Daha Sidi Muhammed b. ‘ İsa hayatta iken, mürîjdierinden Abu 'i-ldaccâc Yûsuf b. A bi Mah­ di İsa adında biri, Figuig ( Fas 'm cenûb-ı şarkîsi ) 'de bu tarîkatin bir zaviyesini kurdu. ’İsâviya’lerin nııfûzu buradan Cezayir ve Tunus ocaklarına yayıldı. Bugünkü yayılma sahası önce pek fazla bulundukları Fas '1 ve bilhassa mem­ leketin garp kısmını ihtiva eder; sonra baş zaviyeleri bulunan Cezayir gelir : bilhassa Remşi (O ran eyâleti) veOuzara ( Cezayir eyâleti ). Ouzara 'daki zaviye tarikat kurucusunun torun­ larından biri tarafından te'sis edilmiştir; bun­ dan başka, bunların bütün Cezayir ( msl. Kosautina, Böna v .b .)’e dağılmış daha az ehem­ miyette müteaddit zaviyeleri bulunmaktadır. Tunus'ta onlarınnufûzubilhassa al-Kef,Tunus, Bizerte, Sus, Sfaz, Gabes 'e ve Cerba adasına kadar uzanmaktadır. Trablusgarp'ta pek az ya­ yılm ıştır; M ısır'da ise,bemen-hemen hiç bilin­ memektedir. Bütün büyük Fas uhuvvet tarîkatleri gibi, bunların da Mekke 'de bir zâviyeleri vardır. B i b l i y o g r a f y a t îbn 'Askar, Davlşat al-naşir (metin s. 57 ; trc. A rchives Maro­ caines, XIX, 133 ) ; Muhammed al-Şağir al-Vafrâni, Nuzhat al-kâdi { nşr. Houdas ), metin s. 28 v.d. ; trc. s. 53 v.d. ( Publications de l’Ec, des Lang. or. viv., 3. seri, II, 111 ) ; atKattâni, Sa lvat al-anfâs, I, 1 85; Drummond Hay, L e Maroc et ses tribus nomades ( fm s. trc.), Paris, 1844, s. 192—200; De Neveu, Les Khouans ( Paris, 1845 ), s. 32 v. dd. (bilhassa menkıbevî kısımları mühimdir); Blakesley, Four Months in A lgeria ( Cam­ bridge, 1859 ), s. 56—61 ; Dumont, A lger, ville d’hiver (P aris, 1878), s. 99—1 1 5 ; Erckmann, Le Maroc moderne ( Paris, 1885), s, 103— 105 ; Delphin, Les Aïssaoua { Oran etV A lgérie en 1887, Congrès pour l’Avancement des S ci­ ences, 1888, II ) ; La Martinière, Morocco ( London, 1889 ), s. 345—350 ; Dupont ve Cappolani, Les Confréries religieuses musulmanes ( Cezayir, 1897 ), s. 349 v.dd.; Macnab, A R ide in Morocco (London, 1902), s. 3 17 —323; Doutté, L es Aïssaoua de Tlemcen (Chalons, s. M. 1900 ) ; ayn. mil., M agie et Religion dans l’A frique du N ord (Cezayir, 1909), a. 482 v. d d .; ayn. mil,, En tribu (Paris, 19 14 ), s. 398 v. dd. ; Masqueray, Souvenirs et visions



to68



ÎSÂ V İY E -



İSFAHAN.



İsfahan, doğrudan-doğruya çöle karışan ced ’A friqu e2, s. 15 1 — 153 i Montet, Le culte des saints musulmans dans l’Afrique du Nord, nûb*i şarkî kısmı hâriç olmak üzere, her ta­ tür. yer, ; Rinn, Marabouts et Khouans, 3.303 raftan dağlar ile çevrili, suyu bol ve iklimi v. dd. ; Rouquette, Les sociétés secrètes chez sıcak bir ovada kâindir. Hamd Ailâh Musiavfi { Nuzhat al-lçulûb, nşr. Scbefer, s. 168 ) 'ye les Musulmans, 2. kısım, IV. ( A. C o u r .) göre, burası, nar hâriç, her türlü nebatın ye­ ÎŞBA *. [B k. Is b a ',] ISBA *. İŞ B A ' (A .) „parmak“, b i r a r a p tişmesine müsaittir. Ova Zanda-Rüd ’dan alınan u z u n l u k ö l ç ü s ü olup, Avrupa 'da olduğu arıklar ( m a d î) vâsıtası ile sulanmaktadır. gibi," kadam ’in Vl2 ■ ve zira 'm V24 'idir. İşba' Safevîler devrinde muntazam bir sulama sis­ arap uzunluk Ölçü sisteminin temellerinden temi hâline getirilmiş olan bu arıklar, altı gu­ biridir ve Ravza adasındaki Nİ1 'İn su yüksek­ rup hâlinde 33 kısma ayrılmakta olup, onlar­ liğini ölçmeğe mahsûs, hicretin 96. yılında ya­ dan ayrılan kollar ile birlikte geniş bir sahayı pılmış olan âletin üzerinde, gâlibâ en eski sulamaktadır. Msl. kolları ile beraber, 450 'yi zamandan beri işaret edilmiştir [ bk. mad. bulan 6 ana mâdi ’den ibaret birinci gurup, MİKYAS ] ; orada uzunluğu 2,2529 cm. ( zira — 54 km. bir arâziye su vermektedir. Burada 54,07 cm.)'dir. İşba', müştak bir ölçü olarak, külliyetli mıkdarda afyon, pamuk, tütün, pirinç, değişmez bîr kıymet ifâde etmez ; nitekim, msl. buğday, arpa, üzüm, badem v. b. yetişmektedir. bugün ( 1927 ) Kahire'de de, zira' muhan~ Yüu istihsâli sayesinde, halıcılık ile de iştigâl dasa ’de işba' = 3,195 em., zira istambuli 'de edilmektedir. Milâddan önceki devirlerde bu bölge, 2000 = 2,82 cm., zira' hindâza 'de = 2,658 cm., zira senelik bir hayat yaşamış olan Elam devleti baladi veya maşri 'de = 2,404 cm. 'dir. Zira İfalabi ( = 68,58 cm.) Türkiye 'de metre resmen dâhilinde olup, elâmlılar gibi, irânî ve sâmî kabûl edilinceye kadar, en çok kullanılan ölçü idi; olmayan ve turanî olduğu kuvvetle tahmin parmak = 2,857 cm. Bununla beraber, günlük edilen bir kavim ile meskûn bulunuyordu. bayatta işba* isminin uzun zamandan beri terk­ Elam 'm sukutundan sonra teşekkül eden Anedilmiş bulunduğuna ve zira’ 'ın şarkta, metrik zan devletinin merkezi Gâba şehri ( Batlam­ sistemin yerli sistemin yerini tamâmiyle almadığı yus VI, 4 r â g a t ) bugün İsfahan'ın bulun­ yerlerde, d ö r t (ru b ') ve y i r m i d ö r t ( kirat ) duğu mahalde idi. m. ö. VII. asrın başına doğru Zagros dağları vâdileri boyunca cenûba kısma bölündüğüne dikkati çekmek lâzımdır. B i b l i y o g r a f y a : Don Vasquez Quei- inen ve Elam ’m merkezi olan Sus şehrinin po, Essai sur les Systèmes métriques, tür. yer; şimâl-i şarkîsindeki Anzan civarında yerleş­ M. van Berehem, Corp. İnscr. arab., I, 22 ( fih­ meğe başlayan Fars unsuru asırlar boyunca ristte yoktur ) ; I. 1. Marcel, Mémoire sur Elam'ın ve Anzan'm hâkimiyeti altında kal­ le Meqyas de l’Ile de Roudah { Desc. de mışlardı. Sonraları buralarda hâkimiyet Ahal’Egypte, Etat moderne ), XV, 453. — Krş. menî sülâlesine geçince, memlekete Gâbyân bir de Hvârizmi, Mafâtîiht al-ulüm ( nşr. v. adı verildiği görülmektedir, Strabon da bunu VIoten ), s. 66; Makrizi, Tract, de légal. bu şekilde kaydetmiştir. Adını memlekete ve­ Àrabum ponderibus ( nşr. Tychsen ), Rostock, ren Gâba ise, zamanla Cayy şekline tahavvül etmiştir. Sâsânîlerden araplara da bu ad ile 1800, s._44 v.d., 59, 62. { E. V. Z A M B A U R .) intikal ettiğinden, arap devrî sikkelerinde Cayy İS F A H A N . [ Bk. İs f a h a n .) İS F A H A N . İŞFA H Â N , İran'da, 320 39' 34" olarak zikredilmektedir. A raplar burasını, bir rivayete göre, 19 (640) şimâl arzı ile 51° 40' şark tülünde, 1.550 m. yüksekliğindeki geniş bir yaylada, Zanda-Rüd tarihînde ( bk. Th. Nöldeke, Geschichte der ( bugün Zâyanda-Rüd} ırmağı üzerinde vâki Perser und Araber zur Zeit der Sassanides. . . , tarihî b i r ş e h r i n a d ı ve aynı adı taşıyan Leiden, 1879, s. 1 5 i, not 2 ), ikinci bir rivayete bir vilâyetin merkezidir. Batlamyus ( VI, 4 ) 'ta göre, 2 1 (6 4 1/6 4 2 )'de ( bk. Tabari, I, 2737 'AcCTaMva, Firdavsi 'de Sipahân ve arap mü­ v. d.) ve üçüncü bîr rivayete göre ise, 23 elliflerinde İşbahân ve İsfahan şeklinde geçen ( 644) 'te { Batâzuri, s. 312 ) zaptetmişlerdi. A b­ bu adın „ordular“ veya „ordugâh“ mânasında basî halifelerinden al-Mu'tazz 'in idaresi altında olduğu söyleniyorsa da, kelimenin, ora halkı Musa b. Boga 'nın Taberistan şi'îlerine karşı şivesinde „köpek“ mânasına gelen asbâh (med- yaptığı sefer esnasında (2 4 7 = 8 6 1), İsfahan’da çe cwdxct, Herodot, I, IIO ) 'tan iştikak etti­ çıkan bir isyân şehrin yeniden zaptını, nüfu­ ğini ileri sürenler de vardır [ bk. El, mad. sunun azalmasını ve eşrafının başka yerlere İŞFAHÂN ]. Nitekim V. asır ermeni müellifi Ho- sevkedilmesini intâe etmiştir (Balâzuri, s. 314 ). renatsİ 'nia coğrafyasında ( s. 67 ) da bu kelime, XIV. asır yerli müelliflerinden Hnsayn b. MuSâsânî İran 'sn ikinci eyâletinin adı olmak hamtned al-’Alavi 'nin Târih.i ahvâld İsfahan ( Bk. E. G. Browne, Account o f a rare Ms. Hisüzere, Aspakân şeklinde kaydedilmiştir.



İSFAH AN.



tory o f îsfahân, Hertford, 1901, s. 7. v. d)'»na göre, araplar geldikleri zaman Cayy 'i, bütün Sâsânî şehirleri gibi, dört kapılı bir şehir hâ­ linde bulmuşlardı. Bu kapılardan birine DarvSza-i cuhüdân ( „yahudiler kapısı" ) ve bu civar­ daki mahalleye de Yahüdiya denilmekte idi. Mukaddasi ( s. 388 ) ye göre, bu yahudiler, Buhtunnaşr’ın vaktiyle Filistin ’den çıkardığı esirlerin-'ahfadı idiler (bk. bir de İbn al-Fakih, s. z6ı; Schreiner, R E J , XII, *59). Başka bir rivayete bakılırsa, Yahüdiya 'yi Yazdîgİrd I., bir yahudi olan karısının ricası üzerine, inşâ etmiştir ( E. Blochet, Liste des villes, § 54, Re­ cueil des travaux, 1895, X V II i J . Marquart, Erânşahr, s. 29). X. asırda ŞahristSn adı ile mâlûm olan Cayy, Y ahü diya’ye nisbetle, daha küçük ve daha az nüfuslu idi. Araların­ da iki mil mesâfe var idi. Mukaddasi ( s. 389 ) ’ye göre, ŞahristSn'in yanında, Zanda-Rüd üze­ rinde, büyük bir köprü bulunuyordu. Buradan neş’et etniiş ve muhtemel olarak, 290 (90 3) yıllarında eserini burada yazmış olan tbn Rusta’nin naklettiği rivayetlere göre, Şahriatân hisarının inşası Kayhusrav 'e ve sonraları yeniden imarı da Isfendiyâr ’m oğlu Bahman 'e atfedilmektedir. Hamd Allah Mustavfi { agn. esr., a. 170 ) 'ye göre ise, ŞahristSn Büyük İskender tarafından inşa ve Sâsânîler devrin­ de de imâr edilmiştir. İbn Rusta şehrin dört kapısı ile 100 kulesini tasvir eder. Büveyhîlerden Rukn al-Davla Daylatni (9 32—976 } şehri genişletmiş ve XI. asırda hâlâ mevcut olan sûrlarını yeniden yaptırmıştır. Rivayete göre, Rukn al-Davla 'nin yeniden inşa ettirdiği ve her iki mahalleyi çevreleyen sûrun çevresi 16 km .'yi bulmakta idi. Sûrlar içinde müstah­ kem bir mevkii andıran yapı, Hemedan 'in hisarı gibi, Sârük adını taşıyordu (İbn Fakih, s. 219, 241, 244). Mukaddasi ( s . 388 v.d.), Y a­ hüdiya ’deki binalardan bahsederken, cuma mescidi ile cenûb-i garbi tarafında 70 arşın irtıfâındaki minâresini zikretmektedir. al-’AIavi ( bk. Browne, S . 27 V .d .) ’ye göre, bu câmî Ba­ ni Tamim kabilesine mensup araplar tarafın­ dan inşa edilip, X . asırda Abbasî halifelerin­ den al-Mulctadir zamanında genişletilmiştir. Bu camiin yanında te’sis edilen bir kütüpha­ nenin yalnız fihristi üç cildlik büyük bir eser teşkil ediyormuş. Mamafih cuma mescidi adını muhafaza etmekte devam eden bu câmi, Şah ’ Abbas I. câmiinin inşamdan sonra ve bilhas­ sa mârûz kaldığı tadilât yüzünden, mimarî ehemmiyet ve değerini tamâmİyle kaybetmiştir, Cayy, Selçuklular devrinde, „İsfahan yakı­ nında bir köy“ olarak, mevcut bulunuyordu (bk. Bundâri, s. 127, 18 1 ). Safevîler devrinde Işfahan '1 ziyaret eden Chardin ( Voyages de



chevalier Chardinen Perse, Amsterdam, 1735, II, 95 v.d.) Cayy ’i ve yahut ŞahristSn ’ı, İsfa­ han'in şarkında bir çok tarihî binaların enka­ zını içine alan, büyük bir köy hâlinde bulmuş idi. İştahri (s . 1 9 9 ) 'de İsfahan şehrî, X. asırda Irak-ı A rab ile Horasan arasındaki şehirlerin, Rey ’den sonra, en büyüğü olarak gösterilmek­ tedir. X . asrın ilk yarısında ( 3 1 6 = 928) Mardâviç b. Ziyâr (928—935) ’ın eline geçen bu şehîr, onlardan da Büveyhîtere (9 32 —10 23) ve Bani KSkûya ( 1007 —1051 ) 'ye intikal et­ miştir. 421 ( 10 3 0 ) tarihinde Gazneli Sultan Mahmud tarafından, bilhassa mezhep kavgala­ rını teskin maksadı ile, zaptediien İsfahan ondan daha evvel de türk akınlarına mârûz bulunuyordu. Selçuklu sülâlesinin kurucusu olan Tuğrul Bey (10 4 0 —1063) tarafından zaptediien İsfahan, onların bütün saltanatları devrinde, bu sülâlenin idaresi altında kaldı. Selçuklu sultanlarından bazıları İsfahan 'da ikamet ettiler. Alp*Arslan burada bulunduğu gibi, oğlu ve halefi M alikşih (10 8 2 —1092), çok sevdiği bir payitaht hâline getirdikten sonra, burasını kısmen tâmir, kısmen de yeni­ den yaptırdığı bir çok binalar ile tezyin etti, r 1 1 8 ’de vefat eden Sultân Muhammed İsfahan ’da, kendisi tarafından yaptırılan medrese hazîresine, defnedildi. X IV. asra kadar mevcut olan bu medresenin kapısında, Gazne ’deki Sultan Mahmud câmiinin kapısında olduğu gi­ bi, bir harpte müslümanların eline geçen, taş­ tan yontulmuş bir Hİnd mabudunun heykeli duruyordu ( bk. Hamd Allah Mustavfi, ayn. esr., s. 16 8 ). 12 2 8 ’de İsfahan Calâl al-Din Hvârizmşâh ile moğul orduları arasında, şehir sûrları dibinde cereyan eden bir savaşa sahne oldu ve şehir kurtarıldı ise de, az bir zaman sonra, moğullar tarafından, zaptediidi. İlhanlI­ lar ( 1 2 5 6—*344) devrinde bu devletin hudut­ ları dâhilinde kendisini çabuk toplayarak, eski ehemmiyetini kazanmağa muvaffak olan İsfa­ han, bu devletin sukutundan sonra, 1356 yılına kadar, Fars eyâletinin İihanlı valilerinden Abü İşhâk İncü 'nün idaresinde kaldı. O tarihte Muzaffari ( 1 3 1 3 —13 9 3 ) sülâlesine mensûp, Yazd vâlisi Mubâriz al-Din Muhammed ( *313 — *359) İsfahan’ı zaptetti ise de, onun to­ runu Zayn al-’Abidin 13 8 7 'de şehrî Tim ur'a teslime mecbur oldu. Timur büyük imparator­ luğunu oğullan arasında taksim ederken, İs­ fahan torunu Rustam ’e isâbet etmiş ve 1403 ’te bu zâtın paytahtı hâline getirilmişti. Timurlulardan sonra Uzun Haşan ( 1453—1478 ) tarafından, Ak-koyunlu devletinin (14 0 3— 1508) hudutları içine alman bu şehir XVI. asrın başında Safevllerin ( 15 0 2 —17 36 ) idâ-



İSFAH AN, resine' geçmiştir, Safevîlerden Şah ‘Abbâs !. (15 8 7 — 1628) İsfahan’ı yeniden imâr ederek, payitaht intihap etti ve İsfahan, 1722 yılında efganlılann istilâsına kadar, parlak bir devir yaşadı. Fakat İsfahan’ın bu ikbâl devri Safevîlerin, türk tazyiki karşısında, şimalden ce­ nuba doğru ric’atlerin'ıı bir neticesi idi. Türklerla' Tebriz ’İ zaptetmeleri üzerine, Safevîier payitahtların!, ilk Önce, Ç azvin ’e naktetmişlerdi. Babasına karşı isyân ederek, Kazvin ’i zapt ve kendisini şah ilân ettikten sonra, pa­ yitahtı İsfahan ’a nakleden Şâh 'Abbâs E. bu­ rasını Osmanlılara karşı emin bir üss olarak kullanmağı düşünmüş ve bunda yanılmamış olduğunu 1623 tarihinde Bagdad ’ 1 zaptetmesi ile göstermişti. Mamafih Osmanîdar 1638’de Bagdad’1 yeniden geri aldıkları gibi, daha evvel Azerbaycan ile berâber bütün lrak-i Acem 'i, o cümleden 15 4 8 ’de, Kanunî Sultan Süleyman devrinde, İsfahan'ı da ele geçirmeğe muvaffak olmuşlardı, Şâh ‘A bbâs 1. ısfahan ’1 büyük ve güzel bir şehir haline getirdi. İyi muhafaza edil­ memiş toprak bir sed ile çevrilmiş bulunan şehrin, X. asırda olduğu gibi, 12 kapısı var idi. J. B. Tavernier { Les six v o y a g e s..., La Haye, 1718, I, 433) 'ye göre, bu kapı­ lardan yalnız 1 0 ’u, Chardin (II, 5 ) ’e~-göre ise, 8 ’ i açık bulunuyordu ( bu kapıların adları için bk. Dupre, Voyages en Perse, 1819, II, >58). Şehrin XVII. asırda 500.000'e yaklaşan nüfusunu (Barthold, 1 1 S ) Chardin bir milyonu mütecâviz olarak gösteriyor ise de, bugün çevresi 48 km. olan, fakat bir enkaz yığı­ nını andıran boş ve metruk binalar ortasında, yalnız merkezî kısmı meskûn bulunan İsfahan 'm nüfusu 100.000'i bulmaz ( bk, Mas'üd Kayhan, II, 41 4) . Tavernier ( 1, 440) kendi zamanında İsfahan ’1 büyük bir köye benzetmişti. Zanda-RÜd un şimâl sahili boyunca uzanan şehrin merkezini, bugün olduğu gibi, Safevîier devrinde dahi, hükümdar sarayı, oâmi ve çarşı ile pazarın bulunduğu 386 m. uzunluğun­ da, 140 m. genişliğindeki Maydân-i Şâh teşkil etmekte idi. Bir müstatil şeklinde olan bu meydanı, kenarlarında çınar ağaçları sıralanmış ve tuğladan yapılmış bir kanal çevreliyordu. Kanal meydanı dış çevresini teşkil eden pa­ zardan ayıran ve alt katları dükkânlardan ibâret, sıra evlerin önünden geçerdi. Sonraları bütün bunlar harâp bir hâle gelmiş, yalnız XIX. asırda kısmen tâmir edilmiştir. 16 12 — 1 6 1 3 ’te Şâh ‘ Abbâs I. tarafından inşa edilen ve X V 1IL asırda bir kaç defa tâmire uğrayan câmi ve yahut Mascid-i Şâh meydanın cenup kısmında bulunuyordu. Cihan mimarî âbidele­ rinin en güzelleri arasında sayılan bu câmün



kapılan Şâh Şafi 1. (16 28 — 1842) tarafından gümüş ile kaplatılmış idi. Meydanın şimâl ucunda olup, vazifesi adından da anlaşılan Nakkârahâna, Kayşarîya denilen hükümdara mahsûs pazara açılırdı. Çayşariya ’nin medhali çini kaplı bir kapıdan ibâret idi. Bu gibi kapılar meydanın diğer binalarının önlerinde de var idi. Meydanın şark tarafında olan daha küçük ölçüdeki Şadr mescidi, Lutf Allah câmii adı­ nı da taşırdı. Meydanın ortasında, nişan tâlim­ leri için, üzerinde bir elma ve merasim esna­ sında ise, altın bir kupa bulunan bir direk di­ kili idi. Bunun yanında, bir zaman çok sevilen, bugün ise, tamâmiyle unutulmuş olan çevgân oyunu için, iki mermer sütün var idi. Hükümdar sarayı, gece-giindüz açık bulunan ve sığınacak bir yer ( bast) olarak kullanılan 12 sütûnlu bîr kapı ile, meydanın oenûb-garbî tarafın­ daki pazara açılırdı. Orta yerinde mermer bir havuz bulunan bu mahalde şah nevruz bay­ ramlarında elçileri kabul ederdi. Sarayın ana cephesi, temelleri taştan yapılmış arslanlara dayanan, 20 ağaç sütûnlu olmasına rağmen, çihiî sütün ( „40 sütün" ) adını taşıyan bir kapı ile bahçeye açılırdı. Saray bir çok büyük divanhâneiere taksim edilmişti. Bunlardan dâhili kısmının duvarları resimler ile bezenmiş bir salon bugüne kadar kalmıştır. Bu salonda şah­ ların hayatını tasvir eden 6 tablodan ikisi Şâh İsma‘ il ’e, diğerleri de Şâh Tahmasp 1., Şâh ‘Abbâs 1., Şâh İsmâ‘ il II. ve Nâdir Şâh 'a âittîr. tkı eski tablo arasına Kaçarlardan Naşir ai-Din Şâh 'in portresi de sıkıştırılmıştır. Şâh Husayn { 1Ğ94—1722 ) zamanında saray yan­ gından mutazarrır olmuş ise de, sonradan tâ­ mir edilmiştir. Sarayın garp tarafında bulunan Haşt Bahişt bahçesinden itibâren, Zanda-Rüd ırmağına kadar ve oradan da AlUhverdi Han köprüsü üzerinden, daha öteye uzanan ÇahârBâğ hıyâbânı başlar. Şâh ‘Abbâs I. 'in kuman­ danlarından AUahverdi Han tarafından inşa edildiği için, onun adını taşıyan bu köprü, 295 m. uzunluğunda ve 12 m. genişliğinde oiup, 34 ayağa dayanmakta ve birbirine müsâvî 33 kemere mâlik bulunduğundan, „33 gözlü köprü" ( Piil-1 sbu se çaşm a) adını dahi taşımaktadır. Bu köprüden geçtikten sonra, Çahâr-Bâğ (11yâbâm bugün mevcut olmayan Hazar carıb bahçesinde nihayet bulurdu. Allahverdi Han köprüsünden başka, beş köprü daha vardır ki, bunlardan en mühimleri Pül-i H v3 cü ve yahut Pül-i Bâbâ Rukn ve Pül-i Çübi {„tahta köprü“ ) ’dir. 3 km. uzunluğundaki Çahâr-Bâğ hıyaba­ nının her iki tarafında mevcut olan muazzam köşk, konak, imaret ve saraylardan bugün bir eser bite kalmamıştır. Bugün mevcut olmayan ve sayıları 32 ’yi bulan binalar arasında Şafi



İSFA H A N . Mirza sarayı, Nazır, Kuşhane) Güişen, Damga, Tavus, Disan-Beyi, Tüfenkçi- Ağası ve Aynahâne binâ ve sarayları da zikredilmektedir. Çihil sütûaa benzetilerek yapılmış olan Aynahâne, Haft-Dast sarayının kapısını ve cephesini teşkil ederdi. 18 34 ’te Fath 'A li Şâh burada vefat ettikten sonra, saray yıkılmağa yüz tutmuş ve harâp bir hâle gelmiştir. Bunlardan başka horasanlıların, Şâh ‘ Abbâs II. ’ m ve Makşüd ’Aşşâr ’m kervansarayları, Rustam Hân ’ın Şadr-i Mavküfât sarayı, GülBar denilen Hvâca ‘Âlam kulesi ve büyük av­ ların bir hâtırası olmak üzere, tamâmiyle ge­ yik boynuzları ile kaplı Kalla-Minâr şehrin en muhteşem binâları arasında idi, Mamafih bâzı seyyahlar, insan kemik ve kafalarına da rast­ lamış olduklarından, bu Kalla-Minâr 'ın tamâ­ miyle geyik boynuzundan ibaret olmadığı an­ laşılıyor (b k . G ,N . Gurzon, II, 23). İsfahan, efganhlarıu 17 2 2 'de vâkî olan ve Şâh Husayn 'in esareti ve tahttau ferâgati ile neticelenen istilâları ve 1723 'te icrâ ettikleri müthiş katl-i âm ve tahribat ile, harâp olmuş ye Nâdir Şâh'm 17 2 9 'da şehri geri almasın­ dan sonra da, kendisini toplayamamıştır. İran 'da hâkimiyeti ellerine alan Kaçarlar ( 1779— 1925) pâyitahtı Tahran'a naklettikten sonra, İsfahan tamâmiyle harâbîye yüz tutmuştur. Çah âr-B Sğ’ın büyük hıyâbânt ve Madrasa-i Mâdar-i Şâh ( „valide sultan medresesi") hâiâ durmaktadır. Yalnız hıyâbântn süsünü teşkil eden muhteşem çınarlar kesilerek, Şehzâde Zili al-Sultân sarayım yapmak için, Tahran'a götürülmüştür. Üç köprü iyi bir vaziyettedir. Efganlılarm istilâsından bir az önce yapılmış olan Suijân Husayn medresesi, Haşt- Bahışt sarayı ve İsfahan C u lfa'si civarında olan Minâr-i Cunbân az-çok muhâfaza edilmiştir. Maydân-i Şâh da esâs karakterini muhâfaza et­ mektedir. İsfahan ’daki tarihî eserlerin tâmir ve mtıhâfazası için tedbirler almak ve bu hususta bir rapor hazırlamak maksadı ile, 1282 (h, ş.) 'de İran hükümeti bir komisyon teşkil etmiş İse de, Mas'üd Kayhan’ın verdiği izâhâta gö­ re (II, 4 15 ), bundan tamâmiyle menfî bir ne­ tice elde edilmiş ve tarihî biııâiarm taşları, çiniler v.b. kıymetli akşamı sökülerek, husûsî binaların inşamda kullanılmak üzere, satılmıştır. Birinci dünya savaşı sıralarında (19 14 —19 18) Irak cephesinde ingilizleri Salman-i Pâk 'ten çekilmeğe icbâr eden bir türk kıt 'ası Kirmânşâh ve Hemedan civarına kadar ileriledikleri zaman, Kirman, Yezd ve Şîraz ile berâber, İsfahan şehri de, ingilizlere karşı Türkiye ta­ rafını iltizâm eden Kaşkay türkleri ile Bahtiv.ârî aşiretlerinin kontrolü altına alınmış bulu­



1071



nuyordu. Îngilizlerîn verdiği mâlûmâta göre, buralarda ayrıca 300 ’ü mütecaviz alman ve avusturyalı, 50 türk ve 1000 kadar devşirme iraulı asker de mevcut idi. Fakat Erzurum 'un sukutundan sonra, 1916 senesinin martında, İran'da harekete geçen ruslar Tahran—Çum—• Kâşân üzerinden yürüyerek, Bahtiyârîleri İsfa­ han 'dan tardetmeğe muvaffak oldular. Küt al‘Amâra [ b. bk.] zaferinden sonra, büyült bir kuvvet ile yeniden taarruza geçen tiirkler, rusiara ağır zâyiat verdirmek sureti ile, bir müddet önce kaybetmiş oldukları Kirmanşâh ve Hemedan T yeniden işgal ettiler. Aynı zamanda bir Bahtiyârî kuvveti de İsfah an ’ın 80 mil şimâl-i şarkîsine kadar yaklaşıp, rusları sıkış­ tırmağa başladı. Buradaki rus kuvveti 600 sü­ variden ibaret idi. İngiliz ve rus tebeaları ile büyük mıkdarda ermeni cemâatinin toplanmış olduğu İsfahan ’da müthiş bir panik baş-göstermişti. Ermeni cemâatinin rûhânî reisi ta­ rafından rus orduları baş-kumandanı Grandük Nikola ’ya vâkî olan İstimdâda, türklerin taar­ ruzuna karşı ruslarm hiç bir yardımda bulu­ namayacağı ve ümidin yalnız ingîlizlerde ol­ duğu cevabı alınmış idi. Bunun üzerine, İsfa­ han’daki rus kuvvetleri kumandanı, Kaşkay türklerine karşı hareket eden Şîraz ’daki İngiliz kuvvetlerini takviye etmek üzere, Kirman ’dan Y ezd'e varmış olan İngiliz generali ve İran tarihi adlı eserin müellifi P. S y k e s ’e mürâcaat etti. „İsfahan’daki ahâlinin hiç bir kısmı bizi ermenilerden daha harâretli bir surette istikbâl etmedi" diyen İngiliz gene* rali, 190 mil mesâfeyi cebrî yürüyüş ile kat’ederek, 1 1 eylül 19 16 ’da İsfahan’a girdi ve tarihî Çihil-Sütün mevkiinde şerefine tertıp edilen muhteşem bir ziyâfetten sonra, hal­ kın mâneviyâtı üzeıinde bir te ’sir yapmak maksadı ile, yine tarihî olan Maydân-i Şâh 'ta, ruslar ile berâber, bir geçit resmi yaptırdı. Generalin itirafına göre, bu az bir kuvvet idi. Fakat sayısı karşı tarafa mübâlegalı bir suıette ulaştırılmış olduğundan, türk kuvvetleri İsfa­ han üzerine taarruzdan vazgeçtiler. Hâlbuki yine generalin itirafına göre, „düşman İsfa­ han ’ı zaptettiği takdirde" Şîraz 'daki İngiliz kuvvetleri tuzağa düşmüş olacak, Kaşkay türk­ leri, faik kuvvetler İle, ingilizleri sıkıştırabilecek ve bu suretle garbî ve cenubî İran ta­ mâmiyle türk nufûzuna geçip, bir kaç defa Tahran 'dan kaçmağa teşebbüs etmiş olan şa­ hın da iltihakı ile, İran merkezî devletler bio­ kuna girmiş olacak idi. Bunun neticesinde de türklerin yaklaşmasını bekleyen Efganistan ve belki de Hindistan ayaklanacak ve harbin mu­ kadderatı ingiiizler aleyhinde tecellî etmiş olai cak idi.



io ?*



İSFAH AN -



İSFEN DİYÂR-O ĞU LLARI.



Bağdad 'm sukuta ve Irak 'm ingilizler tara­ lından işgali bu bölgedeki hareketleri gevşetti. 19 17 ihtilâli özerine, rus ordusunun inhtiâl et­ mesi ise, İsfahan'ın tamâmiyle İngiliz işgalinde kalmasına sebep oldu. Bununla beraber 19 19 ’da, İsfahan vilâyetindeki muhtelif aşiretler birleşerek, bu bölgeyi tekrar işgal ettiklerinden, ingilizler Şîraz ve Kirman ’dan bunlara karşı yeni kuvvetler şevkine mecbûr kaldılar. İsfahan ikinci dünya savaşı sıralarında da, cenubî İran ile birlikte, bir daha İngiliz işga­ line uğramış ve yalnız harbin hitâmından sonra işgâlden kurtulmuştur.



Şehir hugün de İktisâdi ehemmiyetini mu. hâfaza etmektedir. 1937 yılına kadar İran'ın büyük pamuklu mensucat fabrikası da burada bulunmakta idi. B i b l i y o g r a f y a t Metin içinde gös­ terilenlerden başka bb. bır de_Mas‘ üd Kay­ han, C oğrâfyây-i m ufaşşal-i t ran (Tahran, 1 3 u ) , II, 409 —427; III, tür. y e r.; V. Bar­ thold, Istoriko-geografiçeskiy obzor Irana (Petersburg, 19 03), s. 1 1 4 —1 1 9 ; CI. Huart, Işfahân (E I, II, 565—567 ) S Armyanskay a geografiya VH. veka po R . H. Prip. M. Harenskomu ( ermenice metin ve harita, rus. trc. K .P . Patkanov, Petersburg, 1877) s. 67 ve not; Mukaddasi, Ahsan al-takâsim ( nşr. de Goeje ), 1877; İbn Rusta, Kitâb al-al& lf al-nafisa (n şr. de G oeje), 1892; Balâzuri, Futüh al-baldan (nşr, de G oeje), 1866; İbn Fakih, Kitâb al-buldan (nşr. de Goeje ), 1885 ; Ya'kübi, Kitâb al-buldân ( nşr, de Goeje ), 1892 ; İşjahri, K itâb alm asâlik (nşr. de G oeje), 1 873; Tabari, Tâ­ rih ( Mısır ), I ; Bundâri, Znbdat al-nuşrâ va nuhbat al-'usrâ ( trc. Kıvâmüddin Bıırslan), İstanbul, 1943, s. 127, 1 8 1 ; İbn alA sir, al-Kâm il (M ısır, 1 3 0t ) , IX, X II; Ha­ lil Edlıem, D üvel-i islâm iye ( İstanbul, 1927 ), İsfahan 'da hükümet süren muhtelif sülâieler için bk. s. 169, 174, 183, 186 v.dd., 189, 191, 209—212, 249 —252, 258, 390, 395, 397, 408 v.d., 415 ve 451 ; Yakut, Mu'cam ( Mı­ sır, 1906), 1 ; Muhammed Emin ai-Hânei, Mu'cam al-um rân ( Yâküt, Mu cam 'e 2eyl, Kahire ), I, 287—305 ; Barbier de Meynard, D ie t. de la Perse, s. 40 v.d. ; G. le Strange, The Lands o f The Eastern Caliphate ( Cam­ bridge, 19 05), s. 202 v.dd.; Hasan-Hân, M irâ t al-buldân, 1, 45 v.dd.; Poullet, N ouvelles Relations du Levant ( Paris, 1668 ), II, 223 v.d d .; Ch. Texier, Descr. de l ’Arménie, la Perse (Paris, 1842 ), H, 1 1 2 — 137 ; Flandin ve Coste, Voyage, I, 335—458 ; II, 1 —365 ; Perse moderne ( levha X L v. dd.); Fr. Sarre, Denkm äler persischer Baukunst,



c. 4 ve 7 (metin, s. 73 v.d d .); Ker Porter, Travels in Georgia, Armenia and ancient Babylonia (London, 18 21, 1 822), 1,4 0 5 v. dd.; cal Coste, Monuments modernes 'de la Perse, s. 5—36; C. Ritter, Erdkunde, IX, 13 —56; H. Brugsch, Reise der k. preuss. Gesandtschaft nach Persien I 860 und 1861, II, 48—74; Pierre Loti, Fers Ispahan, s. 188 v .d d .; Lyeklama ä Nijeholt, Voyage en R as­ sie, au Caucase et en P e r s e . . . , II, 391— 4 4 3 ! C. J. Wilis, Lan d o f the Lion and Sun ( 1883), s. 145 v .d d .; Madame J. Dieulafoy, La Perse (Paris, 1887), 21 5—3 1 1 ; Morier, Jo u rn ey (Loudon, 1 81 2 ) , s. 159 v.d d .; S e ­ cond Journey (London, 1818), s. 129 v.d d .; Mrs. Bishop, Jou rn eys in Persia and K u r­ distan (London, 1 891 ) , 1 , 2 44 v.d d .; A r­ thur Arnold, Through Persia by Caravan (London, 1877), I, 309 v .d d ,; A . V . Willi­ ams Jackson, Persia Past and Present (New York, 1906 ),fasıi XVIII, s. 262 v. d d . ; Stewart, Trough Persia in disguise ( London—NewYork, 1 9 1 1 ) , S. 247 v .d d . ; Curzon, Persia and the Persian Question (London, 1892), II; Adam Oİearius, Podrobnoe opisanie puteş. v M oskoviyu. . . i P ersiyu ( rus. tre. Bar­ sov, Moskova, 18 7 0 ) ; A. G. Tumanskiy, Ot Kaspiyskago m orya k Hormutskomu prolivu i obratno (Petersburg, 18 9 6 ); Islâm ansiklopedisi (İstanbul, 1940—19 5 1) , madd.



1., GILZEY, HÜSAYN B. SULAYMÄN, İL­ DENİZ, İNCÜ, İRAN, v. b .; B . S . Entsiklope-



'ABBÄS



diya (Moskova, 19 37), XXX, s. 108 v .d .; Sir Percy Sykes, Iran tarihi ( 1 9 2 1 d e ya­ zılan Harb-i umûmîde İran k ısm ı; trk. trc. yüzbaşı Mehmed Cem âl; nşr. Erkân-i har­ biye-! umûmiye istihbarat dâiresi ), İstanbul, 134 1, fasıl 85, 86, 87, 88, 89 ve 90. _



( M î r z a B a l a .)



İŞ F A H A N Î. [ Bk. İBN DÂVÛD.] İ s f a h a n ! . [B k . ¡enûl'İbrî.] İS F A R A Y ÎN . [ Bk. İs f e r A y î N.] İS F E N D İY Â R -O Ğ U L L A R I, VII. {XIII.) asrın sonunda, Konya Selçuklu devletinin inhitat zamanında, Anadolu ’nun şimâi-i gar­ bisinde, eski Paphlagonia 'da müstakil Kastomonu devletini kuran bir t ü r k h a n e ­ d a n ı n ı n u n v a n ı d ı r . Bu unvan haneda­ nın en mârûf beyi olan îsfendiyâr Bey'den gelir; XVI. asırda, bu unvan yerine, İsmail B ey'in kardeşi Kızıl Ahm ed’e izâfeten, Kızıl Ahmedlu unvanı kaim olmuştur. Bizauslılarda Îsfendiyâr-oğullarına „Amurios-oğulları" veya Umur-oğuüarı denilirdi. Hanedanın müessisi olarak, Aflâni havalisi zeamet beyi Ş a m s a 1D i n b . Y a m a n C i n d i r sayılır. Mas'üd II. ile (6 8 1—697=1282/1283—1297/1298) mu-



İSFEN DİYÂR-O ĞU LLARI. hârebe ederek, Kastamonu şehrini zaptetmiş, 690 ( 1 2 9 1 ) yılında (Müneccim-başı), Ilhanlı hüküm­ darı Geyhatu tarafından, ele geçirdiği havaliye vali tâyin edilmiştir. Evliya Çelebi ( II, 173 ) ’ye göre, bu zât Bolu ’yu zapteden Sungur Bey ( Şem­ sî Paşa) ile aynı şahıs olacaktır. Onun oğlu Ş u c â! a 1-D in S u l a y m â n P a ş a ( 700— 740—1300/1301— 1339/1340 ), önce İlhanhlann hâkimiyeti altına girdi; fakat bilâhare istik­ lâlini ilân etti ve o zamanlar Mas’ üd II. 'un kızlarından birinin elinde bulunan Sinop’u zaptetti. İbn Battüta ( II, 343 v. dd.), Şİbâb al-Din ( Not. et Extr., XIII, 340 ve 361 v.d.) ve Abu ’1-Fidâ’ ( Geographie, nşr. Reinaud, II, 1,



s. 3 5 ; 2, s. 14 i, 145 ) 'da ismi geçer; Pachymeres ( II, 34S v. dd. ve 456 v.d.) onu nâmı ile zikreder.Halefleri şunlardır: oğlu İ b ­ r a h i m P a ş a , Emîr Ya'küb 'un oğlu ve Şams al-Din (74 6 = 134 5/134 6 sıralarında)'in torunu  d i l B e y , Adil Bey 'in oğlu C a 1â 1 a l - D i n B a y e z i d ( Osmanlılarca K ö t ü r ü m lekabı ile mâruf olup, 787 ==> 1385/1386 yılında vefat et­ miştir ) ; Bayezid 'in oğlu S ü l e y m a n B e y (787—7 9 5 = 13 8 5 / 13 8 6 -13 9 2 /13 9 3 ); bu sonun­ cusu Sultan Bayezid I. tarafından öldürülmüş ve toprakları zaptedilmiştir ( Ren. H int.,s. 389 'a göre; Osmanlı vekayînâmeleri Süleyman Bey 'den bahsetmezler ve Kötürüm Bayezid'in 795



İSFENDİYÂR - OĞULLARININ ŞECERESİ



1. Yaman Cândâr ( Yaman b. Cândâr ?) I _ 2. Şams al-Din ( = Sungur Bey Şemsî Paşa ?) r 4. Emîr Ya'küb



3. Şucâ* al-Din Sulayman Paşa



9-



10. Sulaymân Paşa | 14. Kız ( Murâd I. ile evli) 16. İbrahim (h , 843—847)



1 1 . Mubariz al-Din isfendiyâr ( h . 7 9 5 -8 4 3 )



l



-



T



8. ‘Adil Bey (‘A li)



7. Nastratios ( = Naşir al-D in ?)



6. ‘A li Bey



5. İbrahim Paşa



_ I . . Kötürüm Bâyazid ( vali)



12. İskender



17. Kivâm al-Din Kâsim 18. Hizir Bey Bey ( h. 828 'de Murâd II. 'in hemşiresi İle evlenmiştir)



13. (kız) j 15. Kara Yahya



19. Murâd



falım a :



24. İskender (M irza B ey) .



1---------------------;







1



1



-



xx. Kızıl Ahmed 23. Hadîca 2i. Kamâl al-Din Abu'l-Idasan İsmâ'i! ( h. 847 —864 ) ( h. 844'te Murâd II.'m I “ kızı ile evlenmiştir). i ’ 27. Mubammed (M irza) (Bâyazid 26. Haşan II.'in bir kızı ile evl i )



[ 28. Şamsi Paşa



29. Muşlafâ Paşa



Krş. birde H uluviyat-i su lta n ı’de İsmâi! Bey şeceresi ( bk. Rieu, Çatal, o f Turkisk M SS. in the B riiish Museum, s. 1 1 ) ve Peçevî (II, 10 v.dd.) 'da Şemsî Paşa şeceresi; 4, belki de Süley­ man P a ş a ’nın İbn Battüta 'da al-Efendi diye adlandırılan biraderidir; Süleyman Paşa'nın oğulları ( 5.—7.) için bk. İbn Battüta ( II, 340, 348 ), Şihâb al-Din ve Pachymeres ( II, 327 v. dd., 6 11 ) ; 8. Müneocim-başı'ya göre, Süleyman P a ş a ’nın oğlu; 13. Sa‘d al-Din (I, 1 9 2 ) 'e göre, İsfendiyâr 'in bîr diğer hemşiresi olup, onun oğlu Clavijo (s . 9 2 ) 'da isim verilmeden zikredilmemektedir; 14. Târlh-i şâf, I, 39 v.d.; 17. krş. Sa'd al-Din, I, 277. v.d, 284 v.d., 318 v.d., 320v.d.; Hamîd Vehbî, s. 1350 v.d.; 18. Sa‘d al-Din, I, 287; 19. Sa'd al-Din, I, 318 v .d .; 2 1. lekabı için bk. Fe­ ridun, I, 250; Murad II.’m bir kızı ile izdivacı için bk, Dukas, s. 243; Sa'd al-Din, I, 34 3; 23. krş. R e v .H is t, s. 390 v.d.; 24. Hamîd Vehbî, s. 1 354; 26. Sa'd al-Din, I, 474, 476. •ftlâm AftsUcIopedivi



68



to74



İSFEN DİYÂR-O ĞU LLARI -



(139 2/139 3) yılına kadar saltanat sürdüğünü kabûl ederler. Bayezid ütı oğlu M u b â r i z a l D i n İ s f a u d i y â r , 805 (1 402/1 403) yılında Timur tarafından tekrar hükümete getirilmiş olup, 22 ramazan 843 (1439/1440 ) ’te vefat et­ miştir. Mubâriz al-Din 820 ( 1417 ) sıralarında, Tosya, Çankırı ve Kalecik şehirleri ile Canik ha­ valisini Osmanlı sultanı Mehmed I. 'e, bilâha­ re zengin bakır mâdeni ocaklarını da Murad Il.’a terketmeğe mecbûr olmuştur; İsfendiyâr’ın oğlu İ b r â h i m, 843 (1439/1440 ) 'ten 847 (1442) başlangıcına kadar; İbrahim 'in oğlu İ s m â i 1, bi­ raderi Kızıl Ahmed’in teşviki üzerine, 864 (1459) veya 865 ( 1460/1461) yılında Sultan Mehmed II. tarafından, tahttan indirilerek, emvâi ve emtâki zaptedilmiş olup, sultan tarafından ikamete me'mûr edildiği Filibe 'de vefat etm iştir; kendisi ilm-î hâle dâir ifu lu vîy â t-i sultani adlı, çok münteşir bir eserin müellifidir. Biraderi K ı­ zıl Ahmed, Kastamonu 'nun zaptından sonra, Uzun Haşan 'ın yanma kaçtı ve Mehmed II. 'in vefatından sonra, İstanbul'a avdet etti ve Bayezid II. 'den hüsn-i kabûl gördü, Oğlu Mirza Mehmed, Sultan'm bir kızı ile evlen­ miş ve torunları Şemsî ve Mustafa Faşa '1ar Selim II. ve Murad III. devirlerinde yüksek makamlar işgâl etmişlerdir. Şemsî Faşa, muşâhib 'i sıfatı ile, Murad III. üzerinde şahsan büyük bir nufûza sâhip idi. O „K ızıl Ahmedlu tsfendiyâr-oğullarının“ Hâlid b. a l-V alid ’e kadar çıkan bir şeceresini yapmış ve isfendiyâr-oğlu hanedanına Kızıl Ahmedlü unvanını takm ıştır; bu âilenin ahfadı bugün dahi mev­ cuttur ve XVII. asırda, Osmanlı saltanatı hânedanı neslinin inkırazından korkulduğu sırada, diğerleri meyânında, sultanlar ile mükerrer sıhriyet münâsebetleri dolayısı île, Kızıl Ahmedlüler de saltanat tacının müddaîteri gibi zikre­ dilmişlerdi. B i b l i y o g r a f y a : Müneccim-başı, Şa lı a i f al-alıbâr, III, 29 v.d.; Hamid Vahbi, Maşâh lr-iİslâm ,nr. 43 ( = s . 1327—1358 ); TOEM, s. 382—392 ( Ahmed Tevhid 'in bir monogra­ fisi) ; Bizans müverrihleri Pachymeres, Dukas, Chalcondylas, Phrantzes, Clavijo. isfendiyâr» oğulları mesfeûkâtına dâir İsmâil Gâlib, Takvtm-i meskûkat-i Selçukiye, s. 120 v .d .; Ahmed Tevhid, Meskûkât-i kadime-i İslâmî'­ ye, IV, 400 v. dd. ( J. H- M o r d t m a n n .) İS F E R Â Y ÎN . İSFA R A Y İN , NÎşâpür havâli­ sinde ve bu şehirden 5 konak mesafede, H o ­ r a s a n ’ı n ş i m â l - i g a r b i s i n d e , A trek’in cenubunda, v a k t i y 1 e k ü ç ü k b i r m ü s t a h ­ k e m m e v k i i d i . Bu mevkiin bulunduğu ova hâlâ bu ismi taşımakta olup, halk iştikakına göre, bu isim ispar-Syin 'den gelmektedir ( çünkü bu­ ranın halkı kalkan taşımak itiyadında id i). Ma­



İSH AK.



mafih şehrin daha eski ismi Milırâcân olup, Y a­ kut'un zamanından heri, civar köylerinden bîri bu ismi taşımaktadır. îç kalenin adı KaFa-ı Zar („altın kale“ ) 'd ır; büyük camide 12 arşın (g a z ) muhitinde tunçtan bir havuz bulunuyordu. Ci­ varında nefis üzüm ve çok mıkdarda pirinç ye­ tişirdi. İçlerinden bir çok fakihler yetişmiş olan ahâlisi şifi*! mezhebine siliktir. 617 (12 2 0 ) yılında şehir moğullar tarafından yağma ve 1006 ( 1597 ) yılından önce, özbeklerin bir hücu­ munda tahrip edildi. Yerinde bugün Şahr-i Bil­ miş harabeleri bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ' . B ibi, geogr. arab., III, 3 1 8 ; VII, 1 7 1 , 278; Aboulfeda, Geogra­ phie, I, 448; Yakut, M açam ( nşr. Wüsten­ feld ), I, 246; Haşan Hân, M ir ât al-baldân, I, 38; Barbier de Meynard, Dict. de la P e r­ se, s. 34 ; G . le Strange, The Lands o f tke Eastern Caliphate, s. 39 3; Sykes, H ist. o f Persia, II, 152, 258. (Cl. HüART.) fS F İD D İZ. [ Bk. ç a l ' a -I s a f Id .] İS H A K . (B k . İSHAK.] İS H A K . İSH AK, Tevrat v e K u r ’an 'd a mezkûr Benî İsrail peygamberi. Talmud ( Röp haş-şan 5 , s. 1 1 } ’a göre, fasih bay­ ramında doğdu ve İslâm an’anesine göre, Aşfire gecesinde ( Şa'labi, s. 60 ve Kisâ'i, 8. 150 ) babası İbrahim ’e, daha doğumundan bir sene ön­ ce, dünyaya geleceği Allah tarafından tebşîr edildi ( aynı rivayet İçin bk. Tekvin R . 45 ). İbrahim, sofrasında fakirler ve aç insanlar olma­ dıkça, yemek yemezdi. On beş gün ( Şa'labi, s. 48) yahut üç gün ( K isâ'i, s. 146) geçiyor, evine bir misafir uğramıyor. Sonra üç garip geliyor ve İbrahim onlara kızarmış dana ikram ediyor. Fakat misafirler buna el sürmüyorlar ( K u r an, XI, 73) ve — „Bedelini vermeden, ağzımıza bir lokma koymayız“ — diyorlar. İbrâhim peygam­ ber: — „Bunun bedeli yemekten önce ve sonra edeceğiniz duadır.“ — diye cevap veriyor ( Şa'labi, göst. yer., Tekvin R . 54). Bunun üzerine, misâfirler İbrahim ’e hir oğlan çocuğu doğacağını müjdeliyorlar. Sara gülmeğe başlı­ yor; çünkü kendisi doksanında, İbrâh im de yüz yirmisinde idi. İbrâhim: — „Öyle ise, ben de onu Allaha kurban ederim.“ — diyor. ( Bu fıkra­ lar menşeterini, ihtimâl, Midraş [ Tekvin R. 55, Tanchuma Tekvin 40 ] ’ın hikâyelerinden al­ maktadır). İshâk, yedi yaşından itibaren, ma­ bede devama başlıyor. O sırada İbrahim’e rüyâsmda A llaha kurban kesmesi emrediliyor. Ertesi sabah İbrâhim bir boğa kesip, etini fa­ kirlere dağıtıyor. Gece aynı ses ona tekrarı — „Allah daha kıymetli bir kurban istiyor“ — diyor. İbrâhim bu sefer bir deve kesiyor. Ertesi gece yine aynı s e s : — „Allah oğlunu kurban çtmeni İstiyor“ — d iyo r; İbrahim dehşet içinde



İSH A K -



İSH A K M A V SİLÎ.



uyanıyor v e : — „Evlâdım, rüyada seni kurban et» bilhassa felsefe ve matematik eserlerini, arapmem icâp ettiğini gördüm“ — diyor ( K a r an, caya tercüme etmiş olmasına borçludur. Halife X X X V II, roı ). Oğlu cevap veriyor: — „Baba, al-Mu‘tamid ve al-MıTtazid ile bu sonuncunun sana emrediJeni yap. Ailahın izni ile beni sabırlı vezîri olan Klâsira b. 'Ubayd Allah 'm teveccü­ bulacaksın“ — (XXXVII, 102 ). Bıçak ve ip ala­ hünü kazanmıştır. Bagdad'da rebîülâhır 298 rak, birlikte dağa çıkıyorlar. İshâk: — „Baba, yahut 299 (teşrin II. 910 yahut 9 1 1 ) 'da öldü. gömleğimi çıkar ki, sevgili anam, üzerinde kan Mühim tercümeleri arasında zikre değen­ lekesi görüp, ağlamasın. Beni sım-sıkı bağla leri şunlardır:Euklides'in Kitâb al-uşül ( ŞSbit ki, kımıldamayayım ve beni kurban ederken, b. Kurra tarafından tashih edilmiştir) ’ü, yine gözlerini başka yana çevir kî, cesâretini kayb­ Euklides’in mutaları; Batlamyus’un al-Maetmeyesin“ (K isâ’ i ve Şa labi, göst.yer., Tek­ cesti 'si ( bu eseri de Şâbit b. Kurra tashih v in R . 56; krş, bir de S e fe r kayyâşâr, Vay- etm iştir) ; Archimedes 'in küre ve üstüva­ yerâ ve P irke de R . El. 3 1 ) . Allah sana beni ne hakkındaki kitapları, Mcnelaus'un kürekaybetmek tesellisini versin. Anama gömleğimi vi şekillere dâir e se ri; sonra Olympiodorus ver; avunsun ve ona beni nasıl kurban ettiğini 'un şerhi ile birlikte Eflâtun'un S o fistler'i; anlatma. Ben yaştaki çocuklara bakma ki, Aristo 'nun Kategorriae 'si ile Topika ( Cekalbin sızlamasın“ — diyor. İbrahim bıçağı deî ) 'sı, ibâre ve tefsiri ( Hermeneutik ) ve oğlunun boğazına dayayorsa da, bıçak üç defa, hitâbeti ( R h eto rik ) ; sonra Kitâb al-samâ' elinden kayıp, yanma düşüyor. O zaman kulağına va 'H âlam (d e coelo ei m undo), K itâb al— „İbrahim, rüyadaki emri yerine getirdin“ — kavn va ' l-fasâd (d e generatione et corrupdiye bir ses geliyor ( K u r’an, XXXVII, 105 ). tione ) '1, Metafizik 'in bir kısmı v.b. Bu ter­ Bunun üzerine, bir koç peydâ olarak, Hâbil ’in cümelerden şunlar neşredilmiştir: Aristotekurbanı olduğunu ve o zamana kadar cennette lis Categortae en m versione arabica Isaaei bulunduğunu söylüyor. Bu koç, kurban olarak, H oneini et variis lectionibus textus graeci e gönderilmişti ( Aboth V, P irk e de R . E l. 32 versione arab. ductis ( J . Th, Zenker, Lipsiae, ve Kisâ’i ), ishâk 'ın İbrahim tarafından bu­ (846). Bu tercümelerden hangisinin süryânîlunup, evlat edinilmiş olduğu şâyiâst çıkınca, ceden ve hangisinin doğrudan-doğruyayonancaAllah baba ile oğulun çehrelerini birbirine dan yapıldığını burada tetkik edemeyeceğiz. müşabih kıldı, ö y le ki, ikisi birbirine son de­ Bu hususta aşağıda zikredilen eserlere mürârece benzemekte id iler; fakat İbrahim kır caat edilmelidir. Yine bu tercümelerden han­ saçlı idi (B ab a M. 87, T ekvin R , 5 3 ; KisS’ i, gilerinin İshâk ve hangilerinin babası Hunayn tarafından yapıldığını bilmiyoruz. s. 15 2 ). B t b l i y o g r a f y a i Fih rist ( nşr. Mül­ Yukarıda zikrolunan K a r’an âyetleri hangi evlâdın kurban edileceğini tasrih etmediğinden, l e r ), s. 285 ve 298; İbn Haliikân ( K a ­ bir çok İslâm din âlimleri îsmâ'il ’in kurban edil­ hire, 1 3 1 0 ) ,! , 66 ( trc. de Slane), 1 , 1 8 7 ; Ibn mesi kasdolunduğunu ileri sürmektedirler ( ZaA bi Uşaybî’a (nşr. Müller), 1, 200; Stein­ schneider, D ie arab. Übersetzgn. aus d. mahşari ve B ayzâvi; Tabari, 1, 2 91 ; İbn alGriech. ( Centralblait f. d. Bibliothelczuestn, A şir, 1, 8 8 ; Şa’tabi, s. 55* v.d .; Kisâ’ i, s. 15 0 ). c. 12, Leîpzig, 1893), s. 16 —102 ve ( ZD M G, Bununla beraber, en eski an'anenin bu mese­ L, 1 6 1 —219 ve 337—4 1 7 ) ; Broekelmann, lede Kitab-i mukaddes ’ten ayrılmadığı, kat'î G Â L , I, 206; Su ppl., I, 369; Suter, Abolarak, söylenilebilir; nitekim Şa'Iabi, sarih handlgn. z. Gesch. d. metih. 1Vissensch. olarak, aşltâb ve tnbi'an ’u, yâni peygamberin ( 1 900), X, 39. _ (H . SUTER.) sahabelerini ve onun ‘Omar b. al-Hattâb'dan Ka’b b. al-A hbâr’a kadar olan haleflerini te­ İS H A K M A V S İL Î. İSH A K a l -MAVŞİLİ, barüz ettirmektedir. AbÛ MutfAMMED İSHÂK B. İBRÂHÎM B. MAHÂN B i b l i y o g r a f y a i Zamahşari, I, 324; ( MAYMUN ) B. B a HMÂN ( 767—850 ), meşhur bir Bayzâvi, I, 2 33; Şa’ Iabi, Kişaş al-anbiyS' musikişinasın [ bk. mad. İBRÂHİM MAVSİLÎ ] oğîu (Kahire, 1 31 2) , s. 48—60; Kisâ’ i, K işâş olup,kendisi de A b b â s î l e r i n i l k z a m a n ­ al-anbiyâ’, s. 1 3 6 - 1 4 0 ; Tabari, T ârih, l a r ı n ı n e n b ü y ü k m u s i k i ş i n a s ı d ı r . I, 272—292); Ibn al-Aşir, I, 87—89; Grün­ 150 ( 767) senesinde Rey 'de doğdu ve 235 ( 850) baum, BeitrSge, s. 11 0 —12 0 ; Eisenberg, A b ­ ramazanında Bagdad ’da öldü ( krş. Broekelmann, raham in der ar ab. Leğende ( 19 12 ), s. 30 G A L , I, 78, 84). Hâlbuki, babası Küfa 'de v.d ,; Encyclop. Hebrew (N ew -Y ork), V, Bani Tamim (yahut Bani Dârim ; krş. F ih ris t) 183, mad. ISAK. ( J . ElSENBERG.) arasında doğup büyümüş olmasına rağmen, İS H A K . İSHÂK: b . H u n a yn b . İs h â k a l - kendisi asil bir iranî aileye mensup idi. İshâk İBÂDİ, Abu Ya'kDb (? — 9 1 1 ) , he k i m v e fevkalâde bir tahsil gördü: Huşaym b. Buf e y l ç s u f olup, asıl şöhretini yunan eserlerini, şayr [ b. bk.] 'den hadîs, Kisâ’i 'den ve Farrâ'



İSH A K M AVSILÎ [ b. bk.] 'dan K a r ’an, Aşma'i ve Abu ‘Ubayda al-Muşannâ ’dan edebiyat ve nihâyet amcası Zaizat ve ‘A lika bint Şuhd a’den ve babasından mûsikî tahsil etti. İshâk 'm ilk hâmîleri Harun al-Raşid [ b. bk.], Yahya b. Hâlid al-Barmaki ve onun oğulları idi. Yahya genç san’atk lra bir ev satın aldı ve döşemesi için, 100.000 dırhem ihsan etti. Faz! b. Yahya al-Barmaki, H orasan'a vâli tâyini (794/795) münâsebeti ile manzûme yazan İshali:'a 1.000 dinar verdi. Halifeler ile büyük mevkî sahiplerinin de­ vamlı âtıfetlerine nâil olan İshâk, kısa bir zamanda, babası gibi, son derece zengin oldu. Fakat kendisi çok cömert bir insan idi. Himaye ettiği adamlar arasında mârûf lügat âlimi İbn al-A 'râbı [ b. bk.] de var idi. Babasının ölü­ münden sonra, az zamanda devrin en büyük musikişinası oldu ve halife al-Amin, al-Ma’mün, a!-Mu‘ taşim, al-Vâşik ve al-Mutavakkil ’in himaye ve teveccühlerine mazharoldu. Ma’mün kendisi hakkında: — „İshâk, musikişinas olarak, ba derece tanınmasa idi, onu kadı ya­ pardım“ — demiştir. Saraydaki kabullerde İshâk 'ın âlimler ve edipler yanında yer almasına ve yalnız fakîhlerin giyebildiği libasları giymesine müsâade edilmişti. abV âşi^î — „İshâk ne za­ man huzurumda tegannî etse, her defasında nufuz ve kudretimin arttığını hissediyorum“ — demiştir. Bu büyük mûsikîşinas öldüğü zaman, al-M utavakki!: — «İshâk 'ın ölümü ile devle­ tim bîr şeref ve ziynetten mahrûrn kaldı" — demiştir. İshal; mûsikînin her sahasında arap müzik tarihinde, en mümtaz bir yer işgâl eder. Her ne kadar sesi muasırlarından bir yahut ikisi­ nin seslerinden daha güzel değil ise de, umû­ mî kanâate göre, o, fevkalâde san’atı sayesin­ de, hepsini gölgede bırakmıştır. Bir mûsikî mü­ nekkidi, mahâret sırasına göre, ona İbn Surayc [ b. bk.] ile Ma'bad [ b. bk.] arasında yer veriyor. Rivayete nazaran, tahnlş ( falsetto ) ’i İlk olarak kullanan o olmuştur. Ud çalmakta eşi yok idi. K iiâb al-ağâni, onunud çalmaktaki mahâretinden bahsetmektedir. Bestecilik sâhasmda kim­ seye benzemezdi. Bütün mûsikîsinde, bestesine yüksek perdeden başlardı; bu yüzden ona al-malsu ( „akrep sokmuş“ ) lekabını takmış­ lardı. Kitâb^ al-ağânî ’de onun dehâsı hak­ kında aşağıdaki hüküm mevcuttur: „ishâk, mûsikî sâhasmda zamanının en âlimi ve bu san’atin bütün kollarında en mükemmeli idi.“ Kindi [ b, bk.] ve ^unan müelliflerinden yapılan tercümelerden faydalanabİlen diğer musikişinas­ lar gibi, mûsikî sâhasmda İlmî nazarîye sa­ hibi olmamakla beraber, İshal; ortadan kalkmak tehlikesine mlrûz bulunan eski arap mûsikîsi [b k . mad. MÜsIçI] nazariyât ve icrâ mektebini



İSİM.



kat’î bir sisteme bağlamak kabiliyetini göster­ miştir. Mûsikî san’atına yaptığı en büyük hiz­ met, belki de, budar, İshâk, aynı zamanda, bir şâir, dilci, fakîh ve müellif olarak da, eserleri ile büyük bir itibar kazanmış idî. Diğer taraftan adı Bin bir gece ma­ salları ile halka mâl olmuş idi. F ik ris i İs^âi; ’ın kaleminden çıkmış 40 kadar eser zikret­ mektedir. Bunların çoğu, bilhassa Kitâb alağâni al-kabir, mûsikîye ve musikişinaslara dâirdir; fakat, msl. K itâb ahbâr Z i ’l-Rum ma, Kitâb cavâhir al-kalâm, Kitâb t a fiil alş ır , Kitâb m avâriş al-hikma gibi, diğer eser­ leri başka bilgi kollarına gösterdiği alâkaya birer delil teşkil eder. Fihrist İshal; ’tan „eski şiir ve hikâyelerin râvî sİ . . . bir şâir ve üim sâhasmda umûmî kültürü olan bir zât“ olarak bahsetmektedir. Bagdad’m en mühim kütüp­ hanelerinden biri olan kütüphânesi, bilhassa arap lügatleri bakımından, zengin idi. Talebele­ ri arasında İbn Hurdâzbih [ b. bk.] lie Ziryâb [ b. bk.] ve 'Amr b. Bana vardır. Hâl tercüme­ sini, muhaddis ve müellif olan oğiu Hammâd yazmıştır ( Fihrist, s. 142 v.d. ), B i b l i y o g r a f y a ; Kitâb al-ağâni (Bu­ lak tab,), V ,52—13 1 ; al-Fihrist (Leipzig, 1871 — 1872), s. 1 41 — 1 43 ; İbn ‘Abd Rabbihi, alîk d al-far i d (K ah ire, J3 0 5 ), III, 188; alNuvayri, Nihâyat al-arab, V , 1 —9 ; Caussin de Perceval, Notices anecdotiques sar les principaux musiciens arabes ( J A , 1873, s. 569 ) ; Ahiwardt, Abu Nozvâs, s. 13 —19 ; Bar­ bier de Meynard, Ibrahim, fils de Mehdi ( J A , 1869, s. 201 v.dd.) ; Muhammed K â ­ mil Haccâc, a l-M ûsiki al-şarkîya (Kahire, 1924 s. 25 v.dd.; Farmer, H istory o f A ra ­ bian Music ( London, 1929), s. 124 v.dd.; ayn. mit., H isiorical Facts fo r the Arabian Musical Influence (London, 1930), 247 v.dd. v e fihrist. ( H , G . FA RM ER.) İSİM . İSM, cem. asma', aslında „ad“ mâna­ sına olup, arap gramerinde kelâm akşamının birincisine verilen ıstılahtır. Bu ıstılah Aristo tarafından kullanılmış olan yunanca ” Ovop.a ’ya ve IV. asır ( m.s.) için sâhip-kelâm sayılan Pillini ’den bir kaç nesil evvel yaşamış olan Y â sk a ’nm Nirukta 'smda mevcut bir skr. nâm an'a teka­ bül eder. Bu ıstılahlar arasında, menşe’ bakı­ mından, mütekabil bir münâsebet yoktur. Bu ıstılahlar konuşma dilinde zâten kendiliklerin­ den mevcut idi. Nâman, ism ve ’’ Ovojitt, has isimlere inhisâr etmeksizin, bir şeyi bilhassa hasseler iie idrâk olunabilen bir şeyi, gösteren bütün kelime şekillerine şâmil id i: fakat bu kelime şekilleri, filhakika, düşünce ve konuşmaya hâkim olan kelâm aksâmının birinçisinin esâs unsurlanm temsil ederler (k rş.



İSİM.



ZDMG, L X IV , 380 v.d.). Böylece bu tâbirler, hintlilerde, yunanlılarda ve araplarda, nahiv ilmi itibârı ile değil, basit ve en yakın m e â nî { semasiologîe) itibârı ile kullanılmıştır. A y ­ nı şey, bundan başka, kelâmın akşamından ikinci kısmın ( verbum finitum ) arapça ıstılahı olan f i l için de vârittir. F il hareket „action“ ifâde eder; hâlbuki fransızca ver be kelimesinin Öncüsü olan ve Aristo 'ya kadar çıkan yunanca 'Pijpa („s ö z ") ile hintlilerin keza Yaska tarafından kullanılmış olan âkkyâtam ( „tebliğ edilen, hi­ kâye edilen şey" ) kelimesi müsned vazifesini görür; yâni hem m a n t ı k , hem n a h i v bakı­ mından kullanılmıştır. İ s i m , tabi’î olarak, bir de husûsî bir ıstılahı bulunmayan ism-i cevheriyi ( substantivüm) de içine alır ve bu sonuncusu cins ismi ( ism al-cins ) ve has isim ( al-ism aU'alam ; bk. mad. CALAM) olmak üzere, ikiye ayrılır. Cins ismi medlûllerinin müşahhas veya mücerred oluşuna göre, ism 'ayn ve ism ma'nü olmak üzere, tekrar ikiye ayrılır ( Mufassal, § 3 ). Yunanca ve latîneede olduğu üzere, s ı f a t ( şi f a—b. bk.—, v a ş f yahut n a 't) veya sayı ismi (ism al-'adad) de isme dâhildir. Arap sistemi, bunlardan farklı ş a h ı s z a m i r i ( ia m ir, b.bk.), i ş a r e t z a ­ m i r i (al-asm a al-işâra) ve m e v s û l i s i m { al-asma' abm avşülat), keza m a s d a r ( maşdar, b. bk.) ve { evvelce revakiyyûnda olduğu gibi) i s m- i f â i 1 ve i s m-i m e f ’û 1 ü de bâzan bahİa mevzûu olan kelimelerin mânası eşyâyı göster­ miş olduğundan ve bâzan tasrif münâsebetleri kat’î bir te'sir icrâ ettiğinden dolayı, hepsini mabhamât [ b. bk.) tâbiri altında toplayarak, is­ me bağlar; isim-fiil (particip e) ve fiilin yunan gramerinin isim ile fiil arasında Meto/n denilen bir kelâm kısmı ayırmağa sevkeden iştikak, mâna ve nahiv bakımından yakın münâsebetleri, arapların aslâ gözünden kaçmamıştır; nihayet garp gramerlerinde renksiz ve ekseriyâ yersiz „nida" ( interfection) tâbiri altında sıralanan çok ayrı dil hususiyetlerini hâiz çağırmalar ve nidâlar, hattâ ğök ( karga s e s i) gibi sırf tak­ lidi sesler dahi isimlerden sa y ılır; fiil ( ekseriya emir hâlinde) mânasına delâlet ettiği bu gibi kelimelere, araplar asma’ ab a f a l yahut aşvât ( müfr. ş a v i), yâni „sesler" tâbir ederler. İbn al-Hâcib, K âfiya şerhinde (İstanbul, 1 3 1 1 ) , kelâmın üç kısmından, başka yere sokmak ka­ bil olmadığından, bunların isim kısmına idhâl edildiğini açıkça söyler ( s. 75,3 aş. str. 8 î va'lla z î yadullu 'ala 'sm ıyatihâ i a'aş zar u ’l-har­ f i y ati va ’l-ftlîy a ti f'ihâ „edat ve fiil hususi­ yetlerine sahip olmamaları, onların isim ol­ duklarına delâlet ed er"). Bununla berâber, arap nahiveilerine karşı insaflı olmak için, garpta kullanılan ve kadîm gramercilerden ge*



»©77



len kelâm kısımlarının taksimi de indî -bir ka­ rakter taşıdığı ve sıkı bir mantıka göre, bir sistem kurmak teşebbüsünün, mutlak olarak, gerçekleştirilmesi mümkün olmadığı unutulma­ malıdır ( Hermann Paul, Prinzipien der Sprachgesckichte3, § 244 ). Sibavaybi, kelâmın üç kısmının hülâsasında, birinci fasılda ismi t â r i f etmemiştir. Istılah kendiliğinden anlaşıldığından, sâdece müşah­ has şeylerin ism-i cinsleri olan üç misâl ile iktifa e d e r; racal ( „adam" ), faraş ( ,,at" ) ve ]}â‘it ( d uvar). Basralı al-Mubarrad (ölm. 283 = 898) ve küfeli Şa'lab (ölm. 291 = 9 0 4 )’« İbn atAnbâri tarafından Kitâb al-tnşâf ( s. 2 ) ’ta nakledilen tarifleri, onun da işâret ettiği üze­ re, daha ziyâde etimolojik bir izah mahiye­ tindedir. Birincisi ismi, ikinci vezni somma ( „ad vermek" ) olan smv ’den iştikak ettirir ve alismu mâ dalla'alâ masammâ'1tahtahu („isim, tahtındaki müsemmâya delâlet eden şeydir") der, İsmi vsm ( „kızgın demir ile damgalamak, (stigm a, nota), işâret etmek (notare)“ ) kö­ künden getiren Ş a'lab : al-ismu simata» iüza'u 'alâ’bşay’i yu rafu bihâ ( „isim, bir şeye tatbik olunan ve o şey kendisi ile tanınan bir işaret­ tir" ) der. Bu tarif, bâriz benzeyişi ile Priscian ( nşr. K eii), î, 57, 3 ! “ veî, ut alii, nomen quasi n o t a m e n, quod hoc n o t a m u s unius coiusque substantiae qualitatem" târifini hatır­ latıyor. Aristo 'nun târifi î tpcovî) Öijpavrucf) Kardı öUVÛrpiT|v av ev x q o v o u k r V , arap gra­ mercilerinde daha sonra görülmektedir; msl. al-Sîrâfi (ölm, 368 = 978) : Kullu şay'in, dal­ la *alâ manâ« gayra mukiarin'n hi-zamâni» muhaşşalin min maziyi« av ğayrihi, fahava ’smv» („muayyen bir zamana, msl. mâzî veya diğer bir zamana, iktiran etmeyen bir mefhûma delâlet eden her şey isim dir"; (bk. Jahn, Sibawaihi’s Buck über die Grammatik, not 5, § I ; İbn Ya‘iş, s. 23, 19) demektedir. Daha sonra, bu târif, ufak bâzı değişmeler ile, mâruf bir hâle gelmiştir ( İbn Y a'iş, s. 26, 13. Kâfiya 'de „muayyen bir zaman ile" yerine, açıkça „üç zamandan biri ile" (h âl, m âzî,istikbâl) denil­ miştir. İbn al-Hâcib ( ayn. esr., s. 7 ) bu av su Xpovoo tâbirinin geniş bir mânada alınması sebebi ve arap dilinin bünyesinden dolayı çı­ kan müşkilat hakkında tam izahat vermiştir. Arap gramercilerinin i s i m l e r i n t a s r i ­ f i hakkıudaki nokta-i nazarlarından mad, 1‘rÂB ’da, umûmî bir tarzda, bahsedilmiştir. A rap ıstılahâtmda garp dillerindeki. ,,n u m er u s " ve „ g e n u s " tâbirlerinin karşı fiği olmak üzere, umûmî bir tâbir bulunmadığını da zikret­ mek lâzımdır. Bilhassa yunanca yevoç ’tan alınan cins kelimesi Merx ’in Hisiorîa artis grammaticae apud Syros, s. 145 ve 1 5 1 'de yanlış



İSİM -



İSKENDER.



bar ) 'ın oğludur ve böyiece son Iran hükümdarı Dârâ ( Dârâ al-A şğar ) 'nın üvey kardeşi gibi gösterilmektedir. Rivâyet edildiğine göre, Phi­ lippus, Dârâb tarafından, msğlûp edilip, harâc olarak altın yumurtalar vermeğe mecbur kalınca, İskender adının bayâlî etimolojisi yü­ zünden, H alay { Firdavsi 'de başka) adı verilen kızı Dârâb ile evlenmiş, fakat kız, kötü koktuğundan, derbâl kovularak, babasının ya­ _ ( J . W e i s s .) nına geri gönderilmiştir. Bir iiâc ( sandarüs ) IS K A F İ. [ Bk. İSKÂFÎ.] IS K Â F İ. A L -İSK A FÎ, A bu İsh â k Muham - ile bu kusuru gidermek için, boşuna uğraşıl­ MED B. AHMED ( yahut İBRAHİM) A L -K a RÂRÎTI, mış; fakat prenses bir oğlan doğurunca, ona, al-M u 1 1 a k i 'n i n v e z i r i . 323 ( 934/935 ) se­ annesinin ve ilâcın adına izafet ile, Alezandros nesinde Bagdad şahna („polis müdiri“ ) 's ı Mu- adı verilmiş. Çocuk sonra büyük babasının sa­ Iıammed b. Yâküt 'un kâtibi olarak, adı geçer. 329 rayında büyütüldü; Aristoteles ona muallim oldu Şevvalinde ( hazîran/temmüz 941 ) halife ona ve- ve Philippus 'un ölümünden sonra, babasının ye­ zâret makamını tevdî e tti; fakat bir buçuk ay rine geçti. İskender, tahta çıkar-çıktnaz, Dârâ 'ya sonra, yâni aynı senenin zilkadesinde ( temmuz/ harâc vermekten imtinâ etti ve o aralık İran ağustos ), am ir al-amarâ' Kür-tigin tarafından kıralı olan üvey kardeşi bu harâcı talep edin­ azledildi. Kür-Tigin 'in sukutundan bir müddet ce, İskender, altın yumurta yumurtlayan tavu­ sonra, tekrar vezirlik makamına geçti ise de, ğu kesip-yedlği cevabı ile, elçiyi geri gönder­ burada 40 günden fazla tutunamadı. 330 şevva­ di ( Tabari, I, 699 'da, Dârâ ’nın İskender linde ( hazîran/temmûz 942 ) tekrar bu mevkie 'e gönderdiği sembolik hediyeler ile İsken­ geçti ve 8 ay, 16 gün vezârette kaldıktan sonra, der'in ona karşılık gönderdiklerine dâir hi­ Hanıdâni Naşir al-Davla [ b. bk.] tarafından, kâyeler burada zîkredilmeyecektir). Bunun üzerine İskender harbe hazırlanarak, büyük bir vazifesine son verildi, B i b t i g a g r a f y n : İbn al-filjtaka, al- ordu topladıktan sonra, evvelâ Mısır üzerine Fahri ( uşr. Derenbourg), s. 386 v. d .; tbn yürüdü ve orada bir çok binalar yaptırdı al-A şir ( nşr, Tornberg), VIII, tür. yer. [ bk. mad. İSKANDARİYA ]. O aralık Dârâ da kuvvetlerini topladı. İskender ona karşı yürüdü; { K . V , Z e t t e r s t e e n .) nihâyet iki ordu Fırat civarında ( harp sâhası tS K A N D A R . [ Bk. İsk e n d e r.] İ s k e n d e r , a l - î s k a n d a r {arap müellifle­ başka bir yerde de olabilir) karşılaştı ve vukua rine göre, ismin İlk iki harfi arapçadaki harf-i gelen şiddetli bir meydan muharebesinde İsken­ târiftir), B ü y ü k İ s k e n d e r . Bu cihangi­ der gâlip geldi. Dârâ k açtı; fakat sonra, İsken­ re dâir İslâm rivayetlerinin bazılarında hakikî der'in teveccühünü kazanmak isteyen kendi tarihî izler var ise de, bunların çoğu İsken­ adamlarından ikisi tarafından, öldürüldü. Bâzı der romanından [ bk. mad. İSKANDAR-NÂMA ] rivâyetlere göre, İskender ile D ârâ arasında alınan ve sonraki müellifler tarafından daha bir çok savaşlar olmuştur. Fakat netice de­ çok genişletilmiş ve süslenmiş olan efsânevî ğişmemiştir; İskender ölmek üzere olan ra­ hikâyelerden ibârettir. Biz burada eski arap kibi ile buluşur. Dârâ ona karısını himaye müverrihlerinin anlattıklarını, umûmî batları etmesini, katillerin cezalandırılmasını ve da­ ile, hülâsa etmekle iktifâ edeceğiz. Evvelâ ha bir çok şeyler vasiyet ve bilhassa İsken­ şunu söyleyelim kİ, İskender 'in şeceresi, Fried- der 'in, kızı Ruşang ( Roxane) ile evlenmesi Iaender, D ie Chadirlegende und der A lexan­ arzusunu izhâr eder. İskender onun bu arzu­ derroman ( s. 294 v. dd.) 'da görülebileceği ve- larını yerine getireceğini vaad eder ve bunun cible muhtelif tarzda ve suu’î olarak tertiplen­ üzerine Dârâ 'nın cenazesini, hükümdarlara bâs miştir. Fakat ekseriya babasının adı, doğru ola­ bir şekilde, kaldırtır. Ruşang ile evlendiği içiu, rak, Philippus ( bu İsim çok defâ Fileküs, Fai- artık İran 'm meşrû hükümdarı olarak ortaya lakös şeklinde yahut başka bir surette değiş­ çıkar ve hükümet işlerini tanzim ettikten son­ tirilmiştir ), anasının adı ise ( yine bemen-he- ra, Dârâ ’nın müttefiki olan Für ( P o ro s) men dâima tahrif edilmiş bir bâlde), Olym­ ile harp etmek için, Hindistan üzerine yürür. pias diye gösterilmektedir; bâzı kaynaklar bü­ Bu hükümdar ile zor bir mücâdeleye girişir ve yük babası Aminta yahut A m in tis’ı da İskender, ancak onun fillerini Eıîie ile zararsız zikretmektedirler. Fakat en eski müverrihler bir hâle koymanın yolunu bulduktan sonra, bile menşe’ini İran millî gurûrundan alan şu rakibi ile karşı-karşıya gelerek, yaptığı bir mumütâleada bulunmaktadırlar: İskender, Philip­ bârezede onu yene r. Kay d adlı diğer bir Hin­ pus 'un oğlu değil, bil'akis Dârâb (Dârâ al-Ak- distan beyi, kendi arzusu ile boyun eğerek, olarak, kabul ettiği gibi, gramerdeki cins için kullanılmamıştır. Kezâ gramercilerde bu tâbir ancak nev’in ( na933 ) ; ayn. mil., Ismaili Tradition corcerning the R ise o f the F a iimids ( Kalküte, 1942); ayn. mil., Studies in E a rly Persian hmcdlism (Leiden, 1948). Son yıllarda muhtelif ismâüî metinleri neş­ redilmiştir; bunlar arasında bilhassa bk. al-Macâlis al-M ustansiriya (nşr. M. Kâmil H usayn), Kahire, t s .; al-Kâzi al-Nu‘m£n, Kitâb al-h im m afi âd&b itiibâ' al-a’imma ( Ka­ hire, ts.) ; S îr a al-Mu ayyid f i ’l-D in D a İ ’l-d d â t ( Kahire, 1949 ) ; A rb d a kutab îsm a'ilîya (Göttingen, 19 4 3 ); Mazâc al-T asnim ( K u r an tefsiri, nşr. R. Strothmann ), Göttingen 1944 ; AbüYa'küb Sicistâni, K a ş f al-mahcüb ( nşr, H. Corbin ), Tahran, 1949. İ s m â i l î l e r i n T ü r k i y e ' d e k i t e ’s i r l e r i için bk. M. Fuad Köprülü'nün muhtelif makaleleri ve bilhassa Türk edebiyatında ilk m utasavvıflar ( İstanbul, 19 19 ). _ _



( Bern ard



L e w i s .)



İ S M A İ L Î Y A . [ Bk. İSMÂİLÎLER.) İS M Â İL İY E . İS M A İL ÎY A , Süveyş



kana­ lının ortalarına tesâdüf eden bölgede b i r ş e h i r olup, 1853 senesinde, kanalın inşâsı esnasında kurulmuş ve hidiv Ismâ’ il 'e iza­ fetle, İsma‘ iliya adını almıştır. Burası, kanal inşaatının devamı esnasında, mühim bir şehir olmuş, fakat inşaatın bitmesinden sonra, çabuk inhitat etmiştir. Kahire ile son zamanlarda, te’sis edilen vapur seferleri dolayısı ile, şeh­ rin refahı yeniden artmağa başlamıştır. Pe-



İSNÂ A ŞE R İY E , mir yolu ile Port-Said, Kahire ve Süveyş’e bağlanmıştır; iyi otelleri, banyoları v.b. var­ dır. Şehrin etrafında ağaçlıklar ve bahçeler mevcuttur ve eenûp cihetinde de Timsah gölü bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Muhammed Amin al-Hânci, Mancam al-'umrân f i ’l-mastadrak ‘ala Mu cam al-buldan ( Kahire, 1325 ), I, 265 v .d .; Baedeker, Agypien* ( T, H. W EIR.) İSM ET. ‘İŞM A ( A . ) , b i r k e l â m t â b i r i olarak, sünnilerin p e y g a m b e r l e r e , şi’îierîn i m a m l a r a da i s na d e t t i k l e r i h a t â ­ d a n v e g ü n a h t a n m ü n e z z e h o İm a ğ ı ifâde eder. Sünnî kelâmcılar, bu vasfın Muham­ met! ’den başka peygamberlere şümulü husûsunda, yâni bu hâlin peygamberlikten ön­ cesine veya ondan sonrasına râcî olup-olraadığı ve her nevi günâha mı, yoksa kü­ çük hatâlara mı şâmil bulunduğu husûslsrında, muhtelif kanâatlerdedirler. Bu imtiyaz, mutlak bir surette, Peygamberin kendi kanâatine aykırı olarak, sâdece ona atfolunmuştur. Salâhiyetti sünnîler arasında, bilhassa Fahr al-Din al-Râzi, ‘işma ’yİ, en geniş bir tarzda, bütün peygam­ berlere teşmil eder. Ş i’îlerin itikadına göre, 'işma, daha yüksek cevher sâhibi olmaları ha­ sebi ile, imâmlara peygamberlerden bir kat daha elzemdir. Abu Zayd al-Balhi ( ölm. 3 2 2 = 934 ) de bir Kitâb 'işmat al-anbiya ( Yâlföt, Irşâd, I, 142,5 aş.) adlı bir eser yazmış oiduğn gibi, Fahr al-Din Râzi de aynı İsimde bir eser kaleme almıştır ( Brockelmann, G A L , I, 307, nr. 14 ). Islâm kelâmına dâir her eser ( msl. îbn Hazm, Milal, Kahire, 1321, IV, 1 —3 1 ; M avökif, nşr. Soerensen, s. 220 v. dd.), bu meseleler ve muhtelif fırkaların reyleri hakkında, bir fasıl ihtiva eder, Gazzâli, 'işma 'nin tasavvufî bir târifini yapar ( bk. M izan al-'amal, Kahire, 1328, s. 1 1 6 ) . B i b l i y o g r a f y a : C. Snouck Hur? gronje, Nieuzee Bijdragen toi de Kennis van den İslam ( Bijdragen tot de Taal-, Land­ en Volkenkunde v, Ned.-Indie, 4. seri, V I ), s. 4 1 ; Goldziher, Vorlesungen über den İs­ lam, s. 220— 2 2 3 ; ayn. mi!,, Der İslam, III, 238— 2 4 5 ; Manâr, V, 12— 21, 87—93; Tor Andrae, Die Person Muhammeds ( Upsala, 1 9 17 J, 124— 174. ( î. G o l d z ih e r .) İŞ N A 'A Ş A R İY A . ( Bk. İSNÂ a ş e r İy e .] İS N Â A Ş E R İY E . İŞNÂ ‘A Ş A R İY A ( arap. işna'aşara „on iki" demektir), „on i k i c i l e r “ ; bu i s i m yedi imâm taraîdan S a b 'îy a ’lerin. [ b. bk.) aksine olarak, on ik i i mâ m t a n ı y a n ş i’î 1 e r e v e r i l m i ş t i r ki, bunlar imamlık ma­ kamının ‘A li al-R izâ’dan oğlu Muhammed alT akı'ye ve onun oğlu ‘A li at-N aki’ye, sonra onun oğlu al-Haşan aJ-'Askari şd-Zaki ’ye ye



İSNÂ A ŞE R İY E -



İSNÂD.



1 1 25



nihayet ortadan kaybolmuş olup, âhır zamanda lara, muhâlifler tarafından, al-Hiraâriya adı ve-: avdet ederek, kıyameti haber verecek ve dünyayı rildi; çünkü bunlar intihap edilmiş olan imâ­ adâlet ile idâre edecek olan al-Mahdi ’ye geçe­ mın bir câhil olduğunu söylüyorlardı. al-Ha­ ceğini söylerler. On iki imâmın sırası şöyiedir ; san ’ın ölümünden sonra, bâzıları onun zürriyet i. ‘ A li al-Murtazâ, 2. al-Haşan al-Muctabâ,bırakmamış olduğuna zâhip olduklarından, bir 3. al-Husayn al-Şahid, 4. 'A li Zayn al-'Abı- odalığın oğlu olduğu söylenen Ca'far ’i imâm din aî-Saccâd, 5. Muhammed al-BSlçir, 6. Ca‘- kabûl ettiler. far ai-Şâdik, 7. MüsS al-KSzim, 8. ‘A li alMüsS al-Kâzim ’ın ahfadından olduklarını id­ RizS, 9. Muhammed al-Talji, 10. ‘Ati al-N alfi; dia eden Safevîler, şi’îliği ve bilhassa işnâ ' aşa­ I I . al-Hasan al ‘Askari al-Zakî, 12. Muhammed riya akidesini Iran devletinin resmî dini hâline al-Mahdî al-Hucca { bk. madd.]. Daha V. (X I.) koydular; bu memlekette bugün de bu mezhep asırdan itibâren, kat’î olarak kabûl edilmiş olan hâkimdir. Şah ismâ'il tahta geçer-geçmez sıra budur; fakat bu mezhep, dâimâ âhenkten (5 0 6 = 15 0 0 ), Azerbaycan hatiplerine hutbele­ mahrum ve dâimâ ihtilâf hâlinde bulunduğu için, rini on iki imâm nâmına okumaları ve müez­ bir zamanlar on bir fırkaya kadar bölünmüştür; zinlere de, „‘A l i ’nin veliyyullah olduğuna şebunların ayrı bir isimleri olmayıp, birbirinden hâdet ederim“ şeklinde, bir şi’î düstûru ilâve şu noktalarda ayrılırlar: 1. al-Hasan al-'A s­ etmeleri hususunda kat’î emirler verdi. A s­ kari ölmemiştir, sâdece gaiptir. 2. al-Hasan al- kerler muhaliflerin Öldürülmesi hakkında emir ‘A skari zürriyet bırakmadan ölmüştür, fakat aldılar. mezarından kalkıp, avdet edecektir. 3. al-Hasan, On iki imâm mezhebi iranlılarda fevkalâde vasiyetinde, kardeşi Ca'far ’i halife tâyin et­ büyük bir ehemmiyet kazanmıştır; ulûhiyetin miştir. 4. Bu sonuncusu, vâris bırakmadan uknumları olarak, bu imâmlar dünyanın mukad­ ölmüştür. 5. ‘A l i ’nin oğlu Muhammed imânadır; deratını idâre ve dünyayı muhafaza eder­ 6. al-Hasan’ın, ölümündan iki sene evvel, Mu­ ler, onun mevcudiyetinin hikmetini gösterir­ bammed adlı bir oğlu olmuştur. 7. Onun vâkıâ ler, onu sevkederler; selâmet onlar İledir, on­ bîr oğlu olmuştur, fakat babasının ölümünden ların hâricinde her şey belâkettir ( Gobineau, sekiz ay sonra, dünyaya gelmiştir. 8, al-Hasan Religions et philosophies, s. 60), Kendilerine zürriyet bırakmadan ölmüş ve dünya ise, in­ tâzim etmek ve onlardan şefâat dilemek ( ta­ sanların günahkârlıkları sebebi ile, imâmsız kal­ vassut ) zarurîdir. Kendilerine hâs duaları var­ mıştır. 9, al-Hasan 'ın bir oğlu olmuştur, fakat dır ; pazar günü ‘A li ile Fâtima 'ye hasre­ kim olduğu mâtâm değildir. 10. Dünyada bir dilmiştir; al-H asan'a her günün ikinei saa­ imâmın bulunması lâzımdır, fakat bunun al- ti, al-Husayn'e üçüncü saati, Zayn al-‘Abi­ H asan’ın ahfadından olup-olmayacağı mâlûm din 'e dördüncü sa a ti. . . ayrılmıştır. Mezarla­ değildir. 1 1 . ‘A li al-Rizâ'da tevakkuf ediliyor rının ziyâretinde ( s iy a r a ) bulunan mü’minler ve son imâmın gelmesi bekleniyor ki, bu se­ mükâfata liyâkat kazanmış olurlar ( Cannat beple bu fırkaya vâk ifiya (yâni „imâmın ölü­ al-Hulûd, tür. yer.). münün hakikî oiup-olmadığı hakkındaki düşün­ B i b l i y o g r a f y a : al-F ark bayna ’l-ficelerini tâlik edenler“ ) adı verilmiştir. rak ( nşr. Muhammed Badr), s. 47 ; İbn Hazm tşnâ 'a ş a riy a 'ye evvelâ k a tiy a ( k i f t i i y a ) ( krş. 1. Friedlaender, The Heterodoxies o f ismi verildi; çünkü vâlçifiya ’ierin hilâfına olarak, the Shiites, fih rist) ; al-Şahrastâni, M ilal, s. 17, 128 (tre, Haarbrücker, s. 25, 1 93) ; Abu bunlar imâmın ölümü hakikatini kabûl ediyorlar ' 1-Ma‘âIi, B ayan al-adyân (Schefer, Chrest. yahut başkalarına göre de, imâmlann silsile­ pers., I, 13 1 v. dd., 184 v.dd.); al-Diyârbakri, sini münhasıran bunun ahfadına tahsis etmek al-Hamis, H, 286—288; Mutahhar b. Tâhir üzere, C a'far'in oğlu Müsâ al-Kâzim 'da inkı­ al-Makdisi ( müstear ismi Balhi ), Kitâb altaa uğratıyorlardı. Diğerleri MüsS 'dan sonra bad’ (tre. ve nşr. Cl. H u art), 1916, V, 132 onun oğlu Ahmed 'in imamlığını kabûl et­ v .d d .; İbn Bâbüya al-Kummi, K itâb Kamâl mişler ve ‘A lı al R izâ’yı tanımamışlardır; bun­ a l-D in . . . ( kısmen neşri için bk. Möller, Beitr. dan başka bunun oğlu Muhammed ’in, babası­ zur Mahdilehre des Islams, Heidelberg, 19 0 1); nın ölümünde küçük yaşta bulunduğundan, ken­ ‘A li al-Bahrani, Manär al-hudä,s. 314 v.d d .; disinden imamete müteallik ders alamamış oldu­ Hvändamir, fia b ib al-siyar, IV, 3, 34; GoSdğu da söylenmiştir; diğerleri onun imamlık ziher, Vorlesungen, fihrist (bk, mad. „Zwöl­ vasfını kabûl etmişler, fakat oğullarından han­ fer“ ); D. M. Donaldson, The Shi'ite Religion gisinin, yâni Musa'nın mı, yoksa 'A l i ’nin mi, (London, 1933). ( C l . H u a r t .) kendisine halef olması lâzım geldiğinde tered­ ISN Ä D . [ B k Isnâd .3 düt etmişlerdir. 'A li ’den sonra, aynı mesele Ca'far ile al-Hasan arasında tehaddüs etti. İSN Â D . İSNAD (A .), hadîs râvîleri zin­ al-Hasan al-A skari ’ nin imâmetine kail olan­ cir! [ bk. mad. ÇADls]. Yahudi rivâyeti ile mü-



1126



ÎSNÂD — İSRÂ.



nâsebeti hakkında bk. J . Horovitz, A lter and Ursprung des İsnâd ( Der Islâm, 1917, VHİ, 3 9 - 4 7 )•



İŞ P A H A N . [ Bk. Isfa h a n .] İS P A R T A . [ Bk. is p a r t a .] İSP E H B E D . İSPAH BAD ( Pehlevî: spâh-pat „orda kumandanı“ ; Prosopius’ta 'acfîtejisÖTiç ), „süvari generali". Sâsâııîler devrinde bu kelime Arşakîler sülâlesine mensup yedi imtiyazlı aile­ den birinin h â s i s m i d i r ; c:ns ismi olarak kullanıldığı zaman, devletin en yüksek İrsî ma­ kamının b e ş i n c i s i n e delâlet eder ve s i p â h î k n m a n d a n ı mânasına g e lir( Theophylakt,III, 8); bun’ ardan İ k i n c i s i , askerî işleri idâreeden m a k a m ı n adı olup, erân-spâhbez adım alır. Hasrav I. Anöşar-avin zamanında îran, dört ci­ hete göre, dört büyük askerî bölgeye ayrılmış idi ki, bunların baş-kumaudanları ispehbed unvanını taşırlardı ve her birinin emrinde, eskiden müstakil olan, bir pâzaspân ( kıral nâibi) var idi. İ t an’ıa müslümanlar tarafından zaptından sonra, memleketin diğer kısımların­ dan yüksek Elbürz silsilesi ile ayrılmış olan Taberistan, ispehbed ( arap. al-işbahbaş, Baiâzuri, s. 336 a ş .} unvanlı hükümdarların idaresi altında, daha uzun zaman istiklâlini muhafaza etti. Miziyâr ( Mayazdyâr ) b. Kârin, halife al-Ma’ mün tarafından, aynı tınvan ile, bu eyâlete vâli tâyin edildi ( ayn. esr., s. 339). Bu hükümdarlar tarafından bastırılan sikke­ lerde şu isimlere tesâdüf edilir t Hvar-şez I. ( 9 3 = 7 1 1 ve 97— 7x5), FarruhSn ( 1 0 5 —Xio ==723—728), Daz Burç Mihr ( 1 2 0 = 7 3 8 ) , Hvarşez II. ( 1 2 2 —148 = 740—7 6 5 ) ; 1 5 1 ( 7 6 8 ) 'den sonrakilerde ise, müsiüman hükümdar adları yazılıdır. VI. ( XII.) asırda Bâvend sülâlesi Taberistan'da müstakil bir devlet kurduğu za­ man, kendi fârisî unvanlarına İslâm isimleri ekleyen bu hükümdarlar, tekrar ispehbed un­ vanını aldılar ( ‘A la’ al-Davla 'A li b. Şahriyar b. Kmrin, Nuşrat al-Din Rustam, Tâc ai-Mulük 'A li b. Mardâvic, Husâm al-Davla Ardaşir b. Haşan ). B i b l i y o g r a f y a : Arthur Christensen, L'E m p ire des Sassanides ( Danske Vidensk. Selsk. S k rifte r, 7. raekke, 1907 I, 1,) , s. 27, 42; Fr. Spiegel, Eraniscke Aliertham skande, III, 247 ; A . D, Mordtmann ( ZD M G , 1865, XIX, 485 v.dd,; 1879, XXXIII, 11 0 — 1 1 2 ; İspehbed sik keleri); ltn İsfandîySr, H istory o f Tabarlsiân (tıc . E. G. Brovvne, s. 42 v.dd., 58—73, 91 v.dd.}; Nöldcke, Gesck. der Perser and Araber zar Z eii der Sasaniden, s. 139, 15 1 v.d., 155, 279, 437, 444 v.d .; Grandr. der İran. Philol., 1!, 547. ( C l . Hu a r t .) ÎSP E N D A R M A Z . [ Bk. îspendArmez.J



İSPENDÂRM EZ. ÎSPENDARM AZ (F.), İran şemsî senesinin 12. ayı ve aynı zamanda her ayın 5. gününün adı. ÎS R Â ’. [ Bk. İSRÂ.] İS R Â . İSR A ’, „geceleyin yürümek ve yo­ la gitmek“ fiilinden masdar olup, K u r’on'da XVII. s û r e n i n i s i m l e r i n d e n b i r i d i r . Bu kelime bir de, Peygamberin bir gece seyahati mânasında kullanılır ki, bu mâna da K a r ’an 'dan alınmıştır ( X V II, 1 ) t — „Kulunu kendisine âyât ve beyyinâtımızı gösterelim diye, bir gece ( asra bi-'abdihi layl««) Mescid i Harâm’dan Mes eid-i A ksâ'ya y ü r ü t m ü ş olana ( A llaha ) teş­ bih olsun. Hakikaten o işitici ve görücüdür". — Bu âyetin aslında XVII. sûreye âit olup-olmadığı yahut ilkin her hangi başka bir metinde görülüp-görülmediği meselesini bir tarafa bıra­ kıyoruz; bu âyetin hakikî mânasının ne oldu­ ğunu da araştıracak değiliz. Her hâlde dikkate şayan olan, müfessirlerin yalnız üç izah ver­ mesidir. X. Muahhar tefsirlerde görülmeyen en eski izahta bu âyette „Peygamberin miracına“ bir telmih tasavvur edilir. Bu o kadar mühimdir ki, bu rivayetler ( Buhâri, Kahire, 1278, II, 185, Bâb kâna ’l-nabiyu lana mu 'aynuhu va-lâ yana mu kalbuhu, nr. 2 ; Müslim, Bulak, 1290, I, 59; Tabari, T afsir1, X V , 3 ; bk. Der İslam , VI, X2, 1 4) , isbat edilmiş olduğu üzere, peygam­ berliğe bir başlangıç olan mîrâc hikâyesinin (Bevan, Mohammeds Ascension io Heaven, s. 56;Schrieke, D er İslam, II, 1 v.dd.; krş. mad. Mi RÂC) ilk mânasını dahi muhâfaza etmiştir. Bu izah tarzı al-M ascid ahAlçşS ’yı „semâ“ ola­ rak tefsir eder ¡filhakika kadim rivayette isra ekseriya mîrâc müteradifi olarak kullanılmıştır ( D er İslam, VI, 14 ). 2. Yalnız muahhar eserlerde görülen ikinci tefsir tarzı, al-M aseid al-A ksa ’yı, pek açık bir sebebe dayanmadan, Kudüs olarak alır. Bu tarz anlayış, o zaman ‘Abd Allah b. al-Zubayr 'İn hâkim olduğu Mekke 'ye karşı, Kudüs ’ü şerefli göstermek isteyen Emevî siyâsetinden mülhem ( krş. Goldziher, Muh. Siud,, II, 55 v.dd.; D er İslam, VI, 13 v.dd.), tarafgir bir ie'vii gibi görünmektedir (T ab ari bu anlayış tarzını reddeder görünüyor, kendi tarihinde bunu zikretmez ve rivâyetlerin kendisine verdiği bütün mâizemeyi nazar-i itibâra aldıktan son­ ra, tarihçinin hükmünü ifâde eder görünen bir fıkra bil’akis daha ziyâde birincisini te'yit eder gibidir; bk. D er İslam, VI, 2, 5, 6, 12, 1 4 ; Ta­ rih , I, 1 1 57 v. dd.). Bu kısım tarihçinin var­ dığı neticeyi ifâde etmektedir ki, bu netice hadîslerin nazar-i itibara alınması iie elde edilmiş olacaktır (krş. Bevan, ayn. esr,,



s. 57)*



İSRÂ -



Birinci ve ikinci tefsir Kur an ( XVII. sû­ re ) ’daki 'abd kelimesini „Muhammed“ olarak anlamakta müttefiktir ve bu da doğru gibi görünüyor ( Der İslam, VI, 13, not 6). tem a, her iki. anlayış tarzına da müsâade ediyor ve Emevî rivayeti kabûl olunduğu takdirde, isra 'ya, „geceleyin Kudüs’e seyahat“ gibi husû­ sî bir mâna izâfe ederek, ikisini te'lîf ediyor. Göğe çıkış asıl mânasını kaybedince, hâdise­ nin zamanı değiştirildi ve vukûu da daha mu­ ahhar bir zamanda gösterildi [bk. mad. Ml'RÂC]; bu suretle İbn İshâk ’m, siyer kitaplarının en eskisi olan eserinde { Bevan, ayn.esr., s- 54), yaptığı gibi, her iki rivayeti birleştirmek mümkün oldu. Geceleyin Kudüs 'e seyahat rivâyetİ şöyledir: Peygamber bir gece Mekke ’de Kâbe 'nin yanında ( yahut Umm Hâni’ 'in evinde, Der İslam, V I, 1 1 ) uyurken, Cabrâ’ il tarafından, Burak ( Bevan, ayn. esr., s. 55, 57, 59; Der İslam, VI, 12 v. d., orada geçen bibliyografya ve mad. BURAK) isimli kanatlı bir hayvanın yanı­ na götürüldü ve Peygamber bu hayvanın üstüne binince, Kudüs ’e doğru hareket e tti; yolda muh­ telif hayır ve şer gibi, mütezât kuvvetler ile karşılaştılar ( Mişkât al-maşâbih, Dehli, 1268, s. 521 v. d.; Bağavi, Maşâbih al-Sunna, Kahire, 12 9 4 ,11,17 9 ,geniş bir şerh ile) ve Halîlürrahman ile Beytütiahm 'i ziyâret ettiler ( Nasa’i, Sunan, Kahire, 1312, I, 77 v. d .; Nuvayri, Warner yazm., 2 a, s. 93,7—10). Kudüs 'te İbrahim, MSsâ ve ‘İs a ’ya tesadüf ettiler; hadîslerde bunların tasvirî bulunmaktadır ( msi. Buhâri, II, 147). İmâm olmak sıfatı ile, Peygamberin imâmetinde, namaz kıldılar ( bu suretle Peygamberin bü­ tün peygamberlere tefevvuku görülmektedir). Kudüs’te peygamberlere bu tesâdüf, 'İs a ’nın Tâbür dağında tecellî etmesi { Mattâ, XVIII, 1 ; Marcus, IX, 1 ; Lukas, IX, 28 ) rivayeti örneğine göre teşekkül etmiş olabilir ( bk. Der İslam, VI, 15 ; Goldziher, Rev. de l’Hist. des Rel., X XXI, 308). 3. XVII. sûrenin I. âyetinin üçüncü tefsiri XVII. sûrenin 62. âyetine dayanır. Burada ruyâ kelimesi isrâ’ ile izah olunmuştur. Bu da gece seyahatinin hakikî bir seyahat değil, bir „keşif" olmasını icâp ettirir. Peygamber H icr [ bk. mad. KA’BA ] 'de bulunduğu zaman, Kudüs 'ü gördü ve dinsiz Kureyşîlere onu tasvir etti. Bu hikâye, İkincisi ile şu şekilde te’lif edilmektedir: Pey­ gamber geceleyin Kudüs’ e gider, döner ve gördüğünü Mekke'de anlatır; Kureyşîier İnan­ mazlar ve müslümanlardan bazıları da bunu reddederler. Peygamber dediklerinin doğruluğu­ nu isbata çalışır, fakat artık teferruatını unut­ muştur. Bunun üzerine, Allah ona hakikaten Kudüs 'ü gösterir.



İSRÂFİL.



i



Rivayet pek uzun olan muahhar hikâyeler­ de inkişâf etmiştir (bk. A . Müller, Der İslam in Morgen- und Abendland, I, 86 v. d.). Şöyle ki, Peygamber gökte Allah ile 70.000 defâ ko­ nuşmuş, bununla beraber, seyahat çok kı­ sa sürmüş id i; döndüğü vakit yatağı hâlâ sıcak idi ve giderken, acele İle devirdiği bir testi henüz tamâmen boşalmamış idi. İslâm kelâmeıları isrâ’ 'ın Peygamber uyurken mi, yoksa uyanık iken mî vukû bulduğunu ve seyahat edenin vücûdu mu, yoksa ruhu mu olduğunu da münâkaşa etmişlerdir. Sünnîlerin kanâatine göre, seyahat vücut ile ve uyanık hâlde iken yapılmıştır. Tabari tefsirinde bn inanışı şu delillere istinat ettirir: 1. Peygamber vücûdu ile seyahat ettirilmemiş olsa idi, bu hâdise onun nübüvvetine bir delil teşkil etmeyecekti ve hikâyeye inanmayanlar imansızlık ile ithâm edilemeyeceklerdi. 2. Kuran ’da „Allah kulunu seyahat ettirdi“ deniliyor, „kulunun ruhunu seya­ hat ettirdi" denilmiyor. 3. Peygamberin ruhu seyahat ettirilmiş olsa idi, Burak 'a hâcet kal­ mazdı. Çünkü hayvanlar rûhları değil, vücûtları taşımakta kullanılır (Bevan, ayn. esr,, s. £0; Schrieke, Der Islam, VI, 1 3 ; Tabari, Bayzâvi ve Bağavi, Tafsir, Sûre XVII, 1 ) . Sûfîler ve feylesoflar, mecâzî bir tefsir tarzını tercih eder­ ler ( Goldziher, Geshichie der Philosophie im Mitielalter. Kultur der Gegenwart, I, V, s. 3 1 9 ). B i b l i y o g r a f y a ; Bevan, Mukammed’s Ascension to Heaven ( Beihefte zur Zeitschr. fü r die Alitestam. Wissensch., XXVII, 51 v. d d .): Schrieke, Die Himmelsreise Mulfammed’s ( Der Islam, VI, I v. dd. ve bibliyog­ rafya ).



(B . S c h r ie k e .)



I s r a e l . [ Bk. ¡sr ä I l .] İS R A F İL . [ Bk. İSRÂFİL.] İS R Â F İL . İSR A FİL ( aslı ibrânîce Serâfîm 'den gelebilir; nitekim Sarâfil ve Sarâfİn şe­ killeri de bunu te'yit eder mâhiyettedir), bir m u k a r r e b m e l e k i s m i ( T ä c a l-a rü s, VII, 375 ). A kıcı seslerin kelime sonunda bu şekilde değiştirilmesi nâdir değildir. Bu melek fevkalâde cüsselidir; ayakları yedi kat yerin altında bu­ lunduğa hâlde, başı arşın sütûnlarına erişir. Dört kanadı olup, bunlardan biri şarkta, biri garptadır; kanatlarından biri ile vücûdunu Örter, biri ile de Allahın celâlinden kendini muhafaza eder. Bede­ ninde kıllar, ağızlar ve diller vardır. Levh-i mah­ fuzda yazılı Allahın irâdelerini okumak ve her defasında bu irâdelerin infâzına me'mûr olan mukarreb meleğe bildirmek onun vazifesidir. Bir gün ve bir gece zarfında üç defâ cehenneme nazar atar ve ıztırap içinde kıvranır; o kadar çok ağlar ki, dünya onun göz yaşlarına boğulabilir.



İSR A FİL -



İST A H İt



Üç sene müddet ile, Peygambere arkadaşlık meselesi kalıyor. Bâztlarma göre, peygamber, , etmiş ve ona peygamberliğini bildirmiştir; bi­ yâni Ya'küb, tabiat ve hüviyeti itibârı ile, hu­ lâhare onun yerine Cebrail geçmiş ve kendisine kuk meselelerini halletmek salâhiyetini hâiz idi K u r a n 'ı tebliğe başlamıştır. ( arap. m uctahid). Diğerlerine göre, Ya'küb 'a İskender kendisine, Zulmet diyarına gelmeden Allah tarafından hukukî meseleleri halletmek evvel, tesadüf etmiş im iş; o orada bir dağın üze­ (ictibâd etm ek) salâhiyeti verilmişti. K u r an 'da İsrâ’ il hakkında geçen sözler Y a'­ rinde oturmuş ve gözleri yaşarmış bir hâlde sûr üflüyormuş. Sûr-Meleği tesmiye edilmesinin küb ismi ile geçmektedir. Önceleri Peygamber başlıca sebebi, Allah ölüleri mezarlarında di­ 'in Ya'lşübJu İbrahim 'in bir oğlu gibi telâkki riltecek olan borunun çalınması emrini verdiği etmiş olması muhtemeldir. S â r i 'ya verilen müjde anda, çalabilmek için, onu dâimâ ağzında bulun­ münâsebeti ile şöyle denilmektedir: — „O za­ durmasıdır. Diğer cihetten, İsrafil 'in kıyamet man biz kendisine ish âk'ı ve onun arkasın­ günü her keşten evvel uyandırılacağı da söy­ dan Ya'küb ’u tebşir ettik ( XI, 74; krş. Snouck leniyor. Sonra Kudüs'te Sahretuliah 'a dayana­ Hurgronje, Het Mekkaanscke Feeşi, s. 32 ). Tef­ rak, ölülere hayata avdet işaretini verecektir. sirler, arap dilindeki usûle göre, „arkasından“ B i b l i y o g r a f y a ' . Kisâ’i, 'A c a ib al- sözünün torunu İfâde ettiğini söylüyorlar. Bundan başka, K u r’an ’da Y a lçûb’ un, ölüm malaknt (Leiden yazm., 538, Warner, var. 4 v.d.); fCazvini, 'A c a ib al-mahlûliât ( nşr. döşeğinde, çocuklarını İbrahim 'in dininde sebat Wustenfeld), s. 56 v.d.; Ja b a ri, Târik, 1, 1248 etmeğe teşvik ettiği kayıtlıdır ( II, 126 v.dd.); v.d., 1 255; Gazzâli, al-D urra al-fâhira (nşr. Peygamberlerin büyük bir kısmı gibi, kendisine G autier), s. 42 ; M. Wolff, Muhammed. Escha- de vahy gelirdi ( II, 130 v.b.). Islâm menâkibınde Ya'küb kıssasının ana hat­ iologie, s. 9, 49; Sale, The Koran, Prelim i­ nary Discourse, s. 94; Frİedlânder, Die ları mevcuttur. Burada yalnız birbirini tutmayan Chadhirlegende und der Alexanderroman, ve Kitab-ı mukaddes 'te bulunmayan noktalara s. 1 71 , 208; Lane, Manners and Customs işaret edilecektir. Y a’lcüb hakikatte ikiz kardeşi A yş 'tan daha yaşlı idi. Kendisi A y ş 'tan evvel (London, 1899), s. 80. ( A . J. WENSINCK.) doğmak üzere iken, Ayş buna kızarak, iki kardeş İS R A İL . [ B k ,riSRÂlL.] İS R Â İL . İSR A ’İL, B a n i İ s r â ’i 1 p e y g a m ­ daha analarının karnında, kavga etmeğe başladı­ b e r 1 e r i a d e n olup, ismine K u r’an 'da yalnız bir lar. Bunun üzerine, Ayş : — »Eğer sen daha evvel yerde tesadüf edilmektedir. Musevî milletini ifâ­ doğmak İstersen, vallahi annemin karnını tıkar de için kullanılan Bani İsrâ’il tâbirine sık tesa­ ve onu öldürürüm“ — dedi. Bunun üzerine, Ya'­ düf edilir. K ur ’an ( III, 87 ) 'da şöyle denilmek­ küb isteğinden vazgeçti ve A yş birinci olarak tedir : — „Tevrat 'in vahyolunmasından evvel, doğdu. Bu hikâye ibrânî müelîefâtında da mev-' İsrâ’il 'in kendisi için harâm kıldığını beyân et­ cuttur. Bu suretle ilk doğan evlâda mahsûs imtiyaz, miş olduğu gıdadan başka, Bani İsrâ’il 'e her taam halâ! kılınmış idi“ . — Müfessirlere göre, haksız olarak, kendisine verilmiş olan Ya'küb bunun Bani İsrâ’il 'in günahkârlığından dolayı amcasının yanına kaçtı. A yş ’ın korkusu İle, gün­ konulmuş olduğu mânasını ifâde eder. Bani İsrâ’ il düz gizlenip, gece seyahat ediyordu (y a srî 'in ceddi kendisine yalnız deve eti ile sütünü yahut y a s ir f i ’l-la y l) ; işte kendisinin isrâ’il harâm kılmış idi ki, bazılarına göre, bunun ismi buradan gelmektedir. İsmin Pnuel şeklinde sebebi de, onun kendisini geceleri uyku uyu­ değiştirildiği müslüman rivayetlerinde yoktur, maktan men'eden, fakat gündüzleri rahat bıra­ iki kız kardeş ile birden evlenmesi dolayısı ile, kan 'irk al-nasâ denilen hastalığa mübtelâ ol­ bu hareketin ancak Müsâ tarafından men’edilması idi. Bunun üzerine, iyileştiği takdirde en diği söyleniyor. Mamafih Ya'küb ’un, ancak çok sevdiği yemekten kendini mahrûm etmeği Liyâ ’nm ölümünden sonra, Râhila ile evlen­ adamış. Başkalarına güre de, hekimlerin tavsi­ diği iddia ediliyor. B i b l i y o g r a f y a ' . Yukarıda zikredilen yesi üzerine, ‘ irk al-nasa yemekten çekiniyor­ âyetlerin tefsirleri; Tabari, Târih, I, 3S3 du ve yahut her hangi bir sinir ( 'irk ) yemek­ v. dd.; Ya'kübi ( nşr. Houlsma), I, 26 v. dd.; ten içtinâp ediyordu. Bu kelime ibrânîcedeki g id Şa'labi, K işas al-anbiyâ’ ( Kahire, 1290), s. kelimesinin tercümesi ve al-nasâ da ibrânîce­ 88 v. dd. ( A . J . W ensinck.) deki nâşe 'nin transkripsiyonudur. Bu Bani İs­ ÎS S İK -K U L . [ Bk. issik -k ö l .] râ’ il ’in o güne kadar siyatik sinirinden imsâk IŞ T A H R . [ Bk. İstah r .] ettikleri keyfiyetini izah için, Taholn 32 'yi, IS T A H R . İŞTAH R, F â r s [ b. bk.] ş e h i r yâni Ya'lçflb 'un kalça kemiğinin çıkması bakl e r i n d e n d i r . A sıl şekli, pehlevî dilinde kındakt meşhur hikâyeyi hatırlatıyor. Geriye Ya'küb ’un husûsî imsâkinin Bani Is- yazıldığı vecihle, şüphesiz, Stahr id i; ermenirâ’il için ne suretle mecbûrî olduğunu bilmek cedeki Stahr şekli ile Sâsânî paralan üzerin­



İS T Â H ft onlara göre, Sâsânî hâkimiyetinin merkezi ola­ rak, Ktesiphon'dan başka bir yer yok idi. Bu imparatorluğun tarihinde İştahr hakikatte çok sönük bir rol oynuyor. Ondan, yalnız tesadüfi olarak, bahsediliyor. Irak'm işgalinden az zaman sonra, araplar Fars 'in da fethine teşebbüs ettiler. Bilhassa İştahr halkı, müslumanların iierilemesine kar­ şı, sebâtlı bir mukavemet gösterdi. Balırayn valisi al-'Alâ’ b. al-Hazrami tarafından, 19 (640) senesinde kifayetsiz kuvvetler ile ve diğer cihetten ‘Omar'in kat’î emri hilâfına, şehre yapılan ilk teşebbüs tamâmiyle boşa gittî; İbn al-Hazrami Fars hükümdarı Şahrak'in top­ ladığı mühim orduya mukavemet edemedi; Bas­ ra ’dan kendisine gönderilen kıt'aların yardımı sâyesinde, Basra körfezi sahili boyunca gide­ rek, büyük müşkilât ile bu şehre dönebildi. İştahr ancak 23 ( 643 ) senesinde, Abü MüsS »5 ? ı. İştahr, 29' 50' şimâl arzı dâiresi ve takriben al-A ş'ari ile ‘OşmSn b. al-'Aş tarafından ku­ 53° şark tülü dâiresi (Greenw.) üzerinde, Per. manda edilen arap ordusunun hücûmu üzerine, sepolis 'in şimalinde ancak bir saatlik mesa­ sukut etmeğe mecbur oldu. Fakat bilâhare fede, az ileride şimdi kısmen bataklık olan şehrin halkı isyan etti ve kendilerini idâre güzel ve münbit Marvdaşt ovasına akan Pul- eden arap vâlİsmt öldürdü; halifenin âsîlere var veya Murğab ( Sivend-Rüd tesmiye edilir) karşı gönderdiği Basra valisi 'Abd Allah b. 'in vâdisinde bulunmaktadır. Şehrin kuruluşu 'Amir, ancak çok güç bir mücâdeleden sonra, hakkında elimizde kat'î mâlûmat yoktur. Fa­ şehri eline geçirebildi. İsyanın bastırılması es­ kat Ahamenîler payitahtı Persepolis'in, Büyük nasında bir çok iranlılar öldürüldü; arap İskender 'in istilâsı neticesinde, sukutundan müelliflerinin tahminlerine göre, düşmandan sonra, şehrin çok çabuk inkişâf ettiğine kat- 40.000 ve bazılarına göre, ıoo.coo kişi öldü, 'îyetle ihtimâl verilebilir. Her hâlde bu şehrin rülmüş. Fakat bu rakamlar muhakkak mubâleharâbelerinden, yeni kasabanın inşası için, bir galı olmalıdır. İşfaîjr'ın bu ikinci fethi, İhti­ çok malzeme alınmıştır. İştahr başlangıçta, mâl, 29 (649) senesinde vâkî oldu. Bâzı riva­ merkezi dâimâ bu mıntakada bulunmuş olması yetlere göre, bu hâdisenin 28 (648 ) senesin­ lâzım gelen Fars sahasının başlıca şehri olmuş­ de vukua geldiğine hükmetmek ieâp eder ( bu tur. A rşakî imparatorluğunun yıkılmasından bir hususta krş. J . Wellhausen, Skizzen und Vor­ müddet evvel, bu şehir mahallî hükümdarların arbeiten, Berlin, 1899, VI, m v.d.). Bundan makam ¡dİ. Sâsânîler İştahr mıntakasmdan başka, İştahr 'a karşı araplar tarafından yapılan gelmişlerdi; A rdaşir I.'in büyük babası Sü­ seferler hakkında bk. Balâzuri ( nşr. de Goeje, sün, ilahe Anâhid 'e vakfedilmiş olan İştahr s. 389 v. d .); fa b a r i, Târih ( Leiden tab., I, 2546 şehrindeki âteş mâbedinin baş-râhtbi olmuş idi V.d., 2549, 2696 v .d ., 2830}, İbn al-Aşır (nşr. (Tabari, I, 8 1 4 } ; bu mâbedîn âteşi, rivâyet Tornberg, II, 420 v.d ,, III, 30 v.d., 77 v.d.), edildiğine göre, Peygamberin doğduğu gece, Tabari, Târih ( Babami Vın farsça tercümesin­ ânî olarak, sönmüş idi. Bu mâbed, Sâsânî dev­ den Zotenberg ’in fransızca tercümesi, III, 452 letinin teessüsünden sonra da, dinî bir merkez v.d.); Weil, Gesch. der Chalifen (I, 86 v.d., olarak telâkki edildi; Sâsânî hükümdarları bu 16 3), krş. A . D. Mordtmann, ZDMG (V I, 455 mâbede öldürdükleri düşmanlarının ve hıristi­ v .d .) ; Caetanî, Annali dell’lslâm (I V, 151 yan şehıdlerinİn kafalarını, bir zafer ganîmeti v .d .,V , 19 — 27; VII, 219 v.d,, 248—256). Sâsânîier devrinde, büyüklük itibârı İle, eski gibi, astırmağı âdet edinmişlerdi. İştahr, bun­ dan başka, Ahamenîler zamanında Persepolis Persepolis’e çok yaklaşmış olan İştahr, islâmigibi, Sâsânî devletinin resmî pâyıtahtı sayılmış­ yetîn ilk asırlarında yine oldukça mühim bir tır ; fakat nasıl o zaman hükümetin sıklet merke­ mevkî olarak kaldı. Fakat bilâhare inhitat ede­ zi hakikatte Susa 'da idi ise, şimdi de Ktesiphon rek, artık bir vilâyet merkezinden başka bir 'da İdi. Uzak ve güçlükle varılabilen Fars ara­ şey teşkil etmeyecek bir hâle geldi ve bu va­ zisi kuvvetli bir hükümetin makam olmağa pek ziyette aynı ismi taşıyan bir kazanın ( kura) az elverişlidir. Bizanslılartn İştahr hakkında merkezi oldu ki, bu Färs vilâyeti kazalarının hiç bir şey bilmemiş olmaları muhtemeldir; en mühimi id i; bu kaza, bu vilâyetin şimâl ve



deki S T kısaltması da bu ismi hatırlatır. K e­ limenin İştahr şekli yalnız yeni-farsçada mev­ cuttur; ekseriyetle Istahar veya Iştahar v e y a ­ hut da, vokalin araya ilâvesi ile, Sitahar, Si­ tahar ve Sitarh şekillerini almıştır ( krş Vullers, Lex. Pers.-Lat., I, 94®, 97®, II, 223 ve Noldeke, Grundr. der. İran. Philol,, II, 192). Süryânîcedekt şekli Îstabr (nadiren İsj;ahr) ’d ır; Talmüd ’da ihtimâl İstahar şeklinde idi ( “tilftDN, Megilla, 13®, ortada ). İran müelliflerinin iza­ hına göre, şehrin ismi orada bulunan göl ve bataklıklardan alınmıştır. Fakat Spiegel ( Eraniscke Altertumskunde, I, 94, not 1 ) ve Justi ( Grand, der İran. Pkilol., II, 448 ) 'ye uyarak, bu ismin aves. Stahra ( „kuvvetli, sağlam“ ) kelimesinden geldiğini söylemek, ihtimâl, daha doğru olur; bu sonuncu kelime hakkında bk. Chr. Bartholomae, Altiran. Wörterbuch, s.



m a



ÎST AHR.



şimâl-i şarkî kısımlarını ihtiva ediyordu. Mâmafih Sâsânîteria eski merkezine karşı vurulan en şiddetli darbe, 64 (648 ) senesinde, İştahr 'dan bir günlük mesafede ve bu şehrin cenu­ bunda Şîraz 'in te'sisi olmuştur. Bu şehir, az zaman içinde, bütün Fars vilâyetinin merkezi oldu ve bilhassa 111. (I X. ) asırdan itibâren büyük bîr refâh seviyesine ulaştı. O andan itibâren, İştahr sür'ati e inhitata doğru git­ ti. îştafcri ’ye göre, burası, IV. ( X.) asrın ortalarına doğru, bir arap ( = Roma) mili mesahada, orta büyüklükte bir şehir idi. Şeh­ ri ihata eden sûrlar harabe hâlinde idi, 30 sene kadar sonra (985) eserini yazan Mukaddasi, dere üzerindeki muazzam köprüyü ve İştahr’ın güzel bahçelerini medhediyor. Şehrin çarşısında bulunan en büyük camiden bahse­ derek, „boğa“ şeklinde başlıkları hâvî şâyân-i dikkat sütûnlarını tebarüz ettiriyor. Bunun Abamenîler devrine âit aslî bir binâ olmayıp, Sâsânî devrinde Persepolis'ten çıkarılıp-getirilen malzemeden istifâde edilmek sureti ile yapılmış bir binâ olması hakikate daha yakındır; MuIçaddasi de câmiin eski bir âteş mâbedi te­ lâkki edildiğini zikrediyor. Mukaddasi'nin bu yazısından bir kaç sene sonra, şehir sâkin­ lerinin hükümdarları 'Azud al-Davla [ b. bk.] 'nin oğlu Şamşâm al-Dav!a 'ye karşı isyankâr bîr tavır almaları neticesinde, şehrin başına bir felâket geldi. Bu hükümdarın, Emîr Kutulmış'ın kumandası altında, gönderdiği ordu şehri hemeıı-hemen tamâmiyle tahrip etti. Bu İştahr'm tam yıkımı oldu. Fars eyâleti hakkında, VI. (XII.) asra âit Fârs-nâma adlı farsça yazılmış bir kitapta İştahr, nüfusu ancak 100 kişiden ibâret, mütevâzî bir köy olzrak tavsif ediliyor. Hiç şüphesiz, eski şehrin bütün arazisi, orta çağın sonundan itibâren, tâmamiyle çöl hâline gelmişti. İştahr paralarına gelince, burada Sâsânî dev­ rinde basılmış olan paralar, pehlevî yazısı ile S T kısaltmasını ihtiva eder; bu, hiç şüphesiz, İştahr mânasını ifâde eder. Yazdİgird II. 'in hükümdarlığından itibâren ( yâni m. s, 438), bu hanedanın sonuna kadar bu remzi ihtiva eden bir çok sikke numuneleri muhâfaza edil­ miştir, Aynı suretle İslâm devrinde pehlevî ibaresi ve yukarıda zikredilen kısaltma daha uzun müddet muhâfaza edildi; halife nâmına veya valiler taralından bastırılmış bu gibi pa­ raların 70 ( 689 ) senesine kadar mevcut olduk­ ları müşâhede edilmektedir. Krş. mst. ZDMG, VIII, 13. 147 v .d .; XII, S6; XIX, 400; XXXI, 148; XXXIII, 120, 131. Diğer taraftan İran ve Bâbâ damgalarını taşıyan paraların, Mordtmann 'ın fikri hilâfına ( ayn, esr., XXXIII, 114 v.d . ve Sitz.-Ber. der bayr. A kad .d . IFıss., 1874,5.250



v.d .), İştahr'a atfodümeıneleri lazımdır (krş. Nöldeke, ayn. esr., XXXIII, 691 v d.). İştahr 'da basılmış arap paraları olarak, 88 ( 706 ?) ve 90 ( 708) senelerinden 167 ( 783) senesine kadar nümûneler mevcuttur; krş. Stanley Lane-Poole, Caf. o f orient. coins in ihe Brit. Mas., IX, 2, s. C III; H. Lavoîz, Çat. des monnaies musulmanes de la Bibi. Nat., Paris, 1887, I, 518 ve ayrıca, ZDMG, IX, 249, 250; XVI, 77ü; XXII, 286; XXXIX, 19, 38. Hâlâ etraflı bir tetkiki yapılmamış olan bu­ günkü İştahr harabeleri manzumesi oldukça geniştir (dâire. 8—9 k m .); Pulvar ile bu ırmaktan açılmış küçük bir sulama kanalı bu harabelerin ortasından geçer ve onları hemenhemen müsâvî iki parçaya ayırır. Şehrin baki­ yeleri başlıca, büyük veya küçük, bir takım toprak tepecikler hâlinde görülür, ötede-berıde sûr enkazı mevcûttur, ^acci-Aba? köyü istikametinde bulunan ve seyyah J. Morier İle Ker Porter tarafından „Harim-i Camşid“ tes­ miye edilmiş olan ( aş. bk.) yer en mühim nokta gibi görünmektedir ki, burada, sütün parçaları ile örtülü bir sâha ortasında, hiç kırılmamış ve bozulmamış bir sütün yükselmektedir; boğa re­ simleri ile süslenmiş başlığı ile bu sütunun Per­ sepolis 'ten gelmiş bir parça olduğu derbâl an­ laşılır. Curada Mukaddasi tarafından târif edilen ve yukarıda zikrettiğimiz câmi aranıla­ cak olursa, yanlış bir neticeye varılmayacak­ tır. İş]ahr harabeleri hakkında elimizde mev­ cut en doğru malûmat, bu havalide 1840 son­ larında iki ay müddetle oturmuş olan Fiandin ile Coste tarafından verilmiştir ( krş. Voyages en Perse, Paris, 1843 v.d., II, levha 58—62, buna müteallik arkeolojik izâhât için bk. s. 69—72 ). Bk. bir de Fiandin, Relation du voyages, 1852, II, 137. İştahr 'm yakın veya uzak civarında, âbideleri ve tarihî mâzîsi ile dikkate değer bâzı ma­ haller de vardır. Bu kabilden eski Sâsânî mer­ kezinin harabelerinin şimâi-i şarkî noktasının yanı-başında bulunan Hâcci-Abâz köyünün şi­ malinde, takriben 600 m. mesafede, Tang Şah-i Sarvân vadisinde tabi’î mağaralar mevcuttur. Bunlar arasında, Şâpür I. ( 241—272 ) 'a âit tarihî bir kîtâbeyi ihtiva eden biri, burada hayatının son günlerini yaşamış sofu bir zâhidin ismine izafetle, iranlılar tarafından ekseriya Ş a y h ' A l i tesmiye edilmektedir; buna aynı zamanda Zindân-i Camşid adı da verilmiştir. Halk tarafından kullanılan buna benzer „Zindan, Harim“ gibi isimlere (krş. yk. „Camşid 'in Harim ’i“ tâb iri) İran ve İrak 'ta da tesâdül edilmektedir ( krş. mad. DESTECİRD ve M. Streck, Seleucia und Kiesiphon, Leipzig, 19 17, s. 55). Eski İran'ın esâtirî hu-



İŞTAHR. kümdarlarıadan biri o!up, müslüman iranlılar tarafından, Sulaymân 'in efsânevî şahsiyeti iie karıştırılan Camşid 'e de, ekseriya, dikkate değer bini ve âbideler atfedilmektedir (bk. aş Taht-i Camşid hakkmdaki izâhât).



İştahr 'm aş.-yk. 1 km. cenûb-İ garbisinde, tarihî bakımdan, dikkate değer diğer bir mevlcî N a k ş-i R a c a b 'dir ( Racab efsânevî bir şahsiyettir). Bu Pulvar 'in cenûp sahilinde, kaya­ lıklar arasında, boğaz şeklinde bir yer olup, özerinde Sâsânîlere âit öç kabartmadan ibâret bir tezyin mevcuttur. Sarre ( Sarre-Herzfeld, Iranische Felsreliefs, s. 98 ) 'ye göre, bu plâs­ tik tezyinat, bu mahallin tahsis edilmiş oldu­ ğu gâye { Ormuzd = Hürmüz 'ün bir mabedi mi ? ) ile, yâni Sâsânî hükümdarlarının tâc giydikleri yer olarak, izâh edilebilir. ’ İran 'in eski ve orta devirlerine âit miihim eserleri ihtivâ etmeleri dolayısı ile, T a h t - i C a m ş i d ile N a ^ ş - i R u s t a m en meşhur­ larıdır ; bunlardan birincisi İştahr'ın cenubun­ da bir saat mesâfede, Pulvar 'in cenûp sahili özerinde ve İkincisi de bu ırmağın şimâl sahi­ linde, İştahr 'dan takriben 2 km. mesâfede, bu­ lunmaktadır. Taht-i Camşid, Persepolis ’in Ahamenîlere âit saraylarını tavsif için, bugün şarklılar ta­ rafından en ziyâde kullanılan tâbirdir. İran halkı ekseriya muhteşem binâlara, eski zaman­ ların menkıbelerinde geçen meşhur hükümdar­ lardan birinin ismine izâfe ederek, -kursi,-takt adını verir. Taht-i Cam şid’den başka, daha es­ ki olan Çihil» ( veya kısaltılmış şekli Ç ü -)M inâr ( M enâre) „40 sütûnlar" ismine de tesa­ düf edilir ki, bu XIV. asra âit farsça tarihî eserlerde de mevcûttur. Bu Çihil-Minar hara­ beler sâhasının en hayrete değer kısmı olup, aslında 72 (şim di 1 3 ) sütundan İbâret bulu­ nan Sarahs I.'ın sıra-sütûnlarmdan gelmekte­ dir, 40 adedi şarkta, mühim bir mıkdarı ifâde için, çok sık kullanılan bir sayıdır; msl. LÛristan 'da Şirvan vadisinde ( krş. H. Grothe, Wanderungen in Persien, Berlin, 1910, s. 62) Çihil-Sütün adlı bir mağara gösteril­ mektedir. Aynı surette 1.000 adedi de kulla­ nılmaktadır. Bir zamanlar çok kullanılmış olup, ilk defâ olarak, IV . ( X.) asrın başlangıcında, yam za al-lşfahâni 'nin Târih ( nşr. Gottwaldt, I, 38) adlı eserinde ve müteaddit defâlar da müteakip İran vekayinâmeterinde ortaya çıkan diğer bir tâbir, yâni Hazâr-Sutün ( „looo sü­ tunlar" ) tâbiri de böyle izah edilebilir. Bun­ dan başka, 110 0 senelerine doğru tesâdüf edi­ len H aft-Sür ( „7 sûrlar" ) ismini de zikretmek lâzımdır,.. Orta çağdaki arap coğrafyacıları, takriben III. ( IX.) asırdan itibâren, Persepolis taraçasının izlerini Mal'ab Sulaymân adı altm-



113 i



da tanımaktadırlar ki, V. (X I.) asrın başlan­ gıcına âit Mucmil al-tavârih adlı farsça eser­ de bulunan Kursi-Sulaymân ( „Sulaymân'ın kür­ süsü ( tahtı )" ) adı bununla mukayese edilebi­ lir ; diğer cihetten bu sonuncusu da, şimdiki mü­ teradifi olan Taht-i Camşid tâbirinin Örneğini teşkil etmiş olabilir. Şuna da işâret edelim ki, Taht-i Sulaymân 'a, coğrâfî bir ad olarak, İran 'ın başka yerlerinde de tesâdüf edilmek­ tedir; msl. bu isim Taht-i Mâdar-i Sulaymân [ Murğâb, b. bk.] tesmiye edilen harâbelerin bir kısmına, Azerbaycan 'ın cenûb-i şarkîsinde bir takım harâbelerin bir kısmına, Kâbii 'in şar­ kında bir dağa ve aynı zamanda Fergana 'da Oş dağına verilmektedir; krş. Ritter, ar/n, esr.,



VII, 482; VIII, 130, 943 ; IX, 808, 1040. Camşid-Sulaymân „kürsüsü" veya „tahtı", aş.-yk. mustatil gibi gözüken poligon şeklinde olup, kayalıklı, çıplak ve koyu kül rengi bir dağın eteklerinde uzanan, taştan yapıtmış sun’î bir taraçadır. Bu dağ, son devir seyyahlarının yazılarına göre, şimdi Küh-i Rahmat („ra h ­ met d a ğ ı") tesmiye edilmektedir. Bu isme eserlerde tesâdüf edilmemektedir; belki de orta çağı tâkip eden zamanlara âittir (ilk de­ fâ, S ir Thomas Herbert tarafından, XVII. asrın başlarında zikredilmiştir). Ouseley tarafından da duyulmuş olan ve Diodor 'un paoıAucöv 'üqqç ( XVII, 71 ) 'una tamâmiyle tekabül eden ŞâhKüh („şa h d a ğ ı") ismi daha eski olmalıdır. Bunun yanında, aynı müellife göre, halk ara­ sında Kûh-i Taht ( Camşid 'in „taht dağı" ) ismi de kullanılıyormuş. Küh-i Rahmat 'in taraçanm sırtını teşkil eden kısmı üç A hamenî hükümdarının mezarlarını ihtivâ etmek­ tedir. Stolze ( Verhandl. der Gesellsch. /. Erdkande in Berlin, 1883, X, 273 ) 'ye göre, halk bunlara „Camşid 'in camii, hamamı ve değirmeni" adını vermiştir. İstihkâma da benzeyen bu taraça, söylenildiği gibi, hükümdar saraylarına ve muhteşem binâ­ lara tahsis edilmişti; Persepolis şehri bunla­ rın yanı-başında idi. Bu şehre âit eski bakiyeler bugün hâlâ fark edilebilir; daha eski seyyah­ lar, şehri ihâta eden sûrlarda, Taht-i Camşid 'in hâricinde bulunan bu harâbelerin daha çoğuna tesâdüf etmişlerdi. Bilhassa şu noktayı kaydetmek lâzımdır ki, Persepolis kale ve şeh­ rini Nakş-i Rustam 'in yanında veya, daha doğ­ rusu, birincisini Nakş-i Rustam 'in yanında ve diğerini de bilâhare Iş(ahr'm kurulmuş olduğu sâha üzerinde gösteren ve Taht-i Camşid binâlarınm da ibâdet ile çok alâkadar merâsime tahsis edilmiş olduğunu söyleyen Stolze ile Andreas 'in nokta-i nazarını müdâfaa etmek mümkün değildir ( ayn. esr., s. 25® v* d .; Per­ sepolis, I, 3 ) ; bu fikir aleyhinde nihâyet krş.



IIJ2



İSTAHft.



Sarre-Herzfeid, ayn. esr., s. 100 v. d. Böyle bir hatâ. fiivâki, sâdece Persepolis ile İştahr ’ı ayaı şehir olarak gösteren ve Marvdaşt ova­ sının ve civarının eski devirlere ve orta çağa âit âbidelerini ve binâ harâbelerini bir tek şehre âit imiş gibi gösterebilmek İçin, bura­ sının 16 fersah uzunluk ve ıo fersah genişlik gibi, pek mübâlegalı bir büyüklükte olduğunu söyleyen İran tarihçileri tarafından yapılmıştır. Persepolis-Iştahr'in bânislne gelince, bu hu­ susta İran rivâyetleri muhteliftir: bu rîvâyetier bâzan, iranlıların esatiri cedleri Kayüm arş’in ismini zikreder; bâzan da, şehri te’sis eden ve genişleten kimse olarak, Kayûmarş ’in hafîdleri Höşang ( Uşhanc ), 'fahmüraş, Camşid, KayHusrav ve bilâhare, cinlerin kendisine itaat ettikleri ve ona atfedilen mucizeli inşaatı vü­ cûda getirdikleri Sulaymân gibi, eski devirlerin efsânevî hükümdarlarını zikrederler; aynı su­ rette İran'da, yapıcı olarak, Semiramis'in ro­ lünü oynayan Humay adlı efsânevî bir pren­ ses de bahis mevzuudur. İran rivâyetleri eski İran hükümdarlarının makarrını Persepoiis-İşîah r'a götürüyor ve onların mezarlarını da orada gösteriyor. Firdavsi 'nin Şâhnama ’sine göre, şehir, Kay-Çubâz ’dan itibâren, hüküm süren hanedanın makam idi. Müslüman müellifler Persepolis ’in teessüsünü Sulaymân ’a atfedi­ yo rlar; bu zâtın Mal’ab Sulaymân ismi ile tavsif edildiğini yukarıda söyledik. Bunların anlattığı menkıbelere göre, bu hükümdar bâzan orada, bâzan Suriye 'de oturur ve cinler tarafından bir yerden diğerine sür’atie götürülmüş imiş, Taht-i Camşid taraçasınm bâzı binaları, arap müel­ lifleri tarafından, „Sulaymân câmii ve hamamı“ tesmiye edilmiştir ( krş. Küh-i Rahmat hü­ kümdarlarına âit iki mezarın ismi ve yuka­ rıda zikredilmiş olan şimdiki isim ler). Bun­ ların anlattıklarına göre, Sulaymân burada bu­ lunan bir yerde rüzgârı hapsetmiş im iş; XIII. ve XIV. asra âit İran menbâiarı da ( krş. Ouseley, ayn. esr., II, 38 1, 387) burada bulunan bir Zindan-i Bâd'dan bahsediyorlar. Maalesef Persepolis âbideleri hakkında arap müelliflerinin tavsifi hayli azdır ve masalları hatırlatan unsuriar ile kısmen değiştirilmiş­ tir; bilhassa krş. coğrafyacılardan İştahri, Mukaddasi ve Kazviui ’nin eserleri ( Schwarz, ayn. esr.). Ehemmiyetten ârî olmayan bir çok malûmat, orta çağın sonlarında yaşa­ mış İran müellifleri ve bilhassa Hamd Allah Mustavfi ile Hâfiz Abrü tarafından verilmiştir (bk. Ouseley, II, 380 v.d., 387 v.d.). Bu iki mü­ ellife göre, bu harabelerin süt3uları, tıbbî müstahzarâtta ehemmiyetli olan tutya istihsâli ile meşhur idi. Taht-i Camşid kabartmalarında­ ki (v e daha ziyâde Nakş-i Rustam 'de } baş



iarm tahrip edilmesi, her şeyden önce, insan çehrelerinin tersimine muhalif olan müslüman­ ların taassubundan ileri gelmiştir. Halife al-Manşür (754—775) Persepolis ile al-Madâ’in—Klesiphon harâbelerini, taş ocağı olarak, kullanmak istiyordu; fakat Persepolis ’in ‘A li ’nin bir namazgahı olduğunu söyleyen ve­ ziri Hâlid al-Barm akı’nin tavsiyesi ile, bu ta­ savvurundan yaz geçti ( bk. Fragm. Hist. Arab., nşr. de Goeje, s. 256). Bir çok müstüman hükümdarları, Persepolis harabelerine yaptıkları ziyaretlerini, burada kitabeler hakkettirmek suretiyle, ebedîleştirmişlerdir. Bunlar arasında, Büveyhîler [ b. bk,] hânedanına âit arapça üç kufî kitabe ile Ti­ mur'un torunu Abu '1-Fath İbrahim { IX .= X V . asır ) 'e âit ( ikisi farsça ve biri arapça) üç kitabe ve ayrıca Uzun Haşan ’m torunu ‘A li b. Idalil ( İX .= X V . asır ) 'e âit ( ikisi arapça ve biri fatsça) üç kitabe raevcûttur. Bu kitâbeler, teferruatı ile, Sacy tarafından tetkik edilmiştir ( M im , sur ditıerses antiçuites de la Ferse, Paris, 1793, s. 139 v. dd.). Bu tetkik üzerinde, Nöldeke tarafından, bâzı tashihler yapılmıştır ( bk. Stolze, Persepolis, II, 6 ). H. Petermann ( Retsen im Orient, II, 188 ), M ujaffari ’lerden Muhammed b. al-M uzaffar b. al-M ujaffar b. alManşur ( öira. 7 6 5 = 13 0 3 ) ’a âit, bir kitâbeyi de zikrediyor. Duvarlar üzerine hakkedilmiş muhte­ lif manzum parçalar iranlıların her devirde Persepolis'e karşı duydukları büyük takdiri gösterir; onların modern şâirleri de memleke­ tin eski payitahtını sık-sık hatırlatırlar. N a k ş - ı R u s t a m 'e geiince, bununla daha ziyâde, uzun ve yüksek Husayn-Küh dağından amûden inen sarp cenup yamacı kasdedilir ki, bu yamacın üzerindeki oyuklarda Ahamenî hükümdarlarının dört mezarı ile Sâsânî ka­ bartmaları mevcuttur. Nakş-i Rustam tâbiri, halkın buradaki kabartmalarda İran ’ın millî kahramanı Rustam Jin tasvir edildiği zannın­ dan ileri gelmektedir. Mezarların bulunduğu yamacın önünde, bugün K a‘ba-i Zarduşt tes­ miye edilen, kule şeklinde, dikkate şâyân bir binâ yükselmektedir. Bİnânın hakikatte ne ola­ rak yapıldığı hususunda âlimlerin fikirleri muhteliftir; bunun eski bir âteş-kede olması muhtemeldir. K a‘ ba-i Zarduşt ’ün yakınında Sang-i Sulaymân ( „Sulaymân taşı“ ) adlı bir kayalık üzerinde bulunan diğer iki küçük bina­ nın da böyle olması muhtemeldir ( krş. Ouseley, ayn. esr., II, 300). Şunu da kaydetmek lâzımdır ki, Şîraz ’m 8 km, şark-cenûb-i şarkîsinde bu­ lunan Berme Delek, Sâsânî kabartmaları da, aynı şekilde Nalfş-i Rustam ismini taşımaktadır. Pulvar’ in cenûp sahili üzerinde (N akş-i Racab 'in takriben 0,5 km. garbınd a) bulunan



İSTA H R. iki taş tabakasından mürekkep taştan bir taraçaya civar halkı tarafından Taht-i Rustam adı verilmiştir. Bu taraşa, eb’adının küçük ol­ ması dolayıst ile, ancak bir âbidenin veya bir âteş-kedenin kaidesi olabilir (k rş. Flandin ve Coste, Vogage en Perse, II, 72 v.d., levha 63 ). Taht-i Rustam yerine, Taht-i "f“ “ s ( »tavus ta h t ı" } ismi de kullanılmaktadır. Taht-i Rus­ tam ismine İran ’da başka yerlerde de tesâdüf edilir ( krş, Ouseley, agn, esr., II, 523 ). Iştahr 'dan bir az daha uzakta buradan şimâl-i garbiye doğru aş.-yk. 3—4 saatlik mesa­ fede, sarp kayalıklar üzerinde, birbirinden 3—3 km. uzaklıkta üç kale bulunmaktadır. Hemenhemen bir müstakim hat üzerinde bulunan üç kaleye, ekseriya, K a 1 ' a veya K û h - i 1 ş î a }ı r ve yahut da, yukarıda zikredilen Pulvar ırma­ ğının döküldüğü Kur ’un sol sahilinde bulunan bir mıntakanm ismine izafetle, Kûh-i Râmeird adı verilir. Firdavsi bir beyitinde, sih diz-i gum bedând Iştahr („Iş ta h r’m üç kalesi“ i krş. Ouseley, agn. esr., II, 3 8 6 ) ’dan bahsedi­ yor. Bundan başka bu kaleler husûsî bir ta­ kım isimler ile de gösterilmiştir. Fakat bun­ lar, eski tarihçilerin ve seyyahların yazılarına göre, asırlar içinde müteaddit defalar değiş­ miştir. Üçü arasında en mühimi, dar mânada, KaTa-i Iştahr, merkezî vaziyeti dolayısı ile, Miyân K a la { „orta kale“ ) ismini de taşımak­ tadır, Flandin ile Coste, burada bulunan mün­ ferit bir servi dolayıst ile, buna Çal'a-i Sarv ( „servi kalesi“ ) denildiğini de işitmişierdir. Diğer iki kale için, Iran müellifleri Kal'a-i Şikastah ( „kırık kale“ ), Aşkunavün { Sakunav â n } v.b. gibi isimler d® zikretmektedirler. Oç kale arasında bulunan temel harabeleri ve duvar parçaları göz önünde tutulacak olur­ sa, bunların vaktiyle bir takım istihkâmlar ile birbirine merbut bulunduklarına hükmedile­ bilir. Fars 'm- İslâmî tarihinde, bilhassa Iştahr 'm tarihinde, bu üç zaptedilmez kale mühim bir rol oynamıştır. Bunlar, civar araziye Hâkim olmak için, en esaslı askerî istinat noktaları sayılmıştır. En ziyâde bahis mevzûu olan „asıl Iştahr kalesi“ olup, Iran menkıbeleri ve menşe'i esâtirî bir devire a ittir; çünki bunun in­ şat Cam şid'o atfedilir. Eski İran hükümdarı Guştâsp, Zerdüşt dinine girdikten sonra, onun inek derileri üzerine, altın yaldız ile yazdığı mukaddes kitabını, Avesta ’yı, Iştahr kalesin­ de muhâfaza etmiş ve bu sebepten, buraya Diz-i Nibişt ( „yazı kalesi“ ) veya Kûh-i Nibişt ( „yazı dağı“ ) adı verilmiş imiş ( Hamd Allah M ustavfi’ye göre). İran kaynaklan için bk. Tabari, 1, 676 ve İbn al-A şir, I, 182, 9; krş. bir de Ouseley, agn. esr., II, 344, 364,



370 v.d., 375, 384). Halifeler zamanında, Fars eyâleti umûmî valileri ekseriyâ, tabi'î vaziyeti dolayıst ile, müdâfaası kolay olan bu kalede otururlardı. Bu kabilden, ‘A li 'nin ölümünden sonra, umûmî vâli Ziyâd b. A bihı burada, Mu"âviya'ye karşı, kendisini uzun müddet müdâ­ faa edebildi (k rş. Wellhausen, D as arabiscke Reich . . . , Berlin, 1902, s. 76) . Iştahr mıniakasında sık-sık oturmuş bulunan Büveyhîler ( yukarıda zikredilen ve bunlara âit olan Taht-i C am şid’deki arap kitabeleri; ‘İmâd alDavla [ b. bk.] burada defnedilmiştir) Iştahr kalesine de husûsî bir dikkat tevcih*, ettiler. ‘Azıid al-Davla ( b. bk.] IV. ( X.) asırda, bura­ da bulunan küçük bir gölden istifâde ederek, bütün sene binlerce insanın suyunu te'min edebilen muazzam sarnıçlar yaptırdı ki, bunlar muâsırların ve müteakip devirlerde yaşayanla­ rın takdirini kazanmıştır. F a rs'ın hâkimiyeti altına girmiş olan âsî Fazlüyeh, M aiikşâh’ın hükümdarlığı zamanında, Nizâm al-Mulk 'ün kıt'aları tarafından, 467 ( 1074 ) senesinde tştahr kalesinde muhâsara edildi. Sarnıçların anîde boşalmasına sebep olan bir zelzele, mu­ hasarada bulunanları vaktinden evvel teslim olmağa mecbur etti. Bilâhare Fazlüyeh kalede hapsedildi ve muvaffak olamayan bir firar te­ şebbüsü üzerine, ertesi sene öldürüldü. Son­ raları hisar, bilhassa yüksek şahsiyetler ve şehzâdeler için, hapishane olarak kullanıldı. 1590 tarihlerinde kale hâlâ iyi bir vaziyette ve mes­ kûn idi. Mamafih bir müddet sonra, Fars eyâ­ letinin âsî bir kumandanının ilticâgâhı olarak, kullanılan bu kale, Şah ‘Abbâs I. tarafından, muhâsara ve hücum ile zaptedilerek, yıkıldı. Binâenaleyh bu havalide 2621 'de bulunmuş olan Pietro della Valle kaleyi artık harâbe hâ­ linde bulmuştur. Iştahr kalesi son zamanlara kadar avrupalı sey­ yahlar tarafından nâdiren ziyâret edildi (msl. Morier, Flandin ve Coste ve Vam bery). K a­ lenin resim ve plânlarını da hazırlamış olan Flandin ve Coste 'un izâhâtına göre, burası deniz sathından 400 m. yükseklikte bir ova üzerinde yapılmış olup, 250 m. bir dâire teş­ kil etmektedir. Eski istihkâmlar arasında, taş tan ve sağlam bir surette yapılmış kuvvetli siper ve tabyalar mevcuttur; Büveyhîler tara­ fından yapılmış büyük sarnıçlar hâlâ görün­ mektedir ; bunlar meyânında kayalık içinde oyulmuş derin bir kuyu bilhassa zikre değer. Esasen şimdi mevcût olan bütün bakiyeler İslâm devrine âit gibi görünmektedir. Iştahr kaleleri hakkında İran kaynaklarından alın­ mış olan malûmat için bk. bilhassa Ouseley, agn. esr., II, 371, 376, 385 v.d., 389, 395— 3 97 ı 399) 4°4 v.d., 407, 532 ; Rıtter, VIII, 863—



” 34



İSTA H R -



İST AMBO L.



865,868,877; Flandin ve Coste, Voyage en Perse, âbide ve kitabeleri hakkında bk. bilhassa de II, 71 v . d, î Flandin, Relation du Voyage, Saey, ayn. esr., s. 23—1245 A . D. Mordt( 18 5 i) , II, 140—1425 Vambery, Meine Wan­ mann {Z D M G , X X X IV , z. v. dd., tür. yer.) ; derungen und Erlebnisse in Persien (Pest, Nöideke { Stolze, ayn. esr., II, 3—6 ) ; West, 1867), s. 250; CI. Huart {R e vu e Semitique, Grundr, der İran. Philol., II, 7 6 - 7 8 ) ; krş. Sarre ( Sarre-Herzfeid, ayn. esr., s. 67—■ 1893, I» 2 59 v-d'> 337 v-d. ve Hist, de Bagdad ( Paris, 1901 ), s. 28, 3 1 ; G. le Strange, ayn. 88, 92—99 ). — İştahr—Persepolis ile yakın esr,, s. 276; Herzfeld ( Sarre ve Herzfeld, ayn. civarının en iyi haritaları Flandin ve Coste esr., levba X V I ve resim 45 ). tarafından yapılmıştır ( II, levha 57 ve 64). B i b l i y o g r a f y a ' . Bibi. Geogr. Arab. [ V. Barthold, Istoriko-geografiçeskiy obzor (nşr. de Goeje ), tür. y er.; Yäijüt, M ucam İrana (Petersburg, 19 0 3), s. 10 1 v.dd.; A . ( n§r. Wüstenfeld ), I, 299 v. d .; Kazvini, G . Tumanskiy, Of Kaspiyskago morya k Kosmographie (nşr. Wüstenfeld), II, 99; T a ­ Horm uzskomuprolivu 1 obratno (Petersburg, bari ve İbn al-A şir,tü r. yer. ( bk. fih ris t) ;K â 1 3 9 6 ) ; Mas'üt Kayhan, Coğrâfya-î mufas­ tib Çelebî, Cihanniimâ ( Norberg ’in latince s a l ! İran (Tahran, 1 3 1 1 ) . U, 2i 4 v.dd., 219, 221 v.dd., 224 v.d., 229. (M , S T R E C K . ) tercümesi, Lund, 1878 ), I, 284—286; Spie­ İŞ T A H R İ. [B k . İS T A H R İ.] gel, Eräniscke Altertumskunde ( Leipzig, 1 871 —1872, s. 3 v.), III, 799—8 12 ; P. Sch­ İS T A H R Î. a l -İŞTAH RÎ, A bu Ish â ç İb r â warz, trä n im M ittelalter nach den arab. HİM B. Muhammed AL-F â R îs Î, a r a p c o ğ ­ Geographen ( 1 896) , I, 1 3 —16 (s . 13 —30 r a f y a c ı s ı . Kendisinin hâl tercümesine hiç İştahr eyâletine tahsis edilm iştir) ; G. le bir yerde tesadüf edilm iyor; hattâ kendisine atf­ Strange, The Lands o f Easiern Calipkate edilen ve M asâlik al-m am âlik adını taşt* (Cam bridge, 1903), s. 275— 276, 294 —295. yan ve de G o eje ’nin Bibliotheca Geographoİştahr—Persepolis hakkında Şark ve İran kay­ rum Arabtcorum adlı eserinin birinci cildinde naklarında bulunan malûmat için bk. Ouss- neşredilmiş olan coğrafya kitabında da hâl ley, Travels o f various Countries o f the East tercümesine dâir mâiümat yoktur. Fakat de (London, 1 8 2 1 ) , II, 339—4 1 1 . — C. Niebuhr, Goeje, onun kitabının daha evvel Abü Zayd Reisebeschreib, nach A ra b ien . . . ( Kopen­ al B a ih i’nin yazdığı bir kitabın yeniden işlen­ hagen, 1778), II, 120—16 5; Ouseley, ayn. esr., mesi ile, vücûda getirildiğini meydana koymuş­ II, 187—1 91 , 224—420; Ritter, Erdkunde, tur ve bilâhare İbn Havkal [ b. bk.] eserinde VIII, 858—9 4 1; A . J . Rieh, Collected Memoirs tekrar îşjahri 'nin kitabını esâs tutmuştur; hâl­ (London, 18 39 ), s. 23 1 —261 ; Flandin ve buki 340 (9 51/9 52) senesinde kendisi ile görüş­ Coste, Voyage en Perse { P aris, 1843 v. d.), II, tüğü zaman, İşjahri ondan, kendi kitabı üze­ levha 57— 1 1 2 (levhalar ve onlara âitızâhat, rinde, bâzı tâdiller yapmasını rica etmiş ve ibn s. 68— 1 1 5 ) ; Flandin, Relation du voyage Havkal de önce buna karar vermişti. Bundan ( 1 852 ), II, 88—214 ; F. Stolze, Persepolis İştahri 'nin IV. ( X.) asrın ilk yarısında yaşa­ (Berlin, 1882), 2 cild; ayn. mİ!., Verhandl. mış olduğu neticesini çıkarabiliriz. İştahri ’nin der Gesellsch. f. Erdkunde in B erlin ( 1883 ), bu kitabında, birinci defa olarak, Sicistan ’da X, 2 5 1—276; Nöldeke, Aufsätze zar pers. yel-değirmenlerinden bahsedildiği zikrolunmuşGeschichte (Leipzig, 18 8 7), s. 1 3 4 —146 tur. Bu eserde her kıt'anın renkli haritaları (frns. tre, Paris, 1 8 6 6 , 3 , 2 0 7 — 223) ; Gei­ vardır. 1839 ’da J . H. Moeller tarafından, fak­ ger, Grundr. der İran, Philol. (1896 v. d.), simile hâlinde, tab’edilip, daha sonra onun ta­ II, 390 v. d. ; J us t î ( ayn. esr., II, 447— 4 S6 )» rafından tercüme edilen ve haritaların suret­ A. W. Jackson, Persia Past and Present lerini de ihtivâ eden metin ( Hamburg, 1849) ( New York, ıç o 6 ), s. 294—320; E. Herz­ eserin bir parçasını teşkil etmektedir, feld, K lio (1 907) , V 1H. 1 — 68, tür. yer ; Fr. B i b l i y o g r a f y a : J. de Goeje, Die fstak h ri-B alkh iF ra ge{Z D M G , XXV, 42 v.dd.). Sarre ve E. Herzfeld, Iranische F elsieliefs Liber elimaium el Isstachri ( nşr. Möller, (Berlin, 1910, bilhassa İştahr, s. ICO— 102). Gotlıa, 1839, faksim ile; bu neşir eserin an­ — Ptrsepoiis ile Nalrş-i Rustam ’deki eski cak bir hulâsası olup, aynı zamanda bir de iranca yazılmış kîtâbeter hakkında bk. Weiss­ haritaları ihtivâ eder ). Viae regnorum. Desbach, Die Keilinschriften der Acha: meniden — Vorrferasrof. Bibi., III ( Leipzig, 191 1 ; bibli­ criptio ditionis moslemicae auciore Aba , s ’ı£q a l-F â risî al-lşiahri (nşr. M. J . de yografya mâlûmâtı ile birlikte âbideler hak­ Goeje, B ibi, geogr. arab,, Leiden, 1870, I ) ; kında İzâhât için bk. X I V - X V , X V I I - X X ) ; E . H. F. Meyer, Geschichte der Botanik (3 ayn. mil., Die Keilinschiften am Grabe cild, 1856, 278—285). des Darius Hystaspis ( Abhandl. der sächs. Ges. der. IPVss., 1 91 1 , X X IX , nr. 1 ). — Sâsânî İS T A M B O L . [B k . İstan bu l .]



DÜZELTME İM Â R E T m ad., a ç,85 b, str* 48’ den sonra ilâ v e ed i­ lecektir î İm aret yaln ız yem ek pişirilen ve yedirilen y f r olmayıp» aşağıda sayılan» hattâ bâzan 20 kad ar teşek­ külden mürekkep bîr manzume, b ir roâm ûredİtî 1 . cami» 2. m edrese, 3. sıbyari mektebi, 4. kütüphâne, S, türbelor, 6» bîmarhSno (hast&hfine, dârüşşiiö), 7 , tabhâne (garip ve kim sesiz yo lcu lar m isSiirhân esi), 8. aşhâno (umûmî m u tfa k ', 9. kârvan saray (yolcu hayvanlarının barınma y e r i) . 10 . arasta ( s ır a dükkânlar, kapalı çarşı v e bedesten*, 11* han, 12. hamam, 13. su te 'sis lc rî (çeş­ me, seb il, şadırvan v e yangın söndürme h avu z lan ), 14. im alâthâne (mum ve kurşun döküm y e r le r i) , 15- meşrûtahâneler (m e'm ûr v e müstahdem e v l e r i) , 16- kahvehân e le r (namaz vaktine kadar oturma v e beklem e y e r le r i) , 17. muvökkithâne, 18. meydan (toplantı y e r le r i) , 19, hânkah, 20« umûmî halSInr,



Bu kadar bin ayı toplu b ir h âld e, bîr şeh ir v e y a k a ­ sabanın uygun bir yerio d e yapm akla orasının b ir mâmûrc hâline getirilm esin e hizmet edilm iş olduğu için, bu türlü binâ to pluluk laun a tü ık le r im âtet adını v erm işlerd ir, îm âretin b ir parçası olan aşhâncdo p işirilen yem ekler ile , v a k fiy e le r i icâbınca, günde üç defa îmâretin ya'nız m edrese vo mektep talebesi d e ğ il, bîmarhânedekt hasta­ lar, taphâneye konan g a rip y o lcu lar ve şehrin yoksul vo fa k irle ri yedİı ilip -lç irild 'ğ i, hattâ kervan saraya al ı t aı yolcu h ay v an la n b ile vakfın g e lir i ile üç gün parasız iâşe e d ild iğ i için, aşhânenin gördüğü bu m addî hizmet eski zam anlarda k ıtlığ a m âıûz kaîah halkın manzumenin a sıl v e umûmî adı olan im areti aşhâneyo tah sis ettir­ mesine sebep olmuş vo bu yan lışlık g it-g id e v a k fiy e le r İle ese rle re de böyle geçm iştir, >• ' ( O s m a n E r g î n .)



OKUYUCULARA Bu fasîküiden sonra gelecek ilk madde İ s t a n b u l olacaktır. Tarih, coğrafya, topog­ rafya, âbideler ve içtimâi hayat bahislerini ihtivâ edecek olan bu uzun maddenin, fethin brş yüzüncü yıl dönümüne tesadüf eden 1953 senesine kadar, İâyıkı ile hazırlandıktan sonra, neşrine karar verilmiş olduğu için, yalnız İ s t a n b u l ’a mahsûs olmak üzere, 53. f asil SI 80 sahife olacaktır. Mamafih İslâm Ansiklopedisi'nin neşrine 54. fasikülden ve ( 1 x34 + 80 — ) 12 14 . sabifeden devam edilecektir. Okuyuculardan İ harfinin hitâmı ile tamamlanacak olan 3. cildin ikinci kısmının cildienmesini İ s t a n b u l fasikülünün neşrinden sonraya te'hir et­ meleri rioâ olunur. ( T. H )



Prof. Spuler tarafından Islâm Ansiklopedisi hakkında yazılan bir makaleyi 4.8. küle ilâve olarak verm:ştİk. Bu makaleye Orhan Köprülü tarafından verilen cevap kiyat mecmuasının 9 . cildinde neşrolunmuştur. Tashih hatâları ihtimâlini tarr.âmen taraf etmek için, bunu klişe usûlü ile bastırarak, 5 2 . fasiküle ekliyoruz. T.



fasi Tiir ber H.



BİR TENKİD HAKKINDA BÂZI MÜLÂHAZALAR Orhan F. Köprülü



İslâm Ansiklopedisi’nin V. cildini ikmal etmek üzere bulunduğu bir sırada, bundan bir sene kadar Önce, Hamburg Üniversitesi Ön As­ ya Tarihi ve Kültürü Profesörü Dr. Bertold Spuler, Der Islâm Mecmu­ asında bu Ansikiopedi'nin bütününe şâmil bir tenkid yazısı neşretti. Prof. Spuler’in bu yazısını büyük bir alâka ile karşılayan İslâm An­ siklopedisi Tahrir Hey’eti 48. cüzün başında bu tenkidin bir tercüme­ sini de jiâve olarak verdi. Evvelden söylenenlere kapıiarak bu tenkidin tercümesini büyük bir sabırsızlıkla beklemiştim. Tahrir Hey’etinin mezkûr yazının başın­ daki «ne göklere çıkarmak nede yerin dibine batırmak tarzında ya­ zılmamış olan bu tenkidi samimiyetle Türk okuyucularımızın önüne koymak zevkini duyuruyoruz» şeklindeki takdimi bende genç Alman Profesörünün nümune sayılabilecek bir tenkid yazısiyle karşılaşacağım zehabını uyandırmıştı. İşte böyle bir ümitle okuduğum makale, maalesef beni büyük bir hayâl sükûtuna uğrattı. îslâm Ansiklopedisi’nin hususiyetlerini bilmiyen bir kimse için Tahrir Hey’etinin yukarıda dercettiğİm takdimi haklı gibi görünebilir, fakat mes’eleyi daha yakından tetkik etmiş olanlarca bunu böyle telâkki etmeğe pek imkân göremiyorum. Altı seneye yakın bir zamandır îslâm Ansiklopedisinin yazı ailesine dahil bulunmam ve Ansikiopedi’nin bütün cüzlerini büyük bir dikkatle takip etmem hase? biyle bu tenkid yazısı hakkında fikirlerimi söylemeği faydalı buldum. Evvelâ şurasını belirtmek İsterim ki, Profesör Spuler’in makalesini dikkatle okuduğum halde bunu niçin yazdığını bir türlü anhyamadmt. Zannedersem müellif tenkide giriştiği geniş kadro içinde bunalıp kal­ mış, bundan dolayı Ansikiopedi’nin ne bütününü ne de muayyen bir mevzu etrafında yazılmış olan maddelerini ele almak imkânını bula­ mamıştır. Bu -mukaddemeden sonra Profesörün ileri sürdüğü mütalâaların tahlil ve tenkidine başhyabiliriz. Profesör Spuler, Ansiklopedideki mad­ deleri ehemmiyet derecelerine’ göre şöyle sıralamıştır;



1 72



Orhan F. Köprülü



I. — Umûmî olanlar ki bunlara çerçeve maddeler de denilebilir, II. — Memleket, şehir, kavîm ve sülâlelere ait maddeler, III.— Hâl tercümelerini alâkadar eden maddeler. Heı tasnifin muhakkak ki indî bir tarafı mevcuttur. Fakat yind her tasnifin amelî bir faydası olduğu da şüphe götürmez bir hakikattirS'Halbuki Spuler yukarıda gösterdiğimiz tasnife istinat ederek An­ siklopedi maddelerinin kıymetli veya kıymetsiz tarafları hakkında bir şey söyleyemiyor, Onun yaptığı şekilde bir tasnifin ilim ile alâ­ kasını bulmak i çidden" güçtür. Zira, o tamamîyle mihaniki olarak yaptığı tasnifin şu veya bu tarafına birtakım maddeleri serpiştirmiştir. Doktor Spuler bu kolay yolu ihtiyar edeceğine, hiç olmazsa bildiği mes’elelerde, orijinal veya kısmen orijinal olan maddelerle compilation mahsûlü bulunanları tefrik cihetine gitseydi hem faydalı olur, hem de kendi görüşünü İzah etmek fırsatını bulabilirdi. Bütün bunları bir tarafa bırakalım; Profesör ihtimal dikkatsizliğine kurban gitmiş olacak ki bir çok defalar bizzat kendi koyduğu tasnife bile riayet edememiştir. I. — Profesör Spuler umûmî maddeler meyanında Fuad Köprülü’« nün Ç a ğ a t a y Ed ebiya-tı’m da zikrettiği halde ayni mahiyette olan ve yine Fuad Köprülü tarafından yazılan ve Ansiklopedinin 28 sahi« feden fazla bir yerini işgal eden A z e r î (bunun bir kısmı Lehçeye, daha büyük kısmı ise Azerî edebiyatına aittir) maddesini kaydetme­ miştir. Yine umûmî maddeler meyanında El çi [Mecdûd Mansuroğlu] maddesi ki, burada kelimenin yalnız lügat mânası üzerinde durulmuş­ tur, A r k a l ı k [Tayyib Gökbilgin] Bâbı âl i [Tayyib Gökbilgin] mad­ delerine yer verildiği halde Bâl â [M. Cavid Baysun], Balyos [M. Cavid Baysun], Fer i k [Orhan F. Köprülü] maddeleri meskût geçilmiştir. Münekkid, Ansiklopedide ancak yarım sahifelik bir yer tutam Elçi maddesinin pek kısa-olduğunu ifade edeceğine bu maddenin bir cüzü olan B a l y o s maddesinin nasıl olup da Ansiklopedide 4 sahifelik bir yer işgal ettiğini tesbite çalışsaydı daha iyi ederdi. Ne yazık ki Spuler isimlerini yazmak zahmetine dahi katlanmadığı Bâl â ve F e r i k 1 mad­ delerinin tamamen yeni bir tedkik mahsûlü olduklarını da fark ödeme1 İslâm Ansiklopedisi için 1917 bidayetinde yazdığım F e r i k maddesi ayni seae zarfında Ansıklopedi'nİş 3 5 . fasikülünun 5 7 0 - 571 sabifelerinde İntişar etmişti. Aradan iki sene geçtikten sonra bu makalem Mehmed Zeki Pâkalın’ın bastırdığı Osmanlt Tarihi Değimleri v e Terim leri Sözlüğü (İstanbul 1949 , fasikul VII, s. 606 697 ) ünde yalnız bibliyografyaya ait malûmat atılarak ve bâzı isimler yanlış iktibas edilerek çıkmıştır. Mehmed Zeki Pâkalm’tn yer ve müellif göstermeden yaptığı bu iktibasın tam. bir intihâi olduğunu burada belirtmek isteriz. v



Bir te n k it "h a k k ın d a b â z ı mütâhâzaîar



173



iniştir. Muhterem Profesör tasnifli yazısının tasnifsiz bir yerinde be'nim Feri k maddesini kısa bulduğunu, söyleyeceğine bu maddeye daha" nefer ilâve edilebileceğini gösterseydi, tenkidinin ciddî bir esasa dayandığı anlaşılırdı. Doktor Spuler hiç değilse ayni maddenin Leiden tabında kaç satırla yazıldığına zahmet edip baksaydı tenkidini her­ halde bu şekilde yapmazdı. II. ~ Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Profesör Spuler, üçlü tasnifi­ nin İkinci kısmında memleket, şehir, kavim ve sülâlelere ait maddelere yer vermiştir. Lâkin evvelce işaret ettiğimiz dikkatsizliğin burada da devam ettiğini görüyoruz. Spuler’in tasnifinin bu kısmında yalnız memleket, şehir, kavim ve sülâlelerin yer alması lâzım gelirken A y a s o f y a maddesinin bu meyanda zikredildiği hayretle müşahede olunuyor. Hele küçük şehirler­ den bahis sırasında Be l g r a d maddesiyle Bi tl is maddesi arasında, eski bir Türk masalının adı olan Bi i l ûr Köş k maddesini de sayması insanda bunun ancak bir mürettip hatâsı olabileceği zehabım uyandırıyor. III. — Tasnifinin üçüncü kısmında ise Spuler fikrini şu suretle ifade ediyor: t s a j



t*



/diyerek bahsetmesi ( Vahdetnâme, hususi kütüphanemizdeki nüsha, varak 1 7 b) beni teyit etmektedir. 6 İslâm Ansiklopedisi, İstanbul tabı, 1. 196 a, str. 57 } 19 Gh str 1. ’



İslâm Ansiklopedisi, İstanbul tabı, II, 8I3 b, str. 34.



8 Müellifler ansiklopediye yolladıkları makalelerinde ekseriya yalnız lıicr! tarihleri yazdıkları cihetle hunların tekabül ettiği milâdi tarihi bulmak tahrir hey’etine katmakta



Bir tenkit h akk ın da bâ zı m ülâhazalar



177



Yukarıdanberi zikrettiğim misâlleri, çoğaltmak hattâ her maddeye teşmil etmek .mümkündür. Ancak ben bu misâlleri, sırf Spuler'in bul­ duğu hatâların, sâdece tesadüfen göze çarpanlardan ibaret olduğunu belirtebilmek için verdiğim cihetle şimdilik kâfi görüyorum, Spuler yazısının başında «Türklere ait olan maddelerin pek esaslı bir şekilde tamamlanacağı ve tevsien yazılacağı Önceden bek­ lenir ve umulurdu. Bu iş hakikaten, Türk ilim dünyasının son zaman* larda garbın tetkik ve telif tarzı ile pek istinas etmiş olduğunu gös­ teren bir tarzda, pek şayan-ı memnuniyet bir derecede, başarılmış­ tır. Bunda şüphesiz orta avrupa ve garbî avrupa âlimlerinin Türk yüksek mekteplerinde senelerce beraber çalışmış olmalarının büyük semeresini görmek caizdir» diyor ki bu mütalâasının ikinci kısmına iş­ tirak edemediğimi söylemeliyim. Zira tslâm Ansiklopedisi’nin türkce neşrine yardım eden altmışa yakın Türk âliminin pek cuz’i bir kısmı, Spuler’in zannettiği şekilde, avrupalı âlimlerden fey? almıştır. .İslâm Ansiklopedisi’nin İstanbul tabındaki Türk sahaşına ait tetkiklerin Leiden tabındaki makalelerle mukayesesi kimin kimden müstefit olabileceğini sarih bir surette meydana koyduğu için bu hususta fazla bir şey söyle­ meyi zait görüyorum. Spuler’in ansiklopedi hakkmdaki mütalâalarını böylece cevaplan­ dırdıktan sonra bu mevzuda kendi düşüncelerimden de bir parça bahsetmeye çalışacağım. 1. İslâm Ansiklopedisi bir çok bakımlardan klâsik ansiklopediölçüsünden tamamiyle ayrılmaktadır. Buna daha ziyade bir «Monog­ rafiler mecmuası» demek pek de yanlış olmaz. Burada maddelerin bâzT ölçüler dahilinde yazılmasını“ beklemek adeta imkânsızdır. Çünkü her madde kaynakların az veya çokluğuna, o sahada evvelce yazılmış mo­ nografilerin bulunup bulunmadığına, müellifin o mevzudaki hazırlığına tâbi olduğu cihetle ölçünün ister istemez b\ı şartlara bağlı kalması mec­ buridir. Hattâ şu veya bu sebeple bir yazının bile kuvvetli ve zayıf ta­ raftarı olabilmektedir. (Bütün bü noktalar hakkında ikna edici uzun tafsilât vermek daima mümkündür). Prof. Spuler işte bu cihetleri göz önünde bulundursaydt maddeleri mahiyetlerine göre şu şekiide bir tasnife tabi tutabilirdi: a.* Mevcut tetkiklerin natamam vç yanlış bir hülâsasını yapanlar, b. Mevcut bilginin eksiksiz ve iyi bir hülâsasını yapan maddeler, bu d* kaçınılmaz hatâlara sebebiyet vermektedir. Bu itibarla ansiklopediden faydalanan­ lar hicri tarihi esas* ittiha? ederek milâdi tarihleri daima kontroldaç geçirmelidir. Nite­ kim B â k î maddesindeki hata (1!, 2 4 5 a, str. 4 6 } gündelik gazete tarihçilerinden birini iki defa B âk î’nin ölümünden bahsetmek mecburiyetinde bırakmıştır ' "



-



Türkiyat Mecmuası — 12



Örhan F . Köprufö



c. Mevcut malûmatı hülâsa edip ona bâzı ilâveler yapanlar, ç. Bir mes’eleyi ilk defa olarak tetkik eden maddeler. 2. İslâm Ansiklopedisi’nin İstanbul tabının en bariz hususiyetle­ rinden biri telif maddelerin hemen hepsinde yerli kaynaklardan geniş ölçüde faydalanılmış olmasıdır. Bir şâirden bahsolunurken, 'hayatı ve edebî hüviyeti hakkında divânından, bir tarihçi mevzu-ı bahs ise, doğ­ rudan doğruya eserinden faydalanmak umûmiyetle gözönünde tutul­ muştur. ' 3. Ansiklopedı'nin İstanbul, tabını Leiden tabından ayıran belli başls farklardan biri de Tenkidi bibliyografyaya geniş ölçüde yer verilmesi­ dir. Bilhassa Fuad Köprülü’nün, Cavid Baysun’un, Mükrimin Halil Yınanç’ın Fevziye Abdullah’ın ve benim yazdığım maddelerin bibliyog­ rafyaları umûmiyetle bu şekilde tanzim edilmiştir. Bu sayede hem kul­ lanılan malzemenin kıymeti, hem. daha evvel yapılmış tedkikler varsa onların değeri okuyanların gözü önüne serilmektedir ki, bunun ne ka­ dar faydalı olduğunu söylemeğe bile lüzum yoktur. 4. Ansiklopedinin İstanbul tabındaki noksanlardan biri, bilhassa Osmanlı tarihine ait yazılarda, yerli kaynaklardan doğrudan doğruya faydaîanıldığı halde yabancı kaynakların çoğundan ikinci elden eser­ ler vasıtasiyle istifade edilmesidir. Pek çok milletlerle alâkası olan Osmanlı tarihine çalışanların uğ­ radığı bu zarureti mazur göstermeğe kalkışmadan bunun bir noksan olduğunu belirtmeliyiz. 5. Spuler’in fark etmemesine rağmen, İslâm Ansiklopedisi’nin se­ viyesini düşüren en mühim şey bâzı maddelerin bibliyografyalarında mektep kitaplarının da zikredilmesi keyfiyetidir. Bereket versin bu kusur mahdut maddelere münhasırdır. Yazıma son verirken şurasını bilhassa belirtmek islerim ki, Spuler’in «n büyük hatâsı he görüşlerinin yersizliğinde he de dikkatsizliğinin fazlalığmdadır. Onun asıl büvük hatasi meslek hayatının henüz baş­ langıcında olduğu halde, büyük bir tecrübeye ihtîyaç gösteren ve âFcİirT^ieirhayatıhm^onlârıhâ ğefmjş bir kimsenin yapabileceği bir işe girişmesindedir. Halbuki profesör uhvâmnı almış bir “ zâtın hiç ofmâl:^ etmesi ve böyle bir şeye kalkışmaması lâzım gelirdi. Maamafih yazdığı tenkidi İslâm Ansiklopedisi tarafından türkçeye çevrilip tamim edildiği için Doktor Spuler’ih Şansına gıpti» etriıeî liyİ2. Diğer taraftan bu mütevazı mülâhazalarımızı bütün Ans'ikröpedi karilerinin okuyamayacağını düşünerek üzüntü duymamak da mümkün olmuyor. ...............



N. B. Tarafımdan yazılmış olan Islâm A nsiklopedisi mukaddimesindeki Vienne şehri konsilinin, sehven, Viyana şehri konsiti olarak gösterilmiş olduğunu ihtar eden Prof, Spuler'e teşekkür etmeği vazife bilirim. A. Adnan-Adı var



Orhan Köprülü 'nün tenkide cevabının 176 sahifesinin 2ö.satı»nda Bâ.d maddesin­ de şâirin ölüm tarihi 7 nisan ı6ao olacak iken, tahvil yanlışı olarak, 7 teşrin II. 1600 gösterilmiş olduğu ve milâdî tarihlerin tahrir heyeti tarafından ekseriya yanlış konuldu­ ğu sahife altındaki 8 numaralı notta yazılmış ise de, Bâki 'nin vefat tarihinin müellifin büromuzda mahfuz bulunan (ıatt-i desti ile yazılmış müsveddesinde 7 teşrin II. ı6co şeklinde mu' arrer olduğunu beyân ederiz. Diğer taraftan matbaa ve tashih hatâlarından mümkün mertebe korunmak üzere, her cildin sonunda müelliflere müracaat edilerek, mütâleaları alınmakta olup, gösterilen hatâların cildin sonunda düzeltmeler kısmına . dercedilmekte bulunduğunu hatırlatmak icâp eder. T. H.



İSTA N BU L. İS T A N B U L , T ü r k i y e c ü m h û r i y e t ı n i n en b ü y ü k ş e h r i ol up, e s k i d e n O sm a n lı im p a r a t o r lu ğ u n u n mer­ k e z i i d i.



ve kurulmakta olan mahalleler ( Bahçeli-Evler, Zeytin-Burnu, Baruthane = A ta-Koy ), evvel­ den mevcut kasabaları (Bakırköy, Yeşilköy) devamlı iskân sâhasına fiilen ilhak edilmiş gibi­ dir. B ir az ötede, Haliç 'in Eyyûb önlerine te­ C O Ğ R Â F İ G İR İŞ sadüf eden dirseğine hâkim sırtlar üzerindeki Ş e h rin yeri. İstanbul ismi zamanı­ düzlükler, kısa zamanda gâyet kesif bir iskân mızda, birbirinden oldukça farklı iki mânada sahası hâlini almış (Râm İ — T aşh-T arla— Yılkullanılmaktadır i dar mânası ile alındığı tak­ dız-Tabya ), Haliç ’in şimal müntehâsmda ya­ dirde, Karadeniz T Marmara denizine birleşti­ kın senelere kadar şehirden ayrı kalmış köy­ ren boğazın [ bk. mad. B O Ğ A Z İÇ İ ] cenup med- ler ( Alı-Bey köyü, Kâğıthane v.b.), düz vâdi halinde ve Avrupa tarafında, boğaza açılan zeminlerinde kurulmuş fabrika ve atölyeler dar ve derin bir koyun ( Haliç ) cenubunda ka­ ve yamaçlara yerleşmiş işçi evleri arasında, lan küçük bir yarım-ada üzerine yerleşmiş İstanbul ’un devamlı iskân sahası içine girmiş ve garptan da sûrlar ile tahdit edilmiş şebri bulunuyor, Kâğıthane deresinin şimâl-cenup ifâde etmekte, geniş mânasında ise, bu şebir istikametli mecrası ile Boğaziçi kıyıları ara­ ile tek vücût hâline gelmiş büyük bir iskân sında kalan sâbaya gelince, devamlı iskân sâbasâhasma teşmil edilmiş bulunmaktadır. Filha­ sının burada geniş ölçüde yayılarak, önce Mekika İstanbul son bir asır içinde çok büyümüş, cidiye-Köyü 'nün eski nüvesini yeni ikamet ma­ Boğaziçi'nin Rumeli ve Anadolu yakasında, halleleri ile kuşattıktan sonra, son yıllarda te’sis Marmara kıyılarında ve iç kısımlarda evvelce edilen ve büyük gelişmeler kaydetmekte bulu­ boş bulunan sahalara yayılmış, bu arada önce­ nan Levent mahallesine ulaştığı, buradan itiba­ leri şehirden tamâmiyle ayrı birer varlık teş­ ren bir taraftan yukarı boğaza doğru uzanan kil eden köy, kasaba ve şehirleri de içine almış­ yollar boyunda yeni-yeni iskân nüveleri teşkil tır. Bilhassa yakın senelerde daba hızlanmış olan etmekte olduğu, bîr taraftan da boğaz kıyısında ve hâlâ devam eden bu genişleme yüzünden, mevcut eski mahalleler gerisinde, bâzan bu İstanbul 'un bugünkü sahasını kat’î bir hudut mahallelerden dik yokuşlar ile ayrıldığı, bâzan içine almak mümkün değildir. Bu geniş iskân ise, zemin şartlarının müsâade ettiği yerlerde, sâhasi ( buna İstanbul için kullanılması mÛ- onlara doğrudan-doğruya bağlandığı yeni iskân tâd olmamakla berâber, bir takım başka şehir­ sahalarına ( Etiler, Kalender ) geçtiği görülmek­ lere kıyâsen ve ifâde kolaylığını te’min maksadı tedir. Büyük İstanbul 'un yayılma sâhası, Boğazi­ ile, büyük İstanbul diyebiliriz ) hudutları geçen çi 'nin karşılıklı kıyılarında, topografya şartla­ asrın ikinci yansında tesbit edilmiş olan İstan­ rına uyarak, bâzan kıyı boyunda bir—iki ev bul belediyesine âit sabaya tamâmiyle uymaz. dizisine inhisar edecek şekilde darlaşmak, bâBelediye hudutla« Boğaziçi’ nin orta ve yukarı zan ise, genişleyip, birbiri üzerine sıralanmış kısımlarında büyük İstanbul’un devamlı iskân basamak şeklinde düzlüklere yayılmak sure­ sahasını aşar ise de, boğazın cenup kısmında tiyle, Rumeli yakasında Yeni-Mahalle ’ye, Ana­ ( aşağı kısım ) ve Marmara kıyılarında bu saha, dolu tarafında da Beykoz 'a kadar uzanıyor. Bu belediye hudutları dışına geniş bir surette mevkilerin daha ötesinde, Rumeli ve Anadoîutaşmaktadır. Çabuk büyüyen bütün şehirlerde K a v ak İa rı da İstanbul mülhakatından sayılmak­ olduğn gibi, büyük İstanbul ’un şimdi nerelere tadır. Büyük İstanbul, Anadolu kesiminde de hekadar uzandığını ve ne kadar bir saba kapla­ men-hemen aynı hızda bir gelişme gösteriyor: dığını göstermek güç ise de, ancak muvakkat burada boğaz kıyılarına hâkim yüksek düz­ kaydı ile, büyük İstanbul 'un sâhasını, uç nok­ lükler tedricen yeni mahalleler ile işgâi edil­ talarını ve satıh mesahasını belirtmek mümkün diği gibi, Marmara kıyısı boyunda uzanan olabilir: garp istikametinde büyük İstanbul evvelce birbirinden ayrı semtler şimdi tamâ­ Küçük-Çekmece gölü kıyılarına dayanmış miyle birleşmiş bulunmakta, boğazın cenup olup, bu civarda bir takım eski iskele nüveleri medhali gerisinde yükselen Çamlıca tepeleri ( Küçük-Çekmece, Safra = Safa köyü, hattâ devamlı iskân sâhası ile kuşatılmakta, bu sa­ daha şimalde Halkalı ) ve yeni te’ sis edilmiş ba, bilhassa ana yollar boyunca, içerilere so­ mahalleler ( Soğuk-Su, Şenlik v.b. ) artık şehrin kulmakta, burada da bir takım eski köyler bir cüz’ü hâlini almış bulunuyor; gölün şimdi fi'leu büyük İstanbul ’un hudutları içine garbında bile Önümüzdeki yıllarda devamlı girmektedir ( Ümraniye, Bulgurlu, Merdiveniskân sahasına katılması muhtemel görünen Koyü, Iç-Erenköy). Nihayet Marmara deni­ mahallelere rastlanıyor. Eski İstanbul ’un gar­ zi kıyısı boyunda demir-yolunu tâkip ederek, bında, şehrin sûr kapılarından çıkan büyük cenûb-i şarkîye doğru iîerilemekte o'an iskân yollar boyunda, son seneler zarfında kurulmuş dalgası, Maltepe — Kartal arasında, önümüzdeki Utftm AnaîklopedHsİ



72



İSTA N BU L. yıllarda sür'atle dolacak gibi görünen, oldukça dağınık bir yerleşme sahasının Ötesinde, şimdi Pendik kasabasının şarkına geçmiş, Tuzla istikametinde yayılma istidadı göstermeğe başlamıştır. Hemen her istikamette gelişme gösteren İstanbul ’un devamlı iskân sahası, zirvesi şimalde ( Yeni-M ahaîle) ve kaidesi cenup­ ta ( KüçÜk-Çekmece—Pendik ) bulunan bir üçken içine sığd ırılabilir; yalnız Marmara denizinde Anadolu kıyısına yakın bir sahaya serpilmiş olan ve İstanbul şehrinin bir cüz’Snü teşkil eden Kızıl-Adalar bu uçkenin dışında kalır. Büyük İstanbul, yukarıda gösterilen, şim­ diki garp ve şark uçları arasında, Marmara denizi kıyısında, 45 km. aşan bîr cephe üzerin­ de yayılmakta, Boğaziçi ’nin eenûb-i garb î—şimâi-i şarkî umûmî istikametini tâkip eden mihveri boyundaki uzunluğu 20 km. geçmek­ tedir. 4 1° şimâl arz ve 29° şark tul dâireleri, büyük İstanbul iskân sâhasından geçmekte ve birbirini Boğaziçi ’nin cenup medbali önünde kesmekte, büyük İstanbul 20 arz dakikası (yâni 1/ 3 derece: 40° 5 1 ’ — 41® 1 1 ' şimâl arzları ) ve 30 tûl dakikası ( yâni 1/2 derece : 2 8 * 4 5 '— i S/ §ark tülleri ) üzerinde yayıl­ mış bulunmaktadır. X X. asrın ilk yıllarında kullanılmış olan „A yasofya saat ayarı“ 28° 58' 5 9 " şark tulüne tekabül etmek üzere, Green­ wich mebde'inirt ayarından 1 saat 55 dakika 56 saniye ileri bulunmakta idi. İ s t a n b u l ’u n s a h a s ı dar mânasında, yâni Haliç ile Marmara denizi arasındaki yarım­ adaya inhisar eden ve iç taraftan sûrlar ile tah­ dit edilen kısımda 1.720 hektar ( 17,2 km.2 ) ka­ dar olup, belediye hudutları içinde kalan kısım ise, 270.000 hektar ( 270 km.2 ) kadardır. Büyük İstanbul’a gelince, bunun uç noktaları arasın­ daki sâhası, arada bir takım boşluklar kalmak şartı ile, 320 km,2 varmakta ve takribi olarak, bunun 147 km.2 ' Avrupa tarafında, 173 km.2 ( 10.8 km.2 yer tutan adalar ile beraber) A sya tarafında bulunmaktadır. C o ğ r â f î ş a r t l a r İstanbul’un yerinde büyük bir şcbrin gelişmesini izaha yardım eder. Coğrâfî v a z i y e t bakımından İstan­ bul, bilhassa karalar ve denizler arasında ehemmiyetli bir geçit yerinde bulunmak ile, temayüz eder Kara cihetinden İstanbul, arz tarihinin yakın bir devrinde yükselmiş kara kütleleri ( Anadolu ve Balkan yarım-adalan ) arasında yer almış bulunan ve Karadeniz — E ge denizi çöküntü sahalarını birleştiren az yüksek ve ayrıca Marmara denizi ile iki kısma ayrılmış bir intikâl sahasının mev­ cudiyeti ile hususiyet kazanır. Bu sahada



yakın bir zamanda vukûa gelmiş deniz is­ tilâsı, eski derin vâdiieri İstanbul ve Ç a­ nakkale boğazları hâline koymuştur ki, bun­ ların iki tarafında bulunan nisbeten az ârızah ikişer yarım-ada ( şımâl-i şarkîde Kocaeli — Çatalca, cenûb-i garbide Biga — Gelibolu yanm -ad aian) üzerinde tabiata âit bütün un­ surlar, Akdeniz, orta Avrupa ve step iklim­ leri nebatlar âlemi, birbirlerine gâyet ted­ ricî bir şekilde, intikâi eder; şark ile garp, Avrupa ile ön A sya memleketierinin hayat tarzları ve medeniyetleri de burada birbirleri ile temasa geçer. Boğazlar ne kar­ şılıklı karaların birinden ötekine geçmeği güç­ leştirecek kadar geniş, ne de gemilerin hare­ ketini zorlaştıracak kadar, kayalık ve anaforlu­ dur. Bu türlü kolaylıklar kara tarafında da m evcuttur: arızalı Balkan yarım-adastnın dağlık bünyesi içinde birbirinden az yüksek eşikler ile ayrılm ış devamlı tabi’î olukları tâkip eden yollar, M eriç—Morava vadileri üzerinden orta Avrupa ovalarına kolayca bağlandıkları gibi, Anadolu tarafında da memleketi baştan­ başa kesen büyük yollar başlar. Boğazlar böl­ gesinin, kat-kat tahkim edilmek sfiretiyle, gerek karadan, gerek denizden kolayca koru­ nabilmesi, burada büyük bir şehrin kurulma­ sına müesssir olmuş bulunmalıdır. Yukarıda zikredilen vaziyet şartları, yalnız İstanbul’un yerleşmiş olduğu noktaya mün­ hasır bulunmayıp, İstanbul ve Çanakkale bo­ ğazı kıyılarına, hattâ az-çok Marmara de­ nizi sahillerine ( krş, izm it=Nikom edia ve Kyzikos 'un coğrâfî vaziyetleri) de teşmil edi­ lebilir. İstanbul ’un bu geniş sâha üzerinde tercihan bir noktaya yerleşmiş olmasını, da­ ha doğrusu, bu noktaya yerleşmiş olan şehrin diğerlerine tefevvukunu izaha yardım eden âmil, kurulmuş olduğu noktaya âit bulunan m e v k î ş a r t l a r ı olup, bunların başında, hiç şüphesiz, Haİiç’ İn mevcudiyeti gelir. Bo­ ğazların teşekkülüne meydan veren deniz is­ tilâsı yalnız ana vadileri kaplamak ile kal­ mamış, bu vadilerin tabileri içine koy veya körfez şeklinde de sokulmuştur ki, Istinye ve Büyük-Dere koyları bunun küçük birer misâlidir. Haliç ise, bunlar ile mukayese editemivecek kadar büyük (8 km. uzunluğun­ da ), geniş ve derin bir körfez meydana getirir. Haliç 'in, büyük bir şehri tesbit et­ mek bakımından, fevkalâde mühim te’siri ol­ muş bulunduğu söylenebilir. H ali; İstanbul ’a evvelâ hemen her türlü rüzgârdan korunmuş bir liman te’ min etmiş, diğer taraftan kendisi ile Marmara denizi arasında, üzeri tepelik bir yarım-ada tecrit etmiştir ki, bu yarım-ada hem H alic’i Marmara denizi üzerinden gelecek



İSTAN BU L. bir tecâvüze karşı setreder, Kem de berzabı üzerinde gayet kuvvetli kara tahkimatı inşâ­ sına imkân sağlar. Bu şifte şart ne İstanbul boğazının başka bir noktasında, ne de Ç a­ nakkale boğazı kıyılarında tekrarlanır. Tarih devrinin fecrinde, daha ziyâde mahalli bir ehemmiyete sâhip bulunmuş olan Trova bir tarafa bırakılacak olur ise, geçmiş asırlar bo­ yunca Boğazlar bölgesinin baş-şehri rolünü dâimâ İstanbul 'un oynamış olması sebepsiz değildir. A yrıca Çanakkale boğazı kıyılarında kurulmuş şehirlerin İstanbul 'da görülen cihânşümûl ticâret ve hâkimiyet imkânlarına sâhip olamayışlarında, Biga yarım-adasının işlek yol­ lar geçmesini güçleştiren fazla arızalı tabiatının da bir hissesi bulunmuş olsa gerektir. İ s t a n b u l ’u n t o p o g r a f y a s ı tetkik edilirken, burada bilhassa asıl şehre âit şart­ la r üzerinde durulacak, bunu tâkiben üç şeh­ rin ( bilâd-i selâse ) diğer iki cüz’ünü teşkil eden Beyoğlu ve Ü sküdar’ın topografyasına kısaca temâs edilecektir; boğaz kıyıları için bk. mad. BOĞAZİÇİ.



A sıl şebrın topografyası, şımâl-i garbî — cenfib-i şarkî istikametinde uzanan, birbirine takriben muvâzî iki geniş sırt tarafından tâyin edilmektedir. Bunlardan »şimal sırtı“ diyeceği­ miz en ehemmiyetli olanı, Halic'in cenup kenarı­ nı oldukça yakın bir mesafeden tâkip eder ve bu sırttan, Haliç istikametinde uzanan müteaddit cânibî sırt-ar a y rılır; buna karşılık şimal sır­ tının cenûb-i garbiye bakan kenarı, plan üze­ rinde hemen tamimiyle düz bîr çizgi bâlinde nzanır. İrtifâı umumiyetle cenûb-i şarkîden şimâl-i garbiye doğru artan şimâl sırtı, SarayBurnu ile Ahır-Kapi arasında, boğaz medha­ line hâkim bir yamaç ile başlar ve Sultan-Ah­ med { At-Meydanı ) — A yasofya düzlüğünden itibâren, Saray-Buruu istikametinde uzanarak, Haliç medhaline ve Boğaziçi 'ne doğru muhte­ şem bir hâkimiyet arzeden Topkapı sarayı zemininde 45 m. 'yi aşan bir irtifa kazanır. İs­ tanbul 'un bu ilk tepesi, zemini hemen 33 m.’ye düşen bir bel ile, şimâl sırtından ayrılır. Şeh­ rin limana ve G alata köprüsüne komşu olan mütekâsif iş semtlerini ( Sirkeci — Bahçekapı — Eminönü) şimâl sırtının mihverini tâkip eden büyük caddeye bağlayan ana yollardan biri ( Alemdar caddesi ) bu belden faydalanır ve el­ verişli meyil şartları sayesinde, tramvay da bu yolu tâkip eder. Şimâl sırtı bundan sonra Bayezid istikametine doğru uzanır ve üzeri 60 m. ’yi bulan geniş bir düzlük şeklinde, ikinci bir tepe teşkil eder ki, bunun üstünde, Bayezid kulesi ile beraber, İstanbul üniversitesinin merkez binası ve nihâyet H alic’e doğru ilerileyen ucunda muhteşem Süleymâniye camii



yükselir. Bundan sonra, şimâl sırtı şimâl-i garbiye doğru takibe devam ediîilir ise, şark ucunda Fâtih câmiinin kurulmuş olduğu üçüncü bir tepe başlar ki, bunun ile Ba­ yezid — Süleymâniye tepesi arasında, İstan­ bul'un ikinci mühim beli yer almaktadır. Va­ lens su yollarının heybetli kemerler ile aş­ ması icâp etmiş olan ve zemini 42 m. 'ye kadar düşen bu bet üzerinden, şimdi Haliç ve Mar­ mara denizi kıyılarını birleştiren büyük cadde ( A tatürk b u lvarı) geçer. Fâtih tepesi, Çar­ şamba semtine doğru, tedricen 72 m. 'yi aşan bir İrtifa kazanır ve bunun Halîc 'e doğru uzanan cânibî sırtı Üzerinde de SuEtan-Selim camii yükselir. A na sırt, şimâl-i garbiye doğru hafif bir alçalmayı müteakip, yeniden yükse­ lerek, Edirne-Kapı civarında sûrlara u laşır( 74 m.). Şimâl sırtının mihveri boyunca İstanbul 'un en mühim tülânî caddelerinden biri uzanır (A yaso fya ile Bayezid arasında Divanyolu = Yeniçeriler caddesi, Bayezid ile Fâtih arasında Vezneciler, D irekler-Arast=Şehzâdebaşı, Fâtih ile Edirnekapı arasında Fevzi-Paşa cadd esi); bununla berâber, sözü geçen cadde, sırtın en yüksek tepelerine kadar çıkm az; bu tepeler umûmiyetle âbidevî yapılar ile ( Üniversite, Fâtih câmii, Mthrimah camii v.b.) işgâl edil­ miş bulunur. Şİmâl sırtı ,,cenûb-i garbî sırtından" bir vâdi ile ayrılmaktadır. Eyyûb sırtlarının geri­ sinden başlayan ve sûrların içine girdiği yerde ( şimdiki Vatan caddesinin b a ş ı} zemini de­ niz seviyesinden 40 m. kadar yüksek olan bu vâdi içinde, evvelce, biç değil ise bir kısım mecrâsında, açıkta akmakta olan dereye Yeni-Bahçe veya Bayram-Paşa deresi adı veril­ mekte olup, kadîm çağda Lykos ismi ile ta­ nınmakta ve başlangıçta şimdiki A ksaray sem­ tinin alçak kısımlarında bir koya dökülmekte idi. Konstantinopolis ’in sûrları içinde Theodos limanını teşkil etmiş olan bu koy, sonraları dolarak, Langa bostaularını meydana getir­ m iştir; zamanımızda da meskenler tarafından işgâl edilmektedir. Yeni-Bahçe vadisi ile Marmara denizi ara­ sında İstanbul ’ un ikinci 3 irtı ( cenûb-i garbî s ır t ı) yer alır ki, şimâl sırtına nisbetle daha iratidatsız olmakla berâber, ona muvâzî bir istikamet tâkip etmekte, Yeni-Bahçe vâdisi munsabınsn garbından Yedi-Kule 'ye kadar, Marmara denizi kıyıları üzerinde, basık yamaç­ lar bâlinde başlamakta, esas mihveri cenûb-i şarkîden şimâl-i garbiye doğru tedricen yük­ selerek, Topkapı civarında zemini 69 m. 'yi bulmaktadır. İstanbul ’un mühim caddelerin­ den biri ( Ordu caddesi) Bayezid meydanında yukarıda sözü geçen tûlânî caddeden ayrılarak,



İs t a n



bu l.



A k sa ra y ’da Yeni-Bahçe vadisinin alçak ze­ Beyoğlu iskân sâhasmın esas zemini, ce­ minini aşıp, cenûb-i garbi sırtının takriben nupta G alata ’nın köprüye yakın alçak kısmı şimal kenarını tâkip ederek, Topkapı 'da sûr­ ( Karaköy ) üzerinden, dik yamaçlar ile başla­ lara ulaşmaktadır ( Millet caddesi ). Sû r kapı­ yıp, ş'mâle doğra yükselerek, Taksim ’de irtifâı ları ile A ksaray arasında iki cadde ( Haseki 80 m. ’yi bulan, aynı cihette hafif bir bel meydana ve Koca-Mustafa-Paşa caddeleri) bu sırtın getirdikten sonra, yükselmeğe devam edip, Har­ üzerinden geçmekte, bir üçvmcüsü ( Samatya b iy e ’de 88 m, 'yi bulan, Feriköy 'de 100 ra. ve ceddesi ) de, cenup kenarını tâkip ederek, Ye- Ş iş li’de 120 m .’yi aşan, daha ötelerde 130 m. İrtifâa ulaşabilen bir sırt tarafından meydana di-Kule ’ye varmaktadır. İstanbul ’un asırlar boyunca bemen biç de­ getirilmektedir. Sathının dikkat çekici düz bir ğişmemiş olan ve topografya şartlarına sıkı sahanlık görünüşü arzetmesine mukabil, bu bir şekilde intibak eden umûmî görünüşü son sâha iki taraftan Haliç ’e ve boğaza doğru bir kaç yıl içinde hızla istihaleye uğramak­ inen dar ve kısa vâdiler tarafından derin bir tadır} yukarıda sözü geçen ana caddeler, bü­ şekilde yarılan dîk yamaçlar teşkil eder ve tün imtidatları üzerinde genişletilip, düzleşti- sözü geçen vâdiler yüzünden, bâzı yerlerde rilmekte, hattâ bâzı noktalarda, eski yerin­ genişliği fazlası ile azalmış bulunur. Kenarları münhanî şibh-i münharif şekilli den az-çok ayrılarak, sûr dışında evvelce mevcut veya yeni inşâ edilmiş büyük devlet orta çağ sûrlarının izlerini, bakiyeleri ile yollarına bağlanmakta, Yenİ-Bahçe vadisi bo­ değil ise bile, bugünkü yol şebekesinin yunda, sûr dışında inşâ edilecek büyük plan üzerinde göze çarpan istikametlerinde stadyumu Marmara kıyılarına bağlıyacak yeni ve bir takım sokak isimlerinde ( eski G alata bir ana cadde ( Vatan caddesi ) açılmış bu­ 'nın şimalde en yüksek noktasını teşkil eden lunmakta, ayrıca bir taraftan Eminönü— Eyyûb G alata kalesinden itibaren, garba doğru büyük arasında Haliç boyunu tâkip eden, diğer ta­ Hendek sokağı, Yam k-Kapı, Azap-Kapı, şark­ raftan yine Eminönü—Yediknle arasında Mar­ ta Lüleci-Hendek sokağı v.b.) bulmak müm­ mara denizi kıyılarını boylayan sahil yollarının kün olan G a lata’nın B o ğaz’a ve H aliç’e komşu açılmasına devam edilmektedir. Bu sonuncu olan alçak kısımları, bugünkü İstanbul ’un cn yol üzerinde İstanbul ’un sahil çizgisi, moloz­ mütekâsif iş sahalarından birini teşkil eder ların denize dökülmesi sebebi ile, şimdiden ve burada yolcu vapurlarının yanaştığı rıhtım­ Yeni-Kapı koyunun tamâmiyle dolması gibi bir lar (Tophane; bu rıhtımlar şimdi şimâi-i netice veren büyük değişikliklere uğramış bu­ şarkîde Satı-Pazarı ’na doğru uzatılmış bulun­ makta ve bu cihette büyük antrepolar inşâ lunmaktadır. B e y o ğ l u iskân sahası, asıl İstanbul ’a iki edilmektedir), bankalar, idârehâneler, büyük köprü ( G alata köprüsü 467 m,, A tatürk köp­ mağazalar ( K arak ö y), gâyet çeşitli ticâret rüsü 47i m. ) ile bağlanmış olarak, Haliç ile mevzuları üe meşgûl irili-ufaklı dükkânlar aşağı boğaz arasında, kütleşmiş ucu cenûba ve küçük sanâyi atölyeleri ( Perşenbe-Pazarı, dönük bir müselles görünüşü arzeder. Bu iskân Azap- Kapı) yer alır. G alata ’yı Beyoğlu 'nun sâhaşının kıyı üzerinde hudûdu, garpta H al:c ’e yüksek sırtına bağlayan kestirme yollar, bîr­ oldukça geniş bir şekilde açılan Kasım-Paşa va­ den dikleşen yamaçlara tırmanır ki, bunla­ disi, şarkta ise, Dolmabahçe ’de Boğaz ’a kavuşan rın bir çokları hâlâ merdiven basamak­ Gazhane vadisi ile tesbit edilebilir ki, bu hu­ lıdır (e n meşhûrn olan Y ü k sek .K ald ırım ’m dutların, ötesinde, garpta H alic’in şimâl sahi­ basamakları son zamanlarda k ald ırılm ıştır); lini boylayan mahalleler { Hasköy, Halıcıoğlu, tramvayın ve ekseriyet i!e nakil vâsıtalarının Sütlüce v.b. ), şarkta da Beşiktaş ’tan itibaren tâkip ettiği cadde ise, nisbeten az bir meyil ile, Boğaziçi [ b. bk. ] iskân sâhası uzanır. Dahilî Beyoğlu ’nun yüksek sahanlığına ulaşabilmek hudutların tesbiti ise, adı geçen vadilerin ya­ için büyük bir kavis çizmek zorunda kalır karı kolları arasına geniş bir şekilde yayılmakta ( Voyvoda—Bankalar — Okçu-Mûsâ cadd esi). olan yeni semtlerin varlığı yüzünden, oldukça Karaköy ile yüksek sahanlık arasında az geniş tâlî düzlükler bulunur ( üzerinde Galata kule­ güçtür. Beyoğlu iskân sahasının yerleşmiş olduğu sinin yükseldiği sabanlık — 47 m. — ve Şişhâne müsellesin uç kısmı, orta çağda sûrları içinde m eydanı). Yüksek sahanlığın mihverini 1.300 m. uzun­ tamâmiyle ayrı bir şehir teşkil etmiş olan G alata*yı meydana getirir ki, sonradan daha luğunda, zemin irtifâı pek az değişen ( cenupta şimalde inkişâf etmiş bulunan Beyoğlu ’na iyice Tünel başında 65 m., Taksim meydanında 78 m.) lehimlenmiştir. G alata şimâl-i şarkîye doğru, İstiklâl caddesi işgâl eder ki, şehrin en seçkin kıyı boyunca, Tophane —Salı-Pazarı—Fındıklı büyük mağazaları ve başlıca eğlence yerleri bu­ nun iki tarafında sıralanmıştır. Bu cadde, yük­ üzerinden, Boğaziçi iskân sahasına bağlanır.



İSTANBUL.



sek sırtın gidişine oyarak, önce cenup—şimal nâkaleye imkân vermiyeeek kadar yokuşludur; istikametinde uzanır ve G alatasaray’ da bütün son zamanlarda açılan bir-iki cadde bile, fazla Beyoğlu semtini asıl İstanbul 'a bağlayan tram­ meyilden kaçınmak için, oldukça büyük ka­ vayın tâkip ettiği Meşrûtiyet caddesi ile bir­ visler çizmek zorunda kalmaktadır. Beyoğlu leştikten sonra, şımâl-i şarkî istikametine iskân sahasında garp —şark istikametli münâ­ hafifçe dönerek, Taksim meydanına ulaşır. kale güçlüğü belki önümüzdeki yıllarda, Boğaz Gerek aşağı boğaz kıyılarından gelen ( Boğaz* üzerinden geçirilmesi düşünülen köprünün in­ Kesen ve Sıra-Serviler caddeleri, Fındıklı ve şâsından sonra, büyük gayretler harcanarak Gümüşsüyü yoku şları), gerekse Kasım-Paşa ve muhtemelen kesif iskân sahasının şima­ vâdisinin tâlî kollarını tâkip eden umumiyetle linden geçirilecek bir cadde ile bir dere­ fazla meyilli bir takım yollar burada ana cad­ ceye kadar bertaraf edilebilecektir. deye düğümlenir. İstanbul ’un „üç şehrinden" Ü s k ü d a r, Beyoğlu iskân sahası, XIX. asrın ortalarından boğaz kıyılarında Asya topraklarının garba itibaren, yüksek sahanlığın mihveri boyunda doğru en fazla ilerilemiş bulunduğu müselles birbirini tâkip eden hamleler ile, şimale doğru şekilli bir çıkıntı üzerinde yer almakta, bu mü­ genişlemiştir. Mihver üzerinde İstiklâl cadde­ sellesin Şemsî-Paşa —Salacak arasında küt bir sinin imtidâdmı meydana getiren yol ( Cüm- burun teşkil eden ve karşıdaki Haile 'in medhûriyet cadd esi) Harbiye — Pangaltı ’ya ulaş­ lıaline bakan ucu önünde de Kız-Kulesi görül­ tıktan sonra, şimale doğru devam ederek { Ha- mektedir. lâskâr-Gâzî caddesi}, kesif bir iskân sâhası XX. asrın başlarında, civardaki tâlî iskân hâlini almış olan Şişli 'ye varırken, H arbiye— nüvelerinden henüz sarîh bir şekilde ayrıl­ Pangaltı düğüm noktasından itibâren, bîri makta olan Üsküdar [ b. bk.j zamanımızda bu şark — eenûb-i şarkîye ( Nişantaşı — Teşvi­ nüveler ile hemen tamâmiyle birleşmiş, bu kiye — M açka; burada aşağı Boğaziçi 'nin Be­ sebeple, idârî bakımdan itibarî olarak çizilen şiktaş semtine bağlantısı vardır ), öteki garp ~~ hudutlar bir tarafa bırakılacak olur ise, bu cenûb-i garbîye ( F e rik ö y — K urtuluş; bura­ iskân sahasını komşularından ayırmak hemendan Kasım -Paşa vâdisîne hâkim yamaçlardan hemen imkânsız hâle gelmiştir. Bu sûretle Üs­ vâdl zeminine doğru bağlantı mevcuttur ) ol­ küdar, şimâl-i şarkîde aşağı Boğaziçi 'nin Ana­ mak Üzere, iki sırtı tâkip eden ehemmiyetli dolu kıyısında inkıtâsız devam eden iskân iki kol ayrılmaktadır. Uzun zaman Beyoğlu şeridine karışmakta, cenupta Kadı-Köyü ’nden iskân sahâsı şİmâl istikametinde Şişli 'de ni­ ayrılmaz bir hâle gelmiş bulunmaktadır. Iç hayete ermiş görünürken, son senelerde yeni tarafta İ3 e, evvelce eski Ü sküdar'm gerisinde bir hamle He bir taraftan yüksek sırtı tâkîp şark ufkunu teşkil eden Çamlıca tepelerine ederek, yukarı Boğaziçi 'ne giden Büyükdere şimdi devamlı iskân dalgası yetişmiş durum­ caddesi boyunca gelişmek sureti ile, njsbeten dadır. eski bir kurutuş olan Mecidiye-Köyü 'nü kendi­ İstanbul boğazının Anadolu yakasındaki top­ sine ilhâk etmiş, sonra bunu atlayarak, Zin- raklar, Rumeli yakasına nisbetle, zemin ârızacirli-Kuyu üzerinden, yeni kurulan Levent ma­ ları bakımından, daha çeşitli bir manzara hallesine kavuşmuş, bu esâslı gelişme yanında arzeder. Her ne kadar burada da boğaza ve Şişli 'den itibâren Hürriyet tepesine uzanmış, Marmara denizine açılan vadiler ile yarılmış hattâ oradan Kağıthane vadisine doğru sark­ düzlükler yayılmış bulunmakta ise de, şimâl-i mağa başlamıştır. şarkîden cenûb-i garbîye doğru tedricî bir Cenûba doğru müteaddit vadiler ile dalla­ alçalma gösteren düzlükler üzerinde Büyük ve nan ve iki taraftan, çukur sahalar üzerinde Küçük-Çamhca tepeleri ( 267 m. ve 226 m. ırdik yamaçlar İle yükselen Beyoğlu 'nda baş­ tifâında ) yükselir ve bu düzlükler, Marmara lıca münâkale cereyanının cenup — şimâl mih­ denizinin lodos fırtınalarına mârûz Kadıköy verini tâkip etmesine mukabil, garp — şark ve Selimiye sahillerinde, 30—40 m. yüksek istikametti, münakale bakımından esaslı bir yarlar ile, sona erer. Bu yarlar Üsküdar engelin mevcûdiyeti hemen göze çarpan bir kıyılarında boğaz medlıaline doğru tedricen husûsiyet teşkil ed er; hakikaten, Balkan ya- alçalarak, Şem sî-Paşa'ya doğru sona erer ve rım-adastm boydan-boya kat’ederek, İstanbul diğer taraftan, Moda burnu ile nihâyetleboğazı üzerinden A s y a 'y a atlayacak yollar nen Kadıköy yarım-adasının iki tarafında, dâimâ H alic ’in cenubundan geçmekte ve ası! İbrahim-Ağa ( Haydar-Paşa ) deresi ve KurIstanbül 'un sûrlarına girmektedir. Buna ben­ bağalı-Dere ağızlarında alüvyon terakümünden zer bir durum Beyoğlu tarafında görülmez. meydana gelmiş alçak düzlükler ile inkıtaa uğrar. Cenûp—şimâl istikametli mihvere garptan ve Üsküdar — Kadıköy iskân sâhasının yüksek şarktan iltihâk eden bütün yollar işlek mü­ düzlükleri kendilerini yaran vâdi tabanlarına



1140



İs t a n b u l .



doğru dik yamaçlar ile iner ise de, bu yamaç­ ların dikliği, yerleşmeği umumiyetle inkıtaa uğratmaktadır. Böyle bir inkıta yalnız şa­ kule yakın bir diklik arzeden sahil yarlarında görülür. Çamlıca tepelerini İhata eden 100 m. 'den yüksek düzlük sahası garba doğru uza­ narak, Bağlar-Başı 'na kadar gelir ve SultanTepesi sırtı (93 m. ) ile boğaza doğru uzanır. Bu sırtın bilhassa şimâl yamacı boğaza doğru inen bir kaç kısa vâdi ile yarılm ıştır ( istav­ roz deresi gibi ). Büyük Karaca-Ah med mezar­ lığı, Selimiye kışlası ve Haydar-Paşa liman te’sisleri ile hafif bir inkıtaa uğrayan dâimî iskân sahası Haydar-Paşa ve Kalamış koyları arasında denize doğru ilerileyen ve üzerinde biri Yel-Değirmeni semtinde (53 m.), diğeri ,,A 1tı-Yol" beli ( 32 m.) ile ondan ayrılmış Moda tarafında ( 68 m.) iki tümsekli, az meyilli bir sahanlık bulunan Kadı-Köyü 'nde tekrar büyük bir kesafet kazanır ve Kurbağalt-Dere munsabınm şarkında, Marmara kıyısı boyunda, geniş bir şerit teşkil eden iskân sahasına intikâl eder ki, bu şerit tatlı meyüller ile, Marmara denizine doğru alçalmakta, bunun üzerinde İskân yer-yer kesafet kazanmakta yabut bahçeler içinde inşâ edilmiş meskenler şeklinde serpilmektedir. Geniş mânası ile Üsküdar iskân sahasının to­ pografya şartları, şark—garp istikametinde mü­ nâkale cereyanları bakımından güçlük yaratma­ makta, bu sebep ile Anadolu'dan gelen yol­ lar, mutad olarak, Marmara denizi kıyılarına az-çok yakın bir güzergâh üzerinden, ayrıca Kocaeli yarım-adasının ortasından geçerek, Üsküdar iskelesinde boğaz kıyılarına ulaşmak­ tadır. Bununla berâber, inşâsı fiilen sona ermiş büyük Ankara yolu Marmara kıyısındaki iskân sahasının şimâl kenarından geçirilmiş ve mün­ teh isi da, yine nisbeten az kesif bir şekilde iskân edilen bir hat üzerinden yeni Haydar­ Paşa limanına kavuşturulmuştur. Boğaziçi köp­ rüsü tasavvuru tahakkuk ettiği takdirde, bu yoiu, Üsküdar iskâu sahasının diğer yolları ile beraber, adı geçen köprüye bağlayacak bir cadde açılması icâp edecektir. İ k l i m ş a r t l a r ı bakımından İstanbul yaz­ ları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağmurlu Akdeniz ikliminin, bir taraftan Karadeniz, diğer taraftan Balkan ve Anadolu kara kütleleri ara­ sında az-çok değişikliğe uğramış bir şekline tâbî bulunmaktadır. 1 91 1 senesinden beri boğazın Anadolu yakasında, deniz seviyesinden 11 5 m. irtifâlı bir mevkide çalışmakta olan Kandilli rasadhânesinin 1 9 1 1 —1936 arasındaki 46 se­ nelik rasat vasatilerine göre, senelik sıcak­ lık vasatisi 13°7, en soğuk ay vasatisi 5° o ( şubat a y ı ; kânun H. 5°,3 ), en sıcak ayın va­



satisi 22°7 (temmûz ve ağustos ayları için aynı vasatı elde edilmektedir) olup, bu devre içinde kaydedilen en düşük sıcaklık — 13° o ( 9 şubat 1929), en yüksek sıcakiık 4 0 * 6 ( 2 1 ağustos 1945 ) 'dır. Yağışlara gelince, yine aynı 46 se­ nelik devre içinde kaydedilen mıkdar 789 mm. olup, bunun mevsimlere düşen hissesi °/o olarak şöyledir: kış 37,6, ilk-babar 18 ,1, yaz 13 ,4 , sonbahar 30, 9. Bu devre zarfında en düşük yıllık yağış 426 mm. (1917), en bol yağış 1.066 mm. (19 5 1) olarak tesbit edilmiştir.İstanbul'un bulunduğu bölge, iklim hâdiselerinin yıldanyıla ve mevsimden-mevsime büyük oynaklık­ larına sahne olmakta, umumiyetle şimâl-i şarkî (poyraz) ve cenûb-i garbî ( lodos ) rüzgârlarının hâkimiyeti kaydedilmektedirİstanbul çevresinin muhtelif bölümleri arasın­ da iklim bakımından kayda değer farklar bu­ lunduğu öteden beri dikkati çekmektedir. Bo­ ğazın yukarı kesimlerinde yazların daha serin, kış mevsiminin Marmara kıyılarında daha ılık geçtiği bilinir. Devlet meteoroloji umûm müdürlüğünün İstanbul ve civarında te’sis etmiş olduğu istasyonlar arasında ol­ dukça uzun bir müddetten beri çalışmakta olan Göztepe istasyonunun 1929—1950 arasında kaydettiği 22 senelik devre vasatilerine göre, en soğuk ayın sıcaklığı 50 I ( şu b a t), en sıcak ayınki 23° 4 ( ağustos), senelik vasati ise 13° 9 'dur. Bu müddete âit yıllık yağış vasa­ tisi 650 mm. ’dir. Yine aynı devrede çalışmış Yeşilköy istasyonu, vasati sıcaklık için, sırası ile 40 z ; 23° 1 : *3° 5, y ^ S için 635.5 *“ mkaydetmiş bulunmaktadır. Boğazın yukarı ke­ siminde ise, yıllık vasati yağış mtkdarı 800 mm. ’yi geçmektedir. İ s t a n b u l ’ u n n ü f u s u , Türkiye cümhûriyetinde ilk olarak 1927 senesinde yapıl­ mış olan, bunu müteâkıp o ve 5 rakamları ile nihâyetlenen yılların teşrin I, aylarında icrâ edilen umûmî nüfus sayımları sayesinde, doğru bir şekilde tesbit edilmiş bulunmaktadır. Be­ lediye budûdu dâhilindeki sâhanm nüfusu 1927 'de 690.857 olarak tesbit edilmiş, bu nüfus müteakip sayımlarda şu surette yükselm iştir: 1935 ’te 7 4 i- i 4 â, 1940’ta 793 9 4 7 ,1 9 4 5 'te 860.558, 1950’ de 983.041 ve nihayet 1955 nüfus sayımı­ nın muvakkat neticelerine göre 1.214.616. G er­ çekte bu sayı İstanbul 'un belediye budûtları dışında kaldığı bâide, fiilen şehrin uzvî bir cüz’ünü teşkil eden semtlerin nüfusunu ihtiva etmemektedir. Bu semtlerin nüfusu, Rumeli tarafında 65.000, Anadolu tarafında da 75.000 olmak üzere, 140.000 kadar tahmin edilebilir ki, bu sayının da ilâvesi ile, 1955 'te „büyük İs­ tanbul" 'un nüfusunun 1.350.000 ’i geçmiş bu­ I lunduğunu ifâde etmek mümkündür.



İSTANBUL.



Şehir nüfusunun belediye hudutları dâhilin­ deki kesafeti tetkik edilecek olur ise, 1927 senesinde km2.'n a, vasatî olarak, 2-59Z kişi düşmesine mukabil, bu kesafetin, müteakip yıllarda tedricen artarak, 1950 'de 3.725 ve ni­ hayet 19 5 5 'te 4.788’e yükselmiş bulunduğu görülür. Gerçekte nüfus kesafeti şehrin muh­ telif bölümleri arasında büyük farklar arzeder. İdâri bakımdan bemen-hemen eski İstanbul’a tekabül eden Eminönü ve Fâtih belediye şube­ lerinde vasatî kesafet 18.400 ( hektar başına 18 4), B eyoğlu’nda ( Şişli dâhil değil) 23.200 ( hektar başına 23a ), Eyyûb belediye şubesinde 3.400, Beşiktaş’ta 6.680, Üsküdar belediye şûbesinde 2.430, Marmara kıyılarında, Bakırköy belediye şubesinde 2.450, Kadıköy belediye şu­ besinde ( Kadı-Köyü ’nden Bostancı 'yakadar } 3 520, Boğaziçi ’nin orta ve yukarı bölümlerin­ de, Rumeli yakasında ( S an -Y er şûbesi) 760, Anadolu yakasında { Beykoz ) 845, nihâyet A da­ la r ’da ı . s ı o ’u bulur. 19 50 ’ye doğra İstanbul ’ un m a h a 1 1 e s a ­ y ı s ı 289 olup, bunun 10 4 ’S asıl İstanbul'da, 12 ’ si E yyûb'd a, 5 4 ’ü Beyoğlu'nda (Ş işli dâ­ hil ), 26 'sı Boğaziçi ’nin Rumeli yakasında ( Be­ şiktaş—Sarıyer ), 55 'i Anadolu yakasında ( Üs­ küdar—Beykoz), II ’i Rum eli—Marmara kıyıla­ rında ( Bakırköy ), 17 ’si Anadolu—Marmara kı­ yılarında (K a d ık ö y ), nihâyet ı o ’u Adalar 'da bulunmakta idi. O sıralarda belediye hudut­ ları dâhilindeki evlerin sayısı 100.000’i geç­ memekte idi. Bundan sonraki yıllarda İstanbul 'da iskân sahası çok genişlemiş, ev sayısı pek ziyâde artmıştır ki, bunlar arasında boş arâzi üzerine ruhsatsız olarak inşâ edilen küçük mes­ kenler büyük bir yer tutmaktadır. 1957 senesi ağustos ayı için verilen bilgiye göre, o sırada İstanbul belediye hudutları dâhilindeki mesken ( ikametgâh ) sayısı 205.210 olup, bunun 124.499 ’u kargır (ta ş, tuğla, beton), 27.640*1 yarı kârgir, 52 .9 71'i ahşap idi (şehirde yeni­ den ahşap ev inşâsına müsâade edilmemek­ tedir ). Dâhiliye vekilinin 15 kânun II. 1958 tarihinde Büyük Millet Meclisinde bir suâle verdiği cevaba göre, İstanbul'da ruhsatsız olarak inşâ edilmiş binâiarın ( gece kondu) sayısı 40.000 olup, bu binâlarda 280.000 nüfus yaşamaktadır. M e r k e z ş e h i r olarak İstanbul, 1920 se­ nesinden beri bir devlete pâyitaht olmak du­ rumunu fiilen kaybetmiş ise de, bu siyâsî kayıp, Türkiye cümhuriyetinin kuruluşu se­ nelerine âit rakamlar ile tesbiti mümkün olmayan kısa bir duraklama ve gerilemeden sonra, şehrin, gerek sâha, gerek nüfus bakımın­ dan büyümesine ve İktisadî rolünün gelişmesine engel olmamıştır.



1 14 1



İstanbul, zamanımızda, Türkiye oümhûriyetinin bir vilâyet merkezidir. İstanbul vilâyeti top­ rakları İstanbul boğazının iki tarafında yer al­ makta, ayrıca Boz-Burun yanm-adasımn şimâli garbî kısmını ( Yalova k az a sı) ihtıvâ etmek üzere, 5.390 km2, araziye yayılmış bulunmak­ tadır ( Avrupa toprakları 3.302 km.2, A sya topraklan, A dalar ile, 2,088 km2.). Vilâyetin nü­ fusu, 1955 sayımının muvakkat neticesine göre, 1.542.941'e varmaktadır ( 1950 'de 1.169.384). İstanbul vilâyeti 1957 senesinde 18 kazaya ayrıl­ mış bulunuyordu: Eminönü, Fâtih, Eyyûb, Zeytin-Burnu, Bakırköy, Beyoğlu, Şişli, Beşiktaş, Sarı-Yer, Beykoz, Üsküdar, Kadıköy, Adalar ( buraya kadar sayılan kazalar, tamâmiyie ve­ ya kısmen İstanbul belediyesi hudutları için­ de yer alm aktadır). Çatalca, Silivri, Şile, K artal ve Yalova. F i k i r v e k ü l t ü r m e r k e z i olmak ba­ kımından İstanbul yalnız Türkiye 'de başta gelmek ile kalmayıp, Akdeniz ve yakın şark memleketlerinde de pek ehemmiyetli bir mevkî işgâl etmektedir. 6 fakültesi ve 1957 'de 16.542 'ye varan talebe sayısı ile, İstanbul üniversitesi, keza 5 fakültesi ve 2.902 talebesi bulunan Teknik üniversiteden, Gü­ zel san’atlar akademisi, Yüksek İktisat ve Ticâret mektebi, her seviyede teknik ve mes­ lekî tedrisat mekteplerinden, bilhassa nâdir yazma eserler ihtivâ eden bir çok kütüphane­ lerinden, zengin müzelerinden başka, Türkiye 'nin rakipsiz en büyük neşriyât merkezi oldu­ ğuna da İşaret edilebilir. İ s t a n b u l ' u n i k t i s â d î m e r k e z rolü de çok ehemmiyetlidir. 1950 sanâyî sayımı, İstanbul ’daki iş yeri sayısını Türkiye mecmûuna nisbetle altıda birden fazla, sanâyî ile meşgûl olanlar sayısını dörtte birden fazla, sanâyî te'sislerin kıymetini beşte birden fazla, sınâî imâlât kıymetini üçte bire yakın bir mevkîde tesbit ediyordu. Ticarî müesseselerin hemen altıda biri, bu müesseselerde çalışanla­ rın yarıya yakını, ticarî satışlar hâsılâtının yarı­ dan fazlası İstanbul ’a âit bulunuyordu. Nihâyet limana girip-çıkan gemilerin faâliyeti ile de İstanbul başta gelmekte, Türkiye dış ticâre­ tinin en büyük hissesi ( beşte üçe yakını ) İs­ tanbul limanından yapılmakta, bu ticâretin idhâlât kısmında İstanbul limanına âit hisse 80% ’i aşmakta, ihracât bakımından ise, İstanbul, yekûnun üçte birini geçmek üzere, hemen-hemen İzmir ile berâber gelmektedir. B i b l i y o g r a f y a : P. de Tchüıatcheff, Le Bosphore et Constantinople ( P aris, 1864); J. Dallaway, Constantinople anetenne et mo­ derne ( Paris, an V I! ) i P. A . Dethier, Le 1 Bosphore et Constantinople, Description



I l 42



İSTANBUL.



( Miletli Hesyhİos, 5 ) ’m oğlu kıral Bizas ( BûÇotç ) tarafından kurulmuştur ( D. Siculus, IV, 4 9 ; bir de J . Miller, R E , V, 112 7 v. dd., 1158 v.d.). A tina civarındaki Megara ’ dan gelen yunan kolonisi reisi BûÇaç, rivayete göre, 660 ( m. ö.) yılında Halkedon ( Kadı-Köy ) 'da ikamet eden arkadaşlarına „körler karşısında" ( „sedem caecorum terris adversam", Tacitus, A nnales, X II, 6 3; krş. Oberbummer, R E , V , 1 1 2 7 ) Bv^dvviov yunan şehrini kurmağa gönderdi. Şehir, 196 ( m. s.) yılında burasını zaptetmiş olan Roma imparatoru Septimius Severus 'un oğlu Antonius Bassianus ( sonradan imparator Caracalla ) ’a izafetle, Antonia veya Antoninia adını almıştır. I I mayıs 3 3 0 ’da imparator Constantinus devletin idâre merkezini Roma ’dan buraya naklettiği zaman ( krş. Preger, D as Gründungsdatum von Konstantinopel., Hermes, 1899, X X X IV , 336—342 ve 1902, X X X V IJ, 316 v. dd.), şehir resmen Secunda Roma, Aevtéga 'Pmprj ( „ikinci Roma" ) adını almış ve V. asırdan itibaren de Nova Roma, Nsa 'Pmprı ( „yeni Roma" ) tesmiye edilmiş ise de, buna ancak kilise ve rahiplere dâir kayıtlarda rastlanır. Bunun yanında bir de BuÇavtıâç 'P(ö;ıı; ( ,,8izans Roma’sı" ) adına da tesadüf edilmektedir. Şehir ahâlisine, daba sonraları bütün imparatorluğa teşmil edilmek üzere, Romanı, 'Pcopatoı — Romaio denilmekte idi. Türklerce de kabul edilmiş olan arapça rum tâbiri bunda 1 gelmektedir. Roma ’nın sıfat­ larından biri olan Flora 'ya mukabil, im­ ŞEHRİN TARİHİ paratorluğun ilk asırlarında İstanbul 'a da Anthûsa ( ’Avüoöoa „mâmûr" ) adı verilmiş idi. Ş e h r i n adı. Başlangıçta yalnız halk tarafından ve bir İstanbul şehrinin şimdiye kadar bilinen en tâbir mâhiyetinde kullanılmış olan Konstantieski adı Bolâvttov ( eski telaffuzu Buzan- noupolis ( „Konstantinas şelıri" ) ismi sonradan tion, daha sonraları Bizantion ) olup, trakça şehrin asıl adı yerine geçmiştir. Fener Orto­ BuÇaç (B u zas—Bizas—Vizas ) şahıs adı ve ni doks patriğinin resmî vesikalarında XII. asır­ eki ile frikçe is ekinin birleşmesinden mey­ dan itibaren bugüne kadar „arkhiepiskopos dana gelmiş olan bir kelimedir ( I. Russu, In­ Konstatinoupoleos, Néas Romes“ tâbirleri kulla­ torno al nome di Bizanzlo, Atti del V. Congr. nılmaktadır ( V. Laurent, Le titre de patri­ Intern, d i Siu di Bizaniini, Roma, 1939, I, 554 arche . . , Revue des Études Byzantines, 1948, v. dd. ; fakat krş. K. Ostir, Vorthrakischer Vt, 5—26). Kelimenin latince karşılığı olan U rsprung des Wortes But®VTiov, Deuxième Constantinopolis şekli orta çağ latincesinde, Congr. Intern, des Etudes Byzantines, Belgrad, Byzantium 'a nisbetle, daha çok umumileşmiş 1927 ). Kelimenin köküne Balkanlarda ve Ana­ ve bundan fransızca Constantinoble, Cons­ dolu ’da, trakyahlar ile frikyalılar arasındaki tantinople veya İtalyanca Costantinopoü ve münâsebetler dolayısı ile, sık-sık rastlanmak- bunun kısaltılmışı Cospoli şekilleri meydana gel­ tadır ( msl. BuÇuvoı, Buijrj, Bo/Çoivoi, Bu^T|jjsç, m iştir ( Villehardouin, nşr. Waîlly, s. 74,88 v.d.; BuÇıa, Trakya ’da Bizans yakınlarında bir kay­ R. de Ciari, la Pléiade, s. 27 v.d. ; L e L iv re de nak, bk.Pauly-Wissova, R E , V , i t 5 9 ;Bagß6£>jc, la Conqaeste de la Princêe de la Morèe, nşr. Halio ’e dökülen ve bugün Kâğıthane deresi Buchon, Paris, 1845, L 9* )• Mamafih Konsdenilen dere v.b.). Rivayete göre, Bizans, trak­ tantinoupolis mürekkep şekli halk arasında yalı yarı-üâh = Buzie (sözde Kodİnos, Bonn, pek müstamel değil İdi. Halk gibi, müverrihler 5 ) ’ nin yetiştirdiği mahallî yarı-üâh Semestras de çok defa sâdece rtakıç = Polis ( „şehir" ) tâ-. topographique et historique ( Wienne, 1873 ) ; A . Dix, D ie Geschichte Konstantinopels in verkehrsgeographischer Betrachtung ( fieogr. Zeit,, 1918, 352—3 5 8 ) ; A lfred Philippson, Das byzantinische Reich als geographische Erscheinung ( Geogr. Zeitschr., 1934, s. 442— 4 S5 ) » Jovan Cvijié, La peninsule balcaniques, géographie humaine ( Paris, 1918 ) ; J . Jastrow , Die W eltstellung Konstantinopels in ihrer historischen E ntw iklung ( Deutsche Orientbäckerei, cüz 4, 1 9 1 5 ) ; Robert Ma­ yer, Bysantion, Constantinupolis, Istanbul, E ine genetische Stadtgeographie ( Akad. d. Wissensch. Wien, Phil.-hist. K l, D enkschr,, 71, Wien, 1943, H I)î Walther Penck, Z u r Landeskunde von Thrakien ( Zeitschr. Ges. E r d k Berlin, 1919, s. 358—370 ) ; Vitai Cuinet, L a Turquie d ’A sie ( Paris, 1894 ), III, 593 v.d. ; Ş. Sâmî, Käm üs al-a'läm ( İstanbul, 1899), II, 873—880 ; Eugen Oberbummer, A ufgaben der Stadtgeographie von Istanbul (F estsck r. A . T sc k irk o ff), Sofia, *933; Fritz Braun, Über den Landschaftscharacter der Bosporusafer ( Geogr. Zeitschr., 1910, s. 65 —7 3 ) ; C. lmhoff, D er Bosporus ( P ei. Mitt., 19 15, s. 224—2 2 7 ) ; İbrahim Hakkı ( Akyol ], İstanbul iklim i ( İst. belediyesi istatistik yıllığı, 1930 —19 31, İstanbul, 1932, s. 3—3 3 ) ; Meteoroloji bülteni, Ortalama ve ekstrem kıymetler ( Ankara, 1953 ) ; Belediye yıllığı ( İller bankası neşriyatı ), Ankara, 1949. II, 3 4 1 — 369(B E S İM D A RKO T.)



İSTANBUL.



birini tercih ediyorlardı ( latincede de Roma için sâdece Urba „şehir" kelimesi kullanılmış ve diğer şehirlerden ayırt etmek için, bu kelime büyük harf ile yazılm ıştır). Diğer milletlerde İstanbul için kullanılmış isimlerden bilhassa şunlar kayda değer : i sl a v l a r d a : Tsarigrad, Tsar’grad, Tsaregrad ve bundan rusça T sar’gorod ( „imparator şeh­ ri“ ); r u m e n halk ve kilise dilindeki Tarigrad şekli islavcadan alınmıştır. XII. asırdaki Kons­ tantingrad veya XIV. asırdaki Kostyantinegrad şekilleri sâdece ramsa tâbirlerin tercü­ mesi olup, pek yaygın değil idi ( A . JelaSiö, Les descriptions de voyages russes. . . d Cons­ tantinople ve M, Speransky, A ttı V Congresso, I, 476, 480). İ s k a n d i n a v y a kavimlerinde, bilhassa Vikİnglerde, Miklagârd ( !u M iklagord), „Mikla ( Mikael «= M ihail; XI. asırda Bizans imparatorlarından birinin, adı ) şehri“ tâbiri kullanılmıştır; XII. asırda İsveç ’te, almancada olduğu gibi, şehir Konstantinopol adı ile anılmıştır. E r m e n i c e d e Konstantinupolis veya Kostantinobolis ( bk. msl. sozde-Movses H orenac'i coğrafyası, Ams­ terdam, 1665, s. 2 5 ) kullanıldığı gibi, rutnermen. mürekkep şekli olan Konstandinu k'alak' ( „Konstantin şe h ri") tâbiri de varid i ( G. ve G. Whiston, Mosis Chorenensis. . . , Lon­ don, 1736, III, 2 2; fakat aynı zamanda Nor Hromn „yeni Roma“ tâbirine de rastlamnakta d ır). XIII, asrın sonlarında Vartabed Var­ tan ( Vardapet Vardan ) imparator Herakieios ’ un Vil. asırda mukaddes çarmıhı Estambol ( Esdam pol) ’a naklettiğini yazmakta ise de, bu keyfiyet müellifin kendi zamanına âit bir tâbiri daha önceki bir devre naklinden başka bir şey değildir. Arakel Bageşyan ( XV. asır ), 1453 fet­ hine dâir yazdığı şiirde „Konstantinupol denilen Stimbol, Vizant şehri“ şeklinde, her üç ismi bir arada kullanmaktadır ( bk. rus. trc., 1953, VII, 4Ğ3 ve 466 ). Arapiarda kelimenin klasikleşmiş olan I£ustantiniya şekli kullanılır. Msl. bk. Mas'üdl, Kitâb al-tanbıh, s. 109, 13 8 ; şiirde, vezin icâbı, Kustan^ina şekli de vardır. Çok defa buna „en büyük“ sıfatı eklenmektedir; msl. al-K. al-azm a ( The Travels o f Ibn Ju b a y r, nşr. de Goeje, G M S , V, 337 * îbn B a ru ta , nşr. Defremery-Sanguinettİ, III, 425; İdrîsl, trc, Jaubert, II, 383). A raplar şehrin eski adını da bilmektedirler; bk. îbn Hurdâzbih ( B G A , 104 ) : Bizantiya; Mas* üdi ( gösi. yer. ve 146 ): B uzantıya v.b. Umumiyetle Çostantiniya olarak telaffuz edilen [fustantiniya şekli araplardan iranlılara ve daha sonra türklere geçmiştir ( türkler bu­ nu Kostantaniye şeklinde de telaffuz eder­



1143



ler ). Daha sonraları bu, türk sikkeleri ( krş. zariba f i Kustantinîya, I. G. Edhem, Takvîm -i meşk. Osm., İstanbul, 1307 ) ile devlet evrakı üzerinde resmî bir şekil alm ıştır; buna çok defa, bizanslılarm-9'CO(pü?.axToç — iheophilaktos ( „Tanrının muhâfaza ettiği“ ) ’un arap.-türk. benzeri olan al-makrnsa tâbiri eklenmektedir ( Fr. Kraelitz, Osman, Urkunden in türk. Spr Viyana, 19 21, S B Ak-, Phil.-hist. Kİ., 197—3 ). Mehmed II. zamanında kullanılan di­ ğer bir tâbir için bk. ayn. esr., s. 38 : Kusia n iin iya al-m avkiya; fakat mühim ferman­ larda daha tantanalı tâbirler kullanılmakta id i: bi makam d ar al-saltanat Kustantinîya al-mahrüsa al-m akm iya ( L. Fekete, Etnführang in die osm,-türk. D iplom atik. . . in Un­ garn, Budapest, 1926, X L I ). Türkler İstanbul ’un tarihi ve ismi ile bil­ hassa şehrin fethinden sonra ilgilenmişlerdir. Bir asır sonra  lî ( Kunh al-ahbâr, İstanbul, 1385, V, 260) fethi müteakip şehir ve A ya-Sofya hakkında rumcadan türkçeye tercüme edilen kitaplardan bahsetmektedir ( bu eserin aslının en iyi tenkitli tab’ı için bk. Th. Preger, Scriptores originum ConstaniinopolHanaram , Leipzig, 19 0 1—1907, II—II I). Eserin değişik türkçe şekilleri en az iki esâs nüshaya ircâ edilebilmektedir (bk. J . H. Mordtmann, D er İslam , 1525, XIII, 159 v.dd.; bir de Fr. Babinger, GOIF, 27 —30 ) : bunlardan biri Fâtih Sul­ tan Mehmed, diğeri ise, Bayezid II. devrinde kaleme alınmış olup, bize ancak 1550 yıllarına doğru tesbit edilmiş şekli ile intikal eylemiş­ tir. Tarih-i Kostantiniye ve A ya-So fya, Feth-i K ostantiniye ve tarih-i A ya-So fya v.b. adları ta­ şıyan bu eserin muhtelif kütüphanelerde yazma veya taş-basması birçok nüshaları mevcuttur. Evliyâ Çelebî { Seyahat-nâme, I, 55 ), H er lisanda Islâm-bol ism ini beyân eder başlığını taşıyan ayrı bir fasılda, şehrin en eski adı olmak üzere, lat. Makedonia ile başlayarak, Osmanlı türk îslâmbol ’a kadar, 23 isim saymakta ise de, bunların mühim bir kısmı müellifin muhayyilesinde vücut bulmuş isimlerden iba­ rettir. Fakat şehrin türkçe adı, grekçeden ge­ len İstanbul idi ve bugün de bu şekli muhâ­ faza etmektedir. Kelimenin Bizans halk dilin­ de kullanılan îstinbolin şekline Mas'üdİ ( ölm. 34 5 = 9 5 5 ; s. 1 3 8 ) ’de rastlanmaktadır (D e G o eje ’nin işaret ettiği üzere, Mas üdi 'nin yaz­ malarında yerine, daha doğru olan ¿2. şekli de bulunmaktadır). Demek oluyor ki, daha X. asrın ilk yarısında İslâm dünyasında, umûmîleşmiş bizans şekli olan IIoXı.v — Po­ lin (M as'ûdi ’d e: akk. bolin ) ve halk dilindeki eîç tiyv IIoXıv — is tin Bolin bilinmekte idi. Bu son kelime grekçede p ile değil, b ile okunur-



U 44



İSTAN BU L.



du. Kelime gr- ile ekçede ¿başlaması ve n-t-p ses gurubunun m + 6 olması ile, İstinbolin ve Stimboli şekillerini almıştır ( kelimenin kullanılışı ve değişik şekilleri için bk. G. Me­ yer, Türkische Studien, I, S B A k. Wien, Phil.hist. Kİ., 1890, s. 1 4 ; Hessling, R evue des Etudes Grecques, 1890, s. 193 v. dd. ; Ober­ hummer, R E , VII, 967 ). İstanbul, turkler ta­ rafından, vezin icâbı, Sitanbul şekli ile de kullanılmıştır ( bk. msl. Nedim : bu şehr-i Siiam bûl ki, bî-m isl ü bekâdır; Şeyhülislâm Y ah ya: Sa lın d ı iyd irişdi yin e hâbânt Sitan­ bul 'un. İstanbul gibi bir ön-ek ile meydana gelen daba bir çok mevki isimleri mevcuttur ; msl. İznik < is N ikea, İzmir < is Sm irn i, Samsun < s Am ison, İstanköy < is tin kos v.b .); fakat İstanbul kelimesinin başındaki isesi, başka kelimelerde de görüldüğü gibi, sonradan türkler tarafından eklenmiştir. al-Rümi nisbesi ile de anılan Yâlfüt (ölra. 1229 ; Mu cam al-buldön, nşr. Wüstenfeld, I, 300 ) kelimeyi aynı şekilde harekelemekte, fa ­ kat s yerine ş ile yazmaktadır. Onun çağdaşı olan İbn al-A gir (ölm . 12 3 4 ; Kamil fi ’l-târiff, Kahire, 1348, I, 189 ), aynı şekli bilmekle berâber, izâhmda islavlarm Tsarigrad örneğine yaklaşıyor. Fakat bizanslılar kendi merkezle­ rine hiç bir zaman „imparator şehri“ deme­ mişlerdir. Aynı asırda Dimaşki ( bk. A . F. Meh­ ren, Cosmographie..,, Petersburg, 1866, s. 143 ) 'de al-Banâdika ve İstanbul ; Hamd Allah Mustavfi al-Kazvini ( Tâfîh-i âl-i Salçnk dar Anâlülî, nşr. F. N. Uzluk, Ankara, 1952, s. 16, 4 i ) ’de Bizantıya, Çostantiniya ve İstanbul; Abu 'I-Fidâ’ ( ölm, 13 3 1, Takvim ahbuldan, nşr. Reynau-e Slane, Paris, 1840, s. 32 ) ’da alKustantinîya = İstanbul ; XIV. asırda İbn Battü ta (n şr. Defrémery-Sanguinetti, II, 431 v.d.) ’da al-Kustantiniya tasvir edilirken, şehir iki kısımdan ibâret olup, birinin Aştanbul ve di­ ğerinin al-Galata adını taşıdığı kaydedilmek­ tedir. Görüldüğü gibi, şehrin isminin ş ve f sesleri bulunan şekli daba eski olup, sonra­ ları İstanbul şekli umûmıleşmiştir. Türk müellifleri arasında, daha fetihten önce İstanbul ismini ilk kullanan zât, kuv­ vetle muhtemel olarak, ‘ A li b. ‘ Abd al-Rahmân ’dır. ‘ A cS’ib al-maklûlfSt ( Üniversite kütüp., T. 2307 ) adlı eserinde İbn al-Vardi ’nin aynı adı taşıyan eserini, bâzı ilâveler yapmak su­ retiyle, tercüme etmiştir ; burada : „ . . . ve ulu şehirlerinden birisi Koştantiniya ve buna İs­ tanbul derler“ — denilmektedir ( bk. Fr. Taeschner, Ein altosmanische Bericht über das vortslam iscke Konstantinopel, Ann. de R. Istiiuio Sup. Orient, d i Napoli, 1940, I, 18 1 —18 9; „ve buna İstanbul derler“ ibâresi mütercim ta-



rafmdan ilâve edilmiş olup, eserin aslında yoktur ). Aynı tâbire Schiltberger ( nşr. Lang­ mantel, s. 43 ) ’de de rastlanm aktadır: „Constantinopel hayssen die Chrichen Istimboli und die Türken bayssends Stambol“. Şehrin türk-islâm âleminin merkezi hâline gelmesi üzerine teşekkül etmiş bir adı da îslâmboi 'dur. Fekete ( ayn. esr., X LII, not I ) bu şeklin X V . asrın ortalarında meydana çık­ tığını yazıyorsa da, bu hususta her hangi bir vesika zikretmemektedir. J . H. Mordtmann bu şeklin X V I. asırdan itibaren ortaya çıktığını ileri sürmüştür; krş. Veysî ( 1 5 6 1 —16 28 ) ve Abr. Ankiriyan ( 14 5 3 ; E legie sar la prise de Constantinople, nşr. Bore, J A , 1833, X , 271 —278 ). Bu şekil, Ahmed III. 'den Selim III. ’e kadar, türk sikkeleri üzerinde de görülmektedir ( İ. H. Uzunçarşıh, Osmanlı devletinde saray teşkilâtı, nşr. T K K , s. 57 ). îslâmboi tâbiri tanzimat devrinden itibâren bırakılmıştır. Osmanlı imparatorluğunun hükümet merke­ zini ifâde etmek için, çoğu arapça ve farsça olmak üzere, başka tâbirler de kullanılm ıştır; msl. Der-i Saâdet, Der-i Devlet, A sitâne, A sitâne-i Saâdet, el-Farruk, Ümm-i Dünya, Dârü 's-Saltana, Dârü 's-Saltanatü ’ 1-Alıyye, DârÜT-İslâm, Belde-i Tayyİbe v.b. E ski devir. İstanbul tarih boyunca gelişmesini çok müstesnâ olan siyâsi, İktisâdi ve harsî inkişaf­ lara müsâit bulunan coğrafî mevkine borç­ ludur. Daha tarihten Önceki çağlarda Mar­ mara, Boğaziçi, Haliç ve İzmit körfezinin denizden kavşak sahası ile, buraya varan kara-yollan bölgesinde A . M, Mansel ve K. Bittel tarafından 1942 ve 19 5 2 'de Kadıköy civarında Fikır-Tepesi 'nde yapılan hafriyat neticesinde, 3000 (m . ö .) ’ e âit bir takım bakiyeler ( bükülmüş vaziyette iskeletler, âlet­ ler v.b.) meydana çıkmıştır ki, bu İstanbul çevresinin A sya sahillerinde bir dizi hâlinde meskûn yerler bulunduğunu göstermektedir ( bk. bir de, A. D. Mordtmann, H istorîsche B il­ d e r vom Bosporus. Bosporus, İstanbul, 1907, s. 8 v .d .). tcâp eden hafriyat yapıldığı takdirde İstanbul ‘un Rumeli sâhilinde de bu türlü ba­ kiyelere rastlanacağı kuvvetle muhtemeldir. İstanbul 'un bulunduğu yerlerin ilk ahâlisi Hind-Avrupa aslından olup, Balkan yarım-adasınm şark kısmında yaşayan trakyalılar id i; frikyalılar ile misyalılar ise, Anadolu top­ raklarında yaşıyorlardı. Herodotos, Polybîos, Strabon, Plini us, Arrianos, PhiEostratos, Hesybios ve bilhassa bizatıslı müellif Dionysios ( nşr. C. Wescher, D ionysii Byzantini de Bospori navigatione quae sapersunt, Paris



İSTAN BU L.



1874 ) V. b. müelliflerin eserlerindeki malûmat, henüz çok kifayetsiz olan arkeolojik hafriya­ tın te’kit ettiği tarihî hakikatlerin efsâneden ayrılmasına yaramaktadır. Trakya dilinde Bnzas-Bİzas, Barbyzes-Barbuzes kelimelerine bağlı efsâneler ( bunlardan birincisi yunan kolonisi reisinin adı olmalıdır ), umumiyet itibârı ile, tarihî hakikate uymaktadır. Haliç ( Khrysokeras veyahut sâdece Keras, bi­ zanslılarda Xyuao'.ÉQCtç ) ’e dökülen Barbyzes ( Kâğıthane deresi ) ve Kydaris ( Ali-Bey deresi ) ’in birleştiği noktada yapılan bâzı hafriyatta efsânenin hakikate uygunluğunu kısmen te’yit eden ve yunandan önceki devre âit olan bakiye­ ler bulunmuştur. Burası trakyalıların hâkimiye­ ti altında idi. Saray-Burnu da yunan devrinden evvel meskûn bulunuyordu. Busâha Lygos adı ile tanınmakta olup, yunan devrinden Önceki devre âit büyük taşlar ile yapılmış surları 18 71 'de demir-yolu inşaatı esnasında, sonra da 19 21 ve 1925 ‘te meydana çıkarılmıştır. Fenikelilerin Anadolu sahilindeki Khaikedon ( Xakx-rçSüiv ; bu isim arap coğrafyacıları tarafından da zikr­ edilmiştir, bk. Â-'JUli-, İbn Havkal, Opas geographicam auctore; ibn H avkal, Lagdani Batavorum, 1938, s. 192 ), yâni bugünkü Kadı-Köyü 'nde yerleşmeleri bu iskân noktalarının ticâret bakımından gelişmesine hizmet etmiştir. Miietli Hesykhios (Preger, S O C , 3 —4 ) ’a gö­ re, yunanlılar Boiotia ?daki Megara şehrin­ den, Byzas adlı bir reisin idaresi altında, 658 ( m. ö.)'d e buraya gelerek, bugün Saray-Burnu dediğimiz mahalle yerleşmişler ve Byzantion adı verilen şehri kurmuşlardır. Helenistik devirde Bizans daha iyi tanınma­ ğa başlamıştır. Şehir, âdet olduğa üzere, A k­ ropolis ( burası evvelce trakyalıların bulundu­ ğa sâha idi ) etrafında toplanmakta idi. İlk Bizans Saray-Burnu ’ ndan bugünkü Ayasofya ile Sultan-Ahmed ’i birbirinden ayıran yere kadar uzandığını gördüğümüz birinci tepe üzerinde bulunuyordu. Bizansh Dionysios { ayn. esr., s. 12 } bu şehrin 35 stad, yâni 6.300 m. çev­ resinde olduğunu söylüyor. Bizans üzerinde sözde-Kodinos ( Preger, II, 14 1 ) 27 kuleli sûr­ lar ile çevrilmiş olan „Byzas şehrinin izlerine“ işaret etmektedir ki, bu tasvir, yunan koloni­ leri arasındaki mücâdele neticesinde uğradığı tahribi müteakip, Pausanias { 479 m. ö. ) tara­ fından tekrar yapılan Byzantion ’un almış olduğu şekle uygundur ( Du Cange, Constantinopolis Christiana, T, 16 ). Bu yeni ku­ rulan şehirde Thrakion denilen ( muhteme­ len bugünkü Aya-Sofya meydanının bulundu­ ğu yerde ) büyük bîr meydan var idi ki, bizans­ lılar burada bir Trakya tanrısı olan Zeus Hippios ( „atlı tanrı“ ) 'a, Akropolis 'teki mâbedlcrde de j



145



yunan tanrıları Zeus, Apollon, Poséidon, Arthemıs ve A phrodite’e taparlardı. Bu mâbedlerden bir kısmının bulunduğu yer hafriyat denemeleri neticesinde A ya-Sofya ve A ya-Eirene ’nin ilk temellerinin bulunduğu ileri sürülmüştür. 340 ( m. Ö.) ’ta Makedonya kıralı Philippos ( büyük İskender ’in babası ) tarafından muhâsara edi­ len şehri, Arkhon Leon müdâfaa etmiş ve sûrları tâmir ettirm iştir. Boğazlar bölgesi bir müddet büyük İskender ile haleflerinin hâkimiyeti al­ tında kaldıktan sonra, Bizans, III, ( m. 8.) asırda, tekrar müstakil olmuş, helenistik devirde bir taraftan Yunanistan, Akdeniz ve diğer taraf­ tan Karadeniz şehirleri arasındaki münâkaleye hâkim vaziyetini kuvvetlendirmiştir. 279 ( m. ö.) 'da şehir galatların muhasarasına uğramış ve bu muhâsaradan onlara bir mıkdar altın ver­ mek suretiyle kurtulmuştur. Balkan yarım-adası I. ( m. ö. ) asırdan I. ( m. s. ) asra kadar, romalıların hâkimiyeti altına girmiş ise de, Bizans ancak ikinci asrın son­ larına doğru işgâl edilmiştir. İmparator Septimius Severus rakibi Pescennius N iger’i destekleyen Bizans ’1 uzun bir muhâsaradan sonra zaptederek, şehrin sûrlarım yer ile bir etti ; üstelik onu Herakleia Perinihou ( Mar­ mara Ereğlisi ) 'ya tâbi bir köy hâline koydu ( sözde-Kodinos, D e offictis, Bonn, 104 ) ve bu tâbiiyet asırlar boyunca dinî sahada ken­ dini hissettirdi; zîra hıristiyanlığm başlangı­ cında Bizans, merâtip silsilesi bakımından. Herakleia 'ya tabî idi. Bununla berâber Septimius Severus şebri yeni ve daha geniş sûrlar ile çevirdi ve imâr ettirdi. Bu defa sûr­ lar „Neorion limanı“ { Zosimos, Bonn, 96 ). yâni bugünkü Eminönü meydanından başlı­ yor, müstakbel Forum Constantin! ’nin şar­ kındaki tepeye tırmanıyor ve birinci tepenin zirvesinin alt kısmından şarka doğru iniyordu. Bu suretle şehrin sûrları garba doğru 400 m. kadar uzatılmış, şehrin ortası müstatil şeklinde yeni bir meydan hâline getirilm iş idi. B ir sirk. Zeuksippos hamamları, şehirde su kaynaklan olmadığından, bir su kemeri, grek-roma usûlün­ de bir stadyum, bir tiyatro v.b. inşâ edilmiş idi. Daha sonraları Roma imparatorluğu için­ deki iktidar mücâdelelerinde imparator Constantinus, Bizans’ ın desteklediği rakibi Licinius ’u 18 eylül 324 'te Khrysopolis ( „yaldızlı şehir“ , bugünkü Üsküdar ) civarında mağlûp etti ; cezâ olarak, önce şehrin sûrlarını yıktır­ dıktan sonra, aynı sene, imparatorluğun mer­ kezini Haliç ile Marmara arasındaki yarım­ adaya nakletmeği düşündü ve 325 ’te şehrin iki misli büyümesine müncer olacak inşaata başladı ( L . Bréhier, Constantin et la fonda­ tion de Consiajttinople, R evae Historique



1146



İST A N B U L.



19 15, Paris, CXIX, 248 v.d.). Yeni pâyitahtın resm-i küşâdı 1 1 mayıs 3 30 ’da yapıldı. Constantin sûrlarının geçtiği yerler ve dolayısı ile yeni pâyıiahtm genişliği kati olarak tâyin edilememekte, ancak esas hatları bilin­ mektedir. Sûrların başlangıç noktası Marma­ ra sâhilinde bugün Samatya denilen „kum ka­ pısının“ bulunduğu Rabdos idi. Sûrlar sonra, Mokios ( bugün Çnkur-Bostan ) su haznesinin şarkındaki Eksokionion tepesine tırmanmakta, daha sonra Lykos vadisine ( bugün Bayram­ Paşa d eresi) inmekte ve Sultan-Selim civa­ rındaki sonradan yapılmış A spar su haznesine çıkıp, nihayet şimâl-i şarkî istikametinde ine­ rek, şimdiki Cibâli kapısı yakınlarında, Haliç ’te Petrion’a varmakta idi. Bu sûrların bâzı kısımları veya bâzı kapıları VII. ve VIII. asır­ larda zikredilmektedir. Roma imparatorluğu 395 ’te, şarkî ve garbî olarak, ikiye ayrıldıktan sonra, Constantinopolis şarkî Roma imparatorluğunun merkezi olarak kaldı. O devirde kavimler mubâeereti bütün şiddeti ile devâm ediyor, şark imparatorluğu Gotiarın ve Hunlarm tehdidi altında bulunu­ yordu. Theodosius II. ( 408—450 ) payitahtı, Got kıralı Alarikh ’in 24 ağustos 410 ’da zapt ve yağ­ ma ettiği Roma 'nın akıbetine uğramaktan kur­ tarmağa azmeden, çok değerli devlet adamları tarafından destekleniyordu. Bu devlet adam­ ları şehri genişletmeğe ve her şeyden önce kuvvetli sûrlar ile çevirerek, müdâfaa imkân­ larını arttırm ağa karar verdiler. BSylece Constantin hattı terkedilerek, şehrin sû r­ ları garba doğru kavis şeklinde 1.300—1.400 metre kadar ileri alındı ve üzerlerinde bîr kaç istihkâm bulunan ve H alic’e doğru inen şehir dışındaki sırtlarda kâin Blakherna mahallesi de şehrin içine alındı. Sûrlar iki defada inşâ ettirildi. 413 'te muhâfız kuvvetleri kuman­ dam Anthemius, Marmara sahillerinden baş­ layarak, bugün Tekfur sarayı dediğimiz sa­ rayın harâbelerine kadar, 5.632 m. uzun­ luğunda şehrin birinci ve kuvvetli müdâfaa bat­ tım teşkil eden ve yüksek kuleler ile müceh­ hez bulunan sûrları inşâ ettirdi. İçinde bir devriye yolu bulunan bu sûrlar dört, altı ve sekiz köşeli 96 kule ile teçhiz edilmiş id i; birbirinden, vasatı olarak, 50—55 m. mesâfede olan bu kuleler, 1 1 m. irtifâmdaki duvarları mubâfaza etmekte idi. Sûrlar Attila ’nın 414 *te şehre hücûm edeceği tahmin edil­ diği için yaptırılmış İdi. Daha sonra, 26 kânûn II. 447’de, şiddetli bir zelzele neticesinde yıkı­ lan 67 kule, muhâfız kuvvetler kumandam Constantinus Çyrus tarafından tâmir edildi. Bu zât ayrıca, „büyük kale duvarı“ karşısında yük­ sek sû r ile ikinci sûrun 15 m. kadar aşa-



ğısmda aynı zamanda „d ış duvar“ adı ve­ rilen bir sûr inşâ ettirdi { Dukas, Bonn, 253; bu inşaâtm esas sûrlar ile aynı zamanda yapıl­ dığı da ileri sürülm ektedir). Bu dış duvarı koruyan ikinci sûr, çok daha alçak olmak­ la beraber, kule ve mazgallar ile tahkim edilmiş id i} dolayısı ile ikinci duvar, „dış duvar“ yahut „duvar önü“ mâhiyetinde idi. Bu sûr da, dört, altı ve sekiz köşeli 92 kule ile tahkim ed ildi; kuleler o şekilde inşâ edil­ miş idi ki, „büyük duvardaki“ her iki yüksek kule arasına, bunlardan biri isâbet ediyor­ du. Kuşatıcılara nazaran birinci olan bu ikinci duvarın karşısında, kuşatıcıların üzerinde bu­ lunduğu sâha ile aynı seviyede bulunan bir başka duvar daha yaptırıldı. Burası düşmana nazaran birinci, şehre nazaran ise, ikinci sûr idi. Bu duvarın önünde insan boyunda bir mazgal hattı var idi. Sûrların eb’âdı hakkında İbn Hurdâzbih ( nşr. de Goeje, B G A , 104— 105 ) ’in IX. asırda verdiği rakamlar pek kü­ çüktür ; buna karşılık, 1453 muhasarasına şâhid olan Tedaldi bu hususta bize daha doğru bil­ giler veriyor. Muhâfız kuvvetler kumandanı Constantinus, dış mazgalların hemen altında, bu toprak tabyalar boyunca, 15 —20 m. genişli­ ğinde ve 5—7 m. derinliğinde bir hendek kaz­ dırdı. Muhâsaralara karşı ilk müdâfaa tertibatı olarak düşünülen ve sn ile dolu olduğu ileri sürü­ len bu hendek enliliğine duvarlar ihtiva ediyor­ du. 1422 yılında bu h,endeği görmüş olan Buondelmonti onun su ile dolu olduğunu yazıyor ( bk. G. Gerola, L e •vedate di Costantinopoli di Cristoforo Buondelmoniı, Stu di hizantini e neoellenici, Roma, 19 3 1, III, 271 ). Bu sûrlar, sâbamn topografyasına ve askerî icâplara göre, araziye tatbik edilen ve kademe-kademe sekiz hat üzerinde taş, tuğla ve toprak ile meydana getirilen muazzam bir müdâfaa tertibâtı teşkil etmekte idi. Aynı zamanda şehrin muhâfız kuvvetler ku­ mandanı ( prefectus pretorio ) Constantinus Cyrus ’un gayreti ile, başkaca yaptırılan sûrlar, pâyitahtın müdâfaasını deniz tarafından da ik­ mâl etti. Kuleler ile tahkim edilmiş olan bu sûr­ lar tek hat olarak inşâ edilmiş id i; zira, her şeyden Önce, bu iki cepheden şehri deniz mü­ dâfaa etmekte idi. Sûrlar, Thedosius II. adına tamamlandı. Bu imparatorun adı bu­ günkü Mevlevihane kapısı denilen Region kapısındaki kltâbede görülmektedir. Sûrlar, 1453 'e kadar, İstanbul ’u bütün muhâsaralara karşı müdâfaa etmiştir. B ir çok kitabeler asırlar boyunca kale duvarlarını tâmir veya ikmâl eden Bizans imparatorlarını zikretm ektedir; sûrlar İçin krş. van MİÜİngen, Byzantine Cons­ tantinople,, The Walls o f the City and adjoi-



İST A N B U L.



ning historical siies, London, 1899; Krîschen B. Meyer-Plath ve M. Schneider, D ie Landm a­ uer von Konstantinopel, a ; Berlin, 1938 —1943. K ara tarafındaki sûrların Bizans devrinde on kapısı var idi ki, bunların yalnız sekizi­ nin adı biliniyor. Kapılar şun lardır: Marmara ’dan itibaren, 40 m. mesafede „büyük sûrda“ ilk askerî kapı olan bir gizli kapı ; buna „Khristos kapısı“ denilmektedir. Yaldızlı kapının ( XQUaaia, Xguöîj n d ç ta ) bulunduğu yerde Yedikule meydana getirilmiştir. Bugünkü kale, 1457—1458 yıllarında yapılmıştır. „Tahta sirk kapısı“ Ksilokerkos ( bugünkü Belgrad kapısı ). Yalnız ikinci dış sûra açılan askerî bir kapı; Mukaddes menbâ manastırına açılan »kay­ nak“ kapısı, tis Peges ( Balıklı, aynı zamanda bugünkü Silivri kapısı ). Sûrların S harfi şeklin­ de kıvrılmadan önceki kısmında bulunan, muh­ temelen t o ö K a â a y o o û denilen askerî bir kapı. Region ( bugünkü Küçük-Çekmece ) ’ a açılan Rision k ap ısı; buna aynı zamanda Polyandros, Myriandros, Koliandros kapısı da denilmekte­ dir ( bugünkü Mevlevîhâne kapısı ). Bir askerî kapı. Aziz Romanos kapısı ( bugünkü Topkapı). Pempton kapısı; Augusteon meydanından itibaren 5. milin nihâyetinde bulunduğundan dolayı, bu ismi almıştır ( Sulu-Kule k a p ısı). Kharısios kapısı ( bugünkü Edirne-K apısı). Kerkoporta ( „devriye kapısı“ ). Şimale doğru devâm eden ve Haliç ’e inen 860 m, uzunluğundaki ( Marmara ile Haliç ara­ sındaki karada bulunan sûrların tam uzunluğu 6.492 m.) Bizans sûrları, bu noktada, Manuel Komnenos ( 1 1 43—1 1 80) zamanında son şeklini aldı. Bu hükümdar, Theodosius sûrları ile hen­ değin, birden nihayet bulduğu noktadan itiba­ ren, üç değil, tek hatlı başka duvarlar yaptırdı. Bu duvar eskilerinin yerini almakta idi. Yeni duvarlar da, eski duvarlara nazaran, birbirine daha yakın kuleler ile tahkim edilmiştir. Bu kısımda iki kapı bulunmaktadır. Kaligaria ( „çarık“ ; oivârındaki askerî ayak-kabı imalât­ hanesi dotayısı ile bu adı alm ıştır) kapısı ( bugünkü E ğ ri-K a p ı). Büyük Blakherna sara­ yının içine açılan Gyrolymnis ( „gümiiş göl" ) kapısı, Bu noktada İsnak Angelos tarafından daba muhkem bir kule yaptırılm ıştır; kule, aynı zamanda bu sarayın bir cihannümâsı idi. G iriti Nikephoros Pbokas ( 960 ) ’a karşı müdâfaa etmiş olan arap emîrinin torunlarından A nem as’ın hapsedildiği, fakat kat’îyetie tesbit edilemeyen Anemas kulesi de aynı yerlerde bulunuyordu ( Janin, s. 266 ), Blakherna kapısı. Avarların 626 ’daki muhasarasından sonra ya­ pılmış olan bu sûr, 813 yılında, Ermeni Leon tarafından, İki katlı olarak, kuvvetlendirildi ve Theophilos ( 829—842 ) tarafından tamamlattı­



s 147



rıldı. Yarım dâire şeklindeki bu sûrlar şarka kıvrılıyor ve H alic’e varıyordu. Bugün mevcut olmayan Ksyloporta ( „tahta kapı“ ). Bu noktada payitahtı deniz tarafından koruyan sûrlar baş­ lıyordu. Deniz boyundaki sûrların iki kısmı var id i: Haliç sûrları ve Marmara sûrları. Ksyloporta ’ dan Saray-Burnu 'na kadar, Haliç boyunca uzanan sûrlar ve tafakimâtı, bir çok bakımlardan, kara sûrlarından farklıdır. Yeryer denizden 100 yahut 200 m. içerilerde olan bu sûrlar, müstakil Petrion kale ve duvar­ ları bâric, 10 m. yükseklikte ve 1 1 0 kalesi bulunan bir tek davardan müteşekkildir. Bu sûrlar, Buonbelmonti ( Gerola, agn. esr., s. 271 ) 'y e göre, 1422 yılında sağlam olup, deği­ şik hendesî şekiller arzetmekte idi. İç limanın cenup sahilini tâkip eden bu H aliç sûriarı 5.230 m. uzunluğunda idi. Bunlar Septimius Severus sûrlarından başlayarak, Petrion'a kadar, kısmen Constantinus I. tarafından yap­ tırılmış idi. Fakat bu eski yapıdan o devre âit pek az şey tesbit edilmiştir. P etrion’dan garba doğru, Blakherna mahallesine kadar olan sûrları Theodosius yaptırdı. Bugün aynı yerde muhafaza olunmuş bulunan bir çok kitâbe, sonraları Tiberius İIL (698—705), Leon III. ( 717 —7 4 1) , Theophilos ( 829—842 ) ve nibâyet Ioannis VI. Kantakuzinos ( 1 3 4 1 —1 355) tara­ fından tâmir ve ikmâl ettirildi. Haliç sûrları, karadaki sûrlardan ayrı olarak, fetihten sonra, kısmen muhafaza ve bâzan tâ­ mir edilm iştir; kuleler bir depo olarak kullanıl­ makta idi. 150 9 'da Bayezid II., şiddetli bir zelzeleden sonra, bu sûrların bir kısmını ye­ niden yap tırd ı; 1635 yılında Murad IV. da kısmen, 17 2 1 ve 1723 yılları arasında Akmed III. Haliç ve Marmara sûrlarının hepsinin ta­ mirini emretti ( sûrların bu kısmı için bk. van Millingen, agn, esr. ve daba sonra A . M. Schneider, M auern und Tore am Goldenen H orn zu Konstantinopel, Nachrichten der Akadem ie des Wissenschaften in Göttingen, I. Pbil.-bist. Klasse, nr. 5, 1950), Haliç ’e doğru açılan 14 kapıdan şunlar tes­ bit edilmiştir : Bugün mevcut olmayan, fakat küçük-Ayvansaray kapısı denilen yerde bulunan Kiliomeni ( „müteharrik“ ) k ap ısı; Blakherna sarayının hususî iskelesi burada bulunmakta idi. Her ikisinin veya, biç değil ise, birinin bugünkü Balat kapısı ( Janin, s. 270 ) olması gereken Kynegoi ve Basilike kapısı. A y a Prodromou kapısı ki, bugün kaybolmuş bulunan aynı isim­ deki bir kilisenin yanında idi. Bugün ortodoks patrikbânesinin bulunduğu Fener kapısı dedi­ ğimiz yerde bulunan bir kapı. Bu kapıdan önce Diplophanarios kapısı bulunmakta idi. Aynı yer­



U



4&



İS T A N B U L



de, Haliç sûrları boyunca, bugünkü Sultan­ Selim câmiinin aşağılarındaki kayalara telmihen Petrion denilen tepenin dik yamaç­ larında ikinci bir sûr yapıldı. Böylece uzun­ lamasına bir iç duvar ile birlikte, 315 m. uzunluğunda 100 m. genişliğinde, tek başına kendini müdâfaa edebilen bir kale teşekkül etti. • Castrum 'un Sidera pyle ( „demir kapı“ . Anna Komnena, A lexias, 11, 5 ) denilen hu­ sus! bir kapısı var idi ( sonradan Petre kapısı, bk. Mordtmann, Esquíese, s. 4 1) . Seyr-ü sefer ihtiyâcım karşılamak üzere, fetihten sonra açılan yeni Aya kapısı ( Janin, s. 27ı ). Aya Theodosia kapısı ( bugün A y a -K ap ı) ; adım civarda bulunan aynı addaki kilise { bugün Gül-câmi ) ’den almıştır. Pegas ( „ku­ yular" ) k ap ısı; bugünkü Cibâii kapısı. Platea kapısı. XVII. asırda türkîer tarafından, seyr-ü sefer zarûretleri dolayım ile, açılmış olan Ayazma kapısı. Yine o civarda, sûr ile birlikte ortadan kalkmış olan bir „İmparator kapısı" var idi ( S. Salaville, La Porte Basilike, Eckos d'O rient, 1909, XII, 262 ). Payitahtın polis bir­ likleri merkezi yanındaki Drungari kapısı ( bu­ günkü „Odun kapısı" ). Saint Jean de Cornibus kapısı ki, adını bugün mevcut olmayan aynı addaki kiliseden almıştır ( bugünkü „Zindan kapısı" ). Perama („geçit") kapısı ( Balık-Pazarı k ap ısı); H alic’in karşı yakasından G a lata’ya geçmek için, bugün olduğu gibi, bu kapı civa­ rından kayığa binilirdi; bu kapıdan bugün eser kalmamıştır. Bugünkü Valide câmiinin olduğu yerde bulunması gereken, latinlerin Porta H ebraica ( „Ç ıfıt k a p ıs ı") dedikleri kapı ki, XVII, asırda Karaim yahudileri, Hasköy ’e yerleştirilmek için, bu semtten çıkarıl­ mışlardı. Gyllius ( D e Constantinopoleös Topographia, Lugduni Batavorum, 1632, s. 202 ),X V I. asırda bunu „Ç ıfıt-K ap ı" olarak zikrediyor. L i­ man te’sisleri ve Sirkeci garının inşâsında diğer kapılarortadan kalkmıştır. Hikanatisse kapısının yeri kat*! olarak bilinmiyor. Civarda oturan la­ tinlerin P orta Veteris Rectoris ( „eski rektör k a p ıs ı"; rector, Cenevizli topluluğunun r e is i) dedikleri Bonos kapısı bugünkü Sirkeci iskelesi civarında id i; fakat bizanslılar zamanında bu iskele, liman ile birlikte, karanın içlerine doğ­ ru daha çok girmiş bulunuyordu. Eugenios ka­ pısı adını civar mahalleden alm ıştır; bu­ na aynı zamanda M armota porta ( „mer­ mer k a p ı" ) denilirdi. Bu kapı XVI. asırda „B os­ tancı kapısı", sonra da „Yalı-KÖşkü kapısı" adını aldı ve 1871 'de demiryolu inşâ edilirken, yık­ tırıldı. Kentenarion adı ile tanınan yapı bu kapı yakınında id i; tehlike anlarında Haliç medhaiinde Galata ’ya kadar gerilip, limanı kapayan meşhur zincir bu yapıya bağlanırdı.



Bu önceleri alel’âde bir kule iken, sonra ye­ rine küçük bir kale yaptırıldı. Haliç ile M arm ara’yı birbirinden ayıran ve kayalık bir burun olan bugünkü Saray-Burnu bu yerde cenuba doğru kıvrılır. Bizanslılar za­ manında bu buruna „A ziz Demetrios burnu" derlerdi ( lat. angulas Sancti Dem etrii, Janin, s. 276). Payitahtı şark ve cenuptan müdâfaa eden Marmara kıyısındaki sûrlar bu noktada başla­ makta idi. Deniz boyundaki bu sûrlar Bizans kale duvarlarının en uzun kısmını teşkil et­ mekte, Yaldızlı-Kapı 'ya kadar uzunluğu 8.260 m. 'yi bulmakta idi. Bu surları sağlam vazi­ yette 1422 yılında görmüş olan Buondelmonti, bunlar hakkında faydalı bilgiler ve­ riyor. Bizans surlarının bu kısmı 1871 yı­ lında, İstanbul ’u Avrupa ’ya bağlayan de­ miryolu döşendiği zaman, sekiz yerinden kesilmiş ve bâzan eski bakiyeler tamamen ortadan kaldırılm ıştır ( Marmara sûrları hak­ kında bk. van Miliingen, apn, esr. ve yakın zamanlarda Feridun Dırİmtekin, Fetihten ünce M armara sûrları, İstanbul, 1953 ). Cenup ta­ rafından, deniz boyunca devam eden bu sûr­ larda, kara kısmında sevkülceyş ve mimarlık bakımından ehemmiyetli olmayan şu kapılar var id i: A y a Barbara k ap ısı; bu kapıya Hagios De­ metrios, Ş ark kapısı, İmparator kapısı, Bey kapısı, Porta delle isole ( „A d a lar k a p ıs ı") isimleri verilmiş idi. Bu kapı tam Saray-Burnu 'nda,şark tarafında bulunuyor ve M arm ara’ya açılıyordu. Fetihten sonra türklerin Topkapı adını verdikleri bu kapı, demir-yolu te'sisâtı yapılırken, yıktırıldı. Deniz sûrlarında açılan ve başlangıçtan itibâren muhafaza edilmiş ilk kapı olan Değirmen kapısı ( Bizanslılar zama­ nındaki adı bilinmiyor ). Demir-Kapı ( bunun da eski adı bilinmiyor ). Bu kapı büyük Manganalar kulesinin hemen cenûbunda idi, O devirde yaşamış olan Niketas Khoniatis ( Bonn, s. 268 ) ’e göre, Marmara ve Akdeniz ’den gelen düş­ man gemilerine boğazın medhalini deniz üstün­ den kapatmağa yarayan bir başka zincirin ucu, XIII. asırda, Manuel Komnenos tarafından yaptırılmış olan bu kuleye bağlanmakta olduğu bir zaman rivayet edilmiş ise de, bunun haki­ katen uygun olmadığı fikri galiptir. Bu ikin­ ci zincirin diğer ucu, Khrysopolis ( Üsküdar ) yakınlarında bulunan kayalık ufak ada üzerin­ deki „Dam alis" yahut A rkla kulesine, yâni bu­ günkü Kız-Kulesi 'ne bağlı olduğu ileri sürü­ lürdü. Fakat bu zincir şeddinden Bizans muhâsaraları sırasında bahsedilmemiştir; bugünkü Balıkhâne kapısı ile Ahır-Kapı ( eski adı bilinmiyor) ’ya varmadan önce, Topi adı ve­



İS T A N B U L



rilen Bizans mahallesinin alt kısmında, Man­ gana mahallesinden sonra, yerleri bilinmeyen dört kale kapısı daba var idi. Porta Leonis, Porta Liona de la riva ( »arş­ tan kapısı" ). Bu kapı Marmara üzerinde, Bukoleon adı verilen ve aynı addaki ufak limanda bulunan imparator sarayına açılmakta idi. Bu­ günkü Küçük-Ayasofya câmii yakınındaki „Çatladı-Kapı“ . Daba garpta Sophianos yahut Iuiianos adlı, limana açılan Sidera kapısı ( ,,Dem ir-Kapı“ ). Bu liman türkler zamanında top­ rak ile doldurulmuştur. Bugün bu yerde Kadır­ ga meydanı bulunmaktadır. 150X 200 m2, saha­ sında kayıklar barınmakta idi. Daha garpta, Kontoskaiion limanı denilen, bir başka limanın kıyılarında yarım dâire şeklindeki sûrlara açılan bir başka kapı daha var id i; bunun da eski adı bilinmemektedir. Bu liman aynı zamanda, Marmara kıyısında, müstahkem bir sed şeklinde inşâ edilmiş olan bir diğer sûr ile müdâfaa olunmakta id i; bu şedde gemilerin girebileceği kadar geniş bir geçit açılmış idi. Liman bugünkü Kum-Kapı bölgesinde, 200X400 m2, bir sâha içinde ge­ milerin barınmasına el-verişli bulunmakta idi. 600 m. 'lik bir mesafede, karaya doğru sokul­ muş, bugün ortadan kalkmış olan Kaısariou de­ nilen daha küçük bir liman var idi. Sûrlar bu noktadan, bir az ileride Bizaus 'm Marmara cihe­ tindeki en büyük limanım (1.000 m. uzunluğunda, 500 m. genişliğinde ) çevreliyordu. Daha Constantinus I. zamanında yaptırılmış olan ve Elevterios veya Theodosius adı ile anılan bu liman Lykos vadisinden gelen Iahikler ile dolmakta ve sık-sık temizlettirilin ekte idi. Bu liman da, tıpkı ötekiler gibi, iç kısmında duvarlar ile çevrilmiş id i; bu duvarların karşısında, limanı hem denizden ayıran, hem de müdâfaa eden deniz sûrları bulunmakta idi. Limanın ye­ rinde bugün sebze bahçeleri vardır. Vlanga adı verilen ( bugünkü Langa bostanı ) bu ma­ halleden demir-yolu geçmektedir. İç sûrlardan iki kapı açılmakta id i; bunlardan biri, eski limanın şimalindeki Yeni-Kapı denilen yerde, diğeri de, hemen garpta Davud-Paşa kapısın­ da id i; bunların da eski adları bilinemi­ yor. Bugün hâlâ, eskisi gibi, Samatya adını ta­ şımakta olan Psamathiakum kapısı ( bunu bugünkü Kum-Kapı adı ile karıştırm am ak). Ayos İoannes Studios manastırına açılan Nar lı-Kapı ( eski ismi bilinmiyor). Marmara sûriarı ile karadaki sûrların birleştiği nok­ taya yakın bir yerde, deniz kenarında dört katlı bir yapı olan Mermer kule var idi. Kara tarafında şehrin ilk kapısı olan „Khristos kapı­ sı“ bulunmaktadır.



Î149



Konstantinopolis pâyitaht olarak İstiblâf et­ tiği Roma ’dan oldukça farklı bir şekilde ge­ lişti. Theodosius II. 'un çizdiği hudutlar içinde Konstantinopolis tıpkı eski Roma ’daki septimontiam gibi yedi tepe ihtiva etmekte idi ( halbuki Constant!nus 'un şehrinde yalnız 5 tepe bulunmakta id i). Bu yedi t e p e şunlar id i: 1. Üzerinde Ayasofya bulunan Akropolİs ( rakımı 40 m .); 2. Forum Constantini; bu­ günkü Çemberlitaş ( 50 m .); 3. Forum Theodosii, Nymphaeum Maximum ile, bugünkü Bayezid-Üniversite ( 6o m .); 4. Üzerinde A yiî Apostoii kilisesi bulunan tepe; bugünkü Fâtih (6 0 m .) ; 5. üzerinde açık Aspar sarnıcı bu­ lunan, H alic’ e hâkim tepe, bugünkü Sultan­ Selim (5 0 m .); 6. şehrin en yüksek tepesi olan Harisios ( bugünkü Edirne-Kapısı ) kapısı­ nın bulunduğu tepe ( 78,5 m.). Bütün bu tepe­ ler birbirlerinden, Roma ’daki tepeler gibi, açık olarak ayrılmış değildir ve aslında, Saray-Burnu ’ndan tâ Edirne-Kapısı 'na kadar gittikçe artan bir seviye farkından ibarettir; hepsi de Lykos ( Bayram-Paşa d eresi) vadisinin sol tarafında bulunmaktadır. 7. Lykos vadisinin sağ tarafında A yios Mokios sarnıcının bakim bu­ lunduğu tep e; bugünkü Çukur-Bostan (55,6 m,). Roma ’da olduğu gibi, Konstantinopolis ’in idârî bölümü 14 bölgeden ( regiones) ibaret olup, bunların 12 'si ilk zamandan beri Constantinus sûrları içinde idi. Bunların teşkilâtını Theodosius II. zamanına âıt bir topografya vesikası olan „Constantinopolis şehri notları" ( Notitia urbis Constantinopolitan ae; nşr. O. Seeek, Notitia dignitaiam , Berlin, 18 75,3.2 27—243 ) vâsıtası ile öğreniyo­ ruz. 14 bölge taksimatı eski idârî birliklere ve şehrin sonraki gelişmesine uymakta idi, İstanbul ’un türkler tarafından fethine kadar devam eden bu b ö l g e taksimatı şöyle id i: 1. Bölge, birinci tepenin cenûb-i şarkî kıs­ mını ibtivâ etm ektedir; bu bölge şimalde AyaSofya ’dan Değirmen-Kapı ’ya kadar uzanmakta­ dır. Burası umumiyet itibârı ile Manganalar ma­ hallesi idi. 2. Bölge, bugün At-Meydanı dediğimiz eski Hippodrom 'un şimâl ucundan başlayarak, AyaSofya ve bugünkü Top-Kapı sarayının olduğu yer dâhii olmak üzere, Saray-Burnu 'na kadar uzamakta idi. 3. Böige, birinci bölgenin şarkından bü­ yük Mese sokağının cenubuna kadar uzanıp, Sophianos limanını içine almakta idi. Bugünkü Çemberlitaş dediğimiz Forum Constantini hâ­ riç, Hippodrom da bu böigeye giriyordu. 4. Bölge, milliarium ( aş. bk.) ’dan başla­ makta, şarkta 2. bölge boyunca uzamakta ve bugünkü sarayın iç duvarlarının Haliç 'e var-



t ıjo



İST A N B U L.



dtğı noktadaki Timasius iskelesine kadar in­ 14. Bölge, sâha bakımından hayli küçük mekte idi. Augusteon ve bugünkü Yere-Batan olup, şehrin şimâl köşesinde, Haliç kara sûr­ sarayı dediğimiz Basilike sarnıcı da bu böl­ ları ile 10. bölgenin şimâl hudûdu, yâni Blakherna mahallesi arasında bulunuyordu. geye dâhil bulunuyordu. 5. Bölge, 4. bölgenin garbına düşmekte Üzerine İstanbul ’un yerleştiği yarım-ada ta­ olup, cenûpta Mese sokağı bulunuyordu; garp biat itibârı İle kademeli bir topografyaya sâhip hududu Forum Constantini ’den bugünkü Sir­ olduğu ve tesviye münbanîleri yer-yer sıkışık keci iskelesine inen bir hat teşkil ediyor, Stra- bir manzara arzettıği için, B izan s'ın kumcu­ tegion ( bugünkü B âb ıâ li) bu bölgenin orta­ ları, inşaatın yapılacağı zemini takviye etmek sına düşüyordu. maksadı ile, taraçalar meydana getirmek yo­ 6. Bölge, 5. bölgenin garbında Halie ’e lunu tutmuşlardır. E . Mamboury ( Contribution kadar ve 3. bölgenin şimal ucunda olup, garp à la topographie générale de Constantinople, hudûdu, Forum Constantini ’den itibaren ( bu A ctes des Congrès internationaux des Etudes bölge için de) bugünkü büyük çarşıyı geçip, byzantines, Paris, 1948, VI ), büyük kısmı bu­ Odun-Kapıst 'na kadar uzanıyordu. Makros Em­ gün hâlâ mevcut bulunan istinat sedlerini iesbite çalışmıştır. Bu sedler fetihten sonra türkbolos bu bölgenin içindedir. 7. Bölge, „Constantinus sütununun sağ îer tarafından tamir ettirilm iştir. Pantokratotarafı", daha önce zikri geçen Noiitia tâbiri, ros kilisesinin ( bugünkü Zeyrek camii ) şehrin orta yerinden şarka doğru hareket edil­ bulunduğu şeddi destekleyen duvarlarını bu­ dikte sütûna aksi istikamette değil idi. Garp­ gün, garp cihetinde, A tatürk bulvarından tan bakıldığına göre, mânalandırılmak sureti Haliç 'e doğru inerken, kolayca görmek ile, garpta ve 6. bölgenin şimâlinde ( krş. mümkündür. Forum Theodosii yâhut Taurİ ile Gyllius, ayn, esr., 5—65 Janİn, ayn. esr., s. 59 ; Marmara arasında, birbiri üzerine yükselen Mordtmann, Esyuisse, s. 6 ; A. M. Schneider, ve birbirine merdivenler ile bağlı olan beş bü­ Byzanz , s. 5 1 v.d.). Bu bölgeye Forum Theo- yük şeddin bakiyelerine rastlanmıştır. S ar­ dosii, Bayezid ’in bir kısmı, Haiic ’e doğru inen nıçlar üzerinde bir çok resmî ve husûsî bınâ, msl. A yasofya ( bk. bir de E. Howland Swift, bugünkü Süleymânîye dâhil idi. 8. Bölge, 3. bölgenin garbındaki mahalleleri H agia Sophia, New-York, 1940, s. 88 v.d.) içine almakta, fakat Marmara ’ya kadar uzan- yahut Pammakaristos (bugünkü Fethiye ca­ mii ) inşa edilmiş idi ve bugün de Basilike sar­ mamakta idi. 9. Bölge, 4, tepeden Marmara’ya kadar nıcı (Y ere-B atan sa ra y ı) üzerinde şahıslara bütün cenup sırtını içine almakta olup, şi­ âit yaptlar bulunmaktadır. Burada, Rom a’dan malden Mese ile Forum Amastrianum ( bugün­ alınan ilhamlardan başka, Prıene veya Per­ kü Şehzâde-Başı) ’un garbından bu Forum 'dan gamon 'da olduğu gibi, Anadolu şehirlerinin Marmara 'ya kadar inen bir hat ile hudûtlan- planlarının da tatbik edilmiş olduğu görül­ mıştır ; şarkında da Theodosins limanı var idi. m ektedir: tepeleri birbirine bağlayan ana 10. Bölge, Haliç ile Edirne-Kapısı ’na doğru yollar arasında, dar sokaklar, az-çok geniş olan kısmında şımâl hudûdunu teşkil eden Mese umûmî meydanlar yer almakta idi. Bizans, arasında, 7. bölgenin şimâlindeki geniş sâhayı şehircilik bakımından, garbî Roma ile hele­ içine almakta, bu noktadan ( E dirne-K apısı) nistik devri arası bir durumdadır. Romalılarda itibâren kara sûrlarını tâkip ederek, bugünkü olduğu gibi, bizanslılarda da vatandaşlarının Tekfur sarayına kadar uzamakta, şimâl hudû­ günlük hayatlarının büyük bir kısmı yun. du, buradan itibâren, Haliç ’e doğru inmekte agora, lat. forum denilen umûmî meydan­ idi. Petrıon mahallesi, Sultan-Selim camii larda geçerdi ( E. Tritsch, D ie Siadtbildungen des Altertum s an d die griechische P o lis, Ktio, yanındaki A spar sarnıcı bu bölge İçinde idi. 1 1 . Bölge, cenupta Lykos vadisi ile şimalde 1929, XXII, şehir planları ile ). Bizans ’ta mev­ Mese arasında, kara sûrlarına kadar uzan­ cut m e y d a n l a r ı n en mühimleri şunlardır : makta ve cenûp ucunda Forum Bovis ( bu­ I. Augusteon, A yasofya ile bugünkü Sultan günkü A ksaray ) ’i içine almakta idi. Ahmed câmii arasında. Bu meydanın ortasında 12. Bölge, Lykos, kara sûrları, Marmara bir zafer tâki altında, geniş imparatorluğu ve Theodosins limanı arasında, müselles şek­ payitahta bağlayan yolların başlangıç nokta­ linde idi. Bu en geniş bölge, bu son noktada sını gösteren bir altın m'dliarium bulunmakta 9. bölgeye temas ediyordu. idi. Augusteon meydanında heykeller ve sü13. Bölge, Haliç ’in şimâl sâbilinde bugünkü tûnlar var idi ; bunlar arasında lustinianus ’un G alata 'nın aşağı kısmını içine alan ve asıl at üstündeki heykeli yer almakta idi. XIV. şehrin sûrları dışında kalan S y k a i ( incirlik ) asırda burayı ziyaret eden İbn Battü(a ( nşr. dedikleri dış mahalleyi ihtiva etmekte idi. ve trc. Defrémery-Sanguinetti, Paris, 1854,



İSTANBUL.



II, 43a v. d.) Ayasofya civarında, daha sonra eski adliye sarayı yangınına ( 1934 ) kadar ol­ duğu gibi, bir „yazıcılar çarşısı“ bulunduğunu ve orada „adaletin ierâ edildiğini“ , yâni ölü­ me mahkum edilenlerin orada idâm edildiğini yazıyor. а. Forum Constantin! sahası beyzî şe­ kilde olup, kemerli, kat-kat çifte revaklt ve heykeller ile süslü idi ; ortasında porfir bir sütûp var idi ; bu sütunun tepesinde, impa­ rator Constantinus Helios ’u temsil eden yaldızlı tunçtan bir heykel bulunuyordu ; bu sütuna bugün, tehlikeli çatlaklarından dolayı tunç çenberler ile çevrili bulunduğu İçin, Çenberlitaş denilmektedir; bu takviye çenber'eri daha XIII, asırda da var idi ( Zakariyâ Kâzvini bunları görmüş İdi ( Kitâb âşâr albilâ /, nşr. Wüstenfeld, I, 407 ). 3. Forum Tauri ( „boğa meydanı “ ). Bu mey­ dana Taurus denilen bir mulıâfız kumandanının adına izafeten bu isim verilm iştir; rivayete gö­ re, burada tunçtan bir boğa heykeli bulun­ makta idi. Theodosius I. tarafından yeniden yaptırılmış olan bu meydanda, imparatoru elini şehre doğru uzatmış olarak gösteren tunçtan muazzam bir heykel var idi. Bu se­ bepten meydana Foram Theodosii de de­ nilmekte idi ( Kedrenos, Bonn, I, 566 ). 4. Forum Amastrianum, bugünkü Şebzâdebaşı ’nm ceııûp tarafında idi. 5. Forum Bovis ( o B o v ç „öküz“ ). Bu mey­ dan adını Pergamon ’dan getirilen ve büyük bir öküz başını temsil eden tunç bir heykel­ den almıştır. Burası bugünkü A ksaray mey­ danına tekabül etmektedir. б. Forum Arcadii, adını imparator Arcadius ’tan almış olan bu meydan Herolophos („kuru tepe“ ) adı ile anılmakta idi. Muhtemelen mustati! şeklinde olup, orta yerinde Arcadius ’ un sütûnu bulunmakta idi. Bu sütunun mer­ mer kaidesi, bugün hâlâ olduğu yerde, eski A vret-P azarı’nda, Cerrah-Paşa câmiinin 100 m. kadar garbında bulunmaktadır. Daha başka sütunlar da bizans meydanla­ rını ve sokaklarını süslemekte idi. Bugün mevcûdiyetini muhafaza etmekte olan İki sü­ tundan biri, Tatianus’un imparator Marcianus şerefine diktirdiği sütün ( Fâtih câmii civa­ rında Kız-Taşı ), diğeri ise, Saray-Burnu’nda „G o tlar“ sütunudur. Umûmî meydan ve temâşâ yeri olarak kul­ lanılan ve muhakkak ki, orta çağın ilk zaman­ larında Bizans hayatının canlı noktalarından birini teşkil eden bir başka yer de Hippo­ drom id i; burası Sultan-Ahmed câmiinin kar­ şısında bugün Atmeydanı dediğimiz yerdir. Septimius Severus ’un başlattığı ve büyük İslim Anaiktopedlsi



Constantinus ’un tamamlattığı bu meydan, iki veya dört ath araba yarışlarına tahsis edil­ miştir. Fakat burada rakslar, temsiller ve­ rilir ve vahşî hayvanlar gösterilildi ( Benja­ min de Tudela, Voyage, trc. J. P. Bardier, Amsterdam, 1734, 1, 47 ). Mermerden yapılmış olan bu meydanın uzun­ luğu 300, genişliği 117 m. olup, muazzam imparator locası dışında, 30.000 kişi alabilen ve basamak-basamak yükselen 40 sırası var idi. A sırlar boyunca birbiri üzerine yığılarak, yük­ selmiş olan bugünkü toprak seviyesinin 4 m. kadar aşağısında yarış arabaları, kathisma ’nın altından geçip, yarış meydanını uzun­ luğuna ikiye bölen spina boyunca koşarlardı. Y arış yeri ceııûp kısmında yarim dâire şeklinde idi ve altında, bir su haznesi bulunan tuğla­ dan yapılmış 37 sütûnlu bir yapı bulunuyordu; bugün Yüksek ticâret mektebinin temelleri al­ tında kalmış bulunan bu yapının üst kısmın­ da Marmara ’ya nâzır bir taraça mevcut id i; bu yarım dâire şeklindeki yere Sphendone denili­ yordu. Ortadaki spina san’at değeri taşıyan hey­ keller ile süslü id i; bunların bir kısmı A v ­ ru p a’ya nakledilmiştir ( 12 0 4 ) ; bunlar arasın­ da, bugün V ened ik’te San Marco kilisesinin kapısı üzerinde „Lysippos 'a izâfe edilen tunçtan meşbûr dört at heykeli var idi. Bugün bu mey­ danda: I. Firavun Tutmes 111. (15 0 0 m. 3 .) 'in 18,74 yüksekliğindeki — büyük Theodo­ sius ’un Mısır ’dan getirttiği „dikili taş“ ; 2. Yunanistan ’daki, Delfi 'den getirtilmiş olan, baş­ ları üzerinde üç ayaklı bir kürsüde duran birbiri­ ne sarılmış üç yılandan meydana gelmiş „bur­ ma sütun“ ; yaldızlı tunçtan olan bu sütundaki yılanların başlan Topkapı sarayı kütüphane­ sinde H&ner-nâm e'deki minıyatürde görüldü­ ğü üzere, XVI. asırda mevcût olup, sonradan kaybolmuştur ( Janin, s. 185 ) ; bunlardan yal­ nız biri Arkeoloji müzesinde muhâfaza edilmek­ ted ir; 3. Konstantinos Porphyrogennetos tara­ fından X. asırda yontma taş parçalarından ördürülmüş olan ve Colossam denilen Dikili­ Taş şeklindeki sütün. Hippodrom hakkında en iyi izah ve yarış tasvirleri Hârün b. Yahya 'nm seyahat notla­ rında bulunmaktadır; 532 ’de çıkan meşhûr Nika ( „zafer“ ) isyanı burada vukû bulmuştur. Bizans 'ın en çok husûsiyet taşıyan, eşine rastlanmayan yapıları açık veya yer-altı su hazneleridir. Suyu ancak bulunduğu yere ye­ tebilen ayazmalar dışında, şehrin temiz sü menbâları ve çeşmeleri bulunmadığı için, im­ paratorlar şehre bol su sağlama işini ele aldılar, Valens 368 yılında şehrin içinde, bugün Bozdoğan kemeri dediğimiz ve ken­ di adını taşıyan su kemerini yaptırdı. Theo73



İSTANBUL.



dosius I. yer-altı su yollan kazdırttı ; 5*8 yılında İustinianus, II. asnn başlarına âit Hadrianus su kemerini tâmir ettirdi ; Andronikos 1, Komnenos XII. asırda şehrin yer-altı su yollarını tâm ir ettirdi. Fakat daha sonra* la n bu eserler umûmiyetle ihmâle uğradı. Fetihten sonra bizans su yolları kısmen tek­ rar kullanılmağa başlandı. Bizans Tn inkişâf devrinde sular idaresi iyi işlemekte idi. İçilecek su bugünkü Belgrad ormanı bölge­ sinden getirtiliyordu. İçme suyu, bilinen ve yerleri tesbit edilmiş olan üstü açık üç büyük su haznesinde toplanırdı. ı. Aetias su haznesi ( Edirne-Kapt civârmda Çukur-Bosta n ), uzunluğu 244 m., genişliği ,85 m. idi. Bugün orada, civar sokak seviyesinden 15 m. aşağıda, bir spor sahası yapılmıştır. 2. A spar su haznesi ( bugün Sultan-Selim câmii yanın­ daki Çukur-Bostan ), kenarlan 152 m. olan mu­ rabba şeklinde bir havuzdur ; 3. Hagios Mokios su haznesi, uzunluğu 170 m., genişliği 147 m., derinliği de 15 m. olup, bugünkü yeri Cevdet Paşa ve Ziya Gökalp caddeleri arasındaki A itıMermer mahallesi Çukur-Boslan ’dır. Bunlardan başka daha bir çok üstü Örtülü yer-altı su haz­ nesi Bizans ’tn suyunu te’min ediyordu ; baki­ yelerine bâlâ rastlanmaktadır ki, en meşhûrları şunlardır: A yasofya yakınlarındaki imparator su haznesi, uzunluğu 140 m., genişliği 70 m. olup, içinde 336 sütün vardır (bugünkü Yere-Batan sarayı ), hâlâ su İhtivâ etmektedir. Forum Constantini ( Çenberiitaş civarında ), 64 m. uzun­ luğunda, 5& m. genişliğinde Philoksenus su haz­ nesi, 224 sütün ihtivâ eden, bugün içinde su bulunmayan ve ziyâretçilere açık olan Binbirdirek 'tir. Yalnız Üstü açık su hazneleri 900.000 m.3 su alabilirdi ( Andreossy, Constantinople et le Bosphore de T k ra ce. . . , Paris, 1828, s. 442 v.dd. Bizans su hazne ve kemerleri için bk. bil­ hassa Ph. Forcheimer ve L. Strzygowski, Die bÿzantinischer Wùsserhehâlter von Konstan­ tinopel, Viyana, 1839 ; j. B. Papadopoulos, Les citernes à ciel ouvert et le fossé des m urailles de Byzance, Istanbul, 1919 ; bu risalede müellif bu çeşit su haznelerinin kara sûrlarının hendek­ lerine su te’min ettiğini ileri sürüyor; K. O. Dalman, D er Valens-AqaSdukt in Konstan­ tinopel, Istanhuler Forschungen, nr. 3, Berlin, >933 )•



_



Umûmî meydanlar ve en mühim resmî bina­ lar, Milüarium ’dan başlayan büyük caddeler üzerinde bulunmakta idî. Konstantinupolis ’in Mese ( „merkez“ ) adı verilen başlıca caddesi de buradan başlayıp, garba doğru uzamak­ ta, Forum Theodosii'ye, sonra Balaban*Ağa mescidi ( bugün mevcut değildir ) ile bu­ günkü Şehzâde-Başı arasındaki Philadelphion



denilen yere kadar tepeleri düz olarak aş­ makta, bu noktada hep tepeler üzerinden A harfi şeklinde iki kol ile ayrılmaktadır, Cenûp kolu Yaldızlı-Kapı ’ya, şimâi kolu da Edirne-Kapısı 'aa gitm ekte idi ( bk. R. Guİlland, A utou r du L iv r e des Cérémonies de Constantin VIL Porphyrogênète, A ctes du VI* Congrès International d ’Etudes Byzantines, Paris, 19 51, II, 17 1 v. d d .'da Mese ’nin, sonra da iki kolunun geçtiği yerleri tesbit ediyor; bu en büyük caddenin başlangıç parçası Regia, Platia, A gora ( „pazar“ ) isimlerini taşımakta idi. Bugün İstanbul 'un başlıca caddeleri ekseriyeile aynı yerlerden geçmektedir : A yasofya meydanından, Divanyolu, Bayezid meydanına kadar Yeniçeriler caddesi; burada yol bizans devrine nazaran bir az daha şarkta ikiye ay­ rılm aktadır; cenûp kolu Ordu caddesi, Cer­ rah-Paşa caddesi ile Kooa-M ustafa-Paşa’ ya kadar devam etmekte, burada, sûrlara 800 m., Yaldızlı-Kapı ’ya da 1.250 ro. kala so­ na ermektedir ; zîra bugün, daha ziyâde Aksaray ’dan, Sam atya ve Yedikule ’ye kadar tramvay caddesi takıp olunmaktadır; şimal kolu, Şehzâdebaşı 'ndan itibaren, Fevzi-Paşa caddesinden geçip, Edirne-Kapısı’ na kadar bizans zamanındaki yolu takıp etmektedir. Yaldızlı-Kapı 'dan itibaren, Mese boyunca, A sya ve A vrupa seferlerinden muzaffer dö­ nen imparatorlar Augusteon 'a kadar zafer alayı ile geçerlerdi. Mese boyunca ve şehrin diğer bir çok yerlerinde, bu husûsta Roma ’dan farklı olarak, çok sayıda revak var idi ( F , Kukulés, B B K 1T, 19 51, IV, 318 v.d.). Bâzı revaklar iki katlı olup, üst katları mermer ile kaplı ve heykeller ile süslü idi ( sözde-Kodinos, Preger, I, 14 1 — 149). Manuel Khrysoloras ( Epístola ad Joannem İm peratorem, P G , C LVI, 41 B, fetihten on yıl kadar önce; krş. Krumbaeher, C B L 2, 426 ) 'a göre, şehirde o kadar çok revak var idi ki, her kes yağmur, çamur ve güneşe karşı bunların altına sığınırdı. Rom a'da ve şarkın diğer hükümet merkez­ lerindeki gibi, bu şehirde de, muhtelif meslek erbâbı, pazar yerleri ve dükkânlar muayyen bir mahallede esnaf cemiyetlerinde toplanmış îdi ( tafsilât için bk. Al. Stöckle, Spatrom ische und byzantinische Zünfte, K lio, 1 91 1 , IX, 47 v.d.). Burada işçiler ve san’ atkârlar şu veya bu sokak veya meydanda toplanırlardı. Bizans esnaf cemiyetlerinin nizâmı Roma 'dan alınmış ( M. di Lorenzo, Nuove discussioni sulVorigine delle corporazioni m edievali,. Nuova R ivista Sio rica Italiana, 1938, XXII, 102— 107 ), fa­ kat sonraki mahallî ve iktisâdı gelişme ile ayrı bir vasıf kazanmıştır ( G. M. ivionti, Corporazio­ ni m edievali e scuole bizantine, A tti IV .



İs t a n b u l . Congresso Naz, d i Stad i Romani, Roma, 1938, I> 394—399; bir de G. Zoras, L e corparazioni bizanüne , 1931). Her hâlde şurası kayda değer ki, İslâm dünyası ile oldukça devamlı temas­ larına rağmen, bizans esnaf cemiyetleri, yalnız meslekî olmayıp, aynı zamanda dinî gayeler ile kurulmuş olan ve fu tu vva devrine âit arap menşe’li cemiyetlerin te’siri altında kalma­ mıştır ( Gardet, L a cité musulmane, s, 258 ve bilhassa L. Massignon, Les corps des métiers et la cité islamique, R IS , 1920, s, 475 v.d). Türk devrindeki yerlerinden farklı olmakla beraber, bu mesleklerin icra edildiği yerler, umûmiyet itibârı ile, bu faâliyetlerin çoğu­ nun bugünkülerden farklı olmadığını göster­ mektedir. X IV. asırda bu meslekler ite şehir­ deki yerleri hakkında tbn Battüta ’da bilgi bulunmaktadır ( M. ‘İzz al-Din, lbn B a g a ja et la topographie byzantine, Actes VI. Congrès Internat . d ’Etudes Byzantines, II, 19 1 v.d.). F. Kukules ( B B K 11, II— t, 1948, 179 v.dd.)son derece çeşitli olan Bizans ’takı bu meslek, iş, san'at, ticârte cedvelini veriyor; erkekler gibi, kadınlan da içine alan bu meslek listesinde 4Ğ2 isim vardır ki, burada aynı meslek için iki ayrı tâbir kullanılmıştır. Bunların en mühimleri şunlardır; gümüşçü­ lerin { argyropratia ) dükkânları Forum Cons­ tantin! civarında, Mese üzerinde idi. Fırınların toplu olarak bulundukları yer, aynı caddede Constantinus ve Thedosîus forumları arasına düşüyordu. Bakırcılar ( khalkopratea ) bugünkü Zeyneb Sultan mescidi civarında A yasofya ’nın garp kapısının karşısında çalışmakta idiler. Fakat Bizans'ın sukutundan önce ba­ kırcılar, Fâtih Sultan Mehmed ’in 86ı ( 1457 ) yılına âit vesikalarından anlaşıldığı üzere, dükkânlarını bugünkü Eminönü mahallesine taşımışlardı ( nşr, F. Kiper, Fâtih Mehmed II. vakfiyeleri, V akıflar umûm müdürlüğü neşriyattı Türk vak fiyeleri, nr. I, Anka­ ra, 1938, 83—2 11 : »Sûk-i Nahhâsin" dedik­ leri „Bakırcılar çarşısı" ) ; diğer yandan, bakır­ cılar bugün Üniversite ile Bayezid câmii ara­ sında, Bakırcılar ve Fuad-Paşa caddesi üze­ rinde toplanmışlardı. Drongari kapısı ile Perama arasına düşen „kem erciler",( ton zonaron ) sokağında kemer yapılmakta idi. Haliç ’in bu yamacında, Bizans devrinde, balık satıcılarının işportaları var idi { bk. Fâtih Mehmed vakfi­ y e si; ayn. esr,, s. 85—2 11 ) ; Balık-Pazarı ismi ile mârûf pazardır. Balmumcuların (kiruüarii) Forum Constantini ve A yasofya civarında olmak üzere, iki çarşısı var idi ; Ayasofya ile imparator su haznesi eivârında kitapçılar, bibliopolia var id i; bugünkü Ahmed I. türbesinin



“ 53



bulunduğu yerde İse, mürrüsâfi ( myrrh ) sa­ tılmakta idi. Kömür ( o devirde yalnız odun kömürü satılm akta idi ), karvunâria pazarının nerede olduğu tamâmiyle bilinemiyor. Çivi imalâthânelerinin (kinthîlia), Mareianus (K ız Taşı ) sütununa doğru, M ese’nin şimal kısmı civarında bulunması muhtemeldir. Yalnız XIV. asırda zikri geçen ayakkabı atölyeleri ( kaligâria ) bugün Eğri-Kapı denilen „A yak-kabıcılar“ kapısı civarında toplanmış idi. Buna karşılık kalburcuların ( koskinades ) bulunduğu yer bilinmemektedir ( belki de A ksaray ile Baye­ zid arasında Mese 'nin cenup kısmında bugün „K osk a" dediğimiz mahallede idi ). Hububat pazarı, 1324 yılına âit bir kayda göre (M ıkIosich-Müller, D iplom atarîum Veneto-Levantinum, Venetiis, 1880, s. 261 ; civarındaki „Reyba mahallinde" bulunmakta idi ( Janın, 99 ; 1456/ 14 5 7 ’de Fâtih Mehmed vakfiyesine göre, „Unkapısı mahallesinde Un kapısı çarşısı" vardır ki bu, diğer topografik malûmata göre, Yedikule civarında olmalıdır ve A rpa pazarı ( krithopolia ) Sophianos limanına doğru ikinci tepe üzerinde bulunmakta idi. Kürkçüler, ( gunaris ) hep Forum Constantini civarında, ihtimâl bugünkü kürkçülerin bulunduğu yerde idiler. Erguvânî kumaş imalâtçılarının (porphyropolıa ) üçüncü tepe üzerinde bulunmuş olma­ sı muhtemeldir. Beri yandan, „uzun revak“ ( makros embolos ), ortasında ipekçiler ( prandioprate ) bulunmakta idi ; bugün de kısmen Uzunçarşı 'da yerleşmişlerdir. Burası Forum Constantini 'yi Haliç *e doğra inerken, üçüncü tepe ile ikinci tepe arasında tabi’î bir yol vazifesini görmekte idi. Bugünkü Sirkeci 'de Ceneviz kolonisinde kâin in loco Copariae { Coparia bölgesinde ) kürk yapılmakta idi. V. asırda, her regio ’nun en az bir tulum­ bacılar birliği var idi ( coUegiati, bk. Bréhier, MB, II, 1 9 2 ) ; çünkü eski Bizans’ta en az Osmanlı imparatorluğa devri İstanbul 'undaki kadar sık ve büyük yangınlar olmakta . idi. . Konstantinus devrinde açık ve ahenkli bir şehircilik plânına sâhip olan Konstantinupolis, arap istilâsından sonra, müslüman cemâatleri­ nin kurdukları şehirlerden büyük ölçüde ay- ■ rılmakta idi. Gardet ( ayn. esr,, s. 244, W. Marçais 'nin göremediğimiz tetkiklerini ele aldığı L'Islam ism e et la vie urbaine, Compterendus de l’Académie des inscriptions, Paris, 1928, 86—!Oo ve G. Marçais, La conception des villes dans l’Islam, Revue d'A lger, 1945, II ) müslümanlara has şehirlerin, çarşı, hisar, sır­ ma teli çarşısı, câmi-medrese gibi nüveleri var idi. Gardet („müslüman şehirlerinin dış., görünüşü, Bagdad ’dan Fas ’a kadar inkâr ka-



t i 54



İSTANBUL.



bûi etmez bir yeknesaklığa bürünmektedir“ diyor. Buna karşılık, Bizans, deniz ve sür kapılarının gerektirdiği merkeziyetçi vasfı ile, bugün de olduğu gibi, büyük, fakat düzenli bir çeşitlilik göstermekte idi. Mese ’lerin ve Bi­ zans devrinden beri işleyen diğer sokakların istikam eti ve işlekliği, sonraki yapılar dolayısı ile, değişikliğe uğramış idi. Bizans ticâret sayesinde büyük bir zen­ ginlik kazanmış idi. Dördüncü haçlı seferi­ nin vak’anüvisi Villehardouin ( nşr. Wailly, s. 148 ) ile muasırı Robert de Clari Bizans Tn dünyanın en zengin şehri olduğunu kaydedi­ yorlar. Şehrin iş, ticâret ve sanayi mahallesi, birinci tepenin garbından ve M ese’nin şima­ linden Forum Tauri ’ye ve sonra H alic ’e uza­ nıyordu. Bu nokta hakkında Fâtih Suttan Mehmed 'in vakfiyesi, her bakımdan, Bizans pâyitahtımn 1453 ’e âit çok kıymetli bir ayna­ sıdır. Bizans haritasında her biri ayrı bir işe tahsis edilmiş, üç ayrı bölge vardır. Haliç boyunca liman ve ticâret bölgesi uzanı­ yordu. Marmara tarafında bulunan ve Bizans Tn son devirlerinde artık kullanılmaz hâle ge­ len ( Janin, s. 218 v.d.) limanlar türk hâki­ miyeti devrinde ortadan kalkmıştır. MeTnûr, müstahdem, tacir ve kısmen de aşağı tabaka halkına âit meskenlerin bulunduğu bölge umu­ miyetle şehrin cenûp yarısını kaplamakta olup, Marmara 'ya bakıyordu. Bu sonuncuların ay­ rıca H alic'in nihayetine kadar yayılmış ol­ maları da muhtemeldir ( Bizans evi, oikos için bk. L. de Beylié, L ’Habitation byzantine, Recherches sur l’Architecture civile des B y ­ zantins et son influence en Europe, 2 ctld, Grenoble—Paris, 1902—1903 ; bibliyografya ve umûmî fikir için bk. E. Gerland, D as Wohn­ haus der Byzantiner, D er Burgwand, 1915, XVI, 1 0 - 1 9 . Şehrin meskenleri ortasında bir çok ibâdet yerleri, kiliseler, manastırlar, ayazmalar ve dinî mâhiyette her çeşit diğer binâlar bu­ lunmakta idi ve bunlar, şelırin her tarafı­ na serpilmiş olup, muayyen mahallere inhisar etmemekte idi. Bu da İzahı kabil bir vâkıad ır: ilk Roma hıristiyan imparatoru olan büyük Konstantinus imparatorluğunun mer­ kezini burada kurduğu gibi, daha sonradan ortodoks patrikliğini burada te’sis etmiş idi. P. Janin ( La Géographie ecclesiastique de l ’Em pire Byzantin, I. kısım : L e siège de Constantinople et le patriarcat oecuménique, Paris, 1953 ) 'in tetkiklerine göre, Bizans tari­ hinin muhtelif devirlerinde, 485 kilise, 325 erkek ve kadın manastırı var İdi ki, bunlar şeh­ rin içinde ve yakınlarında olup, bir kısmı fetih



zamanında artık mevcut değil idi. Bu itibârla, şimdilik, 1453 yılında mevcut bizans tnâbedlerınin doğru bir listesini tertip etmek müm­ kün olmuyor. Buna karşılık, bu tarihten sonra, câmi hâline konulanların bîr listesini ver­ mek imkânı vardır; bunların başhcaları şun­ lardır : A yasofya [ b. bk.], aynı zamanda Megale Ekklesia da denilen bu kiliseye Fâtih Sultan Meh­ med vakfiyesinde ,,câmi-i kebîr-i atîk-ı A ya­ sofya“ denilmektedir. H agioEirene, aynı addaki diğer kiliselerden ayırt edilmek için, bu kiliseye aynı zamanda „eski kilise“ de denilmekte idi. A yasofya ’nın arkasında, sarayın ilk avlusun d ad ır; camiye tahvil edilmemiş, yeniçeriler tarafından kullanılmış, sonra da ( 19 46 'ya kadar ) A skerî müze vazifesini görmüştür.. Mone ( „manastır“ ) Andreas en K rise ( kri­ se = m ahkem e); 14 8 9 ’da İslâm mabedi hâ­ line konulan bugünkü Koca-Mustafa-Paşa câmü. Petrİon Euphymıa manastırı, Selim II. za­ manında İslâm mabedi hâline konulan Gül camii. Pammakaristos, Meryem manastırı ( bugünkü Fethiye cam ii). Patriklik kilisesi fetihten 3 yıl sonra buraya nakledilmiş id i; 158 6 'da câmi hâline konulmuştur. Studion Prodromos ( bugünkü İmrahor cam ii), Bayezid II, 'in mîrâhuru îlyas Bey tarafından câmi hâline konulmuştur. Hagioi Sergios ve Bakhos ( bugünkü küçük Ayasofya ). Bâbüssaâde ağası Hüseyin ağa ta­ rafından 1506 ve 1 51 2 arasında câmi hâline konulmuştur. Khrestos Pantokrator, bugünkü Zeyrek ki­ lise câmii, XV . asırda câmi hâline konul­ muştur, Khrestos tes Khoras (bugünkü K a Tiye câ­ m ii), Bayezid II.’in sadrâzamlarından A tik AH Paşa tarafından câmi hâline getirilmiştir. Janin, (ayn. esr.) ve A. M. Schneider (Byzanz, s. 5, 51 v. d.) kaynaklardaki adlan ile bilinen bizans kilise ve manastırlarını teşhise çalış­ m ışlardır; bunlar arasında bugün ayakta duran, harap veya tamamen kaybolmuş 31 binâ bu­ lunmaktadır. Bu müellife göre, dinî mâhiyette, henüz teşhis olunmamış veya kat’î bir teş­ hise varılmamış 17 yapı vardır. Konstantinoupolis patrikliği, hıristiyan kili­ sesinin 381 yılında Khalkedca (K a d ık ö y ) 'da umûmî rûhânî meclisin ikinei toplantısında teşekkül etmiştir ( Brehier, M B , II, 448; Krumbacher, G B L 2, 1148 v d .; Every, The Byzantine Patriarckate, London; bk. bir de, B Z , 1950, XLIII, 264 ), Hakikatte kuruluşun­



İSTANBUL.



dan yarım asır kadar sonra, „yeni Roma" dinî bir devletin merkezi olda ve 395 yılında Roma imparatorluğunun, Arcadius'tan itibaren ikiye ayrılmasından sonra, Konstantinoupolis şarkî hıristiyanlığın merkezi hâline geldi. Bununla beraber, siyâsî ve dinî sebeplerden dolayı, Bizans ve Roma hıristiyan kiliseleri­ nin 867 senesinde, patrik Photiosile papa Ni­ colaus I. ve sonra 1051 senesinde patrik MiKhael Kerularios ile Papa Léo IX. zamanlarında başlayan ayrılış devamlı bir mâhiyet aldı. Y i­ ne 1054 senesinde, iik defa olarak, bir mühür üzerinde oikoumenikos patriarkhes ( „cihan­ şümul patrik“ ) unvânı görülmektedir; bu da, papa ile patriğin birbirini karşılıklı olarak afaroz etmelerinin neticelerinden biri olsa ge­ rektir ( V. Laurent, Le titre de patriarche oecuménique et M ichel Cérulaire, A propos de deux sceaux inédites. Miscellanea G. M er cati III, Studi e Testi, Roma, 1946, 378 —396 ). Orta çağ İslâm dünyasında ve Avrupa 'da olduğu gibi, Bizans ’ta da gerek mektepler, ge­ rek terbiye işleri, her şeyden önce dînî esas­ lar üzerine kurulmuş idi ( Kukules, B B k , 1948, I, tür yer.). Bizan s’ta patriklik akade­ misinde yalnız ilahiyat değil, aynı zamanda, dinî olmayan ilimler de okutulmakta idi ( F. Dvornik, Photius et la réorganisation de l ’Académ ie partiarcale, M élanges P. Peeters, Bruxelles, 1950, 11, 108 —125. Bu yüksek mek­ teplerin dinî ve hümanist cepheleri için bk. Adnan-Adıvar, Bizans 'ta yüksek mektepler, Tarik dergisi, IV, 1954, 1 —54; krş. bir de Fr. Fuchs, Die kökeren Schulen von Konstantino­ p el im MUtelalter, Byzantiniscke A rch iv, Leip­ zig-Berlin, 1926, VIII). Bizans 'ın en karışık ve geniş yapısı to Makron Palation ( „büyük saray“ ) yahut ta H iera Palatia { „mukaddes saraylar" ) dedikleri imparator sarayı olup, bu saray 500.000 m.2 bir sâha İşgâl etmekte idi. Bizans 'ta yaşamış olan Hârün b. Yahya, büyük sarayın etra­ fında „bütün sarayı çevreleyen ve muhiti bîr fersah olan“ bir tek duvar bulunduğunu söy­ lüyor ( bu husûs için bk. A . A . Vasİliev, Hârün ibn Yahya and his description o f Constantinople, Seminarium Kondakovianum, Prag, 1932, V, 149—163 ve G. Ostrogorsky, Zum Reisebericht des H ârün ibn Ja h ja , ayn. esr., s. 2 5 1—257 ). Mahallinde yapılan ve bizans kaynaklarına dayanan tetkiklerin en mühimi, X. asır orta­ larında Konstantinos Porphyrogennitos tarafın­ dan yazılan De Ceremonîîs ( Bonn tab. ; krş. A. Vogt, L e livre des cérémonies, Commentaire, 2 cild, Paris, 1935, 1940 ) 'tir — J. Labarte ( 1861 ), A . G. Paspati ( 1885 ), J. Ebersolt ( 19.10)



“ 55



tarafından mahallinde araştırmalar başlanmış, ilk İlmî hafriyat E . Mamboury ve Th. Wiegand ( 1910 ) tarafından yapılmış ve bunlara Breet, G. Martiny ve R. Stevenson ( 19 3 5 —1938) tarafından devam edilmiştir. Binaların bulunduğu yer, şimâlde Hippodrom, Augusteon ve Senato arasından başlayarak, şarka ve sonra denize kadar cenuba ve Bukoİeon sarayına kadar da garba doğru uzanır. Bugünkü yer isimleri ile söylemek lâzım gelirse, Atmeydanı ’ndan ve Ayasofya 'dan itibaren, Sultan-Ahmed câmiiuin, evlerin ve boş arsaların işgâl ettiği sahadan itibâren şarka doğru Topkapı sarayının türkler tara­ fından yapılmış olan duvarlarına, garba doğ­ ru da Ç atladı-K apı'ya kadar uzamakta ol­ duğu ifâde edilebiiİr. Bu taraçalar, üzerine çok katlı bahçeler, havuzlar küçük avlular ile birbirinden ayrılmış düz sahalarda inşâ edilmiş bîr sûr ve heybetli binâlardan mü­ rekkep idi. Bu bınâların aralarında büyük— küçük kiliseler bulunuyordu. İlk parçası, Constantinus ’un yaptırdığı Khalke sarayı idi. Bu saray Nika isyanında yanmış ve Iustinianus zamanında, yeni bir plana göre, daha geniş olarak, tekrar inşâ ettirilm iştir. Diğer parçalar şunlardır: büyük divan, Konsistoriu ( „on-dokuzlar“ ) mahkeme­ si ; Daphne adı verilen saray ( Augusteus me­ rasim salonunu ihtiva eder ) ; yonca şeklinde­ ki Trikonhos sa ra y ı; Theophilos I. tarafından tamamlattırılan M ysterium; sonra Iustİnius I. ( 565—578 ) tarafından yaptırılan Khrysotriklinos; Hagioi Sergios ve Bakhos ( küçük Ayâs o fy a ) ’u andıran bu yapı 8 köşeli olup, imparator tahtını içine alan büyük bir sa­ lon id i; rivâyete göre, Constantinus zama­ nından kalma ve umûmiyetle imparatorun yabancı devlet elçilerini kabûl ettiği muh­ teşem Magnaura da bu yapının mülhakatı ara­ sında idi ; sonra suvâri tâlimleri ve bilhassa top ve çevgân oyunlarına mahsûs bir meydan olan Tzykanisterion ve yine dahilî bir yapı olarak, imparatorun husûsî at meydanı. Büyük saray, De Ceremonîîs adlı kitaptan anlaşıldı­ ğına göre, doğrudan-doğruya Ayasofya 'ya bağlanıyordu. Büyük saray sâhası dışında, fakat bu mu­ azzam yapının bütünü ile doğrudan-doğruya irtibatta olan ve Marmara kıyısında bulunan Bukoleon sarayı var idi ( Janîn, s. 102, 12 0 ; R. Guiiland, Constantinople byzantine, Le Boucoleon, L a plage du Boucoleon, Byzantinoslavica, Prag, 1949, 16 v. dd.). Bu saray iki kısımdan ibaret id i; denize yakın aşağı kısım Theodosius II. zamanında yaptırılmış olan ve Nikephoros Phokas ( 963 —



J ! 5*



İSTANBUL.



969 ) tarafından yaptırılan ve Anna Komnsna ( A lexias, HI, ı ) 'nın „yüksek saray“ dediği aşağı kısım ( bk. Guilland, Les palais de Boukoléan, Byzantioslavica, 1950, X I ,61 —71 ^ H a ­ rfin îbn Yahya ( ayn. esr., s. 12 1 ) sarayın deniz tarafındaki medhalini şöyle târif ediyor: „Deniz tarafındaki kapıdan, 300 adım uzunluğunda ve 50 adım genişliğinde, kırmızı taşlar ile kaplı avluya girilmektedir. Sağda ve solda, üzerleri halı ile örtülü, yüksekçe sahalar bulunmakta­ d ır; bunların üstünde yaylı ve kalkanlı tür iç­ ler durmaktadırlar. Bu avluyu geçtikten son­ ra, imparatorun makarrıua açılan kapının önünde 300 adım uzunluğunda bir avlu gel­ mektedir ( bk. bir de A . M. Schneider, Byzanz, s. 27 v.d.). Guilland, bu saraylardan birinin Hagioi Sergios ve Bakhos ile Hormisdas sara­ yının ( yahut manastırının ) yanında bulundu­ ğunu, diğerinin de harâbelerinin, umûmiyetle yanlış olarak, „Tustiuianus sarayı“ denilen bu­ günkü Ç atladı-K apı’nın yakınlarında olduğunu söylüyor, Komnenosların X I.—XII. asırlarda oturup, ihtimâm gösterdikleri bu saraylar la­ tín İmparatoru Baudouin 'in makarrı olmuştur. Şehrin içinde veya sayfiye yerlerinde, gerek Bizans imparatorları ile imparatorların âiie efradı ve devletin ileri gelenleri tarafın­ dan, taştan veya mermerden, başka saraylar da yaptırılmıştır. Forum Tauri ( Janin, s. 123 v.d .)’nin cenûb-i şarkîsinde Hagıos Agathonikios yanındaki saray Sophianos limanı ( bugün­ kü Kadırga meydanı yakınlarında, muhtemelen 570 'te lustinus IL zamanında yaptırılmış olan Hagioi ’A ııargyrioi Kosmos ve Damianos sa­ rayı ; Basiliscus sarayı, donanmanın „drongarlos“ 475 yılında aynı civarda yaptırılmış olup, XI. asra doğru izleri kaybolmuştur { Kedrenos, Bonn, II, 343 ) ; asıl yeri kat’î bilinmeyen, fakat büyük Hagioi Apostolioi ( bugünkü Fâtih câmiinin bulunduğu yerde ) kilisesi civarında ol­ ması gereken ve Romanos I. Lekapenos ( 920 — 944 ) tarafından yaptırılan „yeni saray“ ; Deute­ ron bölgesinde, yâni Constantinus sûrları ile Tbeodosius surları arasındaki saray; V. asırda zikri geçen, XII. bölgedeki Eleniane ( t (ov BXsviavwv ) sa ra y ı; imparatoriçe Eirene (780 — 802 ) tarafından, 1079 yılında henüz mevcut olan „Eleutheriou“ ( bugünkü A ksaray ) sem­ tinde yaptırılan s a ra y ; Theophilos I. 'un Blacherna yakınında, Haliç 'te „Karianou" mahallesinde yaptırdığı sa ra y ; makedonyalı Basilios I. tarafından, Saray-Burnu ’nun cenûp kısmında Mangana adı verilen mahallede yaptı­ rılan beş katlı saray. Konstantinos IX. Monomakhos ile İsaak II. Angelos ( 1185 —1195 ) tara­ fından yıktırılmış olan bu sarayın temelleri ola­ rak teşhis olunan bâzı izler durmaktadır (R .



Demangel ve E. Mamboury, L e Quartier des M anganes et la prem ière R égion de Cons­ tantinople, Paris, 1939, 39 v. d d .); Mese üze­ rinde kâin olup, aynı hükümdar tarafından XII. asrın sonlarında hastahâne hâline konulan saray ( N. Khoniates, Bonn, s. 433, 575 ) ; León I. ( 457—474 ) tarafından yaptırılan, fakat çok geçmeden ortadan kalkan Forum Tauri sa­ ra y ı; Theodosius I . ’un ilk zevcesi A elia Flaccilia tarafından yaptırılan ve VI.' asırda lustinianus I. zamanında, muhtemelen daha son­ raları, imparatorluk nişan ve alâmetleri muha­ faza olunan Palatium Flaccilianum ( Prokopios, De bello Pérsico, Bonn, I, 24 ). Bugün Edirne-Kapısı’nın şimalinde, kara du­ varlarının ve hendekelerin bittiği yerde, mer­ mer ve tuğladan, zemin katından ayrı iki katlı bulunan ve „Tekfur sarayı“ denilen bir bizans sarayının harâbeleri hâlâ mevcût bulunmakta­ dır. Bu sarayın tarihi hakkında bir şey bilin­ memektedir. Yalnız muhakkak olan bir şey var ise, o da, bu sarayın, umumiyetle iddia olun­ duğu gibi, X. asra âit Konstantinos Porphyrogennetos sarayı olmadığıdır. Sarayın planı, mimarî husûsiyetleri, süsleme unsurları kadar aynı zamanda Blakhernai semtinin yukarı kena­ rında bulunuşu da, bunun XUI. asırda veya XIV. asır başlarında her hâlde Paleologlartn Islâh ve tâmir faaliyetinden sonraya âit olduğunu gösterm ektedir ( bu hususta bk. van Millingen, Byzantine Constaniinople, tür. yer. ve J . Eber­ solt, ayn, esr. ) Diğer bîr imparator saray küt­ lesi, şehrin şimâl-i garbi köşesinde, Blachernai mahallesinde bulunmakta idi. Marcianus (450 —457) ile zevcesi Pulkheria tarafından, Biachernai ( bu mürekkep ismin İlk kelimesi romanyalı „vlakhos“ kavim ismi olup, ikinci kelimesi ise, henüz izah edilmemiştir) ’da ayazma bulunan yerde yaptırılan kilise ve manastır bölgesinde öteden beri faâl bir dinî hayat göze çarpardı; daha sonraları burada bir çok zengin evleri ve saraylar yaptırıldı ( J. B. Papadopulos, Le P alais et les E g li­ ses des Blachernes, Atina, 1928, tür. yeh ; bir de A. M. Schneider, Die Blachernen, Oriens, 19 51, IV, 82— 120 ve bu kısa tetkik­ lerin neticesi olarak bk. F. Dirimtekin, 14. mmtaha ( Blachernae ), surlar, saraylar ve kiliseler, İstanbul fe tih derneği dergisi, 1953, I, 2, 19 3—222). K ara sûrlarının hemen yakınında, bu sarayın kanatlarından birinde, mahzenleri ile birlikte, siyâsi mücrimlere hapis­ hane vazifesini gören „Anem as kulesi“ var idi ( Anna Komnena, A lexias, XII, 6 ). Manuel Komnenos, hu sarayın aşağı kısmın­ da. Haliç yakınlarında çok süslü bir saray daha yaptırdı ( Niketas Khoniates, Bonn, s.



İSTAN BUL. 269, 720; b e hususta bk. Benjamin , . . de Tudele, göst. ¡/er, i Paris, Bibl. Nat. yazmasındaki minyatürden alınmış şekil için bk. Beylie, atjn. esr., 1, 140 ). Mibaei VII!. Paleologos, 1291 yı­ lında, latin imparatorluğunun sonlarına doğru ihmâl edilmiş olan bu sarayı tâmir ettirdi ( Ni­ kephoros Gregoras, Bonn, II, 57 ve Pakhymeres, Bonn, I, 1 6 1 ; II, 57 ). Blakberna sarayları rûhânî meclislerin toplantılarında da kutlanılı­ yordu ( Janin, 8 . 1 2 5 ) . Bizan s’ın son günle­ rinde, Konstantinos XI. Dragases bu sarayda oturmuş ve Bizans saray erkânının Venedikli ve cenovalı şefler ile yaptığı ( 28—29 mayıs 145 3 ) son toplantı bu sarayın salonlarında cereyan etmiştir. Öyle sanılıyor ki, İstanbul’un türkler tara­ fından fethi sırasında, büyük saray binaları imparatorlar ve saray erkânı tarafından ta­ mamen terkolunmuş bulunuyordu. 29 mayıs 14 5 3 ’ten sonra kalan Bizans yapıları mese­ lesi ile alâkalı kat’î kaynak yoktur. Gâlibâ büyük saray ile civarı, hippodrom, Akropolis ’teki binalar, bilhassa XIII. asırdan itibaren, terkolunmuş ve tabi’i olarak, harabe hâlini al­ mıştır. Bizans payitahtının manzarası XIII.— X V . asırlarda değişmiştir. Zâten bu tarih­ lerde mevcût olan imparator saraylarının hiç birinde oturulmamış ve yeni saraylar yaptırıl­ mıştır. Blakherna sarayı da aynı akıbete uğ­ ramış ve bîr asır içinde harâbe hâline gel­ miştir. . N ü f û s . Roma ’nın aksine olarak, umûmiyetle Bizans nüfûsuna dâir istatistik bilgisi yoktur. Bununla berâber, bâzı mühim malûmat bu büyük şehrin nüfus durumunu kısaca belirtmeğe imkân vermektedir. . V. asra âİt bir N oiitia urbis Constantinopolitanae’ye göre, şehirde o tarihte 322 sokak ( v i d ), 4.388 ev ( do mu s ), 20 umûmî ekmekçi ve 120 husûsî ekmekçi var idi ( nşr. O. Seeck, N oiitia dignitatum, Berlin, 1875, s> Î S3 v'd .; (şehrin nüfusu hakkındaki tahminler için bk. Brehier, M B, III, 82, burada nüfus, esir ve hizmetkârlar hâriç, 109.000 olarak gösteril­ mektedir. VI. asırda, lustinianus devrinde nüfusun çok mübâlegalı bir tahmini için bk. Andreadis ’in Metron istatistik mecmuası, A ti­ na, 1920,3. 78 ). Bu nüfusun büyük bir kısmını imparatorların ekseriya şehirden attırdığı geIip-geçici unsurlar teşkil ediyordu. Zelzele veya yangın gibi, tabi'î âfetler ve sonra da Bizans 'ta sık-sık vâki olan isyanlar, katl-i âmlar ve aynı zamanda imparatorlu­ ğun hudutlarının daralması, kudret ve nufûzunun azalması neticesinde, X . asrın başla­ rında, nüfus hâlâ kalabalık tahmin edilmekte işe de ( Brehier, agn, esr., s. 83 ), XIII. asırda



bu mıkdar azaldı. A u rup n’nın her tarafında ve bilhassa Bizans gibi mütekâsif şehirlerde hüküm süren kara vebâ (1 348 —134 9 ) bu şeh rin nüfusunu biz az daha azalttı. Başka sal­ gınlar 14 16 ’da ve 1447— 1448’de, şehirde bir çok telefâta sebep oldu ( Dukas, Bonn, fasıl 20 ve Phrantzes, Bonn, s, 38 ). Bizans nüfnsunnn büyük kısmı, şehrin türk­ ler tarafından fethine kadar, karışık un­ surlardan mürekkep idi. Y erli trakyahlar ve şehrin imparatorluk merkezi olmasına yar­ dımda bulunan romahlar . bunlar arasında kaybolmuş idi. Muhtelif milletlerden olup, hü­ kümdarlık makamına geçenler, gayet tabi’î olarak, imparatorluğun merkezine yurddaşlannın yerleşmesini teşvik etmekte idiler. Bu şekil­ de Bizans ’a bir çok milletler yerleşmiş oldu. Bunlardan başka şarkî Karadeniz bölgesin­ den, şimâl memleketlerinden ve Balkanlardan, haçlı seferleri doiayısı ile yer değiştirenler ve aynı zamanda imparatorlar tarafından as­ kerî birliklerin takviyesi için çağırılan garplı katolikier, imparatorluk topraklarına ve bilhas­ sa payitahta gelmeğe başladılar. Varangi ( İs ­ kandinavyalIlar ) bu devirde hassa ordusunu teşkil ediyordu, ttalyanlar, fransızlar, alman­ lar ve ingilizler de Komnenoslar tarafından istihdam olunmakta idiler. Şehirde muhtelif devirlerde gelip-yerleşmiş olan türkler de bu­ lunmakta idi. F r a n k k o l o n i l e r i . Venedik IX . asırda Bizans 'tan ayrılm ış ve bir tacirler eümhûriyeti olarak teşekkül etmiş, bandan başka İtalya ’da Am alfi, Pisa, Cenova gibi cumhuriyetler de vücut bulmuş idi. Bu cümhûriyetlerin tebeası, iyi idâre edilen iktisâdı bir yayılma netice-, sinde, Bizans topraklarına yerleşti. XH.—XIII. asırlarda İtalyan tacirlerin sayısı arttı. İm­ paratorlar Bizans ticâretinin faydalandığı bu İtalyan »kolonilerine“ mahdud toprak imti­ yazları, ticarî müsâadeler ve bâzı gümrük muafiyetleri tanıdılar. Bu suretle Haliç kıyı­ sında iskeleler ve kendilerine muayyen sâhalar tabsis edildi. Onlar da bu parçaları üze­ rinde mağazalarını, depolarını, kiliselerini v.b. te’sis ettiler. Bizans ’m Haliç ’e bakan şimâl kenar ma­ hallesinde toplanmış olan bu dört itaiyan im­ tiyaz bölgesi bugün £minönü meydanına açı­ lan köprünün sağında ve solunda uzamakta idi. Bu bölgeye, Prosphorianos ve Neorion li­ manlarının iskeleleri ile küçük Perama burnu dâhil id i; bu bölge kara kısmından, saray duvarlarının bittiği noktadan başlayarak, tepe­ nin cenubuna doğru dik olarak çıkmakta, garba doğru bugünkü İstanbul lisesinin bulun­ duğu yere varmakta id i; buradan Mısır



1158



Is t a n b u l .



çarşısının arkasına iniyor ve bugünkü OdunKapısı 'ada Haiie 'e ulaşıyordu. Bu im ti­ yaz bölgelerinden her biri diğerlerinden mü­ dâfaa duvarları ile ayrılmış id i; bugün bu du­ varlardan eser kalmamıştır. İlk gelenler, A m a 1 f i tacirleri idi. Bunlar 1062 ’den beri bir manastır kurmuş oldukları B izan s’a ticâret maksadı ile gelmekte idiler. Fakat 1088 yılında A lexios Komnenos, Bi­ zans 'ta yerleşmiş bulunan amatfili her tâciri V enedik’teki San Marco kilisesi için senede bir mıkdar para ödemeğe mecbur tut­ tu ; bu suretle bunlar, çok geçmeden, muh­ tariyetlerim kaybettiler. Bilhassa latin impa­ ratorluğu zamanında ( 1 2 0 4 —1261 ) , çok güç anlar yaşadılar ve nihâyet ortadan kalktılar. Dükkân ve mağazaları Neorion ( Eminönü ) li­ manının karşısında bulunmakta idi. - V e n e d i k l i l e r i n imtiyaz bölgesi daha garpta idi, Charlemagne ile Mihael I. Ranghabe arasında akdedilen Aix-la-Chapelle muahede­ sinden sonra, 8 1 2 ’den itibaren, B izan s’a karşı muhtâriyetlerini tanıtmağa başlamış ve son­ radan kendi bölgelerinde „ikinci bir Bizans" kurmağa muvaffak olmuş bulunan Venedikli­ ler, 992 'den itibaren, Basilios II. ’tan Bizans 'ta imtiyaz bölgesi elde etmişlerdir. 1082 senesinde, donanması çok kuvvetli olan V e­ nedik Alexios Komnenos İle siyâsî-iktisâdî bir muâhede imzâlamıştır ki, bu muahede Ve­ nedik ticâretinin Akdeniz ’de ve sonra Kara­ deniz’de gelişmesi için üssler te’ min etm iştir; Amalfİ 'nin gerilemesine mukabil, Venedik imtiyaz sahası 1148 senesinde Manuel Kom­ nenos tarafından genişletildi. Fakat yine bu İmparator, 1 1 7 1 senesinde, imparatorluk ile Venedik arasındaki anlaşmazlık ve Venedik­ lilerin Bizans ’taki ceneviz imtiyaz bölgesine tecâvüzleri ( 1 1 6 9 ) neticesinde, bir çok Vene­ dikliyi hapse attırdı. Bu ise, sayılarının son derece arttığını ve bizanshların, kendi şehir­ lerinde, bu tacirlerin sâhip oldukları muazzam servete göz dikmiş olduklarını göstermektedir. Mayıs 1 1 8 2 ’ de payitaht halkı İtalyanların üze­ rine saldırıp, 6.000 kişiyi öldürerek, latinlere karşı olan kinini yatıştırdı. Sulh iade olununca, kaçmış olan Venedikliler yağma ve tahrip edilen imtiyaz bölgelerine ( latin, fandicum , İtalyan. fondaco ) döndüler. Dördüncü haçlı seferinin Bizans 'a yöneltilmesi her şeyden önce Venedik­ lilerin eseri oldu ( aş. bk.). 1204 ’ten sonra, Venedikliler Bizans ’ta hâkim vaziyete geçti­ ler ; umûmî karargâhlarını o devirde Pantok­ rator kilise ve manastırı yakınına naklettiler, Burada Loggia kilisesi ile Venedik sarayı bu­ lunmakta idi ( A . Belin, Histoire de la latinité de Constantinople, Paris, 1894, s. 23 ).



Bizans ’a hâkim olduktan sonra, Mihael VIII. Paleologos bir müddet Venediklilere yapı­ lacak muamele hususunda tereddüt etti ; 1277 senesinde onlara Haliç kenarındaki eski İmtiyaz bölgelerini ( 1285 'te te’kit olun­ muştur ) geri verdi. Bu bölge, garpta Drongarios kapısı ile şarkta Perama arasında uzan­ makta ve Odun kapısı ile Balık-Pazan arasına kadar varmakta idi(H . F. Brown, The Venetians and the Venetian quartier in Constantinople to the close o f the twelfth century, The Jo u r­ nal H ellenic Studies, London, *929, X L , 68, 88 ). Venediklilerin burada bir çok kilise ve anbarlar ve şehrin türkler tarafından fethine kadar balio ( balyos, b. bk.) Tanrı oturduğu saray bulunuyordu ( T. Bertele, II Palazzo degli ambasciatori di Venezia a Constantinopoli, Bologna, 1932, 1 v.d.). XII. asrın son­ larından itibaren, Venedik ile Cenova ara­ sındaki rekabet Venedik ile Osmanlı dev­ leti arasında münâsebet kurulmasına sebep olmuştur. Osmanlılar ile iki İtalyan cümhûriyeti arasındaki ilk temas fırsatı, bir taraf­ tan Venedik, Aragon ve Bizans, diğer taraf­ tan Cenova arasında çıkan bir harp dolayısı ile olmuştur (bk. Heyd, H C L , Leipzig, 1936, II, 258), 13 5 1 ve 1352 yıllarında V e­ nedik amirali, Orhan Gâzî ’nin hâkim bulun­ duğu Anadolu sahillerinde uzun zaman, durak­ lamak zorunda kaldı, fakat hükümdarı ziya­ ret etmedi ; bu, Orhan G âzî ’yi reneîde etti ve onu Cenevizlilerin tarafını tutmağa şevketti ( Kantakuzenos, Bonn, III, 228 ) ; Cenevizliler ile dostluk türklerin an’ anevî siyâseti hâli­ ni aldı. Venedikliler B izan s’ta XIV. asırda vaziyetlerini kuvvetlendirdiler ve servetlerini son derece arttırdılar ( Charles Diehl, La colonie Vénitienne à Costantinople à la fin du X I V » siècle, Etudes byzantines, Paris, 1905, s. 241 — 274 )■ P i s a 1 1 1 a r XI. asrın sonlarında Bizans 'ta imtiyazlı bir bölge elde ettiler. 1122 senesinde Alexios Komnenos Haliç 'teki bölge üzerinde imtiyaz haklarını te’ kit etti ; bu bölgede bi» zanslılara âit San Nicola kilisesi bulunmakta idi. Verilen imtiyaz, bir iskele, bir husûsî mağaza, daha doğrusu m allan için bir pazar, Ayasofya ’da bir şeref mevkii, merâsim ve şenlikler için Hippodrom ’da husûsî bir yerden ibaret idi ( diğer İtalyan imtiyaz böl­ geleri için de aynı sayılan 1 1 1 2 tarihli fer­ manın latincesi için bk. Buchon, Recherches sur la Principauté française de la Morèe, Paris, 1845, I’ 8 )■ Pisahlar mahallesi, amalfililerin şarkından bugünkü Bahçe-Kapı ile Neorion limanına, yâni gümrük ambarla­ rının bulunduğu yere, kadar uzanmakta idi.



İSTAN BU L.



>»S9



Bunların şarkında cenovalılar yer aldılar. İki korsan Gafforio 'nün Ege adalarında hücûmuna İtalyan cümhûriyeti arasındaki rekabet Bizans uğradılar ( 1195 ). ’ta da devâm etti. 1162 senesinde bizanshlar, Venediklilerin 12 0 4 ’te B izan s’ta kuvvet Ceneviz bölgesine hiicûm ile, embolo ( „pazar kazanmaları haçlıların dışında kalmış olan yeri“ ) ’yu yağma ettiler ( bk, E. Fadueei, cenovalıları şehri terketmek zorunda bıraktı. Storia d i ire celebri popoli d e ll’Italia, Ve- Bununla berâber, X251 ’de tekrar şehre kabûl neziani, Genovesi e Pisani, Pisa, 18 17, s. 26 ). olundular ( A . Canale, N aova historia della Manuel Kemnenos cenovalıların tarafını tuttu república di Genova, Firenze, 1860, s, 365 ), ve pisalıiarı kovdu; fakat sonradan onları, Fakat Cenova 13 mart 12 6 1 tarihinde, Mieski imtiyazları ile birlikte, tekrar kabfil e tt i; hael Paleólogos ile Venediklilere ve latin im­ zira imparatorluk, sonradan cenovalılar ve paratora Baudouin ’e karşı, Nympheon muahe­ Venedikliler ite bozuşmuş idi. Bizanslıların desini imzaladı. Bu muahede ile Venedik im­ latinlere karşı yaptıkları katl-i âm ( 1 1 8 2 ) tiyazları cenovalılara geçmekte idi ( metin sırasında pisalılar da, diğer italyanlar gibi, için bk. T. Belgrano, Documenti rigaardanti Bizans’tan kaçmışlardı. 1192 tarihinde, Isaak la colonia genovese d i P era, Atti della societâ Angelos imtiyazlarını yenileyince, tekrar Ligu re d i Storia Patria, Cenova, 1877, XIII, Bizans’a döndüler. 1203’ te haçlılar geldiği 36 ve Fr. Döiger, Regesten der Kaiserurkunden zaman, Venediklilerin düşmanı olan pisalılar, des oströmischen Reiches, Münchén, 1924, II; şehrin müdâfaası için, bizanshlar ile birleş­ 1887 ve 1890). Şehre girince ( 1261 ), Venedik­ tiler; fakat halkın yabancı düşmanlığı netice­ lilerin balyos sarayını yıktırarak, taşlarını Ve­ si mahalleleri yağma edilip, ateşe verilen nedik’e gönderdiler; imparator Onları Marma­ pisalılar haçlıların tarafına geçtiler, 1204 ’te, ra- Ereğlisi ’ne sürdü; fakat bir müddet sonra, papanın murahhası kardinal Pietro di Capua onların şehir içinde değil, Haliç ’in şimâl ke­ uğradıkları zarar ve hasarı tazmin etti. Fakat narında, Galata [ b. bk.] ’da yerleşmelerine pisalılar XIII. ve XIV. asırlarda gerilediler; müsâade etti ( 1267 ). zira İtalya 'daki vatanları kudretli komşuları Bu yeni imtiyaz bölgesi hızla gelişti Floransa ’nın baskısı altında zaafa uğramakta ( R. Lopez, Storia della colonie genovesi nel id i; 1439 senesinde, Floransa P is a ’ nın Bi­ Mediterráneo, Bologna, 1935, tür. yer.) ve zans ’taki imtiyazlarını kendisine mâl etmeğe Galata, Bizans ’in karşısında, hakikî bir Ceno­ çaltştı ise de, dikkate değer bir rol oynaya­ va şehri hâlini aldı. Diğer taraftan cenovahmadı ( Janin, s. 240 ). ların Venedik ile olan rekabeti, XIV. asırda Bizans 'a italyanlardan son olarak gelenler Bizans imparatorluğunun aleyhine büyümekte c e n o v a l ı l a r d ı r . Bunlar, bilhassa XIII. as­ olan Osmanlı devleti ile ittifak ederek, devam rın sonlarında, mühim bir rol oynamışlardır. etti. Venediklilerin cenovalılara ve aynı za­ Sicilya normaniarımn, ikinci haçlıların ve Kon­ manda Bizans ’a karşı açtığı „G alata savaşı“ ya Selçuklularının tazyiki altında, Manuel Kom- ( 1348 ) neticesinde, Bizans gemileri batırılıp, nenos garpta yeni bir destek aradı ve Cenova surlar dışındaki evleri ateşe verilerek, bir müd­ cümhûriyeti ile 12 teşrin L »155 ’te bir det Bizan s'ta kıtlık hüküm sürdükten sonra, ittifak akdederek, cenovalılara İstanbul ’da, İoannes VI. Kantakuzenos 13 5 : senesinde de pisahların sâhip oldukları imtiyazların aynı­ Venedik ile ittifak etti. Venedik İspanya ’da nı bahşetti. O tarihe kadar, evlerini Bizans Aragón kiralına baş-vurdu ve bunun netice­ sûrları dışında, muhtemelen bugünkü Zey- sinde Bizans ’ta imparatora yardım eden, fakat tin-Burnu ’nda, yapmak zorunda kalmış olan oe- aynı zamanda kendi hesaplarına hareket eden novalılar (Belin, ayn. esr., s. 3 1, not) pisa- ve döndükleri zaman imparatorluğu daha da Iıiarın bölgesinin şarkında kendilerine veri­ zayıf bir hâlde bırakan Katalanlar gibi, başka len bölgeye yerleştiler. Bu bölge bugünkü sergüzeştçiler meydana çıktı. Ankara caddesi ile Gülhâne parkı arasında Bu tarihlerde İtalya, Galata ve Anadolu uzanmakta ve Sirkeci istasyonunun bulunduğu sahillerindeki cenovalılar Osmanlılar ile olan yere kadar giren Prosphorianos limanını ih­ dostluk münâsebetlerini sıkılaştırdıiar. Vene­ tiva etmekte idi. Cenovalılar Kalamanos adlı diklilerin Orhan Gâzt ’ye karşı takındıkla­ metruk manastırı satın ald ılar; Orada kon­ rı tavra mukabil, cenovalı amiral onu ziya­ solos sarayı, bir kilise, loggia ’1ar, hamam ret etti. Cenova Orhan ile bir anlaşma akdetti ve sarnıçlar yaptırdılar. 1162 senesinde bi~ ( metin için bk. A tti della Societâ Ligure di zanslılar tarafından kovulan cenovalılar 1169 Sto ria Patria, Cenova, 1886, XX V III, 710 — 'da tekrar geri döndüler ise de, 118 2 katl-i 713, bk. bir de Heyd, H C L , II2, 258 ve iorga, âmı sırasında tekrar Bizan s’1 terkettiler. Daha G O R , 1, 192 ). Bu anlaşma gereğince, türkler sonra şehre döndükleri sırada vatandaşları cenovatılarm hizmetine 1.000 okçu tahsis et-



J i 6o



İSTANBUL



inişlerdir. Bu aynı zamanda, Osmanlı 3ar ile garp hıristiyan devletleri arasında imzalanan ilk muahede idi. Cenovalılar ile olan münâse­ betler Bizans’ın türkler tarafından fethine kadar aynı kaldı. G a lata’ya Yıldırım Bayezid 'in ilk defa olarak 139 1 senesinde, İstanbul’u muhasarası sırasında, sûrlardan Haliç 'in yukarı taraflarına kadar, 6.000 türk askeri yerleşti­ rildi ( H. A . Gibbons, The Foundation o f the Ottoman Em pire, Oxford, 19x6, s. 198 ). Cenovahlarin Bizans 'a karşı son taarruzu 1433 ’to oldu; Ioaanes VIII. Paleologos Cenova gemilerini püskürterek, Galata ’yı muhasara etti i 1453 senesinde galatalılar, hayli şüp­ heli bir bitaraflık sayesinde, mevcudiyetlerini muhafaza edebildiler. M ûsevîler. Yahudiier hıristiyanlığm amansız muârızları sayılmakla beraber, durum­ ları Roma imparatorluğunda kanûnî bir niza­ ma bağlanmış idi. Fakat IV, asırdan itibaren, imparatorluğun hıristiyanlığı resmen kabûl et­ mesinden sonra, vaziyetleri kötüleşti. Bizans imparatorları bâzan zulüm yapmakta, bâzan müsâmaha göstermekte idiler. Bununla bera­ ber yahudi tacir kolonileri Bizans’ ta da te­ şekkül etmeğe başladı. Fakat 641 senesin­ de yahudiier Bizans 'ta patrik Pyrrkhos 'a karşı baş-gösteren isyana katıldılar ( Theodoros Lector, Historia Ecclesiasiica, Migne, P G , CLXV , 296). Neticede yahudilerin durumu, bir çok ictimâî kayıtlar ve mâlî mecburiyetler ite, kararsız bir hâl aldı ( A. S harf, Byzantine Je w e ry in the seventh century, B Z , 1955, X L V I 1I, 103 —1 1 5 ) . Leon III. (7x7 —741 ) B i­ zans 'ta yahudilerin artan nufûzu karşısında, zulümlere başladı. Romanos Lekapenos ( 920— 944 ) onları şehirden kovdu ve Ege denizi ada­ larına yerleştirdi. Daha sonraları yahudiier geri döndüler ve Beyoğlu cihetinde iskân edildiler. Ispanya’dan gelen yahudi seyyahı T u d ela’lı Benjamin 1172 senesinde, B izan s'ta onların va­ ziyetlerini anlatırken, sayılarının 2.500 oldu­ ğunu, içlerinde ipek işçiliği ve ticâret ile rneşgûl olan çok zengin kimseler bulunduğunu, onların Haliç 'in bir, tarafında oturduklarını ve şehir ahâlisi ile ancak deniz yolundan temas ettiklerini söylüyor. Dördüncü haçlılar seferi de Bizans yahudileri için ağır bîr darbe oldu. 1203 senesinde, Flandre kontu Baudouin 'in askerleri „Galata kulesini" zaptettiler ( Villehardouin, nşr. WailIy, 88 ) ; bu kule, tepenin üzerindeki bu gün­ kü Galata kulesi olmayıp, aşağıda deniz ke­ narında yapılmış olan bir kule id i; buradan etraf tarassut edilmekte ve icâbında, düşman gemilerinin Haliç 'e girmesine mâni olan zin­ cir gerilmekte idi. Bizaaslılar tarafından ya­



pılmış olan bu kule bugünkü Yeraltı câmiinin bulunduğu yerde idi ( bk. Janin, 420 ve hari­ ta ). Haçlıların bir kısmı, Estanor adı verilen ve çok iyi ve güzel bir semt teşkil eden yahu­ di mahallesinde ve kulenin önünde yerleştiler Fakat Bizan s’ın latin imparatorları, sonra­ dan, içlerinde Venedik'ten gelenlerin de bu­ lunduğu yahudilerin H alic’i aşarak, asıl şeh­ re girmelerine ve Venedikliler mahallesi ci­ varında yerleşmelerine müsâade e tti; bu ma­ hallede, daha sonraları bîr kapıya Yahudi ka­ pısı ( Buondelmonte ’de Porta Judaea ) adı ve­ rilmiştir. X IV. aşırın başlarında Bizans 'takı yahudilerin çoğu, TudelaTı Benjamin zamanın­ da olduğu gibi, kürkçü ve debbâğ idiler. Di­ ğer taraftan B izan s’ta imâl ettikleri veya sattıkları başka mallar üzerinde de ticâret yapmakta idiler. Venedik asıllı yahudiier 1319 'da Andronikos II. tarafından kovuldular ise de, sonradan tekrar kabûl edildiler. Yahudiier 1453 ’ te Haliç 'in her iki sahilinde yaşamakta idiler. Bunlar türkler ile bizanslılar arasındaki mücâdeleye katılmamışlardır. B i z a n s ' t a t ü r k l e r . Muhtelif türk ka­ vi mİ eri IV. asırdan itibaren, önce Hazer deni­ zi ile Karadeniz 'in şimâl kısımlarından, sonra XI. asırdan itibâren de, İran ’dan ve impara­ torluğun şark taraflarından gelerek, Bizans ile temasa geçtiler. Muhakkak ki, milâddan önce bu şehirdeki esirler arasında sayılan Skythai ( 2 x 6 û a ı) için­ de türk unsurları da bulunmakta id i; fakat bu hususta kat’î hiç bîr şey bilinmemektedir. Helenistik âlemindeki iç savaşlar daha son­ raları Roma fütûhâtı sırasında grek veya Roma orduları tarafından muhasara edilmiş olan şehrin ilk muhâsarası 400 yılında, yâni büyük kara sûrlarının inşâsından önce, Gainas kumandasındaki eermen GotEan tarafından vâkî olmuş ve neticede bir anlaşmaya varılmış idi. Ordusunun başında olarak şehre giren Gainas hücûma uğradı ve öldürüldü ( J. B, Bury, H istory o f tke Later Roman Em pire Cambridge, 19 31, I, 1 3 4 ) ve bunun neticesin­ de Gotlar dağılarak, geri çekildiler. Bizans 'a taarruz eden ilk t ü r k 1 e r ( yâni bunlar, aş. bk.) akmîarı sırasında Balkan yarım­ adası içlerinden Konstantinoupolis kapılarına geldiler ise de, şehre girmeğe muvaffak olamadı­ lar ( Hun seferi için aş. bk.). VI. asrın ilk yarı­ sında, Antae ( = Alanlar ) ile slavlar ve Hunlar şarkî Roma imparatorluğuna yardımcı asker te’min etmekte idiler ( Bury, II, 296,), 527 se­ nesinde İustinianus 'un saltanatının ilk yılı daha o zaman bulgarlar adı verilen ve Kırım Bosporos 'u ( bugün Kerç bo ğazı) kıyılarında yerleş­ miş olan hun kıralı Ogurda imparator ile itti­



İSTAN BU L.



116 1



fak etti. Ogurda, Bizan s’a gelerek, Hıristiyan H eraklios'un tahta çıktığı sene (:6 ıo ), ilk oldu ve Bosporos 'a dönünce, bütün ahâliyi hı­ defa olarak, Bizans sûrları şarktan, Anadolu ristiyan yapmak istedi. Bulgarlar, yâni daha 'dan gelen düşman ordularının tehdidine mâsonraki türk-huniar, 540 yılındaki akışlarda pâ- rûz kaldı ve İran askerleri Khalkedon ’a ka­ yitaht üzerine doğra indiler ve etrafa dehşet dar üeriledi; fakat bir az sonra geri çekilerek, saldılar. İustiniamıs, E fes ’ü îohannes ( H istoria 615 senesinde tekrar taarruza geçip, bu şehri Ecclesiastica, R O C , 1897, II, 485 ) ’e göre, bü­ zaptetti. Heraklios Sâsâniler ite sulh yapmağa yük saraya kapandı. Eski han imparatorluğunu mecbûr oldu ( Chronicon Paschale, Migne, PG , teşkil eden diğer iki unsur, yânı Tukurgurlar XCII, 992 v.d .); iranhlar da geri çekildiler. Bu devirde Sâsânîier ite orta Tuna havza­ ( ,,tokuz-guz“ , bk. Baiint Homan, M agyar Torténet, Budapest, 1935, I, 45, 6 33; bir de „kurt- sına yerleşmiş olan türklerin müşterek hare­ urgur“ iştikakı için bk. Moravcsik, B T , 1!, 152 ketleri neticesinde, Bizans sukut edecek dere­ ve Uturgur, „otuzguz“ , Moravcsik, B T , II, 205 ) ceye geldi ( bk. A var muhasarası ). Bu türkler, arasındaki düşmanlık B izan s’a kadar yayıldı. slav kabileleri ile birleşen ve bir asırdan heri Evvelkilerin hükümdarı Sandihq (M orav­ Balkan yarım-adasımn şimâl kısmında yerleş­ csik, B T, II, 227 ) Uturgurların Trakya ’da miş olan A varlar idi ( A var seferleri için yerleşmelerine verilen müsâadeye itiraz etmek aş. bk.). Aynı devirde, bilhassa 619 yılında, bulgar için lustinianus 'a elçiler gönderdi. İmparator onları hediyeler ile yatıştırmağa çalıştı. Meş­ hakanı Kubrat 'm amcası olan ve Hunlarm, hur Bizans kumandanı Belisarins daha son­ d olay ısı ile Uturgur-Utigurlarm reisi sayılan raları müdafaasız olan uzun sûru 7,000 sü­ Organas, kalabalık maiyeti, kumandanları ve vari ile kuşatan Tukurgur reislerinden ,,Za- âile efradı ile, Bizans’a gelerek, T u n a’nın cebergan“ ( bk. A gathias, nşr. Dindorf, H istorici nûbunda yerleşmiş olan türk bulgarlar da Bi­ Graeci Minores, Lipsiae, 1871, II, 366, 389; bk. zans ’a yarı dost, yarı düşman olarak geldiler, Moravcsik, B T , II, 1 1 9 ) ile mücâdele etmeğe Sâbık imparator Instinîanus II. ’un tekrar tahta mecbur oldu. Bu sonuncu, Bizans sûrları altın­ geçmesi husûsundaki teşebbüslerinde muvaffak da karargâh kurdu ve sûrları ele geçirdi ; fakat oldular ( 705 ). lustinianus II. Kırım ’dan gelmiş bunlar sonunda dağıtıldı ( Bury, II, 305 v. d.). ve bu maksat ile, bulgar hanı Terbel ile bir VI. asrın ikinci yarısında, Bizans imparator­ittifak imzalamış ve hana, imparatordan bir luğu ile G o k-t ü r k imparatorluğu arasındaki derece sonra gelen „caesar“ unvanını vermiş münâsebetler neticesinde, ilk türkler payitahta ve aynı zamanda onu kızı ile evlendirmiş idi. gelip, burada yerleştiler. Böylece 579 yılında, Terbel, Bizans ’i işgâl etmek için, bulgar Tiberius tarafından, Eskil Kağan ( Theophanis, muharip ve slav yedek kuvvetleri ile birlik­ Bonn, s. 263; Çin kaynaklarında Sse-kin, bk. te imparatora refakat etti. Bizans sûrlan E. Chavannes, Documents sur les Tou-kiue Önüne gelince, lustinianus II. bir haberci vâ­ ( Turcs ) occidentaux, Sborn ik tradov Orhons- sıtası ile şehrin teslimini istedi ise de ( Theokoy ekspeditsii, Petersburg, 1903, VI, 231 ) gön­ phanes, Bonn, s. 486), yeni imparator Tiberius II. derdiği ve başında Valentinus 'un bulunduğu Apsimar, bunu reddetti ve şehri müdâfaa için sefaret hey’ etinde Bizans 'ta oturan türklerden hazırlıklara başladı. Muhâsara kuvvetleri, daha 106 kişi de bulunuyordu. A şağı Volga havza­ ziyâde, Blakhernai mahallesi önünde toplanmış sındaki Türk-Şad Kağan 'a gönderilen sefa­ idi(Theophanes, ayn. esr.; Nikephoros,H istoria, ret heyetinde de türkler var idi ( Moravcsik, s. 42 ). Üç gün sonra, lustinianus II. şehre bir B T , II, 276). Bu devirde Bizan s’ta büyük mıkdar asker ile, su yollarından girdi. Rhinotsayıda garplı türklerin, bilhassa muhtelif metos ( „kesik burun“ ) lekabı verilen impara­ Bizans sefaret hey’etlerine iştirâk ederek torun şehirde görünmesi dehşet uyandırdı ve gelmiş bulunanların yaşadığı şüphesizdir ( bk. Tiberius II, idâm edildi. Daha sonra, bulgar bir de K. Kadiec, The E m pire and its nor­ hanı Terbel de, askerleri ile birlikte, şehre girdi. Terbel 'in şehirde bıraktığı kuvvetler 703 thern Neigkbours, Cam bridge M édiéval H is­ tory, Cambridge, 1923, IV, 188 ). lustinus IL ve 7 11 senelerinde donanma ile K ırım ’ dan zamanında 568 senesi sefâret hey’etindeki, gelen Philippikos ( V a rd a n )'a karşı imparato­ Bamın Kağan 'ın elçileri türkçe „mektuplar“ ru müdâfaa ettiler. 803 temmuzunda, Anadolu getirm işlerdir; bu da B izan s’ta, hiç değil ise, 'nun beş askerî bölgesinin kumandanı, „türk“ imparatorluğun divanında bunları okuyup, ter­ lekabı ile tanınan Vardan, imparatora karşı cüme edebilecek kimseler bulunduğunu göste­ ayaklandı ve tahtı ele geçirmek maksadı ile, rir ( bk, bu hususta V. Thomson, Inscriptions Khrysopolis 'e kadar ileriledi ise de, zabitleri de VOrkhon déchiffrée M S F O, Helsingfors, tarafından Nikephoros 'a teslim edilerek, idâm olundu. 813 yazı esnasında Balkan bulgarlan1896, V , 52 ).



né*



İSTA N BU L.



nın ham, bu!garlara kaçan ve hıristiyan olan bir arap mühendisinin muhasara ve ateş san'atı sa­ hasındaki vukufu sayesinde, Mesembria ( Misivri ) kalesini zaptettikten sonra, Bizans kaptlanna geldi { Theophanes, Bonn, I, 776 ; Bulgar seferleri için aş. bk.). Kurum H an’ ın 814 yılında ölümünü müteakip, Mihael II. ’in silâh arkadaşı „slav“ Thomas, hükümda­ rına karşı baş kaldırarak ( J . B. Bury, The identity o f Thomas the slavonian, B Z , 1892, I, 55 v.d.), mütecanis olmayan bir ordu ile, B izan s’ı 821 kânun 1. ve 822 ilk baharında, iki defa muhasara etti. Bu ikinci muhasara tehdit edici bir mâhiyet aldı. Thomas Tn do­ nanması, H aliç’teki zincire rağmen, Barbyzes deresine kadar girerek, oTada kara kuvvetleri ile btrleşip, 80.000 kişilik bir ordu topladı; başka birlikler boğazını yukarı kısımlarında ( Anadolu kavağının şimali, bk. Janin, s. 442 ), Hieron burnunu işgâl ettiler. Şehre karşı yapı­ lan devamlı hücumlar püskürtülüyordu. Bizans­ lılar ile askeri ittifak akdeden Omurtag Han Tn müdâhalesi neticesinde, Thomas yakalanarak, idâm olundu. İmparatorluk kendine daha yeni gelmiş idi ki, B izan s’ a karşı önceleri İskandinavyalI olup, daha sonra slavlaşmış bulunan ruslar tara­ fından taarruzlar başladı. 860 yılında 200 ge­ miye yüklenmiş kuvvetli bir rus ordusu Boğaziçi ’ne geldi ; bîr çok manastır ve sarayı yağma edip, ateşe verdi. Araplara karşı sefere çıkmış bulunan Mihael III. âlel’acele geri döndü ve müdâfaa tertibatı aldı. Aynı yılın 18 ha­ ziranında ruslar şehre hücuma başladılar ise de, rum ateşi ( bu hususta bk. M. Mercier, L e feu grégeois, Paris, 1952, s. 3 1 v.d.) şâyesinde geri püskürtüldüler ; gemilerin çoğu bir fırtınadan battı ( Symeon Logothetis, Bonn, s. 5 8 ) ; rus kuvvetleri geri çekildi. Bu Bizans Tn o zamana kadar hemen-hemen hiç tanımadığı bir kavim ile ilk temâsı idi. 907 senesinde, prens Oieg ( Skandinavya di­ linde Helgu ) idaresinde bir başka rus hücûtnu i akikî bir muhâsaraya inkılâp ede­ medi; 2Îra iki taraf iktisâdı bir anlaşmaya vardılar ( A. A . Vasiliev, The second R ussian A ita ck on Constantinople, Dumbarton Oaks Papers, nr. 6, Cambridge, Mass., 195 r, s. 16 1 ; bk. bir de R. J . H. Jenkins, The supposed Rassian A tiack on Constantinople in 907 : E vidence o f the Pseudo-Sym eon, Spéculum, 1949, XXIV, 403 v.d.). Ruslar tek­ rar şehire yaklaştıkları zaman, bizanslılar Ha­ liç ’i zincir ile kapadılar. „Feylesof“ Léon VI. ile müzâkere etmek üzere, şehre bir . çok Vareg ’in girmesine müsâade olundu. Varılan anlaşma sonradan 9 11 senesinde te’kit olunmuş­



tur. İmparatorluğun Balkanlardaki komşuları­ nın, payitahta karşıicrâ ettiği yeni tehd.tdaha büyük ölçüde oldu; bu gençliğinde Bizans sarayında okumuş slavlaşm ış ve hıristi yanlığı kabûl etmiş olan ve bulgarları temsil eden çar Symeon tarafından yapılan devamlı bir tazyik idi. Symeon daha 896 yılında, ânî bir hücûm ile, Bizans şehrini dehşet içinde bırakmış idi ( Tarife al-umam va 'l-m ulük, Kahire, X I, 349; krş, Abicht, D er A n g r iff der Bulgaren a u f Kanstantinopel im Ja h re 896, A rchiv fa r slavische Philologie, 1895, XVIÍ, 47 v.d). Ağustos 913 'te, Symeon şehrin sûrları önün­ de tekrar göründü ve bu sefer iki taraf uyuştu. Ç ar Symeon 'un kızlarından bîri genç imparator Konstantinos VII. Porphyrogennetos ile evlendirildi ve Symeon imparatorluk ta­ cı giydi. Fakat bulgar çarının bütün emeli, tek başına idare etmek istediği şehri ele ge­ çirmek idi 920 senesinde, saltanat nâibi Roma­ nos Lekapenos ’un iktidârı kendisine vermesini istiyordu; patrik Nikolaos bir çok defalar, ruslar, peçenekler, alanlar ve garp türkleri (macarlar ) ile ittifak akdetmek tehdidi ile Symeon ’ u yıldırıyordu (patriğin mektupları için bk. P G , CXI, 45 ve bu hâdiseler için bk. S. Runeiman, The Em peror Romanus Lecapenus and his reign, A S ta d y o f tenth century B yzan­ tium, Cambridge, 1929, tür. yer.). Tasavvurlarını gerçekleştirmek maksadı ile, 921 yılında ilk teşebbüse giriştikten sonra, Symeon 922 yılı yaz aylarında Pege sûrları önündeki impara­ torluk sarayını yağma edip, geri döndü. Aynı senenin son baharında daha büyük bir ordu ile tekrar geldi ise de, şehrin surları önünde Romanos ’un kumandasındaki Bizans kuvvetleri tarafından mağlûp edildi. 924 son baharında şehrin sûrları önüne tekrar geldi ve imparator onun ile bir mütâreke imzalamak zorunda kaldı ( Runciman, s. 246 v.d,). Fakat rahat durmayan ruslar, Romanos Le­ kapenos’un kuvvetlerini yeniden teşkilâtlandır­ mağa başladığı bir sırada, B izan s’a karşı ânı hücuma geçtiler. Oleg ’in yeğeni prens İgor ’un kumandasında 1.000 kayık ile ( Liudprand, Antapodosis, Monumento Germaniae Histó­ rica, Scriptores, nşr. Pertz, Hannover, III, 3 3 i ; Theophanes zeyli, Migne, P G , CIX, 440 ’ ta 10000 k ayık), boğazın Anadolu kıyısını takıp etti ve 1 1 temmuz 941 ’de şehrin Önün­ de göründü. „Protovestiarios“ ( imparatorun esvapçı-başısı; aynı zamanda oiduya da ku­ manda ederdi ) Theophanes limanda bulunan 15 gemi ile bunların karşısına çıkıp, rus kayıkla­ rının çoğunu tahrip etti. Bu vareg donanma­ sının geri kalan kısmi Nikomedia ( İzmit ) ’ya yöneldi; ruslar orada bölgeyi tahrip ederek,



İs t a n b u l .



1163



ahâliy1 katlettiler ise de, sonra loannes KurDaha sonraları, 9 12 —913 senelerinde Bizans kuas kumandasındaki A sya ordusu tarafından ’ta esir olarak yaşamış bulunan HSrün b. Yahya imhâ edildiler. îgor 944 senesinde, rus, slav ( İbn Rusta, nşr. de Goeje, B G A , VII ) şehir ve peçeneklerden müteşekkil, daha büyük bir hakkında kıymetli bilgiler vermektedir. kuvvet hazıriadı. Kendisi ile müzâkerelere giri­ Bizans ordularının o devirde ekseriyet ile şildi, İgor Kiev 'e çekildi. Aynı devirde, uğur yabancılardan müteşekkil olduğu malûmdur. ve türk menşe’li macarlar da 934 senesinde, İmparatorlar payitahtın müdâfaasını slav, vareg, Edirne ’yi tahrip ve yağma ettikten sonra, türk kavimlerinden teşekkül eden zümrelere Bizans üzerine yürüdüler; şehrin önüne gele­ emânet ediyorlardı. Nikephoros Phokas ’ın G i­ rek, 40 gün kadar konakladılar; ellerine rit ’te araplar ile savaşan ordusunda ruslar ve düşen kadın ve çocnkları ipekli kumaştan ma­ „fergânîler" var idi. Bunlar Ma’mün 'un ordu­ mul elbiseler ile mübadele ettiler; erkekleri de sunda da askerlik etmiş Fergana türkleri idiler. kılıçtan geçirdiler. Mas'üdi ( M arüc al-zahab, Bizans imparatorluğunun Hazar türkleri ile Paris, 1863, II, 64; bu sefere âit bizans kay­ sıkı münâsebette bulunduğu, bir Hazar prense­ nakları için bk. Marquart, Streifzüge, s. 64, sinin Tiberîos II. Apsimar 'a yanında Hazar Mas'üdi ’niu metninin tahlili ile bk. bir de askerî birlikleri de getirdiği, Konstantİnos V. V. Minorsky, H udiid al-â lam ( t e ’lif yılı 373 Kopronymos ’un Çiçek adlı bir Hazar prensesi = 982, G M S , N. S-, London, 1937, XI, 459, ile evlendiği ve bu vesile ile İstanbul 'a gelen 468 v.d.). 938 ve 943 'te macar yağmacıları, Hazar muhafız birliklerinin şehre yerleştiği düzenli bir muhasaraya girişmeksizin, tekrar biliniyor. Bizans topraklarına girdiler. 948 senesinde, Peçenek türklerine gelince, hunlar şehir ci- . prens Fajsz 'ın iki elçisi Bizans 'a gelerek, on varına kadar gelmişler ise de, şehri kuşatasenelik bir sulh anlaşması akdetti. Macar­ mamışlar, fakat Bizans 'ın askeri birlikleri lar bandan sonra B izan s'a hücûm etmediler. arasında ehemmiyetli bir yer almışlardır İlk macar kıralı olan Szent Istvan ( 1000 — { Peçenek seferleri için aş. bk.). X. asrın or­ 10 38 ) Bizans ’ın içinde muhteşem bir kilise talarında diğer türk unsurlarının da mevcudi­ yaptırd ı; bundan anlaşıldığına göre, X I. asrın yetine şâhid olduğumuz bu şehirde, Peçebaşlarında küçük bir macar kolonisi Haliç nekler büyük sarayın en mühim kapısında mu­ kıyılarında yerleşmiş idi. XII. asırda, Tudelalı hafız olarak kullanılmakta idiler. Angusteon Bİnjamin ( ayn. esr,, I, 45 ) Bizans 'ta macar meydanından muhteşem imparator saraylarına tüccarlarının mevcudiyetinden bahsetmektedir. girecek olanlar Tolmaç türklerinden mürekkep Bizans ile münferit kabileler veya kabile muhafız kıtalarının önünden geçmekte idiler. toplulukları hâlinde, mütemadiyen garba doğru Konstantİnos Porphyrogennetos 'un Peçenekler ilerilemekte olan türk ırkına mensup kütleler bölgesi ve kabileleri hakkında izahat ihtiva arasındaki bir çok asırlık münâsebetlerin ne­ eden eserinde adı geçen bu Tolmaçlar Pe­ ticesinde, IX. asra âit kaynaklarda, şehirde çenek türkleri olmalıdır ( De administrando büyük sayıda türk bulunduğu görülmektedir. imperio, nşr. Moravcsik—Jenkins, s, 167 v.d.). Bizans ’taki bu türklerin çoğu askerî unsurlar­ Ü cretli Tolmaç askerleri dışında, oldukça dan mürekkep idi ve pek azı da idâri ve mülkî kalabalık Peçenek türklerinden mürekkep bir hizmetlerde çalışmakta idiler. IV. asrın sonla­ başka zümre de, müteakip asrın ortalarına rında, Bizans ordusunun kumandanlarından biri doğru, Bizans ’ta yaşamakta idi. A şağı Tuna bir „İskit" idi. Bu kumandan 395 senesinde bir Peçenekleri arasındaki dâhili savaşlardan sonra, hun, aynı zamanda gutlardan olması muhtemel Kegen Han gâlip geldi ve Tirek ( yahut T a ­ bulunan „Modaris“ ( Zosimos, Historia, s. 180, rak ), tebeasınm büyük bir kısmı ile, Bizans bk. bir de Moravcsik, B T, H, 168 ) idi. Hun 'a sığınmak zorunda kaldı. Başlarında Tirek menşe’li olduğu açıkça anlaşılan Helhal 467 'in bulunduğu (40 Peçenek reisi yerleşerek, senesinde, askerî kumandan olarak, Bizans 'ta hıristiyan oldular ve Bizans ordu ve idare­ bulunuyordu ( Priskos, Excerpia de legationi- sinde vazifeler aldılar ( Kedrenos — Skyletzes, bus, nşr. L. Dindorf, H istorici G raeci Minores, II, 587 v.d.). Lipsiae, 1832, I, 589). 530 senesinde Bizans A yrıca şu da biliniyor ki, şimalden veya şark­ ordusunda arap veya hun olmaları ihtimâli bu­ tan, Komnenos sülâlesine mensfip imparatorlar lanan „m assaget" menşe’li, „Simmas“ ve „Su- zamanında ( 10 8 1 — 118 5 ), muhtelif yerlerden nikas“ adlı iki kumandan var idi ( Prokopios, gelen türkler, gerek payitahtta, gerek eyâlet­ Historia, Bonn, I, 6a, 7 2 ; Malalas, Bonn, s. 452, lerdeki Bizans ordusunda bulunuyorlardı ve 462 ) ; aynı husus „Horsaman" adlı biri ( Morav- ekseriya başka türk unsurlarına, aynı zamanda çsik, B T, II, 2S9 ) veya Halazar ( Prokopios, araplara, norm anlara, bulgar, sırp veya maH istoria, II, 42 7 ) için de varittir. carlara karşı savaşmakta idiler.



n 4



İs t a n b u l .



S e l ç u k türkleri Anadolu 'dan yavaş-yavaş nenos 'a sığındı ve 112 7 yılında Bizans ’ta imparatorluğun payitahtına doğru ilerileyerek, öldü ( Chalandon, s . 80 ). Marmara kıyılarına kadar yürüdüler. Daha 1081 Manuel Komnenos zamanında Bizans-Selçuk­ 'de Alexios Komnenos'un kayın-birâderi, ku­ lu münâsebeti bakımından kayda değer şu iki mandan Nikephoros Melissenos, Selçuklu türk- hâdiseyi zikretmek lâzım dır: 116 2 yılında Sul­ terindeu müteşekkil askerlerden yardım göre­ tan K ılıç Arslan II., Manuel ile bir sulh anlaş­ rek, imparatorluk iddiası ile, Nikaia ( İznik ) 'ya ması imzaladıktan sonra, Bizans ’a üç ay süren yerleşti ve A lp Aralan Ta yeğeni Süleyman bir ziyaret yaptı. İlk defa olarak, bir müslüman B e y ’in yardımını isted i; böyfece türklerin hükümdar, Kostantiniya 'ya, imparatorlar ile Bizans 'm karşı sahiline kadar gelmesini ko­ müsâvî şartlar altında, ayak basıyordu. Şehrin laylaştırdı. Melissenos daha sonra payitah­ kapısında imparator tarafından merasim ile ta geldi ise de, türkler XIII. asrm baş­ karşılanan Kılıç Arslan IL Bukoleon sarayına larına kadar Nikaia ’da kaldılar. Ancak 1086 m isafir edildi ( Kinnamos, Bonn, s. 204 ve yılında Alexios, Süleyman Bey 'in kumandanla­ Niketas Khoniates, Bonn, s. 155 v.d.), şehirde rından, İznik valisi olan Abu ’ 1-K lsim '1 res­ kaldığı müddet zarfında kendisine büyük saygı men Bizans 'a dâvet etti. Abu T-Kâsim Bizans gösterildi ; şerefine parlak şenlikler tertip olun­ 'a giderek, uzun zaman orada k ald ı; bizans- du ( Süryânî Mihael, R ecueil kist, des crois., Ular Kivotos ( Civetot, Hersek ) kalesini acele Documents arméniens, Paris, 1869, Aba 'lile inşa ettiler ( S. Runciman, A His tor y o f F a ra c (B a r H ebraeus) tarihi, tre. Ö. R. Doğrul, Ankara, 1950, s. 399, sultanın B i­ the Crusades, Cambridge, 19 51, 1, 128 ). XII. ve XIV. asırlar arasında Bizans kay­za n s’ta yalnız 8 gün kaldığını söylemektedir; nakları, gerek pâyitahtta, gerek eyâletler­ krş. F. Chalandon, Les Comnène, II, 464 ), İki de, „turkopouloi“ ( „türk oğullan“ ) adı ile tanı­ hükümdar arasında bir kaç yıl iyi münâsebet­ nan Selçuk menşe’li bizans askerlerinden ler devâm etti ise de, 1 1 76 yılında, Myriokebahsetmektedir ( Pakhymeres, Bonn, H, 523, phalon ( Çardak ) muharebesi vnkû buldu ve 549, 553 , 57 4 ı 59OV. dd. ; Nikephoros Gregoras, Konya ile Bizans arasında tekrar düşmanlık baş­ Bonn, I, » n , 129, 244). Katalonyalı Ramon ladı, Türk baskısı karşısında bizanslılar impa­ Muntaner ( The Chronicle o f Muntaner, trc. ratorluğun varlığını korumak için çarpışırken, Lady Goodenough, nşr. Hakluyt, London, bir taraftan da ordularına daha çok sayıda 19 21, s. 5 r3 ) imparatorun yardımına gelen türk almakta id ile r; bu türkler kısa zaman­ katalonyalı ücretli askerlerin, 130 5—13 10 yıl­ da en yüksek askerî mansıplara yükseliyorlar­ larında, Meleh *in kumandasındaki „turkopouloi“ dı ; fakat Paleologoslar devrinde ( *261— 1453 ), ile iş birliği yaptıklarını gösterm ektedir; şüphesiz imparatorluğun gerilemesi neticesi Andronıkos 11. Paleologos (s . 544), „1.000 olarak, payitahta türk askerlerinin git-gide türk süvarisinden“ müteşekkil şahsî muha­ daha az sayıda geldiği veya hiç gelmediği fız birliği ile Osmanlılar ve diğer Anadolu görülüyor. beyleri ile savaşmakta idi. Bu „turkopouloi" X ii. asrın ortalarında, Bizan s’taki en gözde XV. asrın başlarında da bilinmekte idiler ( Le- kumandanlardan biri Selçuk türklerinden Por­ ontios Mokheras, nşr. Sathas, M B , Venetia, suk idi. XIII. asırda bir Bizans me'mûru aynı 1873, II, 54, 2 58) ; kumandanlarına turcopulie- adı taşıyordu : Nikephoros ho Porsukhos ( bu­ ris denilmekte idi. 1082, 12 10 ’da Bizans aile­ nun için bk. Khoniates, Bonn, I, 142 ; II, 54, 66 ). lerinin „Turkopoulos“ ’u isim olarak kullan­ Aynı devirde, bir başka Bizans kumandanı dıkları görülür ( bk. Moravcsik, B T, II, da Selçuk türkü Abu Bakr ( Kinnamos, s. 48 ; krş. Moravcsik, B T , il, 220 ) idi. Bizans 275 )• _ îkl tarafın birbirine olan düşmanlığına rağ­ ordusundaki bir çok türk kumandanlarının men, Bizans ile türkler arasında, karşılıklı bir isimleri, sonlarına as getirilerek, şekil ( fo ­ hulÛl vukua gelmeğe başladı. Ioannes Ak- netik) bakımından yunancaya uydurulmuştur: sukhos ’un durumu bu hususta dikkate değer. Pitikas, Uzas, K aratzas, Monastras ( bu hu­ Bu isim türkçe ,,Ak-Kuş“ ismi ile bir sayıl­ susta bk. Krumbacher, G B L z, s. 334 ). Di­ mıştır. Bu zât, Nikaia ’da, 1097 'de haçlılar ta­ ğer taraftan, bu devirde devletleri taah­ rafından esir edilerek, hıristiyan oldu ve hüt altına sokan ve siyâsî bir mânası bulu­ Alexios Komnenos’un sarayında yetişti ve nan kız alıp-verme yolu ile kurulan itti­ „büyük domestikos“ unvanını aldı ( F. Chalan­ faklar, Komnenos sülâlesi ile Anadolu veya don, Les Comnênes, I l ı Jean II et Manuel Karadeniz ’in şimalindeki muhtelif hanedanlar Comnène, Paris, 19 12, s. 19 v.d.). „Rum " sul­ arasında devâm ediyordu. Buna muvâzî olarak, tanının Dânişmend ile savaşıp, yenilen oğlu Bizans asilzadeleri, Digenis A k ritas desta­ K ılıç Arştan I, ( 1086 —110 7 ) da ioannis Kom­ nının açıkça gösterdiği gibi, bâzan arap asil­



İS T A N B U L zadeleri ile ( H. Gregoire, The H istorical ele­ m entin Western an d Eastern epics, Daiel-Hem ma, A ntar, Chanson de R oland, Byzantion, 1944., XVI, 527 — 544; S. Impellizzeri, il D i geniş A k rifa s, L ’epopea d i Bisanzzo, Firenze, 1940 ) sonra da Selçuklular ve Osmanhlar ile ittifak etmişlerdir ki, bu son ittifaktan Köse Mihal ’ 1ar, Mibal-oğuiları, Evrenos-oğulları gibi, şahsiyetler çıkmıştır. Mikhael VIII. Paleologos Kıpçak banma kız­ larından birini vermiştir. Bu imparator, moğul banı Hulagu 'nun tahtından İndirdiği Anadolu Selçuklu sultanlığı vârislerinden İzzeddin ‘i, maiyyeti ile birlikte, Bizans ’ta kabûl etmiş, fakat sonradan Izzeddin B izan s'ı terkederek, Dobruea ’ya yerleşmiştir. Bizans tahtını loannes V. Paleologos ile paylaşamayan loannes VI. Kantakuzenos Osman­ lIlara baş-vurdu ; kızı Tbeodora ’yi Orhan Bey İle mayıs 1356 ’da evlendirdi ( Kantakuzenos, Bonn, III, 93 ) ; bunun neticesinde, Orhan Bey, kayın-babasına 6.000 kişilik bir yardım gön­ derdi. loannes VI. ’in Bizans kuvvetleri ile Osmanlı türklerinin bu birliği payitaht sûr­ larını kuşattı. 3 şubat 1347 cuma günü, gece­ nin 7 'sinde Orhan Bey ’in gönderdiğ 6.000 türk askeri, az sayıda Bizans askerleri ile birlik­ te, başlarında loannes VI. olduğu hâlde, tarafdarlarunn açtığı kapılardan İstanbul *a gir­ di ( ayn, esr., IH, 99; kşr. Laurent, Notes de chronographie, Echos d'Orient, 1937, X L, *69 )Şimâl ve şark türkleri ile Bizans arasındaki bu münâsebetler bunların Bizans T yakından tanımasına imkân verdi. Paleologoslar ile Os­ manlIlar arasında evlenme yolu ile kuru­ lan ittifaklar ve siyâsî münâsebetler, türk pâdişâhlarını, gerek imparatorluk, gerek İstan­ bul üzerinde haklı bir takım iddialar ileri sürmeğe sevkediyordu. Osmanlılar Bizans top­ raklarını XIV. asrın başlarına kadar çabuk İstilâ ettiler ise de, kuvvetli sûrlar ile çevrili pâyitahtın zaptı daha bir müddet gecikti. Şehrin



I a t i n 1e r t a r a f 1 n d a n istilâsı.



Bizans imparatorluğunun merkezi, bizanslılarca „barbar“ addedilen yabancı milletle­ rin hiç biri tarafından henüz işgâl edileme­ miş idi. Bu şehir ilk defa 1204 'te dördüncü haçlılar seferi sırasında avrupalılar ( latinler } tarafından işgâl edildi. Bizans imparatorluğu­ nun harabeleri üzerinde şark latin imparator­ luğunun kurulması ile neticelenen bu haçlı se­ ferinin üzerinde uzun münâkaşalar cereyan edeu sebepleri ortada iyi bir fırsat karşısında ta­ hakkuk ettirilen bir taammüd bulunduğunu



1 1 65



göstermektedir ( A . Vasiliev, H istoire de TEm ­ p ire byzantin, Paris, 1932, II, 104 v.d.). İki büyük hıristiyan imparatorluğu arasındaki ger­ ginlik alman imparatoru Friedrich I. Barbarossa 'nın kumanda ettiği üçüncü haçlı seferi esna­ sında (1:18 9 ), siyâsî bakımdan, son haddini almış idi ( bk. bu hususta W, Ohnesorge, Das Zmeikaiserproblem im fruheren Mittelalter, HÎİdesheim, 1947, tür. yer.). Dinî bakımdan, daha XI. asır ortalarında, Roma ve Bizans kilisesi arasında nihâî olarak ilân edilen ayrılık zaman ile artmış idi. Bu gerginlik, ticarî ve İktisadî bakımdan da, Ce­ nova ve Pisa lehine Bizans 'ı Venedik çevre­ sinden kurtarmak teşebbüsü ile, 1192 sene­ sinde İsaak II. Angelos ve Alexios III. Angelos zamanlarında daha da artmış idi. Bilhassa 1182 yılında bizanalılarm kini payitahtta otu­ ran bütün latinlere karşı galeyân etti ve pa­ pazlar tarafından körüklendi; neticede ayak­ lanan ahâli, Venediklileri ve cenovalılsrı kat­ liâma uğrattı. Velhâsıl 118 3 ( Komnenoslar sal­ tanatının sonu ) 'ten itibâren Bizans impara­ torluğunun bozulması inkıtâsız bîr surette de­ vam etmekte idi ( L. Halphen, L e rôle des „ Latins“ dans l ’histoire intérieure de Cons­ tantinople à la fin du X lfa siècle, Mélanges Charles D iehl, Paris, 1930, I, 14 1—145 ). Bizans ’ta yaşayan ve ücretli asker olarak kullanılan türk unsurları imparatorluğu içeri­ den parçalamaya sebep olacak dereceye var­ mamışlardır. Bunlar imparatora sâdık kalmış­ lar ve Anadolu Selçukluları, elverişli silâh bu­ lunmaması yüzünden zapt olunamayan Bizans payitahtına karşı henüz bir üss kuramamışlar idi. Bununla berâber, Angelosların zaafı ve kararsızlığı karşısında, ortodoks Bizans 'a kar­ şı garpta duyulan korku kolayca bir istilâ düşüncesine inkılâp etti. Alman imparatoru Heinrich VI. Bizans’ı zaptetmeği XII. asır sonunda tasavvur etmiş ise de, bu tasavvurunu gerçekleştirememiş idi ( W. Norden, D er vierte K reuzzug im Rahmen dér Beziehungen des Abendlandes zu Byzanz, Berlin, 1898, s. 5, 12 ). H alefi Philipp von Sch­ waben, imparator Isaak II. Angelos 'un dâmâdı idi. Bu devirde „mukaddes yerleri“ tekrar ele geçirmeği gâye edinen yeni bir Avrupa hareketi helirİyordu. Papa Innocentins III. 'un teşvik et­ tiği Andrea Dandolo idaresindeki devrin en kudretli donanması olan Venedik donanmasının katıldığı dördüncü haçlılar ordusu Monferrat markisi Bonifacio ’nun kumandasına verildi ve kumandanlar arasında Baudouin de Flandres, Thibaud de Champagne, maréchal Geodfroy de Villehardouin, Simon de Montfort bu­ lunuyordu, Tahtından indirilen İsaak IL Ange-



n66



İSTANBUL.



/ , los 'un oğlu Alexios Dalmaçya 'ısın Zara şeh­ rinde haçlılara mülâki oldu. Alexias, İsaak ’m kardeşi imparator Alexios III. A n gelos’u devir­ mek ve yerine babasını tekrar geçirmek kar­ şılığında, Bizans imparatorluğunu Rom a’nm tâbiiyetine koymağı, haçlı ordularına 200.000 mark ile erzak vermeği, bir sene müddetle Mısır seferine 1 5.000 asker te'mın etmeği ve hayatı boyunca mukaddes yerlerde 500 sü­ vari bulundurmağı teklif etti. Anlaşma yapıldı ise de, Venedik ’in arzusu gâlip geldi ve asıl hedef olan M ısır ’m yerine, Bizans ’a gitmeğe karar verildi. Haçlılar 23 haziran 1 2 0 3 ’te San Stefano ( Yeşilköy ) 'd a karaya çıktılar. Latinlerin payi­ taht kapıları önünde ansızın görünmeleri karşı­ sında, Bizans ahâlisi Alexios III. 'un etrafına toplandı ve iki rakip zümre istilâcılara karşı mü­ câdeleye hazırlandı. 6 temmuzda haçlılar Haliç ’ i kapayan zincirin bağlı olduğu deniz kena­ rındaki „la tor de Galathas“ ( Villehardouin, nşr. Wailty, § 1 2 1 — 1 2 7 ) ' ! ele geçirdiler; sonra Venedikliler, Aquila adını taşıyan mu­ azzam kadırgayı pupa yelken salarak, zinciri kırmağa ve iç limana girmeğe muvaffak ol­ dular ( Historiens de France, XVIII, 5 1 5 ’te haçlıların mektupları; J . Longnon, U E m pire Latin de Constantinople et la Principauté de Marée, Paris, 1949, s. 37 ). Kara kuvvetleri sonradan Blakherna sarayı ile duvarları içine kapanmış bir manastır olan Boémont şatosu arasında, yâni Kosmidion ( bugün Eyyûb ve Nişanca ) ’ da yerleşti. Heraklios sûrları önün­ de haçlılar ile bizanshlar arasında yapılan ve 6 gün süren çarpışmalardan sonra, Venedikliler, Haliç tarafına, Petrion mahallesine, hücum ettiler ( 1 7 temmuz 1203) ve kendini evvelce hapse atmış olan bizanslılara karşı içi kin İle dolu olan Andrea Dándolo şehre hücûm ederek, 20 kuleyi zapt ve bunları muhafaza etti ; bu sırada Baudouin ’in kuvvetleri ka­ ra surlarına hücûm etmekte idi ; vareg ( İn­ giliz ve danimarkalı ) muhafızlar Venediklileri püskürttüler. Diğer taraftan Alexios III., üstün kuvı etler ile, Blakherna 'dan dışarı çıktı ise de, İki taraf arasında çarpışma olmadı. Az sonra, imparator geri çekilme emri verdi ve dehşete düşüp, altın ve mücevherlerini toplayarak, ka­ rısını ve çocuklarını terketti ; kızı Eirene ile bir­ likte, gece yarısı bir gemiye binerek, kaçtı. Bunun üzerine, âmâ olan İsaak II. hapisten çıkarılarak tahta geçirildi ve oğlu Alexios IV. ’u kendine saltanat şeriki tâyin etti. Fakat Alexios IV. kendini emniyette hissedince, vaadlerini yerine getirmedi. Bu sebepten durum daha ziyâde karıştı. Gurup-gurup gebre alınan pisalılar, Venedikliler ve flaroan-



lar, Pisa kolonisinin hudûdundaki müslüman camiini tahrip ettiler ( Nikitas Klıoniates, Bonn, s. 703), büyük bir yangın çıkardılar ve halk ile boğazlaştılar. Halk imparatoru mukave­ mete teşvik ile isyân etti. B ir murahhas hey’eti Blakherna sarayına giderek, müttefik­ leri imparatordan vaadlerini yerine getirm e­ sini istediler İse de, müracaatları reddolundu ; savaş tekrar başladı. Bizans halkı sokaklara döküldü ve Nikolaos Kanabis 'i imparator seçti. Bunun üzerine Alexios IV. eski hâmîierine baş-vurarak, Blakherna sarayını onlara teslim etmek isted i; fakat emin ve mûtemedi Murzuphlos ( „çatık kaşlı" ) lekabı ile anılan Alexios Dukas 8 şubat 1204 tarihinde ihanet ederek, onu hapse attırıp, boğdurdu. İsaak da aynı günlerde öldü. Murzuphlos kendini, A lexios V. unvanı ile, imparator ilân e tti; haçlılara karşı mücâdeleye devâm içîn sür’atli tedbirler aldı. Kara sûrlarının kapıları tahkim edildi ve Haliç 'e bakan sûrlar yük­ seltildi, tahta kuleler eklendi ( D evastaiio Constantinopolitana ; Hopf, Chroniques g re ­ co-romanes, agn. esr., s. 9 1 ) ; Villehardouin, §§ 226, 233 ; N. Khomates, Bonn, s. 746, 750 ). Muhâsaranın ikinci safhası başlıyordu. Güç bir duruma düşen haçlılar, kendi aralarında anlaşarak, bir muâhede akdettiler ( mart 1204 ). Bu muâhede yeni latin imparatorlu­ ğunun ana beratı idi. Bunda ganimetlerin bö­ lünmesi, imparatorun seçilmesi, imparatorluğun idâri bölge taksimatı, grek kiliseleri ile mallarının savaşa katılan muhtelif milletlere verilmesi, malikânelerin ayrılması ve durum­ larının, garp derebeylik kanunlarına göre, ayar­ lanması mes’eleleri derpiş olunmakta idi. Bü­ tün bu kararlar için papanın tasdiki gerekiyor­ du ( bk. Tafel ve Thomas, U rkunden zur älteren Handels- und Staatsgeschichie der R e ­ publik Venedig, Wien, 1856, Fontes rerum Austriacarum, Abt. II, cild 12, kısım I, s. 464 — 488 ). Bunun neticesinde haçlılar, Haliç sâhillerini hedef tutarak, hazırlıklarını yaptılar ; zîra Venedik donanması denize hâkim idi ve haçlıla­ rın kara sûrlarına hücûma elverişli silâhları yok idi. Umûmî hücûm 9 nisanda başladı ve savaş 13 nisanda sona erdi. Alexios V. Dukas bir tepeden müdâfaayı ıdâra etmekte idi. Haçlı­ lar tahkimatın önünde, Haliç sahillerine aka­ rak, sûrlara saldırdılar. Fakat bizanshlar ile yaptıkları çetin bir savaştan sonra, geri çekildiler. 12 nisanda, rüzgâr müsait olduğu için, iki harp gemisi hücuma geçti. Gergilerden biri Petrion burcuna kadar sokulabildi. Venedikli bir asîlzâde olan Piero A lberti,kaleye asılarak, Venedik sancağını dikti ise de ödürüldü. Bâzı fransız haçlıları da,



İS T A N B U L



başka kaleleri ele geçirdiler. Pierre d’Amiens ıo şövalye ve 60 asker ile gizli bir kapıyı zorlayıp, şehre girdi. Murzuflos bunun üzerine, çadırını terketti ve Baudouin burayı zapt' etti. İmparator Bukoleon ’a çekildi. Gece haçlılar oldukları yerde kaldılar ve Günther 'in İdare ettiği almanlar, evleri ateşe verdi­ ler ; yangın iki gün, iki gece sürdü; Murzuphlos da gece yarısı Yaldızh-Kapı ’dan kaçtı. A!exios III. ’un kızı Anna ’um kocası Theodoros Laskaris imparator ilân edildi ve şehir­ de mukavemet etmeğe çalıştı ise de, muvaffak olamadı. O da maiyeti ile beraber, Bizans ’1 terkedip, İznik'e gitti j orada mücâdeleye de­ vam eyledi. 13 nisan 1204 sabahı haçlılar Bizans ’1 ele geçirdiler; ahâli Bonifacio 'yu imparator olarak alkışladı. Bonifacio İsaak Angelos ’un Bukoleon sarayına yerleşti ve sonradan, imparatorluk imtiyazlarından fayda­ lanabilmek maksadı ile, İsaak A n gelo s’un dul karısı macar asıllı Marguerite ( M argit) ile evlen di; Baudouin ’in kardeşi Henri de Fland­ res ise, Haliç sarayına yerleşti. Payitahtın zaptını tâfeip eden üç gün zarfın­ da Iatinler tarafından yapılan zulümler ve tahripler her türlü tasavvurun üstünde idi. Kiliseler, san’at âbideleri ve meskenler bu tahripten kurtulm adı; A yasofya bile yağma edildi, Kütüphâneler taarruza uğrayarak, el­ yazması kitaplar imhâ olundu; kadınlar taar­ ruza uğradı, yaş ve cins farkı gözetilmeden, şehir halkı geniş ölçüde kıtâle tâbi tutuldu. Bu mezâlime yalnız muhâripler değil, din adam­ ları da iştirak etmişlerdir. Bu hâdiselerin müşâhidi olan Nikitas Honiatis haçlı tecâvüz ve tahriplerinin ibret verici bir tasvirini yap­ mış, diğer bir müşâbıd Nikolaos Mesaritıs bu fâciayı heyecanlı bir dil İle anlatmıştır. A y­ rıca rus kaynaklarında da bu hususta dikkate şâyân tafsilât vardır ( bk, A. A. Vasiliev, at/n, esi«., II, 1 1 1 v.d.). Bu hususta bk. bir de Ch. Dİehl, Cambridge M edieval H isto ry ; The Eastern Roman Empire, 717— 1453, IV, 420. Bundan sonra şehrin serveti ve ihtişamı ve dolayısı ite kuvveti azaldı. Eski mâmûriyetini kaybeden şehir için tekrar par­ lamak ve muhteşem bir devir idrâk etmek ancak türk hâkimiyeti esnasında mümkün olacak idi. İki Bizans imparatoru Murzuphlos ve Laskaris ’in hazîneleri ve bîr takım asilzadeler ve zenginler ile birlikte kaçmalarına rağmen, Alexıos V. 'un vermeği vaad ettiği meblâğın iki misline varan bir ganimet elde ettiler, Hippodrom ’un spina sini süsleyen ve Lysipp o s’ us eseri olan tunçtan dört at V ened ik’e gönderildi ve Bizans üslûbuna göre inşa edilIs&m Ansiklopedisi



mış San Marco kilisesinin cephesine yerleşti­ rildi. Hıristiyanlığın 300’den fazla mukaddes emâneti Fransa, İtalya, Almanya ve bugünkü Bel­ çika 'ya götürüldü ( P. E. Riant, Exu viae sacrae Constantinopolitanae, 1876, 1 —II ve bilhas­ sa F. de Mely, E x u v ia e , . , , Paris, 1904, III). 9 mayıs 12 0 4 ’te, 9 Venedikli ve 9 fransızdan müteşekkil bir hey’et Fiandres ve Hainaut kontu Baudouin ’i A yasofya ’da imparator seçti. Ortodoks patriği İoannis X. Kamateros da İzn ik’e sığınmış idi. Katolik kilisesi hâline konulan büyük kiliseyi ve patrikliği ele geçir­ miş olan Venedikliler, Tommaso Morosini ’yi patrik seçtiler. Bu zât sonradan mart 1203 senesinde, Papa Innocentius IH, tarafından Bizans patrikliğine tâyin olundu. Latinler 32 Bizans kilisesini katolik kilisesi hâline koydu­ lar ( Fontes Rerum Austriacaram , Belin, ayn. esr,, s. 63 v.d.). Bizans 'ta böylece yeni bir durum mey­ dana geldi ( bk. R. L. W olff, Romania, the Latin E m pire o f Constantinople, Speculum, 1948, XXIII, i —32 ). Hakikatte Bizans impa­ ratorluğunun harabeleri üzerinde, kudretli bir ticarî Venedik cümhûriyeti vücut bulmuş idi ( R. Grousset, U E m pire du Levant, Paris, 1946, s. 543 v.d.) ki, buuun yam-sıra, X lil. as­ rın sonlarından beri, Bizans ’m karşısında G a­ lata ’da devlet hüviyetinde bir ceneviz şehri yer almış bulunuyordu. Murzuphlos, 1203 sene­ sinde, frankların eline düştü ve Bizans ’ a geti­ rild i; orada Tauros ( Bayezid ) meydanındaki Theodosius sütununun tepesinden yere atılmak sûreti ile öldürüldü. Bu muazzam sütunun ba­ kiyeleri X V I. asırda ortadan kaldırıldı ( Gyllius, De Constantinopoleos Topographia, Lugduni, 1632, s. 247). Latinler ile yunanlıların müttefiki ulahlarııı ve bugünkü Bulgaristan bulgurlarının kıralı loauitza arasındaki savaşlarda, bu düşmanlar, akınlar yaparak, Bizans kapısına kadar gelmiş­ ler ise de, düzenli bir muhâsaraya gireme­ mişlerdir. loanitza ’m ı ordularında, aşağı Tu­ na 'nın şimalindeki ovalarda yerleşmiş olan külliyetli mıkdarda Kuman türkleri de var idi, 1206 yılı şubat ayında kumanlar ile ulahlar şehrin kapılarına kadar geldiler. H attâ bir kaç kuman, A yios Romanos kapısından şehre girdi ve muhâftzları öldürmekten başka bir şey yapamadan, döndü ( Nikitas Akominatos, Bonn, s. 834 v.d. ). Bunlar Bizans sûrlarını zorlayan, şehre girmeğe muvaffak olan ve bıi sefer şimâiden gelmiş bulunan ilk türkler idi. Burada dikkate şâyân olan cihet, kumanların, *4 53'te Fâtih Sultan Mehmed 'in bütün gay­ retlerini temerküz ettirdiği ve şehre girdiği aynı kapıdan girmiş olmalarıdır. Kumanlar 74



İSTAM BÜL. Bizans civarını tahrip ve yağma ettiler ise de, zans ’m yeni imparatoru Baudouin II. ( 1237— Selymbria ( S ilivri ) 'yi ele geçiremediler ; yal­ ' I259 ) yunanlılara karşı kumanlar ile birleşti nız „Nature“ ( A thyra, bugünkü Büyük-Çek- ( Joinville, H istoire de Saint Louis, nşr. A. mece ) ’yi tahrip ettiler. İmparator Henri de Pauphilet, Historiens et Chroniqueurs du Hainaut (12 0 6 — I 2 i 6 ) ’nun küçük ordusu bü­ Mogen  ge, Paris, 1952, s. 3 17 ). Kumalıların yük müşkilât ile onları tardetmeğe muvaffak yardımı sayesinde latinler Tzurulon ’u tekrar oldu. Daha sonraları, bir bulgar hükümdarı ele geçirdiler. İvan Asan II. ( 12 18 — 1241 ), küçük yaşta bulu­ Latin imparatorluğu Bizans ’ta hayat tarzını nan imparator Baudouin II. 'in müstakbel kayın epey değiştirmiştir. Sarayda cârî olan bizans pederi sıfatı ile, Bizans tahtına tâlip çıktı merasimine garp unsurları karışmağa başladı. { Ostrogorsky, H E B , 4 6 0 ); şehirde 12 3 0 ’da Henri de Hainaut garp derebeyliğinde mev­ onu naipliğe getirmek isteyenler de oldu. cut olan kadastro ve mâliye usûllerinin de ka1235 senesinde Ioannis Vatarzis zamanında, bûl olunduğu idâre merkezinde bizanslı me’bizanslılar ve İvan A san II. zamanında bui- mûrlar da kullanıldı. A raba yarışlarını nafile garlar, sayfiye bölgesini yeniden tahrip ve canlandırmağa çalıştıkları hipodromda cirid yağma ettikten sonra, deniz ve kara tarafın­ ( „joutes“ ) oyunları oynanıyordu ; „hokka-bazdan Bizan s’ ı muhasara ettiler. Bulgarlar pa­ lar“ ve „saz şâirleri“ Bizans halkını eğlendiri­ yitahtlarını Tzarigrad ’a nakletmeği umuyorlar­ yordu. Fakat fransız medeniyetine hâs bu şekiller dı { Vasiliev, H E B , s. 514 ). Fakat latin impa­ yanında italyanlara hâs olanlar da gelişiyordu. ratoru Jean de Brienne ( 12 3 1— 1237 ) muhasara Venedikli podesta ( Pakhymeres, I, 162 ), 6 âzakuvvetlerini tardetmeğe muvaffak oldu. Zırh­ dan mürekkep meclis ile, Venediklileri alâka­ lara bürünmüş 160 süvâri ile şehrin dışına landıran meselelerde karar veriyordu ve kıral çıktı ; 48 guruba ayrılmış bulunan düşmanların vekili gibi hareket ediyordu. Zâten Venedik­ üzerine hücûm ve hepsini darma-dağın etti liler 1204 senesinde şehrin bölünüşü sırasında, ( Papa Gregorio I. ’nnn Macar kıralı Bela VI. payitahtın sekizde üçünü elde etmişlerdi ; ma­ ’ya gönderdiği mektup için bk, Hurmuzachi, halleleri, Haliç boyunca Blakherna ’ya kadar Documente prw itoare la istoria Rom anilor, uzanıyordu; podesta Marco Zeno, burada, BiBükreş, 1887, I, 140 ). Şehrin yardımına gelmiş zans-Latin şehrinin içinde Venedik şehri hâlini olan Venedik donanması sayesinde, şehirdeki alan mahalleleri tecrit etmek maksadı ile, bir birlikler hücuma geçtiler ve düşmanın müş­ duvar yaptırdı. Venedikliler, ticâretlerinde ol­ terek donanmasına meydan okudular. Vatatzis duğu gibi, dinî ve adlî sahada da tam muhtar ile Asan, latinlerin elinde 24 gemi ve bir çok 1 idiler. Bununla berâber şehirde, 1218 ’de tekrar esir bırakarak, çekilmek mecbûriyetinde kaldı­ gelen cenovahlar yanında, reislerinin ( Pakhy­ lar ( Philippe Mousket ’nin vekayînâmesi için meres, I, 163 ) idâresinde pisalı, amalfili, ancabk. Collection de chroniques belges inédites, nalı ve lombardiyalı diğer italyanlar ile, Fransa Bruxelles, 1838, II, 614—616 ve G. Akropoli- eyâletlerinden gelen fransızlar, İngiliz ve daniı tes, 52 ). E rtesi sene, birleşik düşman kuvvet­ markalı ücretli askerler de bulunuyordu. Fakat leri yeniden Bizans ’1 kuşattılar. Fakat Mora bunların yanı-başında B izan s’ta 12 0 5 ’te, Hu­ frank imparatoru Geoffroy II., pisalılar ve ce- gues de Tabarİe ve Thirry de Tenremonde novalılarm yardımı ile imparator, frank kuvvet­ tarafından, bilhassa Balkanlardaki seferler için, leri ile birlikte, bir defa daha Bizans donanma­ Suriye 'den getirilen „türkopol“ birlikleri de sını püskürttü ve payitahtı kurtardı ( Longnon, var idi, 1204 tahribatından sonra, şehir durma­ a. 17 3 ) . Asan bu mücâdeleler sonunda İznik imparatorluğunun muvaffak olacağını hesaba dan küçüldü. Eskiden mâmûr ve kalabalık katarak, ittihaddan ayrıldı ( Ostrogorsky, H E B , olan şehir, yarı-yarıya harâp olmuş ve bo­ s. 462 ). Fakat İznik imparatoru Çanakkale şalmış idi. Zenginler, asiller, ekseriyet iti­ 'nin iki sahilini ve Tzurulon ( Çorlu ) 'u işgâl bârı ile, İznik ’e geçtiler. Bizans 'in muhteşem ediyordu; öyle ki, payitaht fiilen abluka edilmiş binâları yavaş-yavaş harâp ve yok olmağa bulunuyordu ve sûrlar içinde kıtlık baş-göster» haşladı. Bir çok kiliseler kapatılmış, papazlar miş idi. Latin imparatorluğu Bizans civarına sürülmüş veya hapse atılmış idi. Zayıf latin inhisar etmekte idi ve daha sonra olduğu gibi, imparatorluğu, iflâstan kurtulmak için, Bizans X IV .—XV . asırlarda, bizanslı franklar, hayat­ ’in san’ at eserlerini, dinî müesseselerine âit hazî­ larını kurtarmak için, papaya ve hıristiyan hü­ neleri arttırm a ile satışa çıkarmak mecburiye­ kümdarlara baş-vurdular ; Jean de Brienne da­ tinde kaldı ; öyle ki, Paleologoslar tekrar gel­ madı Baudouin ’i Roma 'ya ve Fransa ’ya gön­ dikleri zaman, kiliselerin başlıca hazîneleri derdi ve bir haçlı seferi toplanmasına ça­ yok olmuş bulunuyordu. 12 6 1 senesinde, büyük lıştı ise de, muvaffak olamadı. 12 4 0 'ta Bi­ saray ( Pakhymeres, I, 163 5 hâlâ mevcut idi ve



İST A N B U L.



Mihael Paleólogos muvakkaten buraya yerleşti; zîra Blakherna sarayı ikâmete elverişli bir hâlde değil idi. Daha sonra Paleologoslarm oturduğu bu sarayın temizlenmesi ve tamiri uzun sürdü. 1453*0 kadar imparatorlar bu sa­ rayda yaşamıştır. Latinlerden



s o n r a k i durum.



*261 ’de Bizans 'in grekler tarafından tekrar işgali, askerî bir muvaffakiyetten ziyâde, bir tâlih eseri olmuştur. Sonradan kayser, yâni imparatorlukta ikinci hâkim olan İznik impa­ ratorunun kumandanı Alescios Stratigopulos Trakya ’da askerî bir gösteri yapmakta idi. Em­ rinde ancak 800 bizanslı ve İskit ile bu sefer latinlere karşı grekler ile müttefik olan Kuman türkleri var idi ( G. Akropolites, 1, 182 ; Pakhymeres, 1, 137, 140 ve Moravcsik, B T , lî, 239). Mihael Paleólogos Bizans 'tâki latinler ile bir mütâreke imzalamış ve kumandana şehre hücüm etmemesini emretmiş idi. Fakat S tra ti­ gopulos, frank ordusunun yeni Venedik pod esta’st Marco Gradenigo kuvvetleri ile bir­ likte, Daphnusia { ihtimâl Kefken ) adasını zapt­ etmek maksadı ile, Karadeniz ’de sefere yık­ tıklarım haber aldı ( G . Akropolites, I, 18 2 ; Pakhymeres, 1, 139; Nikephoros Gregoras, Bonn, I, 85 ; bk. bir de W. M. Ramsay, The historical Geography o f A sia Minor, Royal Geographicâl Society, Supplem entary Papers, London, »890, IV, 182, 430 ). Bu itibarla şehir müdâfîlerinden mahrum bulunuyordu. Stratigopulos va­ ziyeti, gönüllü ( bk. Pakhyméres, t, 138 ) adı verilen ve latinler ile grekler arasında bulu­ nan topraklarda yaşayan, latinler tarafından tarlaları ekmek ve memleketi korumak ile vazifelendirilmiş olan gayr-i muntazam köylü zümrelerinden öğrendi. Şehrin işgâli bir hîle ile başladı. Gönüllüler, „kaynak kapısının“ yanında { Pakhymeres, I, 1 4 1 ; bk. bir de G. Akropolites, I, 18 3 ; bugünkü Silivri kapısı, Janin, s. 257 ) yer altında bir geçit olduğunu söylediler; bu alçak sûrlara kadar uzanan eski bir su yolu idi. Yunan kumandanı, gö­ nüllülerin tavsiyesi üzerine, ânî baskın yap­ mağa karar verdi. 15 asker gece yarısı bir delikten içeri girdi ve latin nöbetçileri sûrla­ rın üzerinden aşağıya atmağa muvaffak oldu. Sonra kapı açıldı ve şehir bizanslılar ta­ rafından, kan dökülmeden, tekrar ele geçi­ rildi. Şehirde yaşayan ve latin imparatoru Baudouin I!. 'in sarayına mensup bir şahıs olan toannes Fylaks, Daphnusia seferinden dö­ nen latinleri korkutmak için, şehrin dört bir tarafını ateşe vermelerini bizanslılara tavsiye etti. Blakherna sarayından yangını gören ve bizauslıların şehre girdiğini öğrenen Baudouin



IL büyük saraya kaçtı ve Bukoleon limanın­ dan bir gemiye bindi ( Pakhymeres, II, 27 ; N. G rigoras, I, 86 ; Akropolites, I, 182 ). Aynı gemi ile, Bizan s'taki son katolik patriği Pan­ taleone Giustiniani de Negroponte (E ğri-B o z ) ’ye kaçtı. 25 temmuz 12 6 1 'de şehir tekrar bizanslılarm etine geçmiş idi. Karadeniz’den gelen Venedikliler ile franklar şehri geri almağa çalışmadılar. 15 ağustosta, Akropolites'in rivâyetine göre, şehrin zaptedildiğini duyduğu zaman hayretler içinde kalan Mihael VIII. Paleologos ( 12 6 1— 1282 ), rakibi İoannes IV. Laskaris 'in gözlerini oydurduktan sonra, YaldızIı-Kapı 'dan zafer alayı ile Bizans 'a girdi. Paleologoslar sülâlesi Bizans tarihinde en uzun zaman hüküm süren sülâledir ( 12 6 1— 1432 ). Fakat şehrin tekrar ele geçirilmesi şehrin ve imparatorluğun eski şa şa’asmı ve kudretini ihyâ edemedi. Mihael VIII. 'in medhiyecisi Pakhymeres, imparatorun şehri dol­ durmak için, sayfiyelerdeki ve bilhassa deniz tarafında oturan ahâliyi şehre getirttiğini ve donanmanın gelişmesine büyük bir ehemmiyet verdiğini söylüyor ( ayn. esr., I, 163 ). İmpara­ tor Bizans için büyük bir tehlike olduğunu gördüğü Anadolu türklerine karşı korunmak maksadı ile, hırisüyan kiliselerini birleştirmeği düşünüyordu. Bu maksat ile de Lyon ( 1274 ) kongresinde müzâkerelere girişmiş ise de, papazların mukavemeti ile karşılaşm ış idi ( G. Evert-Kappesowa, L a société byzantine et l'U nion de L yon, Byzantinoslavica, 1949, X, 29—41 ). İmparator, bu maksadı te’min için, Mısır ile de dostça münâsebetlere girişti ve Memlûk sultanı Baÿbars I. (12 6 0 — 1277 ) ’ın elçi hey’ eti 1261 ’de İstanbul 'a, oradan da D aphnusia'ya gönderildi. O günlerde Mısır ve Suriye tacirleri Bizans 'a geldiler ve latinler­ den önce mevcut olan müslüman camiini ta­ mir ettirdiler ( ayn. esr., s. 221 ). Bu da gös­ teriyor ki, şehirde devamlı ~bir müslüman nü­ fusu bulunmakta idi. Bizans bu devirde ve bilhassa 12 6 4 ’te, bir ara Karadeniz şimalinden gelen moğullann tehdidi altında kaldı. Eski Selçuklu hükümdarı ‘İzz al-Din Kaykâ’üs IL, moğulların destekle­ diği kardeşi Rukn at-Dİn'den kaçarak, Antal­ ya 'dan İstanbul 'a sığındı. A li Yazıoı-oğlu ( Topkapı sarayı, Revan köşkü kütüp,, nr, 139 1, var. 310 v.d. ; krş. H. W. Duda, Zeitgenössische. . . , 143 v. d. ve türkçe ve farsça bir kaç parça ile İngilizce hulâsa için bk, Paul Wittek, Yazicıoğlu ‘ A li on the Christian Turks o f the ’ Dobruja, B S O A S , 1952, X IV /3,648 v.di), kıs­ men İbn-i Bibi (bk. nşr. Houtsma, Muhtasar Seldjouknam e, Recueil, Leiden, 19 02,! ve faksi-



İs t a n b u l m ile: İbn B ib i, al-Evâm irü ' l - A l a î y a f i ’ 1-um Sri ’l - A l a l y a , T T K Y , 4“, 735 ) 'ye is­ tinaden, ‘İzz al-Din K aykä’ös II. [ b. bk. ] ordusunun Bizans payitahtında sultana nasıl mülâkî olduğunu, annesinin bizanslı olması dolayısı ile sultanı nasıl iyi karşıladığını anlatıyor ; fakat türk sultanı, bâzı kimse­ lerin tavsiyesi üzerine, imparatoru devirme­ ğe kalkıştı ise de, vaziyetten haberdâr olan imparator tedbir alarak, 'izz al-Din ’i, iki büyük oğlu Mas'üd ve Kayümars ile birlikte, bir kaleye hapsettirdi. Bunlar ancak Paleologoslar ile çarpışan Berke Han tarafından kur­ tarıldılar ( bk. bir de Raşid al-Din Tabib, Cam i‘ al-tavârîfy, nşr. Blochet, G M S, s. 549 ). Garplılar Bizans Jı greklerden geri almak için, yine planlar kurmakta idiler. Papa Cle­ mente V. Napoli kıralı Charles II. d’Anjou ile 1307 senesinde birlik oldu. E. Dade, Versuche zur W iederherstellung der lateini­ schen H errschaft in Konstantinopel im R ah­ men der abendländischen Politik 1261—1310, Jena, 1938, tür, yer.) ise de, bir netice elde edemediler. Daha 1303 yılında, Andronikos 11. Paleólogos, Roger de Flor ( aslında Roger Blum adında bir atman ) ’un kumandası altında türklere karşı savaşa giren, bilhassa ispanyollardan müteşekkil ücretli askerlerden İba­ ret „katalan birliklerinin“ yaptığı teklifi kabûl etmiş idi ( Rubio y Lluch, La expedición g dominación de los Catalanes en Oriente, ju z ­ gadas por los Griegos i Memorias de la R eal Academia de Buenas Letras de Barcelona, 1883, IV, 6, 10 ; ayn. mil., Paquim eres i M un­ ta ner : Secció H istorico-Arqueologica del Ins­ titut d ’Estudis Catalans, Memóries, 1927, I, 33—66 ). „H epsi katalan ve aragonyali“ ol­ mak üzere, 6.500 kişi olup, bu savaşa katılmış olan Ramon Muntaner 'e g S re ( The Chronicle o f Muntaner, katalan dilinden trc. Lady Goodenough : Hakluyt Society, seri II, nr. 47, II, 486: metin: j . A . Buchón, Chroniques, étrangères relatives aux expéditions fran ç ai­ ses pendant le X IIU siècle. Ed. K , Lanz, Bibliothek des literarischen Vereins in Stutt­ gart, Stuttgart, 1844, VÏIt, bk. bir de N. Iorga, Ramón Muntaner et l ’Em pire Byzantin, R evue historique du sud-est européen, 1927, IV, 325—355 ), bunların 1.500’ü süvâri, 1.000’i piyâde ve 5,000 'i de „alm ugavares“ idi ( tâbir ispanyoloadır, arapça al-m uğâvir ’den alınmış­ tır ; krş. IA , burada kronoloji yanlıştır, krş. K. Schlumberger, Expédition des „A lm u gava­ res“ ou routiers catalans en Orient, Paris, 1902 ). Bunlar Bizans payitahtında çok iyi karşılan­ dılar. Roger de Flor, megadux, sonra da



kayser unvânını aldı. Anadolu türklerine karşı bâzı muvaffakiyetler elde ettiler ise de, çok geçmeden, bizanstılar ile katalanlar ara­ sında açıktan-açığa gerginlik baş-gösterdi. Nihayet Roger de Flor müttefiki, aynı zaman­ da muhalifi imparator Mihaeİ IX. ’in sarayında katledildi. Bunun üzerine, „alm ugavare“ ’1er bütün T rakya ’ya dağılıp, her tarafı yağma ve tahribe başladılar ve Osmanlı türklerİ ile de savaşa-şavaşa A tin a ’ya doğru yollandılar. Gelibolu'ya gelen Ishâltı’ ın 8.000 süvâri ve 2.000 piyadeden mürekkep türk kuvvetleri Katalanlara katıldı ( Muntaner, II, 543 v.d.). Bu Bizans imparatorunun hassa kuvvetlerinin ( türkopoli ) reisi İdi ( Pakhymeres, II, 574 ). İslıSk Bizans ve Andronikos 'tan ayrıldı; zira imparator onu Rum sultanı olarak ilân etmek istememiş idi. Eski Selçuklu impara­ torluğu dağılmak üzere bulunuyordu. “İzz al-Din II. K aykâ'ûs’un oğullarından biri Bizans payitah­ tında hıristiyan olmuş ve EConstantinos Melik ismini almış idi ( Pakhymeres, II, 612 ). Zâten daha o devirde Bizans İmparatorlu­ ğunun küçülmüş olan toprakları imparatorun ehemmiyetli bir ordu bulundurmasına imkân vermiyordu, Bizans '1 müdâfaa eden askerler, ayrı-ayrı milliyette, ücretli askerler idi. Paieologoslar zamanında, katalanlardan başka, turkopoliler, cenovalılar, Venedikliler, sırplar ve bulgarlar da mevcut id i; bunlardan başka, varangiler yahut anglo-varangiler ve vardariot yahut „vardarh“ denilen türkler de var idi ( G. Kodinos, nşr. O reger, I, 38, 5 7 ; bk. bir de Moravcsik, B T , II, 270 ). Mihaeİ VIII. Paleologos 'un 1272 senesinde çıkardığı bir emirname şehir içindeki bu bir­ liklerin vazifelerini tâyin ve izah ediyor ( bk. A . Heisenberg, A u s der Geschichte und L i­ teratür der Palaiologenzeit, München, 1920 s. 39 ve Vasiliev, H E B , 680 ). Bununla berâber Osmanlı türkleri X IV. as­ rın ilk yarısında Boğazlar bölgesine yaklaş­ mağa başladılar; yaptıkları akınlar esnasında bir çok defalar Trakya 'ya g e çtile r; Bizans 'tan aldıkları yerlere yerleştiler;, öyle ki, payitaht yavaş-yavaş her taraftan kuşatıldı ve toprak­ ları ile arasında irtibat kesildi. Bir tarafta Bizans imparatorluğu İle sırp ve bulgar kıralları arasında anlaşmazlık, diğer taraftan Cenova ve Venedik cümhûriyetlerl arasında za­ man zaman harbe müncer olan rekabetler, bir de Roma kilisesi ile rum ortodoks kilise­ leri arasında büyük bir uçurum mevcut İdi. Hâricî tazyıkların birer neticesi olarak, dahilî mücâdeleler, isyanlar ve İktisadî buhranlar yüzünden, Bizans imparatorluğunun mukavemet kudreti mütemadiyen azalıyordu.



İST A N B U L.



1347 senesi yaz aylarında, imparatorun da­ madı Orhan G âzî Üsküdar ( Skutarion ) 'a gel­ miş ( Kantakuzenos, III, 28 ) ve Bizans ’1 uzak­ tan seyrettikten sonra, karşıya geçmeden, Bur­ sa ’ya dönmüş idi. ( A . D E C E I .) [ Paleoiogoslar zamanında İstanbul şehri hiç bir zaman eski ihtişâmını kazanamadı. Bu sü­ lâlenin hüküm sürdüğü devirde imparatolnğun toprakları küçüte-küçüle yalnız şehre münhasır kalmış ve Bizans’ın bir müddet daha ayakta durması bir takım fırsat veya tesâdütlerin neticesi olmuştur. Paleologoslarm ilk hüküm­ darı Mihael VIII. garbe mütemayil bir siyâset tâ kip etmek mecbûriy etinde kalarak, şark ve garp kiliselerinin ittihadını kabûl etmiş ve İtal­ yan kolonilerine yeni imtiyazlar tanımış İdi. Halefi Andronikos 11. ise, dinî bir inkılâp yap­ mak istemiş, bilâhare bozuştuğu patrik tara­ fından tel’în edildiğinden, şehirde büyük bir heyecan uyanmasına sebebiyet vermiş idi. Ahâli şehir üzerine bir takım felâketlerin çök­ mek üzere bulunduğuna inanıyordu. Katalan bölüklerinin bir kısım Bizans topraklarını tah­ rip ve yağma etmesi imparatorluğu büs-bütün fenâ bir duruma düşürmüş ve şehir „çöl orta­ sında bir kale" manzarası almış idi. Bu impa­ ratorun torunu genç Andronikos 1328 ’de şehri muhasara ve zaptederek, tahtı ete geçirdiği sırada, nufûz ve iktidar nâzırlardan İoannes Kantakuzenos’ un elinde idi. Andronikos ’un halefi İoannes V. küçük yaşta bulunduğundan, validesi Anne de Savoie naip tâyin olunmuş idi ve bu devirde şehri A lorios Apokaukos adlı biri idâre ediyordu. Apokaukos bir aralık ileri gelenleri kapattığı hapishanede mabbusiar ta­ rafından öldürüldü ve şehir bunların eline ge­ çerek, yağma edildi. Kantakuzenos, bu fırsat­ tan bilistifade imparatoriçe ile anlaşarak, kı­ zını İoannes V. ile evlendirdi. Üç imparatoriçe iletki imparatorun taç giyme merasiminde kulla­ nılan sahte mücevherât ve bakır evâni impara­ torluk hazînesinin ve dolayısı ile şehrin bu de­ virde ne kadar fakir bir hâle düşmüş olduğunu göstermek bakımından mühimdir. Gerçekten Kantekuzenos zamanında mâlî darlık son haddini butmuş, G a la ta ’daki Cenevizliler, verdikleri bor­ ca karşılık, devletin gelirine el koymuşlar idi Bizan s’ın geliri o aralık 30.000 altın ve cenevizlilerinki 200.000 altın idi. Bununla beraber Kantekuzenos, gayret sarf ederek, ticâret ve harp gemileri yaptırdı. Cenevizliler ise, bundan kuş­ kulanarak, mücâdeleye hazırlanıp, Galata sırt­ larını işgâl ve sûrlar ile tahkim e ttile r; hattâ Bizans ’a taarruza kalkıştılar. Şehir için tehlike daha vahîm bir mâhiyet kesbetti. Bu sırada Tana ( Azak) ’dan gelen tâûniu gemiler şehre hasta­ lık getird i; ahâlinin mühim bir kısmı telef



1171



oldu. 1348 senesi ile müteakip senelerde de­ vam eden bu salgın Akdeniz ’e ve daha uzak ül­ kelere sirayet etmiş, Venedik-Ceneviz reka­ betini duraklatmış idi. Hastalığın te'siri geç­ tikten sonra yeniden başlayan mücâdeleye, V e­ nedikliler ile müttefik olarak, Kantakuzenos da iştirak etti. Venedik ve Cenova donanma­ ları arasında Büyük-Ada ( Prinkipo ) açıklarında vukû bulan ve kat’î bir netice vermediği anla­ şılan muhârebe ( 1350 ), eğer harbin umûmî cereyânmda Venedik imdada yetişmese idi, şehrin ve hattâ imparatorluğun bir Cenova eyâleti hâ­ line gelmesini İntaç edebilirdi. Kantekuzenos ’un nufûzuna son veren hadise imparator Ioannes V. ( 134 1 —1 391 ) ’in iktidarı ele geçirmesi­ dir. Bu imparator hîle yoluna saparak, fırtı­ nalı bir gecede Marmara sahilindeki limanlar­ dan kirine ( Heptoskalon ) bir tâcir gemisi yaklaştırmış, limanı kapatan zincir açılınca, derhâl İçeri soktuğu gemiden asker çıkarıp, ahâliyi heyecana getirmiş ve Blakherna sara­ yına iltica eden Kantakuzenos ’u bir manastıra çekilmeğe mecbur bırakmıştır ( 13 3 4 ) . İoannes V, oradaki saltanat devrinde şehrin mü­ dâfaası için bâzı tedbirlere baş-vurmuş, me­ selâ kiliselerin taşları ile sûrları tâmir ettir­ miş ise de, bunlar Yıldırım Bayezid’in emri ile yıktırılm ış idi. İoannes’in halefi Manuel II. Osmanlıların dâimî tazyikına mârûz bulunan şehri yalnız başına muhafaza edemeyeceğini anlayarak, Moskova büyük beyi Vasili Dmitroviç ’ten, papalıktan, Venedik, Fransa, Ingil­ tere ve belki A ra go n ’dan yardım istemiş, Fransa kıralı Charles VI. tarafından mareşal Boucicaut kumandasında gönderilen 1.200 ki­ şilik kuvvetten bir fâide hâsıl olmadığı gibi, Manuel’in garp memleketlerine yaptığı uzun seyâhat de bir netice husule getirmemiştir. XIV. asır İçinde İstanbul 'un bir çok mahal­ leleri metruk bir hâle gelmiş, binâların yer­ lerini tarlalar, bahçeler, zeytinlikler almış, bilhassa Valens su kemerine kadar olan kısım git-gide boşalarak, halk Haliç sahillerine yer­ leşmiş idi. Fethe tekaddüm eden devirde şe­ hirdeki nüfusun 40—-50.000 raddesinde bulun­ duğunu tahmin edenler vardır. Bu devirde eski binaların mermerleri sökülüyor, saray adamları ve nufûzlu kimseler tarafından, ihrâc malı olarak, İtalyan tacirlerine satılıp, dışa­ rıya sevkolunuyordu. Velhâsıl Mihael Paleologos B izan s’ı ele ge­ çirdiği zaman şehri sefalet içinde ve harabeler ile dolu bir şekilde, mâbedleri latinler tara­ fından yağmalanmış, san’at eserleri garba nakledilmiş ve bahçeleri tahrip olunmuş bir hâlde buldu. Latinler zamanında imparator sa­ raylarının odalarında bile yemek pişirildiği ve



İS T A N B U L



bu yüzden süslü duvarların ve tavanların is ile karardığı, her tarafın pislik içinde olduğu söy­ lenir. İlk işi şehri temizletmek olan Mihael, nüfus celbetmek siireti ile, Bizans ’i şenlendirineğe, manastırları eski zenginliğine kavuştur­ mağa çalışmış idi; onun bu husûsta ne dereceye kadar muvaffak olduğu pek kestirilemez. Mu­ hakkak olan bir cihet var ise, o da Bizans’ın en uzun ömürlü hanedanı olan Paleologoslar devrinde ( 12 6 1—14 5 3 ) şehrin latinlerden ev­ velki ihtişamına hiç bir zaman kavuşamadığı­ dır. Bu saltanat devresi içinde şehri gören hacılar ve seyyahlar ile muâsır Bizans m üellif, leri payitahtın düşkün vaziyetini belirtmekte müttefiktirler. A rap coğrafyacısı Abu ’ 1-Fidsi’ , şehirdeki binaları kısaca saydıktan sonra, sûr dâhilinde ekilmiş tarlalar, bahçeler ve pek çok harâp evler bulunduğunu söylemiştir. Bu mü­ elliften bir a sır sonra ( X V . asrın başları ) Bizans '1 gören Ruy Gonzales de Clavijo şe­ hirde müteaddit saraylara, kiliselere ve ma­ nastırlara rastlandığını, fakat bunlardan ekse­ risinin harâp bir hâlde bulunduğunu söylüyor. Hemen aynı senelerin adamı olan ftoransalı Buondelmonti, H avârîler kilisesi gibi, şehrin en mühim bir mabedinden bahsederken, onun bir harabe manzarası arzettiğini belirtmiş idi. Şurasını da söylemek lâzımdır ki, bu devirler­ de İstanbul *a gelen dindar ve sâf hacılar ve bâzı seyyahlar Bizans kiliselerindeki tezyinatı ve aziz yâdigârl ırını görünce, hayrete düşer­ lerd i; msl. burgonyalı seyyah Ghîllebert de Lannoy 14*4 ’de imparator Manuel II. tarafın­ dan kabûl olunarak, şehrin tarihî âbidelerini, kıymetli san’at eserlerini ve kiliselerini gör­ meğe me’zûn edilmiş, fakat ondan bir müddet sonra gelen İspanyol seyyahı Pero Tafur ise, Blakherna kilisesini anlatırken, onun tâmir edilemeyecek kadar fenâ bir hâlde olduğunu söylediği gibi, şehrin limanı için de, vaktiyle pek mükemmel iken, artık gemi barındırmaya­ cak bir durumda bulunduğunu kaydetmiş ve bundan şehrin bir çok badireler geçirdiğini istidlal eylemiş idi. A y m müellife göre, Bizans ahâlisi kılık, ktyâfet itibârı ile, düşkün, mağ­ mum ve sefil idi ( A . A . Vasiiiev, H istoire de VEmpire B yzaniin, Paris, 1932, II, 378—3 8 1; Ch. Diehl, L 'E m p ire byzaniin sous les Paleologues, Etudes byzantines, Paris, 1905, s. 224 v.d.). Bu devirde imparatorlar eski debdebeyi muhâfaza için gayret sarfederek, göz alıcı merâsim ve âyînler yaptırırlardı. X IV. asra â ii, müellifi mechûl bir merâsim kitabında, parlak unvanlar taşıyan, fakat muayyen vazifeleri olmayan bir takım büyük me'mûrdan, bir sürü teşrifat kaidelerinden, muhteşem ve kıymetdar elbiselerden bahsedilir. Hakikatte bütün bun-



ların hazin bir iç yüzü vardır. Bunlara rağmen Paleologoslar devrinde Bizans, ilim ve san’at bakımından, yine de ehemmiyetli telakkî edilen bir devir olarak göze çarpmaktadır. Gerçi imparatorlar, artık ëski devirlerde ol­ duğu gibi, mühim inşaat yaptıracak vaziyette değil idiler. Fakat bu çöken imparatorluğun merkezinde san’at eserleri vücûda getirilmiyor değil idi. Bu eserlerin en mühimi şimdi K a’riye câmii dediğimiz. Chora manastırının kilisesi olmuştur. VI. asırdan beri mevcut olup, zaman-zaman değişikliklere uğratılan bu mâbed, X IV. asırda ihyâ edilerek, renkli mermer­ ler ve bilhassa mozayikler ile tezyin edilmiş, mükemmel bir hâle konulmuş idi. Bu binânın banisi Theodoros Metokhytes ( ölm. 1332 ) ge­ niş malûmatlı, san’atkâr ve âlim bir devlet adamı olup, Andronikos II. ’un nâzırlarından idi ( A . A . Vasîlîev, ayn. esr., II, 408 v. dd. ; Ch. Diehl, Manuel d’art byzantin, Paris, 1910, S. 732—742; ayn. mil., Les mosaïques dé Kahriê c&mi, Etudes byzantines, 392—431 ; A. Oğan ve Mirmiroğlu, Kaariye câmii. Eski Hora manastın, Ankara, 1955 ). , Bu devirde Bizans mektepleri dışarıdan talebe çekecek derecede bir inkişâf göster­ mekte devam etmiş idi. Bizans mekteplerine yalnız İsparta ve Trabzon ’dan değil, rönesans devrini idrâk etmiş bulunan İtalya ’dan da talebe geliyor, A risto ve Eflâtûn gibi, büyük yunan feylesûftarım iyiden-iyiye tetkik etmiş hocalardan, msl. G. Plethon ’dan ders alıyordu. Bu mekteplerde eski yunan edebiyatına hak­ kı ile vâkıf zâtlar belagat, Sarf ve nahiv ders­ leri vererek, tetkiklerde ve şerhlerde bulunur­ lardı. Bü arada İtalyan rÖnesansı ve hümanizma üzerinde büyük te’siri olan Barlaam, Leontios Pilatos ile bir müddet Bizan s’ta tedrisatta bu­ lunduktan sonra İtalya 'ya giden Manuel Khrysoloras’ı zikretmek lâzımdır. Paleologoslar devrinde bir çok müverrihe de rastianmakta, Kantakuzenos gibi bir imparator da bu şÛbede eser vermekte idi ( tafsilât için bk. A. A . Vasiltev, ayn. esri, II, 389—394). İmparatorluğun son asırlarında Bizans’ ta, her devirde olduğu gibi, muhtelif dinî mesele­ ler bahis mevzuu olmuş, halkın yakından alâka gösterdiği bu meseleler arasında bilhassa şark ve garp kiliselerinin ittihâdı çok ilgi çek­ miştir. Dinî olmakla beraber, siyâsî bir mâ­ hiyet de arzeden bu meselelerin en mühimi, şüphesiz, şark ve garp kiliselerinin ittihâdı idi. Vaki t-vakit ortaya çıkan bu eski dâvanın halli için, muhtelif Avrupa şehirlerinde içtimâlar akdedildiği gibi, en nihayet son imparator Konstantin XI. zamanında Bizans şehrinde Ayasofya ’da bir konsil toplandığı ileri sürül-



İST A N B U L.



mü® ve bu toplantının vukû bulup-bulmadığı münâkaşaları mûcîp olmuştur. Bâzı garp mü­ ellifleri tarafından, inkâr edilen bu içtimâ bilhassa grek müelliflerlerince bir vakıa olarak kabûl edilmekte ise de, son zamanlarda aksi iddia galebe etmiştir. Ancak muhakkak olan cihet fetihten beş ay önce (kânfin I. 14 52 ) A ya so fy a ’da kardinal İzidor tarafından yapı­ lan bir rûhânî âyini müteakip, şark ve garp kiliseleri İttihadının resmen ilân edildiği ve bundan dolayı bütün şehirde büyük bir heye­ can uyandığıdır. ( C . B.) ŞEHRİN M UHASARALARI



A r a p s e f e r ve m u h a s a r a l a r ı . Sâsânî imparatorluğunu kısa zamanda ortadan kal­ dıran arap ordularının karşısında, islâmiyetin kuvvetli hasını olan Bizans imparatorluğu, Mısır ve Suriye 'y i kaybederek, Anadolu ’ya çekilmek zorunda kalmasına rağmen, müalümanlarm ilerilemesint sekteye uğratabilecek bir kudret arzetmekte devam ediyordu. Hâlbuki şark hı­ ristiyan âleminin merkezi İstanbul ’un zaptı ve Bizans 'in yıkılması ile, İslâmiyetin tabi’l ve siyâ­ sî rakibinin ortadan kaldırılması, bâzı hadîsler­ den de anlaşılacağı üzere { Buhâri, Şahih, tre, Houdas ve Marçais, 1905, II, 33z ), daha Pey­ gamber zamanında bile islâmın başlıca gayeleri arasında bulunmakta idi. Bundan dolayı kuv­ vetli bir donanmaya sâhİp olan halîfe ‘ Osman zamanında müslümanların derhâl harekete geç­ tikleri görülmektedir, O sırada Suriye valisi bulunan Mu'âviya, Kıbrıs seferini müteakip, Bizans ’a karşı İstanbul ’u hedef tutan ilk seferi tertiplemiştir ki, ‘Abd A llah b. A b i Sarh ku­ mandasındaki İslâm donanması ile Bizans deniz kuvvetleri arasında Phoenix ( F en ik e) kıyıla­ rında, 34 (655 ) yılında cereyan eden ( bk. Wellhausen, Die Kämpfe der Araber mit den Römäern in der Zeit der Umaijaden. Nachr. der kgl. Gesell, der Wtss., Göttingen, 1901, s. 414 v.d.) Zât al-şavârl ( ^direkler“ ) muharebe­ sinde imparator Konstans ’in ağır mağlûbiyeti ve Bizans donanmasının imhası ( bk. Theophanes, Chronographia, nşr. Boor, 1883, s. 332,345 v.d .; bk. bir de T abari, nşr, de Goeje, 1893, I, 2868,2870; Menbicii Agapius, Patrologia orientalae, VIII, 480) müslnmanlara İstanbul deniz yolunun açılmasını te’min etmiş idi. Mu'âviya halîfe iken, oğlu Y azid tarafından idare edi­ len ve ileri gelen sahâbeler ile birlikte meşhûr Abu Ayyüb al-Anşâri ( HSlid b. Zayd ) ’nin de katıldığı( T abari, 1885, II, 86—89; İb nSa'd, Tabalşât, nşr. Sachau, 1904, III, fas. 2, s. 49 v.d.) 48/49 ( 668/669 ) seferi İstanbul ’un muhasarası ile neticelenen ilk İslâm teşebbüsüdür. İmpaparator Konstans 'a isyan eden Ermem'a valisi



117 3



Saborios’a yardım etmek içinde M u'âviya'nin 48 { 668 ) yılında Fa ia la b. ‘ Ubayd al-A nşâri kumandasında gönderdiği kuvvetler, âsî vali­ nin attan düşerek Ölmesi yüzünden, Bizans 'ta ihtilâfın yatışması ve Konstantinos IV . Pogonatos’un imparator ilân edilmesi dolayısı ile, bir netice alamamış, bunun üzerine Mu'âviya oğlu Y a z id ’i o zaman K ad ık öy’de kışlamakta olan Fazâla ’ye yardıma göndermiş idi. 49 (669) baharında şehre karşı devam eden tazyıktan m uvaffakiyet elde edilemeyince, arap orduları halîfe tarafından geri çağırıldı ( bu sefer hakkmdaki rivayetler için bk. İbn Sa'd, gost. g e r .; T ab ari, III, 1890, 2324; İbn Kutayba, Kiiâb alm a'ârif, nşr. Wüstenfeld, Göttingen, 1850, s. 14 0 ; İbn al-A şir, Kahire, 13 0 1, III, 2 3 1 ; Mas‘ üdi, M arnc, nşr. ve trc. C. B. de Meynard, Paris, 1869, V , 62 v .d .; Leunclavius, Hıstoriae musulmanae Tar corum, Frankfurt, 1596, kit. XVIII, 39 ; 'A li, K unh al-ahbar, İstanbul Üni­ versite kütüp., T.Y. nr. 5959» 78a—79b; A . Sü­ heyl Ünver, İstan bu l’da sahâbe kabirleri, nşr. İstanbul fethi derneği, İstanbul, 1953, s. 31 v.d., 3 5 — 39 )• Mu'âviya, hilâfetinin sonlarına doğru, İstanbul 'a karşı bir sefer daha açtı. 53 (673 ) ’te harekete geçen İslâm donanması 54 ( 674 ) senesinin nisan—eylül ayları arasında İstanbul 'u tazyik etti ise de, geri çekildi ve Cyzicus ( K apu-D ağı) 'ta yerleşen arap kuvvetleri hü­ cumlarına devam ettiler. Müsâit mevsim ve fırsatlarda icrâ edilen bu hücûmlar 7 yıl sür­ müştür ( Theophanes, 9. 353 v.d .; Vâkidi 'den naklen T abari, II, 16 3; bu son eserde zikredilen A rw ad adasının 73 senesinde Cunâdat b. A bi *I-'Umayya al-Azdi tarafından zaptedilen KapuDağı olması muhtemeldir, bk. Wellhausen, s. 425 ). Fakat araplar bizanslılarm kullandıkları rum ateşi yüzünden muvaffak olamamışlardır. M u'âviya ’den sonra, halîfe Sulaymân b. ‘ A bd al-Malik zamanına kadar İstanbul ’a kar­ şı büyük çapta bir harekete tesâdüf edilmi­ yor. Sulaymân selefi V a lid ’in 95 ( 7 13 / 7 14 ) yılında İstanbul’ a karadan ve denizden mu­ hasara etmek için yaptığı geniş ölçüdeki ha­ zırlığı ( Theophanes, s. 384 ) ikmâl ederek, kar­ deşi Maslama b. 'A bd al-Malik ’i İstanbul üze­ rine şevketti. Kara ve deniz ordularının baş­ kumandanı sıfatı ile, 97 başlarında ( eylül 7x5 ) yola çıkan ve Kitâb at-ugün ’a göre (bk. Brooks, Journal o f Hellenic Studies, 1899, XIX, 20 v.d.), Haleb civarında Dâbik çayırında ör­ sünü tabşid ettikten sonra, Maraş üzerinden Am üriya ( Amorrion, Amorium) ’ye doğru yü­ rüyen Maslama ’nin ileri hareketine mâni olmak için, İstanbul 'dan gönderilen Theodosios im­ parator Anastasios II. ’a isyân etmiş ( Theo­ phanes, s. 371 v.d.), imparator ilân edilerek, taht­



ıi74



Is t a n b u l .



tan uzaklaştırılan Anastasios 'un yerine geç­ şısında şaşkın hâle gelmiş olan M aslam a’nin miş idi. Fakat Amorion 'un Anadolu kumandanı derhâl geri dönmesini bildirdi. Dönüş esna­ Leon imparatora inkıyadı red dedince, onu des­ sında da, arap deniz kuvvetleri, yollarda üstteklemeği menfaatlerine uygun gören Maslama, üste bizanslılann taarruzlarına uğradığından, emirlerinden Sulayman b. Mu*âz ve Bahtari b. bütün sefer büyük bir felâket hâlini almış idi. al-Hasan ( Men^icli Agapius, s. 5 0 1; Theopha- Bu sefer dolayısı ile muahhar devirlerde bir nes 'te Bakkharos ) vâsıtası ile dostâne müzâ­ çok rivâyetler teşekkül etmiştir. Bunlardan bi­ kerelerde bulunmuş idi. A sıl maksadı, görünüş­ ri Maslama 'nin İstanbul ’a girişidir ki, gftyâ te meşru imparator olarak tanımağa hazırlan­ imparator Leon 'un izni ile Maslama, maiyeti dığı Leon 'u ve aynı zamanda daha ziyâde İstan­ ile birlikte, Bizans payitahtında üç gün ika­ bul 'dakı imparatora bağlı görünen mühim Amo­ met etm iştir ( Ps.-D.Tell-Mahré, s. 13 ). Diğer rion şehrini ele geçirmek idi. Fakat kurnaz biri de, Maslama ’nin İstanbul ’da bir câmi yap­ Leon tuzağa düşmediği gibi, Amorion halkı da tırmış olduğudur. Bu hususta ilk olarak X. as­ araplara karşı cephe aldı ve şiddetli muhasara rın ikinci yarısında yaşam ış müelliflerden olan akîm kaldı. Bundan sonra da, yine zahiren Leon at-Mukaddasi bir rivayet nakleder ( Ahsan ile dost geçinme yollarını aramaktan fayda al-ta}çâsim, B C A , 19062, III, 142 ). Buna göre, uman Maslama, bütün gayretlerine rağmen, onun Maslama ’nin talebi ile İstanbul 'da sarayın ya­ ile İstanbul 'da arap hâkimiyeti bahsinde hakikî kınında islâmlar için D âr al-Balât adı ile ve bir iş birliği kurmağa muvaffak olamadı. A k ­ içinde bir câmiin bulunduğu tahmin edilen bir sine, arap ordusunun iyi niyetlerini istismar konak yaptırılmıştır. İmparator Konstantinos eden Leon, kendi kuvvetleri İle, İzmit üzerin­ Porphyrogenetos 'un eserinde de ( De Admi­ den İstanbul 'a yürüdü ve Theodosios 'un ye­ nistrando imperio, nşr. Migne, PG, 1864, s. rine imparator ilân edildi. Bunun üzerine, B i­ 209 ), Praetorium 'da Maslama 'nin İsteği üze­ zans payitahtını kat’î olarak muhasara kararı rine bir câmi yaptırıldığından bahsedilmektedir. A bbâsîier devrinde, beşinci ve son olarak, ile, Maslama bugünkü Çanakkale mevkiine geldi ve Abydos ( N â r a ) ’ tan ‘Omar kumandasındaki bir İstanbul seferi daha tertiplenmiştir. Halîfe İslâm donanmasının yardımı ile, Trakya ’ya al-Mahdi ( 775—785 ) 'nin oğlu ve veliahdı Ha­ geçti ( Mas'üdi, Murûc, 18Ğ3, II, 3 1 7 ; Süryânî run'un kumandasında gönderdiği ordu, İzmit Mihael, trc. J. B. Chabot, Paris, 1905, II, 485 ) 'teki Bizans kuvvetlerini mağlûp ettikten son­ ve İstanbul'u kuşattı (ağustos 7 16 ), Donan­ ra, Üsküdar 'a kadar sokulmuş idi (16 5 — 7 8 1). ma da eylül ayında, Marmara 'ya g ird i; Ha­ İmparatorluğu Konstantinos V L adına idare liç ’ İn önündeki zincire kadar sokuldu ve deniz­ eden Eirene yıllık vergi mukabilinde, Hürün ile den tazyıka başladı ise de, az zamanda râm sulh yaptı (T a b a ri, 111, 503). Theophanes’e ateşinden büyük zayiat gördüğünden, çekil­ göre ise ( ayn. esr., s. 456 ), Anadolu 'daki Bi­ di. O sene şiddetli geçen kış aylarında ağır zans kuvvetlerinin İslâm ordusunun ric’at hat­ telefat veren arap kara kuvvetleri çok sıkıntı tını kesmek üzere olmaları dolayısı ile, impaçektiler. Kendilerine Mısır 'dan ve A frika ratoriçe ile anlaşmağa mecbur katmıştır ( Sü r­ 'dan yardım maksadı ile gönderilen donan­ yânî Mihael, .111, 2 ). Bundan sonra imparator Nikephoros zama­ malar, L eon ’un baskınına uğrayarak, ya­ kıldığı gibi ( Nikephoros, Breviarum, nşr. nında ( 8 ı x —8 1 2 ) orta Anadolu’ya doğru bir Boor, s. 54 ), Anadolu ’dan geçerek, İzmit ’e arap ilerilemesi vukû bulmuş ise de, artık bîr kadar ¡lerüemiş olan kara yardım kuvvetleri İstanbul seferi bahis mevzuu değildir ( bu ba­ de, bizanslılar tarafından pusuya düşürülerek, his için bk. M. Canard, Les expéditions des dağıtıldı ( Ps.-Denys de Teü-Mahre, trc. Cha­ Arabes contre Constantinople dans l'histoire bot, Paris, «895, s. 1 3 ; Tabari, II, 1 3 1 7 ; İbn et dans la légende, J A , 1926, s. 6 1 —1 2 1 ; bu­ a l-A ş ir, V , 12 ). Maslama 'nin ordusu İstanbul rada hadîslere ve türk, arap kahramanlık sûrları önünde, hiç bir takviye alamadan hü­ destanlarına göre, arapların İstanbul seferleri cumlara devam etmekten, hastalıktan ve açlık­ de tetkik edilm iştir; trk. trc. İ. H. Danişmend, tan takatsiz düştüğü sıralarda, Balkanlardan Tarih ve efsâneye göre arapların İstanbul se­ gelen Bulgarların da taarruzlarına mâruz kal­ ferleri, İstanbul enstitüsü dergisi, İstanbul, mış, hayli zayiat vermiş idi ( eylül 7 1 7 ; Tbeo- 1956, 11, 2 13 —259). T ü r k s e f e r v e m u h a s a r a l a r ı . Hunphanes, s. 397; T abari, göst. yer.). Nihayet İstanbul 'u zaptedinceye kadar, Maslama 'nin I a r . 374—375 yıllarında V o lg a ’yı aşarak, Got orada kalmasını emreden halîfe Sulayman 'm devletlerini yıkan Hunlar, bir taraftan Balkaş ölümü üzerine, halefi ‘ Omar b. ‘ Abd al-*Azız, gölüne, diğer taraftan Tuna kıyılarına kadar muhasaranın gayr-i müsait şartları altında bu­ uzanan büyük bir imparatorluk hâlinde buraya nalmış ve İmparator Leon'un desiseleri kar­ yerleştikleri sıralarda Bizans tahtında Theodo-



İST A N B U L.



sios II. (408—450) bulunuyordu, O zaman Hun imparatorluğunun garp cenahı hâkimi olan Uldm Bizans üzerine ilk te’sirli türk tazyikini yapmış ve 4 10 yılına doğru Trakya ’ya kadar inmiş idi ki, onan kendisine sulh teklif eden Trakya kumandanına; — „Güneş şua­ larının uzandığı yere kadar, her tarafı zapta muktedirim“ — dediği mâlûmdur ( bk. B. Szasz, A hunok torienete A ttila naggkiraly, Buda­ pest, 1943, s. 129 ), Uldın 'in ağır baskısı ka­ vimler muhaceretinin ikinci dalgasını tahrik etti. Yerlerinden çıkarılan kavimler ya Bizans hudutlarından yahut garbî Roma imparator­ luğu hudutlarından girerek, büyük tahribat yapıyorlardı. Aslında yumuşak tabiatlı ve din­ dar olup, mukaddes kitapları istinsah ile vakit geçirdiği için, Calligrapbos diye lekaplandınlan, fakat yüksek hıristiyan ilahiyat mektebi kurmak ve kanunlar mecmuası meydana getirt­ mek gibi, mühim işler de başarmış olan Theo­ dosios, gittikçe artan dış tehlike karşısında payitahtı müdâfaa ve muhafaza etmek için, İstanbul 'un etrafında hâlen mevcut sûrları inşâ ettirmek ile imparatorluğa hizmet etmiş idi ( A. A . Vasiliev, Bizans imparatorluğa tarihi, I, trk. trc. A . M. Mansel, Ankara, 1943, s. 124 —128 ve Ch. Diehl, H is to ire ' de 1‘Em pire Byzantin, Paris, 1920, s. 10 v.d.). Bizans im­ paratorluğunun son günlerine kadar kendini korumasında başlıca âmil olduğa belirtilen ve Le Beau 'ya göre ( Histoire du Bas-Em pire, Paris, 1780, VII, 4 1 3 ) bu sûrların Hun taar­ ruzlarına karşı inşâ edildiği kabûl olunmaktadır ( bk. A. A . Vasiliev, s. 1 28; M. L. Levtchenko, Byzance des origines â 1453, Paris, 1949, s* 35 )• __ A ttila'n ın üç amcasından biri, Hun impa­ ratoru Rua { 422—434 ) hükümdarlığının ilk senesindeki Balkan seferinde kazandığı gâlİbiyet sonunda Bizan s'1 350 libre ( 1 7 5 kgr.) al­ tın yıllık vergiye bağladığı gibi, 430 senelerine doğru, Hun imparatorluğunun sıklet merkezini de Tuna—Tısa nehirleri arasına kaydırmış, aynı zamanda Hunlara tâbi ülkelerde bizanstıtarın ücretli asker toplamasını yasak etmiş id i; çünkü Theodosios I. zamanından beri şarkî Roma, hattâ garbî Roma Hunlar arasın­ dan tedârik edilen ücretli askerler ile hudut­ larını tutabilmekte idiler. Rua, bundan başka, ticâret münâsebetlerinin yalnız muayyen hu­ dut pazarlarında cereyân etmesini sağlamak suretiyle, Hun arazisi içinde Bizans te’sirini de önlemiş oluyordu (bk, B. Szasz, ayn. sar., S. 16 9 ),



1



Theodosios II. 'un konsüllerden mürekkep elçilik heyeti, Bizans 'taki Hun firarileri me­ selesini görüşmek üzere, Tuna kıyılarına gel­



diği zaman, o sırada Rua ansızın öldüğünden, karşısında A ttila (4 34 —4 5 3 ) 'yı buldu. Yeni Hun imparatoru Tuna'nın sol sâhilİnde, Margus 'un karşısındaki Konstantia kalesinde, mü­ zâkerelere tahammülsüz, haşin bir hava için­ de, kendi şartlarını romalılara yazdırdı (434 Margus veya Konstantia anlaşm ası). Buna göre, yıllık vergi iki misline çıkarılmakta ( 35 ° kgr* altın ) Bizans ’a sığman kaçakların derhâl iâdesi ile, bundan sonra ilticâ taleple­ rinin kat’îyen reddi istenmekte ve daha mü­ himi Bizans 'm Hunlara bağlı kavimler ile, her ne şekilde olursa-olsun, münâsebet kurması men’edilmekte idi. Bilhassa son madde dolayısı İle şarkî Roma — Hun hudûdu kendili­ ğinden kapanıyor { krş. F . Altheim, Attila et les Huns, Paris, 1952, s. 1 43), Bizans ’ın Don—Adriyatik hattının şimâlindeki ülkeler ile siyâsî, tıcârî alâkası kesilmiş oluyordu. Anlaşma 441 yılına kadar yürürlükte kaldı. Fakat Thedosios, imzaladığı anlaşmaya rağ­ men, Hunlara tâbî bulunan Karadeniz 'in şi­ mâlindeki A gaçirleri isyâna teşvik ediyor, Hunlardan kaçanları iyi karşılıyordu. Meselâ ileri gelen Hun firfirilerinden ihtimâl Got menşe’ U A rnegisclus'u general rütbesi ile taltif etmiş, ona mühim askeri vazifeler ver­ miş idi. Yine o sıralarda Margus şehri pisko­ posu, gizlice Hun topraklarına girerek, Hun hukümdâr âilesi mensuplarının mezarlarını aç­ mak, içlerindeki kıymetli eşyayı çalmak gibi, ağır bir tecâvüzde bulunmuş idi. Filhakika şarkî Roma, aradaki bir kaç yıllık sulh dev­ resinde, A ttila ile hesaplaşmağa hazırlanıyor­ du ; garbî Roma ile sıkı dostluk te’sis etmiş, yarım asırdan beri Sâsânîler ile süre-gelen muharebeleri bir anlaşma ile nihâyetlendirerek, şarktaki kuvvetlerini Hunlara karşı tahşide imkân bulmuş idi. Yalnız A frik a ’ yı fethedip, donanması ile Sicilya ve İta ly a'y a el atmağa başlayan Vandal kıralı Geiserich İle ciddî şekilde meşgul olmak zarûreti Bizans’ ın zayıf kalan noktası idi, Hunlar ile şarkî Roma 'nın arası gerginleştiği bu sırada Vandal kıralı ile A ttila arasında bir yakınlaşma görülmektedir ( B. Szasz, ayn. esr., s. 18 7). A ttila, her hâlde Bizans 'ın bir kısım kuvvetlerinin Sicilya 'da olduğunu hesaba katarak, Thedosios'tan Konstantia muâhedesinin şartlarını yerine ge­ tirmesini ve her şeyden önce hırsız piskoposun kendisine teslimini harp tehdidi ile istedi. Cevap verilmeyince, ilk Balkan seferini açtı. 441 —442 yıllarında cereyân eden bu seferde Bizans’ ın bütün hudut kaleleri zaptolundu, meşhur Tuna vilâyeti ortadan kalktı. Margus, Viminacium ( Kostolaç civarında ), Singidunum ( Belgrad ), Sİrmium ( M itrovica), Naissus



II?Ğ



Is t a n b u l .



( Niş ) kale-şehirleri İle birlikte Balkanlardan Bizans ’a, İtalya ’ya ve Avrupa ’ya uzanan bü­ yük sevkulçeys yolları ve kavşak noktaları ele geçirildi. İstanbul yolu açılmış idi. Durumun ağırlığını kavrayan Bizans senatosu A ttila ile anlaşma yollarını aradı. Tbedosios, Hun imparunun kendisine pek inanmayacağını bildiği için, garbi Roma 'dan sulh tavassutunda bulun­ masını ricâ etti. Meşhûr A etius 'un araya girmesi ile, fakat ileri sürülecek yeni şart­ ların kabulü mecburiyeti altında, sulh ya­ pıldı. Bu Balkan seferinin Hunlar bakımından mühim neticesi, yıllık verginin te’yidinden başka, Tuna bölgesinin ilgâ edilmesinin Bizans tarafından resmen tasdiki idi. Diğer bir ne­ ticesi de, onun lâyıkı ile alâkadar olmadığı A frik a 'y ı Vandallara bırakmak zorunda' kal­ masıdır. Thedosios 443 senesinden itibaren Balkan yarun-adasmda mümkün mertebe müdâfaa edi­ lebilir bir hat kurmak için, yeniden faâliyete geçmiş ve istihkâmların takviyesi, hu­ dut muhâfız kıt’alarının tekrar teşkili, askerî yolların tâmiri için, bu işe me’mûr olan Nomus ’a gerekti emirler vermiş, o da sü r’at ile yeni bir eyâletin tanzimine girişmiş idi. Lâkin Bizan s’ın mâlî durumu bu derece ağır işlere müsait değil idi. Hunlara verilmesi icâp eden yıllık vergi ağır bir yük teşkil ediyordu. 44Ğ ’da çıkan bir salgın hastalık hayli telefâta sebep olmuş, 447 ’ deki müthiş zelzele, başta İstanbul olmak üzere, bütün şarkî Akdeniz şehirlerinde büyük hasarlar yapmış, bu arada pâyitahtın sûrlarında 50 ’den fazla burç yıkıl­ mış idi. Bu şartlar altında her hangi bir isti­ lâyı durdurabilmek çok müşkül idi. Attila ’nın İstanbul üzerine yürüyüşünün hakikî se­ beplerini Bizans 'm bu askerî ve mâlî tâkatsizlİğinde aramak daha isabetli olsa gerektir. Kaynaklar bu seferi Bizans ’ın mûtad ver­ giyi zamanında ödememesine hamletmektedir. Fakat bilhassa iktidara işiirâk eden kardeşi Buda ( veya Bleda ) 'mn ölümünden ( 445 ) sonra, binlerce kilometrelik muazzam impara­ torluğu tek elde toplamağa hem kifâyetli, hem de huşûneti nisbetinde büyük bir siyâset ve devlet adamı olan A ttila 'nın, 448 yılında Bizans elçilik hey’eti kâtibi Priscos'un Hun sarayında öğrendiği üzere, Pax Romana 'yı, bugünkü tâbir ile „dünya sulbünü" bizzat te’sis emeli ile cihân hâkimiyeti kurma istediği bir anda ( bk. B. Szasz, ayn. esr., s. 238; L. Rasonyi, D ünya tarihinde türklük, Ankara, 194s, s. 57 ) ilk hedef olan Bizans ’a karşı alâkasız kalamayacağı muhakkak idi. 447 baharında A ttila 'nın emri ile harekete geçen Hun ordusundaki kalabalık süvâri 15 -



menlerini, yer-yer piyade birlikleri tamamlı­ yor, çoğu şark Gotları kıralı Valam ir ile Gepid kıralı Ardarich tarafından sevk ve idâre edilen teknik vâsıtaları kullanmak ile vazifeli kıt'alar orduyu üstün harp kabiliyeti ile teçhiz ediyordu. Bugünkü Bulgaristan ’a giren Hunlar, Oescus ( G ig e n ) şehri yakının­ da Utus { Vidin ) ırmağını geçtiler ve hemen orada seferin istikbâlini tâyin edecek dere­ cede mühim ilk muhârebeyi kazandılar. Bizans ordusunun baş-kumandanı, yukarıda zikretti­ ğimiz Hün firârîsi Arnegisclus harp meyda­ nında öldü; ordusu imhâ edildi. Bundan son­ ra, kuvvetlerinden bir kısmını Nikopolis ( Niğbolu ) civarındaki Asemon ( Osem ) kalesini muhâsaraya me’mûr eden A ttila, bir hun kolunu Tuna boyunca sıralanm ış şehirlere karşı, şarka doğru sevkettikten sonra, ken­ disi ordunun küllî kısmı ile, ana yoldan cenuba doğru iieriledi. Sardica ( Sofya ) ’yı, Philippopolis ( Filibe ) ’ i zaptetti ve Hadrianopolis ( Edirne ) 'i kuşattı. Burada muka­ vemet fazla olduğu için, vakit kaybetme­ den, yoluna devâm ile, Durostorum ( Silistre ), Mareianopolis ( Preslav ) müstahkem mev­ kilerini ele geçirerek, Karadeniz sâhilferinden cenuba yönelmiş olan hun kolu ile bir­ leşti ve İstanbul’a teveccüh etti. Kallipolis ( Gelibolu ) ve Sestos ( A kbaş ) limanlarına kolayca girdi. A ttila 'nın Yaîdızlı-Kapı önünde zuhûru bekleniyordu. Lâkin o, arkada kalan mukavemet yuvalarını tamâmen yok etmek üzere, ansızın geri döndü ; Tesalya ’dan geçti ve tâ Thermopil geçidine dayandı. Artık İstanbul zahmetsizce kuşatılabilirdi. Telâşa düşen Bizans, A sya ve A frik a 'dan acele top­ ladığı kuvvetler ile, Thermopil'den avdet eden A t t ila ’nın Kersonesos (G elibolu yarım -adası) 'ta yolunu kesmek istedi ise de, muvaffak ola­ madı. Hun ordusu Athyra ( Büyük-Çekmece ) mevkiinde ordugâh kurduğu zaman, imparator Theodosios adına Bizans asîlzâdelerİnden Anatolios reisliğinde bir hey’et A t t ila ’nın nezdine geldi. Müzâkere kısa sürdü ve Bizans murah­ hası, imparatoru nâmına, A ttila 'nın bütün şartlarını kabul e t t i: yıllık vergi üç misline çıkarılacak ( 1.050 kgr. altın ), 2. şarkî Roma, harp tazminâtı olarak, 6.000 altın verecek; 3. hun olsun, bizanslı harp esirleri olsun, A ttila hâkimiyetinden kaçanlar iâde edilecek ( ancak harp esirleri adam başına 12 altın mu­ kabilinde kurtarılabilecek ), 4, Tuna bölgesinden cenûba doğru 5 günlük mesafedeki bütün arâzi derbal tabiiye edilip, boş bırakılacak ( Le Beau, ayn. esr., VII, 189 ; Levtchenko, ayn. esr., s. 35 ; B. Szasz, ayn, esr„ s 2x9 ), Anatolios sul­ hu diye anılan bu anlaşma elbette şarki Roma



İSTA N BU L. ’nın payitahtına fiilen el koymak değerinde ola­ mazdı, Görüldüğü üzere, A ttila için'de, Bizans 'ı daha o tarihte ortadan kaldırmak mühim bir mesele teşkil etmiyordu. Fakat A ttila 'nın Çekmece 'den dönüşünün sebebini iy i anlamak için, onun yukarıda temâs ettiğimiz temel si­ yâsetini dikkatten uzak tutmamak lâzımdır. Buna binâen A ttila ’nın, hun telâkkisi gere­ ğince, şarkî Roma imparatorluğunu hükmüne aldıktan sonra, Bizans mâmûrelerini, kültür merkezlerini, mukavemet görmediği müddetçe, yıkmakta menfaati yok idi. Nitekim 452 ’de İtalya 'ya yürüdüğü zaman, imparator Valentinianus ’ un gösterdiği tevâzü dolayısı ile, Roma ’yı att-üst etmeğe lüzûm hissetmemiş idi. A v a r l a r . İlk olarak 558 senesinde cenûb-i şarkî Avrupa düzlüklerinde göründükleri za­ man, Bizans imparatorluğu ile temasa gelen A varlar Özi nehrine kadar uzanan arazideki garp türkleri kollarından, Ruturgur ve Uturgurları hâkimiyetlerine aldıktan sonra, orta Avrupa 'ya ilerilemişler ve sıklet merkezi bu­ günkü Macaristan ovalan olmak üzere, Besarabya 'dan Almanya içlerine ve İiliriya kıyıla­ rına kadar, geniş bir imparatorluk kurmuşlardı. Adlarından anlaşılacağı üzere, türkçe konuş­ tukları mâlûm bulunan bilhassa Avrupa avarları ( bk. Gy. Nemeth, A hon/oglalo magyarsag kialakulasct, Budapeşte, 1930, s. 103 v.d.) Bayan Han ( ölm. 602) zamanında Balkanlardan tâ Çorlu 'ya kadar sokulmuşlar ve imparator Phocas 'ı vergi vermeğe mecbur etmişlerdir. A varlar 616 temmûzunda İstanbul sûrları Önünde görünmüşler ise de, Bizans pâyitahtını fiilen 626 ’da muhasara etmişlerdir, O sıralar­ da iranlılar ile meşgûl olan imparator Heraklios şarkî Anadolu ’da iken, Bizans 'a karşı kuvvetli 3 ordu hazırlayan sâsânî imparatoru Husrev II. Balkanlarda Bizans ’ın hasmı A varlar ile siyâsî temâslar sağlıyor, şarkî Roma imparatorluğu merkezinin müştereken kuşatılması planları üze­ rinde müzâkereler yapıyordu. Nihayet sâsânî kumandanı Şahrvarâz, bütün Anadolu 'yu katle­ derek, boğaza gelmiş ve 626 yılı haziranının baş­ larında bugünkü Kadıköy ile Üsküdar arasında karargâh kurmuş idi ( A . Christensen, L ’Iran sous les Sassanides, Copenhag, 1936, s. 443 ). Bir ay kadar sonrada, Trakya tarafından A var ordusunun öncüleri göründü (2 9 haziran). 30,000 kadar tahmin edilen öncüler „uzun“ sûra yak­ laştıkları zaman, şehirde ve etrafında müdâ­ faa tedbirleri alındı. A sıl surlar takviye edil­ di. Temmûz başında kalabalık A va r ordusu İstanbul ’a 4 fersah mesâfeye gelip, konmuş ise de, bunlar yine sür'atle gözden kaybolmuşlar ve 10 gün kadar görünmemişlerdi. Bu bizans1dan aldatmak ve onların durumunu yakın­



» ¡7



dan öğrenmek için, yapılan bir manevradan ibâret idi. Filhakika hasmının çekildiğini sa­ nan bir kısım Bizans kuvvetleri etrafı, tetkik ve bâzı tâmirat maksadı ile dışarı çıktıkların­ da, A varlar tarafından bastırılarak, esir edil­ diler, kaçanlar öldürüldü ( Le Beau, ayn. esr. XII, 265 ). Aynı günde l.oop kişilik bir A var grubu Galata tepelerine giderek, Anadolu kı­ yısında Chrysopolis (Ü sk ü d ar) yamaçlarında yerleşmiş olan İran kuvvetlerine kendilerini göstermişler ve karşıdan-karşıya işaretler ile anlaşmağa çalışmışlardı. Boğaz hâkimiyeti Bi­ zan s'ta olduğu için, müttefikler arasında fiilî temas te'mini müşkil idi. Fakat bu faâliyet Bizans meclisini uyanıklığa ve ciddî teşebbüs­ lere şevketti. Müzâkere sonunda, evvelce muh­ telif elçiliklerde bulunmuş olan senatör Atbanasios, anlaşma hakkında konuşmak üzere, A va r hanının yanına gönderildi. Han bizzat idâre ettiği büyük kuvvetlerin başında henüz Edirne havalisinden İstanbul 'a doğru yürüyüş hâlinde idi. Durum gelişinceye kadar, A var karargâhında alıkonan senatör ağır bir vergi teklifi ile iâde edildi. Bizans meclisi senatörü beceriksizlik ile ithâm etmekle beraber, duru­ mun vahametini kavradığından, yaklaşan ha­ nın mümkün mertebe az bir fedâkârlık ile dur­ durulabilmesi ve aynı zamanda payitahtın mut­ laka müdâfaa edileceğini bildirmek için, aynı senatörü tekrar yola çıkardı. Han bu defa el­ çinin sözlerinden asabîleşti ve onu huzûrundan kovdu ve 29 temmuz günü, ordusunun küliî kısmı ile sûrlara dayanınca, müzâkerelerden netice alınamayacağı anlaşıldı. Hanın Bizanslı senatöre karşı sarfettiği ağır sözler şehirde mukavemetin artmasına sebep olmuş idi. İm­ parator Heraklios tarafından, İstanbul'un müdâfaasına me’mûr edilmiş olan Patricius Bo­ nus ile piatrik Sergios hazırlıklara hız verdi­ ler. Bonns tahkimatı takviyeye ve askeri teşcîe çalışırken, patrik de A yasofya 'da ve diğer kiliselerde vaazları ile halkı çoşturuyor, her kesi Meryem ananın himâyesinde bulunan mu­ kaddes şebir için mücâdeleye teşvik ediyordu. 30 temmûzda surların pek yakınındaki MeryemAna kilisesine sokulan A varlar, ânî bir hurûc hareketi ile, geri püskürtüldüler ise de, 31 tem­ muzdan itibâren sıkı muhâsara başladı. A var ordusu, H aliç ’ten Marmara sâhillerine kadar, her tarafta koç başları ve diğer tahrip âletleri ile davarları, kapıları yıkmağa çalışıyor ve üst-üste hücumu tâzeliyordu. Sûrlar üzerinden müdâfaa eden Bizans kuvvetlerine, kumandanın emri ile, deniz mürettebatı da yardıma koştu. İlk umû­ mî taarruz bütün şiddeti ile üç- gün devâm etti. Bu esnada Bizans meclisi bir sulh dene­ mesinde daha bulunmak özere, murahhas gön­



İSTA N B U L.



dermeğe karar verdi. Senatörlerden mürekkep hey'et hanın otağına vardıklarında, Sâsânî or­ dusunun temsilcileri olan üş kumandan ile kar­ şılaştı. Bizans elçilerini ayakta durmağa mecbûr eden han, iranlılar ile iş birliği yaptı­ ğını, istediği anda onlardan yardım alabilece­ ğini belirttikten sonra, imparator H erakiios’a ümit bağlamamalarını, mukavemetin beyhûde olduğunu, İstanbul ’un zaptından hiç bir suret­ le vazgeçmeyeceğini, yalnız üstlerindeki elbi­ seden başka bir şey almamak üzere, şehri tah­ liye ettikleri takdirde canlarmınm bağışlanaca­ ğını bildirdi. Senatörler döndüler, şehir mukave­ mette ısrar etti. İranlı kumandanlar kendi ka­ rargâhlarına dönmekte iken, boğazda bizans­ lılar tarafından yakalandılar ve fecî şekilde öldürüldüler. Deniz kuvvetine mâlik olmayan iranlılar mukabelede bulunamıyorlardı, Han yeni hücûmlarını Haliç cihetinden des­ teklemeği düşündü. Ordusundaki suya az-çok alışık olan, bilhassa İslav kuvvetlerine H aliç’te her hangi bir harekâta yetecek mıkdarda, muhârebe sandalları yaptırdı. Fakat bu sahada ilk tecrübe Bizans donanması tarafından aka­ mete uğratıldı. Han bu defa, bugünkü Bebek koyunda vücüda getirdiği küçük filo ile boğa­ zı geçerek, iranlılardandan yardım almak iste­ di ise de, deniz ortasında bizanslıların yaka­ ladığı sandalları, mÜrettebâtı ile birlikte, imhâ edildi. Han, bütün kayıplarına rağmen, kara­ dan ve Haliç ’ten müştereken yapılacak son bir umûmî taarruz daha hazırladı. Buna göre, sandallardan müteşekkil A var filosu Barbyssus ( Kâğıthane deresi ) munsabmda toplanacak, denizciler kara hücûmu ile birlikte harekete geçecek ve şehir içinde her iki kuvvet birle­ şecek idi. Planı öğrenen Patricius Bonus, Ha­ liç 'in münâsip yerlerine topladığı deniz kuv­ vetleri ile, ânî bir baskın neticesinde, A var filosunu felce uğrattı ; mürettebatı denize dök­ tü ; Blakherna civarına çıkmağa muvaffak olan cüz’î A var kuvveti Bizans ’ın ermeni kıt'alan tarafından kılıçtan geçirildi. Son hücû­ mu yüksekçe bir tepeden idâre eden han gay­ ret ve tedbirlerinin işe yaramadığını teessür İle seyrediyordu, R ic ’ate karar verdi ; kazdır­ dığı istihkâmları geceleyin doldurttu; ertesi gün, ordusu ile birlikte, çekilip gitti. A var muhâsarası 31 temmuzdan 12 ağustosa kadar devâm etmiş ve atlatılan tehlike tarihî hâtı­ ralar bırakacak derecede büyük olmuş idi. Bi­ zans'ta bu kurtuluşu yâdetmek üzere, büyük perhizin beşinci haftasındaki cumartesi günü bayram ilân edildi. O gün her sene kutlanır ve kiliselerde merasim yapılırdı. İstanbul ’un hâmisi Meryem 'e dualar edilirdi ( Le Beau, agn. esr., XII, 265 v.d., 257—278; F. B arisii, Le siège



de Constantinople p a r les A va res et les S la ves en 626, Bgzantion, fas, 2, 1954, X X IV , 3 7 1—395; A var muhasarası ile alâkalı husûslar için bk. G y. Moravcsik, Bgzantinoturci­ ca, Budapest, 1942, I, 41 ) , Bul garlar, 679 yılında Tuna havza­ sında kurulan türk-bulgar devleti [ bk, raad. B U L G A R L A R ], bilhassa IX. asrın b a ş l a r ı n d a Bi­ zans için tehlikeli bir basım olarak belirmiş idi. Muhârip olduğu nisbette kudretli bir siyâ­ set adamı karakteri taşıdığı bilhassa kaydedi­ len bulgar hükümdarı Kurum Han ( Le Beau, agn. esr., X IV , 223; A . A . Vasiliev, agn. esr. ; s. 352; R. Gronsset, L'E m p ire des Steppes, Paris, 1940, s. 230 ) ’a mukabil, imparator Nike­ phoros (802—8 1 1 ) ne muhârip, ne de siyâset adamı idi. Bulgar tehlikesine karşı aldığı ted­ bir, bâzı Anadolu birliklerini Trakya hudut boylarına nakletmekten ibâret kalmış idi ki, bu kuvvetler de, Kurum 'un bir baskını ile, darma-dağın olmuş, Bizans 'm Trakya kuman­ danı muharebe meydanında ölmüş, bil’umum malzeme, teçhizat, para Bulgarlar tarafından, iğtinâm edilmiş idi ( 809 mart b a şları). bi­ zans hudutlarının boşalmasını fırsat bilen Kurum sür’atle Sardıca ( Sofya ) 'ya yürüdü. Burayı zapt, tahrip ve 10.000 kişilik kuvvetini imhâ etti ( 8 nisan). Özerine gelen ikinci bizaus ordusunu da bozguna uğrattıktan sonra, Sofya 'yi devletinin payitahtı yaptı. Tüccar bir kavim olan Bulgar türkleri için, şarkî Ro­ ma imparatorluğunu orta ve şimalî A vru pa'ya ve İtalya'ya bağlayan büyük ticâret yolu ha­ y â li ehemmiyeti hâiz idi. Aynı zamanda sevkulceyş bakımından çok mühim olan bu yolun düğüm noktaları Belgrad ve Niş önce zaptedilmiş idi. Mesele İstanbul 'u ele geçirmek veya Bizan s’ı mahkûm duruma düşürmek su­ retiyle şark emtiasının garba intikâlinde Bul­ garistan 'ı konak mahalli ve büyük transit merkezi hâline getirmek idi. Bulgar hanının emellerini sezen imparator Nikephoros, mü­ dâfaa çâresi olarak, bir takım isabetsiz icra­ ata girişti. Bunlar arasında Bizans ’ın muhte­ lif eyâletlerinden binlerce âilenin, yurtlarından koparılarak, cebren Trakya 'ya sürülmesi ve hudut boylarında yerleşmeğe zorlanması bü­ tün imparatorlukta umûmî bir hoşnutsuzluk yaratmış ve dolayısı ile hudut müdâfaa kud­ retini zayıflatmış idi. Bundan başka, çok ha­ sis olan Nikephoros bu hudut bekçilerine pa­ ra ve malzeme vermiyordu. 8 11 yılında Bulgarlara karşı sefere çıkarken, masrafları kapa­ mak için, kendi hazînesine dokunulmadan, hal­ ka ve kiliselere yeni vergiler tarhını istemis ve emrini Patricius Niketas vâsıtası' ile îcrâ ettirmiş idi. Fakat bu muhârebede Kurum ta­



İs t a n b u l .



rafından ağır mağlûbiyete uğratılan Nike­ mek üzere, her iki taraftan beşer kişilik heyphoros savaş meydanında telef oldu (25 tem- ’etin sûrlara oldukça yakın bir mahalde top­ mûz 81 1 ) . Mevcut Bizans ordusunun imhası lanmaları kararlaştırıldı. Murahhaslar silâh Kurum ’un İstanbul 'a doğru yürümek şevkini taşımayacak idi. Fakat Leon mülakat günün­ arttırdı. Yeni imparator Mihael I. ’ in, 812 ha­ den bir gece evvel Blakherna sarayının civarı­ ziranı ortalarında Bulgarlara karşı intikam se­ na adamlarını gizlemiş ve onlara muayyen ferine çıkmış iken, ordusunun inzibatsızlığı bir işaret üzerine, Kurum 'a hücûm etmelerini yüzünden, Edirne’ den geri dönmesi Kurum ’u emretmiş idi. E rtesi gün Kurum Han birden büs-bütün hızlandırdı. Bu yılın son baharında farkına vardığı hiyânetten sür'atli atı saye­ Philippopolis ve civarını aldıktan, eylül niha­ sinde kurtulabildı. Kendisine hafif ok isâbetyetlerinde Mesembria ( Edirne 'nin şimalinde ) leri olmuş, yanındakiler öldürülmüş idi. Le­ ’yı kuşattıktan sonra, imparatora anlaşma teklif on 'un hilekârlığı Bizans 'a pahalıya mâl oldu : eden Kurum 'un şartları vaktiyle A ttila tara­ bütün Gelibolu yarım-adast Buigarlar tarafın­ fından ileri sürülen talepleri andırıyordu: Bul- dan yağmalandı, esirler öldürüldü. Halktan garlardan Bizan s’a kaçanların derhâl iâdesi, canlarını kurtaranlar dağlara çekildiler. Hanın bîzanslı tâcirlerin muayyen pazarlarda ticâret kardeşinin kuşattığı Edirne zaptedildi ve ahâ­ yapmaları ve her tâcirin elindeki emtianın lisi, diğer yerlerde yakalananlar ile birlikte, cins, nevî ve mıkdarını bulgar makamlarına T una’ nın şimâline sürüldü. Sûrlardan muvakkaten ayrılmış olan han ye­ bildirmesi ve yıllık vergi. Bizan s’ın komşu­ larına karşı tatbik edegeldiği desîseli siyâset ni bir hazırlığa girişti. Bulgarlardan başka 400 sene sonra dahi aynı tedbirlerin alın­ avarları ve ıslavları silâhlandırdı. Şarkî Ro­ masını zarurî kılmakta idi. Kurum 'un tek­ ma ’ nın servetini taşımak için, 5.000 araba yap­ liflerinin müzâkeresi neticesinde boyun eğ­ tırdı. Arkadiopolis ( Lüleburgaz ) ’te toplanan memek temâyülünün belirdiği gün ( 2 teş­ Bizans kuvvetlerini imhâ ettikten sonra, tek­ rin I. 3 1 2 ) zenginliği ve askerî mevkii mâ- rar İstanbul sûrları önünde mevkî aldı. Du­ lûm olan ve Trakya ’nın zahîre anbarı hâline ge­ varları nisbeten zayıf olan Blakherna tarafın­ tirilm iş bulunan Mesembria ’nın düştüğü öğ­ dan hücûma geçmek üzere, hazırlığa başladı, renildi. Buigarlar kalede bol ganimetten başka, imparator Leon ve senatörler neticeyi ■bekli­ 36 rûm ateşi ele geçirmişlerdi. 813 şubatı­ yorlar ve İstanbul halkı gibi, onlar da Mer­ nın ilk günlerinde ileri harekâta başlayan y e m ’in himayesindeki bu şehri kurtaracak han, ordusunda zuhur eden salgın hastalık mûcizeye ümit bağlamış görünüyorlardı. Fil­ yüzünden, durakladı. Fırsattan bilistifade im­ hakika bu mûcize vukû buldu. İstanbul 'u mut­ parator Mİhael ona karşı 15 martta İstanhul laka alacağını söyleyen Kurum Han, altın 'dan ayrıld ı; yanında kendisini imparatorun hiz­ mızrağını „yaldızlı kapıya“ saplamak için, hum­ metine vermiş görünen Kappadokia ve Armenia malı gayretleri esnasında, ansızın, ağzından kıt'aları kumandanı ermeni Leon da var idi. burnundan kan boşanmak suretiyle ölüverdi Kurum, insan zâyiâtmı telâfî. ettikten sonra, ( 1 3 nisan 8 14 ). Buigarlar, muhâsarayı kal­ yoluna devam ile, Edirne civarında etrafı bı- dırarak, çekildiler ( Le Beau, s. 247 —251, zanslılar tarafından tutulmuş bir ovanın med- 261—265, 268—283, 294—305; A . A . Vasilıev, halinde ordugâhını kurdu. Şiddetli bir tem­ s. 352 ;R . Grousset, s. 2 32; Moravcsik, s. 5 1 ) . P e ç e n e k l e r . A sya 'dan Avrupa ’ya doğ­ muz sıcağında iki ordu karşı-karşıya 15 gün bekledi. Bizans kuvvetleri sayıca çok üstün ru Xi. asırdaki üçüncü büyük türk aktnmın olduklarından, imparator zâten mahdut bulgar başlıca mümessillerinden biri olan Peçenekler ordusunu sıkıntı ve ıztıraba düşüren bu mec- Balkanlarda Bizans ile temâsa gelmişler ve bûrî bekleyişten zahmetsiz bir zafer umuyor­ imparator A lerios I. Komnenos’ u Durostorum du. Fakat vukua gelen muharebede, Leon ’un da ( Silistre ) ’da mağlûp ( 1087 ) ederek, 1090 hiyâneti ile, Bizans ordusu ezildi { 22 temmuz sonlarında tâ Çekmece 'ye kadar akınlar yap­ 813 ). mağlûbiyet dolayısı ile, tahtından indi­ mışlar, fakat bilhassa Meriç nehrine kadar rilen Mibaei ’in yerine, ermeni Leon ’un impa­ bütün Balkanlara hâkim olmuşlardı ki, bu o rator olduğu günlerde Kurum Han, kardeşini zaman Ege denizine hükmeden Selçuklu Ça­ Edirne muhasarasına bırakarak, sür’atle mesa­ ka Bey ile münâsebet kurmalarına vesile teşkil feleri aştı, İstanbul önüne geldi ve muhasara­ etmiştir. Hakikatte Peçenekleri iş birliğine ça­ nın başlangıcı olarak, Marmara 'dan Halİc 'e ğıran ve Bizans 'a karşı müşterek mücâdeleye kadar sûr boyunca hendekler kazdırdı, tahki­ teşvik ve harekâtı tanzim eden de Çaka Bey mat yaptı. Üst-Uste taarruzlardan sonra, L e­ idi. B ir müddet imparator sarayında bulunmuş on ’a yıllık vergi ve kumaş mukabilinde an­ olan Çaka İstanbul 'da gâyet iyi yananca öğren­ laşma teklif etti. Sulh hükümlerini tesbit et­ diği ve zimamdarları yakından tanıdığı gibi,



isïÀ N B Ü L Bizans siyâsetinin inceliklerine nufuz etmeğe ve imparatorluğun zayıf noktalarını keşfe fırsat bulmuş idi. Sonra oradan ayrılarak, ğarbî Anadolu ’ya gitti, İzmir ve havalisini eline geçirmeğe çalıştı. İmparator unvanını taşımasından da anlaşılacağı üzere, İstanbul'a hâkim olmağı aklına koymuş olan Ç a k a ’ nm bir donanma inşâsına başlaması çok mühim bir vâkıayı kavradığına şüphe bırakmıyordu. Şarkî Roma 'yı çökertecek en te'sirli silâhın E ge denizinde ve ve M arm ara'da kat'î üs­ tünlük sağlamağa muktedir bir donanma ol­ duğuna tam kanâat getirmiş idi. Bu itibârla İzm ir'i payitaht yaparak ve 40 parçadan ibâret kuvvetli donanması ile Bizans ’ı bir kaç deniz muharebesinde mağlûp ederek, bütün adaları ele geçirdikten sonra, Çanakkale ve Gelibolu ’ya çıkarak, Bizans 'ı Akdeniz 'den tecride çalışı­ yordu. Anadolu sâhitleri de Selçukluların elin­ de olduğundan, muhasara tarihi, Anna Komnena 'tun dediği veçhile ( Alexiade, trc. Cou­ sin, Paris, 1685, s. 188 ), şarkî Roma hu­ dutları ancak Boğaz ’dan Edirne 'y e uzanabiien acayip bir imparatorluk hâline gelmiş idi. Durumun böyleee gelişmekte olduğu 1091 yılı ilk baharında, karadan ve denizden hiç bir kuvvet çıkaramadığı için, ciddî buh­ ran içinde kıvranan Bizans, Avrupa hıristiyan âlemine müracaatlara başlamış idi ki, bu rica­ ları haçlıların bir an evvel harekete gelmesini mucip olmuştur ( bk. F. Cbalandon, Essai sar le règne d ’ Alexis /. Comnène, Paris, 1900, s. 129 v. d.). Bizans tarihinin seçkin hükümdarlarından olan Alezios, imparatorluğunu bu müthiş teh­ likeden yine türkîer vâsıtası ile kurtarmasını bildi. Peçenekler nisan başlarında Meriç kıyı­ sında toplanarak, Bizans ’a kat’î darbeyi indir­ meğe hazırlandıkları sırada, arkalarından gelen Kumanlar ile anlaşmak imkânını bulan Alexios bu iki türk zümresini bîribirine karşı kul­ landı. Peçenekler Lebonion ( Meriç ’in sol sâ* Kilinde Umur Bey m evkiinde} 'da karargâh kurarak, Çaka Bey ’in sahillere yanaşmasını beklerken, Bizans kuvvetlerine katılan 40.000 suvâriden mürekkep Kumanlar ânî bir hücum ile Peçenekleri ağır hezîmete uğrattılar ( 29 nisan 1091 ). Peçeneklerin tarihten silinmesini intaç eden bu muharebeye Çaka zamanında yetişememeğinin bizzat tertiplediği planının gerçekleşmesine imkân verememesinin cezasını gördü, yine Alexios ’un tedbirleri neticesinde Selçuk sultanı tarafından öldürüldü ( 1093 ) ( A . N. Kurat, Peçenek tarihi İstanbul 1937, s. 171, 2 1 1 v.d., 227 v. d .; İ. Kafesoğlu, Sal­ tan Melikşah devrinde biiyük Selçuklu im­ paratorluğu, İstanbul, 1953, S' 107—n l ).



B i b l i y o g r a f y a : Metin içinde zikre­ dilenlerden başka bk. bir de İ. Kafesoğlu, X II. asra kadar İstanbul ’un türkler tarafından muhâsaraları ( İstanbul enstitüsü dergisi, İstanbul, 1957, sayı 3, s. 1 — 16 ). ( İbrah İM K a f e s o ğ l u . )



O s m a n l ı t ü r k l e r i n i n , devletin ku­ ruluş devrinde, bütün X IV. asır boyunca İstan­ bul ile şu veya bu suretle ilgilendiği görül­ mektedir. Bu asrın sonlarında başlayacak olan ilk muhâsaralara kadar, Orhan Bey 'in ve Murad I. *ın bir kısım kuvvetleri, dost veya düşman olarak, Bizans sûrları önüne kadar gelmişler ve hattâ şehre dahi girmişlerdi. 1340 'ta bâzı Osmanh askerî kuvvetleri. İstanbul kapılarına kadar ilerilediği ve buna karşı koy­ mak maksadı ile, Bizans imparatorunun, A ydtn beyi tarafından gönderilen 4.000 türkmeni hizmetine almak mecbûriyetinde kaldığı (N . Gregoras ’tan naklen, J . v. Hammer, trk. trc., I, 1 79) ve Orhan B e y ’in imparator ve kayın pederi Kantakuzenos ile ittifakına rağmen, zaman-zaman ordusuna İstanbul surları önün­ de geçit resmi yaptırdığı ( Gibbons, Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu, trc. Râgıb Hulûsî, s. 81 ) görüldüğü gibi, 1375 İstanbul ’un Murad I. tarafından zaptedilmek tehlikesine mâ­ ruz bulunduğunda, imparator loannis V. Pateologos 'un macar kralı Nagy Lajos 'a bildirdiği malûmdur ( Gibbons, ayn. esr., s. 1 1 6 ; G , Fejer, Codex diplomaticus Hangariae ecclesiasticus et civilis, V. ’ten naklen ). Kezâ Bizans 'm İÇ mücâdelelerine şu veya bu sebep ile karı­ şan veya müdâhale etmek zorunda kalan ilk Osmanlı padişahları, ezcümle Murad I. ’ın sal­ tanat müddeîlerini destekleyerek, pâyitahta girmesine askerî kuvvetleri ile yardım ettiği veya imparator nezdinde tavassutta bulunarak, bunları affettirdiği oluyordu. Bİr defa Andronikos, bir defa da Manuel, Murad I. ’m te’sir ve müzahereti ile ve imparator nezdinde yap­ tığı baskı neticesinde, dâvalarını kazanmışlar­ dı. Bununla beraber İstanbul ’un ciddî surette muhâsarasına teşebbüs Yıldırım Bayezid ta­ rafından yapıldı. Kosova zaferini müteakip hıristiyanlar ile bir anlaşma yapan ve Rum­ eli ’nde Osmanlı hâkimiyetini daha sağlam bir hâle getirmeğe muvaffak olan Yıldırım Baye­ zid [ b. bk.] Bizans ’a karşı daha müessir bir tavır takınmağa başladı. Bizans hânedanı ara­ sındaki ihtilâf ve mücâdeleler de buna zemin hazırlıyordu. Vaktiyle Savcı Bey hâdisesi ile alâkalı görülerek, Murad 1. tarafından haps­ edilmiş bulunan imparator loannes V. 'in torunu ve Andronikos’ un oğlu Ioannes’in ricâ ve id­ dialarını kabûl ile, 1390 ilk baharında Edirne ’den İstanbul üzerine yürüdü. Osmanh ordusu



İs t a n



Bizans sûrları önüne geldiği zaman, şehirdeki bir kısım tarafdarlarm da müzahereti ile, genç İoannes İstanbul 'a girmeğe ( 15 nisan 1390 ) ve İmparator ile amcası Manuel'i tahtından indirmeğe muvaffak oldu ve ioannes VÏI. ola­ rak ' bizans tahtına oturdu. Yeni hnkümdar kendisine m uvaffakiyeti te'mİn eden Bayezid kuvvetlerini şehre almadı ise de, Osmanh pa­ dişahına her sene külliyetli mıkdarda altın ve gümüş te’diyesini kabul etti ( krş. J . v. Ham­ mer, agn. esr., 1, 260 ; La Chronique Anongme Bgzantine, nşr. J. Mülier, Bgzantînische Analekten, S B A K . Wien, Phİl.-hist. Kİ., 1852, IX, 392 v.d. ; F . Dülger, Johannes VIL, Kaiser des Rkomaer, 1390—1418, BZ, 19 31, XXX, 21 — 36 ; hâdisenin şahidi olan bir rus seyyahı­ nın bu hususta verdiği bilgi için bk. Khitrowo, Itinéraires russes en Orient [ Ignûty de Smo­ lensk ], Génève, 1889, s. 140 ). Mamafih Bayezid İstanbul işleri ile bundan sonra da ilgilendi ve imparatorun âdetâ nasp ve azillerini, kendi devletinin ihtiyaç ve men­ faatlerine göre, idâre ve ierâda devam etti. Nitekim az bir müddet sonra, mahpeslerinden kaçarak, Bayezid 'e ilticaya muvaffak olan ioannes V. iie Manuel ’İn ricalarını terviç ederek, İstanbul ahâlisinin bu husustaki te­ mayüllerini de öğrendikten sonra, bunları des­ tekledi ve evvelce kararlaştırılan vergiden başka, her sene padişaha suvâri ve piyade 12.000 asker tedârik ile ve bir tâbî gibi, her sene tâzimâtını arzetmek ve Osmanlıların dostlarını dost, düşmanlarını düşman tanımak taahhüdü karşılığında, İoannes V. ’in tekrar tahta geçmesini ve oğlu Manuel’in de ona saltanat şeriki olmasını kabûl ve te’min eyle­ di. Bayezid 'in müzlheretinden mahrum kalan İoannes VII. İstanbul 'u terk ile firara mecbur oldu ( 1 7 eylül 139 0) ise de, pâdişâhın tavas­ sutu ite Silivri, Tekir-Dağı ve Selanik gibi yer­ ler onun idaresine bırakıldı. Osmanh pâdişâ­ hının meşrû Bizans imparatorlarına karşı bu türlü hareketlerinde ve mahmîlerini oraya yerleştirmek istemesinde, İstanbul 'u almak için ilk adımı attığını sezmek kabildir. Ba­ yezid 'in böyle bir maksat besleyebileceğine daha o zamanda ihtimâl verilmiş ve aynı se­ ne zarfında Venedik senatosu tarafından Bi­ zans'a gönderilen sefaret hey’ etine, şayet İstabul 'da hâkimiyetin türklere geçtiğini gö­ rürlerse, Venedik gemilerine vaz’olunan mü­ saderenin kaldırılması hususunda Osmanlı pâdişâhı nezdinde teşebbüste bulunması emrolunmuş idi { M. Silberschmidt, Venedik tnenhâlartna nazaran, türk imparatorluğanun zuhuru zamanında şark meselesi, trk. trc., s. 67 ). Mlmafih Bizans müverrihi Dukas



bu l.



itài



'in da, böyle bir teşebbüse geçeceğine ihti­ mâl verdiği Bayezid bu sene zarfında Anado­ lu 'da beyliklere karşı tasarladığı planın tatbikına girişerek, İstanbul hakkındaki tasav­ vurunu istikbâle bıraktı' ve ancak imparator île yaptığı anlaşma gereğince, vermeğe meebûr oldukları yardımcı kuvvetleri ve onların başında Manuel ’i, kısmen de rehîne sıfatı ile, Anadolu harekâtında yanında bulundurdu. Bu esnada, pâdişâhın meşguliyetinden istifâ­ deye çalışarak, İstanbul sûrlarını tâmire kal­ kışan ve „yaldızlı kapının“ iki tarafındaki kule­ leri, harap kiliselerin malzemesi ile tecdid ve tahkim eden İoannes V ., maksadını gizle­ mek için, bunlara süslü bir manzara vermek İstemiş ise de, vaziyetten haberdar olan p â­ dişâh, bütün tâmirât ve İnşâatın derhâl yıkılmasıni, aksi takdirde Osmanh ordusunda bu­ lunan oğlu şeriki Manuel ’in gözlerine mil çe­ kileceğini bildirmiş ve bunun üzerine impara­ tor yaptırdıklarım kâmilen yıktırmak zorun­ da kalmıştır ki, bir çok tarihçiler bu hâdise­ nin, esasen hasta ve ihtiyar olan İoannes V . ’in ölümünü tacil ettiğini bildirmektedir. Vasiliev ( Histoire de UEmpire Byzaniin, Paris, 19 32,1i, 3 0 9 ) 'e göre, İstanbul, Bizans imparatorluğu merkezi olarak, mevcudiyetinin en tehlikeli bir safhasına böylece dâhil ol­ makta idi. Babasının ölümünü Bursa 'da öğre­ nen Manuel 11. ’in pâdişâhtan habersizce firarı ve İstanbul 'da İmparatorluk tahtına geçişi Bayezid. 'İ yeni bir haber göndermeğe şevketti. Padişah Manuel 'e, emirlerine itaat edip, râhat yaşamak istediği takdirde, şehrin kapılarını kapayıp, içeride istediği gibi saltanat sürme­ sini tavsiye ile, şehir hâricinde ne var ise, kendisine âit olduğunu bildiriyor ve aynı za­ manda İstanbul'da yaşayan türkler için, bir cami ve bir mahkemenin te’sis edilmesini istiyordu. Bu devirde B izan s’ta sayıları ehem­ miyetli bir mıkdarı bulan türk ve müslüman unsur bulunuyordu ki, bunların çoğunu siyâsî mülteciler ve ticâret maksadı ile orada ikamet edenler teşkil eylemekte idi. Bunlardan her hangi bir ihtilâfa düşenlerin Bizans mahkeme­ lerine çıkmalarının doğru olmayacağı İleri sü­ rülüyordu. İşte bu taleplerin reddedilmesi üzerindedir ki, İstanbul’un Osmaniılar tarafın­ dan ilk muhasarasına girişildi. Türk ordusu Rumeli ’ye geçirildi ve İstanbul sûrlarına ka­ dar, bütün Bizans köyleri işgal edildi ( 1391 ). Bayezid 7 ay kadar süren bu muhasara esnasında sûrları karadan sıkı bir tarassut altında bu­ lundurdu ve İstanbul 'un bütün memleket dâ­ hili ile muvasala ve muhâberesini kesti. B ir kısım eski vekayinâmeler İstanbul’u almak fikrinin Bayezid ’e Kara Timurtaş Paşa tara­



tiâ ï



İSTA N BU L.



fından telkin edildiğini söylemektedirler. Âşık Paşa-zâde ( Tavârîl} A l-i Oşmân, nşr. A lî, s. 65 v.d.) ’ye göre, bir beylerbeyi padişaha „İstanbul ’un kâfiri gayet müfsit kâfirdir ve bu vilâyet­ lerimizin arasında bu kâfir neyler. Alaşehir 'i fethettik, bunu dahi fethedelim demiş ( 7 9 3 = 139 1 ), Bayezid de bunu kabûl ile muhasaraya teşebbüs eylemiş İdi ( Neşrî, T T K , I, 324). Muhasaranın şiddetini kaybetmesi, macarlarm, Tuna nehrini geçerek, Sofya 'ya doğru yürü­ meleri ve pâdişâhın da o tarafa sefer yapmak mecbûriyetinde kalması üzerine vâki oldu. Kaynaklarda pek vâzjh malûmat bulunmamakla berâber, bu devrenin 5 sene kadar devâm et­ tiği anlaşılmaktadır. Bu arada Osmanlı dev­ leti şarkta-garpta bir çok harpler yapmış, fa­ kat pâdişâh, İstanbul’ a zaptetmek hususun­ daki fikrinden feragat göstermemiş, sâdece gerek İstanbul ’da ve gerek Bizans imparator­ luğunun diğer yerlerinde hâkim bulunan Paleologos prenslerinin osmanlı siyâsetine ayak uydurmaları mukabilinde, bu tasavvurunu âti­ ye bırakmağı uygun bulmuş idi. Bu maksat ile Siroz 'da tertiplediği toplantıda Bizans ve sırp prensleri ile bu mes’eleyi görüştü ( Baye­ zid ’in onları hîle İle bir araya topladığını söy­ leyen A . Vasiliev, Manuel ’in hâtırâtına âtfen, pâdişâhın Pateologosların kamilen idamları hakkındaki niyetini onun sözleri ile nakletmek­ tedir ki, bu tasavvurdan AH Paşa ’mn mü­ dâhalesi ile vazgeçtiği bilinmektedir (bk. Histoire Byzantine, s . 3 1 6 ; 1A , mad. B A Y E Z İD L). Fakat bu toplantı sırasında, kendi ara­ larındaki derin ihtilâfların anlaşılmasından, imparator Manuel 'in pâdişâhın İstanbul 'a âit taleplerini kabûl ettiği hâlde, avdetinden sonra bunları tatbika yanaşmamasından ve bil’akis İs­ tanbul müdâfaasına daha ziyâde ehemmiyet ver­ mesinden doğan vaziyet üzerine, Bayezid Bi­ zans’ı ikinci defa muhâsaraya teşebbüs e t t i; da­ ha doğrusu mevcut muhasarayı şiddetlendirdi. Çandarlı-zâde A li Paşa ’nm bizzat idare ve S i­ roz toplantısında türk tarafdarlığı ile pâdişâhın teveccühünü kazanmış olan Peleologos prens­ lerinden loannes VII. ’in de iştirak ettiği bu ikinci muhasara 1395 senesinin bütün yaz ay­ ları boyunca devam etti. Padişah Gelibolu'dan gelen gemilerin de muhâsaraya katılmalarını emretmiş idi. Neşrî ( Cihann&ma,s. 326) ve Aşık Paşa-zâde ( T avarih A l-i 'Oşmân, s. 66 ), bu mü­ nâsebet ile, bir hayli hücÛmiar yapıldığını, kara sûrlarında bir takım muhasara âletleri kullanıldığını ve mahsurların açlıktan iyice bunaltıldığını, fakat müessir topların o zaman­ lar henüz mevcut olmadığını belirtirler. Bu muhâsaranın yine garptan gelen tehlike yüzün­ den hafifletildiği anlaşılmaktadır. Diğer taraf­



tan, denizden vukû bulan muhasara, türk deniz­ cilerinin tecrübesizliği sebebi ile, müessir bir şekil alamamış ve Venedik ile Ceneviz hükü­ metlerinin yardım göndermelerine mâni oluna­ mamış İdi. Bayezid Niğfaolu zaferi ile neticelenen haçlı seferinin, Manuel 'in garptan yardım istekleri Ve hıristiyanlık dünyasını Osmaulılar aleyhine harekete getirmesi yüzünden çıktığını bildiği için, büyük zaferin ferdasında Bizans 'ı zapt­ etmek işini ve İstanbul meselesini k at’î su­ rette halle karar verdi ve buna başlangıç olmak üzere, evvelâ Timurtaş Paşa-zâde Yahşi Bey mârifeti ile, Karadeniz sahilindeki Şile ’yi zapt ve Boğaz-içİnde müstahkem bir kale, yâni Güzelee-Hisar [b k . A N A D O L U -H İS A R I ] ’ı inşâ ettirdi. Bundan sonra Manuel ’den şehrin der­ hâl teslimini isteyen pâdişâhın talebi redd­ edilince, İstanbul 'un muhâsarası tekrar şiddet­ lendirildi ( 1397 ). Esasen 139 1 ’de başlayan muhasaranın hiç bir aralıksız to sene devam ettiğini söylemek ile, Chalcocondyle ( l'His­ toire de la décadence de l'Empire Grec et establissement de celvy des Turcs, Paris, 1663, I, 42 ) de bu hâdiseyi tek bir safhada göster­ miştir. İstanbul ahâlisinin açlık tehlikesine ve hücum ile zaptedildiği takdirde, uğratılacak muâmeleye mâruz kalmaktansa, teslim olmak arzularına rağmen, Manuel Fransa ’dan 600 şövalye ile bir. mıkdar para gelmiş olmasına güvenerek ve Rusya, Venedik ve Cenova’dan de yardım geleceğine inanarak, müdâfaa tedbir­ leri aldı ve garp âlemini Bizans lehine tekrar harekete geçirmek için gayret gösterdi. Bizans ’ta halkın hâli hiç de iyi değil idi. Hoşnutsuzluk artıyor, felâketlerinden M anuel’i mes’ûl tuta­ rak, gözlerini, türklerin mahmîsi olan ve vaktiyle bîr aralık tahta da geçmiş bulunan, toannes VII. ’e çeviriyorlardı. Bu vaziyet karşısında, impa­ rator evvelâ garp dünyasında yaptığı teşebbüs­ lerin neticesini bekledi. Üçüncü muhasaranın şiddetlendiği 1397 senesi bahar aylarında, filha­ kika, 8 kadırgadan mürekkep ve Mocenigo ida­ resinde bir Venedik yardımı geldi. Papa, İngil­ tere ve muhtemelen Aragonya Manuel ’in rica­ sını müsait karşıladılar; rus çarı Vassili I. para yardımında bulunmağı kabûl etti. Fakat bunlar imparator için müessir bir yardım sayılamazdı ( krş. Vasiliev, ayn. esr., s. 318 v .d .; M. Silbersehmidt, ayn. esr., s. 160 ). Vaziyeti kurtarmak için, Manuel ’¡n iki çâreye baş-vurduğu anlaşılmaktadır ; biri yeni olan ve türfcler tarafından da tutularak, Bizans imparator­ luğuna geçirilmesi istenen Silivri hâkimi Îoannes VII. 'i saltanat şeriki olarak ilân etmek ve böylece halkı ve Osmanh tarafdarlarını ka­ zanmak, diğeri de pâdişâhın öteden beri talep



İs t a n b u l . etmekte bulunduğu husûsları, yâni İstanbul ’da bir türk mahallesi ile bir câmi ve bir mah­ keme te’sisini kabûl etmek idi. Evvelâ sulha tâlip olarak, 10.000 filorin ve vezirlere, üme­ râya bir çok peşkeşler gönderdi. A yrıca Sâdeddin ( Tâc al-tavârih, I, 1 4 8 ) ’in de kayd­ ettiğine göre, bu hediyelerden başka, 10 balığın İçini altın ve gümüş ile doldurarak, A li Paşa 'ya irsâi ve kendisinden pâdişâh nezdinde tavas­ sut ricâ etmiş idi. Sadrâzamın bunu iltizâm ederek, pâdişâhı İstanbul'u muhasaradan vaz­ geçirmeğe gayreti görüldü. A li Paşa ’nm bu hususta gösterdiği mûcip sebeb, yâni her sene hâzineye bir çok para ve mal gelmesi müm­ kün iken, böyle müstahkem ve zaptı güç bir kale için İslâm askerini itlâf etmenin devlete lâyık olmayacağı yolundaki sözleri, Bayezid tarafından kabûl edilmeyip, asıl maksadın İs­ tanbul ’un makarr-ı İslâm olmuş bulunduğu bil­ dirilince, bu defa sadrâzam, bu arzunun harpsiz ve zâyiatsız da mümkün olabileceğini ve imparatorun şehirde icrâ-i şeriat için bir kadı nasbolunmasım, istenilen mahalde İslâm ma­ halleleri, câmi ve mescidler te ’sis edilmesini, hutbe ve sikkenin pâdişâh nâmına olacağını kabûl ettiğini, cevaben bildirmiş ve böyiece Bayezid, anlaşmaya râzı olarak, muhasarayı kaldırmış idi, İşte bu sırada Göynük ve Taraklı* Yenicesi 'nden bir kısım türkmen ahâli İstanbul 'da iskân edildi, kiliseden tahvil edilen bir câmi de te’sis olundu; lâkin Ankara harbinden sonra bu ahâlinin, İstanbul ’dan çıkarılarak, Te­ ki rdağı civarına gönderildikleri ve XVI. asırda bile orada Göynüklü denilen mahalde yaşa­ dıkları bilinmektedir ( krş. Tâc al-tavârih, s- 149 ). Bu mahalle ile câmi hakkında iki kanâat vardır : bunlardan biri, Davud Paşa câmiinden Marmara ’ya doğru olan semtte bulunduğu fik­ ridir ( krş. A . Nomikos, A. G. Paspatis ve Skarlatos Vizandios tetkiklerine dayanan E. Mamboury, Istanbul Touristique, İstanbul, 1951, s. 389 ), diğeri de, Sirkeci ’de kurulduğu yolun­ dadır { I. H. Lizunçarşılı, Osmanh tarihi, I, 145 ). Ancak Eviiyâ Çelebi ( Seyakat-nâm e, II, 4 1 ) Bayezid ’den ve bu muhasaradan bahsederken, »kadı nasbederek, ierâ-i şer-i mübîn etti. Un-Kapam ’ nda tâ Gül camiine varıncaya kadar, 700 hâne müslimin ile mâmur olup, Aya-Kapısı ’nm iç yüzündeki Sirkeci tekkesi mahkeme, Gül câmi ibadethane ittihaz olundu'1 demekle türk te 'sisini Un-Kapanı semtinde göstermek­ tedir. Bu anlaşmanın, Fransa kıralı tarafından gönderilen ve evvelce Niğbolu harbine iştirak iie Bayezid’e esir düşmüş olup, sonradan kur­ tularak, memlekete dönen Mareşal Boucicaut geldikten ve amca imparator ile yeğen arasın­ da bir an lam a te’min ettikten ve Manuel ile İ f l t a A n siklopedisi



i l 83



beraberce Avrupa seyâhatine çıktıktan sonra, ona vekâlet eden ioannes VII. zamanında ka­ bûl edilip, onun tarafından tatbik edildiği de iddia olunmaktadır. H attâ Berirandon de la Broquière ( Le Voyage d ’Outremer, Paris, 1892, s. 165 ) ’e göre, bu anlaşma 139 6 ’da ve Osman­ lı pâdişâhı ile ioannes VII. arasında vukû bul­ muş ve ödenecek vergi senede 10.000 dukaya yükseltilmiş idi. Fakat Boucicaut 'nun ancak haziran 1399 ’da Bizans 'a geldiği ve bundan sonra Manuel ’in İstanbul 'dan ayrılarak, yerine ioannes VII. 'in vekâlet ettiği düşünülür ise, bu tarih ciddî telâkkî olunamaz. Ancak İstan­ bul 'da türk mahallesi ile câmi ve mahkeme tesisinin Manuel in gaybubeti zamanında ve ioannes VII. tarafından tatbik edildiği kabûl olunabilir. Bayezit devrindeki son İstanbul muhasarası 1400 {802 ) senesi baharında ve Manuel ile Boucicaut 'nun, pâdişâhın şark seferinde bulun­ duğu zaman ve fırsattan istifâde ile, Şile 'yi ve İstanbul ile İzmit arasındaki bâzı hisarları zaptetmelerine karşılık vukû buldu { tafsilât içtn bk. J. DelaviIIe Roulx, La France en Orien au X I Ri «Re siècle. Expédition da Maréchal Boucicaut, Bibliothèque des Ecoles Françaises d’Athènes et de Rome, 44, Paris, 1886, s, 370 v.dd. ; De Pilham, Histoire du Maréchal de Boucicaut, Paris, 1697). Bayezid'in B u rsa'ya avdeti sırasında Manuel, türklere karşı yar­ dım talebi maksadı ile ve fransız mareşali ile birlikte, Avrupa seyâhatine çıkmış ise de, Osmaniı hükümdarı bu hareketlerin hesabını onun halefinden sormakta gecikmedi ve kendi­ sine: — „Bize dost kalmak istersen, tacını terket, sana istediğin hükümeti vereyim ; mu­ halefet edecek olursan, cümlenizi mahvedece­ ğim“ — yolunda bir haber gönderdi ( Dukas 'tan naklen j . v. Hammer, trk. tre., I, 300 ) ve sonra da muhasaraya başladı ki, bir kaç ay devam eden ve gittikçe şiddetlenen bu hare­ ket m uvaffakiyetle neticelenecek ve Bizans imparatorluğunun kaderini tâyin edecek gibi görünüyordu. Fakat Sivas in sukutu ile neti­ celenen Tiınur istilâsı bu hareketi yarıda bı­ raktı ve Osmanhlar tarafından dördüncü mu­ hasara da bu suretle sona ermiş oldu. Ankara muhârebesini tâkip eden ve Y ıld ı­ rım Bayezid'in çocukları arasında mücâdele ile geçen fetret devrinde, evvelâ şehzâdelerden Isâ Ç eleb i’nin, kısa bir müddet için, A v ­ rupa seyahatinden dönerek, tekrar tahtı işgâl etmiş bulunan Manuel nezdine iltica ettiğini, Süleyman Ç elebi'nin de Manuel’ e Rumeli’de bâzı yerler terkederek, kardeşi Kasım Çelebî ( Orhan ? ) ile hemşiresi Fatma Hatun ’u Bi­ zans 'a rehine olarak verdiğini, imparatorun'



: W



ISTA N BU L. kardeşler arasındaki mücâdelede evvelâ Süley­ man Çelebi tarafını tutarak, Mûsâ Çelebi ile, onun haziran 1 4 1 0 ’da Bizans sûrları önün­ de Kosmidion ( Hasköy ) ’da cereyan eden sa­ vaşlarında Süleyman Ç eleb i’ ye yardım etti­ ğini, bilâhare bunun ölümünden sonra, Emir Süleym an’ın Bizans 'a kaçan oğlu O rhan’ı, Mûsâ Ç e leb i’ye Rum eli’de müşkilât çıkarmak maksadı ile, Selanik tarafına gönderdiğini ve böyleee kardeş kavgasında taraf tuttuğunu bili­ yoruz. Süleyman — Mûsâ Çelebi ’lerin mücâdele­ sinde bir tarafta sırp-eflâk müttefiklerine da­ yanan Mûsâ Çelebi, diğer tarafta, Bizans’a istinat eden Süleyman Çelebi bulunuyordu. Mûsâ Çelebi rakibine gâlip gelip de, Edirne ’de tahta geçtikten sonra, kısmen de bu sebeple, babasının vaktiyle Bizans ’a karşı tâkip et­ tiği siyâseti ele almak istedi ve 1 4 1 1 ’de, or­ dusu ile, Bizans ’1 muhasaraya geldi ki, bu İs­ tanbul 'un Osmanltlar tarafından beşinci muhâsarasıdır ve müterakim vergileri talep İçin Manuel nezdine gönderilen Çandarlı-zâde İb­ rahim Paşa ’nın Mûsâ Çelebi ’den ayrılarak, Bizans ile Mebmed Çelebi arasında bir anlaş­ ma te’mini ve Bursa ’ya gitm esi üzerine açıl­ mıştır. Mûsâ Çelebi de, babası gibi, İstanbul ’u karadan ve denizden kuşatmak istemiş ve bir donanma teşkil etmiş idi ki, Phrantzes ( Sfrantzis, Bonn, s. 87 ), 'e göre bu deniz kuvveti YassıA da civarında vukû bulan bir çarpışmada mahv­ oldu. Manuel civardaki köyleri yakmış ve ahâ­ lisini şehre almış idi. Mûsâ Çelebi otağını kara sûrları karşısında bir tepe üzerine, muhtemelen sonradan Fâtih 'İn kurduğu yere, kurmuş İdi. Mahsurların bir huruç hareketi esnasında Bizans hazinedarlarından biri, meşhur Lukas Notaras 'm kardeşi, türk kuvvetlerinin eline düştü. İmparator vaziyetin ciddiliğini görerek, Bursa ’da bulunan Çelebi Sultan Mehmed ile ittifak ie’sisitıe girişti ki, Gebze kadısı Fazluîlah ’ın İstanbul ’a gelişi ve arada bir anlaşma husûIü bu vesile ile vuku bulmuştur [ bk. mad. MEHMED 1, ], Mûsâ Çelebi 'nin încügez ’de kar­ deşine gâlip gelmesine rağmen, bundan sonra mârûz kaldığı güçlükler ve gaileler, İstanbul muhâsarasına devama imkân vermedi. Bİr müddet karadan kuşatma şeklinde İstanbul 'u tazyik etmekte olan kuvvetlerini daha sonra büs-bütün çekmek zorunda kaldı. Osmanlı dev­ letinin tek ve rakipsiz hükümdarı olduktan ( 1 4 1 3 ) sonra da, Çelebi Sultan Mehmed Ma­ nuel ile dostluğunu ve iyi komşuluğunu devam ettirdi ve yeni bir muhasaraya girişmediği gibi, zaman-zaman da imparator ile bizzat görüştü (ta fs ilâ t için bk. mad. MEHMED L). Fetihten evvelki son muhasara ( bâzı ta­ rihçilere göre, Osmanlılar tarafından yapılan



dördüncü, fakat hakikatte altıncıdır ) Murad II. saltanatının başına rastlam aktadır Bu defâki muhasaranın en çok dikkati çeken vastı diğerlerinden daha ciddî, muntazam ve daha şiddetli olmasıdır. Osmanlı kaynaklarında bun­ dan bahsedilmemeslne mukabil, bütün muasır Bizans tarihçileri, içlerinde rü’yet şahidi de bulunduğu hâlde, tafsilâtlı bir şekilde hâdi­ seyi anlatmışlardır. Muhasaranın başlıca sebe­ bi, Bizans ’ın Murad ’m cülûsundan sonra çı­ kan Düzme Mustafa isyânında oynadığı menfi rol idi. Mamafih, babası ile olduğu gibi, oğlu Murad II. İle de sulh içinde yaşamak isteyen ihtiyar ve artık inzivaya çekilerek, işlere karış­ mayan imparator Manuel II. ’den ziyâde, oğlu ve saltanat şeriki loannes VIII. meşru osmaniı hükümdarına karşı, hanedanın diğer bir uz­ vunu saltanat müddeîsi olarak, ortaya atmak ve onu desteklemek siyâsetini tâkip edi­ yordu ( Vasiliev, İt, 329 ). Binâenaleyh Murad II., Düzme Mustafa isyânını bastırıp, Edir­ n e ’ye döndükten sonra, ilk işi Bizans me­ selesini halle çalışmak teşebbüsü oldu. 1422 senesinin 15 haziranından 24 ağustosuna ka­ dar devam eden bu muhasaraya akıncı kuv­ vetleri kumandanı Mihal-oğlu Mehmed Bey ’in 10.000 akıncı ile başlamasını emreden pâdişâh kendisi de, bir az sonra, büyük bir ordu ile katıldı. İstanbul ’u müdâfaa edenler arasında Balyos Benedetto Emo kumandasındaki Vene­ dikliler bulunduğu gibi, kocalarının yanında kadınlar da türlü hizmetlerde çalışıyordu. Murad II. 'm muhasaraya denizden iştırâk edecek gemileri olmamakla berâber, ordusu kalabalık ve bilhassa topçusu, bütün B i­ zans kaynaklarının müttefıkan bildirdikleri gibi, dikkati çekecek bir derecede idi. Bu sebeple imparator evvelâ, külliyetli bir para teklifi ile, pâdişâhın muhâsarayı kaldırmasını talep eden bir elçiyi, Korax Theologos 'u, osmanlı ordugâhına gönderdi. Fakat bu, bir netice ver­ medikten başka, halkın şüphesini celbetti ve K o ra z ’ın linç edilmesine sebep oldu. Muhâsarada şehirde bulunan ve bu hususia tafsilâtlı bir vekayi-nâme bırakan loannes Kananos’ un bildirdiğine göre, türk ordusu Marmara ’dan H alic’e kadar bütün kara sûrlarını kuşatmış ve pâdişâh bilhassa Topkapı ite Edirne-Kapı üzerinde hücûmlarını teksif etmiş idi. Sûrlar­ dan bir ok atımı mesafede kalın tahtalardan inşâ ettirip, üzerini toprak ile kapattırdığı si­ perler, mancınıklardan atılan taşlara ve ateşli silâhların te’sirine karşı muhâsara ordusunu koruyordu. A ynı zamanda pâdişâh, sûrlarda­ ki kulelerin yüksekliğinde ahşaptan kuleler yaptırmış ve bunları, demir tekerlekler vâ­ sıtası ile, sûrların kenarına naklettirmiş idi.



iıH



İSTAN B U L



Banlar hücûmu kolaylaştırmağa yardım ediyor idi, sûrlarda gedik açmak, bir takım harp âletleri taşıyan arabalar kullanmak, lâğım kazmak gibi, her türlü muhasara ameliyesi de yapılmakta idi. Pâdişâh bizzat askeri teşcî ediyor, İstanbul’un zaptı ile, nail olacakları ihsan ve ganimetlere dikkatlerini çekiyordu. Diğer taraftan, Em ir Sultan gibi, pek muhte­ rem ve mârfif bir mutasavvıf, yüzlerce derviş ile, muhâsara ordusunda bulunmakta idi, Sâdâttan olan ve Yıldırım Bayezid in dâmâdı bulunan, kerametine büyük bir inanç besle­ nen, padişahlara kılıç kuşatan ve Ulubâd muhârebesinde de zaferin kazanılmasında mâ­ nevi istinatgah addedilen Seyyid Buhârî nâ­ mı ile de mârûf bu en büyük şeyhin ( bk. M. C. Baysun, Emir Sultan, hayatı ve şahsiyeti, T D, 1949, I, 77—94 ) Bursa ’dan gelişi orduda büyük bir te’sir yaratmış ve kuvve-i mâneviyeyi hayli arttırmış idi. 24 ağustosta vukû bulan, Em ir S u lta n in da iştirak ettiği umûmî hücfim çok şiddetli olmuş, fakat bütün şehir ahâlisinin müdâfaada cansiparâne bir gayret göstermesi bizanslılar için başarılı netice ver­ miş idi. Kananos, bu hücûmun püskürtülmesinde, Meryem *in mûcize göstermesinin te’siri olmuş olduğunu ve bütün Bizans ahâlisinin buna inandığını söylemektedir ( De Costantinopoli oppugnata veya de hello Costantinopolitano, Bonn, trk. tre. Z. Taşhkhoğlu, T D, İstanbul, 1956, VIII, 209—226; ayrıca bk. Chalkokondyles, ayn. esr.; s. 108 v. d .; Dukas, ayn. esr., Phrantzes, ayn. esr., Bonn ta b .; v. Hammer, trk. t r c ; II, 169 v. d d .; Valisiev, II, 329 v. dd. ). Bundan sonra yeni bir hücum yapılmamasının ve muhâsaraya devam olunmamasının sebebini, bu sırada, pâdişâhın küçük kardeşi olup, babasının sağlığında Hamid-İI sancak beyliğine gönderilmiş bulunan şehzâde M ustafa'nın, etrafındakilerin teşviki ile vukû bulan isyanında aramak lâzımdır. Bu saltanat müddeîsinin ortaya çıkmasında her hâlde Bizans ’m da parmağı ve gayreti var idi. Düzme Mustafa hâdisesi kapandıktan sonra, padişahın İstanbul 'u muhâsaraya geldiğini görünce, el altından gizlice teşvik etmişlerdi. Binâenaleyh pâdişâh Anadolu ’da büyümek istidadını gösteren bu yeni gâile ile meşgul olmak üzere, muhasarayı bırakıp, Bursa 'ya döndü. Murad II. bir müddet için, İstanbul ’u muhâsara maksadı ile, yeni bir teşebbüste bulunmamış, hattâ, iki sene sonra, Manuel in halefi ile bir aklaşma imzalamıştır. Buna gö­ re, imparator cenevî 300.000 akçelik bir vergi ödeyecek, fakat Misivri, .Terkos gibi yer­ leri ve Vardar bölgesini nıuhâfaza edecek idi. Muahede metnini Phrantzes kaleme almış



ve anlaşma 22 şubat 1424 ’te akdolunmuş idi (Phrantzes, s. 118 , Dukas, s. 109). Bu muâhedeyi takiben iki devlet arasında açılan sulh ve sükûnet devresinin uzun sürme­ yeceği belli idi. Bu arada eehevizlerin Bizans 'a vukû bulan bir tecâvüzünden ( 1434 ) ve sûrlarda yaptıkları tahribattan mülhem olarak İoannes VIII, İstanbul müdâfaasını kuvvetlen­ dirmek istemiş ve surların muhtelif yerlerinde geniş mikyasta bir tâmir hareketine girişmiş­ tir ki, yer-yer ele geçen kitabeler bueu gös­ termektedir ( yk. bk.). 1433 ’te türklerin Mar­ mara sahillerinden şehre girmelerini sağlaya­ cak bir tertipte bulundukları ve rum balıkçı­ larının bunda methaldar olduğunu haber alan imparatorun mütecasirlere şiddetli bir cezâ tatbik ettiği görülmektedir ( lorga, Notes et



extraits pour servir à l ’histoire des Croisades àa XI/fime siècle, Bucarest, I, 537, 559 ). Bundan sonra İoannes VIII. garp ile ittifakı te’min etmek ve bu yoldan devletinin bekasını sağlamak için, teşebbüs ve gayretlere girişti ve kilise ittihadını vücûda getirmek üzere, İtalya seyahatine çıktı ( 1437 ). Fakat hareketinden önee, imparatorluk meclisinden, Osmanh pâdi­ şâhına bu kararın bildirilmesine ve bu maksat ile, Andronikos Yagros adında bir elçinin gön­ derilmesine dâir bir karar aldı ve bunu tatbik atti. Phrantzes’ ten öğrendiğimize göre, Murad II. bu karara itiraz etmemiş ve bil’akis seyahati için lüzûmlu olan yardımı yapmağa hazır ol­ duğunu bildirmiş, fakat aynı zamanda yeni bir muhâsara zamanının geldiğine de hükmetmiş, ancak divanda bu keyfiyet müzâkere edildiği zaman, sadrâzam Halil Paşa, bir takım muknî mûcip sebepler serdederek, pâdişâhı ba ta­ savvurundan vazgeçirmiş idi ( Phrantzes, s. 179 v. d. ; lorga, Notes et extraits, 1, 35 ). Murad II. devrinde daha sonraları buna sıra gelmedi ve bu husûsta yeni bir fırsat zuhur etmedi. İstanbul meselesini kat’i şekilde halletmek artık onun kudretli halefine kalıyordu. ( M. T a y y î b G ö k b İl g İn.) İ s t a n b u l ’ un f e t h İ Murad II. 2 şubat 1 4 5 1 'de E d irn e’de vefat edince, yerine büyük oğlu Mehmed II. ( Fâtih ), ikinci defa olarak, geçmiş idi. Varna hareke­ tinden önce, Murad U. 'm tahtından feragati neticesinde, bu makamı işgâl ettikten ve bil­ hassa Varna muzafferiyeti kazanıldıktan sonra, genç hükümdarda İstanbul ’un fethi fikri belir­ miş ( krş. H alil İnalcık, Fâtih devri üzerinde tetkikler ve vesikalar, Ankara, 1954, I, 90 v .d .; mad. MEHMED II.), fakat çok geçmeden, h a li vukûbulup, M anisa’ya çekilince, bu ta­ savvurun tahakkuku istikbâle kalmış idi. Bu



ıı86



İSTANBUL.



defa Mehmed II. tahta geçince, bu fikrin der­ hâl tatbika konulacağı muhakkak idi. Bizans ’ta da bir müddet evvel saltanat te­ beddülü olmuş, 1448 ’de ölen imparatorun ye­ rine oğlu Dragases lekâbı ile mârûf Kostan­ tinos XI. Paleólogos geçmiş idi { 6 kânûn II. 1449 ). Bu sırada, Bizans imparatorluğu, O s­ manlı devletinin gittikçe genişlemekte olan topraklan arasında sıkışıp kalmış bir hâlde­ d ir-ve ne müstakil bir devlet olarak, ne de kuvvet ve kudret olarak bir mâna ifâde etmek­ tedir. Bütün imparatorluk, Marmara sahilin­ deki Silivri kalesi ile Vize ve Misivri gibi bâzı kasabalar ve bir de İstanbul 'dan ibâret idi. Bu küçük kale ve kasabaların Osmanlı hâkimiye­ tine henüz geçmemiş olması, mukavemet kud­ retlerinden değil, bâzı tesadüflerin neticesi idi. O zamana kadarki muhasaralarda mutlaka bir engel çıkmış ve İstanbul ’u sukuttan, impara­ torluğu inkırazdan kurtarmış idi. Mehmed II. 'in, birinci pâdişahtığından beri, en büyük gâyesİ bu meselenin ballı olmak lâ­ zım idi. Ona gSre, İstanbul 'un şarkta ve garpta geniş araziye sahip bulunan Osmanlı devle­ tinin elinde bulunması zarûrî id i; çünkü dev­ letin Anadolu ve Rumeli ’deki toprakları ancak bu sûretle birbirine, tabi'î olarak, bağlanır ve yine ancak bu suretle Balkanlarda kat’i bir hâkimiyet kurulabilirdi. Şu hâlde Osmanlı dev­ letinin mukadder payitahtı İstanbul ’dan başka bir yer olamazdı. Aradaki mezhep ihtilâfına rağmen, Bizans devletinin hıristiyan dünya­ sında hâlâ kıymetli bir hâtıra, mühim bir varlık gibi telâkki edildiğini bilen genç Os­ manlı pâdişâhı, onun kendisine karşı izhâr edilen dostluk ve sevgilerden istifâdeyi aslâ ihmâl etmediğini, dâimâ onlara baş-vurarak, Osmanlılar aleyhine kışkırttığını görüyordu, Türk devletini bir az zayıf bulduğu bir anda, hemen faaliyete geçtiği, diğer taraftan hânedan âzası arasında düşmanlık peydâ ve idâme etmekte pek büyük bir mabâret gösterdiği de bir hakikat idi. Anadolu ’da tiirk vahdetinin kurulmasını önlemek üzere, bir kaç defa Ana­ dolu beyliklerini Osmanlılar aleyhine ısyâna teş­ vik etmiş idi. İstanbul boğazı bizanslılar elinde kaldıkça, kendi devletinin biç bir zaman emniyet altında bulunamıyacağını anlayan Mehmed II., vahim anlarda, Osmanlıların Anadolu ’dan Ru­ meli ’ye asker şevkinin ne kadar geç ve güç ya­ pıldığına^ kendi hayatında bile bir kaç defa şâhid olmuş idi. Böyle hâllerde dâimâ, denizci devletlere, Cenevizlilere veya Venediklilere pa ra verilmek sureti ile asker şevki te’ minıne ça­ lışılıyordu. Şu hâlde sâdece bu geçidi sağlamak ve emniyet altında bulundurmak için bile olsa, Osmanlı devletinin bekası ve inkişâfı bEikımın-



dan, Bizans'ın türkler eline geçmesi zar üıe t i kendini gösteriyordu. Osmanlılar aleyhine te­ şekkül eden her kuvvete karşı kapılarını dâ­ imâ açık bulunduran bu imparatorluk, fırsat bulduğu takdirde, onları arkadan vurabilecek bir vaziyet de yaratabilirdi; çünkü deniz yolu ile her zaman getirilmesi ihtimâli olan bîr haçlı ordusunun Bizans arâzisi üzerinde, Trak­ ya 'da türk memleketlerine saldırm ası ve bu suretle müşkül bîr vaziyet husule getirmesi mümkün idi. Halbuki bu hareketi önleyecek kuvvetli bir Osmanlı donanması da mevcut de­ ğil idi. Burası Gelibolu 'dan daha iyi bir Os­ manlı deniz üssü olabilirdi. İktisâdi ve münâkalât kolaylığının büyük ehemmiyeti de hesa­ ba katılmak lâzım geliyordu. En nibâyet dinî sebep, islâmın gayesi hâline gelen „ belde-İ Kostantinîyye fethi" en büyük cibad olacak idi. İşte bütün bunları dikkat nazarına alan Meh­ med II. İstanbul’ u almak lüzumunu kat’î ola­ rak hissetti. O diyordu ki, „ ne vech vardır ki, anun gibi menzii-i şerif ve makâm-ı latif benim vasat-ı memleketimde ve arsa-i vilâ­ yetimde olup, dahi eyyâm-ı devletimde kefere ocağı ve bâgîler yatağı ve tagıler durağı olan “ ( M ahrûse-i İstanbul fetih-nâm esi, s. 7 ). Pâdişâhın cülûsundan sonra, bizanslılar ite ilk teması Edirne 'ye cülusu tebrik etmek ve dostluk münâsebetlerini yenilemek İçin gelen Kostantinos XI- ’un elçileri ile vukû buldu. Daha sonra, Karaman seferinde iken, şehzade Orhan için verilen verginin arttırılm ası mak­ sadı ile Mehmed II. nezdine bir Bizans elçisi gelmiş idi. Genç pâdişâhın gerek birinci vesi­ le ile E d irn e’de elçüere mültefit davranması, gerek Karaman harekâtı sırasında kabul etti­ ği Bizans elçilerine karşı mülayim muamelede bulunması, onun bütün hazırlıklarını yaptığı bir sırada bizanslıları kuşkulandırmamak, on­ ların teşviki ile yeni bir haçlı seferine sebe­ biyet vermek istememesinden ileri gelmiş idi. Mehmed II. Karaman seferinde dönüşünde, İstanbul ’u zaptetmek kararını aldığı vakit, evvelâ Bizans ’a nerelerden kuvvet gelebile­ ceğini hesaba katmış ve ona görç tedbirlerini tam bir isabet ile ve zamanında almış idi ki, fe­ tihte bunların büyük te’siri old u : evvelâ Gü» zelce-Hisar karşısında, Boğaziçi’nde, Bogaz-Kesen hisarını inşâ ile, Karadeniz 'den gelebile­ cek kuvvetlere mâni olmak, ikinci olarak, Mora 'dan imparatorun kardeşlerinden gelmesi muhtemel yardımcı kuvvetlere karşı ümerâ­ dan Turhan Bey 'in, bir kısım kuvvet ile, o tarafa şevki, üçüncü diğer bir akıncı kuvve­ tinin Avrupa 'dan gelebilecek tehlikeye karşı tabşidi; nibâyet Galata Cenevizlileri' ile bir Anlaşma olmasına rağmen, viizerâdan Zağanos



İSTANBUL. Paşa kumandasında, ehemmiyetli bir kuvvet ile, onların dâimi bir şekilde tehdit altında tutulması. Bu tedbir ve mülâhazalara muhâ­ sara başladıktan sonra, bir yenisi eklen­ miştir. O da, Bizan s’ın Osmanlılara karşı uzan müddet mukavemetini önlemek üzere, sûrların en zayıf kısmının, yâni Haliç tarafmdakilerinin tazyik edilmesi lüzumu düşünüle­ rek, bâzı gemilerin, karadan yürütülüp, Ha­ lic ’e indirilmesi. Bütün bu sevkülceyş tedbirleri, birer-birer, tatbik sahasına konuldu. Bizans ’ta imparatorun 13 kânun I. 14 5 2 'de, A yasofya kilisesinde şark ve garp kiliselerinin ittihadını ilân ettiği sıra­ larda, Rumeli-Hisari 'nın inşaâtı çoktan hitam bulmuş idi. Bu inşaat martta ( 1452 ) başlamış, bizzat padişahın nezâretinde, 4 ay içinde, ya­ pılmış idi. Eski çağdan kalma bir Hermes ma­ bedinin bulunduğu yerde Mehmed İL bu ye­ ni hisarı inşâ ettirirken, çıplak kayalıklar üzerine temel kurdurmuş ve evvelden biç bir esâsı olmayan yep-yeni bir tahkim yaptırmış idi. Bu inşaâta doğrudan-doğruya veya bilvasıta 3 — 4.000 kişinin iştirâk etmiş olduğu umûmiyetle kabûl olunmaktadır. Pâdişâhın kuleler, kapılar ve mazgalların mevkilerini, ehemmi­ yetlerine göre, bizzat tesbit ettiği, kendi nezâreti esnasında devletin 3 büyük şahsına, Halil, Zağanos ve Saruca P aşalara, doğrudandoğruya mes’ûliyet tevcih ile 3 büyük kule İnşaatını onlara deruhte ettirdiği bilinmekte­ dir. Zağanos Paşa kulesindeki İstanbul 'un en eski kitâbesi, hisarın inşaatının ikmâli tarihini de bize anlatmaktadır ( receb 856 = ağustos 1452 ). İşçi ve ustalar ile birlikte inşaat mal­ zemesi, taş, kiremit, kereste ve ağaçlar mem­ leketin her tarafından, Anadolu'dan ve Trak­ ya 'dan getirilmiş, ücretli yabancı mütehassıs­ lar da istihdam edilmiş idi, İç ve dış cephe­ deki sûr ve kulelerin uzunluğunun 2.000 m.’ yi bulan Boğaz-Kesen hisarının inşaatı esna­ sında, çok sıkı inzibatı tedbirler alındı ve adâlet tam mânası ile tatbik olundu. Esâsen amele zümreleri kadıları ile birlikte gelmiş, ağır suç işleyenlere pâdişâhın idâm cezâsı ve­ receği ilân, işini en iyi şekilde ve çabuk bi­ tirenlere de yüksek mükâfatlar vâdedilnıiş Bu teşebbüs imparator tarafından her hangi bir mümâneat ile karşılanmamış, başlandığı sırada bu harekete itiraz etmek isteyenlere verilen müskit cevap mÛteber kalmış idi. Bu cevap Pusculus 'a göre şöyle id i: — „Ben bu hi­ sarı sizin ve bizim hayrımız için inşâ ediyo­ rum ; çünkü tâcirler katalanlann Akdeniz ve Karadeniz ’de yaptıkları korsanlıktan çok zarar görm ektedirler. Tüccarın serbestçe ticâret yapmalarını İstiyorum ( bk. A. Gabriel, Cha-



1187



teaux Tarcs du Boephore, Paris, 1943; Tur­ sun Bey, Tarih Aba T-Faih, T O EM ilâvesi; Dukas ve diğer bizans tarihçileri, mad. RUM E L Î-H İS A R i ). İnşaat tamamen hitam bulduk­ tan sonra, buraya 400 kişilik muhafaza kuv­ veti konulmuş idi ki, 10 teşrin I. ’den itibaren, burada topçunun ateşe başladığı ve ilk olarak müsaadesiz boğazı geçmek isteyen bir Venedik gemisi üzerinde tecrübe yapıldığı ve başarı te’min edildiği görülmektedir. Rumeli-Hisari 'nın inşâsı sırasında, G alata ve Haliç taraflarında bulunan suvâri hayvan­ larının civar bahçelerde, ezcümle Epibrados mezruâtına zarar vermesi yüzünden, Osmanh kuvvetleri ile yerli ahâli arasında bir arbede çıkmış, İsfendiyar-zâde Kasım Bey ve Da­ yı Karaca Bey ' 1er tarafından, hâdiseden mes'ûl olanlar eezâlandırılmış idi ( haziran 1452 ) ki, bâzı tarihçilere göre, bu hâdise harbin başlan­ gıcı ve muhâsaraya zâhirî sebep sayılmaktadır. Bizans köyleri derhâl boşaldı ve köylüler şe­ hirde kendilerine melce* aradılar. Nicolo Barbaro ( Ciornale deli* assedio d i Costantinop oli 7 453, nşr. F. Cornet, Vienna, 1856; trk. trc. Ş. T. Diler, Kostantiniye muhâsarası ruznâmesi 1453, İstanbul, 1 9 5 3 ) ’ya göre, bu münâsebet ile, Kostantin padişaha gönderdiği mektupta, — „şehrin kapıları, ancak mütâreke âçıktan-açığa bozulduğu için kapatılmıştır. Cenâb-ı Hak padişaha daha sulhperver hisler ilhâm edinceye kadar, şehir halkı kendilerini güçleri yettiği derecede müdâfaa edeceklerdir“ demiş ve kapıları ördürmüş idi. Hisarın inşâ­ sının hitam bulduğu ağustos ( 1452 ) sonların­ da, pâdişâh, 50.000 kişilik ordusu ile, İstanbul sûrları Önünde göründü ve 3 gün kalarak, sûrları ve mukavemet derecelerini tetkik et­ tikten sonra, 6 eylülde E d irne'ye mütevecci­ hen buradan ayrıldı ( Phrantzes ve Dukas ). K ışı hummâh bir hazırlık faâliyeti içinde E d irn e’de geçiren pâdişâh, şubatta ( 1 4 5 3 ) Rumeli beylerbeyi Dayı Karaca Bey *i, İstan­ bul ’un zaptına hazırlık olmak üzere, Karade­ niz sahili civarında bulunan bâzı mevkile­ ri ezcümle Perentos, Ankhialos ( Ahıyolu ), Mesambria ( Misivri ), Bizİa ( Vize ) ile İstanbul civanında henüz bîzanshlann elindeki bir kaç yerî Hagios Stephanos ( Y e şilk ö y ), Bigados ( Müderris köyü ? ) 'u zapt ve tahribe me’mÛr etti. Bunlar icrâ olundu ise de, Selemliria ( Silivri ) mukavemet gösterdi. Bu suretle pâyitahtın civarındaki bütün müdâfaa noklaları sukut etmiş, İstanbul tecrit olunmuş idi. A r­ tık karadan ve denizden de hücûma geçile­ bilirdi. Bu hazırlıkları gören imparator Kostantin XI, sûrların tâm irineyeniden ehemmiyet verdi;



ıı88



İSTAN BU L.



fakat alel’acele, civardaki mezarlıkların taşları ve çeşitli, malzeme ile yapılan tâmir ve tak­ viye maksada kâfi görünmüyordu. Üstelik S a ­ kız piskoposu ve muhasarada İstanbul ’da bu­ lunan Leonardo ( Leonardi Chiensis, Historia Constantinopolitanae urbi a Mahomete II. cap­ te p er modam epistolae die 75 augusti anno 7453 ad Nicolaam V. Rom. Pont. Patrologie Migne, Paris, 1866 ve Déthier, Monumenta H angaria Historica, Pudapest, XXI, 1 ) ’nun bildirdiğine göre, bu tâmirat esnasında geniş sûistimâller olmuş, bu işe me’ mûr edilen im­ manuel lagarı ile Rodos ’lu Neophitos adlı râhip kendilerine bu maksat ile verilen para­ ların büyük bir kısmını çalmışlardı. Bu kay­ nak sûrların niçin bu kadar noksan ve sat­ hî tâmir edildiğini ve Osmanlı muvaffaki­ yetlerinin neden bu kadar kolay olduğunu bu suretle İzaha çalışmaktadır. Dİğer ta­ raftan imparatorun padişah nezdine yeni bir elçi göndererek, ona samimiyetle tâbi olduğunu, tâkip ettiği sulhperver emelleri hak­ kında muhatabını iknâa muvaffak olamamak­ tan duyduğu teessürü ifâde ettikten sonra, şöyle demekte idi : „Şehrin senin eline geç­ mesine Allahın arzusu var ise, buna kim mâni olabilir? Eğer Cenâb-ı Hak sana sulh akdetmek arsunu ilhâm ederse, bundan do­ layı pek mes’ut olurum. Mamafih payitahtı­ mın kapılarını kapatıyorum. Milletimi kanı­ mın son damlasına kadar müdâfaa edeceğim“ ( bk. Chedomil Mijatovitch, Constantine the last Em peror o f the Greeks or the Conquest o f Constantinople by the Tarha, London, 1892 G. Kollias, Constantin Paleologae, le dernier défenseur de Constantinople, Atina, 1953; L e Cinq centième anniversaire de la prise de Constantinople ; F. Babinger, Mehmed der E r ­ oberer a n d seine Zeit, MÜnchen, 1933 ). Bu esnada B izan s’a bir takım yardımlar ve yardımcılar geliyordu: Zacharia Grilioni ve Gabriel Trevisani idaresinde Karadeniz ’den gelen Venedik kadırgaları bunlardandı. Bu kadırgalar hamulelerinin ve kuvvetlerinin İstan­ bul müdâfaasında kalması ehemmiyetli idi. Bun­ lar için çok ictimâlar ve müzâkereler olmuş, hattâ kardinal îsidor bile, tavassutta bulun­ mağa lüzûm görmüş idi. Kânûn II. sonlarında Ceneviz kapudanı Juannİ Justîniani Longus 'un İstanbul 'a muvasalatı büyük sevinç ve ümit uyandırdı, O müdâfaa ameliyelerini bizzat idâreye başlamış ; topları, müdâfaa vâsıtalarını sûrların en müsait noklarına yerleştirm iş, tâ­ mirat icrası ile müdâfîlere ( bunların için­ de burjuva tabakası mensupları, san'atkârlar ve keşişler de bulunmakta idi ) silâh .tâlimleri yaptırmış idi. Bu arada yeni gelenler ( msl,



Sakızlı Maurise Cantaneo g ib i) ve gizlice gidenler ( msl. 26 şubatta Venedik ’e mütevec­ cihen ayrılmağa muvaffak olan kapudan Pier­ re d ’Ananjo ve altı Kandiye g e m isi) de gö. rülüyordu. Martın sonlarında, Tekfür sarayı civarında, kara tarafındaki büyük sûrun kena­ rında evvelce mevcût olup da, sonradan dol­ muş bulunan geniş hendek tekrar açıldı. Sû­ run bu kısmı, ok mazgalları ve hendek olma­ dığı için, en zayıf nokta telâkki ediliyor ve yeniden hendek kazılarak, Tekfür sarayının takviyesi isteniyordu. İmparator bu işi Azak 'tan gelmiş olan kadırgaların kapudanı Alvasio D iyedo'ya vermiş idi. 100 adım uzunlu­ ğunda ve 8 kadem derinliğinde bulunan ve gemilerdeki ağır cezalı mahkûmlara yaptırılan bn derin hendek Eğri-K apı 'dan Anemas kule­ lerine kadar uzayordu. Mart sonlarında bu iş, İmparatorun da bizzat nezâreti altında, icrâ ve ikmâl olundu ( Barbaro, ayn. esr. ). Justiniyani ’nin ücretli askerleri kara sûrlarının en ehemmiyetli noktalarını müdâfaaya tâyin edil­ diler. Şehrin bu tarafındaki belli-başlı kapı­ larından dördünün muhafazası, venedikli ve Cenevizlilerin kat’î talebi üzerine, 4 Venedik­ li kumandana tevdi edilmiş idi. Bunlar C alarino Contarini, Nicolo Mocenico, Faliruzzi Corter ve Sinyor Dolfino idi. Bu kumandan­ lardan her birine kendisine müdâfaası tevdi edilen kapının anahtarı teslim olundu. Diğer vazife alanlar arasında balyos Girolamo Minotto ile iki oğlu, kapudan A lvasio Diyedo ile iki oğlu, Gabriel Trevisani ile oğlu görülmek­ te idi ve Justinianİ ise, hidâyette Kaligaria ( Eğri-Kapı) yanındaki sûrların müdâfaasını derûhte etmiş idi ( Barbaro, ayn. esr. ). Bizans müdâfaasına iştirâk eden venedikli, cenovalı İtalyanların sayısı, Phrantzes ‘in tuttuğu deftere göre, 2.000 kişi kadar idi. Bunlardan başka bir mıkdar giritli, İspanyol ve bîr kuleyi müdâ­ faa eden şehzade Orhan 'ın maiyetindeki türk ücretli askeri bulunmakta idi. Müdâfaa kuv­ vetlerinin tevziatında imparatorun müşaviri Justinianİ idi ve kendisi, 300'ü deniz kuvvet­ lerinden, 400'ü zırhlı askerden mürekkep bir kuvvete kumanda ediyordu, imparator 6 ni­ sanda karargâhını Lykos vâdisinde, Top-Kapısı ile Edirne-Kapısı arasında ve Harisios ( Edirne kapısının yanındaki askerî kapılardan biri )’ta kurdu ( B arbaro). Akabinde büyük harp mec­ lisini toplayarak, en şiddetli hücumlara mâruz kalan Topkapı müdâfaasının kime tevdî edile­ ceği husûsunda karar aldı. Kezâ vazife alanlar arasında, Blakherna sarayını müdâfaaya me’mûr Venedik balyosn Girolamo Minotto, Eğri-Kapı 'dan Haliç üzerindeki Kyloporta ’ya kadar uzanan sûr kısmının müdâfaası kendilerine



İSTA N BU L. verilen sakızlı piskopos ve bir muhasara tarihi yazan Leonardo ile Tilberonimus v. b, diğer cenovah kumandanlar da bulunuyordu. 2 nisan günü Bizans müdâfaasında unutulmayacak bir gün İdi; çünkü imparatorun emri ile Venedikli Bartolomeo Soligo meşhur zinciri Haliç ’e ge­ rerek, burayı kapatmış idi. Saray burnunun yakınındaki Saint-Eugène kulesi ile Tophâne 'deki Mumlıâne burnunun bulunduğu muhaldeki G alata sûrları arasına gerilen bir kaç yüz metre uzunluğundaki bu zincir hattı gerisinde toplanmış olan Bizans ve İtalyan gemileri ta­ arruzundan masûn bulundurulacaktı. Barbaro 'nun kaydına göre, bu biribirine büyük çen­ geller ile zincirlenmiş yuvarlak ağaç kütük­ lerinden ve aynı büyüklükte demir zincirden mürekkep idi ; iki ucunda da muazzam iki halka var idi ki, bunlar sûrlara kuvvet ile raptedili­ yordu. Bu zincirin hemen gerisinde zinciri mü­ dâfaa ile vazifeli küçük bir filo teşkil olunmuş ve bu iş Cenevizlilere tevdi edilmiş idi. Ma­ mafih B izan s’ta, kilise ittihadı tarafdarian ile aleyhdarları arasında içten içe bir mücâde­ le sü.rüp gidiyor ve Bizans cemiyeti bu vahim zamanda hayli zayıf ve yorgun düşüyordu. Bütün kışı hazırlıklar ile Edirne ’de geçi­ ren, Anadolu ve Rumeli 'ndeki bütün silâhlı kuvvetlerini, yâni tımarlı sipahisi ile eyâlet yayaları, müsellimleri, azep, voynuk, yürük ve canbazlar gibi yardımcı sınıfları tamamen celb ile, Edirne 'de toplayan genç pâdişâh mart nihayetlerinde hazırlıklarını bitirmiş idi. Or­ dunun mevc&dunu garp kaynakları bir hayli kabarık gösterirler ise de ( 200.000, J . Tedaldi, Lettre écrite de P era, nşr. Détbier, Mon. Hung. Hist., X X II; Leonardo: 300.000, Phrantzes: 258.000,0 halkokonyles: 300.000, Dukas: 200.000), Tursun Bey A şık Paşa-zâde gibi, osmanlı kay­ nakları rakam zikretmezler ve yalnız Muhyî Çelebi gibi, bir X V I. asır müverihi 10.000 ye­ niçeri ile 20000 azep bulunduğunu bildirir. Ancak daha evvelki ve sonraki harpler İle mukayese edilir ise, muhârİp kuvvetlerin 80.000—too.ooo civarında bulunduğu, bunların yarısının Anadolu ve Rumeli eyâlet sipâhîsi, dörtte birinin azep, geri kalanının da kapu-kulu piyade ve süvârîleri ile topçu, cebeci, humbaracı birliklerinden ibâret bulunduğu tahmin olunabilir ki, bu ordu, o devrin Avrupa devletlerininkiler de dâhil olmak üzere, en mü­ kemmel askerî kuvvetini teşkil etmekte idi. Şüphesiz ki, her zaman olduğu gibi, ordu­ nun peşine takılan başı-bozuklar ve ganimet maksadı ile hareket eden çapulculara ve bir takım hıristiyan reâyâya da rastlamak mümkün idi. Diğer taraftan türk-islâm âle­ minin her tarafından gelen şeyh ve derviş­



ler, tarikat pirleri de bulunuyordu. A k Şemşeddin, Molla Fenârî, Molla GÛrâhî, Şeyh Sinan gibi şeyhler ve âlimler bu muhasaraya mânevi bir renk veriyor, Aydın-oğlu, Karaınan-oğlu kuvvetleri gibi gönüllüler de, fethin bütün türk ve İslâm âlemince mukaddes bir gâye olduğunu hissettiriyordu. Kezâ Sırp des­ potu George Brankovitch ’İn gönderdiği küçük askerî bir birlikten başka, Leonardo 'nun tes­ hirine göre, macar, ulah, alman, latin ve hattâ rûmlar da mevcut idi. Bilhassa hıristiyan as­ lından bâzı mütehassısların döktükleri müthiş toplar hakkındaki şâyia İstanbul ’ da umûmî efkârı alt-üst ediyordu. Filhakika macar aslın­ dan olan Orban pâdişâhın hizmetinde ve onun ile diğer türk mütehassıslarının, msl. Saruca, mimar Muslihiddin gibi, tavsiyeleri dâhilinde, muhâsara için, büyük toplar dökülmüş idi ( Orban 'ın macar veya romen aslından bir Erdelli olduğu, hayat ve faâliyeti, İstanbul ’daki evleri ve dökülen topun evsâfı v.b. hakkında bk. B. juânayi, Hadtörtânelmi közlemenyek, 1926, X X V II, 393 v.d .; Babinger, ayn. esr., s. 88; Iorga, CO R, II, 18 ; Kunh al-ahbar, V, 25 1 ; Osman NÛri Ergin, Fatih imâreti vak ­ fiy e si, İstanbul, 1945, s. 21 ; M. Ziyâ, İstanbul ve Boğaziçi, İstanbul, 1336, I, 1 74; Schneider, D ie A rtillerie des M iitelalters, Berlin, 19 10; B. Rathgen, Das Geschiitz in Mittelalter, Letpzig, 1928; Dukas, ayn. e s r.; Phrantzes, ayn. esr.). Aynı zamanda Edirne imalâthânelerinde ve diğer yerlerde, kısmen muhâsara başladık­ tan sonra, sûrlar önünde diğer bir takım hü­ cum ve taarruz silâhları da hazırlandı. Fakat asıl büyük topun Edirne ‘den İstanbul ’a getiril­ mesi hem uzun, hem güç oldu. Edirne ’den İs­ tanbul’a sûrların önüne iki ay zarfında ve K a­ raca B e y ‘in kumandasındaki 10.000 suvârî ile birlikte getirilebildiği iddia edilir. Ordu sûrların 5 mîl uzağında toplanmış idi. 2 nisanda harp sabasına gelen pâdişâh 5 ni­ sanda Lykos vâdisinin sol cihetindeki tepe­ nin üzerine, bugünkü Maltepe 'ye ve Romain kapısının ( Top-Kapısı ) hemen karşısına otâg-ı hümâyûnunu kurdu ve otağın etrafını hendek­ ler ve şarampollar ile çevrildi. Mehmed II., Edirne 'den hareketi sırasında, donanmanın da, hareket üssü olan Gelibolu 'dan hareket ile, İstanbul 'a gelmesini ve muhasaraya denizden katılmasını emretmiş idi. Kapudan-ı deryâ Bal­ ta-oğlu Süleyman Bey kumandasında 150 ka­ dar yelkenli ve kadırgadan mürekkep bu do­ nanma 12 nisanda boğaza vâsıl olmuş, ken­ disine, Karadeniz ve Marmara'dan gelerek, iltihâk edenler iie birlikte, Doimabahçe İle Beşiktaş ( Diplokionion) araşma demirlemiş idi. Bir kısmında kereste, taş gülle ve inşaât



HşO



Ist a n b u l .



malzemesi bulunuyordu ki, muhasara sırasında bunlardan istifâde edilecekti ( bk. Barbaro, ayn. esr.; Sfrantzes, ayn. e s r.; Kâtib Çelebi, Tafffat al-kibâr f i asfar a l-b ih â r; V. MirmirOğlu, Fâtih ’in donanması ve deniz savaşlart İstanbul, 1946, s. 47 ). Kritobulos ’a göre, türk ordusunun kısm-ı kül­ lisi henüz muhasaraya, başlamadan, mahsurlar bîr hurûc hareketi yapmışlar, bir mıkdar tele, fat da verdirmİşlerdi. Fakat kısa bir müddet sonra muhâsırlar o kadar kuvvet peyda ettiler ki, artık böyle bir hurûc hareketine kalkış, mak, bizanslılar için, mümkün olamadı ve muh­ telif kapıların seviyesindeki hendeği geçmek için yapılmış olan bütün köprüleri tahrip ed ild i; bunlar artık sıkı-sıkıya kapanıp, arkalan iyice tahkim edildi, 29 mayısa kadar da bu kapılar biç açılmadı. Muhasaranın bu ilk günlerinde, pâdişâh, ordunun belli-başiı reislerini maiyetine alarak, evvelâ Marmara sâhilinden H alle ’e ka­ dar, sonra da Haliç ’in şimâl kıyısını tâkip ile, deniz sûrlarını uzaktan teftiş etmiş idi. Bu sûretle bücûmun âzam! bir muvaffakiyet ile neticelenmesine müsâit olan sûrların en zayıf noktalarını tesbit etmek istiyordu. Bundan sonra da orduya, son defa, bir resm-i ge­ çit yaptırdı ve her kesin vazifelerini tâyin etti. Zağanos Paşa, kumandası altındaki Be­ yoğlu ve Kasım-Paşa sırtlarına yerleşmiş olan ordunun bir kısmı ile, gayr-i muntazam kıt’alardan mürekkep kuvvet Cenevizlilerin elindeki Galata burnundan Kâğıthâne deresi­ nin Haliç ile birleştiği noktaya kadarki kısmın, yâni H alic ’in bütün şimâl kıyılarını ve kara sûrlarının başladığı eski Ayvansaray kapısına kadar olan H alic’ in cenûp sahilini nezâret ve tarassut altında tutmak vazifesi ile mükellef idi. Pâdişâh iki sahili birbirine daha serî bir vâsıta ile raptetmek için, Zağanos P a ş a ’ya bugünkü Hasköy ile karşısındaki sûrlar ara­ sında bir köprü kurmasını emretti. Rumeli beylerbeyi Dayı Karaca Paşa muhasara ordu­ sunun sol cenah kumandanlığına, Haliç sahi­ lindeki Ayvansaray kapısından itibâren Tek­ fur sarayının bulunduğu sahayı ve Eğri-Kapı 'ya kadar olan kara sûrlarını kuşatmak vazifesi­ ne, tâyin edilmiş idî. Anadolu beylerbeyi tshak Paşa ile Mahmud Paşa Topkapı’dan YaldızlıKapı 'ya ve Marmara sahilindeki mermer kuleye kadar uzanan kısmının muhâsara ordusu kuman­ danları idiler. En ehemmiyetti kısmın, EdirneKapısı 'ndan Topkapı 'ya kadar uzanan merkez kısmının kumandası bizzat pâdişâhın ve sadr­ âzam Halil Paşa 'nın elinde bulunuyordu. Bu kısmi, bütün askerî mütehassislarca, sûrun en zayıf noktası sayılıyordu; çünkü Lykos va­ disi bu kısımda idi. Ordunun en mümtaz



kısımları en iyi tîr-endâz ■ve silâb-endâzları, kalkan ile mücehhez efradı burada pâdişâhın maiyetinde bulunuyordu. Mermer kuleden, yâ­ ni kara surunun nihayet bulduğu noktadan itibâren, Sarayburnunu dönerek, limanı ka­ payan zincirin bulunduğu mevkie kadar bütün Marmara sâhiü boyundaki sûrlar, kapudan-ı derya Baltaoğlu Süleyman B ey'in kumanda­ sındaki donanma tarafından tarassut altında bulundurulacak idi. Ancak, öyle görünüyor ki, pâdişâhın bu busûsiaki asıl fikri osmanlı do­ nanması ile, zinciri muhafaza eden Bizans do­ nanmasını tahribe muvaffak olduktan sonra, H a­ liç ’in medhalini zorlamak, sonra bu taraftaki sûrların nısbeten az kuvvetli olmasından dolayı, İstanbul ’a kat’î hücûmu burada yapmak idi. Bilâhare bu tasavvurun tahakkuk ettirilmeme­ sinde, şüphesiz ki, donanmadan beklenen hiz­ metin tamâmen yerine getirilememiş olmasının büyük payı olmuştur. . Mehmed II. o devre göre müthiş sayılabile­ cek bir topçu kuvveti tahşid etmiş idi. Umûmiyetle kabûl olunduğuna göre, o bu kadar tahripkâr bir topçu kuvvetine mâlik ilk hüküm­ dar idi. Topçunun müessir bir şekilde muhasa­ raya İştiraki ve netice üzerinde kat'ı rot oy­ naması bu hâdisede açıkça görülmüştür. Mu- ' hasara toplarının hakiki mıkdarının ve sûrla­ rın karşısında nerelere yerleştirildiklerinin sıhhat ile tâyini, müverrihlerce muhtelif şekil­ lerde kaydedildiği cihetle, oldukça güçtür; bu, bir az da, 54 günlük muhâsara sırasında top mevkilerinin sık-sık değiştirilmesinden ve top adedinin sâbit kalmasından ileri gelmektedir. Phrantzes, her biri dört büyük toptan mürek­ kep 14 batarya kaydeder ki, bir çok müverrihler bu rakamı kabûl etmişlerdir { G. Sehlumberger, İstanbul'un muhâsarast v e zaptı, İstanbul, 1330, trk. tre., s. 8 9 ) ; Barbaro ise, her biri en büyük toplardan biri ile takviye edilmiş, 9 batarya zikretmiştir, Kritobulos pâdişâhın topçu faaliyetini bilhassa üç kısım üzerinde teksif ve temerküz ettirdiğini bildirerek, bun­ lardan birisinin Edirne-Kapı ile TekfÛr sarayı arasındaki sûra karşı, ikinci gurup bataryanın Bayram-Paşa deresi ile Top-Kapı arasındaki sû­ run tahribi ve bir gedik açılması içinjk üçüncüsünün de Eğri-Kapı karşısında mevzie konul­ duğunu bildirmektedir. Günde J ve gecede 1 defa atış yapan büyük topun doldurulması iki saat sürüyordu ve ilk atılışında bunu yapan mühendis de parçalanmış, fakat diğer bir maear mühendisinin yardımı ile, bu atışlara, hiç aksatmadan, devâm olunmuş idi. O devrin en ileri silâhı sayılan bu büyük topların yanında, arbalet denilen başka bir nevî silâhlar ve uzun demir toplar da bulunuyor, bunlara lüzûmlu



İSTAN BU L. malzeme de muayyen noktalarda hazır tutu­ luyordu. Osmanlı ordusu taarruz hazırlıklarını yap­ tığı, Bizans da son müdâfaa tedbirlerini aldığı sırada, bir kısım kuvvetler Boğaziçi ’ne gön­ derilerek, meskûn yerler ( Tarabya ve Rumeli Kavağı g ib i) zaptedildi. Baltaoğlu Süleyman Bey de pâdişâhtan, donanmadan ayıracağı bir kısım gemiler ile, adalara taarruz emrini aldı ve böylece Büyiik-Ada ( Prıncipo ) ’nın müstah­ kem kalesi ele geçirilmiş oldu. Kalenin kuşa­ tılma tertibatı alındıktan sonra, pâdişâh B i­ zans ’a bir elçi göndermiş ( Mahmud P a ş a ), bu husustaki teamüle uyarak ve dinî vecîbeyi de yerine getirerek, şehrin teslimini İstemiş idi. Ancak bu talebin reddedilmesi ve sâdece mevcut anlaşma gereğince, vergi verilebilece­ ğinin beyânı muhâsaraya ve muhâsamaya der­ hâl başlamağı zarûrî kıldı. B ir kısım kaynak­ lara göre, elçi ile muhâbereye evvelâ impara­ tor başlamış, İstanbul ’un kendisine bırakıl­ ması şartı ile, diğer bütün Bizans kalelerinin Osmanlılara terkedilebileeeğmi, vergi ödeye­ ceğini bildirmiş idi ( krş. Sâdeddin, I, 421 ; Cizyedar-zâde Ahmed Bahâeddin, var. 196 v.d.). Ancak müzâkereye kim başlamış olursaolsun, 6 nisanda bir görüşme olduğu ve iki ta­ rafın da iddialarında isrâr ettiği, bundan sonra da fiilen muhâsaraya başlandığı muhakkaktır. Savaş, 6 nisanda, büyük topun ateşlenmesi ile, başladı ve osmanlı muhasara hattı müdâ­ faa hattına daha fazla yaklaştı. B ir taraftan mancınıklar taş yağdırıyor, tirendazlar ok sa­ vuruyor, her surette kale bedenlerinde gedik açılmasına çalışılıyor, diğer taraftan lâğımlar kazılıyordu. İlk günlerde bu gayretler semere verm edi; çünkü müdlfîler açılan gedikleri sür’atle tâmir ettikleri gibi, rum ateşi saye­ sinde sûrlara yaklaşılmasını güçleştiriyor ve açılan lağımlara mukabil lağım açmakla da ağır zayiat verdiriyorlardı. g nisanda osmanlı donanmasının kara kuv­ vetine yardım etmek isteyeceğini sezen bizanshîar H aliç’ te bâzı yeni tertipler almak lüzûmnnu duydular ve limanı kapayan zincir bo­ yunca, 10 büyük gemiyi muhârebe vaziyetine soktular, 1 1 nisanda pâdişâh da, 5 günlük muhasaradan edindiği intibâa göre, büyük top­ ların tâbyesİnde bazı değişiklikler yapmış, Stlivrikapı ’ya karşı da 3 top tahşıd ve Biaklıerna sarayının karşısında Komnenos sûrlarını, müessir bir şekilde tahrip edemedikleri anla­ şılan topları da Top-Kapı’ya naklettirmiş İdi. 12 nisanda türk donanmasının M arm ara’dan gelişi ve Beşiktaş önlerinde toplanarak, hare­ kâta hazırlanması bizanslıların maneviyâtını hayli kırmış, gerek zincir yanındaki gemiler,



gerek daha geridekiler o geceyi tamamen si­ lâh başında geçirmiş, fakat bir taarruza uğra­ mamışlardı. 1 2 — 18 nisan arasında, geee-gündüz devam eden bombardımanın dışında, sûr boyunda bir kaç küçük müsademeden başka, karada ve denizde büyük bir hareket vukua gelmedi. Barbaro yeniçerilerin bu esnada gösterdikleri şecaati bilhassa tebarüz ettir­ mekte ve sûrun dibine kadar ilerileyen bu as­ kerin düşman silâhlarından hiç çekinmedikle­ rini, öldükleri zaman cesetlerinin arkadaşları tarafından geriye taşındığını, bir şehid nâşını orada bırakmaktan ise, on kişinin ölümü severek tercih ettiğini bildirmektedir ( bom­ bardımanların başlamasından pek az sonra, Macaristan kıral nâibi Hunyady jânos ’un elçi­ leri mubâsara ordusunda pâdişâhın nezdine geldiler ve o zamana kadar niyabet vazifesi yapmış olan Hunyady ’nin artık Macaristan 'da kıral nâibi olmadığını, bütün iktidarı genç kıral Vladislav I. ’a tevdî etmiş bulunduğunu osmanlı hükümdarına bildirdiler. Hunyady, genç kirala tamamen hareket serbestiiiğini vermiş olmak için, iki sene evvel ( 14 51 ), Semendire 'de akdedilmiş türk-macar mütârekenâmesinin türkçe nüshasını iâde ve pâdişâh tan da Hunyady ’nin imzası bulunan diğer nüs­ hasını talep ediyordu. Macar devlet adamı, bîzanslılar lohindeki bu âşikâr hareketi ile; pâdişâhı İstanbul muhasarasını ref ’e icbâr etmeği düşünmüş olabilirdi; fakat bu teşeb­ büsün hiç bir te’siri ve neticesi görülmedi ( Ch. Mijatovitcb, ogn. esr,, s. 15 2 —15 5 ; Schlumberger, at/n. esr,, s. 1 13 v.d . ). Bombardımanın başlamasından hemen bir haf­ ta sonra, bütün kara sûrları boyunca hâsıl olan tahribat büyük ve ehemmiyetli bir dereceyi bulmuş idi. Bu yüzden Mehmed II. ilk umûmî hücum tecrübesinde bulunmağa karar verdi. Bayram-Paşa deresindeki hâricî sûrların bir kısmı ve iç sûrlardaki iki büyük kule tama­ men yıkılmış, Justiniani ise, bu gediği kapat­ mak için, rastgele bir siper yaptırmağa meçbûr olmuş idi. Pâdişâh 18 nisanda ilk umûmî hücum emrini verdiği zaman, okçulardan, mız­ raklı ve zırhlı askerlerden mürekkep bir-çok birlikleri sûrun üzerine me’mûr etti. Bu as­ kerler hendeğin yıkılmış olan noktalarından hücuma başladılar; evvelâ sûru koruyan mâniaya ateş vermek istediler. Bu suretle şeddi yıktıktan sonra, düşmanın kuvve-i mâueviyesini kırmağı düşünüyorladı. Bu hücûm güneş battıktan çok sonralara, gece yarısına kadar, devam etti ve boğaz-boğaza bir çarpışma vu­ kua geldi. Baştan ayağa zırhlı bulunan Justinyani ve maiyeti ile diğer müdâfîler cansipârâne gayret gösterdiler ve her ihrak teşebbüsünü



u ça



İSTAN BU L.



söndürerek, hücûmu akını bırakmağa muvaffak Kritobulos, s. 62 v.dd.; V. Mirmiroğlu, ayn. oldular ( bk. Kritobulos, s. s? ; Barbaro 'dan esr., s. 32 v.dd.). Osmaniı donanmasının böyle naklen Sehlumberger, s. 114 v.dd.). 20 nisanda bir mağlûbiyete uğraması her iki taraf üzerin­ İlk deniz savaşı vuku buldu: İstanbul ’ un mü­ de de te ’şirini gösterdi. Bizanshlar yeni aldık­ dâfaası ve iaşesi için, papa tarafından gön­ ları tâze kuvvetler ile maneviyatlarını yükselt­ derilen 3 ceneviz gemisi bir müddet müsâit mişler, mubâsara ordusunda ise, Tursun Bey { s. bava bekleyerek, Sakız adası limanında kal­ 48 ) ’in tâbiri ile ,,ehl-i İslâm arasına fütûr ve dıktan sonra, nisan ortalarına doğru yola çık­ perişânî“ düşmüş idi. Bu münâsebet ile, padi­ mış ve yolda, Sicilya ’dan buğday ve şarap ile şaha sunulan bir ariza ( Topkapı sarayı arşivi, harp mühimmatı alarak, İstanbul ’a gelmekte nr. E. 5584 ) bu deniz savaşında bir gayret­ olan Fiantanetla kumandasında bir rum gemi­ sizliğin bulunduğuna da iddia etmektedir. Bu sine tesadüf etmiş ve onun ile birlikte, 20 nisan­ hâd sede mes’ûl olanların şiddetle cezalandı­ da İstanbul 'a vâsıl olmuşlardı. Daha evvel, G e­ rılmalarını padişaha tavsiye eden ariza sâhibi, libolu’ dan gönderilen bir ulak vâsıtası ile, key­ aksi takdirde, kaleye hücûm edildiği veya hen­ fiyetten haberdar olan padişah, gemiler Mar­ deklerin doldurulması icâp ettiği zaman, bu mara ’da görünür-görünmez, kapudan-l derya gibilerin, yâni onun tâbiri ile, „yasak muslüBalta-oğlu Süleyman Bey ’e, bütün kuvvetleri manlarımn" lâyıkı ile, ehemmiyet vermeyecek­ ile ve zırhlı siiâh-endâzlarmı beraberine alarak, lerini de ilâve eylemektedir. Bu ifâde bize bu gemiler üzerine mümkün olduğa kadar sür- Fâtih ’in ordusunda bu muharebeye canla başla 'atle ileril emesi ni ve bu yardımcı gemilerin Ha­ katılmayanların adetleri az da olsa, bozguncu liç ’e girerek, düşmanın müdâfaa kuvvetini art­ bir rûh taşıyanların mevcûdiyetîni haber ver­ tırmasını, her neye mâl olursa-olsun, mâni ol­ mektedir, Yine aynı 20 nisan gününde, büyük masını emretmiş idi. Balta-oğlu kumandasındaki türk topları kara sûrları boyunca ateşlerini donanma, bir şenliğe gider gibi, bu dört gemi­ devam ettiriyordu. Ertesi günlerde de, devam nin üzerine yürümekte, her geminin güverte­ eden bombardımanlar neticesinde, Romain ka­ sinde davullar, dümbelekler harp havaları çal­ pısı civarında bulunan Baetat’nia adını taşı­ makta, azepler sevinç naraları atmakta idi. yan bir kule ile bu burcun yakınındaki hârici Süleyman Bey 'in gururu ve ümidi fazla idi. sûrun büyük bir kısmı yıkılmış, oldukça bü­ Karşılaşma Yenikapı açıklarında vukû buldu. yük bir gedik açılmış idi ki, bu hâdise münâse­ Osmaniı gemicileri, düşman gemilerini aşağı­ betiyle Barbaro ( s. 38 ), „eğer o gün pâdişâh dan tutuşturarak, yakmağa, kargı ve balta ile 10.000 asker ile bu gedikten bir hücûm icra küpeştelerini kırmağa ve gemilerin üzerine etse idi, şehri daha o zaman zaptederdi“ de­ sıçrayıp, demir ve halatlarına asılarak, içle­ mektedir. A ynı kanâat başka kanak larda da rine girmeğe çalıştılar. Fakat düşmanın zırhlı belirtilmekte, şehrin sukutuna ramak kaldı­ gemicileri bir yandan gemilerinde çıkan ateşi ğını söyleyerek, mahsûrların mecalsiz hâlleri­ söndürüyor, diğer taraftan muhâsımların gay­ ni, fakat buna rağmen, cans'pârâne çalışarak, ret ve teşebbüslerini kıracak her türlü müdâ­ Justinianİ 'nin de delâleti ile, siperleri takvi­ faa tedbirleri alıyorlardı. Üç saat devam ye ettiklerini bildirmektedir ( Mémoires d'un eden bir mücâteden sonra, gemilerinin daha janissaire Polonais, témoin oculaire et, actif üstün vasıfta bulunması sebebi ile de, Os­ du siège et de la prise de Constantinople nşr. manlı donanmasının adedi tefevvukuna alt ol­ Dcthier ’den naklen. Sehlumberger, trc. s. 144 mayan düşman gemileri, o esnada çıkan şid­ v.d.). Kara sûrlarındaki bu büyük tahribatı gö­ detli bîr lodos rüzgarından faydalanarak, sür’at- ren, deniz muharebesinde Osmanlıların uğra­ le limana doğru ileriledi ve liman ağzını tuttu­ dığı başarısızlıktan da faydalanmağı düşünen rarak, orada bulunan Bizans gemilerine iltihak ve bu hâdisenin türkleri sulha temayül ettire­ eyledi. Osmaniı donanması düşman gemilerini ceğini sanan imparator, yeni bir Bizans elçisini tâkip edemeyerek geride kalmış, 100 kadarşe- bu sırada osmaniı ordugâhına göndererek, sulh hid ile 30 yaralıdan ibaret bir zayiata da uğramış teklifinde bulundu. Zâten sadrâzam Çandarlı idi. Zeytin-Burnu sahillerinden bu mücâdele­ Halil Paşa gibi, harbe tarafdar olmayanlar nin bütün safhalarını at üzerinde tâkip eden pâ­ mevcut idi ve bunlar deniz muharebesinin dişâh başarısızlıktan fevkalâde müteessir oldu. başarısızlığını da görerek, tekrar harekete geç­ Phrantzes’e göre, hiddetinden atını denize sür­ mişlerdi ve böylece muhasara ordusunda, mudü; fakat çarpışma sırasında gözünden yarala­ hâsaraya devama tarafdar olanlar ile olmayanlar nan ve cansipârâne hizmeti görülen Balta-oğlu arasındaki mücâdele şiddet peydâ etmiş idi. Süleyman Bey ’i, sâdece azl ile iktifa etti ve Pâdişâh bizanslıların teklifini müzâkere etmek yerine deniz ümerâsından Hamza Bey 'i kapu- maksadı ile, divanını ve harp meclisini topla­ dan-ı derya ve Gelibolu sancak beyi yaptı ( bk. dığı vakit; bu iki görüş münâkaşa edildi. Bu



İSTA N BU L. esnada sadrazamın Bizanshlar ile bir anlaş­ maya varılmasını şiddetle müdâfaa ettiği, mu­ hasaranın uzamasını tehlikeli bulduğu, zira bu müddet zarfında Avrupa ’dan büyük kuv­ vetler gelebileceği, macarların da harbe gir­ meleri ihtimâli olduğunu ileri sürdüğü gö­ rüldü. Halil Paşa ’ya göre, Bizanslıların sene­ de vermeği kabûl ettikleri 70.000 altın vergi ve Bizans’ta pâdişâhın tâyin edeceği bir zap­ tiye me’ mûru ile iktifa edilmeli idi. Fakat di­ ğer ümerânın, ezcümle Zağanos P a ş a ’nin ve Molla Gürânî, Akşemseddin gibi ulemânın bu fikre muhalefetleri ve pâdişâhın da onlara iltihâkı ile, imparatorun sulh ve mütâreke tek­ lifleri reddolunarak, muhâsaraya devam edil­ mesi kararlaştırıldı ( İd ris B itlisi, Haşt ba~ h işi, VII, trc, Sâdî, Topkapı sarayı kutup., nr. 196, var. 7 1 ; Câfer Çelebi, M akrûse-i İstanbul fetihnâm esi, s. 16 ). 20 nisan deniz mağlûbiyetinin bâzı kimseler üzerinde husûle getirdiği bezginlik, bu suretle azimkar ve sebatkâr büyük rûhlu insanların te’siri ile gıderilmiş oldu ve her kese yeniden bir gayret ve kuvvet geldi ( Câfer Çelebi, s. 1 7 ) . Bu toplantı sırasında pâdişâh kumandanlara ve devlet erkânına sûru çeviren hendeklerin çok derin ve kara sûrlarının da kat-kat oldu­ ğunu, binâenaleyh bu taraftan muzafferiyet te’ min edilmesinin fazla bir zamana ihtiyaç göstereceğini, hâlbuki deniz civarındaki sûr­ lara hücûm edildiği takdirde, daha serî ve kolay netice alınabileceğini, H aliç’in ağzın­ daki zinciri koparmanın hâlâ mümkün olmadı­ ğını izah etmiş, karadan gemilerin yürütüle­ rek, Haliç 'e indirilmesi lüzûmunu ileri sürmüş ve „Yenihisar canibinden gemiler sürüp, Gala­ ta ardından deryaya aşırm ak" ve ,,âşûb-i top ile hisârîleri cânib-i bahrden dahi şaşırtm ak" fikrini ortaya koymuş idi ( Sâdeddin, I, 423 ). Bu çok cesûrâne fikir pâdişâh tarafından 20 nisan deniz muharebesinden sonra izhar edilmiş ve tatbikata da görünüşte 2 1 nisanda başlan­ mış ise de, işin azameti göz önüne alındığı takdirde, buna dâir ilk hazırlıklara epeyce ev­ velden, msl. zinciri kırıp, Haliç 'e girmek te­ şebbüsünün akim kalmasından sonra girişilm iş olduğu anlaşılır, Esâsen muhasaranın daha ilk günlerinde Haliç üzerinde, bugünkü Kumbarahâne ile Defterdar arasında, bir köprü­ nün inşâsının emredümesi, bu köprünün ku­ ruluşundaki maksadı açıklamağa kâfidir. Bu köprünün inşâsı ancak gemilerin Haliç ’e in­ dirilmesinden sonra tamamlanmış, bunun için binden fazla fıçı ve sandal kullanılmış idi ki, bunun üzerinden - toplar geçirilebildiğt gibi, beş kişi de rahatça yan-yana yürüyebiliyordu ( Kritobulos, s. 48 ). İşte, Bizans ’in sukutunda



119 3



birinci derecede âmil olan askerî ve tâbiyevî hareketlerden biri bu hâdise oldu ve bu plân iatbika başlanıncaya, yâni 22 nisan­ dan bir gün evveline kadar, gâyet gizli bir şekilde hazırlıkları yapıldı. 2 1 nisanda kara sûrlarına karşı icrâ edilen şiddetli bombardı­ mana G alata sûrlarının şimâlinde yerleştirilen bataryalar da iştirâk etti ve bunlar şafakla berâber, Haliç ’teki zincirin gerisinde bulunan gemilere şiddetli bir ateş açtılar. Bugün kul­ lanılan havan toplarına benzeyen bu toplar bizzat Fâtih tarafından târif olunmuş ve gül­ leleri, G alata evlerininin üstünden aşırmak sureti ile, hedeflerine tevcih edilmiş idi ( K ri­ tobulos, s. 6 0 ). H er iki taraftan bu keBİf bombardıman yapılırken, yeni kapudan-ı der­ ya Hamza Bey de zincirler üzerine hücûmlar yapıyor ve böylece hem mahsûrlar meşgûl edilerek, dikkat ve müdâfaaları başka taraf­ lara çevriliyor, hem de Galata Cenevizlileri üzerinde, dolayısı ile, bir baskı yapılarak, bu sahadaki faaliyetin gizlenmesine çalışılıyordu. Mamafih bâzı kaynaklara göre, G alata ’lılar gemilerin karadan yürütülmesinden haberdar olmuşlar ise de, seslerini çıkartmamış ve bil’akis müsait davranmışlardı. Bu sırada Galata Cenevizlileri iki tarafı da idâre etmek siyâse­ tini tâkip ediyorlar, Haliç sayesinde Bizanslılılar ile gizli olduğu nisbette ehemmiyetli bir ticarî faaliyette bulunuyorlar, fakat pek çok hus&Blarda, Osmanlılan da iyi idâre etmeğe ve bir hâdise çıkarmamağa kendilerini mecbur sayıyorlardı. Genç pâdişâh, gemileri Haliç 'e indirmek husûsundaki tasavvurunu da, hay­ rete değer ve harikulade bir şekilde, ierâ etti. 21 nisanı 22 nisana bağlayan bir gece içinde irili ufaklı 67 gemi karadan çekilerek, Soğuksu halicine, yâni Kasım paşa’ya indirildi ( Kritobulos, s. 66 ). Bu gemilerin, umumiyetle pek büyük olmamakla berâber, 18 ’inin kadırga nev’inden harp gemisi, diğerlerinin güvertesiz küçük nakliye gemileri olduğu bilinmektedir. Fakat hangi yolu tâkip ettikleri busûsu uzun müddet münâkaşa mevzuu olmuş, Beşik­ taş ’tan veya Dolmabahçe’den hareket etti­ rildiğini iddia edenler bulunmuş, ancak daha ziyâde Tophâne limanından yukarıya doğru, bugünkü Kumbaracı yokuşunu tâkip ederek, Asmahmescid 'den, Tepebaşı yolu ile, Kasım­ paşa 'ya indirildiği yolundaki faraziye kabûl edilmiştir ( Mirmiroğiu, agn. esr., s. 72). Bu gemilerin ne suretle seyrettirildiği mes­ elesi de, muhtelif kaynaklarda, başka-başka şekillerde izah olunmaktadır: bunlardan bir kısmı kızaklar üstünde yürütüldüğünü bildir­ dikleri hâlde, bâzı menbâlar da hem kızak kulalnıldığtnı, hem de rüzgârdan faydalanıldığını,



İSTAN BUL.



1194 :



:_____



diğer bir kısmının ise, arabs gibi, tekerlerler bulunmuş olması muhtemeldir ) on-İkiler mec­ üzerine alınarak, yelkenler vâsıtası ile yürü­ lisini toplayarak, bu husûsu müzâkere etti. tüldüğünü, G alata ’nın arkasından Haliç ’e bir Venedikli Barbaro’ nun da hazır bulunduğu yol açılarak, bu yola boydan-boya tahtalar ve bu mecliste, Haliç ’teki Osmanlı donanmasını odunlaı konulduğunu, bunların koç yağı ite tahrip etmek esas itibârı ile kararlaştırıldı; yağlandığını ve zirveye kadar halatlar ile çe­ bunun tatbik ve icrâ safhası üzerinde muhte­ kildiğini söyledikleri görülmektedir. Mamafih lif görüşler ileri sürüldü ve nihayet Trabzon bu mevzûda Aşık Paşa-zâde, Tursun Bey, Idris-İ kadırgasının sâhibi Venedikli Giaccomo CocB itlisi gibi eski kaynaklarımızın, Dukas gibi co ’nun teklifi kabûi edildi. Buna göre, bir an mühim bir Bizans menbaınm tafsilât vermeme­ kaybedilmeksizin ve Galata ceneviziilerinin leri bu hususta k a t i bir hükme varmağı güçleş­ fikir ve mnvâfakatlerİni almaksızın, iki kadırga tirmektedir. Bu yüzdendir ki, Phrantzes ile Kasım -Paşa koyundaki türk donanması üzeri­ Barbaro ’nun ve onlardan naklen Schlumberger ne birden bire atılacak ve onları ateşleyecek 'ııin gemilerin kızaklar üzerinde yelkenlerin de idi. Bu işi bizzat kendisi deruhte etti ve 24 yardımı İle' çekildiği hakkmdaki mütâleaları nisandan 28 nisana kadar bu teşebbüs için lâ­ en fazla derecede kabule şâyan görünmekte­ zım gelen hazırlıkları yaptı. Ancak bu müddet dir { bk. Sâdeddin, ayn. esr., s. 424; MUnec- zarfında Galata Cenevizlilerinin bundan pâdi* cim-Başı, Ş a ffâ 'if al-ahbâr, III, 368; ‘ li, Kanh şahı haberdar etmeleri neticesinde, mukabil al-ahbâr, V, 253; Schlumberger, ayn. esr., tedbirler alındı; tetik davranıldı ve 28 nisan­ s. 138 v.d.). Şimdiye kadar duyulmamış böyle da yapılan ve bir baskın şeklinde idâre edi­ bir başarı Osmanlı gemicilerini heyecan ve len teşebbüs tamâmen akim kaldı. Coeco ile sevince boğmuş, Bİzanslıları ise, hayret ve birlikte, 150 kadar gemici Osmanlı topçusu­ korkuya dûçar etmiş idi. Her geminin Haliç ’e nun isâbetli ateşi altında Haliç ’te boğuldu indirilişİ esnâsmda Zağanos Paşa Kasım-Paşa ( bk. Schlumberger, s. 168 v. dd.; Barbaro, ve Ok-Meydam sırtlarından mütemadiyen ateş s. 42 v. d d .) . Diğer taraftan, Phrantzes ’e güre, ediyor ve Osmanlı gemilerini ateşin himâyesi Coeco 'nun taifelerinden 40 kadar gemici, yü­ altında tutuyordu kİ, bu hâl llaiiç ’teki Bizans zerek sâhile çıkmağa muvaffak olmuşlar, fakat donanmasının bu harekete niçin mâni olama­ müdâfîlerin maneviyâtını sarsmak maksadı ile, sûrun karşısında ve arkadaşlarının gözü önün­ dığını izaha kâfidir. 22 nisanda böyle bir vaziyet ile karşılaşan de idâm edilmişlerdi ki, imparatorun da, buna imparator kuvvetlerinin bir kısmını artık Haliç mukabele olarak, elindeki 260 kadar türk esi­ sûrları cephesinde başlayacak olan harekâta rini mazgallara astırması gecikmedi. Gerek bu tefrik ve tahsis etmek meebûriyetinde idi. Bu hâdiseler, gerek Haliç ’te uğradıkları hezimet vaziyet karşısında kara sûrları müdâfaasının sebebi ile, mahsurlar, bilhassa Venedikliler büyük ölçüde yabancılara terkolunması lâzım ile Cenevizliler arasında mücâdeleler ve anlaş­ geldi; hâlbuki kizans kuvvetleri İle müdâfaaya mazlıklar artmış, karşılıklı olarak, bunlar bir­ katılan venedik ve Cenevizliler arasında, ku­ birlerini ithama başlamışlardı. Bu defa yine manda ve müdâfaa meseleleri yüzünden, şid­ imparator onları teskin ve aralarındaki âhengi detli İhtilâflar baş-gösteriyor, imparator bun­ te’mine çalıştı. Nisanın son günlerinde kara ları te’lif etmekte güçtük çekiyordu. Bu anlaş­ sûrlarında topçu ateşinin fasılasız devam etti­ mazlıklar Osmanlı ordugâhına da aksetmekte ği ve duvarlar üzerinde ehemmiyetli gedikler gecikmemiş ve tabiatiyle bir sevinç hâsıl ey­ açıldığı sırada, evvelce inşâsına başlanan köprü lemiş îdi ( îd ris B itlisi, ayn. esr., var. 73). de hitam bulmuş, yanına konulan geniş dubalar Dukas ’m bildirdiğine göre, türk donanmasının üzerine toplar yerleştirilmiş ve bu suretle Ha­ Hal-ç’te hiç umulmadık bir zamanda görünüşü, liç tarafındaki sûrlar da ateş altına alınmış idi. İmparatorun başkanlığı altındaki harp mec­ muhasara altında olanların kalbine dehşet sal­ mış ve imparator da, bnnun neticesi olarak, lisi bu yeni tehlikeye şiddetli ve müessir bir yeni bir sulh teşebbüsünde bulunmuş idi. Fa­ müdâfaa ile mukabele etmek için, Ayvansaray kat pâdişâhın gelen elçilere, ancak teslim cihetine, kara sûrları ile Haliç sûrlarının bir­ şartı ile, muhasarayı kaldıracağını bildirmesi leştiği uca, rumlardan ve yabancılardan mü­ bu teşebbüsün de akîm kalmasına sebep oldu rekkep kuvvetli bir müfreze tahsis etmek Süve savaş devam etti (Schlumberger, ayn. esr. zûmunu duydu ve nisan ayının mütebâkî gün­ leri ile mayısın ilk günleri karada ve denizde s. 16 i v.d. ). Bundan sonra imparatorun tasavvuru Haliç ’e küçük çarpışmalar ve sûrların döğüimesİ ile İnen Osmanlı donanmasını tahrip etmek nok­ geçti. Savaş bu suretle devam ettiği sırada, impa­ tasında toplandı. Bu maksat ile 23 nisanda Sainte Marie kilisesinde ( A yasofya civarında rator durumunun vehâmetiui .düşünerek, ken­



İSTA N B U L.



dilerine yardım celbi hususunda yeni bir te­ şebbüste bulunmak istedi ve kumandanlarına ve bilhassa Venedik rüesâsına fikrini aç tı: B izans'a yardım getirecek olan Venedik filo­ sunu Ege denizinde aramak üzere, bir gemi gönderilmesi lâzım idi. Sene başında Bizans ’tâki Venedik balyosu ile yapılan bir anlaş­ maya göre, Ege denizindeki Venedik filosunun Bizans 'm imdadına koşması mecburî idi. Bun­ dan bir haber alınamaması böyle tehlikeli bir teşebbüse girişmeği ieip ettiriyordu. Bu isteği ittifakla tasvip eden harp meclisi derhâl 12 ge­ miciden mürekkep bir tâife ile gemiyi, gizlice yola çıkardı ki, Osmantı bahriyesine görün­ meden, Haliç 'ten çıkan ve Çanakkale boğazını da sükûnet ile geçmeğe muvaffak olan bu ge­ mi araştırmalarından hiç bir netice elde ede­ medi ( Barbaro, s. 45 v.d .; Schlumberger, s. 182 v.d.). Ümitsizlik ve şaşkınlığın Bizans ’ta arttığı bu günlerde, polonyalı yeniçerinin ver­ diği malûmata göre, patrik ile devlet erkânı ve Giustiniani müttefikan imparatora şehri terkederek, bir yere çekilmesini teklif etmişler ve buna sebep olarak da, bu firâr hâdisesinin şâyi olması üzerine, Mora 'daki kardeşlerinin ve hattâ arnavut reisi İskender Bey ’ in derhâl büyük yardımcı kuvvetler ile Bizans ’ın yardı­ mına koşmalarının çok muhtemel olduğunu ileri sürmüşlerdi. Fakat Konstantın Dragazes,. onlara hak vermekle berâber, böyle bir felâ­ ket içinde pâyitahtının mukaddes mâbedlerini, tahtını ve milletini terketmenin aslâ isabetli bir hareket olamayacağını bildirerek, bu teklifi reddetti { Schlumberger, s. 183 v.d,). Diğer ta­ raftan şehirdeki halk da mâneviyâtı bozul­ muş, perişan ve me'y.ûs bir hâlde id i; her tabİ’î veya arızî hâdiseden bir şeamet alâmeti çıkarıyor, bunları mukadder felâketlerinin bir işâreti sayıyorlardı { Kritobulos, s, 67 v.dd,), S mayısta Beyoğlu tepelerine yerleştirilen ba­ taryaların muvaffakiyetli atışları görüldü. Bun­ lar zincirin gerisinde toplanmış olan Bizans filosunu kesif bir bombardımana mârûz bırak­ mışlardı. Bu topçu ateşi günlerce devam e t t i; daha ziyâde Bizans ve Venedik gemilerini he­ def aldı ise de, bu arada Galata Cenevizlile­ rine âit kıymetli eşyâ ile dolu bir gemiyi de batırdı ki, bu münâsebetle sâhiplerinin ve galatalılarm padişaha müracaatla hâdiseden do­ layı şikâyetlerini Barbaro ve Phrantzes 'ten Öğ­ reniyoruz. Osmanh hükümdarı, kendilerine, tam tarafsızlık içinde kalmalarını tekrar tavsiye ile, zarar ve ziyanlarını tazmin edeceğini vaad et­ miş idi ( Phrantzes’ten naklen Schlumberger, s. 185 v.d,; Barbaro, s. 47 ). 6. mayısta muhasara ordusu, sûrlarda kâfi derecede tahribat yapılmış olduğuna kani ola­



»95



rak, umûmî bir taarruza karar verdi. 6/7 ma­ yıs gecesi otuz bin kişilik bir kuvvet, hücûm merdivenleri ile birlikte, Bayram-Paşa deresi üzerindeki sûrlara atıldılar ve bir baskın ta­ arruzunda bulundular. Kanlı çarpışmaların üç saat, devam ettiği ve her tarafın ehemmiyetli kayıplara uğradığı, fakat müdâfaa ve muka­ vemetin. şiddetli olduğunu gören pâdişâhın, donanmanın da hareketsiz kaldığı bu taarruz­ dan türk kuvvetlerini geri çektiği anlaşılmak­ tadır. 8 mayısta ve müteakip günlerde Bizans ’ta on ikiler meclisi toplanarak, bâzı kararlar almış ve ezcümle Karadeniz'den gelen üç bü­ yük Venedik kadırgasının teçhizatını ve silâh­ larını almağı, tâifeierini de G. Trevisano ku­ mandasında Ayvansaray tarafındaki sûrun mü­ dâfaasında vazifelendirmeği uygun bulmuş idi. Ancak bu gemiciler mallarının ve silâhla­ rının gemilerinden çıkarılmasına, kendileri­ nin gösterilen yerde müdâfaaya iştirak et-, melerine evvelâ râzı olmamış ve büyük bir mukavemet göstermişlerdir. Bilâhare, Venedik balyosunun da tavassutu ile, bıı muhalefetten vazgeçtiler, gemilerini HaFç ’teki Venedik filosunun kumandanı Alvasio Diedo ’nun em­ rine vermeğe, kendileri de bahis mevzuu sûr­ larda Trevisano kumandasında çarpışmağa, râzı oldular ( Barbaro, s. 48 v. dd.). 12 mayısta Fâtih ’in taarruzu TekfÛr sarayı ile Edirnekapı arasına yapılmış.idi, Edirnekapı ile Eğrtkapt arasındaki sûrlar, dâimî bombar­ dımanların te’siri ile, hemen tamamen yıkılmış gibi idi. Bilhassa dış sûrlar fazlaca h«râp ol­ muş idi. Barbaro ’nun 50.000 kadar tahmin ettiği Osmantı kuvvetleri bu taarruz hareke­ tini, imparatorun Ayasofya 'da maiyeti ile bir­ likte hazır bulunduğu bir âyini müteakip, harp meclisini kurduğu sırada, gece yarısı yapmış­ lar, müdâfîleri açılan ged-ğin gerisine çekil­ meğe mecbur bırakmışlar, fakat Nikephoros Paleólogos ve Giustiniani ’nin Theodoros Karystenos’un vaziyete hâkim olmaları yüzüncbn, bu defa da k at’î neticeyi istihsâle muvaffak olamamışlardı ( Barbaro, s. 50; Schlumberger, s. 192 v.d.}. 6 ve 12 mayıs taarruzlarının bir bir netice vermemesi üzerine, pâdişâh 14 ma­ yısta elde bulunan bütün ağır topçuyu Topkapı ite Bayram-Paşa deresi üzerindeki beşinci aske­ ri kapı ( Sulukule kapısı, Pemton kapısı ) ara­ sındaki bölgede teksife ve buradan kat’î taarru­ za karar verdi. G alata tepelerinde yerleştirilmiş olan toplar Haliç sûrları kapılarından olan Kynegon kapısı ( A vcılar kapısı ) karşısına nakledildi ve buraya yerleştirilmiş olan Venediklilere kar­ şı ateş bundan sonra mütemadiyen devâm etti. 16 mayısta Osmaulı ordusu lağım muhârebelerine başladı. Zağanos Paşa evvelce



İS T A N B U L Novobrdo mâdenlerinde çalışmış olup, o esnâda muhasara ordusunda bulunan sırp lâ­ ğımcılara, tek katlı ve hendeksiz sûrların mev­ cut olduğu Eğrikapı — Tekfur — sarayı mıntakasında, sûrun yarım mil uzağından başla­ mak üzere, lağımlar kazdırmış ve bunlar ve sûrun temelleri hizasını geçmiş idi. Fakat bu ameiiyenin, müdâfîler tarafından duyu­ larak, megadük N otaras'a haber verilmesi ve unun da imparatorun muvafakatini aldıktan sonra, alman mühendisi Jeh. Grant 'a mukabil bir lağım açtırması bu teşebbüsün başarısız­ lığını mficip olmuş ve karşılıklı lağım lar bir­ birine rastlayınca, yer altında kanlı bir boğuş­ ma eereyân etmiş ve her iki taraftan ağır kayıplara sebebiyet vermiş idi. Aynı gün ak­ şama doğru, Osmanlı donanması da Beşiktaş karşısından hareket ile, limanın önünde gerilen zincire karşı hücûma geçmiş idi. Pâdişâh her hâlde, Venedik gemicilerinin büyük bir kısmı­ nın sûr müdâfaasına me’mûr edilmesi ile, bu cihetin zayıf bırakıldığından haberdar idi. An­ cak Haliç 'teki türk gemilerinin bu harekâta iştirak etmeyerek, seyirci kalması ve Trevi­ sano kumandasındaki gemilerin de şiddetle karşı koymaları, bu deniz harekâtını yarıda bıraktırdı; ertesi gün tekrarlanan ve 5 gemi­ nin zincire kadar gelmesi ile başlayan hücûm da neticesiz kaldı { Barbaro, s. 51 v. d .; Schîumberger, s. 196 v. d . ; Mirmiroğlu, a. 82 v. d .). Bundan sonraki deniz hareketi 21 mayıs­ ta vukû buldu. Bütün Osmanlı donanması şa­ fakla tekrar zincir önüne gelmiş idi. Zincir gerisinde 10 müttefik gemisi savaşa hazır va­ ziyet aldı. Bu hareket şehirde umûmî hücu­ mun bir başlangıcı telâkki edildiğinden, çan­ lar çalınarak, her kes vazife başına dâvet edi­ liyordu. Buna mukabil Haliç 'teki Osmanlı do­ nanması yine hareketsiz kalıyordu. Bu vaziyet karşısında esas donanma, zinciri zorlamak ve düşman gemilerini muharebeye icbâr etmek için, ciddî bir teşebbüs yapmaktan vazgeçerek, geri çekildi. Belki bu hareketler kara harekâ­ tını setretmek İçin bir oyalama teşebbüsü idi ve H aliç ’teki gemiler de bu teşebbüse katıl­ mak husûsunda bir emir almış değil idi. 18 mayısta muhasara hareketlerine yeni bir taarruz silâhının eklendiği görülmektedir i Os­ manlI ordusu geceleyin inşâ edilmiş olan ah­ şap müteharrik büyük bir kuleyi Topkapı ci­ hetinde sûrun karşısına ve yakınma getirmiş, sûrlardan daha yüksek olan bu kule sayesinde, önündeki sûrları döğmeğe, hendekleri daha kolaylıkla doldurmağa koyulmuş idi. Bunun yapılışından Bizans nöbetçilerinin haber ala­ mamaları ve sabahleyin karşılarında böyle acâyip, görülmemiş bir harp vâsıtasını görme-



lerı, korku ile karışık olarak, hayretlerini mfi­ cip oldu. Gerçekten kulenin büyük faydası görüldü. Kuledeki muharipler çok kısa mesa­ feden sûrları yıkmağa devam ederken, bu ci­ varda bulunan iürk birlikleri de taşlar, top­ rak dolu çuvallar, ot ve çalılar ile hendeği doldurmağa çalışıyorlardı. Akşama kadar sü­ ren kanlı bir savaş neticesinde sûrda ehem­ miyetli rahneler açılmış ve kulenin bulunduğu kısımda bizanslılar için çok tehlikeli bir du­ rum hâsıl olmuş id i; fakat imparator gece ol ur-o] maz şehirdeki bütün yardımcı kuvveti, kadın, erkek, çocuk her kesi burada çalıştıra­ rak, hendeği boşaltmağa, açılan gediği tâmir etmeğe, runı ateşi sayesinde bu seyyar kuleyi de yakmağa muvaffak oldu. Müteharrik ahşap kulenin yakılmasından sonra da, mücâdele hı­ zını bir an kaybetmedi ve bonbardıman git­ tikçe te’sirini arttırdı. Bilhassa 600 kilo ağırlı­ ğında gülleler atan büyük topların mermileri sûrlarda büyük tahribat yapmakta idi ( Barbaro, s. 55). 20—21 ve 22 mayıs günleri bir taraftan bu şekilde kesif bombardıman hareketi yapılıyor, diğer yandan muhtelif yerlerde lağımlar açılı­ yordu ki, bunlar her defasında keşfedilmiş ve mukabil lağımlar ile ya te'sirsiz hâle getirilmiş ve yahut bir çöküntüye uğratılmış idi. Buna rağmen lağımların açılmasına bundan sonra­ ki günlerde de devam olundu. 23 mayısta, ev­ velce V enedik’ ten gelecek yardımı aramak üzere gönderilen gemi, eli boş olarak, avdet etmiş ve sûrların perişan hâline, Haliç üzerin­ deki köprünün tamamlanarak, bu tarafta da bir cephenin açılmasından doğan teessüre in­ zimam eden ümitsizlik artmış idi. Aynı gün pâdişâh, sûrlar üzerindeki tahribatın ehemmi­ yetini dikkat nazarına alarak, umûmî bir hü­ cûma girişmeden evvel, son defa Bizans impa­ ratoru nezdine bir elçi daha göndermeğe ka­ rar verdi. Bu suretle hem şeriat hükümlerini, yerine getirmek, hem de şehrin daha uzun müdâfaaya devam edip-edemeyeceğini anlamak İstiyordu. Bu vazifeyi dâmad lsfendiyar-oğlu Kasım Bey ’e verdi. Kasım Bey şehirde impara­ tor tarafından merâsim ile kabûl edildi ve müla­ katta Bizans 'm bütün ileri gelenleri hazır bu­ lundu. Elçi pâdişâh tarafından kendisine tevdi edilen vazifeyi ifâ ile, imparatora şöyle demiş id i: — „Hükümdarımız umûmî bir hücûmun doğuracağı felâket ve dehşetlerden kaçındığı için, imparatora şehri sağ ve sâlim terketmek ve bütün malları ve hazîneleri ile istediği yere çekilmek hak ve hürriyetini tanımaktadır. İstan­ bul ahâlisinden isteyenler de her şeylerini alıp, gidebilmek ve kalmak isteyenler - de mal ve mülklerini muhafaza edebilmek hakkını hâiz­ dirler. imparatora Mora despotluğu da veri­



İST A N B U L .



lecektir“. İsfendtyar-oğlu Kasım Bey bu şart­ ların kabul edilmesini, ayrıca ve dostâne ola­ rak, imparatordan ricâ etti ( Schlumberger, s. 238 ). Fakat imparatorun topladığı harp mec­ lisi bu teklifleri, uzun boylu münâkaşadan son­ ra, kabul etmedi. D ukas’m da bildirdiğine gö­ re, imparator İsfendiyar-oğlu 'n a : — „Pâdişâh sulh istiyor ise, muhasarayı kaldırsın, bu tak­ dirde, ne kadar ağır olursa-olsun, istenen ver­ giyi kabul edeceğim. Şehri teslim etmek ise, ne benim, nede başkasının salâhiyeti dahilin­ dedir. Ölmeğe hâzırız“ — demiş idi ( Schlum­ berger, s. 239 v.d .; Feridun Dirimtekin, İstan­ bul *un fethi, İstanbul, 1949, s. 185 ). Mamafih, teslim teklifinin reddedilmesinde Galata Cene­ vizlilerinin rolü olduğunu iddia edenler de bu­ lunmaktadır. Bu fikri kabul edenlere göre, bun­ lar Bizans ’m sukutuna ihtimâl vermiyorlardı ve fetihten sonra Notaras ’m Fâtih ’e söyle­ d iğ i: — „Teslime Galata Cenevizlileri râzı ol­ madı“ — ifâdesi buna bir delîi gibi görün­ mektedir. Osmanlı elçisinin avdetinden son­ ra, Bizans 'ta Osmanlılar tarafından yapılacak umûmî ve nihâî hücumun 29 mayısta vukû bula­ cağı hakkında bir şayia çıkmış ve bunun üzerine son hazırlıklara girişilmiş idi. Muhâsara Ordu'­ sunda ise, türlü rivayetler var idi. Bilhassa macar kıralı Vladislas (Ulaszlo) 'm padişah nezdine gönderdiği sefâret heyetinin 26 mayısta Osmanlı ordugâhına muvasalatından sonra, bâzı bedbince şâyialar dolaşmağa başlamış idi. Pâdişâh ve devlet erkânı tarafından husûsî merasim ile kabûl edilen bu elçi, kıraldan al­ dığı talimata uyarak, muhasaranın kaldırıl­ masını talep ediyor, aksi takdirde Macaristan 'ın Bizans lehinde harekete mecbûr olacağım bildiriyor ve garp devletlerinin gönderdiği bü­ yük bir donanmanın yaklaşmakta bulunduğunu da ilâve ediyordu. Bu türlü haberler, bozguncu rivâyetler ve macar elçilerinin tebligatı pâdi­ şâhı 27 mayısta büyük bir harp meclisi toplama­ ğa şevketti. Bu toplantıda birbirine zıt iki fikir yine çarpıştı. Çandariı Halil Paşa öteden beri muhasaraya aleyhdar id i; bu defa da kuşatma­ nın kaldırılması fikrini terviç etti. Ona göre, İstanbul kuvvetli bir şekilde müdâfaa edilmek­ tedir. Şehir zaptedilse bile, garp devletleri, bu­ nu kabûl etmeyip, harekete geçecek, devletin başına yeni gâileler açacaktır. İkinci görüşü, pâdişâh ile birlikte, vezîr Zağanos Paşa tem­ sil ve müdâfaa ediyordu. Bu mecliste Zağanos Paşa, garptan bir tehlike gelebileceğine inan­ madığını, Hıristiyan hükümdarlar arasında de­ rin İhtilâflar bulunduğunu, büyük İskender 'in daha küçük bir ordu ile bütün A sya ’yı zaptet­ tiğini, İta ly a ’daki küçük devletlerin OsmanlI­ lara karşı her hangi bir donanmayı aslâ gön-



deremeyeceklerini, gönderseler bile buna karşı tedbir almanın mümkün bulunduğunu söyle­ miş, muhâsara ve bombardımana devam edil­ mesini istemiş idi ki, kendisine pâdişâh ve ordu nezdinde büyük bir itibâra mazhar olan Ak-Şemseddin . ve Molla Gürânî gibi Şahsiyetler de iltihâk ediyordu. Bundan sonra bizzat pâdişâh, bütün ümerâ ve devlet erkâ­ nının hazır bulunduğu bu veya bunu müteâkip toplanan diğer bir mecliste uzun bir nutuk İrâd ederek, vaziyeti anlatmış ve son emirlerini vermiş İdi. Krİtobnlos ( s. 70 vs-dd.) 'un bize naklettiği bu nutukta pâdişâh- ez­ cümle, icrasını tasarladığı umûmî hücûmda büyük hamiyyet ve şecâat ibrazına bütün mücâhidleri teşvik ve tahrik etmek istediğini, zafer vukuunda Bizans 'ta nâil olacakları mü­ kâfatı bildiriyor, bu devletin şimdiye kadar nasıl bir husûmet ve düşmanlık beslediğini, felâketli anlarda Osmanlı devletine nasıl ağır sûikastler tertip ettiğini izah ediyor, bir düş­ man komşudan kurtularak, bundan sonra sulb ve âsâyiş içinde vakit geçirileceğini anlatıyor, müdâfİterin müşkül durumları hakkında, .firfi­ rilerden aldığı mâlûmatı onlara naklederek, maneviyatlarını yükseltiyordu. Kumandanlara teker-teker emirler verdikten, bu arada Hamza B e y 'e denizde gemileri ile dolaşarak, bâzı yerlerde sûrlara ok menziline kadar yaklaş­ masını, kemankeşlerin ve tüfenk-endfizlarm mücehhez oldukları silâhlar ile düşmanı şiddet­ li bir ateşe tutmasını ve böylece düşmanı bulun­ duğu yerde tesbite çalışmasını, Zağanos Paşa 'ya Haliç üzerinde yapılan köprüyü geçerek, o taraftaki sûrlara hücum etmesini, Karaca Bey ’e Bayram-Paşa deresi arkastndaki yıkılmış sûrlara tırmanmasını, İshak ve Mahmud Paşa Tara kendi bölgelerinde aynı şekilde hareket etmelerini ve nihayet Halil Paşa ile Saruca Pa­ şa 'ya da kendisinin iki tarafında bulunmalarını emrettikten sonra, şimdi her kesin kendi alay ve çadırına giderek, istirahat etmesini, maiyet­ lerinde bulunanlara bu tenbihleri ulaştırmaları­ nı ve hücûm günü de erkenden kalkarak, mev­ kilerinde muntazam saflarını tertip etmelerini bildirdi ve kendisi de istirahate çekildi. Ve­ zirler ve ümerâ padişahtan aldıkları emirleri birliklerine ulaştırırken, hücumda başarı gös­ terenlerin, ilk önce sûrlara çıkanların büyük mansıplara ve dirliklere nâil olacaklarını da, timar sâbipleri ise, su-başı olacaklarını, su-başı ise, sancak beyi, sancak beyi ise, bey­ lerbeyi olacaklarını ilân ediyorlardı. 28 mayıs­ ta Osmanlı ordugâhında büyük bir sükûnetin büküm sürdüğünü gören müdâfîler hayrete dü­ şüyorlar ve bu hâli türlü şekilde tefsire kal­ kışıyorlardı. Şehirde ise, kadın, erkek ve ço-



İs t a n



cılklardan müteşekkil kafileler, ellerinde mu­ kaddes tasvirler olduğu bâlde, sokaklarda dolaşıyor, feryâd ve dualar ile kiliselere doluyor, güzel beldelerinin türklerin eline geçmemesi için, duâ ediyorlardı. O gece Osmanlı ordu­ gâhında, Marmara sâhillerinden G alata sırt­ larına kadar, her yerde muazzam bir mum donanması yapılmış, Bizans âdetâ ışıktan bir çenber içine alınmış idi. Buna ilâveten her tarafta duyulan tekbir sesleri, Bizans müdâfilerine ve halkına son saatlerinin yaklaştığını hissettiriyordu. 28 mayısı 29 mayısa bağlayan gece askerler lüzfimlu muharebe âletlerini hendekler civarına taşıdılar ve hücfim için son tertipleri aldılar. Sabaha karşı pâdişâh da kalkarak, iki rek’at na­ maz kılmış, sonra da kılıcını kuşanarak, atına binmiş ve bütün devlet erkânı ve ümerâsı ile birlikte, hücum mevkiindeki yerini almıştır. Da­ ha fecirde başlayan kesif topçu ateşinden sonra, muhasara ordusu sür’atle harekete geçti, va­ zifeliler ileri atılarak, surların kenarına yak­ laştılar. Savaş İstanbul 'un her tarafında aynı zamanda başlamış idi. Pâdişâh bütün hücüm hattında her türlü âlet ve vâsıtalar ile hücüm işâretı çalınmasını emretmiş, bu tabi ve meh­ ter nağmelerine tekbir sesleri de katılmış idi. Sancak-ı şerîf de çıkartılarak, her kesin göre­ bileceği bir noktaya dikilmiş idi. Hücüm kol­ ları önceden pâdişâhın tâyin ettiği şekilde tertiplenmiş idi. Donanma yalı köşkü kapısın­ dan Sam atya 'ya kadar olan deniz hattı ile Marmara 'daki surları abluka etmekte ve yeryer zırh gömlek giymiş azapları karaya çıka­ rarak, merdiven İle sûrlara hücüm ettirmekte idi. A sıl hücum m ıatakasr Bayram-Paşa deresi vadisinde ve Topkapı 'nın şimalinde gelişi­ güzel yapılmış siperlere ve çok tahribâta uğramış sûrlara karşı İdi, Bu bölgede, birbi­ rini takiben, üç hücûm yapıldı ve her defasında, Barbaro t s, 62 ) 'ya göre, ellişer bin kişilik bir­ likler, çarpıştı. Bunlar ok, sapan, tüfek ile müdâfîieri yıprattıktan sonra, merdivenlerini sûrlara dayayor ve müthiş bir azim ve cesa­ ret ile siperlere atılıyorlardı. Birinci ve ikinci hücumlar şafak sökmeden evvel yapılmış, İkin­ cisinde, bir kısmı zırh gömlekli bulunan Ana­ dolu piyadeleri, müdâfîieri ve şehir balkım bü­ yük bir korku ve dehşete uğratmış idi. Şehirde mütemadiyen çanlar çalıyor, her kes sûrlara yardıma koşuyor, hücüm edenlere yağdırılacak taşları taşıyordu ki, türk toplarının cehennemi ateş, altında, sûrların önünde ve üzerinde ce­ reyan eden en son hayat ve memât mücâdele­ sinde, müdâfîler rum ateşi ve büyük taşlar ile bu hücumu bir müddet durdurabildiler. Pâdi­ şâh bu heybetli manzarayı genden heyecanla



bu l.



tâkıp ve birlikleri teşoî ediyor, zaman-zaman aralarına sokularak ve bunları tâze kuvvetler ile takviye ederek, hücumun her ân aynı şiddettedevamını te’min eyliyordu. İmparator, bütün devlet erkânı ile birlikte, Topkapı sûrlarındaki mücâdele mahallinde bu­ lunuyor ve savaşta yer alıyordu. Üçüncü hücûmu yeniçeriler yaptıklan vakit sabahın ilk sa­ atleri idi. Vaziyetin çok gergin olduğu, çok sarsılmış ve yıpranmış olan müdâfîlerin asıl hü­ cfim bölgesinde müşkilât ile tutunduğu sırada, Havaryun kilisesi yanında Demetrios Kantakuzenos ve Nikolaos Paleólogos kumandasında bulunan ihtiyat kuvvetleri de savaşa sokuldu. Savaş şiddetle devâm ederken, müdâfaanın rûhu mesabesinde olan Giustiniani ağırca ya­ ralandı ve imparatordan, gemisine çekilmek üzere, müsâade istedi. Konstantin Dragazes 'in kalmasını söylemesine ve müdâfaa hattından nasıl çıkacağını sormasına karşılık, —„Tanrının türklere açmışolduğu yolu takip edeceğim“ —ce­ vabını verdi ve savaş bölgesini terketti, maiyeti kendisini gemisine götürdü. Onun gitmesi müdâfîier arasında bir tereddüt ve duraklama ya­ ratmış idi ki, bunu Osmanlı yüksek kumanda heyeti keşfetmekte gecikmedi ve pâdişâh yeni­ çerileri yeniden hücuma şevketti. İşte hücum kollarından birinin başında bulunan ve uzun boylu, kuvvetli ve yiğit bir yeniçeri olan Ulubadlı Haşan 'm, otuz arkadaşı ile, sûrların üze­ rine ilk defa türk sancağını çekmesi bu esnâdadır. Haşan şehid olmakla berâber, izinden yürüyen arkadaşları ve diğer mücâhidier bu savaş kesiminde, duruma hâkim olmak için, en büyük gayreti gösterdiler. Diğer taraftan, Kerkoporta denilen kapı civarındaki gediğin mühâcimler tarafından zaptedilmesi ve bu ka­ pının açık bulunduğunu gören yeniçerilerin bir anda içeri girerek, müdâfîlerin arkasında görünmeleri bir yılgınlık yarattı. İç ve dış sûrlar arasındaki dehlizde Top-Kapısı 'ndan Eğ» rikap ı'ya kadar uzayansâha içinde kısa süren kanlı bir boğuşma cereyan etti. R ic’at batları kesilen müdâfîler müthiş bir kargaşalık içinde, gerek Topkapı tarafından, gerek daha şimal­ deki gediklerden girmeğe muvaffak olan Os­ manlı kuvvetlerinin amansız savletleri karşı­ sında şehre doğru kaçışmağa ve bu arada, bir­ birlerini âdetâ ç:ğneyerek, bir menfez bulmağa Çalıştılar. Bu arada Giustiniani 'den boşalan yeri doldurmak azmi ile, müdâfîlerin başında çarpışan Bizans 'm son imparatoru Konstan­ tin Dragazes de, aldığı yaraların da te’siri ile, yere düşerek, ayaklar altında son nefesini verdi. Belki de ona son ölüm darbesini indi­ ren, bâzı kaynakların dediği gibi, bir azap eri İdi. Bu esnada firariler şehre bu haberi



İSTA N BU L. ulaştırıyor, ber tarafta yılgınlık yaratıyorlardı. da vazife almış olup da, Osmanlı kuvvetleri­ Sûrları zapteden, en başta kapu-kulu olmak nin şehre girdiği sırada intihar eden Osmanlı üzere, türk kuvvetleri kapıları aşıyor, diğer hanedanından Em ir Süleyman 'ın torunu Or­ birliklerin şehre girmelerini te’min ediyorlardı. han Çelebi ’nin nâşı da maktuller arasından Zaferin kat’î haberi bütün hücum hattına ya­ bulunmuş ve çıkarılmış idi. yılmakta iken, Haliç tarafından Cebe A li Bey İstanbul'u almakla Bizans imparatorluğunu ’ in, Tekfûr sarayı cihetinde Karaca Bey ’in, do­ yıkan ve Osmanlı devletini teşkil eden top­ nanma kumandanı Hamza Bey ’in, Zağanos raklar arasında mevcudiyeti ve siyâseti ile Paşa kolunun ve diğer kuvvetlerin muvaffaki­ dâimâ bir tehlike mevzuu olan bu devleti tarihe yet ve zaferleri de tevâlî etmekte idi. Adetâ karıştıran Fâtih Sultan Mehmed derhâl şehrin Bizans 'a bir anda her ta raftan . girilm iş idi. temizlenmesi, emniyet ve âsâyişinin korunması Şehre dâhil olan kuvvetler mukavemet unsur­ ve imar hareketlerine girişilm esi tedbirlerine larını bertaraf e ttile r; fakat Bizans 'm zaafını baş-vururken, diğer yandan da Galata 'yı C e ­ anladıkları ândan itibâren, kıtale son verdiler nevizlilerden teslim alıyordu. Zağanos Paşa ve ganimet almak hevesine düştüler. Sabahın 'nın me’mûr edildiği müzâkerelerde, Cenevizliler erken saatlerinde muhtelif istikametlerden fetihten sonra burada harmanlayacaklarını an­ İstanbul ’a giren kuvvetler A ksaray tarafında lamış ve G a la ta 'y ı OsmanlIlara teslim ile birleştiler ve buradan A yasofya ’ya doğru ileri- Fâtih ’in verdiği ahidnâmeyi kabûl eylemişlerdi lediler. Büyük bir şaşkınlık içinde öteye-beri- ( bk. İskender Hoci, Galata 'nın Osmanhlara ye kaçışan halk, bir mûeizenin vukûunu bek­ teslimi, T O E M, sene 5, s. 49 ). Müteakiben leyerek, Konstantin sütunu ( Çemberlitaş ) ta­ şehirdeki rumlara bir patrik seçtirerek, bir rafına ve müteâkıben Ayasofya ’ya ilticâya ça­ takım dini imtiyazlar tanıması, bu suretle vic­ lışıyordu. Îkî kilisenin birliği ilân edİIeliden dan hürriyetine saygı göstermesi onun Bizans ’1 beri ekseri rûmlarm uğramadıkları A yasofya manen de fethetmek istediğini anlatmaktadır. şimdi firariler ile dolmuş idi. Çok geçmeden, Bazıları onun bu hareketine, şark ve garp türk gâzileri de buraya geldiler ve kapa­ kiliselerini ebediyen bir birinden ayırmak tılan kapıları kırarak, açtırdılar; fakat bu siyâseti mânasını vermişler ise de, pâdişâ­ mağlûp, âciz ve zavallı halk yığınına karşı hın sâhip bulunduğu insânî duyguların bun­ kılıçlarını çekmek lüzûmunu duymayarak, on­ da en büyük âmil olduğunu kabûl etmek ha­ lara ilişmediler. Bu anda artık f â t i h unva­ kikate ve tarihi hâdiselere daha uygun görün­ nına hak kazanmış olan Mehmed II. öğleye mektedir. doğru şehre girmek arzusunu gösterdi. Devlet B i b l i y o g r a f y a : T . Halasi Kan, erkânı da maiyetinde bulunduğu hâlde, çavuş­ G ennadius’un itikad-nâm esi hakkında {D il lar Ve solakların iki taraflı muhteşem bir alay ve tarih-coğrafya fak ü ltesi dergisi, Ankara, hâlinde refakati ile, atlı olarak, Topkapı ’dan V ) ; Ch. Mijatovich, Constantine fke last şehre girdi ve doğruca A y a so fy a ’ya gitti. Em peror o f ihe G reeks { London, 1892 ), s. Burada atından indi, kendisini karşılayan hal­ 217 v. dd. 5 Barbaro, ayn. esr., gost. y e r. ; ka ve papaslara, bugünden itibâren artık ha­ J. v. Hammer ( trk. trc. ), II, 303 v. d d .; yat ve hürriyetlerinin te’minat altında bulun­ G, Schlumberger, ayn. esr., gost. y e r .} A, duğunu müjdeledi ( bk. N. lorga, İstan bu l’ un Muhtar, Feth-i celîl-i Kostantiniyye ( İstan­ zaptı hakkında ihmâl edilm iş bir kaynak, trk. bul, 13 2 0 ), s. 230 v. d d .; bu mevzûda bib­ trc. Fâzıl IşıkSzlü ve Adnan Erzi, Belleten, liyografya için bk. F. Dirimtekin, Istan, sayı 49, s. 145 ). Fâtih mabedin büyüklüğünü, bul 'un fe th i ( İstanbul, 1949 ), s. 2 5 1-2 5 7 -; azametini, mozayîkleri takdir ve san’ at sever M. C . Ş . Tekindağ, İbn K em â l’e güre, F â . bir hükümdar sıfatı ile temâşâ ettikten ve tih ’in İstanbul ’ a muhâsara ve zaptı ( İs­ burasının tahribine mâni olduktan sonra, ya­ tanbul enstitüsü dergisi, 1955, 1, I — 14 ); nında bulunan bir müezzine ezan okumasını Salâhaddin Tansel, F âtih Sultan Mehmed emretti ve ilk ikindi namazını burada kıldık­ ( Ankara, 1953 ), s. XII — XIX. tan sonra, bu kilisenin câmİe tahvilini emretti. . ( M. T a y y Ib G ö k b İl g In .) Fâtih bundan sonra, şehrin görmeğe değer TflRK DEVRİ diğer yerlerini gezdi ve eski saraylardan »4 5 3 “ »520 yıllan birini ziyaret etti. Otağına avdet eden pâdişâh A. S i y â s i h â d i s e l e r . İstanbul fethi daha sonra Lukas Notaras ’1 nezdîne getirerek ve ona iltifat ederek, imparatorun akıbetini tâkip eden günlerde, bir müddet karışıklıklar sormuş, o sırada maktûl düştüğünden haber­ içinde kaldı. Fethin üçüncü günü şehirdeki dâr edilince de, cesedini buldurarak, ona say­ karışıklıklara son verilmiş, 3 gün süren muaz­ gı göstermiş idi. Bu arada Bizans müdâfaasın- zam şenlikler yapılmış ve gâzîlere büyük ziyâlaîâtn A&sîlcloprdfl*İ



76



12ÖÖ



İS Îa n b u L



fetler çekilmiştir ( bu husûsta bk. Phrantzes, Ckronicon, nşr. I. Bekker, Bonnae, 1838,3. 304; Dukas, Historia Byzaniina, trc. Mirmiroğlu, İs­ tanbul, 1956, s. 18 7 ; G. Th. Zora, İstan bu l’ un z a p tı. . . , trk. tre. Ş. Baştav, Belleten, nr. 69, s. 80; Evliya Çelebi, Seyakat-nâme, l, 1 1 1 ) . Şenlik ve ziyafetten sonra ordu ve donanma yerlerine iâde ile askerin şehirde dolaşması kat'î surette yasak edildi. Pâdişâh, saklanan­ ların meydana çıkmasını, her kesin serbest dolaşmasını, kaçanların da avdetini emir ve halkm din ve an’anelerl gereğince yaşayabile­ ceklerini ilân ettiğinden, şuraya-buraya gizle­ nenler ve G a la ta ’ya sığınanlar yerlerine dön­ düler ( bk. Phrantzes, s. 304). Bir kısım esir­ leri fidye ile kurtaran Fâtih, ayrıca fidyesini veren ve yahut İstanbul 'a dönen romlara şe­ hirde yerleşmek müsâadesini bahşetmiş ( Kritobulos, s. 83 ), kendi hissesine düşen esirleri de Haliç sahillerinde yerleştirerek, onlara evler tahsis etmiş, bilhassa latin kilisesi ile ortodoks kilisesinin ittihadına muhalif olanlara çok iyi muamelede bulunmuştur. İlk cuma namazını 1 haziran 1433 günü Ayasofya camiinde kılan Fâtih Sultan Mehmed şehirde derhâl bir imar fâaliyetine girişmiş, bu arada bâzı manastır ve kiliseler kendi adı­ na, bazıları da maiyetindekiler tarafından, câmi ve mescide tebdil edilmiştir. Ancak, bu gi. bi mâbedlerin tahvil keyfiyeti, şehrin imarı ve müslüman mahallelerinin teşekkülü ile alâ­ kalı olup, nisbeten yavaş cereyân etm iştir ( bk. Sehneîder, Strassen and Qpartiere Kostantinopels, Miti, des Deut. A rck . insi., 1950, I, 68 ). Pâdişâh, bir taraftan da Hıristiyan ahâli ile meşgûl olup, kiliselerden bir kısmını onlara bırakmış ve Anastasios II. ’ıın istifasından beri boş duran patriklik makamına birinin seçilme­ sini emretmiştir. Bu hareketi ile hükümdarın İstanbul'da müslümanlar ile hıristıyanlar ara­ sında tam bir anlaşma busüle getirdiği ve şeh­ re rumları celbetmek istediği ileri sürülmekte­ dir ( Phraotzes, s. 30 4 ; krş. Crusius, Türcograeciae, s. 107: Aure! Decei, Cennadios Skolarios ’un iiikad-nâm esi, Fâtih ve İstan­ bul, I, 100 ). Bunun üzerine kilise reisleri, râhipler ve halk toplanarak, Georgios Skolarios ’u, Gennadios adı ile, patrik seçtiler ( bk. Phrant­ zes, 304, krş. Banduri, s. 209; Atbanase Comnene Hypsilantes, s. 438 ). İntibâbı müteakip, pâ­ dişâh patriği yemeğe dâvet etmiş ve ona rûhânî reisliği temsil eden patriklik asâsı ile ta­ cını vererek, sarayın kapısıaa kadar uğurlamış ve resmî makam olarak Havariler kilisesini tahsis eylemiştir. İstanbul 'un imâr ve is­ kânı için yapılan ilk teşebbüs surların tamiri­ dir. Fâtih muhasara esnasında harâp olan sûrla­



rın tâmiri ile şehrin tanzimi işini senelerce Bur­ sa su-başı)ığında bulunduğunu bildiğimiz ( bk. Kâmil Kepeci-oğlu, Fâtih zam anındaki İstan­ bul su-başılan, V akıflar D ergisi, 1942, II, 411, not 1 8 ) Karıştıran Süleyman B ey 'e tevdi etti. İstanbul kadılığına Hızır Bey Çe­ lebi 'yi tâyin ettiği gibi, müsellem ve yaya sancakları beylerine de hendeklerin temizletil­ in esi emrini verdi ( bk. Tâeî-zâde C âfer Çe­ lebi, Mahrûsa-i İstanbul Jeühnâm esi, T O E M, 1331, s. 2 4 ), Bu işler için lüzûmlu kire­ cin ağustos ayı içinde te'min edilmesi, İstan­ bul ’dan kaçmış rumların yerlerine lâdesi va­ zifesi de Karıştıran Süleyman Bey ’e yükletiltilmiş idî. Bu zât eylûi ayma kadar Anadolu ve Rumeli 'den şehre 5.000 aile getirecek, gel­ mek istemiyenlere idâm cezası verilecek idi ( Dukas, s. 193). A yrıca şehirde kalanların yanında arzu edenlerin de kendisinden tez­ kire alıp, divâna mürâcaat etmelerini isteyen pâdişâh, bu gibilere ,,mülk-nâme-i hümâyûn“ sadaka olunmasını da bildirmiş idi ( C âfer Çelebî, s. 24). Bu emir üzerine mülk-nâme alarak, tuttukları evleri temellük eden kimse­ ler bulunduğunu görüyoruz. A yasofya tahrir defterinde ( bk. Muhammed b. A lı el-Fenârî, Belediye kütüp., M. Cevdet yazm., nr. O .64) bu gibi binaların ismi geçtikçe, yanlarına şerh verilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed 2 1 haziranda, Edirne sarayına gitmek üzere, İstanbul ’dan ayrıldı ve şehirde, 1.500 yeniçeriden mürekkep, bir muhafız kuvvet bıraktı ( Angelos Jo e s ’in mek­ tubu için bk. S. de Sacy, Not. et extr., XI, 77 ; krş. Zinkeisen, II, 5 ). Pâdişab İstanbul ’dan uzak bulunduğu zamanlarda da şehrin imarı iîe alâkadar oluyor ve 1454 ’te Filibe ’de bu­ lunduğu sırada, bu hususa dâir emirler gön­ deriyordu ; İstanbul ’a avdetinde verdiği emir­ lerin yerine getirildiği ve sûrların lâyıkı ile tâmir edildiğini görmüş idi (b u iâm ir hakkındaki rapor için bk. Topkapısarayı müzesi arşivi, vesika nr. 119 7 5 ). Hızır Bey Çelebî, Yalı-K apısı ile Topkapısı arasında yıkık yerlerin tâ­ mir edildiğini ve mezkûr kapı civarındaki ge­ diğin yeni baştan inşâ olunduğunu bildirmiş idi. Fâtih, İstanbul ’da Theodosıus forumunun bulunduğu sâhada kendisi için bir saray ( sarây-ı atîk ) yapılmasını, Yaidızfı-Kapı civarın­ da bir iç-kale ( Yedikule )ın şâ edilmesini emr­ etmiş idi. Pantokrator manastırı ( = Zeyrek câm ii) boyacılar, Manganon manastırı dervişler tarafından işgâl edilmiş, diğer manastırlara da türk âileleri yerleştirilmiş bulunuyordu. Fâtih inşaatta esirlerin 6 akçe gündelik ile çalıştırıl­ masını emretmiş idi ki, mm esirlerinin menfaa­ tini te ’ m!n gayesine mâtûf olan bu tedbir sâye-



İs t a n



sinde, onlar hem maişetlerini te ’min, bem de kendilerini esaretten kurtaracak parayı tasar­ ruf edeceklerdi ( Kritobulos, s. 93 ). Muhâcirlere gelince, yerini-yurdunu bırakmak isteme­ yenler, mukavemet gösterdikleri için, şebre istenildiği kadar halk celbolunamamış ve 1454 kışında Bursa 'ya giden Fâtih sıkı tedbirlere baş-vurmağa, bir çok valileri değ’ştirmeğe mecbur olmuştur ( Kritobulos, s. 95 ). Fethi müteakip imâr, ticarî ve İktisadî faâliyeti canlandırmaktan başka, şehrin ilim ve ictimâî hayat bakımından gelişmesi için tedbirler alınmakta idi. Bu gayeye erişmek için, padişah başta kendisi çalışıyor, vezirlerini de dâimâ teşvik ediyordu ( Dursun Bey, s. 66; krş.  lî, Kunh al-ahbar, Üniver. kütüp., nr. T 5959, 86a ). Bu sayede kudreti olanlar şehrin muhtelif semtlerinde câmi, medrese, imaret, han, hamam, dârüşşifâ, bedestan ( bezzâzistan ) v.b. gibi, bi­ nalar yaptırmağa başladılar ( bu gibi işler için celbolunan mühendis ve ustalar için bk. Kıvâmî, Fetih-nâme-i Sultan Mehmed, nşr. F. Babinger, s. 69 v.d .; Meâlî, Hunkâr-nâme, Ha­ zîne kütüp., nr. 1417,8 8 ). Şehirde nüfusun art­ ması için mütemadiyen kolaylık gösteren hü­ kümdar İstanbul 'a kendi isteği ile gelecek olanların tuttukları evleri onlara bağışlayaca­ ğını vaad etmiş (bk. Dursun Bey, s. 60), hazîneye intikal ettiği ilân olunan Bizans binalarını da muhâcirlere bağışlamıştır. Bu suretle İstan­ b u l’a müslüman, hıristiyan ve yahudiler geti­ rilmiş, köylerden celbedilenier de civar toprak­ lara yerleştirilip, has-kul olarak istihdâm edil­ miştir ( bk. 904=1498 tarihli İstanbul haslar ka­ zası defteri, Belediye kütüp., M. Cevdet yazm. O.77 i krş. Ömer Lûtfi Barkan, X V . ve X V I. asırlarda Osmanlı imparatorluğunda toprak işçiliğinin organizasyonu şekilleri, İktisat f a ­ kültesi mecmuası, 1939, I, sayı 1 —4, s. 32 v.d. Bu ilk iskân hakkında bk. Dursun Bey, s. 67; Kritobulos, s. 128, Anonim,nşr. Gieze, s. m ; T arih-i nesl-i  l-t Osman Gâzî, Belediye kü­ tüp., M. Cevdet yazm,, nr. K. 255, s. 185). Ancak temlik olunan binâlara, vakıf malı addedilerek, mukâtaa konulması halk arasında hoşnutsuzluk husûle getirmiştir. Mehmed II. İstanbul’ un fethinde yararlık gösteren ümerâya ve bâzı tarikat erbâbma Bizans evlerini tahsis etmiş ve bu suretle şehre yerleşen bu kabîl zâtların te’sis ettikleri mescidler etrafında ilk müslüman mahalleleri teşekküle başlam ıştır.Burada ayrıca şahıs ve yer ismine izâfe etmek sûrett ile ku­ rulan mahalleler de bulunduğunu göz önünde tutmak lâzımdır ( bk. Osman Ergin, Fâtih im âreti vakfiyesi, İstanbul, 1945,3. 2 1 ; Fâtih M eh­ med II. va k fiy ele ri, Ankara, 1938, s. 123, 220, 223, 226; Z w e i Stiftungsurkunden des Sultans



bu l.



Mehmed II. Fâtih, nşr. Tahsin Öz, İstanbul, 1935i krş. A yvansarâyî, H adikat a l-c a vâ m ı, İstanbul, 1 2 8 1 ,1 —II, tür. yer.) ; bu neviden mescidleri tesbit etmenin ayrı bir ehemmiyeti vardır. Bunlar­ dan biri Tahtakale'de, diğeri Un-Kapam ’nda olup, Elhâc Hoca H alil A ttâ r ’ın binâ ettirdiği 861 ( 1457 ) şevvâtinde tescil edilen vakfiyesin­ den anlaşıldığı üzere, bu mescidlerin İnşasına 858 { 1454 ) 'de başlandığı tahmin olunuyor ( bk. E. H. A y verdi, Fâtih devri sonlarında İstan­ bul m ahalleleri, Ankara, 1958, s. 5 ). Mescidlere evkaf tâyin edildiği esnada, pâdişâh İstan­ bul 'daki binaların ekserisini Ayasofya ’ya tah­ sis etti ( Muhammed b. AH el-Fenâri, A yasof­ ya va k ıfla rı tahrir defteri ; krş. Fâtih Mehmed II, vak fiy eleri, s, 65 v.d.). 1457 sonlarında Edirne 'de büyük tahribat ya­ pan yangını müteakip, Fâtih Sultan Mehmed İs­ tanbul ’u Osmanlı devletinin saltanat merkezi ittihâz etmiş olmalıdır ( bk. F. Babinger, Meh­ m ed I I le Conquérant, Paris, 1954, s. 182 ). Büyük bir imparatorluğun payitahtı hâline ge­ len şehir, bandan sonra, tabiatiyle daha büyük bir İtinâ görecek, onun her bakımdan inkişâfı için gayret sarf edilecek idi. İmâr ve iskân faâ­ liyeti İstanbul’un sûr dâhiline inhisâr etmi­ yor, şehrin civar ve etrafına da teşmil edili­ yordu. Nitekim İstanbul 'da, bugün Vefâ adı ile mârûf olan semtte, Şeyh Abu T-Vefâ için bir câmi yaptıran Fâtih şehrin dışında eshâbdan Abû Ayyüb al-Anşari 'nin ilk defa Akşemseddin tarafından keşfedildiği rivâyet olunan ( bk. Canâbi, a l-A y la m al-zâhir, Nûruosmâniye kütüp,, arap. yazm., nr. 3100, II, 302») me­ zarı yanına da bir câmi binâ ettirm iş ( ikmâli 1458/1459 ), buna sonra medrese ve imaret de ilâve edilerek, bu semt mânevi bakımdan büyük bir ehemmiyet kazanmış idi. Bunlardan başka bir iç-kale ( A h m e d ek = Yedikule ) inşa etti­ rip, burayı devlet hazînesi olarak ( bk. Dursun Bey, s. 6 7 ; İbn Kemal, Tevârth-i  l-i Osman, nşr. Şerâfeddin Turan, Ankara, *954, s. 10 1; Kritobulos, s. 92,102 ; Della Vita di Gio. Maria Angiolello, s. 50; H. Edhem, Yedikule, s 13 v.d. ) kullanan Mehmed II. şehrin bir tepesi üze­ rine yeni câmi denilen Fâtih câmiini inşâ ( 1462—1470 ) ve etrafına da Semâniye med­ reselerini [ bk. mad. MESCİD ] te'sıs etmiş ve iki sıra teşkil eden bu medreselerin gerile­ rine sûhteler ( „talebe“ ) için birer tetimme ilâve ettirdiği gibi, bir imaret, bir dârüşşifâ ve bir de hamam yaptırmış idi. Fâtih 'ia veziri Mahmud Paşa [ b. bk.] kendi adına bir câmi, imaret ve hamam yaptırmış, Gedik Ahmed ve Karamânî Mehmed [ b. bk.] Paşa 'lar da bu ka­ bil müesseseler vücûda getirmişlerdir. İstanbul 'un en işlek yerindeki kapalı-çarşt ile bedestan



İİÖİ



İs t a n b u l .



[ b. bk.] da Fâtih devri eserlerindendir. Bit­ pazarı, at-Pazarı ve bezzâzistan ( „bedestan“ ) yanında olan çarşı ve pazarlar bu sıra­ da yapılmıştır. Diğer taraftan Fâtih ’in sa­ ray inşâsına da ehemmiyet verdiği ve ilk yap­ tırdığı sarayda otarmağı mahzurlu görüp, ,,Sarây-ı eedîd-i âmireyi“ ( Topkapıaarayı) yaptır­ dığını görüyoruz. Zeytinlik adlı mahalde ( İbn Kemâl, s. 10 3; Dursun Bey, s. 64; Sâdeddin, I, 448) binâ edildiği bilinen bu saraya 1462 veya 1467 'de baştanmış ve inşaat bâb-ı hümâyûn denilen tâk-ı zafer şeklindeki büyük bir kapının kitabesine nazaran, 1478 ’de sona ermiştir. Y i­ ne kitabesinden anlaşıldığına göre, 877 ( 1472 ) ’de biten ve türk mimârî eserlerinin en gü­ zel örneklerinden biri olan Çinili-Köşk ( Sırça-Saray ] de Fâtih devrine aittir. Fâtih Sul­ tan Mehmed’in, İstanbul'un müdâfaasını da düşünerek, Çanakkale boğazına Kilit-Bahir ve Sultaniye kalelerini inşâ ettirdiği [ bk, mad. Ç A N A K K A L E ], 1462 yılında Kadırga limanı tersanesini kurdurduğu belirtilmelidir. Bu pa­ dişah zamanında mülhakatı ile berâber İstan­ bul, biri sûr dâhilinde olmak üzere, 4 kadı­ lığa ayrıldı. Sûr dâhilindeki İstanbul kadılığı, Eyûb kazasına haslar kadıîtğı ( havass-ı Kostantiniye ) adı verild i; buna, Biiyük-Çekmece ve Küçük-Çekmeee ile Çatalca ve S ilivri dâhil­ dir. Diğer iki kazâ da Galata ile Üsküdar olup, Eyûb ile berâber bunlara „bilâd-ı selâse kadılıkları“ denilir ( bk. İ. H. Uzunçarşılı, İstan­ bul ve bilâd-ı selâse denilen E yyû p, Galata ve Üsküdar kadılıkları, İstanbul enst. dergisi, 1957, III, 26). 1 4 8 1 'de sefere (ihtimâl M ısır’a) karşı çıkan Fâtih, M altepe’de hastalandığı zaman, İstanbul ’da mühim hâdiseler zuhûr etti. Bu sefere istİrâk eden Karamânî Mehmed Paşa karışıklığı yatıştırm ağa çalıştığı gibi, hükümdar vefat edince de, bu hâdiseyi saklamak dirayetini gösterip, büyük şehzâde Bayezid ve küçük şehzade Cem [ b. bk.] 'e haber gönderdi. Meh­ med Paşa C em ’in daha evvel İstanbul’a gelmsini ve bir emr-i vâkî ile onun saltanata geçmesini istiyordu. Seferde hâzır bulunan N eşrî ( s. 2 19 ) Karamânî Mehmed Paşa tara­ fından Fâtih ’in cenâzesinin İstanbul ’a nasıl gizlice naklolunduğunu ve askerin İstanbul ’a geçmesine nasıl mâni olduğunu anlatır. İstan­ bul ite Üsküdar arasındaki muvasalayı kesen Mehmed Paşa, kale kapılarını kapatmak gibi, tedbirler de almış idi. Diğer taraftan Bayezid 'in tarafdariarı ( dâmadları Hersek-oğlu Ahmed ve Anadolu beylerbeyi Sinan P aşa'lar ) ile Meh­ med Paşa.'mu rakipleri onun gönderdiği adam­ ları yakalatm ışlar ve pâdişâhın vefatını da ya­ yıp, faâliyete geçmişlerdi (bk. Tarih, Üniver,



kütüp,, 131i». İshak Paşa 'nın bir arkadaşına mektûbu, Topkapı-Sarayı müzesi arşivi, nr. E. 8973. K rş. Théodore Spandouyn Cantacasin, s. 44, 3!4 )- Bunun üzerine yeniçeriler ayak­ lanarak, İstanbul sokaklarına döküldüğü gibi, daha evvel karşı sahilde bulunan asker de zorla İstanbul tarafına geçmiş idi. Sokak­ larda Bayezid lehine nümâyişler yapan ye­ niçeri askeri Karamânî Mehmed Paşa'nın evini basarak, onu öldürdüler ve başım bir mızrağa takıp, gezdirdiler ( bk. Behiştî, 2 ll» ; İdris Bit­ lisi, nr. 806, s. 330; Tarih, Nûruosmâniye kütüp., nr. 4895, ııo b ) . F â tih ’in hususî tabîbi nıûsevî Yâkub Paşa da öldürülerek, yahudi mahalleleri yağmalandı. Bu arada Venedikli ve floransalı tâcirlerin mağazaları da yağmaya mârûz kaldı ( bk. Donado da Lezze, s. 118 ). O geceyi Üsküdar ’da geçirip, ertesi gün İs­ tanbul ’a gelen N eşrî ( s. 220 ; bk. bir de S â ­ deddin, II, 3 ) bu yeniçeri ayaklanmasını tasvir eder. İsyan İshak P a ş a ’nın gayreti ite sükûnet buldu ( vesika için bk. E . 8973 ) ve yeniçe­ riler eski sarayda bulunan şehzade Korkut Çe­ lebî ( Bayezid ’in oğlu ) ’yi, babasına vekâleten, tahta çıkarıp, sokakları dolaştırdılar. Bu sıra­ larda İstanbul 'dan aldığı mektup üzerine derhâl yola çıkan Bayezid maiyetindeki 4.000 kişi ile 9 günde Ü sküdar’ a geldi ( 2 0 mayıs 1 4 8 1 ) ; bir çok kayık ve kadırga ile karşıya geçen devlet erkânı ve İstanbul halkı tarafından is­ tikbâl edildi. Bayezid ’in İstanbul'a gelişini gö­ ren müellifler bu münâsebetle yapılan mera­ sim hakkında pek çok tafsilât verirler. Ezcüm­ le Tarih ( Üniversite kütüp., 132» ) o gün Bayezid'İn matem elbisesi ile şehre girdiği­ ni ve maiyetindekilerin de pâdişâh ile berâber mâtem libası taşıdıklarını anlatır. Diğer bir Tarih (Nûruosmâniye kütüp., 112 0 ) zengin­ lerin padişahın ayakları altına tabak dolusu altın ve gümüş döktüklerini, sokaklara kıymetli halılar ve sırmalı kumaşlar yayarak, onu bâb-ı hümâyûna kadar götürdüklerini v. b. tasvir eder (krş. İbn Kemâl, el-D efter el-sâmin, 2b ; Dona­ do da Lezze, 119 ). Fâtih 'in cenâze merasimi ve şehzâde Korkut 'un saltanatı babasına teslimi ( 22 mayıs 1481 ) üzerine, cülfis eden Bayezid II. devrinde İstanbul ’da nisbî bir sükûnet hâsıl olmakla berâber, birbirini takip eden, yangın, zelzele ve sel gibi âfetler zuhûr etti. Ezcümle 893 ( 1488 ) ramazanından başlayarak, zilhiccede şiddetlenen bir zelzele şehirde bü­ yük tahribat yapmış ( bk, Tâcî-zâde S âd î Ç e­ lebî, Münşeât, nşr. N. Lugat-A. Erzi, İstanbul, 1956, s. 75 v.d. ), ertesi sene müthiş bir fırtına ve sel, At-Meydanı ’nda tophane olarak kul­ lanılan Gün-görmez kilisesine yıldırım dü­ şerek, rivayete göre, bir kaç mahallenin hara»



İSTAN BU L. bîsine sebep olan bir infilâk vukû bulmuş ve aynı sene içinde tekrar bir zelzelede minareler yıkılm ıştır ( bk. Tarih, Nûruosmâniye ku­ tup., 136 8; îbn Kemâl, 8. defter, 538; Rüstem Paşa, 148»; A lî, 142»; Oruç Bey, s. 1 3 5 ; İdris B itlisi, nr. 807, s. «38 v.d.). Mamafih İstanbul yine sağlam sûrlar ile çevrili büyük şehir vasfım kaybetmemiştir. Nitekim 1496 'dan 1499 ’a kadar şarkta seyâhat eden kolonyalı Arnold von H arff, İstanbul 'u sağlam sûr­ lar ile çevrili, büyük ve kudretli bir şehir ola­ rak tasvir eder ( bk. von Groot, D ie P ilg er fa h rt des R itters A rn o ld von H a r ff von Cöln, Cologne, 1860, s. 203 v.d.). Bayezid bn arada in­ şaatı 903’ten 9 11 ( 1 5 0 1 —1507 ) ’e kadar süren câmiini ve civarında medrese, darüzziyâfe, mek­ tep ve imâretini yaptırdı. Yapının hitâmında pâdişâh açılış merâsimi yaparak, ilk cuma na­ mazını kıldığı gün bir çok mahkûmu serbest bırakarak, borçlarını affetm iş ve o gün İstanbul için sayılı günlerden biri olmuş idi ( bk. Başve­ kâlet arşivi, Mukâtaa defteri, nr. 4988, s. 1 1 1 . Krş. T. Gükbilgin, E dirn e ve Paşa livası, İstan­ bul, 1952, s. 93 ). Bayezid devrindeki zelzelelerin en şiddetlisi ( Osmanlı kaynaklarında buna kıyâmet-i sugrâ denilir ) 14 eylül 1509 günü başla­ dı ( gösterilen muhtelif tarihlerin münâkaşası için fak. J. v. Hammer, IV, 281, not 7 ). Müver­ rih A lî (1538 ) tarafından tasvir edilen bu zelzele 45 gün sürüp, bu müddet zarfında 109 câmi ve mescid, 1.070 ev yıkıldı. Şebir içinde minâre nâmına bir şey kalmadı. Eğri-Kapı ’dan Y e­ dikule ve İshak Paşa kapusuna kadar sur­ larda büyük tahribâi vukua geldiği gibi, sarây-ı âmire kapılarından bir kısmı da yıkıldı. Zarar gören binâlar arasında Fâtih câmü, dâ­ rüşşifâ ve imareti, semâniye medreselerinden bazıları da var idi. İstanbul 'un Karaman semti baştan-başa harâp olmuş, bir çok imâret ve medrese kubbeleri yere inmiş, Bayezid câmiinin kubbesi de hasara uğramıştır. Müelliflerin rivayetine göre, bu zelzele esnasında denizin dalgaları İstanbul ve Galata sûrlarından aşa­ rak, sokakları istilâ ediyor, su bendleri yıkı­ lıyor ve bir çok yerleri su basıyordu ( K. O, Dalman, Bozdoğan kemerinin bir kısmının yı­ kılarak, burasının uzun müddet sular ile kaplı bir bataklık hâlinde kaldığını tesbit etmiştir ; bk. Der Valens-Aquädukt in Konstantinopel, Bamberg, 1933 ). Velhâsıl binlerce insanın ölü­ müne sebep olan bu korkunç zelzelede muh­ teşem binâlar yer ile bir olmuş, halk bahçe­ lere ve kırlara kaçmış idi ( tafsilât için bk. Tarik, Nûruosmâniye kütüp., 1628; Rüstem Paşa, 15 18 ; A lî, 1538, Menavino,Deila L e g g e ..., 149 v.d .; Continuation, II, 215 v.d.). Pâdişâh saray bahçesinde yapılan çatma odalara ilti-



1203



câ edip, 10 gün sonra E d irn e’ye gitmek mecbûriyetinde kalmıştır (9 receb 9 1 5 = *3 teşrin I. 1509). Â li ( K u n h al-ahbâr, 1538), 10 şâban günü bir zelzele daha vukû buldu­ ğunu kaydetmektedir. Bayezid zelzeleden sonra bir at divânı toplayıp, İstanbul 'un yeniden imân meselesini müzâkere etti ve her 20 evden bir kişi celbine, her eve 22 akçelik bir vergi tar­ hına karar verildi ve derhâl ücretli amele ( cerâhor) tedârik edilerek, Anadolu 'dan 37.000 ve Rumeli ’den 29.000 kişi toplandı ( krş. Rüs­ tem Paşa, var. 15 1 8 ) . Bu amelenin yam-sıra bennâ ve neccâr olarak, 3.000 kişi ile yeniçeri-ağasınm nezâretinde kireç yakmakla mü­ kellef 8.000 yaya ve 3.000 müsellem bulunuyor­ du. İnşaât mimar Murad-oğlu Hayreddin 'in nezâreti altında olarak, 18 zilhicce 915 ’te baş­ lamış, 23 safer 916 (29 m art/ı hazîran 15 10 ) ’da nihayet bulmuştur. Böylece İstanbul ve G alata sûrları ve bir çok binâlar, ezcüm­ le G alata Kulesi ile Kız-Kulesi, Yaldızlı-Kapı civarındaki deniz feneri, Topkapısarayı, BüyükÇekmece ve Küçük-Çekmece köprüleri, Silivri hisarları, Rumeli ve Anadolu hisarları, bâzısı yeni baştan inşâ derecesinde tâmir edil­ miştir ( bk. Â lî, 154 » ; Rüstem Paşa, 15 18 ). İstanbul bu zelzeleden sonra Bayezid 'in oğullan arasında çıkan saltanat kavgalarına sahne olmuş ve heyecanlı günler geçirmiştir. Pâdişâhın kendine halef intihap ettiği şehzâde Ahmed, Hersek-zâde Ahmed P a şa ’nın muha­ lefetine rağmen, İstanbul’a dâvet edilmiş ve diğer vezirler ile anlaşarak, saltanatı ele ge­ çirmek üzere, Maltepe ’ye gelmiş idi. Ancak şehzadenin Şah-Kıılu hâdisesindeki becerik­ sizliği yeniçerileri onun aleyhine çevirmiş ol­ duğundan, Selim ’ den çekindikleri için Ahm ed’i destekleyen erkânın gayreti netice vermemiş, îstanbul ’da isyân emâreleri baş-göstermiş idi. Bu sırada Ahmed Üsküdar ’a geçtiği gibi, la­ lası Yular-Kıstı Sinan P a ş a ’yı İstanbul’a gön­ dermek sureti ile dîvânı tazyik ediyordu ( 21 eylül 1 5 1 1 ) . Devlet rîcâlinin tarafdar bulun­ dukları şehzâde Ahmed 'İ Üsküdar ’da karşı­ lamak üzere, vezir-i sânî Mustafa Paşa 'nm saltanat kayıkları ve gemiler hazırlattığı du­ yulanca, yeniçeri galeyana geldi. Celâl-zâde ( Selim-nûme, 628 ) ’nin birdirdİğine göre, 2 1/ 22 eylülde odalarında toplanan yeni-çeriler muh­ telif kollara ayrılarak, ricâl konaklarını bas­ mağa başladılar. Bir kol Mustafa Paşa sa­ rayını, diğer kollar da kazasker Müeyyed-zâde Abdurrahim, Rumeli beyler beyi Haşan Paşa ve Nişancı Tâcî-zâde Câfer Çelebî ’ nin ikametgâh­ larını yağma ettiler. Taarruza uğrayan bu ko­ nakların sâhipleri birer tarafa saklanarak, ken­ dilerini kurtarmışlardı ( bk. İbn Kemâl, Se­



i i >4



İSTAN BU L.



lim-nâme, 356; Donado da Lezze, s. 270; M. Sa- berlitaş civarında bulunan Tavuk pazarındaki nuto, XIII, 185, 2 2 1) . İstanbul’ un iskelelerini A tik A li Paşa evkafına âit dükânları kül eden tutan yeniçeriler şehrin Üsküdar ile münâkalesi­ bu yangın Gedikpaşa hamamına kadar uza­ ni göz altında tutuyor, saklananların uzaklaşma­ mıştır. sına mâni oldukları gibi, şehzâde Ahmed 'in de Mısır seferini m uvaffakiyetle neticelendiren yerine dönmesini istiyorlardı. A ltın dağıtarak Selim I. 'in A bbâsî halifesi al-Muîavakkil 'ala yeniçeriyi teskine muvaffak olan Hersek-zâde ’ilâh III. Muhammed ile onun amca-zâdeleri Abü 'nin telkini ile ( bk. M. Sanuto, XIII, 2 2 2 ), Bakr ile Ahmed *i Kahire ’nin şâfi’î kadı ve ümerânın şehzâde Ahmed 'den yüz çevirip, ulemâsını, bâzı mimâr ve mühendisleri ve zeşehzâde Selim ’in tarafını tuttuğunu görün­ naât erbabını İstanbul ’a gönderdiği mâlûmce, Bayezid IL sadârete Mustafa P a ş a ’yı ge­ dur ( bk. ibn İyâs, ayn. esr., Mısır, 1 31 1 , ili, tirdi ; büyük makamlarda bâzı değişiklikler 119 v.d.). Haydar Ç e leb î’nin kaydettiğine gö­ yaptı ve şehzâde Ahmed 'in Am asya 'ya dön­ re, vezirlerden Mehmed Paşa ile kazasker mesini emretti. Ahmed 'in avdeti İstanbul’daki Zeyrekzâde ’nin me’mûr olduğu bu sürgüne bir karışıklıkları durdurdu ise de; Bayezid II. kısım bıristiyan ve yahudilerin de idhâl edil­ nufûzunu kaybetmiş, bu defa şehzâde Selim diği, İstanbul 'a getirilen eşrafın 1.000’e yakın ’in tarafdariarı yayalar, onu tahta geçirmek olduğa anlaşılıyor ( bk. Feridun Bey, I, 489; üzere, faaliyete başlamışlardı. Diğer taraftan krş. İbn İyâs, ayn. esr., III, 14 9 ). İbn Iyâs ’ a ümerâ da Saruhan valisi olan şehzâde Korkut göre, Yavuz Sultan Selim hıristiyan san’at'a mektup yazıp, onu İstanbul 'a dâvet ediyor­ kârlara İstanbul ’da, G avrî medresesine ben­ lardı. Korkut kıyafetini değiştirip, üç adamı zer, bir medrese İnşâ ettirmek niyetinde idi. ile, gizlice İstanbul’a gelmiş ve yeniçeri oda­ Bu arada Memlûk devletinin tarih ve teşki­ larına misâfir olmuş ve askeri kendine tarafdar lâtına dair bütün kitaplar da İstanbul 'a celbkılmak için, çalışmağa başlamış idi. Fakat ye­ olnnmuştnr. İstanbul 'a ayrıca Magrib ’den de niçerilerin Selim ‘e olan muhabbetleri Korkut bâzı kimselerin getirildiğine dâir kayıtlara 'un ehliyetsizliği hakkmdaki kanâatlerine inzi­ rastlanacaktadır. M ısır’dan İstanbul’a getiri­ mam edince, bütün teşebbüsler boşa gitti ( bu lenler arasında Kansu G avrî'n in oğlu Meh­ teşebbüsler ile İstanbul ’da cereyan eden diğer med de var idi. Halife al-Mutavakkil, İs­ hâdiseler için bk. İbn Kemâl, Selim -nâm e, 40“ ; tanbul 'a geldikten sonra, kendisine emânet İshak Çelebi, 48»; Menavino, s. 15 6 ; M, Sanuto, edilen emval ve eşyayı gasbetmiş olduğundan, X IV , 246). A sker Korkut 'a hürmet göstermekle amca-zâdelerinin şikâyeti • üzerine, 1520 ’ de berâber, Selim ’i dâvet ederek, onu serdar Yedi-Kule 'de hapsedilmiş, 15 2 1 ’de, Kanûnî yapması fausûsunda pâdişâhı tazyik ediyordu. zamanında hapisten itiâk edilerek, K ah ire’ye Bayezid II. bu tazyıka mukavemet edememiş, dönmesine müsâade edilmiştir (bk. İbn İyâs, şebzâde Selim 'i davete mecbûr olmuştur 111, 926 senesi ve k â y ii). Yavuz Sultan Selim deniz işlerine ehemmi­ ( bk. Bayezid ’in Selim 'e hükmü, Topkapı sa­ rayı arşivi, nr. E. 6 18 5; krş. Uluçay, Yavuz yet vermiş, H aliç ’te evvelce Bizans tersane­ Sultan Selim nasıl pâdişâh olda, TD , 1:954, sinin bulunduğu yerde ( Kasım-Paşa deresinin VII, 12 5 ; Menavino, 15 6 ). Selim bu dâvet ağzı, bk. J . v. Hammer, Constantinopolis, II, üzerine yola çıkarak, İstanbul civarına geldi 5 5 ) F â tih ’ in inşâ ettirdiği eski tersâneyi ve 4—5.000 yeniçeri tarafından karşılandı. Kor­ Kâğıthane deresine kadar genişleterek, 300 k u t’ un şehirden ayrılmasını müteâkip (bk. M. İnşaât tezgâhı alacak bir şekie koymuştur. Bu Sanuto, X IV , 246; Menavino, s. 15 9 ), X9 nisan inşaat C âfer Bey ’in kaptanlığı zamanına ra st­ (2 s a fe r) 15 12 'de Topkapı'dan İstan bul’a lar. Her birine 50.000 akçe tahsis edilen bu girerek, Yeni-Bahçe ’de devlet erkânı tarafın­ tezgâhlarda 150 çektiri yapılmasını emreden dan karşılandı; ayak dîvânında görüştüğü baba­ pâdişâh Mısır ’dan kürekçi getirtm iştir ( bk. sının saltanatı terketmek niyetinde olmadığını Haydar Çelebî, Rûznâme, I, 491:, 498 ). Selim anlayan Selim, kendisine edilen teklifi reddetti. I. ’in İstanbul ’daki inşaâtı arasında Sirkeci ile Bu sıralarda, Bâb-ı hümâyûn önünde saf bağ- Saray-Burnu arasında sâhile yakın bir yerde lıyan asker Selim lebinde tezâhüratta bulun­ yaptırdığı Yalı-Köşkü ( L u tfî Paşa, s. 284 'te duğundan, Bayezid II. saltanatı Selim ’e terk­ Mermer-Köşk 'tür. Binanın inşâsı hakkında bk. etmek mecbûriyetinde kaldı ve eski sarayda  lî, 197“ ). Selim I. 21 eylül 15 2 0 ’de Çorlu 20 günlük bir ikametten sonra, Dimetoka 'ya 'da vefat etmiş, ölümü gizli tutulan pâdişâhın müteveccihen İstanbul 'dan a y rıld ı; yolda vefat cenâzesi İstanbul ’a getirilerek, büyük mera­ ederek, cenâzesi Bayezid câmii yanındaki tür­ sim ile karşılanıp, namazı Fâtih câmiinde beye defnedildi. Yavuz Sultan Selim zamanın­ kılındıktan sonra, o tarihlerde VMirza-sarayı da İstanbul 'da büyük bir yangın çıkuıış, Çem- denilen şimdiki Sultan Selim câmiinin yanına



İSTA N BU L. defnedilmiştir. Temelleri evvelce atılan bu fetih esnâsında devlet malı ilân edilen Bizans câmi ile türbenin bilâhare oğlu Kanûni Süley­ binâlarını, başlangıçta her gelene parasız ve man zamanında inşâ edildiği malûmdur. mülk olarak verm iştir (C â fe r Çelebi, s. 24). B. Ş e h r i n i m â r v e i s k â n ı . İstanbulA yasofya tahrir defterinde, bu gibi binâlar 'un ilk imâr faâliyeti olarak, fetih sırasında hakkında kayıtlar vardır. Bununla berâber şehirde mevcut mâbedlerin, câmi veya mescide davete icabet eden müslümanların sayısı kâfi çevrilmelerine işaret edilebilir. Edirne kadısı olmadığından (bk. D ella vita di Gio. Maria Muhammed b. 'A li at-Fanlri tarafından 926 A ngiolello . . . , s. 44 ), boş mahalleri şehrin ( 15 19 ) 'da arapça olarak kaleme alman Aya- eski sekenesi ile doldurmak zarureti hâsıl ol­ sofya tahrir defterinde ( M, Cevdet yazm., nr. du. Nitekim b ir kısım esirleri Haliç kenarında O.64 ), şehirdeki Bizans binaları hakkında etraf­ iskân edip, onlara evler tahsis eden Fâtih 'in lı bilgi vard ır; zîrâ burada Bizans'tan kalma ilânları müteakip ( Phrantzes, s. 304 ), avdet binâtar ile yeni yapılanlar veya eskilere ilâve eden ramlara şehirde yerleşme müsâadesi ver­ edilenler birbirlerinden ayrılmıştır. Bu hususta diğini görüyoruz ( bk. Kritobulos, 83, Phrant­ vakfiyelerde verilen mâlûmatm ayrı bir ehem­ zes, 308). Buna muvâzî olarak, Anadolu ve miyeti vardır. Nitekim Fâtih imareti vakfiye­ Rumeli 'den bir kısım hıristiyan ahâliyi de sinde zikredilen ikişer katlı binaların azlığına İstanbul 'a naklettirmek üzere, sürgün usûlüne mukabil, birer katlı binaların ekseriyeti teşkil baş-vuran Fâtih ( bk. Ömer Lutfi Barkan, B ir ettiği görülmekte, 901 ( 1495 ) tarihli vakfi­ iskân ve kolonizasyon metoda olarak sürgün­ yede ise, ikişer katlı binâlar nazar-ı dikkati ler, iktisat fakültesi mecm., 1949/1050, Xf, s. çekmektedir. Bu vakfiyelerde kat ilâve edil­ 544 v.d.), bizzat teşebbüse geçmiştir. Angio. mek suretiyle kullanılan veya altında dükkân iello „surguni“ tâbirini açıkça kaydetmektedir bulunan binâlar, m e n z i l ve bir katlı binâlar ( s . 44 ; krş. Phrantzes, s. 308 ; Dukas, s. 193 ). ise, b e y t olarak belirtilmektedir. Bunlar ile Devrin kaynakları F â tih 'in kadılara gönder­ berâber g n r f e denilen manzaralı katlar umû- diği sürgün hükümlerinden başka çıktığı se­ miyetle ahşap olarak yapılmıştır ( bk. Osman ferlerde zaptedîlen memleket veya şehirlerin Ergin, Fâtih imareti vakfiyesi, İstanbul, 1945, ahâlisinden bir kısmını bizzat İstanbul 'a gön­ s. 25 v.d.). Takriben 13 km2, 'iık bir sahayı derdiğini kaydederler. Bu arada bir kısım türk çevreleyen İstanbul s û r l a r ı ve k a p ı l a r ı köylüsünün de İstanbul 'a sürüldüğüne dâir bu devirde umûmiyetle eski vaziyetini muhâ- kayıtlar vardır ( bk. Kanun-nâme-i sultânı, s. faza etmiştir, j . Tedaldi'ye göre, kara sûrları­ 50 : „İstanbul sürgünü müslüman“ ). Bununla nın yüksekliği, mazgalları ile birlikte 17 ve maz- berâber bu türk halka mülk-nâme vermek gatsız 15 m. olup, zirveden kalınlığı 4 m. idi. ö n sureti ile, onları tatmin eden Fâtih 'in iskân sûrları mazgalları ile birlikte 10 ve mazgaisız siyâsetinden başka, kendi yakınlarını dâvet 8 m, olarak gösteren müellif hendeğin geniş­ ederek, tasarruflarında bulunan Bizans evleri­ liğini 18,5 ve derinliğini de 9 m, olarak kayd­ nin yanında yeni binâlar inşâsına girişen bir eder (b k . S a r la p rise de Constantinople kısım ümerânın oynadıkları role de işaret et­ par l’empereur Turc, nşr. Dethier, Mon. Hung. mek lâzımdır. Bilhassa bu gibi şahıslar tara­ H isi., XXII, Ier partie, 894 v.d.), X V I. asrın fından bir kısım kilise ve manastırların câmi ikinci yarısında ( 1555 ? ) ^ara sûrlarını bizzat veya mescide tahvil edilmeleri İle birlikte, gören Mehmed A şık b. Ömer, her iki sûrun şehrin imârı ve müslüman mahallelerinin teşek­ mevcûdiyetine işaret ederek, aralarında 10 zirâ külü bunun ile yakından alâkalıdır. İstanbul kadar bir mesafe bulunduğunu bildirir ve istih­ mahallelerinin sürgünler ve yeni muhâe/ler kâmın dışındaki hendekten bahseder ( bk. Ma- tarafından ne sûretle iskân edildiğini tesbit nüzir al.' avalim , Hâlet Efendi kütüp., ilâve, etmenin ayrı bîr ehemmiyeti vardır. Angionr. 616, 41b ). 10 m. yükseklikte olup, denizden lello, mahallelerin yeni muhacirlerin geldikleri bir bayii içeride bulunan Haliç sûrları, üzerin­ yerlerin adını aldıklarını bildirir ki ( s, 44 ), de 1 1 0 kule bulunan bir tek duvardan ibaret­ bu ifâdeyi tasdik eden E vliyâ Çelebi ( I, 114 tir, Bugünkü Saray-Burnu’ndan Yaldızlı-Kapı v.d.) ’nin verdiği malûmatı vakfiyeler ile te yit 'ya kadar devam eden Marmara sûrlarının etmek mümkündür ( ayrıca bk. Schneider, uzunluğu 8.260 m. olup, Osmanlılar devrinde 2 »4 /3 S



İSTANBUL.



protokol ( bk, Noradounghian, III, 259), »o kânûn II. 1868 tarihli G irit dâhili nizâmnâ­ mesi ve ferman) ( bk. Başbakanlık arşivi, G i rit defteri, nr. 296), 1 1 mart 1870 tarihinde Bulgar eksarhlığının ihdası hakkında ferman ( bk. Başbakanlık arşivi, Bulgaristan defteri, 3 9 7 ), 25 ağustos 1870 tarihinde Bavyera ile konsolosluk mukavelesi { bk. Mecmua- i muûhedât, II, 38 ) imzalandı. Murad V., 30 mayıs 1876 ’da, Doimabahçe sarayının ve’.iahd dâiresinden alınarak, Seras­ ker kapısına götürülmüş ve kendisine orada bi’at olunmuştur. Aynı gün, sarayda âdeta bir yağma cereyan etmiş, eski pâdişaha ve anne­ sine âit para, mücevher ve tahvilâta el uzatıl­ mıştır (bk. Mir’ât-ı hakikat, I, 124 v.d,), 6 haziranda A bdülaziz’in cesedi Doimabahçe sarayından, deniz yolu ile, Topkapısarayı ’na götürülerek, Mahmud II. türbesine defnedildi. Yine aynı günde yeni padişahta ilk defa ola­ rak ruhî ve zihnî bozukluk alâmetleri görül­ meğe başlandı. Kanun-ı esâsînin ilâuı ve meş­ rûtiyet İdâresinin tatbiki gayesi ile yapıldığı ilân edilen saltanat değişikliğinden sonra, sa­ rayda, yeni pâdişâhın huzurunda yapılan ilk vekiller toplantısında bu işe Sultan Murad ile Midhat Paşa ’dan başkasının tarafdar olmadığı görüldü. Bunun üzerine, 8 haziranda Şeyhül­ islâm kapısında, vekillerden başka hal’ vak’asında rol oynayan kimseler ile bâzı ileri devlet me’murlarından kurulu bir mecliste, mesele ye­ niden görüşüldü ve hiç bir karara yarılama­ dan, toplantı dağıldı ( Süleyman Paşa, Hiss-i inkıl&b, İstanbul, 1326). 15 haziran akşamı Abdülaziz ’in yâveri ve kayın birâderi sağ ko!-ağası Çerkeş Haşan Bey, yâverlikten alı­ nıp, Bagdad *a tâyin edildiğine muğber olarak, bir taraftan da Abdülaziz ’i Iıal’edenlerdea bir nevi intikam almak gayesi ile, Midhat Pa­ şa ’nin T avşan taşı’ndaki konağında toplantı hâlinde bulunan bir kısım hükümet âzasını basıp, bunlardan serasker Avnı, hâriciye na­ zırı Râşid Paşa ’lan ve kendisini yakalamağa gelenlerden üç kişiyi öldürdükten ve bahriye nazırı kayserîii Ahmed Paşa ile bir zaptiye neferini yaraladıktan sonra, yaralı olarak, tes­ lim oldu ve acele yapılan muhakemesi netice­ sinde, idâma mahkûm edilerek, 18 haziranda Serasker dâiresinin ( bugün Üniversite merkez bin ası) Bayezid meydanına açılan kapısının yanında bulunan dut ağacına asılarak, hüküm yerine getirildi ( bk. İ. H, Uzunçarşılı, Çerkeş Haşan, Belleten, Ankara, 1945, say! 33 )• vak’a sarayı bir hayli telâşa düşürmüş ve he­ men muhafaza tedbîrleri alınmıştır ( bk. Meh­ med Süreyya, Nuhbai al-vakâyV, İstanbu1, ÜI, 185). Lâkin işin iç yüzü anlaşılınca, hiç se­



vilmeyen serasker Hüseyin Avni Paşa ’nin öl­ dürülmüş olması memnuniyet uyandırmıştır. A sab i ve ruhî hastalığı gittikçe artan ve iyileşmesine imkân bulunmadığ, hekimler ta­ rafından bildirilen Murad V ., verilen fetvâ üzerine, 93 günlük padişahlıktan sonra, 31 ağustos günü hal’edilerek, yerine Abdüihamıd 11. geçirildi (tafsilât için bk. M. Sertoğlu, Mufassal Osmanlı iarihi, V I, 3265—6276). 7 eylülde, mutâd merasim ile, Abdülhamid II. ’in kılıç alayı yapıldı. Yeni pâdişâh, bu münâ­ sebet ile, çoktanberi kullanılmayan saltanat kayığı ile, denizden Eyüb ’e gitmiş ve merâsimi müteakip ecdadının türbelerini ziyâret ederek^ karadan Topkapı sarayına gelmiş ve yine aynı kayık ile, Doimabahçe sarayına dönmüştür. 1876 teşrin 11. sonlarında eski pâdişâh ile oğlu şehzade Salâhaddin Efendi ’yi oturmakta oldukları Çırağan sarayından kaçırma ve yurt dışına çıkartıp, hükümdarlığını ilân etme te­ şebbüsü vâki olmuş ise de, tahakkuk edeme­ miştir { bk, İ. H. Uzunçarşılı, Beşinci Murad



ile oğlu Salâhaddin Efendi'yi kaçırmak için kadın kıyafetinde Çırağan’a girmek . isteyen şahıslar, Belleten, Ankara, 1944, sayı 32). 23 kânûn I. 1876 ’da, 1856 Paris andlaşmastnda imzaları bulunan devletler mümessille­ rinin katıldığı tersâne konferansı açıldı. Bu­ rada, Rumeli ’de yapılacak ıslâhat için, bun­ ların teklifleri müzâkere olundu. Aynı gün,, toplar atılarak, birinci meşrûtiyet ilân edildi. Konferans 29 gün sürmüş, teklifler pek ağır bulunmuş, nihayet »8 kânûn II. 18 7 7 ’de Bâhıâlide büyük askerî kumandanlar, yüksek mah­ keme reisleri, devlet şûrası ve hükümet âzası, saray erkânı ve ruhânî reislerden kurulu bir meclis-i umûmîde görüşülerek, reddolunmuştur. Bunun üzerine, toplantıya katılan altı dev­ let elçileri, yerlerine birer maslahatgüzâr bı­ rakarak, yurtlarına döndüler ( bk. M. Sertoğlu, Mufassal Osmanlı tarihi, V I, 3289—3294 ). İnkılâpçıların mümessili ve memleket aydın­ larının tek ümidi Midhat Paşa, 5 şubat 1877 ’de saraya dâvet edildi ve sadâret mührü elin­ den alındı, Kanun~ı esâsînin 113 . maddesi gereğince, yurt dışı edileceği kendisine bildi­ rilen Midhat Paşa hazır bulunan İzzeddin va­ puruna gönderildi ve vapur hemen hareket etti. 19 mart 1877 tarihinde, İstanbul ’da ilk „Mec­ lis-i mebusan" açıldı. Bu meclis, İstanbul me­ busu astareılar kethudâsı Ahmed Efendi ’nin 93 savaşının neticelerinden dolayı pâdişâhı açık ve sert şekilde tenkit etmesi üzerine, 13 şubat 1878 tarihinde, Abdülhamid II. ’in emri ile, kapatılmıştır. 24 şubatta rus orduları baş kumandanı Nicoia Edirne ’de bulunan karar­ gâhını Ayastefanos (Y e ş ilk ö y )’a nakletti. Bu



İSTANBUL.



münâsebet ile burasını askerî işgal altına al­ dı. 3 mart' tarihinde ise, Ayastefanos barışı imzalandı. Rusların Yeşilköy ’e kadar gelmeleri İstanbul ’da büyük heyecan yaratmış ve paniğe kapılan Abdülhamid II. ün en ağır şartları ka­ bulüne Sebep olmuştur. 30 mayıs tarihinde, Murad V . ’1 tekrar sal­ tanata getirmek gayesi ile, A li Suâvî, topla­ dığı kimseler ile, Çırağan sarayını basmış ise de,teşebbüsü muvaffak olamamıştır. Bu arada kendisi de Öldürüldü ( bk. M. Sertoğlu, Mu­ fassal Osman/t tarihi, V I, 3329—3333 ). Aynı gaye ile gizli bir cemiyet keşfedilerek, men­ supları 7 temmuz 1878 ’de tevkif olundu (b k . İ. H. Uzunçarşılı, V. M u rad'ı tekrar pâ­ dişâh yapmak isteyen A ziz B ey-K . Skaliyer i komitesi, Belleten, Ankara, 1944, sayı 3 0 ). 1878 ’de Üsküdar kız san’at ve ertesi yıl A ksaray ve Cağaloğlu kız san’at mektepleri ve aynı yılda İstanbul Eczacılık mektebi, 18 8 0 ’de ise, İstanbul Hukuk mektebi açıldı, Hazîran 1881 ’de meşhur Yıldız mahkemesi başladı. Bu mahkemede Midhat Paşa ve arkadaşları A b­ dülaziz 'i öldürmek ile ithâm ediliyorlardı. Mu­ hakeme Sonunda, başta Midhat Paşa ile Nuri, Mahmud Celâleddin ve mütercim Rüşdî Pa­ şa ’1ar olmak üzere, sanıklardan bir kısmı idâma, bir kısmı ağır hapis eezâlarına çarptırıl­ mış, idâm hükümlerini infaza eesâret edeme­ yen pâdişâh bunları müebbet kalebendi] ğe çe­ virmiştir ( bk. Midhat Paşa, Tabsıra-i ibret, İstanbul, 1325 ve A li Haydar, Lâyiha ve is­ ti trâd, Kahire, 13 17 ) . 1882 yılında B ayezid ’de Umûmî kütüphane ( Bayezid Devlet kütüphân esi) kurulup, halkın hizmetine açıldı. 1883 yılında ise, İstanbul Sanayi-i nefîse mektebi ( Güzel san’atlar akadem isi) faaliyete geçti. İstanbul Ticâret mektebi de aynı yılda açıldı. 28 haziran 1884 ’te büyük türk bestekârı Hacı Â rif Bey İstanbul ’da vefat etti ( bk. İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Hoş sedâ, İstanbul, 1958, s. 66—72). 1886 yılında İstanbul ’da Âsâr-ı atîka (A rk eo loji) müzesi kuruldu. Yalnız si­ yâsî tarihimizde değil, ilim ve kültür tarihi­ mizde de büyük mevkii olan Ahmed Vefik Paşa 1 nisan 1 8 9 1 ’de vefat etti ( bk. ayn. mil., Son sadrâzamlar, s. 652—738 ). 10 temmuz 1894 ’te saat 12,27 ’de bir dakika süren şiddetli bir zelzelede pek çok bina yı­ kılmış ve bir kısmı da oturulamayacak hâle gelmiştir. Bu arada câmi, medrese, mektep v.b. bir çok dinî ve umûmî müesseselere âit bina­ lar, san’at ve kültür eserleri de harap olmuş­ tur (bk. Terçüman-ı hakikat, 7 muharrem 13 12 ) . Bu zelzele, rastladığı rûmî tarih dolayısı ile, 1310 zelzelesi diye anılmıştır. 1895 yılında, İstanbul ’da, kimsesiz düşkün­



1214/39



lerin bakılması maksadı ile, Dârülaceze ku­ rulmuştur. O zamana kadar imparatorluğun sâdık tebeası olan ermeniler, ingiiizler ile yapılan K ıb­ rıs anlaşması ile vaad olunan şark vilâyetleri ıslâhatı bahanesi ile, evvelâ ingilizlerin ve sonra ruslarm tahriki neticesinde, kargaşalık­ lar çıkarmağa başlamışlardı. Bunların nümayiş sınırını aşmayanları sür’atle bastırılmış ve kan dökülmesine mahal kalmamış idi. Ancak, 30 eylül 1895 ’*eJ İstanbul ’da silâhlı ve tecâvüz hedefini taşıyan bir ayaklanma olunca, iş de­ ğişti. Kandırılmış ve devletleri aleyhine tah­ rik edilmiş olan bir kısım ermeni vatandaşlar Kadırga limanından Sultanahmed meydanına ve oradan Mahmud II. türbesine kadar ilerilediler. Bâbıâli ye varmak isteyen bir kol İran elçiliğine kadar ulaşabildi ise de, jandarma ve zaptiye kuvvetleri tarafından durduruldu. Lâkin o gece İstanbul, Galata ve Kadıköy semtleri­ nin ermeniler ile meskûn mahallelerinde erme­ niler, müslüman halka tecâvüzde bulununca, İstanbul ’un her tarafında ermeni ve müslüman unsuru arasında çatışma ve çarpışmalar baş­ layarak, teşrin I. ’e kadar sürmüş ve ondan sonra durdurulabilmiştir. Bu hâdise, İstanbul halkı tarafından, „ermeni patırdısı“ diye anıl­ mıştır. 26 ağustos 18 9 6 ’da Banka vak’ası diye de anılan ikinci ermeni patırdısı oldu. Birinci hâdisenin tahrikçisi ermeni patriği Mıgırdıç îzmirliyan Tn yerine Bartolomeo adlı rahibin tâyin edilmesi bahânesi ve yine komitecilerin kışkırtması ile, bir kısım ermeniler, Osmanlı bankasını basarak, içeride silâh atmağa baş­ ladılar. Me’murların bir kısmım yakalayıp, re­ hine şeklinde alıkoyduktan sonra, ermeni is­ tekleri yerine getirilmez ise, bankayı bomba­ lar ile havaya uçuracaklarını bildirdiler. Bi­ rinci hâdiseden beri uyanık bulunan ve mühim müesseselerin yanında zaptiye ve asker bulun­ duran hükümet, hemen harekete geçip, hâdi­ seyi kolaylıkla bastırdı ve sebep olanları tev­ kif etti. Bu sırada başka bir zümre, havaya uçurmak için, bombalar ile, Bâbıâliye doğru ilerilemiş, hattâ sadrâzam R ıf’at Paşa ’yı ta­ banca ile vurmağa teşebbüs etmiş idi. Bunlar da sür’atle dağıtıldı. Fakat ihtilâlciler yatıştırılamayor, halka taarruz ediliyor, pencere­ lerden bomba, tüfenk ve tabanca atılıyor, ahâ­ liden, asker ve polisten bir çok kimse öldü­ rülüyordu. Polis kuvvetleri balkı misilleme hareketinden men’edemedi. Bu sırada İstan­ bul ’a dışarıdan gelmiş olan komiteciler, bir fransız vapuru ile, k açtıla r Yakalanacaklarını anlayan bir kaç tanesi de intihar etti. Fakat İstanbul ’un fethinden beri bir arada ve bir­ birlerinin hak ve hürriyetlerine saygı g’öste-



I İ I 4 ./ 4 0



İSTANBUL.



rerek yaşamış olan iki unsur arasında acı ve faydasız bir düşmanlık belirmiş oldu ( bk. M. Sert oğlu. Mufassal Osmanlı tarihî, V I, 3366 v. d.). 4 nisan 1900 ’de Plevne kahramanı G âzî Os­ man Paşa ve 29 ağustos 1904 ’te eski hüküm­ dar Murad V . İstanbul ’da vefat ettiler. Küçük kızı Hatice Sultan ’in vefatı üzerine, pâdişâhın arzu ve emri ile, Şişli Etfal hastahânesi, 1902 yılında kurularak, hizmete açıldı. 1903 yılında Haydar Paşa Tıbbİyesi faaliyete geçti. 21 tem­ muz 1905 tarihinde, Yıldız ’daki Hamîdiye câmiine cuma selâmlığına gelmiş olan Abdülhamid II. hazırlanan suikastten, namazdan son­ ra camiden çıkmak üzere iken, medhalde şey­ hülislâm Cemâleddin Efendi ile mu’tadm dı­ şında bir az fazla konuşması sebebi ile, kur­ tuldu. Cami kapısına kadar getirilmiş bulunan bir arabada 80 kg. ’lık devrin en kuvvetli pat­ layıcı maddesi olan melinit infilâk etti. Bir çok insan, ve a to ld ü ; Abdülhamid II., sonsuz ev­ hamına rağmen, soğukkanlılığını muhafaza ede­ rek, bizzat kullandığı arabasına binip, saraya döndü. Yapılan tahkikattan bu işi de ermeni komitecilerinin tertipledikleri ve hâsıl olacak kargaşalıktan faydalanarak, bir ihtilâl çıkarıp, yabancı devletlerin müdâhalesini sağlamak ga­ yesini güttükleri anlaşıldı (bk, ayn. esr., VI, 3394 v, d.}. XIX. asır İstanbul hayatı için dikkate şâyân yabancı bir kaynak olarak bk. Stanley Lane-Poole, The People o f Tarkey, London, 1878. 2 1 (rum î 10 ) temmuz 1908 yılında ikinci meşrutiyet ilân olundu ve iki dereceli seçim usûlü ile kurulan ikinci Osmanlı meb’ûsân mec­ lisi 23 temmûz 1908 tarihinde açıldı. Yine bu yıl İstanbul Fen fakültesi derslere başladı. 13 nisan 1909 tarihinde, rastladığı rumî tak­ vim dolayısı ile, 31 mart vak’ası diye anılan irtica hareketi patlak verdi. 22/23 nisan günü ise, bu irtica hareketini bastırmak gayesi ile, Selanik ’te kurulup, yola çıkan hareket ordusu İstanbul ’a girmeğe başladı. 27 nisan günü Yeşilköy ’de toplanan „Meclis-i m illî“ A bdül­ hamid II. ’in hal’ine karar verdi. Aynı gün durum kendisine tebliğ edildi ve hükümdar, o gece tren ile, Selanik ’e doğru yola çıkarıldı ( bk. M. Sertoğlu, Mufassal Osmanlı tarihi, VI, 3424— 3 453 )• . Abdülhamid II, devrinde İstanbul ’da imza­ lanan andlaşmalar şunlardır: 3 mart 1878 ta­ rihinde, Rusya ile Ayastefanos ( Yeşilköy ) ba­ rış mukaddematı andlaşması ( bk. Mecmua-i muShed&t, W, 18 3), 4 hazîran 1878 tarihinde İngiltere ile Kıbrıs ’ın bu memleketin şarta bağlı ve geçici olarak işgaline cevaz veren tedâfüî ittifak mukavelenamesi ( bk. Başba­



kanlık arşivi, Muahedeler, nr, 147 ), 5 kânûn I. 1878 tarihinde Romanya devleti ile harp esirlerinin değiştirilmesi mukavelesi ( bk. Mecmua~i maâkedât, V, 16 2}, 8 şubat 1879 tarihinde Rusya ile savaş tazminatına, esirlere v.b. dâir andlaşma ( bk. ayn. esr., IV, 202 ), 21 nisan 1879 tarihinde A vusturya devleti ile Bosııa-Hersek ’in ve Yenİ-Pazar sancağının bu devlet tarafından işgaline dâir mukavelenâme (Başbakanlık arşivi, Muâhedeler, nr. 56/14), 16 mayıs 1879 tarihinde Abko P a ş a ’nın şarkî Rumeli valiliğine tâyini lermanı ( bk. Başba­ kanlık arşivi, Bulgaristan defterî, nr. 226}, 25 temmûz 1879 tarihinde Bulgaristan prensliği­ nin prens Alexandre de Battenberg ’e tevcihi fermanı ( bk. Noradounghian, IV, 225 ), 20 ey­ lül 1879 tarihinde Bulgaristan emareti sınır­ larının tesbitî andlaşması ( bk, ayn, esr., s. 236), 25 teşrin I. 1879 tarihinde şarkî Rumeli eyâleti sınırlarının tesbiti andlaşması ( bk. ayn. esr., s. 246 ), 2 temmûz 1881 tarihinde Yuna­ nistan ile sınır tahdidi mukavelesi ( bk. Baş­ bakanlık arşivi, Muâhedeler, nr. 408/1 ), 14 mayıs 1882 tarihinde Rusya ile savaş tazmi­ natının ödenmesi şekline dâir andlaşma ( bk. Mecmua-i muâhedât, IV, 204), 14 teşrin I. 1885 tarihinde Ingiltere ile, bu devletin Mı­ sır ’da fevkalâde komiserler bulundurması hak­ kında, mukavelenâme ( bk. Noradounghian, IV, 364 ), 5 teşrin II. .1885—S nisan 1886 tarihle­ rinde, şarkî Rumeli eyâletinde çıkan yeni güç­ lükleri halletmek üzere, İstanbul ’da toplanan konferans protokolları { bk. ayn. esr., IV, 422 ), 22 teşrin II. 1887 tarihinde Romanya ile ticâ­ ret andlaşması ( bk. ayn. esr., IV, 443 ), 4 ha­ zîran 1887 tarihinde Sırbistan devleti ile demir-yolu mukavelenamesi ( bk. Başbakanlık ar­ şivi, Mu&hedeler, nr. 288/1 ), 25 hazîran 1888 ’de aynı devlet ile ticâret ve 25 kânûn I. 1888 ’de konsolosluk andlaşmaları ( bk. ayn. esr., nr. 294/2, 302/3), 26 ağustos 18 90’de Alman­ ya ile ticâret andlaşması ( bk. Noradounghian, IV, 485), 4 mart 1S9Ğ tarihinde Bulgaristan prensliğinin ve şarkî Rumeli umumî valiliği­ nin Ferdinande de Sax Cofcourg ’a tevcihi fer­ mam ( bk. ayn. esr., IV, 521 v.d,), 4 kânûn I. 1897 tarihinde Yunanistan ile barış andlaşması ( bk. Başbakanlık arşivi, Muâhedeler, nr. 4 0 9 /7 ). Abdülhamid II. ’in hal’ günü Mehmed Reşad V. Osmanlı tahına çıktı. 10 mayıs günü de Eyüp türbesinde kılıç kuşandı. Bu münâsebet ile, Söğüdlü yatı ile, Doîmabahçe ’den Eyüb ’e geldi. Burada sadrâzam, şeyhülislâm, devlet ve ilmiye ricali ve Hareket ordusu kumandanı tarafından karşılandı. Kendisine, Konya çele­ bilerinden Abdülhalim Efendi kılıç kuşattı



İSTANBUL.



( bk. Musavver muhit, II, .4—26 }. Bundan sonra



1214 /4 1



3 1 ağustos 1 9 1 1 tarihinde Türk yurda mec­ teşkil edilen çeşitli heyetler Y ıldız sarayında muası kurulmuş idi. 18 kânûn II. 19 12 tarihin­ meşhur araştırmayı yaparak, burada mevcut de meb’ûsân roeeüsi feshedildi. Balkan şavaşı dolayısı ile, S elân ik ’in düş­ serveti tesbit ettiler ( bk. göst, yer.). Abdül­ hamid Il.’e saltanatı boyunca verilen „ ju r n a l­ man eline geçmesi tehlikesine karşı eski pâ­ lerin bulunarak, harbiye nezâretinde bir heyet dişâh Abdülhamid II. İstanbul ’da, Beylerbeyi tarafından tetkike başlanması İstanbul ’da ol­ sarayına nakledildi. Kendisi, 1 teşrin II. 1912 dukça heyecan ve alâka uyandırdı, Böylece, tarihinden vefatına kadar, bu sarayda otur­ bu işleri yapanların meydana çıkacağı anlaşı­ muştur ( bk. İbnülemin Mahmud Kemal İnal, lıyordu. Aneak bir müddet sonra, bundan vaz Son sadrâzamlar, s. 1308 ). Düşman orduları­ nın Çatalca ’ya kadar dayanmaları ve top ses­ geçilerek, hepsi imhâ olundu. Yıldız sarayında şehzadeler ye baş-kâtipiik lerinin İstanbul ’dan duyulması, saray ve Bâbıdâirelerinde açılan İstanbul ’un ilk polis mek­ âlide olduğu kadar, halk arasında da heyecan tebi 1 1 teşrin II. 1909 tarihinde ilk me’zun- uyandırdı. Hükümetin müsâadesi ile tarafsız larını verdi (Tanın, 20 teşrin I. 1325). Aynı büyük devletlerin ikişer ve öbür devletlerin yıl, İstanbul ’da Dişçi mektebi, K adırga ’da bu­ birer harp gemisi İstanbul ’a gelmiş idi. Bun­ lunan eski Mülkiye tıbbiyesi binasında açıldı. lar, İstanbul ’un düşmesi ihtimaline karşılık, 9 haziran 1910 günü gecesi İttihad ve te­ kendi elçilikleri ile diğer müesseselerini ve rakki partisine şiddetle muhalefette bulunan tebealarını korumak için, karaya asker çıkar­ Sadâ-yi millet gazetesi baş-muharriri Ahmed dılar. Bâbıâli, bunun üzerine mütâreke istedi Samim, tabanca ile, sokak ortasında vurulup ve 9 kânûn I. 1912 tarihinde savaş hâlinde bu­ öldürüldü. Hâdise İstanbul ’da heyecan ve ka­ lunan Balkan devletleri ile mütâreke imza­ tilin meçhul kalması üzüntü ve huzursuzluk ya­ landı. rattı. Çırağan sarayı, büyük masraflar ile, tâdil 23 kânûn II. 19 13 günü İttihad ve terakki edilerek, Meb’ûsân ve âyân meclislerine tahsis fırkasının Nuruosmaniye’deki merkezinden, ya­ edildi ( bk. Lutfi Sim âvî, Sultan Reşad Han nında sekiz on fedaî bulunduğu hâlde, bir at Tn ve halefinin sarayında gördüklerim, İstan­ üstünde ayrılan Enver Bey ( P a ş a ) doğru Bâbul, 1340, i, 88 v.d.). bıâliye geldi. K ısa bir silâhlı çatışmadan son­ 19 kânûn II. 1910 tarihinde ise, bir elektrik ra, sadrâzam Kâmil Paşa istifa ettirildi „Bâbıârızası yüzünden çıkan yangın İstanbul ’un en âlı baskını“ diye anılan bu hâdise sırasında güzel binalarından biri olan Çırağan sarayını harbiye nâzın Nâzım Paşa, yâveri Tevfik Bey, dört-beş saat içinde kül etti. Sarayın pek sadâret yâveri Nâfiz Bey ve polis komiseri muhteşem döşemesinden mâada, buraya geti­ Celâl Efendi vurulup, öldürüldüler. Baskıncı­ rilmiş bulunan Yıldız ’m en kıymetli mefrûşâtı lardan ise, Mustafa Necib Bey can çekişmekte ve nâdir tablo kolleksiyonu da mahvoldu. A y ­ olan Nâfiz Bey tarafından öldürüldü ( bk. A li rıca, 93 meclisinin zabıtları da yandı. Bu fe­ Fuad Türkgeldi, Görüp işittiklerim, Ankara, lâket üzerine, millet meclisi Fındıklı sarayla­ *9 4 9 » 87—90). Baskıncılar, bundan sonra sa­ rına ( Güzel San’atlar Akademisi iken yanan raya gitmişler ve Sultan Reşad ’a Mahmud ve hâlen Atatürk kız lisesi olan bin alar) ta­ Şevket Paşa ’nin sadâretini kabûl ettirm işler­ şındı. 5 kânûn 11. 19 11 perşembe günü sabaha dir, Bir taraftan Cemal Bey ( Paşa ) İstanbul karşı Bâbıâli de, telgraf dâiresinde çıkan yan­ muhâfızlığını, Azmi Bey polis müdürlüğünü, En­ gın sonunda esas binanın iki kanadını teşkil ver Bey ’in amcası Halil Bey merkez kuman­ eden Sadâret dâiresi ile Hâriciye nezâretin­ danlığını ele alarak, etrafa emirler vermeğe den başka, Şûrâ-yı devlet ve Dâhiliye nezâ­ başlamışlardı. Aynı zamanda T alat Bey ( P a ş a ), reti dâireleri tamâmen, sadâret dâiresinin dâhiliye nâzın vekili unvanını kullanarak, vi­ müsteşar, mektupçu, teşrifatçı ve beylikçi oda lâyetlere telgraflar çekip, Kâmil Paşa hükü­ metinin Edirne vilâyetini tamâmen ve adaları ve kalemleri kısmen yandı. Sultan Reşad, 5 haziran günü, Rumeli seya­ kısmen düşmana bırakmağa karar verdiğini hati için, Barbaros zırhlısı ile Selanik ’e doğru ve bu yüzden millî galeyan sonunda, devril­ yola çıktı ve 26 haziranda da İstanbul ’a dön­ diğini bildirdi (bk. Hikmet Bayur, Türk in­ dü. Bu yıl İstanbul ’da belediye, evkaf ve ka­ kılâbı tariki, Ankara, 1943, II, 2. kısım, s. dastro me’ murları mektepleri ile fen me’muru 270 v.d.). Sadrâzam ve harbîye nâzın Mahmud Şev­ yetiştirmek üzere „Kondüktör" mektebi açıldı. 25 mart 1912 tarihinde, türk gençlerine mil­ ket Paşa, 1 1 hazîran 19 13 günü, Harbiye nezâ­ liyet fikirlerini aşılamak gayesi ile, „Türk retinden Bâbıâliye otomobil İle giderken, B a­ ocağı“ kuruldu. Bundan evvel, aynı gaye ile, yezid meydanından Divanyo’ u ’ııa vardığı sı­ 7 kânûn II. 1909 tarihinde „Türk derneği“ ve rada, Sakalar çeşmesi denilen yerde, silâhlı bir



12 14 /4 *



İs t a n b u l .



zümre tarafından suikaste uğrayıp öldürüldü. Bu arada yaveri İbrahim Bey de vurulup öldü. Bunun üzerine sadâret mevkiine getirilen prens Said Halim Paşa hükümetinin ilk icrââtı suikasde iştirâk edenlerin ve bununla ilgili bu­ lunanların tevkif ve muhakeme edilmesi ve şiddetli cezalara çarptırılması, bu münâsebet ile tanınmış muhaliflerden 350 kadarının da Sinop ’a sürülmesi olmuştur. Bu hükümet, aynı zamanda, kapalı bulunan meb’ûsân meclisini de açtı ( bk. Midhat Sertoğlu, M ufassal Osmanlı tarihi, VI, 3508— 3 S1 1 )Trablusgarp ve Balkan savaşlarından sonra çok perişan bir hâle gelen tiirk ordusunu ıs­ lâh için, hükümetin isteği üzerine, 22. Prusya tümeni kumandanı general Liman von Sanders başkanlığında, 42 kişilik bir alman askerî heye­ ti 14 kânûn I. 19 13 tarihinde İstanbul’a geldi. 1914 yılında İstanbul ’da tiyatro ve musiki mektebi olarak Dârülbedâyi-i osmanî kuruldu. Yine bu yıl Beden terbiyesi muallim mektebi, 19 15 yılında kadınlara mahsûs ve serbest ders­ ler veren bir Üniversite mâhiyetinde Inas da­ rülfünunu açıldı ( bk. Osman Ergin, Türk ma­ a r if tarihi, İstanbul, 1942, IV, 12 7 1— 1280, 1282 v.d., 1287—1299). 1 şubat 1 9 1 6 ’da veliahd Yusuf İzzeddin Efendi intihar etti. Kendisi asabî bir rahat­ sızlığa müptelâ olup, kansere yakalandığı veya veliahdlikten Iskat edileceği endişesi içinde idi ( bk. Başbakanlık evrakı, Y u su f izzeddin Efendi dosyası). 10 hazîran 1918 tarihinde İs­ tanbul tarafında 7.500 kadar binanın yanma­ sına sebep olan meşhur Fâtih yangını oldu. Sabaha karşı Küçük Mustafa Paşa ’dan çıkan yangın, şiddetli poyraz yüzünden, sür’atle ya­ yılmış ve Sam atya semtine kadar ilerileyerek, İstanbul tarafının hemen-hemen onda birini mahvetmiştir. Esasen savaş yıllarının İstan­ bul ’da doğurduğu sefalet bu yangın yüzün­ den büs-bütün artm ıştır. Yangının çok sür’atli ilerileyişi bir çok evlerin bütün eşyası, hattâ oturanların en zarurî ve o gün için tedâriki pek güç olan giyimleri ile birlikte yanmasına sebep olmuş, bu yüzden bu gibi şeylerin fiyatı ve bilhassa ev kiraları birden-bire yükselmiş­ tir. Yangın sâhasında bulunup da kurtulan en mühim bina 1869 yılında inşâsına başlanıp, 23 hazîran 1873 ’te açılış merasimi yapılmış olan yetimlere mahsûs yatılı ve meccani Darüşşafaka lisesidir (bk.Mehmed İzzet,Mehmed E s’ad ,O s­ man Nuri, AH Kâmil, Dârüşşafaka, T ü rk iy e ’de ilk halk mektebi, İstanbul,1927 ). 10 şubat »918 günü eski pâdişâh Abdülhamid H. Beylerbeyi sarayında vefat etti ( bk. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, II A ld ü lh a m id ’in hal’i v e ölümüne dâir vesikalar, Belleten, Ankara, 1946, sayı 40).



Suttan Reşad zamanında İstanbul ’da yapı­ lan andlaşmalar şunlardır: 9 eylül 19 13 tarihinde, Bulgaristan ile İstan­ bul andlaşması, 14 mart 1914 tarihinde S ır­ bistan ile İstanbul andlaşması (bk. Başbakan­ lık arşivi, Muâhedeler, nr. 326/18 ye 299/2 ), 9 eylül 1914 tarihinde, l teşrin l . ’den itibâren muteber olmak üzere, „capitulationların“ ilgası ( bk. Düstûr, tertip U, V I, 1273). Su’ tan Reşad ’ın vefatını ( 3 temmûz 19 18 ) sadrâzam, şeyhülislâm ve harbîye nâzırı bir heyet hâlinde Çengelköyü ’11de tepedeki köş­ küne giderek, ve'iulıd Vahideddin ’e tebliğ et­ mişlerdi. Ertesi gün devlet ricali Topkapısarayı ’nda, Mustafa Paşa köşkünde toplandı. Vahideddin, yanında Enver Paşa bulunduğu hâlde, istinbot ile, Saraykurnu ’na çıktı. Evvelâ Hırka-i saâdet dâiresini ziyâret etti. Sonra bâbüssaâde önünde kurulan tahta çıkarak, Meh­ med VI. unvanı ile, pâdişâh oldu ( bk. A li Fuad Türkgeldi, Görüp işittiklerim , s. 152 v.d.). 22 temmûz günü, İstanbul ufuklarında, ilk defa olarak, düşman harp tayyareleri görüldü. A ltı tayyarelik filo, bomba atmadan kaçırıldı. 27 temmûz gecesi tekrar İstanbul ’a gelen düşman tayyareleri bir iki bomba attılar isede, bir zarar kaydedilmedi. 21 ağustos’ta, gece yarısına doğru, iki ayrı filo hâlinde hücûm eden düşman tayyarelerinin Harbiye nezâre­ tini hedef tutarak attıkları bombalar, çarşı civarına düşerek, sekiz kişinin yaralanmasına ve bir kaç dükkânın hasâra uğramasına sebep oldu. 25 ağustosta düşman tayyarelerinin dör­ düncü taarruzu vuku buldu ve şehrin kenar semtlerine bir kaç bomba düştü ise de, zararı olmadı. Daha şiddetli bir hava taarruzu, 27 ağustos gece yarısına doğru başlamış ve atı­ lan bombalardan bir çocuk ölmüştür. Bu sırada bir de düşman tayyaresi düşürülmüş, pilotu yaralı olarak esir edilmiştir. Düşman tayya­ releri bu sefer halka hitaben beyannameler de atmışlardı. 31 ağustos 1918 tarihinde yeni pâdişâhın kılıç alayı merâsimi yapıldı. Bu Osmanlı tari­ hindeki son kılıç alayı merasimidir. İstanbul, 18 teşrin I. günü, biri öğleden ev­ vel, öbürü öğleden sonra olmak üzere, beş tayyare'ik bir filo tarafından yapılan iki hava taarruzuna uğramıştır. Atılan bombalardan 50 kişi ölmüş, 200 kişi kadar da yaralanmıştır. Tayyareler beyannameler atmışlar ve bunlar da Bulgaristan ’m mütâreke yaptığını, Os­ manlı devletinin de artık barış istemesi za­ manının geldiğini bildirmişlerdir. Bu taar­ ruza karşı havalanan bir türk tayyaresinin kahramanca mücâdelesini ve bir düşman tay­ yaresinin düşüşünü halk heyecanla seyretmiştir»



İSTANBUL.



13 teşrin I. günü İse, Tevfik P a ş a ’nin ikinci sadâreti münâsebeti ile Osmanlı tarihinde son sadâret alayı merasimi yapılmış, bundan sonra, bu devletin hukuken ve fiilen ortadan kalkı­ şma kadar, sadrâzamlar için, bu merâsim icrâ edilmemiştir. 13 teşrin II., 1918 günü, i’tilâf devletlerinin 55 parça harp gemisinden müteşekkil bir do­ nanması, mütâreke şartlarına göre, İstanbul ’a gelmiştir. Bu donanmada 22 İngiliz, 12 fransız, 17 İtalyan ve 4 yunan gemisi mevcut idi. Do­ nanma hemen karaya asker çıkartarak, şehrin çeşitli yerlerini işgale başladı. Böylece, İstan­ bul için, „İşgal devri" diye anılan acı ve fe­ lâketli devir başlamış oldu. 14 gün sonra da İngiliz kumandanı general Mil ne İstanbul ’a gelmiştir. Yine 13 teşrin II. günü, kumandanı bu­ lunduğu Yıldırım orduları gurupunun dağıtıl­ ması ve kendisinin harbiye nezâreti emrine alınmış olması dolayısı ile, A d an a ’dan a yrı­ larak, İstanbul ’a doğru yola çıkan Mustafa K e­ mal Paşa (A ta tü rk ) H aydarpaşa’ya varmış­ tır. Bu sırada düşman donanmasının İstanbul ’a gelmiş olduğunu görerek, yâverine sonradan hakikat olacak olan şu sözleri söylem iştir: —„Geldikleri gibi giderler". 21 kânûn I. günü, pâdişâhın emri ile, meb’ûsân meclisi feshedildi. 30 kânûn II. >9*9 tari­ hinde İttihad ve terakki fırkasının tanınmış simâlarının tevkifine başlandı. 8 şubat günü ise, Rumeli ’de bulunan i ’tilaf ordusunun baş kumandanı fransız generali Franehet d’Esperay, bir zafer alayı ile, beyaz bir ata binmiş ve dizginlerini Roma usulünce iki askere tutturmuş olduğu hâlde, ekaliyetin alkışları arasında, İs­ tanbul ’a girerek, fransız elçiliğine gitmiş ve orada yerleşmiştir. Bir hafta sonra da, mütâ­ reke şartlarına tamâmen aykırı olarak, i’tilâf devletleri emniyet işlerini kendi ellerine al­ mış ve haberleşme ile neşriyâtı murâkabeye başlamışlardır ( bk. Midhat Sertoğlu, Mufassal Osmanlı tarihi, V I, 3583). 10 mart ’ta Dâmâd Ferid hükümetinin kur­ duğu harp divanı, İttihad ve terakkî fırkası­ nın ileri gelenlerinden harp suçlusu sayılan 60 kişiyi tevkif etti. 8 nisan ’da Boğazlayan kaymakamı ve Yozgat mutasarrıf vekili K e­ mal Bey, Dâmâd Ferid harb divanının verdiği karara göre, Bayezid meydanında idâm edildi. Haksız olan bu idâm İstanbul halkını çok üzmüştür. Kendisine isnat olunan suç ermenileri kati-i âma tâb! tutmak idi. Hâlbuki yap­ tığı türk unsurunu onların tecâvüzünden ko­ rumaktan ibâret idi. 16 mayısta, türk milletinin büyük kurta­ rıcısı ve Türkiye cumhuriyetinin kurucusu A ta ­ türk, millî mücâdeleye başlamak İçin, üç gün



1241/43



sonra Samsun ’da Anadolu topraklarına ayak kasmak üzere, İstanbul ’dan hareket etmiştir. 26 mayısta, İstanbul ’da devletin içinde bu­ lunduğu durumu görüşmek üzere, hükümet âzâsı, ileri devlet ricali, âyân âzâsı, askerî kumandanlar, siyâsî fırka, baro, üniversite ve matbuat temsilcilerinden bir şurâ-yl saltanat toplanmış ise de, üç saat süren beyhude mü­ zâkerelerden sonra, dağılıp gitm iştir, 15 mart 1919 tarihinde i ’tiiâf kuvvetleri ku­ mandanı 150 türk aydınını tevkif ettirdi. E r­ tesi günü de İstanbul tamâmen askerî işgal al­ tına alındı. Harbiye ve bahriye nezâretleri ile Tophane, kışlalar ve bir kısım karakollar iş­ gal olundu. Sabahın erken saatlerinde bu şe­ kilde işgale uğrayan Şehzâdebaşı karakolunda henüz uykuda bulunan beş türk askeri şehit edilmiş, tevkif edilenler ise, Malta adasına gönderilmiş, şehirde Örfî idâre ilân olunmuş­ tur. 19 teşrin 1. 1922 tarihinde Türkiye Bü­ yük Millet Meclisi hükümetinin mümessili Refet Paşa ( general R efet Bele ) İstanbul ’a var­ dı. 10 gün sonra da, Vahideddin ile görüşerek, İstanbul hükümetinin artık bir mânasının kal­ madığını, bunun derhal lağvedilmesini ve i ’ti­ lâf devletleri ile devam ettirilen münâsebet­ lerin hemen kesilmesi gerektiğini bildirdi. I teşrin II. 1922 tarihinde Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi, saltanatı ilga ettiğini ilân etti ( A tatürk, Nutuk, Ankara, 1927, s. 422 ). Böy­ lece, merkezi İstanbul olan 600 yıllık Osmanlı saltanatı hukuken sona erdi (bk. Duştur, ter­ tip IIt, II, 152). R eiet P a ş a ’nin i’tilâf devlet­ leri komiserlerine İstanbul ’daki İdâreye millî hükümet adına el koyduğunu bildirmesi üze­ rine, 4 teşrin 11. günü Tevfîk Paşa reisliğin­ deki son Osmanlı hükümeti istifâ etmiş, ertesi günü de Refet Paşa D ivaııyolu’ndaki Şark mahfilinde nezâret müsteşarlığım kabûl ede­ rek, her türlü idârî faaliyetlere son vermele­ rini bildirmek süreliyle İstanbul hükümetine fiilen nihâyet vermiş, böylece millî idâre İs­ tanbul ’a teşmil edilmiştir. Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi tarafından saltanattan hukuken iskat edilmiş olduğu hâlde hâlâ mevkiinde du­ ran son Osmanlı pâdişâhı Mehmed VI. Vahi­ deddin 10 teşrin II. 1922 günü son cuma se­ lâmlığına çıkmıştır. t6 teşrin 1. günü gecesi son ve sâkıt Osmanlı pâdişâhı, Malaya adlı İngiliz zırhlısına binerek, gizlice İstanbul ’dan kaçmıştır. 19 teşrin 1. günü ise, Abdülmeeid Efendi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kararı ile, İs­ tanbul ’da halîfe olmuştur. 2 teşrin I. 1923 günü, işgal kuvvetleri Dolmabahçe meydanındaki türk bayrağını selâm­ layarak, gemilerine binip, İstanbul ’u terket-



« 1 4 /4 4



İSTANBUL (TAR İH Î ESERLER).



tiler. Böylece İstanbul ’un „İşgal devri“ sona erdi. 6 teşrin I. ’de ise, millî türk ordusu İstan­ bul ’a girdi. 29 şubat 1924 günü, halîfe Abdülmecid son cuma selâmlığına çıktı. Bu Os­ manlı tarihinin de son cuma selâmlığı mera­ simidir. 3 martta Türkiye Büyük Millet Mec­ lisi halifeliğin kaldırılmasına karar vermiş ve o gece Abdülmecid İle Osmanlı hanedanı men­ supları, yurt dışına çıkarılmak üzere, İstanbul ’dan ayrılmışlardır. B i b l i y o g r a f y a ' . Metin içinde ve­ rilmiştir. (M îd h a t S e r t o ğ lu .) İSTANBUL’ UN TARİHİ ESERLERİ.



VI. T i e â r î t e’s i s 1 e r. I. Bedestenler ve çarşı, 2. hanlar ve kervansaraylar, 3. arastalar ve çarşılar. VII. R e s m î b i n a l a r v e ş e h i r h a y a ­ tı i l e a l â k a l ı t e ’s i s l e r . *. Bâbıâlî, 2 . şe­ hir inzibâtı ile alâkalı ya p ılar,' yangın kulesi ve yangınlar, 3. mesîreier ve teferrüç yerleri, Okmeydanı, 4. diğer resmî binalar, S. sokak ve yollar, VIII. M e s k e n l e r , 1. husûsî saray ve ko­ naklar, 2, yalılar, 3. evler. IX. T ü r b e , h a z î r e v e. m e z a r 1 1 kİ a r. i. Türbeler, a. meşhed, ziyaret ve makam tür­ beler, b. meşhurlara âit türbeler, 2. hazîre ve mezarlıklar, 3. hıristiyan mezarlıktan, maşat­ lıklar. X .U m û m î b i b l i y o g r a f y a , I,İstanbul ’un tarihî eserleri hakkmdaki umûmî kitaplar, 2. seyahatnameler, 3. şehir harita, plan ve panaromaları.



İstanbul ’un günümüze kadar gelen başlıca tarihî eserlerini toplu olarak içine alan bu yazıda şehrin esasını teşkil eden kara tarafı sûrları ile Sarayburnu arasındaki sâhada bu­ lunan çeşitli eserler üzerinde durulacaktır. T a­ rihin büyük şehirlerinden ve medeniyet âle­ minin zengin san’at merkezlerinden biri olan I. A s k e r î t e’s i s 1 e r. İstanbul’un 14 5 3 ’ den bu yana yapılan san’at değerini hâiz yapılarını, bu yazı ancak ana çizgi­ 1. H i s a r l a r . İstanbul’un fethinden daha leri ve başlıca örnekleri ile tanıtmağa çalışacak­ çok önce, Bayezid I. tarafından Boğaziçi ’ni tır. İstanbul ’un eski eserlerinin doğru ve eksik­ kontrol etmek ve Bizans’a karşı bir „köprü­ siz cetveli henüz yapılmamıştır. Aş. yk. 500 yıla başı" olmak üzere, XIV. asrın sonlarında bu­ yakın bir müddet büyük bir imparatorluğa pâ- gün Anadolu hisarı denilen kale yapılmış idi. yitahtlık yapmış olan İstanbul ’un eski eserle­ Tarihlerde Yenice hisar veya A kça hisar ve rinin sâdece câmiler den ibaret olamayacağı dü­ yahut Güzelce hisar adları ile de zikrolunan şünülerek, bu uzun süre boyunca yapılan ve hu kalenin, şehrin fethinden az önce, muha­ Osmanlı devri türk medeniyetinin burada bı­ sara hazırlıkları sırasında, Fâtih Mehmed II. raktığı her çeşit bina, tarihî veya mimârî hu­ tarafından 1452 ’de, bir dış-tahkimat manzume­ susiyeti olduğu takdirde, buraya alınmıştır. si inşâsı ile, daha kuvvetlendirildiği bilinir. İstanbul ’un her çeşit tarih î yapıları, aşağıdaki Bir baş-kuie, bir iç-kaie, bir de dış sûr du­ tertibe göre, gözden geçirilmiş ve her bahsin varından meydana gelen Anadolu hisarının husûsî bibliyografyası o bahsin sonunda veril­ hemen yanında bir tnescidden başka, belki miştir. İstanbul hakkında umûmî mâhiyetteki XVII. asırda, bir de namazgâh kurulmuş idi. kitap ve araştırmalar sondaki bibliyografyada İstanbul’un muhasarası hazırlıkları sırasında, yer almıştır. Fâtih Boğaziçi ’ ni tam bir kontrol altına ala­ I. A s k e r î t e’s i s 1 e r. 1. H isarlar, 2. sûr­ bilmek gayesi ile, karşı yakada ve Anadolu lar, 3. baruthâne-tophâne, 4. kışlalar, 5. tersane. hisarının karşısında, ikinci bir hisarın inşâ­ II. S a r a y l a r , i . Eski saray, 2. Yeni saray sına lüzûm görmüş ve kısa bir süre içinde, ( şimdi Topkapısarayl denilen manzume ), 3. say­ Boğaz kesen veya Yeni hisar denilen Rumeli fiye sarayları ve kasrlar. hisarı {b . bk.] inşâ olunmuştur. Böylece bu III. D i n î b i n a l a r , l. Büyük külliyeler ve iki kalenin vazifesi boğazdan herhangi bir selâtin câmileri, 2. küçük külliyeler ve vezir düşman donanmasının geçmesine, Bizans ’a yar­ camileri, 3. küçük câmiler, mahalle mescidleri dım gelmesine mâni olmak idi. Bunun netice­ ve namazgâhlar, 4. zâviye, hânkah ve tekke­ sinde, şehrin fethinden sonra, bu iki hisar esas ler, 5. gayr-i İslâmî dinî binâlar: o. kiliseler, vazifelerini kaybetmiş idi. Çok kısa bir müd­ b. havralar. det, henüz K aradeniz’de bâzı liman ve kaleleri İV. S u t e’s i s 1 e r i. 1 . Bend, kemer, su yo­ eünde tutan Cenova’nın gemilerini kontrol eden lu, kaynak ve maksemler, 2. çeşmeler, 3, se­ bu kaleler, Osmanlı devrinde bîr ara, şehri şimal­ biller, 4. kuyular, 5, hamamlar. den gelmesi muhtemel tehlikelere önlemek ga­ V. K ü l t ü r m ü e s s e s e İ e r i. I. Medrese­yesi ile kullanılmak istenmiştir. Her iki kale ler, 2'. mektepler, a. sıbyan mektepleri, b. ta ­ de, bütün Osmanlı çl®vri boyunca, geçen asrın rihî kuruluşa sâhip mektepler, c. Dârülfünûn, ortalarına kadar, devlet hapishânesi olarak kul­ d. askerî mektepler, 3. kütüphaneler-. lanılmış, gerek suçlu yeniçeriler, gerek Os-



İSTANBUL (TA R İH Î E S E R lE ft).



manii devleti ile harp hâlinde olan yabancı devlet mensupları bu kalelerde muhafaza edil­ mişlerdir. Şehir alındıktan sonra, Fâtih, bir iç-kale teşkil etmek üzere, İstanbul ’un cenûb-i garbî köşesinde, Bizans sûrlarının iç tarafında ve onlara bitişik yeni bir hisar daha yaptırmıştır. Theodosios İL (408—4 5 ° ) ’un inşâ ettirdiği sûrların İmparatorlara mah­ sus tören kapısı olan Porta Aurea ( = A l­ tın k a p ı) ’nin çifte kulesinden de istifâde et­ mek sûreti ile, ortaçağ için çok yeni sayıla­ bilecek bir plan tertibine göre, 1457 — 1458 yıllarında, yıldız biçiminde yapılan Yedikule hisarının kurulmasından esas gayenin ne ol­ duğunu anlamak mümkün olmamaktadır, Fâ­ tih ’in ilk olarak sarayını şehrin bu köşesin­ de kurmağı düşünmüş olması, bir ihtimal şek­ linde akla gelebilir. Bir müddet devlet ha­ zînesinin muhafaza edildiği Yedikule hisarı, diğer hisarlar gibi, hapishane olarak da kul­ lanılmış ve Osmanlı tarihinin Osman H. ’nin öldürülmesi (16 22 ), Davud Paşa ’nm, Deli Hü­ seyin Paşa (1660 } ’mn idamları gibi bâzı hâ­ diselerine sahne olmuştur. Burada göz altında tutulan yabancı sefaret mensuplan ile, bâzı esirlerin çeşitli dilterde yazdırdıkları kitâbeler hâlen bir kulenin duvarlarında görülebi­ lir. Geçen asrın ortalarına kadar kulelerin hepsinin üstlerinde ahşap sivri küiâhlar bulu­ nuyordu ki, Rumeli ve Anadolu hisarlarının kuleleri de aynı şekilde örtülmüş idi. Ayrıca hisarın ortasındaki avluda, bugün sâdece mi­ naresinin kalıntısı duran bir mescid ile bir çeşme ve XVII. asra âit olduğunu tahmin et­ tiğimiz çok güzel bir resimden anlaşıldığına göre, burada küçük bir de mahalle bulunuyor­ du. Fâtih devrinde yaptırılan üç büyük bur­ cun içlerinde evvelce ahşap katlar ve ber katta birer ocak var idi. Altın kapının iki yanın­ daki mermer kaplı Theodosios 11. devrine âit pylon ’larm içleri ise, kalın meşe kütüklerin­ den katlara ve hücrelere ayrılmıştır. Henüz kısmen duran bu bölmeler buradaki zindanın son izleridir. Hisarı teşkil eden duvarların eski sûrlara bitiştiği noktalarda bulunan ve Theo­ dosios devri burçlarından olan iki kuleden ce­ nuptaki yıkılmış ve yok olmuştur. Şimaldeki ise, XVIII. asırda, bir zelzelede, büyük hasar gör­ düğünden, 1168 ( 1754/1755 ) tarihinde yeniden yapılmıştır. Bugün böylece ancak altı kulesi olan Yedikule’nin i9 60’ tan beri tamirine çalışılmaktadır. Şehri korumak gayesi ile, Murad IV. {16 2 3 —1640) devrinde, boğazın yukarı kısımlarında bir takım kaleler yapıl­ mış, daha sonraları, buralarda, bilhassa K a­ vaklar bölgesinde, istihkâm ve tabyalar inşâ olunmuştur.



»2J4/4S



B i b l i y o g r a f y a ' . S. Toy, The Castles o f the Bosporus ( Archaeologia, 1930, LXXX, 2 * 5 —228, lev. 57—76 ); H. Högg, Türkenbur g en an Bosporus und Hellespont ( Dresden, 19 32) 5 H. Edhem, Yedikule hisarı ( İstanbul, 19 3 2 ) ; A . Gabriel, Chateaux turcs du Bospkore ( Paris, 1943, bu mevzuda ana eser ) ; S. Toy, The castles o f Yedi Couli ( Jo u rn al o f the Brit. Arch. Association, III. .seri, 19 51, XIV, 2 7 - 3 2 , lev. 1 2 - 2 1 ) ; S. Eyice, Yedikule Hisarı ve avlusundaki Fâtih mescidi (1st. A rk. müzeleri y ıllığ ı, 1962, X, 80—84, 4 levha). 2. S û r l a r . Şehrin kuşatılması sırasında ağır topların tahrip ettiği, yer-yer gedikler açılan ve hendekleri enkazla dolan kara tarafı sûrlarını, fethi takip eden günlerde, acele ta­ mir etmek ve hendeklerini temizlemek zaru­ reti duyulmuştur. Gerek Dukas, Kritoboulos gibi Bizans kaynakları, gerek Cafer Çelebi ( T O E M, İstanbul, 13 3 1, eki, 24), Tursun Bey ( T O E M, İstanbul, 1330— 1332, eki, 49) gibi türk kaynaklan, sûrlarda lüzumlu tamirlerin derhal yapıldığından bahseder. Fakat bu tâmirleri gösteren kitâbeler yoktur. Sûrların ciddî surette tâmir edilmesi imparatorluğun birçok yerlerindeki kalelerin bakım veya ih­ yâsına çok ehemmiyet verdiği bilinen Bayezid II. (14 8 » —15 * 2 ) zamanına isâbet eder. 915 ( 1 5 0 9 ) ’te vuku bularak, şehri çok büyük öl­ çüde tahrip eden ve günlerce süren şiddetli zelzelede sûrların da çok zarar gördüğü bili­ nir (krş. M. Cezar, Osmanlı devrinde İstan­ bul yapılarında tahribat yapan âfetler, Türk san’atı tarihi araştırmaları, 19Ö3, 1, 382). Der­ hal tâmir edilen sûrların birkaç yerinde bunu belirten kitabelere rastlanır. Böyle bir kitabe Edirnekapısı üzerinde ( krş. M. Ziya, İstanbul ve Boğaziçi, I, 157 ), bir diğeri Silivrikapısı ’nda { krş. M. Ziya, ayn. esr., I, 98 ) lesbit olunmuş­ tur. Naîmâ (T a rih , İstanbul, 1 1 4 7, 1, 604, diğer baskı, İstanbul, 1283, III, 276), Murad IV. ’ın Revan seferi sırasında, 1045 ( * 6 3 5 ) ’te kay­ makam Bayram P a ş a ’ntn sûrların dış yüzlerini badana yaptırdığını ve gerekli kısımları da tâmir ettirdiğini bildirir. Evliya Çelebi ’ye göre, Bayram P a ş a ’ya bu fikri veren kendi babası olmuştur ( Seyahatnâme, i, 56 ). Bu tâ­ mir ile ilgili D â n ışî’nin tarih kitabesi de Ediroekaptsı ’ nda görülmektedir (M. Ziya, ayn. esr., I, 158). Yedikule kapısındaki bir kitabe (M. Ziya, ayn, esr., I, 74), 113 7 ( 17 2 4 }’de Ahmed ¡II. tarafından yapılan bir tamiri, Yedikule hisarının sûrlara bitişik şimâl kulesindeki 1168 (17 5 4 / 17 5 5 ) tarihi ise, hiç değilse, bu kulenin yenilendiğini gösterir. 117 9 ( 1 7 6 6 ) ’da vuku bulan çok şiddetli zelzelede de sûrların çok



1 2 1 4 '4 6



İst a n b u l B ! Marmara tarafı sûr­ ları için bk. F. Dirimtekin, Fetihden önce Marmara sûrları ( İstanbul, 1953 ) ; Haliç tarafı sûrları için bk. A . M. Schneider, Mauern und Töre om Goldenen Horn ( Nachrichten d. Akade-Göttingen, 1950 ) ; F. Dirimtekin, Fetihden Önce H aliç sûrları ( İstanbul, 1956 ). 3. B a r u t h â n e - t o p h â n e . İstanbul için­ de, muhtelif askerî mühimmat ve teçhizat ima­ lathaneleri mevcut olduğu bilinmektedir. F a ­ kat bu çeşit te’sisler hakkında şimdiki hâlde yeter derecede bilgi toplanmamıştır. 895 (1490) ’te faâi durumda olan ilk baruthâne Sultan­ ahmed semtinde, eski bir Bizans kilisesinde kurulmuş idi. Bu baruthanenin, bir yıldırım isabeti ile, havaya uçtuğu bilinmektedir. K âğıthâne’ de kurulan ikinci baruthanenin ise, 1057 ( 1647 ) tarihli bir vesikadan öğrenildiğine gö­ re, Sultan İbrahim devrinde faâl olduğu an­ laşılmaktadır. Şehrin içinde, Topkapı ile Şehr­ emini arasındaki sahada kurulan üçüncü barothâne 1099 ( 1 6 8 7 ) ’dan 1 1 1 0 ( 1 6 9 8 ) yılına kadar çalışmış, bu tarihde, yine bir yıldırım isâbeti ile, etrafındaki mahalleler ile birlikte, yanmıştır ( Râşid, Tarih, II, 441 ). Bu tecrübe­ lerden sonra, artık barut yapımının şehrin dı­ şına çıkarılması zarureti duyulmuş ve bunun için, ı ı ı o ( 1 6 9 9 ) ’da, Yedikule dışında, Kazlıçeşme ile Bakırköy arasındaki sahada bulu­ nan İskender Çelebî bahçesi ve mesiresi ye­ rinde yeni bir baruthâne kurulmuş ise de, bu da 113 7 ( 1726 ) ’de bir yangın ile harap, olmuş, fakat derhal tâmir edilmiştir. Zamanımıza ka­ dar gelen bu te’sisler son on yıl içinde kal­ dırılarak, araziden başka türlü faydalanılması yoluna gidilmiştir. Selim III. ( 1789—l8o7 ) za­ manında ise, Küçükçekmece gölünün şım âlinde, Azadlı mevkiinde, yeni bir baruthâne daha kurulmuştur ki, devamlı olarak genişleyen ve tâmirler gören bu büyük te’sis 1877 Türk— Rus savaşına kadar çalışmış, fakat bu sırada harap olduğundan, arazisi bir çiftlik hâline getirilerek, hazine-i hassadan Resneli Niyazi Bey ailesine geçmiştir. Bugün bu baruthane­ den pek az iz kalmıştır. Azadh baruthanesinin mâmur hâiini gösteren güzel bir gravür mev­ cuttur. Şehrin içindeki tarihî askerî te’sislerin en değerlisi, hiç şüphesiz, Tophane semtine adını veren büyük top dökümhanesidir. Tamamen sınaî bir te’sis olmasına rağmen, ahenkli ve haşmetli bir mimarî eser hüviyetinde olan bu yapının esası XVI. asırda kurulmuş ve şimdi üze­ rinde görülen kitabeden anlaşıldığına göre, Selim III. tarafından 1205 (179 0 ) ’te tâmir et-



İSTANBUL (TA R İH Î ESERLER).



tıri ! iniştir. Evvelce etrafında bîr de Tophane ocağı kışlası bulunduğu bilinen bu dökümha­ nenin Önüne, cadde üzerine, geçen asrın içle­ rinde, bâriz bir yeni-rönesans üslûbunda bü­ yük bir Tophane müşirliği binası İnşâ ettiril­ miş idi. Sonraları Sanat Enstitüsü olarak kul­ lanılan bu bina 19 5 7 ’de yıktırılmıştır. Top dokümii son devirde Zeytinburnu ’ndaki te’sislerde yapılıyordu. Tophane ’deki te’sislerin ba­ zılarına âit kitabeler evvelce yayınlanmıştır. B i b l i y o g r a f y a ı M. Erdoğan, Arşiv



1314/4?



les Deux ‘Irak, Sy ria , 1928, lev. 75.), XVI. asırdaki hâli ile, birbirine bitişik, ortala­ rı avlulu iki büyük binadan ve önünde du­ var ile sınırlanmış bir sâha bulunan bir cümle kapısından ibaret idi. Yeniçeri ayaklanmala­ rında sık-sık adı geçen ve büyük yangınlarda bîr çok defa harap olan bu kışlada 140 bölük barınıyordu. Yeni odalarda 368 ocaklı oda, 130 çardak, 69 ocaklı kerevet, 20 köşk, 4 tek­ ke ve 158 ahırdan başka, lifak bîr baruthâne ve ayrıca Câmi-i miyâne denilen ve müstahde­ vesikalarına göre İstanbul baruthaneleri mi yeniçerilerden seçilen Orta câmii bulunu­ ( İstanbul Enstitüsü dergisi, 1956, II, 1 1 5 — yordu (krş. H adi kat al-cavâm ï, I, 36), Yeni­ 1 3 8 ) ; M. Râif, Mir'ât-ı İstanbul (İstanbul, çerilik tarihinde mühim bir yeri olan Yeni 13 14 ), s. 369—372. odalara âit Orta camii de, kışlanın tahribi 4. K ı ş l a l a r . Şehrin içinde iki yerde bü­sırasında, mahvolmuş; sonraları aynı semtte, yük yeniçeri kışlasının olduğu bilinmektedir. bu adı bir derece yaşatan bir câmi yapılmış­ Bunlardan Fâtih Mehmed II. ’in te’sis ettirdiği tır. Yeniçeri teşkilâtının başı olan yeniçeri Eski odalar denileni Şehzâdebaşı semtinde ve ağasının A ğa kapısı denilen makamı ise, ayrı Kanunî tarafından kurulan ve Yeni odalar bir yerde, Süleymaniye manzumesinin Haliç ’e adı İle tanınanı ise, Yenibahçe’ de Etmeydanı bakan tarafında, hâkim bir noktada idi. Belki ’nda idi. 1826 ’da Yeniçeri teşkilâtı kaldırıldı­ Önceleri Eski ve Yeni odalar arasında bir yer­ ğında, bu kışlalar da tamâmen tahrip edilmiş, de bulunan bir konakta oturan yeniçeri ağası, betli-başiı binaları ortadan kaldırılarak, arsa­ şimdilik bilindiğine göre, Süleymaniye yanın­ ları üzer erine evler yapılmak sûreti ile, Ah- daki bu geniş konakta yaşamıştır. İçinde muh­ mediye ve Fevzi ye adları ile mahalle hâine ge­ teşem bir hünkâr köşkü, bir haremi, hama­ tirilmiştir. Eski odaların günümüze kadar ge­ mı, câmii, Tekeli köşkü denilen bir cihan-nülebilen tek hâtırası Şehzâdebaşı ’ndaki Acemi mâsı ve suçlu yeniçeriler için bir zindanı olan oğlanlar yeniçeri kışlasının bitişiğindeki ha­ bu saray 1660, 1749 ve 1774 yangınlarında ha­ mamıdır. Burası, kışla yıkıldıktan sonra, ma­ rap olmuş, her defasında, yeniden inşâ edilmiş halle hamamı hâline getirilmiş ve Acemoğlu ve bu arada bütün şehre hâkim bir de gözet­ hamamı adı ile tanınmıştır. Kara-Cehennem leme kulesi yapılmıştır. A ğa kapısı ortadan İbrahim A ğa ’nın top ateşi ile yıktığı Yeni kalktıktan sonra, Mahmud II. tarafından, bu odalardan ise, yuvarlak kemerli cümle kapısı kulenin yerini tutmak üzere, 1244 ( 1828 ) ta­ ile bunun yanındaki yalaklar yakın zamana rihinde Bayezid yangın kulesi inşâ ettirilm iştir. kadar duruyordu (resmî için bk. Tarih, III, A ğa kapısının harem kısmı ise, yeniden inşâ nşr. T .T . K., 1933, resim 155). Bu kışladan za­ edilmek sûreti ile, şeyhülislâmlık dâiresi hâline manımıza kadar gelen diğer bir hâtıra da Et- getirilmiştir ki, şimdi İstanbul müftülüğüdür. tneydanı adıdır ki, bu da her gün kışta ihtiya­ Yeniçerilerden başka, şehrin içinde, A yasofya cı için, „seğirdim çavuşu“ tarafından buraya ’nın cenûp cihetinde, denize doğru uzanan sa­ getirilen et istihkakı ile ilgilidir. Bu kışlala­ hada, Cebeciler kışlasının da bulunduğu bilin­ rın klâsik devir türk mimârîsindeki kervan­ mektedir, Denizcilik ile ilgili başlıca te’sisler sarayları andıran binalar olduklarına ihtimal gibi, deniz kuvvetlerinin kışlası ise, Kasımpaşa verilebilir, içinde 26 bölük barındıran Eski- ’da bulunuyordu. Kaptan paşalık makamı olan odalar yeniçeri kışlası 47 ocaklı oda, 33 bina asırlar boyunca çeşitli değişikliklere uğ­ ocaklı kerevet, zı çardak, bir tekke ve 26 radıktan sonra, bahriye nezâreti olarak yeni­ ahır ihtiva ediyor, burada bir kasr-ı hümâyûn den yapılmış olup, günümüzde hâlâ deniz kuv­ ve müteaddit kapılar bulunuyordu. Eski bir vetleri hizmetinde kullanılmaktadır, Divan-hâne haritadaki basit krokisinden (k rş. S. Ünver, denilen bu binanın az ilerisinde, ortasında Istanbul su yolu haritası, İstanbul, 1945, resim kubbeli büyük bir de câmii olan murabba 6 ), bunun bir avluyu çeviren hücrelerden iba­ biçimli büyük kışla ise, Cezayirli Haşan Paşa ret bir te’sis olduğu anlaşılıyor. Daha büyük ’ nın kapudan-ı deryalığı sırasında, 1197 ( 1783 ) olan ve Kıztaşı ile A ksaray arasındaki çukur ’de yaptırttığı Kalyoncu kışlasıdır. Şehrin gü­ arazide kurulmuş bulunan Yeni odalar kışlası nümüze kadar gelebilen bu en eski kışlası ise; Naşuh al -Silâh i ’nin İstan bul’u tasvir son yıllarda aynı planda, fakat yeni ihtiyaç­ eden minyatüründen anlaşıldığına göre (krş. lara uyacak şekilde, yeniden yapılmaktadır. A, Gabriel, Les étapes d'une campagne dans Diğer askerî sınıflardan cebecilerin kışlası



12 14 / 4 8



İsta n b u l ( t a r îh î e s E r LER).



Sûr-ı sultanî dışında, A yasofya ile Marmara sahili arasındaki sahada bulunuyordu. Topçu­ ların Galata cihetinde, Tophane’de kışlaları olmasına karşılık, top arabacılarının, büyük bir ihtimal ile, Şehremini, Ahırkapt ve Top­ hane ’de, yâni üç ayrı yerde kışlaları var idi. Yeniçeri teşkilâtının kaldırılması üzerine, Avrupa ’daki benzerleri gibi bir ordunun kurulması teşebbüsü İle birlikte, devri için çok yeni ve ileri sayılabilecek mükemmellikte büyük kışlalar inşâ edilmiştir. Haliç sahilinde Hasköy ’ün ilerisinde Selim III. tarafından inşâ ettiri­ len (12 0 7 = 17 9 2 / 17 9 3 ) Kumbaracılar kışlası bunlardan biridir. Burada kışla ile büyük bir de câmi yaptırılmıştır. Bunların en muazzamı Selimiye kışlası olup, esâsı Selim III. devrine âit olmakla beraber, Mahmud II. zamanında, bir cephesi kârgire çevrilmiş, diğer üç cephesi ise, Abdüimecid devrinde kargır yapılmak sûretiyle tamamlanmıştır. Karaca Ahmed cihetin­ deki esas cümle kapısı üstündeki tarihin 1243 ( 1827/1828 ) olmasına karşılık, diğer kapıları­ nın üzerlerinde 1*58 (18 4 * ), 1269 ( 1852/1853 ) tarihli uzun kıtâbeler vardır ( krş. M. Râif, Mir'ât-ı İstanbul, s. 80—84). Türk ordusunun toplanma ve sefere çıkması sırasında pâdişâhın ordunun geçit resmini seyrettiği büyük bir kışla da şehrin surları dışındaki Davudpaşa kışlasıdır. Burada âbidevî vasıfta kârgir bir de köşk bulunmaktadır. Son devirlere âit kış­ lalardan A bdülaziz’in yaptırdığı T aksim ’deki topçu numune alayı kışlası, Taksim gezisi­ ni açmak üzere, 1940 yıllarında yıktırılm ış; M açka’ daki A bd ü laziz’in bizzat çizdiği bir plana göre inşâ ettirdiği ve 16 ayda biten Silâhhâne Teknik Üniversite tarafından, son yıllarda değiştirilerek, kullanılmaktadır. A bdülaziz tarafından 1278 ( 1861/1862 ) ’de yap­ tırılan kitâbeii Gümüşsüyü kışlası şimdi Tek­ nik Ü niversite’ye (Makina ve Elektrik Fak .) âittir. Bu bina, Başbakanlık arşivindeki bir inşâ­ at masraf vesikasına göre, T aksim ’in arkasında 1270 (1863/1864) tarihinde Abdüiaziz tarafından yaptırılarak, Mecidiye kışlası olarak adlandı­ rılmıştır (N e v re s’in manzum tarihi hâlen içe­ ridedir ). Tcşkışla ise, bütün haşmet ve mima­ rî güzelliğini belli edecek surette tâmir edi­ lerek, Teknik Ü niversite’ ye tahsis edilmiştir (P . Bonatz, Eine Glückliche Architektenfakullaei, Baumeister, 1950, sayı 8, s. 481 —488 ). A yrıca Abdüıhamid devrinde Yıldız sarayı et­ rafında yapılmış kışlalar da vardır. 1306 ( 1888 /1889 ) da yapılan Orhanİye ve Ertuğrul kışla­ ları başlıca örneklerdir. Rami kışlaşı, Abdülhak M o lla ’nm yazdığına göre ( bk. Tarih-i livâ, yaz., Üniv. kütüp., nr. T Y , 2620, ve T Y 1609), Sultan Mahmud II. tarafından Eyüp



sırtlarındaki Râmî çiftliğinde „müceddeden“ inşâ edilmiştir ( 124 4= 1828/1829 ). Beyoğlu Topçu kışlası hakkında bk. Başba­ kanlık arşivi, Cevdet tas. 12 31 tarihli, nr. 10104. Bu kışlanın bir fotoğrafı için bk. Şehbal, 1326, say» 35 B i b l i y o g r a f y a t A . Süheyl [Ü n Ver ], Yeniçeri kışlaları ( İstanbul Şeh re­ maneti mecmuası, 1929, sayı 60, s. 4 18 — 4 2 2 ); 1, H. Uzunçarşılı, Osmanlı devleti teşkilâtında kapukulu ocakları (A nkara, J 943 ), I, 53 v. d., 84, bilhassa s. 238 v.d .; II, 1 1 , 38, 98. 5. T e r s a n e . İstanbul ’un fethine kadar Ge­ lib o lu ’da bulunan tersane te’sisîeri, İstanbul ’un alınmasından sonra, buraya nakle baştan­ mış ve Gelibolu yavaş-yavaş sâdece ikinci de­ recede bir anbar ve ikmâl merkezi hâlini al­ mıştır. İstanbul tersanesinin kuruluşu kademeli olarak cereyan etmiş ve ilk te’sisler Marmara kıyılarındaki eski Bizans limanlarından birin­ de kurulmuştur. Sultanahmed ’in cenûp tara­ fında bir semt adı olarak hâlâ yaşayan K a­ dırga limanı adı buradaki liman ve tersanenin son hâtırasıdır. Esası Fâtih devrinde çizilen, fakat XVI. asırda yapılan kopyaları ile tanı­ nan ve en eski baskısı Venedikli Vavassore ’ye izâfe edilen İstanbul manzarasında, burada gemi tezgâhlan ve inşâ hâlinde kadırgalar sa­ rih olarak görülür. Büyük İstanbul tersanesi­ nin kuruluşu Haliç içinde, G alata yakası ta­ rafında olmuştur. Galata sûrlarının dışında ve Kasımpaşa deresi denilen sel yatağının Haliç ’e karıştığı köşede tersanenin kurulduğu bili­ nir. Belki Fâtih Mehmed II. tarafından burada bâzı te’sisler yapılmıştır, fakat bu hususta müs­ bet bir bilgi edinmek kabil olmamıştır. Ter­ sanenin burada, Selim I. zamanında, Cafer Pa­ şa tarafından genişletildiğine dâir bir kayıt vardır (H oca Sâdeddİn, Tâc al-tavârih, II, 229). Fakat burasının yeniden imârı ve bu arada Kasımpaşa kasabasının da gelişmesi K a­ nunî Süleyman devrinde, kapudan-ı deryalık makamının ihdasından itibaren başlamıştır. 950 ( I 543 ) ’de ölen Güzelce Kasım P a ş a ’nm bu husûsta himmeti büyük olmuştur. Buradaki divan-hâne Ahmed 111. tarafından 113 5 (172 2/ 17 2 3 ) te yeniden yaptırılmıştır ki, bu binanın mimarî tertibi hakkında bilgi edinmek müm­ kündür. Fakat Mahmud II. devrinde bu binâ yıktırılarak, önce araziye kazıklar çakılm ış; sonra da muhteşem bir binâ kurulmuştur. Bir taraftan da buradaki tersane gözleri devamlı olarak büyütülmüş, nihâyet XVIII. asır sonla­ rından itibâreıı de, büyük kârgir havuz gözle­ rinin inşâsına başlanmıştır. Havuzların Kasım­ paşa kapısı üstünde Sultan Selim III. ’in adı



İSTANBUL (TARİH İ ESERLEft).



¿214/44



ile, ız 17 (18 02/18 03 ) tarihini veren bir kitabe vardır. Kasımpaşa tarafındaki ilk havuz (havz-ı a t îk ), Selim 111. zamanında yapılarak, 1292 ( 1 8 7 5 ) ’de Abdülaziz devrinde genişletilmiş, ortadaki Mahmud II. tarafından 1241 (18 2 5 / 1826 ) ’de yapılmış, nihayet Azapkapısı tarafın­ daki son havuzun açılmasına 1273 ( 1856/1857) ’te, Abdülmecİd devrinde başlanarak, 1286 (1869/ 18 7 0 )’da tamamlanmıştır. A yrıca havuzların Azapkapısı tarafında da, hâlâ duran, 1274 (1857) tarihli kitabem olan bir kapı yapılmıştır. Maa­ lesef havuzların tarihlerini veren ve tanınmış hattatların eseri olan uzun kitabeleri yakın tarihlerde silinmiştir. Divan-hâneden ileride, Haliç ’in iç taraflarına doğru, birçok gözler, mahzenler ve ambarlar mevcut olup, bunların tersanenin büyümesini belirten kitabeleri var­ dır. Burada ayrıca bilhassa yabancı seyahat­ namelerde adı sık-sık geçen tersane zindanı da bulunuyordu. Yabancı kaynaklarda bagne veya bagno denilen bu forsa zindanı, Câmi-altı de­ nilen yere adını veren camiin az ilerisinde idi. 1 1 1 9 ( 1 7 0 7 ) 'da Çorlulu A li Paşa tarafından yaptırılan ve Mahmud II. ’un yeniden yaptır­ dığı fevkani cami 13 14 (1896/1897 ) ’te tekrar inşâ olunmuştur. İçinde bir çarşı ile katolik ve ortodoks kiliseleri de bulunan bu zindanın (bir tasviri için bk. Ch. Mac Farlane, Cons­ tantinople et la Tnrguie en 1828 et 1829, Pa­ ris, 1829) ilerisinde de tekrar tersane gözleri, bâzı binalar ve darağacı denilen ilki 1189 { 1775 ) ‘d*1 yapılmış olan, fakat 1209 (1794/ 1795 ) ’da tekrar yapılan büyük bir „maçuna" bulunuyordu. Bunun Yesârt-zâde İzzet Efendi tarafından yazılan gayet büyük bir taşa iş ­ lenmiş kİtâbesi hâlâ durmaktadır. Nihâyet bu­ rada tersâne veya Aynalıkavak sarayının ter­ saneye verilen arâzisinde 1220 (18 0 5 ) ’de V âlide kızağı, Taş-ktzak ve Ağaç-kızak adlarındaki te’sisler kurulmuştur ki, hâlâ faâl durumdadır. Bu geniş tersâne, cumhuriyet devrinde, deniz kuvvetleri tersânesinin İzm it’e nakli üzerine, Seyr-i sefain ( sonra Denizcilik bankası) ’e in­ tikal etm iştir; yalnız Divan-hâne ve çevresi ile Kasım paşa’da Kalyoncular kışlası hâlâ de­ niz kuvvetlerinin elinde bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : A . Haydar Alpagut, Marmara ’ da Türkter ( İstanbul, 19 41), s. 10 5 —15 7 ! İ* H. Uzunçarşılı, Osmanfı dev­ letinin merkez ve bahriye teşkilâtı (A n k a ­ ra, 1948), s. 396—399-



. rek, tarihlere Ş a r a y-ı a t i k ( Eski saray ) adı ile geçen manzûme inşâ olunmuştur. Hayli geniş bir sâhaya yayılan çeşitli köşklerden, müştemilât yapılarından ve hamam, mutfak v. b. gibi hizmet binalarından meydana geldi­ ği anlaşılan bu manzumeden hiç bir iz kalma­ dığı gibi, tertibi ve içindeki binalar hakkında da sarih bilgilere sâhip bulunmayoruz. Ancak bâzı eski İstanbul harita ve planlarında müp­ hem surette teferrüâtı işlenen bu saray manzfimesinin bir kısmının Kanunî Süleyman dev­ rinde ifraz edilerek, bu arsa üzerinde kısmen Süleymaniye câmiinin yapıldığı bilinir. Seras­ kerlik dâiresi olarak bu sarayın yerinde 1866 ’da inşâ olunan bugünkü Üniversite merkez binâsının etrafını çeviren duvarların hemenhemen eski sarayın bahçe duvarlarının yerinde olduğuna ihtimal verilebilir. Nitekim sarayın dışarı açılan cümle kapısının yerinde şimdiki Üniversite giriş, kapısı bulunmakta, yan kapı­ lardan birinin karşısında, Takvimhâne caddesi üzerinde, Kaptan İbrahim Paşa câmii, diğeri­ nin karşısında da ( Mercan ’d a ) A ğa câmiinin yerinde yapılan A lî Paşa câmii bulunmaktadır. Dördüncü kapısının karşısında ise Süleymani­ ye câmii vardır. Böylece Eski sarayın en dış sınırının çerçevesi tâyin edilebilmektedir. Pek sevilmeyen ve Ölen sultanların zevce ve, göz­ delerine tahsis edildiği için, biraz meş’um bir hâtırası olan bu saraydan bilinen tek husus Bayezid câmii karşısındaki cümle kapısının, Bâbıâlinin A la y köşkü tarafındaki kapısı gibi, geniş saçaklı barok bir kapı şeklinde olduğu­ dur. Fâtih Mehmed İL, pek az sonra, Sarayburnu’nda Yeni sarayı (S aray -ı cedîd) yap­ tırm ıştır ki, önünde toplar bulunduğundan, Topkapı sarayı denilen ve sâhilde bulunan bir sarayın adı sonradan bütün bu manzumenin adı olmuştur. 2. Y e n i s a r a y . Şehrin birinci tepesinde kurulan bu sarayın ( Saray-ı ced îd ) arâzisı, takriben 1.400 m. uzunluğundaki bir sûr ile çevrilmiştir. Bu duvarın 883 ( 14 7 8 ) ’te yaptı­ rıldığı bilinmektedir. Haliç ve Marmara kıyı­ larında, şehri öteden beri çeviren Bizans devri­ nin sâhil sûrları ile birleşen bu tahkimata Sûr-ı sultânî denir. Sarayın geniş arazisinin kara cihetinden tecridini sağlayan ve tehlike vuku­ unda sarayı koruyabilecek kudrette olan bu sür 25 ’i dört köşeli, 2 *si sekiz köşeli, 1 ’i ise, dokuz köşeli 28 kule ile takviye edilmiş idi. Marmara tarafında Otluk kapısı ile Haliç ta­ II. S a r a y l a r . rafında Demir kapıdan başka, küçük ölçüde 1. E s k i s a r a y l a r . Şehir fethedildiğin- beş koltuk kapısına (bîri şimdi S irk e c i’de de, Fâtih Mehmed ilk saray yeri olarak Fo­ PTT atölyesinin girişi, diğeri ise, A lay köşkü al­ rum Tauri ’nin bir kısmını seçmiş ve şehrin tındaki k a p ı) sâhip olan bu tahkimâtm esâs ortalarındaki bu yerin etrafı duvar ile çevrüe- girişi A yasofya arkasındaki Bâb-ı hümâyûnl*Um



Anaiklopediıl



80



İ 2 IŞ /S O



İSTANBUL (TAR İH Î ESERLER).



dur. Muhteşem kemerinin içinde harikulade bir yazı ile yazılmış kitâfcesi olan bu kapının evvelce üzerinde bir köşk bulunduğu bilinmek­ tedir. Bu köşkün , kal diril ması ve bilhassa 1285 (1868 ) ’te, yan hücrelerin mermer kaplanması ile, bu kapının dış görünüşü hakikî nisbetlerini ve güzelliğini kaybetmiştir. Bu duvarların içindeki sahada 1472—1478 yıllarında başlayan ilk inşâat, her devirde ilâ­ veler ile, genişliyerek, geçen asrın ortalarına kadar devam etmiştir. Edirne sarayının bir benzeri olan, onun tertibini, hattâ kasr ve köşk adlarını tekrarlayan Yeni saray 699.000 mz Hk bir sahaya yayılan kasr, köşk, devlet dâire­ leri ile çeşitli saray halkına mahsus koğuş ye binalardan Lir çok câmi, kütüphane ve muaz­ zam bir mutfaktan meydana gelmiş idi, F â ­ tih ’in yaptırdığı ilk binalara Bayezid II. ilâve­ ler yaptırmış, XVI. asırda saray çok kalabalık­ laşınca, yeni bir çok binalar eklenmiştir. Fa­ kat klasik devrin yapı hususiyetlerini göste­ ren bu X V .—XVI. asır binaları sonraları yeni bir takım ilâveler ile sarılmıştır. Burada inşâ olunan son köşk Atdülm ecid ’in tamamen A v ­ rupa üslûbunda yaptırdığı Mecidiye kasrıdır. Yeni saray, birinci avlu denilen ağaçlı sa­ hanın içinde, başlıca iki yerde toplanan binâlar ile, bu bahçenin muhtelif yerlerine dağıl­ mış münferit kasrlardan, köşklerden, hizmetli­ lere mahsus dâirelerden meydana gelmiş bir şehir gibi idi, Tam Sarayburnu’nda, sahilde bulunan yazlık saray kısmını teşkil eden bi­ nalar 1863 ’teki yangında harap olduktan son­ ra, ortadan kaldırılmış ve demir-yolu yapı­ lırken, son izleri de silinmiştir. Bu sahildeki manzumeden, Bahk-hâne kasrı, Mimar Davud A ğa tarafından yapılan İncili köşk veya S i­ nan Paşa köşkü Selim I, için yapılan MermerKöşk, Kâğıt Emini kulesi, Bamyacılar kas­ rı, Gülhane kasrı, Haşan Paşa köşkü, tam Sarayburnu ’nda olan Topkapısı sâhil sarayı, Bostancıbaşı köşkü, saray kayıkları müstahdeminine âit Hamlacılar ocağı, Sirkeci istasyo­ nuna doğru bir yerde bulunan ve : kapudan-ı deryâ ile pâdişâhın vedâlaşmasmda kullanı­ lan Yalı köşkü gibi binalar son asır içinde ortadan kalkmıştır. ( T opkapı. sâhil sarayı ile Cebeciler veya Yalı köşkünün resimleri için bk. Jouannin-Van Gaver, Turyuie, levha 44 ve 48 ). Sahildeki yapılardan Sinan Paşa ’nm yaptır­ dığı, kısmen sûr duvarları üzerinde olan İncili köşkün alt kısmındaki kemerler hâlâ durmak­ ta ve eski bir gravür bu köşkün esas mima­ rîsini göstermektedir ( Choiseul-Gouffier, Koyage pittoresque dans l’Empire ottoman, II, lev ha. 72; Jouannin-Van Gaver, Turçuie, levha 55 ). Son yıllarda burada yapılan araştırmalar­



da kasrın iç süslemesine âit çiniler de bulun­ muştur. Yine sûr üstünde ve saray kayık-hânesiae âit gözlerin üzerinde inşâ edilmiş bulunan esası belki Bayezid II. devrine âit olmakla be­ raber, Sultan İbrahim ’in yeniden yaptırdığı ve birçok defa değişikliğe uğrayan, genişletilen Sepetçiler kasrı ise, tezyinatlı bir tavanı son otuz yıl içinde yok olmuş, 1964 ’te, tâmir edilmek üzere, binanın bütün sol kanadı indi­ rilmiştir. Sarayın ilk avlusunun içindeki köşklerden yalnız iki tanesi iyi bir durumda zamanımıza kadar gelmiştir. Bunlardan biri 877 ( I472 ) ta­ rihlerinde yaptırılan ve Sırça saray da denilen Çinili köşk, diğeri ise, cadde üzerinde, sûr üstünde 1 8 1 0 ’da, Mahmud II. tarafından barok ile empire karışığı bir üslûpta yaptırılan A lay köşkü ’dür. Çinili köşk, gerek plan, gerek iç tezyinat bakımından, tamamen orta A sya türk mimarî geleneğine uygun bir binadır. Murad III. devrinde bir tadilât görerek, bir odasında 1590 tarihinde havuzlu bir çeşme yapılmış, 1875 ’te ilk müze burada kurulurken, büyük ölçüde değişiklik, hattâ tahribat yapılmıştır. İki katlı olan köşkün plan tertibi kubbeli bir avlu so­ fasına açılan dört eyvan ile köşelerde odalar tertibine uygundur ki, aynı esas daha mütevazi olarak, türk evlerinde de tatbik edilmiştir. İçeride bâzı yerlerde altın damgalı mavi çini­ lerin kaplı olmasına karşılık, esas cephede tezyini bir ifâdeye sahip yine çiniden yapılmış muhteşem yazılar görülmektedir. 1225 ( 18 10 ) tarihinde daha eski bir köşkün yerinde inşâ ettirilen A lay köşkü, adından da anlaşılacağı gibi, geçit alaylarının seyri için yapılmıştır. Cadde üzerindeki pencerelerinin kemerlerinde İzzet ’in siyah taş üzerine altın yaldızlı madenî harfler ile yazılı olan manzum kitabesi vardır. Vekiller .heyeti kararı ile, 3 nisan 19 2 4 ’te müze hâline getirilen bu saray, saltanatın son devirlerinde, husûsî izin ile, yabancılar tarar fmdan ziyaret edilebiliyordu. Cumhuriyet dev­ rinde mimar Zühdü tarafından yapılan bîr tâmirden sonra, 19 2 7 ’den 19 40’ a kadar tanzim edildikçe, yeni kısımlar açılmış, 1940 ’tan iti­ baren de geniş ölçüde tâmirlere girişilm iştir. Halli çok zor meseleler ile karşılaşılan bu tâ­ mirler sırasında çok harap bâzı kısımlar kur­ tarılmış, fakat saraydaki hayatı aksettiren, bâzı hususiyetler maalesef yok edilmiştir. Bu arada umulmadık bilinmeyen bâzı kısımlar da mey­ dana çıkmıştır. Nitekim şehzâdeler mektebinde çok geç devre âit tavanın içinde hârikulâda nakışlar ile süslü, ahşap kubbeli bir tavan bulunduğu görülmüştür. A lay meydanı denilen, birinci avlunun (eski hâli için, bk. Melling, Voyage pittoresque ) sağındaki defterdar dâire­



jSTANBUL



(TA R İH Î ESERLER).



si ile solundaki iç cebe-hâne ( eski A y a Eirene k ilisesi) arasından geçen bir yol ile, çifte kuleli O rta kapıya ulaşır. B âb al-salâm adı verilen bu kapının esası, belki Fâtih devrinden olmakla beraber, Kanun! devrinde kuleleri değiştirilmiş, Mustafa ID. zamanında da iç tarafına geniş saçaklı bir revak yapılmıştır. Bu kapıdan ge­ çilen ikinci avlu, Saray-ı cedidin esas hudu­ dunun başladığı yerdir. İkinci avlunun sağ ta­ rafında dolap ocağı, Marmara’ ya bakan hudu­ du boyunca uzanan ve Mimar S in a n ’ın yaptığı mutfaklar, aşçılar koğuşu, hamamı, câmii, ay­ rıca vekil-İ harç dâiresi ve yağ-hâne bulun­ maktadır. Avlunun solundan yokuşlu bir yol has ahıra ( Baltacılar koğuşu), Raht hâzinesine ve Beşir A ğa tarafından yaptırılan camie iner. Avlunun sol tarafındaki revakların nihâyetin­ de, sadrâzamın riyasetinde vezirlerin toplan­ dığı ve uzun süre, devletin idâre edildiği Kubbe-altı denilen iki kubbeli dâire vardır ki, burası da Kanunî zamanında yapılmıştır. Kubbe-altı ’mn arkasında, saraya ve hattâ şehre hâkim murabbâ, yüksek bir kule vardır. Sarayın gözetleme kulesi.olan bu binanın esa­ sı Fâtih zamanında yapılmış, fakat sonraları çok değiştirilm iştir. Abdülmecid devrine ka­ dar yukarı kısmının ahşap olduğu eski fotoğ­ raflardan ve diğer resimlerden öğrenilmekte­ dir. 1860 ’tan sonra, bu kulenin üst kısmı, şim­ diki şekli ile, pencereli olarak, yeniden inşâ olunmuştur. Kubbe-altı ’nın yanındaki bir ka­ pıdan H arem ’e geçmek kabildir. Kubbe-altı ’nın sağ tarafında ise, iç defterdarlık dâiresi bulunmaktadır. îkinei avlunun nihayetinde bu­ lunan ve Üçüncü avlu veya Enderun ’a g e çiş sağlıyan büyük kapı ise, Ak-ağalar kapısı adı ile tanınır. Şimdiki şekli ile Selim III. zama­ nında yapılan bu kapının geniş saçağı altına yerleştirilen tahtın önünde biat, bayram mera­ simleri, ayak divanları yapılır, bâzı hâllerde de sancak-ı şerîf buraya dikilirdi. İki yanında A ğ a dâiresi ve A k-ağalar koğuşu binaları bu­ lunan bu kapının iç tarafında uzanan Üçüncü avlunun içinde esası Fâtih devrine âit olmak­ la berâber, sonraları değişmiş, hattâ iç süsle­ mesi ve kapıları XIX. asır üslûbunda yenilen­ miş Arz odası vardır. E trafı revaklı, çok ge­ niş bir saçakla çevresi muhafaza edilmiş ve duvarları çiniler ile kaplı olan bu güzel bina bilhassa elçilerin ve vezirlerin kabûiünde kul­ lanılmıştır. Arkasında Akmed III. tarafından 1 1 3 1 ( 1 7 1 8 / 1 7 1 9 ) ’de inşâ olunan Enderun kütüphanesi sarayın bir çok kütüphanelerinin en büyüğü ve en güzelidir. Üçüncü avlunun sağ tarafında Enderun mektebi, meşk-hânesi, seferli koğuşu ile şimdi hazîne olan, esâsı Fâtih devrine âit köşk ile, Selim II, devrine âit bir



1214/51



hamam kalıntısı, solda ise, Silâhdâr hazînesi ve mukaddes emânetlerin muhafaza edildiği dört kubbeli H ırka-i saadet dâiresi bulun­ maktadır. Son asır içinde Saray-ı cedidin hemen-hemen tamâmiyle padişahlar tarafından terkedilmesine rağmen, bunların muayyen za­ manlarda husûsî bir merâsim ile açılan Hırka-i saâdet dâiresini ziyâret ettikleri bilinir. Bu­ rada sol tarafta, avluda eğri bir şekilde du­ ran tonozlu A ğalar eâmîi yardır. Bu câmi tâmir edilmiş ve sarayın muhtelif dâire ve oda­ larındaki dolaplarda duran dağınık kitaplar burada toplanarak, bir merkezî kütüphane (Topkapı sarayı kütüphanesi) hâline getiril­ miştir. Camiin arkasında, Haremin ikinci gi­ rişinin hemen yanında bulunan ve Ak-ağalar koğuşuna bitişik çok küçük kargır binâ ise, sultanın yemeğinin husûsî surette hazırlandığı „Kuşhânedir", Üçüncü avlpdaıi, hafif iiiıişlî iki yol ile, Dördüncü avluya înitfnektedir. Bun­ lardan sağdakinin iki tarafında Kilerli koğuşu (şimdi müze müdürlüğü ve idâre.), ile Hazîneli koğuşu, diğerinin sol tarafında Emânet hazî­ nesi dâiresi bulunmaktadır. Sarayburnu’nun yüksekçe bir sekisinin sön ucu olan Dördüncü avlu geniş bir bahçedir. Buraya Lâle bahçesi denilmekte ise de, doğrusunun Lala bahçesi olması lâzım geldiği, haklı olarak, ileri sürül­ müştür ( krş. R . Ekrem Koçu, Topkapı sarayı, İstanbul, t s., s. 104 ) ,B u bahçeyi daha aşağı­ daki diğer bir bahçeden ayıran set duvarı kenarındaki bodur, murabbâ kule, Baş-lala veya Hekim-başı kulesidir. Saray için lüzumlu ilâçlar burada hazırlanıp, muhafaza edilirdi. Bunun az ilerisinde, set duvarı üzerinde çıkın­ tı teşkil eden Sofa veya Mustafa Paşa köşkü, XVIII. asır başlarında yapılmış, 1 75 2 ’de tâmir görmüştür. Köşk aydınlık, ferah ve her tarafı Avrupa te’sirli nakışlar ile süslü, fakat umûmî havası ile, eski türk köşkleri geleneğine uy­ gun bir mimarîde, değerli bir san’at eseridir. Avlunun sol tarafında, bir merdiven ile çıkılan büyük bir taşlık ile burada Hırka-i saâdet dâiresinin geniş revakları Önünde zarif bir havuz vardır. Merdivenin hemen yanında bu­ lunan ve S arık odası da denilen Revan köşkü, 1635 ’te Murad IV. tarafından yaptırılarak, muhteşem surette tezyin edilmiştir. Dolapla­ rındaki XVIH, asırda toplanan el-yazmaları ise, A ğalar câmiindeki kütüphaneye nakledil­ miştir. Taşlığın sağ tarafında, B o ğaz’a. ve Haliç ’e hâkim bir noktada, sarayın bugün mevcut binaları arasında en muhteşemlerinden biri olan 1049 (* 6 3 9 )’da B agdad ’ın Murad IV, tarafından ikinci defa fethi üzerine yapılan Bagdad köşkü bulunur. Bu, eski türk gelene­ ğine sâdık mimarîsi, içini ve dışını kaplayan



İ2İ4 /ÎÎ



İSTANBUL (TA R İH İ ESERLER).



çinileri, kubbe ve tonoz nakışlan, sedef kak­ malı kapı kanatları ile, bir şaheserdir. T aşlı­ ğın şehre ve Haliç ’e bakan tarafındaki kor­ kuluğundan konsol şeklinde dışarı taşan altın yaldızlı bronzdan yapılmış bir kameriye var­ dır. Dört ince mâdeni sütuna dayanan ufak bir kubbe ile bîr saçaktan ibaret olan bu zarif eserin saçağına uzun bir kaside hakkedilmİştir. Böylece buranın Sultan İbrahim tarafından yaptırıldığı ve iftar yeri olarak tasarlandığı Öğrenilmektedir. İftariye kameri­ yesinin altında arazi hayli çukurda olup,burası evvelce sarayın İncirlik denilen bahçesi idi. Taşlığın sol tarafında, H ırka-i saadet dâiresi revakına bitişik küçük dâire de, sarayın en güzel ve san’at bakımından en değerli kısım­ larından kiridir. Sünnet odası denilen bu dâire de Suttan İbrahim tarafından 16 4 1 ’de yaptırı­ larak, harikulade çiniler ile süslenmiştir. A n­ cak bu çinilerin XVI, asra âit olduğu ve bu­ rada ikinci defa kullanıldığı tesbit edilmiştir ( krş. K . Erdmann, Die Fliesen am Sünnet



Odası des Topkapı Saray, Festschrıft Kühnel, Berlin, 1959, s. 144 — 15 3 ). A yrıca pencere içlerine çeşmecikler yapılmış, buraya da uzun bir kasîde yazılmıştır. Dördüncü avlunun Marmara ’ya bakan tarafında, belki Fâtih dev­ rine âit bir köşk bodrumunun üstünde ve bil­ hassa Anadolu yakası ile denize manzarası olan bir noktada, Çadır köşkü ile Abdülmecid tarafından Mecidiye kasrı inşâ olunmuştur. Tamamen A vrupa mimârİsi üslûbunda olan bu küçük saray binası, Arz odasının içindeki bâzı kısımlar ile, Sarây-ı ced îd ’de yapılan son inşâattır. A ynı zamanda yanında Esvab odası denilen küçük bir binâ ile, Sofa câmü adı ve­ rilen minareli küçük bir de câmi inşâ olun­ muştur. Yeni köşk de denilen Mecidiye köş­ künün önünden aşağıya, inen yol bir kapıya ulaşmakta ve buradan da bugün Gülhane parkı denilen Sarayburnu bahçesine çıkılmaktadır. Aşağıda, tam Sarayburnu mmtakasında bulu­ nan, aynı yukarıdaki manzûme gibi, birçok oda, dâire, avlu, köşk ve kasırlardan meydana gelen esası Ahmed III. ile Mahmud I. tarafın­ dan yaptırılan yazlık saray ise, büyük bir ta­ mirden pek az sonra, 1280 ( 1 8 6 3 ) ’ de yanmış ve kalıntıları da demir-yolu yapılırken, tama­ men kaldırılmıştır. Bu saray manzumesini muhtelif devirlerdeki mâmur hâli ile gösteren eski resim, hattâ fotoğraflar vardır. Harem denilen ve sarayın İçinde başlı-başına ayrı bir manzume teşkil eden kısmın ikinci avluya Kubbe-altı yanından açılan 996 ( 1588 ) tarihli Araba kapısı denilen esas girişinden başka, Üçüncü avluda Ak-ağalar dâiresi ya­ nında Kuşhane kapısı ve Raht hazînesinin ar­



kasından dışarı parka açılan bir de Şal ka­ pısı vardır. Araba kapısının yanında pâdişâhın hizmetine bakan Zülüflü ağalar koğuşu bulun­ maktadır. Bunun esâs kısmı ortası avlulu, et­ rafı revaklar ile çevrili bir bina halindedir. Zülüflü baltacılar dâiresi ile H ırka-i saadet dâiresi arasındaki sahada bulunan Harem, me­ yilli bir arazi üzerinde kurularak, 400 yıl bo­ yunca, devamlı ilâve ve değişiklikler ite, bu­ günkü görünüşünü almıştır. X V . ve X V I. asır­ lara âit esas kârgir binaların, saray halkının devamlı artışı sebebi ile, yer ihtiyâcı yüzün­ den, ahşap, bâzan da kârgir ekler ile değiş­ tirildiği, bölündüğü, yeni ihtiyâçlara uydurul­ duğu anlaşılmaktadır. Harem 250 kadar oda, hamamlar ve aralarda bulunan avlulardan mey­ dana gelmiştir. Harem idâresine me’mur Dârüs-Saâde ( Kara-ağatar ) dâiresi, câriyeler dâi­ resi ve hastahânesi, veliahd ve vâlide sultan dâiresi, şehzâdeler dâiresi, gözdeler dâiresi gibi, her biri bir çok ktsımlardan mürekkep müteaddit dâirelerden başka, burada başlıbaşına bir manzûme teşkil eden bir de Hünkâr dâiresi bulunmaktadır. Bu manzume içinde, Osman III. köşkü, Abdülhamid I. ve Selini III. dâireleri, mimarîleri ve süslemeleri ile, dikkati çeken kısımlardır. Bu arada esası Mimar Sinan tarafından yapılan, fakat sonraları çok değiş­ tirilen Hünkâr hamamı veya Murad III. odası gibi kısımlar, Ahmed i. kütüphanesi ve A h­ med III. yemek odası gibi, küçük, fakat bil­ hassa iç süslemesi bakımından, son derecede zengin dâireler de vardır. Osman III. köşkü­ nün önündeki Havuzlu taşlık denilen sekinin altında ise, XVI. asır mimarisinin muhte­ şem bir numûnesi olan ve Mimar Sinan ta­ rafından yapıldığı bilinen tonozları kalın pa­ yelere oturan, bir yüksek bodrum vardır ki, ortasında hayli geniş bir havuz bulunmakta­ dır. Bu havuzlu yerin iki tarafında evvelce mâmur birer iç bahçe olduğu da anlaşılmak­ tadır. Harem, 100 yıldan fazla bir zaman önce, hemen-hemen terkedilmiş olmakla beraber, bâ­ zı dâirelerde yaşlı emekdarların son günlerini geçirdikleri ve hattâ Meşrutiyete kadar bura­ larda yaşayanların olduğu bilinir. Bu zaman içinde, Son sâkinler, Haremin oda ve dâireleterinde kendi ihtiyaçlarına göre, bâzı kötü tâ­ diller yapmışlardır. Bilhassa bâzı dolapların, yiyecek muhâfazası İçin, teneke kaplanması, na­ kışlı ahşap akşamın yağlı boya ile boyanması v. b, bu son devrin İzleridir. Harem ayrıca du­ varlarındaki çeşitli devirlere âit çinileri bakı­ mından da türk sa’natı içinde başlı-başına bir mevki tutacak kadar zengindir. Sarayda toplanmış olan çeşitli eşya, muh­ telif bölümler hâlinde toplanarak, teşhir edil­



İSTANBUL (TARİH Î ESERLER).



mektedir. Bunların arasında Çin veya Avrupa porselenteri, silâh ve elbiseler, arabalar v.s. gibi doğrudan-doğruya sarayda bulunan eşya koleksiyonları olduğu gibi, taş kitabeler, çini* ier v.s. gibi dışardan toplanmış eşya da bu­ lunmaktadır (E . Zimmermann, Topkapı sara­ yında es/d Ç in porselen/eri, türk. ve alm., Beriin-Leipzig, 19 30 ; İ. H. Uzunçarşılı, Topkapı sarayı müzesi mühürler seksiyonu reh­ beri, İstanbul, 1959} T. ö z , Türk el işleme­ leri ve resim dâiresi, Güzel sanatlar dergisi, 1942, IV, 29—5 2 ; H. Stöeklein, Dİe W affen schaetze İm Topkapu .Sarayı, A r s Islamica,



1934, 1, 200—218). Doğrudan-doğruya saraya âit olmayan bu çeşit koleksiyonların saray dışında teşhiri, belki, kendi başına bir tarih olan muazzam manzumenin havasım muhafaza etmek bakımından yerinde olur. Topkapı sarayının tek büyük ve müstakil kütüphanesi, Ahmed III. tarafından 1 1 3 1 ( 1 7 1 9 ) tarihli vakfiye ile te’sis olunan Enderun kütüphânesidir. Fâtih ve Ahmed I. tarafından kurulan kütüphaneler dağılmış, bunların bâzı kitapları, harem-i hümâyûn kaydı iie, başka kütüphanelere mâl edilmiştir. Yukarıda da işâret edildiği gibi, Ağalar camiinde toplanarak, Yeni kütüphane adı verilen yerde, başlıca şu kütüphaneler bulunmaktadır : Hazine (2.999 ki­ tap, 632 ’si gayri İslâm î), Emânet hazînesi (3 .119 kitap, bilhassa eilt ve tezhipleri çok zengin), Mahmud I. ’un kurduğu, Osman III. ve Mustafa III. ’ nın zenginleştirdiği Revan köşkü ( 2.083 k ita p ), ekserisi basma olarak, Mehmed Reşad V. 'm (1.032 kitap) ve Mahmud II. *un ik­ bali Tiryal Hanım (98 kitap) kütüphâneleri. A yrıca Yeni kütüphaneye, Hazîne, Kiler, Seferli, Baltacılar, Aşçılar ve Sofa ocağı koğuş­ larındaki dolaplardan toplanan 1.235 kitap ile, çok sayıda yeni kitaplar da katıldığı gibi, Fahri [Türkkan] P a ş a ’nın Medine’ den getir­ diği Abdülhamid I., Mahmud 11., Hacı Beşir Ağa ve Şeyhülislâm A rif Hikmet Bey vakfı olan 566 kitap da ilâve olunmuştur. Sarayın kütüphanelerindeki hırıstiyan elyazma!arı öteden teri ilgi uyandırmış ve bu hususta araştırmalar yapılmıştır ( E . Jacobs, Untersuchungen zur Geschichte der Bibliathek im Serai, Heidelberg, 19 13 ; A . Deissmann, Forschungen und Funde im Serai, Berîin-Leip-



zig, 1933 ), Saraya âit el-yazmalarının katalog­ ları ise, aon yıllarda bastırılmağa başlanmıştır {E . Karatay, Topkapı Sarayı müzesi kütüpha­ nesi türkçe el-yazmalar kataloga, İstanbul, 1961, 2 c ilt ). Yine saray kütüphanelerinde muhafaza edilen ve albüm hâlinde toplanmış yüzlerce min­ yatür, resim, yazı, tezhip ve hattâ Avrupa resmi de son yıllarda incelenerek, bunlara dâir araş­



«> 4 /53



tırmalar yapılmaktadır. Sarayda toplanmış olan resmî vesikalar, tâmir edilen A şçılar dâiresin­ de yeniden tanzim edilmektedir. Buradaki ve­ sikaların evvelce başlanan katalogu ( Topkapı Sarayı müzesi arşivi klavuza, İstanbul, 1938— 1940, 2 cilt ) tamamlanmadan kalmış ve arşi­ vin tertibi değiştiğinden, bu katalog ehemmi­ yetini kaybetmiştir. Arşivde mevcut Kırım ve Türkistan hanlarına âit muhtelif yarlıklar ise ayrıca işlenmiştir ( krş. A . N. Kurat, Top-



kapı Sarayt müzesi arşivindeki Altınordu, Kı­ rım ve Türkistan hanlarına ait yarlık ve bi­ tikler, İstanbul, 1940 ). Saray arşivinden İsken­ der Hoçi Bey ’in âriyet alıp, Atina ’ ya götürdü­ ğü 189 vesika, orada vârislerinden, R. Eşref Onaydın tarafından satın alınarak, 1956 ’da tekrar saray arşivine hediye edilmiştir ( krş. Ruşen Eşref Onaydın arşivi, İstanbul, 1958 ). B i b l i y o g r a f y a t A . Şeref, Topkapı saray-ı hümâyûnu { T O E M, 13 2 6 ,!, 265—299, 329—364 ve 1327, II, 393—421, 457—483, 5 2 1 - 5 2 7 , 5 8 5 - 594 , 6 49 -6 57, 7 13 —730 ; A . Refik, A rz odası ( T O E M, 1 332, V il, n o — 116 );a y n . mil., Enderun kü­ tüphanesi ( T O E M, 1332, VII, 236—2 4 1 ) ; ayn. mil., S o fa köşkü { T O E M, 1333, VIII, 209—2 14 ) ; Topkapı müzesi rehberi (İstan­ bul, 1925, türk. ve frns.) ; H. Edhem, Topkapı sarayı ( İstanbul, 19 31, türk. ve frns.) B. Mitler, Beyond the Sublim e Porte { New Haven, 1 9 3 1 ) ; N. M. Penzer, The Harem (London, 19 3 6 ); B. Miller, The Palaca School o f Muhammed the Conqueror ( Camb­ ridge Mass., 19 4 1 ) ; E. H. Ayverdi, Fâtih devri mimarîsi ( İstanbul, 1953 ), s. 289 v. dı ; K. Baykal, Enderun tarihi ( İstanbul, 1953 ) ; Melek Celâl Lampe, L e vieux sérail des sultans2 (İstanbul, 19 6 3 ); R. E. Koçu, Topkapı sarayı ( İstanbul, ts.) ; E. Mamtoury, Le harem des sultans ( Illustration, 1930, nr. 4553, s. 226 v.d.); T. Öz, Hırka-t saadet da­ iresi ve Emanat-ı mukaddese ( İstanbul, 1953 ); H. Edhem ve G. Migeon, Les collections du Vieux Sérail {S y r ia , 19 2 1, II, 9 1— 10 2 ) ; T. Öz, The Topkapı Saray Museum, SO Mas terpieces ( Ankara, ts.) ; La Turquie kemaliste, 1937, sayı 17, s. 2 —7 ; İ. Baykal, Topkapı Sarayı kitaplıkları ( Güzel sanatlar dergisi, 1949, VI, 75—8 4 ) : Ş. Yenal, Topkapı Sarayı müzesi Enderun kitaplığı ( ayn. esr., s. 85—9 0 ); Z. Orgun, Kubbaalü ve yapılan merasim {ayn. esr.,s. 91 —1.08); A. Bikkul, Topkapı sarayında has ahır { ayn esr., s. 118 —13 1 ); T. ö z , Topkapı Sarayı mü­ zesi onarımlart ( ayn. esr., s. 6—74 ); S. Em­ ler, Topkapı Sarayı restorasyon çalışmalaı ı ( Türk sanatı tarihi araştırm a ve inceleme-



1214/54



İSTAN BU L (T A R İH Î E S E R L E R ).



ieri, 1963, 1 , 2 1 1 —3 12 ) } Topkapt sarayı H a­ rem dairesi su yollarının Sodyam -24 kullanı­ larak izlenmesi ( nşr. Çekmece Nükleer A raş­ tırm a komisyonu ), İstanbul, 1965 ; E. Kühnel, Çiniliköşk 'te türk ve İslâm eserleri ko­ leksiyonu (Berlin Leipzig, t s ; türk. ve alm., çok yanlış )} Z. Orgun, Çiniliköşk ( A rkiiekt, 1943 ) ; Fatih müzesi ( İstanbul, 1953 ) ; T. Öz, Topkapı sarayında Fatih Sultan Mehmed II. ’e âit eserler ( Ankara, 1953 ) ayrıca saray mutfakları hakkında krş, Ö .L . Barkan, Saray m utfağının 894—895 ( 1489 — 1490 ) y d ma âit muhâsebe bilançoları, iktisat Fak. mecm., 1962/1963, XXIII, 380 —398 Topkapı sarayı hakkında henüz tam ve ’e traflı müstakil bir eser yazılmadığı gibi, doğru „relevée" ’İeri de yayınlanmamıştır. 3. S a y f i y e s a r a y l a r ı v e k a s r l a r . ' Bilhassa yazın, kısa bîr müddet oturmak için, başta Boğaziçi olmak üzere şehrin çevresin­ deki sayfiye yerlerinde, irili ufaklı saraylar inşâ olunmuş idi. Bunların başında, Üskü­ dar ile Haydarpaşa arasında, Salacak kıyıla­ rında geniş bir sâhayı kaplayan Kavak sarayı bulunuyordu. Kanunî Süleyman devrinde mev­ cut olan Üsküdar sarayı ile Kavak sarayının münasebeti pek aydmianamadığı gibi, Ahmed III. tarafından inşâ olunan ve şimdiki Şemsi Paşa semtindeki Şerefâbâd sarayının da bu manzûme arasındaki durumu açık olarak bilinme­ mektedir. Ancak eski haritalarda müphem sûrette yeri ve tertibi mahdut gravürlerin yar­ dımı ile de denizden görünüşü öğrenilen Üs­ küdar Kavak sarayı, Selimiye kışlasının inşâsı ile, ortadan kalkmış ve bugün burada Harem iskelesi adından başka hiçbir hâtırası kalma­ mıştır. Anadolu yakasının Marmara sahilinde, Fenerbahçesi, Beykoz ’un gerilerinde Tokat bahçesi kasrları da yok olmuştur. Ahmed III, devrinde, Fındıklı ’ da Emnâbâd, Defterdarburnu ’nda Neşâiâbâd, Beşiktaş ile Ortaköy ara­ sında Gülşenlbâd, Bebek ’te HÜmâyûnâbâd, Anadolu yakasında, Çubuklu ’da Feyzâbâd, Kanlıca ’da, yukarıda Mihrâbâd, Çengelköy ile Beylerbeyi arasında Ferahâbâd ve İstavro z’da Şevkâbâd, Üsküdar burnunda Şerefâbâd kasır­ ları yapılmış idi. Bunların bazılarının yerlerine sonraları avrupaî saraylar inşâ edilmiştir. Se­ lim III. devrinden itibaren, Boğaziçi sultanlar tarafından, devamlı oturmak üzere, tercihe başlandığında, burada evvelden beri mevcut küçük yalı ve sâhil-saraylar yerlerini yeni ve avrupaî görünüşlü ahşap saraylara bırakmağa başlamışlardır. Abdülmecid ve Abdülaziz de­ virlerinde ise, Boğaziçi saraylarının kârgir olarak' yeniden inşâları büyük bir hız ile de­ vam etmiştir. Mahmud II. tarafından tamamen



Avrupa üslûbunda 1809 ’da inşâ ettirilen Be­ şiktaş sarayının yıktırılması sûretiyle, yerinde Abdülmecid 1853 ’te şimdiki Dolmabahçe sa­ rayım yaptırmış ve burası geniş haremi, vâlide, kadın efendiler, şehzâdeler ve veliahd dâ­ ireleri, ağalar dâiresi, mutfak, park, kayık­ hane (1956 ’da y ık tırıld ı', tiyatro ( 1938 ’e doğ­ ru yıktırıldı), hattâ, geçit alaylarının seyri için cadde üzerindeki bir köşede, Camlı köşk ve ona bitişik bir . A lay köşkü yapılmıştır, Saray sultanların devamlı ikametgâhı olarak düşünülmüştür. Nitekim ortadaki muhteşem muayede salonu Avrupa saraylarının taht sa­ lonuna benzer bir şekilde inşâ edilmiştir. Bo­ ğaziçi ’nin Anadolu yakasında Abdülaziz için 1865 ’te yaptırılmış olan Beylerbeyi sarayı bir yazlık saraydır. Eski çok muhteşem ahşap bir sarayın yerinde Mahmud II. tarafından kışlık saray olarak 1836 ’da Avrupa yeni-klâsik ( em­ p ir e ) üslûbunda yapılan Çırağan sarayı ( resmi için krş. Th. Allom , Constantinople, 1839 ’da daha bitmemiş idî. Fakat 18 5 5 ’te yıktırı­ lan bu sarayın yerine yine Abdülaziz için 18 71 ’de yapılan Çırağan sarayı bilhassa mermer iş­ çiliği bakımından dikkati çekiyordu, içinde Mu­ rad V . ’in 27 yıl yaşadığı bu sâhi! sarayı, ikinci meşrutiyette Meclis binası olarak kullanıldığı sırada, 19 10 ’da yanarak, mahv olmuştur. Boğaz­ içi ’ne hâkim bir arazide, güzel bir koruluğun içinde bulunan Yıldız sarayı ise, esası Sultan Selim III.’in annesi tarafından yaptırılan bir köşkün etrafında X IX . asırda inşâ edilen köşk­ lerden meydana gelmiştir. Topkapı sarayında oturmak istemeyen, Boğaziçi saraylarını da be­ ğenmeyen Abdülhamid II., burasını tercih ede­ rek, bu saray manzûmesini birçok müştemilât yapılarından başka Şale köşkü, Malta köşkü, Ç a­ dır köşkü gİbî köşkler yapmak sûretiyle, ge­ nişletmiştir. Güzel ve zengin bir kütüphane, koleksiyonlar, hattâ bir de Yıldız sarayı por­ selen atölyesi gibi te’ sisler ile, bu manzume müstakbel bir Saray-ı cedîd olarak düşünül­ müş idi. Padişahların bâzı yer veya müessese­ ler! ziyaretlerinde kısa müddet oturmaları için yapılan küçük kasırlardan en eskisi, Hasköy ’de A ynalı Kavak kasrı, Haliç ’deki sSh.il sa­ rayların sonuncusu ve tek örneği olarak dur­ maktadır. Esâsı Ahmed I. zamanında Kapudan-ı Deryâ Halil Paşa tarafından 16 13 ’te kurulan Tersane bahçesi kasrı sonraları çok rağbet görmüş, genişletilmiş ve Mehmed IV. zamanın­ da yanmış ve yeniden yapılmıştır. Ahmed 12!. devrinde tekrar rağbet gören bu sarayın dâire­ leri, Venediklilerin hediye ettikleri aynalar İle süslendiğinden, Aynafı Kavak adı ile tanınmış­ tır. ız o l ( * 7 8 6 ) ’de Abdülhamid I. devrinde Koca Yusnf Paşa tarafından tamir ettirilen



I s t a n b u l ( t a r i h î e s e r l e r ). Aynalı Kavak sarayının geniş bahçesinin bir kısmı tersaneye verilerek, Selim III. devrinde buraya te’sisler kurulmuş, fakat 1 7 9 1 ’de yapı­ lan Hasbabçe köşkü bir duvar içine alınarak tersaneden ayrılm ıştır. Bugün duran Aynalı Kavak kasrı büyük Tersane sahil sarayından kalan son parçadır. Ancak kısa ikametler için kullanılan „biniş kasırlarından" Anadolu ya­ kasında Göksu kasrı, Tophane ’de Tophane kasrı, Beşiktaş civarında Ihlamur kasrı vardır. Boğaziçinde Abdülâziz devrinde yeniden yapı­ lan Kalender kasrının sâdece harabesi durmak­ ta, Alemdağı av kasrı, Dolmabahçe ’de Küçükçif tük, Kadıköyü Fikirtepesi ’nde Sultan Murad köşkü ve Yoğurtçu deresi kıyısında ahşap ka­ sır ile Kâğıthane’de Abdüihamid için yaptırı­ lan Poligon kasrı son yıllarda ortadan kalk­ mış bulunmaktadır. Hayli geniş bir sahaya, ya­ yılan diğer bir sayfiye sarayı manzumesi de, Kâğıthane deresi kenarında şık bir koruluğun içinde yapılmış olan Kâğıthane sarayları idi. Burada eski bir köşkün yerinde Ahmed 111, devrinde, Sadrâzam • İbrahim Paşa tarafından S a ’dâbâd adıyla, Avrupa ’nın içinde çeşitli su oyunları olan ( Fontainebleu gibi) saraylarını takliden bir saray yaptırılmış olduğu bilinir. Tarihe ve bilhassa edebiyata geçen bu sara­ yın en büyük hususiyeti önündeki Kâğıthane deresinin muntazam bir taş kanai içine alın­ ması ve ayrıca geniş koruluk içine sokulan ufak kanallara tabiî bir dere görünüşü veri­ lerek, aralarda küçük gölcükler meydana ge­ tirilmesi idi. Diğer taraftan derenin sulan tam sarayın önünde mermer bir sed İle kesil­ miş ve suyun mermer çanaklardan dökülerek akması sağlanmıştır. Lâle devrini kapatan ayak­ lanmada harap olan bu saray tekrar yapılmış, muhtelif değişikliklerden sonra, geçen asrın içlerinde bir Avrupa sarayı mimarîsi tarzında Abdüiaziz devrinde bir defa daha inşâ olun­ muş idi. Son devirde Çağlayan kasrı adı ile tanınan bu saray ancak mahdut günlerde kul­ lanılıyordu. Tabiî parkının ve içindeki su te’ sislerinin güzelliğine, binasının ihtişamına rağ­ men, bu saray, bütün müştemilâtı ile, »94o— 194» yıllarında ortadan kaldırılm ıştır. A z ileri­ de bulunan İmrahor kasrı ise, bir kaç yıl önce yıktırılm ış idi. B i b l i y o g r a f y a : S . Ünver, Üs­ küdar K ava k Sarayı ( Yücel dergisi, »937, s. 175 — 178, 2 15 —2»8, » levh a); Ç. Gülersoy, Beşiktaş 'ta Ihlamur mesiresi ( İstanbul, 19 6 2 ); Tarihî K alen d er kasrı restorasyonu broşürü ( İstanbul, 1962 ); S . N. Nirven, Sâdabat su te'ıisleri ( A rkitekt, 1949, XIX, 7» —79 ); H. Şehsuvaroğlu, İstanbul S a ra y ­ ları ( R esim li Hayat dergisi, 1954, sayı



»214/55



28 İlâvesi); ayn. mil., Tarihî adalar ( İstan­ bul, 19 5 4 ); Çırağan sarayının eski resim­ leri için bk. Şehbal mecmuası, »3 2 5* sayı 15 — 16 ; Resim li kitap, »326, III, sayı »6; A . Süheyl Ünver, Şerefahat, İstanbul Şehre­ maneti mecmuası, 1930, sayı 67. III. Dinî binalar. 1. B ü y ü k k ü l l i y e l e r ve s e l â t i n c a m i l e r i . Fethi tâkip eden ilk günlerde, şehrin en büyük kilisesi olan Ayasofya eâmi hâline getirilmiş ve Fâtih vakfı olarak yeni icaplara intibak ettirilmiştir. Fâtih Mehmed II., şehrin türkleşmesi ve yeniden iskânı için, çalışmalar yapılırken, İlk ihtiyaçları karşıla­ mak üzere, mevcut bâzı Bizans kilise ve ma­ nastırlarından da istifâde ederek, bunları ge­ çici bir müddet için kullanmıştır. A yasofya ’ nın bir külliye teşkil etmesi ancak zamanla ve muhtelif devirlerde çeşitli binaların eklen­ mesi sûreti ile olmuştur. Bu yüzden A yasofya tam bir Osmanlı külli yesî sayılamaz \ krş. Ö, L. Barkan, A yaso fya câm ii ve E y ab türbesi­ nin 1489—91 yılların a âit muhasebe bilanço­ ları, İktisat Fak. mecm., 1962—1963, XXIII, 342—379 ), İlk ihtiyaçları cevaplandırmak üzere, ■Bizans ’m en büyük manastırlarından Pantokra­ tor manastırı medrese hâline getirilmiştir. Mescid oîan büyük kilisesi ise, Zeyrek kilise câmii adı ile, Fâtih evkafına bağlanmıştır. Pantepoptes manastırı ve kilisesi de aynı şekilde bir imaret- zaviye hâline getirilm iş ve kilise sonra­ ları Eski imaret câmii olmuştur. Akataleptos manastırı ise, türk ordusu ile gelen dervişlere zâviye olarak tahsis edilmiş idi. Bunun mescid hâline getirilen kilisesi de Kalender-hâne câmii olmuştur ( bunlar hakkında krş. Zwei Stiftu n gs­ urkunden des Sultans Mohammed II., nşr. T. Öz, İstanbul, 1935 ; Vakıflar Genel Müdürlüğü, Fâtih Mehmed II. v a k f iyeleri, Ankara, 19 38 ; O. Ergin, Fâtih imâreti va k fiy es i, İstanbul, »945 )• Fâtih, bu dağınık te’sisleri bir yerde toplamak üzere, şehrin ortasında büyük bir külliye inşâ tasavvurunu 867 ( 1463 ) *de fiiliya­ ta çıkarmıştır. Şehrin ilk büyük türklük dam­ gası olan bu muhteşem manzume, hemen-hemeıı şehrin ortalarında, tepelerden birinin üstünde ve Bizan s’ın A yasofya ile mukaddes kilisele­ rinden biri olan Oniki havvari (H agion Aposto lo n ) kilisesinin yerinde kurulmuştur. İnşaatı 875 ( 1470) ’e kadar süren bu külliye yeni bir şehircilik anlayışının âbidevî bir delili olmuş idi. Çok geç devirlerde Demetrius Cantemir terafmdan ortaya atılan ( krş. D. Cantemir, The History o f the Groıvtk and Decay o f tfıe Ot­ toman Empire, London, »734, s. 109 ) ve günü­ müze kadar yabancı yayınlarda dâimâ kabûl edilegelen bu külliyenin Klıristodoulos adında



I 2 J 4/S6



İSTAN BUL ( TARİH Î E SE R L E R ).



bir runı mimar tarafından yapılmış olduğu rivayetinin mesnedsiz olduğu anlaşılmıştır. Fâtih külliyesi mimânnın A tik lekabı ile diğerinden ayırt edilen Sinan olduğu anlaşıl­ mış, Fâtih semtinde yaptırttığı Kumrulu meseid ( krş. H adi kat al-cavâmV, I, 17 0 ; S. Eyice, İstanbul, s. 75, nr. 1 0 8 ) ’in hazîresindeki me­ zar taşı bulunmuştur ( I. H. Konyaîl, A zadlı Sinan, İstanbul, 1953). Sinan-ı A tik , hıris­ tiyan menşe’ li olsa bile, eseri tamamen türk mimarî geleneğine uygun bir bina olarak düşünülmüş ve inşâ edilmiştir. Bu ilk bü­ yük külliyede son devir Bizans mimârîsi ile hiç bir akrabalık olmadığı gibi ( krş. S. Eyice, Son d evir Bizans mimarisi, İstanbul, 1963, s. 1 0 1 —10 3 ), bu kütliyenin merkezini teşkil eden camiin tertibi de türk mİmârisinin tabiî ge­ lişmesinin bir safhasına işâret eder (krş. S. Eyiee, mad. M E S C İD ; ayn. mil., A tik A li Paşa camiinin Türk mim arî tarikindeki geri, Tarik dergisi, 1964, sayı 19, s. 99—114 ) . Câmi 12 zilhicce 1179 (22 Mayıs 1766 )'d a vuku bulan büyük zelzelede çok zarar görmüş ( Çeşmizâde tarihi, s. 45 ; M. Cezar, Osmanlı devrinde İs­ tanbul’da gangıntar v e tabiî âfetler, Türk sanatı tariki araştırmaları, 1963, I, 389 v.d.), önce sür'atîe türbe tâmir edildikten sonra, yeni bir plana güre yapılan câmi 118 5 ( > 7 7 l ) ’de tamamlanmıştır ( Ifa d ik a t al-cavam i',1 , 8—10). Bugün görülen ikinci Fâtih câminin (M. Erdoğan, Son incelemelere göre Fatih camiinin gen iden inşası meselesi, V akıflar dergisi, 1962, V , 16 1— 19 2), ilkine nazaran hayli farklı olmakla be­ raber, bâzı kısımlarında ilk câmie ait parça­ lar teşhis olunabilecektedir. Ortada bir büyük kubbesi ile, mihrap cihetinde bir yarım kub­ besi ve yanlarda üçer küçük kubbeli bölüm­ leri olan bu camiin ilk şekli, bâzı' resim ve kaynakların tariflerine göre, tâyin edilmekte­ dir (M. Ağaoğlu, Die Geştalt der alten Mohammedije in Konstaniinopel und ihre Baumtister, Beîvedere, 1926, IX —X , 88—9 3 ; ayn. mil., Fatih camiinin şekli aslîsi, Hagat, 1927, sayı 45, s. 9—14 ), Garip faraziyeleri ile ta­ nınan K. W ulzinger’in camiin buradaki kili­ senin temelleri üzerine oturduğu yolundaki düşüncesi hiçbir sağlam mesnede dayanmamak­ tadır ( Die Apostelkirche und die M ekm edije, Byzantian, 1932, VII, 7—39}, İlk camiin şeklî hemen-hemen kat’iyetle tesbit edilmiş olmakla beraber, bâzı teferruat meselelerinde fikir ay­ rılıkları mevcuttur ( krş. E. H. A yverdi, Fâtih devri mimarisi, İstanbul, 1953, s. 125 v.d .; R. Anhegger, Eski Fâtih câmii meselesi, Tarih dergisi, 1954 sayı 9, s. 145—-160; E. H. A y ­ verdi, Vine Fatih camii, Tarih dergisi, 1954 sayı îo, s. 103—1 1 6 ; ayn. mil-, tik Fatih ca­



m ii hakkında g en i bir vesika, V akıflar der­ gisi, 1965, VI, 63—6 8 ); K o n y a ’da Selim H. ta­ rafından babası için yaptırılan Selimiye ( veya Süleym aniye) camiinin, bütün plan hususiyetleri bakımından, İlk Fâtih eâmiinin bir benzeri ol­ duğu da ayrıca ortaya konulmuştur (k rş. R. Rieistahl, Selim iy eh in Konia, A rt Bulletin, 1930, XII, 3 1 1 —318 ). Şehzade, Sultan A h ­ med camilerinin benzeri olarak, ortada bir ana kubbeyi dört taraftan destekleyen dört yarım kubbe sistemi üzerine yapılan ikinci Fâtih câ­ mii, kuvvetli barok üslûpta hususiyetler gös­ terir ( D. Kuban, Türk barok mimarisi, İstan­ bul, 1954, s. 31 v.d.). İlk câmiin birer şerefeli çifte minâresi aynen muhafaza edilmiş, ancak XIX. asırda şimdiki ikişer şerefeli şekillerini al­ mıştır. Câmiin kıble tarafındaki hazîresinde F â ­ tih ’in türbesinden başka, Gülbahar Hatun ’un da türbesi bulunmaktadır. Bu merkezin iki yanında mütenazır bir şekilde tertiplenen bü­ yük sekiz medreseden başka, iki yanlarda arâzi meyilli olduğundan, bir az daha aşağıda, daha ufak, tetimme medreseleri de inşâ olunmuş idi. Bunlardan sağ taraftakiler cadde genişletilirken yıktırılm ış, soldakiler ise, yerlerine bir ilkokul inşâsı için tadil edilmiştir. Medresele­ rin kıble tarafında, sağda esasında bir misâfirhâne-zâviye olan tabhâne yapılmış, solda ise, darüşşifa inşâ olunmuştur. Tabhâne sonra­ ları medrese hâline getirilmiş, darüşşifa ise, XIX. asır başlarında harap olduğundan, yıktı­ rılmış, yalnız bir parçası Demirciler- mescidi adı ile mescid olarak kullanılırken, geri kalan arsasının yerinde bir mahalle teşekkül etmiştir (S . Eyice, Dem irciler ve Fatih D arüşşifası mescidleti, Tarih dergisi, 1950 sayı 2 ,8 .3 5 7 — 378 ; ayn. mil. Dem irciler v e Fâtih D arüşşifası mescidleri hakkında geni bazı notlar, Tarih dergisi, 1954, sayı 9, s. 17 5 —-186 ). Üzerinde tabhânenin bulunduğu setin altında ayrıca bir kervansarayı ile, ileride ve âdet olduğu üzere manzumenin dış-haremi hâricinde Çukurhamam denilen bir hamamı ( krş. H. Glück, D ie Boeder Konstaniinopels, Viyana, 19 21, s. 6 1 ; bk. mad. H A M A M , res. Xo ) ve ayrıca şim­ diki ana cadde istikametine doğru uzanan çok büyük bir çarşısı var idi ki, Kavaflar veya Saraç­ lar çarşısı denilen bu çarşının son izi 1917 yangınından sonra ortadan kalkmıştır. Buna rağmen, Fâtilı câmii külliyesi İstanbul’un şehir­ cilik tarihi bakımından, en mühim manzume­ lerinden biridir (A . S. Ülgen-H. B. Kunter, Fatih camii, V akıfla r dergisi, 1938, I, 9 1 v.d. kütliyenin tamâmının — hamam ve çarşı müs­ tesna — planı için bk. S. Ünver, Fatih külligesi camii, İstanbul, 19 53; ayrıca bk. ö . L. Barkan, Fâtih câmii ve imâreti tesislerinin



İSTA N BU L (T A R İH Î E S E R L E R ). 1489—1490 yıllarıma âit muhasebe bilançoları, İktisat Fak. m e c m 1962/63, XXIII, 297—34 1). Şehrin yeniden imârında büyük bir merkez teşkil eden ikinci büyük külliye ise, Bayezid II. tarafından, şehrin içerilerinde ve Eski Sa­ ra y ’ın önlerinde inşâ ettirilm iş olan Bayezid câmii ve etrafındaki müştemilâtıdır. İnşâsına 906 ( i 5 o l ) ’ da başlanarak, 9 11 ( 1 5 0 5 ) 'de ta­ mamlanan camiin mimarı olarak Kemâleddin ve Hayreddin adları üzerinde durulmuş, son yıl­ larda, yeni bir kaynağın yardımı ile, mimârm adı „Yakub-şah b. Sultan-şah“ olarak tesbit olunmuştur ( krş. R . M. Meriç, B ayezid camii mimarı, Ankara llâh iyat Fak. y ıllık araştır­ malar dergisi, 1957, II, 26). Bayezid külliyesinin >509’ da vuku bulan şiddetli zelzelede bü­ yük Ölçüde zarar gördüğü bilinir. Bu külliyeyi teşkil eden çeşitli binalar, Fâtih manzûmesin» den farklı olarak, gayri muntazam bir tertibe göre, âdeta camiin etrafına serpiştirilmiştir. Esas câmı binası bir orta kubbeyi destekle­ yen iki yarım kubbe ile örtülmüş ve yanlarda dörder küçük kubbeli bölümler teşekkül etmiş­ tir. Böylece burada ilk Fâtih câtniine nazaran bir kademe daha ileri gidilmiş olduğu anlaşıl­ maktadır. Bugünkü Fâtih câmii 1 1 1 1 tamirine âit olduğuna göre, Bayezid câmii İstanbul’un selâtin câmiilerinin en eskisidir. Mihrab duvarı dışındaki hazîrede Sultan Bayezid II. ’in müs­ takil türbesi bulunmaktadır. Velîlere ve sûfilere büyük hürmet gösteren Bayezid, her te’sisinde olduğu gibi, burada da câmiınin yanına, bu sınıfa mensup insanların misafir edilmeleri için tabhâneler kurdurmuş, böylece esâs câmi binasının iki yanında, kanat hâlinde, dışarı taşkın birer ek bina meydana getirilmiştir. Sonraları camiin namaz kılınan harîmine dâhil edilen bu kanatlar, Selçuklular devrinden beri yerleşmiş zaviye mimarîsi esasına göre, ortası kubbe ile Örtülü bir kapalı avluya açıİ8n hüc­ reler hâlinde tertiplenmiştir ( krş. S. Eyice, Erken Osmonlt devrinin dinî-ictim aî bir müessesesi: Zâviyeler ve zâdiyeli camiler, Istanbul Üniv. İktisat Fakültesi mecmuası, 1962—»963, XXIII, I — 80, bilhassa s. 46). Fâtih külliyesinin tamamen aksine, dağınık bir sisteme göre, âdeta yıldızvâri açılan bir tertibe sahip olan bu külliyetlin türbesi yanında, İki kubbeli, kendi ııev’i içinde âbidevî sayılabilecek bir sıbyan mektebi yapılmış, ayrıca sol tarafına büyük bir aşhâne-imâret ile muhteşem bir de kervan­ saray kurulmuştur. Bunlardan imaret şimdi Bayczit Devlet kütüphânesi ( krş. M, Gökman, Bayezit umumi kütüphanesi, İstanbul, 1956), kervansaray ’ tn pâyeli ahır kısmı ise okuma salonudur. Bu kısımların ön cephesi, garip üsluplu mimarîsinden ve kapısı üstündeki kita­



i 2»4/ 5J’



beden de anlaşılacağı gibi 1301 (»883/1884) ’de şimdiki şekli ile tâdil edilmiştir. Kervan­ sarayın diğer kanadı ise, yıkılarak, yerine, bel­ ki de kısmen temelleri veya duvarları üzerine, şimdiki Dişçilik Fakültesi binası oturtulmuştur. Bu külliyenin dış harîminin nereye kadar uzan­ dığını tesbit etmek mümkün olmamaktadır. Bü­ tün büyük câmilerde olduğu gibi, dış âlemden bir dış avlu duvarı ile ayrılmış olduğuna kuv­ vetle ihtimal verilebilir. Çok işlek bir muhit ortasında bulunması yüzünden, daha erken de­ virlerde câmün yakınına kadar dükkânlar so­ kulmuş, hattâ 988 (»580) tarihli bir yazı ile, hazîre duvarı dtşına bir sıra dükkân inşâ olunmuştur (A. R efik, Türk mimarları, İstanbul, »9 3 7 > s - * ° 4 ). Aynı dükkânların yerinde gü­ nümüzde yenileri yapılmıştır. A yda iki defa temizlenmesi usulden olan geniş dış avlunun ( krş. A . Refik, Onaltmet asırda İstanbul ha­ yatı, İstanbul, 1935, s. 66, 993 = 1585 tarihli vesika) hayli uzağında, bir medresesi (şimdi Belediye kütüphânesi olan bina için krş. O. Durusoy, İstanbul Belediye kütüphanesi kataloğu, İstanbul, 1953— »954, 3 c ilt) ve daha ile ­ ride de İstanbul ’un en büyük hamamlarından olan bir çifte hamamı vardır ki ( krş. H. Glück, Boeder Konstantinopels, s. 69 ), aşağıda ayrıca zikredilecektir. Şehrin üçüncü büyük selâtin câmii ve külliyesi, H alic ’e hâkim bir tepe üzerinde Kanunî Sultan Süleyman tarafından babası Selim I. için kurulan Sultan Selim câmii ve müştemilâ­ tıdır. A rapça kitabesinden anlaşıldığına göre, câmün inşâsını S elim !. emretmiş, fakat inşâat onun ölümünden sonra, 9 2 9 (» 5 2 2 ) ’da ta­ mamlanmıştır, E vliya Çelebî ’ nin ifâdesine göre ise, inşâata 927 ( » S 2 i ) ’de başlanmış ve inşâat 933 (» 5 2 6 /15 2 7 )’ de bitmiştir (S ey a hainâme, I, 147), Bu câmün mimarının kim olduğu zaman-zaman ortaya atılan bir mese­ ledir. E vliya Çelebî tarafından ileri sürülen, burasının Sinan ’tn eseri olduğu yolundaki fikir zamanımtzda da revaç bulmuştur (H , Edhem, Camilerimiz, İstanbul, 1932, s. 4 9 ; P. Karahasan, İstanbul .Su/fan Selim camii hakkında, Sa­ nat tarihi yıllığı, 1 9 6 4 / 1 9 6 5 , ! , »83—187), H âl­ buki, S in an ’ ın bizzat Tııfyfat al-m im ârln adlı risaledeki ifâdesinden bu binanın kendi eser! olmadığı açıkça anlaşılmaktadır ( bk. R. M, Meriç, Mimar Sinan, hayatı ve eseri, Ankara, 1965, s. 1 7 ! aynı cümle R isâlat al-mVmarly a ’de de tekrarlanır, krş. ayn. esr., s. 12). Zâten Sinan ’ın eserlerini gösteren muhtelif isim cedvelierinde bu camiin adı yoktur. Bu cedvelierde görülen Saltan Selim câmii ve medresesinin ise, Yenibahçe ’de olduğu kolay­ lıkla tesbit olunmaktadır. 24 m, çapında tek



i * 14/ 5#



İSTAN BU L ( T A R İH Î E SE R L E R ).



kubbenin örttüğü dört köşe bir mekândan iba­ ret basit mîmârîli bir yapı olan Sultan Selim câmii, bilhassa çinileri ve bâzı tezyini unsur­ ları bakımından dikkat çekicidir. Bayezid ca­ miinde de olduğu gibi, iki taralında birer misafirhâne-tabhâne kanadı mevcuttur ( S. Eyice, Z aviyeler, s. 4? ). Câmiin hazîresinde Selim ’in müstakil türbesinden başka türbeler ( Şehzadeler, Ayşe Hafize Sultan—yıktlm ıştır— ve Sultan Abdülmecid) var ise de, etrafında külliyeye âit parçalar bugün mevcut değildir. Fakat esasında da, emsali gibi, geniş ölçüde müştemilât binaları île çevrili bir büyük kül­ liye olarak düşünülmediği anlaşılmaktadır. Kanunî Sultan Süleyman tarafından, 1543 ’te ölen oğlu Şehzâde Mehmed için, Mimar S i­ nan ’a yaptırılan Şehzâde câmii ve etrafın­ daki binalar 951 (15 4 4 ) ile 955 (154 8 ) yıllan arasında inşâ olunmuştur. Kitâbelerine göre, önce türbe, 954 ’te de medrese yapılmıştır. Câmi, Bayezid câmii ile Osküdar ’da İskele Mihrimah camiinden inkişaf ederek, meydana gelen bir örneğin temsilcisidir. Burada orta kub­ be dört taraftan birer yarım kubbe ile des­ teklenmiş ve boylece te’min edilen büyük me­ kânın köşelerine dört küçük kubbe yerleşti­ rilmiştir. Mimarîsi kadar taş işçiliği ve iç süslemesi de zengin ve itinalı olan bu âbide, Sinan ’in câmi mimarîsinde varmak istediği mükemmeliyetin ilk safhasını gösterir ( krş. mad. MESCİD ). Şehzâde manzumesinin dış avlu duvarının sağ tarafı koyunca şehrin en işlek caddesi uzandığından, burada da yeni bir terkip düşünülmüş ve bu tarafa türbelerden başka hiç bir şey yerleştirilmemiştir, Hâlbuki karşı, yâni daha sâkin tarafta külliyenin medrese, tabhâne-imâret binaları yer almıştır. Gerek taş işçiliği, gerek çini kaplaması bakımından son derecede zengin ve ihtişamlı olan Şehzâde Mehmed türbesinden başka, hazîre içinde Rüstem Paşa, Bosnalı İbrahim Paşa, Mehmed III. ’in oğlu Şehzâde Mahmud, Murad III, ’m kızı Hatice Sultan ’in türbeleri de bulunmaktadır. A yrıca burada Fatma Sultan ’ın açık türbesi ve cadde üzerindeki kapı yanında Destârî Mustafa P a ş a ’mn ufak türbesi vardır. Kanunî Sultan Süleyman ’ın kendi adına, Mimar S in a n ’a yaptırttığı Süieymaniye kül­ liyesi şehrin büyük te’sısleri arasında, ter­ tibi bakımından, belki en fazla dikkat çekici olanıdır. 957 ( 1 5 5 0 ) ’ de başlamış olan inşâat 964 ( 1557 ) ’te bitirilmiştir. Şehrin H a lic ’e hâ­ kim tepelerinden biri üzerinde kurulan Süleymaniye külliyesi, böyle bîr te’sisin bütün gü­ zelliğini çok uzaklardan belirtebilecek bir su­ rette, en uygun yerin seçilmesi ve bu yere, külliyenin bütün binaları İle, âhenkli bir şekil­



de yerleşmesi sayesinde meydana gelmiştir (k rş. Z. Kocainan, Mimar Sinan -ve X X asır mimarisi, İstanbul, 1938, s. 40 ), Süieymaniye külliyesinin inşâsı sırasındaki masrafın ta f­ silâtlı muhasebe defterleri mevcut olduğu gibi, bu inşâat ile İlgili emir ve fermanlar da bir . mecmua hâlinde derlenmiştir ( bk. Ö, L. Barkan, Türk yapı ve yap ı malzemesi tarihi için kaynaklar, 1. O. İktisat Fakültesi mecm., 1960, XVII, 3 — 26 ), Bu külliyenin muhtelif suretle.ri ile zamanımıza kadar gelen vakfiyesi V a­ : kıflar Umum Müdürlüğü arşivinde bulunmakta­ . dır ( krş. K. E. Kürkçüoğlu, Sii'eym aniıje vak ­ , /iyesi, Ankara, 1962). Sinan, bu camiinde, Bayezid câmiinin mimarî tertibini daha da te­ : kâmül ettirerek, tatbik etmiştir. Ortasında temsilî bir şadırvan bulunan revakîı bir avlu­ yu tâkip eden câmi harımı, ortada bir büyük kubbe (ç a p ı: 26,50 m., yüksekliği: 53 m.) ve bunu ana mihver üzerinde destekleyen iki ya­ rım kubbe ile örtülmüştür. Dört kalın pilpâye üzerine kubbenin oturduğu ana kemerleri ta ­ şımakta ve iki yanlardaki bölümleri ayırmak­ tadır. Bu bölümler, Bayezid camiinde olduğu gibi, hepsi eş ölçüde olmayıp, yeknesaklıktan kaçınmak için, iki kubbe yerine buralara üçer kubbe konulmuş ve bunlardan ortadakiler kö­ şelerdeki dört kubbe ile aynı çapta yapılmıştır. Kubbenin tazyiki, kıble duvarında, dış cephe­ ye bitişik, giriş duvarında ise, içeriye yerleşti­ rilerek, aralarına „galerinin" yerleştirildiği tak­ viye pâyelerı île te’min edilmiş, yan cepheler­ de ise, bu ağır destekler doğrudan-doğruya duvarların içlerine alınmıştır. Ölçülü, muvaze­ neli hatları ile yandan umûmî görünüşü şehrin topografyasına tam bir ahenkle uymuş ve av­ lunun dört köşesine yerleştirilmiş, dört minare bu heybetli terkibi tamamlamıştır. İç mimarî­ deki açıklık ve uzvî bütünlük, mekânın man­ tıklı ve aynı zamanda haşmetli te’sirini daha da kuvvetlendirir. Bu kuvvetli mimarî te’sir, imkânların fazlalığına rağmen, gayet ölçülü iç süsleme ile takviye olunmuştur. Nitekim, o devirde taş işçiliğinin, hârikulâde eserler yere­ bilmesine rağmen, mermer minberin aşırı tez­ yinatı yüzünden, mimarî te’sir ile iezâda düş­ memesi için, sâde hatlar ile yapıldığı görülür. En parlak devrini yaşamasına rağmen, çiniler de mihrap duvarının kaplanmasında, mahdut ölçüde, kullanılmıştır. Yazılar Karahisarî ’nin talebelerinden Haşan Çelebî ’nindir. Mihrap duvarındaki- renkli camlı alçı pencerelerin ise, Sarhoş İbrahim adlı bir san’atkârın eseri oldu­ ğu bilinir. Câmiin sol tarafındaki sahnın bir kısmı, bronz bir parmaklık ile, bölünerek, kütüphane hâline getirilm iştir. Kitapları alın­ mış olan bu kütüphâııenin yalnız parmaklığı



İSTAN BU L (TA R İH Î E S E R L E R ). durur. Câmiin ve külliyetlin yapılmasında çe­ şitli malzeme çok uzaklardan da getirilmiş ol­ duğu gibi, bâzı eski parçalardan, bilhassa sü­ tun gövdelerinden de istifâde olunmuştur. İçe­ rideki dört büyük direkten biri Baaibek, biri İskenderiye ’den getirilmiş, üçüncüsü Saray-ı atîk avlusunda bulunmuş, nihayet dördüncüsü Fâtih taraflarında dikili iken, indirilerek, bu­ rada kullanılmıştır. A yrıca Bizans devri orta­ larından beri çok harap bir durumda olan Hippodrom ’un sütunlarının da burada kulla­ nıldığı bilinir. Bizans imparatorlarından Ma­ nuel I. ’in taşa işlenerek, A yasofya ’da muhafa­ za edilen 1166 tarihli bir fermanının bâzı par­ çaları »567 ’de Kanunî ’nin türbesinin saçağın­ da kullanılmış ve 1959 ’da bunlar tesâdüfen bulunmuştur (bk. C . Mango, The conciliar edici o f 1166, Dumharton Oaks Papers, 1963, XVII, 3? 7 — 330). Câmii gibi çiniler ile süslü olan Kanunî türbesinden ( krş. T, Öz, Türkish ceramics, Ankara, ts., s. 29 ; K. OttoDorn, Türkische Keram ik, Ankara, 1957, s. J0 9 ) başka, hazîrede ayrıca Hürrem Sultan hn da türbesi vardır. Süleymanîye câmünin İstanbul ’un bu yüksek mıntakasında ahenkli bir şekilde yerleştirilişi, onu saran müştemilât binalarının ustalıklı tertibi ve kubbe dizileri­ nin kademeler teşkil etmesi ile de daha kuv­ vetlendirilmiştir. Câmiin sağında ve solunda ikişerden 4 büyük medrese inşâ olunmuş, bun­ lardan şimdi kütüphane olarak kullanılan (H . Dener, Süleym aniye kütüphanesi, İstanbul, 19 57) sağdakilerin câmie bakan yüzlerine Tiryaki çarşısı adı ile tanınan arasta yapılmış­ tır (G . Özdeş, Türk çarşıları, İstanbul, 1954, s. 36). Sinan külliye binalarını, Fâtih ’te olduğu gibi sert bir intizam ile değil, mihverleri de­ ğiştirerek, sıralamıştır. Böylece, şehircilik ba­ kımından, değişik ve te’sirli bir ifâde elde edilmiştir ( bk, S. Ey ice, İstanbul, İstanbul, 1955, lev. X X V III), Şimdi dispanser olan kü­ çük bir tıp medresesinden ve Haliç cihetinde basit yapılı bir de mülâzimler medresesinden başka, bir sıbyan mektebi, muhteşem bir dârüşşifâ (şimdi A skerî basımevi), bir aşhâneimâret (şimdi Türk ve Islâm eserleri müzesi, krş. Türk ve İslâm eserleri müzesi rehberi, İstanbul, 1939) ve bir misafirhâne-tabhâne ( krş. S, Eyice, Zâviyeler, s. 50) mevcuttur. Bu son üç binanın alt tarafında, arazinin meylinden istifâde suretiyle, bir kervansaray yapılmıştır. Geçen asrın ortalarına kadar faâl olan Dârüşşifâ akıl hastalarına tahsis olun­ muş ve „Bimârhâne" olarak tanınmış idi (S . Ünver, Süleym aniye külliyesinde darüşşifa, iıp medresesi ve darül’akakire dair, V akıfla r dergisi, 1942, II, 195 — 207 ). Külliyenin Dök-



1214/59



meciler hamamı adı ile bilinen tek hama­ mı ise, Haliç tarafındaki köşededir (H . Glück, D ie Baeder Konstantinopels, s. 20). Süley­ maniye câmiinin, plan bakımından zahirî ben­ zerliğe rağmen, Ayasofya ’dan tamâmen farklı bir anlayış ile inşâ edildiği üzerinde de du­ rulmuştur (A . Gabriel, Sainte Sophie, sonrce d'inspiration de la mosquée Süleym aniye, Résumés des rapports et communications du Sixièm e Congrès d 'Etudes Byzantines, Paris, 1940, s, 230 v.d.). İstanbul XVII. asır başlarında yeni bîr âbi­ devî külliye ile daha süslenmiştir kİ, bu da Sultan Ahmed I . ’in mimar Sedefkâr Mehmed A ğa ’ya yaptırttığı Sultan Ahmed cânıii man­ zumesidir. İstanbul yarım-adasının Haliç ’e mu­ vazi sürette uzanan tepeler silsilesinde, yük­ sekliklerin herbiri daha evvel inşâ olunan se­ lâtin külliyeleri ile taçlanmış olduğundan, bu yeni te’sis, diğerlerinde olduğu gibi, âbidenin haşmetine uygun bir yer seçilmesine dikkat edilerek, Ayasofya ile aynı hizada ve Marma­ r a ’ya hâkim bir arâzide kurulmuştur. K ü lli­ yenin inşâsı 1018 ( 16 0 9 ) ’de başlamış ve 1026 ( 16 17 ) ’da tamamlanmıştır. Külliye daha fetih­ ten çok önce harap bir hâlde olan Bizans im­ paratorluk saraylarının bulunduğu yerlerde ve bir takım vüzerâ konaklarının istimlâki sureti ile yapılmış idi. önünde uzanan eski Hippo­ drom veya Atmeydanı, şehir tarihinin ber devrinde, çok mühim hâdiselere sahne olmuş bir yer idi. Bilhassa Osmanlı devrinde, burada büyük eğlenceler tertipleniyor ve bunları seyre gelen padişahlar meydanın karşısındaki saray­ da oturuyorlardı. Mimâr Sedefkâr Mehmed A ğa, klasik devir türk mimarîsinin bütün in­ celiklerine vâkıf ve o üslûbu hazmetmiş bîr usta olmakla beraber, lekabından da anlaşıla­ cağı gibi, aslında bir zenaatkâr idi. Bu sebeple, eserini âdeta bir kuyumcu titizliği ile işlemiş ve bilhassa tezyin etmiştir. Adını taşıyacak olan câmie muayyen günler İşçi gibi bizzat çalışacak kadar büyük bir bağlılığı olan A h ­ med I. ’in de ona bu hususta destek olduğu muhakkaktır. Mimar Mehmed A ğa, Câfer Ç e­ lebî tarafından yazılan Risâle-i M im arîye ’den öğrenildiğine göre, Sinan ve Davud A ğ a ’nın talebesidir (krş. T. Öz, Mimar Mehmed Ağa v e Risale-İ M imariye, İstanbul, 1944 ) ve bir rivayete göre, Mehmed Paşa olarak da şöhret bulmuştur ( bk. S. Ünver, Kütüphane çalışma­ l a r ı . . . , TÜrk Yurdu, 1965, IV, 16). S u l­ tan Ahmed külliyesi, bânisinin türbesinden başka, misafirhâne, imaret, medrese, dârüşşifâ, mükellef bir çarşı, yâni arasta gibi zengin bir manzumenin merkezini teşkil ediyordu. Bun­ lardan Atmeydanı ’nın ucunda bulunan binalar



1214/60



Is t a n b u l ( t a r Ih î e s e r l e r %



etraflarına yapılmış olan San’at okulu tarafın­ dan tanınmayacak sûrette tâdil edilmiş ve kıs­ men de son yıllarda yıkılarak, ortadan kaldı­ rılmıştır. A rasta ise, hayli uzun süredir, bir harabe hâlinde durmaktadır. Külliyenin olduk­ ça geniş bir sâhaya yayılan müştemilâtı ara­ sında ufak çeşme ve sebiller var idi. Bunlar ile Sultan Ahmed meydanına bakan avlu duvarın­ daki sıbyaıı mekteplerinden biri de maalesef korunmamıştır. Nihayet câmiin sol tarafında bulunan kasr-ı hümâyûn, onbeş yıl kadar önce, : tamâmen yanmış, fakat son yıllarda yeniden yapılırcasına ihyâsına çalıştlmıştır. Maalesef şehrin bu en büyük külliyelerinden ve türk san’ atmm en muhteşem eserlerinden olan manzûınenin bütünü hakkında şimdiye kadar tam „ relevée“ ’1er yapılmadığı gibi, tatmin edici bir ; araştırma da ortaya konulamamış ve bu arada ; ese**in büyük terkibinin bâzı unsurları ortadan kalkmıştır. Sultan Ahmed câmiinde her taraf­ ta titiz bir tezyinat zenginliği dikkati çeker, hârikulâde motifler ile bezenmiş bronz kapı kanatlarından, minare gövdelerinin her birinin değişik kabartmalarına, duvarları kaplayan her „pano“ ’da ayrı tertipler ile yapılmış binlerce çiniden, pencere içlerinin renkli döşemelerine ve ağaç pencere kanatlarına kadar her şey İtina ile meydana getirilmiştir. Câmi, içeriye daha loş bir görünüş veren renkli alçı pence­ relerini kaybettiğinden, bugün nisbeten çiğ bir ışıkla aydınlanır. Câmiin plan tertibi Şeh­ zâde câmiindekinin aynıdır. Ana kubbe dört taraftan dört yarım kubbe ile desteklenmiştir. 23,50 m. çapındaki kubbe 43 m. yüksekliğe sa­ hiptir. Binanın bilhassa dış hatlarının ahenkli kademelenişi ve iç tezyinatın çeşitliliği dikkati çeker. Bu külliyenin inşâat defterleri Topkapı sarayı arşivinde bulunmaktadır ( krş. T. ö z , Sultan Ahm ed camii, V akıflar dergisi, 1938, 1,2 5 —28). Kâşîci Haşan tarafından te’ mın edi­ len yirmi bir bin çini,zengin desenleri ile, câmiin içine istisnaî bir zenginlik vermektedir. Yazı­ lar Ahmed Gubârî tarafından yazılmıştır. Hün­ kâr mahfilinin altında, klasik türk tezyini sanatlarının en güzel örneklerinden, tahta üze­ rine nakışlar yapılmak sureti ile meydana ge­ tirilmiş çok değerli ve emsali az bulunur bir tavandan başka, o devrin ahşap kapılarının benzeri olarak yapılan bronz kapı kanatları­ nın tezyinatı dikkat çekicidir (T . ö z , Sultan Ahm ed camiinin tezyini hususiyetleri, V akıf­ la r dergisi, 1942, II, 209—212). Evliya Ç e leli bu kapılardan ortadakinin babası Derviş Mehmed Zıllî tarafından yapıldığım ifâde etmekte­ dir (krş. Evliya Çelebî, Seyahatname, 1, 218). İstanbul ’un klasik üslûptaki son büyük kül­ liyesi, Haliç kıyısında, şehrin en büyük iskâ-



lelerinden biri başında inşâ edilmiş olan V a­ lide câmii veya halk arasındaki adı ile Yeni ca­ midir. Her devrin kaynaklarında, o sıralarda tarihçe en yeni olan büyük camie Yeni câmi denildiği gözönünde tutulmalıdır. Nitekim Fâtih câmii A y a so fy a ’ ya nısbetle kaynaklarda Yeni câmi adı ile geçmektedir. Aynı şekilde XVII. asırda bir müddet Sultan Ahmed câmii de kaynaklara Yeni câmi adı ile geçmiştir. İşte büyük camilerden yalnız Vâlide câmii bu adı günümüze kadar muhafaza etmiştir. He­ men surların iç tarafında ve buradaki Yahudi mahallesinin istimlâki ile açılan sâhada yapı­ lan bu büyük külliye inşâsına Mehmed III.’in annesi Safiye Sultan tarafından Mimar Davud A ğa me’mur edilmiş idi. İnşâata 1006 veya lo o 7 ( 1597 / 1 5Ç®) yıllarında başlanmış, fa­ kat az sonra Mimar Davud A ğa ölmüş, Dalgıç Ahmed Çavuş tarafından devam ettirilen in­ şâat ( Ş . Akalın, Mimar D algıç Ahm ed Paşa, Tarih dergisi, 1958, sayı 13 , s. 7 1—80) 1603 *te Mehmed III.’ İn ölümü ve Safiye S u ltan ’ın Saray-ı atik’e sürülmesi üzerine tamâmen dur­ muştur ( bk. A . Refik, Mimar Davud, Edebiyat Fakültesi mecmuası, 1932, VIII, 1 —1 6 ; ayn. mil., Türk mimarları, İstanbul, 1937, s. 26—3 3 ; M. Erdoğan, Mimar D avud A ğ a ’nın hayatı v e eserleri, Türkiyat mecm,, 1955, XII, 179— 204 ). Zeminden pek az yükselmiş olan binanın uzun yıllar öylece kaldığı, etrafının yeniden ya­ hudi evleri ile dolduğu, hattâ bu bitmemiş ha­ rabenin Zulmiyye adı ile şöhret bulduğu bilinir (krş. Evliya Çelebî, Seyakainâm e, I, 302). 10 7 1 ( iğğo ) yangınında harap olan Bahçekapısı sem­ tini gezen Vâlide Turhan Sultan, burada bit­ memiş câmii görünce, önce zelzeleden harap bir hâlde olan Cerrah Mehmed Paşa camiinin tâmiıini düşünmüş iken, kararından cayarak, burasını tamamlatmağı uygun görmüş ve in­ şâat, Mimar Mustafa A ğ a ’ya havâle edilerek, 10 7 1—1074 (16 6 1 — 1663) arasında tamamlan­ mıştır. Aslında burası da büyük ■bir külliye olarak tasarlanmış, battâ etrafında yapılacak medreselere daha Safiye Sultan zamanında, mü­ derrisler tâyin edilmiş İdi. Fakat sonra bu ta­ savvurdan vazgeçilerek, câmiin dış avlu hu* dûdu dışında, Mısırçarşısı olarak şöhret bu­ lan büyük bir arastadan başka, muhteşem bir sebil ve çeşme, Turhan Sultan için bir türbe ile bir dârülkurrâ (şimdiki İş bankası binası yerinde), bir sıbyan mektebi (İş bankası ile türbe arasındaki sokak yerinde) inşâ olun­ muş idi. A yrıca bu külliyeye sonra bir de ha­ mam eklenmiş idi ( şimdiki Vakıflar bankası ye­ rinde). A rasta, sebil ile türbeden başka, diğer binaların hepsi ortadan kaldırılmış ( hamamın planı için bk. H. Giück, Boeder Konstanti



İSTANBUL (T A R İH İ E S E R L E R ). nopels, s. 139), ayrıca câmiin avlusundan şehrin bütün seyrüseferi bakımından mühim olan bir de cadde geçirilmiştir. Yeni câmiin, müştemi­ lâtı ve avlu duvarı ile esas tertibi eski gra­ vürlerde görülebilir ( krş. G. J . Grelot, Rela­ tion nouvelle d’un voyage á Constantinople, Paris, 1680). Fındıklık Silâhdâr Mehmed A ğa ve Râşid tarihlerinde hakkında etraflı izahat verilen bu külliyenin ayrıca vakfiyesi de gü­ nümüze kadar gelmiştir ( bk. İst. kütüphaneleri, tarih-coğrafya yatmaları katalogları, I, t l . fasikül, Vakıfnameler, İstanbul, 1962, s. 904— 909, bilhassa 908, nr. 633). Bütün büyük külliyelerde âdet olduğu üzere, câmie hem gelir, hem de cemâat te’mini gayesi ile, câmii L harfi şeklinde saran dış tarafa kurulan 86 dükkânlık arasta, 1940— 1943 yıllarında tâmir edilirken, husûsiyetlerini kısmen kaybetmiştir ( G. Özdeş, Türk çarşıları,İstanbul, 1954, s. 35 i Güzelleşen İstanbul, nşr. İstanbul Belediyesi İstanbul, 1944 )■ Her biri üçer şerefeli iki minâresi otan câmie, yüksek bir temel kısmı üzerinde inşâ olundu­ ğundan, merdivenler İle çıkılmaktadır. Plan bakımından Şehzâde ve Sultan Ahmed cami­ lerindeki şeklin burada da tekrarlandığı ve 17,50 m. çap ve 36 m. yüksekliğindeki kubbe­ nin dört yarım kubbe ile desteklendiği görü­ lür. Eser klasik üslûpta olmakla fcerâfcer, nisbetlerİn bir az bozulduğu ve kubbenin diğer camilere nazaran daha sivri olduğu dikkati çeker ( S . Ülgen, Yeni cami, Vakıjlar dergisi, 1942, II, 387—397, resim li). Yeni câmi bil­ hassa iç tezyinatında, çinileri bakımından, çok zengindir (T . Öz, Turkish Ceramics, s. 36— 37 ). Bu câmiin evvelce çok değerli halılar ile kaplı olduğu da ayrıca bilinir ( A . Sakisian, L'inventaire des tapis de la mosquée YeniDjami, Syria, 19 31, s. 368—373). Fakat kül­ liyenin en alâka çekici husûsiyetlerinden biri güzel sivri bir kemerin üstüne oturtulmuş olan ve uzun bir rampa ile içine çıkılan Kasr-ı Hü­ mâyûn ’dur ki, bu kısım hünkâr mahfili ile irtibatlıdır. Haliç ’e ve Boğaz ’a nâzır manzaralı bir noktada kurulan bu küçük kasr, klasik devir türk sivil mimarîsinin fazla bozulmadan kalabilmiş tek örneği olarak, büyük bir kıy­ meti hâizdir. İçindeki değerli çinilerden bâzı parçalar Sorlin Doringy adında bir fransız ta­ rafından çatınmış olmakla berâber, bina mi­ marî ve tezyinî bütünlüğünü muhafaza ede­ bilmiştir. Eminönü meydanının biçimini boz­ duğu iddiası ile yıktırılm ası için sarfedilen gayretler (Cemil Topuzlu, Yarınki İstanbul, İstanbul, 1937, s. 18 ) neticesiz kaldığından, bu eşsiz eser kurtarılmıştır. K lasik türk mimârîsinin son büyük eseri 1708—17 10 yılları arasında Ü sküdar’ da, Ah-



I214/6İ



med IU. ’in annesi Giilnuş Sultan için yapılan Yeni Vâlide câmiidir [ bk. mad. OSKÜDAR ]• Şehrin içinde inşâ olunan büyük külliyelerde artık türk san’at an’anesinden uzaklaşılmakta olduğu görülür. Büyük çarşı ile Çemberlıtaş arasındaki sahada, Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi ’nin hanımı Fatma Hanım’ın mescidi ye­ rinde, 1748 ’de Mahmud I. tarafından inşâsına başlanan, bu pâdişâhın ölümü üzerine, 1x69 ( i7 $ 5 / i7 5 6 ) ’da halefi Osman III. tarafından ta­ mamlanmış olan câmie Nur-ı Osmanî adı ve­ rilmek sureti ile esas bânisinin değil, tamamlatanın hâtırası yaşatılm ıştır ( krş. Tarih-i câmi-i şerifi Nur-ı Osmaniye, T O E M ilâvesi, İstanbul, 1337 ). Türk sa’natma Ahmed 111. dev­ rinde (Lâle devri) nüfuz etmeğe başlayarak, XVIII. asır ortalarından itibaren san’ata tamâ­ men hâkim olan Avrupa san’at üslûpları, bu­ rada, kendini açıkça gösterir. Bir ucu yarım yuvarlak olan avlusunun şekli ve bilhassa, bü­ tün tezyinatı ile A vru p a’da hâkim barok üs­ lûbunun türk mimarîsine intibak ettirilmesi sureti ile meydana getirilen Nur-ı Osmanî câmii İstanbul ’ un yem bir san’at zevkine işa­ ret eden ilk büyük eserdir (D . Kuban, Türk barok mimârtsi, s. 27 v.d.). Câmi yüksek bir bodrum üzerinde yükselen murabba bir me­ kândan ve bunu Örten dört büyük kemere otu­ ran 25,75 m. çapında büyük bir kubbeden mey­ dana gelmiştir. Mihrab dışarı taşkın bir çı­ kıntı içindedir. Türk an’anesine uygun olarak, içeriyi süsleyen geniş bir yazı şeridi istisna edilecek olursa, muhteşem görünüşlü taşlar ve çeşitli inşâat malzemesi iç tezyinatta hâkim­ dir (taş getirilmesine dâir bir vesika için bk. A . R efik, Hicrî onikinci asırda İstanbul ha­ yatı, İstanbul, 1930, s. 168 v.d.). Büyük çar­ şıya açılan dış avlu kapısı yanında güzel bir sebilden başka, câmiin etrafında medrese, imaret ve türbe gibi müştemilât yapılarından başka, değerli el-yazmalara sahip bir kütüp­ hane de kurulmuştur. A yrıca, câmiin yan tara­ fında K asr-ı hümâyûn ve Hünkâr mahfiline çıkışı sağlayan rampa, klasik üslûptaki emsali ile fark göstermesi bakımından, alâka çekici­ dir. Bu büyük külliyenin, hayret verici dere­ cede A vrupa barokunun intibakı ile yapılma­ sında bu te’sirin hangi yoldan bu derecede kuvvetli olarak gelebildiği araştırılmağa değer bir meseledir ( krş. J . Daliaway, Constanti­ nople ancient et moderne, Paris an VII, I, 10 3). 17 5 3 ’te bu câmii inşâ hâlinde iken gö­ ren fransız mimar D. Le R o y ’nm, kubbenin nasıl örüldüğü hakkında, alâka çekici bir mü­ şahedesi de bilinmektedir ( krş. Andreossy, Constantinople et le Bosphore, Paris, 1828, s. 120).



»214/62



ÎSTANEÜL (TARİHÎ ESERLER).



Mustafa III. tarafından 117 3 ( 1 7 5 9 ) ’te baş­ lanarak, »177 ( 17 6 3 ) ’de tamamlanan Lâleli camiinde Avrupa üslubu yine hâkim olmakla beraber, Nur-ı Osmaniye ’deki derecesinde de­ ğildir. Adını Lâleli Baba denilen bir velî türbesinden veya bâzı vesikalarda görüldüğü gibi, Lâleli çeşmeden alan bu külliye mimar Mehmed Tâhir A ğa tarafından yapılmış olma­ lıdır ( M. Erdoğan, Mehmed Takir Ağa, Tarih dergisi, »954, sayı »o v.d., uzun yazı s e ris i). Câmün renkli taşları Bandırm a’dan getirilmiş ve halıları U şa k ’a ısmarlanmıştır (krş. A . Re fik, Hicrî onikinci asırda İstanbul hayatı, s. 200 v.dd.). Kitâbesinden anlaşıldığına göre, câmi büyük bir ihtimal ile, »766 büyük zelze­ lesinde oldukça zarar görmüş, fakat diğer ha­ yır binalarını tâmir ettiren, bu arada Fâtih camiini de yeniden yaptırtan Mustafa III. ken­ di eserini ikyâ ettirmediğinden, ancak 1197 ( 1783 ) ’de tâmir edilmiştir ( krş. t. H. Konyalı, İstanbul abideleri, s. 59). Câmiin inşâsından pek az sonra vuku bulan bu zelzeleden sonra, binayı takviye için, altındaki çok yüksek, to­ nozlu, pâyeli çarşının, hiç kullanılmadan, top­ rakla doldurulduğu anlaşılmaktadır. 1956— 1957 yıllarında burası temizlenerek, çarşı ihyâ edilmiş, iki ayn hususiyet gösterdiğine gö­ re, değişik devirlerde yamandığı anlaşılan cad­ de üzerindeki duvarda da, esas terkipte bulun­ mayan bir sıra kemerli dükkân inşâ olunmuş­ tur. Bu arada Bayezid cihetindeki yanlan çeş­ meli avla kapısı da sökülerek, yeni cadde se­ viyesine göre yükseltilmiştir. Avrupa san’at zevkinin türk mimârîsine intibak ettirilmesi sureti ile yapılan Lâleli câmii, aşırı şatafatlı ve göz alıcı tezyinatı ile, türk san’at an’anesine uzak kalan bir eserdir. Fakat dış mimarîsi ba­ kımından, ilk bakışta Nur-ı Osmâniye câmii ka­ dar yabancı bir ifâd ye sahip değildir ( D. Kuban, Türk barok mimarisi, s. 30 ), Câmiin inşâsında, plan olarak, E d irn e’deki Selim iye’nin tertibi esas alınmış ve ana kubbenin sekiz payeye istinat etmesi sureti ile yapılmıştır. Câmiin cadde üzerinde bir sebilinden başka, yanında bir türbesi, Şehzâdebaşı cihetine doğru uza­ nan sahada da, medreseleri ve diğer müştemilât yapıları vardır.



üzerinde bir sıra dükkân ve karşı tarafta bü­ yük bir imâret ile muhteşem bir sebilden mey­ dana gelmiş idi. Tertiplerde artık klasik ölçü­ lerden vazgeçildiğinin bir örneğini teşkil eden bu külliyenin hudutları içinde kubbeli bir de eâmi bulunmakla beraber, mütevâzî ölçüde olan bu câmi eski devirlerin külliye merkezi olan camileri ile boy ölçüşemez. Zâten Abdülharnid I. esas büyük camiini de şehrin dışında, Boğaziçi ’nin Anadolu kıyısında, Beylerbeyi ’ nde, »778 ’de yaptırtmıştır ( Abdülhamid I. ’in va­ kıflarına dâir vesikalar için krş. Arşiv kıla­ vuzu, I, 5 i M. Cunbur, Abdülhamid /. ’in vakfiyesi, Dil ve Tarih-Coğ. Fak, dergisi, Ankara, 1964, XXII, 17 —69 ), Câmi, validesi Râbi’a Sultan adına Beylerbeyi sarayının Hırka-i şerif odası yerinde yapılarak, 15 ağustos 1778 ’de ibâdete açıldı. îmâret, Şeyhülislâm Hayri Efendi fetvası ile, yerine Dördüncü vakıf hanını yaptırtmak gayesi ile, yıktı­ rılarak, ortadan kaldırılmış, köşesindeki çeş­ meler ve sebil de yerinden sökülerek, Alem­ dar yokuşunun alt başındaki Zeynep Sultan câ­ mii köşesinde yeniden kurulmuştur ( eski du­ rumu gösteren resimler için bk. M. Ziya, İstanbul ve Boğaziçi, I, 375, 387, 388, 3 9 1; ve s, 379 v.d. ’da külliye hakkında etraflı iza­ hat ). Tamâmen A vrupa san’atı te’siri altında yapılmış olan Beylerbeyi câmiinin duvarlarına daha eski devre âit çiniler kaplanmıştır (O . Aslanapa, Kütahya çinileri, İstanbul, 1949, s. 41 v.d.). Beylerbeyi ve onu tâkip eden selâtin câmilerinin en bâriz hususiyetleri, cuma namazı için pâdişâh geldiğinde hünkâr mahfiline ge­ çinceye kadar istirahat etmesi ve ufak kabul­ leri yapması için öteden beri camilerin bitişi­ ğinde inşâ olunan kasr-ı hümâyunların câmi bünyesinden ayrı mütâlea edilmesine son veri­ lerek, bünyeye dâhil edilmeleridir. Bunun için de son cemâat yerinin üstü uygun görülerek, bu kısım iki katlı olarak yapılmağa başlanmış ve üst kat kasra tahsis olunmuştur. Minare­ ler de bu kasrın kütlesindeki temeller üzerine oturtulmuştur ( krş. S. Eyice, Istanbul mina­ releri, s. 6 6 ). Selim III. kendi adına olan selâtin camiini,



Anadolu yakasında, Selimiye kışlası yakınında Şehir içinde inşâ olunan selâtin küliiyeleri- ve burada yeni te'sis edilen mahallelerin or­ nin sonuncusu Lâleli câmii manzumesidir. On­ tasında, 1805 ’te inşâ ettirmiş ve o devrin bir dan sonra yapılan câmiler Boğaz kıyılarında diğer eseri de Vâlide Mihrişah Sultan adına veya yeni teşekkül eden mahallelerde veya Haliç nihâyetinde Hahcıoğlu kışlasındaki câmi yeni büyük te’sıslerin yanlarında inşâ olun­ olarak meydana getirilmiştir. Mahmud İl. ise, muştur. Abdülhamid I. de şehrin içinde hayli türbesini münferit olarak şehrin ortasında, geniş bir külliye kurmuştur. Bahçekapı ’da ana cadde üzerinde inşâ ettirmesine karşılık, Valide (Yeni) câmiinin az ilerisinde bulunan kendi nâmına olan büyük camiini, Tophane ’de, bu külliye çok büyük ve güzel bir medrese, kışlaların arasında, Nusretiye câmii adı ile, kütüphane, banisinin türbesi, çeşme, cadde kurdurmuştur. 1822 — 1826 yıllan arasında



İSTANBUL (TAR İH Î ESERLER).



yaptırılan bu camide A vru p a’nın barok ile empire üslûplarının karması olarak meydana gelmiş bir deneme görülür. Bu câmiin etra­ fındaki müştemilât binaları kışlalar olmakla beraber, muvakkithâne, sebil gibi bâzı ek b i­ nalar vardır. Ancak bu câmiin etrafını çeviren yüksek avlu duvarı geçen asrm ikinci yarısın­ da avlu kapıları ile kaldırıldığından ve muvak­ kithâne ile sebil de caddenin karşı tarafında iken şimdiki yerlerine nakl edildiklerinden, bu büyük eserin dış tertibinin hakiki şekli artık iyi anlaşılamamaktadır. Hattat Mustafâ Rakım Efendi ’nin yazdığı yazılardan başka, câmiin aşırı derecede yüklü tezyînâtında türk san’atı ile alâkalı hiçbir unsur yoktur. Fakat türk medeniyet tarihinde yeni bir san’at zevkinin ve yeni bir dünya anlayışının işâreti olarak, muhakkak ki, bu yabancı hüviyetli eserler de çok değerlidir. Nitekim aynı hususlar, Abdülmecid tarafından yaptırtılan câmiler için de söylenebilir. Bunlardan Vâlide Bezm-i Alem Sultan adına yapılan Dolmabahçe câmii basit dört köşe bir mekândan ve onu örten bir kub­ beden ibarettir. Göz alıcı ihtişamdaki tezyinat sarih olarak fransız empire üslûbundan ilhâm alınarak meydana getirilmiştir. Minâreler de, aynı ilhamın te’siri ile, korint nizâmındaki sü­ tunlar biçimindedir. Dış avlusu, esere yeşil bir. çerçeve sağlayan ağaçları ve onu dış âlemden tecrit eden pencereli avlu duvarı ve müzeyyen kapıları, karakol, muvakkithâne gibi müştemi­ lâtı ile, ortadan kaldırıldığından, Dolmabahçe câmii çıplak bir meydanın ortasında kalmıştır. Bu devrin eserlerinin ekserisi, aşırı tezyin? ih­ tişamlarına rağmen, çok kötü malzeme ile, tek­ nik bakımdan başarısız olarak yapılmışlar ve bu durum, süsler, boyalar hattâ yaldızlar ile, gözlerden gizlenmiştir. Abdüimecid tarafından aynı türk empire ’i üslûbunda, 1854 ’de yap­ tırılan Ortaköy câmii, üzerinde inşâ edildiği rıhtımın kayması ile, çok tehlikeli bir duruma girmiş bulunmaktadır. Malzemesinin fena cins oluşu tâmir çârelerini çok güçleştirmektedir. Şehrin içinde yapılan son selâtin câmii 1871 ’de, Pertevniyal Vâlide Sultan adına, her eski san’attan bir şeyler almak sureti ile, karışık ( e k l e k t i k ) bir üslûbda yapılan A ksaray Vâlide câmiidir. Burada, eski klasik devir türk san’atı ile Avrupa ’nın gotik san’at! mo­ tifleri yan-yana kullanılmıştır. Bilhassa cadde üzerindeki avlu ka'pısını çerçeveleyen çeşmeli cephesi alâka çekici olan bu câmiin karşısın­ daki Pertevniyal Sultan türbesi 1957 ’ de yık­ tırılarak, ortadan kaldırılmıştır. Akaretler ’deki evlerin A bdülaziz’in kendi adına İnşâ ettirmeği tasarladığı dört minareli Aziziye ca­ mimin akarı olarak inşâ olunduğu bilinir.



*214/63



Maçka sırtlarında yapılacak olan bu câmiin inşâatı başlamış, fakat Abdülaziz ’in hal’i ve ölümü üzerine, yarım kalmıştır. Temel kısım­ ları Taşlık denilen yerdedir. Abdülhamid II. ’in 1886’da Yıldız sarayı yakınında yaptırttığı Hamidiye câmii, çok ihtişamlı tezyinata sahip olmakla beraber, başarılı sayılam ayacak karışık üslûplu bir eserdir. 2. K ü ç ü k k ü l l i y e l e r v e v e z i r e âm i 1 e r i. Şehrin hâkim noktalarında kurulan büyük selâtin külliyelerinden başka, Osmanlı hanedanı mensupları ve bilhassa devlet ileri gelenleri tarafından daha küçük ölçüde külli­ yeler de yaptırılmış idi. İstanbul ’ un içinde mevcut eski Bizans devrinin kilise ve manas­ tır kalıntıları Fâtih devrinde, ancak ilk ihti­ yaçları karşılamak gayesi ile, câmi, mescid veya zâviye ( hânkah) hâline getirilmiş idi. Hâlbuki Bayezid II. zamanında, devlet ricali şehrin şurasında-burasında, mâmûr veya harabe hâlinde duran Bizans'' dini yapılarını İslâmî ibâdet yeri hâline getirmekte âdeta yarışmış­ lardır. İmrahor II yas Bey Studios manastırı kilisesini ( imrahor câm ii), Fenârî-zâde A li Efendi Lips manastırı kilisesini (Fenârî İsa câmii), sadrâzam Koca Mustafa Paşa A ndreasin Kriseı manastırı kilisesini ( Koca Mustafa Pa­ şa veya Sünbüî Sinan dergâhı) ve belki Thek­ la kilisesi olan diğer bîr binayı ( A tîk Mus­ tafa Paşa câm ii), kapı ağası Hüseyin A ğa eski Sergios ve Bakkhos kilisesini ( Küçük Ayasofya câm ii), Mesih Paşa eski Myralaion manas­ tırı kilisesini (Bodrum câmü), A tîk A li Paşa Khora manastırı kilisesini (K ariye câmii), o sıradaki vaziyetlerine göre, az veya çok deği­ şikliğe tâbi tutmak, etraflarına bâzı ilâveler yapmak suretiyle, câmi, mescid veya zâviye ( hânkah) hâline getirm işlerdir. Bunlardan türk san’atı ekleri ile en fazla zenginleşmiş olan bir eser Küçük A yasofya câmiidir. A vlu­ sunu ihâta eden zâviye bugün yıkılmış, mermer şadırvan ortadan kalkmış olmakla beraber, kub­ beli bir son cemâat yeri, revakı ve yan kapı­ daki geçmeli güzel ahşap kapı kanatları VI. asra âit bu yapıyı san’at bakımından zengin­ leştirmektedir. A yrıca burada Am asya içinde ve çevresinde bir çok hayrâtı olan Hüseyin A ğa ’u n türbesi de vardır. Nihayet yanındaki barok üslûplu minare XVHI. asrın güzel bir yapısıdır. Bn minâre 19 35 ’te yıktırılmış ise de, 1956 ’ da ihyâ olunmuştur ( krş. S. Eyice, İstanbul minareleri, s. 70, resim 116 ) . K ilise­ den çevrilen câmiier içinde türk san’atı bakı­ mından en fazla mühim yenilikler ıhtivâ eden diğer bir eser Şeyh Sünbüi Sinan hânkahı olan Koca Mustafa Paşa câmiidir (krş. S, Eyice, İstanbul'da Koca Mustafa Paşa câmii, Tarih



2H 4/64



İSTANBUL (TAR İH Î ESËRLER).



dergisi, 1953, sayı 8, s. 15 3 —18 2 ; T. Yazıcı, Fetihten sonra İstanbul'da ilk H alveti şeyh­ l e r i - . . , İstanbul Enstitüsü dergisi , 1956, II, 87— 113 ; A . Çalıkoğlu, Sünbül E fe n d i ve M er­ kez E fen di, İstanbul, 1961 ). K ariye câmiinin ahşap minberi ise, 1956 yılma doğru, Zeyrek câmiîne götürülmüştür. Câmi olarak kullanıl­ dıkları sırada, bu kiliselerden Zeyrek, Fenârî İsa ve Fethiye camilerinde, türk san’at tarihi bakımından, bir değer ifâde eden bâzı deği­ şiklikler yapıldığına da işaret etmek yerinde olur ( krş. S. Eyiee, Son d evir Bizans mima­ risi, İstanbul, 1963, s, 12, 19 ). XVI. asırda, mahalle aralarında kalmış ehemmiyetsiz bâzı kilise kalıntıları da mescid hâline getirildik­ ten ( Îsa-Kapısı, Sinan Paşa ) sonra, Selim II. zamanında, Euphemia-Theodosia kilisesi Gül câmii, fetihten beri Patrikhane kilisesi olarak kullanılan Pammakaristos manastırı kilisesi ise, Murad 11!. devrinde, Fethiye câmii adı ile, câmi hâline getirilmiştir ( bu hususta krş. S. Eyice, Fetihten sonra kiliselerin durumu, Türk yu rdu , 1965, sayı 307, s. 33—34 ; ayn. mil., Les églises byzantines d'Istanbul, du I X « au X V e siècle, Corsi d i Cultura suit’ arte Ravennate e Bizantina, Ravenna, 1965, X ii, 247— 334, bilhassa 247—250). Husûsi bir imti­ yaz hakkı ile daha Bizans devrinde İstanbul ’da yaşayan veya ticâret sebebi ile buradan geçen müslümanların ve türklerin ibâdetine ayrılarak, çeşitli vesileler ile, kaynaklarda bahsi geçen câmiin ise, nerede olduğu henüz kat’ îyetle anlaşılamamıştır. Şehrin fethini müteâkip devlet ricâtinin ta­ mamen yeni temeller üzerine kurdurdukları ve Anadolu ’da hâkim türk mimarî geleneği­ nin devamına işaret eden küçük külliyeler ve bunların merkezi olan camiler de az değildir. Şehirde vezirlerin kurdurdukları ilk dinî ya­ pıların başında, yanlarında eski zâviye, hânkahlar geleneğinden ilham alınarak, inşâsına devam olunan, gezgin dervişlere ve sûfîlere mahsus misafirhane odaları ( tabhâneleri ) bu­ lunan çeşitteki binalar gelir. Evvelce ters T çeşidi camiler denilen, bizim ise, zâviyeli câmi olarak adlandırdığımız bu şekil dinî binaların en eskisi Mahmud Paşa câmiidir ( krş. H a d ka, 1, 1 9 1 ; S. Eyice, İstanbul, s. 24; ayn. mil., Z â viyeler, s. 42 ; S. Ünver, Mahmud Paşa va­ k ıfla rı ve ekleri, V a k ıfla r dergisi, »958, IV, 65—7 6 ,); sadrâzam Mahmud Paşa tarafın­ dan şehrin çok merkezî bir yerinde, 8&7 (14 6 2 ) tarihinde, bîr çifte Kamam (şimdi ya­ rısı var ), bir medrese, büyük bîr han ( Kürk­ çü hanı ) ve banisinin türbesinden ibâret küçük bir manzûme hâlinde inşâ olunmuştur. Mensup olduğu çeşitteki yapılar içinde, ilk defa ola­



rak, burada yeni bir hamle yapıldığı görülür. Kubbeli çifte büyük mekânlar birleşmiş ve bu ana kısımlar tabhâne hücrelerinden, onları at nalı gibi üç taraftan saran dehlizler ile, ay­ rılmıştır. Osman III. tarafından 1755 ’te, bir yangından sonra, »827 ’de ve son olarak da 1940 ’a doğru tâmir gören bu eserin son ce­ mâat yeri sütunları muhtemelen 1827 tamirin­ de barok üsluplu kalın payeler hâlinde tak­ viye edildiğinden, binanın giriş cephesi ilk görünüşünü çok kaybetmiştir. Aynı örneğin daha sâde bir tekrarı olan Aksaray ’daki Mu­ rad Paşa câmii ise, 874 ( »470/1471 ) ’te sad­ râzam Has Murad Paşa tarafından yaptırılmış, yanma bir medrese ile bir de hamam te’sis olunmuş ise de, bunlardan medrese 1938 ’de, hamam da 1956 ’da yıktırılmıştır. Burada iki esas mekânı Örten kubbelerin büyüklükleri eş olmakla berâber, intikal unsurları farklıdır. Yanlardaki tabhâne odaları, geç devirlerde onları ilk kubbeli mekândan ayıran duvarların kaldırılması ile, namaz sabasına katılmıştır. Murad Paşa câmiinin, şehrin en merkezî ye­ rinde ve büyük caddelerin birleştiği bir nok­ tada bulunuşu sebebi ile, hazîresi bütün Os­ manlI idaresi sırasında tercih edilen bir köşe olmuş ve bir çok tarihî şahsiyet buraya gö­ mülmüştür. Câmiin şadırvanının Sultan Osman II. ’m ölümünde faâl bir rolü olan Kara Davud Paşa tarafından yaptırılmış olması da dik­ kate değer (krş. Ifa d ik a ,l, 20 4 ; S. Eyice, İs­ tanbul, s. 87 ; ayn, mil., Zâviyeler, S. 43). Aynı örneğin İstanbul içindeki üçüncü misâli Baye­ zid II. devri sadrâzamlarından Davud Paşa ’nın 890 (14 8 5 ) ’da yaptırdığı küçük külliyedir. Ya­ nında banisinin türbesinden başka, bir med­ rese, bir mektep ve bir de mahkeme bulunan bu eserin câmi olarak kullanılan esâs binası zâviyeli câmi örneğinin istisnaî bir tertibe göre tatbikini gösterir. Burada, bu çeşit ya­ pılarda b.emen dâima karşılaşılan ve eski avlu geleneğini yaşatan üzeri kubbe ile örtülü bü­ yük kapalı mekân yoktur. Tek bir kubbe mih­ rabı çıkıntı teşkil eden harîmi örtmektedir. Yanlardaki tabhâne hücreleri tecrit olunmuş mekânlar hâlinde düşünülmüştür. Bu hücreler ile son cemâat yeri arasında bulunan yine kub­ beli bölümler ise, tabhâne odalarına giriş holü veya kapalı avlu gibi tasarlanmıştır. Burada böyiece eski bir geleneği olan zâyiyeii câmi plan tertibinin çok değişik ve esas fikirlerden hayli uzaklaşmış bir tatbik şekli ile karşılaşılır. Da­ vud Paşa câmii 1766 ve 1894 zelzelelerinde bü­ yük ölçüde zarar görmüş ve bunların arkasın­ dan eseri tam olarak kurtarmağa yetmeyen tamirler ile ayakta tutulmuştur. 19 5 0 ’ye doğru yapılan tâmir de eksik kalmış, uzun yıllardır



İSTAN BU L (İA R İH Î E S E R L E R ).



sâdece sütunları ayakta duran son cemâat yeri ihyâ edilmeden bırakılmıştır. Duvarların bâzı yerlerinde XV. asrın kalem işi nakışlarına rastlanması da kayda değer ( krş. H adika, 1, 104.; S. Eyıce, İstanbul, S. 89; ayn. mil., Zâvigeler, s. 45 ). Aynı örneğin İstanbul ’da dör­ düncü temsilcisi Rum Mehmed Paşa câmiidir [bk. mad. OskODAR ]. Kuvvetli bir ihtimal ile, bu tertibe göre ya­ pılmış bir başka zâviye-câmi Şeyh E b u ’ l-Vefâ için Fâtih Mehmed II. tarafından vakfedilen Vefâ camii idi. Yanında bir halvethâne, Şeyh V e fâ ’ nm türbesi ve çok geniş bir hazsre de bulunan bu eser, 1910 yılına doğru, tâmir edil­ mek üzere, yıktırılm ış ve bir daha yapılma­ dığından, bütün izleri ortadan silinmiştir. Mimârî meseleleri halletmeğe kâfi gelmeyen bir kaç resminden başka elde bir bilgi olmadığın­ dan, Vefâ camiini değerlendirmek mümkün ol­ mamaktadır { H adika, 1, 130 j A . Erdoğan, Şeyh V efa, hayatı ve eserleri, İstanbul, 19 41, resmi için bk. C. G urlitt, Die Baukanst Konstantinopels, s. 43). Öteden beri bu yapı şeklinin tatbiki suretiyle yapıldığı zannedilen başka bir eser Çem berlitaş’ta A tîk A li Paşa câmii­ dir. 1 5 1 » ’de Şah-Kuiı vak’asında şehit olan A li Paşa tarafından, 902 ( 1496/1497 ) ’ de, en büyük ana cadde üzerinde, bir câmi, bir med­ rese ve kime âit olduğu pek anlaşılamayan bir türbeden ibaret küçük bir manzume hâ­ linde, inşâ olunmuştur. 176 5-zelzelesinde zarar görerek, büyük Ölçüde tamir gören câmi 1894 zelzelesinden sonra da bir defa daha takviye edilmiştir. Tam bu camiin karşısındaki Elçıhanı ’nda uzun zaman yaşayan ve bu arada eâmii iyice tetkik edebilen alman seyyahı Hans Dernschvvam ( Tagebuch . . . , nşr, F. Babinger, Leipzig, 1923> s. 3 3 ) ’ın, 15 5 4 ’te tesbit ettiği gibi, büyük kubbenin örttüğü âna mekân yan­ lardaki ikişer küçük kubbeli bölümlerden ga­ yet kalın birer sütun ile ayrılmış idi. Yâni zâviyelİ-câmiler için elzem tecrit edici duvar­ lar mevcut değil idi. 1765 zelzelesinde kısmen kubbe yıkılmış, kısmen de, sütunlar zedelen­ diğinden, bunların yerlerine bugün görülen ba­ rok üslûplu payeler yapılmış ve kubbe de tâ­ mir edilmiştir ( bk. S . Eyiee, A tik A li Paşa câmiinin Türk mimârî tarihindeki geri, Tarih dergisi, 1964, XIV, 99— z 14, levha I-—V III). Küîliyenin bir parçası olan medrese, caddenin geniş­ letilmesi sebebi ile, önü kesilmiş olarak, he­ nüz durmaktadır ( krş. Hadijça, l, 14 9 ; S. Eyice, İstanbul, s. 38 ). A tîk A!İ Paşa câmii, mimârî tertibi bakımından,' Edirne ’de Üç-Şerefeli eâmi ile ilk Fâtih ve Bayezid camileri arasında bir merhale teşkil etmekte, bu bakımdan türk san’at tarihinde husûsî bir değere sahip bulilûm AatİkloptdUat



i i 14 /6 5



Ilınmaktadır. Aynı A li Paşa tarafından Edirnekapı yolu üzerinde, evvelce Zİncirlikuyu denilen semtte yaptırılan diğer câmi ise, mustatil biçimindeki bir harîmin, İki payenin yar­ dımı ile, altı müsâvî kısma ayrılması ve bun­ ların her birinin aynı büyüklükte birer kubbe ile örtülmesi süreliyle meydana gelmiştir. İnşâ tarihi mâiûm olmayan ve XVIII. asırdaki bir zelzelede son cemâat yeri revakını kaybeden bu eser, böyiece altı kubbesi ile, erken Os­ manlı devrinde çok yaygın olan çok kubbeli ulu câmi örneğinin ufak Ölçüde bir tekrarını teşkil eder. Dış cephelerine renkli bir görünüş veren taş ve tuğla şeritleri hâlinde inşâ edi­ len A tîk A li Paşa câmii, mimarîsi bakımın­ dan eski an’acelere bağlı bir örneğin İstanbul ’daki tek temsilcisi olarak ( krş, R. Anhegger, Beiträge zur Fr&kosmanîschen Baugeschichte, Z ek i V elidi Togan ’a armağan, İstanbul, 1950, s. 3 15 —325), husûsî bir değer taşır {p ladilfa, I, 1 1 9 ; S. Eyice, İstanbul, s. 73). Aynı terti­ bin, bir değişiklik olmak üzere, İstanbul ’da çok daha sonraları bir defa daha hatırlanarak, Okmeydanı-Kasımpaşa arasındaki çukur sah­ rada 1573 ’te kurulan Piyâle Paşa camiinde de tatbik olunduğunu tesbit ediyoruz (Hadifca, II, 25 ; S . Eyice, İstanbul, s. 122 v.d.). Daha Sel­ çuklu devri mimârîsinde K o n ya’ da ilk örnek­ leri verilmeğe başlanmış olan ve Osmanlı mi­ mârîsinde de tatbik edilen, ufak bir son cemâat yerini tâkip eden tek kubbe ile örtülü dört köşeli bir mekândan ibaret küçük camilerin de İstanbul ’da, daha inkişâf ettirilerek, inşâ­ sına başlandığı da müşâhade edilir. Nitekim Sultanahmed’de, Bayezid II. devri ricalinden Firûz A ğ a ’ nın 896 (14 9 1 ) ’ da inşâ ettirdiği câmi bu hususta güzel bir örnek teşkil eder. Kitâbesi hattat Şeyh Ham dullah’ın hattı île yazılmış bulunan bu câmi üç bölümlü bir son cemâat yeri revakı ile tek kubbeli bir hanin­ den ibarettir. Etrafındaki hazîre ortadan kal­ dırılmış, evvelce açık bîr türbe içinde olduğu söylenen bânisinin (ölm, 15 12 ) mermer mezar sandukası yan tarafta muhafaza edilmiştir ( f f adika, 1, 155 ; S. Eyice, Istanbul, s. 29 ). Fîrûz A ğa camiini andıran diğer bir eser 1405 ’te vefat eden B âlî Paşa ruhu için zevcesi Hümâ Hatun tarafından, Yenibahçe ile Fâtih arasın­ daki sahada, gzo ( 1504/1505 ) ’da tamamlatıldığı kitabesinden anlaşılan B âlî Paşa câmiidir. Ancak, bu camiin adı, Mimar S in a n ’ın eser­ leri eedvelinde mevcut bulunduğundan ve bu tarihlerde Sinan henüz çok genç olduğundan, bu hususta bir tereddüt hâsıl - olmaktadır ( krş. R. M. Meriç, Aiimar Sinan, Vesikalar, A n­ kara, 1965, tür. yer). Fakat bu halli pek güç bir mesele değildir. Küçük kıyamet ( kıyamet-i 81



>214/66



İSTANBUL (TAR İH Î ESERLER).



sugra ) denilen zelzele 915 ( 15 0 9 ) ’te, yâni câ­ miin inşâsından 4 yıl sonra vuku bulduğuna göre, büyük Ölçüde zarar gördüğüne ve ancak, hayli zaman sonra, Mimar Sinan eli ile ihyâ edildiğine ihtimal vermek en mâkul izâh yolu olabilir; 1894 zelzelesinde de tekrar harap ola­ rak, esas kubbesini ve son cemâat yeri reva­ kını kaybeden bu eser, uzun zaman harabe hâlinde durarak, ancak 19 38 ’de ihyâ olunmuş­ tur. içinde taşa işlenmiş bir vakfiye bulunan bu câmi tek kubbeli câmi şeklinin güzel bir misâlidir. Maalesef 1938 tamirinde, yeniden yapılan kubbesi, devrinin yapı üslûbuna uy­ mayan biçimi ile, gözlere bir az yabancı gel­ mektedir (H a d ik a , I, 63 ; S . Eyice, İstanbul, s. 82). O rta büyüklükteki vezir câmilerinde bu mimârî şeklin revaç bulmuş olduğa misâlle­ rin çokluğundan anlaşılmaktadır. Fâtih ile H a­ lıcılar ( şimdiki Vatan caddesi ) arasında, Bosna beylerbeyi olan kimse ile aynı şahıs olduğu tahmin edilen İskender Paşa tarafından 9 11 (1505/1506 ) ’e doğru yaptırıldığı tesbit olunan eski adı ile Terkim mescidinde de aynı tertip görülür ( Hadika, I, 69; S. Eyice, ayn. esr., s. 80). Kubbeli bir son cemâat yeri revakını tâkip eden tek kubbeii bir harîmden ibaret ca­ miler örneğinin bu devirdeki diğer bir misâli şehir dışında, E y ü p ’ te Ifadilça'nın kaydına göre, 921 ( 15 15 ) ’de yaptırılan Cezerî Kasım Paşa câmiidir ( Idadika, I, 280; S. Eyice, ayn esr., s. 100). Mimar Sinan ’ın İstanbul ’da meydana getir­ diği ilk küçük ölçüdeki külliye olan Haseki Hurrem Sultan manzûmesinin câmii de esâ­ sında tek kubbeli mütevâzî bir ibâdet yeri idi. Kitâbesinden öğrenildiğine göre, 945 ( i 538/ »539 ) ’ te yapılan bu câmi, Ahmed I. zamanın­ da, 10 21 ( 1 6 1 2 ) yılında mütevellisi Haşan Bey tarafından cemâatin kalabalık olmasından do­ layı, sol yan duvarının kaldırılıp, buraya aynı . büyüklükte, yine kubbeli ikinci bir harîmin in­ şâsı suretiyle genişletilmiştir. Yan-yana iki kubbeli bir câmi hâlini almış ve böylece ga­ rip bir mimârî tertip meydana gelmiştir. İki mekân birbirinden iki sütuna dayanan kemer­ ler ile ayrılm ıştır ( H ad ik a , I, 1 0 1 ; S . Eyice, ayn. esr., s. 86 ). Bu câmi, küçük bir mâmu. renin merkezini teşkil ediyordu. Sokak aşırı karşısında, güzel bir medreseden başka, re­ vaktı bir avlu etrafında sıralanan kubbeli ko­ ğuşlardan meydana gelmiş bir de dârüşşifâsı ve aşhanesi vardır. Uzun yıllardır bakımsız kalan bu müştemilât yapıları çok harap ol­ muş ve medresenin pencere alınlıklarını süs­ leyen yazılı ve tarihli harikulade çinilerin bir kısmı çalınmış, bir kısmı da müzeye alınmış­ tır ( krş. T. Öz, Turkish Ceramics, s. 1 9 ; K.



Otto-Dorn, Türkische K eram ik, s. 68, res. 3 1) . Şehrin bu çevresinin bilhassa X V I. asır son­ ları ile XVII. asır başlarında kalabalık ve canlı bir merkez olduğa anlaşılmaktadır. N i­ tekim, az sonra, çok yakınında sadrâzam Bay­ ram Paşa tarafından bir medrese, bir câmi ve sebil ile baninin türbesinden ibâret küçük bir manzume daha inşâ edilmiştir (ifa d ilç a , I, 58). Yine Mimar Sinan ’m eserlerinden olan Karagümrük semtindeki Dırağman ( Tercüman ) Yunus Bey câmii de tefe kubbeli şeklin müte­ vâzî bir Örneğidir. 948 ( 1541 ) tarihli farsça manzum tarihi Şeyhülislâm Ebüssu’ûd Efen­ di tarafından nazmedilen bu câmi, yine man­ zum 114 2 ( 17 2 9 ) tarihli diğer bir kitâbeden öğrenildiğine göre, Ahmed III. tarafından, bir yangından sonra, ihyâ olunmuş ve içeride bir levhadaki manzum bir başka tarihin ifâde et­ tiğine göre de, 1290 ( 18 7 3 ) ’da Sultan Abdülaziz ’in irâdesi ile, tekrar tâmir edilmiştir (H a d ik a , I, 1 1 3 ; î. H. Konyalı, M im ar Sinan ’tn eserleri, İstanbul, 19 50 ,8 .70 —73 ). S in a n ’in vezir câmileri arasında san’at tarihi bakımın­ dan üzerinde durulmağa değer ehemmiyetli bir eseri Silivrikapı ’dakî Hadım İbrahim Paşa câmiidir. A vlu kapılarında ve cümle kapısın­ daki şâir Kandî ’nin manzum tarihlerine göre, 958 ( i 5 5 i ) ’de yapılmış olan bu câmi büyük zelzeleden sonra da tâmir görmüştür. Mimârî bakımdan bina, beş kubbeli son cemâat yerini tâkip eden dört köşe bir harîm ve bunu örten tek kubbeden ibâret olmakla fcerâber, pek id­ dialı değildir. Hâlbuki kakmalı, geçme ahşap kapı kanatları, mermer minberi ve bilhassa çinileri bu mütevâzî görünüşlü yapıyı zengin şekilde tezyin etmektedir (H a d ik a , 1, 29; S. Eyice, İstanbul, s. 92; A . Erdoğan, S iliv rik a p ı ’da İbrahim Paşa câmii, V aktflar dergisi, »938, 1, *9 )• Mimar Sinan ’in eserlerinden Topkapı ’da sadrâzam Ahmed Paşa külliyesi, 962 ( ı5 5 5 ) ’de yarım kalmış ve, pek inandırıcı olmayan bir rivâyete göre, bânisinin halefi ve düşmanı olan Rüstem Paşa tarafından tamam­ latıl mıştır. Her hâlde yakınları tarafından in­ şâatı bitirilen bu câmiin avlusunun bir tarafı dershaneli bir medrese ile tahdit edilmiş, böy­ lece avlu câmi ile medresenin birleşmesi sûretiyle tertiplenmiştir. Ahmed Paşa, müstakil bir türbede yatmakta, yakın tarihlerde kaldı­ rılan hazîresinde zevcesi ve Selim I. ’in kızı Fatma Saltan ’m da mezarı bulunmaktadır. Bâzı tamirlere rağmen mimarîsi esas hatlarını muhâfaza eden bu yapıda kubbeli son cemâat yeri revakını tâkip eden harîm r ortada altı ayağa dayanan bir ana kubbe ile örtülmüş, kubbe tazyikini karşılamak üzere, köşelere dört yarım kubbe yerleştirilmiştir. Böylece



ÎSTAN BÜ L ( TARİH Î E S E R L E R ).



i i 14/67



burada Sinan ’ın san’at dehâsını gösteren us- tanbul h ayatı, İstanbul, 1935, s. 22 ) ve bura­ taliklı eserlerden biri meydana getirilmiştir. da, „müceddeden bina olunan câmi kurbunda Sütuncuklara dayanan mahfilin alt satıhların­ hamam bina eylemek“ icap ettiği belirtildiğine da çok zengin renkli ve yaldızlı nakışlar gö­ göre, câmiin bu tarihten az önce, hej hâlde rülür ki, bunlar o devrin tahta üzerine boya 1562— 1565 tarihleri arasında yapılmış olabi­ ile yapılmış tezyinatını aksettiren nâdiren ka­ leceği tahmin edilebilir. Nitekim bu tahmini labilmiş süslerdir. A yrıca içerisi tezyinî ve destekleyen vesikalar da tesbit olunmuştur yazılı'çiniler ile de süslenmiştir (k rş. T. Öz, ( krş. t. H. Konyalı, Mimar Sinan ’ıra eserleri, Turkisk Ceram ics, s. 33 ). Ahmed Paşa câmii­ s. *60 v.d.). Külliyenin vakfiyesi ise, 978 nin Sinan tarafından aslında başka bir plan ( » S Îo /ıS ?1 ) ’de tanzim edilmiştir. »719 ’da bir tertibine göre tasarlandığı, fakat idâmı ve zelzelede minare ve medrese kısmen yıkılmış, inşâatın yarım kalması üzerine, Sinan ’in bu 1894 zelzelesinde minare tekrar yıkıldığı gibi, ilk tasarıyı, yapılmış kısımları bozmaksızın, bir müddet bastahâne olarak kullanılan med­ daha basit yeni bir şekle sokarak, tamamladığı rese ( krş. K. I. Gürkan, Cureba hastahanesi yolunda bir faraziye ortaya atılmış ise de tarihçesi, s. 3 ) de, cim i ile birlikte, çok bü­ (k rş. E . Egli, Sinan, Erlenbaeh-Zürich, »954, yük hasar görmüştür. Sonraki tamirde minare s. 7 1, res. 42 ), bu düşünceyi te’yid edecek de­ hatalı olarak ihyâ olunmuştur ( bk. S . Eyice, liller yoktur. Mevcut mimârîsi ile de, bu câmi İstanbul m inareleri, s. 75, res. 132). Yedi kubbeli türk mimârî tarihinde merkezî planlı yapı­ bir son cemâat yerini tâkip eden harîm, 37 m. lara doğru inkişâfın değerli bir merhalesidir yüksekliğinde bir ana kubbe ile örtülmüştür. ( D. Kuban, Les mosquées d coupole â base Köşe kuleleri ile takviye edilen dört büyük hexagonale, Beitraege zur Kunstgeschichte kemer bu kubbeyi taşımakta, içeride yanlarda Asiens, In Memoriam E. D ie l, Istanbul, 1963, s. ve üstleri üçer kubbe ile örtülü dehlizli ka­ 38—39 ), Ahmed Paşa câmiinin vakfiyesi de natlar bulunmaktadır (Ifa d ik a , I, 24 ; S. Eyioe, zamanımıza kadar gelmiştir ( H ad ik a, I, 1 4 1 ; İstanbul, s. 7 ° v.d.). 1957— 1960 yıllarında, câ­ S. Eyice, İstanbul, s. 84 ; A . S. Ülgen, Topkapı miin bilhassa dış kısımları ile dükkân kalın­ 1da A hm ed Paşa hey’eti, V akıfla r dergisi, tıları bir düzene sokulmuştur. Sinan ’m selâtin külliyeleri dışında en muh­ 1942, II, 169 v.d .; Ş. Yaltkaya, K a ra A hm ed Paşa v a k fiy esi, ayn. esr., s. 83—97 ). Mimar teşem eserlerinden biri Tahtakale semtinde, S in a n ’ın İstanbul içindeki diğer yapılarında, yâni cemâati çok kalabalık, fakat karışık bir yaratıcı dehâsı sâyesinde, birbirinden daha ticâret muhiti içinde, Sadrâzam Rüstem Paşa mükemmel eserler ortaya koyduğu görülür. için yaptığı Rüstem Paşa câmiidir. Burada da, Her biri san’at tarihinde başlıbaşma bir değer bir inşâ kitabesi bulunmadığından, eserin kat’î olarak yer alan bu eserler şehrin artık iyice tarihini tesbit etmek mümkün olmayor. Ancak türkleşmiş olan simasına haşmetli bir impara­ bir vakfiyeden anlaşıldığına göre, eser her hâl­ torluğun merkezi vasfını daha da kuvvetli bir de 1561 ’e doğru yapılmış olmalıdır. Türk san’aşekilde verir, Trakya ’dan Sarayburnu’na doğ­ tının hem yapı san’atı, hem de tezyinât bakı­ ru tedricen alçalarak uzanan tepecikler silsi- mından, şaheserlerinden sayılan bu eser müteleşinin sûrların iç tarafına rastlayan en yük­ vâzî bir mescid kaldırılarak, yerine yapılmış sek kısmında, yine Mimar Sinan tarafından ve ticarî muhit içinde binanın boğulabileceğiKanunî Süleyman ’ın kızı ve sadrâzam Rüstem ni düşünen -mimar, başka eserlerde görülme­ P a ş a ’nın zevcesi olup, 1 5 5 7 ’de ölen Mihriroah yen bir tertip kullanarak, câmii yüksek bir Sultan adına Edirnekapı câmii inşâ edilmiş­ bodrumun üstüne fevkanî olarak inşâ etmiştir. tir (Mihrimah S u lta n ’ın diğer câmii için bk. Böylece bu bodrumun bir ticarî mahzen ve mad. ÜSfCODAR ). XVI. asrın ikinci yarısındaki dükkân olarak kullanılması da düşünülmüştür. bu çeşit câmilerin çoğunda görüldüğü gibi, Diğer câmilerdeki gibi avlusu bulunmayan câ­ burada da avlu bir medrese ile birleştirilm iş­ mie merdivenlerle çıkılır. Harîmin orta kısmı tir. Külliyenin evvelce altmıştan fazla dük­ sekiz pâyeye dayanan köşeleri dört yarım kub­ kanlı bir . arastası ( çarşı ) bulunduğu, bâzı beli ( tromplu ) bir ana kubbe ile örtülmüş, kemerli dükkân izlerinden anlaşılmakta, he­ yanlara ise, tabakalar ( galeri ) yapılmıştır. men yakınındaki hamamı ise (H . Glück, Bä­ Rüstem Paşa camii, içini,, mihrabını, pâye ve der Konstantinopels, s. 71 ), bugün son derece bingilerini kaplayan harikulade güzellikteki çini­ harap bir hâlde bulunmaktadır. Edirnekapı leri ile, bilhassa dikkati çeker (krş. G. Migeoncâmiinin hangi tarihte yaptırıldığını gösteren A . Sakisian, La céramique d’A sie Mineure..., bir tarih kitabesi yoktur. Hâlbuki 973 ( »S^S ) Paris, 1923, s. 2 2; T. Öz, Turkisk Ceramics, tarihli bir vesîkada bu hamamın adı geçmek­ s. 30 v.d., levha 3 5 “ 4 3 ; K. Otto-Dorn, Tür­ tedir ( krş. A. R efik, H icrî onuncu asırda Is- kische Keram ik, s. 100 v.d ., res. 54—60).



1214/68



İSTA N BU L (TA R İH İ E S Ë R L È ft).



Buradaki çinilerin İznik ve Kütahya menşe’li olduğu ileri sürülmüştür ( krş. O. Aslanapa, O sm anlılar devrinde Kütahya çinileri, İstan­ bul, 1949, s. 79—91 ). Camiin devrine âit ol­ mayan minaresi ( S. Eyice, İstanbul minare­ leri, s. 56, res. 61 ) 1964 ’te indirilmiş ve bir daha yapılamamıştır. Camiin çok yakınında yine Rüstem Paşa tarafından han ( Çukurhan ) ve Süleymaniye ’ye doğru yükselen yamaçta bir medrese yapılmıştır {H a d ik a , I, 1 1 5 ; S. Eyice, İstanbul, s. 48 ). Vezir câmii ve külliyeleri arasında Mimar Sinan ’in şâheserlerinden bir diğeri de, Sultan­ ahmed semtinin Marmara cihetinde, Kadır­ ga limanı denilen yerde, Sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa ’nın zevcesi Esmahan Sultan için yaptırılan ( krş. T. Gökbilgin, Edirne ve Paşa livası, s. 5 10 ) Sokullu (veya Şehid Mehmed Paşa) manzûmesidir. id adika ’nın ve cümle ka­ pısındaki kitabesinin aynı yerdeki bir kilise harabesinin bulunduğundan bahsetmesinden cesaret alan bâzı yabancılar her şeyi ile türk san’atınm malı olan bu binanın câmie tahvil edilmiş eski H agia A nastasia kilisesi olduğu­ nu iddia etmişlerdir (A . G. Paspatis, Byzantinai m eletai, İstanbul, 1877, 364 v.d. ; krş. E. Mamboury, Istanbul touristique, İstanbul, 19 51, s. 404). A nastasia kilisesinin başka bir yerde olduğu artık anlaşılmış ( bk. R. janin, Eglises et monastères, Paris, 1953, s. 28 ), S i­ nan ’m yaptığı binada öteden beri usûlden olan sütun, mermer levha gibi parçalar müs­ tesna, bir Bizans yapısının hiç bir izi olmadığı da görülmüştür. Yokuş bir arazide hayret ve­ rici bir ustalıkla yerleştirilen bu güzel manzûmeııin avlusunu 16 hücreli ve dershaneli bir medrese çevreler ki, burada, böylece, bir defa daha medrese-câmi tertibinin aynı avlu etra­ fında toplandığı görülür. A rka tarafta Meh­ med P a ş a ’nın otuz hücreli bir de zaviye yap­ tırttığı bilinir (S . Eyice, Zâviyeler, s. 50). Kitabesine göre, eser 979 ( 157 1/157 2 ) ’da inşâ olunmuştur. Üzerinde bulunduğu arazinin me­ yi İli oluşundan dolayı, kemerli ve merdivenli geçitler vâsıtasiyle dışarısı ile irtibatı sağla­ nan medresenin pencereli dış cephesinin al­ tında dükkânlar bulunmaktadır ; yedi kubbeli son cemâat yerini tâkip eden harîm duvarlara bitişik altı istinadın meydana getirdiği altı­ gen üzerine oturan bir kubbe ile örtülmüştür. Böylece burada S in an ’ın merkezî planlı bir mekânı başarılı şekilde meydana getirmiş ol­ duğu dikkati çeker. Fakat bu eserin en hari­ kulade hususiyeti mümkün olan bütün kısımiaıım süsleyen çinileridir. Pencere alınlıkları, minberin külahı, kubbeyi destekleyen kemer­ lerin aralarındaki bingilerin satıhları, renkie-



ri, „m otifleri" ve hattâ yazıları eşsîz güzel­ likte olan çiniler ile kaplanmış idi ( bk. G . Migeon-A. Sakisian, La céramique d'A sie M i­ neure et de Constantinople, Paris, 1923, s. 23 ; K . Otto-Dorn, Türkische K eram ik, s. 114 , resim 6 1). Burada ayrıca çinilerdeki mo­ tiflerin tekrarı olan güzel kalem işi nakış­ lar ( krş. K. Otto-Dorn, Osmanische Orna­ mentale W andmalerei, Kunst des Orients, I 95 °> I, S*, resim 7 ve 9 ), aynı üslûbda tez­ yinat mahfilin ahşap tavanı alt yüzünde de mevcuttur ( krş. ayn. esr., s. 52 ). Camiin hazîresindeki mezarlar arasında buradaki hankah şeyhlerinden çoğunun mezarlarından baş­ ka, saraya mensup müteaddit kimsenin taş­ ları ile, Sokullu sülâlesinden Ahmed Bey ( öl m. 1082 = 16 7 1/16 7 2 ) ve Ömer Bey (ölm. 1 12 0 = i 7 o8 / i 7 °9 ) ’in kabirleri görülmektedir ( H a d i­ ka, 1, 193 ; S. Eyice, İstanbul, s. 36 ). San’at tarihi bakımından çok değerli bir eser de Kasımpaşa deresi sonunda, Okmeydanı dibinde kapudan-ı derya Piyâle Paşa (ölm. 1 57 7 ) tarafından yap­ tırılan büyük eâmidir. Vakfiyesine göre 1 5 7 3 ’te yapılmış olması gereken bu eserin tarihini gösteren kitabesi yoktur. Plan tertibinin er­ ken devir Osmaniı yapılarına benzeyişi göz önünde tutularak, bu yapıyı erken bir tarihe götürmeğe çalışmak lüzumsuzdur. Etrafını çe­ viren ince sütunlu iki kat hâlindeki tabaka­ ları, üzerini örten eş büyüklükte altı kubbesi, giriş cephesinin tam ortasında duvarın üstün­ de yükselen minaresi ve içindeki güzel çinili bir yazı şeridi, pencere alınlıklarındaki kalem işleri ile, mimârî tertibin eskiye sâdık oluşuna rağmen, zengin ve yenilikler ihtiva eden bir eserdir. Mihrabını X V I. asrın en mükemmel örneklerinden olan çiniler süslemektedir ( krş. T. Öz, Tarkish Ceramics, s. 3 1, resim 88—95 ). Hâlen Paris ’te Louvre ’da bulunan ve bu ca­ miin pencere alınlıklarını süslediği kabûl edi­ len çini „pano“ larm iç pencerelere âit olma­ ları şüphelidir. Çünki son tamirlerde bu pen­ cerelerin üstlerinde sıva altından çini izleri değil, kalem işi nakışlar çıkmıştır. Camiin et­ rafını çeviren tekke, medrese, mektep, hamam ve sebil {pladilca, II, 25 ; S. Eyice, İstanbul, s. 12 2 ; G . Martiny, Die P iyale Pasha Moschee, A rs Islámico, 1936, III, 13 1 v.d.) tamâmen yı­ kılmıştır. Kıble tarafındaki hazîrede banisinin türbesi bulunmaktadır. Bu câmie âit çok de­ ğerli bâzı eşya ve bilhassa K u pan ’ Sar, kaldı­ rılmış, bunlardan birkaçı Ankara ’da Etnograf­ ya müzesine konulmuştur. Sinan ’ın diğer eser­ leri G a la ta ’da Sokullu Mehmed Paşa, Topha­ ne ’de K ılıç A li Paşa [ bk. mad. G A L A T A ], Fın­ dıklı ’da Molla Çelebî, Beşiktaş ’ta Sinan Paşa, Beyoğlu sırtlarında Cihangir [ bk. mad, B O Ğ A Z-



İSTAN BU L (T A R İH İ E S E R L E R ). İÇÎ ], Anadolu yakasında Şemsi Paşa, Eski ( A t î k ) Valide [bk . mad. Ü SKÜDAR ] camileri ilgili maddelerde zikredilmiştir. Esas şehir­ de Sinan ’m henüz hayatta olduğu bîr sırada yapılan büyük bir câmi de, Eğrikapı ile A y vansaray arasında, duvarları üstünde denilecek kadar sûra yakın bir yerde, Bizans devrine âit mahzen bakiyeleri üstüne inşâ edilen ka­ zasker ivaz Efendi câmiidir. 1585 ’e doğru ya­ pıldığı tahmin olunan bu câmiin başlıca hu­ susiyeti üç taraftan etrafını saran, şimdi yal­ nız temelleri duran garip bir son cemâat yeri, kıble duvarı köşesine bitişik minaresi ve bilhas­ sa giriş cephesinin büyük bir cümle kapısı olu­ şudur. Burada bütün cephe pencereler ile bölün­ müş, giriş bu cephenin iki yanında çifter-çifter tertiplenmiş ufak kapılar ile te’min edilmiştir. İçeride bâzı yerlerde o devrin çinileri de mev­ cuttur ( H adika, 1, 14 7; S. Eyice, İstanbul, s. 67). Mimar Sinan ’■ tâkip eden ve klasik türk mimarîsini devam ettiren san’atkârlar İstanbul ’u aynı üslûpta eserler ile süslemeğe devam etmişlerdir. Mimar Davud A ğ a tarafından Dârüssaâde ağası Mehmed A ğ a ( öl m. 1591 ) için Fâtih ’in garbında inşâ olunan Mehmed A ğa câmii, avlu kapısındaki Şâir  sârî ’nia man­ zum tarihîne göre, 993 ( 1585 ) ’te yapılmıştır ( krş. A . Refik, Mimar Davud, Edeb. Fak, mec­ muası, 1932, VIII, 1 — 16 ; ayn. mil., Türk m i­ m arları, İstanbul, 1937, s. 26—33 i M. Erdoğan, M im ar D avud A ğ a 'n ın hayatı ve eserleri, Türk yat mecmuası, 1955, XII, —189). Kub­ beli beş bölümlü son cemâat yerini tâkip eden harîmin üstünü bir sekiz köşe tersim eden ke­ merlere binen bir kubbe örter. Köşelerde kub­ be baskısını karşılayan yarım kubbecikler ( trom p) duvarlara gömülü kuvvetli desteklere biner. Çıkıntı hâlindeki mihrabın da üzeri bir yarım kubbe ile kapatılmıştır. Burada da zen­ gin çini kaplama tezyinat dikkati çeker ( H a ­ dika, I, 198 ; S. Eyice, İstanbul, s. 74 ). Davud A ğ a ’nın eseri olduğu kesinlikle bilinmemekle beraber, onun mimarbaşılığı devrinde yapılan Cedîd Nişancı câmiinin inşâsına da, Cedîd veya Boyalı Mehmed Paşa ( öim. 1592) tara­ fından 992 ( 1584 ) ’de başlatılmıştır. İnşâsı dört yıl kadar sürmüş ve son cemâat yerindeki bir kitabeden anlaşıldığına göre, büyük zelzeleden sonra 1766 ’da tâmir görmüştür. Bir defa daha 1835 ’te tâmir edildiği bilinir. Burada da kub­ be sekiz kemer üzerine oturtulmuş ve köşelere yarım kubbecikler inşâ olunmuştur. Sinan ’dan sonra devam eden türk san’atının muhteşem ve ahenkli eserlerinden biri olan bu câmiin hazîresinde bânisinin türbesi vardır (H a d ik a , I, 2 U ; S. Eyice, İstanbul, s. 74). Mimârı bi­ linmeyen büyük bir âbide de, yine Fâtih iie



1214/69



Edirnekapı arasında bulunan Mesih Mehmed Paşa câmiidir. Cephesinde mihraplar üstün­ deki kitâbesine göre, 994 ( 1 5 8 6 ) ’te inşâ edil­ miştir. Egli, câmiin mimarîsindeki yenilikleri göz önünde tutarak, bunun Sinan ’m olamaya­ cağını, ancak Davud A ğ a ’nın eseri olabilece­ ğini, kesin bir ifâde ile, iddia eder ( krş. Egli, Sınan, Zürich, 1954, s. 12 6 ; M. Erdoğan, ayn. esr., s. 188). Mesih Paşa câmiinin Sinan ’m yapısı olmadığı zaten muhtelif Tazkirat al-abniya cedvellerinde bulunmayışından da açıkça anlaşılmaktadır. Câmi 1894 zelzelesinde çok harap olmuş, uzun yıllar metruk ve bakımsız kaldıktan sonra, 1939 ’da tâmir edilerek, kurta­ rılmış ise de, yeter derecede alâkadar olunma­ dığından, etrafı, bilhassa şadırvan avlusu çok harap olmuştur. Esas mekân ortada sekiz istinâda oturan yarım kubbeli bir ana kubbe ile örtülü olmakla beraber, câmii yanlara doğru genişleten, iki yanda üçer ufak kubbe ile ör­ tülü bir çift yan sahn mevcuttur. Bu sahnlar dışardan gayet geniş ve taş şebekeler ile ka­ patılmış pencerelerden ışık alır. Mimârî ba­ kımdan muhakkak ki güzel ve başarılı bir eser olan Mesih Paşa câmii, mermerden güzel bir minber, şebekeli pencere alınlıkları ve çini kaplamaları ile, iddialı ve muhteşem bir cami­ dir. Buradaki çini „panolar“ , üzerindeki şe­ killerin tertibi bakımından, halılara benzetil­ mektedir ( K. Otto-Dorn, Türkische K eram ik, s. 1 1 8 , 1 5 1 , res. 64). Câmün esas bünyesinde­ ki yeniliklerden ( meselâ yan cephelerdeki geniş pencereler ) en fazla değişiklik avlunun terti­ binde görülür. Burada şadırvanın bulanması lâzım gelen tam merkezde baninin mütevâzî açık türbesi yer almıştır. Buna karşılık abdest muslukları ise, avluyu çevreleyen revakların içlerinde bulunmaktadır (Hadika, I, 192 ; S. E y i­ ce, İstanbul, s. 83 ). Kitâbesine nazaran, 1002 ( 1593/1594 ) ’de ■Cerrah Mehmed Paşa (öim. 1603 ) tarafından yaptırılan Cerrah Paşa câmii ’nin de mimarı meçhuldür. 1894 ’te zelzelede çok zarar görmüş ve son cemâat yerinin kub­ beleri çökerek, sâdece sütunları kalmıştır. Bu­ rada da mihrap dışarı taşkın bir çıkıntı için­ dedir. A ltı payeye dayanan altı kemer üzerin­ de câmiin ana kubbesi yükselir. Yanında bâ­ nisinin türbesinden başka, bir çeşmesi, Gev­ her Sultan adına bir medrese ve bir de ha­ mam bulunduğuna göre, Cerrah Paşa câmii de şehrin bu köşesinde ulak çapta bir manzûme teşkil ediyordu. Maalesef hamam son yıllarda yıkılarak, ortadan kaldırılm ıştır ( krş. A . S. Ün­ ver, Cerrah Paşa hamamı hakkında, İstanbul Belediye mecmuası, 1934). A rtık bundan sonra, şehrin içinde büyük Ölçüde vezir câmii, pek nâdir olarak, inşâ edil-



12 14 / 7 0



İSTANBUL (TARİHÎ ESERLER).



iniştir. XVII. asırda daha fazla büyük bir med­ rese ve Sibyan mektebi ile birleşen, nisbeten ufak ölçüde, ekseriyetle minâresiz, mütevazı camiler inşâşma doğru gidilmiştir. Böyle bü­ yük bir medrese ile bir câmiin birleşmesi su­ retiyle meydana getirilen câmi-medrese terti­ binin daha eski örneği olarak, Mimar Sinan ’a Yenibahçe ’de, Kanunî Süleyman ’ın babası Selim i. için yaptırdığı Sultan Selim medre­ sesi ve câmi, zikredilebilir (k rş. ffadî l fa, I, 12 5 ; S . Eyice, İstanbul, s. 8 1) . F â tih ’te Hafız Ahmed Paşa külliyesi de bu bakımdan zikr­ edilmeğe değer. 1004 ( 1595/1596 ) ’te yapılan bu câmi, medrese, çeşme, sebil ve kütüphane­ den ibaret manzume maalesef 1918 ’de yanmış ve bu güne kadar ihyâ edilemediğinden, hattâ bâzı kısımları satıldığından ( en son 1962 ’de, m edresesi), hemen-hemen mahvolmaktadır. E s­ ki şeklini sezmek zorlaşmış olmasına rağ­ men, bilhassa câmiin ve külliyenİn tertibinin hayli dikkat çekici olduğu anlaşılmaktadır ( H adilfa, 1, 87 ; S . Eyice, İstanbul, s. 75 ). 1018 ( 1609) tarihli bir irâdeden bu külliyeye su getirilmek istendiği anlaşılmaktadır ( A . Refik, H icrî on birinci asırda İstanbul, s. 34, nr, 67 ). Fransız âlimi A . Galland ise, 1672 ’de gör­ düğü külliyenin kütüphanesi hakkında bilgi verir ( krş. A . Galland, İstanbul ’a ait gü n lü k hâtıralar, trc. N. Sırrı Örik, Ankara, 1949, I, 204). Umumiyetle şehrin ana caddesi üze­ rinde sıralanan Köprülü, Çorlulu A li Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Seyyid Haşan Paşa ( şimdi Türkiyat Enstitüsü ), Dâmâd Nev­ şehirli İbrahim Paşa, Saraçhane başında Amca­ zade Hüseyin Paşa medreselerinde bu tertibin tatbiki ile karşılaşılır. Bunlardan Köprülü medresesi ( H adika, I, 17 7 ) çirkin bir şekil­ de kesilerek, yıkılan kısımları kötü bir ara­ besk üslûpta yamandıktan sonra, sekiz köşeli câmü caddenin kenarında kalmıştır. 1 1 1 8 { 17 0 8 ) ’de yapılan Çorlulu A li Paşa câmiinin, etrafı medreseler iie sarılı, kubbeli, minareli, ufak bir câmi olduğu görülür {H a d ik a , I, 75; S . Eyice, İstanbul, s. 39 ). Kitâbesine göre, Mus­ tafa Paşa tarafından başlanan ve ancak oğlu­ nun 1690 ’da tamamlatabildiği Merzifonlu kül­ liyesi ise, yine sekiz köşeli, minâresiz, müsta­ kil bir camiden, avlusunu çevreleyen medrese hücrelerinden, bir mektep, bir sebil, hârikulâde güzel tunç parmaklıklı bir hazîre ve dükkânlar­ dan ibaret idi {H a d i İfa, 1, 17 1 ¡S . Eyice, İstan­ bul, s. 40). Yine sekiz köşeli bir mescid 1700 ’de Amcazade Hüseyin Paşa ’nın yaptırttığı medresenin avlusunda da görülür. Burada câ­ miin etrafı bir revak ile sarılmış, avlunun çevresine büyük bir medreseden başka, bir mektep, bir kütüphane, sebil, çeşme, hazîre ve



dükkânlar da yerleştirilmek suretiyle, güzel bir mâmûre meydana getirilm iştir ( f i adilça, I, 9 1 ; S. Eyice, İstanbul, s. 78 ). Aynı şekilde, ge­ niş bir medrese (d ârü lh ad îs) ile birleşmiş, minareli küçük bir câmi Nevşehirli Dâmâd İb­ rahim Paşa ’nın 2132 ( 1 7 2 0 ) ’de kurdurduğu Şehzâdebaşı ’ndaki manzumede görülür. Med­ rese kendi duvarı boyunca uzanan bir hazîre, çok süslü bir sebil, kütüphâne ve çeşme ile tamamlanır ( H adik a , I, 4 1 ; S . Eyice, İstan­ bul, s. 54, ayrıca bk. H ayat, 1926, I, sayı 5 5 İbrahim Paşa ve evkafı hakkında bk. M. A k ­ tepe, Dâmâd İbrahim Paşa evkafın a dâir ve­ sikalar, Tarih dergisi, 2963, sayı 17 — 18, s. 17 —26). Tamamen barok bir üslûpta, 1745 ’te yapılan Seyyid Haşan Paşa medresesinde, kü­ çük manzûme İstisnaî olarak fevkani kurul­ muştur. A ltta bir kaç dükkân ile bîr sebil bu­ lunmakta, merdivenle çıkılan iç avlunun etra­ fında çok ustalıkla tertiplenmiş medrese hüc­ releri, bir sibyan mektebi ve kubbeli, fakat minâresiz câmi bulunmaktadır ( H adika, 1, 89 { S . Eyice, İstanbul, s. 46 ). Böylece burada arazi­ nin biçimsizliğine rağmen hârikulâde bir kü­ çük külliye yerleştirilmiştir. Yine aynı tarihte, 1745 "te, Darüssaâde A ğası Hacı Beşir A ğ a İçin, Bâbıâli yakınında yaptırılan külliyede de medrese-câmi tertibi ile karşılaşılır. Birçok hayır binaları bırakan Beşir A ğ a (ö!m. 1746), bu­ rada mütevâzi minareli, kubbeli ve istisnaî ola­ rak derin son cemâat yerine sahip bir câmi, sebil ve çeşme, zengin bir kütüphaneden baş­ ka, bir medrese iie, bir de tekkeden İbaret ol­ dukça geniş bir külliye meydana getirm iştir ( pfadika, I, 48, A ğa câmii adı ile ; S . Eyice, İstanbul, s. 2 1 ). Kapudan-ı derya İbrahim Paşa (ölm. 1724) için, şimdiki Üniversite kütüpha­ nesi yanında, 2708 ’de yapılan câmi, yine kü­ çük bir manzûmenin merkezi olmakla beraber, basit mimarili, sakıtlı bir mescid vasfını taşır {H a d ik a , I, 275; S. Eyice, İstanbul, s. 46). XVIII. asırda türk san’atmın Avrupa barok üslubunun te’siri altına girişini gösteren mah­ dut sayıda bazı müstakil camiler de mevcut­ tur. Bunların başında Şeyhülislâm İsmail Efen­ di ( Ölm. 1725 ) ’nin yaptırdığı Çarşamba sem­ tindeki câmi gelir. 17 2 4 ’te inşâ olunan bu bi­ na çok uzun yıllar metruk ve yıkılmağa mah­ kûm bir harabe hâlinde durduktan sonra, 2952 ’de ihyâ edilerek, kurtarılmıştır. K lasik türk yapı san’atımn artık terkedilmeğe başlandığı bu eserde kendisini açıkça gösterir. Altında mağazalar bulunan çok yüksek bir bodrum üzerine fevkanî olarak yapılan bu câmie mer­ diven ile çıkılır ve dış cepheleri taş ve tuğla dizilerinin meydana getirdiği renkli ifâde ile oâzip bir görünüş kazanmıştır ( H adika, I, 38;



İSTANBUL (TAR İH Î ESERLER).



S. Eyice, İstanbul, s. 63 ). Vezir külliyeleri ara­ sında, bir selâtin külli yesi ölçüsünde olan mü­ him bir eser sadrâzam Hekimoğlu A li Paşa (öim. 17 5 8 ) ’nın 114 6 —114 7 ( 1732—1734 ) yıl­ ları arasında inşâ ettirdiği büyük câmi ve müştemilâtıdır. Mimârî bakımdan Cerrahpaşa câmiine benzeyen bu yapı da altı istinatlı ke­ merler üzerine oturan bir ana kubbe ile Ör­ tülmüştür. Mihrâbı dışarı taşkın bir hücre için­ dedir. İlk inşâsına âit olmayan, 18 3 0 ’da yeni­ lenen aşırı derecede ince minaresi, bir kaç yıl önce, bir defa daha yıkılmıştır ( krş. S . Eyice, İstanbul minareleri, s. 7 1, res. 118 ). Etrafın­ daki manzume içinde bânisinin türbesinden başka, güzel bir sebil, çeşme, avlu kapıların­ dan birinin kemerli geçidi üzerinde yükselen harikulade güzellikte bir kütüphânesi vardır. Bu heybetli yapının kitabelerinin manzum ta­ rihleri Râgtb Paşa ile Şeyhülislâm İshak Efen­ di tarafından Hazmedilmiştir. Câmiin iç du­ varları çiniler ile kaplanmış olmakla berâber, bunlar 1724 ’te, türk çini san’atını ıbyâ etmek gayesi ile, Ahmed İH.’in kurdurduğu İstanbul çini imalâthânesinin eseridir ve ne renkleri, ne nakışları, ne de yapılışları bakımından, es­ ki türk çinilerine yaklaşabilir. Fakat türk çini san’atıntn yükseliş ve düşüş tarihi içinde mü­ him bir yere sahiptir (krş. T, ö z , Turkisk Ceramics, s. 40; K . Otto-Dorn, Türkische K e­ ramik, s. 162 ). Sultan Ahmed 111. ’in kızı Zey­ nep Sultan ( ölm. 1774) tarafından 1188 (1769 ) .’de Ayasofya semtinde yaptırılan tek kubbeli câmi ise, türk mimarîsine iyice yerleşen ba­ rok üslûbun kuvvetle kendisini hissettirdiği bir eserdir. Plan ve nisbetler her ne kadar klasik türk mimârî geleneğine uygun ise de, bilhassa dalgalı kubbe kasnağında yabancı te’sir kendisini gösterir ( D. Kuban, Barok mi­ marisi, s. 3 1 ) . Uzun zaman harâbe hâlinde duran bu câmi sonraları tâmir edilmiş, fakat cadde genişletiiirken, Zeynep Sultan ’ın türbesi yıkılmış, hazîreye Alemdar Mustafa Paşa ’nın şehir dışındaki mezarı getirilm iş ( krş. Resim li kitap, 1327, V I, sayı 3 2 ; I. H. Uzunçarşılı, A lem dar Mustafa Paşa, İstanbul, 1942, s. ı 3 8 , resim 55) ve Dördüncü vakıf han ’1 yerinde bulunan Abdülhamid I. imaretinin sebili bura­ ya taşınmıştır ( S. Eyice, İstanbul, s. 20). Şeh­ rin son orta derecede büyüklükteki câmii A ta ­ türk bulvarı kenarında, şimdi Manifaturacılar çarşısı İçinde kalan Şebsafâ Kadın câmiidir. Abdüihamid l. ’in zevceci, Fatma Şebsafâ ta­ rafından 17 8 7 ’de yaptırılmıştır. Aslında kıs­ men fevkanî iken, Önündeki cadde seviyesinin yükseltilmesi sonunda altındaki dükkânlar gö­ mülmüş, yanları çeşmeli barok üslûplu mer­ merden müzeyyen avlu kapısı sökülmüş ve bir



12X4/71



daha yapılmamıştır. Bugün müştemilâtından yalnız bir sıbyan mektebi mevcuttur. Burada üstünde bir dâire bulunan son cemâat yerini, „tromplıı" tek kubbe ile örtülü ana mekân tâkip etmektedir (S . E yice, İstanbul, s. 59). Bundan sonra artık şehrin içinde kayda değer büyük bir câmi yapıldığı görülmemektedir. Yalnız tek istisna bir selâtin eâmii olan ve l8 $I ’de yapılan H ırka-i şerif câmiidir ( S . Eyice,. İstan­ bul, s. 83). Yıld ız bahçesi başında Mecidiye ( S . Eyice, İstanbul, s. 122 ; ayn. mil., İstanbul, m inâreleri, s. 72, res. 122 ), Kâğıthane ’de S a ’dâbâd, Beşiktaş *ta Âsâriye, Maçka ’da Teşvikiye ( S . Eyice, İstanbul m inareleri, s. 72. 74, res. 123, 128, 12 9 ) camileri yeni zevklere göre in­ şâ edilmiş tamâmen yabancı üslupla eserler­ dir. Bunlar karışık mimarîleri kadar, bilhassa, „gotik“ mimârîden ilham alınmış minareleri ile de dikkati çeker. Şehrin içinde, aslında da­ ha eski camilerin yenilenmesi suretiyle, tekrar yapılan Mercan yokuşu başında A lî Paşa, Sultanahmed’de Fuad Paşa, Eminönü’nde Hidâ­ yet câmileri de bu devirde hâkim olan garip üslûbun son örnekleri olarak gösterilebilir (k rş. S. Eyice, İstanbul minareleri, s. 73, 79, res. 126, 144 174). 3. K ü ç ü k c a m i l e r ve m a h a l l e m e s ­ c i d i e r i. Fethin hemen arkasından, şehrin İs­ lâmlaşması ile, teşekkül edeU yeni mahalle­ lerde küçük mescidler inşâsına da başlanmış­ tır. Bunların arasında, bâzı eski Bizans kili­ seleri veya kilise kalıntıları da vardır. XV .— XVII. asır içlerinde bir çok kilise yıkıntısı veya manastırlardan kalmış kısımlar mescid hâline getirilmiştir. Bunlardan A yasofya yakı­ nında yalnız Acem A ğa veya Lala Hayreddin mescidinin Bizans devrinin mühim yapıların­ dan ski Khaikoprateia kilisesi olduğu bilinir ( S . Eyice, İstanbul, s. 19 ; ayn. mil., İstanbul A n­ siklopedisi, I , *78 v.dd., mad. ACEM A Ğ A M ES­ CİDİ ), Topkapı ’da' Manastır veya Mustafa Ça­ vuş ( S. Eyice, İstanbul s. 85 ), Sam atya ’da 1894 ’ten beri harâbe hâlinde Sancakdâr Hayreddin (S . Eyice, İstanbul,s. 90 ), Zeyrek civarında Şeyh Süleyman (S .E y ic e , İstanbul, s. 59 ), Ayvansar a y ’da 19 2 8 ’den beri yıkık Toklu İbrahim Dede ( S. Eyice, İstanbul, s. 66), Fener ’de Kızıl veya Kapudan Sinan Paşa ( S . Eyice, Son devir bi­ zans mimarisi, İstanbul, 1963, s. 40), Cerrah­ p aşa ’da 1894 ’ten beri yıkık İsa-kapısı veya İb­ rahim Paşa (ayn. esr., s. 29), Çarşam ba’da Hırâmî Ahmed Paşa ( S . Eyice, İstanbul, s. 63 ), Karagüm rük’te Kefeli (ayn . esr., s. 73) ile 1894’ten beri yıkık Kasım A ğa mescidlerinden başka, bir kaç kiliseden çevrilme mescid daha vardır ki, eski şekilleri bilinmediği gibi, bugün izleri dş kalmamıştır (A rabacı Bayezid, Ba-



1214/72



İSTANBUL (TARİHÎ ESERLER).



nareleri, s. 45, res. 26, 2 7 ). Fâtih devrinde, Topçubaşı İiyas A ğ a ’nın hayratı olan Balat ’ta Yatağan mescidi bu adı mezarı orada oian bir evliyadan almıştır. Bu mescidin, Üzeri ki­ remitli oluşuna karşılık, içinde itinalı bir işçi­ lik ile tezyin edilmiş ve işlenmiş ağaç bîr mahfel bulunmaktadır ki, şimdiki hâlde bu devre âit bilinen tek örnektir ( Hadika, I, 2 2 4 ; S. E y i­ Sekbânbaşı İhı ahim Ağa mescidi, Fatih ve İs­ ce, İstanbul, s. 6 5; ahşap akşamın resimleri tanbul dergisi, 1954, V İI—XII, 139 —168) ve için bk. E. H. A yverdi, Fâtih devri mimarisi, K aragüm rük’te 1 9 1 9 ’da yattan Odalar veya İstanbul, 1953, s. 2 0 2 ) . Kemankeş Mustafa Paşa ( S. Eyice, İstanbul, s. X V I. asırda mescid mimârîsi, de, türk san’a72) mescidleri bir dereceye kadar tesbit edi­ tıuııı diğer sahalarına uygun olarak, gelişmiş­ lebilmiştir. tir. Haliç sırtlarında Hacı Haşan mescidi, bil­ Küçük meseidler başlıca iki örnek hâlinde hassa çok eski türk minarelerini hatırlatan inşâ edilmiştir. Bazıları küçük bir mekânı ör­ gövdesi baklavalı bir süslemeye sâhip mina­ ten tek kubbeden ib a rettir; bazıları ise, daha resi ile, dikkate değer ( fladika, I, 88 i S . E y i­ mütevazı bir şekilde, sâdece ahşap çatı ve ki­ ce, İstanbul minareleri, s. 47, res. 34). Şehremit ile örtülmüştür. Bunların aralarında zâdebaşı ’nda Mısır kadısı Emin Nureddin ( ölm. san’at değerleri yüksek, âdetâ mescid mima­ î 554 ) tarafından bina olunan ve son yıllarda rîsi bakımından şaheser sayılabilecek bâzı ihyâ edilen Burmalı mescid ise, çok mütevazı misaller mevcuttur. Unkapanı ’nda Yavuz Er mimarîsinde te’sirli bir güzelliğe sah iptir; mi­ Sinan, Uzunçarşı başında Yavaşça Şâhin ( H a ­ naresinin gövdesi helezonî bir şekilde kıvrı­ dika, I, 223), F â t ih ’in Haliç tarafında Y ar- lan kavisli çubuklar halindedir. Böyle bir mi­ hîsarî ( H adika, î, 220 ), küçük ölçüde olmakla nare inşâsı için husûsî sûrette tuğla yapılması beraber, kubbeli mescidi rdir. Son yıllarda ih­ İcap ettiğini düşünmek küçük eâmilerde yek­ yâ edilen bu eserlerden sonuncusunun iki ke­ nesaklıktan kurtulmak İçin ne derece gayret merli son eemâat yeri bilhassa zikre değer. sarfedildiğini açıkça belli eder ( Hadika, I, 36; Hazîrelerinde gömülü olan şahıslar bakımın­ S . Eyice, İstanbul minareleri, s. 47, res. 35). dan dikkati çeken bir kaç mescid de v a rd ır: Aynı derecede alâka çekici bir mescid de 1956 Fâtih civarında Manisah Mehmed Paşa mes­ ’ya kadar Vatan caddesinin sûrlara yakın ucun­ cidi bir misal teşkil eder. Yine bunlardan Fâ­ da bulunuyordu. Hiç bir iz bırakılmaksızın t ih ’te Kumrulu Mescid hazîresinde Fâtih câ­ kaldırılan Yenibahçe ve Hoca A tta r Halii A ğa mii mimarı Sinan-ı A tîk ’in mezar taşı var­ mescidinin inşâsı kadar mimârîsi de istisnaî dır ( S. Eyiee, İstanbul, s. 75 ). Maalesef 1956— idi. Esâsında Fâtih devrinde Tahtakale ’de in­ 1960 istimlâkleri sırasında ortadan kaldırılan şâ olunan bu küçük ahşap mescidin arsasını diğ r küçük eâmilerden biri Şehzâdebaşı ’nda beğenen Rüstem Paşa, mescidi söktürerek, Mimar A y a s mescidi, diğeri de Manifaturacılar yerine Mimar Sinan ’a meşhûr camiini inşâ et­ çarşısı yerinde bulunan ve hazîresinde ilk İs­ tirm iş ve mescidin enkazını da İstanbul ’un tanbul kadısı Hızır B e y ’in mezarı olan Voy- her devrinde ücra bir semti sayılan Yenibah­ nuk Şücâeddin mescidi (p la d ik a , 1, 2 18 ; A . S. çe ’nin nihâyetinde bir yere kurdurmuştur. B ir Ünver, İstanbul ’un ilk kadısı H ızır Bay Ç ele­ avlu içinde olan küçük ahşap mescidin minâbi, İstanbul, 1945 ) idi. resi binadan uzakta, avlunun iki cadde ara­ XV . asırda yapılan mescidlerden ilk şeklinisında bir köşe teşkil eden çok güzel bir çifte günümüze kadar muhâfaza edebilenler son de­ çeşmenin üzerine oturtulmuş bir şerefe ve kü­ rece azdır. Tahtakale ’de fevkanî Timurtaş lahtan ibaret idi. Çeşmelerden birinin arka­ A ğa mescidi, bir köşesinde çıkmalı bir baca sından çıkan düz bir merdiven bu minareye ir ­ şeklindeki minaresi ile, bilhassa değerli bir tibatı sağlıyordu. Minber-minâre adını teklif eserdir ( tfad îk a , i, 70; S. Eyice, İstanbul, s. 49; ettiğimiz bu minâre çeşme ve mescid ile maa­ ayn, mil., İstanbul m inareleri, s, 44 v.d., res. lesef ortadan kaldırılm ıştır ( Hadika, I, 222 ; 25 ). Fâtih devrine âit, Saman Emini Sinan S. Eyice, İstanbul, s. 84; ayn. mil., İstanbul mi­ A ğa ’nın yaptırdığı Siileymaniye ’de Saman- nareleri, s. 6 1, res. 78, 79). Böyle minareleri veren mescidi ise, çatılı bir bina olmakla be­ bakımından çok dikkat çekici XVI.^asra âit raber, duvarlarının zarif taş ve tuğla işçiliği iki meseid ise, Eyüp ’te bulunmaktadır. Bun­ ile, minâresindeki tuğla süsler bakımından, lardan birincisi Semiz A li Paşa mescidi ( pla­ güzel ve istisnaî bir eserdir ( flad ilfa, I, 78 ; S, dika, I, 268 ; S . Eyice, İstanbul minareleri, s. 61, Eyiee, İstanbul, s. 48; ayn. mil., İstanbul mi­ res. 77) olup, minâreşi baca biçiminde bir şe» ruthâne, Etyemez tekkesi, Hamza Paşa veya Tahta minare, Durkuyu, Şühedâ, Sekbanbaşı, Sivasî tekkesi v. b.). Buna karşılık, 1930 ’da kaldırılan Lâleli 'de Balaban A ğa ( S. Eyice, İstanbul Ansiklopedisi, IV, 1946 v.dd., mad. BALABAN A ğ a MESCİDİ ) ve 1943 ’te yıktırıla­ rak, son enkazı 1955 ’te yok olan Atatürk bul­ varında Sekbanbaşı İbrahim A ğ a ( S. Eyice,



İs t a n b u l



c t a r İh î e s e r l e r



refeden ibarettir ; diğeri Silâhî Mehmed Bey mescidi olup, Zal Mahmud Paşa câmii karşı­ sında olduğundan, onun mimarîsi karşısında basit yapısı ve küçük nisbetleri ile ezilmemesi için başka hiç bir mescidde görülmeyen bir tertibe göre inşâ olunmuştur. Yanında bir de türbe bulunan ve uzun yıllardır harâbe hâlin­ de iken, 1962—19 6 3’te tâmir edilen bu küçük mescidin kıble duvarı önünde sekiz köşe göv­ deli, baca biçiminde şerefelı son derece zarif bir minâresi vardır (H a d ik a , I, 280; S .E y ice, İstanbul, s. 99; ayn. mil., İstanbul minâreleri, s. 60 v.d., res. 74—76). Mimar S in a n ’ın, ken­ di adım yaşatmak gayesi ile, Yenibahçe ’de inşâ ettiği mescid de, plan tertibi ve minâ­ resi bakımından, benzeri olmayan bir eser idi. Enine uzanan üstü kiremit örtülü bir mekân­ dan ve buna bitişik bir son cemâat yerinden meydana gelen mescid 1918 yangınında harap olmuş, 1955 ’ten sonra da yerinde Önce gece­ kondu, sonra evler yapılmasına göz yumulmuş­ tur. Bugün ayakta kalan sâdece m ınâredir; bu da zarif bir baca şeklinde olup, ezan küçük pencerelerinden okunuyordu ; tepesinde ise, bir külâh değil, ufak bir kubbecik vardır ( H adiJça, I, 199} S . Eyice, İstanbul, s. 8 2; ayn. mil., İstanbul m inareleri, s. 62, res. 8 1—83 ). Mimar Sinan daha büyük Ölçüde üzeri kiremitli mescidler de yapmıştır. Bunlardan, dış mimarîsi itibârı ile, en güzellerinden biri henüz ihyâ edilmişken, 1957 ’de tamamen yıktırılan Çapa ’da Kazasker Abdurrahmau Efendi mescididir ( Hudika, I, 167, resimler için bk. H. R. Saruhan, Âbidelerim iz, nşr. Türkiye Anıtlar Der­ neği, İstanbul, 1954, s. 157 v.dd.). A ynı devrin böyle kiremitli ve enine uzanan bir mekândan ibâret bir mescidi de Şehremini ’nde yine S i­ nan ’in eseri olan Odabaşı mescididir ( Hadîka, I, 30). Önceki misalde olduğu gibi, bunda da duvarlar muntazam taş ve tuğla şeritleri hâlinde örülmüş, geniş bir saçaklı ahşap bir Çatı câmiin üstünü örtmüştür. Aynı mimârî hususiyetlere sâbİp başka bir mescid ise, Bala t ’ta Ferruh Kethudâ mescididir. Mimar S i­ nan tarafından 970 ( 15 6 2 ) ’te inşâ olunan bu sakıflı bina, yıkılmak üzere iken, 1954 ’te tâ­ mir edilerek, kurtarılmıştır. Mihrabında çini­ ler, ahşap üzerine oymalar ve duvarlarında ka­ lem işi nakış izleri bulunmuştur ( H adika, 1, 5 5 ; Konyalı, Mimar S in a n ’ın eserleri, s. 86; S . Eyice, İstanbul, s. 65 ). A ynı mimârın İstan­ bul ’da ufak ölçüde câmi ve mesoidlerde çok sayıda tatbik ettiği anlaşılan bu plan tertibi­ nin bir tekrarı ile Yediknle ’de Hacı Evhad mescidinde karşılaşılır. Mimar Sinan tarafın­ dan ve, kitâbesinden anlaşıldığına göre, 993 ( 11,8 5 ) ’te yapılmıştır, Ahenkli nisbetleri olan



).



12 14 / 7 3



mescid, çok uzun yıllar harâbe hâlinde dur­ duğundan, duvarlarını süsliyen çiniler tama­ men sökülerek, çalınmış, malakârî tezyinattan da az parçalar kalmıştır ve ancak 1945 ’te ih­ yâ edilebilmiştir (H a d ik a, I, 8 5; S. Eyice, İs­ tanbul, s. 94; A . M. Schneider, Yedikule und Umgebung, Oriens, 1952, V , 205 ). Kalan iz­ lerden içerisinin itinalı bir şekilde süslenmiş olduğu tahmin edilebilen bn mescidin evvelce tavanının da içeriden ahşap kubbeli olduğuna ihtimal verilebilir. Nitekim aynı devirden iç tezyinatını tamam bir hâlde, butun ihtişamı ile, muhlfaza edebilmiş iki mescid günümüze kadar gelebilmiştir. Bunlardan biri Hekimoğlu câmiinin ilerisinde bulunan Ramazan Efendi mescididir. Mimar Sinan tarafından 994 (158 6 ) ’te Haeı Hüsrev A ğa için yapılan ve aslında Bezirgan mescidi olarak tanınırken, bitişiğin­ deki tekkenin şeyhinin adını alan bu mescid her bakımdan türk san’atımn şaheserlerinden­ dir. Tarih kitabesi şâir S âî Ç eleb î’nindir. Bi­ na da, Mimar Sinan ’ın ölümünden pek az önce yapıldığına göre, onun son eserlerindendir. Avlusunda çok küçük, fakat san’atkârane bir şadırvan bulunmakta, basit harimi ahşap bir çatı örtmektedir. Ancak bu mescidin en hari­ kulade tezyinatını iç duvarlarını kaplayan çini­ ler teşkil eder (T . Ö z,T urklsh Ceramics, res. »02— 1 03 ; K . Otto-Dorn, Türkische Keramik, S. Xl8). Burada ayrıca kalem İşi nakışlar da tesbit edilmiştir. Aynı derecede muhteşem bir iç mimari ile Topkapı dışında 1000 ( 1592) yı­ lında Takkeei (A ra k iy e ci) İbrahim A ğa (öim. 159 5) tarafından yaptırılan mescidde de kar­ şılaşılır. Burada bütün duvarlar bir sürahiden fışkıran çiçek ve yapraklar veya büyük tez­ yini başka nebatlar ile süslü çiniler ile kaplı­ dır (T . Öz, ayn. esr., res. 10 4 ; K . Otto-Dorn, ayn. esr., s. 118 , res. 65—67 ; O. Aslanapa, Kütahya çinileri, res. 3 1 —34), Mermer minber de aynı derecede itinalı işlenmiştir. Kiremitli çatı boşluğunda gizlenmiş ahşap bir kubbe harîmin tavanını teşkil eder. A yrıca içerideki ahşap aksam üzerinde çinilerin resim ve renk­ lerine uygun renkli nakışlar mevcuttur ( Idadika, I, 232; S. Eyice, İstanbul, s, 85). Müteakip asırların mescidieri arasında eâzip hususiyetleri ile dikkati çeken örnekler mev­ cuttur. Zarif baea şeklinde bir minâreye sahip Karagümrük ’te Derviş A lî mescidi ( H adika, I, 109 ; S. Eyice, İstanbul m inareleri, s. 77, res. 139) barok üslûbun tatbik edildiğini gösterir. Cümle kapısı üstünde yükselen ve bir benzeri olmayan minâresi ile mimârî bakımdan bir yenilik ortaya koyan Altımermer civarında Tuiumcu Hüsam mescidi maalesef 1945 ’te yık­ tırılm ıştır ( Hadika, I, 140; S. Eyice, İstanbul



ı ı 14 /7 4



İSTA N B U L (T A R İH Î E S E R L E R ).



minareleri, s, 6a v.d,, res. 86—87 ). İstanbul ’un XÎX. asırda yapılan ve devrinin Üslûbunun çok güzel bir örneği olan nâdir ntescidlerinden bi­ ri de Tekfursarayı karşısında Adilşah Kadın mescidi idi. 1805 ’te yaptırılan ve mescid mi­ marîsinde „empire“ üslûbunun tatbikini gös­ teren bu çok zarif eser, lüzumsuz olarak, 1943 ’te tamamen ortadan kaldırılmıştır ( S , Eyice, İstanbul stıinareleri, s. 78 v.d., res. 143). Ge­ çen asrın ikinci yarısı içlerinde bâzı eski mescidler, o sıralarda hâkim san’at zevklerine göre, ya tamamen tahrif edilerek, çirkin bir şekilde yenilenmiş ( L â le li’de Yakub A ğa, B a­ yezid ’de Katiçeci Haşan, v.b.}, bazıları da ga­ rip üslûblarda yeniden İnşâ edilmiştir. Bu husûsta vilâyet yanındaki Naili mescid ile garip bir „neo-gotik“ üslûbda yenilenen Sultanhamamı ’nda Hacı Köçek mescidi ve Büyük postahâne arkasında 19 n ’de yenilenirken, eski türk san’atının tatbiki sûretİ ile yapılmak is­ tenen Hobyar mescidi birer misal teşkil eder. 1956—1960 istimlâkleri sırasında yıktırılan A ksaray ’daki Şîrmerd Çavuş câmiinin hâtıra­ sını yaşatma gayesi ile, karşı sırada yapılan yeni binanın ise, türk mimârî üslûbunda, kub­ beli bir küçük câmi olduğu görülür. Eski ahşap mahalle mescidlerinden İse, he­ men hemen şehir içinde hiç bir örnek kalma­ mış gibidir. Eminönü ’nde Arpacılar mescidi ol­ dukça belirli bir „empire“ üslûbu gösteren nâ­ dir kalabilmiş bir eser sayılabilir. Son yıllarda, bâzıları sebepsiz ( Sarayburnu ’nda Yedekçiier, ■Atatürk bulvarı yakınında Voynuk Şucâeddin, Aksaray ’da Oruç Gâzî veya İsmail A ğa, Unkapanı ’nda, Köprü başında Süleyman Subaşı, Tekfursarayı ’nda Adilşah Kadın mescîdleri gi­ bi ), bir kısmı ise, cadde açmak veya arsasın­ dan istifâde etmek gayesi ile, yıktırılan bir çok mescid va rd ır: Bâbıâli karşısında Fatma Sultan, Eminönü meydanında Arap Mehmed Paşa, A tatürk bulvarında Revânî Çelebî, Papazoğlu, Yahyagüzel veya Hoca Teberrük, K a­ ragöz veya Baba Haşan Alem i, Firuz A ğa, İs­ tasyon karşısında Sirkeci mescidleri gibi. A y ­ rıca, câmi ve mescidlerin tasnifi hakkındaki talimatnameden cesaret alınarak, kadro dışı bırakılan bir çok mescid, bu tarihden itiba­ ren, zaman zaman satışa çıkarılmış veya ki­ raya verilmiş ve bunların bir kısmı yeni sa­ hiplerince yıktırılm ıştır ( Haraççı, Kabasakal, Hoca A li, Tüfekhâne, Servili, Pirinççi Sinan, öküz Mehmed Paşa, Yolgeçen, Hacı Ferhad, Sinan A ğa, Dibek, İlyas Çelebî mescidleri g i­ bi ). Çoğu kaybolan bu mescidlerin satış ilân­ larını 1930—1950 yılları arasındaki İstanbul gazetelerinde bulmak kabildir (nitekim bu bil­ gi de gazetelerden derlenmiştir ). Zelzele, yan­



gınlar ve bakımsızlıktan harap olan mescidler arasında son yıllarda ihyâ edilenler de var­ dır. Bu suretle tekrar ibâdete açılan mescidlere misal olarak Bayezid A ğa, A ltay, Seyyid Ömer mescidleri gösterilebilir. N a m a z g a h l a r . Basit bir at çak duvar ile hudutlanmış çimenli toprak bir sahadan ibâ­ ret olan namazgâhlar bugün son der cede azalmıştır. Bunların mihrap yerini tutan sâde bir kıble taşı ve sâhayı gölgeleyen bir veya bir kaç ağacı olduğu gibi, yanlarında bir de çeşme bulunur. Umûmiyetle namazgâhlar şehrin çevresindeki mesîre yerlerinde ve şehirden çı­ kan yolların üzerlerinde kurulmuştur. Bunlar­ dan 111 6 (17 0 4 ) tarihli bir tanesi, 19 56 ’ya kadar, Hasköy yolunda, Aynalıkavak kasrının karşısında bulunuyordu. Şehrin içinde çok is­ tisnaî bir tertibe sahip bir namazgah ise, K a­ dırga Umanında, Cinci meydanı denilen yerde, Ahmed İli. ’in kızt ve Muhsin-zâde Mehmed Paşa ’nın zevcesi Esmâ Sultan ( öl m. 1788 ) için, 1779 ’da yaptırılan meydan çeşmesinin üstünde bulunmaktadır. İki taraflı olan bu çeşmenin haznesinin üstüne bir merdiven İle çıkılmakta ve burası böylece bir namazgah vazifesi gör­ mekte idi (krş. S . Eyice, İstanbul, s. 37)- Üs­ küdar ’dan itibaren başlayarak, Gebze istikame­ tinde uzanan İstanbul-Bagdad ve Trakya isti­ kametinde uzanan İstankul-Edirne kervan ve sefer yolunun üzerinde de, muhtelif yerlerde, namazgâhlar var idi. Bunlardan birinci menzil sırasına âit tesbit olunabilen başlıca misaller, fotoğrafları ile birlikte, derlenmiştir (k rş. S. Eyice, İstanbul-Şam-Bagdad yolu üzerindeki mimârî eserler I., Üsküdar-Bostancı güzergâh, Tarih dergisi, 1958, IX, 8 1— 110 , kitâbeler için bk. s. m — 132 ). Bugün bu namazgâhlardan sâdece iki tânesi, çok bozulmuş hâlde, dur­ maktadır. Yanında bânisinin âile sofası, çok güzel bir çeşmesi, kuyusu ve hattâ küçük bir meşrûtesi ile, emsali olmayan âdeta bir namaz­ gah „külliyesi“ teşkil eden 1186 ( 17 7 2 / 17 7 3 ) tarihli kalyonlar baş-halîfesi Hacı Ömer Efen­ di (ölm. 1777 ) namazgâhı 1960 ağustosunda, bânisinin torunları tarafından büyük ölçüde tahrip edilmiş, hazîre ise, tamâmen ortadan kaldırılmıştır ( krş. S. Eyice, ayn. esr,, s. 94—96, 123— 124 ). Bu menzil yolu üzerinde tarihî de­ ğerleri olan A yrılık çeşmesi, Selâm î çeşmesi ve Bostancıbaşı derbendi namazgâhlarından sâ­ dece Selâm î çeşmesi namazgâhı şimdilik dur­ maktadır. Bâzı büyük namazgâhlar bir nevi açık hava câmii olarak kullanılmış, bunun için, bu çeşit sahalarda bir de taştan mihrap ile minber yapılmıştır. Nitekim Anado'.uhisarı ’nda XVII. asra âit böyle bir namazgah tesbit olunmuştur (krş. A . Gabriel, Les chaieauz



İSTA N B U L (TA R İH Î E S E R L E R ).



1214/75



turcs du Bosphore, Paris, 1943, s. 26, res. n ). çok eksik ve mahduttur. Tekke ve zaviyeler Minberli namazgahların en büyüğü İstanbul ile türbelerin şeddine ve türbedarlıklar ile bir tarihinde husûsî bir yeri olan Okmeydanı ’nda takım unvanların men ve ilgasına dâir 677 sa­ kurulmuş idi. Burada aralarında bir de K e­ yılı ve 20 teşrin II. 1341 tarihli kanunda „Tür­ mankeşler tekkesi bulunan çeşitli te’sislerden kiye Cumhuriyeti dâhilinde, gerek vakıf sûreti başka, bir minberli sofa, yâni açık hava na­ ile, gerek mülk olarak, şeyhinin taht-ı tasar­ mazgahı bulunmaktadır (krş. H. B. Kunter, rufunda, gerek suver-i aharla te’sis edilmiş Türk spor mimarisine dair, Güzel sanatlar bulunan bilumum tekkeler ve zaviyeler sahip­ lerinin diğer şekilde temellük ve tasarrufları dergisi, 1944, V , 148 v.d.). B i b l i y o g r a f y a - . E vliya Çelebî, Se- bâkî kalmak üzere, kamilen seddedîlmiştir. yahatnâme ( İstanbul, 1314 ), I, tür, yer. ; A y- Bunlardan usûl-i mevzûası dâiresinde filhâl câmi veya mescid olarak istimâl edilenler ibvansarayî Hâfız Hüseyin Efendi (ölm. 12 0 1 = 1786), f/adlkat al-cav&mt' (İstanbul, 12 8 1), ka edilir“ ( bk, N. Can, Eski eserler ve mü­ I—II ( A li Sâti’ Efendi ’nin genişletmesi ile ) ; zelerle İlgili kanun, nizâmnâme ve emirler, Hacı İsmail Bey-zâde Osman Bey, Mecmua-i Ankara, 1948, s. 2 1 v.d.) denilmiştir. İçlerinde cevâmi (İstanbul, 13C 4 ); Kolağası Mehmed çok eskileri, san’at ve tarih bakımından bü­ R âif Bey (ölm. 19 17 ), Mir’ ât-ı İstanbul (İs ­ yük bir değeri hâiz olanlarının bulunması bu tanbul, 13 14 ), eserin basılmamış 2. eildi kanunda göz önünde tutulmadığından, istis­ Türk Tarih Kurumundadır ; H. Edhem [E l- nasız olarak, bütün tekkeler terkedilerek, yı­ dem ], Camilerimiz (İstanbul, 19 3 3 ); ayn, kılmağa bırakılm ıştır. Bunlardan ancak mah­ mil., Nos mosquées de Stamboul (tre. E. dut sayıda bir kısmı, mahalle câmii veya mes­ Mamboury ), İstanbul, 1934 ; [ İ. H. Konyali ], cidi olarak, vazife görmeğe devam edebilmiş­ İstanbul âbideleri (İstanbul, ts. [ 1 9 4 1 ] ) ; tir. Son şeyhlerinin tasarrufunda kalan tek­ ayn. mil., Mimar Koca Sinan ’tn eserleri ke binalarının büyük ekseriyeti yavaş-yavaş (İstanbul, 1950), noksan kalmıştır ; R . E. husûsî mülkiyete geçerek, satılmış, yıkılmış Koçu, İstanbul camileri ( İstanbul, ts. [ 1948 ] ), ve ortadan kalkmıştır. Bununla beraber elde yalnız bir cüz çıkm ıştır; ayn. mil., İstanbul bâzı tekkelerin cedvelleri bulunmaktadır. Bun­ Ansiklopedisi ( İstanbul, 1946—1948, 1958— lardan bir tanesi vaktiyle bastırılm ıştır : Ban1965 ), i —VII, Ç harfinin yarısına kadar ; S. dırmalı-zâde Ahmed Münib, Mecmua-i tekâyâ Eyıee, İstanbul, petit guide d travers les mo­ (İstanbul, 1308). Bu risalede o tarihte mev­ numents byzantins et turcs ( Istanbul, 19 5 5 ); cut tekkelerin adları, yerleri, hangi tarîkata T. Öz, Istanbul câmileri (A nkara, 1962), I ; âit oldukları ile, şöhret buldukları diğer isim­ ayn, mil., Istanbul câmileri ( Ankara, [ 1964 ] ), leri ve son şeyhlerinin adlan bildirilmiş, fakat nşr. Turizm ve Tanıtma Bakanlığı; Usûl-i daha fazla bir tafsilât verilmemiştir. Ancak mimârî-i osmaniyye, L’architecture ottomane arada bâzı tekkelerin daha o tarihte de arsa hâ­ ( Istanbul, 1873 ), plan ve resimleri ile, sad­ linde oldukları, hizalarına düşülmüş olan arsa râzam Edhem Paşa tarafından hazırlatılm ış­ kaydından anlaşılmaktadır ( msl. Sultanahmed tır ; Fr, Adter, Die Moscheen zu Konstan­ ’de Üçler, Ü sküdar’da Bülbül deresinde Özbek tinopel, {Deutsche Bauzeitung, 18 74 ); C. ler v.b.). Muayyen tarîkat mensuplarının kur­ G urlitt, Die Baukunst Konstantinopels ( Ber­ dukları ilk zâvıyeler metruk kilise ve manastır­ lin, 1909— 1 9 12 ) ; A . Gabriel, Les mosquées ları,, şenlendirmek“ , şehrin bâzı köşelerini imâr de Constantinople ( Syria, 1926, VII, 353— etmek gibi İçtimaî yardım ve diğer gayeler 4 19 ) ; E. H. A yverdi, Fatih devri mimarisi İle meydana getirilmiş idi. Bunların ilk kuru­ (Istanbul, 19 5 3 ); D. Kuban, Türk barok cuları veya muayyen bir sûfî için bunlârı ku­ mimarisi hakkında bir deneme ( İstanbul, ranlar kökü Anadolu *da ve A sya *da o)an bu 19 5 4 ); S. Eyiee, İstanbul minareleri {Türk tarîkat erbabı ile yakın alâkalı kimselerdir. sanatı tarihi, araştırma ve incelemeleri, Sonraları bu zaviyelerin bir kısmı, bilhassa 1963, I, 3 1— >32); bk. bir de Sanat tarihi XIX. asırda, tamamen mâhiyet değiştirmiş ve kürsü ve Enstitüsü öğretim ve araştırma zengin tarafdârlarının yardımları ile, yeni mi­ çalışmaları ( İstanbul, 1962 ), s. 27—53 5 mârî zevklere göre, tekrar inşâ edilmiş ve tez­ yin olunmuştur. İstanbul tekkelerinin büyük Sanat tarihi yıllığı, 19 6 5,1,20 2— 210. 4. Z a v i y e , h a n k a h v e ' t e k k e l e r . İs­bir ekseriyeti geçen asırda hâkim olan Avrutanbul ’uu dinî yapıları arasında tanınması ge­ pâî üslûpların te’sîri altında yapılmış ve tez­ reken, fakat maalesef şimdiye kadar üzerinde yin edilmiş olmakla beraber, bunlar İç mimârî hiç durulmamış bir zümre teşkil eden dergâh bakımından, alâka çekici bir ifâdeye sâhip bu­ ve tekkelerden de burada kısaca bahsetmek lunuyordu. Bunların yok olmalarından önce, hiç yerinde olacaktır. Ancak elimizdeki bilgiler değil ise, resim ve planlarının alınmayışı, mu­



1214/76



İST A N B U L (T A R İH Î E S E R L E R ).



hakkak kİ, türk san’at mm son devresinin tesbîti bakımından büyük bir kayıptır. Bazıları­ nın ise, yanlarındaki camiler doğrudan doğ­ ruya bir mahalle câmii mâhiyeti almıştır. Hin­ diler, Özbekler tekkeleri, aslında, islâmiyetin en büyük merkezi olan İstanbul ’da bu uzak müslüman ülkelerinden gelen oralı müslüman­ ların zaviyeleri, yâni misafirhaneleri idi, A k ­ saray ’da bulunan Hindîler tekkesinin avlusun­ da, Osmanlı devleti nezdine elçi olarak gelen ve İstanbul ’da ölen bir Hind elçisinin me­ zarı da bulunmaktadır. Anadolu ’nun en mü­ him mutasavvıflarından olan A şık Paşa sülâ­ lesinin Kırşehir, Mecidözü ’nde Elvan Çelebî ve daha başka yerlerdeki zaviyelerinden başka, İstanbul’da H alic’e hâkim bir noktada bir zaviyeleri daha bulunuyordu. Esâsı  şık Paşa ahfadından Derviş Ahmed  şık î tarafından kurulan bu müessese sonraları dârüssaâde ağa­ sı Hüseyin A ğa tarafından, şimdiki şekli ile, ihyâ edilmiştir (krş. İstanbul Ansiklopedisi, II, 1148 v.dd., mad. Âşıkpaşa câmii) ve bu arada zaviyenin yerine bugün görülen kubbeli câmİ de inşâ olunmuştur. Koca Mustafa Paşa civarında, Ramazan Efendi dergâhı yanında da bir tekke bulunuyordu. Birçok küçük camiler ile mescidlerin çevrelerindeki eski zaviyelerin tesbiti ve tarihçelerinin tetkiki, İstanbul ’un türkler tarafından imârı ve türkieşmesi hâdi­ sesinin inkişâfını göstermesi bakımtndan, çok faydalı olur. Bugün şehrin muhtelif yerlerin­ de, mahalle aralarında görülen metrûk küçük hazîrelerin bîr kısmı ytkılmış tekkelerin son hâtıralarıdır. Bâzı tekkelerin de şeyh meşrûtaiarı olan büyük ahşap konaklar el’an görü­ lebilmektedir. İstanbul ’un büyük tekkelerinin en ehemmi­ yetlisi Yenikapı mevlevîhânesi sayılabilir. Os­ manlı devri türk medeniyet tarihi bakımın­ dan mühim bir eser sayılan bu tekkenin ( krş. M. Ziya, Yenikapı mevlevîhânesi, İstanbul, 1329) kalıntılarının da bir kaç yıl önee bir yangınla mahvolduğu bilinmektedir. Eyüb ’ün az ilerisinde, Haliç kıyısında bulunan Bahariye mevlevîhânesi ise, Çırağan sarayı yerindeki Beşiktaş mevlevîhânesinin 1868 ’de Maçka ’ya nakli, 1873 ’te Haliç sahilinde Bahariye mev­ kiine taşınması üzerine, 1294 ( 1 8 7 6 ) ’te bura­ da yeniden kuru’ muş idi. Bugün pek mahdut izleri kalan bu tekkenin civarında Dedeler mezarlığı denilen bir mezarlık vardır ( bk. İs­ tanbul Ansiklopedisi, II, 1854 v.dd., mad, B A ­ H A R İY E M E V L E V Î H  N E S İ). Geçen asrın başla­ rında inşâ edilmiş olmakla beraber, Avrupa barok mimârî üslûbunun türk san’atına inti­ bakının çok güzel bir örneği olan Yedikule ’de, Fevzlye eâmii yanındaki Küçük Efendi dergâhı



da maalesef 1957 ’de yanmış ise de, câmi be­ den duvarları ile, ihyâ olunmuştur (H . EdhemE. Mamboury, Nos mosquées de Stambuol, s. 12 8 ; A . Kuran, Türk barok mimarisinde Batı anlamında bir teşebbüs : Küçük Efendi man­ zumesi, Belleten, 1963, X X V II, 467—-470 ). Y i­ ne XIX. asrın bir eseri olmakta berâber, cadde üzerindeki sebilli mermer cephesi güzel bir „empire“ üslûbu gösteren A ksaray ’da O ğlan­ lar tekkesi 1957 ’te tamâmen ortadan kaldı­ rılmış, fakat sebil cephesinin taşları toplana­ rak, o civârdaki Murad Paşa câmii avlu du­ varı dibinde, 1964 ’te yeniden kurulmuştur. Son yıllarda mevcut kalıntılarından bir kısmı kur­ tarılan çok eski ve tarihî değeri büyük tek­ kelerden biri de, eski adı il , Salkım söğüt ’te ( Sirkeci ) Aydm-oğlu dergâhıdır. Esâsı B a­ yezid II. devrine kadar inen bu dergâhın esas binası i960 ’ta yıkılmış, fakat en eski kısmı olan türbesi, dış duvarları avlusundaki mezar­ lar ve ağaçları muhafaza edilmiştir ( bk. İs­ tanbul Ansiklopedisi, III, 1520—1526 ), Silivrikapısı iç tarafında esâsı Fâtih devrinde Topçubaşı Bâlâ Süleyman A ğa tarafından kurnian Bâlâ tekkesi de, şimdiki hâli ile, XIX. asra âit bir manzumedir. Kitâbesine göre, saraylı Sazkâr kalfa tarafından 1279 ( 1862 ) ’da ve 1894 zelzelesinden sonra, Âdile Sultan tarafından, bu şekli ile, ihyâ edilmiştir. Abdülhamid dev­ rinde 1309 ( h.) ve 13 13 (h.)’te ise, bilhassa Peres­ te Kadın tarafından bu manzumeye husûsî bir güz İlik veren çeşme ve sebiller inşâ olunmuş­ tur ( M. Hattatoğlu, Istanbul Silivrikapı ’da Topçubaşı Bâ'â Süleyman Ağa mimarî man­ zumesi, Vakıflar dergisi, 1958, IV, 18 3— 19 1, 19 res. ). Başlıbaşına bir mevzû teşkil edecek kadar tarihi değeri olan G alata mevlevîhânesi İle Tophane sırtındaki Kadirîhâne bn çeşit müesseselerin en tamnmışlarmdandır [ bk. mad. G A L A T A ]. Ü sküdar’dakiîer arasında da A ziz Mahmud Hüdâî dergâhı [bk. mad, Ü S K Ü D A R ] mühim bir eserdir, Kasımpaşa semtinin bu çe­ şit mühim eserlerinden Sururî dergâhı, mek­ tep hâline getirilerek, uzun müddet kullanıl­ dıktan sonra, 1964 ’te yıktırılm ıştır. İstiklâl harbi sırasında Anadolu ’ya geçenlerin saklan­ dıkları ilk merhale olarak tarihe mai olan Merdivenköyü âsitânesi ( Bektaşî ) yıkılmağa başlamış iken, son yıllarda küçük bir tâmir ile kurtarılmıştır. Türk san’atma barok üslû­ bun ilk nüfuzu sıralarında yapılan Bâbıâli kar­ şısındaki Hacı Beşir A ğa manzumesinin bir par­ çası olan büyük tekke bir kaç yıl evvel yanmış, sâdece harabesi kalmıştır. Geçen asrın sonları­ na doğru, Fener havâlisinde, eski bir Bizans kilisesi harabesi Şeyh Murad tekkesi olarak ih­ yâ edilmiş ise de, bugün bu binadan da biç bir



İSTA N B U L (TA R İH İ E S E R L E R ).



i*» 4 /ÎÎ



iz yoktur. Muayyen bir teşkilâtın merkezi olan B e d e v i t e k k e l e r i . 5. Ağaç Kakan ( =■ tekkelerden bir tanesi olarak Okmeydanı ’nda- Ahmed E f., A ğaçkakan ), 6. Arap-zâde ( = kİ A tıcılar tekkesi hakkında ise, aşağıda ay­ Şeyh Mustafa E f,, Kasımpaşa, Uzunyol), 7. rıca ( bk. VII, 3 ) bilgi verilecektir. İstanbul Eburrıza (Kasım paşa, Tatavla, Kurtuluş), tekke ve dergâhları arasında bir tânesi daha 8. İslâm Bey ( Eyüp, İslâm Bey mahallesi ), vardır ki, muayyen bir zümre insanları barın­ 9. Şeyh Ahmed E f. (Ç engelköy), lo . Şeyh dırması, misâfir etmesi düşünülerek kurulduğu Hâmil E f. (B eylerbeyi), 1 1 . Şeyh H asîb Ef. bilinmektedir. Diğer benzerlerinden ayrılan bu ( —Şeyh Sadık E f., Üsküdar, Toptaşı ), 12. Şeyh tekke aslında cemiyetin dışında kalan cü­ Hüseyin E f. ( İstavroz, D e re iç i). C e l v e t î t e k k e l e r i , 13. Acıbadem ( = zamlılara tahsis kılınmış olan Karacaahmed mezarlığı içindeki Miskinler tekkesidir. Esâsı Selâm ı A li E f., Üsküdar, Selâmsız, A cıbadem ), X V I. asırda bu illete duçar olanlara bir sığı­ 14. A karca (Tophane, A k a rca ), 15. Akbıyık nak olarak kurulan bu müessese çok yakın (A h ırk ap ı), 16. Alâeddin E f. (S o fu lar), 17. tarihe ( 292? ) kadar böylece vazife görmüş ve Atpazarî Şeyh Osman E f. ( Fâtih, A tpazan ), tekkelerin kapanması ile, terkedilerek, kısa za­ 18. A tpazarî Osman E f. (Üsküdar, Hayrettin manda ortadan yok olmuştur. Mezarlık sahası Çavuş m ahallesi), 19. A yşe Sultan ( Üsküdar, içinde yakın zaman öncesine kadar görülebi­ Mirahur ), 20. Bacılar ( Üsküdar, Hüdâî civarı ), len bu mescide âit minarenin harabesi ile bâzı 2 1. Bandırmak Şeyh Yusuf E f. { = S e y y id Hâizleri, 1956 yılına doğru, Karacaahmed mezar­ şim Baba, Üsküdar, İnadiye ), 22. Çakır Dede lığından yol geçirilerek, Saraçlar çeşmesi kıs­ ( — K ara A balı, Do’.mabahçe ), 23. Devâtî-zâde mındaki mezarlar kaldırıldığında, tamamen ( — Şeyh câmii, Üsküdar, Şeyh eâmii mahal­ tesviye edilerek, arsasına Saraçlar çeşmesin­ lesi ), 24. Hüdâî A ziz Mahmud E f. ( Üsküdar, den getirilen mezar taşları dikilmiştir. Bu tek­ Gülfem Hatun m ahallesi), 25. İskender Baba kenin yeri, evvelce yakınında olduğu bilinen ( —Kaymakçı-zâde, Üsküdar, A ğ a hamamı), Hâfız Isa A ğ a çeşmesi sâyesinde, bir dereceye 26. K eşfî Osman E f. ( Şehzâdebaşı, Vezneci­ kadar, tâyin edilebilmektedir ( krş. S . Ünver, le r), 27. Küçük A yasofya ( Küçük ■ Ayasofya Türkiyede cüzam hastalığı tarihine ait kayıt­ eâm ii), 28. Mihrimah Sultan ( Üsküdar, Mihlar, İst. Belediye mec., 19 34 ; ayn. mil., Tür­ r i malı câmii ), 29. Musalla ( Üsküdar, Bu'gür­ kiye cüzam tarihi hakkında, Poliklinik mec­ lü ), 30. Sarmaşık ( Edirnekapı), 31. Şeyh Femuası neşriyatı, İstanbul, 1934, nr. 2 ; ayn. nâî A li E f. ( Üsküdar, Pazarbaşı), 32. Şeyh mil., Cüzam hastalığına dair arşiv kayıtları, Selâm î E f. ( Üsküdar, Büyük Ç am lıca), 33. Dirim, 1936,74 *



İ s t a n b u l ( î a r İh î e s e r l E r ). Şeyh AH E f. (Eyüp, O luklubayır), 175. Şeyh Atâullah Ef. (K an lıca), 176. Şeyh H ıfzî Ef. ( Unkapanı ), 177 - Şeyh Kâmil Ef. ( Edirnekapı, Sarmaşık mahallesi ), 178. Şeyh Murad (Eyüp, Nişancı), 179. Şeyh Sâdık Ef. ( = Hacı Dede, Üsküdar, Pazarbaşı), 180. Şeyh Said Ef, (F ın ­ dıklı), 18 i. Şeyh Selâmî Ef. (Eyüp, Babalıayd a r), 182. Şeyh Selim Ef, ( = Şeyh Sâdık Ef., Üsküdar, Çınar m ahallesi), 183. Tâhir A ğa ( Aşıkpaşa, Yenihamam ), 184. Tâhir Baba ( Bü­ yük Çam lıca), 185. Vâlide Sultan (Eminbaba, Edirnekapı), 186. Vezir (İzzet Paşa, E y ü p ), 187. Yahya E f. ( B eşik taş), 188. Yâkub-zâde (Y a y la civarı), 189. Yûşâ’ (Beykoz, Yûşâ), 190. Zebnî Şerîf (Taşkasap). . R ü f â î t e k k e l e r i . 191. Abdurrahman Şâm î ( «» Sancaktar, Büyük A y a so fy a ), 192. Alyanak A li Ef. ( Lâlezar ), 193. Arabacıbaşı ( = Düğümlü Dede, Sultanahmed), 194. Bekâr Bey ( = Şeyh Kâmil Ef., H obyar), 195. Cündî Hurrem ( A ltı mermer ), 196. Çöreklik ( = A li Kuzu, Kasım paşa), 197. Halevî Ef. ( Şehremi­ ni, Arpa hamamı civârı), 198. Kara Baba (Çenberlitaş, A tîk A li Paşa m ahallesi), 199. Kara Nohut (H alıcılar köşkü), 200. Kara Sarıklı (Küçük M ustafapaşa), 201, Kılcı Mehmed Ef. (Mevlevîhâne kapısı, E vliya mahallesi), 202. Kubbe (Fâtih , Yenihamam), 203, Mârufî Ef. (Kasım paşa, İbadullah mahallesi ), 204, Osman Ef. (Topkapı, Bayezid A ğa mahallesi), 205. Paşa Baba ( = Hoca-zâde, Tophane, Firuz A ğ a ), 206. Râşit E f. ( Fâtih, Kadı çeşm esi), 207. Saçlı E f. (Küçük Mustafa Paşa, Çırakçı çeşme ci­ varı ), 208. S a fî ( Şehrem ini), 209. Said Çavuş (K ü çük M ustafapaşa), 210. Salih E f, (K aragümrük, Tahta minare), 2 1 1 . Sandıkçı Şeyh Edhem E f. (Üsküdar, Tabutçular), 2 12. Saraç İshak (T avşan taşı), 2 13. Seyyah Şeyh (K aba­ sakal), 214. Sultan Osman («■ Ahmed E f., O takçıiar, Sıraserviler ), 215. Şerbettar (Molla G ürânî mahallesi ), 216. Şeyh Abdullah E f. (O dabaşı çarşısı), 217. Şeyh  rif E f. (Husrevpaşa), 218. Şeyh Hâfız E f. ( — Şeyh Sadık Ef., Üsküdar, Menziibâne yokuşu), 219. Şey­ hülislâm (««• Şeyh H asîb Ef., Eyüp, Babahaydar ), 22o. Şeyh Nuri E f. (Üsküdar, Dabbağlar mahallesi), 221. Şeyh Mahmud Ef. (Üsküdar, Ahmediye câm ii), 222. Şeyh S ırrı E f. ( Kıztaşı, Sofular ), 223. Tarsusî ( Mevlevîhâne k ap ısı), 224. Yahya-zâde (Eyüp, Câmi-i kebir mahal­ lesi ), 225. Yeşil Tulumba ( = Halim E f., Unkapanı, Yeşil Tulumba). S a ’d î t e k k e l e r i . 226. Abdüsselâm ( = Kovacı Dede, Koska, Haşan Paşa karakolu ci­ v a r ı), 227. Abid Çelebî ( Kadıçeşmesi, Yeni­ hamam ), 228. Balcık ( Defterdar isk elesi), 229. Cafer Paşa ( Eyüp, K ızılm escit), 230. Ciğerim



İ 214/ Î 9



Dede ( Kasımpaşa, Tersane c iv â rı), 231. Çakır A ğa ( = Eyüp E f., Edirnekapı, Çakırağa ma­ hallesi k 232. Ejder ( = Mehmed Ef., Karagütu­ nik ), 233. Etyemez ( uzunluğundadır (S . Nirven, agn. esr., s. 185 ve 187). Vâlide bendi su mimârîsinin en muhteşem örneklerinden biri olarak kabût edilmektedir. Üçüncü bend ise, Mahmud II. tarafından İ255 (h .)’te yap­ tırılan Bend-i cedîd ’dir. Bu defa diğer bend­ ierin ekserisinde olduğu gibi, cephenin dışarı taşkınlığı köşeli değil, tatlı bir kavis halin­ dedir ki, plan bakımından bende âdeta bir yay görünüşü verir ( S. Nirven, agn, esr., s. 185 ve 189 ). Bahçeköy-Beyoğlu şebekesi suyunu nak­ leden te’sisler arasında Büyükdere-Bahçeköyü arasında Zo gözlü, 420 m. uzunluğunda Bahçeköyü kemeri bulunmaktadır ( S. Nirven, agn. esr., s. 187 v.d.). Şehrin menbâ sularından beslenen ikinci bü­ yük şebekesi ise, Abdülhamid II. tarafından Boğaziçi ’ nîn Rumeli yakası ile Beyoğlu tara­ fının ihtiyâcını karşılayan Hamıdiye ( veya Kâğıthane) şebekesidir, Kemerburgaz ile Cen­ dere arasındaki vadide altmış kadar kaynağın sularının toplanması sureti ile meydana geti­ rilen Hamidiye suyu 19 0 4 ’te dökme demir borular ile naklolunup, dağıtılıyordu. Bu su­ yun, makineler ile, Şişli-Büyükdere arasındaki kuleye basıldığı, Balmumcu ’dakİ toplama haz­ nesinden de, Beyoğlu ve Boğaziçi ’nin aşağı kısımlarındaki çeşmeler île, resmî binalara dağıtıldığı bilinir. Bu eski te’sislerin şehir içindeki dağıtım merkezini teşkil eden bîr unsuru da muayyen ölçülere ( masura, lüle ) göre tevziatı yapan.



Is t a n b u l . eski adı iie, savak, sonraki ite, maksem ( veya taksim ) merkezleridir. Bunlardan bir tânesi Eğrikapı savağı olarak bilinir, diğeri ise, Bey­ oğlu ’uda Taksim meydanının bir köşesini sı­ nırlayan Galata-Beyoğlu suyu maksemidir ki, sonraki adı olan Taksim semtin adı olmuştur. Bunlardan Eğrikapı ’daki Kırkçeşme savağıuda murabba bir kâr gir oda içinde, muayyen öl­ çülere göre, su şehrin muhtelif semtlerine dağılmaktadır { S. Çetintaş, Türklerde sıı, çeş­ me, sebil, Güzel sanatlar, 1944, V, 130). İçin­ de mermer bir sedir ve su tası koyma yerleri bulunduğuna göre, evvelce bu su dağıtma merkezinin zarif bir dinlenme yeri olarak da düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Duvarlarındaki beş kitâbenin en eskisi Abdülhamid I. devrine aittir (metinleri ve savağın resimleri için bk. S. Çetintaş, at/n. esr., s. 13 1 v.d.). Taksim suyu savağı ise, aynı derecede zarif ve itinalı, mer­ mer sedli bir eserdir. Bunun yanında da 90 m. boy ve 18 m. kadar eninde büyük, içi bölmeli bir havuz vardır. Vakıf suların yerine Terkos golünden alınan ve yeni te’sisler ile şehre dağıtılan su şebe­ kesi kaim olmuş, Anadolu yakasında da bir kaç derenin suyunun Elmalı bendinde toplan­ ması ile, 1304 (1886/1887 ) ’ten itibâren yapı­ lan çalışmalar sonunda, Kadıköy-Üsküdar ta­ rafı su şebekesi yapılmış ve 13 10 ( h.)’da faâliyete geçmiştir. İstanbul su şebekesinin en değerli tarihî vesîkaları eski su yolu haritalarıdır. Bunlar­ dan muhtelif tarihlere âit bir çok Örnek tesbit edilmiş, bir kısmı neşrolunmuştur. Dal­ man tarafından tesbit olunduğuna göre, başlıcaları, Fâtih-Mîllet, Topkapısarayı, Hazîne (10 16 = 116 0 7 tarihli), Topkapısarayı, Hazîne ( 1 1 6 1 = 1748 tarih li) haritalardır (resimleri için bk. Dalman, ayn. esr., lev. 15 — 17 > bu ve­ sikalardan ikisi şu eserde de vardır : I. Kum­ baracılar, İstanbul sebilleri, İstanbul, 1938, s. 4. v.d.). Türk-islâm eserleri müzesindeki diğer bir su yolu haritası için bk. S, Ünver, Fâtih ’in oğla B ayezid’in su yo la haritası, İstanbul, 1945. İstanbul türk devri su te’sisleri hakkında J . v. Hammer, Constantinopolis and der Bosporos, Pesth, 1822, I, 560—582 kıymetsizdir. İs­ tanbul ’un türk eseri su te’sisleri ilk defa cid­ dî sûrette şu kitapta tesbite çalışılmıştır : Cte. Andreossy, Consiantinople et le Bosphore de Thrace, Paris, 1828, s. 385 v. d. ( almaneası Dr. Bergk, Constantinopel und der Bosporus, Leipzig, 1828, s. 256 v.d.). Su te’sisleri hak­ kında ayrıca bk. Nâzım, İstanbul şehremânetine evkaftan devrolunan sular, İstanbul, 1341 ; başlıca bend ve kemerler hakkında çok yan­ lış hükümler İhfiya eden Ph. Fçrçhheimer v®



12 14/89



J. Strzygowski, Byzantinische Wasserbehäl­ ter von Konstantinopel, Wien, 1897 ’den baş­ ka, C. G urlitt, Die Baukunst Konstantinopels, Berlin, 1909 —1 9 1 2 ’de, yanlış adlandırmalara rağmen, güzel „röiöveler“ neşretm iştir; bâzı şahsî müşâhedelerİ ortaya koyduğundan faydalı küçük notlar ihtiva eden V . Altuğ, Tarihî su tesisleri, bendler-kem erler (Konya, 19 4 6 ); S. Nirven, İstanbul suları ( İstanbul, 1946 ) ; K . O. Dalman, D er Valens Aquädukt in Konstantino­ p el ( Bamberg, 19 3 3, bu kitap, Bozdoğan ke­ meri hakkında müstakil bir eser sınırlarını aşa­ rak, te’sisler hakkında etraflı bilgi verdikten başka, büyük bir şevkle türk te’sislerinin hak­ larını korumaktadır ); S. Nirven, İstanbul 'un su davası (İstanbul, 1 9 5 0 ) ; mad. BEND, İstanbul Ansiklopedisi, V , 2493 v. d ,; A. A ytöre, Türkl e r ’de su mimarisi, M illetlerarası B irin ci Türk sanatları kongresi tebliğleri, 1959 (Ankara, 1962), s. 45—69, lev. V I—XXIX, 2. Ç e ş m e l e r . Şehrin her köşesinde, hemen-bemen her sokağında, hattâ aynı sokakta bir kaç tâne olmak Üzere, yüzlerce çeşme ya­ pılmıştır. Her devrin san’at üslûbunun izlerini aksettiren, bâzdan çok mütevâzî, bâzıları mühteşem ve iddialı olan bu küçük san’at eserle­ ri, kitabesi z, manzum kitâbeli ve mensur kitâbeli olmak üzere, bir ayırma ile sınıflandırı­ labilir. Değerli kitabesi olan bir çeşme, Yedikule ’de, Samatya caddesi üzerinde bulunan 970 ( 1562/1563 ) tarihli Uşşâkî tekkesi çeşme­ sidir. H attat Karahisari ’nin meşhur besmelesi ( krş. S . Ünver, Hattat A hm ed K arahisârî, İstanbul, 1964, Türk ve İslâm eserleri müzesi, nr. T . 1443 ) ’nin bir benzeri burada ayna taşı­ na işlenmiş bulunmaktadır ( I. H. Tanışık, Çeş­ m eler, I, 14, nr. 12, res. s. 13 ) . A yasofya ’da Lala Hayreddin mescidi kapısı yanında bulunan 1230 ( 18 14 /18 15 ) tarihli baş-çuhadar Seyyid Ömer A ğa çeşmesinde Enderunln V âsıf ’ın manzum tarihi, hattat Râkım tarafından güzel bir ta’lik ile, yazılmıştır (Tanışık, Çeşm eler, I, 236, nr. 246 ). İstanbul tarafında kitâbeli, 400'den fazla çeşme tesbit olunmuştur; G alata, Beyoğlu Ha­ liç ’in yukarı yakası Boğaz sahilleri, Üsküdar ve Kadıköy ciheti ile birlikte, bu sayı 794 ’Ü bulmaktadır (İ. H. Tanışık, İstanbul çeşme­ le ri, İstanbul, »943—1945, I-II) V akıf su şe­ bekelerinin kurutulması başta olmak üzere, bilhassa cadde ve sokak genişletmek, arsa­ larından istifâde etmek gibi sebepler ile, bu çeşmelerden bir çoğu ortadan kaldırılmıştır. Birkaçının kitabesi müzeye nakledilmiş, diğer bir kaçı da, taşlarının nakli suretiyle, tekrar kurulmuştur. Bu arada bâzı çeşmeler de, esas yerlerinden kaldırılarak, çok uzak mıntakalarda yeniden kurulmuştur. Bu hususta mişâl



1214/90



İSTAN BUL (TA R İH Î E SE R L E R ).



olarak Yıldız ’dan 1941 ’de Topkapı dışına gö­ beraberinde olan bina nev’ı, başta sebil olmak türülen 1259 ( 1842/1843) tarihli Bezmiâlem üzere, sıbyan mektebi, câmi ve mescid, hazîre Vâlide Sultan ( Tanışık, agn. esr., I, 338, res. ve nihayet hanlardır. B ir kaç çeşmenin hazne­ s. 352) ve Tophane’de Nusretiye camii önün­ lerinin üstlerinde namazgah vardır. Kadırga den 19 5 6 ’da M açka’ya nakledilen 1319 ( 1901/ limanında 1196 ( 17 8 1/ 17 8 2 ) tarihli Esma Sul­ 19 02) tarihli Abdülhamid II. (Tanışık, agn, tan ( Tanışık, agn. esr., 1, 206) veya Ediresr., II, 229 ) çeşmeleri gösterilebilir. Kadıköy nekapı-Ram i arasında, T o pçu lar’da 1027 ’de 1209 (17 9 4 /17 9 5 ) tarihli barok üslûbunda ( 16 17 ) tarihli Sadrâzam Mehmed Paşa çeş­ Dârrüssaâde ağası Halid A ğa çeşmesi, cadde melerinde (Tanışık, agn. esr., I, 64) haznenin üzerinden bir yan sokağa alınmıştır (Tanışık, üstü merdiven ile çıkılan bir namazgah halinde­ agn. esr., II, 392 ). G alata ’da Bereket-zâde çeş­ dir. Beylerbeyi ’nde 1249 (18 3 3 /18 3 4 ) tarihli mesi de, kulenin dibine getirilerek, burada sûr çeşmenin ve Haydarpaşa-Salacak arasındaki duvarı harabesine yapıştırılmıştır. K ab ataş’ta çukur arazideki 1064 ( 1654 ) tarihli çeşmenin evvelce bir sed üzerinde olan Hekim-oğlu Ali arkalarında çimenlik hâlinde namazgah sofala­ Paşa meydan çeşmesi de 1957 ’de yerinden sö­ rı vardır. Şimdi ikisi de ortadan kalkan Yenikülüp, aşağıda sahilde tekrar kurulmuştur. Bos­ bahçe’de Gürcü Mehmed Paşa ( Tanışık, OÖ



İsta n b u l (f a r İh î E s e r l e r >.



bul hamamları bu esaslara göre inşâ olunmuş ve umumiyetle çifte hamam olarak yapılmıştır. Yarısı erkeklere, yarısı kadınlara tahsis edilen çifte hamamların bir husûsiyetleri hiç bir za­ man iki ayrı kısmının kapılarının aynı cadde veya sokağa açılmamasıdır. Tek hamamlar pek nâdirdir. Bâzı husûsî hamamlarda, zaman ile âit oldukları müessese veya husûsî mülkün ortadan kalkması ile umûmî hamam hâline gelmiştir. Bu hususta en iyi misâl Şehzâdebaşt ’nda bugün Acemoğlu hamamı denilen Acemî oğlanlar hamamıdır. Aslında buradaki Eski odalar yeniçeri kışlasının bir parçası olan Acem î oğlanlar kışlasının husûsî hamamı iken, bu küçük bina, kışlalar kaldırıldıktan sonra, muhafaza edilerek, günümüze kadar faâl bir hâlde kalmıştır. Vezneciler hamamının da aslın­ da bir konak hamamı iken, sonraları umûmî hamam şekline sokulduğuna ihtimal verilebilir. Çifte hamamların iki parçasının birbirlerine bağlanış tarzları çok mütenevvî şekiller gös­ termektedir. Bu hususta mimarlar değişik de­ nemeler yapmışlar ve bâzen arsanın durumun­ dan ileri gelen mecburiyetlerin de te’siri al­ tında kalarak, faârikulâde denilebilecek tertip tarzları tatbik etmişlerdir. Hamamların bir çoğunun câmekân denilen soyunma yerinin büyük kubbeli mekânının kârgir olarak yapıl­ dığı görülür ( Bayezid, Mahmud Paşa, A y a ­ sofya v. b .) fakat bir çok hâlde, bu kısım ah­ şaptan da yapılmakta ve tabiatı ile, bu kısım çok defa tâmir ve tâdilât görmektedir. Zaman -zaman eski hamamlar, muhtelif bahaneler ile yıkılmak istenildiğinde, câmekân kısmının böy­ le tâdil edilmiş olması bir sebep olarak gös­ terilmektedir ki, kanâatimizce yanlıştır. Zâ­ ten türk hamamlarının mimârî hususiyetleri ve değişik örnekleri bu câmekân kısmında değil, yukarıda işaret edildiği gibi, iki kısmın bağlanmasında ve bir de sıcaklık denilen esas yıkanma mekânında görülebilmektedir. Bu me­ kân ortada göbek taşı ve etrafında halvet hücreleri ile güzel mimârî tertiplere sâhip bu­ lunmakta ve değişik şekiller arzetmektedir. Bu tertiplerin biri doğrudan-doğruya çok es­ ki türk mimarîsinden ilham alman „d öıt ey­ van" tertibidir ki, başta medreseler olmak üze­ re, ev mimârîsinde de kullanılm ıştır; diğe­ ri do, yuvarlak mekânın çep-çevre duvarla­ rında hücreler açılmasıdır. Bu şekil daha faz­ la kaplıcalarda kullanılmış ve esâsı Anadolu ’daki Roma devri kaplıca ve hamamlarından ilhâm alınmak sûreti ile, türk san’atma girmiş­ tir. Bâzı hamamlarda, bu iki esas tertibin dı­ şında, daha farklı şekillerin de kullanıldığı görülür { msl. bk. S, Eyice, İznik ’te Büyük ha­ mam ve Osmanlı devri hamamları hakkında



bir deneme, Tarih dergisi, 1960, XI, sayı 15 , s. 99— 120 ). İstanbul hamamlarının değerlendiril­ mesinde bu iki esas ve hususiyetin göz önün­ de tutulması yerinde olur. İstanbul hamamlarının, yalnız sûrlar içindeki sâhaya inhisar etmek üzere, evvelce bir cedveli yapılmış (H acı İsmail Bey-zâde Osman, Mecmua-ı cevâmi’ , İstanbul, 1304, I, 12 2 — 125 ) ve burada 75 hamamın adları iie semtlerine işa­ ret edilmiştir. Sonraları İstanbul hamamları için tahlilî bir eedvel daha tanzim edilmiştir ( bk. N. Köseoğlu, İstanbul hamamları, Türki­ ye Turing ve otomobil kurumu belleteni, 1952, sayı 128}. Bâzı hatâlar ihtiva eden bu cedvele göre, evvelce şehrin içinde şu hamamlar var id i: Şehzâdebaşı ’nda İbrahim Paşa ( yıktırıldı, 1943), A yasofya civarında Aeıhamam, Edirnekapı ’da Edirnekapı ( veya M erdivenli), Sultan Ahmed câmii arkasında A rasta ( y ık tırıld ı), Ahırkapı ’da İshak Paşa, Cibali kapısında Üsküplü, Hırkaışerif ’te Eski A li Paşa ( yıktırıld ı), Sam at­ y a ’da A ğa, A k b ıy ık ’ta A kbıyık, A k sa ra y ’ da A ksaray ( yıktırıldı, 1956), Ketenciler ’de A la ­ ca, Langa ’da İmrahor ( y ık tırıld ı), A yasofya meydanında Haseki, Ayvansaray ’da Lonca veya Ayvansaray, V e fa ’da Büyük Koğacılar, Eminö­ nü ’nde Tahfcakale, B a la t’ta Tahtamınâre, A k ­ saray ’da Tevekkül, Cerrahpaşa ’da Cerrahpaşa ( y ık tıh rd ı), Küçük A yaso fya’da Çardaklı, Cağaloğlun ’da Cağaloğlu, Lâleli ’de Çukurçeşme ( y ık tırıld ı), Fâtih ’te Çukur ( yıktırıldı ), Horhor ’da Çelebî Mehmed A ğa ( yıktırıldı ), Zeyrek ’te Çinili ( veya Barbaros Hayreddin P a ş a ), Yedikule ’de Hacı Evbad, Zeyrek ’te Hacı Kadın, Samatya ’da Hacı Kadın, Sultanhamamı ’nda Sultan ( veya Haeı Küçük), Musalla ’da Havuz­ lu, Cibali ’de Havuzlu, Soğukçeşme ’de Hasahır ( y ık tırıld ı), Yenibahçe ’de Haseki Sultan (yıktırıld ı), Eğrikapı ’da Hançerli, A ksaray ’da Horhor, Sirkeci ’de Hoca Paşa, Haseki ’de Davud Paşa, Süleymaniye ’de Dökmeciler, Davud Paşa iskelesinde Davud Paşa, Karagümrük ’te Zincirlikuyu ( yıktırıldı ), Yenibahçe ’de Saray ( veya Lütfî Paşa ), Sultanahmed ’de Şifa, V ilâ­ yet yakınında Şengül, Fâtih ’te Sarıgüzel ( yık­ tırıldı ), Kumkapı ’da Tatlıkuyu ( yıktırıldı ), Ayvansaray ’da A rabacılar (y ık tırıld ı), Şehzâdebaşı ’nda Acemioğlanlar, Eğrikapı ’da İvaz Efendi, Süleymaniye ’de A yşe Kadın ( yık tırıld ı), Kadırga limanında Kadırga, Fâtih ”te Kıztaşı (yık tırıld ı), Koska ’da K ızlar A ğası (y ık tırıl­ dı ), Aksaray ’da Kasavet ( belki Tevekkül h. ite aynıdır ), Sultanahmed ’de Kurbağa ( yıktı­ rıldı ), Koca Mustafa Paşa ’da Koca Mustafa Paşa, Balat ’ta Kitap ( veya Tihtap, yıktırıldı), Gedikpaşa ’da Gedik Paşa, Cibali ’de Küçük Mustafa Paşa, Sirkeci ’de Küçük A ğa ( veya



İSTANBUL (TARİHÎ ESERLER). Demîrkapı, y ık tırıld ı), Kazancılar ’da Küçük Pazar, Odabaşı ’nda Küçük, Kırkçeşme *de K ü ­ çük Koğacılar ( yıktırıld ı), Çarşamba ’da Meh­ med A ğa, Vezneciler ’de Merdivenli ( veya V ez­ neciler ), Kumkapı *da Nişancı, Yeni bahçe ’de Nakkaş Paşa ( yıktırıldı ), Fâtih ’te Yeni bamam ( y ık tırıld ı), Bahçekapı ’da Y ıld ız Dede, Balat ’ta Çavuş, Çapa civârmda Müftü ( yıktırıldı ), Langa ’da Y alı ( yıktırıldı ), A yvansaray ’da Y alı (y ık tırıld ı), Y ed iku le’de Kule, Topkapı civârmda Macuncu ( y ık tırıld ı), Unkapam ’nda Azebler ( yık tırıld ı), Sofular ’da Sofular, UzunÇarşı ’da Merdivenli ( yık tırıld ı), Siiivrikapı ’da İbrahim Paşa ( y ık tırıld ı), Büyükçarşı cıvârında Mahmud Paşa, Fâtih ’te Irgatlar ( veya K ara­ man, yık tırıld ı), Yenikapı ’da Yenikapı { yıktı­ rıldı ), Mercan ’da örücüler, Haydar ’da Haydar (yık tırıld ı), B ayezid ’de Bayezid. Bunlardan başka, N. Köseoğlu ’nun cedvelinde yerleri sa­ rih olarak tesbit edilemediği gibi, başka isimli hamamlar ile aynı olup-olmadıkları da anlaşı­ lamayan Bayrampaşa, Haseki, Acımusluk, Köşk­ lü hamamlarının adları verilir. Bu cedvelde, başka adlar altında, muhakkak ki, tekrarlar vardır. Biz imkân nisbetinde bunları düzelttik. Yanında ( yık tırıld ı) kaydı bulunmayan hamam­ lardan da, ortadan kalkmış olanlar vardır. İstanbul ’da bulunan 24 hamamın plan ve ke­ sitleri ile birlikte, tarifleri için bk. H. Glück, Probleme des Wölbungsbauea, /. Die Bäder Konstantinopels (W ien, 1921 ). Evliya Çelebî İstanbul ’da ilk olarak yapılan hamamın Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Irgat hamamı olduğunu, bunu „ke­ fere tarz-l mimârîsinden tahvil ile, İslâm âdabı üzre yapılan" Azebler hamamının tâkip ettiğini, üçüncü olarak, V efa hamamının, Eyüp hama­ mının ve nihayet Çukur hamamın yapıldıkla­ rını bildirir. Fâtih vakfiyelerinde de Alaca hamam, Azebler hamamı, Balat kapısı hamamı, Çavuşbaşı, Direklice, Mahmud Paşa, Mustafa Paşa, Nişancı Paşa, Kule ( = Y edikule?), Sırt, Sinan Paşa, Taht-ı kal’a, Yahudiler hamam­ ları gibi hamam adlarına rastlanır ( Fâtih Meh­ med ¡[.vakfiyeleri, Ankara, 1938, bk. fih rist; E. H. A yverdi, Fâtih devri mimarisi, s. 33 v.d., not 230, 239). V efa hamamından da hiç bir iz kalmamıştır ( ayn. esr., s. 35). Fâtih manzûmesine â it bir yapı olan ve Karadeniz Başkurşunlu medresesinin az aşağısında bulun­ duğu tesbit olunan Çukur hamam da, hiç bir iz kalmamacasına kaybolmuş ise de, bu eserin plan ve kesiti kalmış ve P. Gyllius ( De Constantinopoleos topographia, Lyon, ı6>32> s. 274; ingl. trc. The antiquities o f Constantinople, London, 1729, s. 224 ) tarafından X V I. asırda uzunca bir tasviri yapılmıştır. Şehrin en bü­



1214 /x o i



yük hamamlarından biri olduğu söylenen bu eserin 1832 yılma doğru, Bizans eseri zan­ nedilerek, çizilen plan ve kesiti (bk. Ch. Tezier ve P. Pullan, Byzaniine arehitecture, London, 18Ğ4, s. 162, lev. L V 1I) bu çifte ha­ mamın tamâmen bâr türk eseri olduğunu isbat etmektedir ( H. Glück, ayn, esr., s. 6 ı—66; A yverdi, ayn. esr., s. 382). Vaktiyle Gurlitt tarafından, sarih yeri ve adı verilmeksizin, sâdece Bozdoğan kemeri civârmda kaydı ile neşredilen bir hamam planının (C . Gurlitt, Die Baukunst Konstantinopels, s. 10 3, res. 224) Büyük Koğacılar veya, daha yakın bir ihtimal ile, Küçük Koğacılar hamamına âit olması muh­ temeldir. Bugün hiç bir izi olmayan bu tek hamamın sıcaklık kısmında, kaplıcalarda ol­ duğu gibi, Roma mimârîsindeki hücre tertibi tatbik olunmuş idi ( krş. H, Glüek, ayn. esr., s. 1 13 v.d.). Bizans devrine âit yapı kalıntılarından istifâde suretiyle yapıldığı bilinen tek hamam, Yeni câmi yakınında, Bahçekapı’da Yıldız Dede hamamıdır. Aslında bir kilise iken, Y ıldız Dede tarafından hamam hâline getirilm iş (H adikat al-cavâmf,\, 225 v.d .; A . M. Schneider, Byzanz, s. 77 v.d.), sonra bânısi hürmet gören bir ya­ tır hâlini alarak, burada onun adı ile, bir de tekke kurulmuştur ( krş. M. H alit Bayrı, İstan­ bul folkloru, İstanbul, 1947, s. 14 1) . Kadınlar ve erkekler kısımları sıcaklıklarında plan ba­ kımından olan bâzı gayr-i tabiîlikler ve bilhassa erkekler kısmı sıcaklığının haçvâri şekli ile, şüphe uyandıran bir hamam da Küçük A yasofya yakınında, 909 (15 0 3 /15 0 4 ) tarihinde, kapı ağası Hüseyin A ğ a tarafından yaptırılan Çardaklı hamamdır (G lück, ayn. esr., s. 102 — 106 ve 169; resmi için krş. E. Mamboury-Th. Wiegand, Die Kaiserpaläste, Berlin, 1935 > lev. 5»). Türk san’at tarihi bakımından değerli baş­ lıca hamamlar olarak, şu misalleri vermek mümkündür. Bugün mevcut hamamlar içinde 87i (1466/1467) tarihli kitabesine göre ( ta ­ rihin nâzımı Ahmed Paşa ’dır, krş. M. Özergin, Ahmed Paşa ’nın tarih manzumeleri, İs­ tanbul Üniv. Türk dili ve edebiyatı dergisi, i960, X , 175 ), en eski olan Mahmud Paşa ha­ mamı, aslında çifte hamam iken, yarısını kay­ betmiştir (G lück, ayn. esr,, s. 109 v.d.; Ayverdi, ayn. esr., s. 3 8 3 ); kârgir kubbeli, âbidevî bir câmekân kısmı ve buna girişi te’ min eden kitâbeli bir cümle kapısı bu ha­ mama istisnaî bir haşmet ve güzellik ver­ mektedir ( kitabenin res. için bk. Glück, ayn. esr., s. 163 ). Abidevî bir hüviyete sâhıp ikin­ ci misâli Bayezid câmii manzûmesinin bir parçası olan Bayezid hamamı teşkil etmek­ tedir (G lück, ayn. esr., s. 69). Yanlış ola-



1214/102



İSTANBUL (TARİHÎ ESERLER).



râk, Patrona hamamı adı İle tanınan Baye­ zid hamamı, en eski çifte hamam olarak, bir san’at ve tarih âbidesidir ( S. Eyice, Türk hamamları ve Bayezid hamamı, Türk Yur­ da, mayıs 1955, -'sayı 244, s. 849—855 ). Bir vesikaya göre, bu hamam, Bayezid I I .’in zevcesi ve Sultan Selim I . ’in annesi Gülbahar Sultan ’m Trabzon ’daki imareti vakıflarmdandir ( krş. T. Gökbilgin, X V I. yüzyıl başların­ da Trabzon livası, Belleten, 1962, XX V I, 30 8 ). Mimar Sinan, hakkmdaki muhtelif Tezkire ( nşr. R. M. Meriç, Ankara, 1965,8.6 v.d., 45 v.d., 124 v.d,)’lere göre, saraydaki hamamlardan başka, şehir içinde 16 kadar, Üsküdar, G alata ve Bo­ ğaziçi ’nde 7 kadar hamam inşâ etmiştir. İs­ tanbul ’un güzel, sıcaklık kısımlarının geniş, yuvarlak mekânları ile, eşsiz ve zengin tezyinâth çifte hamamlarından biri olan Çemberlitaş Kamamı bu Tezkire ( ayn. esr., s. 45 ) ’lerden birinde Dikilitaş (yâni Çem berlitaş) ’ ta, A li Paşa imareti yakınında, Valide S u ltan ’m Çifte hamamı olarak gösterilmiştir ( Glück, ayn. esr., s. 136 v.d.). Böylece diğer eedvellerde bulunmayan bu hamam, S in an ’ın bir eseri ola­ rak, ortaya çıkmaktadır. Sinan tarafından inşâ edilen ve bugün harâbe hâlinde bulunan ha­ mamlardan bir diğeri Edirnekapı ’da Kanuni Sultân Süleym an’in kızı Mihrimah Sultan câ­ mii yanındaki hamamdır ki, 973 ( 1 5 6 5 ) ’te ya­ pıldığı anlaşılmaktadır ( A . Refik, Onaltıncı asırda İstanbul hayatı, s. 22). Tamamen eş ikİ kısımdan meydana gelen bu hamamın, kârgir câmekân kısımlarının üstlerinin evvelce kubbeli iken, bir zelzelede yıkılarak, sonraları ahşap çatı ile örtüldüğüne ihtimal verilmek­ tedir (Glück, ayn, esr., s, 71 }, Mimar Sinan tarafından yapılan hamamların en büyüklerin­ den biri de umumiyetle Ayasofya hamamı olarak tanınan Haseki Hürrem Sultan hama­ mıdır. A yasofya ile Sultan Ahmed câmii ara­ sındaki sahada bulunan ve iki kısmı uç-uca ters olarak tertiplendiğinden, aşırı derecede bir uzunluk kazanan (75 m.) bu çifte hamam Ayasofya ’ya bakan erkekler kısmı medhali bakımından, bilhassa dikkat çekicidir. Taş ve tuğla dizileri ile inşâ edildiğinden, cephesi renkli bir ifâde kazanmış olan hamamın, med­ hali önünde, camilerde olduğu gibi, fakat 19 13 yangınından sonra şimdiki hâlini alan sütûnlu bir revak bulunmaktadır. Çemberlitaş hama­ mında olduğu gibi, burada da döşeme renkli mermerlerden çok zengin bir „m otife" göre tezyin edilmiştir ( Glück, ayn. esr., s. 83). A yasofya hamamı, kapısı üstündeki şâir Hüdâî ’nin tarihine göre, 960 (»553 ) ’ta yapılmış­ tır. 1956— 19 5 7 ’de tâmir edilmiştir. A yasofya hamamının bir benzeri de K o sk a ’da, Lâleli



câmii karşısında K ızlar ağası hamamı idi ( Glück, ayn. esr., s. 90). Kitabesine göre, 1080 ( 1669/1670) yılında kızlar ağası Abbas Ağa tarafından yaptırılan bu çifte hamam 1.920’den sonra yıktırılmıştır (eski bir resmi için bk. K . Endres, Die Türkei, München, 1916, lev. 12, sol kenardaki bina). Mimar S in a n ’ın B ar­ baros Hayreddin Paşa evkafı olarak ( vakfiye için bk. Deniz mecmuası, 1945, L V 11, s. 43 50) Zeyrek ’te inşâ ettiği Çinili hamam ise (G lück, ayn. esr,, s. 81 ), plan bakımından, Edirnekapı hamamının benzeridir. Burada da soyunma yerleri ahşap çatılıdır. Emsali arasın­ da bu husûsiyeti bakımından tek olan Çinili hamamın çinileri devrin şâirlerinden Hayâli Bey ( ölm. 1557 ) tarafından da medhedİlir ( bk. Hayalî Beg divanı, nşr. A . N. Tarlan, İs­ tanbul, 1945, 's. 248 }. Renkli mermer süsleme­ lerden, güzel bir şadırvandan başka, istisnaî bir tezyinat teşkil eden çiniler halvetlerin üst­ lerinde bulunmaktadır ( İ. H. Konyah, Unkapant güzergâhı, İstanbul belediye mecmuası, 1941, sayı 195, s. 4 v.d.). Sinan ’in yaptığı di­ ğer bir Haseki hamamı da „Yahudîler içinde" denilen semtte bulunuyordu ki, burası sonra Yeni camiin inşâ edildiği yerdir. Burada şim­ diki Vakıflar bankası yerinde yakm tarihlere kadar büyük bir hamam mevcut idî ( Glück, ayn. esr., s. 13 9 ). Bu hamamın sıcaklık kısmı başka hiçbir hamamda görülmeyen bir şekilde inşâ edilmiş ve bu kısmın altı kubbeli ana mekânı iki sütunla bölünmüş idi. İstanbul ’un husûsiyeti olan hamamlarından biri de Balat hamamıdır. Eski Çavuş hamamı ile aynı ol­ duğu tahmin edilen bu hamamda, soğukluğun yanında, dar bir koridorla geçilen, başka hiç bir hamamda görülmeyen küçük bir kısım vardır ki, beş basamaklı bir merdivenle çıkılan bu yer „Yahudi batağı" olarak adlandırılmış ve yalnız mûsevîler tarafından kullanılmıştır ( krş. R. E. Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, IV, 1967— 1970, basit bir kroki ile ). İstanbul ’un mimârî bir hüviyeti olan son büyük hamamı, Mahmud I. tarafından A yasofya bitişiğinde ihdas edilen kütüphânenın evkafı olarak, Yerebatan civa­ rında 115 3 (17 4 0 ) tarihinde yaptırılan Cağaloğlu hamamıdır ( A . Refik, Hicrî onikinci asır­ da İstanbul hayatı, s. 145—152, nr. 174, 176, 17 9 ,18 0 ). Ni’ met adlı bir şâir tarafından ter­ tiplenen uzun manzum tarihine göre ise, in­ şâatı 1154 ( 17 4 1/ 17 4 2 ) ’te bitmiştir. Bu bü­ yük çifte hamamın tezyinatında barok üs­ lûbu açıkça görüldüğü gibi, gerek soğukluk kısımlarının planında, gerek sıcaklığın terti­ binde eski hamam mimarîsi geleneğinden çok farklı bir şeklin tatbik olunduğu dikkati çe­ ker (Glück, ayn. esr., s. 13 1 ) . A rtık bundan



İSTANBUL (TARİHÎ ESERLER).



12 14 /10 3



eder ( al-N afah ât al-m iskiya f i ’l-sifa rat altnrk’ya, tro. ve nşr. H. de Castries., Relation d ’une ambassade marocaîne en Turyuie, Paris, 1929, s. 67 v.d .; S. Eyice Onaltıncı asırda İs­ tanbul ’da Faslı bir seyyah, Türk yurdu, 1955 ) sayı 253, s. 627 ). XIX. asrın içlerinde medrese tedrisâtının medeniyet ilerleyişine uymadığı düşünülerek, başta bir darülfünun olmak üze­ re, çeşitli mektepler kurulmasına teşebbüs edil­ miştir. Burada bu çeşit te’sislerin, sâdece bina­ larından, şehri süsleyen birer eski eser olarak, bahsedilecektir. I. M e d r e s e l e r . Fethin hemen arkasından şehrin ilk medresesi olarak Bizans ’m büyük Pantokrator manastın uygun görülmüş ve, Fâ­ tih manzumesi inşâ olununcaya kadar, burası kullanılmıştır ( Fâtih Mehmed II. v a k fiy ele ri, Ankara, 1938, s, 42 v.d. ve fih ris t). Bu manas­ tırın bitişik üç kiliseden meydana gelen esas ki­ lisesi Fâtih devri ulemâsından Zeyrek Mehmed Efendi, A li T ûsî ve Hoca-zâde ’nin tedrisat yap­ tıkları bir merkez olmuştur ( S. Ünver, Fatih kÜlliy e s iv e zamanı ilim hayatı, İstanbul, 1946, bk. fihrist). Fâtih vakfı olarak Ayasofya câmii ya­ nında da bir medrese ihdas edildiği bilinmek­ tedir. E vliya Çelebî bunun esâsının Bizans devrine âit olduğunu bildirir. A li K u şçu ’ nun ders verdiği A yasofya medresesi 1935 yıllarına doğru yıktırılm ıştır. B asit bir krokisi ile bîr fotoğrafından anlaşıldığına göre ( S . Ünver, A li Kuşçu hayati v e eserleri, İstanbul, 1948, levha k ısm ı; Ayverdi, Fâtih devri mimarisi, s. 227, res. 254, 255), ortaları revaklı avlulu, biri küçük, diğeri büyük bitişik iki binadan meydana gelmiştir. Mevcut tek fotoğraf revak direkleri ile üstlerindeki kemerlerin ve medre­ senin üstüne inşâ edilen ikinci katın, Mahmud 11. devrine âit olduğunu göstermektedir. A y a ­ so fy a ’nın, yakınına, X V I. asır içlerinde, bu­ günkü Alemdar yokuşu kenarına ayrıca büyük medreseler inşâ edilmiştir. Maalesef klasik devir mimarîsinin hu güzel eserleri, caddeye bakan cephelerinde açılan pencereler ile, son yıllarda hüviyetini kaybetmektedir. E vliya Ç e ­ lebî İstanbul ’daki medreselerin oldukça etraflı bir cedvelini verir ( Seyahat nâme, I, 314 v.d.). Burada, bâzı büyük medreseler hakkında ta f­ V. K ü lt ü r m ü e s s e s e le r !. silât verildikten başka, diğerlerinin adları ve Osmanh imparatorluğunun devâmmca, bütün bânileri bildirilmektedir. Eski, yazma bir eedİslâm âleminin en büyük kültür merkezi olan velden öğrenildiğine göre, İstanbul ’ da 183 med­ İstanbul ’da. hayret verici sayıda medrese inşâ rese mevcut olup, o sıralarda bunlardan pek edilmiş ve zengin vakıf kütüphaneler kurulmuş­ azı harap hâlde idi (Üniv. kütüp. nr. T Y 8869 ). tur. XVI. asır sonlarında İslâm âleminin oldukça Diğer taraftan J . v. Hammer de, H adi kat aluzak bir köşesinden, F a s ’tan bir elçilik heyeti cavâm f ile muhtelif şuarâ tezkirelerindeki iİe, 1589—159 1 yılları arasında İstanbul ’a ge­ (Ş ey h î ve U şşâk î) kayıtları derlemek sûreti len A b u ’l-Hasan 'A li b. Mulıammed al-Tamğ- ile, İstanbul medreselerinin bir cedvelini mey­ rûti şehrin bu hars merkezi oluş vasfına işâret dana getirmiş, Baldır-zâde ve Taşköprülü-zâde



sonra, şehrin içinde kayda değer ehemmiyetli bir hamamın yapıldığı tesbit olunmayor. G a­ lata, Üsküdar ve Boğaziçi hamamları da aynı durumdadır. Ancak XIX. asır içinde teşekkül eden mahallelerde, bâzı küçük hamamlar İnşâ olunmuş ise de, bunların dikkate değer husu­ siyetleri olup-oimadiği araştırılmamıştır. Husûsî hamamlara gelince, şehrin içindeki konak ve sarayların hamamları bu binalar ile birlikte kaybolup gitmiştir. Tam Yerebatan sarnıcının üstünde bulunan bir konağa âit küçük, fakat değerli bir konak hamamının planı evvelce Glück tarafından tesbit olunmuş ise de (Glück, ayn. esr., s. 14 4 ), bugün bun­ dan hiç bir iz kalmamıştır. Küçük husûsî ha­ mamlardan bâzı misâller ancak Boğaziçi ’ndeki yalıların müştemilâtı arasında kalabil­ miştir. Böyle husûsî mermer nakışlı bir yalı hamamı bilinmektedir (Z. Orgun, Z a r if Mus­ tafa Paşa yaltst kamamı, A rkitekt, 1942 ’den ayrıbasım ). Saray hamamları da yıllar boyun­ ca çeşitli değişiklikler görm üştür,! Topkapısarayında Mimar Sinan tarafından inşâ edilen Hünkâr hamamının son yıllarda indirilen sıvası altından, tıraş edilmiş zengin tezyinâtm izleri bulunmuş, fakat bu arada geç devirlere âit renkli ve bir kaç kat kalem işi nakışlar da kaybolmuştur. Fakat sarayın en muhteşem hamamı, kitâbesinden, E vliya Çelebî tarafından yapılan tasvirinden ve mevcut olan kalıntısın­ dan anlaşıldına göre, şimdiki Hazîne dâiresi yerinde olandır (krş. Evliya Çelebî, Seyahat­ name, I, 333). B i b l i y o g r a f y a : H. Glück, Die B ä ­ der Konstantinopels ( Wien, 1923 ); K. A . Aru, Türk hamamları etüdü ( İst. Teknik Üniv. Do­ çentlik tezi ), İstanbul, 1949 ; R. E. Koçu, İs­ tanbul Ansiklopedisi ( 1958—1965), I—V II; N. KÖseoğlu, İstanbul hamamları ( Türkiye Tu­ rin g ve otomobil kurumu belleteni, 1952, sayı 128); S. Ünver, Cerrah Mehmed Paşa ha­ mamı hakkında { İstanbul belediye mecmua­ sı, 1934 )î ayn. mil., İstanbul yedinci tepe ha­ mamlarına dâir notlar (V a k ıfla r dergisi, 1942, II, 245—2 5 1); ayn. mH., İstanbul hamamları­ nın istikbali ( Yeni Türk mecm. sayı 84).



i 2 i 4/ ı o 4



İSTAN BU L



(TARİHÎ ESERLER).



’deki medrese adlarım da ayrı bir eedvele ek­ yapılmış, Marmara tarafındaküer de yıkılarak lemiştir ( J . de Hammer, Liste des médrêsês yerlerinden şimdiki Fâtih-Edirnekapı arasın­ ou Hautes écoles de Constantinople d’après daki Fevzi Paşa caddesi geçirilmiştir ( H, B. l’ordre chronologique de leur fondation, His­ Kunter-A. S. Ülgen, Fâtih câmii, Vakıflar toire de l’Empire Ottoman, Paris, 18 4 1, XVIIi, dergisi, 1938, I, 9 1 v.d.; Ayverdi, Fâtih devri 1 1 0 — I28,aynca s. 129— 136 ’da ilaveli alfabetik mimarisi, s. 154 v.d, ile s. 127 ’de res. 45 ). cedvel bulunmaktadır ). J . v. Hammer ’in padi­ Haliç tarafındaki medreselere Bahr-i siyah şahlara göre tertiplediği esas cedvelinde İstan­ ( » Karadenız ), Marmara taralındakilere Bahr-i bul ve yakın çevresinde ( Galata-Üsküdar ) inşâ sefîd ( >=Akdeniz ) adı verilmekte ve bunlar edilmiş olan 275 medresenin adına rastlanır. garptan ( yâni Edirnekapı istikametinden ) iti­ X V 1H. ve XIX. asırlara âit bu üç oedvelin ve bâren, Baş kurşunlu, Baş çift kurşunlu, A yak daha bulunabilecek başkalarının yeniden tet­ çift kurşunlu, A yak kurşunlu şeklinde adlan­ kiki ile İstanbul medreselerinin tam olarak dırılmaktadır. Her biri 19 ’ar hücre, birer bü­ tesbiti ve bugünkü durumlarının araştırılması yük kubbeli dershâne-mescidden mürekkeptir. çok yerinde olur. Temiz bir işçilik ile taş ve tuğladan yapılan İstanbul medreseleri mi mâr ileri bakımından bu medreselerin hepsinin de ortalarında revakeski türk medrese geleneğinin Osmanlı dev­ II avlular bulunmaktadır. Ekserisi çok harap rinde aldığı son şeklinin misâlleridir (krş. S. ve hattâ yıkık bir hâlde olan Semâniye med­ Eyiee, Osmanlı medreselerinin m im arîsi, t A, reseleri 19 55 ’ten sonra tâmir edilerek, talebe mad. MESCİD, VIII, 11 6 —118 ). Cumhuriyet'in yurdu hâline getirilmiştir. Tetimme medrese­ ilânından sonra, 430 sayı ve 3 mart 1340 ( 1924 } lerinin mimarîleri pek bilinmemekte, sâdece tarihli Tevkid-i tedrisat kanunu ’na göre, bü­ bunların daha küçük ve büyük ihtimâl ile üzer­ tün medreseler Maarif vekâletine devredilmiş, lerinin çatı ile Örtülü oldukları tahmin edil­ fakat bazıları çeşitli sebepler ile, yıkılıp, kal­ mektedir. Sağlı-sollu medreselerin şark cihe­ dırılmıştır. Bazıları ise, bilhassa şehrin ana tinde Önünde bulunan Dârüşşifâ ile Tabhâneceddesi üzerinde bulunanları talebe yurdu, ens­ nin de mimârî şekilleri birer medreseyi andı­ titü, cemiyet merkezi, aş ocağı, sağlık yurdu rır. Bunlardan ilki bugün hiç bir izi kalmayan v. b. şeklinde kullanılmaktadır. Vakıflar idâresi bir hastahâne, diğeri ise, aslında sûfîlere, ule­ İstanbul ’un muhtelif yerlerindeki bâzı değerli mâya mahsus bir misafirhane iken sonraları medreseleri 1953 ’ten itibâren ciddî olarak tâ­ Tabhâne medresesi adı ile, medrese hâline ge­ mir ettirmektedir. Bu suretle, Fâtih, Süleyma- tirilm iştir. Şehrin ikinci büyük manzumesi niye, Dâmâd İbrahim Paşa, Yenibahçe ’de Sul­ olan Bayezid külliyesinin ( 1500—1505 ) sâdece tan Selim, Amca-zûde Hüseyin Paşa, Ankaravî, bir tek medresesi vardır. Camiin bayii uzağında, Sinan Paşa, Çorlulu A li Paşa, Ekmekçi-zâde münferit bir bina hâlinde olan bu eser ( şim­ Ahmed Paşa, Eyüp ’te Sokullu medreseleri tâ­ di Belediye kütüphânesi) revaktı bir avlu et­ mir edilerek, kurtarılmıştır. Daha önceleri de rafında sıralanan 19 hücreden meydana gel­ Fâtih ’te Feyzullah Efendi medresesi Millet miştir. Tam ortada ise, büyük kubbeli derskütüphânesi olmuş, B ayezid ’de Seyyid Haşan bâne-mescid bulunmaktadır. Hücreler kısmının Paşa (şimdi Türkiyat Enstitüsü) ile Kuyucu Mu­ muntazam kesme taş bir çephe örgüsüne sâ­ rad Paşa Üniversiteye, Bayezid medresesi ile hip olmasına karşılık, dershâne-mescid taş ve A tatürk bulvarında Gazanfer A ğa medreseleri tuğla dizileri hâlinde yapılmıştır ( O. Durusoy, Belediye ’ye tahsis edilerek, müze ve kütüpha­ İstanbul Belediye kütüphânesi kataloğu, İstan­ ne hâline getirilm iştir ( Fâtih ile Sirkeci ara­ bul, I, 1953 )• Mimar Sinan Şehzade câmiinin sında, cadde üzerindeki medreselerin 1947 ’deki ( 1544—1548 ) medresesini, cadde üzerine değil, durumları hakkında krş. E. Serezli, Türkiye daha sâkin olan Haliç tarafına yerleştirmiştir. Turing ve otomobil kurumu belleteni, 1947, Semâniye medreseleri gibi, büyük bir topluluk sayı 6$, s. 9). teşkil eden Süleymaniye medreseleri k 1550— a. S e 1 â t i n k ü l l i y e l e r i n i n m e d r e s e ­*557 ) ise, daha farklı bir tertibe göre, câmiin l e r i . İstanbul’un ilk ve büyük selâtin külli- etrafına yerleştirilmiştir. Haliç tarafında 2, yesi olan Fâtih külliyesinin medresesi Fâtih câ- karşısında da 2 olmak (şim di Süleymaniye miinin (1463— 1470 ) iki yanında tamâmen mü­ kütüphânesi) üzere, 4 medrese, kubbe dizi­ tenazır bir tertibe göre sıralanmış ve Semâ- leri ile Süleym aniye’nin dış güzelliğini tamam­ niye diye adlandırılmıştır. Bunların dışında lar. Muntazam planlı bu dört medreseden Ha­ ve arazi icâbı daha aşağıda çok daha küçük bi­ liç tarafındaküer, çok meyilli bir arazi üze­ rer sıra medresenin olduğu bilinir. Tetimme rinde kurulduklarından, dershaneleri yüksek­ medreseleri denilen bu sonunculardan Haliç te bulunmakta ve avluları, kademeli bir şekil­ taralındakiler yıkılmış, yerlerine bir ilkokul de tertiplenmeleri bakımından, dikkati çek­



İSTANBUL (TARİHÎ ESERLER).



1214, ı o j



mektedir. Bu medreseler ile Üniversite duvarı mar Davud tarafından yapıldığı zannedilen arasındaki sahada, İstinat duvarı boyunca uza­ Mesih Paşa ( 1586 ) câmii ile kiliseden çevrilen nan 22 hücreli, revaksız bir Dârül hadîs bu­ Fethiye câmiinde de ( 15 9 * ) tekrarlanmıştır lunmaktadır. Karşı taraftaki medreseler ile (k rş. mad. MESCİD, ¡ A , VIII, 117 ). İkinci tarz­ Dârüşşifâ arasında İse, bir sıra hücreden iba­ da ise, medrese âit olduğu câmiin dışında, fa­ ret olarak inşâ edilmiş mülâzîmler medresesi kat komşusu olarak, ayrı bir bina hâlinde ya­ vardır ( bu medreselerin tertibini gösteren umû­ pılmıştır. Bu tarzın tatbik edildiği misâller mî bir plan için bk. S, Eyıee, İstanbul, lev. çok sayıdadır. Mahmud Paşa, A ksaray ’da Mu­ XXVIII, kütüphane olarak kullanılan iki med­ rad Paşa, Davud Paşa, Çem berlitaş’ta A tîk resenin planları için bk. H. Dener, Süleym a­ AH Paşa, kiliseden çevrilme Koea Mustafa niye umumî kütüphânesi, İstanbul, 1957 ). Sul­ Paşa, Haseki Hürrem Sultan, Fâtih ’te Hâfız tan Ahmed I. câmii manzumesi içinde bulunan Paşa, Vilâyet civarında Hacı Beşir A ğ a ( *7 4 5 ) medrese ise, Bayezid câmiinde de olduğu gibi, V.b. (krş. mad. MESClD, t A , VIII, 118 ) . tek ve münferit bir binadan ibarettir. Fâtih c. M ü s t a k i l m e d r e s e l e r . İstanbul’daki veya Süleymaniye ’deki câmii çerçeveleyen mü­ medreselerin ekseriyetini bir câmiin müştemi­ teaddit medrese tertibi burada tatbik edilme­ lâtı olmaksızın, başlı-başına medrese olanlar miştir. 1748—1755 yılları arasında inşâ olu­ teşkil eder. Bunlar büyük camilerin civarlarında nan Nuruosmaniye eâmii yanındaki medrese inşâ edilmiş, bazılarının umûmî tertibi içine ise, dış avlunun bîr kenarında uzanmakta sıbyan mektebi, çeşme, sebil, ayrı mescidi gîbi ve pencere şekilleri barok üslûbunu aksettir­ hayır binaları ile, kütüphane ve türbe gibi bi­ mektedir. Şehrin son büyük selâtin külliyesi nalar da dâhil edilmiştir. Büyük cadde üzerinde­ olan Bahçekapı ’da Abdülhamid !. te’sisleri­ ki bâzı medreselerin dış cepheleri boyunca ay­ nin en mühim binasını cadde üzerindeki tür­ rıca dükkânlar da mevcuttur. En zengin mimârî be ile fevkânî kütüpbâne arasındaki sâhada şekiller gösteren bu tarz medreselerin başında bulunan büyük medrese teşkil eder ( krş. küçük bir manzume teşkil edenler gelmektedir. M. Cunbur, I. Abdülham id va k fiy esi, D il ve Cerrahpaşa-Koca Mustafa Paşa yolu üzerinde, Tarik-Coğ. F ak. dergisi, 1964, XX II, 17— eski bir kilise harabesi yanına Mimar Sinan 69 ). Büyük bir avluyu çeviren revaklar ile, bu tarafından eklenen ve arâzi icapları yüzünden, revaklara açılan hücrelerden yüksek ve büyük eğri olarak yapılan İsa kapısı (E s e ) veya İb­ bir dershâne-mescidden meydana gelen med­ rahim Paşa medresesi ( (560 ? ) bu hususta bir resenin bir yan duvarı dışında sıralanan dük­ misâl teşkil eder ( S. Eyice, İstanbul, s. 90). kânlar bu güzel eserin caddeden görülmesine Divanyolu ’nda mimar Davud tarafından yapı­ mâni olur. Türk mimârîsinin medrese nev’i lan Koca Sinan Paşa medresesi (15 9 4 ) bu tar­ içinde bir devreyi temsil eden bu âbidevî bi­ zın ilk âbidevî ve güzel örneğidir. B ir iskân nanın bugün esas'bünyeye zarar vermeyen bâzı adasının ucunu işgal eden manzume dilimli ke­ ilâveler ile iç mimârîsi tahrif edilmektedir. XIX. merlere sâhip güzel bir medreseden ( şimdi İk­ asrın büyük selâtin câmilerinin ise, yanlarında tisat Fakültesine â it), bunun yanında müstakil medrese yapılmamıştır. bir türbeden ve nihâyet adanın ucunu işgâl eden b. M ü ş t e m i l â t h â l i n d e k i m e d r e s e ­bir sebilden ibârettir. Sonraları medrese yan le r . İstanbul medreselerinin bir kısmı orta bü­ duvarı ile cadde arasında kalan dar sâha bir ha­ yüklükteki bir camiin eki, müştemilâtı olarak zîre hâline gelmiş, hattâ hazîre pencerelerin­ kurulmuştur. Bu başlıca iki şekilde tatbik deki barok üslûpta işlenmiş sövelerden anlaşıl­ edilmiştir, tik şekilde medrese câmiin bir par­ dığına göre, buradaki duvar geç devirlerde çasıdır, yâni şadırvan avlusunu çevreleyen re­ tadilât görmüştür. Bozdoğan kemeri dibinde vakların arkalarına medrese hücreleri sıralan­ bulunan Gazanfer A ğa medresesi ( 1599) aynı mış, böylece bir avlu etrafında hem câmi, hem tarzın daha zengin bir misâli sayılabilir (şimdi de medrese toplanmıştır. Dersler esâsında câ- Belediye m üzesi). Burada da, taştan yapılmış mide yapıldığına göre, bu tertip tarzı herhangi 14 hücreli zarif medreseden başka, bir sebil bir aksaklık yaratmamıştır. Mimar Sinan tara­ ve bânisinin türbesi mevcuttur ( E . H. A y verdi, fından ekseri eserlerinde tatbik edilen bu tarz G azanfer A ğa medresesi, İstanbul Fnst. dergisi Topkapı ’da Kara Ahmed Paşa ( 1555 ’e doğru ), 1957, III, 85—97 ). XVII. asır içlerinde şehrin B eşik taş’ta Kapudan Sinan Paşa ( 1555 ), Edir- ana caddesi olan Divanyolu caddesi bu tarzda nekapı ’da Mihrimah ( 1560 ’a doğru ?), Kadırga muhteşem medreseler ile süslenmiştir ki, bun­ limanında Sokullu Mehmed Paşa ( 157 1 ), Eyüp lar türk san’atının müstakil medreseler saha­ ’te Zal Mahmud Paşa ( 1 S74 Üsküdar sahi­ sında meydana getirdiği en fazla dikkate değer linde Şemsî Paşa (15 8 0 ) eâmilerinde görül­ eserlerdir. Vezneciler ’de Kuyucu Murad Paşa mektedir. Mimar Sinan ’dan sonra, bu tarz mi­ hayrâtı olarak (16 0 6 ) inşâ olunan medrese



I2I4 /ıo 6



İSTANBUL (TARİHÎ ESERLER).



de bir .iskân adasının ucunda, sebil, türbe, meseid-derslıâne, sıbyan mektebi ve dükkân­ lardan meydana gelmiştir. Muntazam taş bir inşâat ite, müselles biçiminde dar bir sahaya mükemmel bir şekilde yerleştirilen medrese son yıllarda yeniden yapılırcasma tâmir edil­ miş ise de, türbe, her hâlde aslında kubbeli olmasına rağmen, çatı ile örtülmüştür. Az ileride, aynı cadde üzerinde İken, Belediye sarayının inşâsı sırasında, 1953 ’te, lüzûmsuz olarak kal­ dırılan E b n ’l-Fazl Mahmud Efendi (Ölm. 1653) medresesi daha muntazam bir plana sahip idi. Bu medresede dershâne kısmında zenğin tezyi­ natın mevcut olduğu, bilhassa kubbenin ve in­ tikal unsurlarının satıhlarının renkli malakârî ( „kabartm a“ ) süsler ile kaplı bulunduğu görül­ müştür ( bk. Kemâleddin, Yenicâmi tâmiratı ve Ebu ’l-Fazl medresesine dâir, Türk Yurdu, 1329, III, 186— ı ş ı ; S. Eyice, D ie M edrese des Kazasker Ebu ’l-F azl Mahmud E fen d i, Istanbu­ ler Mitteilungen, 1958, VIII, 57—64, lev. 15 —a o ; ayn. mi!., İstanbul ’un kaybolan bir eski e se ri: Kazasker Ebu ’l-F a z l Mahmud E fen d i medre­ sesi, Tarih dergisi, 1959 ) X, Sayı 14, s. 147— 162 ). Çemberlitaş ’ta küçük bir manzûme teş­ kil eden Köprülüler medresesi, caddenin ge­ nişletilmeleri sırasında, kesilmiş ve esas ter­ tibini çok kaybetmiştir. Bu arada sekiz köşeli dershanesi, cadde üzerine çıktığından, mahalle mescidi hâlini almıştır. Hiç değilse yarısını kaybetmiş olan medresenin avlusunun ortasına da, teamüle aykırı olarak, bir açık türbe yer­ leştirilm iştir. Kesilen kısımlarda tatbik edilen Magrib mimarî üslûbundaki kemerlerin bu kla­ sik türk medresesinde çirkin birer yama te’siri bıraktığı aşikârdır. Aynı sırada, az ileride bu­ lunan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa medrese­ sinin inşâatının, banisinin idâmı yüzünden, sürüncemede kaldığı bilinir (16 8 2 —1690). Bu­ rada da medrese etrafında sekiz köşeli bir dershâne-mescid, bir sebil, geniş bir hazîre, bir sıbyan mektebi ve dükkânlar bulunmakta­ dır. Caddenin genişletilmesi için dükkânlar son yıllarda yıkılmış ve hazîre, cadde üzerinde iken, sebilin sağ tarafına alınmış, bu arada şimdi görülen pencereli taş duvar da inşâ olunmuştur ki, aslında böyle bir unsur bu medresede mevcut değil idi. Burada da mescid sekiz köşelidir ve hücrelerden ayrı olarak, av­ lunun bir kenarını işgal eder. Tam karşısında bulunaı^ Çorlulu A li Paşa medresesi (17 0 8 ), avlulu, revaklı ve câmili iki büyük medreseden meydana gelmiştir. Evveloe az ileride diğer bir K ara Mustafa Paşa medresesi var idi. Umu­ miyetle diğeri ile karıştırılan bu medrese Sul­ tan İbrahim ’in sadrâzamı Mustafa Paşa ’nın binası olup, kendi mezarı da yanında idî ( bu



medrese ve mezar 1956 ’da, hiç bir izi kalmak­ sızın, yok olmuştur). Küçük bir manzûme teşkil eden medreselerin belki şâheseri sayılabilecek bir eser Saraçhanebaşı ’ada Amca-zâde Hüse­ yin Paşa medresesidir. Burada da medrese et­ rafını kütüphane, sebil, hazîre, türbe, sıbyan mektebi, çeşme, dükkânlar, şadırvan ve ders­ hâne-mescid sarmaktadır ( R. E. Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, II, 792—799, mad, Amcazâde H ü­ seyin Paşa kü lliyesi). Bu harikulade güzellik­ teki manzûmenin de ( 1110 = 16 9 8 / 16 9 9 ) sekiz köşeli bir mescid-dershânesi bulunmakta, fakat buraya mahsus bir hususiyet olarak, bu binanın etrafını çepçevre revaklar çevirmektedir. Fâ­ t ih ’te Şeyhülislâm Feyzullah Efendi tarafın­ dan yaptırılan medrese de (17 0 0 ) âbidevî vasıfta bir binadır ( şimdi Millet kütüphânesi). Şehzâdebaşı ’nda Dâmâd Nevşehirli İbrahim Paşa Dârülhadîsi ( 17 2 0 ; H. İpekten-M. K. Özergin, Sultan A hm ed III, devri hâdiselerine âit tarih manzumeleri, Tarih dergisi, 1959, IX, sayı 13, s. 146 — 148) ve B ayezid ’de Seyyid Haşan Paşa da ( 1745 ) kayda değer medrese­ lerdendir. Bunlardan İkincisi ( şimdi Türkiyat Enstitüsü ve İslâm A nsiklopedisi bürosu) türk barok üslûbunun başladığı safhanın eseri ola­ rak, tezyinâtında bu zevkin akislerini açıkça gösterir. Fakat bunun en ehemmiyetli husûstyeti fevkanî olarak inşâ edilmiş olmasıdır. A l­ tında güzel bir sebil ve dükkânlar bulunmak­ tadır. Bilhassa dershâne-mescidi ile avlu, mer­ diven ve sıbyan mektebinin bağlantısı çok ustalıklı ve o derecede de başarılıdır ( vakfi­ yesi hakkında krş. A . Rıza A tasoy, TokatReşâdlye ilçesi, İstanbul, 1959, s. 406). Fâtih ile Çapa arasındaki çukur arâzide, evvelce H alı­ cılar köşkü denilen yerde, Mimar Sinan tara­ fından, Kanunî Sultan Süleyman ’m emri ile, 15 6 2 ’ ye doğru, babası Selim I. için yaptırılan Sultan Selim medresesi de, müstakil bir medrese olmakla berâber, bir avlu etrafında sıralanan revaklı hücrelerden ve büyük bîr dershâne-mescidden i bâr ettir. Fakat bu dershane-mescide az sonra bir minâre eklenerek, câmi gibi vazife görmesi sağlanmış ve cemâate açılmıştır ( S . Eyice, İstanbul, s, 8 1 ). Köprülü, Amca-zâde, Merzifon! medreselerinde de dershânenin ce­ mâate açık mescid olarak kullanıldığına evvelce ışâret edilmiş idi. Fakat bâzı hâllerde medrese yıkılıp, ortadan kalkmış ve dershanesi, minâre ilâvesi sureti ile, mescid olarak kullanılmıştır kİ, bu hususta en iyi misâl V efa ’da Mimar A ğa mescididir ( H adika, I, 195 ). Yalnız bir medrese binasından ibâret misâl­ lere gelince, bunlardan san’at tarihi bakımın­ dan en değerlisi şüphesiz Mimar Sinan ’ın Cağaloğlu civârmda, Rüstem Paşa için, 1550



İSTANBUL (TARİHÎ ESERLER).



12 14 /10 7



’de yaptığı ve dış duvarları sekiz köşeli bir temilâtı arasında bulunduğunu söyledikten tertibe göre inşâ edilen medresedir. Sekiz kö­ sonra, başlı-başına hüviyeti olan bir kaç şeli avlunun etrafında 22 hücre ile bir dershâ- mektebin adını verir ( Seyahatname, I, 319). ne-mescid sıralanmaktadır ( E gli, Sinan, s. 1 1 5 ; Fâtih manzumesi içinde bulunan sıbyan mek­ S . Eyice, İstanbul, s, 24). XVIII. asra âit olmak­ tebi ortada yoktur. Avlunun garp tarafında, la berâber, yalnız medreseden ibaret bir bina Boyacı kapısının yanında olduğu ve tek kub­ da Belediye sarayı yanındaki 1958—1960 y ıl­ beli küçük bir binadan ibâret bulunduğu tah­ larında tâmir edilen Abdülhalîm veya Ankara- min olunur ( H. Baki Kunter-A. S. Ülgen, Fâ­ vî medresesidir (17 0 7 ). Gayet dar bir avlu tih câmii, V a k ıfla r dergisi, 1938, I, 99, res, etrafında, 13 hücre, bir fevkanî oda ve ayrıca 16 ; E. H. A yverdi, Fâtih devri m im arisi, s. dershaneden İbaret olan bu küçük medresenin 156, 127, res. s. 45, plan ). Fâtih devrinde ya­ başlıca mimârî husûsiyeti, merdiven ile çıkılan pıldığı bilinen Davud Paşa, Mahmud Paşa ve dershânenin önündeki büyük kemerin, çok es­ Üç mihraplı camideki Hoca Hayreddîn mek­ ki medreselerin eyvanlarını hatırlatacak şekil­ teplerinden de hiç bir iz kalmamıştır ( Ayverdi, de, büyük bir kemer ile avluya açılmasıdır. A y ­ ayn. esr., s. 30 ). XV . asır camilerinden Çem­ rıca geniş açıklıklı avlu revaklarının kubbe berlitaş ’ta A tik A li Paşa câmiinin cadde üze­ yerine kısmen manastır, kısmen aynalı tonoz­ rindeki avlu kapısı yanında bir sıbyan mek­ lar ile örtülü oluşları da kayda değer bir hu- tebi mevcut ise de, bunun câmi ile birlikte sûsiyettir ( R. E. Koçu, İstanbul A nsiklopedisi yapılıp-yapılmadığı tetkike muhtaçtır. Başlı-ba­ I, 87—88, mad. Abdülhalîm m edresesi), Geçen şına küçük bir âbide teşkil eden ve bu nev’in asrın içinde yapılmış belirli bir mimârî hüvi­ belki en değerli misâli Bayezid 11. manzûmeyeti olan bir medrese bilinmemektedir. Ancak sinin sıbyan mektebidir ki, hazîrenin Kapalı Sirkeci ’de Hoca Paşa medresesi, büyük bir çarşı tarafındaki ucunda bulunmaktadır ( şimdi ihtimal İle, geçen asrın sonlarında bu ha­ H. Tarık Us kütüphânesi}. Kesme taş kaplı ve valiyi harap eden yangından sonra, yeniden kubbeli iki mekândan ibâret olan mektep son inşâ edilmiş idi ve, dış mimarîsi ile, Abdül­ yıllarda tâmir edilmiştir. Birinci kubbeli kısım hamid IL devri üslûbunu aksettiriyordu. Bu dışarıya, büyük bir eyvan kemeri ile, açılmak­ medrese 1940 yılm a doğru yıktırılarak, yerine tadır ; bunun bitişiğindeki diğer kubbeli me­ Mâliye binası inşâ olunmuştur. Son yıllarda kân kapalı mektep kısmıdır. Süleymaniye câ­ yıkılıp-kaybolan medreseler arasında Ayasof­ mii manzûmesindeki sıbyan mektebi „Evvel ya, Eyüp ’te Beşir A ğa ( S. Ünver, Tıp tarihi­ medresesinin" yanından geçen Süleymaniye cad­ mizin yaşayan bir sahifesi daha tarihe karış­ desinin köşesindedir ( şimdi Çocuk kütüphâ­ tı, Tıp tarihi enst. nşr., İstanbul, 1946), şeh- n e si). Bu çeşit binaların gayesine'uygun ola­ zâdebaşı.’nda Kalenderhâne, aynı semtte E b u ’l- rak, pek küçük çocukların gelip-gideceği bu Fazl, F â tih ’te Hâfız Ahmed Paşa, Koca Mus­ bina, diğer te’sislerden teerit edilmiş bir hâl­ tafa P a ş a ’ da Nuh Efendi v. b. zikrolunabilir. de, külliyenin en dış ucuna yerleştirilmiştir Bâzı medreseler ise, etraflarım saran binala­ ( bk. S . Eyice, İstanbul, lev. X X V III; H. Dener, rın arasında kaybolmuş veya tanınmaz hâle Süleym aniye kütüphanesi, İstanbul, 1957, lev­ gelmiştir ( Sultanahmed ’de Kabasakal, Ankara ha, nr. 10 ). Fevkanî mustatü biçiminde kü­ caddesinde Vakit yurdu içinde, İbrahim Paşa çük bir binadan ibâret olan bu mektebin ya­ medreseleri g ib i). E vliya Çelebî ( Seyahatname nında dışarısı ile bağlantıyı sağlayan bir „hol" I. 3 16 ) tarafından şehrin en güzel ve büyük kanadı vardır. Sultan Ahmed I. câmiinde, sıbmedreselerinden biri olarak gösterilip, 1004 yan mektepleri, eski Atmeydanı ’na bakan dış ( I 5 9 5/i59 6 ) tarihli manzum kitâbeleri zikr- avlu duvarı üzerinde yükselir. Meydandan av­ olunan fevkanî ve etrafı dükkanlı Sadrâzam luya geçit veren iki yan kapının üstlerindeki Hadım Haşan Paşa medresesi ise, bugün kıs­ bu güzel binalar, pencereli avlu duvarının men yıkılmış bir harabe hâlinde, Emniyet San­ meydandan görünüşünde yeknesaklığı karşıla­ dığı karşısında durmaktadır. mak sureti ile, manzumenin dış tenasübünü B i b l i y o g r a f y a t İstanbul medreseleri tamamlamaktadır. Bunlar pencereler ile ay­ hakkında henüz toplu bir araştırma yapıl­ dınlanmış, havadar, küçük salonlardan ibâret basit binalardır. Mektebin kütlevî alt kısmın­ mamıştır. 2. M e k t e p l e r , a. S ı b y a n m e k t e p l e ­da, avlu kapısından başka, yan-yana ikişer pen­ r i . Türk mimârî âbideleri arasında en küçük cereden ibâret sebiller de bulunmaktadır. Böyölçüdeki binaları teşkil eden sıbyan mektepleri, lece burada sıbyan mektebi-sebİl birleşiminin tarihî gelişmeleri içinde, tesbit edilmiş değil­ bir misâli İle karşılaşılır. Evliya Çelebî Yeni­ dir. E vliya Çelebî, şehrin başlıca sıbyan mek­ bahçe ’de Hüsrev Paşa mektebini zikrederek, teplerinin selâtin ve vüzerâ camilerinin müş­ bunun 947 ( 15 4 0 / 15 4 1) tarihli manzum kitâ-



1214/108



İSTANBUL (TARİHÎ ESERLER).



besini kaydeder. Mimar Sinan yapısı olan Hüs- I geçmesi ile, sıbyan mektepleri de bu üslûbun rev Paşa türbesi bugün mevcut ise de, mek­ hususiyetlerini almıştır. Önceleri mimarîlerin­ tep yok olmuştur. Vüzerâ külliyelerinin ya­ de bir fark olmamış, sâdece iç tezyinî unsur­ nında yapılan sıbyan mekteplerine misâl ola­ ları değişmiştir. Fındıklı ’da Güzel Sanatlar rak Çarşıkapı ’da Merzifonî Kara Mustafa Pa­ Akademisi yanında, 1169 (17 5 5 /17 5 6 ) tarihli şa medresesinin yanındaki ile Kuyucu Murad Osman III.’ın zevcesi Zevkî K a d ın ’in hayratı Paşa ve Amca-zâde Hüseyin Paşa medresesi­ olan muhteşem barok çeşmenin üstündeki mek­ nin köşesi ndekiler zikrolanabilir. Son yıllarda tepte bu husus açıkça görülür ( şimdi Eski her ikisi de tâmir edilen bu sıbyan mekteple­ eserler ve anıtlar kurulu merkezi). Fevkanî rinden birincisi, taş ve tuğla dizileri hâlinde salonun kenarında dar bir koridor olduktan inşâ olunmuştur ve üstü çatılıdır. İkincisi ise, başka, manastır tonozu ile Örtülü esas salonun kesme taş kaplama çift sıra pencereli güzel iki mermer sütün ile ayrılan bir bölmesi bu­ bir bina olup, altında iki dükkân bulunmakta lunmakta ve burada barok davlumbazlı bir ve mektebin tek salonuna, caddeye bir kapı ocak görülmektedir. Maalesef bir tamirde, iki sıra hâlindeki pencerelerin aralarındaki söveile açılan merdiven ile, çıkılmaktadır. Şehrin içinde tek başına küçük bir hayır ler kaldırılarak, pencereler birleştirildiğinden, binası teşkil eden münferit sıbyan mektepleri binanın dış mimârîsi bozulmuştur. Dolmabah­ de inşâ olunmuş idi. Bunların bazıları bir çeş­ ç e ’de, câmİ karşısındaki Hacı Emin A ğa sebili me veya sebil ile birleşmiş, bir çoğunun da yanında bulunan ve altında dükkânları olan yanlarında banisinin mezarı ile birlikte bir sıbyan mektebi, 1960 ’ta, tekrar inşâ edilmek hazîre teşekkül etmiş idi. Türk klasik devir üzere, yıkılmış ise de, bir daha yapılmamıştır. mimarîsinin güzel bir sıbyan mektebi, Kum- Bu mektebin içinde çini tezyinât olduğu son kapı N îşancası’na, Mâbeyinci yokuşunda, Kâtib kalan bir kaç parçadan anlaşılıyordu, XVIII, Sinan mektebidir. Horhor yokuşunda, Subbî asrın sıbyan mektebi nev’i içinde şâheser sa­ Paşa konağı karşısında, 114 1 (17 2 8 /17 2 9 ) ta­ yılabilecek bir kaç misâlden biri V efa ’da. Rerihli Elhâc Süleyman Efendi ruhu için yapılan câî Mehmed Efendi tarafından, 1 18 1 ( »767/ çeşmenin üstünde, yine klasik üslûpta bir mek­ 17 6 8 )’de yapılan sebil ile üstündeki mektep­ tep bulunmaktadır. Altında çeşme olan mek­ tir ( krş. D. Kuban, Türk barok m imarisi, s. teplerin en güzellerinden bir diğeri de G ala­ 108 ve res. 122 ). Burada alt kat tamamen mer­ t a ’da 114 5 ( 17 3 2 / 17 3 3 ) tarihli çeşmenin üs­ merden bir cephe teşkil etmekte, ortada ileri tündedir (şimdi Turing kulüp deposu).Vilâyet taşkın sebil, bîr yanında çeşme, diğer yanında karşısında Tersane Emini Hacı Yusuf Efendi mektebin girişi bulunmaktadır. Muntazam taş mektebi yalnız mektep ve hazîreden ibâret ve tuğla şeritler hâlinde inşâ edilen fevkanî başh-başına küçük bîr âbidedir ( şimdi Basma mektebin tuğla tahfif kemerli, mermer söveli yazı ve resimleri derleme müdürlüğü ). Fevkanî dört penceresinin sâdeliği alt kat ile tezat salonu taş çıkmalar üzerinde dışarı taşmakta ve teşkil eder. İki katın birleştiği yerde evvelce dış duvarları çok zarif derzlemeler île süslü bu­ ileri taşkın bir ahşap saçak bulunduğuna ih­ lunmakta idi. 1189 ( 17 7 5 /17 7 6 )’da vefat eden timal verilebilir. A yasofya avlusunda, Mahmud banisi ile âilesi mensuplarının mezarları yan­ I. tarafından, 1740 ’ta münferit bir bina hâlin­ daki küçük hazîrede bulunuyordu (k rş. D ivan - de yapılan mektep ise, yine fevkanî olmakla yolu ’nda Hacı Y usuf E fe n d i sıbyan mektebi, berâber, kubbeli bir yapı olarak, daba iddialı Türkiye Turing ve otomobil kurumu bellete­ bir mimarîye sâhip bulunmaktadır ( K . Altan, ni, 1958, sayı 193, s. 193). 19 5 6 ’da, bir gece, A ya so fy a etrafında türk san’at ekleri, A rk imezarlar buradan kaldırılmış ve bir resmî mi- tekt, 1935, V , 266 ’da p lan ı). Tepesindeki ale­ mârın elinde, bütün derz süslemeleri kazınmak minden iç süslemesine ve mimarîsindeki nisbet sûreti ile, çok kötü şekilde tâmir edilmiştir. âhengine kadar, bir şâhaser hüviyetinde olan Hâlbuki bu ehemmiyetli bina değerli fikir ada­ diğer bir sıbyan mektebi de Azapkapı.’da, se­ mı olan Hoca Tahsin Efendi ( 18 12 —1880 ) ’nin bil ile birlikte yapılmış olan Vâlide Sâliha on yıl kadar husûsî dershanesi olarak kullanıl­ Sultan mektebi idi. Maalesef bu değerli âbide, mış ( ikinci meşrutiyetten harf inkılâbına, 1926 1956 ’da, lüzumsuz olarak yıktırılm ıştır ( eski yılma kadar da Medreset-ül-hattâtin olm uş) idi. bir resmi için bk. S y ria , 1934, lev. X X X II). Yine XVIII. asır yapısı olan zarif bir sıbyan Mustatil biçiminde, tonozlu bir salondan ibâ­ mektebi Bayezid ’de, Simkeşhâne köşesinde, ret ve kavisli köşeleri ile barok üslûbunu Gülnûş Sultan sebilinin üstünde bulunuyordu aksettiren küçük bir sıbyan mektebi de A ta ­ { 1956 ’da yıkıldı ). A ksaray ’daki bir mektep türk bulvarı üzerindeki Şebsafa Kadın câmii ise, 1959—1960 yıllarında tâmir edilmiştir. Bu avlu duvarı köşesinde bulunmaktadır. Altında a 3ir içlerinde, barok üslûbun hâkim durama I dükkânlar olduğundan, evvelce fevkanî olan



İSTANBUL (TARİHÎ ESERLER).



»214/109



Kuruluş itibâriyle eski sayılabilecek, diğer bu küçük âbide, 1941 ve 19 56 ’da cadde iki defa yükseldiğinden, şimdi yaya kaldırımı ile bir müessese, önce Bayezid ’de Simkeşhâne aynı seviyede kalmıştır. Türk empire üslûbu­ içinde Emetullab Sultan mektebinde açılarak, nun güzel bir misâli ise, Sultanahmed meyda­ 30.700 altın sarfı ile Sultan Selim civarında nına bakan bir köşede Mahmud II. tarafından Cemiyeti tedrisiye-ı islâmiye tarafından 1285 kendisini kurtaran C evrî K a lfa hâtırasına inşâ — 1289 ( 18 6 8 — 1 8 7 3 ) ’da kârgir olarak, yaptı­ ettirilen mermer cepheli mektepte görülür. A l­ rılan şimdiki binasına geçen (F . Tahsin Til, tında çeşme ve sebili ile, çok eski bir geleneğin- D arüşşafaka, Akşam gazetesi, 1949, temmûz devamcısı olmakla berâber, geniş pencereleri, 3 m akale) Darüşşafaka ’dır ( Dar&şşafaka, avrupâî görünüşü ile, mektep mimârîsinde XIX. T ü rk iy e ’de ilk halk okulu, nşr. Darüşşafakahlar cemiyeti, İstanbul, 1948 ). İstanbul ’un son asırda başlayan yeni anlayışın bir misâlidir. B i b l i y o g r a f y a - . Bu hususta henüz 70 yıl içinde kurulan diğer mektep ve liseleri­ toplu bir araştırm a yapılmamıştır; b k .İstan­ nin de, kendilerine göre, tarihçeleri vardır. bul yüksek iktisat ve Ticâret okulu 75. y ılı, A yrıca fransız, avusturya, amerikan, alman, İngiliz ve İtalyan mektepleri mevcuttur. 1883—1958 ( İstanbul, 1958 ). D â r ü l f ü n û n-Ü n i v e r s i t e . Avrupa b. T a r i h î k u r u l u ş a s â h i p m e k ­ c. t e p l e r . Mâhiyet ve bünyesi ilk kurulduğun­ ’da XIII, asırda ilk kurulan üniversiteler birer dan bu yana çok değişmiş olmakla berâber, ilahiyat mektebinden başka bir, şey değil idi. mazisi en eski olan mektep Galatasaray mek­ Bu bakımdan şarkın medreseleri onlardan da­ tebidir. Esâsı Bayezid 11. devrine çıkan bir ha üstün bir seviyede idi. Avrupa Üniversite­ Saray mektebi olan Galatasaray, çeşitli safha­ leri, bilhassa XVIII. asırdan itibâren, yeni usûl­ lardan sonra, 1235 şevvalinde (temmûz 1820) lere göre geliştiği sırada, bir maârif meclisi yanmış, tekrar yapılmış ( İzzet Molla tarafın­ öğretim tarzının yetersizliği karşısında, 1261 dan nazmedilen kitabesi için bk. A tâ, Tarih, (18 4 5 ) ’d® sıbyan ve rüşdiye mekteplerini İs­ III, 182 v .d .), Sultan Mahmud II. tarafından lah ettikten sonra, bir de Dârülfünûn kurulma­ 1838 ’de, Tıbbıye-yt adliye-yi şâhâne adı ile, sını tavsiye etmiş idi. 27 receb 1262 ( 2 1 tem­ tıbbiye mektebi şekline sokulmuş, bir ara kışla, mûz 1846) tarihli bu rapor üzerine, Sultan H arbiye, Bahriye, Tıbbiye ve Mühendis-hâne Abdülmecid Dârülfünûn binası inşâatını,. A ya­ idadisi hâline gelmiş, 1848/1849’da tekrar yan­ sofya ’nin tamiri ile de meşgul olan İsviçreli mış, nihâyet Sultan Abdûlaziz’in emri ile, mimar G. Fossati ’ye hâvale etmiştir. Ayasof­ Mekteb-i sultanî ( Lycee lmperial Ottoman ya ’nin deniz cihetindeki eski Cebehâne arsası de Galata Serai ) adı ile, 1 eylül 1868 ’den iti­ üzerinde inşâsına başlanan Dârülfünûn yenibâren, fransızca tedrisat yapan ve yüksek dev­ Rönesans üslûbunda, üç katlı, Avrupa şehirle­ let memurlarını yetiştirecek bir mektep ola­ rindeki emsâli ayarında haşmetli bir bina ol­ rak açılmış, sonraları bir lise hâline getirilm iş­ muş ve içinde ilk ders 1279 ( 1863 ) ’da veril­ tir. Geçen asrın başlarında geniş saçaklı bü­ miştir. Dârülfünûn olarak yapılan ilk bina, çe­ yük ahşap bir bina hâlinde olan mektebin ye­ şitli gayeler ile kullanıldıktan sonra, İstanbul rinde aynı asrın ortalarında büyük, kârgir ve Adliyesi iken, 3/4 kânûn I. 1933 gecesi yanmış, U biçimindeki bina yapılmıştır. 1908 'de bir az sonra da kârgir duvarları ortadan kaldırıl­ yangın daha geçiren bu yapı derhal tâmir mıştır (eski resimleri İçin bk, G. Fossati, Aya edilmiştir (M. Ziya, Mekteb-i sultanî 1868— S o fia o f Constantinople. , , , London, 1852). 1918, İstanbul, 19 18 ; F. İsfendiyaroğlu, Gala­ Maârif Nazırı Saffet Paşa, 1286 (18 7 0 ) tarih­ tasaray tarihi, İstanbul, 1 9 5 2 ,1; bir de bk. İs­ li bir nizâmnâme ile, yeniden bir Dârülfünûn.ı tanbul ’da m ektepçilik: Galatasaray lisesi, osmanı kurulmasını teklif etmiş ve Çember­ M illî mecmua, 19 31, XI, sayı 122, s. 120—122 ; İ. litaş ’ta dış mİmârîsi bakımından, öncekine bir Sungu, Galatasaray lisesinin kuruluşa, B elle­ az benzeyen, fakat çok daha küçük ölçüde ye­ ten, 1943, VII, 3 15 —347). Dört sütûnlu bir ni bir bina inşâ edilmiştir (Sultan Mahmud mermer çıkma ile süslü bulunan cümle kapısı türbesi yanındaki eski belediye b in ası). İçinde üzerindeki kitâbesi ( krş. M. R âif, M ir’ât-ı İs­ güzel tertibi ve süslemesi kısmen bozulmuş tanbul, İstanbul, »314, s. 4 3 1—438) harf in­ olmakta berâber, yer-yer ilim ve fenni temsil kılâbında tamâmen kazındığından, şimdiki bi­ eden tavan nakışları görülür. 20 şubat 18 70 ’te nanın tarihi açık olarak anlaşılamamaktadır. açılan bu yeni Dârülfünûn da ancak iki yıl G alatasaray lisesinde bugün kayda değer san’at yaşayabilmiştir. Saffet Paşa, 1291 ( 1 8 7 4 ) ’de hüviyetini hâiz bir husûsiyet olmamakla bera­ G alatasaray Sultanîsi içinde tekrar bir Dâ­ ber, sütunlu ve cadde üzerindeki muhteşem rülfünûn te’sis etmiş ise de, bu daha fazla Ga­ mermer kapısı ve kapının büyük dökme demir latasaray Sultanîsinin yüksek kısmı mâhiyetin­ de idi ve önce bir kısmı, sonra da (belki 1881 kanatlan zikredilmeğe değer.



i âİ 4/ i t o



İSTANBUL (TARİHİ ESERLER).



’e doğru) tamamı kapanmıştır. Saltan Abdül­ lan binadadır ( krş. M, Kemal İnal, Son sadrâ­ hamid II. tarafından, ı eylül 1900 'de şimdiki zamlar, I, 177 ). Yakın tarihlerde bu binanın İstanbul Kız lisesinde açılan Dârülfünûn-ı şa­ üstüne bir kat daha çıkılmıştır. hane ise, İstanbul Üniversitesinin nüvesi ol­ Bugün İstanbul üniversitesi, hukuk, tıp, fen, muş, 1908 ’de bu müessese yeniden teşkilâtlan­ iktisat, edebiyat, orman, dişçilik ve eczacılık dırılarak, beş şûbe (fak ü lte ) esâsı üzerine fakültelerinden meydana gelmiştir. Kitaplarının kadrosu ve nizâmnâmesi hazırlanmıştır. Eski çoğu Yıldız sarayı kütüphânesinden gelen zen­ Seraskerlik binasına geçen Darülfünun, sonra gin Üniversite kütüplıânesi Süleymaniye cad­ 18 kasım 1933 ’ten itibaren, İstanbul Üniver­ desinde son devrin yeni-klasik türk üslûbunda sitesi adı ile, çalışmalarına devam etmiştir. yapılmış Medreset-ül-kuzât binasında bulun­ Aslında Seraskerlik olarak Fransız mimarıBour- maktadır ( bu kütüphanedeki minyatürlü yaz­ geois tarafından 18Ğ6 'da Saray-ı atîk arsası malar ile arapça, farsça ve türkçe basma eser­ üzerinde kurulan İstanbul Üniversitesi merkez lerin tam ve minyatürlü eserler ile arapça yaz­ binası, üç sıra pencereleri ile, dış mimârîsi maların kısmen katalogları yapılmıştır ). önce Mühendishâne olarak kurulan (M. Es’ad, bakımından, fazla iddialı değil ise de, bilhas­ sa ortasındaki aydınlık avlusu başarılı ve gü­ M ir’ât-ı Mühendishâne-i berrî-i hümâyûn, İs­ zeldir. 1946— 1948 yıllarında büyük ölçüde tâ­ tanbul, 13 12 ) İstanbul Teknik üniversitesi, çe­ mir gören ve betonlaştırılan binanın iç süsle­ şitli İstihalelerden sonra,Taksim ’de Gümüşsü­ mesi de ihyâ edilmiş, ayrıca Süleymaniye ci­ yü ’ndaki binaya geçmiş ve Teknik üniversite hetine iki yeni kanat eklenmiştir, Bâb-ı seras­ hâlini almış ve önce yakınındaki Taşkışla ’yı, kerî denilen meydana açılan büyük, âbidevî sonra da Maçka Silâhhânesini de alarak geniş­ avlu kapısının iç tarafında üzerinde Sultan lemiştir. B i b l i y o g r a f y a : C. Bilsel, İstanbul Abdülaziz’e âit bir kîtâbe vardır. Yazılar üniversitesi tarihi (İstanbul, 19 4 3); İstanbul hattat Şefik Efendi ile Yesârî-zâde 'nindir. üniversitesi Öğrenci rehberi 1960/1961 ( İs­ A yrıca iki yanda birer kârgir köşk ( şimdi tanbul, 19Ğ0 ); S . Eyice, B ir y ıl dönümü dolaRektörlük ve Profesörler evİ ) vardır. Kapı yısı ile Türkiye ’de üniversite ( Türk kültürü, ve bu köşklerin, bâriz bir mağrip san’atı tak­ 1964, II, 12— 17, resim li). lidi olarak inşâ edildikleri dikkati çeker. Üni­ d. A s k e r î m e k t e p l e r . Fen derslerinin versitenin Fen ve Edebiyat fakülteleri, az ileride bulunan Yusuf Kâmil Paşa konağına öğretilmesi için, Selim QI. tarafından 1207 yerleşmiş idi. Nakîbüleşrâf Tahsin Bey kona­ ( 17 9 2 /1 7 9 3 ) ’de önce Eyüp ’te, Bahariye ’de açı­ ğının arsasında, 1281 (1864/1865 ) 'de yapılan lan Mühendishâne-i Sultanî 1208 (1793/1794) bu bina 19 4 1’ de yanmış, yerine de 1945—J951 ’de Haliç ’in karşı kıyısındaki Humbaracı kış­ yılları arasında şimdiki Fen ve Edebiyat fa ­ lasına nakledilmiş, Hasköy ’de inşâsına başla­ külteleri binası inşâ olunmuştur. İstanbul’un nan yeni mektep binası 12 10 ( 1795/1796 ) ’da hemen hemen her semtinde bîr kaç yıl barınan bitince, buraya geçerek, adı Mühendishâne-i Tıbbiye veya Tıp fakültesi, nihâyet XIX. asrın berrî-i hümâyûn şeklini almıştır. Fakat Mah­ ikinci yarısında 1282—1291 ( 1865— 1874) ara­ mud II. zamanında, ordunun ıslâhı için, bir sında Sarayburnu ’nda Demirkapı kışlasında Harbiye mektebi kurulmasına teşebbüs olun­ kalmış sonra ayrılmış, 1293 ( l 8 7 ö ) ’te tekrar duğundan, Mühendishâne dışında bir müessese Demirkapı kışlasında yerleşmiş ve burada 27 se­ İhdasına lüzum görüldü, önce Selimiye kışla­ ne kalmıştır. Tren yolunun kenarında hâlâ mev­ sında kurulan ilk Harbiye mektebi 1250 ( 1834/ cut olan bu binanın ortasında kubbeli küçük ı835 ) ’den itibaren Maçka kışlasına geçmiş bir eâmı bulunmaktadır. Mimar V a la u ry ’nin İdi ( bir tasviri ve resmî için bk. Miss Pardoe, projelerine göre Haydarpaşa ’da yeni bir tıbbiye The city o f the Sultan and domestic mahners binası inşâ olundu ( 1892—1902 ), 1903/1904 ’te o f the Turks in 1836, London, 18 3 7 , 1, 194—215). Tıbbiye buraya taşındı ve 30 yıl sonra 1933 ’te Bir meydanın dört tarafını çeviren bina blok­ Bayezid ’deki binasına geçti ve Haydarpaşa ’da­ larından bir tanesinin tam ortasında matbaa ki bina ise, lise oldu ( RızaTahsin, Mir’ât-ı mek- bulunuyordu. Ortada ince minâreli, büyük yu­ teb-i tıbbiye, İstanbul, 1328—1330, 2 c ilt; S varlak bir de cimi var idi. 1260 ( 1844} şaba­ Ünver, Bugüne kadar İstanbul’da tıbbiye mek­ nında Pangaltı ’daki Tophâne-ı âmire hastatebi kaç yer değiştirdi, Dirim , 1946, XXI, sa­ hânesi Harbiye mektebine verildi ve burada yı 5, s. 202—205; ayn mil., Tıp fakültesinin yeniden yapılan binâya 1263 ( 1847) şabanında meşrutiyet yılla rı tarihine dâir, Belleten, 1959, taşındı. Fakat Kırım harbi sırasında, hastahâXXIII, 287—306 ). Yeni kumlan Eczacılık fakül­ ne hâline getirilmek üzere bu bina boşaltılmış, tesi ise, Bayezid ’de asimde Fuad Paşa konağı Harbiye önce T a şk ışla ’ ya, sonra da Saraybur­ diye tanınan ve bir ara Mâliye nezâreti yapı­ nu ’ ndaki Tıbbiye binasına gitmiş ve orada 1279



İSİANBÜL (TARİHÎ ESERLER j. ) ’a kadar kalmış, bu arada Pangaltı ’daki mektep binası da frangız askerî hastahânesi olarak kullanılırken, bir yangın İle ha­ rap olmuştur. Aynı yerde Sultan Abdölaziz tarafından, iki katlı olarak, inşâsına başlanan yeni Harbiye binası bir buçuk senede bitirilmiş ve Harbiye buraya 1279 (18 62/186 3 ) ’da taşın­ mıştır. Mütârekede boşaltılan, 19 2 3 ’ten sonra tekrar Harbiye mektebi olan bina boşaltılıp, mektep 1936 ’da Ankara ’ ya nakledilmiştir. Harbiye mektebi binası, gazetelerde ( krş. H ür­ riyet, 22.7. 1955, Vatan, 13 .8 .19 5 5 , Cumhuri­ y et, 19,10. 1955 v .b .), uzun münâkaşalara mevzû olduktan sonra, 1958 yılma doğru kısmen yıktırılm ıştır ( M. E s’ad, Mir’ât-ı Mekteb-i karbiyye, İstanbul, 1 3 1 0 ; M. R âif, M ir’ât-ı İstan­ bul, s. 443 v. d .; H arp okulu tarihçesi 1834— 1945, Ankara, ts. [ 19 45]). Binanın 12 12 ( 1797 / i 798) tarihli maksem ve çeşmesi için bk. Tak­ sim suya te’sisleri, nşr. Sular idaresi, İstan­ bul, 1957, s. 48 v.d., res. 29. Abdülhamid I, devrinde Kapudan-ı derya C e­ zayirli Haşan Paşa tarafından tersane zinda­ nında kurulan Mühendishâne-i bahrî, sonra Humbaracı kışlasında, 12 10 ( 1795 ) ’da Mühen­ dishâne-i berrî ile birleşmiş idi. Bahriye mek­ tebi Errehâne denilen bıçkı atölyesinde 1254 ( 18 3 8 /18 3 9 )’e kadar kaldıktan sonra, bu ta­ rihte Cezayirli Haşan Paşa ’am Haliç ’e hâ­ kim sırttaki konağı alınarak, yerine büyük bir Bahriye mektebi yapıldı (12 5 4 = 18 3 8 /18 3 9 ). Şimdi Deniz hastahânesi olan bu binada Bah­ riye mektebi 12 sene kalmış, Sakızağacı ’ndaki Bahriye hastahânesinîn buraya nakli düşünülmesi üzerine de, Bahriye mektebine yeniden bir bina aranmıştır. Heybeli a d a ’da Sultan Mahmud II. tarafından 1244 (18 28 / 1829 ) ’te yaptırılmış bir Bahriye kışlası bu iş İçin uygun görülerek, Bahriye mektebi Heybe­ li a d a ’ya nakledilmiştir. Kasım paşa’daki bina da Bahriye hastahânesi olmuştur ki, hâlâ öy­ lece kullanılmaktadır. Heybeliada ’daki Bahri­ ye mektebinin önünde fevkanî üç sıra pence­ reli büyük bir câmi var idi ( resmi için bk. M. Râif, M ir’ât-ı İstanbul). Abdülaziz devrinde de, câmi ile vapur iskelesi arasındaki meydan üzerinde ahşap, büyük bir köşk inşâ edilerek, 1887— 19 0 4 ’te Tıcâret-İ bahriye mektebi olarak' kullanılmıştır. Esası Mahmud 11. devrine ka­ dar çıktığı ve halen Deniz müzesindeki ahşap Hünkâr tahtının buradan getiridiği de bildi­ rilen ( kşr, H. Şebsuvaroğîu, H eybeliada kasrı, Akşam gazetesi, 17 nisan 1948 ) bu köşk 1908 ’den az sonra yıktırılmış, yakın tarihlerde de cami kaldırılarak, yeni binalar yapılmıştır { De­ niz mektepleri tarihçesi, İstanbul, 19 31, I, 48 v.d. ve 68 v.d.; Ertuğrul, Deniz okulumuz [İs-(1862/1863



ı i î 4/ t i t



tanbul, 19 3 6 ? ]; Deniz mektepleri tarihçesi, 1928—1939 [İstanbul, 194j ], II, 27 v.dd.; H. Alpagut, Marmara 'da Türkler, İstanbul, 1941, s. 19—25). Kuleli askerî lisesi ise, Boğaziçi ’nin Ana­ dolu yakasını süsleyen tarihî binalardan biri­ dir. Boğaziçi, saray çevresi ve şehir giriş nok­ talarının murâkabe ve inzibatı ile vazifeli bos­ tancılara mahsus burada bir Bostancı odaları ile Kule bahçesi var idî. Sonra, 1244 (18 28 / 1829) ’te, Sultan Mahmud II. tarafından bu­ rada yeni bir kışla yaptırılmıştır. R. W alsh ’m 1836 ’da basılan kitabından da öğrenildiğine göre, burası o sırada bir süvârî kışlası olup, „şehrin etrafındaki bütün emsali arasında bu süvârî kışlası hem en süslü olan, hem de gü­ zel Boğaziçi ’ni tezyin eden en göz alıcı bina­ lardan birini teşkil etmektedir“ ( krş. R. WalshT. Allom, Constantinople, IF, 64—65, 67). Deniz kıyısında olan bu kışlanın önünde taştan mun­ tazam bir rıhtım uzanıyordu. İki köşesinde be­ şer katlı dört köşe iki yüksek kule bulunuyor, bunların tepeleri barok üslûpta payandalı bi­ rer kasnak ile süslü idi. Kuleler aşağısı bo­ ğumlu iki uzun ahşap külâh ile kapatılmış idi. Kışlanın iki taraflı merdiven ile çıkılan cümle kapısı üstünde ise, mermer sütunlara dayanan sivri alınlıkh, ileri taşkın bir köşk mevcut idi, Esas binanın bodrum katı kemerli bir re­ vak hâlinde idi. Bu kışla Kırım harbî sırasın­ da bîr yangın geçirmiş ve kârgir olarak 1277 (18 6 0 /18 6 1) ’de tekrar yaptırılmıştır. Bina 1289 (18 72 ) ’da A skerî idâdî olmuş, 1 3 1 1 {1893/1894) ’de, bâzı ilâveler ile, genişletilmiştir ( krş. M. R âif, M ir’ât-ı İstanbul, s. 203 v. d .; Boğaziçi sâlnâmesi, İstanbul, 1330, s. 120). Bugünkü bina kütlevî bir bodrum katının üstünde iki kattan ibarettir. B i b l i y o g r a f y a - . N. A tuf [ Kansu ], Türk m aarif tarihi hakkında bir deneme ( İs­ tanbul, 19 3 1—1932 ), 2 c . ; O. Nuri Ergin, Tür­ kiye m aarif tarihi (İstanbul, 1939—1943), 5 c. 3. K ü t ü p h a n e l e r . Fetihten sonra ku­ rulan camilerin ve medreselerin çoğunda, bir veya bir kaç kitap dolabında, küçük kütüphâneler te’sis edilmiş idi. 922 ( 1584} tarihli bir vesikadan anlaşıldığına göre, Fâtih vakfı mü­ tevellisinin isteği üzerine, Fâtih külliyesi kü­ tüphânesi ndeki 1800 kadar kitabın 10 senedir teftiş ve tâdat edilmediği belirtilerek, bunun derhal yapılması emredilmiştir ( A . Refik, Onaltınc 1 asırda İstanbul hayatı, s, 37 ). Fâtih kül­ liyesi medreselerine âit kitapların sonraları’ da­ ğıldığı tesbit edilmektedir ( krş. İstanbul kütüphânelerinde Fâtih ’in husûsî kütüphânesine ve Fâtih çağı m üelliflerine âit eserler, İstanbul üniversitesi yayını, nr. 549, İstanbul, »953, s. 65).



İ2 I4 / U 2



İSTANBUL ( TARİHİ ESERLER).



Bu kütüphânelerin eski çalışma tarzları da alâka çekicidir. Fâtih ’te, Hâfız Ahmed Paşa kiilüyesindeki husûsî kütüphânedeki kitaplar­ dan yedişer nüsha var idi ve bunlar iste­ yenlere dışarıya veriliyordu ( A . Galland, İstanbul’a âit günlük hâtıralar, 1672/ 1673, trc. N. S. ö rik , Ankara, 1949, s. 204). Böyle müstakil bir binası olmaksızın bir eâmi içinde kurulan kütüphânelerin en güzeli 116 5 (» 751/ 1 7 5 2 ) ’te Süleymaniye câmiinin sağ tarafında barok üsluplu dökme tunç bir parmaklık ile ayrılmak süretiyle meydana getirilen kütüphânedir. Sonraları buradaki kitaplar Süleymanîye umûmî kütüphânesine nakledilmiştir. A n ­ cak XVII. asır içlerinden itibâren, bir külliyenin parçası olarak veya tamâmen müstakil küçük kütüphane binaları inşâ edilip, vakıf olarak te’ sis edilmeğe başlanmıştır. Türk kütüphâne mimârîsi nev’İnın bu misâlleri başlı-başma bir zümre teşkil etmektedir. Divanyolu ’nda Köp­ rülüler manzumesi yakınında inşâ edilen Köp­ rülü kütüphânesi bunların şimdiki hâlde bili­ nen en eski misâlidir. 1661 ’de yapılan bu kü­ çük âbide, mermer sütûnlu bir giriş revakını tâ­ ki p eden tek kubbeli bir mekândan ibârettir. Bu müessese Fâzıl Ahmed Paşa tarafından S089 ( h.) tarihînde te’sis edilmeğe başlanmış ise de, vak­ fiyesi Fâzıl Mustafa P a ş a ’nındır (M . Gökmaıı, Kütüphânelerimizden notlar, İstanbul, 1952, s. 32—36, 4 3—48). Saraçhânebaşı *nda, Amca­ zade Hüseyin Paşa manzume» içinde de, 1 1 1 0 (1698/1699 ) ’ da yapılan fevkanî bir kütüphâne vardır. Medrese avlu duvarının içinde bir mer­ diven ile çıkılan ve bir çok penceresinden bol ışık alan tek kubbeli küçük bir bina olan kütüphânenin kitapları Süleymaniye umûmî kü­ tüphânesine nakledilmiştir ( R. E. Koçu, Amcazâde H üseyin Paşa külliyesi, bk. İstanbul A n ­ siklopedisi, II, 79 2 — 799)- XVIII. asırda ise, kütüphâne mimârîsi nde, kendi çapında, bir ta­ kım yenilikler ortaya çıkması ile birlikte, daha süslü olmasına da itinâ edildiği görülür. Fâ­ tih 'te başka hiç bir eserde görülmeyen bir tertipte derin bir istirahat revakına sâhip olan (planı için aş.-bk.) Feyzullah Efendi, V e fa ’ da 1 7 1 5 ’te te’sis edilen Şehid A li Paşa kütüphânelerinden sonra, Hekim-oğtu A li Paşa câmii dış avlu kapısı kemeri üstünde inşâ edilen müstakil kütüphâne, harikulâde nisketleri ve zarif hatları ile kayda değer. Kütüphânenin altında devamlı hava işleyen bir dehlizin bu­ lunması ve okuma salonu Önünde havadar, fe­ rah, geniş, üstü kapalı, fakat etrafı açık bir dinlenme balkonunun bulunması bu zarif âbi­ deye kendi nev’i içinde bir şaheser hüviyeti vermektedir ( bk. H. Edhem-E. Mamboury, Nos mosquees de Stamboul, İstanbul, 1934, s. 106,



res. 103 ). Mahmud I. tarafından Ayasofya eâmiinin takviye payandaları arasında inşâ edi­ len A yasofya kütüphânesi ( krş. A . Refik, H icrî onikinci asırda İstanbul hayatı, s. 142, 14 5,14 7, 156, 212 ) de aynı derecede şaheser sayılabile­ cek bir eserdir. Burada bina dışarıdan her hangi bir gösterişe sâhip olmamakla berâber, câmi içerisindeki dökme tunç parmaklığı, sedirli okuma odası, duvarlarını kaplayan ve her hâlde daha eski bir binadan getirilerek, bu­ rada ikinei defa kullanılan çok yüksek evsafta X V I.—XVII. asra âit çinileri (b k . Otto-Dorn, Türkische K eram ik, Ankara, 1957, s, t66, res. 68), yaldızlı ve boya nakışlı kitap dolapları ile çok süslü bir eserdir. Aynı tarihlere âit V efa ’da Defterdar A tıf Efendi kütüphânesi daha gelişmiş bir tertip göstermektedir. A tıf Efendi kütüpbânesinin taş vakfiyesi (1154== 17 4 1/17 4 2 ) almancaya çevrilerek neşredildiği gibi ( j . v. Hammer, Constantinopolis und der Bosporus, İ , X L IV — X L V I ), çok kıymetli m â lûmat ihtiva eden yazma vakfiyesine de sa­ haflar çarşısında rastlanmıştır ( F. Sezgin, A t ıf E fe n d i kütüphanesinin v a k fiy e s i, Türk d ili ve edebiyatı dergisi, 1954, VI, 132 — 144), ay­ rıca bu kütüphânenin daha bir çok vakfiyeleri vardır (İstanbul kütüphaneleri tarih-coğraf ya yazmaları katalogları, V akıfnam eler, İstanbul, »962, s. 823—830). Ufak bir medhai holü ile mustatil biçiminde bir kitap hazînesinden ve ayrıca bir de okuma salonundan terekküp eden kütüphânenin, okuma salonunun içeriden iki sütün ile orta sofadan ayrılan ve iç tarafında hücreler bulunan ileri taşan yedi pahlı bir kıs­ mı vardır ( R. E . Koçu, A t ı f E fen d i kütüphâ­ nesi, İstanbul Ansiklopedisi, III, 1276— 12 8 1). A yrıca, okuyucuların dinlenmesi için, bir iç av­ lusu vardır. 115 4 ( 17 4 1/174 2 ) ’te, Suitanhamarnı ’nda Reis-üi-küttâb Mustafa Efendi tara­ fından bir kütüphâne daha kurulmuş, bu te’sis oğlu A şir Efendi ve torunu Mehmed Hafid Efendi taraflarından tâmir edilmiş veya kitap bağışlayarak zenginleştirmiştir (V akfiyeleri hakkında bk. İstanbul kütüphaneleri tarih-coğr a fy a yazmaları katalogları, V akıfnâm eler, s. 820—823., 8 5ı v.d.). Bu kütüphâne, yanında hanı ve banisi ite ailesi mensuplarının mezarları ile, küçük bir külliye teşkil ediyordu. İki sokağın birleştiği köşe başında, taş çıkmalar üzerinde ileri taşkın bir kârgir oda hâlinde olan kütüp­ hane, türk sivil mimârîsinin dikkate değer bir eseridir. Bilhassa dar cephesi yanında ustalıklı bir şekilde halledilmiş olan bir pencere yeri dikkate değer. Bu kütüphânenin kitapları 1914 ’te Süleymaniye kütüphanesine nakledilmiş ve bina ticârethânelere kiraya verilmiştir. Yine I aynı yıllarda Fâtih câmii kıble cihetinde müs-



İSTA N BU L (T A R İH Î E S E R L E R ). takil kargır bir bina hâlinde tek kubbeli bir kütüphâne inşâ edilmiştir. Burada da ait kat, kütüphanenin rutubetli olmaması için, yüksek bir mahzen hâlindedir. 1768 ’de Bayezid II. câmiinin sağ tabhânesinin dış tarafına da tek kubbeli Şeyhülislâm Veliyüddin Efendi vakfı otan kütüphâne eklenmiştir. Son yıllarda Fâ­ tih kütüphânesinin kitapları Süleymaniye kütüphânesine, Veliyüddin Efendi kütüphânesinin kitapları ise, Bayezid Devlet kütüphânesine nakledilmiştir. Büyük selâtin külliye kütüphânelerinin sonuncuları, Nuruosmaniye ite Bahçekapı ’da Hami diye kütüphaneleridir. Bunlar­ dan ilkinin hâlâ faâl olmasına karşılık, bir köşe başı üzerinde yükselen zarif bir odadan ibâret olan Hamidiye kütüphânesinin okuma odası, pabuçluk kısmından bir sütünla ayrıl­ mış olup, uzun yıllardan beri boştur. Eski bir gravüründen anlaşıldığına göre, okuma odası­ nın duvar ve tavanı evvelce nakışlar ile be­ zenmiştir ( krş. M. Cumbur, Abdülhamid I. vakfiyesi, A . 0 . D il ve T C F dergisi, 1964, X X II). Nuruosmaniye kütüphanesi, âit olduğu külliye gibi, tam barok üslûbun hâkim ol­ duğu bir binadır. Sadrâzam Râgıb Paşa tara­ fından 1176 (i7 Ö 2 )’da Koska caddesi üzerin­ de kurulan kütüphâne küçük bir avlu ortasın­ da müstakil bir yapı hâîindedir ( vakfiyesi için bk. Tarih-coğrafga yazmaları katalogları, Va­ k ıf nâmeler, s. 893 ). Merdiven ile çıkılan gi­ riş revakının arkasında murabba biçimli kü­ tüphâne binası bulunmaktadır. Binanın orta­ sındaki dört sütün üzerinde bir kubbe ve kö­ şelerde daha dört küçük kubbe ile aralarda dört tonoz yer almaktadır. Böyle ce burada daha değişik bir mimarî şeklin tatbiki kendi­ sini gösterir. Binanın içi çiniler ile kaplanmış, avlunun caddeye komşu bir köşesine banisinin türbesi ile bir sebil yerleştirilmiştir ( idadika, I, 178 ; S . Eyice, İstanbul, s. 43 v. d.). Kütüp­ hanenin ortasında kitap muhafaza etmek üzere müzeyyen bir kafes vardır ( türbe ve kütüp­ hanenin eski gravürleri için bk. M. JouanninJ . Van Gaver, Turquie, Paris, 18 4 0 , le v . 30 v.d .; mimarî hususiyeti için bk. D. Kuban, Barok mimârîsi, res. 12 1 ; F . K aratay, Râgtb Paşa



i i H / ı t i



tır. Tarih kitabesi Fıtnat Zübeyde H anım ’a (D ivan , İstanbul, 1286, s, 50 v.d.) aittir (M, Gökmen, Murad Molla, hayatı, kütüphanesi ve eserleri, İstanbul, 19 4 3 ; ayn. mil., Murad Molla kütüphanesi, İstanbul, 1 9 5 8 ). Şehrin muhtelif semtlerine dağılmış, küçük vakıf kü­ tüphanelerin inşâsına, XVIII. asır sonları ve XIX. asır içlerinde de devam olunmuş, Üskü­ d a r ’da 1 7 8 1 ’de Selim A ğa (vakfiyesi için bk. Tarih-coğrafga yazmaları katalogları, V akıfnâmeler, s. 849 ), G alata ’da, Mevlevihane ka­ pısı üstünde 1244 ( 18 28 /18 29 ) tarihli Hâlet Efendi ( vakfiyesi için bk. ayn. esr., V a k ıf nâ­ meler, s. 8 53 —856 ), Yerebatan caddesi üze­ rinde 1262 ( 18 4 5 / 18 4 6 ) tarihli Es’ad Efendi, E y ü p ’te Husrev Paşa ( 1 8 9 5 ) v- b. kütüphâne-



leri ihdâs edilmiştir. Bugün karakol otan Hâ­ let Efendi kütüphânesi, zarif bir „empire" üs­ lûpta fevkanî bir bina olup, altında bir sebil var idi. Hekimoğtu A li Paşa kütüphânesinde ol­ duğu gibi burada da, yanları açık bir dinlen­ me holü mevcuttur. E s’ad Efendi ’nin Yereba­ tan ’da yaptırdığı ve yanında kendisi ile ailesi ferdlerinin mezarlarının bulunduğu kütüphane ise, haç biçiminde yeni bir tertibi gösterir ( kitapları Süleymaniye kütüphânesine nakledil­ miştir ). Binaları aslında kütüphâne olmamakla berâber, bugün şehrin en mühim üç kütüpha­ nesinden ilki, F â tih ’te Feyzullah Efendi med­ resesinde Ali Em irî E fe n d i’nin kitaplarının da bulunduğu Millet kütüphanesidir ( planı için bk. Arkitekt, >935, I, 224 —226). İkincisi, Ba­ yezid küiliyesinin imaret ve kervansarayının ahır kısmında büyük ölçüde bir tamirden son­ ra 1882 ’ de kurulan Umûmî kütüphanedir ki, sonraları buna, imâret-aşhâne binası da ilâve edilmiştir (M . Gökmen, Bayezid umûmî kü­ tüphânesi, İstanbul, 1956 ). Üçüncü büyük kü­ tüphâne Süleymaniye manzûmesinin iki med­ resesini işgâl etmekte ve Süleymaniye Umûmî kütüphânesi adı ile tanınmaktadır. İstanbul ’un dağınık vakıf kütüphâneleri, son 50 yıl içinde, yavaş-yavaş burada toplanmıştır ( H. Dener, Süleymaniye umûmî kütüphânesi, İstanbul, '9 5 7 )• B i b l i y o g r a f y a : S . Nüzhet, İstanbul kütüphâneleri(Yedigün mecmuası, 19 4 1,XVII, kütüphânesi, Türkiye Turing ve otomobil ku­ rumu belleteni, 1946, sayı 59, s. 2 1 ; K. Altan, sayı 438, s. 8 v.d ., resimli, Hamidiye ve Hâlet Efendi kütüphânelerinin iki eski gra­ Mimar Mehmed A ğ a , Arkitekt, I937j VII, 195 î vürü ile ) ; S . Eyice, E sk i kütüphâne binaları R agıp Paşa kütüphânesi, 200, y ıl, kütüphane­ cinin penceresinden, 19 6 3 , sayı 1 1 [özel sa y ı]), hakkında ( Türk Yurdu 1957, sayı 126, s. 7t8—732 ); Baleı-zâdeT. Harîmî, Tarih-i me­ Ragıb Paşa kütüphânesinin planı 1189 ( 1775 / 1776 ) ’da kazasker Dâmâd-zâde Murad Efendi deniyette kütüphâneler ( Balıkesir, 1 9 3 1 ) ; M. tarafından ihdâs edilen Çarşamba ’daki kütüp­ Gökmen, İstanbul kütüphâneleri rehberi, 4. baskı ( 1954 ); O. Ergin, Muallim M. Cevdet hanede de aynen tekrarlanmıştır. Yalnız bu­ rada, giriş holü ve revakı yerine kapıyı mu­ ( İstanbul, 1937 }, s. 420; kütüphâne fihrist­ leri, evkaf kütüphâneler müfettişi Abdurrahhafaza eden mütevazı bir sundurma yapıimışLlâm Ansiklopedisi







£4



i i Î 4/ I İ 4



İs t a n b u l (T a r İh î e s e r l e r ).



man N âcim ’in himmeti ile, 1279 ( 1863/1864) ’da başlamış olup, 12 sene içinde, 40 cilt hâlinde, 69 kütüphânenin fihristi neşredilmiş­ tir. Bunların tam bir cedveli için bk. O. Er­ gin, ayn. esr., s. 423—432 ; şimdi kütüphâne kataloglarının neşrine Istanbul kütüphanele­ rinde tarih-coğrafya yazmaları katalogları ve türkçe yazma divanlar katalogu başlığı al­



tında muntazaman neşrine 1943 ’tea heri devam edilmektedir. Diğer taraftan İstanbul kütüphânelerindeki muayyen mevzûlar ile alâkalı kitaplara dâir de münferit eedvell r basılmıştır : C. Türkay, İstanbul kütüpkânelerinde Osmanlılar devrine âit Türkçe-Arapça-Farsça yazma ve basma coğrafya eserleri bibliyografyası ( Istanbul, 1958 ) ; M. Gökmen, İstanbul kütâphâneleri ve yazma tıp kitap­ ları ( İstanbul, 1959 ); F. Tauer, Les manus­ crits persans historiques des bibliothèques de Stanboul ( Archiv Orientalni, 19 31/19 3*, ) ; H. Ritter-R. Walzer, Arabische Übersetzungen griechiescher Ärzte in Siambuler Bibliothek ifeen (Berlin, »9 3 4 ); H. Ritter, Philologica başlığı ile D er Islam ’da 1928, XVII ’den



itibâren İstanbul kütüphânelerindeki yazma­ lar hakkında yazılar neşretmıştir ; ayn. mtl., A yasofya kütüphânesinde tefsir ilmine âit arapça yazmalar ( Türkiyat mecmuası, 1945, VII — VIII, ı —9 3 )i &yn> *»!!•» Autograpks in Turkish Libraries ( Oriens, 1953, V I, 63—90 ) 5



XXII. milletlerarası müsteşrikler kongresi münâsebeti ile de İstanbul umûmi kûtüphâneleri yazmaları sergisi ( İstanbul, 19 3 1) ad­ lı bir rehber neşredilmiştir. VI. T i c â r î t e’ s i s 1 o r.



ları tarafından yakıştırılan Bizans menşe’i ( krş. 1 A , II, 441 v.d., mad. BEDESTEN ) hiç bir ciddî esâsa dayanmaz. Fâtih vakıflarına gelir getir­ mek üzere kurulan bedestenin ( krş. Fâtih Meh­ med II. vakfiyeleri, Ankara, 1938, fih rist) bu iddiaya esâs olan husûsiyeti dört kapısından bir tânesinin üstünde görülen Bizans devrine âit mermere işlenmiş bir kartal kabartmasıdır. Bedestenin yapısı o derece türk mimârî vasfmdadır ki, bu taşın oraya tezyinî bir gaye ile konulduğu açıkça kendisini belli eder. Bedesten-i atîkİn duvarları boyunca küçük dükkân gözleri sıralanmaktadır. Fakat zaman ile çok tadilât gören bu dükkânları teşhis zorlaştığı gibi, son 10 yıl içinde, bedestenin içerisinde inşâ edilen dükkânlar bu çok değerli binanın mimârî hüviyetine zarar vermiştir. Sonra, Bedesten-1 atîkin şark cihetinde hemen-hemen aynı büyüklükte ikinci bir bedesten yapılmıştır. Bedesten-i cedîd veya Sandal bedesteni denilen bu ikinci binanın inşâ tarihi şüphelidir. Bir ihtimale göre Fâtih devrinde (E . H, A yverdi, Fâtih devri mimarisi, s. 404 v. d .), diğer bir ihtimâle göre, ise, Kanunî Sultan Süleyman devrinde, değerli kumaşların Satışı için, yapıl­ mıştır. Nitekim sandal adı da bir kumaş cin­ sinden gelmektedir. Son derece sağlam yapılı olan bu haşmetli bina 12 kütlevî paye ile 20 kubbenin örttüğü 20 bölüme ayrılmış olup, kubbe sayıst itibariyle türk mimarîsinde en büyük bedestendir (ö lçü leri: 4 0X 32 m.). Bu­ rada da dışarıda cephelerde dükkânlar sırala­ nır. Her iki bedestenin târifi ve içinde satılan mallar için bk. Du Loir, Les Voyages de Sieur Du Loir..., Paris, 1654, s. 55. XIX. asır da anbar hâline getirilen Sandal bedesteni, ilk dünya harbi sırasında tâmir edilerek, mezat . yeri şekline sokulmuştur.



Tarihinin her safhastnda ehemmiyetli bir ticâret merkezi olan İstanbul ’un ticarî te’sisb. B ü y ü k ç a r ş ı . Bu iki binanın etrafında lerinin başında bedestenler gelir. Diğer taraf­ tan tüccar malları, esnaf toplulukları ve tüc­ yavaş-yavaş teşekkül ederek, Çarşuy-ı kebîr car yolcular için han ve kervansaraylar kurul­ veya şimdiki adı ile Kapalı çarşı şeklini almış muş, ayrıca hayır binalarının yanlarında dük­ olup, Nasûhel-Süâhî ’nin İstanbul minyatüründe 15 kubbeli bedestenin etrafında ahşap dükkân­ kân ve çarşılar (a ra sta la r) te’sis edilmiştir, 1. B e d e s t e n l e r v e b ü y ü k ç a r ş ı , a.lardan ibâret bir çarşı idi. Bu dükkânlar ve B e d e s t e n l e r . Türk çarşılarının esâsını, ortadaki yolun üstü kârgir tonozlar ile örtül­ yangından korunmak için, taştan inşâ edilen müş ve kârgir tonozlar ile pey-derpey kapatı­ bedestenler teşkil eder. Ahşap küçük dükkân­ lan sokakların bütünü zaman ile Kapalı çarşıyı lardan meydana gelen çarşılar İşte bu nüve­ meydana getirmiştir. Tabiî bu arada iki bedes­ nin etrafında gelişir. Fethi müteakip İstanbul ten gibi, bu çevrede bulunan bir çok tüccar ’da, Fâtih Mehmed U. bugün İç-bedesten (B e­ ve esnaf veya zanaatkar hanı da Kapalı çarşı­ desteni atik ) denilen büyük kârgir binayı yap­ nın sınırları içine dâhil olmuştur. Nitekim tırmıştır. Kalın pâyelere binen tuğla kemer­ Paçavracı, Sarnıçlı, A li Paşa, Camili, Çuhacı, ler üzerinde 15 kubbenin oturduğu, içinden tç ve Dış Cebeci, Yağcı, Rabia, Baltacı, So r­ 45,5X 30 m. ölçüsündeki bu sağlam binada ev­ guçtu, Yolgeçen, Sepetçi, Bodrum, Astarcı, velce dolap denilen dükkânlar bulunuyordu. Pastırmacı, Mercan A ğa, Perdahçı, KızlarağaBenzerleri Osmanlı devrinde betli-baştı şehir­ sı, İmameti, Tarakçılar, Zincirli, Kebeci v.b. lerin çoğunda mevcut olan .iç bedestene bâzı- gibi hanlar olduğu gibi bâzı kârgir çarşılar da



İSTAN BUL (T A R İH Î E S Ë R L Ê R ).



Î2 14 / İ15



devrine kadar İndiği kabul edilen tek misâl, Eminönü ’nde Balkapanı hanıdır. Üst katları türk yapısı olmakla berâber altındaki bodur pâyelere dayanan tuğla tonozlu mahzenler da­ ha eski bir devrin işâretidir ( plan ve resimleri için bk. T. Bertele, II Palazzo degli Ambasciatori di Venezia a Çostantinopoli, Bologna, i9'32, s. 25 v.d., res. 5—7 ). Hakkında hayli ve­ sikaya rastlanan bu mühim han 19 5 2 ’de kıs­ men yanarak harap olmuştur (R . E. Koçu, İs­ tanbul Ansiklopedisi, IV, 2053—2056, mad. Balkapanı hanı). Fâtih vakfiyelerinde 98 hüc­ reli, Han-ı Sultanî (Mahmud P a ş a ’da Dâye Hatun mescidi civârm d a), 3 1 hücreli ve duva­ rı dibinde 14 dükkântı Bodrum kervansarayı ( Saray-ı a tîk civârmda ), Eski Han ( Odun ka­ pısı civârm da), 27 hücreli, 16 dukkânlı Yemiş kapanı (Tahtakale civârm da) gibi Fâtih Meh­ med II. evkafına âit bâzı hanlara rastlanır. Bunlardan Bodrum hanın da bez toptancılarına riıahsus olduğu burada tüccarlara bez satılma­ sına dâir bir kayıttan anlaşılır ( A. Refik, H icrî onbirinci asırda İstanbul hayati, s. 40). îstanbul hanları başlıca üç merkezde toplan­ mıştır. Bunların birincisi EminÖnü-Unkapanı bölgesi, İkincisi Bayezid- Sultanhamamı bölge­ si', üçüncüsü ise, Bayezid-Aksaray bölgesidir. E vliya Çelebî, şehrin muhtelif yerlerine dağıl mış, bir çok han, kervansaray ve ayrıca Bekâr odaları denilen hanların adlarını ve evsafını verir (Seyahatnâme, I, 324 v.d. ). Büyük selâtin külliyelertnin de birer misafirhâne-kervansarayları olduğu bilinir. Fâtih eâmiininki, tabhânenin altında bulunuyordu; Deve Hanı deni­ len bu binanın bâzı kalıntıları yakın zamana kadar görülüyordu. Bayezid külliyesinin ker­ vansarayının büyük kubbeli ahır kısmı, Abdülhami d II. devrinde, Maârif nâzırı Münİf Paşa tarafından, Umûmî kütüphaneye çevrilmiştir. Bitişiğindeki önü avlulu ahşap iki katlı bina­ nın kervansarayın hücreler kısmı olması muhte­ meldir. Sonra buraya aynı gayeye uygun olarak MiSafirhâne-i askerî inşâ edilmiştir ki, sonraları burası Dişçilik mektebi olmuştur. Sü'eymaniye manzumesinin kervansarayı Dârüşşifâ, İmaret ve Tabhâne ’nin alt kısmındadır. Sultan Ahmed Les „Bedesten“s dans l’architecture turque 1. külliyesinin kervansarayı ise, her hâlde T i­ ( / / . Congresso Internazionate di Arte Turca, caret ve San’at okullarının bulunduğu yerde olmalı idi. Şehrin içindeki külliye hanlarının Venezia, 1963, s. 35—39). 2. H a n l a r v e k e r v a n s a r a y l a r . Şeh­en yenisi ise, Lâleli câmii yanındaki Çukurrin bilhassa ticâret merkezi olan kıstmlarında, çeşme hanıdır. Her ne kadar P erviçiç’in 1940 vakıf sâhipleri tarafından, vakıflarına gelir te’- yılma doğru çizdiği Sigorta planlarında han­ min etmek üzere, inşâ ettirilmiş irili ufaklı ların yerleri ve evsafı gösterilmiş ise de, tarih­ hanlar bulunmaktadır. Umûmiyetle ortaları av­ leri ve san’at tarihi bakımından İstanbul han­ lulu, iki kat hâlinde bulunan bu binaların av­ ları ciddî bir inceleme ile tesbite muhtaçtır. EminÖnü-Unkapanı bölgesinde, Balkapanı luya bakan yüzleri iki sıra revak hâlinde inşâ edilmiştir. İstanbul hanları içinde esâsı Bizans hanından başka, Rüstem Paşa câmii yanında



Kapalı çarşı sınırı içinde kalmıştır. Kapalı çar­ şının ne vakit kârgir sokaklar ve dükkânlara çevrilmeğe başlandığı bilinmemekle berâber 3 receb x z 13 ( 170 1/1702 ) ’te bîr yangında çar­ şının yandığı ve Suttan Mustafa II.’nın dük­ kânların kârgir tonozlu yapılmasını emrettiği mâlâmdur (k rş. Silâhdâr Mehmed A ğa, A'asret-nâme ’den naklen, E . Tekiner, Thegreat Bazar o f Istanbul, İstanbul, 1 9 4 9 )» l l 0 7 (1695/ 1696 ) ve 1 114 ( 1702/1703 ) tarihli iki vesikada, son yangında yanan yerlerin, bilhassa bedesten civarındaki dükkânların kargir yapılması icâp ettiği bildirilmektedir ( A . R efik, H icri X II. asırda İstanbul hayatı, t ı , 35 ). Bütün muha­ faza tedbirlerine rağmen çarşı zaman-zaman yangın geçirmiş, ı894 zelzelesinde kısmen yı­ kılmış, fakat derhâl tâmir edilmiş, Nuruosmaniye tarafındaki kapısı üzerine bir kitabe ( hat­ tatı : Sami Efendi ; krş. M. Kemal İnal, Son hattatlar, s. 355 v.d.) konulmuştur. İçindeki sokak adları evvelce buralarda çalışan esnafa işaret eder. Eski bir kayda göre çarşı içinde iki bedestenden başka, 4.399 dükkân, 2.195 hücre, bir hamam, bir câmi, 10 mescid, 16 çeş­ me, iki şadırvan, bir sebil, 8 kuyu, bir türbe ve 24 han bulunuyordu. 1894 zelzelesinden son­ ra çarşının sınırları daralmış, Bat (avâmt : Bit ) pazarı dışarda kalarak, Lutfutlah sokağı yıkıl­ mış, Sarnıçlı, Paçavracı, Ali Paşa, Câmili ve Yolgeçen hanları dışarda kalmıştır. Bu arada Sahhaflar da, yerlerini Halıcılara bırakarak, dı­ şarıdaki bir sokağa yerleşmiştir. Son olarak Büyük çarşı, 1943 ile 19 5 5 ’ te iki büyük yan­ gın felâketi atlatmıştır. B i b l i y o g r a f y a : E vliya Çelebî, S eyahatnâme, I, 613 ve 6 17 ; N. R . Büngül, eserler ansiklopedisi ( İstanbul, 1939 ), s. 34— 4 1, mad. Bedesten, s. 58—63, mad. Ç arşı; E . H. A yverdi, Fâtih devri mimârîsi, s. 398—409 ( bedestenlerin iyi planları ile ) ; çarşının sokaklarını gösteren bir plan için bk. İstanbul şehri rehberi, İstanbul, 1934, metin dışı p afta; Efdaleddin Tekiner, The Créât Bazar o f İstanbul ( İstanbul, 1949, Türkiye Turing ve otomobil kurumu belleteni, sayı 92 ’ den ayrı basım ) ; S . Eyice,



Iil4 / 6 ıî6



İS ÎA N B Ü L ( fA R İH Î E S E R L E R ).



Mimar Sinan yapısı, çok güzel bir Rüşte m Paşa hanı vardır. Aynı yerde, şimdi meydanın köşesinde görülen Kan nisbeten geç bir devre ( XVI]f. asır ?) âit olmakla berâber, ufak öl­ çüde, fakat kendisine has hususiyetleri olan bir bandır ( câmi, şadırvan, han ve mahkeme binalarından mürekkep bu külliyenin başka bir eşi olmayan tertip tarzı için bk. A, S. Ülgen, Rüstem Paşa heyeti, : M im arlık dergisi, 1952, IX, sayı 1 —2, s. 23—28). Çök küçük zarif bir geç devir hanı da Yeni câminin önünde Hidâyet câ­ mii bitişiğinde mevcuttur. Baba C a fe r zindanı kulesi ve türbesine bitişik olan Zindanhanı han mimârîsinin XIX. asırdaki şeklinin iyi bir misâ­ lidir. Suitanhamamı’nda Leblebici ham ile, Unkapanı caddesi üzerinde, Hal ’in karşısında bu­ lunan A li Paşa hanı kayda değer eserlerden­ dir. Bayezid ile Eminönü arasındaki meyilli sâha hanlar bakımından en zengin mmtaka ise de, burada âdeta biribirine girift bir hâldeki hanlar tam olarak tesbit olunmuş değildir. Bunların arasında en eskilerinden biri Mah­ mud Paşa külliyesine âit olan Kürkçü hanıdır (A yverdi, Fâtih devri, s. 396, res. 4 19—4 2 1). Boyu 130 m., eni 65 m. olan iki avlu etrafında iki kat hâlinde sıralanan revaklı hücrelerden meydana gelen bu muazzam han 1894 zelzele­ sinde kısmen zarar görmüş, son yıllarda da bâzı kısımları tahrip olunarak, yerlerine yeni binalar oturtulmuştur. İstanbul ’un en büyük hanı Çakmakçılar yokuşunda, Cerrah Mehmed Paşa sarayı arsasında Vâlide Kösem Sultan tarafından yaptırılan Büyük Vâlide hanıdır ( Vakıfnamesi için bk. W. Caskel, Schenkungs­ urkunde Saltan Ibrakims fü r d ie Valide Mahpeyker Saltan von 1049/ 1640, Documenta hlam ica Inedita, Berlin, 1952, s. 2 5 1—262 ). Üç avlulu olan hanın birinci avlusu mustatil biçimindedir. İkinci avlu çok geniş ve murab­ ba şekilli olup, tam ortasında bir mescid bu­ lunmaktadır (Hadi/ça, 1, 2 18 ). Üçüncü avlu ise, müselles şeklindedir. Bu avluları revaklı hücreler çevirir. Son yıllarda binalar veya bünyeyi bozan eklerle çirkinleşen bu devâsâ hanın ( E vliya Çelebî, Seyakatnâme, î, 325 ; R, E. Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, VI, 3307 — 3313, mad. Büyük Vâlide h a n ı) güzel mi­ marî nİsbetleri hâlâ farkedilebilir. Üçüncü kı­ sımda 27 m. yüksekliğinde, kale hisarı gibi, dortköşe bir kule vardır, İçinde kubbeli bir odası olan bu kulenin Kösem S u ltan ’ın hazî­ nesini muhafaza etmek üzere inşâ edildiği söy­ lenir, fakat bazılarına göre, bu kulenin esâsı Bizans devrine kadar inmektedir ( krş. A. M. Schneider, Mauern und Töre am Goldenen Horn, Akad. Göttingen, 1950, s. 86; ayn. mil., Fund-und Forschungsbericfıt, Arch, A nzeiger,



1944—1945, s. 17, lev, 27, 2 ). İstanbul ’a 1553 ’te gelen Lorichs’in „panoramasında“ bu kule mevcut olduğuna göre, Vâlide hanından eski olduğu muhakkaktır. Vâlide hanının İstanbul hayatında, şiflerin 10 muharrem günü âyinle­ rinin yapıldığı yer olarak, halkiyat tarihi bakı­ mından da, ehemmiyeti olduğu da burada kayda değer. Vâlide hanını saran diğer binaların ara­ sında Sünbülham, Nasuh hanı gibi eski han­ lara rastlanır. A yrıca Uzunçarşı caddesi ile Çakmakçılar yokuşu köşesinde güzel bir XIX. asır hant görülür. Aynı yokuşun sağ tarafında Sultan Mustafa III. tarafından 117 7 ( 1 7 6 4 ) ’de, Lâleli camiine gelir te’minî için yaptırılan Bü­ yük Yenî han Üç katlı ve iki büyük avlulu­ dur. Dar ve meyilli bir arâzîye büyük bir us­ talıkla sıkıştırılan bu muhteşem binanın, üst kat odalarının muntazam biçimü olması için, „konsolla“ çıkmalar yapılmıştır ( R. E. Koçu. İstanbul A nsiklopedisi, VI, 3 313 , mad. Büyük Yeni kan ). Aynı derecede heybetli ve mimârî bakımdan değerli bir başka han da Nuruosmaniye câmii arkasında, Dâmâd Nevşehirli İb­ rahim Paşa tarafından inşâ ettirilen Çuhacı hanıdır ( H adlka, 1, 4 8 ; resmi için bk. A . M. Schneider, Konstantinopel, Mainz, 1956, res. 65 ). Bu hanlar mmtakasmm Divanyolu caddesi tarafındaki kenarında da İki mühim eser mev­ cut idi. Bunlardan ilki, Çemberlitaş dibinde, Vâlide hamamına bitişik olan büyük Vezirhanı ’dır ki, XVII. asırda Köprülü Mehmed Paşa tarafından yaptırılmıştır. E vliya Çelebî ’nin (Se­ yakatnâme, I, 325; T . Gökbilgin, mad. K Ö P ­ RÜLÜLER, I A , VIII, 892 v. d.) ifâdesine göre, „fevkanî ve tahtanî 220 odalı“ , metânette Vâiide hanına eş olan bu hanın Sultan Mahmud türbesi tarafındaki köşesi tahrip edilmiş, bu­ ralara son yıllarda çirkin yeni binalar eklen­ . miştir. Divanyolu ’nun karşı sırasında ise, Bey­ oğlu tarafında elçilikler kuruluncaya kadar, XV .—XVI. asırlarda Avrupa elçilerinin indik­ leri Elçi hanı bulunuyordu (C . Gurlitt, Die Baukunst Konstantinopels, res. 103 ; F. Luttor, Adalekok, az Eldzi hanhoz, Türân, Budapeşte, 1918, 1, 286—288 ve lev. 1 ). Busbecq ( Vier B rie fe aus der Türkei, nşr. W. von den Stei­ nen, Erlangen, 1926, s, 96 v.d,, türk. trc. H. C. Yalçın, T ü rk mektupları, İstanbul, 1939, p. 123 ), Dernschwam ( Tagebuck, nşr. F. Babinger, München, 19 23,5.37 v.d.), Sehweigger (E in neme Reyssbeschreibung, Graz, 1946, s. 5 1 v.d., burada resmi de va rd ır) ve daha başkaları ta­ rafından anlatılan hu büyük han sonraları Ta­ tar hanı adı ile tanınmış ve 27 rebiülâhir 1282 (1865 } Hoeapaşa yangınında harap olduktan ( bk. Curtis M. Walker, Restes de la Reine de s villes, ts. [ 1891 ? ], res. 28, 29 ) az sonra



İSTA N BU L (T A R İH Î E SE R L E R ). yıktırılarak, yerine Matbaa-ı osmanî yapılmış, son yıllarda da aynı yere yeni Darüşşafaka İş banı inşâ oiunmuştuı, Şehrin bu taralında bir az daha cenup istikametinde, münferit olarak, Sokullu külli yesİ yakınında bir han veya ker­ vansaray bulunduğa anlaşılmaktadır. Üçüncü han topluluğu ise, Bayezid ile Lâteli arasında bulunmaktadır. Bunlardan esâsı Fâtih devrine kadar çıkmakla berâber, X V 1H. asır başlarında Gülnûş Sultan tarafından yeni­ den yaptırılan Sırmakeş banı veya Sımkeşhâne ( H adika, i, 12 4 ; M, Yahya Dağlı, B ekçi­ lerin destan ve mani katarları, İstanbul, 1948, s. 39 v.d., bu han hakkında bir destan ; Mevcut eserler ve yeniden yapılm ak istenen inşâat, İstanbul, ts. ) 1956—19 5 7 ’de, iki defada ya­ nsından fazlasının yıktırılması yüzünden, gü­ dük bir hâlde kalmıştır. Evvelce muntazam taş ve tuğla örgüsü ile yapılmış iki katlı cep­ hesi cadde boyunca uzanıyordu. Simkeşhant ’nın eski bir resmi için krş. C. E. Arseven, Türk san’atı tariki, İstanbul, s. 476, res. 908. Bu cephenin bir köşesinde bir sebil ile üstünde bir mektep var İdi. Mevcûdun tâmir edilerek, kütüphâne hâline getirilmesi düşünülmektedir. Bunun aşağısında, XVIII. asırda Sadrâzam S ey ­ yid Haşan Paşa tarafından, karşı taraftaki med­ resesine ek olarak, 1740 ’a doğru yapılan Haşan Paşa hanı çifte çeşmeli, bilhassa cephesi, yan sokakların «rızalarına göre ayarlanmış arka du­ varları ve kalın pâyeli yuvarlak kemerli revak­ ları ile, güzel bir mimarî eser idi. 1894 zelzelesin de zarar gören üst katı indirilmiş, 1956/1957 ’de çeşmeli cümle kapısı, cephesi ve revakları yık­ tırılmıştır (G l.d e Beylié, L ’habitation byzan­ tine, Supplément, Grenoble, 1903, levha 4 ; G ur­ litt, Baukanst, ,s, 52 ). Çok kıymetli aksammı kaybetmesine rağmen, bilhassa sağ yan ve ar­ ka cephesi, mimârî bakımdan, o derece istisnaî hususiyetlere sahiptir ki, Haşan Paşa hanının tâmir edilerek, muhafazası temenni edilir. Lâle­ li câmii manzumesine âit Çukurçeşme hani da, muntazam bir mustatil avlu etrafında sıra­ lanan odaları iie, tab iî bir şekil arzetmesine karşılık, yanında sivri bir çıkıntı teşkil eden yan kanadı bakımından dikkate değer ( krş. A kadem i dergisi, 1965, sayı 3—4, s. 7Z v.dd.). İstanbul içindeki han ve kervansarayların ancak bir kaçı burada zikredilmiştir. Hepsini içine alan etraflı bir tetkikin yapılması çok faydalı olur. krş. madd. C A L A T A ve ÜSKÜDAR . B i b l i y o g T a f y a : C . G urlitt, Die Baukunst Konstantinopels ( Berlin, 1908— 19 12 ) ; G l. de Beylié, L ‘habitation byzantine, Supplément ( Grenoble, 1902) ; bir çok hanları Bizans devrine bağlamak gibi o devirde orta­ ya çıkan yanlış fikirler E.M am boury, Cons-



12 14 / 117



tantinople, guide touristique (İstanbul, 1925 ), s. 342 —345, türk. İstanbul, rehber-i seyyahin, s. 346—350 tarafından da yayılmıştır ; F . Akozan, Türk Han ve kervansarayları ( Türk san’atı tarihi araştırma v e incelemeleri, 1963, 1, 13 3 —137, resimler kısmı, s. 14 5—1 5 1 ) ; ayrıca bk. Cemâleddin Bildik, İstanbul Han­ ları (Akşam gazetesi, 1948 şubat-mart). 3. A r a s t a l a r . Büyük külliyelerin etraflar rina, sıra hâlinde, ahşap veya kârgir tonozlu dük­ kânlardan meydana gelen çarşılar, yâni arasr talar da inşâ edilmiştir. Ahşap olanlar yok olmuş ise de, kârgirlerden bazıları el’ an durmak­ tadır, Bunların bazıları karşılıklı iki sıra dük­ kândan, bâzdan ise, tek sıra dükkândan mey­ dana gelmiş idi.. Büyük ölçüde bir çarşı top­ luluğu meydana getirenler de var idi. 1918 yangınından sonra, şehrin yeniden tanziminde, bütün izleri .ortadan kaldırılan Fâtih câmii manzumesinin çarşısı H affaflar çarşısı veya Saraçlar çarşısı olarak tanınmış idi. Câmi iie birlikte yapılan ve Amcazâde manzumesinin tam karşısındaki sahada bulunan bu büyük çarşının ana hatları ile mimârî tertibi eski su yolu haritalarından anlaşılmaktadır ( krş. S. Ünver,B a y a z id ’in su y o la dolayısı ile 140 se­ ne önce İstanbul, İstanbul, 1945, 2. 15 , harita 1-; A yverdi, Fatih d evri mimarisi, s. 4 11 , res. 435 ). X V I. asırda, Yenibahçe ’de, Mimar Sinan tarafından yapılan Husrev Paşa türbesi yanın­ da da Husrev Paşa çarşısı var idi ki, bugün hiç bir izi kalmamıştır. İstanbul ’un meşhur Esir pazarının ise, Kapalı çarşının Kürkçüler kapısı dışında, Çemberlitaş iie çarşı arasında bulunduğu bilinmektedir ( krş. A . Refik, H icrî onbirinci asırda Istanbul hayatı, s, 25, nr. 5 1 ; s, 26, nr. 53 ; s. 54, nr. 10 1 ). Bu pazardan bu­ gün hiç bir iz yoktur (esk i resmi için krş. R. Walsch-T. Aliom, Constantinople, I, 36—37 ; J . Auldjo, Jo u rn a l o f a visit to Constantinople, . , , London, 1835, s. 106—107 ; bk. W. J . Spry, L ife on the Bosphorus doings in the d t y o f the S u l­ tan, London, 1895, s. 112 ). Yanlış olarak, Esir pazarı ile karıştırılan Cerrahpaşa’daki A vrat pazarı ise, türk şehirlerinin ekserisinde görü­ len alıcısı ve satıcısı kadın olan bir kadınlar pazarı idi ( S. Eyice, İstanbul ’un mahalle ve semt adları, Türkiyat mecm.. 1965, X IV, 210, not 73 ). Bayezid eâmiinin çarşıları Büyük çarşının içinde katm ıştır; Süleym aniye’nin medresesi­ nin bitişiğinde sıralanan dükkânları durmak­ tadır. Bunlardan Süleymaniye caddesine yakın olanlar Tiryaki, Haliç tarafmdakiler Dökmeciler çarşısı dîye tanınır. A y a so fy a ’nm Marma­ ra ’ya bakan tarafında, türk devrinde eklenen dükkânlar İse, 1948 yılına doğru yapılan tamir­ leri sırasında, bilinmeyen bir sebep ile, Bizans



12 14 / 118



İSTANBUL (TA R İH Î E S E R L E R ).



üslubunda yapılmıştır ( hâlen Millî Eğitim B a­ B i b l i y o g r a f y a : G. Özdeş. Türk sımevi deposu). A rastaların en iyi misâllerin­ ( arştlart ( İstanbul, 1952 ). den biri Sultan Ahmed I, camiine âit olandır. / VII. R e s m î b i n a l a r v e ş e h i r Câmiin Marmara cihetinde uzanan bir yolun h a y atı ile i l g i l i t e ’ s is le r . İki tarafındaki tonozlu dükkânlardan meydana gelen bu arasta Sipâhî çarşısı olarak tanınır ve 1. B â b 1 â 1 i, Osmanlı imparatorluğunda ilk zamanımıza harap ve metruk bir hâlde intikal idâre yerini saray hudutları içinde Kubbe-altı etmiştir ( bk. M. Hürtimann, İstanbul, Zürich, ts., denilen mahal teşkil etmiş, sadrâzamların bunun lev. 29). Bugün için en iyi durumda bulunan dışında muayyen bir makamları uzun müddet arasta Yeni câmi külliyesine âit olan ve Mısır- olmamıştır. Küçük divanların, sadrâzamların çarşısı adı ile tanınan çarşıdır. Aslında câmiin kendi yaptıkları, satın aldıkları veya kiraladık­ dış avlusunu bir taraftan L harfi biçiminde sa­ ları konaklarda toplandığı, İdarî işlerin bura­ ran bu güzel eser, 1941 ’de, bu avludan ana cad­ da yapıldığı anlaşılmaktadır. Saraya yakın bir denin geçirilmesi yüzünden, ayrı kalmıştır ( bk. yerde sadrâzamlara mahsus bir makamın ilk S. Olgen, Yeni câmi, Vakıflar dergisi, 1942, II, olarak ne vakit kurulduğu hususunun ayrıca son le v .). Eminönü meydanına bakan esas ka­ dikkatle araştırılm ası gerekir. Sadrazamlık ma­ pısı, âhenkli nisbetleri ile, dikkati çeker. İki kamını u 1(4 0 (17 2 7 / 17 2 8 ) tarihinde Nevşehirli kolun birleştiği köşede duâ meydanı vardır. İbrahim Paşa tarafından kurulduğu yolunda Burada asma bir ezan yeri de görülür. Baha­ umumiyette kabul edile-gelen bir fikir var ise de, ratçı esnafı tarafından kullanılmış olan bu daha önce burada sadrâzamlara mahsus mîrî güzel çarşıda her dükkânın XVIII.—XIX. asır­ bir konak bulunduğunu gösteren bâzı kayıtlar larda yapılmış olan ahşap, tezyinattı saçakları bulunmaktadır. Halk arasında „P aşa kapısı“ var idi (maalesef bunlar 1941 tamirinde sö­ olarak bilinen bu makam, ancak Tanzimattan külmüştür). Tarihî vasfına uymayan eşya satışı sonra, Bâbıâli olarak tanınmış ve Avrupa dil­ yapanlara kiraya verilen Mısırçarşısı yavaş-ya- lerinde de Sublime Porte veya Hohe Pforte vaş tüfeylî ekler ve mimârî ahengini bozan şeklinde yerleşmiştir. R. E . Koçu ( İstanbul A n ­ vitrinler ile dolmağa başlamıştır (kb. Güzelleşen siklopedisi, mad .Bâbıâli) tarafından haklı ola­ İstanbul, 1943, n5r - İstanbul Belediyes ). Nnru- rak işâret edildiği gibi, daha XVII. asırda bu­ osmanîye ’de dükkânlar, avlunun altına ve dış rada bir makam bulunduğu muhakkaktır. 1053 tarafına, manzûmenin dış cephelerine yapıldı­ ( 1643 )’te idâm edilen Sadrâzam K ara Mustafa ğından, tam mânâsı ile, bir arasta hüviyeti yok­ Paşa ’nm, canını kurtarmak için, önce A lay tur. Lâleli câmiinin altındaki çarşı, ancak 1957 köşkü karşısındaki saraya kapandığı, fakat ’de tâmir edilerek, açılmış ise de, sed duvarın­ kurtulamayacağını anlayınca, tebdii-i kıyafet da inşâ edilmiş olan sıra hâlindeki dükkânla­ ederek, „harem damından Naili mescid“ tara­ rın hepsi de . esasında yok iken, son tamirde, fına inmek sureti ile, kaçmak istediği Naîmâ 1957 ’de inşâ olunmuştur. Fakat muhakkak ki, ’dan öğrenilmekte ve böylece burada bir sad­ Lâleli câmiinin mahzen-çarşısı ehemmiyetli râzam konağı bulunduğu anlaşılmaktadır ( bu bir eserdir. Vüzerâ küliiyelerinde de, imkân­ yerde bulunan binaların geçirdiği yangınlar v.b. lar el-verdiği kadar, dükkân inşâ olunmuştur. hakkında bk. mad. B Â B IÂ L İ ). 1260 rebiülevv ün­ Bunların arasında belki en fazla kayda değer de (1844 ) inşâatı henüz biten son Bâbıâli bi­ olanı Şehzâdebaşı ’nda Nevşehirli Dâmâd İbra­ nasının merasim ile açılışı yapıldı. A la y köşkü him P a ş a ’nm D ârüihad îs’inin cadde üzerinde­ karşısındaki 1259 ( 18 4 3) tarihli büyük girişi, ki cephesi boyunca sıralanan dükkânlarıdır. barok üslûpta bir saçak ile süslü muhteşem bir Karşılıklı iki sıra hâlindeki bu kârgir dükkân­ cümle kapısı olarak inşâ olunmuş idi. Bunun ların önlerinde mermer sütunların taşıdığı to­ üstünde şâir Ziver ’in uzun bir tarih kasidesi nozlu birer revak uzanıyordu (M . Aktepe, bulunmaktadır ( metni için bk. İstanbul âbide­ Damad İbrahim Paşa evkafına dair vesikalar, leri-, İstanbul, ts. [ 1941 ], s. 14 ). Muhteşem bir Tarik dergisi, 1963, sayı 17—18, s. 20, karşı­ şekilde süslü olan bu kârgir bina, birtbirtni ta­ lıklı iki sıra hâlinde, 82 dükkân ). İstanbul’un kip eden ve aralarında irtibatlı muhtelif dâire­ eski devirlerin en hareketli caddesine Direk- lerden meydana gelmiş idi. Tam ortada, diğer­ lerarası adını verdiren bu direkli dükkânlar lerinden daha yüksek olan şûra-yı devlet dâire­ böylece ilk çağda Akdeniz havzası şehirlerin­ si bulunuyordu. Boğaziçi ’ne bakan cephede de rastlanan direkli cadde tarzının geç bir tek­ muhtelif dâirelerin sütûnlar üzerine oturan ve rarı oluyordu,- Fâtih istikametinde tramvay yolu ileri taşkın köşkleri muvcut idi ( güzel bir res­ yapılırken, direkler kaldırılmış ( eski bir fotoğ­ mi için bk. Â y in e -i vatan mecmuası, 14 kânûn rafı için bk. S. Ünver, Su yolu haritası, s. 55 »res. II. 18 6 7; kopyası için bk. Tanzimat, İstanbul, 13 ) , sonra karşı sıra dükkânları yıkılm ıştır. *9 4 »» L lev. 1 ). Bu mimarînin bâzı unsurları,



İSTANBUL (TARİHÎ ESERLER). bozulmuş ve değiştirilmiş olmalarına rağmen, bugün hâlâ görülebilir. Yeni Bâbıâli binası ta-, mâmen Avrupa san’at zevkine göre inşâ edilmiş ve tezyin olunmuş bir bina idi. O sıralarda İstanbul ’da bulunan A yasofya ’yı tâmir eden, Dârülfünûn ve Rus sefarethanesi gibi binaları yapan G. Fossati burada bir salonu tezyin etti­ ği gibi, bahçe içinde kârgir bir de mahzen-ı evrak inşâ etti. Fakat Bâbıâli felâketten kur­ tulamadı ; nitekim 21 eemâziyelevvel 1295 (*878) ’te Şûra-yı devlet dâiresinde çıkan bir yangın bu dâire ve etrafını harap etmiş ise de, sad­ râzam dâiresi ve arşiv kurtulmuştur. Nihâyet 6 safer 1329 ( 19 11 ) ’da Bâbıâli, yine ortasında­ ki Şûra-yı devlet dâiresini ve etrafını harap eden bir yangın ile mahvolmuş, ve yeri arsa hâlinde kalmıştır ( Resimli kitap, 1326, V , sayı 27). Bâbıâli Cumhuriyet devrinde İstanbul vilâ­ yetine tahsis edildikten sonra, 19 x1 yangınından kalabilmiş kısımlarda zaman-zaman büyük tâ­ mir ve değişiklikler olmuş ve bunlar eski mi­ mârî vasıflarını oldukça kaybetmiştir. Bugün Bâbıâli binasının valilik makamı olan kısmı en fazla bu hüviyeti belli eden parçadır. Bunun dış tarafında sÜtûhiu çıkma henüz durduğu g i­ bi, uzun bir kitâbenin süslediği esas giriş ve büyük sofaya açılan odalar ile eski tertibi hâ­ lâ yaşamaktadır. Sofanın nihayetindeki büyük toplantı salonu, renkli ve yaldızlı tezyinatı ta­ zelenmiş olduğundan, Abdülmecîd devri Bâbıâlisi hakkında bir fikir vermekt dir. Fossati tarafından inşâ olunan arşiv binası Alayköşkü karşısındaki kapının iç tarafındaki kubbeli bi­ nadır. Hâlâ vazife gören bu yapı, haçvârî bir plana göre inşâ edilmiş olup, merdivenleri ve kapı kanatları da dâhil olmak üzere, bütün akşamı demirdendir. İkinci bir arşiv binası, Bâbıâli mescidinin ( doğrusu Naili mescid, Hadıma, I, 2 13 ) arkasında bulunmaktadır. 1956 — 1957 yıllarında, Bâbıâliyi çeviren avlu duvar­ ları ile kapı ve bilhassa karşı taraf ile aradaki sed duvarları, binalar, hattâ Fatma Sultan eâmiinin [H a dika , 1, 13 6 ) bulunduğu sokak, bu câmi ile birlikte, kaldırıldığından, Bâbıâli et­ rafının arâzi vaziyeti çok değişmiştir. Osmanlı imparatorluğunun son devrinde, İs­ tanbul payitaht olduğu müddetçe, şehrin içinde bâzı büyük binalar, vekâlet makamı olarak, kullanılmıştır. Şimdi Üniversite merkez binası olan Seraskerlik kapısı ( Bâb-ı seraskerî), Mercan yokuşu başında bulunan muhteşem kârgir A lî Paşa konağı Erkân-ı harbiye dâiresi, şimdi İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü olan bina Nâfia nezâreti, şimdi Üniversiteye âit Eczacılık fakültesi (Fuad Paşa konağı) Mâliye nezâreti olmuştur. A lî Paşa konağı olan bina 10 temmuz 1 3 2 7 ( 1 9 1 1 ) günü Uçunçarşı ’dan



1214119



başlayan büyük yangında harap olmuştur (kşr. Resimli kitap, 1327, sayı 3 1 ; M. Cezar, ayn. esr., s. 377, 402). B ir ara Üniversite kütüphâ­ nesi yapılması düşünülen bu binanın harabesi, uzun yıllar durduktan sonra, yakın tarihlerde yıktırılm ıştır. 2. Ş e h ir i n z i b a t ı ve e m n i y e t i i l e a l â k a l ı y a p ı l a r , a. K a r a k o l l a r . Evvelce şehrin içinde yeniçeri kollukları bulun­ duğu bilinir ( bir cedveli için bk. S . Ünver, Bayazıd II. ’nin su yola haritası, s. 23 v.d.). Yeniçerilik kaldırıldıktan sonra, Mahmud II. şehrin iç ve civarında, kendilerine mahsus bir mimârî ile belli olan karakol binaları inşâ et­ tirm iştir. Cephelerinde sütunlar ile kaba bir empire üslûbunda olan bu küçük binaların cümle kapıları üstünde uzunca kitâbeleri ol­ duktan başka, alınlıklarında yeni ihdas edil­ miş olan Osmanlı arması da, taşa işlenmiş ola­ rak, bulunuyordu. Böylece bu küçük binalar devlet sultasının temsilcisi oluyordu. Bunların içinde en mühimleri Unkapam ’nda köprü ba­ şındaki karakol-hâne ile (19 4 0 —19 41 ’de yık­ tırıldı ) A ksaray ’da, Murad Paşa câmii önle­ rine isâbet eden diğer karakol-hâne idi ( 1956 ’da yıktırılm ıştır). Mimârî bir hüviyete sâhip karakol-hâne binaları ile şehrin bir köşesini süslemek fikri uzun zaman devam etmiş ve şehrin diğer kısımlarında da böyle binalar ,in­ şâ olunmuştur. Boğaziçi ’ ndeki bâzı misâller­ den başka, Galata ’da, Rıhtım caddesinde ve T eşvikiye’deki daha geç devirlerin karakolhiaeleri el’an durmaktadır. Empire üslûbunda güzel bir karakol-hâne binası 1259 (■1843 ) ta­ rihinde yapılmış olan Arnavutköyü karakolu­ dur ki, şimdi PTT olarak kullanılmaktadır, 1270 ( 18 53/1854) tarihine âit kolluklara dâir iki vesika mevcuttur ( Başbakanlık arşivi, Mec­ lis-i vâlâ, nr. »2696 ve 12820). Mimar G. F o s­ sati tarafından Eminönü ’nde, deniz kıyısında inşâ edilen bir kolluk ise, 1957 ’de yıkılmıştır. S iyâsî mahbuslara ve „enterne“ edilen yaban­ cılara mahsus Yedikule hisarından başka, Ru­ meli hisarı' [ b. bk.]. da bu maksatla kutlanıl­ mış idi. A yrıca Süleymaniye ’de A ğa kapısın­ daki zindandan başka, Kasımpaşa ’da, Tersa­ ne ’nin Paşakapısı ’nda Tomruk denilen mahbes var idi ki, bugünkü Vilâyetin karşısındaki arsa yerinde bulunuyordu. 1247 ( 18 3 1/ 18 3 2 ) ’de Sultanahmed meydanı yanındaki Mehterhâne hapishane ittihaz edilmiştir. Ayrıca, bi­ linmeyen bir tarihten itibaren, Eminönü’nde, Zindankapısı ’nda bir hapîshâne te’sis edilmiş idi. Halk arasında bir efsâneye dayanmak su­ reti ile, Baba Ca’fer zindanı olarak şöhret bulan bu yer borçtan hapse mahkum olanlara mahşuş idi ve işinde ?inâ suçundan pıalıkûm



1214 /120



İST A N B U L (T A R İH Î E S E R L E R ).



kadınlara mahsus bir kısım da..var idi (R . E. Koçu, İstanbul A nsiklopedisi,. IV , *733— * 737 , mad. Baba C afer zin dan ı). Osmap II. devrinde mevcut olan bu zindanın 118 0 ( *765/1766 ) tarihli bir nizâmnâmesi bilinir. 1247 ( 18 31. *832 ) ’de, bir ara yalnız kadınlara tahsis edilen bu mahbes sonra boşaltılmıştır. Bugün üzerinde 1250 (18 34 /18 35, nâzımı E s’ad, Mahmud II, adına) ve 1298 (18 8 * ) ta­ rihli kitabeleri olan Baba Ca’fer . türbesi ile zindan kulesi durmaktadır. Sultanahmed mey­ danı kenarındaki Mehterhane ve İbrahim Paşa sarayı, zamanla hapishane hâline getirilerek, yakın tarihlere kadar öylece kullanılmış, ayrı­ ca A y a so fy a ’nm deniz tarafındaki sakada da bir hapishane binası inşâ olunmuştur. B i b l i y o g r a f y a : H. Tongur, Türki­ y e ’de g en el kolluk teşkil v e görevlerinin gelişim i (Ankara, 1946), s. 65 v.d. ¿ . Y a n g ı n k u l e s i . Şehrin karşı yaka­ sında uzun müddet zindan olarak kullanılan Galata kulesi, nihâyet yangın gözetleme kulesi hâline getirildiği gibi [ bk. mad. İSTANBULGALATA ], şehrin içinde de böyle bir gözetleme yeri ihdâsı lüzumlu görülmüştür. Evvelden beri Süleymaniye ’de, yeniçeri ağasının makamı olan A ğa kapısında yüksek bir kule mevcut idi. Bunu İstanbul 'un eski gravür ve resimlerinde farketmek mümkündür ( bk. î. H. Uzunçarşılı, Ösmanlı devleti teşkilâtı, Kapukulu ocakları,. An­ kara, 1943, i, 394 )• Muhtelif büyük yangınlar­ da tutuşan bu kulenin yerini tutm ak. ve şehir için bir âfet hâlini alan yangınlara karşı bir tedbir olmak üzere, burada daha yüksek ve kârgir bir kule inşâsı düşünülmüş ve Mahmud II. önce Eski saray arazisinde ahşap bir kule yaptırtmış idi. Fakat İn şâatı. henüz biten bu yangın kulesi, daha kullanılmağa başlamadan, yeniçerilerin bir suikastine kurban gitm iş ve yanmıştır. Sultan Mahmud II. tulumbacı teş­ kilâtını bir nizama sokarken, eski kulenin ye­ rine, şimdi Bayezid kulesi denilen kârgir kule­ yi inşâ ettirm iştir. Kaidesinde Yesârî-zâde İz­ zet Efendinin hattı ile yazılan te’sis kitâbesine göre, Eski sarayın yerinde, Seraskerlik ka­ pısının kurulması ile birlikte, 1244 ( 1 8 2 9 ) ’te bu kule de inşâ olunmuştur. Bâb-ı seraskeri kulesinin, dışarı taşkın pencereli kısmından sonrası ahşap bir külâh ile örtülmüş idi ( bk. R. Walsch-T. Aliom, Constantinople, i, 38 v.d., II, 58 v.d.; Mery, Constantinople et la Met Noire, Paris ts. [ *853 ? ], s. 274 v. d.). 1266 ( *849/1850)’da kulenin külâhı yerine şimdi de görülen üç tabaka hâlindeki katlar inşâ olun­ muştur ( İstanbul âbideleri, s. 24 v. d.). Beyaz kütlesi ile, şehrin başlıca alâmetlerinden biri olan Bayezid yangın kulesi, dış hatları bakı­



mından, tamamen Avrupa mimârî üslûbundadır. Soğan biçiminde şişkin pabuç kısmı, göv­ deyi hareketlendiren yassı şeritler, pencereli köşkün kavisli, taşkınlığı bu eseri hakikî barok­ tan birâz uzak türk barokunun bir misâli hâline getirmektedir. Kule 1889 ’da tâmir edildikten başka, 1894 zelzelesinden de hayli zarar gör­ müştür. Son yıllarda zaman-zaman kulenin teh­ likeli vaziyette olduğu söylenir. Kulenin eski kısmının yüksekliği 68 m., tamamı 85 m. ’dır. Şehrin Bizans devrindeki yangınları binalar umumiyetle kârgir olduğundan nisbeteu azdır. Fakat Bayezid 11. zamanında, şehrî tahrip eden zelzeleden sonra, korku yüzünden, meskenler ahşap yapılmış, bu da yangınların artmasına ve geniş çapta yayılmasına yol açmıştır ( baş­ lıca yangın cedveilerî için bk. Osman Nuri, M ecelle-i umûr-ı belediye, 1, *254— 135 6 ; A . M. Schneider, D ie Brönde in Konstantinopel, Byzant. Z eitsck rift, *94*, X LI, 382—4 03; M. Cezar, Osmanlı devrinde İstanbul yap ıla­ rında tahribat yapan yangınlar ve tabii â fe t­ ler, Türk sanat tarihi araştırmaları, *963, 1, 327 —4*4 )• İlk tulumba teşkilâtı XVIII. asır başlarında Davud A ğa adı ile tanınan bir fransız dön­ mesi tarafından kurulmuş ( bk. 1868—1937 İt­ fa iy e töreni, İstanbul, *937, s. 10 ), sonra Y e­ niçeri teşkilâtı içinde bir tulumbacı ocağı te’sis olunmuştur. Sonraları, askerî bir teşkilât hâ­ linde idâre edilen yangın söndürme takımları yanında, mahalleliler tarafından itfaiye takım­ ları kurulmuştur. Bir Macar mütehassıs tara­ fından tanzime çatışılan İstanbul itfaiyesi, an­ cak *923 ’ten sonra, gerçek bir yangın, mücâ­ dele teşkilâtı hâlini alabilmiştir. c. G ü m r ü k t e ’s i s l e r i. Yenicâmi yakı­ nında bir Gümrük eminliğl makamı olduğu bilinir ( Emin-önü adının esâsı budur ). Edirnekapı ’nin iç tarafında bir de K ara gümrüğü var idi ki, bunun da adı, bu semtte hâlâ ya­ şamaktadır. K ara gümrüğünün burada bir ker­ vansaray şeklinde binası veya binaları olduğu anlaşılmaktadır (Edirnekapı civarındaki Gümrükhâne için krş. A. R efik, O naltm a asırda İstanbul hayatı, s. 15), 3. M e s i r e l e r , t e f e r r ü o ve e ğ l e n c e y e r l e r i , O k m e y d a n ı . İstanbul ’un baş­ lıca husûsiyetlerinden biri de şehrin içinde ve yakın çevresindeki mesire ve gezinti yerleri idi. Muhtelif vesileler ile tarihe geçen bu yer­ ler mimârî bir eser olmamakla berâber, İstan­ bul ’un şehircilik düzeninde yeri olan, yeni tâ­ biri ile, „yeşil sahalar“ idi. Bundan dolayı bun­ lardan kısaca bahsedilecektir. a. M e s i r e v e t e f e r r ü ç y e r l e r i . Osmaniı devri ortalarında şehrin tam ortasındaki



İST A N B U L (T A R İH Î E S E R L E R ).



t2£4yI2I



Bayram Paşa deresi vadisi, Yeni bahçe adı ile, rada ayrıca ok atıcıların mezarları da mev­ bir mesire yeri mâhiyetinde İdi. En şöhretli cuttur. Çok çeşitli ve zarif tezyinat ile süslü mesire yeri ise, bilhassa XVIII. asırda en par­ olan menzil taşlarının bir kısmının resimleri ve lak devrini yaşayan Kâğıthane deresi sahilin­ krokileri var ise de, kitâbe metinleri, arâzi deki ağaçlık çayırlardır! Anadolu yakasında üzerindeki yerleri ve san’at hüviyetlerini gös­ Fener bahçesi, Haydarpaşa çayırı, Çamlıca, terecek resimler ile, bu taşların neşredilmeleri Beykoz çayırı, Göksu ve Küçüksu, Rumeli ya­ temenni edilir ( Okmeydanı ’nda kemankeşle­ kasında Büyükdere, Bakırköy cihetinde Veli rin atışlarım tasvir eden güzel bir minyatür Efendi, Çırpıcı çayırı geçen asrın edebiyatında için bk. F. Taeschner, Alt-Stam buler H o f und adları çok anılan başlıca mesîre ve teferrüç yer­ Volksleben, Hannover, »925, lev. 13, sahibin­ leridir, İlk dünya harbinden az önce, Yoğurtçu den öğrenildiğine göre, XVII. asrın ortalarına deresi sahilinde Kuşdili, Çifte havuzlar gibi âit olan bu albüm ikinci dünya harbinde kayb­ bâzı mesîre yerleri daha şöhret kazanmış idi. olmuştur ). Bugün bunlardan Beykoz çayırı, bir dereceye Kemankeşlerin Okmeydanı ’ndan başka, K â­ kadar, eski hâlinde durmaktadır. ğıthane ’de de atışlar yaptıkları günümüze ka­ B i b l i y o g r a f y a \ M. Erdoğan, Os­ dar gelebilmiş bir kaç menzil taşından anla­ man/r devrinde İstanbul bahçeleri ( V akıflar şılmaktadır. A yrıca Saray-ı cedîd sûrları İçin­ dergisi, 1958, IV, 149— 182 ); A . Rasim ve S. de, Gülhâne civarında, uzun kitâbelerinden an­ Muhtar Altıs 'un muhtelif yazı ve kitapların­ laşıldığına göre, biri »205 ( 1790/1791 ) tari­ da son devirde mesîre yerlerindeki hayat hinde tüfekle bir atış yapan Selim 111, ’in adı­ etraflı ve renkli bir şekilde anlatılmıştır ¡. A li na, diğeri ise, 1226 ( 1 8 1 1 ) ’da Mahmud 11. adı­ Rıza, X III. asr-t hicride İstanbul hayatı (İs ­ na dikilmiştir. Tepelerinde ilkinde bir lahana, tanbul, 19 21); Tarihî eserlerden seçilmiş eski diğerinde bir bamya şekli bulunan bu âbideler metinler (İstanbul, 1964), s. 90— 103,’te tek­ kuruluşu çok eski olan süvârî birliklerinin alâ­ rarlanmıştır ; H. Şehsu var oğlu, Eski m esire­ meti olarak kullanılmış olup, adları geçen sul­ le r ( Cumhuriyet gazetesi, 1952, temmuz v.d.). tanların ber biri bn atışları, o ocaklardan bi­ b. O k m e y d a n ı . İstanbul ’un tarihî bir rine intisap etmek sûreti ite, yapmışlardı ( krş. spor meydanı mâhiyetinde olan Okmeydanı, İstanbul âbideleri, 3, 19 ve 56). Şehrin muh­ Kasımpaşa gerisindeki geniş sırtlardan birinin telif yerlerinde ayrıca cirİd oyunu yapılan tamamını kaplayan geniş vakıi bir arâzi idi. „eirid" veya „cundí" meydanları da var idi Okmeydanı, Fâtih tarafından buradaki bağ ve ( Sultanahmed'in aşağısındaki Cinci meydanı' bahçeler istimlâk edilmek sûreti ile, meydana adı buradan gelmiş olm alıdır). getirilmiş, buraya müdâhale edilmesi, ölü gö­ B i b l i y o g r a f y a : H. Baki Kunter, mülmesi, bahçe yapılması Önlenmiş idi ( krş. Eski Türk sporları üzerine araştırmalar ( İs­ A . Refik, H icri onikinci asırda İstanbul ha­ tanbul, 1938), s. 38—4 4 ; ayn. mil., Türk yatı, s. 112 [ 1 1 4 3 = 1 7 3 0 / 1 7 3 1 ve 1266—1849 spor mimârîsine bir bakış ( Güzel sanatlar, /1850 tarihli hükümler ]). Sahanın hududu *944, V , 148—159 ); N. Köseoğlu, Fâtih S u l­ 8.100 gez, yâni 5.346 m. olarak hesaplanmış tan Mehmed ve Okmeydanı ( İstanbul, 1953, idi ( S . Kâni İrtem, Türk kemankeşleri, İs­ . Türkiye Turing v e otomobil kurumu bellete­ tanbul, 1938, s. 13 ) . Üzerinde ok atıcılara ni, sayı 13 1 ve. 132 ’den ayrı-basım ); M. von mahsus, bütün müştemilâtı iie, bir atıcılar Oppenheim, D er D ferid und das D je rid tekkesinden başka, minaresi hâlâ duran bir Sp iel ( Islam ica-Festsçhrift A . Fischer, 1927, câmi, bir hünkâr kasrı, mermer mınberli II, 590—6 17 ) ; krş. C. Diçm, Asiatische R ei­ büyük bir namazgah ( minberii s o fa } var idi. terspiele ( Berlin, 1942 ), s. 91 v.d. A yrıca bu sahanın muhtelif yerlerinde, hattâ c. T i y a t r o l a r . Tanzimattan itibâren A v­ aşağılarda Kasımpaşa ’ ya doğru olan arâzide, rupai hayatın İstanbul ’a girmesi ile, garptaki muhtelif kitâbeli menzil taşları dikili bulunu­ benzerleri gibi, içleri devrin zevkine göre yordu, Büyük atışların hâtırasına dikilen bu süslü tiyatro binaları da inşâ olunmuş idi. taşların her biri başlı-başına san’at değerini Bunlardan bir tânesi 1859 ’da açılışı yapılan hâiz bir küçük âbide mâhiyetinde idi. Maale­ Dolmabahçe sarayının husûsî tiyatrosu id i; bu sef son yıllarda bu tarih î arâzi, gecekondular bakımdan Avrupa ’nın saray tiyatrolarının bir tarafından istilâ edilerek, bemen-hemen ka­ benzerini teşkil ediyordu. Beyoğlu ’nda ilk ti­ panmış ve bu arada menzil taşlarının da ço­ yatro binasının Giustiniani adında bir Italyan ğu yok edilmiş veya evlerin içinde kalarak, tarafından 1826—1839 arasında yapıldığı söy­ kaybolmuştur. Banlar arasında 9 11 (150 5/150 6 ) lenir ise de, bu husus tetkike muhtaçtır. 1256 tarihli olarak atıcılar şeyhi ve hattat Hamdul­ ( 1840) yılında Bosko adında bir canbaz G a­ la h ’ın menzil taşı bilhassa kayda değer. Bu­ latasaray karşısında ahşap büyük bîr tiyatro



1 2 1 4 /1 2 4



İSTA N B U L (T A R İH Î E S E R L E R ).



binası inşâ ettirmiş, burada çeşitli piyesler ve küçük bina bilhassa tunç pencere şebekeleri operalar oynanmıştır. Nihâyet bu bina, halebli bakımından dikkate değer. Şebekelerin barok katolik Tütüneu-oğlu Mihail Naum tarafından üslûpta oluşu bu muvakkithâ nenin geç bir de­ alınarak, tâmir edilmiş ve 1844 ’te tekrar açıl­ virde, şimdiki şekli ile, yapıldığını gösterir. mıştır. 1846 ’da yanan bu ahşap tiyatro, dev­ A yasofya avlu kapısının yanında İsviçreli mi­ letin de yardımı ile. kârgir olarak ve pek mü­ mar G. Fossati tarafından Abdülmecid zama­ zeyyen bir şekilde, yeniden inşâ olunmuş ve nında inşâ edilen muvakkithâne ise, planı iti. 4 teşrin I. 1848 ’de açılmıştır. Sultan Abdül- bârı ile, kayda değer bir eserdir. Murabba mecid, Abdülaziz ve Galles prensi, Fransız im- planlı olan binanın içinde, ortada ince sütun­ paratoriçesİ Eugénie ’nin oyun,seyrettikleri bu lar bir halka şeklinde sıralanmakta ve bu or­ bina 1 1 rebiülevvel 1287 ( 1870) Beyoğlu yan­ tadaki yuvarlak kısmın üstünü küçük bir kub­ gınında harap otmuş ve arsası üzerine 1873 be örtmektedir. Tamamen barok üslûpta ola­ ’te Hristaki Efendi tarafından bir „pasaj“ (şim ­ rak yapılan ve evvelce caddenin karşı tarafın­ di Anadolu pasajı ) inşâsına başlanmıştır. Bey­ da bulunan Nusretiye câmii muvakkithânesi. oğlu ’nda o sıralarda daha İleride bir de Fran­ Sultan Aziz devrinde, cadde genişletilirken, sız tiyatrosu denilen bir bina olduğu bilinir. câmiin yanında şadırvanın önüne alınmıştır. İstanbul tarafında İse, Soulié adında bir can- Dalgalı hatlı mimârîsi, şebeke motifleri türk baz tarafından, 1860 ’ta yapılan Gedikpaşa ti­ barokunun bâriz alâmetleridir. Dolmabahçe yatrosu basit bir salaş bina idi. 1867 ’de yık­ câmii müştemilâtı arasında da mermerden, se­ tırılan bu tiyatronun yerine çok sür’atl gayet kiz köşeli ve kubbeli bir muvakkithâne vardır. süslü yeni bir bina inşâ olundu. Türkçe oyna­ Evvelce cadde üzerinde olan bu empire üs­ nan piyesleri ile türk tiyatro tarihinde mühim luplu küçük eser, Dolmabahçe meydanı şim di­ bir yeri olan bu bina da 1884 ’e doğru yık­ ki şekline getirilirken, deniz tarafındaki köşe­ tırılm ıştır. Sonraları Beyoğlu tarafındaki ti­ ye nakledilmiştir, yatrolar inşâ olunmuş ise de, bunların en es­ Osmanlı devri şehirlerinin başlıca alâmetle­ kisi olan Tepebaşı tiyatrosu da ortadan kalk­ rinden biri de s a a t k u l e l e r i d i r . Ana­ mıştır. dolu ve Rumeli ’nin başlıca şehir ve hattâ ka­ B i b l i y o g r a f y a : S . İzzet [ S ed e s], sabalarında hepsi de ayrı ve değişik bir mi­ Tiyatroya dâir konuşmalar ( Akşam gaze­ marîye sâhip olan bu kulelerden örnekler gö­ tesi, 1941 temmûz v.d.); R. A .Seven gil, Türk rülür (F . K . Kienitz, Osmanische Uhrtürme, tiyatrosu tarihi (İstanbul, 1959— 1962), 4 Mitteilungen d, Deutsch-Türkische Gesell­ cıld ; krş. Tanzimat, I, levhalar kısmı. schaft, 19 6 3,sayı 5 4 ,3 .2 —5), İstanbul’da nisd. K a h v e h a n e l e r . İstanbul hayatında beten küçük ölçüde bir saat kulesi Tophane çok mühim bir yeri olan, bilhassa iç mimârî ve kışlası önünde ve Mahmud II. ’un yaptırdığı süslemeleri bakımından, çoğu bir san’at eseri Nusretiye câmii yanında bulunmaktadır. Tamâhiyetinde olduğu bâzı eski resim ve gravür­ mâmen Avrupa tezyinî hususiyetleri ile be­ lerden anlaşılan eski kahvehanelerden bugün zenmiş olan bu kulenin daha yüksek ve çok hiç bir iz kalmamıştır. Türk mimârîsinin bu yüklü bir „empire“ üslûbu gösteren bir ben­ ehemmiyetli misâllerini tanıyabilmek için eski zeri az ileride, Dolmabahçe câmii ile saray resimlere baş vurmak lâzımdır. kapısı arasındaki sahada bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Rıfat Osman, Mem­ 6. D â r ü ş ş i f â , h a s t a h â n e ve d â r ü l leketimizin tarihinde mükeyyifât : Kahve- a c e z e . Büyük selâtin küliiyelerinin yanlarına kâneler ( İstanbul belediye mecm,, 19 31, sayı birer de dârüşşifâ, yâni hastahâne inşâ olun­ 86, s. 235—*4 4 ); S . Ünver, Türkiye de kah­ duğu bilinmektedir, İstanbul ’da bu çeşit ilk ve ve kahvehâneler ( Türk etnografya der­ eser Fâtih câmii yanında, Tabhâne ’ nin mügisi, 1962, V, 3 9 - 8 4 , lev. X V I 11—X X X V ). tenSzırı' olarak yapılan D ârüşşifâ’ dır. Bunun, 4. D i ğ e r r e s m î v e u m û m î b i n a l a r .yıkılmadan önce, 1823 ’te çizilen basit planın­ Şehrin muhtelif yerlerinde bilhassa XIX. asır da görüldüğü üzere, medreseler şeklinde, or­ içlerinde inşâ edilmiş bâzı binalar vardır ki, tası avlulu bir bina olduğu anlaşılmaktadır mâhiyetleri veya mimârîleri itibârı ile, bir eski ( S . Ünver, İstanbul ’un zaptından sonra türkeser hüviyetindedir. lerde tıbbî tekâmüle bir bakış, Vakıflar der­ a. M u v a k k i t h â n e v e s a a t k u l e ­gisi, 1938, I, 7 *—8 ı ; ayn. mil., Fâtih DârÜşl e r i . Zaman tâyininde mühim bir yeri olan şifâsı ’nm planı nasıl bulundu ?, Cumhuriyet muvakkithânelerden bilhassa iki tanesi kayda gazetesi, 3 ağustos 1942; ayn. mil,, Fâtih D&değer. Şehrin en mühim muvakkithâsesi olan rüşşifâst planı, Türk tıp tarihi arkivi, 1943, birincisi Yeni eâmi ’in Osmanlı bankası ta­ VI, sayı * 1 —22, s. 23—28). Ortadaki büyük rafındaki ayin köşesinde bulunmaktadır. Bu kubbeli kısım Pşm irçiler meşçıdi şd; ile bir



Is t a n b u l cta r İh î e s e r l e r ).



1214/123



asır kadar kullanılan bu binanın diğer kısım­ rine, bu binaya yerleşen ' Bahriye ( şimdi De­ larına Demirci esnafı yerleşmiş ve arsanın üze­ niz) hastahânesi aynı yerde hâlâ faâliyet ha­ rine evler yapılmış, Dârüşşifâ ’nm son hâtırası lindedir. A yazpaşa’da Gümüşsüyü A skerî has­ olan mescîd de, 1908 yangınından sonra, ta­ tahânesi ise, 1278 (18 6 1/18 6 2 ) ’de te’sis olun­ mamen ortadan kalkmıştır ( S . Eyice, D em ir­ muştur ( kitâbesi İçin bk. M. R âif, Mir'Ût-ı İs­ ciler ve Fâtih D ârüşşifâsı mescidleri, Tarih tanbul, s. 322 v.d.). Bir kızının difteriden öl­ dergisi, 1950, I, sayı 2, s. 357—377« aym mil., mesi dolayısı ile, Abdülhamid II, ’in 1897—1898 Dem irciler ve Fâtih dârüşşifâsı m escidleri yıllarında inşâ ettirdiği Şişli E tfal ( Çocuk) hakkında yeni bazı notlar, Tarih dergisi, 1954, hastahâne» ve H aydarpaşa’daki Tıp fakülte­ VI, sayı 9, s. 175— 186). Diğer bir dârüşşifâ sinin eki olarak, asrın başlarında inşâsına baş­ ise, Süleymaniye külliyesine aittir. Şimdi A s ­ lanarak, projenin ancak bir kısmı tatbik olu­ kerî basımevi olarak kullanılan bu bina, çok nabilen Haydarpaşa ( şimdi Numune ) hasta­ tâdilât görmesine rağmen, esas duvarları ile, hânesi imparatorluk devrinde kurulan son bü­ mevcuttur (planı için, bk, S. Eyice, İstan­ yük müesseseierdir. Şişli ile Kâğıthane arasındaki sahada kuru­ bul, lev. X X V III). Şehrin en büyük sağlık müesseselerinden biri olarak uzun zaman faali­ lan D a r ü l a c e z e ise, 13 13 (18 9 5 ) yılın­ yette bulunan bu te’sis ( S . Ünver,. Süleym a­ da faâliyete geçmiş olan büyük bir te’sisn iye külliyesinde dârüşşifâ, Tıb m e d r e s e s i..., tir. İçinde muhtelif pavyonlarından başka, V akıfla r dergisi, 1942, II, 196—208) ile alâ­ kubbeli bir eâmii ve müteaddit atölyeleri kalı bir çok vesika mevcuttur. Aynı asır için­ de bulunmaktadır ( bk. D arülaceze, İstan­ de» *539 ’a doğru, şehirde Haseki Hurrem Sul­ bul, 1324). A yrıca şehrin muhtelif yerlerinde tan külliyesine bağlı olarak, A ksaray semtin­ yabancı hastahâneler de mevcuttur ki, bunla­ de bir dârüşşifâ daha inşâ edilmiştir. Mimar rın bâzılarının kuruluşları oldukça eskidir ( al­ Sinan tarafından yapılan üç dârüşşifâdan biri man hastahânesi 1844, şimdiki bina 18 75; budur (diğerleri Süleymaniye ve Ü sküdar’da İtalyan hastahânesi 1876; rus hastahânesi 1874; Vâüde-i atîk ’t i r ). Sekiz köşeli bir avlunun Şişli-fransız ,hastahânesi 18 56 ; Taksi m-fransız bir tarafı düz bir duvarla tahdit edilmiş, diğer hastahânesi 17 19 ). G a la ta ’da İngiliz hastahâ­ taraftarda güze) bir tertibe göre sıralanan nesi, bir Iskoç şatosunu taklit eden garip mi­ odalar ve büyük kubbeli iki eyvan yer almak­ marîsi ile, kayda değer. Cüzzam-hâne olan Mis­ tadır ( bk, O. Bolak, Hastanelerim iz, İstanbul, kinler tekkesi için bk, burada, III, 4. B i b l i y o g r a f y a : Les hopitaux â 1950, tez, res. 33, 34, s. 44 ). Hâlbuki XVII. Constantinople ( Jo u rn a l des Debats ’dan asır başlarında yapılan Sultan Ahmed I. k.ülliyesinin bir parçası olan dârüşşifâ, aynen bir . ayrıbasım, Paris-Istanbui, 1886, mühim ista­ tistik bilgiler v e rir); S . Ünver, Tıb tarihi medrese gibi, bir avlu etrafında sıralanan aynı (İstanbul; 19 4 3); O. Bolak, Hastahaneleribüyüklükte hücrelerden ibarettir ( ayn. esr., s. miz (İstanbul, 19 5 0 ); B. Şehsuvaroğlu, !s38, res. 42 ). Selâtin kÜUİyeleri bahsinde işaret edildiği gibi, Sultan Ahmed I. kül.liyesi, bu­ . tanbul’da 500 y ıllık sağlık hayatımız (İs ­ tanbul, 1953 ). radaki Ticâret ve San’at mektepleri dolayısı c. D i ğ e r r e s m î b i n a l a r . Geçen asrın İle, o derece tahrip edilmiştir kİ ( son tahrip 1965 ’te ), eski Hipodrom mahzeni üzerine ku­ sonları ile içinde bulunduğumuz asrın başla­ rulmuş olan muhtelif müştemilât binalarından rında, şehrin içinde bir takım iddialı üslûp­ bir kısmını teşhis imkânı kalmamıştır. Bu dâ- larda büyük binalar inşâ edilmiştir. Bunların rüşşifâlardan başka, muhtelif müesseselerin hu­ arasında bir kaçından burada bahsedilme» uy­ sûsî hastahâneleri de olmuştur. A vrupa! an­ gun olacaktır. Tahlili pek kolay olmayan bir layışa göre hastahâneler ise, XIX. asır içle­ arap-şark üslûbu hâkimiye İ sezilen Sirkeci rinde kurutmağa başlanmıştır. Abdülmccid ’in garı ( 18 8 7 ) mimar jasmund tarafından yapıl­ mıştır. Pek başarılı olmasa bile, bâzı tefer­ annesi Bezmiâlem Sultan tarafından Yenibahç ’de yaptırılarak vakfedilen Gureba-i müslimin ruatı itibârı ile, zarif sayılabilecek tezyinî hu­ hastahânesînln esâsı 1261 ( 1 8 4 3 ) ’de kurulmuş susiyetlere sahiptir. 1898/1899’a doğru mimaT l K. I. Gürkan, Cureba hastahanesi tarihçesi, A . Vallaury ’nİn inşâ ettiği Düyûn-ı umûmiye İstanbul, 1944 ), aynı yıllarda Haydarpaşa ’da, (şim di İstanbul Erkek lisesi) İstanbul’un son sahilde yapılan bir hastahâne 1262 ( 1843/ devir binaları arasında en sağlam malzeme ve 1846 ) ’de faâliyete geçmiştir ( Mehmed Şakır, temiz işçilik ile kurulan yapısıdır. Burada, es­ H aydarpaşa hastahanesi tarihçesi, Türk tıp ki türk mimarîsinden alınan bâzı ilhamlar ile, tarihi arkivi, 1942, V, 38—42). Kasım paşa’da yeni bir estetiğe sâhip bir eser meydana ge­ Cezayirli Haşan Paşa konağı yerindeki Bah­ tirilmeğe , gayret , dilmiştir. Açılışı 1891 ’de riye mektebinin Heybeli adaya taşınması üze­ yapılan Asâr-1 atîka müze-ı hümâyûnunun



1214/124



İSTA N B U L (T A R H Î E SE R L E R ).



( şimdi İstanbul Arkeoloji müzesi ) ilk kısmı kümler mevcuttur. Meselâ, 1002 (1593/1594 ) ’de da aynı mimarın eseridir. Vallaury burada ta­ kaldırımları bozanlara, üzerlerine pis su akı­ mamen ilk çağ mimârî şekillerine ve tezyina­ tanlara mâni olunması istenmiş ( A . R efik, Hic­ tına bağlı kalmıştır. Müze 1899— 1903 yılları rî onbirinci asırda İstanbul hayatı, s. 13 ), arasında aynı üslûpta genişletilmiş, 1908 ’de 1003 ( 1594/1595 )*te ihtiyarların yürüyüşünü bir daha büyütülerek, şimdiki şeklini almıştır zorlaştırdığından, merdivenli yaya kaldırımı (k rş. A . M. Mansel, Halil Edhem v e İstanbul yapılmaması emredilmiş ( A , R efik, ayn, esr., s. müzeleri, Halil Edkem hâtıra kitabı, Ankara, 19 ) ve nihayet 1 1 1 1 (16 9 9 ) tarihli yazı ile, 1948, II, 13 —26 ). Darenco adında bir İtalyan dükkân sâhipleri önlerindeki yaya kaldırımları­ mimar ile birlikte çalıştığı söylenen ( krş. C. nı tâmire mecbur tutulmuşlardır ( krş. A . Refik, Esad Arseven, Türk sanatı tarihi, s. 432 ) V al­ Hicrî onikinci asırda İstanbul hayatı, s. 30). laury G a la ta ’da Osmanlı bankasını da inşâ 18 6 5’te, Hocapaşa semti yangınından sonra, bir etmiştir. Yenicâmi hünkâr mahfeli rampa­ ,,ıslahât-ı ta rik " heyeti karatarak, yangın sâhası, sı bitişiğinde inşâ olunan Osmanlı bankası yeni esaslara göre, tanzim edilm işve şehrin ana 1900 yılı büyük Paris sergisindeki türk pav­ caddesi olan Divanyolu caddesinin, o devrin yonu iie çok benzerlikler arzetmekte ve türk anlayışına göre, genişletilmesine gayret göste­ tezyinî unsurlarının ölçüsüz ve nisbetsiz bir şe­ rilmiştir, Caddeye taşan bâzı mescidlerin, med­ kilde kullanıldığını göstermektedir. A ynı de­ reselerin ( Köprülü medresem), hamamların virde mimar Vedad Bey, kısmen türk (a lt kat ( Çemberlitaş hamamı) yıktırılıp, geri alınması kemerleri ), kısmen renaissance ( üst kat cephe veya kısmen kesilmesi bu devre aittir. Şehrin sütunları ) mimarîlerinden mülhem olarak, Bü­ başlıea caddeleri toprak yollar hâlinde iken, yük Postahâne ’yi, Sultanahmed meydanına ba­ geçen asırda arnavut kaldırımı denilen şekil­ kan Defterhâne ( şimdiki Tapu ve Kadastro ) de kaba taşlar ile döşenmiş olup, pek yakın binalarını inşâ etmiştir. Bu ikinci bina daha tarihlere gelinceye kadar da sâdece ana cad­ fazla türk mimârî unsurları ihtiva eder. Yeni deler parke taş döşeli idi ( A . B irk, Die Strasse, türk mimârîsi cereyanının diğer mühim bir ihre Verkehrs und bautechnische Entwick­ mimârı da Kemâleddin Bey ’dir. Şehrin içinde, lung im Rahmen der Menschheitsgeschichte; büyük ve en mühim eseri Dördüncü Vakıf ha­ Karlsbad-Drahowitz, 1934, s. 279—282, Osmanlı nıdır ki, türk mimârî ve tezyinî unsurunun en devri so k a ğ ı). bol kullanıldığı bir binadır ( S , Çetintaş, Mi­ Şehrin iki yakasını Haliç üzerinden bağla­ mar Kemâleddin, Güzel sanatlar dergisi, 1944, yan köprülerden ayrıca bahsedilmiştir [ bk, V , iğ o —1 73 ). B ayezid ’de Medrese-i kuzât mad. İSTANBUL-GALATA ]. Fakat şehrin yakın (şimdi Üniversite kütüphânesi ) da aynı husu­ çevresinde daha XVI. asırda bâzı taş köprüler siyetlere sâhiptir. Hâlbuki 1908 yangınından de mevcut idi. Şehirden çıkan büyük kervan sonra, Lâleli ’de felâketzedeler için yaptığı yollarının üzerinde olan bu güzel eserlerden Harik-zedegân apartmanları, ortalarındaki av­ bir tanesi henüz durmaktadır. Bu da Anadolu luları itibârı ite, eski türk kervansaray mimâ- yakasında Bostancıbaşı köprüsüdür ( bk. S . rîsini andırmakla berâber, cephe süslemesinde Eyice, Istanbul-Şam-Bagdad yolu üzerindeki hafif barok te’sirler görülür ki, bu da Lâleli mimârî eserler, Tarih dergisi, 1958, IX, 102). câmii üslûbuna aymak isteğinden doğmuş ol­ Yenibahçe ’de Bayrampaşa deresi üzerinde de malıdır. İlk dünya harbi içinde, Sultan Mah­ tek gözlü taş köprüler inşâ edilmiş olduğu mud 11. türbesi karşısındaki arsada, Tü rk-A L bilinir. Banlardan son kalanı Vatan caddesi man Dostluk Yurdu adı ile büyük bir alman inşâatına kadar duruyordu (res. için krş. İs­ kültür merkezi inşâsına teşebbüs olunmuş ve tanbul Ansiklopedisi, II, 1054). E sas büyük 27 nisan 1 9 1 7 ’de temel atma merasimi de ya­ kervan ve sefer yolu köprüleri ise, şehrin dı­ pılmıştır { Tätigkeitsbericht der Türkisch­ şında Edirne yolu üzerinde bulunmakta idi ( bu Deutschen V e r e i n i g u n g L e ip z ig ,ts.[ 1 9 1 7 ? ] ; köprülerden bîr kaçı hakkında bk. O. Bozkurt, Das Haus der Freundschaft in Konstantino­ Koca Sinan *m köprüleri, İstanbul, 1952 ). Bun­ pel, München, 1918 ). Bu büyük yapı tamam­ lardan Harâmî deresinde Kapı ağası köprüsü, lanmamıştır. Cumhuriyet devrinde yapılan bü­ üç büyük iki küçük gözlü mütevazı ölçülerde yük binalar henüz tarihin malı olmadıkların­ bir eserdir. Hâlbuki Kanunî ’nin son yıllarında inşâsına başlanarak, 975 ( 1567 ) ’te bitirilen dan burada zikredilmemiştir. 5. S o k a k , y o l l a r v e k ö p r ü l e r . İs­Büyük Çekmece köprüsü, 7,17 m. genişliği ve tanbul, şehrin ârızalı olmasından dolayı, tari­ 637)57 "i- uzunluğu ile, büyük bir yapıdır. Bu hinin hiç bir devrinde muntazam caddelere ve köprü ber biri ayrı bir köprü hüviyetine sa­ sokaklara sâhıp olamamıştır. Şehrin kaldırım­ hip, ılkı yedi, İkincisi yedi, üçüneüsü beş, dör­ larının bakımı ve şekli hakkında muhtelif hu- düncüsü dokuz gözlü dört parçadan meydana



İS tA N B tjL (T A R İH İ E S E R L E R ).



gelmiştir. Köprünün biri türkçe, diğeri arapça iki kitabesi (H. B. Kunter, Kitâbelerîmiz, Va­ kıflar dergisi, 1942, II, 448 v.d.) mevcut ol­ duktan başka, kitâbe köşkünde Mimar Sinan ’m ismi olarak kabul edilen ,/amal Yusuf b. ’Abd Allah" yazısı okunur (krş. t, H. Konyatı, Mimar Koca Sinan, İstanbul, 1948, s. 145—



1 İ 14/14 3



içinde yakın tarihlerde yapıtmış üç heykel daha vardır. Bunlardan en eskisi Harbiye mektebi kapısı üstünde olan askerî kıyâfette A tatürk heykelidir. İkincisi Beşiktaş ’ta, 25 mart 1944’te açılan, Hâdi Baran ile Z. Müridoğlu tarafından' yapılan Barbaros âbidesi­ dir. Nihâyet sonuncu âbide, İstanbul Üniver­ sitesi merkez binası önünde, A tatürk ve türk 1 4 9 ). _ 6. H â t ı r a â b i d e l e r i . Aneak içinde bu­gençliğini temsil eden eserdir. A yrıca 1960 lunduğumuz asrın başlarından itibâren İstan­ nisanındaki hâdiseler sırasında vurulan öğrenci bul ’da hâtıra âbideleri dikilmeğe başlanmış­ T. Emeksiz için Bayezid ’de sembolik bir âbide tır. Bu çeşit eserlerin ilki Şişli ’nin ilerisinde, yapılmıştır. Uzun yıllardır inşâsı düşünülen Kâğıthane sırtlarına hâkim bir noktada inşâ büyük bir Fâtih Mehmed 11. âbidesi projesi edilen Abide-i hürriyettir. Bu, mimar Mu­ henüz bir karara bağlanamamıştır. Taksim zaffer Bey tarafından, yeni klasik türk üslû­ meydanı ’nda Cumhuriyet âbidesinin az ileri­ bunda olarak, 31 mart vak’asında şebid olan sinde 1942 — 1944 yıllarında kaidesi inşâ olu­ Hareket ordusu zabit ve erleri için yapılmış­ nan bir ismet İnönü âbidesi var ise de, askeri tır. Geniş mermer merdivenler ile çıkılan bir kıyafetli, at üstünde ve baş açık olarak İsmet setin üstünde, müzeyyen bir kaide, bunun üs­ İnönü ’yü tasvir eden bu tunç heykel yerine ko­ tünde de bir top namlusu biçimindeki esas nulmamıştır (resmi için krş. Güzelleşen İstan­ âbide taşı bulunmaktadır. Setin ortasında bir bul, X X. yıl, İstanbul, 1944, nşr. İstanbul Be­ kapı âbidenin temeli içinde bulunan müselles lediyesi ). biçimindeki küçük bir mescide açılır. Böylece VIII. M e s k e n l e r . mimar burada, eski Selçuklu ve Osmanlı tür­ 1. H u s u sî s a r a y la r ( k o n a k la r ) . belerindeki bir geleneği modern mimârîye in­ tibak ettirmiştir (R . E. Koçu, İstanbul cSmi- Osmanlı devri boyunca şehrin muhtelif yerle­ leti, İstanbul, ts,, s. 18 v.dd.; ayn. mil., İstan­ rinde inşâ edilen husûsî sarayların, konakların bul Ansiklopedisi, I, 169— 17 1, mad. Abide-i adlarını çeşitli kitaplardan ve veisîkalardan Hürriyet )• imparatorluk devrinin ikinci hâ­ tesbit etmek mümkün olmaktadır. Bilhassa tıra âbidesi, Fâtih ’te Kaymakamlığın önün­ bâzı ricâiin ölümleri dolayısı ile devrin veka deki küçük bahçede, türk havacılık tarihinin yî-nâmeleri de bâzan onların sâhip olduğu ko­ ilk şehidlerinin ( yüzbaşı Fethi, mülâzim S â ­ nağın zenginlik ve ihtişamını bildirmektedir. dık, mülâzim-i sânî Nuri Efendiler ) hâtırala­ Yangınlar dolayısı ile de vekayî-nâmeler, ya­ rına 1330 ( 19 12 ) tarihinde dikilmiş olan mü- nan binaları sayarken, bâzı pek büyük konak­ tevâzı sütundan ibârettir (S. İlmen, Türkiye ların etraflı târifini de yaparlar. Mimar S i­ ’de tayyarecilik ve halonculak tarihi, İstan­ nan ’m eserlerini bildiren muhtelif isim cedbul, 1947, s. 12, 16 1 v.d.). Cumhuriyet devrin­ vellerinde ( bk. R. M. Meriç, M im ar Sinan, de şehrin en mühim âbidesi otarak Taksim hayatı-eseri, s. 40 v.d. ve 11 7 — 12 i ) onun meydanında Cumhuriyet âbidesi yapılmıştır. tarafından inşâ olunan husûsî sarayların ad­ 1928 ’de inşâ olunan ve İtalyan san’atkârı P. ları mevcuttur. Bunlardan Tuhfat al-m fm örin Canonica ’nm eseri olan bu âbide iki yanında ’de zikri geçen ve şehrin içinde bulunan sa­ birer çeşmesi bulunan bir kaide üzerinde iki ke­ raylar şualardır : Saray-ı cedîd ( Etmeydam ’nmer halindedir; Bir kemerde İstiklâl muharebe­ d a ), Saray-ı âliye ( S ilivri kapısı civarında), sini, diğerinde cumhuriyetin ilânım temsil eden Rüstem Paşa sarayı, Mehmed Paşa sarayı ( K a­ guruplar vardır. Dar yan yüzlerde ise, birer dırga limanı ’n d a ), Mehmed Paşa sarayı ( Ahtrasker heykeli görülür, Canonica bu âbidede kapı ’d a ), Siyavuş Paşa sarayı, Mehmed Pa­ türk san’at unsurlarını kullanmış ise de, pek ş a ’nin diğer sarayı, Sadrâzam Sinan Paşa sa­ başarılı olamamıştır ( Hayat mecmuası, (928, rayı, Sadrâzam Ahmed Paşa sarayı (Atm eyV , sayı 90, s. 233—236 ). Taksim Cumhuriyet danın ’da ), Pertev Paşa sarayı ( V efa meyda­ âbidesinden iki sene önce, Sarayburnu ’nda nı ’nda ), Serdar Ferhad Paşa sarayı, Kapudan-ı avusturyalı san’atkâr Krippel tarafından ya­ deryâ Sinan Paşa sarayı ( Atraeydam ’nda), Mah­ pılan bir A tatürk heykeli de dikilmiş bulu­ mud A ğ a sarayı ( Yenibahçe ’de ), Şâhıhûban nuyordu, Açılışı 3 ekim 1926 ’da yapılan bu Kadın sarayı ( Kasımpaşa çeşmesi civarında), âbide mermer bir kaide üzerinde ayakta du­ R isâla-i Tazkirat al-abniya ’daki cedvelde ise. ran tunçtan, sivil kıyafette Atatürk ’ü tasvir teedîden bina olunan Atmeydanı sarayından eder ( R. E. Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, 111, başka, birinci cedvelde olmayan aynı yerde İb­ 1252 v.dd,, mad. Atatürk h eykeli). Şehrin rahim Paşa sarayı, Yenikapı sarayı, A li Paşa



Î 2 14/ i a é



İâ tA Ü B Ü L (TA R ÎH Ï E S E R L E R ).



sarayı, Ferhad Paşa sarayı ( Bayezid câmii civârında ) adlarına rastlanır. A yrıca bir Sofu Mehmed Paşa sarayının Hocapaşa semtinde olduğuna da işâret edilmiştir. Şehrin içindeki husûsî saray veya konakların etraflı bir isim cedveli de E vliya Çelebî tarafından tertiplen­ miştir ( Seyahatnâme, I, 322—324 ). Bunların içinde en mühimi ve en büyüğü Atmeydanı kenarında bulunan Sadrâzam İbrahim Paşa sa­ rayı İdi ki, bunun yarısı bölünerek, pâdişâh­ lara mahsus saray-ı hâs olmuş ve içinde iki bin zülüflü oğlan barındırılmıştır. Burası Sultan Ahmed câmii karşısında uzanan 142 m. bir cepheye sâhip büyük kârgir bir bina olup, esâsı sadrâzam İken 943 ( 1 5 3 6 ) ’ te idâm olu­ nan İbrahim Paşa tarafından yaptırılmış ve Mimar Sinan tarafından genişletilmiş İdi. Şeh­ zade Mehmed (sonraları Mehmed 111. ) ’in 990 ( 1582 ) ’daki sünnet düğününde pâdişâh eğlen­ celeri buradan seyretmiş idi. Sarayın basit re­ simleri Surnâme minyatürlerinde bâriz olarak görülmektedir. Uzun müddet kısmen Defterhâne, Mehterhane ve nihâyet Hapishâne ola­ rak kullanılan buradaki büyük kârgir bina­ nın İbrahim Paşa sarayı olup-ol madiği me­ selesi münâkaşalara sebep olmuştur ( S. Ç e­ tintaş, Saray ve kervansaraylarımız arasında İbrahim Paşa sarayı, İstanbul, 1939 ; Z. O r­ gun, İbrahim Paşa sarayı, İstanbul, 1939, A r­ kitekt ’ten ayrı basım ; A , M. Schneider, Dos Serai des İbrahim Paseha am A t Meidan, Re­ vue historique du Sud-Est Européen, 1941, XVIÎI, 1 3 1 — 13 6 ; i. H. Konyah, İstanbul sa­ rayları I, Atmeydanı sarayı, İstanbul, «943). Burada mevcut bina, meydana bakan 142 m. uzunluğundaki cephesi ile heybetli bir eser idi. 1939—1940 yıllarında, arsasına yeni A d­ liye binasının inşâsı için, sarayın yıktırılm a­ sına teşebbüs edilmiş, uzun münâkaşalardan sonra Firuz câmii tarafındaki bir kanadı yık­ tırılm ış, geri kalan kısmı kurtulmuştur. Za­ manla uğradığı değişikliklerden ayıklandığı takdirde, türk mimârîsinin klasik devrinin gü­ zel bir eserinin meydana çıkacağı âşikârdır. E vliya Ç e le b î’ nin bahsettiği ve Sinan tarafın­ dan yapıldığı bilinen Ahmed Paşa sarayı ise, Sultan Ahmed I. câmii yerinde idi { Evliya Çelebî, Seyahatnâme, 1, 216 ). Kapudan-ı der­ ya Sinan Paşa ’nın ölümünden az evvel A tmeydanı ’ndaki tamamlattığı sarayı, 1553 yı­ lında esirleri çalıştırmak sûreti ile, inşâ olun­ muş idi { İspanyol, meçhul müellif, Kanunî devrinde İstanbul, tre. ve nşr. F. Carım, İstanbul, 1964, s. 26 v.d.). E vliya Çelebî, Süleymaniye câmii şimalinde, üçyüz odalı, şahnişinli bir çok hücreli, yedi hamamlı, hârikulâde manzaralı Siyavuş Paşa sarayından



bahseder. Yine Mimar S in a n ’m eseri olan bu muhteşem yapı 1070 ( 1 6 6 0 ) ’te büyük yan­ gında mahvolmuştur (M. C ezar,İstanbul yan­ gınları, s. 338 ). O sıralarda Arnavud Murad Paşa tasarrufunda olan bu sarayın bin iki yüz penceresi var idi ve henüz tâmir olunmuş idi (Mehmed H alîfe, Tarih-i Gılmanî, T O E M eki, s. 66). İçlerinde sâdece hamamları, bahçe içinde ayrı bir bina teşkil eden mutfakları ve bir de, kıymetli eşyaların icâbında muha­ faza ve yangınlardan korunması için yapılmış „taş odaları“ istisnâ edilirse, tamâmen ah­ şap olarak inşâ edilen bu husûsî saraylar hiç bir iz bırakmadan kaybolmuştur. Ancak bir çoğunun adları bilinmekte, hattâ tarih­ çeleri tâkİp edilebilmektedir. Bir çok hal­ lerde, bu çeşit binaların sâhiplerinİn, vakfet, tikleri hayır te’sİslerİni de konakları oivârında inşâ ettirdikleri düşünülecek olursa, hiç değilse bunlardan bir kısmının şehir İçindeki yerleri bir dereceye kadar tâyin edilebilmektedir. Me­ selâ, Bâbıâli karşısında Nevşehirli İbrahim Paşa zevoesi Fatma Sultan 'm sarayı yanında, P irî A ğa mescidi yerinde. 114 0 { 17*7 ) ’ta, Fat­ ma Suttan hayratı olarak, güzel bir câmi inşâ olunmuş idi ( A . Refik, Hicrî onikinci asırda İstanbul hayatı, s. 97 v .d .; H. İpekten-M. özergin, Sultân Ahmed III. devri hâdiselerine âid tarik manzumeleri, Tarih dergisi, 1959, X , sayı 14, s. 142 v.d,). Bâzı büyük konakların ve husûsî sarayların arsaları, şehrin ârızalı olması yüzünden, yüksek sed duvarları ile dü­ zeltilmek sûreti ile elde edilmiş idi. Şehrin hâ­ lâ bir çok yerinde görü'en kalın sed duvarları böyle konakların son hâtıralarıdır. Aynı ar­ salar üstünde konakların birbirlerini tâkip ettikleri de anlaşılmaktadır. Nitekim, Belediye sarayı arkasında evvelce üzerinde Şirvânî-zâde ’lerin konağının bulunduğu yerdeki sed du­ varının içindeki toprak tabakasında 1962 ’de XVIII. asra âit, içinde iki sütün bulunan ve tavam nakışlar ile süslü daha eski bir konağın taş odası bulunmuştur. Bü sed duvarlarının Bizans devrine âit taraçaların kalıntıları ol­ duğu yolandaki farazi yeye ciddî nazarı ile bakılamaz ( krş. "R. Janin, Constantinople by­ zantine, lev. 6 ’daki plan ). XIX, asır içlerinde eski gelenekten uzak­ laşılarak, büyük kârgir konaklar inşâsına başlanmıştır. Dış görünüşleri bakımından ta­ mâmen Avrupa mimârî üslûpları te’sirinde ku­ rulan bu binaların iç tertipleri, bilhassa or­ talarındaki büyük sofaları ve bu sofaya açı­ lan odaları ile, eski türk geleneklerine hâ­ lâ bağlı kalındığını gösteriyordu. İlk kârgir konaklardan biri, Horhor yokuşunda, 1855 ’e doğru inşâ edilen Taşko'nak veya Subhî Paşa



İSİANBÜL (TARİHÎ ESERLER). konağıdır. Evvelce aynı yerde, Sadâret kethü­ dası Hâdi Efendi ’nin muhtelif kısımlardan mü­ rekkep daha büyük konağı bulunuyordu. Mer­ can yokuşu başında, H ali; ve B oğaziçi’ne man­ zarası olan bîr yerde, tamâmen Avrupa mimâ­ rî üslûbunda  lı Paşa konağı var idî. Şimdi Ü niversite’ ye âit olan eski Mâliye nezâreti binası ise, Fuad Paşa tarafından husûsî ko­ nak olarak yaptırılm ış,fakat kendisi içine gi­ remeden hükümetçe binaya el konulmuştur. Şimdi Edebiyat-Fen fakültelerinin yerinde de Yusuf Kâmil Paşa konağı bulunuyordu. Bayezid ’de, şimdi Beyaz saray denilen çarşının ye­ rinde, İrfan Paşa ( veya dâmâdınm adı ile Mü­ nir B ey), Çemberlitaş karşısında Dâhiliye mektupçusu Râgıb Bey konakları bulunuyordu. Şimdi Milli Eğitim Müdürlüğü olan bina Rauf Paşa ve Cumhuriyet gazetesi idarehanesi Ahmed Ratıb Paşa konakları idi. A y a so fy a ’dan B a­ yezid ’e giden cadde üzerinde, sağda Senedât müdürü Said Bey ( şimdi Sağlık müzesi ), kar­ şısında Adalet sarayına giden yolların yerinde ikinci kâtip Arap İzzet ve az ilerisinde Esvapçıbaşı İlyas Bey konakları var idi. Maarif nâzın Haşim Paşa konağı, Sultan Mahmud türbesi kar­ şısında idi. Sokak içerisinde, şimdi Belediye zabıta müdürlüğü olan büyük ahşap bina ise, Trablusgarp valisi A rifî Paşa konağıdır. Çem­ berlitaş karşısında, sokak içinde Merkez ku­ mandanı Sâdeddin Paşa konağı uzun zaman Evkaf nezâreti, sonraları da Vakıflar müdür­ lüğü olmuştur. Burada sol sırada, Ferik Avni Paşa, Mâliye nâzın Sâdık P a şa, A kif Paşa, Dinİ-bütün Mustafa Paşa (Singer mağazası ye­ rinde ), bitişiğinde Hassa tabibi Nâmık Paşa konakları var idi. Bu sonuncunun tam karşı­ sında A k sa ra y ’dan, gelen caddenin yerinde Dr. Hayrcddin Paşa ’nin ahşap bir konağı bulu­ nuyordu ( M. Aksel, Divanyolu konakları, Tül k. Turing ve otomobil kurumu belleteni, 1958, sayı 193, s. 3—4 ). Şehrin daha iç kısımların­ da son devir rieâlinin daha birçok konakları mevcut idi. Soğiıkçeşme ’de Alemdar yokuşu başında Muhâsebat dâiresi reisi Edirneli Ha­ şan Paşa konağı henüz durmaktadır. Soğanağa mescidi yanında, içinde ilk kannn-i esâsî ta­ sarısı hazırlanan ve Çerkeş Haşan vak’asına sahne olan Midhat Paşa konağı, Taşkasap ’ta evvelce Şeyhülislâm, sonra Sami Paşa konağı, Bayezid ’de Elektrik idâresi yanında Ferik Ce­ mâl Paşa konağı var idi. Bunun karşısında Topçu dâiresi reisi Hacı Hüseyin Paşa ’nm ah­ şap konağı henüz durmaktadır ( hâlen ilk ok u l). Şimdiki Belediye sarayı önünde Dâmâd Mah­ mud Paşa, bir az daha geride Şirvânî-zâde Rüş­ tü Paşa, Şehzâdebaşı etrafında Kalkandeienlî  k if, Vâsıf ve ticâret-nâfia nazırı Zihnî Paşa



İ214 /Î27



’ larm konaklan var idi. Fâtih’e doğru, sağ tarafta Atatürk bulvarı yerinde Rifat Paşa, Nûman Efendi, İsmet Molla, karşı sırada, yıkılan İbrahim Paşa hamamı arkasında masraf nâzırı Hacı Akif Paşa, Horhor yokuşu başında bir müddet Hayriye lisesi olan Bursa valisi Mü­ nir Paşa konakları bulunuyordu. Bayezid ’den Aksaray ’a inen yol üzerinde, sağ tarafta, Lâ­ leli câmii kapısı karşısında süvârî reisi Aksa; Mehmed Paşa, karşı tarafta Hicaz valisi Saf­ fet Paşa, Aksaray ’dan Topkapı ’ ya uzanan yol üzerinde Taşkasap ’ta Mısır Mollası Münib Efendi, Mirza Said Paşa, Çapa ’da Mâliye nâ­ zın Nazif Paşa, Gureba hastahânesi önünde Lofçah Derviş Paşa, Aksaray-Silivrikapısı yolu üzerinde Cerrahpaşa ’da İzzet Paşa, hastahânenin yerinde Hicaz valisi Takiyeddin Paşa ve daha ileride M. Celâleddin Paşa, Etyemez ’de de Sadeddin Paşa ( ilk konağı) ve Şeyhulharem Şevket Paşa konakları var idi. Son devirde konakların bir çoğu da, yeni teşekkül eden mahallelerde Nişantaşı-Yıldız semtlerinde inşâ edilmiştir. Bunlardan Beyoğlu ’na en yakm ola­ nı Sadrâzam Tevfik Paşa konağı idi ki, Park otel ’in yerinde bulunuyordu. Nişantaşt ’nda 1887 1888’de Mâbeyn başkâtibi Süreyya Paşa ’nin yaptırdığı büyük konak sonraları hâriciye nazırlarına tahsis ile, tarihe Hâriciye konağı olarak geçmiştir. Bunun ilerisinde tunuslu Hayreddin Paşa, kıbrıslı Kâmil Paşa, Kürd Said Paşa, Küçük Said Paşa, Mabeynci Mahmud ve Emin B ey’ler, Serkarin Hacı Ali Paşa ko­ nakları, Şişli Sıhhat yurdu olan yerde. Erkân-ı harbiye reisi Edhem P aşa’nin cadde üzerinde Muzıka-i Hümâyûn’dan Necip Paşa (aynı ko­ nak, Cevad Paşa, Avlonyalı Ferid Paşa ve Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi’ye intikal et­ miştir ), karakolun yanında Narmanlı apartımanı yerinde başkâtip Tahsin Paşa, daha aşağıda Zeki Paşa konakları var idi. Nişantaşt ’nm iç taraflarında da Halil Rifat, Serhafiye Ahmed, Tophane müşiri Zeki ve Erkân-ı Harbîye reisi Şâktr Paşa’iarm konakları bulunuyordu. B i b l i y o g r a f y a : S . Muhtar [ Alus ], İstanbul kazan ben kepçe (Akşam gazetesi, 1938—1939 ’da seri makaleler ) i H. Şehsuvaroğlu, İstanbul Konakları ( Cumhuriyet ga­ zetesi, 19 5 1, muhtelif makaleler, S im i Paşa, Midhat Paşa, A li Paşa, Yusuf Kâmil Paşa, N işantaşı’nda Süreyya Paşa konakları ); ayn. mil., Cumhuriyet gazetesi, 31 ekim 1962 ( umû­ mî olarak konaklar), 2 1 kasım 1962 (Suphi Paşa konağı ); ayn. mil., X IX. asırda bazı İs­ tanbul konakları ( Akşam gazetesi, 23 haziran 1948 ); M. Ragıb, Saray ve konakların dili: yüz ytllık Nişantaşı ve civârı ( Akşam gaze­ tesi, 22 nisan 1940’tan İtibâren 1 1 makale).



İ2 İ4 / ıiâ



İSTANBUL (fARİHÎ ESERLER).



2. S â h i l - h â n e v e k ö ş k l e r , a. S fi­ Bugün Haliç yalılarından artık hiçbir şey n i 1-h â n e l e r ( y a t ı l a r ) . Şehrin etrafının kalmamıştır. Bunların mahdut gravürleri, ihti­ su ile çevrili bulunması sahillerde muhteşem şamları hakkında bir fikir verir ( Th, Allom sâhil-bânelerin, yalıların inşâ edilmesine sebep R. Walsh, Constantinople, I, son le v.; krş^R . olmuştur. Bunlar B oğaziçi’nin iki yakasında E. Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, IV, 1847). sıralandığı gibi, Haliç ’in iç taraflarında, bil­ Boğaziçi ’nde daha eski yalıların arsalarında hassa Eyüp-Bahâriye- sahillerinde de bir çok geçen asır içlerinde yapılan ahşap veya kâr­ yalılar mevcut idi. Türk mimarîsindeki geliş­ gir bir çok yalıdan ise, pek az örnek kalmış­ meyi takiben, dış görünüşleri değişen bu bina­ tır. Çırağan yandıktan sonra, İstanbul ’nn iş­ lar hemen kamilen ahşap yapılmış ve devrin galine kadar, Meb’ûsan ve A yan meclisi olan zevkine göre tezyin edildikten başka, zengin Salıpazarı sâhil-saraylarmdan İlki, A tatürk sûrette de döşenmiş idi. Bunların en eskilerin­ kız lisesi olarak henüz durmakta olup, diğeri den biri Kanlıca ’da Amcazade Hüseyin Paşa ise, bir yangından sonra, içi tamâmen değiş­ yalısı divanhanesi' ( veya meşruta y a lı) olarak tirilerek, Güzel Sanatlar akademisi olmuş­ tanınan yalıdır. Ortasındaki ahşap kubbeli bir tur. Ortalarında çok geniş sofaları olan bu sofası ve biri direkler üzerinde denize taşan binaların iç tezyinatı pek muhteşem sayılamaz. üç kolu olan tek bir salonu kalmış olmasına : ArnavutkÖy-Bebek arasında küçük bir burun rağmen, bilhassa duvarlarının nakışları bakı­ üzerinde inşâ edilen büyük kârgir diğer bir mından, XVIII. asırdaki türk mimârîsinin gü­ sâbil-saray ise, bir müddet Feyzıâtî ( B oğaziçi) zel bir misâlidir ( H, Saladin-R. Mesguich, Le lisesi olmuş, 1936 ‘da yıktırılm ıştır ( resimleri Yali des Keupruli d Anadoli-Hissar, Paris, için bk. Eski Feyziâtt-Boğaziçi liseleri broşü­ rü, basım yeri ve tarihi y o k ). Kandilli ’de bu­ J915; A. Süheyl [Ü n v er], Tarihî binalardan: Amaca Hüseyin Paşa yalısı, Millî mecmua, lunan yalı önce Sadrâzam K ara Vezir Silâh1926, sayı 68; O. Reuther, Dle Q a ’a, Beitrâge dar Mehmed Paşa (ölm, 178 3) ’ya âit iken, son­ zur Kunst des Islam-Festchrift fü r F. Sarre, ra İzzed Mehmed Paşa ’ya geçmiş, bu âileden Leîpzig, >925, II, 213 v.d., lev, 1 1 4 ; S . Ünver, de kıbrıslı Mehmed Paşa ’ya intikal etmiştir Anadolu Hisarında A. Hüseyin Paşa yalısı, İs­ ( K . Tuchelt, Das Yalı des Kıbrıslı Mustafa tanbul, 1956). Aynı yerde, bilhassa duvarla­ Paşa, . . , Istanbuler Mitteilungen, 1962, XII, rını kaplayan nakışlar bakımından çok değerli 129—158, lev. 3 1 —44, ayrıca 3 büyük plan ). olan Zarîf Mustafa Paşa yalısı da vardır ( Z. Yatı, şimdiki şekli ile, i860 yıllarına âittir Orgun, Boğaziçinde eski bir türk yaltsı, İstan­ ve Mehmed Paşa ’nın dâmâdmm adı olan Mus­ bul, 1939, Arkitekt ’ten ayrı basım ). Yapılan tafa Paşa yalısı olarak bilinir. K an lıca’ da, tetkiklere göre, ancak 1848 ’den itibâren Zarîf gösterişli olmamakla berâber, eski husûsiyetini Mustafa Paşa mülkiyetine geçen bu yalı belki muhafaza eden Saffet Paşa yalısı bulunmakta­ XVII. asır sonları veya XVIII. asır başlarına dır ( S . Lloyd, Old waterside houses on the âittir, Bu yalının aynı derecede tezyinattı bir de Bosphorus i Safvet Paşa yalıst at Kanlıca, Kamamı vardır ( ayn. mil., Zarif Mustafa Paşa Anatolian Studies, 1957, VII, 163 v .d .). Kan­ yalısı hamamı, İstanbul, 1942, Arkitekt ’ten ayrı dilli ’de A kıntıburnu’nda Edib Efendi yalısı, basım). Rumeli yakasında en eski ve iç süsle­ Kânî Paşa ’dan Edib Efendi ’ ye ( ölm. 1887 ) mesi bakımından en dikkate değer yalı Emırgân geçmiştir, bugün kısmen durmaktadır. Be­ ’da XVIII, asır sonlarına âit Şerifler yalısıdır. bek ’te, Kayalar mevkiinde esâsı Abdülhamid İstanbul sâhillerindeki sâhil-bânelerin sâdece I. veya Selim 111, devirlerinde yapılarak, muh­ sıra ile kime âit olduklarını sayan bir takım telif tâdiller ile, günümüze kadar gelen Yılan» cedveller vardır ki, bunlar Bostancı-başı d ef­ İl yalı adı ile meşhur yalı son yıllarda yan­ terleri olarak bilinir. Pâdişâh, Boğaziçi ’nde gın ile mahvolmuştur. Henüz içinde eşyası ile veya H a liç ’te dolaştığında, kayığın dümeninde sağlam bir hâlde duran güzel yalılardan biri bulunan bostancı-başının muhtemel suallere de Beylerbeyi ’nde Hasib Paşa yalısıdır. Bâzı cevap verebilmesi için, bu defterler tanzim * Boğaziçi sâhil-hâueleri günün icaplarına uydu­ edilmiştir. Şimdiki bâlde bilinen en eski cedvel rularak, kullanılmaktadır. Bu hususta başlıca Selim III. devrine âit 1206 (17 9 1/ 17 9 2 ) tarih­ m isâl: Bugün Balta limanı Kemik ve Verem li aslî bir nüshadan istinsah edilmiş olanı­ hastahâncsi olan bina eski Reşid Paşa sâhildır (Fâtih , Millet kütüp.). Diğerlerinden biri hânesi olup, bir müddet zevcesi dolayısı ile Selim 111., ikisi Mahmud 11. devirlerine âit üç Dâmâd Ferid P a ş a ’nın mülkiyetine geçmiştir. defter olup, banlardan sonuncusu 1229— 1230 Ortaköy ’de, Çırağan sarayı yanında, evvelce ( 18 14 — 18 15 ) tarihlerine âittir (R . Ekrem Gazi Osman Paşa âilesine âit olan büyük sâ­ Koçu, Bostancı-başı defterleri, İstanbul Enst. hil-hâne bugün mekteptir. Istinye ’de Doklar müdüriyeti ise, evvelce Fuad Paşa sâhil-hâmecmuası, 1958, IV, 39—90).



İSTANBUL (TARİHÎ ESERLER).



I214 /129



nesi idi. Ortaköy ile Kuruçeşme arasında bu­ [ med Muhtar Paşa ve  rıf Paşa köşkleri var­ lunan kârgir Fatma Sultan sâhü-hânesi uzun dır. Şimdi Kadıköy adliyesi olan Halkevi bi­ müddet tütün deposu olduktan sonra, 1960 ’tan nasının yerinde, hârikulâde bir koruluk içinde, itibâren yıkılmasına çalışılmaktadır. X X . asrın Trabzonlu Abdullah Paşa konağı Halkevi bi­ başlarına doğru, şehrin Anadolu yakasının Mar­ nası inşâsına, yâni 1940 yıllarına kadar duru­ mara sahilinde, Kalamış-Bostancı arasında ta­ yordu. Ziver Bey yolu üzerinde, A bdülaziz’in mamen Avrupa üslûbunda, bir çoğu İsviçre ev­ mâbeyncilerinden Ziver Bey ile az ilerisinde lerine benzeyen, fakat hepsinin de içleri zen­ Abdülham id’ih ikinci esvapçı-başısı İlyas Bey gin surette tezyin edilmiş sâhil köşkleri ya­ ’in köşkü mevcuttur. Acıbadem ’de Çam lıca Kız pılmıştır. Bunların arasında Çiftehavuzlar ’da O rta okulu, Ahmed Râtib Paşa köşkü idi. KıDr. Cemil [Topuzlu] P a ş a ’nınki ile Râgıb zıltoprak ’ta, Zühdü Paşa câmii yanında, ya­ P a şa ’nin kendisi ve dâmâdı için alman mimar kın tarihlere kadar mektep olarak kullanılan Jasmund ’a Caddebostanı ’nda inşâ ettirdiği iki büyük ahşap köşk nâfıa ve sonra maârif nâzın güzel yalı zikredilebilir. Zühdü Paşa ’nin idi. Bugün köşkün yerini gös­ B i b l i y o g r a f y a : S . H. Eldem, Bo- teren bir kaç mezardan ibâret ufak bir ha­ gaziçinde bir yalı ( Ârkitekt, 2936, V I, 106 zîre kalmıştır. Fenerbahçe ’de şûrâ-yı devlet 1 1 0 ) ; ayn. mil., Türk evleri plan tipleri âzası Nazif Sururi Bey ile Züheyrî-zâde A h­ (İstanbul, *955 )» K- Tuchelt, Uferpalâste med Paşa köşkleri bulunuyordu. Kalam ış ile osmaniscber Zeit am Bosporus ( Institut für Çiftehavuzlar arasında Müşir Fuad Paşa, Bag­ Auslandsbeziehungen-Zeitschrift fü r Kul­ dad caddesi üzerinde Sabri Bey, az ileride turaustausch, 1962, XII, 170— 178 ) ; H. Şeh- Vidinli Tevfik Paşa köşkleri var idi. Bunlar­ suvaroğlu, Boğaziçi yalıları ( Hayat dergisi, dan İkincisi Morali âilesine âit olarak durmak­ 1963 ); ayn. mil., Onsekizinci asırda Boğaziçi tadır. Selâmiçeşme ’den Ziverbey yoluna giden yatıları ( Cumhuriyet, 20 şubat 19 49 ); ayn. ara yolun üzerinde, tren köprüsü civarında, mİ!., Ondokuzuncu a s ırd a ... ( Cumhuriyet, çok geniş bir arazı içinde başkâtip Tahsin 24 mayıs 19 49 ); ayn. mil., Akşam gazetesi, P a ş a ’ nm bir çok bina ve köşklerden meydana 1947—1948 yıllarında bir çok yazı; Boğaziçi gelmiş malikânesi bulunuyordu. Bagdad cad­ mecmuası ( 1937—1938 ). desinden istasyona çıkan yol üzerinde ve bil­ b. K ö ş k l e r . Şehrin yakınındaki arâzıde hassa Suadiye ile bu yol arasında kalan sâsultan kasırlarından başka devlet ricali tara­ hada daha bir çok köşk mevefit idi. Bunlardan fından köşkler de inşâ edilmiş idi. Bunlardan bir kaçı henüz durmaktadır. Bir çoğunun da çoğunun adları ve yerleri kaynaklardan öğre­ büyük bahçeleri, bina yapılmak üzere, bölün­ nilmektedir. Zamanımıza kadar gelebilmiş tek müş, yalnız ağaçları kalmıştır (Su ad iye’de nâ­ örnek sûrların dışında, evvelce geniş bir ko­ fıa muhâsebecisi Sâdi Bey, Caddebostanı’nda ru içinde, büyük bir bavuzun ortasında bulu­ Cemal Paşa köşkü korusu gibi). Bu havalinin nan ve XVI. asra âit o’an Siyavuş Paşa kas­ büyük köşklerinden şehremini Rıdvan Paşa rıdır. Dışarıya merdivenli bir köprü ile bağ­ köşkü sonraları Erenköy K ız lisesi olmuş ve lanan bu İki katlı kârgir köşkün bir kısmı nihâyet yanmıştır. B ostancı’da, cadde üzerinde sonraları bir kule hâlinde yükseltilmiştir. Renk­ bulunan ve son devrin Avrupa san’atı ile kla­ li taşlar ile yapılan kapı kemeri üstünde bir sik türk san’atı karışığı üslûpta olan Câvid âyet ihtiva eden kitâbesi, içinde zarif hücreler Paşa köşkü ise, 1965 ’te yıktırılm ıştır. görülür. Herhâlde bu derece itinalı yapılan B i b l i y o g r a f y a : S. Muhtar Alus, bu eserin evvelce içinin çinili ve kubbesinin Gördüklerim, duyduklarım : Anadolu yaka­ nakışlı olduğuna ihtimal verilir. 1965 yılında sındaki eski büyük köşkler kimlerindi ? ( Ak­ ciddî surette tâmir edilerek, kurtarılmaktadır şam gazetesi, 1944 ). (K. Altan, Siyavuş Paşa kasrı, Ârkitekt, 1935, V, 3. E v l e r . İstanbul’un fetihten önceki ev­ 268 v. d .; İstanbul abideleri, s. 97 v. d .). A n­ lerinin kârgir olduklarına ihtimâl verilir. Bun­ cak XIX. asır içlerinde veya XX. asır başla­ ların mimârîleri ve iç tertipleri bilinmemekle rında yapılan köşkler bugün mevcut olmakla berâber, sokakların çok dar olduğu tesbit edil­ berâber, bunların da sayıları günden güne azal­ mektedir ( O don de Deuil ’ün XII. asırdaki tas­ maktadır. Bunlar bilhassa Boğaziçi ’ nin arka viri İçin bk. j . Ebersolt, Constantinople byzan­ taraflarındaki sırtlarda ve Üsküdar, Çamlıca tine et les voyageurs du Levant, Paris, 1919, havâlisi ile Kcdıköy-Haydarpaşa-Göztepe vc s. 33). Bu evlere dâir yapılan tetkikler de tat­ Erenköy semtleri içinde ve etrafında bulunu­ min edici olmaktan uzaktır. Nitekim türk devri yorlardı. Yıldız civârındaki köşklerden bahçesi içlerinde yapılmış bir çok kârgir ev ( bilhassa ve içinin eşyası ile henüz bozulmadan duran bir Fener scmtindekiler), ramlara âit oldukları misâl Rıza Paşa köşküdür. Moda ’da G âzî Ah- için, Bizans evi zannedilmiştir ( Gl. de Beylie, Islİm A n sikloped isi



6S



I İ I 4/ J 30



İs t a n b u l ( T a r i h î e s e r l e r ).



L'habitation byzantine, Grenoble, 1 9 ° 3 ! Gerland, Das Woknhau$ der Byzantinern, D er Burgvoart, 19 15, X V I, 10 —19 ). E v inşâatı, Osmantı tarihi boyunca, bir nizam altına alınmağa çalışılmıştır. Câmilere çok yakın ev inşâ edil­ memesi daha 980 ( 1 5 7 2 ) ’de bildirilm iş (A . Refik, Onaltıncı asırda İstanbul hayatı, s. 20), A ya so fy a ’yi saran evler 981 ( 1 5 7 3 ) ’de istim­ lâk edilmiş ( A . Refik, ayn. esr., s. 22), müslfiman mahallelerinde meyhâne açılması, 983 ( 1575 )> 991 ( 1583)» IIOI (1689/1690) tarihli vesikalar ile, yasak edilmiştir (A , Refik, ayn. esr., s. 50, 142, 14 6 ; ayn. mil., H icrî onikinci asırda İstanbul, s. 6). Sûrların iç tarafların­ daki evlerin ise, duvarların iç yüzlerine biti­ şik veya sûr üstünde olmaması, şebnişin inşâ edilmemesi, aykırı vaziyetteki evlerin de kal­ dırılması şiddetle tâkip edilmiştir. Sûr duvar­ ları ite evler arasında dört mimârî arşınlık (3 m. kadar) bir boş mesafe bırakılması, ev­ lerin iki kattan fazla olmaması, saçak ve çı­ kıntı bulunmaması ve dükkânların önlerinde de sofa ve piştah olmaması daha 966 ( »558/ 1 559 ) ’ûa nizam altına alınmış idi. tstanbul’un yangınları bu gibi tedbirleri mecbur kılıyor­ du. Israr ile yeni yapılacak evlerin saçaksız ve hattâ taştan olması, cadde üzerine şehnişin ve çardak çıkılmaması, yangınların önlen­ mesi için, her evde çatıya çıkmağa yetecek uzunlukta birer merdiven ile su dolu bir fıç ı­ nın bulundurulması ve halkın yangın vukuun­ da kaçmayıp, söndürme işlerine yardımcı ol­ ması istenmiştir. Bu husustaki vesikalar 966 — 980 ( 1558— 15 7 2 ) tarihlerine âittir ( A . Refik, ayn. esr., s. 58—6 1). Bu arada bâzı mahalle­ ler zaman ile hüviyet değiştiriyor, hıristiyan mahallesi iken, müslümanlar veya tersine müs­ lüman mahallesi iken, hıristiyaniar tarafından İskân ediliyordu. Çarşamba ’da, Fethiye câmii civarının türkleşmesı için, bölünen arsalar, bir evlik 400 arşın olmak üzere, bir veya yarım evlik olarak, 1002 ( 1593/1594 ) ’de dağıtılmış ve fazla almak isteyenlere mâni olunmuş idi (A . R efik, ayn. esr., s. 1 3 ) ; G a la ta ’da, bâzı yerlerde, 1 1 1 2 ( 1700/1701 ) ’de Hıristiyanların ev yaptırması önlenmiş idi ( A. Refik, ayn. esr., s. 30). Hâlbuki, 1046 ( 1733 /1734 ) tarihii bir yazıdan anlaşıldığına göre, Langa ’da, Kâtıb Kasım mahallesinde evvelce 400 müslüman evi varken, bu sayı 3 3 ’e düşmüş ve mescid dahi „kefere“ evleri tarafından sarılmış idi ( A . Refik, ayn. esr., s. 53). Hattâ müslüman evlerinin hıristiyanlara satılmaması için, 114 2 (17 2 9 '17 3 0 ) ’de ferman neşredilmiş ( A . Refik, ayn. esr., s. 10 5 ), hıristiyanların sûr dışında ev yapmamaları 118 1 ( 1767/1768 ) ’de bildiril­ miştir ( A . Refik, ayn. esr,, 213 ), Fakat en şıd-



detli tedbirler mütemadiyen şehri mahveden yangınlar yüzünden alınmıştır. 110 7 ( 1695/ 1696 ) ’de evlerin kârgir yapılması, bunun için I 11 4 ( 1702/1703 ) ’te bol mikdarda tuğla, ki­ remit ve kireç te’mini ve nihâyet 1 1 3 1 ( 17 18 / 1 7 1 9 ) ’de ev mimârîsini çok sıkı nizama sokan yeni bir ferman çıkarılmıştır ( A . R efik, ayn. esr., s. 2 1, 35, 66). Mimar-başma gönderilen ve, aksine izin verdiği takdirde, idâm edile­ ceği bildirilen bu fermanda, evlerin kârgir ya­ pılması, saçakların ahşap değil, fakat kirpi sa­ çak şeklinde olması ve 18 parmaktan fazla İleri taşmaması, hiç bir zaman iki şahnişinin karşı karşıya gelmemesi, birinin diğerine naza­ ran daha aşağıda veya daha yanda olması, ke­ fere ve yahudilerin evlerinin iki kattan daha yüksek olmaması ehemmiyetle bildirilmiştir. Sûrlara mesâfe ise, 5 zirâ’ ( 3, 80 m.) çıkarıl­ mıştır (A . Refik, ayn, esr,, s. 67 ), 113 7 (17 2 4 / 172 5) tarihli bir başka yazı, müslüman evle­ rinin yüksekliğini 12 zirâ’ (9,10 m.), hıristiyan ve yahudİ evlerininkîni 9 zirâ (6,50 m, kadar ) olarak tahdit ederek, yine kirpi saçak mecbu­ riyetini hatırlatır ve arsanın arkası yüksektir bahânesi ile, binaların yükseltilmesini şiddetle men’eder (A . Refik, ayn, esr., s. 83 ). A yasofya civarı yangınından sonra, 115 6 ( 1743/1744 ) ’da, vâki şikâyet üzerine, evlerin üzerlerine tahtapuş inşâsı da yasaklanmıştır ( A . R efik, ayn. esr., S. 1 58 ) . Bunun gibî, daha belki bir çok ferman ve hükümlere rağmen, İstanbul mahal­ leleri nizama aykırı evler ile dolmuş ve her yangın bunları yok etmekle berâber, arkasın­ dan yenileri yapılmıştır. İstanbul ’da belediye teşkilâtının kurulması ilk olarak Beyoğlu-Gaiata [ bk. mad. G A L A T A ] tarafında başladığında, o taraftaki evler kârgir olarak inşâ edilmiş,fakat İstanbul, Cumhuriyet devrine kadar, ahşap evler ile dolmağa devam etmiştir. İstanbul ’un mü­ tevazı eski evlerinin dış mimarîleri ancak bâzı eski gravür ve resimler ile, XIX. asra âit olan­ ları nâdir fotoğraflardan öğrenilmektedir. Bun­ ların içinde mahdut bir kaçının planlan elde edilmiştir ( krş. S. Eldem, Türk evi plan tipleri, İstanbul, 1955 ), XIX, asır evlerinden mürekkep eski bir kaç sokak şehrin yangın geçirmemiş bir kaç mahallesinde bulunmakta ise de (H or­ hor, Hırka-i şerif, Vefa ve Üsküdar v.b. gibi ), bunlar da son yıllarda hızla değişmekte, yer­ lerine beton binalar, küçük apartmanlar yapıl­ maktadır. Fener ’de, Haliç kıyısında uzanan cadde kenarında görülen kârgir eski rrnn ev­ leri ise, gerek dış mimârîleri, gerek iç ter­ tipleri ve tezyinatları itibâriyle, X V II.—XVIII, asırlara âit ve tamâmca türk mimârî geleneği­ ne göre İnşâ ve tezyin edilmiş binalardır (G l. de Beylié, L ’habitation byzantine, les ancien-



İs t a n b u l (T a r İh Î nés maisons de Constantinople, Grenoble, 1903 ; C. Gurlitt, Die Baukunst Konstantinopels ). IX. T ü r b e , h a z î r e v e m e z a r l ı k l a r . 1. T ü r b e l e r , a. M e ş h e d, z i y a r e ve m a k a m t ü r b e l e r i , İstanbul’da halk tarafından ziyaret edilen ve menşe’leri muhtelif olau bâzı evliya türbeleri vardır. Bunların bir kısmı Bizans devrinde İstanbul ’u muhasara eden Islâm ordusu ile gelerek, şehid düşen kim­ seler ile ilgilidir. Bİr kısmı da, makam veya meşhed olmak üzere, fethi müteakip inşâ olunmuş, veya daha geç devirlerde meydana getirilm iş­ tir. İstanbul’un Bizans devrinde şehid düştüğü kabûl edilen müslümanlar içinde hâtırası en fazla kudsiyete sâhip olanı ve yerleşmiş bir kanâate göre, VII. asırdaki bir muhasara sıra­ sında İstanbul ’a gelen ve mezarı Akşemseddin tarafından tesâdüfen bulunan Abu A yyüb alA n şâri ’dir ( tafsilât için bk. M. Canard, Les expéditions des Arabes contre Constantinople dans l’histoire et dans la légende, Journal Asiatique, 1926, C C V II 1, 6 1—1 2 1 ; türk. t r c , Tarih ve efsâneye göre Arapların Istanbul seferleri, İstanbul Enst. dergisi, 1956, II, 2 13 —259, A yvan saray’da Toklu Dede mescidi ya­ nındaki sûr iç-avlusundaki ilk makamı hakkmdaki faraziye için bk. P. W ittek, Ayvansaray, un sanctuaire privé de son héros, Annuaire de l’Inst. de Phil, et d ’Histoire Orientales et Slaves-Mélanges H. Grégoire, III, 19 51, XI, 505— 526 ; Eyyûb makamının üzerinde yapılan türbe, câmi ve zâviye için bk. Ayverdi, Fâtih devri mimârîsi, s. 2 16 —219). Türk dinî hayatında mühim bir yer tntan Eyyûb Sultan türbesi, Osmanlı pâdişâhlarının kılıç kuşanma mahalli olarak, husûsî bir değer kazanmış, ayrıca türk halkiyatında yer atmış ve etrâfı, ona yakın bir toprakta gömülmek isteyenlerin meydana ge­ tirdikleri büyük mezarlıklar ile çevrilmiştir { Eyyûb Sultan menâkıbı için bk. Cemal Öğüt, Meşhur Eyyub Sultan, İstanbul, 1955, 2 cild ). İstanbul içinde ve civarında bir çok sahabe mezarı ve türbesi bulunmaktadır. Bâzdan nisbeten eski bir geleneğe dayanmak ile berâber, büyük bir ekseriyeti XVIII., hattâ XIX. asır baş­ larında, rüya ile, „keşf“ olunan bu kabirlerin üzerlerindeki türbelerin hemen hepsi Sultan Mahmud II. tarafından yaptırılmıştır. Ekseri yerinde manzum kitabelerinin altında 12 51 { 1835/1836 ) tarihi görülür. Binaları ise, çok sâde bir empire üslûbu gösterir. Umûmiyetle taş söveli mustatil pencerelerinde baklava şeklinde kafes teşkil eden demir parmaklıklar bulunmaktadır. Eğrikapı civarında ‘A bd A llah al-Hudri, Ayasofya civarında alemdar 'A bd alRahmân al-Şâm i, Ayvansaray ’da Toklu Dede



e s e r l e r ).



*2 14 /131



mescidi harâbesi ilerisinde sûr iç avlusunda, Abu Şaybat al-Hudri, Hamd A llah al-Anşâri, Ahmed al-A nşâri, Eğrikapı dışında ‘Am ir, G a­ lata ’da Kurşunlu mahzen ( Yeraltı câm ii) câ­ tmiinde ‘Amr b. al-'A ş, Eminönü ’nde Baba C a­ fer (C a 'fa r a l-A n ş â ri), A y van saray’da, A tîk Mustafa Paşa câmii içinde, CSbir al-A n şâri, BaIat ’ta Ca'far al-A nşâri, Kariye câmii içinde, Abu S a'id al-Hudri, Eyüp ’te, Zal Mahmud Pa­ şa câmii yakınında Abu ’ 1-DardS’, aynı isim ile diğer makam Karacaahm ed’de, Eğrikapı civa­ rında, Çınarlı çeşme ’de Abu Zarr al-G ifâri, E ğ ­ ri kapı ’da H âfir, Koca Mustafa Paşa câmii önünde İmâm Hüseyin ’in kızları ( A . M. Schnei­ der, Die Blachernen, Oriens, 19 51, IV, 8z—120, bilhassa 1 1 3 — 117 * ayn. mil., Mauern und Tore am Coldenen Horn, Nachrichien d. Akademie d. W. Göttingen, 1950, s. 65—10 7 ; S. Ünvfer, İstanbul ’da sahabe kabirleri, İstanbul, 19 5 3 ). Ziyaret yerlerinin ikinci bir zümresi ni'ma ’al-cayş denilen fetih şehidlerinin kabirleridir. İstanbul muhasarasına iştirâk ettikleri söyle­ nen bu şahısların tarihî hüviyetleri pek bilin­ memekte ve hayatları efsânsleşmiş bir şekilde anlatılmaktadır. Şehrin muhtelif mahalle ve semtlerinde rastlanan bu kabirlerin içinde en kalabalığı Şehzâdebaşı ’nda ufak bir hazîre teş kil eden Onsekiz sekbanlar hazîresidir (Rum ­ eli hisarındaki şehitier için bk. E, H. Ayverdi, Fâtih devri mimârîsi zeyli, İstanbul, 1961, s. 10 v.dd.). Bugün mevcut veya ortadan kalkmış bu çeşit kabirler ve ufak türbelerin çoğunun taşları sonradan yapılmıştır ( E . H. Ayverdi, Fâtih devri mimârîsi, s. 46—56). A yrıca, şeh­ rin türkleşmesi ve İslâmlaşmasında faâl rolleri olan sûiîler ve erenler için de türbeler veya kabirler yapılmış, bunlar zıyâret yerleri olmuş­ tur. Bunlar arasında şeyh Ebu ’ 1-Vefâ ( A . E r­ doğan, Şeyh Vefa, hayatı ve eserleri, İstan­ bul, *941), Sünbül Sinan ve Merkez Efendi (T . Yazıcı, Fetihten sonra İstanbul’da ilk hal­ veti şeyhleri, Çelebî Muhammed Cemaleddin, Sünbül Sinan ve Merkez Efendi, İstanbul Enst. dergisi, 1956, II, 87—1 1 3 ; A . ÇaiıkoğluM. K ılıç, Sünbül Efendi v e Merkez Efendi ’nin resimli hayat ve hüviyetleri, İstanbul, 196 i ). B eşik ta ş’ta Yahyâ Efendi (N . Sevgen, Beşik­ taş ’lı Şeyh Yahya Efendi, hayatı, menkıbe­ leri, şiirleri, Tarih dünyası dergisi eki, İstan­ bul, 1965), tarihî hüviyeti ve A fyon ’daki K a ­ raca Ahmed ile münâsebeti bilinmeyen Karaca Ahmed ( krş. E . A li Baki, Eski bir türk halk hekimi: Karaca Ahmed, İstanbul, 1947 ), Ü s­ küdar ’da Aziz Mahmud Hüdâî, Fâtih civârında Emir Buhârî, Cibali sırtlarında  şık Paşa ve Seyyİd Velayet, Ayvansaray ’da Buhârâlı Yâvedud v.b. Büyük bir kısmı tarîkatler İle



1214/13*



İSTANBUL ( f A R İ H Î ESERLfift V



alâkalı ziyaret yeri olan kabir ve türbe­ d. M e ş h û r l a r a â i t t ü r b e l e r ve ler pek çoktur (Ahmed Hilmî, Ziyâret-i ev- m e z a r l a r . Türklerin orta A s y a ’dan A na­ liyâ, İstanbul, 1325, ikinci baskı 1327 ). Tarihî dolu ’ya getirdikleri müstakil binalar hâlinde­ Şahsiyeti tesbit edilemeyen bâzı kimseler için ki türbe mimârîsi Osmanlı devri türk san’ade makam kabir veya türbeler yapıldığı tesbit tmda yeni bir görünüş almış ve bu mimârî olunmaktadır. Meselâ Beykoz ’a hâkim bir te­ çeşidin şâhesert sayılabilecek misâlleri meyda­ peye adını veren Yûşa bunlardan biridir. Z i­ na getirilm iştir. Bunların en başında hiç şüp­ yaret makamları arasında ayrı bir hüviyeti hesiz „selâtin türbeleri" gelmektedir. Fâtih olan bir bina da Hırka-i şerif ’tir. Veysel K a ­ Mehmed II,, Bayezid II., Selim [., Süleyman 1., ranı ailesi elinde olan Hırka-i şerif ’in İstan­ kendi adlarına kurulan külliyelerin hudutları bul’ a XVII. asırda getirilmesi üzerine, Fâtih içinde bulunan müstakil türbelere gömülmüş­ ile Topkapı arasındaki çukur arazide, önce ler, yanlarına, ayrı türbelerde, bâzen yakın­ 1196 ( 5 °» res* 3 —4, yanlış olarak, Hacı Bay­ ram türbesi gibi g ö ste rilir). Şehrin içinde XVIII, asırda yapılmış kayda değer ehemmiyet­ te ricâl türbesine rastlanmamaktadır. Fakat XIX. asırda yeniden böyle müstakil türbeler yapıldığı görülmektedir. Muayyen bir üslûbu olmayan ve türk san’atma yabancı unsurlar­ dan meydana gelmiş olan böyle bir türbe B a­ yezid câmii hazîresinİn meydana bakan fcÖşeşinde butunan Reşid Paşa ( ölm. 1857 ) türbe­ sidir. Cağaloğlu ’nda, cadde üzerinda Mahmud Nedim Paşa ( Ölm. 1883 ) türbesi de yabancı üsluplu olmakla berâber, malzeme ve işçiliği itibârı ile, iyi evsafta bir eserdir. Hâlbuki Sultanahmed’de Fuad Paşa (ölm. 1868) türbe­ si o sıralarda İstanbul ’da moda olan Magrib üslûbunun garip bir örneğidir ( bk. Hâmid-Muhsin, Türkiye tariki, İstanbul, 1930, s. 660; C. E. Arseven, Türk sanatı, s. 469, res. 885). Se­ kiz köşeli bir bina olan türbenin dış satıhları, sıvayı işlemek suretiyle, tamamen tezyinât ile kaplanmıştır. Fakat her şeye rağmen, türk san’atmın türbe mimârîsindeki gelişmesini ve



İSTA N BU L (T A R İH Î E S E R L E R ).



12 14 /135



son devirde hâkim olan san’at zevkim göster­ Ç e le b î’nin âile sofası, Taksim mezarlığında mesi bakımından, bunlar mühim sayılabilecek olduğa söylenen K ara Cehennem İbrahim A ğa eserlerdir. Fâtih ’te Ahmed Cevad Paşa { ölm. ’nın mezarı, Ayazpaşa mezarlığında bulunduğu 1900 ) türbesi de eski türk san’atına dönme­ bilinen, fakat bu mezarlık ile kaybolan Şinâsi ğe çabalayan zevkin başarılı sayılamıyacak tek ’nin mezarını burada zikretmek mümkündür. •bir örneğidir. Mimar Kemâieddin 1909 ’da Hür- Mahalle aralarındaki hazîrelerde mühim şahsi­ riyet-i ebedîye tepesinde Mahmud Şevket Paşa yetler gömülmüştür. Nitekim İstanbul ’un ilk için yaptığı türbede ise, eski türk mimarî un- kadısı Hızır B e y ’in mezarı Atatürk bulvarı şurlartndan ilham almak suretiyle, güzel sayı­ kenarında, Voynuk Şueâ’ mescidi hazîresinde labilecek bir eser vermiştir. Eski açık türbeler idi (şim di manifaturacılar çarşısı avlusunda). an’anesıne göre, burada dört sütûna binen Aynı yerde bulunan diğer bir bazîrede ise, dört kemer bir kubbeyi taşımaktadır ( Güzel Kâtib Çelebi ’ye âit olduğu tahmin olunan bir sanatlar, 1944, V, 165 ; C. E. Arseven, Türk mezar tesbit olunarak, ihyâ edilmiştir. Son sanatı, s. 469, res. 886 ), yıllarda tamir edilen bâzı hayır binalarının et­ B i b l i y o g r a f y a : E . E gli, Sinan, s. raflarındaki hazîreler ya tamâmen kaldırılmış 48—57 (Sinan ’m türbeleri ); H. Şehsuvaroğ- ( Vezneciler ’de Kuyucu Murad Paşa, Sultanlu, A sırlar boyunca İstanbul ( ts., Cumhuriyet ahmed’de Firûz A ğa, B e şik ta ş’ta Barbaros), gazetesi ilâvesi, tür. yer. ). veya âit olduğu bina ile birlikte ortadan silin­ 2. H a z î r e v e m e z a r l ı k l a r . Fetihtenmiş ( Saraçhane ’de mimar A yas câmii ve hasonra şehrin dışında, geniş arazide büyük me­ zîresi, Atatürk bulvarında Sekbânbaşı câmii zarlıkların teşekkül etmesine rağmen, kesîf is­ ile hazîresi, Aksaray ’da Oruç G âzî câmii ve kân mıntakalarında, mahalle aralarında veya hazîresi, F ın d ık lı’da Akademi önünde türbe, bâzı hayratın etrafında küçük mezarlıklar çeşme ve cami ile birlikte hazîre ), yahut da hayli meydana gelmesi önlenmemiştir. Böylece türk hasar görmüştür ( Çarşıkapı ’da Merzifonlu Ka­ mezarlığı, hazîre ve büyük mezarlık olmak ra Mustafa Paşa, Doimabahçe ’ de Hacı Emin üzere, iki şekilde teşekkül etmiştir. Bilhassa A ğa g ib i). Bir çok hâllerde de ya hazîreler mahalle sakinleri evlerinin hemen yakınındaki çok uzak muhitlere nakledilmiş ( Bâbıâlide bir hazîreye gömülmeği tercih etmişlerdir. Bu Yusuf A ğa Edİrnekapı dışında bir mezarlığa), yüzden iskân mıntakalarmın arasında, bir kaç ya da nereye götürüldükleri bilinmemektedir ağacın gölgelediği küçük mezarlıklar husûle ( msl. Şehzâdebaşı ’nda Kara Çelebî-zâdelerden gelmiştir ki, bu da İstanbul ’un tarihî siması­ Ebü ’1-Fazl Mahmud Efendi, Voynuk Şueâ’ nın başlıca hususiyetlerinden biri olmuştur. mescidi karşısındaki hazîrenin ta ş la rı). Niha­ 1868 şubatında neşredilen bir nizâmnâme ile, yet bir kısmı da belediye tarafından, yığınlar Eyüp müstesna olmak üzere, bütün şehir içi hâlinde, muhtelif tarihlerde, taşçılara satılmış­ ve Boğaz ’da, cami ve kilise etrafına ölü gö­ tır. Tanzim edilen bir kaç hazîreye misâl ola­ mülmesi yasaklanmıştır. Aynı yasak 10 teşrin rak Sirkeci ’de Aydm-oğlu tekkesi, Divanyolu II. 1868 ’de tekrar ilân edilmiştir. Bu hususta ’nda A tîk A li Paşa câmii, Sinan Paşa medre­ bâzı istisnalar da tanınmıştır. Nitekim eski­ sesi, A k sa ra y ’da Has Murad Paşa câmii hazîden kalan kapalı aile türbelerine o âile men­ releri zikredilebilir. Mahalle aralarında, Vefa supları gömülebileceği gibi, ruhânî büyükler, ’da, Molla Gürânî ( kilise ) câmii karşısındaki tarikat reisleri, şeyhler ve bunların zevceleri büyük ve ulu ağaçlar ile kaplı hazîre başta ile çocukları, ibâdet yeri banileri ve evlâtları olmak Üzere, bir kaç mühim mezarlık vardır. Şehrin evvelce dış çevresinde, şehri kuşak bu istisnalar arasında zikredilir ( Règlement applicable aux inhumations à Constantinople, gibi saran büyük mezarlıklardan da bugün ses faubourgs et le Bosphore, Istanbul, 1869; pek az şey kalmıştır. Tarihî mezarlar önceden bu nizâmnâmenin türkçesini bulamadık ). Ş e ­ ayrılıp, bunların sâhaları tahdit edilmediğin­ hir içindeki hazîreler ve küçük mezarlıkların, den, eski ve tarihî taşlar kolaylıkla ortadan gerek taşlarının san’at değeri, gerek tarihî kaldırılmıştır. Aslında Üsküdar ’dan başlaya­ ehemmiyetleri bakımından, korunmaları zarûrî rak, ancak sonu Kızıltoprak ’ta biten Karaca, iken vaktiyle hepsi belediyelere devrolunan bu ahmed mezarlığı önce parçalar hâlinde kopahazîre ve mezarlıklar boş arsa muamelesi gör­ nlarak, sonra bu parçaların git-gide ufaltılmektedir. Bu sÛre.t!e üzerlerindeki tezyini husu­ ması, nihâyet çoğunun yok edilmesi ve en so­ siyetleri bakımından san’at eseri hüviyetine nunda da yarıya yakın kısmının tüzûmsuz tah­ sâhip bir çok mezar yok olduğu gibi, tarihî ribi sonunda pek az kısmı kalmak üzere, son şahsiyetlerin de son hâtıraları kaybolmaktadır. 30 yıl içinde hemen-hemen mahvolmuştur. A y ­ Bu hususta misâl olarak, Şîşhâne-Tepebaşı me­ nı durum sûrlar karşısındaki Edirnekapı-Mevzarlığı kaldırılırken, ortadan yok olan Evliya levihâne kapısı mezarlığı için de söylenebilir.



J 214/136



İSTAN BU L ( TARİH İ E SE R L E R ).



Kısmen alt kısımlardaki parçaları bir az iyi leri gömülmüş, sonra katolik ve protestanlara vaziyette bulunan Eyüp mezarlıkları da yu­ ayrı-ayrı olmak üzere, etrafı duvar ile çevrili karı (P . Loti kahvesi yolu) ve Silâhdar A ğa iki mezarlık sahası meydana gelmiş, 1863 ’te caddesi üzerindekiler ile yamaçlardakiler sür- burada bir de küçük klişe inşâ edilmiştir (M. ’atle mahvolmaktadır. Küçük mezaristan deni­ Belin, H istoire de l ’ eglise latine de Constan­ len Tepebaşı-Şişhâne-Kuledibi mezarlığından tinople, Paris, 1872, s. 148 — 157 ). Bütün hıris­ bugün en küçük bir İz kalmamıştır (Kuledi- tiyan mezarları ve eski taşlar bugün bu me­ bi ’nde sâdece mezarlığın sed duvarı ile yığıl­ zarlıklarda toplanmış bulunmaktadır. A yrıca mış bir kaç taş mevcuttur ). T aksim ’den, Ayas- Haydarpaşa ’da bir İngiliz askerî mezarlığı iie paşa-Gümuşsuyu üzerinden, Fın d ıklı’da sahile T arabya’da, eski alman sefareti bahçesinde, kadar inen büyük mezaristan ise, parça-parça bir alman askerî mezarlığı mevcuttur (G olç kaldırılmış ve taşları tamamen tahrip edilmiş­ Paşa adı ile tanınan general Colmar von der tir. Yalnız buradaki alman elçiliği bahçesindeki Goltz, 1843 —1916, burada gömülüdür ; M. Krimezarlar korunmuştur. Husûsî bir mâhiyet ar- bel, Jah resh eft der deutschen Evangelischen zeden bir mezar da Sultan Osman II. ’m bir Kirche zu Istanbul, 1940/1941, baskı yeri ve atının Karacaahmed ’deki mezarıdır. Sonraları tarihi yok), Hıristiyan azınlıkların da ayn-ayrı bunun taşı Topkapı sarayı müzesine getiril­ mezarlıkları mevcuttur. b. M a ş a t l ı k l a r . Büyük bir kütle hâlin­ miştir (H, Edhem, B ir alın mezar iaşı kitâde İspanya ’dan Osmanlı imparatorluğuna hic­ besi, T T E M , yalnız 1 cüz; bk. bir de M. Ziya, İs ­ Hell, Voyage en Turquie, Album, Paris, 1854 — tanbul ve B o ğaziçi; M. Râif, M ir'ât-ı İstan­ 1860, levha II). Aynı biçim taşlara sâhip ikin­ bul ; S . Eyice, M ezarlıklarım ız ( Türk yurdu, ci bir maşatlık da Kuzguncuk sırtları udadır. »955, sayı 242, s. 685—694); H. ŞehsuvarX. U m û m î b i b l i y o g r a f y a . oğlu, İstan bu l’da m ezarlıklar ( Cumhuriyet, 9 ocak 1963). ». U m û m î k i t a p l a r , a. B i b l i y o g ­ 3. H ı r i s t i y a n m e z a r l ı k l a r ı , m a ­ r a f y a k i t a p l a r ı . A . M. Mansel, Türki­ ş a t l ı k l a r , a. M e z a r l ı k l a r . Cenova dev­ ye ’nin arkeoloji, epigrafi ve tarihî coğraf­ rinde hıristiyanlar ölülerini kiliselerin yakı­ yası için bibliyografya ( Ankara, 1948 ), s. nına, hattâ döşemesinin altına gömüyorlardı. 435— 5 , 5 ( 19 4 0 ’a kadar neşredilen ve fe­ Fetihten sonra bu usûl devam etmekle beraber, tihten önceki İstanbul ’a dâir makale ve ki­ sa'gın hastalıklardan ölenlerin Beyoğiu ’nda, ta p la r); R. Mayer, B yzaniion, KonstantinoTaksim civarında bir arazide gömülmeleri mec­ polis-Istanbul, Eine genetische Stadtgeog­ bur tutulmuş idî. XVI. asır ortalarından iti­ raphie ( Wieu-Leipzig, 1943 ), s. 266—290; baren kullanılan bu je r ( seyahatnamelerde H, T. Dağlıoğlu, İstanbul bibliyografyası Crands-Chem ps denilen yer ), hiç değilse 1615 . ( Yeni Türk mecm., »9 3 7 , sayı 58—98 ). ’ten itibaren Hıristiyanların resmî mezarlığı hâ­ b. U m û m î k i t a p l a r . E vliya Çelebî, lini almıştır. Burada tesbit edilen en eski mezar Seyahatname (İstanbul, 13 14 ) , I ; krş. R, taşları bu tarihten başlayordu. Fakat yerin dar­ Mantran, İstanbul dans la seconde moitié du lığı üzerine, 1852 ’de Osmanlı devleti ile yapı­ X V I I e siècle (P aris, »962 ); J, von Hammer, lan anlaşma sonunda, hıristiyanlar Taksim Constantinopolis und der Bosporus ( Pesth, ’deki mezarlık arazisine karşılık, muayyen bir 1822), 2 c .; Konstantios, Konsfantinias ,... ölçüde, o vakit şehrin uzağında olan Feriköy (Venedik, 1824), rumca, 2. tab. (İstanbul, mıntakasmdan bir araziyi kabû! etmişler idi. Eu *844 ); frns. trc. (İstanbul, 1846 ); türk. trc. yere önce Kırım harbinde Ölen fransız asker­ (İstanbul, 1277 ve 12 8 9 ); ingl, trc. (Lon-



İSTAN BU L (T A R İH Î E SE R L E R ).



12 14 Â 3 7



tantinople ( London, 1878 ), 4. baskı, önceki­ don, 1868 ), rum harfleri ile türkçesi ( 1863 ) ; lerden çok iarklıdır ; A . D. Mordtmauu, Guide krş. S. Eyiee, İstanbul’un fetihten önceki de Constantinople (İstanbul, ts. [ 1 8 8 1 ? ] ) ; devre âit eski eserlerine dâir bir kitap hak­ K . Baedeker, Konstantinopel und Kleinasien kında, Türk dili ve edebiyatı dergisi, 1953, (Leipzig, 1905 ) ; De Paris d Constantinople V, 85—90 ; S. Byzantios, Konstantinoupolis.,, ( nşr. Guides-Joanne ) Paris, 1908, v.b ; Tür­ (A tina, 1851 — 1869), 3 c. ( 2 . tab. 18 9 0 ); P. kei7.. . (nşr. Meyens Reisebücher), Leipzig­ A . Dethîer, Der Bosphor and ConstantinoWien, 1908; K . Baedeker, Konstantinopel. . . pel (W ien, 18 7 3 ); frns. tre. Le Bosphore (Leipzig, 19 14 ), önceki baskıdan çok farklı ; E. et Constantinople (W ien, *873 ) î M- Râif, Mamboury, Constantinople, guide touris­ Mir’ât-ı İstanbul (İstanbul, I3>4), î, 2 e., tique ( İstanbul, 1925, 1929, 1934 ), türk. trc. yazma hâlinde, T.T.K. ’ndadır ; K. Kos, Sztam19 2 5; alm. trc. 19 30; ingl. trc. 19 30 ; E. bul, vârostörtenet is archiiektura (Buda­ Mamboury, İstanbul touristique (Istanbul, peşte, 1918 ) ; C. G urlitt, Die Baukunst Kons­ 1 9 5 1 ) ; ingl. trc. 19 5 3 ; R. Boulanger, Tur­ tantinopels (Berlin, 1912 ), 2 c. ( bâzen 3 c. quie (P aris, 19 5 8 ); krş. S. Eyice, İstanbul hâlinde ) ; H. Barth, Konstantinopel ( Leipzig, Enst. dergisi, 1957, III, 19 3—199. 19 01, 1 9 1 1 ) ; frns. trc. Constantinople (P a ­ 2, S e y a h a t n â m e ! e r ( fetihten 1899 ’a ka­ ris, 19 0 6 ); Ch. Diehl, Constantinople (P a ­ ris, 1924, 2. tabı 1935 ) ; C. Gurlitt, Kons­ dar ). Başlıca seyahatnameler için bk. A . Levai, tantinopel (Berlin, 19 0 8 ); A . Sâİm Ülgen, Voyages en Levant pendant les X V I«, X V I Ie, İstanbul ve eski eserleri (İstanbul, 19 3 3 ); et X V I II e siècles, Essai de bibliographie ( R e­ R. Escholier, Constantinople (Paris, *937 ); vue d’Orient et de H ongrie, Budapest, 1897 ) Djelal Essad, Constantinople, De Byzance à ’den ayrı basım ; J. Ebersolt, Constantinople Stamboul ( Paris, 1909 ) ; türk. tre. Eski İs­ byzantie et les voyageurs du Levant (Paris, tanbul (İstanbul, 13 2 8 ) ; A . Refik, Onaltmcı 19 19 ) ; N. lorga, Les voyageurs français dans asırda İstanbul hayatt (İstanbul, 19 3 5 ); a yn- TOrient européen (P a ris, 19 28 ); ayn. mil., mil., Hicri onbirinci asırda İstanbul hayatı Une vingtaine de voyageurs dans l’ Orient eu­ (İstanbul, 1 9 3 1 ) ; ayn. mil., Hicrî onikinci ropéen (P aris, 19 2 8 ); C. Dana Rouillard, The asırda İstanbul hayatı ( İstanbul, 1930 ) J ayn. Turk in French hisiory, thought and literatü­ mil., Hicrî onüçiincâ asırda İstanbul hayatı re ( 1520—1660), (P aris, ts. ), bilhassa s. 169— (İstanbul, 19 3 2 ); ayn. mil., Eski İstanbul 270 ; H. Bowen, British contributions to Tur­ (İstanbul, 1931 ); İ. H. [ Konyalı ], İstanbul kish stadies ( London, 1945 ) ; C. Mango, The âbideleri ( İstanbul, ts. [ 1940 ] ) ; E. H, A y ­ mosaics o f St. Sophia at Istanbul (W ashing­ verdi, Fâtih devri mimârîsi ( İstanbul, 1953 ) ; ton, 1962), s. 1 1 7 —140 krş. S . Eyice, B elle­ S . Eyice, İstanbul, petit guide à travers les ten, 1964, XXVIII, 773—78 9 ); B. Moran, Türk­ monuments byzantins et turcs ( İstanbul, lerle ilg ili İngilizce y a y ın la r bibliyografyası, 1955 ) ; R . E. Koçu, Istanbul Ansiklopedisi onbeşinci yüzyıldan onsekizinci yüzyıla kadar ( Istanbul, 1958 v. dd. ), 7 e. ( Çiroz mad. (İstanbul, 1964); C. Gollner, Turcica, D ie eu­ kadar; ayn. esr. 1944—1948’de Bahadır mad. ropäischen Türkendrucke des X V I. Jahrhu n­ kadar bir defa daha neşredilmiş idi ). W. derts, I. 1501— 1550 ( Bucuresti-Berlin, 1961). Gobîe-A. van Millingen, Constantinople (Lon­ Bunlar eksiktir. Burada fetihten XIX. asrın don, 19 0 6 ); W .H . Hntton, Constantinople sonuna kadar İstanbul’a gelen seyyahların yaz­ ( London, 1909 ) ; E, Diez-H. Glück, A lt Kons­ dıkları, İstanbul ’a geliş tarihlerine göre, sıra­ tantinopel ( München-Pasing, 1920); N, San- lanmağa çalışılmıştır. Bu cedvel, muhakkak kî, der-Othmar, İstanbul ( Paris, 1955) ; M. H ürli- tam değildir. Aşağıdaki eserlerde müellif veya mann, Istanbul-Konstantinopel ( Zürich-Frei­ seyyah adından sonraki rakamlar o şahsın burg, 1957). İstanbul’a geliş tarihini göstermektedir: c. R e h b e r l e r . Burada bunların en mü­ Arnold von H arff ( 1496—1499 ). Die P ilger­ himleri zikredilmiştir ; F. Lacroix, Guide de fah rt des Ritters Arnold von H a r f f ( nşr. E. v. voyageur à Constantinople . ., ( Paris, 1839 ) ; GroOte ), Köln, 1860; ingl. tre. M. Letts A . Timoni, Grand guide dans l'intérieur de (London, 19 4 6 ); hülâsası: S. Eyice, Arnold Constantinople ( 1841 ); J. Murray, A hand­ von Ha r f f ( Türk yurdu, 1956, sayı 254, s. 690 book fo r travellers . .. in Constantinople —6 94); Badr al-Din b. Razi ai-Din al-GazzI (London, 18 4 5 ); F remden fü h rer fü r Cons- ( 1529 —1530), Köprülü kütüp. nr. 1390, hülâsa tantinopel un dü m gegen d (İstanbul, i8 6 0 ); olarak nşr. E. Kâmil, Gazzî-M ekkî seyahatnâA . Joanne-E.Isambert, Itinéraire... de l ’ Orient mesi ( Tarik semineri dergisi, İstanbul, 1937, (Paris, 18 6 1) ; J, Murray, Handbook fo r sayı 1 —2, s. 5 v. d.) ; B. KuripeSic ( 1530 ), Itinetravellers in Turkey, in A sia including Cons - rarium Wegraysz potsehaftgen Constanünopel



1214/138



İSTAN BU L ( TARİHÎ E SE R L E R ).



zu don Türckischen K eiser Solegmann, anno in Craecia, A s i a . . . , Wittenberg, 15 8 2 ) ; Jo ­ X X X ( 15 3 1 ); B. de la Borderie ( 1537 ), Le hann Loewenklau ( Leunclavius, 1578 ), Annales discours du voyage de Constantinople, envoyé sultanorum Othmanidarum ( Frankfurt, 1596); dudict lieu à une damoyselle francoyse ( Lyon, Salamon Schweigger ( 1578—158 1 ), Eine r.ewe 1542, Paris, 1546, 1547, 1 5 4 8 ); mechul ( 1 5 4 3 ), Reyssbeschreibung aus Teutschland nach ConsV iaggi fa tti da Vinetia alla Tana., et in Cons- tantinopeH Nürnberg, 1608, tıpkı basım, 1964; tantinopoli ( Venezia, 1543 ) ; J . Maurand ( 1544 ), 1664, 1665, son iki baskı farklıdır ); Hans Ja ­ Itinéraires de J . Maurand cPÂntibes à Cons­ cob Breüning von und zu Buochenbach ( 1579), tantinople (nşr. L. Dorez ), Paris, 1901 ; P. Be­ Orientalische Reyss... (Strassburg, 16 12 ); J. ton ( 1547— 1549), Les observations de plu­ C. de Pinon (15 7 9 ), Voyage en Orient (nşr. sieurs singularitéz et choses mémorables... ( Pa­ E . Blochet ) Paris, 1920 ; Vincent Le Blanc ris, 1553, 1554 , >555 , >588, 15 8 9 ); J. Chesneau (15 7 9 ), Les voyages fam eux du Sieur V in­ ( 1548 ), Voyage de Gabriel de Lueiz, S r d’A ra- cent L e Blanc m arseillais.. . aux quatre par­ mont à Constantinople... (Paris, 1 7 5 9 ), »Şr. ties du monde ( nşr. P. Bergeron ), Paris, 1649, Schefer, 18 8 7; J. Gassot ( 1548), Discours du 1659 v. b. • W. von Budowitz ( ? ) Literae Wenvoyage de Venise d Constantinople... ( Paris, ceslai a Budowitz m agistri aulae caesasarei 1550, 1606, Bourges, 1674); André Thevet (1549), apud Turcorum imperatorum legati hoc anno Cosmographie de Levant (L yon , 1554 ,Antwer­ 1580 Constantinopoli allatae.. ( 15 8 0 ? ); G. Lepen, 15 5 6 ) ; P. G ylli ( Gyllius) ( 15 5 0 ), De to- belski ( 1582 ), La description des jeu x et mag­ pographia Constantinopoleos... (Lyon, 1 5 6 1) ; nifiques spectacles représentez à Constantinop­ ingl. tre. (London, 17 2 9 ); frns. tre. (Paris, le... ( 15 8 3 ) ; W. Harborne ( 1583 ), The voyage 18 2 8 ); N. de Nicolay d ’ArfeuilIe( 15 5 1—1553), o f the Susan o f London to Constantinople.... Les quatre premiers livres de Navigations et ( nşr. R. Hakluyt, Principal navigations, vo Pérégrinations orientales (Lyon, 1567, 1568, y a g e s,tra ffiq u e s, London, 1598—1599); mechul 1576, 1586, alm, trc., 15 7 2 ,ital. trc., 1576 ); mec­ ( ? ), Disccours des triomphes, m agnificences et hul (İspanyolca, 1552— 1555), nşr.Serrano y Sanz, allegresses ( Paris ?, 1583 ) ; Jean Paierne ( 1583 ), IÇ05 ( ? ) ; türk, trc. F. Canm , Kanuni devrinde Pérégrinations du Jea n Paierne Foresien ( Lyon, Istanbul (Istanbul, 19 64 ); H. Dernschwam 1606 ) ; Reinhold Lubeneau (15 8 7 ), Beschrei­ ( I 5 5 3 ~ I 555 ), Tagebuch einer Reise nach Kons­ bung der Reisen ( nşr. W. Sahm ) Königsberg tantinopel und Kteinasien ( nşr. F, Babînger ), i-Pr., 19 12 — 1930,2 c .; Michael Heber ( 1587— München-Leipzig, 1923 ; hülâsaten nşr. H. 1588 ), A egyptiea servitus : Das ist w ahrhafte Zimmerer, 1899; A. Gh. de Busbecq ( 1555— Beschreibung einer dreyjäh rigen Dienstbarkeit 1562 ), ¡tinera Constantinopoliianum... a d So- so zu Alexandrien . , , und zu Constantinopel limanum (Antwerpen, 158 1, 15 8 2 ,15 9 5 , 1605, (Heidelberg, 1610 ? ); Dominico Irosolomitano 1629, 1630, 16 8 9 ); frns. trc. 1646, 1718, 1748; (15 8 0 — 159 * ), Relatione della Cran Città di alm. tre. 1596, 1926; isp. tre. 16 10 ; türk, Costantinopoli ( el yaz., Brit. Mus. cod. Harl. trc. H. C. Yalçın, Türk mektupları ( Istanbul, 3408 ; tab’ları için bk. E. Jacobs, U nie’ sııchun19 3 8 ); Kanunî devrinde bir sefirin hâtıratı gen zar Geschichte der Bibliothek im Serai, (A nkara, 19 5 3 ) ; Kutb al-Din Makki ( 1557), Heidelberg, 1919, s. 36 v.d. ) ; N. M. Penzer, The Velİyüddin Efendi kütüp., nr. 2440, hülâsa ola­ Harem ( London, 1936 ), s. 29 ; Abu ’1-Hasan ‘A li rak nşr. E. Kâmil, Cazzi-Makkî seyahatnâmesi b. Muhammed al-Tamğruti (15 8 9 — 1590), En {Tarih semineri ¿ercisi, İstanbul, 1937, sayı 1-2, n a fh a tu ’l m iskiya f i ’s S ifa ra t et-Turkiya-R es, 5 v.d,); Hugues Favolıus (?), Hodoeoporici lation d ’une ambassade marocaine en Turquie byzaniini libri İ l i ( Louvain, 1563, manzum, (trc. ve nşr. H. de C astries ), Paris, 19 29; hü­ latince ); M. A . Pîgafetta ( 1567 ),Putopis Mar­ lâsa olarak, S, Eyice, Onaltıncı asırda İstan­ ka Antuna Pigafette u Carîgrad od god. 1567 b u l’da Faslı bir seyyah ( Türk yurdu, 1956, ( nşr, P, Matkoviç, Starine, Zagreb, 1890, XXİI ) ; sayı 253, s. 625—628 ve trc. F. Carım {D ünya Ph. du Fresne-Canaye ( 1573 ? ), L e voyage gazetesi, i960 ) ; Lorenzo Bernardo ( 159 1 ), Vidu Levant, (nşr. H. Hauser )Paris, 1897; A . aggio di un ambasciatori Veneziano da Ve­ Badoaro ve C. Garzoni ( 1573 ), Relazioni degli nezia a Constantinopoli nel 1591 (Venezia, ambasciatori Veneti a l Senato ( nşr. E. A ibéri ), 1886); G . Cavazza ( 15 9 1) , V iaggio a CoctanFirenze, 1840 ; St. Gerlacb ( 1573 ), Stephan C er­ tinopoli di ser Lorenzo Bernardo per l ’a> resta lachs dess aelteren Tagebuch ( nşr. S . Ger- del bailo ser Girolamo Lippomano ; W. de laeh ), Frankfurt, 1674 ; D e gradibas episco- Wratislaw ( 1591 ), Adventures o f IV. von Wraporum in C raecia .. . exliteris S . Cerlachii tislaw in Constantinople ( nşr. A . W. W ratis­ ad Martinum Crusium (b k . D avidis Chyt- law ), London, 1862 ; F. Moryson ( 1596— 159? ), raei oratio de staiu ecclesiarum hoc tem.pore A n itin era ry. . . first in the latin tongue an d



İSTAN BU L (TA R İH Î E S E R L E R ). then translated by him into engiish, contai­ ning his ten y sers t r a v e ll. . . (London, 16 17, Glasgow, 1907—1908 ); Richard Wragg ( 1593— 1595 )> A description o f a voiage to Constan­ tinople and Syria . . . ( nşr. R. Hakluyt, The principal navigations), London, 1598—1600, 2 c. ; John Sanderson ( 1594), The Travels o f J '. Sanderson in the Levant ( nşr. W, Foster ), London, 1 9 3 1 ; Henry Lello (159 7— 1607), The report o f Lello-Bâbtâli nezdinde üçüncü İngiliz elçisi Lello ’nan muhtırası ( trc. ve nşr. O. Burian ), Ankara, 1952 ; Thomas Dallam (159 9 — »600), The diary in Constantinople ( aşr. J. T. Bent), London, 1893 ;G . van dcr Does ( Dousa ? ), De itinere suo Constantinopolitano . . . ( Leiden, 1599 ) j François Arnaud ( 1602 ), hülâsa olarak nşr. H. Omont, Voyages à Athènes, Constantinople et Jérusalem , F lo rilegium M elchior de Vogué (P aris, 1909), s. 462 v.d.; Henry de Beauveau ( 1605), Relation journalière du voyage du Levant ( Toul, 1608 ; Lyon, 1609; Nancy, 1615, 16 19 ) ; Nicolaus Schmidt ( 1605 ), Sşer aanmerkelyke reysbesehryvinge na Constantinopolen . . . (Leiden, ts.) ; Otavio Sapienca ( 1605 ’e kadar ), Nuevo traiado de Turquia con una descripeion del sitio y ciudad de Constantinopla (Madrid, 1622 ); Savary de Brèves ( 1606 ), Relation des voyages par Jacques du Castel { Paris, 1628, >63°); j.d e Gontaud-Biron ( 1606—16 10 ), Am ­ bassade en Turquie de J . de Gontaut-Biron ( hülâsa olarak nşr. Th. de G . Biron ), Paris, 1888 ; G . Rossacio ( ? ), Viaggio da Venetia a Costantinopoli per mare e per te r r a . . . ( Ve­ nezia, 16 06); Wilhelm D i!ich (?), Eigentliche kurtze Beschreibung und Abriss der weittberühmten K eyserlichen Stadt Constantinopel ( Cassel, 1606 ) ; William Biddulph ( 1607 ), The travels . . . into A fric a , Asia, Troy, B ytk in ia, Thracia and to the Black S e a . . . ( London, 16 0 9 ,16 12 , 16 25,1745 ); Lwov ’lu Simeon ( 1608 — 1609 ), Des armeniers Simeon aus Polen R ei­ sebeschreibung ( ermenice metin, nşr. Nerses Akinian ) Wien, 1936 ; türk. trc. H. Andreasyan (İstanbul, 19 6 4 ); Tommasso Alberti (1609 — 16 21 ), V iaggio a Costantinopoli ( nşr. A . Bacchi della Lega ), Bologna, 1889 ; George Sandys ( 1610 ), Relation o f a jo u rn ey to the Turkish Em pire . . . { London, *632, 1652, »673 v. b., Tra­ ve ls adı ile ); William Lithgow( 16 1 1 ),A most delectable and true discourse o f an adm ired and p a in f u ll p e re g rin a tio n s... (London, 1614 v. b. ); aynı kitap adı değişik olarak, The totall discourse o f the rare adventures and pain fu ll peregrinations . . . fro m Scotland to the most fam ous Kingdom es in Europe, A sia and A f ­ rica ( London, 16 32,16 4 0,168 2, Edinburgh, 1770,



1214 /139



1814, Glasgow, 19 0 6 ); Hans Jacob Amman { 1612 ), Reiss in Clobte Lan d : von Wien auss Oesterreick durch Ungariam, Serviam , Bulgariam und Thraciam auf f Constantinopel. . , (Zürich, 1618, 1630, 16 78 ); Pietro della Valle ( 16 14 — 1615 ), V iaggi di Pietro della Valle il p e lle g rin o . . . { Roma, 1658—1663 ), 2 e. ; Brigh­ ton, 18 4 3; felemenk. trc. Amsterdam, 16 15 ; frns. trc. Paris, 1663 —1665, 4 e, ; Rouen, 1745, 8 e. ; mechul (? ), Pèlerin véritable de la Terre Sainte (P aris, 1 6 1 5 ) ; R. P. Thomas ( 16 16 —16 7 1), Ambassadeurs de France et ca­ pucins français à Constantinople au X V IIe siècle d'après le journal du P. Thomas ( nşr. Bruno, Etudes franciscaines, 19 13, X X IX — X X X I ) ; Adam W enner( 19 16 — 1618 ),E in g a n z neu Reysebuch von P ra g auss biss gen Cons­ tantinopel (Nürnberg, 16 2 2 ); Peter Mundy ( 1617 — 1620 ), The travels o f Peter Mundy in Europe and Asia 1608—1667 (nşr. R. Temple), Cambridge, 1907, I ; türkçe hülâsası, O. Bu­ rian, Belleten, 1952, XVI, 27—3 3 ; Louis Deshayes de Cormeniu ( 1621 ), Voiage de Levant fa it p a r le commèndement du R oy en Tannée 1621, écrit par D . C. ( Paris, 1624 ) ; R. P. Pa­ cifique de Provins ( 1622 ), Relation de voyage de Perse fa ict par le R . P . P a c ifiq u e . . . p ré­ dicateur capucin. . . ( Paris, 16 31 ; Lille, 1632 ); Michel Baudier {16 24 ), H istoire générale du Serrail (Lyon, 1624), krş. Dana-Rouillard, s. 250 ; Louis Gédoyn ( 1624 ), Jou rn al et corres­ pondance ( nşr. A . Boppe ), Paris, 1909 ; Fauvel (16 3 0 ), Voyage d’Italie et du L e v a n t . . . ve ayrıca Observations curieuses sur le voyage du Levant ( Rouen, 16 64 ,16 65,16 70,16 8 7,16 8 8 , *7 3 ): J* Vincent de Stockhove (16 30 ), Vo­ yage d ’Italie et du Levant de Messieurs Ferm an el. . , F a u v e l. . . , Baudouin de Launay et de Stochove (Bruxelles, 1643, *650, Rouen, 1670, 16 8 7 ); feîemenk. trc. Bruges, 16 8 1; Henry Blount ( 1634 ), A voyagé into the Le­ vant (London, 1636, 1638, 1650, 1664, 1669, 1671 ); aim. trc. 1687 ; feleraenk. trc. 1707 ;D u Loir ( 1640—1641 ), Les voyages du sieur du Loir contenus èn plusieurs lettres, écrites du Levant ( Paris, 1654 ) ; italy. trc. Bologna, 1670; Balthasar de Montconys ( 1648 ), Jou rn al des voyages de Monsieur de Montconys ( nşr. Sieur de Liergues ), Lyon, 1665 ; 1, 1695 ; aim. trc. 1697 ; Robert Whiters ( ? ), A description o f the Grand Signor's Seraglio or the Tur­ kish empereurs court (London, 1650, ayrıca Purohas külliyatında 16 2 5 ,16 5 3 ,17 3 7 baskıları); Johannes Mayer ( 16 5 1 ) , hülâsa olarak, A . M. Schneider, Ein unbekannter Berickt über die Mosaiken der H agia Sophia ( Oriens Chris­ tianas, 1941, XX X V I, 224 ) ; Jon a Malenki (1652 ),



1214/140



ISTAN BU L (T A R İH Î E S E R L E R ).



H jdenie v Jerusalem i Tsar g ra d 1648— 1652 ( nşr. Leonid ), Petrograd, 1882 ; Antakyalı Makarios ( 1652 ), The travels o f Macarius, Patri­ arch o f Antioeh (London, 1829, hülâsa ola­ rak frns. nşr. B. Radu, Patrología Orientalis, *930, XXII) ; François de ta Boullaye le Gouz ( ? ), Les voyages et observations... (P aris, 1653, P aris—Troyes, 1657 }; Jean deThévenot( 1656 ), Relation d ’un voyage fa it au Levant... ( Paris, 1664, 1689, Amsterdam, 1727), 5 c .; aim. trc. Frankfurt, 1693; Conrad Jacob Hildebrandt ( 1656— 1658), D reifach e schwedische Gesandsckaftsreise nach Siebenbürgen... und Constantinopel (nşr. F. Babinger ), Leiden, 19 37; C !as Brorsson Ralamb ( 1657— 1658 ), Kort Besle­ ri f f ning om thet som then Constantinopoiitaniske resan är föreluppit... ( Stockholm, 1679 İsveççe); ingl. trc. London, 17 3 2 ; Poullet ( 1658 ), Nouvelles relations du Levant... ( Pa­ ris, 1668 ), 2 c, ; Quiclet ( 1658 ), Les voyages de M. Quiclet à Constantinople par terre ( Paris, 1664); François Blondel (16 5 8 ), sieur des Croisettes, de Galiardon, Relation d’un voyage de Berlin à Constantinople ( nşr. Ch. Lucas, Bulletin de géographie historique et descriptive, Paris, 1900, I ) ; Henry Hovard-J. Burbury ( 1664 ), Relation o f a jo u rn ey o f H. H oward fro m London to Vienna and thence to Constantinople (London, 1 6 7 1 ) ; Paul Tafferner ( 1664 ), Caesarea legatio quam man­ dante augusttssimo rom. imparatore Leopoldo I ad Portam Ottomanicam suscepit... Walierus S. R . I. comes de Leslie ( Viyana, 1668 ) ; R. P. Robert de Dreux ( 1666), Voyage en Tur­ quie eten Grèce ( nşr. H. Pernot), Paris 1925» Thomas Smith ( 1669 ), Epístola de moribus ac institutis Turcarum caí annectitur brevis Constantinopoleos notitia (O xford, 16 74 ); S i­ eur de la Croix ( 1Ğ70 ’e doğru ), Mémoires du sieur de la Croix, cy-devant secretaire de t’am­ bassade de Constantinople, contenant d iver­ ses relations très curieuses de l ’Em pire Othoman (P aris, '684), 2 c .; Antoine Galland ( 1672—1673 ), Jou rn al d ’Antoine Galland pen­ dant son séjour à Constantinople ( nşr. Ch. Schefer ), Paris, 1881, 2 c. ; türk. trc. N. Sırrı ö r ik (A nkara, i949), yalnız 1. c . ; Laurent d ’Arvieux (16 7 2 }, Mémoires du chevalier d ’ A rvieux envoyé extraordinaire du Roy à la Porte... (nşr, R. P. J.-B . Labat ), Paris, 1735,- 6 c ,; Guillaume-joseph Grelot ( 1 6 7 2 ) , Relation nouvelle d'un voyage de Constantinople ( Pa­ ris, 1680, 16 8 1) ; Corneiio Magna (16 7 2 ), Quanto d i piû curioso e vago nà potato raecore Cornelia Magni, nel primo biennio da esso cons am ato in via g g i e dimore per la Turchia (Parm a. 1679), E berso lt’a göre, Bo­



logna, 1685 ; mechul ( 1674 ’e doğru ), M iroir de l’Em pire Ottoman ou l’état présent de la cour et de la milice de Grand Seigneur ( Paris, 1678 ), 2 c. ; John Covel (16 7 4 —*679 ), Extracts from the D iaries o f D r. J . Covèl (nşr. Th. Bent), London, 1893, bâzı parçalar için krş. F. W. Hasluek, D r. Covel’s notes on Galata, ( Annual o f Brit. Sch. at Athens, 1904—1905, XI, 50—62 ); George Wheler ve Jacob Spon (16 7 5 ), A journey into Greece in company o f Dr. Spon o f Lyons (London, 16 8 2 ); frns. trc. L a Haye, 1724, 2 c .; aim. tre. Nürnberg, * 7 13 î Jean Baptiste Tavernier ( ? ), Les six voyages de J.-B . Tavernier en Turquie, en Perse et aux Indes... (P aris, 1677, 16 79 ); ingl, trc. London, 1678, 1684; aim. trc. Nürnberg, *6 8 i; ayn. mil., Nouvelle relation de l ’intérieur du Serrail du Grand-Seigneur contenant plusieurs singular i i e z . . . (Cologne, 1765, Paris, 16 7 5 ) ; Jouvin de Rochefort ( ? ), Le voyageur de Turquie... { P a­ ris, *676); Cornelis de Bruyn ( 16 7 8 —1679), Voyage au Levant ( Delft, 1700, Paris, 17 2 5 ); Giovanni Battista Donado ( 1680—1684 ), V iag­ g i a Constantinopoli dİ Gio. D onado.. . osservati colla raccolta delle più curiose notitie dal fù Doit. A . Benetti (Venezia, 16 8 8 ); Comte de Guilieragues ve M. de Girardin ( 1680— 1685 ), Ambassades de M. de Guilleragues et de M. de Girardin auprès du Grand Seigneur ( Le Mercure, 1687, ağustos ) ; L . F. Marsilius (?), Osservazioni intorno al Bosforo T rad o ovèro canote di Costantinopoli (Rom a, 16 8 1 ) ; J . Benaglia ( ? ), Relatione d el viaggio fatto a Costantinopoli dal conte A . Caprara (Bologna, 16 8 5 ); aim. trc. Frankfurt, 16 8 7; G. Bat­ tista de Burgo ( ? ), Viaggio de cinque anni in A sia, A frica èd Euro pa del T u rco .,. con la descrittione d i . . . C ostantinopoli... (Milano, 1686 ), 3 c. ; Paul Lucas ( 1Ğ88—1696), Voya­ g e du sieur Paul Lucas au Levant ( L a Haye, 1705 ), 2 c, ; ayn. mil., Voyage du siéur P au l Lu­ cas fait par ordre du Roy dans la Grèce, l’A sie Mineure, la Macédoine et l’A friq u e ( Paris, 1712 ), 2 e. ; ayn. mil., Troisième voyage du sieur Lucas fait en 1714. . . par ordre de Louis X I V dans la T u rq u ie... (Rouen, 1 7 1 9 ,3c ., Amster­ dam, 1720, 2 c. ); Michele Benvenga ( ? ), Viaggio di Levante con la descrittione di Costantino­ poli {Bologne, 1688 ); Du Mont { 1690 ), Voya­ g e de M. du Mont en France, en Italie, en Allem agne, à Malte et en Turquie (L a Haye, 1694); Aubyr de la Motraye {16 9 9 ), Voyages du S '. A . de la Motr.-ye en Europe, A sie et A friq u e (L a Haye, 1727), 2 c. ; ingl. trc., 1730 — 1732, 3 c .; JosephPitton de Tournefort ( 1700 ), Relation d’un voyage du Levant fa it par ordre du R o y ... (Lyon , 1717, 2 c. ; Paris,



İSTAN BUL (TA R İH Î E S E R L Ë ft). >717,2 e .; Lyon, 1 7 1 7 ,3 0 .; Amsterdam, 17 18 , 2 c. ; alm. trc. Nürnberg, 1776, 3 c . ) ; Chevalier de Betlerivc ( 1 7 1 1 ), Relation d 'u n voyage du C hevalier de B ellerive, d’Espagne à Bender et de eon s i jour au camp du roy de Suède ( Pa­ ris, 17 13 )» Philippe de Caylus ( 17 16 ), Voyage de Constantinople ( nşr. P .E . Schazmann, Gazet­ te des Beaux-A rts, 1938, s. m —126, 273—292, 3 ° 9 —32 2); Lady Mary Wortley Montagu ( 17 17 ) , Letters during the Embassy to Constantinople (London, 1763 ), bu seyahatnamenin her dilde bir çok baskıları mevcuttur ; türk. trc. A . Refik, İstanbul, 1933 ; Kelemen Mikes ( 17x7—1758 ), T drökorszâgilevelek (nşr. I. Kulcsar ), 1794; türk. tre. S . Karatay, Türk mektupları ( A n­ kara, 1944— 1945), 2 c. ; Cornelius von den Driesch ( 1719 ), Historische Nachricht von der roem. Kayseri. Grossbotschaft nach Constant i­ n o p e l. . . ( Nürnberg, 1723 ) ; De Saumery ( 1720 — >724), Mémoires et aventures secrèies et curi­ euses d’un voyage du Levant (L iège, 1732 ), 3 c. ; Comte L, d’Osseville ( 1721 ), Voyage o f­ fic ie l à Constantinople en 1721 ( bas. yeri ve tarihi yok ) ; mechul ( ? ), Nouvelle description de la ville de Constantinople avec la relation du voyage de l’ambassadeur de la Porte otto­ mane et du séjour à la Cour de France ( Paris, 17 2 1); Sevin ( 1728) ,Lettres sur Constantinople de M, l’abbé Sevin ( nşr. B. de Wauxcelles ), Pa­ ris, 1802 ; G. Jehannot ( 1731 ), Voyage de Cons­ tantinople pour le rachai des captifs ( Paris, >7 3 2 )S Toliot (»732), Nouveau voyage fa it au Levant es années 1731 et 1732 ( Paris, 1742 ) ; Ch. Thompson ( 1732/1733 ), Travels . . . , krş. H. Bowen, British contributions, S. 27 ; Jean Otter ( 17 3 4 —1736 ), Voyage en Turquie et en Perse avec une relation des expéditions de Tahmas K ouli Khan (P a ris, 1784), 2 e. ; Charles Perry (? ), A view o f the Levant p a r­ ticularly o f Constantinople, S y ria , E gy p t and Greece (London, *743 ) î J . M. Lord of Sand­ wich ( 1738 ), A voyage perform ed by the late earl o f Sandwich round the Mediterranean in the years 1738 and 1739, written by him­ s e lf (London, 179 9 ); İsveççe trc. Cederholm, 1722 ; Richard Pococke ( 1739—1740 ), A des­ cription o f the East and some others coun­ tries . . . { London, 1743— 1745 ), 3 c.; frns. trc,, Paris, «772, 6 c. ; aim. trc. Erlangen, 1754— >7 55 , 3 c. ; Jean-Claude Flachat ( 1740—1755 }, Observations sur le commerce et sur les arts d ’une partie de l ’Europe, de l ’A sie, de l ’A f r i ­ que et même des Indes Orientales (Lyon, •7Ü6 ); J. J . Casanova de Seingalt ( 1743 ), Mé­ moires . . . ( Leipzig, 1826 ), I ; türk. trc. muhte­ lif yerlerde ve Valan gazetesi ( 2. 5. i960 ’tan itibaren tefrika edildi ), bu hâtırat sonradan



İ2 İ4 /ı4 t



uydurulmuştur; Gustaf Celsing ( 1745—1770), Hatırat ( İsveççe, nşr. Th. Palm, Karolinska forbundets arsbok, 1932 —1933, I, 5 1— 12 6 ); Baron de T ott ( 1755 )> Mémoires du Baron de Tott sur les Turcs et les Tariares ( Am ster­ dam, 1784— 1785 ), 2, 3 ve 4 c. hâlinde ; Maestrict, 1786, 4 c. ; aim. trc, Etbing, 17 3 6 ; ingl. trc. London, 17 8 5 ,2 c .; Carsten Niebuhr ( 1761 ), Voyage en A rabie et en autres pays ctrconv o is in s ... (Kopenhagen, 1774, Amsterdam­ Utrecht, 1776); R. G . Boscovich ( 17 6 1—1762 ), Ciornale d i un viaggio da Costantinopoli in Polonia d ell’ abat o R uggiore Giuseppe Boscov i c k . . . (Bassano, 17 8 4 ); frns. trc. Lausanne, 17 7 2 ; aim. trc. Leipzig, 1779 ; sırpça trc. Beo­ grad, 1937 ; kısmen türkçesi İ. Eren, Tarih dergisi (İstanbul, 1962— 1964, X II—X IV ) ; Lord Baltimore ( 17 6 3 — 1764), A tour to the East in the years 1763 and 1764 with remarks on the city o f Constantinople and the Turks (London, 17 6 7 ); Ignatieff (17 6 6 —1776), Opisanie puteçestvia otsa Ign atija v Tsargrad, A fonsku yu goru, svyatuyu zemlyu i Egipet 1766—1776 g g . (nşr. V. N. Çitrovo, P ravo slawnty Palest. Sbornik, 1891, X X X V I); N. E. Kleemann Ç 1768—1770 ), Reisen von Wien über B elgrad bis K ilia n o v a . . . in die Crimm nach ConstantinopeP (Leipzig, 17 7 3 ) ; frns. trc. Neufchatel, 1780; Domenico Sestini (17 7 8 ), Viaggio da Costantinopoli a Bassora fatio dall ’abate Domenico Sestini (Yverdun, 178 6 ); ayn. mil., Viaggio d i ritorno da Bassora a Costantinopoli, {1 768 ) ; frns. trc. Paris, 1789, 3 c. ; Jacob Jonas Björnstahl ( 1779 ), Resa til F r a n k ik e ,... Turkien och G r e k e la n d ... (Stockholm, 1780, 5 e .; aim. trc, Rostock­ Leipzig, 1780—1781 ) ; Comte de Ferrières-Sauveboeuf ( 1782—1789), Mémoires historiques, politiques et géographiques des voyages . . . faites en T u r q u ie ... depuis 1782jusqu’en 1789 ( Paris, 17 9 0 ); alm. trc. Berlin, 1791 ; Jan Potoeki (17 8 4 ), Voyage en Turquie et en E ­ gypte fa it en l’anneel 1784 ( Vorsovie-Paris, 17 8 8 ); José Moreno (17 8 4 ), Viage à Constantinopla, en el ano 1784 (M adrid, 1790); M. G. F. Auguste Comte de Choiseul-Gouffier ( 1784—1792 ), Voyage pittoresque dans l ’Em­ pire Ottoman, en Grèce, dans la Troade, les des de l ’A rch ip el et sur les côtes de l ’A sie Mineure ( Paris, 1841 ), 4 c., ayrıca album (ilk baskı, 1824, makbul d eğ ild ir); Jean-Baptiste Lechevalier (17 8 5 —1788), Voyage de la P ro pontide et du Pont-Euxin ( Paris an V I II= 1800) 2 e. ; Francisco Miranda ( 1786 ), Venezuela’h General Miranda ’nın Türkiye ’ye dâir hatıratı (türk. trc. F. Carım, İstanbul, 1965 ); Elisabeth Berkeley Lady Craven ( 1786),



I İI 4 '14®



İSTAN BU L (TA R İH Î E S E R L E R ).



A jo u rn ey through the Crimea to Constanti­ nople (London, 17 8 9 ); frns. trc. Paris, 1789; baskı yeri yok, 179 2; hülâsa hâlinde türk. trc. R . E. Koçu, İstanbul, 1939 ) ; G . Casti (17 8 8 ), Relazione d iu n v ia g g io a Costantinopoli net 1788 (Milano, 18 2 2 ) ; Comte de Sala* bery (1790—179 1 ), Voyage à Constantinople, en Italie et aux îles de l ’A r c h ip e l. . . { Paris, 1799 —an VIE v.b.) ; Heinrieh von Reimers( 1793), R ei­ se der Russisch-Kaiserlichen ausser ordentli­ chen Cesandschaft an die Othmanîsche P fo rte im Ja h r 1793 ( Petersburg, 1803 ), 3 c. ; mechul ( *793 )î frns. trc. L . H. Delamare, Voyage en Crim ée, suivi de la relation de l ’ambassade envoyée de Petersbourg à Constantinople en 1793{ Paris, 1802, P. Geuthner, Ephèmêrides Orientalistes, 1957, nr. 168, s. 86, nr. 2893 ’te> müellif olarak. J. C . von Struve gösterilmek­ tedir. Bu kitabın önceki ile aynı olması ihti­ mali mevcuttur ; tür kçe hülâsası S . Eyice, 1793 ’de bir Rus elçilik heyeti, Türk yurdu, 1956, sayı 2 5 7 ,8 . 895 —899); G . Antoine Olivier ( 1793 ), Voyage dans l ’Em pire O ttom an.., fait par ordre du gou vern em en t... (P aris an IX — 18 01 ), 6 c. ; tiirkçe hülâsası, S, Eyice (Türk yurdu, 1956, sayı 2Ğ0, 262, 264, 266); Comidas de Carbognano (?), Descrizione topografica délia stato présente di Cosfontinopoli (Bassano, 17 9 4 ); James Dallaway ( 1795 ), Constantinople ancient and modern . . . (London, 17 9 7 ); frns. trc. London, 17971 aim. trc. Berlin, i S o l ; G. B. Bonaugurio (? ), Lettere sopra la Turchia (Venezia, 1795 ) ; Xavier Scrofani ( 1795 ), Resa i Grekeland 1794 och 1795 o f X . Scofani Sicilan ( njr. G, A . Sillen ), Stockholm, 1806 ( aslı İtalyanca ); Antoine-Louİs Castellan ( 1797 ), Lettres sur la Grèce, Hellespont et Constantinople (P a ­ ris, ı 8 ı ı ) , 3 c . ; J . von, Hammer-Purgstall ( 1799—1806 ), Erinnerungen aus meinem L e ­ ben ( nşr. R, B. von Echt ), Wien-Leipzig, 1940 ; E . D. Clarke ( 1801 ), Travels in various coun­ tries o f Europe, A sia and A fric a (London, 1 8 1 2 ) ; A . I, Mel ling ( ? ), Voyage pittoresque de Constantinople et des rives du Bosphore (P aris, 18 19 ), 2 c., bâzen 1 c. ; C. H. L. Pouquevville ( 1801 ), Voyage en Morée à Cons­ tantinople , , . (P aris, 1805), 3 c.; William Wittmann ( ?), Travels in Turkey, Asia-M i­ nor. . . ( London, 1803 ) ; F. Murhard ( ? ), Gemalde von Konstantinopel ( Penig, 1805 ) ; F . R. de Châteaubrîand ( 180Ğ}, Itinéraire de Paris à Jérusalem (Paris, 18 11 v .b .); J. Morier ( 1809 ), A Jo u rn ey through Persia . . . t o Cons­ tantinople 1808 and 1809 (London, 18 12 ) ; j . C. Hobhousa ( 18 10 ) , A journey through A l­ bania and others provinces o f T u r k e y .,, to



Constantinople (London, 1 8 1 2 ) ; C. PertUsier ( 18 12 ), Promenades pittoresques dans Constan­ tinople et sur les rives du Bosphore { Paris, 18 15 ), 3 c. ve 1 album ; ingl. trc. 18 20 ; A . F . Comte Andréossy ( 1 8 1 2 —18 14 ), Voyage à l'embouchure de la M er N o ir e ., . ( Paris, 18 18 ); ayn. mil., Constantinople et le Bosphore de Thrace pendant les années 1812, 1813 et 1814 et pendant l'année 1826 (P a ris, 1828, 18 4 1); aim. tre. Leipzig, 1828 ; Alexandre Timoni, Nouvelles promenades dans le Bosphore ou meditations bosphoriques. . . { Istanbul, 18 14 ), 2 c. ; A . Brayer ( 1 8 1 5 — 1824), N e u f années à Constantinople ( Paris, 1836 ), 2 c. ; mechul ( 1 8 1 6 — 18 17 ), Notes d ’un voyage fa it dans le Levant en 1816 et 1817 (P a ris, t s . ) ; Baron von Stürmer ( 1816 ), Skizzen einer Reise nach Konstantinopel in den letzten Monaten des Jahres 1816 ( Pesth, 1 8 1 7 ) ; Nicolas-Auguste de Forbin ( 1 8 1 7 ) , Voyage dans le Levant en 1817 et 1818 (P aris, 1 8 1 9 ) ; J . M. Tancoigne ( î ) , Voyage à Sm yrne, dans l ’A rch i­ p el . . . suivi d ’une notice sur Pêra et d ’une description de la marche du Sultan ( Paris, 18x7 }, 2 c. ; Rottiers ( 1818 ), Itinéraire de T iflis à Constantinople (Bruxelles, 18 29 ); P . Bergre n (l8 x 8 —18x9), Resor i Europa och Oesterlaenderne . . . (Stockholm, 1826), 2 c. ; And­ re Charles de Marcellus (18 2 0 ), Souvenirs de l ’ Orient (P aris, 1839 ); Robert W a!sh( 1820 — 1830), A residence in Constantinople (L on ­ don, 1836 ) ; ayn. mil., A jo u rn ey from Cons­ tantinople ; ayn. mil., Th. Allom ile, Constanti­ nople and the Scenery o f the Seven Chur­ ches o f A sia Minor (London, 1838 ) ; Ed. R aczynski (?), M alerische Reisen in einigen P ro vin ­ zen des Osmaniscken Reicks. . . (Breslau, 1824 ), asli lehçe; James W e b s t e r ( 1827), T r a v e ls ... (London, 18 2 9 ); Josiah Brewer ( 18 2 7 ), A residence in Constantinople in the year 1827 (New Haven, 18 3 0 ); C. C. Falkland (18 2 7 — 1828), Travels to and from Cons­ tantinople in the years 1827/ 28, ( 18 2 9 ) ; C. M. Farlane ( 1828 ), Constantinople in 1828 (London, 1829), 2 e ilt; frans, trc. (P a ­ ris, 18 29 ); Sir Adolphus Slade (18 2 9 ), R e­ cords o f Travels in Turkey, Greece and o f a cruise in the Black Sea with the Capidan Pa­ sha in the years 1829, 1830 and 1831 ( London, *833 )> s c* i türk. trc. A . Riza Seyfiogiu, Türkiye seyakatnamesi { Istanbul, 1945 ) ; Amédée Jaubert ( 1830 ), Constantinople en 1830 ( Jo u rn a l Asiatique, 1835 ) ; ayn. mil., Voyage era Arm énie et en Perse (P aris, 18 21 v.b.); David Porter ( 1 8 3 1 —1843), Memoir o f eomodore D avid Porter ( n§r. D .D , P o rter), New York, i 8 7 Si J ' E. Michaud-J. J . B. Poujoulat ( 1830—



İSTA N BU L (T A R İH Î E S E R L E R ). 18 31 ), Correspondances d ’Orient { Paris, 1833 ), 7 c. ; bilhassa 2. ve 3. ciltleri ; Jam es de Kay ( 18 3 1— 1832 ), Sketches o f Turkey in 1831 and 1832 (N ew York, 1833 ) ; Alphonse de Lamar­ tine ( 1833 ), Souvenirs, impressions, pensées et paysages pendant un voyage en O rien t. . . ( Paris, 1835 ), 2 c., bir çok baskısı vardır ; John Auldjo ( 1833 ), Jou rn al o f a visit to Constantinople and some o f ih e C reek is­ la n d s . . . (London, 18 3 5 ); Dèlaroière ( 18 3 3 ), Voyage en Orient ( Paris, 1836 ) ; Mar ehe be us ( l 8 33 )> Voyage de Paris d Constantinople par le bateau à vapeur ( Paris, 1839 ) ; türk. hülâsası S . Eyice, Türk yurdu, 1956, sayı 258 v.d. ; F. Tietz ( 1833— 1834 ), Erinnerungs­ Skizzen aus Russland, der Türkei und Grie­ chenland, entwor f en währenddes Aufenthaltes in jenen Ländern in Jah ren 1833 und 1834 ( Cobourg-Leipzig, 1836 ), 3 c ilt; mechul ( 1835), Incidents o f Travel in Greece, T u r k e y ... ( New York, 1838 ), 2 C., bir çok baskısı var­ dır ; J . K . Paulding ( ? ), Constantinople and its environs (New York, 18 3 5 ? ), 2 c . ; Helmuth von Moltke (18 3 5 — 1836), B r ie fe über Zustände und Begebenheiten in der T ü rk e i. . . (Berlin, 18 4 1) ; John F. Lewis (18 3 5 —1836 ), Illustrations o f Constantinople made during a residence in that city in the years 1835/ 1836. . . (London, ts .) ; Walter Colton ( ?}, Visit to Constantinople and Athens { New York, 18 3 6 ); Grenville Temple (?), Travels in Greece and T u r k e y ... (London, 1836), 2 c. ; Julia Par doe (18 3 6 ), The C ity o f the Sultan and domestic manners o f the Turks in 1836 (London, 1837, 18 55), 2 c- ! ayn' “ R'j Beauties o f the Bosphorus (London, 18 39 ); ayn. ml!., The romance o f ihe Harem (L on ­ don, 1839 ? ) ; H. Cornille ( ? ), Souvenirs d ’O ri­ ent (P a ris, 18 3 6 ); Eugène Boré (18 3 8 }, Cor­ respondance et mémoires d’un voyageur en Orient (P a ris, 18 4 0 ); V. Zachariae (18 3 8 ), Reise in den Orient in den Jah ren 1837 und 1838. . . nach Konstantinopel und Trapezuni (H eidelberg, 18 4 0 ); A . H. Layard (18 39 — 1880), Autobiography and letters from his childhood until his apoointment as H. M, A m ­ bassador at M adrid ( nşr. A . Otway ), London, 1903, 2 c. ; Jakob Ph. Fallmerayer (1840), Fragmente aus dem Orient ( Stuttgart-Tübin­ gen, 18 4 5 ); mechul ( ? ) , M orgenland und Abenland, B ild er von der Donau, T ü rk e i. . . (Stuttgart-Tübingen, 18 4 1) ; John R e id ( ? ) , The Ottoman em pire, u popular account o f its people- ( London, 1841 ) ; John Davy ( ? ), Notes and observations (London, 1842), krş, Bowen, British contributions, s. 39 ; Gerard de Nerval ! 1843), Voyage en Orient (P aris, 1883)5 F.



12 14 /14 3



Grillparzer ( 1843 ), Tagebuch a u f der Reise nach Konstantinopel und Griechenland ( nşr. Kindemann), Leipzig, ts.; Charles White ( 1844 ), Three yèars in Constantinople ( London, i845 ), 3 c. ; 1. Berezin ( 1845 ), Posesçenie Tsaregiadskîh dosioprim eçatelnosiey v vremya prebivaniya v K onstantinopole. . . { Petro­ grad, 18 5 4 ); M. Belli (18 4 5 ), Meine Reise nach Konstantinopel im Ja h re 1845 ( Frank­ furt, 18 4 6 ); X. H. de Hell ( 1846— 1847), Vo­ yage en Turquie et en Perse (P a ris, 1854— i860 ), 4 c. ve l album ; M. du Camp ( ? ), Souvenirs et paysages d’ Orient ( Paris, 1848 ); G. Flaubert ( 1850 ), Voyage en Orient, E gypte, Palestine, A sie Mineure, Constantinople, Italie 1849/1851 ( Paris, 1885,1925 ) ; A . Smith ( 1850 ), A month at Constantinople (London, 18 5 1 ) ; Charles Newton ( 1852), Travels and discove­ ries in the Levant (London, 18 6 5 ); J . H. A. Ubicini ( 1852 ), Letters on Turkey ( London, 1856), aslı İtalyanca; Charles Rolland ( 1852), La Turquie contemporaine, hommes et cho­ ses . . . ( Paris, 1854 ) ; Théophile Gautier ( 1853 ), Constantinople (P aris, 1853 v.b.); G . Rhodes (18 5 3), A personal narrative o f a tour o f m ilitary Inspection in various parts o f Euro­ pean Turkey%. . . ( London, 1854 ) ; Earl of Car­ lisle ( 1853 ), D ia ry in Turkish and C reek wa­ ters . . . ( London, 1854 ) ; Louis Brunei ( »853 ), Jéru salem , la côte de S y rie et Constantinople en 1853 ( Paris, 1854 ) ; Eugène Jouve (18 5 4 ), Guerre d ’Orient, voyage à la suite des armées alliées en T u rq u ie. . . ( Paris, 1855 ), 2 e. ; Felix Maynard ( 18 5 5 ) , Im pressions de vo yage de P aris à Sébastopol, (nşr. A . Dumas) Paris, 18 55; Lady E . Hornby (18 5 5 —1858), In and around Stamboul (London, 1858, Philadelphia, ts.); ayn. mil., Constantinople during ihe C ri­ mean War ( London, 1863 ) ; Adolf Fr. von Schack ( 18 5 0 ’den itibaren, bir kaç kere ),E in halbes Jahrhundert, Erinnerungen und A u fzeichungen3 ( Stuttgart -Leipzig, 1894), 3 c. ; F . Schickler ( 1858—1859), En Orient, souve­ nirs de voyage 1858—1861 (P a ris, 18 6 3 ? ); J . Lewis F a r l e y ( f ) , Turkey (London, 18 6 6); Cyrus Hamlin (18 5 9 —18 73), A m ong the Turks (N ew York, 18 7 8 ); ayn. mil., M y life and times (New York, 18 9 3 ); Fritz Reuter ( 1864 ), De meckelnborgsehen Montecchi un Capuleiti oder De R eis’ nah Konstantinopel ( 1868 v.b.); Alexander von W arsberg ( 1864), Ein Sommer in Orient (W ien, 18 6 9 ); Alfred de Caston ( 1869 ? ), Constantinople en 1869, H istoire des hommes et des choses ( Paris. 1868 ( 1 ) ; [A . D. Mordtmann ] ( ? ), Stambul und das moderne Türkentum, politische, so­ ciale und biographhehe B ilder von einem



m 4/J 4 4



İSTAN BU L



(TARİHÎ



ESERLER) -



CALATA.



Ösmanen (Leipzig, 1877 —1878), 2 c .; j . içi sahilinin Rumeli yakasındaki başlangıcına Seiff (18 7 2 ) , Reisen in der asiatischen Tür­ kadar uzanan ve Kasımpaşa deresi vâdisi ile, kei (Leipzig, 1875 ); James Baker ( 1874), Tur­ üzerinde Galatasaray-Beyoğlu ’nun bulunduğu key in Europe (London, 18 7 7 ); Edmondo de tepeyi içine alan sâha olarak göstermek müm­ Am icis ( 1874), Coeiantinopoli (Milano, 1878; kündür. G alata sahilinin ilk çağda Sykai ol­ frns. trc. Paris, 1883, 1892 ; ingl. trc. New duğu tesbit edilmektedir ( Strabon, VII, 6 ). York, 1888, Philedelphia 1896 ; aim. trc. Ros­ Dionysİos Byzantios ’ta Syktdes, Peutinger ha­ tock, 1884 ; türk, trc. R . E. Koçu, 1874 He Is ­ ritasında burada Sykai ( Sycae ) adında bir tanbul ( İstanbul, 1938 ); Auguste Choisy ( 1875 )> iskân yeri işaret olunmuştur. Notitia urbis L ’A sie Mineure et les Turcs en 1875 (Paris, Constantinopoleos ’ta burası şehrin XIII. mm1876 ); Charles de Moüy ( 1875—1878 ), Lettres takası olarak zikredilmektedir. Esas şehirden du Bosphore ( Paris, 1879); A . v. Althan ( 1877— Haliç ( = K e ra s ) ile ayrılmış olan bu mıntaka 1878 ), Frän Ja s s y tili Konstantinopel anteck- Kkronikon Paskhale (Bonn tab., s. 7 1 8 ) ’ de ningar frä n Turkiske fa lttâ g e l 1877— 1878 „Karşıdaki Sykai ’da “ mânasına gelen „peran (H elsingfors, 18 79 ); E. Renan (? ), Souvenirs en Sykais" olarak zikredilmektedir ki, burada d'enfance et de jeunesse (P a ris, 18 8 3 ); Dorina „karşıda“ mânasına gelen peron kelimesi son­ L. Neave ( 1 8 8 1 —1907) Twenty six years on raları, evvelâ Cenevizliler tarafından Galata the Bosphorus ( 1933 ); Henry M, Field ( 1882 ), ’yi, bir müddet sonra da yabancılar ve levanThe Greek Islands and Turkey after the War tinler tarafından Beyoğlu ’nu ifâde için kulla­ (New York, 18 8 5 ); De Blowitz (18 8 3 ), Une nılan Pera adının esâsı olmuştur. 528 ( m.) ’de course à Constantinople (P a ris, 18 8 4 ); E d ­ burada büyük ölçüde inşaat yaptıran lustiniamond About ( 1883 ), D e Pontoise à Stamboul nos Galata ’ya kendi adını vermiş ve burası (P aris, 18 8 4 ); H. Zschokke (?), Konstantino­ bâzı kaynaklarda o isim ile geçmiştir ( N ovelpel, eine Fahrt nach dem Goldenen Horn les, s. 59 5 Syn ax. Ecel. Const,, 104, 26 ), Mâ(Würzburg-Wien, 18 8 4 ); P. Leonhardi (?), mâfih gerek Bizans kaynaklarında ve gerek Konstantinopel und Umgebung (Zürich, 1885 ); muhtelif patrikhane fermanlarında burası hep Karl Krumbacher { 1885 ), Griechische Reise, muhtelif şekilleri ile G alata olarak zikredilir. Blätter aus dem Tagebuch einer Reise in G alata adının menşe’i hakkında şimdiye ka­ Griechenland und in der Türkei (Berlin, 1889); dar çeşitli faraziyeler ortaya atılmış olup, bu Paul de Régla ( 1886— 1 888 ), Les Bas-fonds tereddütlü vaziyet oldukça eski bir zamandan de Constantinople (P aris, 18 9 2 ); ayn. mil., beri dikkati çekmiştir ( Travels o f the late La Turquie o fficie lle (P aris, 1 8 9 1 ) ; Samuel Charles Thompson, London, 1744, 1 1 , 49 v.d.; S. Cox ( ?), The isles o f the P rinces or the Voyages de R ichard Pockocke, Paris, 1772, V, Pleasures o f Prinkipo (New York, 18 8 7); F. 363 ). Eski ve artık değerini kaybetmiş bir E iliot ( ? ), D iary o f an Id le woman in Cons­ nazariyeye göre ( Kodinos, 119 ) , Galata galaktantinople (Leipzig, 18 9 3 ); L , G u y o t(? ), De tos, yâni süt kelimesinden gelmektedir. Ancak Montélimar à Constantinople par m er et re­ bu kayalık yamaçların süt veren ineklerin ye­ tour à bicyclette ( Paris, 1893 ); W. J . Spry (?), tiştirilmesine müsait olamayacağı iddia edil­ L ife on the Bosphorus, in the city o f the Sultan miştir. Fakat 991 ( 1583 ) tarihli bir fermanda ( London, 1895 ) ; F. Marion Crawford ( ? ), Cons­ G alata ahırlarındaki ineklerden bahsedilmesi tantinople (New York, 1 8 9 5 ) ;Max Müller (?), dikkati çeker ( A . R efik, X V I. asırda İstanbul Letters fro m Constantinople, ( 18 9 7); G . von hayatı, İstanbul, 1935, s. 146 ), Başka bir naRath ( ? ), Durch Italien und Griechenland nach zariyeye göre, G alata ’nın İtalyanca iskeledem heiligen Land, R eisebriefe ( baskı yeri ve merdiven mânasına gelen calata menşe’ine da­ tarihi tespit edilemedi ); Edwin Pears ( ? ), Forty yandığı iddia edilmekte ise de ( bugünkü italyancada ufak körfez mânasına gelen bir de years in Constantinople (New York, 1916), 3. P a n o r o m a v e h a r i t a l a r . Noksancala kelimesi vardır ), buraya İtalyanların yer­ olmakla beraber bk. R. Mayer, Byzantion-Kons- leşmesinden ( XII, asır ) çok önceleri Galata iantinopolis-Isianbal (W ien-Leipzig, 1943 ), s. adının mevcut oluşu bu fikri de reddetmeğe 387—390. Bu hususta tarafımızdan hazırlanan kâfi gelmektedir. Aynı şekilde, G alata ’nın çok geniş bir tetkik, resimli olarak, Türk T a­ ar. kal'a ile de ( M. de Launay, Notice sur rih Kurumu ’nun Y ıllık konferanslar, c. IV ’in­ le vieux Galata, Univers, 1874, I, 26 v.d., krş. s. 231 ) bir alâkası olabileceğine ihtimal de neşredilecektir. (SEMAVİ E y İCE.) verilemez. Diğer taraftan aynı adın benzerle­ G alata rine Trakya kıyılarındaki yarım-adalarda rast­ M e v k i i v e a d ı . G alata ’yı, en geniş hu­ lanması ( Yeşilköy civarında Galataria-Kalıtadutları ile, Haliç ’in şimal sahilinden Boğaz­ ria, bk. R. Janiu, Topographie de Constanti•



İSTANBUL { G A L A T A ). nople, Paris, 19 51, s. 408; Ç anakkale’de G a­ lalarla, Varna yakınında G a !a tz = K a laç ) hu­ susu üzerine dikkati çeken başka bir faraziye bunun henüz mânası çözülmemiş bir Trak ke­ limesi olduğu neticesine varır ( A . D. Mordtmann, Hisiorische B ilder von Bosphorus, Bos­ phorus, yeni seri, 1907, III, x6 ), En son te­ mayüle göre, bu adın menşe’i „G alatia ’linin mahallesi" mânasına gelen ta Galatou ’ya daya­ nır ( A . M. Schneider ve M. Is. Nomidis, Galata, İstanbul, 1945, s. 1 ). Şehrin bütün mmtakaları gibi, XIII. „regio" da „vici" denilen mahalle­ lere bölünmüş idi ; bunlardan birinde bir ga­ la t yalının evi olduğundan, önce yalnız o mahal­ le, sonra bütün bölge ( „regio" ) bu adı almıştır. T a r i h i . Galata ’ntn Bizans devrindeki baş[ıca hâdiseleri için bk. mad. İSTANBUL. Muhtelif kazılarda çeşitli mimârî parçaları ite bilhassa Beyoğlu, Kalyoncu-kolluğu ve Taksim semtle­ rine doğru eski mezar taşlarına rastlanmasın­ dan, ilk çağda buranın ehemmiyetlice bir is­ kân yeri olduğu anlaşılmaktadır (E . Dallegio d’Alessio, Galata et ses environs clans l'anti­ quité, Revue des et. btjz.. 1946, IV, 218 —287). Tiberios II. (579—582) zamanında sâhilde Kastellion ton Galatou denilen büyük bir burç inşâ edilmiştir, H alic ’i kapatan zincirin bir ucunun bu kuleye bağlandığı bilinmektedir. Manuel Komnenos ( 1 1 4 3 —118 0 ) zamanında imtiyazlar elde etmeğe başlayan cenovalılarm, 1 1 6 0 ’a doğru, G a la ta ’da, Sanctae crucis embolum ’u civarında, yerleştikleri bilinmek­ tedir. Haham Tudelalı Bünyamin 116 0 —117 3 yılları arasında Galata ’ya, geldiğinde, burada halkın ekseriyetini müsevîlar teşkil edi­ yordu (M, Komroff, Contemporaries o f Marco Polo3, New York, 1937, S. 267 ), 13 mart 1261 ’de henüz İznik (N ik aa) prensi olan Mikhael, cenovalılar ile imzaladığı Nymphaon anlaşması ile, istedikleri yerde yerleşmeleri için, onlara imtiyaz vermiş idi. 1267 ’de .verilen ikinci bir imtiyaz ile, cenovalılar doğrudan-doğruya G a­ lata ’da yerleşme müsâadesi aldılar. Daha latin hâkimiyeti zamanında, burada zâten cenovalılar yerleşmiş olduklarından, imparator ihtiyatî bir tedbir olarak, sûrları yıktırmıştır, Bizans dev­ letinin son safhasında, G alata tamamen bir Cenova kolonisi olarak gelişmek imkânını bul­ muştur ( L, T. Belgrano, Documenti riguardanii la colqnia Genovese di Pera, Genova, 1888 ; A. Sanguinetti-G, Bertolotto, Nuovo serie di documenti m ile relazioni di Genova coll', imperio Bizantino, Genova, 1898; Heyd, His­ toire du commerce du Levant au Moyen Age, Leipzig, 1885—1886, 2 c. ; G. I. Bratianu, Recher­ ches sur le commerce génois dans la Mer N oire au X I I I e siècle, Paris, 1929 ), Galata Llin>



Ansiklopedini



İ2I4.' j45



Cenova kolonisi, peran (•= karşıda) veya perama ( « is k e le ) kelimelerinden alındığı tahmin edilen Peyre veya Pera adt ile, orta çağın sonların­ da, mühim siyâsî roller oynamıştır. G alata kısa zamanda Bizans ’tan ayrı, âdeta müstakil bir mâhiyet alarak, doğrudan-doğ­ ruya Cenova ’nm bir iskelesi olmuş ise c!e, Bizans armasını muhafaza etmiş idi. 1296 ’da C en ova’nm rakibi V enedik’in, Ruggiero ida­ resindeki donanması ile, Peyre ’yİ yakması üze­ rine, kolonilerini sûr ile çevirmek isteyen galatalılar, nihayet 1 3 0 3 ’te, bir ferman ile, im­ tiyaz bölgelerisin hudutlarını sarih olarak tesbit ettirmişler, fakat sûr inşâsı için müsâade alamamışlar, yalnız bir sûr hendeği kazmakla ik tifa etmek zorunda kalmışlardır. 1304 ’te, bu hendek emr-i vâkii kabul edilerek, bunun arka­ sından da, evlerin yüksekliklerinin serbest bı­ rakılması üzerine, cenovalılar bu hendek bo­ yunca burç şeklinde yüksek evler yapmışlar ve bunların aralarını duvarlar ile birleştirmek suretiyle, mmtakaiarını tahkim etmiş oldular. Bizans imparatorluğunun siyâsî sâhada geri­ lemesine mavâzî olarak, imtiyaz sahalarının hudutlarını genişleten cenovalılar pey.derpey G alata kolonisinin hudutlarım Azapkapı-Şişhane-Galata kulesi-Tophane Bitpazarı-Tophane çevresine kadar götürdüler ( sûrların yerleri ve safhaları için bk. A . M. Schneider ve M. î. Nomidis, Galata, İstanbul, 1944). Cenova, bir taraftan Bizans arazisinde genişlerken, bir ta­ raftan da G alata ’da Osmanlılarm ticâretini kolaylaştırıyordu. Nitekim 8 haziran 1387 ’de bu hususla bir anlaşma yapılmıştır. 139 1 ’de, Bayezid I. tarafından İstanbul ’a karşı yapılan harekât sırasında, burada 6.000 kadar tiirk askerinin barındırıldığı ileri sürülmektedir ( H. A . Gİbbons, Osmanh devletinin kuruluşu, İstanbul, 1928 ). Mâmâfih 1393 ’te G alata, do­ nanmasının ve tahkimatının te’min ettiği em­ niyet içinde yaşamasına rağmen, Osmanlılarm tehdidine mâruz kalmış, fakat bu sırada Ce­ nova Fransa kiralının metbuu olduğundan, Mareşal Boucicaut burayı kurtarmağa gönde­ rilmiştir. 1437 ’de Bizans kumandanı Ioannes Leontarios Galata ’yı ele geçirmeğe teşebbüs etmiştir. X IV .—XV . asırlarda G alata ’yı gören seyyahlardan İbn Bat)üta ( Defremery-Sanguİnetti, Voyages d’Ibni Batoutah, II, 432), G. G. de Clavijo ( tre, Ö. R. Doğrul, I, 6 ı v.d.) ve Bertrandon de la Broquiere ( nşr. Ch. Scîıefer, Voyage d'outrem er, Paris, 1892, s, 140 v.d.)’de tam bir orta çağ liman şehri olan bu koloninin tasvirlerini bulmak kabildir. İstanbul ’un son muhasarası ve fethi sıra­ sında, Cenovalılar bitaraf kalmağı tercih et­ mişler ve Fâtih ile Galata iatin cemâati ara86



I â i4 /t 4 Ö



İst a n b u l ( ğ a L a t â ).



smda bir anlaşma yapılmıştır İd, l haziran 1453 tarihli olan bu anlaşmaya göre, Osman» Ular cenovalılarıtı G alata ’daki haklarını tanı­ mağa devam ediyordu (1. H. Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi, Ankara, 1949, II ; N. Iorga, L e privilege de Mohammet 11 pour la ville de Péra, Bulle­ tin de la section historique de l ’Acad. Roum,, 1914, II, 1 1 —3 2 ; E. D. d’Alessio, Traité entre les Génois de Galata et Mehmed II, Echos d ’ Orient, 1940, X XXIX, 16 1— 17 5 ; türk. trc, I. Hoçi, T 0 E M, 19 13, IV, 52 ; V. Mirmİroğlu, Fâ­ tih Sultan Mehmed devrine Ûit vesikalar, Istan­



bul, 1945, s. 53 ). Her ne kadar, kısa bir zaman sonra, G alata bir kadılık olarak, tamamen Osmaniı idaresine geçmiş ise de, bütün hukuku, kiliselerin idaresine inhisar eden Magnifica communiia di Pera 1682 ’ye kadar mevcudiye­ tini muhafaza edebilmiştir ( A . Belin, Histoire de la Latinité de Constantinople,?axis, 1894, s, ı ı 6 ; E. D. d ’Alessio, La communauté latine de Constantinople au lendemain de la conquête



offomane, Echos d ’Orient, 1937, XX XV I, 309 v.d,). Fethin hemen arkasından yer-yer türk­ leşmeğe başlayan G alata karışık bir liman şehri olmaktan kurtulamamış ve bu hâlini gü­ nümüze kadar muhâfaza etmiştir. Ancak 5 asır içinde çeşitli milletlerden mürekkep olan Galata iskânının mütemadiyen değiştiği de müşâhede olunmaktadır. Türkler tarafından G alata olarak adlandırılan sâhil ile Galata kulesi arasındaki kısımdan yavaş-yavaş geri­ deki bağlara doğru çekilen hıristiyanlar ve yabancılar, burada yabancı elçiliklerin etra­ fında, bir „levanten" merkezinin doğmasına se­ bep olmuşlardır. Les vignes de Péra ( „Pera bağları" ) olarak seyahat-nâmelerde ve yabancı vesikalarda adı geçen şimdiki Beyoğlu âdeta eski G alata ’nın sûrları dışında, bir Avrupa şehri gibi, inkişaf etmiştir. Taksim istikame­ tinde uzanan ve Doğru-yol denilen ana cad­ denin ( şimdiki İstiklâl caddem ) etrafı, karı­ şık nüfuslu bir şehir olarak inkişaf ederken, önce türkleşmiş olan bâzı sûr içi veya sûr dışı mahalleleri de yeniden hususiyetlerim kaybT etmişlerdir ki, bu hususta Kuledibi, Hacı Mi­ mi, Aşmalı Mescid, Ağacâmii mahalleleri ör­ nek teşkil edebilir. Türkler tarafından kıyıya yakın kısmın G alata adını muhâfaza etmesine karşılık, şimdiki T ü n e l’den T aksim ’e kadar olan bölge Beyoğlu adıyla şöhret bulmuştur. Bâzı yazarlara göre, bu isim son Trabzon pren­ si David Ün oğlu A le x io s’un, Fâtih tarafından esir edilmesinden sonra, bir müddet burada oturmasından dolayıdır ( W. Miller, Trebizond the last Greek Empire, London, 1926, s. 11 0 ; M. Ziya, Istanbul ve Boğaziçi, Istanbul, 1928, II, 236 ). Hâlbuki diğerleri bu ismin menşe’ini



aslen bir doj oğlu olan ve İbrahim Paşa ’nın yakınlarından Luigi G ritti ’nin burada bir sa­ rayının bulunuşuna bağlarlar (C . Esad, Eski Galata, s. 14 v.d. ; j . H. Mordtmann, E I , frans. tab,, I, 896 ). Tabiatiyle böylece bu mıntakada sarayı olan bütün beyler ve bu arada Selim 11. devrinin nüfuzlu siması, Frenk-bey-oğlu denilen Don Yasef Nassi ( A . Galanti, Don Joseph Nassi, İstanbul, ts., s. 1 1 ) de bahis mevzuu olabilir. Bunlardan farklı eski bir faraziyeye göre ise, bu isim Bey-yolu ’ndan gel­ mektedir ( J . v. Hammer, Constantinopolis u. d. Bosphoros, Pesth, 18 12, II, 1 1 1 ). Bu hususta feat’î bir neticeye varmak için, müsbet bir delilin bulunmasını beklemek yerinde olur. Fâ­ tih ’ten sonra G alata sûrlarının bakımına bir müddet daha itina gösterildiği, hattâ Bayezid II. zamanında tâmir edildiği 916 ( 15 10 ) tarihli bir kitabeden anlaşılmaktadır ( Â lî, Kunh alahbâr, Üniv, Kütüp., nr. T Y 5959, 1546 ; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 428 ). XVI. asır içle­ rinden itibaren ihmal olunmağa başlanan sûr­ lar yavaş-yavaş harap olmuş, üzerlerine veya yerlerine, mukataa karşılığı, ev yapılmasına 1124 ( 1 7 1 2 ) t e müsâade olunmuştur (B aşba­ kanlık arşivi, M. 2781 Mâliye, krş. T D , 1953, sayı 5—6, s. x ı8 ). Mâmâfih surların kapıları, âdet gereğince, yine akşamları kapatılıyordu. Yalnız Bey-oğlu cihetine açılan bir kapıyı, ufak bir ücret mukabilinde, gece açtırmak müm­ kün idi ( Murrays’s Handbook fo r travellers, London, ı845> s > I 7 S )• Geçen asrın ortaların­ da, yan -yarıya dolmuş bir vaziyette olan hen­ deklerin üzerinden ahşap köprüler vâsıtasıyle geçiliyordu ( L . Enault, Constantinople et la Turquie, Paris, 1855, s. 383 ). Cenova hâkimi­ yeti devrine âit arma ve kitabeleri daha 1669— 1677 ’de John Covel tarafından tesbit edilen bu sûrlar (W . Hasluck, Dr, Covel’s notes on Galata, An. o f the Brit. Sckool Ath., 1905, XI, 50—62 ), geçen asrın ikinci yarısında, be­ lediyenin altıncı dâiresi tarafından girişilen imâr faaliyeti sırasında, kısmen yıktırılm ıştır. Daha önce bu dâire mühendislerinden M. de Launay tarafından tesbit edilen sûrlardan ( De Launay, Notice sur les fortifications de Ga­ lata, Univers, Revue Orientale, teşrin II. 1874-Mart 1875 sayıları ) pek az parçalar kala­ bilmiştir ( j . Gottwald, Die Stadtmauern von Galata, Bosphorus, 1907, IV, 5—72 ). Bu sûr­ lara âit kitabelerin bir kısmı İstanbul A rkeo­ loji müzesine nakledilmiştir ( J . Gottwald, ayn . esr., s. 6 1 —72 ; A . M. Schneider, Galata, i . 5 v.d. ; İstanbul A rk . müzeleri, resimli rehber, İstanbul, 1953, s. 97 v.d.). Bu sûrların kapıları Kasımpaşa cihetinden itibâren şunlar idi : Me­ yi t-kapı sı, Azap-kapısı, adı mechul bir geçit,



İSTAN BU L ( Ğ A t A f A ). Kürkçü-kapısı, Yağ-kapanı kapısı, Balık-pazarı kapısı, Karaköy kapısı, Kurşunlu-mahzen kapısı, Mumhâne kapısı, Kireççi kapısı, Eğrikapı, Tophane kapısı, adı meçhul bir geçit, Küçük-kule kapısı, Büyük-kule kapısı, Yeni Azap-kapısı. Bunlardan başka iç bölme sûr­ larında da şu kapıların adları tesbit oluna­ bilmiştir : Kule-dibi kapısı, Mihal kapısı (Horoz k ap ısı), Meydancık veya Voyvoda kapısı, Küçîik-Karaköy kapısı, Kilise kapısı ( Yanık ka­ pı ), Sarık kapı ( Harup k a p ısı), İç-Azapkapısı ve adı meçhul bir kapı (b k . A . M. Schnei­ der, Galata, s. 15 —18 ). Osmanlı devrinde G a ­ la t a ’da daha ziyâde borçtan hapsedilen mah­ kûmlara mahsus bir zindan olduğu da bilin­ mektedir ( Topkapı-sarayı arşiv kılavuzu, İs­ tanbul, 1940, II, 168, nr. D. 1040—9532 ). 1730 ’da, Patrona isyanı sırasında da, G alata zin­ danının adı geçmektedir ( A bdi tarihi, nşr. F. R. Unat, Ankara, 1943, s. 35). Eski Yağ-kapanı kapısının doğu cihetinde, İbrahim Paşa camii ile Rüstem Paşa hanı arasındaki kale burcu olduğu tahmin edilen bu zindan (k rş. A . M. Schneider, Galata, s. 16 ) hemen yakınındaki Koyun-Baba türbesi ile de te’yit olunmakta­ dır (türbe için krş. H .B ayrı, İstanbul folkloru, İstanbul, 1947, s. 136). XVI. asırda Sinan Pa­ şa ’nm yüzlerce kölesinin G alata burçlarında yaşadıkları bilinir (krş. F. Carım, Kanunî dev­ rinde İstanbul, İstanbul, 1964, s. 16 )} sonraları bu burçlar gemi teçhizatı için mahzen olmuş­ tur ( krş. Evliya Çelebî, Seyakatnâme, I, 429 )• G a la ta ’nın Osmanlı devrinde her sene mart ayında değişen bir voyvodalık hâlinde idâre edilmiş olduğu X V II.— XVIII. asırlara âit muh­ telif vesikalardan anlaşılmaktadır ( Topkapısarayı arşiv klavuzu, H, 168, nr D. 10089— 11 1 2 4 —1117 4 ). Hâlâ mevcut Voyvoda caddesi adı bunun bir delilidir. Herhalde Önceleri sa­ hile yakın bir yerde olan bu voyvodalık ma­ kamı, İngiliz sefarethanesi yakınında idi (P . G. İnciciyan, İstanbul, nşr. H. Andreasyan, İstanbul, 1956, s. 156 ). G a la ta ’nın hukukî idâresi $00 akçelik bir kadı elinde idi (Î. H.Uzunçarşıh, İstanbul ve Bilâd-ı selâse denilen Eyub, Galata ve Üsküdar kadılıkları, İstanbul Ens. der., 1957, III, 2$ v.d.). Mmtakası dâhilinde 300



köy ve 44 nahiyesi olan G alata kadısının 150 akçe yevmiyeli nâibliklerİnden biri Tophane ’de „ayak naipliği" idi. Kasımpaşa, Beşiktaş, Yeniköy (İstinye) naiplikleri de G a la ta ’ya bağlı olduktan başka, Marmara adası, Kapıdağı, Erdek, Mudanya ve Bandırma kazaları da Galata kadısına bağlı nâibliklerı teşkil ediyor­ du ve bu kadınm makamı Yeni cami civarındaki Galata mahkemesinde bulunuyordu. G alata ’nm âsâyîş ve emniyeti kapudanpaşa idaresinde



1*14/14?



idi. Kolluklarda Kalyoncular bulunuyordu ki, hâlâ duran Kalyoncu-kolluğu semti ve karakolu bunun bir hâtırasıdır (H . Tongur, Türkiyede genel kolluk, teşkil ve görevleri, gelişimi, An­ kara, 1946, s. 76; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı devrinde bahriye teşkilâtı, Ankara, 1948, s. 486). Beyoğlu kısmı ise, Tophane’ye yakınlığı sebebi İle, topçular-başılarm kontroluna bıra­ kılmış idi ( Voyages de Richard Pockocke, Paris, 1772, V , 365). Fakat her şeye rağmen, her çeşit ve her milletten insanın, denizcilerin kay­ naştığı bu yerde, bilhassa gemicilerin taşkınlık­ larına mâni olunamıyordu (A . Refik, X II. asır da İstanbul hayatı , İstanbul, 1930, s. 26 ). XIX. asır başlarında da, sefere çıkmak üzere olan kalyoncuların geceleri yaptıkları taşkınlıkların bahsi geçmektedir (G . A . Olivier, Voyage, Paris, 1802, I ). Daha XIV. asırda İbn Battüta (II, 4 32) tarafından dahi pisliği anlatılan Ga­ lata yabancılar tarafından bile „sooiable" ol­ mayan bir yer olarak gösterilmiş idi (Lady E. Craven, Voyage, Paris, 1789). Bu hu­ susta pek esld bir zamandan beri buranın bil­ hassa meyhaneleri ile meşhur olmasının da rolü vardır. XVI. asır seyyahlarından H. Dernschvvam buradaki meyhanelerden bahseder ( F. Babinger, Dernschmam’s Tagebuch, Leipzig, 1925, s. 102 ). P. G yllius {D e topographia, IV, 1 1 ; ingl. trc. J. Bati, London, 1729, s. 273) ’tan da öğrenildiğine göre, bu meyhaneler Ga­ lata sûrlarının dışında bulunuyordu; zamanzaman meyhanelerin kapatılması veya yenile­ rinin açılmasının yasak edilmesine rağmen, bu­ nun önlenemediği de bilinmektedir (A . Refik, X V I. asırda İstanbul hayatı, s. 14 1, 145 ; ayn. mil., H icrî X U . aşırda İstanbul hayatı, s. 6, 119 ) . Buradaki meyhâneler hakkında E vliya Çelebî tarafından da etraflı izâhât verilmek­ tedir. N ü f u s y a y ı l ı ş ı . Daha Bizans devrinden beri ahâlisi çok karışık olan Galata, yer-yer Türkler tarafından iskân edilmesine rağmen, mütecanis bir manzara alamamıştır {Fâtih devri vakfiyeleri, Ankara, 1938, tür. yer.). Fe­ tihten 20 yıl sonraki nüfus durumunu göste­ ren 881 ( = 1476) tarihli bir vesikadan (Topkapı sarayı, A r. Df., nr. 9524) G alata ’da 535 müslüman evine karşılık, $92 rum evi olduğu öğrenilmektedir ; ayrıca burada 62 ermeni ve 332 frenk evi bulunmakta idi. Buradaki dük­ kân sayısı 260 ’tır ( krş. R, M. Meriç, Birkaç mühim arşiv vesikası, İstanbul Enstitüsü der­ gisi, 1957» III, 33— 35 i krş. A rşiv kılavuzu, II,



1940, s. 168, D. 8803—9637 ). Yukarıda da işa­ ret edildiği gibi, türkleşmîş mahalleler Galata ’nın bâzı kısımlarına tamâmen türk bir görü­ nüş vermiş iken, buraları, geç devirlere doğru,



ï ii H / i 4â



İSTANBUL {GALATA ).



yeniden yabancı bir hususiyet almıştır. Hâlbuki rak, günümüze kadar gelmiştir. Bunlardan PaE vliya Çelebi zamanında, Başhisar ’da hiç hı­ nagia kilisesi belki Kefe ’den gelen muhâcirler ristiyan yok idi. Kasımpaşa ’dan Tünel ’in Bey­ ile alâkalı olup, şimdiki binası 1840 ’ta yapıl­ oğlu ucuna kadar çıkan ve buradan da Yük- mıştır ve 19 24 ’ten beri, Papa Eftim idaresin­ sek-kaldırım üzerinden Tophane’ye inen ve deki türk-ortodoks cemâatinin elindedir (T , eski hendeklerin etrafını saran büyük türk Ergene, İstiklâl harbinde Türk ortodokslan, mezarlığı ( E vliya Çelebi, Seyahatn&me, 1, 430 ) İstanbu'', 1 9 5 1 , s. 134, 18 6 , 189, 214 ; G. jâschke, yavaş-yavaş ortadan kalkmıştır. G alata ’nın Die Türkisch-orthodoxe Kirche, Der İslam, müslüman ahâlisini çoğaltmak gayesiyle, bura­ 1964, X X X IX , 95—129). G a la ta ’da yaşayan ya Endülüs Araplarınm iskân edildiği ve bun­ rum azınlığı gittikçe Beyoğlu-Taksi m istika­ ların Arap câmiine kendi adlarını verdikleri metine ve daha ileriye doğru inkişaf etmiş de tesbit olunmaktadır (O . Ergin, Fâtih imâ- ve bilhassa geçen asır içinde, Beyoğlu ’nun reti va k fiyesi, İstanbul, 1945, s. 39), Galata muhtelif yerlerinde, sarraflık ile, muazzam bir ’daki mahallelerin geçen asırda yabancılar ta­ servet yaparak, G alata sarrafları olarak tanı­ rafından ele geçirilmesi Ziya P aşa tarafından nan ( Tanzimat, s. 251, 265, 275 ) zengin rum­ acı bir şekilde tenkit edilmiştir ( Hürriyet , nr. ların konakları inşâ edilmiştir. A yrıca rum 2 1 ; Tanzimat, s. 835). edebiyat ve tıp cemiyetleri de kurularak, faali­ G a l a t a ’ d a k i d iğ e r h a l k l a r a gelince, yetlerini 1923 ’e kadar sürdürmüşlerdir. Az sa­ Bizans devrindi G a la ta ’da yaşayan mûsevîle- yıdaki katolik rumlarm da İngiliz sefârethânesi rin esâsında K aray mûsevîsi oldukları ve bu­ yakınında bir kiliseleri vardır. günkü Karaköy adının esâsının K aray kö­ Evliya Çe’ ebf zamanında iki mahalle olan yü olduğu rivâyeti eskiden beri yerleşmiş bir e r m e n i l e r d e G a la ta ’nın Tophane cihe­ kanâattir (S. Şişman, İstanbul Karay la n , İ s ­ tinde iki kiliseye sâhip bulunmaktadırlar. Bun­ tanbul Enst. derg., 1957, IU, 99). Fetihten önce lardan Surp Lussaroviç (S u rp K irk or) kilisesi muhtemelen G alata yahudilerinin Bizans ’a yar­ Fâtih vakfiyeleri ’nde de bahsi geçen bir bi­ dım etmeyeceklerini bildirdiklerine dâir bir nadır. İlk bina 1436 ’da yapılmış, muhtelif yan­ rivayet 10 11 (= 16 0 4 ) tarihli bir kayıt ile tes­ gınlardan sonra, yeniden inşâ edilmiş veya tâbit edilmiştir { T O E M , 35-49, 53 i A . Galanti, mir görmüştür. İçinde XVII. asır Kütahya ve Turcs et Ju ifs, İstanbu', 1932, s. 24 v.d.). Her ve Avrupa ’dan getirilmiş duvar çinileri bulu­ ne kadar Fâtih vakfiyelerinde Galata yahudi­ nan bu bina (O . As'anapa, Kütahya çinileri, lerinin adları geçmemekte ise de, burada, daha İstanbul, 1949, s. 63 ), 1958 ’de Codde genişletiX V . asırda, havra bulunduğu anlaşılmaktadır. lirken, tamâmen yıktırılm ış ve 1963 ’te yerine Bir havra 1470 ’te bavyeralılara ve 149 i ’de îs- yeni bir kilise yapılmıştır. K ato'ik ermenilere panyo' mûsevîlerine tahsis edilmiştir (A . G a­ âit Su rp P ırgıç ki.isesi ise, 18 31 —18 34 ’te yapıl­ lanti, Hist. d. Ju ifs d’Ist., II, 182 ). 1506 ’da mış { Eremya Çelebi, s. 233 ; Schneider, Galata, yahudilerin Boğazkesen havâlisinde oturdukla­ s. 27 ) olup, 1928 ’e kadar katolik ermenüerin rı bilinir (ayn. esr., II, 154). E vliya Çelebi de patriklik kilisesi olan bu binada Emtr Başir Galata ’da bir yahudi mahallesi ve iki havra Şihabi ’nin mezarı da vardır. Bir katolik er­ olduğunu kaydeder ( Seyahatname , I, 431, 432 ). meni kilisesi de Taksim ’de Surp Yerortutyun Karay mûsevîlerinin G alata mmtakassndan kilisesidir ki, avusturyalılar tarafından yaptı­ uzaklaşmalarına karşılık, buraya A vru p a ’dan rılmış ve 18 5 7 ’de ermenilere verilmiştir (M. gelen musevîler yerleşmiş, geçen asır içlerinde Belin, Histoire de l ’église latine de Constan­ de Balat ve Hasköy ’den Galata-Beyoğlu ’na tinople, Paris, 187®, s. 13 3 ). Yabancı elçiliklerin G a la ta ’da toplanması hicret etmişlerdir (A . Galanti, ayn. esr., I, 58 ). Hâlen en eski havra Zulfaris havrası olup, ile, onların himayesinde hıristiyanlardan mü­ 1671 ’de mevcut olan bu bina 18 9 0 ’da yeniden rekkep, l a t i n denilen kalabalık bir toplu­ luk G alata ’ya yerleşmiş ve bunun tabiî bir yanılmıştır. Hayli kalabalık olduğu tesbit edilen ru m ' neticesi olarak da, bir takım katolik kilise ve c e m â a t i fetihten sonra da ehemmiyetini mu­ manastırları ile diğer yardım müesseseler! ku­ hafaza etmiştir. E vliya Çelebi ’nin G alata rum­ rulmuştur (bk, E. D. d* Alessio, Relatione della larını 70 mahalle olarak göstermesine doğru stato Cristianita di Fera e di Constantinopoli, nazarı ile bakılamaz. G a la ta ’da Bizans dev­ 1630, İstanbul, 1925; ayn. mil., Recherches sur rinde mevcut kiliselerden hiç biri zamanımıza t 'hist, de la latinité de Cons., Echos d ' Orient. kadar gelmemiştir. Fetihten sonra Galata ’da, \ 1926, X X XIX, 21 v.d. ; M. Belin, Histoire de t Beyoğlu hariç, on kadar ortodoks kilisesi tes­ église latine de Cons., Paris, 1872 ; ayn mil., bit edilmektedir ki, bunbrın ancak bir kaçı, Histoire de ¡a latinité de Constantinople, Paris, müteaddit yangınlardan sonra, yeniden yapıla­ 1894; Schneider, Galata, s. 22-26), Bu kilise-



İSTANBUL ( G A L A T A ). terden en mühimleri, esâsı latin hâkimiyeti devrine kadar inen ve hâlen fransız lazarisi­ lerine âit S , Benoit manastırı ve kilisesidir ( E. D. d’ Alassio, Le monastère de Sainte Ma­ rie .. ou de Saint Benoit, Echos d 'O rie n t, 1934, XXXIII, 59-94; Schneider, Galata, s. 22-23). Burada Thököly îmre ’nin karısı Helena Zrinyi ( olm. 1703 ) ile oğlu Frene Rakoczi ( olm. 1735 ) ’den ( A . Ullein-Revczky, Souvenirs hongrois en Turquie, Nouv. R ev. de H ongrie ’den ayrı ba­ sım, Budapest, 1943) başka, Fransa sefir­ lerinden F. de Gontaut-Biron ile De Guillerau g e s ’in de gömüldükleri bilinir (R . Delbeuf, Ambassadeurs de France morts à Constanti­ nople, Istanbul, 19 11, s, 16, 36, 13 1} . Dominikenlerin elinde olan San Pietro ve San Paolo kilise ve manastırı ise, muhtelif yangınlardan sonra şimdiki hâli ile 1841 ’de G. Fossati tara­ fından yapılmıştır (E .D . d’ Alessio, L e couvent et i' église des Saints P ierre et Paul d Galata, Istanbul, 193s ; B. Palazzo-PA . Râineri, La Chiesa di San Pietro, İstanbul, 1943 ). Galata sûrları içinde duran üçüncü büyük latin k ili­ sesi ise, 1882 ’den beri Avusturya lazarıstlerine âit bulunan Sankt G eorg kilise, mektep ve hastahânesîdir ( J.G o ttw ald , Die Kirche Sankt Georg, Is.). Beyoğlu ’nda Santa Maria Draperü kilisesi bir müddet Avusturya-Maoaristan se­ fareti „şapeli" olduktan sonra, İtalyan rahip­ lerine geçmiştir. Bu kilisenin dehlizin içinde Mahmud II. devrinde ilk tıbbiye mektebinin mü­ dürü Dr. Bernard ’m mezar taşı mevcuttur ( S . Eyice, Mekteb-i tıbbiyenin ilk müdürü D r. B er­ nard ’ın mezarı, T D , 1950, sayı 3, s. 89-96 ). Eski elçiliklerin bahçelerinde husûsî „şapelleri" vardır. Türk halkı arasında „tatlısu frengi" adı ile, istihzalı bir şekilde ayırt edilmiş olan l e v a n t e n l e r G alata ve Beyoğlu ’nun XIX. asırda­ ki gelişmesi sırasında çok mühim rol oyna­ mışlardır. Bunlar G alata ’ya yerleşen çeşitli milletlere mensup insanların yerli hıristiyanlar ile karışmasından meydana gelmiş melez bir zümredir ve avrupaî bir kalıp içinde çe­ şitli şark ve Akdeniz havzası insanlarının te­ mayül ve hırslarını taşıdıkları müşâhade edil­ miştir. Adetâ Beyoğlu aristokrasisini teşkil eden bu zümreye karşı sefâretlerce gösterilen iüzumsuz ve aşırı sevgi yine avrupalılarca ten­ kit edilmiştir '( A. Slade, Records o f Travels, London, 18 38 ,0 , 183 ; Des Godins de Souhesmes, Turcs et levantins, Paris, 1896, s. 56 i B. Bareilles, Constantinople, ses cités franques et levantines, Paris, 1918, s. 261). Y a b a n c ı e l ç i i i k v e m ü e s s e s e le r . G a la ta ’nın levanten şehri hususiyetlerini be­ raberinde sürükleyen ve hattâ onu inkişâf et­



1214/149



tiren elçilikler ve kapitülasyonlar olmuştur. Bilhassa XIX. asırda her devlet İstanbul ’da muhteşem bir elçilik binası yaptırmağa ehem­ miyet vermiş ve bu bir yarışma hâlini almış­ tır. İlk olarak, XVI. asırda fransızların burada bir elçilik binası kurdukları bilinir. Ancak daha XVI. asır başlarında, bir vebâ salgını yüzünden, İstanbul ’daki bir fransız temsilci­ sinin Beyoğlu bağlarına çekildiği bilinmekte­ dir ( J . Maurand, Itinéraire, Paris, 19 01,-8 . 204). Fransa hükümeti 1 5 3 5 ’te, şimdiki kon­ solosluğun bulunduğu binanın yerinde, ilk se­ fareti kurmuştur. Choiseul-Gouffier tarafından âdeta bir san’at akademisi hâline getirilen ( A . Boppe, Les peintres du Bosphore, Paris, 19 i l , s. 145 v.d.) ve 18 31 yangınından sonra yeni­ den yapılan sefaret uzun ve hayli hareketli bir tarihçeye sahiptir. Venedik hükümetinin balyosu Tophane ’ye yakın, şimdiki Tomtom sokağındaki bir binada oturuyordu ( J . Mau­ rand, Itinéraire, s. 204; C. Baysun, t A , mad. BALYOS; T. Bertelé, II palazzo degli ambasciatori di Venezia a Constantinopoli, Bologna, 1932 ). Burası sonra Avusturya-Macaristan hü­ kümetine geçmiş ve uzun zaman, sefâret ola­ rak kullanıldıktan sonra, 1919 yılını müteâkip İtalyan sefareti olmuştur. O vakte kadar ise, Italyan elçiliği Tepebaşı eivârında hâlen Casa d’ Italia olan bina idi. Nuruziya sokağında olan Raguza temsilciliği binası artık mevcut değil­ dir ( kitabesi için bk. E. Mamboury, Guide touristique, 2 tab., İstanbul, 1929, s. 58 ). Po­ lonya ’nın muayyen bir elçiliği olmamış, yal­ nız bir müddet bir konağın elçilik olarak kul­ lanıldığı söylenir ise de, hakikatte resmen bir Lehistan elçiliğinin mevcut olmadığı ileri sü­ rülmüştür ( krş. j . Reychman, İstanbul1da eski Lehistan devleti elçiliğinin yerine dâir, Sanat tarihi yıllığı, 1965, I, 39—57). Ingiliz elçisi



XVI. asır sonlarında, Salıpazarı eivârında,Arap Ahmed Paşa yalısına taşınmış ( A . N. Kur a t, Türk-Ingiliz münâsebetlerinin başlangıcı, An­ kara, 1953, s. $1, 57 ), fakat elçi E. Barton ’un G alata ’daki eski binasına taşınması emredil­ miştir ( ayn. esr., s. 75 ). 1600 ’de İngiliz elçisinin G a la ta ’da bir evde ikamet ettiği bilinir ( San­ derson, Travels, London, 1930, s, 184 ). Şimdiki yerinde 1809 ’da yapılan İngiliz elçiliği binası, 1871 ’de, bugünkü şekli ile, yeniden inşâ edil­ miştir. İsveç elçiliğinin aslında ahşap bir ko­ nak olan binasının, 18 7 0 ’te yanması üzerine, şimdiki binası yapılmıştır. Rus elçiliği ise, 1836— 18 4 3 ‘te mimar G. Fossati tarafından yapılmıştır. Hollanda elçiliği de, HollaııdaHind Şirketinin ardiyesi arazisinde Guillaume III. zamanında inşâ ettirilm iştir. Meşrutiyet caddesi üzerindeki Amerika Birleşik Devlet-



1214/150



ISTAN BU L ( G A LA TA ).



leri elçiliği binası aslında bir husûsî konak baalar yanında Galata ve Beyoğlu ’nda, geçen olup, satın alma suretiyle Amerika devletine asırda, yabancı dillerde gazete ve dergi de geçmiştir, B ah k-p azarı’nda görülen bâzı mah­ yayınlanmıştır. Bunlardan A . Blaeque Bey ta­ zenlerin 1831 yangınında harap olan Macaris­ rafından neşre başlanan Moniteur Ottoman ga­ tan elçiliğine âit olduğu iddia edilmektedir zetesi husûsî bir ehemmiyeti hâizdir (S . N. (E . Mamboury, İstanbul touristique, İstanbul, Gerçek, Türk gazeteciliği, İstanbul, 1931,8. 30). 1951, s. 93). Prusya devleti elçiliği, uzun za­ İstanbul ’un ticâret merkezi olması sebebi ile, man Sakızağacı ’ndaki bir binada barındıktan G alata ’da Karaköy ’de, bir borsa kurulmuştur sonra, 1875—18 7 7 ’de şimdiki konsolosluğun (B . Bertrand, Constantinople, s. 75). yapılması üzerine, Ayazpaşa ’ya geçmiştir, Eski İçinde bulunduğumuz asrm başlarına doğru, Yunan elçiliği Galatasaray civarında, Kudüs yine elçiliklerin himâyesinde, bir takım A rkeo­ Piskoposu Kyriüos ’un konağı olan binada yer­ loji enstitüleri de te’sis olunmuştur. 1895 ’*e leşmiştir. Sıraselviler ’deki Belçika elçiliği ge­ kurulan Rus Arkeoloji enstitüsü 19 14 ’te ka­ çen asrın sonlarında yapılmıştır, Ayazpaşa ’da- panmıştır. 19 17 ’den 1918 ’e kadar faâliyet gös­ kİ Japon elçiliği ise, esâsında Pangiris Bey ’in teren Macar Arkeoloji Enstitüsünün ancak bir konağıdır. Maçka ’daki İtalyan elçiliği, İnşâatı neşriyat serîsi ortaya çıkabilmiştir (A . Hekler, bitirilmeden, kalmıştır. Bütün bu elçilikler Institut scientifique hongrois de Constanti­ konsolosluk olarak kullanılmaktadır. nople, Körosi Czoma Arch., 1 9 2 1 , 1 ). Alman A r ­ Bu elçiliklerin himayesinde bir takım mües­ keoloji enstitüsünün ilk nüvesi 1924 ’te Alman seseler de kurulmuştur. Fransız elçilerinden elçiliğinde atıldıktan sonra, şimdiki binasında Comte de Saint-Priest, voyvoda caddesinde, 1930 ’da resmen açılmıştır (H. Edhem, İstanbul­ hâlen „Sen Piyer" hanı denilen banka binasını ’da iki irfan evi, İstanbul, 1937 ). Fransız seyaptırmıştır ki, üzerinde bânisinin ve Fransa fâreti bahçesinde de 1930 ’da Fransız Arkeoloji kırallarının armaları görülen bu binada şâir enstitüsü te’sis edilmiştir ( ayn. esr.). Bunların André Chénier ’nin doğduğu ileri sürülmüş (R. en yenisi 1958 ’de kurulan Hollanda Arkeoloji Delbeuf, Les origines d ’André Chénier, Istan­ enstitüsüdür. Bu enstitülerin neşriyâtından bul, 1904 ; B. Bertrand, Constantinople, S. 73 ; başka zengin kütüphâneleri de vardır. Beyoğ­ E.D . d’ Alessio, L ’ascendance maternelle d’A n d ­ lu ’ndaki Alman Seyahat cemiyetinin 1888 ’den ré Chénier, Echos d’ Orient, 1927 ) ve bunu ha­ 19 11 ’e kadar çıkan dergisi İstanbul tarihi ba­ tırlatm ak üzere, binanın eebhesine R. Delbeuf kımından mühimdir ( bk. İstanbul Ansiklope­ taralından bir kitâbe konmuştur ( C. E sat, Es­ disi, İstanbul, 1947, II, 600). Ş e h i r o l a r a k G a l a t a ’n m in k i­ ki Galata, s. 118 ) . Fakat bugün mevcut bina 1770— 1775 ’te yapıldığına göre, C h én ier’nin ş â f ı . Bizans ve Cenova devrinde ancak sûr­ 1762 ’de burada doğmasına imkân olamayacağı ların içine inhisar eden G alata Önee sâhil âşikârdır ( krş. E. Dalleggio, La maison natale boyunca dışarıya yayılmış ve sonraları geri­ d‘ André Chenier, Atina, 1963 ). Fransa hükü­ deki bağlık sâhasına doğru genişlemiştir. Bu meti sefâret tercümanı yetiştirmek üzere, ayrıca sırada sûrların dışındaki gibi ( A . Brayer, 166$ ’te Saint Louis kilisesinde bir de „Genç N e a f annees Constantinople, Paris, 1836, I, tercümanlar m ektebi" açmış idi (H . Omont, 18 ), Taksim havalisindeki büyük tnüslüman Documents sur les jeunes de langues, Bulletin mezarlığı ( H. von Moltke, B rie f e, Berlin, 1876 de la Société de l’Histoire de Paris, 1890 ; B. s. 24—25 ) da, ağaçları ve taşları ile, tamâmen Bareilles, Constantinople, s, 14 1) . Bunlardan ortadan kaybolmuştur. Bu mezarlıklardan ka­ başka Beyoğlu ’nda ecnebilerin bir hastahâne lan tek iz Şişhane ’de Kasımpaşa ’ya inen yo­ veya tahaffuzhâne'.eri de var idi ( Brayer, N eu fs kuşun kenarındaki kubbeli küçük türbedir ki, années d Constantinople, Paris, 1836, 1, 3 0 ; Meyit-zâde, K âtib Mehmed Çelebî veya Sâliha Les hôpitaux à Constantinople, Journal des Hâtûn türbesi olarak tanınır ( Schneider, Gala­ Débats, Paris, 1886 ). Kapitülasyonların netice­ ta, s. 44). K arışık bir ticâret şehri olarak G alata si olarak, G alata ’nın muhtelif yerlerinde pos- tamâmen bir türk şehri inkişâfına mazhar ola­ tahâneler de kurulmuştur ( H, A ., Die fremden mamış, X V I.—XVIII. asırlarda türkleşınesi için Postanstalten in der Türkei, Merseburg, 1901 ). gösterilen gayret, XIX. asrm iktisâdı zafiyeti Yine elçiliklerin himâyesinde bir takım mat­ karşısında, yabancıların yeniden yayılmasına se­ baalar da faâliyet göstermiştir ( Mystakidis, bep olmuş ve sık-sık tekerrrür eden yangınlar İlk matbaa, T O E M , 1, 32 4 ; S. N, Gerçek, bu vaziyeti desteklemiştir. XIX. asrın başlarında Türk matbaacılığı, İstanbul, 1939, s. 29 )• Bir henüz türk şehri vasfını bir dereceye kadar ferman ise, Galata ’daki ermeni matbaasının ka­ muhâfaza eden G alata ( bu hususta Deniz mü­ patıldığını bildirmektedir ( A . R efik, Hicri X II. zesindeki Baker imzalı büyük panorama kıy­ asırda Istanbul hayatı, s. 32 ). Bu yabancı mat­ metli bir vesik ad ır), yangınları müteakip çı­



İSTA N BU L ( G A L A T A ), kan fermanlara rağmen, bu âfetten kurtula­ mamıştır. Şimdilik tesbit edilebildiğine göre, başlıca Galata-Beyoğlu (Tophane hâriç) yan­ gınları ( krş, M. Cezar, Istanbul 'da yangınlar, Türk sanatı tarihi araştırmaları, 1963, I, 327 v.d.) şunlardır: 18 kânun II. 1554 (H . Dernschvvam, Tagebuch, s. 1 1 9 ) ; belki 1559 (A . Re­ fik, X V I. asırda İstanbul hayatı, s. 59 ) ; 1640 ( Naîmâ, lil, 457 ); büyük yangın, 16 nisan 1660 ’da ve gemi infilâkı ( Fındıklılı, I, 18 2 ; înciciyan, s. 14 7 ) ! 1 6 8 1 ’de Kürkçü kapısı ( Râşid, Tarih, 1, 177 ) ; 1683 ’te Kurşunlu mahzen-Kalafat yeri ( Râşid, I, 391 ) ; 1696 ’da kiliseler ve S. Benoit ( Râşid, II, 3 9 1 ; A . Refik, X II. asırda . . . , s, 21 ); aynı sene Tophane yangını (Silâhdâr tarihi, Veliyüddin Efendi kütüp., nr. 2369, s. 3 3 1 ) ; 1700, G alatasaray civarı ( ayn. esr., s. 370 ) ; 17 15 , Azapkapı içinde karlı fırtına iie ( Râşid, IV, 3 3 ) ; 12 temmûz 17 31, kiliseler ( Inciciyan, s. 84, 86, 9 1 ; Kömüroiyan, s. 2 3 2 ) ; 1746, Sandıkçı, Kürekçi ve Yahudi evleri ( İzzî, Tarih, 7o»-6); 1762, Galata-Eeybğlu ( Mııri ’l-tavürih, 5144, 433a ); 16 saat süren büyük G alata yangını, 8 şubat 177 1 (Inciciyan, s. 9 1 ) ; kiliseler, 1791 (Salabery, Voyage â Constantinople, Paris, VII, 14 9 ) ; G alata kulesi yangını, 1793 1 794 ( Cevdet, VI, 1 2 0 } ; 1796, Azapkapı (Cevdet, VI, 2 3 3 ); 1806, semti meçhul (A , jaubert, Voyage en Armenie et en Perse, Paris, ts., 2. tab., s. 279; Cevdet, VII, 165 ’te 1807 ’de bir Arap camii yangınının bahsi geçer ); 6 teşrini. 1812, G alata (Andreossy, Constantinople et le Bosphore, Paris, 1829, s. 17 9 ) ; 18 3 1, G a la ta ’da büyük bir yangın, bütün elçilikler yandı ( Murray's Handbook fo r travellers, London, 18, s. 17 6 ) ; 1828 ( Marchebeus, Voyage de Paris d Cons­ tantinople, Paris, 18 3 1, s. 17 4 ) ; Taksim-Aynalıçeşme ve Tatavla yangını, ağustos 18 31 (L u tfî, Tarih, III, 16 4 ); 1852, Mevlevî-hâne eivârı (Th. Gautier, Constantinople, Paris, 1953, s. 2 6 5 ); bir kaç gün sonra T aksim ’de 20 ev { ayn. y er.); 5 haziran 1870, Feridiye sokağı-İngiliz sefâreti ( Takvim -i vekayî, I I rebiülevvei 1287 ; E. de Amicis, trc. J. Colomb, Constantinople, Paris, 1892, s. 247; O. Ergin, M ecelle-i umâr-i belediye, I, 13 14 ). Bu yangınları Önlemek için, evlerin saçaksız, kârgir yapılması hakkında çıkarılan fermanla­ rın ( A . Refik, X V I. asırda İstanbul hayatı, s. 59; ayn. roll., H icrî X II. asırda İstanbul haya­ tı, s. 2 1 ) pek te’siri olmamış ve aslında G ala­ ta sûrlarının en yüksek noktasında hâkim bir kule mâhiyetinde olan G alata kulesi, önce ter­ sane emrine verildikten, bîr müddet de zindan olarak kullanıldıktan sonra ( krş. Anonim, K a ­ nunî devrinde İstanbul, trc. Fuad Carım,



12 14 / 15 1



İstanbul, 1964, s. 17, bilhassa s. z74), yangın kulesi hâline getirilm iştir ( Ayvansarayî, Ha­ di kat al-cavâm f, II, 57 )• Eski gravür ve hattâ fotoğraflarda ahşap külahı ile görülen kule ( eski resmi için bk. Lucas, Voyage, Rouen, 1724, I, 67 ; jouannin-Van Gaver, Turquie, re­ sim 2 8 ; Castellan, Voyage, 1820, levha 32), 1875 ’te külahının yerine şimdiki Örtüsünü al­ mıştır. Eskiden beri yukarısındaki kahvehanesi seyyahları cezbeden kulenin XVI. asırda kısa bir müddet hey’etçi Takiyeddin tarafından rasad-hâne olarak kullanıldığı da iddia edilmiştir ( H adİka, D, 57), fakat bu husus umumiyetle reddedilerek, bu rasad-hâne G alatasaray ci­ varında aranmıştır ( J . Mordtmann, Das Observatoriıım des Taq cd-din zu Pera, D er İs­ lam, 1923, XIII, 82—96; A . Adıvar, Osmanh türklerinde ilim, İstanbul, 1943, s. 87 ; A . Sa­ yılı, The observatory in İslam, Ankara, i960, & 289 v.d. ve levha 6, 7 ). İnciciyan (s . 82 ) ’m gece yarısını haber vermek üzere, 17 17 ’den beri burada kös vurulduğunu bildirmesine kar­ şılık, J. Dallaway ( Constantinople ancienne et moderne, Paris, an VII, I, 205 ) XVIII. asır sonun­ da yangınların da kos ile duyurulduğunu yazar ( Galata kulesindeki mehter takımı ile ilgili 119 4 = 17 8 0 tarihli bir vesika için bk. İ. H. Konyalı, İstanbul sarayları, İstanbul, 1943, s. 61 ). 1870 Beyoğlu yangını üzerine, itfaiye teş­ kilâtını ıslâh etmek için, M acaristan’dan müte­ hassıs Szechenyi getirtilerek, yeni bir teşkilât kurulmuştur. G alata ’da başlangıçta yabancıların indikleri bir kervansaray daha 1498 ’de zikredilmiştir (A . von H arff, The pilgrim age, nşr. Metts, Lon­ don, 1946 ). G alata hıristi yani arı sonraları ev­ lerini pansiyon vermeği kâriı bir geçim vâsı­ tası olarak görmüşlerdir (Castellan, Lettres, 1820, II, 65 ; Des Godins de Souhesmes, Turcs et levantins, Paris, 1896, s. 288 ). Galata O rta çağda, burada hâkim Cenovalıların te’siri ile, tam bir İtalyan şehri havası İçinde gelişmiş, binaları, sokakları Akdeniz şe­ hirlerinde görülen benzerleri gibi yapılmış ¡dİ. Arazinin yamaç hâlinde oluşu yüzünden, so­ kakların bir kısmının merdivenli olarak yapıl­ ması zarureti doğmuş idi ki { j . Sauvaget, Notes sur la colonie génoise de Péra, Sy ria , 1934, s. 252 v.d.), bunların en ehemmiyetlisi olan Yüksekkaldırım 195Ô ’ya kadar basamaklı şeklini muhafaza etmiştir. Galata "nın Karaköy havâ­ lisinde bir „piazetta“ ( „piyasa meydanı“ ) ol­ duğu da bilinir. Palazzo del commune denilen ve 13 15 ’te yeniden yapıldığı bilinen idâre sa­ rayı ise, Voyvoda caddesinde kısmen durmak­ tadır. Ön cephesi kesilen bu eski Cenova sara­ yının esas şeklini bâzı vesikalardan öğrenmek



12 14 /15 2



İSTA N BU L (G A L A T A ).



kabildir ( L.T. Belgrano, Documenti..., Genova, 1888, ievha 4 ; aynı resim için bk. Schneider, Galata, s. 51 ). Fâtih ’ten sonra şehrin AzapkapıKaraköy-Voyvoda caddesi hudutları içindeki kısmı hemen tiirkleştirilmiş, bu hududun dışın­ daki mahalleler ise, ancak mevziî sûrette türk­ leşmiştir. G alata ’nın en büyük kiliselerinden San Paolo e San Domenico kilisesi Fâtih tara­ fından, fethedilen şehirlerde câri olan âdet ge­ reğince, eâmi hâline getirilm iştir ki {Fâtih vak­ fiyeleri, Ankara, 1938, var. 45, s. 202 ), bugün Arap camii denilen bina burasıdır ( bk. aşağıda, c â m i 1 e r ). Bir ticâret merkezi olan G alata !da han ve kervansaraylar da ihmal edilmemiş ; ay­ rıca, çok kalabalık bir gemici nüfusunun de­ vamlı olarak kaynaştığı bu yerde, en fazla va­ kıf geliri te’min edebilecek bir müessese olarak, hayli hamam yaptırılmış, hattâ odun yetmediği için, yeni hamam inşâsı yasak edilmiştir (A . Refik, Hicrî X II. asırda İstanbul, s. 217). XV. ve XVI. asırlarda mevcut olan bu hamamların G alata ’nm daha fazla hıristiyanlar ile meskûn kısımlarında da bulunması dikkati çeker (T . Gökbitgin, X V . ve X V I. asırlarda Edirne ve Paşa livası, İstanbul, 1952, s. 300— 3 0 2 )* Ç e­ re k 15 5 9 ’da ( A , Refik, X V I. asırda,,,, s. 59), gerek 1693 ’te ( ayn. mil., X II, asırda..., s. 21 ), Galata evlerinin kârgir yapılmalarına dâir kararlar tâmim edilmesine rağmen, yangın­ lar eksik olmamış ve bir taraftan da ahşap evler yapılmıştır ( bu hususta bk. İstanbul de­ niz müzesindeki Baker ’in panoraması ve Melling 'in Voyage pittoresque ’deki gravürleri ). G alata ’nın kısmen türkleşmesinde XVI. asır­ da Sokullu Mehmed Paşa vakıflarının husûsî bir kıymeti vardır ( bk. aş., C â m i l e r v e ç e ş m e l e r ) . Türk mıntakasmın içinde kalmış olan St. François kilisesinin, 1696 yangınından sonra, tekrar imâsına müsâade olunmayarak, yerine yapılan Gülnuş Emetullah Sultan câmii ( Yeni câmi ) ve etrâîındaki manzûme bu ba­ kımdan G alata tarihinde mühim bir mevkie sahiptir. Bu manzûmenin inşâsı ile etrafındaki hıristîyan evlerinin yeniden inşâsı da önlenmiş ve böylece G alata ’nnı türkleşmesinde ve imâ­ rında hamle kaydedilmiştir (A . Fefik, Hicri XII. asırda.,,, s, 30 ). XVIII. asırda bu düşünce­ nin devam ettiğini Azapkapı ve Karaköy ha­ valisindeki eserler isbat eder. Galata, geçen asırda İstanbul şehremaneti idaresi kurulur­ ken, altıncı dâire olmuştur ( arması İstanbul Belediye Müzesindedir ), Bu dâirenin, yabancı- : lardan da istifâde ederek, G alata ’yı imâra ça- ! lıştığı ve bunun için teşebbüslere geçtiği tes- 1 bit olunmaktadır (O . Ergin, İstanbul'da imar ve iskân hareketleri, İstanbul, 1938, s. 35 ; ayn. mil., Türkiye'de şehirciliğin tarihî inkişâfı,



İstanbul, 1936, s. 127 ). Daha 1854/1855 ’te, G a­ lata sokakları isimlendirilmiş, 1857 ’de gaz tenvirâtı kullanılmağa başlanmış, oteller inşâ edilmiş idi (E . Isambert-A. Joanne, Itinéraire de l’Orient, Paris, 1860, s. 350, 386). Bu arada G alata sûrlarının da büyük bir kısmı yıktırıl­ mıştır ( bk. M. de Launay, Notice sur le vieux Galata, L'Univers-Revue Orientale, 1874, ş. 25—30, 105 v.d., 170 —17 8 ,2 2 5 —233). Bu ara­ da G alata ’ya su getirmeğe de teşebbüs olun­ muş, Karaköy meydanı açılmış, caddeler geniş­ letilerek kaldırımlanmıştır. Tophane ’ye inen hendekler etrafındaki türk mezarlarının kaldı­ rılması, Kasımpaşa sırtlarındaki Küçük mezar­ lığın, daha sonraları da Taksim-Fmdıklı me­ zarlığının (C h. Pertusier, Promenades pitto­ resques, Paris, 18 15 , levha XII ) kalkması ile, nihâî neticeye ulaşmış, 1920 ’ye doğru kalkan Şişhane mezarlığı ile, 1935 ’e doğru kaldırılan Kuledibi mezarlığı kaldırılmıştır. Bugün Galata-Beyoğiu ’nda türk mezarlıklarından, hiç bir iz kalmamıştır. Geçen asrın içlerinde, bilhassa Beyoğlu ’nun ana caddesi Üzerinde veya yan sokaklarında zengin yabancılar veya levanteııler tarafından Avrupa ’nın „hotel-privé ’Seri­ nin" taklidi olan muhteşem konaklar yapılmış­ tır ki, bunların bir kısmı hâlâ durmaktadır ( S. Naum-Duhanî, Vieilles gens vieilles demeu­ res, topographie sociale de Beyoğlu au XIX. siècle, Istanbul, 1Ç47; ayn. mil., Quand Bey­ oğlu s'appelait Péra, 2. tab., Istanbul, 1956 ). Galata Istanbul ’un başlıca eğlence muhiti ola­ rak, bilhassa tiyatroları (Konkordiya, Naum) ile, meşhur olmuş idi. G a la ta ’da ehemmiyetli bir hâdise de 1876 ’da Karaköy ’den yukarı Beyoğlu ’na bir tünelin açılmasıdır (E. H. Gavand, Chemin de fe r metrolopitain de Cons­ tantinople ou ehemin de fer souterrain de Ga­ lata à Péra dit Tunnel de Constantinople, Pa­ ris, 187Ö ). T ü r k d e v r i e s e r l e r i . Hadi kat al-cavâmi‘ (İstanbul, 12 8 1, II; kitâbeler için krş. M. R âif, Mir'ât-ı İstanbul, İstanbul, 1314 ) ’de G alata câmi ve mescitleri, yer sırasına göre, önce sûrlar içinde olanlar, sonra da sûr dışın­ da bulunanlar olmak üzere, anlatılmıştır. A. C â m i l e r . A r a p c â m i i . VI. asra âit olması muhtemel bir Bizans harâbesi ( belki Hagia E irene kilisesi ), bir müddet Ceneviz mezarlığı olarak kullanıldıktan sonra, aynı arazide San Paolo adına bir latin kilisesi ya­ pılmış ve 1323 —1327 yıllarında burası San Domenico adına büyük bir dominiken manas­ tırı ve kilisesi olmuştur (B . Pa'.azzo, L' église Saint Paal ou Arap Djami, İstanbul, 1947 ). Bu bina fetihten sonra, fethedilen her şehirde âdet olduğu üzere, bölgenin en büyük kilisesi



İSTAN BU L ( G A L A T A ). olduğu için, Fâtih tarafından camie çevrilmiş­ tir ( Fâtih vakfiyeleri, nşr. Vakıflar Umum müdürlüğü, Ankara, 1938, var. 45, s. 202, var. 318, s. 258 ). Bu binanın kuruluşunu arapiarın V 1H. asırdaki İstanbul muhâsaraları ile alâkalı gören, hattâ burasının Maslama tara­ fından 97 ( h.) ’de yapıldığını iddia eden riviyetlerin hiç bir esâsa dayanmadığı artık anlaşılmıştır ( M. Canard, L ’Expédition des arabes contre Constantinople, J A, 1926, s, 94— 102, m ) . Bu efsâneyi bildiren XIX. as­ ra âit manzûm bir kitâbe hâlen câmiin için­ de mevcuttur ( İstanbul ansiklopedisi, II, 55 ^ ! B. Palazzo, ayn. esr., îev. IV —V ! ). Hâlbuki Bizans devrindeki câmi şehrin içinde idi (A . Vasiliev, Quelques remarques sur les voya­ geurs du Moyen Âge, Mélanges Diekl, Paris, 1930, 1, 294 ). Câmiin bu adı almasının baş­ lıca sebebi X V I.—XVII. asırlarda Endülüs ’ten hicret eden araplartn buraya iskân edilmesi­ dir ( O. Ergin, Fâtih imâreti vakfiyesi, s. 39 ; Hasluek, Christianity and İslam, s. 7 2 4 » ay­ rıca bk. Comidas, s. 59 ). Bir çok defa ta­ mir görmüş olan A rap câmiinin 1 9 1 3 ’teki ta­ miri sırasında, döşemesi altında yüzden fazla kitâbeli ve armalı Cenova mezar taşı bulun­ muştur ( E. D. d’Alessio, Le pieiri sepolcrali di Arap giami, Genova, 1942 ). A yrıca minare olarak kullanılan gotik üslûptaki çan kulesi içinde de bâzı duvar resimlerine rastlanmıştır ( J . Ebersolt, UArap Djami, Mission ar­ chéologique de Constantinople, Paris, 19 2 1), A z a p k a p ı s ı c â m i i. Sadrâzam Sokullu Mehtned Paşa için Mimar Sinan tarafından ( Tazkirat al-abniya, I, 33 ) 1577 ’de yaptırıl­ mıştır ( Hadika, II, 37, nr. 2} M. R âif, Mir’ât, s. 467 ). Camie güzel bir kemer ile bağlı olan minâresi, 1807 ’de, bir yangından sonra, yeni­ lenmiştir. 1914 — 19x8 harbi sırasında tâmire başlanan câmi, 1938 — 1941 ’de ihyâ edilmiştir. Merkezî kubbesi, mütekâmil tipin güzel misal­ lerinden biri olan bu fevkanî câmi İstanbul ’un en dikkat çekici âbideleriııdendir ( Gur­ litt, Baukunst, s. 8 3; A . Gabriel, Les mos­ quées de Constantinople, Syria, 1926, s, 391 ; E. Egli, Sinan, Züri eh, 1954, s. 99 ). Y e n i c â m i . A dı, ilk defa olarak, 1304 ’te zikredilen San Francesko kilisesinin 1660 ’ta yanması, 1670 ’te de tamirine rağmen, 1696 ’da hıristiyanlarm elinden alınması üzerine ( Belin, Histoire de la Latinité, s. 187 ; Echos d'Orient, 1926, nr. 24, s. 28 ), onun yerinde Gülnûş Emetullah Sultan ’ın hayratı olarak ( Hadika, II, 34, nr. 2 ; R âif, Mir'ât, s. 454 ) yapılmış ve 6 mart 1697 ’de açılmıştır ( bk. Arşiv kdavuzu, II, 40, nr. E 145-1188, ı ı 6 i ; E . 145-9251; M. E r­ doğan, Tarih dergisi, 1953, sayı 5-6, s, 101 ).



*2 1 4/ 1 5 3



Bu câmi evkafça 1937 ’de yıktırılarak, 1959 ’da arsasına dükkânlar ve iş yerleri yaptırılmıştır. Hâlen, bâzı müştemilâtı ile, dış avlu duvarı ve buna bitişik H09 ( 1697 ) tarihli bir çeş­ mesi vardır ( R âif, M ir'ât, s. 454 ; Tanışık, Çeş­ meler, II, nr. 29 ). Y e r a l t ı c â m i i. Kurşunlu mahzen camii de denilen bu bina aslında Galata ’dan Sarayburnu’na çekilen zincirin bağland ğı dört kö­ şe hisarın temeli ve mahzenidir. Fetihten son­ ra Mahzen-i sultanî ( V akfiyeler, s. 98,9 ) de­ nen bu mahzenin yerinde, gûyâ Maslama za­ manında, İstanbul önünde şehit düşen Vahb b. Husayra ve SufySn b. Ubayna ’nin buraya gö­ müldüklerine dâir bir efsâne vardır (Hasluek, Christianity, s. 726 ; S . Ünver, Sakâbe kahir­ leri, İstanbul, 1953, 8,47 v.d.) ; XVII. asırda bu mezarlar „keşfedilerek“ , burada Murad IV, tara­ fından bir câmi yaptırılmak istenmiştir (E vliya Çelebî, Seyahatname, I, 568 ), Şimdiki câmi ise, sadrâzam Bâhir Köse Mustafa Paşa tarafından 116 6 — 116 9 ( 1754—1756 ) yılları arasında yap­ tırılm ıştır ( Hadika, II, 39 ; Râif, Mir'ât, s. 450 ). 54 adet payesi olan bu binanın üzeri tonozlar ile örtülüdür ( bk. E. Mamboury, İstanbul tou­ ristique, 1952, s. 424 ). G a l a t a ’n ı n d i ğ e r c a m i l e r i . Bun­ lar arasında sadrâzam Kemankeş Mustafa Paşa ’nın yaptırdığı Kemankeş câmiî ( H adika, II, 36 ) ehemmiyetli bir âbidedir, Alaca mescid (H a d ik a, II, 34 } Şeyhülislâm Zembilli A li Efendi tarafından yaptırılmış ( 1502— 1505 ) ıs de, 19 58 ’de yıktırılm ıştır; A li Hoca mescidi ise, H a d ik a ’da. zikredilmemiştir (Schneider, Galata, s. 3 ° ) ! Süleyman I. ’nın imamı Bektaş Efendi mescidi (H a d ik a , II, 36) 19 59 ’da yık­ tırılm ıştır ; G alata kalesi dizdarı 'A li b. Haşan ’m yaptırdığı Bereket-zâde mescidi ( H adika, îij 35 ) >948 ’de yıktırılm ış, hazîresi ise, 1952 ’de kaldırılmıştır ; Bozacı sokağı mescidi ( H a­ dika, II, 49) kayıptır. Eski Yağkapanı mes­ cidi 153& ’da idâm olunan İbrahim Paşa tara­ fından yaptırılmıştır ( H ad ik a, II, 39), şimdi mevcut olan bina yenidir ; Eınek-yemez mes­ cidi 15 9 0 ’da yapılmış (Hadilça, II, 35), hâlen haraptır; Hacı A ’mâ veya Yek-çeşm mescidi Fâtih devrine âit olmakla beraber ( Stiftu n gs­ urkunden, s. 89, I ; V akfiyeter, s. 18 6 ; H adi­ ka, II, 35 ; Râif, Mir'ât, s. 462 ) kaybolmuştur; hazîresindeki en eski mezar 115 5 ( 1 742) ta­ rihli olan ve Hoca Ali admda bir kaptanın yaptırdığı Hendek mescidi ; Karanlık veya Ha­ cı Karabaş mescidi, 937 ( * 5 3 ° ) ’de yapılmış ( H adika, II, 62; R âif, s. 3 6 5 ); hattat Dcmirci-kulu Mimi Çelebî mescidi hâlen harap ( I fa d ik a . H, 50), Kürekçiler mescidi (H a d i­ ka, II, 36 ) kayıptır ; aynı şekilde Şeyhulis-



1214/154



İSTANBUL (G A L A T A ).



lâm Molla Güranî tarafından bir kiliseden şa [ Bonneval ], Galib Dede, İsmail Ankaravî Çevrilmiş olan Manastır mescidi ( Hadika, II, ve İbrâhim M üteferrika’nın mezarları burada­ 34 ; Râif, s. 449 ; Stiftungsurkunden, s. 86, 87 ) dır. Tekkenin avlusunda Haşan A ğa çeşmesi ve bir namazgah yerine Cebeei Mûsâ Çelebî- (Tanışık, Çeşmeler, II, nr. 2 3 ) ve kapısı ya­ ’nin yaptırdığı Meyit iskelesi mescidi (Jia d i- nında hâlen karakol olan 1235 ( 1 8x9 ) tarihli fa ı H) 37 i R âif, s. 456 ) ortadan kalkm ıştır; Hâlet Efendi sebili vardır ( İ. Kumbaracılar, 1004 ( h.) ’te ölen Boyalı Nişancı Mehmed Pa­ Sebiller, İstanbul, 1938, s. 51 ). Sıraselviler cad­ şa ’nm mescidinin ise, ancak harabesi vardır desi üzerinde de bir tekke harabesi vardır. ( IJa d ik a , II, 38 ) ; Fâtih devrine âit Okçu MûC. Medrese, sıbyan mektepleri sâ mescidi {H a d ik a , II, 3 5 ) mevcuttur; Pala­ v e k ü t ü p h â n e l e r . G a la ta ’da iki med­ mut mescidi veya Hacı Mustafa A ğa mes­ rese tesbit olunmuştur ki, bîri 1580 tarihli K ı­ cidi ( JJad ik a, II, 50 ) kayıptır ; Bayezid II. ta­ lıç A li Paşa medresesi, diğeri ise, Yenicâmi rafından yaptırılan Bayezid mescidinin bugünkü yanında vezir Mehmed Paşa tarafından yaptı­ fevkani binası yemdir (f/ a d ifa , II, 36; Râif, rılan U 17 ( 1705) tarihli Valide medresesidir s. 453 ), önündeki çeşme 1875/1876 tarihlidir; (Yanındaki Galata mahkemesi hâlen matbaadır, Şah-kulu mescidi XVIII. asırda yapılmış ( mezarı Schneider, Galata, s. 35 ). G alata ’da beş ka­ 118 4 = 17 9 0 tarihli), 18 7 6 ’da tâmir edilmiştir dar sıbyan mektebi tesbit olunmuştur. Bunlar­ ( fdad'ika, ÎI, 7 ; Râif, s. 4 3 0 ); aslı Fâtih dev­ dan birinin harâbesi Okçu Mûsâ mescidi ya­ rine kadar inen Şehsuvar Bey mescidi ( IJad i- nında idi ( S . Eyice, Galata, T D , 1, 2x0) ki, fa , II, 35) ise, 19 50 ’de ihyâ edilm iştir; Y ağ- 1955 ’te yıktırılm ış ve ahşap Topçubaşı Mehmed kapanı veya Karaköy mescidi Merzîfonlu Kara A ğa mektebi ( XVIII. asır ) 1949 ’da satılmıştır. Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış ( H adika, Adile Sultan mektebi (E yice,ogn . esr., s. 207) II, 39) ve 1958 ’de yıktırılmıştır ; aslî mima­ binasının san’at değeri yoktur. G alata ’da mirîsini muhafaza edebilmiş eserlerden olan Y a­ mârî bakımından kendi nev’i içinde şâheser zı mescid 1582 ’de Meyit—zâde ’lerden Mehmed sayılabilecek bir mektep Azapkapı ’da Sâliha Efendi tarafından yaptırılmış olmakla beraber Sultan mektebi idi. 1734 ’te yapılan bu güzel {H a d ik a , II, 4 1) , hâlen h araptır; nihayet G a­ eser ( bk. Sauvaget, Notes, 1934, levha 32 ) lata ’da Yelkenci Hanı mescidi ( I Ja d ifa , II, 38 ; 1956 ’da yıktırılm ıştır. G alata ’nın ehemmiyetli Râif, s. 460 ) ile Hacı Ömer ’in yaptırdığı Yolcu- bir mimârîye sâhip mektebi reis-ül-küttâb İs zâde mescidierinin de ( H adi fa , 1 1 , 35) bulundu­ mâil E fe n d i’nin mektebidir ki, 114 5 ( 1 73 2 ) ğu bilinir. Beyoğlu mmtakasmdaki mescidler- tarihli muhteşem bir çeşmenin üstünde bulu­ den Bayezid II. devrinde Kalyoncu-başı Yunus nan bu âbide şimdi Türkiye Turing ve otomo­ A ğa tarafından yaptırılan Aşmalı m eseid (i/a- bil kurumu arşividir Atabinen, Galata ’ da d ifa , II, 7) her hâlde 1870 yangınında, tamâ­ Kemankeş câmii avlusunda T T O K arşivi, men ortadan kaybolmuştur. İngiliz sefareti T TO K belleteni, 1949, sayı 86, s. 3 —6). G alata ’da İki kütüphane var idi. Bunlardan yakınında görülen Kamerbâtun mescidi ( ida­ di fa , II, 8 ) son devirde mimar Kemâleddin ta­ mevlevîhânedeki sebilin üstünde Hâlet Efendi rafından yeniden inşâ edilmiştir. G alatasa­ tarafından kurulmuş olan kütüphanenin kitap­ ray ağalarından Hüseyin A ğa tarafından 1597 ları Süleymaniye kütüphanesine nakledilmiş­ ’de yapılarak, bir çok defa tâmir gören A ğa tir ( H. Dener, Süleymaniye kütüphanesi, İs­ câmii {IJa d ik a , 31, 7) 19 3 7 ’de yeniden ya­ tanbul, 1 9 5 7 , s. 44). Diğeri Kılıç Ali Paşa pılmış, ve yanma başka bir yerd n şadırvan medresesinde 1219 ( 1805 ) da Debbağ-zâde İb­ ile bir havuz getirilm iştir ( İstanbul Âbideleri, rahim Efendi tarafından kurulmuş {Kılıç Ali s. 5). Alman hastahânesinİn yanındaki ha­ Paşa kütiiphânesi defteri, İstanbul, 1 3 1 1 ) olup. rap Sirkeci mescidi ise, Mustafa A ğa tarafın­ 1914 ’te kitapları Süleymaniye kütüphanesine nakledilmiştir ( H. Dener, ayn. esr., s. 42 ). dan yaptırılmıştır {IJa d ik a , II, 7 1) . B. T e k k e l e r . En eski m e v l e v î t e k ­ Bugünkü Galatasaray lisesinin esâsı ise, Ba­ k e s i olarak, 14 91 ’de yapılan G alata mevîevî- yezid II. devrine kadar inmektedir. İki ayrı hânesi 17 6 5 ’te yanmış, 1795—179 6 ’da tekrar kuruluş efsânesi olan bu acemi oğlan kışlası yapılmıştır ( H adika, 11, 4 2; Râif, s. 400; A. (E vliy a Çelebî, Seyahatnâme, l, 71 v .d .; M. Münip Bandırmak-zâde, Mecmııa-i tekâyâ, İs­ Ziya, Mekteb-i sultânı, İstanbul, 1918, s. 15 ) tanbul, 1307, s. 4 ; ayrıca bk. S. Eyice, Galata geniş bir arâziyi kaplıyor, içinde biri eski, hakkında iki kitap, T D , 19 4 9 ,1,2 12 , not 40). biri Ahmed III, devrine âit mescİd'erİ ( Hadi­ ka, II, 50), hamamları, 17 9 3 ’e kadar mevcut Avrupahlar arasında büyük bir şöhrete maz har olan bu tekke tekkelerin lağvından sonra dâr-üş şifâsı (E vliya Çelebî, Seyahatnâme, I, bölünmüş, son yıllarda arsasına kısmen evlen­ 71 ), kasr-ı hümâyûnu ve Mahmud I. tarafın­ me dâiresi yapılmıştır. Humbaracı Ahmed Pa­ dan kurulan kütüphanesi var idi. Bir çok defa



İSTANBUL ( G A L A T A ) . yanan ve zaman-zaman başka gayelere intibak ettirilen bu mektep (Süheyl Ünver, İstanbul tıp fakültesi kaç defa yer değiştirdi) fransız­ ca tedrisat yapan bir lise olarak kullanılmak­ tadır. Bugünkü binası, 1906 yangınından sonra, tanzim edilmiştir (tafsilât için bk, F. Tsfendiyaroğîu, Galatasaray tarihi, İstanbul, 1952, I ). P . H a n v e k e r v a n s a r a y 1 a r. XV. as­ rın sonlarında alman seyyahı von H arff bu­ rada bir kervansaraya inmiştir. KarakÖy ’deki Havyar hanının da aslında eski bir kervan­ saray olduğu iddia edilmiştir (S . Byzantios, Konstantinopoulis, Atina, 1862, 11 ,56 ; Mordtmana, Constantinopel sur Zeit S, Süleiman, Bosphorus, 1906, I, 37 ). Sonraları bu bina bor­ sa olarak kullanılmıştır. San Pietro kilisesinin yanında olan Saint Pierre hanı ise, 17 7 1 yan­ gınından sonra, fransız elçisi Comte de Saint Priest tarafından ikametgâh ve banka olarak yaptırılmıştır. Kurşunlu han adı ile de tanınan Rüstem Paşa kervansarayı Mimar Sinan tara­ fından, 1544— 1550 yılları arasında, Saint Mi­ chèle kilisesinin yerinde yapılmıştır ( planı için bk. E. Mamboury, Istanbul touristique, s. 360, resim 88 ). G alata ’nın diğer mühim bir türk hanı ise, Yelkenciler hanıdır (C . Esat, Eski Galata, s. 108 v.d.). Eski Osmanlı şehirlerinde câri usûle göre, Galata ’da bir de bedesten inşâ edilmiştir. Fâtih devrine âit olduğu ileri sürülmekte ise de (E vliya Çetebf, 1,432 ), bu­ nun bugün mevcut olan binası eski tariflere uymamaktadır. 993 ( 1585 ) tarihli bir fermanda, hıristiyan binası 20 kubbeli, 16 direkli bir bina­ dan bahsedilmektedir (A . Refik. X V I ■ asır­ da İstanbul hayatı, s. 133 ). Bugün mevcut be­ desten binası 9 kubbeli, tamamen türk mimarî esaslarına uygun güzel bir yapıdır ( bk. E, H. A yverdi, s. 4 11 v.d.). Cenova devrine âit Ga­ lata evlerinden evvelce bahsi geçen Palazzo del commune ’den başka, Arap eâmii civarın­ daki bir bina kalmıştır (B . Bareilles, Cons­ tantinople, s. 128; Schneider, Galata, s. 35}. •Öteden beri Bizans veya Cenova yapısı olarak gösterilen kârgir çeşitli binalar ise ( Gl, de Beylié, L'habitation byzantine, Supplément, Grenoble, 1903, levha 10 ; C. Gurlitt, Die Bau­ kunst Konstantinopels, s. 53 ; C. Esad, Eski Galata, s. 114 v.d.), mimarîlerinden açıkça an­ laşıldığı gibi, XVII. ve XVIII, asırlara âit ta­ mamen türk hususiyetlerine sâhip binalardır. £ . S ı t e ’s i s l e r i , s e b i l , ç e ş m e v e h a m a m l a r , a. S u t e ’ s i s l e r i . Fâtih ’ten önce G alata cihetinin su ihtiyacı sarnıçlar sa­ yesinde te’min ediliyordu. Bunlardan bir tânesi S t. Benoit kilisesi yanında olup, harabesi uzun zaman görülmüştür ( E. D. d’Alessio, La ci­



terne de St. Benoit, E O, 1934, XXXIII, 59



1214/155



v.d.); büyük bir ihtimâl ile, Arap .camii av­ lusu altında da bir sarnıç vardır. Taksim ’de, Alman hastahânesinin biraz aşağısında da eski bir sarnıca âit bakiyelere rastlanmıştır. Mah­ mud I. tarafından U45 ( 1 7 3 2 ) ’te yaptırılan Bahçeköy su şebekesinin te’sisine kadar (K . Dalman, Valensaquadukt, 1932, s. 21 ), şehrin bu yakasının su ihtiyâcının mahallî imkânlar ile te’min edildiği anlaşılmaktadır (k rş. S. Nİrven, İstanbul suları, İstanbul, 1946, s. 205 ). Esâsında Topuzlu-hend ’e bağlı iken, sonraları çok tevsi olunan Bahçeköy su şebekesi, Tak­ sim semtine adını veren „büyük taksim" veya „makseme“ kadar geldikten sonra, buradan muhtelif kollara ayrılır ( S . Nirven, ayn. esr., s. 190 v.d. ; Taksim suyu te’sisleri, İstanbul Belediyesi sular idâresi, İstanbul, 1957, sayı 3 ve S . Çetıntaş, Güzel sanatlar dergisi, VI ). Abdülhamid II. tarafından 1320 ( h.) ’de yap­ tırılan Hamidiye su şebekesinin ise, suları K e­ merburgaz yolundaki kaynaklardan toplanarak, Taksim ’e kadar getirilmiş ve şebeke Yüfcsekkaldırım, Şişhane, Galatasaray ’a uzatılmıştır ( S. Nirven, ayn. esr., s. 206 v. d.). Bahçeköy şebekesinin, G alata ’yı besleyememesi yüzün­ den, daha 1851 ’de tetkiklere başlanmış ( bk. G . d’Ostoya, Les eaux dans le VI. Cercle, Journal de Constantinople, 18 6 3’ten ayrı ba­ sım ; E. Gavand, Projet de distribution d’eau de Galata, de Péra, Istanbul, 1869 ) ve, an­ cak geçen asrm sonlarına doğru, Terkos gö­ lünden alman su şebekesinin bir kolu da Ga­ lata ve Beyoğlu mmtakasma ayrılmıştır, 6. S e b i l l e r . E vliya Ç eleb î’nin G alata ’daki sebiller ve çeşmeler için inanılmaz rakam­ ları hilâfına, burada hâlen üç sebil mevcuttur. Bunlardan en muhteşemi Azapkapısmda, mek­ tebin yanında, Türk rokokosu üslûbunda ola­ rak, 11 45 { 1 732/*733 ) ’te Valide Sâliha Sultan tarafından yaptırılan Sâliha Sultan sebilidir. Manzum tarihi Vehbî ’ye ait olan bu sebil (R â if, Mir'ât, s. 467; İstanbul âbideleri, s. 13 ; Schneider, Galata, s. 37 ) uzun zaman harap ve metruk kalmış (H. Edhem, Câmilerimiz, İstanbul, 1932, s. 68, resim 5 1 —53 ; I. Kum­ baracılar, Sebiller, s. 35 ; I. H. Tanışık, Çeş­ meler, II, 59 ) ve 1954 ’te tâmir edilmiştir ( Azapkapısı çeşmesi, İstanbul, 1954 , nşr., İs­ tanbul Belediyesi sular idaresi ). Bunun pek az ilerisinde, köşe başında, 1263 (18 4 6 .18 4 7 ) tarihli, şimdiki hâli ile, san’at değeri olma­ yan basit bir sebil daha vardır ki, bunun E vliya Çelebî ’de bahsi geçen Mehmed Pa­ şa sebilinin yerini aldığı zannedilmektedir ( I. Kumbaracılar, s. 35 ; Schneider, s. 39 ).ş Gala­ ta ’nın üçüncü sebili, G alata mevlevîhânesi ka­ pısı yanında, Hâlet Efendi kütüphanesi altın-



*214/156



İSTANBUL ( G A L A T A ).



dakt 1235 ( 1 8 1 9 ) tarihli Hâlet Efendi sebilidir ni olacak olan böyle bir köprünün H alic ’in çok (İ. Kumbaracılar, s. 5 1 ) ki, hâlen karakoldur. yukarı kısımlarında kurulmuş olacağı düşünül­ A yrıca Evliya Ç eleb î’de ( Seyahatnâme, I, 124} müş, lustimanos, Hagios Kaliinikos veya Haadları geçen Ruznâmeci, Kürkçükapısı dışında gîos Pante'eimon köprüsü adı verilen bu köp­ Koca Ken’an Paşa ve Karaköy kapısı civa­ rünün, bunun ayaklarını gördüklerini zanneden rında Kapudan Paşa sebillerinden hiç bir iz Gyllius ve E vliya Çelebî ’deki kayıtlara daya­ nılarak, Eyüp-Sütlüce arasında ( 220 m.) olduğu kalmamıştır. c . Ç e ş m e l e r . G alata ’nm en âbidevî çeş­ ileri sürülmüştür ( E. Oberhummer, Pauly-W ismesi Fâtih ’in baş-imamı tarafından yaptırıla­ sova, Realenencycl., bk. mad. Constantinoporak, 1145 ( 1 732 ) ’te Defterdar Mehmed Efendi lis ). Son araştırmalar bu köprünün mevcudi­ tarafından yeniden inşâ olunan Bereket-zâde yetini şüpheli kılmakta, iki sâhili bağlayan tek çeşmesidir. Bir kaç yıl önce bu çeşme yerinden köprünün Kâğıdhâne deresi ağzında olduğu id­ sökülerek, Kuledibi ’ndeki sûr bakiyesine yapış­ dia olunmaktadır (R . Ja n in ,Les ponts byzan­ tırılm ıştır ( Bereket-zâde çeşmesi, İstanbul, ts., tins de la Corne d’Or, Mélenges Grégoire, nşr. İstanbul Şehri muhibleri cem iyeti; Câmi- 1949, s. 247 v.d .; krş. îbn Battu ta, II, 425). terimiz, s. 25, resim 20; İstanbul âbideleri, s. XIX. asra gelinceye kadar, Haliç üzerinde ku­ 20; İ. Tanışık, H, 62 ). G alata ’nm diğer çeşme­ rulan ve mevcûdiyeti hakkında müsbet bilgi­ leri şunlardır : Sokullu Mehmed Paşa ( 1568 ), ler olan tek köprü, 1453 ’te, muhasara sırasın­ Emetullah Sultan ( 1697 ), Ahmed III. ( 1706 ;, da, inşâ edilmiştir. Bu da, bir tombaz köprü­ Mihrişah Kadın ( 1 73 2 ), Yahya A ğa (17 3 2 ), Ver- dür ( Dukas, s. 279; Khalkokondyles, s. 4 50 ; dinez Kadın (1732 ), Reis-ül-küttap İsmail Efen­ Phrant zes, s. 252 ; Barbara, s. 43 ). Kadırga­ di (17 32 ), Hacı Mehmed A ğ a (1732), Bilâl A ğa ları yanyana bağlamak suretiyle yapıldığı (1796), Topcubaşı Abdüîmü’min A ğa (17 9 6 ? ), ileri sürülen ( Nişancı tarihi, s. 145 ) bn köp­ Mahmud II. (18 3 0 ), matbah emini Haşan A ğa rünün Pîrî-Paşa-A yvansaray veya Knmbarahâçeşmeleri ( 1649 }, Bıyıklı Mustafa Paşa ( 1636, ne-Defterdar arasında olduğu tahmin olunur ( J. şimdi y o k ), Osman II. ( 16 2 1, şimdi yo k), Cû- Mordtmann, Belagerung und Eroberung Kons­ didil Valide ( 1689 ), Saraylı Şekerpare ( 1875 ), tantinopels, Stuttgart, 1858, s. 73 ; V . MirmiroğTopçubaşı Mehmed A ğa (*774), A li Paşa lu, Fâtih ’in donanması, İstanbul, 1946, s. 80 ). (1694, şimdi yok), Mirâlem Halil A ğa çeşme­ Eski bir fransız el-yazmasında bu köprü fıçılar leri ( bk. İ, H. Tanışık, H, tür. yer.). Beyoğlu üzerine kurulmuş olarak tasvir edilmiştir ( J . tarafında ise, en muhteşem çeşme sadrâzam Ebersholt, Orient et Occident,Paris, 1954,2. bas­ Gürcü İsmail Paşa tarafından yaptırılan 1732 kı, levha 34} ki, bu daha doğru olarak kabul edil­ tarihli meşhur Aynalı çeşmedir. 1942 ’de sökü­ mektedir (F , Babinger, Mahomet der Eroberer, len bu çeşme ortadan kaybolmuştur (Tanışık, München, 1953, s. 196 ). Bu köprünün fetihten il, s. 66). 1732 tarihli Baş-ağa (G a la ta sara y ’da, sonra, daha elli yıl kadar durduğu hakkmdaki yalnız kitabesi var ), Cebecibaşı Abdullah A ğa malûmat yanlıştır. Topkapı sarayındaki bir ve­ ( 1 7 3 1 ) , Sıraselviler ’de Paşa Baba ( 1 81 2 ), A ğa sikadan anlaşıldığına göre ( Arşiv kılavuzu, II), Leonardo da Vinci, 1502—1503 yıllarında, G a­ camii ve Taksim ’de Mahmud II. ( 1732 ) çeşme lata ile İstanbul arasında bir köprü kurmak leri vardır. d. H a m a m l a r . E vliya Çelebî G alata ’daki üzere dâvet edilmiş, cevabının türkçe tercüme­ hamamların isimlerini verir ( Seyahatname, I, sinin ifâde tarzından anlaşıldığına göre, o da 43 3 ) : Bokluca hamamı, Karaköy hamamı { yıkı­ bunu kabûi etmiştir (F . Babinger, Vier Baularak, yerinde Karaköy Palas yapılmıştır ), Ka- vorschlâge Leonardo da Vinci’ s an Sultan Bapı-içi hamamı ( X V . asır ), K ılıç A li Paşa ha­ jezid II., Nach. d. Ak. d. Whs. Göttingen, 1952, mamı ( 1583 ’te Sinan tarafından yapılmıştır, nr. 1 ; Ch. Ravaisse Mollien, Les manuscrits planı için bk. K . Klinghardt, Türkische Boeder, de Leonardo da Vinci, Manuscrits G ,L e t M de Stuttgart, 1929, s. 65, 77 v.d.; K. A . A ru, Türk la Bibi, de Tlnst., Paris, 1890 ). Tek gözlü ve hamamları etüdü, İstanbul, 1949, s. 108, resim her ucu çift ayaklı olacak olan böyle bir köp­ 10 5—109 ), Perşembe Pazarı hamamı, Yamalı rünün teknik bakımdan kurulmasının imkânsız hamam ( 1958 ’de y ık tırıld ı), Yeni hamam, Ye- olduğu iddia edilmektedir. Niçin yapılmadığı şil-direk hamamı ( muhtemelen Sokulln Mehmed ise meehuldür. Aynı yıllarda (15 0 4 — 150 6 ?) Paşa H am am ı), Galatasaray hamamı, Ağaca- Michel Angelo da, bir köprü yapmak üzere, İs­ mli ’nde Bahçeli hamam ( 1964 ’te y ık tırıld ı). tanbul ’a dâvet edilmiştir ( Ansacîo Convidi, D i ğ e r t e ’ s i s l e r . Bizans devrinde, Ha Vita di Michelangelo Buonarotti, 1553, nşr. l i c ’in iki yakası arasında, bir müddet bir köp - Paolo d’Aneona, Milano, 1928, s. 98, 1 68; F, r ü olduğu kabul edilmektedir ( Khronîkan Pas- Sarre, Michel Angelo und der türkische H of, khale, Bonn, 1, 618). Gemilerin seyrüseferine mâ­ Repert. fü r Kunstwiss., 1909, s. 32, 6 1 - 6 6;



İSTANBUL (Ğ A L A T A -T Ü R K EDEBİYATINDA).



H .Grim m , Leben Michel zlnge/o’ş, Berlin-Stutt­ gart, 1909, 1, 261), P e ra ’da oturan ve Gondi bankası mümessili olan Tomasso da Zolfo’nun 1 nisan 1 51 9 ’da, Edirne ’den yolladığı bir mek­ tupta, 15 yıl önceki bu teklif hakkında bilgi­ ler vardır ( Babinger, ayn. yer.}. Bundan sonra, XIX. asra kadar köprü mevzuu ele alınmamış­ tır, H aliç ’te kurulan ilk esaslı köprü Hayrâtiye köprüsüdür { Cisr-i atik de denir ). Kapudan-ı derya vekili Fevzi Ahmed Paşa nezâretinde Tersane ’de yapılan bu köprü Azapkapısı ile Unkapanı arasını bağlıyordu. 3 eylül 1836 ’da, Mahmud 11. tarafından açılan bu köprüden ge­ çiş parasız idi. 600 arşın boyunda, 10 m, ka­ dar genişlikte idi (L u tfî, Tarih, V , 59). Bunu takiben 1845 Te Bezm-i Alem Valide Sultan ta­ rafından ilk Karaköy köprüsü veya Vâlide köp­ rüsü ( Cisr-i cedîd de denir ) yaptırılm ıştır. Bu da Tersane ’de yapılmış ve 18 sene kullanılmış­ tır (resimleri için bk. E. Flandin, L'Orient, Paris, 1853, 1, levha 19 v.d.). Bunu 1863 ’te ikinci K ara öy köprüsü tâkip etmiştir. On iki yıl kullanılan bu köprü de ahşap idi ( Biseo tatarafından yapılmış resmi için bk. E, de Amicis, Constantinople, Paris, 1874). A ynı yılda Ayvansaray-Piri Paşa arasında (350 m. kadar) kazıklı bir ahşap köprü daha inşâ edilmiştir. Yahudi köprüsü denen bu köprü, Cezayirli Mıgırdıç adında bir sarraf tarafından, geçiş pa­ rası almak üzere, yaptırılmış ise de, menfaatleri haleldar o'.an kayıkçılar tarafından on gün son­ ra yakılmıştır. 1870 ’te Edhem Paşa tarafından üçüncü Karaköy köprüsünün yapılması için te­ şebbüse geçilmiş, 24 dubalı bir köprü yaptırı­ larak, 19 x 2 ’ye kadar kullanılm ış; aynı köprü 1912 ’den 1936 ’ya kadar da A zapkapısı-U«kapa­ nı arasında kullanılmıştır. 1875 ’e doğru ısmarla­ narak, Hayrâtiye köprüsü yerine yapılan Unkapanı köprüsü 1912 ’ye kadar kullanılmış, bu tarihte onun yerine üçüncü Karaköy köprüsü konmuş ve 27 nisan 1912 ’de açılmıştır. Üçüncü Unkapanı köprüsü ( A tatürk köprüsü ), 1935­ 1940 arasında yapılmıştır ( G. Alnar, Haliçteki köprüler, Akşam gazetesi, 13, 15, 17, 25 ve 27 mayıs 1939 ! burada bütün köprülerin ölçü ve şemaları da vardır ). G alata kıyılarında, muayyen yerlerde iske­ leler bulunuyor ve gemiler açıkta demirledik­ lerinden, karaya sandallar île çıkılıyordu. Başlıca iskelelerden biri Azapkapısı, diğeri Tophane idi. Gümrük, K arak ö y’ de idi (resmi için bk. Lewis-Album ; Les paquebots du Levant, guide des Voyageurs, Paris, 1853, s. XIo v.d., nşr. Services Maritimes des Messageries Natio­ nales ). Kırım harbi sırasında Fransızlar, sahile asker ve vâsıta çıkarırken, çok sıkıntı çektik'erinden, 1856 Paris kongresinde bu durumun



güçlükleri Osmanlı devletine gösterilmiş idi. Mamafih daha uzun zaman gemiler limanda nu­ maralı ve muayyen şirketlere tahsis olunmuş şamandıralara bağlanmağa devam etti ( Der saa­ det limanı nizamnamesi, İstanbul, t s . ; Rego• lamento del porto di Constantinopoli, İstan­ bul, 1878 ). 1857 ’de Fenerler imtiyazını almış olan Marius Michel (sonraları Mişeî P a ş a ) ’e 18 7 9 ’ da rıhtım inşâatı imtiyazı verildi ( Dersaadet limanının ıslâhı için teşekkül eden ko­ misyonun mazbataları, İstanbul, 1294 = 1877). İmtiyaz 75 senelik olup, sâhıbine limandan ge­ çecek eşyadan ücret alma salâhiyeti veriyordu. G alata sahilindeki rıhtım inşâatına nisan 1892 ’ de başlanmış, ve inşâat 1893—18 94 ’te Topha­ n e ’den G a la ta ’ ya doğru ilerlemiş, fakat bu rıhtıma gemi yanaştırılması istendiğinde, ka­ yıkçıların şiddetli mukavemeti ile karşılaşıl­ mış ve bir irâde-i seniyye ile gemilerin yanaş­ masına izin verilmemiştir. Eylül 1895 ’fe, ilk olarak, bir vapur rıhtıma yanaşınca, kayıkçı­ ların bir nümâyişi ancak askerî kuvvet ile ön­ lenebilmiştir. G alata rıhtımı ( uzunluğu 758 m.) beş senede tamamlanmıştır. Dersaâdet rıhtım, dok ve antrepo şirket-i osmâniyesinin mukave­ lesinin diğer işleri geri kalmış ve nâfıa nezâ­ reti ile olan çeşitli ihtilâflar büyüyerek, Midilli hâdisesine sebep olmuştur. Şirket, bir çok bina­ lar ile birlikte, Çinili Rıhtım hanı ( 191 o—1 91 1 ) ve Merkez Rıhtım hanını (19 x 2 — 19 14 ) yap­ tırmıştır. 1933 ’te şirketin devletçe satın alın­ masına teşebbüs olunmuş ( İstanbul rıhtım, dok ve antrepo T. A. Ş. mübâyea mukavelenâm esi) ve bu mukavelenin tatbikine 23 kânûn I. 1934 tarih ve 2665 sayılı kanun ile 10 kâ­ nûn II. 1935 ’te başlanmıştır ( Z. Bilge, İstan­ bul rıhtımlarının tarihçesi2, İstanbul, 1955 ). Son asırda E eyoğlu ’ nun dış hududunda askerî te’sîsler de yapılmıştır. Bunlar arasında Taksim kışlası, Gümüş-suyu askerî hastahânesi, Har­ biye binası ve Maçka silah-hânesi gösterilebilir. (S T



ürk



E d e b iy a t in d a



em avî



E



y î c e .)



İs t a n b u l



. Fetihten sonra beş yüz yıla yakın Osman­ | lI devletinin payitahtı olan ve nesiller bo­ yunca turk zevk ve yaratıcılığının her saha­ da en mükemmel örnekleri ile dolarak, bü­ j yük bir medeniyet merkezi hâline gelen İs­ j tanbul türk edebiyat! üzerinde derin te’sirler ; icrâ etmiştir. Güzel ve çeşitli tabiat manza­ j raları, muhteşem sarayları, konakları, yalıları, mâbedleri, medreseleri, imalâthaneleri, çarşı­ ! 'arı, eğlence yerleri ve mesireleri ile, bu bü­ yük şehir, denilebilir kİ, türk'erîn yaşayış tarzları ile fcerâber, hayat görüşlerini ve ka­ rakterlerini de değiştirmiş, onlara bir başka



1214/158



İSTANBUL (TÜ RK EDEBİYATINDA).



hüviyet vermiştir. Edebiyatta bu değişikliği kip teşekkül eden Saltuk da İstanbul ’a gelir, daha önceki yüzyılların saf ve açık bir dille şehri muhtelif yerlerinden yangına verir, erleri anlatılan hamasî ve dinî muhtevasından, git­ ile berâber A y a so fy a ’da namaz kılar, kâfirler tikçe daha süslü, ince, zarif ve nükteli bir ile savaşır ve nihayet ahidnâme ile, B izan s’ı üslûp ile ifâde olunan dünyevî, âdeta „bur­ haraca bağlayarak, çekilir. Şehri fetih gâyejuva tarzında" denilebilecek bir hayat görü­ sinı gütmeyen Saltuk orada adam dahî bırak­ şüne geçiş olarak tavsif edebiliriz. Gerçekten maz. Bunun sebebini İstanbul ’ un „fesad bir XH1. ve XIV. asır türk edebiyatının umumi­ yer" olduğu, müslümanlar burada yerleşirlerse, yetle kahramanlık destanları, dînî ve tasavvufî ahlâklarının bozulacağı fikri İle İzah eder { bk. şiirler ile dolu olmasına karşılık, XV. ve bil­ Fahir İz, Eski türk edebiyatında nesir, İstanbul, hassa XVI. asırdan sonra, büyük bir kısmı 1964, s. 286—290), Abü Ayyüb al-A nşâri ’nin İstanbul ’ un bin bir zevk ve ihtirasın tatmini­ hâtırası da fetihten Önee çok canlı olmalı ki, ne elverişli muhitinde vücûda gelen eserler Evliya Ç e le b î’nin yazdığına göre, Fâtih İs­ daha ziyâde dünyevî bir mâhiyet taşır. Eski tanbul ’u alınca, onun mezarını araştırmış ve türk tarih ve destamama hâkim olan alp şeyh Akşemseddin, ilk defa seccadesini se­ vc gâzî tipleri İstanbul ’un fethinden sonra, rerek, namaz kıldığı ve istiğraka d a ld ğ ı top­ debdebe ve dârat içinde yaşayan çok İhtişamlı rağın altında onu keşfetmiştir ( Seyahatnam e, bir hükümdar şekline girdiği gibi, zühd ve I, 40i ). Akşem seddin’in bu keşfi ve İstanbul takvayı, dünyadan el-etek çekmeği Tanrıya ve ’un fethi ile alâkalı diğer hareketleri Menâkib huzûra kavuşmak için yegâne yol bilen din­ ’inde geniş olarak anlatılmıştır ( bk. Fahir İz, dar tipi de, dünyanın güzelliği ve iş hayatı ile ayn. esr., s, 345—359 ). Eyüp semtinin teşek­ uyuşan, ticâret ve zanaat île meşgûl, hayrat külünde ve dinî bir muhit hâline gelmesinde yapmağı ve başkalarına yardımı seven bir şe­ bu efsâne veya inancın büyük bir te’siri ol­ hir efendisi hâline gelmiştir. Bunların yanı muştur. İstanbul fethi ile ilgili daha bir çok sıra İstanbul kendilerini tamâmiyle zevk ve efsâne ve rivayet var ise de, bunlar edebî safâya veren ve gayr-i ahlâkî bîr ömür süren bir şekle sokulmamıştır ( bk. M. Hâlid Bay­ tiplerin türemesine de sebep olmuştur ki, XV. rı, İstanbul folkloru, İstanbul, 1947 ). XV . asır yüzyıldan bugüne kadarki türk edebiyatında şâirlerinden Akşemseddin-zâde Hamdî ’nin mev­ bunlardan sık-sık bahsedilir. zuu halk edebiyatından alınmışa benzeyen ve İstanbul ’un türk edebiyatındaki akislerini vak’ası fetihten önceye âit olan Tuhfat atburada teferrüâtı ile anlatmak imkânsızdır. 'uşşak adlı mesnevîsi, daha sonra yazılmış Aşağıdaki satırlarda halk, dîvan ve Tanzimat- İstanbul ile alâkalı halk hikâyelerinin âdetâ tan sonraki türk edebiyatında İstanbul İle alâ­ bir öncüsü olması bakımından, dikkate şâkalı belli-başh eserlere, gâyet kısa bir şekilde yândır. Burada kayseriyeii müslüman, genç işaret edilmek ile yetinil mi ştır. ve güzel bir tüccar, mal almak üzere, İs­ A. H a l k e d e b i y a t ı n d a İ s t a n b u l . tanbul’a gelir, bir hana iner. Bizans hüküm­ Fetihten önce yazılmış olan Dede Korkut ki­ darının vezirinin adamları bunu kendisine tabında, İstanbul bezirganların mal almak İçin haber verirler. Vezîrin güzel bir kızı var­ gittikleri uzak bir şehir olarak geçer. Bay- dır. Vezîrin evine dâvet olunan delikanlı ora­ büre Beg, yeni doğan oğlu Beyreg ’e, „yahşi da kızı görünce âşık olur. K ız ile evlenebilmesi armağanlar" almak üzere, bezirganları Rumeli için dinini terk etmesi şart koşulur; küfr ile ’ye yollar. Bunlar İstanbul ’a gelirler ve „bir iman arasında bir fark gözetmeyen, Tanrının deniz kulum, toz ajığır ile ağ tozlu katı yay bin-bir tecellisi olduğuna inanan delikanlı bu ve altı perlü gürz" alarak, 15 yıl sonra Bey­ teklifi kabûl eder ve kız ile evlenir. Fakat reg ’e getirirler ( Muharrem Ergin, Dede K o r­ A yasofya ’da yapılan büyük âyin esnâsında, kut kitabı, Ankara, 1958, I, H 7). İstanbul’u oraya ilk geldiği zaman bıraktığı Kur'an ’ı gö­ fetheden türkier her hâlde daha önee burayı rerek, büyük bir heyecana k a p ılır; bu kita­ atmak İçin savaşan müslüman kahramanların İ bın ne olduğunu soran kıza ve babasına K u rdestan ve maceralarını biliyorlardı. Efsânesi 'an ’ 1 o k u r; Allah kelâmının te’siri ile, onlar türk halkı arasında hâlâ yaşayan Seyyİd Bat­ da müslüman olarak, K ayseriye’ye dönerler tal Gâzî [ bk. mad. B A T T A L ] Üsküdar ve ( bk. E. j» Gibb, A history o f ottoman poetry, KadıkÖyti ’ne kadar gelmiş, şehri 7 yıl ku­ London, 1905, II, 50). Bu hikâyede dikkate şatarak, buralarını imar etmiş idi. E vliya Çe­ şâyân olan kahramanın bir tüccar olması ve lebî Kadıköy adının evvelce Gâzî-köy oldu­ sonradan dinî duygusu galebe çalmış olmasına ğunu kaydeder ( Seyahatnâme, I, 470). S el­ rağmen, bir kâfir kızına âşık olarak, dinini çuklular devrinde yaşamış bir alp-eren gibi bırakabilmesidir. Daha sonra teşekkül etmiş gösterilen ve şahsı etrafında büyük bir ıtıenâ- olan ve vak’ası İstanbul ’da geçen halk hikâye-



İSTANBUL (TÜ RK EDEBİYATINDA).



(erinde kahramanlar umûmiyetle tüccar veya tüccar-zâdedirler ve onlarda artık dinî duygu değil, zevk ve eğlence bahis mevzuudur. Vak’ ası Murad IV. devrinde geçen Hançerli Hanım hi­ kâyesinde ( Selâm î Münir, H ançerli Hanım, İs­ tanbul, 1937), Bedestenli Halil Efendi adında zengin bir adam vardır ; ölünce, oğluna büyük bir miras kalır.Kötü niyetli dalkavuklar delikan­ lının etrafını sararlar ve onu, eğlendirmek için, İstanbul ’un meşhur meyhane ve mesirelerinde dolaştırır, kumara ve içkiye alıştırırlar. H ikâ­ yenin genç kahramanı Süleyman Bey batakhâneler ile dolu olan İstanbul ’da Hançerli Ha­ nım adında bir âlüftenin tuzağına düşer ve onun kölesi olur. Vak’ ası yine Murad IV. dev­ rinde geçen Tayyar-zâde hikâyesinde (H ikâye-i Tayyar zâde, İstanbul, 1289) zengin bir adam tarafından himâye edilen genç ve güzel bir delikanlı bir gün, hile ile, çok zengin, fakat çok çirkin bir kadın olan Gevher Hanım ’m sarayına sokulur ve orada hapsedilir. Ancak bin-bir maceradan sonra, Murad IV. ’ın mü­ dâhalesi ile, bu batakhâneden kurtulur. Vak’ ası İstanbul ’da geçen daha bir çok halk hikâyesi vardır. Bunlarda İstanbul umûmiyetle servet ile sefahatin, güzellik ile ahlâksızlığın birleş­ tiği bîr yer olarak görülür. Vak’aları İsfahan, Kandehâr, Tebriz, Horasan, Erzincan gibi şark diyarlarında geçen halk hikâyelerinde { bk. Otto Spiess, Türk halk hikâyeleri, trc. Behçet Gönül, İstanbul 1941 ) aşk çok mefkûreleştirilmiş olduğu hâlde, vak’aları İstanbul ’da ge­ çen halk hikâyelerinde çapkınlık, şehvet, para ve mal ihtirası hâkimdir. Bâzı halk masalla­ rında da İstanbul saf genç kız veya delikan­ lıların aldatıldığı bir muhit olarak görülür ( bk. Naki Tezel, İstanbul masalları, İstanbul, 19 38: iki kız kardeş ve Bedestenli M ustafa E f e n d i). H alk edebiyatı sahasında İstanbul ’u en iyi aksettiren eser Karagöz [ b. bk,] ’dür. E vliya Çelebî ’nin „üç yüz pâre taklidi" olduğunu söy­ lediği „hayâl-i zıil" ’da İstanbul her cephesi ile görünür. Başlangıçta şiir ve mesnevî gibi dinî ve hamasî bîr mâhiyet taşıyan Karagöz, İstan­ bul ’a gelince, tamâmiyle değişmiş, bu İmpara­ torluk merkezinin renkli ve kozmopolit haya­ tını aksettiren gerçekçi ve hicviyeei bir hü­ viyet kazanmıştır ( bk, Sabri Esat Siyavuşgil, İstanbul ’da K aragöz ve K aragöz ’ de İs­ tanbul, İstanbul, 19 38; ayn. mil.,., Karagöz, psikososyolojik bir deneme, İstanbul, 1941 ; Helmut R itter, KaragÖs, türkische Schat­ tenspiele, Wiesbaden, 1953). Karagöz perde­ sinde görünen bütün tipler, başta Karagöz ve Hacivat olmak üzere, Çelebî, Zenne, Tiryaki, Beberuhî, Sarhoş, Külhanbeyi tipleri türk ma­



1214/159



hallesinden alındığı gibi, arap, acem, arnavud, yahudi, ermeni, tatlısu frengi v.b. gibi tipler de İstanbulluların yakından tanıdıkları çehre­ lerdir. Oyunların mevzûlarım teşkil eden vak’alar da İstanbul hayatı ile ilg ilid ir: A ğ a ­ lık ’ta, Esir-pazarı ’nda köle ve câriye alım-satımı, B üyük evlenme ’de İstanbul ’un muhteşem düğünleri, Cazular ’da câhil halkın bâtıl inanç­ ları, Hamam ’da bir devir ve çevrenin bozuk ahlâkı, Orman ’da sûr dışına çıkılınca, karşı­ laşılan tehlikeler, Baskın ’da eski türk cemiye­ tinin meşhûr bir örf ve âdeti, Bahçe ’de İstanbul mesireleri, Cambazlar ’da bir loncanın merâsimleri, Salıncak ’ta bayram yeri, Tahmis ’te Tahtakale kahve doğüşleri v.b. perdeye akset­ tirilm iştir. Karagöz ’de, kendisini konuşma, ne­ zâket ve davranış bakımından en üstün ölçü olarak kabûl eden şehirli türkün alay ve mi­ zahı vardır. Karagöz ile berâber eski türk halk temâşâ san’atınm ikinci mühim kolu olan ortaoyununda da tipler ve vak’alar İstanbul haya­ tından alınmıştır ( bk. Selim Nüzhet Gerçek, Türk temâşâsı, İstanbul, 1942). Fetihten sonra İstanbul ’a yerleştirilen ve daha sonra gelen türk halkı ile beraber halk kültür ve edebiyatı da İstanbul’a gelmiş, fakat bu yeni muhitte o da mâhiyetini bir hayli de­ ğiştirmiştir. İstanbul ’da halk şâirlerinin yaşa­ dıkları ve san’atlarını İcrâ ettikleri yerler, kah­ vehaneler, meyhaneler, konaklar ve saraylar idi. Buralarda köy ve kasaba çevresinden baş­ ka türlü bir hayat yaşanmakta idi. E vliya Çe­ le b î’nin kendi zamanında sayılarının 300 nefer olduğunu söylediği s â z e n d e g â n ve ç ö ­ ğ ü r c ü y â n ( Seyahatnâme, I, 639), sazları ile geçinemedikleri için, tulumbacı, kayıkçı, bekçi olmuşlar, ilhamlarını da, pek tabiî ola­ rak, yeni çevrelerinden almışlardır. II. meşru­ tiyet devrine kadar devam eden ve İstanbul ’un her semtinde bulunan s e m a î k a h v e ­ l e r i n d e pek çok halk şâiri yaşamıştır. Bun­ lar şiirlerinde İstanbul ’da vukua gelen yan­ gınları, baskınları, zelzeleleri ve günlük ha­ yat sahnelerini tasvir etmişlerdir ( Osman Ce­ mal K aygılı, İstanbul’ da semâî kahveleri ve meydan şâirleri, İstanbul, 19 37 ; T . Ataugu, Çalgılı kahvelerde kitlhanbey edebiyatı, İs­ tanbul, 1943 ). İstanbul tekçilerinin ramazan­ larda söylediği destanlar, esnaf, çarşı ve ma­ halle hayatını aksettirmeleri bakımından, bil­ hassa dikkate şâyândır. Karagöz’den sonra eski İstanbul ’u en iyi canlandıran örnekler bunlar­ dır denilebilir. Bedesten, Saraçhane ve Sîmkeşhâne’den bahseden destanlarda buralarda çalı­ şan ustalar, kalfalar ve çıraklar medholunuyor. Bekçi destanları arasında Kızkulesi ’ni İstan­ bul yalılarını, E y ü b ’ü, A y a so fy a ’yı tasvir eden­



t i 14/160



İSTANBUL (T Ü R K EDEBİYATINDA).



ler bulunduğu gibi, araplar, tniras-yediler, ten- süren bir halk ile karşılaşırlar. F â tih ’in —B a ğ ­ beller ve sıbyanlar ile alay eden şiirler de var­ lamaz Firdevse gönlünü K alata ’y ı gören — dır (Muhtar Yahyaoğlu, İstanbul mahalle bek­ K â fir olur ey müselmanlar o tersâyı gören — çilerinin destan ve mani katarlan, İstanbul, mısraları bu yeni muhit ile temasın ilk inti­ 1948; M. Naci Kum, Bekçi baba destanı, Türk halarım aksettirir ve o zamanlar dünyanın en fo lk lo r araştırmaları dergisi, 19 51, nr. 19—23). ünlü şehirlerinden biri olan İstanbul ’un türkMeşhıîr halk şâirlerinden bazıları da İstanbul ’u lerin yaşayış tarzını, hayat görüşünü nasıl de­ öğen şiirler yazmışlardır. A şık Ömer, 17 kıt- ğiştireceğini âdeta önceden haber verir. Divan ’alık bir destanında, İstanbul ’un muhtelif semt­ edebiyatına İstanbul bizzat onu alan cihangirin lerini zikrederek hususiyetini belirtir ( S a ’ded- „K a'atalı bir frengî kâfir“ için söylediği ga­ din Nüzhet Ergun, Â şık Ömer, hayatı ve şiir­ zel ile girer. Fâtih ’in saray şâirlerinden Ha­ leri, İstanbul [ 1936 ]). Aynı şâir İstanbul üze­ mi dî İstanbul’u öğen bir kasîde yazar (A h ­ rine, arûz vezni ile, üç murabbâ daha yazmış­ med A teş, Fetihten az sonra bir İstanbul tas­ tır. XVIII. yüzyılda yaşamış halk şâirlerinden viri, Fâtih ve İstanbul dergisi, 1953, e, I, sayı Abdı ’nin İstanbul ’a hasretini anlatan bir çok 17 v.d.). Ahmed Paşa bir kasidesinde F â t ih ’in şiiri vardır (M . Naci Kum, Şâir A bd i ve g ü ­ yeni yaptırdığı Saray-ı cedîdi medheder. zel İstanbul, Yeni türk mecmuası, 1936, sayı A ynı yüzyılda yaşamış A y n î isimli bir şâir, 38, s. 70—74). Ispartalı Seyranî, 30 k ıt’alık bir fetih dolayısı ile, — Revnakı bu kâinatın şehr-i destan ile vak’a-i hayriyeyi hikâye eder (Fuad Kosiantinyedîr — mısrâı ile biten 6 k ıt’alık Köprülü, Türk saz şâirleri, İstanbul, 1940, 508 bir manzume yazmıştır ( burada bahis mev­ —512 ). Ahmed isimli bir halk şâirinin Sultan zuu olan şiirlerden çoğunu, A saf Halet Çelebî, Abdülmeeid Han zamanında basılmış Dasitan-1 Divan şiirinde İstanbul, İstanbul, 1953, isimli m edhiye-i İstanbul adında bir şiir! vardır (Ö ­ seçme şiirler dergisinde toplamıştır. Bu kitap­ mer Faruk Akün, Abdülhak H âm id'in mer- ta bulunmayan veya bulunsa bile belirtilmesi kad-i Fatihi ziyâret manzumesi ve içindeki gö­ lüzumlu görülmeyen kaynaklar makalede gös­ rüşler, Türk dili ve edebiyatı dergisi, 1956, terilm iştir ). C e iîlî, Şehrengîz-i İstanbul v e İz­ VII, 77 ). Abdülazîz devrinde, saraydaki âşık nik ( Üniv. kütüp., nr. T Y 3770 ) adlı eserinde, meclislerine riyaset eden Beşiktaşlı Gedâî de İstanbul ’u „cümle beyti mnsannâ ve ma’ mur" İstanbul ’da yaşanılan hayatı, ahlâkî bozukluk­ bir şehir olarak tavsif eder. X V . asırda İs­ ları anlatan destanlar ve semaîler söylemiştir tanbul ’ dan bahseden en dikkate şâyân eser { S. N. Ergun, Beşiktaşlı Gedâî, İstanbul, 1933 ). Tâcî-zâde C a’fer Çelebî ’nin Heves-nâme adlı A yrıea, yine Abdüiaziz devrinde, Ahmed adlı mesnevisidir ( Nuruosmanîye kütüp., nr. 4373 ). bir halk şâirinin İstanbul ’a dâir bâzt manzu­ İstanbul ’da başından geçen bir aşk mâcerâmeleri hakkında bk. M. Zeki Oral, İstanbul des­ sını anlatan C a’fer Çelebî G a la ta ’ nın yüksek tanları, İstanbul Enstitüsü dergisi, 1956, IV, binalarını, „pür zîver ü zer" dükkânlarını, „büt19 1—197. Burada ayrı-ayrı zikri mümkün ol­ ler ile zeyn-olmuş" meyhanelerini, kulelerini ve mayan diğer halk edebiyatı ve folklor malze­ kalelerini, tepeler, ağaçlar ve bahçeler ile çevrili mesi için bk. M. İ. Başgöz, İstanbul folkloru Kâğıthâne ’yi, A yasofya câmiini, Fâtih ’in yap­ üzerinde bir b ibliyo g ra fya denemesi, İstanbul tırdığı saray, hamam, kasr, câmi, medrese, imâEnstitüsü dergisi, 1955, I, 67—88. ret ve dârüşşifâ gibi mimarı eserlerini, Eyüp B. D i v a n e d e b i y a t ı n d a İ s t a n b u l .türbesini, âyân-ı devletin köşk ve kasrlarım Divan edebiyatı, daha önceki yüzyıllarda, Kon­ medheder. ya, Germiyim, Bursa ve Edirne gibi şehirlerde XVI. asırda Zâtî, Bâkî, Nihânî, Zihnî, Siroz'u teşekkül etmeğe başlar ise de, asıl hususiyetini S a ’dî, Yahyâ Efendi, L a tîfî, Koca Nişancı İs­ İstanbul fethedildikten sonra, burada gelişen tanbul ’dan bahseden bir çok gazeller yazmış­ ve imparatorluğun kudret ve ihtişamını akset­ lardır. Taşlıealı Yahya Şâh u gedâ isimli mes­ tiren medenî ve İçtimaî hayat çerçevesi içinde nevisinde İstanbul ’u dekor olarak alır ve kazanır ; taklit merhalesini aşarak, yaşanılan güzel tasvirler yapar. Bunlar arasınd a: —Kur­ hayat ve muhitten gelen bir öz ile dolan İs­ şun Örtülü kubbeler y er-y er— Yelken açmış g e ­ lâmî edebiyata hâkim olan dünyanın kötülüğü milere benzer — gibi üslûbu ve hayal tarzı ile, ve inkârı fikri, İstanbul ’un gözalıcı muhitinde çağdaş edebiyata yaklaşan beyitler vardır. te’sirinı kaybederek, yerini hayatın tadım çı­ Aynı asırda İstanbul ’ dan bahseden üç şehrenkarma ve yaşama sevinci alır. Şehir, mimarîsi, gîz yazılmıştır. Ahmed Cem âlî, Şehrengîz-i eşyası, eğlencesi, merâsimî, nüktesi ve daha bin- İstanbul (İstanbul Üniversite kütüp., nr. T Y bir hususiyeti ile, divan edebiyatını mevzû ve 9263; Nuruosmanîye kütüp., nr, 338 3) isim­ üslûp unsuru olarak doldurur, Türkler İstanbul li eserinde, şehrin geniş bir manzarasını çi­ ’a gelince, kendilerininkinden çok farklı hayat zer ; Yedi dağı da güze! olan İstanbul, sâde



İsta n b u l (T ü r k e d e b îy a t iü d â ).



İ2l4/lâ i



ce bir su deryası değil, aynı zamanda ağaç nın vasfın a denmiş gazeller çok — V eli Bohti ve insan deryasıdır; tepelerinde minareler, senin nazmın g ib i rengin gazel olmaz — diye göklere merdivenler ve asalar gibi, yükselir­ Öğünür. Hakikatte bu asırda İstanbul üzerine ler. Boğaz’da yelkenliler uçar, sokaklarda en güzel gazeli Nef’î söylemiştir. XV, asırda beyler ve ağalar d olaşır; etrafında „bostan-ı Ca’fer Ç e le b î’ nin tabiî güzelliğini öğdüğü şâhî" bulunan Göksu, JH isar-ı ncv", Kavak, Kâğıthane XVII. asırda çok sevilen bir eğ­ Kadıköy, Üsküdar, Eyüp ve Beşiktaş görülecek lence yeri hâline gelmiştir. Nef’î ’n in : — yerlerdir ; yazın Davudpaşa ’da„ sîm berler" de­ Mahşer olmuş sahn-t Kâğıthâne dünyâ bun­ nize girerler, deryâ yüzünü yağlı kayıklar kap­ dadır — Cennete dönmüş güzellerle temâşâ lar, K alata ayrı bir memleket, bir „frengistan- bundadır — mısraları daha sonra Nedîm ’in dır". Bu asırda S afî adlı bir şâir farsça bir tasvir edeceği Kâğıthâne âlemlerinin bu asır­ Kitâb-ı şehrengîz der İstanbul ( Nuruosmaniye da başladığını gösterir. A hdî ve B elîg tezki­ kütüp., nr. 3383) kaleme almıştır. Pek çok releri bu asırda Tab’ î adlı bir şâirin türkçe minyatür ile süslü bir nüshası Topkapı Sarayı bir İstanbul şehrengîzi bulunduğunu kaydeder­ Hazîne kütüphanesinde bulunan ( nr. 1260 ) ler ise de, biz İstanbul kütüphanelerinde, köyle Sâr-nâm e-i hümâyun ’da düğüne iştirak eden bir esere rastlayamadık. Büyük bir tasvir kud­ bütün esnaf zümresinden bahsedilmiş ve İs­ retine sâhip olan Nev’î-zâde A tâ î Hamse ’sinde tanbul ’da yapılan eğlenceler tasvir olunmuş­ İstanbul ’dan sık-sık bahseder. Âlem-niimâ ya­ tur. Bu asırda İstanbul ’a dâir en dikkate şâ- hut Sâkinâm e adlı mesnevisinde YÛşâ, Göksu, yân eserlerden biri de L a tîfî ’nin E vsa f-ı İs­ Gümüşservi, Alemdağı ve Akbaba gibi yerleri tanbul adlı kitabıdır ( İstanbul Üniversitesi zikreden Nev’i-zâde Rumeli hisarı ile Anadolu hisarı arasında bir münazara tertip eder. N a­ kütüp., nr. TY 3770 ). L a tîfî, Evliya Çelebî ’den önce, İstanbul ’u fa k a t a l-a zh âr’da devrin ahlâkî durumunu be­ geniş olarak anlatan ilk muharrirdir. Yazar, lirten parçalar vardır. H aftkvün ’ da İstanbullu „içinde envâ-ı hırfet ve yetmiş iki millet te- bir kuyumcu ile bir tüccarın mirasa konan mekkün ve tavattun eden" İstanbul ’dan bü­ oğullarının macerası anlatılmıştır. Şolfbat alyük bir hayret ile bahseder. „Sevdâ-yı tefer- abkSr ’da da bir hikâyenin vak’ası Üsküdar rüe ve temaşaya" kapılarak, uzak mesafeler­ ’da geçer ( Nev’î-zâde A tâî, D îvân ve Hamse, den bu büyük 'şehre gelen L a tîfî burada bir Üniversite kütüp., nr, T Y 4 10 3). İstanbul me­ „mecma-i acâib ve menba-ı garâib" görmüş­ sire ve konaklarında yaşanan hayat, sâdece tür. „Bu şehr-i dilfirîb nice suretten âdemin yaşayış tarzı üzerinde değil, dil ve üslûp üze­ gönlüne girip, sermâye-i aklın aldırır". L a tîfî rinde de te’sir icrâ etmeğe başlamıştır. Bu kitabında İstanbul ’un kuruluş ve fethini, çe­ devirde edebiyatın artık kitabî değil, hayatî şitli insan kalabalıklarını, camilerini, konak­ olması isteniyor. Fasîh î bir gazelinde buna larını, muhtelif semtlerini süslü ve seci’li bir işâret ederek, şöyle d e r: — Lisân-1 köhneden üslûp ile tasvir ettikten sonra, burada yaşa­ el çekti mahbûbu Stanbûl ’u n — Fasîh î şûirân nılan hayatın insanı baştan çıkararak, dinden etm ektedir tâze zebûn peydâ — İstanbul üze­ uzaklaştırdığını sö yle r: — „Bunda temekkün rine bir hayli gazel yazmış olan N âbî H ayriye ve tavattun edenler mahabbet-i dünyevîye ile ’sinde İstanbul ’u, medeniyet bakımından, -uzun­ lezzet-i fakr ü fenâ kalbinden dûr ve kesret-i uzun medheder. N â b î’ ye göre, İstanbul bütün havâyic ile her zaman bîhuzur olup, ehl-i kabiliyetli insanların toplandığı, kemâle erdiği, iyâlı, şöhret ve ziynet için, ceng ve gavga izzet ve şeref mertebelerine yükseldiği bir şe­ eder", Gelibolulu Mustafa A lî ’nin M avâ'id al- hirdir, başka yerlerde ömür telef olur. Dün­ naf&'is f i kava'id at-macülis (nşr. Yeni çağ yada ne kadar ilim ve fen şubesi var ise, İs­ tarihi kürsüsü, İstanbul, 1956) adlı eserinde tanbul ’ da kemâle ermiş v itibâr bulmuştur. İstanbul ’da yaşanılan hayat, örf ve âdet hak­ İstanbul, tabiat güzellikleri ve mimârîsi ile kında dikkate şâyân müşahede ve fikirler var­ de hârikulâde bir y erd ir; „hüsn-i sûrîsine ga­ dır. F a k îr î’nin Risâle-i ta’rifâ t (İstanbul Üni­ yet yoktur". Nâbî bir çok yerde İstanbullu­ versitesi kütüp., nr. T Y 3 0 5 1) adlı küçük mes­ ların şivesine hayranlığını belirtir ( A . Karanevisi, muhtelif meslekler ve İçtimaî sınıflar han, Nabi ve İstanbul sevgisi, Türk d ili der­ hakkında bilgi vermem bakımından, dikkate g isi, 1953, sayı 20, s. 567—570). İstanbul ’da şâyândır. teşekkül eden Osmanlı bürokrasisi Tanzimat XVII. asırda şeyhülislâm Yahya, Nâbi, Vec­devrinden sonra tenkit edilmeğe başlanılan, di, F asîh î, Nef’î gibi şâirler İstanbul üzerine rahatına düşkün, cemiyet meselelerine karşı bir çok gazeller söylemişlerdir. Bu âdeta bir alâka duymayan kültürlü, fakat korkak'çekin­ moda hâline gelmiş olmalı ki Bahtî (Sultan gen ve mutavaatkâr bir „kalem efendisi" tipi Ahmed II.) bir gazelinde: — O şehr-i dit-kiişâ- yaratmıştır. Nâbî, H ayriye ’sinde oğluna bu Sflfttn Ansiklopedini



87



Üi4/ı6â



İstanbul (Tü rk eûebîyatinda 5.



tipi bir Örnek olarak gösterir (Mehmed Kap­ lan, Nâbi ve orta insan tipi, Türk dili ve edebiyatı dergisi, 1961, XI, 25—44). Yalnız bu asırda değil, biitün eski edebi­ yatta İstanbul ’u en geniş ve en canlı şekilde anlatan müellif, hiç şüphesiz E vliya Çelebî Mir. Meşbûr Seyahatnâme ’sinin birinci a id i­ ni „maskat-ı re’si olan İslâmbol“ ’a tahsis eden E vliya Çelebî, şehrin efsâne ile karışık kuru­ luş tarihini, F â tih ’ten önce girişilen fetih de­ nemelerini ve onu bizim yapan son fethi taf­ silâtlı olarak anlattıktan sonra, İstanbul ’un bütün semtlerini geniş ve teferruatlı olarak tasvir eder. Çok meraklı bir insan olan müellif doğduğu şehirde dikkate şâyân hiç bir şeyi ih­ mal etmemiştir. Seyahatnâme’nin en mühim kısmı İstanbul ’da yaşayan bütün esnaf ve za­ naat erbâbının hiç biri unutulmadan zikredil­ mesi ve tanıtılmasıdır. Babası kuyumcubaşı olan E vliya Ç e le b î’nin zanaat erbabına karşı büyük bir sevgisi vardır. O, İstanbul ’ un bunlar sayesinde ma’mur hâle geldiğini bilir. Lâğımcı ermenilerden bahsederken „ayaklarında şapşal siyah çizmeler ve mülevves hırkalar ile" dola­ şan bu insanların „gerçi mezmûm ve mülevves olmakla berâber" İstanbul ’a Uizûmlu olduk­ larını, şehrin „ancak bu mülevves sınıfın hiz­ meti ile pâk" olduğunu söyler { Seyahatnâme, I, 32). O zamanki İstanbul ’ da „A yasofya ve Süleymaniye gibi câmiler yapmağa kadir 70 büyük mimar vardır. 70 kethüda, 70 çavuş bütün günler, atları ile, İstanbul ’u dolaşıp, huduttan taşra ve tarîk-i *âm üzre" bina ya­ pılmamasını te’ min ederler. Oturdukları sem­ tin deli ve abdallarını dahi kaydetmeği ihmal etmeyen E vliy a -Ç e leb î’nin eseri, anlattığı bir çok şeylerin inanılmayacak kadar mübalağalı olmasına rağmen, eski İstanbul hakkında zen­ gin ve canlı intibalar veren bir kitaptır. XVIII. asırda İstanbul ’dan bahseden pek çok şâir vardır. Sâm î, Seyyid Vehbî, Süleyman N ahîfî, Çelebi-zâde Asım, Haşmet, Şeyh Galib, İzzet Efendi, gazel, kasîde ve mesnevile­ rinde, İstanbul ’un mevsimlerini, semtlerini, ra­ mazanlarını, düğünlerini, bayramlarını, saray, kasır ve yalılarını tasvir etmişlerdir. Bunlar­ dan Nedîm şiirde İstanbul ’ u en çok ve en gü­ zel şekilde anlatan bir şâirdir. Onun kasîde, gazel, şarkı ve bâzan bir kasîde kadar uzayan tarihlerinde Ahmed III. devrinin İstanbul ’u bütün zevk ve neş’esi, tabiî ve mimârî güzel­ liği İle, yaşar. Meşhûr İstanbul kasidelerinde İstanbul ’u bir bütün olarak tasvir eden Nedîm diğer manzumelerinde bilhassa Sa’dâbâd üze­ rinde durur. Nedîm ’in bütün şiirlerine İstan­ bul ’un havası, suyu, mimarîsi ve neş’esi sin­ miştir. Mazmunları incelenecek olur ise, bun­



ların içinde şehir hayatından alınma bin-bir unsurun kaynaştığı görülür (Mehmed Kaplan, Nedim 'in şiirlerinde mimari, eşya ve kıyafet, İstanbul Enstitüsü dergisi, 1957, III, 43—55 ; Hasibe Mazıoğlu, Nedim’in divân şiirine g e­ tirdiği yenilik, İstanbul, 19 57), Haşmet ve Seyyid Vehbî, Sûr-nâme ’ lerınde İstanbul Ma yapılan gündüz ve geee eğlencelerini tasvir ederler (bk. Mehmed Kaplan, mad. HAŞMET). Vehbî ’nin Sûr-nâme 'den başka L utfiyye ve Şevkengiz adlı mesnevilerinde de İstanbul ha­ yatını aksettiren parçalar vardır. Hayat gö­ rüşleri icâbı dış dünyaya gözlerini kapamaları lâzım gelen Şeyh G alib ve Esrar Dede gibi mutasavvıf şâirler bile İstanbul Ma yaşanılan hayatın câzibesine kapılmaktan kendilerini ala­ mamışlardır. B ir İstanbul baharında herkesin katıldığı neş’e ile sarhoş olan Şeyh G alib — Seçilmez oldu gülistanda mest ile kûşyâr — Bu zor-ı neş e ile doğru gitmek kabil m iî — der. Esrar Dede de bir gece, Boğaz ’da şeyhi ile berâber yaptıkları bir âlem-i âbı a n la tır: — Boğaziçi 'nde bu şeb mey vererek muğbeçeler — Etti sâgar gibi lebrîz bizi tâ be-gelû — XVIII. asır şâirlerinden Fennî, Sâhil-nâme adlı (bk. f f adi kat al-cavâmf, II, 250—254 ) man­ zum eserinde, birer beyit ile, İstanbul ’un 62 sâhil köy ve kasabasını tasvir etm iştir. İzzet Efendi de Selim III. ’e sunduğu Sâhil-nâme ( bk. Cavîd Baysun, Boğaziçi iskelelerine dâir bir kasîde, izzet Efendi'nin Sâhil-nâmesi, Türkiye Turing ve otomobil kuruma belleteni, İstanbul, 1950, nr. 10 3 ) adlı bîr kasidesinde bütün kıyı semt ve iskelelerini sıra ile sayar. Asrın sonunda yetişen Enderunlü Fâzıl, Nedîm vâdisinde, İstanbul’dan bahseden bir çok ga­ zel, kasîde ve şarkı yazdığı gibi, Hûban-nâme, ve Zenan-nâme adlı mesnevilerinde İstanbul Ma yaşanan hayatı teferruatlı olarak anlatır. Enderunln Fâzıl, İstanbul halkının mizacını karışık olmak ile izah eder. Burada her soy­ dan insan vardır ve bunların şahsiyet ve mi­ zaçları asla birbirine aymaz. İstanbul Ma ya­ şanılan hayat o kadar ince ve zariftir ki, er­ kekler bile „zen g ib i" nazlı ve işveli bir hâle gelmişlerdir. XIX. asrın ilk yansında Enderunlu Vâsıf, şarkı ve gazelleri ile, İstanbul ’u bilhassa Boğaz Ma yapılan mehtap safâlannı çok güzel tasvir etm iştir: — Bahrin bu şeb emvâc-ı safâ aştı boyundan— Vâsıf binelim kayığa Isttnye koyundan — Sâgar çekerek zevk ile Kandilli suyundan — Göksu 'ya gel ey çeşm-i kebâd âlem-i âb et — mısraları bu anlardan birini tesbit eder. V â s ıf’ ın şiirlerin­ de İstanbul ’ un günlük hayatına, kıyâfet ve eğlencelerine dâir pek çok unsur vardır. Divan edebiyatında İstanbul hakkında yazılmış şeh-



Is t a n b u l (TO r k e d e b Iy a t i n d a ).



12 14/163



rengizler hususunda daha geniş malumat için gâhına benzeyen uzun bir Çam lıca tasviri var­ bk. A gâh S ırrı Levend, Türk edebiyatında dır. Romanın diğer kısımlarında yer yer daha şehrengizler ve şehrengizlerde İstanbul ( İstan­ „gerçeğe yakın" tasvirlere rastgelinir. bul, 1958, İstanbul Enstitüsü yayınlarından). Romanlarının çoğunda İstanbul ’u dekor ola­ Yukarıda adı geçen ve edebî bir mâhiyet rak alan Ahmed Midhat Efendi kahramanla­ taşıyan eserlerden başka, İstanbul ’dan bahs­ rını şehrin muhtelif semtlerinde dolaştırır. eden daha bir çok kitap vardır. Bunlar, İstan­ Onun üzerinde en çok durduğu semt „alafran­ bul *un tarih ve coğrafyasına müteallik kısım­ ga" hayatın toplandığı Beyoğlu ’dur. Fel&tun larında gösterildiğinden, burada ayrıca zikr- B ey ile Rakım E fe n d i (İstanbul, 1875), K ar­ naval (İstanbul, 18 8 1), Müşâkedât (İstanbul, edilmemîştir. C. T a n z i m a t t a n s o n r a T ü r k e d e ­1890) adlı romanlarında B eyo ğlu ’ ndaki kah­ b i y a t ı n d a İ s t a n b u l . Tanzimattan son­ veleri, gazinoları, tiyatroları, batakhaneleri, ra türk edebiyatında, garp te’siri ile, dünyaya buraya alafranga hayat sürmek için gelen tfirkbakış, duygu ve düşünceyi anlatış tarzı nesil­ ler ile azınlık ve yabancıların hayatlarını anlat­ ler boyunca değişmiş, bunun bir neticesi ola­ mıştır. A . Midhat Efendi ’ye göre, Beyoğlu „has­ rak, İstanbul tasvirleri de çok zengin bir mâ­ talıktan, murdarlıktan, batakçılıktan ibâret" hiyet almıştır. Bu devir, Osmanlı imparator­ türklerin ahlâkını bozan bir muhittir. Mid­ luğu ile berâber, eski medeniyetin de yıkıldığı hat Efendi ’nin örnek kahramanı Râkım Efen­ ve garp medeniyetinin bütün hayat sahalarını di türk Örf ve âdetlerine bağlı bir genç­ kaplayarak, müesseseler!, örf ve âdetleri inanç­ tir. Tanıştığı bir İngiliz ailesini kendi evine ları günlük hayatın yüzyıllardan beri alışıl­ dâvet eder ve onları, türklerin nasıl eğlendik­ mış nizamını alt-üst ettiği bir devridir. Bu lerini göstermek üzere, Kâğıthâne ’ye götürür, inkirâz kendisini en kuvvetli olarak impara­ tngilizler, garbı da tanımak ile berâber, millt torluk merkezinde hissettirmiş ve bunun akis­ şahsiyetini muhafaza eden bu türk gencine leri bütün son devir edebiyatını doldur­ hayran olurlar. Türk edebiyatında ilk defa muştur. Daha Tanzimattan önce çıkmağa baş­ Midhat Efendi ’nin vuzuh ile ortaya koyduğu layan ve sayıları gittikçe artan gazeteler pa­ bu şark-garp, alaturka-alafranga, yerli-avrupalı yitahta âit günlük haberleri neşrederek, câri tezadı, son yıllara kadar yazılmış olan pek hayata dikkati çekerlerken, tiyatro, roman, çok türk romanında muhtelif cephelerden tek­ hattâ şiirde yaşanılan gerçeği anlatma fikri rar ele alınmıştır. Çaylak isminde bir mizah edebiyatın muhtevâ ve üslûbunu tamâmiyle dergisi çıkardığı için Çaylak lekabı ile anılan değiştirmiştir. Aziz Efendi ’nin M uhayyeldi Mehmed Tevfİk, İstanbul 'da bir sene başlığı (M uhayyelât-ı Aziz E fendi, İstanbul, 1852 ) ’1 altında, Tandır, Mahalle kahveleri, Kâğıthâne; île Emin N ihad’m Müsâmeret-nâme (İstanbul, Ramazan geceleri ve Meyhâne ( 18 8 1— 1883) 1872—1875) ’si gibi eski hikâyelerin bir de­ adlı 5 kitap çıkarmış, yan tasvir, yarı hikâye vamı sayılabilecek olan kitaplarda vak’aları tarzında, İstanbul ’ un hususiyetlerini tesbite İstanbul ’da cereyân eden bâzı hikâyeler var çalışmıştır. Tabiata garplı romantiklerin gözteri ile ba­ ise de, bunlarda şehir hayatına âit canlı tas­ virlere rastgelinmez. İlk defa Şinasİ, Tasvir-i kan Abdülhak Hâmid, Recaî-zâde Ekrem, Sâmi e fk â r gazetesinde çıkan makaleleri ile, şehre Paşa-zâde Sezâî ve onların te’sirleri altında âit bâzı meseleleri ortaya atar. Şâir evlenmesi kalan Menemenli-zâde Mehmed Tâhir, Mehmed ( 1860) adlı piyesinde bir İstanbul mahallesine Celâl gibi şâirler İstanbul ’un tabiat manzara­ âit tipleri sahneye çıkarır. Namık Kemal, Tas­ larının şiiriyet ve ulviyetini keşfetmişlerdir. v ir-i efk â r ’da çıkan Ramazan mektupları Çocukluk ve gençlik yıllarını Çamlıca ’da ge­ (12 8 2 = 18 6 6 , nr. 452—455) ile, türk edebiya­ çiren Hâmid ilk şiir kitaplarından olan Carâm tında İlk defa bir şehir „röportajı" örneği ve­ ( İstanbul, 1923 ) ’da Çam lıca ’da geçen bir aşk rir. B ârika-i z a fe r, D evr-i istilâ. Evrâk T peri- macerâsını anlatır. Sâmi Paşa-zâde Sezâî ’ye fân ve Osmanlı tarihi gibi tarihî eserlerinde yazmış olduğu mektuplarda {M ektuplar, I, 14, Fâtih ve İstanbul ’dan bahseder ( Mehmed Kap­ v.d.) Ç am lıca’ yı şâirâne tasvirler ile öğer. lan, Nam ık Kem al ve Fâtih. Türk dili v e ede­ Mâzi m esirelerinden adlı şiirlerinde ( R esim li biyatı dergisi, 1954, V I, 7 1 —82 ). Cezmt (18 8 0 ) kitab, 1325, nr. 1 3 ) Çamlıca, annesinin hâtı­ adlı romanında XVI. asır İstanbulu ’na âit bâzı rası ile berâber, yaşar. Mütârekede, İstanbul sahneleri tasvir etmeğe çalışmış ise de, bunlar işgâl altında bulunurken, Ç am lıca’ya dâir üç başarısız denemelerdir. İntibah (İstanbul, 1876) şiir yazmıştır ( Servet-i fünûn, 1926, sayı 89, vak’ası İstanbul ’da geçen ve şahıslan o devir 93, 9û )• Hâmid ’in Çamlıca ’ya dâir bütün yaz­ hayatından alınma ilk türk romanlanndandır. dıklarında belirttiği nokta, onun tabiatın man­ Bu romanın başında mensur bir kasîde giriz­ zaralarının u lvîliği, yüksekliği, adetâ İlâhî bir



1214/164



İSTANBUL (TÜRK EDEBİYATINDA).



mekân oluşudur. K abr-i Selim ’ i ziyâret ve M erkad-i Fâtih ’i ziyâret adlı şiirleri âbideler­ den, tarihî hâtıralara gidiş bakımından, dikka­ te şâyândır ( Ömer Faruk Akün, Abdülhak H âm id ’in M erkad-i F âiik i ziyâret manzumesi ve içindeki fik ir le r, Türk d ili ve edebiyatı der­ gisi, 1956, VII, sayı l —2 ) ; Ruhlar ve A rz île r (19 19 , 1920) ’de Hâmid İstanbul ’u hem eski mimârı eserleri bakımından değerlendirir, hem de birinci cihan harbinde pâyitahttaki ahlâkî sukuttan bahseder. Yedikule taraflarında, So­ kaklarımız, Bahs-i esvâka lâhika ( Servet-i fiinûn, 134 1, sayı 43, 48, 54 ) başlıklı manzume­ leri İstanbul’ daki beledî nizamsızlık, hayat tarzındaki gerilik ve terbiye noksanlığı üzerine yazılmış İçtimaî tenkitleri ihtivâ eder. Mizacı itibârı ile melankolik ve hassas olan Recâî-zâde Ekrem İstanbul ’ un mezarlıklarından, akşam ve gecelerinden, son baharlarından hoşlanır. H u lyâda bir temâşâ isimli manzûmesinde gece kayık ile sevgilisinin sahildeki köşküne gidi­ şini anlatır {Zemzeme, 188 5, I I ), M ağruka adlı manzûmesinde denizde intihar eden bir genç kızın mâcerâsını hikâye eder ( ayn. esr.). Yakacık ‘ta akşamdan sonra bir mezar­ lık âlem i ( Zemzeme, 1885, II I) adlı meşhûr manzûmesinde tabiat, aşk ve ölüm mevzularını birleştirir. K&çûksu’da bir gece ( Pejm ürde, 18 9 4 ) ’de de gece, su ve sükûnet mevzuu hâ­ kimdir. Recâî-zâde ’nin bu şiirlerinde tarihî zaman fikrî yoktur. O hâl-i hazıra âit intibâları ile yetinir. Fakat intibaları H âm ld’e na­ zaran daha zengindir. N ejâd -ı Ekrem ( 1 9 1 1 ) adlı kitabında da İstanbul ’a dâir şiir ve men­ sur parçalar vardır. Bunlardan 42 sahife tutan İstinye tasviri, müşahede ve intibâ zenginliği bakımından, dikkate şâyândır. Recâî-zâde E k ­ rem, Araba sevdası ( 1896) adlı romanında Tan­ zimat devri alafranga tipini Midhat Efendi den çok daha güzel tasvir etmiştir. Bu roma­ nında yazar, realist bir üslûp ile, kahramanın dolaştığı Çamlıca tepesini, buraya seyre ge­ lenleri, Fenerbahçe mesîresini, Bulgurlu ’yu, Bayezid, Şehzâdebaşı ve Direklerarası ’nı te­ ferruatlı olarak anlatır. Sami Paşa-zâde Sezâî ’nin Sergüzeşt ( 1 887 ) adlı romanında Recâîzâde ’ninkinden çok daha renkli ve canlı bir üslûp ile kahramanı esir Dilber ’in satıldığı konakların, köşklerin, arka mahallelerin günün saatlerine göre değişen levhalarını resmeder. Küçük şeyler ( 1 890) adlı hikâye kitabında da İstanbul manzaraları vardır. Türk edebiyatında Emile Zola realizmini roman ve hikâyeye ilk tatbik eden Nâbî-zâde Nâzım, Zehrâ adlı romanında serseri bir hayat süren kahramanının dolaştığı yerleri, Boğaz­ içi ’ni, Bulgurlu ’yu, Çam lıca ’yı, Kayışdağı ’nı,



A dalar ’1, Şişli ’yi, Kâğıthane ’yi, Sirkeci ’yi, Taksim meydanını ve Pangaltı ’yı kısaca an­ latır. Bu romanda eski İstanbul tulumbacıla­ rından da bahsedilir ve onların argoları kul­ lanılır. Mizancı Murad, Turfanda mı, T u rfa mı ( 1 8 9 1 ) adlı romanında, Tanzimat devri İs­ tanbul ’ unun geniş bir tasvir ve tenkidini yap­ mıştır. Hüseyin Rahmi [ G ü rpın ar), kırktan fazla roman ve hikâye kitabında realist, alaycı ve tenkidci bir görüş ile, şehir hayatını geniş olarak aksettirir. İstanbul ’ un arka sokakların­ da, konak ve yalılarında, sûr dışlarında, izbe yerlerinde, Beyoğlu ve Ş işli gibi alafranga semtlerinde yaşayan çeşitli inşân tiplerini can­ landırır. Ele aldığı başlıca şahıslar alafranga yaşamağa özenerek, gülünç hâllere düşen mi­ rasyediler, kalem efendileri, kırkından sonra azmış yaşlılar yahut bunların tam zıddı geri, cahil, mutaassıp, batıl itikatlara inanan ma­ halle kadınları ile, onları istismar eden afsun­ cular, büyücüler ve mahalle imamlarıdır. R o­ manlarını teferruatlı tâli vak’ alar He gelişti­ ren Hüseyin Rahmi İstanbul hayatından alın­ ma bin-bir sahne yaratır. Beyoğlu ve Tepebaşı kahve ve gazinoları, Şehzâdebaşı piyasa­ ları, Edirnekapı sefalet sahneleri, yokuşları tırmanan arabalar, eski tram vaylar, iskelelerde koşuşan halk, kenar mahalleler arasında dar sokaklar, cumbaları birbirine değen evler, bü­ yük bahçeler ile çevrili cinli ve perili konak­ lar, hâsılı İstanbul ’ un bütün köşs-bucağı bu roman ve hikâyelerin içine girer. Hüseyin Rah­ mi, karagöz ve orta-oyununda olduğu gibi, ekalliyetleri, ecnebileri, taşralıları ve kalem efendilerini, kendilerine has davranışları ve konuşmalart ile, canlandırır. Hüseyin Rahmi ’ nin roman ve hikâyelerinde İstanbul, tabiî güzelliği ve tarihî ihtişamı ile değil, ihtiras­ lar, budalalıklar ve adilikler ile kaynaşan, me­ deniyetçe tefessüh etmiş bir şark şehrinin kirli ve bulanık manzarası içinde görünür (Hüseyin Rahm i’nin eserlerinin bibliyograf­ yası için bk. Suat Hizarcl, H üseyin Rahm i, İstanbul, 19 5 3 ; Agâh Sırrı Levend, H üseyin Rahmi Gürpınar, Ankara, 1964). Bir takım zayıf roman ve hikâyeler yazmış olan Ahmed Rasim, önce gazetelerde neşret­ tiği ve daha sonra kitap hâlinde topladığı fıkra ve hâtıralarında, İstanbul hayatını geniş olarak anlatan türk muharrirlerindendir. 4 ciltlik Şehir mektupları ( 19 12 ) , E şkSl-i za­ man (19x8 ), Fuhş-t atik ( 1 9 2 1 ) , M uharrir, şâir, edip (1924 ), Falaka (19 2 7 ), M uharrir bu ya (19 2 8 ) isimli kitaplarında İstibdât ve Meş­ rûtiyet devri İstanbul ’unun günlük hayatına dâir bin-bir teferrüât verir. Bu eserlerde İstan­



İSTANBUL (TÜRK EDEBİYATINDA). bul ’un mesireleri, deniz hamamları, rıhtımları, kıraathaneleri, matbaa ve gazete idarehaneleri, meyhaneleri, kahvehaneleri, tiyatroları, Bey­ oğlu, Galata, Eyüp, Makrıköy ( Bakırköy ), Ka­ dıköy, Moda, Kalamış, Fener, Şişli gibi semt­ leri, vapurları, tramvayları, arabaları, rama­ zanları, bayramları, düğünleri, şâir ve muhar­ rirleri, meddahları, kantocuları, „şıkları", bak­ kalları, sokak satıcıları, balıkları, bahçelerinde yetişen sebzeleri, mahallelerinde dolaşan kö­ peklerine varıncaya kadar, Hüseyin Rahmi ’nin alaycı ve realist üslûbuna yaklaşan bir üslûp ile tasvir edilmiştir. Günlük hayatın âdiliklerînden nefret eden, dünyaya san’atkâr gözü ile bakan ve etrafla­ rında çirkinlik ve kabalıktan çok, güzellik ve zerâfet arayan Servet-i fünûneular İstanbul ’ u bir başka zaviyeden görmüşlerdir. Onların ro ­ man ve hikâyelerindeki insanlar umûmiyetle Taksim, Şişli, Tarabya, Erenköy gibi kibar ve zengin tabakanın yaşadığı yerlerde, güzel köşk­ lerde ve apartm anlarda oturan, günlerini şiir, musîkî, hulyâ ve aşklarını tahlil ile geçiren kimselerdir. Servet-i fünûneular için İstanbul daha ziyâde denizleri, adaları, koruları, çayır­ ları, doğan ve batan güneşleri ve mehtapları ile, aşk, ıstırap ve hülyaların geliştiği şâirane bir dekordur. Romanlarının vak’aları İstanbul ’da geçen H â l i d Z i y â kahramanlarını umu­ miyetle dar âile çevresi içinde yaşattığı ve onların şahsî ruh hâlleri üzerinde durduğu için romanlarına İstanbul, kahramanların şahsî hayat çerçeveleri içinde, girer. Nem îde { *889) ’de Şevket Bey ’in Sultanahmed ’ deki konağı ile hasta kızını tedavi için götürdüğü Kanlıca ’daki yalısının kısa bir tasviri vardır. Nemîde ile halasının kızı Nâhide, bu yalıda geceleri bir fenerin altında kitap okuyarak ve kanun çalarak, vakit geçirirler. B ir ölünün d efteri (1 889) yağmurlu bir sonbahar gecesi Beyler­ beyi ’nde denize nâzır bir yalıda başlar ve Çam ­ lıc a ’da münzevî bir köşkte devam eder. F erd î ve şürekâsı ’nda ( 1889) oda ve eşya tasvirle­ rine fazla ehemmiyet veren Hâlid Ziya kahra­ manlarına kısa bir Kâğıthâne gezintisi yaptı­ rır. Mâl ve siyak {18 9 7 ) ’ta şâir ve hayâlperest Ahmed Cemil ’in gözü ile, Tepebaşı ga­ zinosunda bir toplantı, oradan Haliç ’in gece manzarası, Taksim bahçesi, eski tip sefil bir şâir olan Râci doiayısı ile, Beyoğlu ’nun pis ve kirli kahve meyhaneleri, A ksaray semti, a r­ kadaşı zengin Hüseyin Nazmı ’nin Erenköy ’ de oturduğu köşk, Süleymaniye ’de kendi fakir evleri tasvir edilmiştir. Bu romanda o devrin matbûat hayatı da anlatılmıştır. Aşk-ı memnu (19 0 0 ) ’un yaşlı, zengin, kibar ve dul kahramanı Adnan Bey Boğaziçi ’nde oturur;



12 14 /16 5



Melih Bey takımı Boğaziçi mesirelerinin tanı­ dığı, giyim-kuşamlanna düşkün anne ve kızla­ rından müteşekkildir. Romanın Don Ju a n ’ı Behlûl bir Beyoğlu çapkınıdır. K ırık hayatlar ( *924) ’da Şişli ve Beyoğlu muhitinden bâzı akisler vardır. M e h m e d R a u f , E y lü l romanında (1900), Boğaziçi ’ nde geçen şiir ve musikî dolu bir aşkın hikâyesini anlatır. Romanda görülen ve gezilen yerler san’atkârane bir üslûp ile tasvir edilmiştir. Aynı muharrir ikinci meşrûtiyet ve cumhuriyet devrinde yazdığı Ferdâ-yt garâm ( 19 1 0 ) , Genç kız kalbi (19 25)) K a r a n fil ve yasemin ( 1921 ), Böğürtlen (1926 ), Son yıldız (19 2 7 ) adlı romanlarında Boğaziçi, Tarabya, Beyoğlu ve Nişantaşı semtlerinin alafranga sa­ lonlarında yaşanılan lüks hayatı anlatır. H ü s e y i n C a h i d [ Y alçın ]’in H ayâl için­ de ( 19 0 1 ) adlı romanında rum kızlarına âşık olan mektep talebesi Tepebaşı gazinosu ile Büyükada ’da hülyalar kurar. H ayât-ı h akîkiye sahneleri ( 1 9 0 9 } ’nde kayıkçı ve balıkçıların günlük hayatlarını aksettiren realist tablolar vardır. A h m e d H i k m e t hikâyelerinde Bü­ yükada, Beyoğlu, Pangaltı ve Şehzâdebaşı ’na âit bâzı tasvirler yapar. S a f f e t î Z i y â ’nm Salon köşelerinde ( 1 9 1 2 ) isimli romanı istib­ dat devrinin alafranga gençleri hakkında canlı bir fikir verir. Servet-i fünûn şiirinde manzara tasvirleri büyük bir yer tutar. Bunlarda, yer adları her zaman belirtilmemekle berâber, ilbâm kaynağı İstanbul ’dur. T e v f i k F i k r e t R&bâb-ı şikeste ’de denizden çok bahsetmiştir. Sühâ ve P ervin mavi, durgun bir deniz ile çevrili muattar bir çam ormanında sevişirler. Balıkçılar ’da asabî binlerce dalga sahilleri düğer. Sezâ hayâlini dalgalara meze eden bir gençtir. Fikret bir çok şiirinde, kendi hayatını anlatırken de, deniz ile ilgili hayallere baş­ vurur. Yaşadıkça ’da şâir, „dalgaların sath-ı bîkarârrada" yuvarlanır. Yine Halûk ’ ta altın­ da bir kırık tekne ile emin bir kıyı arar. Mâi deniz şâirin ruhunu hayatın adîliklerinden te­ mizler. Bütün bu şiirlerinde Fikret insanlar­ dan uzak, tabiat ile baş-başadır. O , şehrin İç­ timaî hayatından ve tefessüh etmiş bir mede­ niyetin kalıntısı olan dekorundan nefret eder. S is ’te İstanbul katil kuleleri, kaleli, zindanlı sarayları, dişleri düşmüş sırıtan sûr kafileleri, sakfı çökük medreseleri, türbeleri, tozlu ve çamurlu sokakları, virâneleri, kap-kara dam­ ları, saçları ak-pak, fakat iğrenç dal kavuk devlet erkânı, susmuş münevverleri, sefil ka­ dınları ve zavallı başı-boş çocukları ile lânete uğramış karanlık ve korkunç bir şehirdir. „Nâzende Bosfor ’un köhne, âvâre, bihaber, bîdar,



1214/16 6



İSTANBUL (TÜRK EDEBİYATINDA).



belki cennet kadar terâvetdâr, fakat âlûde-i kelâl-ü kesel bîr kenarında münfail, muğfel“ bir hayat süren şâir eülûs geceleri şehir ve deniz „heyecanlar, ziyalar, alkışlar ve naralar ile çalkanırken" ışıklarını söndürerek, sim­ siyah oturur. Oğlu H alû k ’u „B izans’ın çürük, sukût-âlûd“ muhitinden uzaklaştığı için tebrik eder. Diğer Servet-i fiinun şâirleri de İstan­ bul ’un tabiî manzaralarını ve şehir hayatın­ dan bâzı sahneleri tasvir eden şiirler yazmış­ lardır. Fazla yer tutacağı için, bunların isim­ lerini zikredemiyoruz. İkinci Meşrûtiyet devrinde t ü r k ç ü l e r , düşünce ve hayâllerini Orta A sy a ’ya ve millî harsı muhâfaza ettiğine inandıkları köylere çevirdikleri için, İstanbul üzerinde fazla dur­ mamışlardır. Yalnız, „İstanbul türkçesini" yazı dilinin esâsı olarak kabûl etmekle, türk ede­ biyatında büyük bîr İnkılâp yapmışlardır. Bu inkılâbı yapanların başında gelen Ö m e r S e y f e d d i n , bîr çok hikâyelerinde, tarihî ve muasır İstanbul ’ un manzara ve tiplerini, örf ve âdetlerini anlattığı gibi, A li Canip [Y ö n ­ tem ] ile Hamdullah Suphi [T an rıöver] de İs­ tanbul ’u tasvir eden bâzı şiirler yazmışlardır, İkinci Meşrûtiyetten sonra, İstanbul ’ dan en geniş olarak bahseden şâir M e h m e d A k i f [ E r s o y ] ’tir. F ik re t’in Rum elihisarı’nda Aşiy â n ’ a çekilerek, şehri sisler arkasından, nef­ ret ile, seyretmesine karşılık, A k if İstanbul ’da sokak-sokak, eâmi-câmi, kahve-kahve, meydanmeydan dolaşır. Gördüklerini ve duyduklarını realist bir üslûp ile nazma sokar. Safâhât ’ın birinci cildi ( 1 9 1 1 ) Fâtih câmiinin dış ve iç tasviri ile başlar. A ynı ciltte, küfeci çocuk dolayısı ile, İstanbul ’un kenar mahallelerinden biri, Hasır ’da eski bir attar dükkânı, M ey­ hane ’de bir İstanbul meybânesi, Mezarlık ’ta eski İstanbul mezarlıklarının uhrevî sükûneti, Bayram ’ da Fâtih meydanında yapılan o devir bayramlarından biri, S e y fi Baba ile Istibdâd *da İstanbul sokaklarının gece ve gündüzkü hâlleri, Mahalle kahvesi ’ nde eski mahalle kah­ velerinin sefil dekoru ve tenbel insanları, Amin alayı ’nda o devirde çocukların mektebe baş­ lama merasimleri tasvir edilmiştir. Safah at ’ ın ikinci cildi ( 1 9 1 2 ) Süleym aniye kürsüsünde adını taşır. Burada şâir, İstanbul ’un günlük alelâde hayatı karşısında ulviyet timsâli olan camileri ince bir dikkat ve hayranlık ile tas­ vir ettikten sonra, kürsüdeki vâtzi konuştu­ rurken, ikinci meşrûtiyetin ilâm sıralarındaki İstanbul ’un cnrcunalı manzarasını anlatır. Sa ­ fahat ’m 4. cildini teşkil eden Fâtih kürsüsün­ de { 1 9 1 4 ) Karaköy köprüsü ve civarı İle Yenicâmi ve Fâtih câmii tasvir olunmuştur. Ber­ lin hatıraları ( Safâhât, V , 1 9 1 7 ) ’nda İstan­



b u l’un otelleri, sokakları ve kahvehaneleri ile B erlin ’inkıler mukayese edilmiştir, Asım (1924) ’da birinci dünya harbinde İstanbul’ daki ah­ lâk sukutunu tasvir eden canlı sahneler var­ dır. Bütün bu manzumelerinde Mehmed  kif, İstanbul’u dindar ve ahlâklı bir insanın İçti­ maî tenkit zaviyesinden görmüş ve tasvir et­ miştir. Mütareke devrinde çıkan D ergâh meemûasmdaki makaleleri ve konuşmaları ile yeni bir medeniyet ve san’at anlayışı ortaya koyan Yahya Kemal [B e y a tlı] o sıralarda bu görüşe dayanan bâzı şiirler neşretmiş, fakat mevzula­ rını bilhassa cumhuriyet devrinde geliştirerek, göz önüne koymuştur. Bunlar Tanzimat, İstib­ dat ve Meşrûtiyet nesillerinin İstanbul ’a ba­ kış tarzlarını değiştiren ve güzelliklerinin pa­ rıltıları ile onları gölgede bırakan hârikulâde şiirlerdir. Yahya Kemal İstanbul’u eski türk tarih ve medeniyetinin kemâle ermiş bir ter­ kibi olarak ele alır. Türkler, İstanbul ’ u feth­ ettikleri zaman, A yasofya etrafında, sûrlar içinde, bir virâne butmuşlar, yüzyıllar boyunca, inşâ ettikleri mimarî eserleri ile, onu dünya­ nın en güzel şehirlerinden biri hâline getir­ mişlerdir. Boğaziçi, iki sâhil boyunca köy köy Kavaklar ’dan Marmara ’ya kadar, yalı mimârîsi ile süslenmiş, yer-yüzünde yalnız kendine ben­ zer bir şehir vücûda gelmiştir. İstanbul, yalnız mimârîsi ile değil, türkler tarafından hayat çerçevesi yapılan /manzaraları, asırlar boyunca işlenmiş örf ve âdeti, nezâket ve zarâfeti, ya­ şayış tarzı, musikîm ve konuşması ile, türk balkının zevk ve yaratıcılığının eseridir. Yah­ ya Kemal ’in şiirlerinde İstanbul, fetih destanı, tarihinin yaşama şevki ile dolu demleri, her biri ayn bir hava ve ruh taşıyan semtleri, büyük mimârî eserleri, besteleri, çehrelerinde ve ses­ lerinde onu aksettiren kadınları, fakir de olsa, asî! bir ruh taşıyan müslüman halkı ile, ebedî bir güzelliğe kavuşur. İstanbul ’u alan yen i­ çeriye g a z e l’de şâir, gür sesi ile, fethe iştirâk eder. M âhurdan gazel, Mihr-âhâd, Ş erefâbâd, Sene 1140, B ir sâki gibi eski şekil ve üslûp ile yazdığı şiirlerde Lâle devri canlanır. Üsküdar vasfın d a gazel, Çubuklu ‘da gazel. Gece, Akşam vakti, E ylü l sonu. H ayâl şehir, Koca M ustafapaşa, Atikv&lide şiirlerinde İs­ tanbul ’un semtleri, tarihî havası ve tab iî gü­ zellikleri ile görülür. Ses, ErenkÖyü 'nde ba­ har, Çamlıca, Fenerbahçe, Göztepe, Maltepe, Eski mektup gibi şiirleri ile, şarkılarında şâir, aşklarını ve şahsî duygularını anlatır. Sü ley­ m aniye ’de. bayram sabahı ve Itri gibi geniş âhenk ve musîkili şiirlerinde türk rûhu za­ manı ve mekânı kaplayan büyük saltanatın ihtişâmı içinde yükselir (Y a h y a K em al’in İs­



İSTANBUL (fÜ&K EDEBİYATINDA). tanbul ’a dâir yazıları, Yahya Kemal enstitüsü tarafından, bir cilt hâlinde toplanarak, Aziz İstanbul, 1964, adı ile neşredilmiştir. Aynı enstitü Yahya Kemal ’in şiirlerini de üç cilt içinde bastırmıştır. K en di gök kubbemiz, 1961, 1963.; Eski şiirin rüzgârı ile , 1962 ; Rubâîler, *963. Yahya Kemal ’in şiirlerinde İstanbul hak­ kında bk, Ahmed Hamdi Tanpınar, Yahya K e ­ mal şiirleri ve İstanbul, A ile dergisi, 1950, sayı 12 j ayn. mil., Yahya K em al, İstanbul, 19 6 3; "Nthad Sâmi Banarlı, İstanbul feth in i g ö ­ ren Üsküdar, İstanbul Enstitüsü mecmuası, 1956, IV, 1 —32 ). İkinci Meşrûtiyetten sonra yazı hayatına atı­ lan, lakat büyük eserlerini Cumhuriyetten sonra veren romancı ve hikayeci nesli de İs­ tanbul ’a yeni bir göz ile bakmış, onu sâdece ferdî duyguların inkişâf ettiği güzel bir dekor değil, eski bir medeniyet nizâmının yıkılarak, yerine yeni bir medeniyet nizâmının kurul­ mağa başladığı tarihî ve içtimâi bir muhit olarak ele almıştır. Yazmış olduğu bütün ro­ manlarında kahramanlarını şark ve garp me­ deniyetinin mümessilleri olarak ortaya koyan H â l i d e E d i b ( Adıvar ], Seviye Tâlib {19 0 9 ), Handan ( 1 91 2) , M ev'ud hüküm ( 19 18 ), R âik tin annesi ( 1924 ) gibi eserlerinde İstanbul ’un ta b iî ve içtimâî muhitinden bahsetmiş, bilhassa Cumhuriyetten sonra neşretmiş olduğu Sinekti B akkal ( 1936 ), Tatarcık ( 1937 ), Sonsuz pa­ nayır (1 945 ) isimli romanlarında ictimâî mu­ hite çok geniş yer vermiş ve İstanbul’ daki muhtelif çevrelerin yaşayış tarzlarını ve zih­ niyetlerini tasvir etmiştir. Sinekti b a k k a l’da İstanbul ’un fakir semtleri ile paşa konakla­ rında yaşı yan insanlar, Abdülhamîd devrinin istibdat havası, Jön Türkler ’in gizli çalışma­ ları, mutaassıp dindarlar ile müsâmahakâr gö­ nül adamları çok güzel canlandırılmıştır. Ta­ tarcık Cumhuriyet devrinde bir Boğaziçi kö­ yünde yaşayan muhtelif nesillere ve ictimâî tabakalara mensup insanların hayat görüşle­ rini anlatır. Sonsuz panayır ’da ikinci dünya harbinin son yıllarında İstanbul hayatı tasvir edilmiştir. Y a k u p K a d r i [ Karaosmanoğlu ] romanları ile Tanzimattan bugüne kadar T ü r­ kiye ’nin yaşadığı medeniyet buhranının geniş bir umûmî görünüşünü çizer. K ira lık konak ( 1922 ), İstanbul ’da İkinci Meşrutiyet devrinde aynı çatı altında yaşayan biri-birinden farklı üç neslin hayatını, N ur baba ( 1922 ) dinî hü­ viyetini kaybetmiş bir bektaşî dergâhını, H ü­ küm gecesi ( 1 92 7) İttihat ve Terakki devri İstanbul ’unu, Sodom v e Gomore (1928 ) mütâ­ reke yıllarında Şişli ve Beyoğlu semtlerinde yaşayan insanların ahlâkî sukutunu, Yaban ( 1932) İstanbul münevveri ile Anadolu köylü­



1214 /16 7



sü arasındaki uçurumu anlatır. Ankara (19 34 ) ’ da İstanbullular zihniyetleri ve nezâketleri ile ayrı bir zümre teşkil eder. Panaroma I ve Panarom a / / ’ de (19 5 2 ,19 5 4 ) ikinci dünya harbinden sonraki Türkiye ve İstanbul ’un hâli tasvir edilmiştir. 1956 yılında neşrolunan Hep o şarkı isimli romanında müellif, bir kadının hayatı arasından Abdülazîz devri İstanbul ’unun atmosferini duyurur. Tenkitleri İttihad ve Terakki devri İstanbul ’una âit telmihler ile dolu olan R e f i k H a l i d [ K a r a y ] İstanbul ’un bir yüzü (19 3 9 ) isimli romanında İstibdat ve İkinci Meşrûtiyet devrinde eski ahlâk, örf ve âdetin nasıl bozulduğunu hikâye eder. R o­ manlarından bazılarının vak’aları Anadolu ’da geçen R e ş a d N u r i [ G üntekin] ’nîn kahramanian umûmiyetle İstanbul ’ludur veya İstan­ bul ’da tahsil etmiştir. Bunlar gittikleri yer­ lere İstanbul ’un serbest zihniyetini ve medenî havasını da berâber götürürler ve muhitleri tarafından yadırganırlar. Çalı kuşa ( 1 922) Anadolu ’da öğretmenlik yapan kültürlü bir İstanbul kızının mâcerâsıcı anlatır. Damga ( 1 924) , Yaprak dökümü (1929 ), K ızılcık dal­ ları ( 1 93 2 ) Gökyüzü ( 1 9 3 4 ) ’nün mevzuları tamâmiyle İstanbul ’da geçer. Bunlarda Eren­ köy, A ksaray, Fındıklı, Bebek, Bağlarbaşı, K ı­ sıklı, Saraçhane gibi semtlerde köşk, konak ve yalılarda yahut Şişli apartmanlarında otu­ ran insanlardan bahsedilir. Reşad Nuri eser­ lerinde tabiî ve tarihî havadan çok, ictimâî tabakalar, mizaç ve şahsî hususiyetlere ehem­ miyet verir. P e y a m i S a f a ’nın bütün romanlarının vak’ası İstanbul ’da geçmekle berâber, kahra­ manlan daha ziyâde kendi ruh dünyaları için­ de yaşadıkları için, çevre mühim bir yer tut­ maz, Yalnız Fâtih-H arbiye { 1 931 ) ile Madmazel Noralya ’ nın koltuğu ( 1949 ) ve Yalnızız ( 1 9 5 1 ) adlı eserlerinde, İstanbul ’un bâzı içti­ mâî muhitleri kahramanların hayatına yakın­ dan te’sir eder. Fâtih-H arbiye ’de bu iki semtin alaturka ve alafranga hayatı arasındaki tezat a slî bir mesele olarak ele alınmıştır. Madmazel N o ra ly a 'n ın koltuğu ’ nda, ikinci dünya harbi sıralarında üniversite gençlerinin yaşa­ dığı ruhî ve içtimâî buhran dol ay isiyle, on­ ların üzerinde müessir olan muhtelif semtler ve muhitler anlatılmıştır. C u m h u r i y e t d e v r i n d e İstanbul ’u ta­ biî güzellikleri ve eski hayatı ile en geniş ve en güzel şekilde anlatan A b d ü l h a k Ş i­ n a s i H i s a r ile Ahmed Hamdi T a n p 1 n a r ’dır. Abdülhak Şinasi, Boğaziçi mehtabları ( 1943), Boğaziçi yalıları (1954 ), Geçmiş za­ man köşkleri ( 1956) adlı denemeleri ile, A l Nizâm î B e y ’in ala fran galıh ğı ve şeyh iliği



ı i i 4/ ı 6 â



İSTANBUL (TÜRKİY EDEBAf INDÂ).



( *9 5 2 )> Fahim B e y v e biz ( 19 4 1), Çamlıcadaki eniştemiz (19 5 6 ) adlı roman ve hikâye­ lerinde, Çamlıca, Boğaziçi ve Büyükada’ da, eski yalılar, köşkler ve konaklarda, impara­ torluğun son demlerinde yaşanılan hayatı, en ince teferruatına kadar renkli ve sanatkâr&ne bir üslûp ile, tasvir eder. A . Hamdi Tanpmar, Beş şehir ( 1 94 6 ) adlı kitabı ile, muhtelif de­ neme ve makalelerinde, İstanbul’un tabiî gü­ zelliklerini tarihî ve medenî bayatını şahsına mahsus bir görüş ve üslûp île ele aldığı gibi, H uzur (19 4 9 ) adlı romanında da İstanbul’a geniş bir yer vermiştir. Bu romanda İstanbul, sâdece kahramanın içinde yaşadığı bir çevre değil, üzerinde İsrarla durduğa, araştırma ve düşünce meyzûu hâli ne. getirttiği müşahhas bir medeniyet' meselesidir,' Romanın kahramanı Mümtaz, bir yerde „İstanbul, İstanbul ’u tanıma­ dıkça, kendimizi bulamayız“ der ve İstanbul’ da tecelli eden tarihî ve millî rûhu keşfetmek için, şehrin, içinde durmadan dolaşır. Bu romancı­ lardan- başka eski İstanbul ’u yakından tanı­ yan—bâzı- gazeteci ve muharrirler gazete ve mecmualarda çocuktuk ve gençlik yıllarına âit hâtıraları anlattıkları gibi, bir takım roman­ lar da yazmışlardır. Bunlardan Midhat Cemal K u n't â y ’ıri Ü çlsta n bu l ( 1 938 ),Serm ed Muh­ tar, A l li s !un K ıvırcık paşa (19 3 3 ), Penbe maş­ lahtı hanım ( 1 93 3) , Harb zengininin gelini (*934 )> İstanbul çingenelerinin hayatını çok iyi bilen ve1 tasvir eden Osman Cemal K a y g ı l 1 ’ nm Ü fürükçü. ( 1 93 5 ), Sandalım geliyor Varda ( 1938), Çingeneler (1 939) isimli ro­ manlarını zikredebiliriz. Cumhuriyetin ilk yıllarında şöhret kazan­ mış olaii' hececi şâirlerden bîr çoğu İstanbul ’un tabiî manzaraları ile tarihî semtlerini tas­ vir ettikleri gibi, dış dünyayı garip tasavvur­ lar ile hayâli b ir: şekle sokmaktan hoşlanan Yedi Meş’ aîeciler de İstanbul levhaları çizmiş­ lerdir. İkinci dünya harbi sıralarında türk edebiyatına yeni bir hassasiyet ve ifâde tarzı getiren yeni nesle mensup şâir ve hikâyeeilerin bir kısmı Anadolu köy ve kasabalarını anlatırken, bîr kısmı da büyük şehirleri, bil­ hassa İstanbul ’u mevzû olarak ele almışlardır. Bunlardan. S a i d F a i k [A b asıyan ık ] hikâ­ yelerinde A dalar ile Beyoğlu ’nu, buralarda rastladığı fakir ve orta tabakadan insanları, balıkçıları, serserileri, külhanbeyleri, sokak çocuklarını, meyhâneleri, kahveleri, parkları ve meydanları empresyonist ve sürrealist bir üs­ lûp île tasvir etmiştir. Haldun Taner, Orhan Hançerlioğlu, O ktay Afebal ve Orhan Kemal ’İn hikâye ve romanlarında da İstanbul ’ an muhtelif semtleri, çeşitli içtimâi zümreleri ve tipleri mühim hır yer tutar. O r h a n V e l i



[K a n ık ] bu nesilden İstanbul’ un güzelliğini en iyi anlatan şâirdir. İstanbul türküsü, . K a ­ palı çarşı, İstan bu l’u dinliyorum ve Galata köprüsü isimli şiirleri Yahya Kemal ’İn çok ayrı bir İstanbul görüşünü ihtiva eder (O r­ han V eli, Bütün şiirleri, İstanbul, 1950). Beh­ çet Necatigil, bütün şiirlerinde İstanbul ’ da yaşayan fakir ve orta halli insanların ıztırap ve sıkıntılarını anlatır. İlhan Berk, sürrealist bir üslûp ile yazdığı Galite denizi (İstanbul, 19 58) adlı şiir kitabında, Y ah ya Kemal 'in ih­ tişamlı bir şekilde tasvir ettiği İstanbul’ u karma-karışık bir medeniyetler enkazı, maddî ve manevî sefalet meşheri olarak gösterir. A ttilâ İlhan’m şiirlerinde de İstanbul hissî, İçtimaî gerçekçilik zaviyesinden görülmüştür. Yeni şâirler İstanbul ’ un tarihine karşı umu­ miyetle bigânedirler. Onları ilgilendiren İs­ tanbul ’ un hâli-hazır bayatı, bilhassa halkın yaşayış tarzıdır. Bu şâirlerden başka İstanbul ’ u anlatan daha pek çok şâir vardır. Ferhan Oğuzkan, İstanbul şiirleri antolojisi (İstanbul, 19 53) adlı kitabında bunlardan bir kısmını toplamıştır. Fethin 500. yıl dönümü dolayısı ile dergilerde pek çok şiir neşredildiği gibi, bâzı destanlar da yazılmıştır. Bunlardan Fâtih, fethe iştirâk eden askerler, fetih ve fetih hâ­ disesi ile berâber İstanbul da tasvir edilmiş­ tir. Bu destanlardan başlıcalan şunlardır: Fâzıl Hüsnü D a ğ l a r c a , İstanbul fe th i des­ tanı ( İstanbul, I 53 ) ; İbrahim Minnetoğlu, İs­ tanbul fe th i destan denemesi ( İstanbul, 1953 ); İbrahim T arık Çakmak, İstanbul’un feth i des­ tanı (İstanbul, 19 5 3 ) ; Gökhan Evliyaoğlu, Kostantiniye kızıl elması (İstanbul, 1953 ). İkin­ ci Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinde, şiir, roman ve hikâyenin dışında, eski İstanbul ’un tarih î ve İçtimaî hayatından bahseden, çoğu dergi ve gazetelerde çıkan, bir kısmı kitap hâlinde neşredilmiş pek çok tetkik ve deneme vardır. Mevzûumuz ile yakından ilgili olmadı­ ğı için, bunlardan bahsetmiyoruz. B i b l i y o g r a f y a : İstanbul ile alâkalı başlıca eser ve metinler madde içinde gös­ terilmiştir. Bunlardan başka, eski edebiyatta A yasofya ve İstanbul ’un fethi ile ilgili muh­ telif müstakil eserler ve coğrafya kitapların­ da İstanbul ’a tahsis edilmiş bâzı husûsî fa­ sıllar mevcuttur. İlâveten bk. bir de Ahmed Refik, Lâle d evri ( İstanbul, 19 15 ) ; ayn. mil., Eski İstanbul (İstanbul, 1 9 3 1 ) ; Refik A h ­ med [ Sevengil ], İstanbul nasıl eğleniyordu ( İstanbul, 1928 ) î Reşat Ekrem Koçu, İstan­ bul Ansiklopedisi (İstanbul, 1944—1948 ), I— III; ayn. esr., 1958 ’ den itibaren, yeniden yayınlanmaktadır : 1966, e. I—VII. (M eh m ed K



aplan



.)



i



\



I . İS T A N B U L . Ş e h i r CM ıtrakçı N asiih .



ve



c iv a r ı



Beyanı memıuU-i sefer-i irakayu,



(X V I. a s ır ). Ü niversite küt ¡.ip. T .



5'Xm>j



m



■ ■



•&



I S sPlipİ >' ': :.... .



'



-o-V



■* ”•



.. . r



t e



f i



;,-.



•;'



■••••'' V^ı



İ



I p /.. Ä ¿V :ii : î Ş J: 4 ' !' i t f e s W ê m & g g Ê . ■t e ï S M â Â S S É ? *•■ * *



II H



m m :m m ■Mâ



l ’ c .............. .....



Mm



f: :•



s*



m ,■



X i



; ■Ut :~'



3



2.



(A . M .



:



İsta nbu l.



Şehir ve civan



Schaeider, Komtantittopel,



(1422).



195^! ■Buendclmonti'ye göre)



mm \



«P >1



3 , ISTANBUL. Şehrin umumî görünüşü ( 1574). CM. Schneider Konstantinopel, 1956; Braıın-Hogenberg’e göre)



4. İ s t a n b u l . Şehir ve civan (X V II. asır). CG. J . Greİot, Rel. notıv. d’ un voyage de Constantinople Paris, 1680)



I



5 - İS T A N B U L , Şehrin Eyyûb sırtlarından görünüşü. (M elling, Voyage pittoresque . . . , Paris, 18x9, lev. 5/14)



6.



İS T A N B U L .



At



m eyd an ı.



(M ailing, Voyage pittoresque . . . , Paris, 18 19 , lev. xo /13)



8.



İs t a n b u l .



Düğün alayı.



(M elling, Voyage p it to r e s q u e ..., Paris, 18 19 , lev. 16/19 )



9- IST A N B U L . Topkapı sarayının H aliç’ten görünüşü (X V III. asır).



IO. ÎS T A N B U L .



Inclli-Köşk.



ıı.



İs t a



n b u l



.



Topkapı sarayından



(Choiseul-Gouffier, Voyage pittoresque . . . , Paris, 1822, II, lev. 72, 73 ve 77)



D 5



M



£. ÎT "î > -O z 0 c ro c r tT 0i n < Sı s». p* n> r& n CSÏ 3. J-E e : JT* < [ev. »



n V;•:



40. İS T A N B U L . Aksaray, Vatan ve Mîllet caddelerinin başlangıcı.



4 1. İS T A N B U L . Bâbıâlî ( şimdiki_vilâyet konağı). Eski bir posta kartından.



42. İS T A N B U L . Topkapı sarayının denizden görünüşü.



43. İSTAN BU L. Halic'in ağzından akşam görünüşü.



44 . İS T A N B U L . Rumeli hisarının aydınlatılmış hâlde görünüşü.



47. İST A N B U L . Taksim Cumhuriyet âbidesi.



46. İSTAN BU L. Hürriyet-i ebediye âbidesi.



İSTANKÖY • İS T A N K Ö Y . Stanco ( K o s ) adasının türkçe ismi. Krş. Cuinet, La Turquie d'A sie, I, 435 v.dd. tS T A R . [Bk.JSTÂR.] İS T Â R . ÎSTÂ R (Ötatıiö)» yunanlılardan alınmış olan ve kıymeti ekseriyâ muhtelif şe­ kilde takdir edilen, bahada ağır eşyâ İle tıbbî maddelerin v e z i n sistemine dahil a ğ ı r l ı k ö l ç ü s ü . Bİr cihettenı 1 istâr = 6 dirham ve z dânak = 4 m işkâl (ecza tartıla­ rında kullanılan istar ) muadeletine ve diğer taraftan d a: l istâr — 6 1/2 dirham = 4V2 k â l (şarkta ticarî istâ r ) muadeletine tesadüf ediyoruz. Birinci muadelet, ancak dirhem-para _ 2.97 ve mişkâl m ayyal ( z. çyXô + s X = *8.81 ~ 4.7a X 4 = 18.88 ) olduğu takdirde, doğru ola­ b ilir; ikinci muadelet ise, ancak dirhem-para ve eski m işkâl ( altın dinar ) esâs olarak alındığı takdirde, takribi surette, doğru olur (*.9 7X 6 .5 = 19.3 ~ 4.25X4.5 = 19-1*5 )• Her iki hâlde de mütedâvil yunan istâr 'ından hissedilir dere­ cede daha fazla olan bir mıkdar bahis mev­ zuudur. Bundan başka bir ra il ( libre ) 'da 20 istâr mevcut olduğu da ancak 6V2 dirhemlik tstâr ve 130 dirhemlik Bagdad ra il '1 için doğ­ ru olabilir. B i b l i y o g r a f y a : H. Sauvaire, Maté­ riaux, bk, mad. ; Don Vasquez Queipo, Essai sur les Systèmes Métriques, 1. _ ( E. v. Z am bau r .) İS T İB R A ’. [ Bk. İSTİERÂ.] İS T İB R Â . İSTİB R A ’ (A.), İslâm şerî’atinde „bir câriyenin rahminin boş olup-olmadığını tâyin için, yapılması lüzumlu görülen muâyenedir.“ Bir müslüman, satın alma, tevarüs ve­ ya diğer yollar ile, bir câriye sâhîbİ olduğu zaman, şerî’at, çocukların kimden olduğu hak­ kında her hangi bir şüphe ve tereddüde ma­ hal verilmemesi giyesi ile, kadının hâmile olup-olmadîğının tesbitinden evvel, sahibinin onun ile bir arada yaşamasını men’eder. Şerî'atin koymuş olduğu bekleme müddeti, ilk hayzm vukuu üzerine veya hâmilelik hâlinde, do­ ğumdan sonra nihâyet bulur ve bayiz demi gelmeyen câriyeler İçin de bir ay devam eder. Aynı surette bir câriye, hürriyetini kazandık­ tan sonra da, ancak kanûnî istibra müddetini geçirdikten sonra, evlenebilir. B i b l i y o g r a f y a : Mînhâc al-tâlibin ( nşr. vau den Berg ), III, 60 v.dd.; Fath al-karib (nşr. van den B erg), s. 514 v.dd.; al-Bâcur! (Kahire, 1307), II, l8z v.dd.; alDimaşki, Rahmat al-umma f i 'h iilâ f a l a ’ imma (Bulak, 1300), s. 124; al-Şa'râni, alM izân al-kuhrâ (Kahire, 1279), II, 1 55; C. Snouck Hurgronje, Mekka, II, 135. ( T h . W. J uynboll .)



- İSTİHÂRE İS T İF H A M . [ Bk. Sst İfhâm .] İS T İF H Â M . İSTİFHAM ( < f h m „anlamak" X. vezin „izahat istemek, suâl sormak“ ), arap gramerinde „soru ve soru cümlesi" mânasına ge» İen bir ıstılahtır. Bir istifham cümlesi, ismi veya fi’lî bir cümle oiabiiir ve alel’âde nahiv kaidelerine tâbidir. Bir soru, sâdece sese ve­ rilen bir vurgu ile sorulabilir; fakat ekseriya, a, hal, am v.b. gibi, bir istifham edâtı ile (harf al-istifham j veya msl. man („ kim ?“ ), mâ ( „ne ?“ ), kay fa. ( „nasıl ?" ) v.b. gibi, bir istifham zamiri veya edâtı ile sorulabilir. B i b l i y o g r a f y a : Sibavayhi, Kiiâb (nşr. Derenbourgj, I, 39, 22, 61, ti v.d d , 250, 12, 394, 13 ve tür. yer. i İbn Y a 'iş (nşr. Jahn), s, 12 0 1—12 0 4 ; Muhammed A 'İI, Tahânavi, K aşşâf ¡şiilafüit al-funun { Dictio­ nary of Technical Terms, nşr. Sprenger), s. 1 1 SS v.d .; Lane, Arabic-English Lexicon, s. 2 4 53 ; W right, A rabic Grammar, 1, 274 A —• 276 D, 282 B — 288 A , II, 306 B — 317 B, 336 B ; Howell, Gramm. o f the class. A ra bic Language, III, 6 15—624. __



( R o b e r t S t e v e n s o n .)



İŞT İH A R A . [ Bk. IstîHÂRE.] İS T İH Â R E . İST İC A R A ( A.), niyet edilen bîr teşebbüs, seyahat v.b. husûsunda kararsız bir adamın, kendisini selâmete eriştirecek bir karar iihâmma mazhar olmak için, yaptığı da'S. Bu tâbir, bilhassa Allâhumma h ır li-rasâlika (Tabari, Tarih, I, 1 8 3 2 , 5 ) ; hir lahu (İbn Sa'd, II, II, 73, n , 75, 2 ) ; hara ’ilâha li ( ayn. esr., VIII, 92, 25 ) gibi cümlelerde kulla­ nıldığı mânası ile, kâra fiilinden gelir. Daha islâmiyetten öncesine âit şöyle bir tâbir zifcrolunur: istahir Allaha f i ’l-sam ai yahir laka bi-'ilmihi f i ’l-kazâ’i ( İbn Sa'd, VIII, 17 1 , ı s ; Ç ili, AmâVi, II, 106 a lt.); bununla berâber, öyle bir tâbirin bu devre âit olmasını kabûl etmek bir az güçtür. İslâmda dini istihârenin merasimi, iki rek at namazdan sonra yapılan uzunca bir duadan ibarettir ( şalla rak atay al-istikâra, Subki, Tabakât a l-şâ fiîya , VI, 175, 6 a ş .) ; bu duanın metni ( Buharı, Tav hid, nr. 10, D a’avât, nr. 48, nşr. Krehl—Juynboll, IV, 202, 450; İbn Mâca, Dehli, 1282, s. 99 aş.) Peygambere isnât olunur ( bu metnin mevsûkiyeti müslüman münekkitler tarafından da­ hi şüphe ile karşılanm aktadır; bk. İbn Hacar al-Haytami, Fatâvi hadişıya, Kahire, 1307, s. 2 1 0 ) ; Tirmîzi (Bulak, 1292, II, 266), bu metin yerine, zayıf olmakla berâber, şu kısg hadisi zikreder: Allâhumma hir li vahtir li (krş. Zahabi, Mizân al-ıtidâl, Luknov, 1884, I, 315 , 4 ). İki rek’at esnasında okunması bahis mev­ zuu olan K u r’an âyetlerini de kaydeder (N avavi, A ık â r, s. 56 ). ‘A v fi ( Lubâb al-albâb, nşr.



ÎSTiHÂRÊ.



Browne, 1, 210, 1 2 ) ’ye göre, namaz-i iştihara 'yi eda için eâmieye gidilir, fakat bu zarurî değildir. Muayyen bir teşebbüsten evvel, her bîr hâl için ayrı iştihara duâsı yapılmak kai­ dedir ('A b d ari, Madhal, III, 240 aş ), fakat umûmî bir çok hâller İçin toptan ( msl. sa­ bahleyin bütün gün zarfında gelecek bütün hâller için) yapı'maz, İslâm menâsiki, en eski zamanlardan beri, yukarıda zikrolunan ananeye mutabık iştiha­ ra âdetine riâyet olunduğunu göstermektedir. A ğ â n î ( XIX, 92, 3 v.dd.) belki bu hadîsten müstakil, en eski bir misâli arztmektedir. Şâir 'Accâc (D iv â n , nr. 12, 83; A râciz al‘arab, s. 12 0 }, H accâc’ı medhederken, Allahın rızâsından emin olmadan ( illa rabbahu işti­ hara ), onun hiç bir işe teşebbüs etmediğini söyler. ‘Abd Allah b. Tâhir, Irak ’a vâli tâyin edildiği zaman, babası mektubunda, ona bü­ tün idâri kararlarını verirken, iştihara yap­ masını tavsiye eder ( Tayfur, K itüb Bagdad, s- 49> ı> S2) 2 aş., S3 > 4 )• Bundan dolayı edebiyatta her müslümanın, ehemmiyetli veya ehemmiyetsiz kararlar vermeden önce, husûsî ve resmî işlerde, kezâ fâtihlerin seferlere çık­ mazdan evvel, iştihara sâyeşinde Allahın inâyetİni te’min ettiklerine inandıklarını gösteren misâllere sık-sık şâhid olunur. Hakikatte bu husus, ekseriya, uydurmadan ibarettir; msl. Mu'Sviya ’nin, Yazid Ji halef olarak seçerken, iştih a ra'de bulunduğu rivâyet edilir ( A ğanı, XVIII, 72, e ). Halife Sulaymân, verdiği kara­ rın faydalı olacağının iştihara ile telkin edilme­ diğini hissedince, oğlu Ayyüb lehine tanzim edilen veliahtlık vasiyetnâmesinİ yırtar ( İbn Sa'd, V, 24y, 6 ). Ma’ mün, 'Abd Allah b. T â ­ h ir’i tâyin etmeden önce, bir ay müddetle iş­ tihara yapmıştır ( Tayfur, ayn. esr., s. 34, 6 ). Krş. al-Muktadir ’İn tahta çıktığı zaman yük­ sek sesle yaptığı iştihara du’ası ( dört rek’atla: ‘A rîb , nşr. de Goeje, s. 22, u ). B in bir gece ’de, Uns al-vucud İle Vard f i ’l-akmâm hikâye­ sinde, sonuncusunun annesi, kızının aşkında onu gayeye götürecek bir ilhama mazhar ol­ mak İçin, iki rek’at „isiihâra namazını" edâ eder (373. gece i Bulak, 1279, II, 269). B ird e yeni doğan bir çoçuğun adı, isim veren tara­ fından, ekseriya bir iştihara vâsıtası ile seçilir (Snouck Hurgronje, Mekka, II, 13 9 ,1) . Müna­ kaşalı din meselelerinin hallinde, İlmî delillerin iştihara yolu ile takviye edildiğini gösteren misâller de eksik değildir ( msl. Navavi, Tahzib, nşr. Wustenfeld, s. 237, 3 a ş .). Mü­ ellifler çok defa eserlerinin mukaddimesinde, onların yazılmasını mâzûr göstermek veya esbâb-ı mûcibe beyân etmek için, te*life tekaü­ düm eden bir iştihara zikrederler (krş. Za-



habi Tazkirat al-huffâz, II, 288, 1 ). Uydurma bir rivâyete göre, 'Omar 11. ’in kütüphânesinde bulunan Ahran b. A'yun ’un bîr eserinden, an­ cak kırk gün süren bir iştihara ’den sonra, halkın istifâdesine müsâade etmiştir ( İbn Abi Uşaybi'a, I, 163 aş.). iştihara ’nin dinî istimaller (isiihâra şa riya ) ile tesbıt edilen şekli fi’iî tatbikatta hadîs ile te’yit edilmemiş alel’âde vâsıtalar ve bilhassa istihâre için kılman namazdan (Snouck Hur­ gronje, Mekka, II, 16, not 3;D o u tté, Magie et Religion dans l'Afrique du Nord, s, 413 ) sonra, rüyâda ( eyKOlfirıoıç ) İlâhî bir ilhâm almağa in­ tizar yahut iştihara formülünü bir bakıcının tesâdüfî sözlerini ilâve ederek, takviye ile müterâfık olabilir (T a b a rsi, Makârim al-ahlak, Kahire, 1303, s , 10 0 ). Bu nevî ilâveler, sünnîler tarafından, şiddetle takbih ojunmuştur ( 'A bdari, ayn. esr,, III, 91 v.dd. ). Bunlardan başka, Kur’an ’m her hangi bir sahifesini aç­ mak suretiyle yapılan iştihara de vardır ( İbn Başkuvâl : al-iarb f i ’l-muşhaf.., va-takdim istihârafiı g. 243, yk,; krş. Farac bad al-şidda, I, 4 4 ) ; bu hususta Kazvini (nşr. Wüsten­ feld, II, 113,18 v.d d .)’de bir fıkra vardır; bn iş için, Sortes Virgilianae gibi, başka eserlere de mürâcaat edilir ( bk. Suyü(i, Bağ yat al-vuât, s. 10, 17 ). İranlılarda bilhassa Hâfiz ’ın Divân’ı ile Calâl al-Din R u m i’nin Maşnavî’si kulla­ nılır (k rş. Bankipore-Catalogue, I, nr. 1 3 1 ) . Ehl-i sünnet ulemâsının çoğu Kur’an ’m bu gâye ile kullanılmasına cevâz vermez ( krş. Damiri, Tayr, Bulak, 1284, II, 119 , 8 v. dd.; MurtazS, ithaf al-şada al-muttakın, Kahire, 1 3 1 1 , II, 283 a ş,); bu istimâi halk arasın­ da, istifıâra ile birleştirilerek, Kur’an ile yapılan bir f a l hâline gelmiştir ( bu husus­ ta tafsilât için bk. Lane, Manners and Customs, 3. tab., fasıl XI, 1, 328 v. dd.). [ Türkiye 'de de, bilhassa evlenmek için, kız veya oğlan ailesi tarafından, dinen muhterem bir mevkî sahibi olan zâtlara mürâcaatla isiihâra "ye yatmaları ricâ olunur. Seyâhat veya her hangi bir işe teşebbüs hâlinde de iştihara ’ye mürâcaat olun­ duğu vâkîdir. Bundan başka eski türk-islâm devletlerinde harp ilânından evvel de istihâ­ re usûlüne mürâcaat olunurdu]. — Darb ı mesel; mâ hâba man isiihâra valâ nadima man istişâra (bunun hadîs olarak rivayeti için bk. Tabarâni, Mu cam sağır, Dehli tab., s. 204 aş,). Abü ‘ Abd Allah al-Zubayri ( IV .= X . asrın ba­ ş ı) bu mevzû üzerine bir Kitâb al-istişâra va ’l-istihâra yazmıştır ( bk. Navavi, Tahzib, s. 744 ) 9 )• B i b l i y o g r a f y a ' . Yukarıda zikredilen hadîsler; Gazzâli, ihya ulum al-din ( Bulak, 1289), I, 19 7; Murtazâ, lihâf, III, 467—469



Is T ÎH Â r Ë — İSTİH SÂN VE ÎSTtSLÀ H .



ve fıkıh kitaplarının buna müteallik fasılları. fikirler ( k a v i ) dermeyân etmesine müsâade — Krş, J A , 186 1, I, so i, not 2 i 1866, I, etmemiştir; m eğerki, kendinden önce kat’î 447 ; PhiUott, Bibliomancg, Divination, S u ­ şeklini bulmuş olan bir bilgiden onları çıkar­ perstitions among the Perslans ( J A S B , mış olsun“ ( Ris&la, s. 70 ). Buna rağmen is1906, II, 399 V. dd. ) ; Bulletin de la Société tiffsân '1 kullanmak isteyen kimse, en yüksek de Géographie d ’ Oran ( 1908 ), XXVIII, fas. I. şârî olan Allahın işine karışmış olur ( man isiahsana fa -k a d şara'a [ Gazzâli, I, 274 ve _ ( I. G o l d z ih e r .) tür. yer.]). Gazzâli (ölm. 5 0 5 = 1 1 1 1 ) ile BayİSTİH SÂ N . [B k . İSTİHSÂN VE İSTİStÂH.] İSTİH SÂN v s İS TİSLÂ H . İSTİH SÂN ve zâvi (Ölm. 6 8 1= 12 8 2 yahut daha sonra, şâfi’î ) İSTİŞLA H , usûl al-fikh { b. bk.] kitaplarında Şafi'i 'nin açtığı münâkaşayı, daha sistemli Jfiyâs [b. bk.] nazariyesi ile alâkalı olup, bir bir şekilde, ele almış ve inkişâf ettirmişlerdir. çok münâkaşalara yol açmış bulunan iki i s t i d ­ Onlara göre, İslıksan ancak tahşiş (husûsî l a l u s û l ü d ü r . Bu iki mefhûm, sıkı benzer­ şer’î bir hükmün umûmî hükme tercihi) esâ­ likleri dolayısı ile, ekseriyâ birbirine karıştırılır sına ircâ edilmesi mümkün olan hâllerde eâ(bk. Şâtibi, IV, 1 1 6 —1 1 8 ; ibn Taymiya, V, 22 ). izdir. Fakat fohsiş de Ifigâs bahsine dâhil ol­ Fakat bunların karşılıklı münâsebetlerini gâ- duğu için, istihsân 'm hiç bir husûsî rolü yok­ libâ hiç kimse, tamamen açık bir şekilde, tâ- tur. Subki (ölm. 772 = 137 0 ) ve Mahalli (ölm. 864 = 1460 ) gibi, muahhar devirlerin şâfi'î rife muvaffak olamamıştır. I. İstihsân lehinde, bu usûl tarafdarlarınınâlimleri, aynı şekilde, menfî kanâat beyân et­ K u r’an (X X X IX , 19, 5 6 ) 'a, hadîs ( mâ ra- mişlerdir. 'âku ’1-muslimSn haşan*» fa-h uva ‘inda 'Hâki İstihsân nazariyesinin tarafdarları ( bunların haşan»» ) 'e ve icma (m sl. ücret v. b. hıısûs- ekserisi h a n e f î mezhebine mensûp zâtlardır : larda önceden anlaşma olmaksızın, hamama Pazdavi [ölm. 482 = 1089], Sarahsi [ölm. 483 gitmek ) ’a istinaden gösterdikleri delilleri ha­ = 1090], Nasafi [ölm. 7 1 0 = 1 3 1 0 ] ve Bahr sım taraf kolayca çürütmektedir. Onun için al-'Ulüm [ölm. ı 8 t o] v. b.), bahsetmiş oldu­ bunlar ile meşgûl olmayacağız. Buna mukâbil ğumuz itirazları cerhetmek için, bütün kuv­ istihsân’m daha önce hadîste ilk yazılı ifâde­ vetlerini sarfetmektedirler. Fakîhin kendi şahsî sini bulmuş olduğunu ve bin neti ce bunun VIII. kanâatlerinin ziyâdesi ile rol oynayacağı iddia asrın ilk yarısında meveût bulunduğunu tesbit edilince, bu müellifler buna isiihsân'ı çok dik­ etmek mühimdir ( bk. Wensincb, The Müslim katli bir tarzda tahdit etmek ve sisteme bağ­ Creed, s. 59 ). BÖylece msl. Buhâri ( VaşâyS, lamak sureti ile cevap veriyorlar. Bâzı ahvâlde B. 8 ) 'de isiahsana tâbirinin, kanunun muayyen kiyüs 'tan ayrılmak ve istihsân’i kullanmak bir tefsiri lehinde, şahsî mülâhazaya göre ka­ prensibi, söylediklerine göre, şahsî temâyüllerrar vermek mânasına kullanıldığına şâhid olu­ den ve metodlu düşünce noksanından değil, yoruz. Yarım asır sonra, Mâlik (ölm. 17 9 = 7 9 5 ) belki bil’akls tamamen âfâkî ve fıkıhta nazar-1 bu tâbiri menkulâia isnat ettiremediği şer’î itibâra alınmış olan düşüncelerden gelmekte­ kararlar hakkında kullanmaktadır ( M udavvana, dir, Bu bir »gizli kıyâs“ ( kiyüs k a f i ) olup, Kahire, 1323, XVI, 2 17 ). Hemen-hemen aynı za­ ş a r t ve s â l k ı b i z z a t k e n d i s i n d e manda Abü Yûsuf (hanefî, Ölm. 18 2 = 7 9 8 ) m ü n d e m i ç b i r h ü k ü m l e h i n d e , Z a ­ şöyle d e r :—„ al-lşiyâs kâna a n . . . illâ annî is- h i r e n b e d i h î g ö r ü n e n b i r f c i g â s ’t a n tahsantu . . . “ ( „k ig â s’s. göre, şöyle veya böyle a y r ı l m a k t ı r . İstihsân 'ı tercih etmek için olması icâp ederdi ; fakat ben kendi re'yİmce gösterdikleri sebep, K u r’an, sünnet, icm a' ve karar verdim“ (K itâ b al-harâc, Bulak, 1302, yahut zarûret prensibinde mevcûttur; fakat s. 1 1 7 ] ) . Böylece istihsân'in teşri usûlüne, yâni her hâlde umumiyetle kabûl edilen istidlal kigâs 'a, muhalif olduğu açıkça anlaşılıyor. Bu usûlleri ile te'yit edilmelidir. İstihsân 'in tahşiş istihsân tâbiri, müteâkip asırlarda, bir de ş u prensibine ircâ edilebileceği ve böylece asıl v e y a bu t a r z d a m û t a d k i g a s ’tt z ı t kigâs sahasına girebileceği doğru değildir. Ha­ o l a n b i r f ı k h î k a r a r u s û l ü m â n a ­ kikatte istihsân bu dar çerçevenin dışında kal­ maktadır ve bundan dolayı busûsî bir istidlâl sına gelmektedir. Ü şül al-fikh ilminin kurucusu olan Ş â f i' i şekli olarak kabûl edilmelidir. Bundan başka, ( ölm. 204=820 ) 'nin istihsân’1 esâsından redd­ mesele daha yakından tetkik edilirse, hanefıetmesi şâyân-ı dikkattir; çünkü o şer’î hü­ lerin müdâfaa ettiği bu istihsân usûlünün başka kümlerde her keşçe tanınmış ve usûlü dâire­ mezhep mümessilleri tarafından da kullanılmış sinde tesbit edilmiş olan esâsların bu şekilde olduğu tesbit edilebilir. F i’iiyatta bunu bütün hâricine çıkmaktan ve neticede keyfî hareket fakîhler kullanır. ve kararlara kapı açılmasından korkuyordu. Muahhar devirlerde hanefîlerin (İbn al-Hu­ „A llah, resûlünden sonra, hiç kimsenin şahsî mara [ölm. 8 6 1 = 14 5 7 ] — İbn Am ir al-^Ece İtlim Ansiklopedisi



77



ijıâ



İSTİHSÂN



ve



[ öitn. 8 79 = 14 74 ] ve Bihâri [ Ölm, 1708 ] — Balır al-‘ Ulüm [Sim. 1 8 1 0 ] } istilısân üzerindeki in­ ce sistemleştirme çalışmaları nazar-1 itibâra alındığı takdirde, bu son neticeyi fi’len kabul icâp eder. K at’î olmadığından dolayı, aslında, tereddütlü olan bu istidlal usûlü, ‘i/m uyul alfik k 'm bir sıra kaideleri içine alınmış ve böylece kullanılması ancak muayyen bir kaç hâle inhisar ettirilmiştir. Bununla berâber, bunun meşrû olup-olmaması üzerinde münâkaşa de­ vam ediyorsa, bunun sebebi sâdece hanefî mez­ hebi tarafdarlarının, bir nevî an’aneye uyarak, imamlarının vaktiyle, başka şartlar altında ve daha haklı olarak, açmış olduğu münâkaşayı gevşetmemeği kendilerine vazife bilmeleri olsa gerektir. H. Istiştâh, menfî cephesi bakımından, istih­ sân ile sıkı-sıkıya alâkalıdır; burada da yine fıkıh prensiplerinin vaz’ında kullanılan mÛtad is­ tidlal usûlünü bertaraf eden bir prensip meselesi bahis mevzuudur. Bunun istihsân 'dan farkı, an­ cak, bu menfî rollü prensibin müsbet temelini teşkil eden ana fikir arandığı zaman meydana Çıkar. O zaman görülür ki, istişlâh daha mahdut­ tur ve aynı zamada hakîkî ve âfâkî istihsân 'dan daha k at’î ve muayyendir. Şu kadar ki, istih­ sân hadd-i zâtında yalnız istişlâh 'ın sûrî „aslah bulmak" prensibini âfâkî maslahat pren­ sibi yerine koyar ve en geniş mânâsı ile, i n s a n r e fâ h ın ın İc â p la r ın ı n a z a r-ı iti­ b â r a a l a r a k , m u h â k e m e e d e r . Bun­ dan dolayı, bu istislâfı, daha şâmil ve daha gayr-ı muayyen olan isiilşsSn umûmî mefhû­ munun karşısına, daha keskin surette, tamamen ayrılmış bir nevî olarak çıkarılabilir ve belki de îşbili ( mâlikî, ölm. 546 = 1 1 51 ) ’ nin işâret ettiği gibi ( Şâtibi, s. 1 1 7 ) , o nevinin başlığı altına konulabilir. İstilısân ’ a nazaran, bu bü­ yük muayyeniyeti dolayısı ile, istişlâh daha çok b ı r n u f Û z k u v v e t i kazanmaktadır. Çünkü bedihîdir ki, insan refahı endîşesi gibi, ışık saçan bir fikir, fıkıh prensiplerinin istihracı için, daha sağlam ve ihtimâl istihsân 'ın boş ve sûrî miyârmdan daha kolaylık ile tahakkuk ettirilecek bir istinat noktası te’min eder. Şüp. hesiz, umumiyetle istişlâh prensibinin,istihsân kadar, münâkaşalara yol açmaması ve hare-1 âlem olan ki yas 'ın sâdece redd ve inkârın­ da karar kılmaması, hattâ doğrudan-doğruya K a r ’an, sünnet ve icmâ* 'dan çıkan şer’î esâs­ ların kıymetini münâkaşa mevzuu yapması, bu suretle izah olunur. IstişlSfr ’ın teşekkül ve inkişâf tarihîni, is­ tihsân 'ınki kadar, iyice takip etmek mümkün değildir. Hakikaten muhtelif kaynaklar Mâlik ( ölm. 179 = 795 ) ’in istişlâh ’1 ilk olarak kul­ landığını göstermektedir. Filhakika bu iddia,



İSTİHLÂH.



bir bakıma, M â lik in tâze ve benüz toplanma­ mış hurmalar ile olgunlarının mübadele edil­ mesine eevâz olduğunu— ve bunu, tâze mey­ velerin kuru meyveler ile ( M ııdavvana, Kahi­ re, 1323, X, 90 v.dd.; K itâh a l-a r â y â ) müba­ dele edilemeyeceği esâsını koyan câri nizâma aykırı olarak—ileri sürmesi vâkıasına istinat etmektedir. Bu hâlde maşlaha veya istislâfı tâbirinin kullanılmamış olduğunu da unutma­ mak lâzımdır. Bundan başka Ş âfi'i (Ölm. 204 = 820 ), meşhur R isâla 'sinde, yalnız istihsân 'm münâkaşası ile ıktifâ etmiştir. Bundan istintâc etmek kabildir ki, istişlâh meselesi o zamanlar henüz kat’î karara müsâit bir vazi­ yete gelmemiş olup, bundan dolayı o zaman henüz istihsân 'ın bir şubesi gibi telâkki edile­ rek, ayrıca zikrolunmamıştır. M âlik’in istişlâh’ı meydana çıkardığı iddiası, her hâlde, sonra bütün mâlikîierin bu prensibin mümessilleri ol­ masından ileri gelmiştir. Aynı şekilde Mâlik ile onun neslini tâkip eden zamanda istişlâh’ın inkişâfı henüz o kadar sarih değildir. Muahhar eserlerin — Mâlik ve Şâfi’i müstesna ( 1 ) — prensip üzerine münâ­ kaşada otorite olarak zikrettikleri müellifler, V. ( XI.) asırdan daha evvelki zamanlara âit değildir. Bu boşluk, ihtimâl, henüz neşredil­ memiş olan usûl hakkındaki eski eserlere sis­ temli olarak mürâcaat etmek suretiyle, doldu­ rulabilir. Ne olursa olsun, bilgilerimizin bu­ günkü hâlinde, istişlâh prensibinin zuhurunu ancak oldukça geç zamanlara koyabiliyorsak, bu vakıanın haricî bir te’sir (ihtimâl Roma hukukunun ratio utilitatis 1 ) olduğunu kat’î olarak istintaç etmemize sebep teşkil etmez. Aynı şekilde bu mevzû üzerinde hazırlayıcı ve hadd-i zâtinde buna yakm olan faraziyeleri müdâfaa eden istişlâh ’ıa nihayet mutezilenin ‘adi prensibinden çıktığı faraziyesîni müdâfaa etmemize imkân vermemektedir. İmâm al-Haramayn ai-Cuvayni (ölm. 478 = 1085, şâfi’î ), istişlâh nazariyesinin taraf d arı olarak zikredilenlerin başında gelir. Maalesef aşâl hakkındaki kısa eserinde ( al-Varalçât) bu husustaki fikrini ifâde etmemiştir (f akat krş. Goldziher'in M uğig al-halk 'tan aldığı parçalar, W ZKM, 1, 229, not 5 ) . Buna mu­ kabil, istişlâh lehinde bîr hüccet olarak zikr­ edilen Gazzâlİ ( ölm. 505 = 1 1 1 1 ) 'nin ifâdeleri bizi münâkaşanın tâ ortasına atıyor ( Mustaşfâ , I, 284—3 ( 5 ) . Gazzâli maşlaha denilen fıkıh tâbirini „şerî’atin insanların istihsâl etmesi­ ni istediği şeylere riâyet" ( al-muhâfaşa 'alâ maksüd al-şar . . . . min al-halk, s. 286 v.d.) diye tarif eder. Bununla şu beş şeyi kasdedİyor: dinin, bayatın, aklın, neslin ve mülki­ yetin korunması. M aşlaha ve onun aksi olarak,



İSTİHSÂN



ve



mefsedetin def’i ( d a f al-m afsada) tâbiri, Gazzâli ’ye göre, umumiyetle, doğrudan-doğruya fıkıh metinlerinden alınarak zikredilmiş­ tir ve bu suretle bildiğimiz alelade kiyâs 'a tekabül edebilir. Maşlaha ’nin alelade hüküm verme yolları ile ( maşlaha m arsala ) istihraç edilemediği hâllerde, ancak âcil ve mübhem olmayan ve bütün cemâati alâkadar eden men­ faatler bahis mevzuu olduğu takdirde ( ia rn ri, hat'i, k a ili) muteberdir. Bundan başka hâller­ de istişlâh '1 kullanmak câiz değildir. Her şe­ ye rağmen, bunu yapan şârî’-i âzam makamı­ na teaddî etmiş olur. Bundan başka Gazzâli, bu mahdfit şekli ile kabul ettiği istişlâh ’>> husûsî bir »kök“ olarak, diğer fıkıh usûlleri arasına idhâl etmemektedir; çünkü ona göre, istişlâh K u r ’an, hadîs v.b. ’dan çıkarılan de­ liller ile yapılmış bir terkiptir ve bu itibâr ile de başh-başına bir kıymet ifâde etmez. Gazzâli 'den sonra, diğer şâfi’î fıkıh usûlcüleri istişlâh meselesi hakkındaki fikirlerini beyân etm işlerdir; msi. BayzSvı (ölm. 681 = 1282 yahut daha sonra ) — Isnavi (772 = 1370 ) ve Snbki ( 7 7 2 = 13 7 0 ) — Mahalli ( 8 64 = 14 60) — Bannâni ( 119 8 = 1 7 8 4 ) . Onlar seleflerinin ve bilhassa Gazzâli ’nin fikirlerini oldukça sa­ dâkat ile naklediyorlar ve bizzat kendileri nisbeten az bir yenilik getiriyorlar. Mamafih muh­ telif istişlâh hâllerini sistemleştirmek temayülü artmıştır. Fakat bu sistemleştirme temayülü, ancak muahhar devirlere âit hanefîlerin aşul 'e dâir, Şadr al-Şari'a Mahbübi (ölm. 747 = 1346 ) — Taftâzâni (ölm. 792 = 1390 yahut daha s o n r a ) — Fanârı (ölm. aş.-yk. 9 0 6 = 1 5 0 0 ) ve bilhassa ibn al-Humâm ( ölm. 861 = 1457) — İbn Amir al-Hâcc ( ölm. 879 = 1474 ) ve Bibâri ( 1 7 0 8 ) — Bahr al-'Ulüm ( 1 81 0) gibi müellif­ lerin eserlerinde en yüksek noktasına varır. Burada onların kısmen çok muğlâk olan izah­ larının tafsilâtına giremeyeceğiz. B ir az evvel m â l i k î l e r i n i s t i ş l â h ’m b e l l i - b a ş l ı m ü m e s s i l l e r i teiâkkî edil­ diğine işaret olunmuş idi. Fakat bu umûmî reye fazla ehemmiyet atfetmemek lâzımdır. Şâtibi ( ölm. 5 9 0 = 1 1 94) ve K arâfi (ölm. 684 = 1 285 ) gibi, mâlikî fıkıh usûicüleri bu mü­ nâkaşayı yeniden ele aldılar ve onu inkişâf ettirdiler. Fakat diğer taraftan, yine mâlikî o1an İbn. al-l^Scib ( 1 2 4 9 ) bu prensibin açık aieyhdarları arasında sayılmaktadır ( yk. bk.). Buna mukabil, istişlâh prensibini fi’len kabûl edenlerin muhiti mâlikî mezhebi muhitini aş­ mıştır. Bizzat Karâfi „dikkatle bakılırsa, pren­ sibin umûmiyetle m e z h e p l e r d e müsta­ mel olduğu“ ( Şark tankih al-fuşül, Kahi­ re, 1306, s. 1 70) vakıasına nazar-ı dikkati calbediyor. Şâfi’îler ile hanefîler, her ne kadar



İSTİSLÂH.



1219



onu tahdit edip, kısmen başka bir isim ver­ mişler ise de, onu klâsik akidelerin arasına kabûl ederek, inkişâf ettirmişlerdir. Hanbelîier arasında İbn Kayyim al-Cavziya (ölm, 1 350) bu münâsebetle zikredilmek lâzım gel­ diği gibi, bilhassa Nacm al-Din a l - T a v f i (ölm . 7x6 = 1 3 1 6 ) ’nin istişlâ h ’»n en esaslı mümessili olduğu da unutulmamalıdır. Bu zâtın gayet cür’etkârâne yazılmış olan R isâla f i ‘1maşâlih al-m ursala adlı kitabı iki defa neşr­ olunmuştur : M acmâ' rasâ’il f i üşül al-fikh ( Beyrut, 1324 ) ve Raşid Rizâ (ölm. 1935 ) ’nm pek meşhur olan al-M anâr adlı mecmuasının X. cildi. Bu gösteriyor ki, istişlâh meselesi bugün bile müslümanlar için ehemmiyetlidir. B i b l i y o g r a f y a î I. İ s t i h s â n için bk. Şâfi'i, Risâla ( Kitâb al-ıımm ’ün başında, Bulak, 1 321 , s. 69 v .d .) ; Gazzâli, al-Mastaşfâ ( 2 cild, Bulak, 1322—13 2 4 ), I, 274—283; Bayzâvi, Minhâc al-vuşâl ( Camâl al-Din al-Isnavi ’nin Nikâyat al-suâl adlı şerhi ile beraber, ibn Am ir al-H âcc'm al-Taltrîr va ’l-takhir haşiyesinde, 3 cild, Bulak, 13 15 — 13x7, III, 140—1 4 7 ) ; Tâc al-Din al-Subki, Cam al-cavâmf (Calâi al-Din al-Mahalli ’nin şerhi ve Bannâni 'nin haşiyeleri ile birlikte, ^ cild, Kahire, 1297, II, 28 8 ); Pazdavi, Kam al-vuşül ( ‘ Abd al-*Aziz al-Buharî 'nin Kaşf al-asrâr adlı şerhi ile birlikte, 4 cild, İstan­ bul, 1307—1308, i y , 2— 1 4 , 4 0 , 8 3 ) ; Abu ’i-Barakât al-N asafi, K aşf al-asrâr ( Şark Manâr al-anvâr), { Mullâ C iv a n ’ın şerhi ve Muhammed 'Abd al-Halim al-Luknavi'nin haşiyeleri ile, 2 cild, Bulak, 1 3 1 6) , II, 164— 168; Şadr al-Ş ari‘a a!-Mahbübi, Şark altaviîh'ala'l-tanlşih (Taftâzâni'nin al-Talvih adlı şerhi Fanâri ve Mullâ ^usrav'in haşiyeleri ile birlikte, 3 eiid, Kahire, 1322, III, 2—1 0 ) ; İbn ai-Humâm, al-Tahrîr (İbn Am ir al-H âcc'ın al-TaJçrir va ’Liakbir adlı şerhi İle birlikte, 3 cild, Bulak, 1 31 6 v. d.), III, 2 2 1—238; (M ulla Husrav ], Mir kât al-vuşal ilâ ‘ ilm at-uşül ( İstanbul, 1307 ), s. 23 v. d .; Muhibb Allah b. ‘ Abd al-Şukür ( Bi­ li âr i) , Musallam al-şubUt (Muhammed ‘Abd al-'AH Nizâm al-Din { Bahr al-'Ulüm ) ’ in Favâiih al-rahamüt adlı şerhi ve Gazzâii ’nin al-Mastasfâ adlı eseri ile birlikte, 2 cild, Bulak, 1322—13 2 4 ), II, 230—234; İbn Taymiya, Macma'at al-rasâ’il va ’l-mas âtil (5 cild, Kahire, 1 341 —1349), V , 22 v. d .; Şâtibi, al-Muvâfakâi (4 cild, Kahire, 1341 ), IV, 1 1 6 —1 1 8 ; al-Şayh Muhammed alHizri Bey, Usûl al-fikh ( 2. tab., Kahire, 1 3 5 2 = 1 9 3 3 ) , s. 41 3 —41 6; ‘Abd al-Rabim, / Princtpi della Ciurisprudema Musulmana ( trc. Guidi Cimİno),iîoma, 1922, s. 18 1 —184;



1230



İST İH ŞÂ N VE İST İSLÂ H — İSTİN CÂ.



D. Saatillana, Islitazioni d i D iriito Musulmano Malichita ( Roma« 19*6 ), I, 56 v. d. — H. 1s i i ş l â h için bk. Gazzâli, ayn. esr., I, 284—315 ; Bayiâvi-îsnavl, ayn. esr., III, 134 — 1 3 9 ; Subki—Mahalli—Bannâni, ayn. esr., II, 229—234; Mahbubi—Taftazâni—Fan ar i, ayn.esr., II, 374 v. dd., bilhassa s. 391—396; İbn al-Humâm—îbn Amir al-Hâcc, ayn. esr., HI, 14 1— 167, bilhassa 150 v. d d .; Bihâri—Bahr al-‘ Uİ5 m, ayn. esr., II, 260 v. dd., bilhassa s. 266 v. d. ve 3 0 1; İbn Taymiya, ayn. esr,, V, 22 v. d d .; Şâtibi, ayn. esr., IV, 110 v. dd., bilhassa s. 1 1 6 —1 1 8 ; K arâfi, Şarh Tanlçih al-fu sâl (K ah ire, 130 6 ), s. 170 v . d . ; Nacm al-Din al-T avfi, R isâla f i 'l-m aşâlih al-mursala ( M açma rasâ'il f i usul a l-fik h ; Bey­ rut, 13 2 4 ), s. 37— 70 (aynı eserin başka bir neşri için bk. Raşid Rizâ, al-M anâr mec­ muası, X, 745—770, T afsir al-Manâr, Kahire, 1328, V, 212 'ye atfen ) ; Muhammed al-H iiri, ayn. esr., s. 38 1—392; *Abd al-Rahim, ayn. esr., s. 17 3 —18 4 ; Saatillana, ayn. esr,, s. 55 v. d .; I. Goldziher, D ie Zâhiriten, ihr Lekrsystem und ihre Geschichte ( Leipzig, 1884), s. 206; ayn. mil., Das Princip des Istifhâb in der Muhammedan. Geseizıvissenschafi ( W ZKM , 1, 2 2 8 -2 3 0 ). _



( R . P a r e t .)



İS T İK B A L . [B k . İSTİKBÂL.] İS T İK B A L , İST İK B A L ( A.), hey’et ilminde ayın güneş ile karşı-karşıya gelmesi, yâni bil­ hassa ayın husûfu hâlinde olduğu gibi, bunla­ rın tûl dâirelerinin 180° tehâlüf ettikleri za­ manki karşılıklı vaziyetleri. Bunun için bâzan mukâbala tâbiri de kullanılır; fakat astrolog­ lar bu tâbiri daha ziyâde iki seyyarenin teka­ bülünü ifâde için kullanırlar, İstik b a l'in zıddı içtima ( »iktiran“ ) 'd ır; yâni msi.güneşinküsûfu hâlinde olduğu gibi, güneş ile ayın tul dâire­ sinde bulunduğu zamanki karşılıklı vaziyetle­ ridir. Hey’et ilminde seyyârelerin birbiri ile ve yahut güneş ve ay ile içtimâini ifâde için, ek­ seriya mukârana, iktiran ve kiran gibi, diğer tâbirler de kullanılır. — Bu iki vaziyetten ( is­ tikbâl ve içtimâ') başka, hey’ et-şinâslar, iki seyyâre arasındaki zaviyenin 60°, 90° veya 120° olmasına göre, altı köşeli ( tasdis ), dört köşeli ( tarbi' ) ve üç köşeli ( taşliş ) şekiller tefrik ederler. B i b l i y o g r a f y a : al-Battâni ( nşr. Natlino ), II, 349; al-Tahânavi, K a şşâ f iştilâfyât al-funan ( nşr, Sprenger, Dictionary o ft k e Technical Terms, Kalküte, 1862, bk. mad. istikbâl, içtimâ‘ ve kiran ) ; M afâtih al-u lu m (nşr. van Vloten), s. 232. (H . SUTER.) İS T İ N A F . ( Bk. İSTİNÂF.)



İS T İN Â F . İS T İN Â F (A.), İ s l â m ş e r î'a tind e her h a n g i bir s e b e p l e inkıt â a u ğ r a m ı ş d i n î b i r a m e l i ( msl. bir şo /a f’ı) , b a ş ı n d a n i t i b â r e n , m u n t a z a ­ ma n y e n i d e n b a ş l a m a ğ ı i f â d e eder. Buna mukabil, dinî fiil inkıtâa uğradığı zaman, bunun eksik kalan kısmını tamamlamağa, bina' ( yâni inkıtaa uğrayan amele devam ) denilir. B i b l i y o g r a f y a ' . al-Tahânavi, K aş­ şâf işfilâhât al-fanan (nşr. Sprenger v.b., A Dictionary o f the Technical Terms, K al­ küte, 18 6 2 ) , 1, 80. ( T h . W . J u y n b o l l .) ( H u k u k î ı s t ı l a h o l a r a k , isitn â f. Osmanh teşkilâtında, kazâ vazifesi şer'î mahke­ meler tarafından ifâ edilirken, bu mahkemele­ rin dereceleri olmadığından, isti'nâf diye ayrıca bir mahkeme yok idi. Ancak tanzimattan sonra, Meşihat dâiresinde »Meclis-i tetkikat-i şer’iye“ adı ile, îlâmât-i şer’iyenin tetkiki için, bir nevî istin a f şeklinde, bir meclis teşkil olunmuş idi, Nizâmı mahkemelere gelince, 18 26 tarihinde Divan-i ahkâm-i adliye ikiye ayrılarak, bir dâiresi, »Dersaâdet mahkeme i nizâmiyesi“ adı ile, İstanbul ilk mahkemelerinden verilen ka­ rarları ve diğer mahkemelerden verilip, temyizen bozulan kararları istinâfen tetkike ıiıe'mûr edildi. Kazâ Deâvî meclisleri tarafından verilen kararlar ise, bağlı oldukları vilâyet hukuk meclislerinde istinâfen görülürdü. 12 9 5 tarihli Teşkilât-i mahâkim muvakkat kanunu ile her vilâyette bir isii'nâf mahkemesi ku­ ruldu. İstanbul'da, isttnâf mahkemelerinden başka olarak, hükümleri ancak temyiz edilmek ve yalnız cinayet işlerine bakmak üzere, i stfnâf derecesinde, bir cinayet mahkemesi var idi. Bidâyet mahkemelerinin kıymet veya mıkdarı 5000 kuruşu geçen dâvalarda verdikleri hükümler istf nâf olunabilirdi, isttn â f mahke­ meleri bir reis ile dört âzadan mürekkep idi, Cümhûriyet devrinde isttnâf mahkemeleri aleyhinde bir cereyân başladı. 1339 yılında, isttn â f mahkemelerinin ilgâsı için, bir kanun' projesi hazırlanmış idi. Ancak bir kaç sene sonra, isttnâf mahkemeleri, »Mahâkim-i şer’i ­ yenin ilgâsına ve mahâkimin teşkiline âit ah­ kâmı muaddil kanun“ adlı kanun ile, İlgâ edil­ di. Bu maddenin te lifi sırasında isttnâf mah­ kemelerinin ihyâen teşkili için bir cereyân vardır ]. _ İSTİN C A *. [B k . İ S T İN C Â .] İS T İN C Â . İSTİN CÂ’ ( A .) f 1 k 1 h kitapla­ rının t a h a r e t faslında teferruâtı ile izah edilen bir t e m i z l e n m e y i ifâde eder. Bu temizlenme, def'-i hacetten sonra, her müslü­ man için farzdır ( mamafih Abu Hanifu ’ye göre, bu sâdece mandnb ’dur). Umumiyetle bir müslümanın, namaza hazırlandığı zamana ka­



İSTİNCÂ - İSTİSKA. dar ve yahut her hangi bir sebeple tahâret hâlinin kendisi için zarurî olması zamanına kadar, bu istinca ’yı te’hir etmesi câizdir. B i b l i y o g r a f y a i al- Dimaşki, Rahmat al-umma f i ’h tilâ f al-atm m a (Bulak, 1300), s. 7 î A . J. Wensinck, D er Islam, I, 10 1 v.d. _ ( T H . W. JüYNBOLL.) İS T İN Ş A K . ( Bk. İst İn şa k .] İS T İN Ş A K . İST İN ŞÂ K (A .), gerek ğusl [ b. bk.] ve gerek Nevres ( Matbaa-i âmire, 12 9 7), s. 1 67; Hı­ zır Ağa zâde Said { İstanbul, 1 257), s, 8, 1 6 ; Sermed, s. 37 ; Süleyman Paşa-zâde Fehmi, Bayburtlu Zihnî (İstanbul, 1293 );'S. 35 v.d. ( 1287 tab., s. 1 3 ) ; Seııîh (Matbaa-i âmire, 1 275), s. 37, 43; Aynî ( İstanbul, 1258), s. 96--102 (İzzet M olla’nin, A y n î’ye cevap



İZZÎ.



1267



olarak, yazdığı 20 gazeli matbû divanlarında y o k tu r); Şeref ( 1275 ), s. 8 7; Leylâ ( ölm. 184.8, İzzet Molla nin yeğeni; 1260 ta b .), s. S» 7-> 3 Sı 37 »' 39- Keşan ’a nefyini intaç eden hicviyesini ve A rif Hikmet ’İn bu sürgün doiayısı ile düşürdüğü tarih mısraını kayd­ eden Cevded Paşa ile babası Tayyar Bey'in . yakın dostu olup, birbirlerine karşılıklı nazîreier yazdıklarını kaydeden Atâ Bey, eserlerin­ de İzzet Molla ’ntn düşürdüğü tarihlerden çok faydalanmışlardır (bk. Cevdet, Tarih, 1309, XII, 60 v. d.; VIII, 324; A tâ, Tarih, 1293, II, 11 s, 205; III, 60, 67, 1 67—1 9 1 ; IV, 249 v .d .; V, 398 v.d.). M. Nâcî ( Mütercim, İstanbul, 1304,9. 155 ) İzzet M olla’nin mezarındaki taşta henüz bir kitabe bulunmadığını kaydeder.Hâlet Efen­ di hakkındaki mersiyesinin tam metni ( bir kıs­ mı kitabe olarak mezar taşına hakkedilmiştir, bk. Mehmed Ziyâ, Yenikapı mevlevîhânesi, İstanbul, 1329, s. 78), Hâlet ve şeyh­ ülislâm Yâsinci-zâde Abdülvehhab Efendi hakkındaki ve divanlarında mevcut bulun­ mayan hicviyeleri A li Fuad B e y ’in Hâlet Efendi ftkarâit. Keçeci zâde izzet Molla fıkarâtı adlı makalelerinde münderİcdir ( Ser­ vet-i fünân, L X 11I, nr, 160 [ 1 6 3 4] , 162 [1636], 8 [1927]); E s’ad Efendi ’nin Üss-izafer (1243, s. 3 ) 'ine yazdığı takrizi de divanla­ rında yoktnr. Recâî-zâde Ahmed Cevdet, beğendiği mısrâiarı topladığı Ziynetülmecâlis ( İstanbul, 1258 ) 'e İzzet Molla 'dan pek çok örnek almıştır. Ziyâ Paşa, Harûbât mu­ kaddimesinde onun hakkında pek takdirkâr bir ifâde kullandığı gibi, eserlerinden seçtiği parçalara da geniş ölçüde yer vermiştir ( I, 36; II, 5 1, 67, 83, 100, 104, 117 — 118, 123, 142, 149, 163 v .d .; III, Mifınat- Kaşan ’dan, s. 42—6 9 ) ; Fuad Köprülü'nün eserinde, edebî karakterleri hakkında, faydalı bilgi verilmiş ve eserlerinden örnekler alınmıştır (İstanbul, 1934, s. 647, 6 51—670; bk. bi rde ayn. mi l , El, Leiden tab., iugL, s. 954, mad. TURKS ). Saz şâirleri gibi şiirler de yazabilece­ ğini anlatmak için kateme aldığı ( bk. Fuad Köprülü, Millî edebiyat cereyântntn ilk mü* beşşirleri, İs'aııbul, 1928, s 42 } ve dîvanla­ rında bulunmayan türkülerinden biri için bk. Manastırlı Fâik, Türkçe aıûz ( İstanbul, Âlem matb., 1 3 1 3 ),s. 16 . ( F e v z I y e A b d u l l a h .) İ Z Z Î . [ İZZÎ.] İZ Z Î. ‘ İZZÎ, S u l a y m â n E f e n d i ( ? — 175 5), v a k ’ a n ü v i s . Osmanlı tarihçi ve şâirlerin­ den olup, İstanbulludur. Babası Halil Ağa Mehmed I V . ’in kızı Hatice Sultan (ölm. 1156 = 1 7 4 3 ) 'in baltacılar-kethüdâsi idi. İzzî, ilk tahsilini münevver bir zât olan babasın­ dan gördükten sonra (Râm iz, Tezkire, Mil-



t



let kütüp., A li Emirî kitapları, nr. 762 , s. 2 1 0 ), zamanının tahsil derecelerini ikmâl etmiştir. Tahsil çağında aynı zamanda husus! muallim* terden de tefeyyüz etmiş ve bu arada, nesih ve sülüs hatlarını devrinin kıymetli hattatla­ rından biri olan Hoca Mehmed Râsim Efendi 'den öğrenmiştir ( Müstakim-zâde Süleyman Sâdeddin, Tuhfa-i hatiât'in, İstanbul, 1928 , s. 2 1 2 ). Babasının saraya olan -yakınlığı hasebi ile, İzzî divân-ı hümâyûn kalemlerine alınmış ve bâzı kalemlerde halifelikte bulunduktan sonra, ilk resmî vazifesi olan kale tezkireciliğine tâyin edilmiştir ( Râmız, ğöst. ger,). Daha sonra İzzî sipahiler ve silâhdarlar kâtipliklerin­ de bulunmuş ve 1 1 5 2 ( 173 9 ) senesinde mektûbîi kethüdâ-i sadr-ı âlî tâyin edilmiş idi. Bu vazi­ fede iken, Belgrad ’m avusturyaiılardan istirdadı sırasında, osmanlı ordusu karargâhında bulun­ muş ve ordunun faâliyetini bizzat tâkip etmiş­ tir, Belgrad 'm istirdadı üzerine, bu vak’adan ilhâm alarak, mezkûr kalenin birinci fâtihi olan Kanûnî Sultan Süleyman ’ın menkıbelerini ihtivâ edenK ara Çelebi-zâde Abdülâziz Efendi 'nin Sülegman-nâme ’ sini istinsah ederek, sonuna beş varakhk bir makale ile B elgrad ’ın ikinci istirdadına dâir olan müşahede ve tahassüsle­ rini ilâve etmiştir ( Topkapı sarayı, Emânet ha­ zînesi, nr, 139 5 ). İzzî ordu ile birlikte İstanbul ’a avdet ettikten sonra, aynı sene işinde, mâliye tezkireciliğine getirilmiş (Mehmed Subhî, Ta­ rih, İstanbul, 11 9 8 , s. 1 7 2 ) ve bir müddet sonra da, inşâdaki kabiliyeti göz önünde tutu­ larak ( Fatin, Tezkire, İstanbul,. 1 2 7 1 , 3 . 29 $ ), reisülküttâp Mustafa Efendi 'nin tavsiyesi üze­ rine, 1 receb 1 1 5 8 ( 30 temmûz 174 5 ) ’de, Sub­ hî Efendi yerine, vak’anüvisliğe tâyin ve 1 1 7 5 ( 1 7 4 4 ) senesi başlangıcından itibaren, vekayii zapt ve tahrire me’mûr edilmiştir ( İzzî Sü­ leyman, Tarih, İstanbul, 1 1 9 9 , s. 2 ). 9 şevvâl «15 9 ( 2 5 teşrin I. 1746 ) ’dâ, vak’anüvisliği üzerinde kalmak şartı ile, küçük evkaf muhâsebesine ye 10 zilkâde 1160 ( 1 3 teşrin II. 1 7 4 7 ) 'ta, yine aynı şartlar ile, Nâilî Abdullah E fen d i’den boş kalan teşrifatçılığa tâyin olun­ du ( İzzî Süleyman, agn. esr., s. 1 4 2 ). İzzî tasavvuf ile de meşgûl olmuş ve Şeyh Muradzâde Efendi delâleti ile, Nakşbendiye tarîkatine intisap etmiş idi. Cemâziyelâhır 1168 ( mart/nisan 1 7 5 5 ) tarihinde vefat eden izzî (V â sıf, Tarih, Bulak, I, 3 4 ) şeyhi olan Murad-zâde’nin Edirne-Kapısı civarındaki türbesi yanma defnolunmuştur. , İzzî, şüphesiz, şairlik ve mutasavvıflığmdan ziyâde, vak’anüvisliği ile bilinmektedir. 1 1 5 7 ( 1 7 4 4 ) sekesi iptidasından 1 1 6 5 ( 1 7 5 2 ) sene­ si sonuna kadar vukû- bulan vak’aları ihtivâ eden İzzî'nin tarihinin. 119 9 senesinde basılan



bir İstanbul tab’ı vardır. Yazma nüshaları ise, mebzulen bulunmaktadır, -Avrupa kfitüphânelerindeki yazma nüshaları için bk. Babinger, G O W, 288; İstanbul kütüphanelerindeki yazma nüshaları için bk. İstanbul kütüph&neleri türkçe tarih ve coğrafya yazm aları katalogları ( fasikül l l ). Burada bahsolunan üç yazma nüshaya Topkapı sarayı kütüphânelerindeki 12 nüsha ile, İstanbul Üniversitesi kütüphânesindeki iki nüshayı da ilâve etmemiz icâp eder ve bilhassa Topkapı sarayı, Emânet hazînesi, 1393 numarada mukayyet olan İzzî tarihinin 1166 târihinde istinsâh edilen nüshasının şeyhülislâm E s’ad Efendi 'nin bir kıt’alık takrizini ihtivâ ettiğini ve aynı zamanda hükümdara takdim olunan birinci nüsha olduğunu kaydetmek lâzımdır. İzzî, tarihinin başlangıcında, tarih anlayışını ve usûlünü ifâde etmiştir. Ona nazaran tarih, ancak faydalı olduğu zaman, kıym etlidir; ib­ retle okunmalı ve seleflerin muhtelif vak’alar karşısındaki davranışları göz önünde tutularak, hareketler ona göre tanzim edilmelidir. Halef, faâliyetlerinî doğru ve yerinde yapabilmek için, eslâfının geçirdiği vak’aları ve hâdiseleri Öğrenmeğe mecburdur. Bu bilgiyi de ancak tarihten alabilir. Binâenaleyh tarihi yazan için yegâne gâye, vak’ a ve hâdiseleri, bütün çıplaktiği ve doğruluğu ile, eserinde göstermek olmalıdır. Eserinin mukaddimesinde tarih gö­ rüşünü bu şekilde belirten İzzî, gerçi büyük osmanlı tarihçileri ile boy ölçüşemez ise de, selefi olan Mehmed Subhî Efendi 'yi, gerek eserinin insicâmı ve ifâdesi, gerek vak’alarm kıymetlerine göre tertibi ve izahı bakımından, geçmiş ve ondan daha ziyâde muvaffak olmuş bir tarihçi sayılabilir, tzzî’ nîn tarihinde görü­ len bir yenilik, bilâhare devletin büyük me’mûriyetlerini işgâl edecek ve osmanlı tarihle­ rinde isimleri sık-sık geçecek şahısları ye­ tiştiren bir müessese olan divân-ı hümâyûn­ daki tebeddülleri, sene-sene, bilâhare biyografi İle meşgûl olacak olanlara bir kolaylık olmak üzere, muntazaman tesbit etmiştir. İzzî bunu sahifeleri doldurmak maksadı ile yapmadığını, ancak faydasını düşünerek, bu yolda hareket ettiğini, her teveihâtı kaydederken, zikretmeği unutmamıştır ( msl. bk, İzzî, agn. esr., s. 70, 142, 283). İzzî’nin diğer bir husûsiyeti de onun bâzan vak’aların müşâhidlerinden istifâ­ de ederek, eserine o vak’aya dâir makaleler yazdırtmasıdır ( msl. İran ile olan münâsebet­ ler husûsunda, İran’a giden osmanlı elçilik hey’etinden Mehmed Nazif E fen d i’ nin maka­ lesi,' s. 86 v.d.). İzzî tarihinde samîmî dostları y r veya hamileri için ( msl. Nakşbendiye tarîkati müntesipleri veya Şehsüvar-zâde Mustafa Paşa, reisülküttâp Mustafa Efendi, Şeyhülislâm Es'ad



İZZÎ — İZZÜDDEVLE.



1269



Efendi, Mehmed Nazif E fe n d i) daha genişçe ma nüshası vardır. İzzî ’nin bundan başka bâzı bendier ayırmış ve onlardan sıkça bahsetmiştir. makale ve risaleleri olduğunu Müstakim-zâde İzzî tarihinin bir başka husûsiyeti de, zama­ ( ayn. esr.,) haber vermektedir. Onun el-yazısı nının inşâ kaidelerine riâyetle, sebep ve lü­ yukarıda zikredilen Süleyman-nâme nüshası­ zum hâsıl oldukça kaydedilen beyit ve man­ dır ki, sülüs ile yazılmıştır. zum tarihleri tamamen kendi eserlerinden B i b l i y o g r a f y a ı Metin içinde zikrintihâp etmesidir. Bilhassa manzûm tarihe oiunanlardan başka bk. Necib Sn-yolcu-zâde, merakının derecesi, eserindeki bir hayli man­ Devha-tiil-k&ttâb ( 1; İstanbul, 1942 ), s. 95 ; zum tarihlerle anlaşılmaktadır. Onun mürettep Şefkat, Tezkire ( Al i Emîrî, nr. 770, s. 148 bir divanı olduğu bütün kaynaklarda zikredil­ v .d .) ; Silâhdar-zâde Mehmed, Tezkire ( A li mektedir. Ondan bahseden her tezkire ve teEmîrî, nr, 795, 51 v. d .); Sâlim, Tezkire râcim kitabında, müntehap şiirlerine tesadüf ( İstanbul, 1 3*5) , s. 474 v, d .; M, Süreyya, etmek kabildir. Fakat muâsırlarının da söyle­ Sicill-i osmânî (İstanbul, 1 3 u ) , 111,4 6 7 ; dikleri vecihle, Îzzî şiirde nesirdeki derece­ Cemâleddin, Osmanlı tarih ve müverrihleri sine yükseltmemiştir. Tasavvufa müteallik (İstanbul, 1 31 4) , s. 49 v. d .; Bursalı Tâhir, eserlerinden Şalâl) al-Din b, Mufcammed Mu­ Osmanlı müellifleri ( İstanbul, 1343), III, barak al-Buhâri 'nin Anis al-talibîn va ‘uddat 1 0 1 ; J . v. Hammer, GOR, IV, 3, 418, 430, cUsâl.kln adlı eserini, Nakşbendiye tarika486 ve GOD, IV , 173. linde ikinci şeyhi olan AH Efendi'nin arzusu ( İS M E T P A R M A K S I Z O Ğ L U .) üzerine, tercüme etmiştir ( bk. Millet kütüp., İZ Z Ü D D E V L E . 'İZZ AL-DAVLA, müslüman A li Emîrî, nr. 175/119 4 ). Bu eseri ile fars- hükümdarları tarafından, sık-sık kullanılan bir çadaki vukûfunu öğrendiğimiz îzzî ’nin bu ter­ unvandır; msl. Bahtiyar [ b.bk.]. cümesinin İstanbul kütüphanelerinde dört yaz­



DÜZELTMELER



A B P Ü L H A K H Â M İD mad,, s. 6?a , str. 3 7 - 3 8 î 5 1351 (10 rebiü tevvel 1263—24 kânun ÎI. 1267) yerin e 10 rebiü levvel 1 268~ 2 kânun // . 1852 ; s . 68e, str. 5 4 1 m aârif nâzırt i hâresi çık arılacak tır ; s . 68b» str. 1 5 : R obert ColUgo *e yerine fra n sızea derslerine ; &. 68b» str. 1 8 : on üç yaştnda iken yerin e o sıra la r­ da ; a. 68b , str. 19 * sene yerin e m üdd et; s< 6£b , str. 25 : iki sene ikam etten sonra yerin e bulunduğu stra da olacaktır. H A D R A M C îT



mad., s . 58b, baştık s H A D A R A M Û T



Hazramat



yerine H A D R A M Û T î s. 5Eb, str. 19 s yerine H azram avt ; str. 4 3 : HazramavVın yerin e [ H asramavt *tn ; s* 59b, str. 37 i [ C a v a yerine C a v a olacaktır* H ALI



m ad., levha 2 , str* 3 t X V I



yerin e



X V I* ;



str. 4 t A Hav/toy yerine A* H a w le y ; levh a 8 , str. 3 : ev yerin e v e ; levha 9 , str» 3 t m2* yerine em *2 ola* çaktır» H A M D Î m ad., s. 18 6 a , atr* 3 8 1



kazandığı



yerin e



kazanm adığı olacaktır. H A R Â C mad.» a. 224 b , atr. 5 6 1 ihya yerin e irşâd olacaktır* H E R A T mad.» 'A li Ş îr



N a v a 'i



m ahallesi



planında



B u lv ar ’m üst kısm ında, ortadaki büyük m ustatilin için1* d e, 1 yerin e ı o lacaktır. B u maddede 1 0 ve 1 1 numa­ ralı resim lerin altların dak i İzahlar yan lış yerlere konul­ muştur* 10 * resmin altındaki yazı 1 1 » resmin a ltın a, 1 1 . resmîn altın d aki yazı da 10 « resmin altına geçecek­ tir* H îZ I R mad», a. 463 b, str. 5 5 : veya tavsiyelerini y e ­ line tavsiyelerini veya*, s. 464a, str. 25: Kayda fa adlı yerin e K aydâfa (K adife) % a. 464b, str. 2 : / , 57 yerine / , 7 7 ; s. 4 6 5b , s tr . 4 3 ı /, 57 yerin e / , 7 7 ; a. 466a, s ir . 5 5 : 7: 40.000 yerin e 1.400.000\ s. 469a, atr. 37: şahıs yir yerine p a b ıs; s . 469a» str» 46« 157^160 *¡da yerin e 1 57-160) da i a* 46? b , s tr , 1 4 - 1 5 * Bakdırhoğla , * . . Andtran yerin e Bahadırltoğlu , . . » Andı­ rın ; s* 469 b. str. 5 3 : 1956 yerine T936‘, a. 470 a, str, 5 7 : sayı 39 yerin e sayı 3 8 1 a. 4 7 1 b , str, 2 1 —2 2 : O s­ man Mi'hmed TîıtüncS yerine Mahmed A li Tütüncü o lacaktır,



Ali



H İN D -T Ü R K İM P A R A T O R L U Ğ U



mad.,



s.



492b,



str. 35 t 100.000 yerin e 10.000 olacaktır. H O RSA BA D



mad-, s* 56 7a , str* 36« bit âsârîlerin



yerin e bunun âsârîlerin olacaktır* H O T İN m ad., s. 56 7b , str* 4 0 : hibâlu yerin e hihâl a o lacaktır. H U BEYB



mod,, s.



574b, atr. 4 2 1At¡ri Man



sonra



bir kava o lacaktır. H U F Â Ş m ad., s. 5 8 1b , str. 6 : Mılhan yerine M ilkân o lacaktır. H U LAGU



mad., s .



5 8 1b , s ir . 55 ı



( 1260 ) ; s. 582a» str. 5 : 656 yerine yerin e 1262 olacaktır. H U R R E M İY E



( 1256 )



yerine



658 ; str. 9 : 1202



mod., s, 59 7a, str. 3 6 *



bu)



yerin e



bu olacaktır» H Ü S E Y İN R A H M İ



m ad., s. 622a,



str. 45 v .d .*d a



A li C ân lb Yöntem yerine Selim N üzhel G erçek ¡ s. 662a,



str. 52« B u m akale yerine» bu mecmuanın a yn ı sayısın* d akı A li C ânib Yöntem ’in m akalesi olacaktır* H Ü V A R E mad-, s* 66 5a, s tr . 39 « trc . dc Slan e y e­ rine ( trc. de Slan e ) olacaktır» İS P A R T A mod», 6 3 1 a , str» 55 : les S e l d j yerin e des Seldj.t e , 68la , atr* 5 5 1 Ree. de te x te s . . . ad lı eserde K ılı? A rslan tarafından B izanslIlardan alın dığı kay d e d i' Jen S p a rts, bahis mevzuu İsparta olmayıp» P . W îttck tarafından Eşen ça y munsabmda P a ta rs ile ayn iyeti ile r i sürülen kaledir ( bk. Von der Byzantinischen zar türkisehen Toponymie, Byaantion, 1935, X , 2 3 ) o lacaktır, İBN A R A B Ş A H mnd„ ». 698 o, str, 4 3: al-ZaV1 yerine al-Zav' J s, 698a, str» 49: al-Manhil yerin e al-Manhal; s. 698b, str* 9 : al-Ç azhl yerin e al-Cazari; s . 699 s , str. 39: al-Manhil yerine al-M anhali *« 699 h, atr. 7 : Sıılaymün Ştth b. Mahmüd yerine Sulayman b. Mehm cd; s. 699b, str. 7 8 ; moğullar yerine m evzûlar; s . 70''a, s lr . 53* Murtaza-zâde N azm î yerin e Nazmi-zâde Murtaza; a» 700 b , str. 24 : Abu 5 a 'îc f A bu 'İ-Hayr 'den yerin e Abu Sa*id Abu *l-Hayr 'a âit olan v e ; s . 701 a, str . 17 —1 8 : Fi*l-N ahv yerin e Mııkaddima f i 7-n aftr ; s. 70 lb, s tr . 7: pupliès yerin e pu 6/ids ; s» 7Clb, s tr . 8 ; Liège 1892, //, 785,270 yerin e (L iè g e , 18 9 2 ), II, 188,210 olacaktır. İB N A 'S E M Ü L K Û F İ



m ad., 7 0 2a, s tr . 38 : eseri y e ­



rine eserinin ; 70 2a, str. 44—46 « / 6n . . . nüs” hası olduğunun fa rk ın a varılm am ışttr yerine ibn A tşam ’ in . , , nüshası olduğunun Brockelm ann { G I» 220 ) *dan Önce fa rk ın a varılm am ıştır olacaktır.



AL,



ÎBN B a TTÛTA



mad., a.



708 a, str*



10 «



geçmesine



y etin e geçmemesine ; s . 708 b, str, 1 2 ı Z îb -i Mahal y e ­ rine Z ib â -i M a h a l; s* 70 8 b , str» 1 7 : Sin Kalâm y e ­ rine Sin K a la n ; s . 708 b» atr* 5 3 * . . . a l-a m şa l. . . yerine . . . a l-a m ş â r ...; s . 7 0 9 b , a tr. 28 : v e yerine n e ; s . 709 b , s tr . 3 3 —3 4 : teferruâtj ite hoşlandığı y e ­ rine teferruâtı ile naklinden hoşlandığı; s. 7 10 a , atr. I : 1945 yerine V Europe orientale de 1031 à 1453 (P a ­ ris, 19 4 5 ); s . 710 a, str. 2 2 : D erge yerine B erke; s . 710 a , str. 5 1 : vasfında yetin e vasfm dat; s* 7 10 a , atr, 5 3 : Gura ycrînc N um ayy; s. 7 10 b, str* 7 : Gülhisar yerine G 5iftisirr; s . 7 10 b , str, 2 9 : İbn BatiÜta ’dan sonra ilâv e i biri askeri d iğeri , » , ; o lacaktır, İBN H A L D Û N mad», s, 7 4 3 b , atr* 3 5 :



Dirüsât *an



mukaddimat ai-Ibn Haldün yerine A b ü Haldun Süt!*, B ey al-H u sri, DirSsSt *an mukaddimat al-ibn Haldun ; 8. 740 a , str. 29 : biliniyor mudakenehâr yetin e bilinmi­ y o r ; s. 740b, str. 4 5 : gibi ve yerin e gib i; s , 7 4 1 a , str. 42: Roma yetine romalt ; s» 7 4 3 a , str. 2 7 : Bedevi y e ri­ ne bedevi ; s, 7 4 3 a , str, 3 1 : Bedevi yerin e bodovî; s» 7 4 3 a , str, 3 2 ; Hazarı yerine k a za rı; s . 743 b, str. 6: Aşkâkaniyân yerin e A şkâ n iyâ n ; s. 743b, atr. 7 ı E şkâkaniyân yerin e Aşkâniyân o lacak tır. İ D R Î S B İ T L İ S İ m ad., s. 9 36a, str. 49— 5 O : ‘ 0 m a r Yaslr yerm e *Ammâr Y a sît o lacak tır ; s . 9 36b, str. 9 v .d . ’da bu m üellifin eseri olan H aşf-bahtşt ad lı tarihin manzum olduğu v e 80.000 b eyitten m ürekkep bulunduğu C I. Hu art tarafından kayd ed ilm iştir. B u hatâ madde m üellifinin eserdeki manzûm m ukaddim eleri v e araya serpiştirilm iş b ey itle ri g ö rere k , bütün eseri m&nzâm



zannetmesinden Heri gelm iştir. Eserin metni menaûrdur bu eserin îyİ b ir ta v sifi İçin bk» B ab in ger, D ie G eschicktsck reib et d e t Osmancn, İM Â R E T



m ad,, s . 985 b, atr. 48 ’den sonra ilâ v e ed i­



le c e k tir: İmâret yalnız yemek pişirilen ve yedirilen y e r olm ayıp, aşağıda sayılan , hattâ bâzan 20 kadar teşekkül­ den mürekkep bir manzume, bir m âm û red iı: 1 , câtni, 2. m edrese, 3 . sıbyatı mektebi, 4. kütüphane, 5. türbeler, 6. bîm arhâne, (hastahâno, dârüşşifâ), 7. tabhâne (garip ve kim sesiz yoloular m isafirh an esi), 8, aşhâne (umûmî m utfak), 9. kârvansaray (yolcu hayvan lanm a barınma y e r î) , 10 . arasta (s ıra dükkânlar, kapalı çarşı ve be­ desten), 1 1 . han, 1 2 . hamam, 1 3 , su to’ss&leri (çeşm e, sebil, şadırvan ve yangın sondüıme havuzları), 14 , itnâ' lâthâne {mum ve kurşun dokum y e rle ri), 15 . meşrûtahân eler (m e'm ûr ve müstahdem e y l e r i) , 16. kahvehaneler (namaz vaktine kadar oturma ve bekleme y e r le r i) , 17 . m uvakkithâne, 18 . m eyds» (toplantı y e r le r i) , 19 . hânkah, 20. umûm? h alalar. Bu kadar bînâyı toplu bir h âld e, bîr şehir vey a kasa­ banın uygun bîr yericd c yapmakla orasının" b ir mâmûre hâline getirilm esin e hizmet edilm iş olduğu için, bu türlü binâ topluluklarına türkler îmâret adını verm işlerd ir.



İmaretin bir parçası olan aşhânede pişirilen yem ekler ile , v a k fiy e le r i icSbınca, günde üç d efa imaretin yalnız medrese ve mektep taleb esi d e ğ il, b îm arhlnedeki hasta­ la r, taphâneye konan g a rip yolcular ve şehrin yoksul ve fa k irle ri yedi i il ip -içir j Id igri, hattâ kârvansaraya alınan yolou h ayvan ları bite vakfın g e lir i He üç gün parasız iâşe e d ild iğ i için, aşhânenin gördüğü bu maddî hizmet eski zam anlarda k ıtlığ a mârûz kalan halkın manzumenin asıl ve umûmî adı otan im areti aşhaneye tahsis ettirme­ sine sebep olm uş v e bu yan lışlık g it-g id e v a k fiy e le r He e se rle re de b ö yle geçm iştir. İ S H A K m&d., s. 10 7 5 a , str.



(O S M A N



E R G İ N .)



4 2—46 goyle düzeltile­



c e k tir : S a 'Ia b i, bilhassa «şhcfc ve fd&i'rm *u, yânî P ey­ gam berin dogrudan-doğruya sahabesi ile onların *Omar b. ûi-H attâb 'dan Küa'b a l-A h b âr ra kadar haleflerinin de bu husûsta a y n : fikird e o ld ukların ı kayd ed iyo r. İS K E N D E R B e y M O N ŞÎ



uii>seri



ff-sr-



: Ş İm â l-g a r p



T. tab. trc. ta. tur. yer. v.b. v.d. v.dd. var. v.a. yaz. yazl. yk. bk.



• şimâl-şark . ! türkçe - tab'ı = tercüme ■ tarihsiz bir çok yerde ( passtm) ■ve başkaları ( krş. «,*.) ■ ve devamı ve devamının devamı varak ( folio ) ve şâire (krş. v.b,) el yazması el yazmaları : yukarıya bakınız



İSLÂM ANSİKLOPEDİSİNİN OKUYUCULARINA H am burg Ü niversitesi ö n A sya tarih ve kü ltürü profesörü D r. B ertold Spuler, V . cildini 3 8 0 0 sahifede ikm âl eden İslâm A n siklo p ed isi ’ dîn İstanbul ^fSB’înı, büyük b ir sabır ve him m et İle, baştan - aşağıya tetkik ederek, A vru p a müsteşrikler âlem inin en m eşhur m ecm ualarından b iri olan Der İslam mecmua­ sına uzun bir tenkid yazm ıştır. B u ciddî tenkidin aynen ve ha'rîfyen" tercümesini bu sah ifelerd e veriyor ve bundan şu fâid eleri um uyoruz: bir kere m ünekkidin b u l­ duğu tarih, isim y an lışlık ların ı düzeltm ek için karilerim ize bir fırsat verm iş olduğum uz gib i, ne g ö k le re çıkarm ak, ne de yerin dibin e batırm ak tarzında yazılm am ış olan bu ten kid i sam im iyetle türk okuyucularım ızın önüne koym ak zevkini duyuyoruz.



Eylül 1950



İslâm Ansiklopedisi Tahrir Heyeti



TENKİD İslâm Ansiklopedisi. îslâm âlemi, tarih, coğrafya, etnografya ve biyografya lügati. — Leyden tab’ı esâs tutularak, maarif vekilliğinin kararı üze­ rine, İstanbul üniversitesi Edebiyat fakültesinde kurulan bir heyet tarafından tercüme, tâdil, ikmâl ve te’lİf sureti İle neşredilmiştir. İstanbul 1939 ve mü­ teakip seneler, Maarif matbaası1. İslâm Ansiklopedisinde, lügat mâhiyeti taşıyan bütün bu nevi kamus­ lar ile alelıtlak ansiklopedilerde maddelerin nisbetsiz, bilhassa bu ansiklope­ dilerde hattâ pek nisbetsiz olması husûsiyeti müşterek olup, İslâm âleminin muhtelif memleketlerine âit maddelere ayrılan yerler de birbirinden pek fark­ lıdır. Her sâhaya âit maddelerde — zeyillere rağmen — çok esâslı noksanlar vardır ve bunlar türkçe mukaddimede (cild I, s. XVI) kaydedilmiş olan iki isimden“, Fahr al-Din Râzî ve Abü’l-Kâsim ai-Zahravi3 ’den ibâret değildir. 1 V . cildin 7. cüzüne kadar olanı 45 fasîkül çıkm ıştır; yalnız 14. cüzün mevcudu kal­ mamıştır ; fakat diğer birçok cüz’ierde olduğa gibi, bu da yeniden basılacaktır. Bu hâl eserin bu türkçe neşrinin ne kadar arandığına bir alâmettir. Bu tashihler ve sık-sık yapılan düzelt­ meler ile yeni bir tab’ imkânı beni yeni yapılan tashihlerde henüz bertaraf edilmemiş olan bir kaç yanlış üzerinde durmağa sevkediyor. 2 Gözüme çarpan (Ansiklopedinin Leyden tab’mda) eksik maddeleri, Almanca neşrini esâs tutarak ve İslâm Ansiklopedisi’ndeki transkripsiyona riâyet ederek, sıralıyorum : A şş (Osseten), Awaren, Bulgarien, Cîrenaica (yahut Kyrenaika), Çuvaşe», Elbasan, Gürün, Hephtaliten (Hayütila), H arır (yahut Qazz/Abrîşum), Isb/fıcâb, Khoshkadam (bunun hakkında bk. s. II 150 solda), Kreuzzüge (Haçtılar), Kulaynî, Kutun (Pämbä), Lahmiden, Libyen, Malahida, MawälT (Mavlâ tanıâmiyle gayr-i kâfidir t ), islâmlar zamanında Mazdakiten (Mazdak maddesinin sonunda gös­ terilen maddeler ile birlikte), Sırbistan’da Monastir, Monophysiten (yahut Jakobiten— hâlbuki Çibt ve Nestorianer mevcut!), Muftî, Müridismus, Neva-*! ('A lı S h îr’de bildirildiği hâlde eksik !), Nigerien,Rawâfid, R âw andia,Şadr,Sa'üJisch-Arabien, Sinbäd der Häretiker Transjardanien (yahut „Jordanien“ ), Uyghuren, Venedig, Vojnik-Dörfer, Wä’il (Taghlib maddesine mürâcaat denilmesi yanlıştır), Zionismus. 3 Bir İspanyol (endülüslü arap demek isteniyor) tabibi olup, şimdi (türkçe tab’ında) Abdülhak Adnan tarafından yazılmıştır.



Bâzı maddelerin Ölçüsü (bunların arasında Türkiye tab’mın mukaddimesinde şimâlî Afrika’ya âit olan bilhassa tebarüz ettiriliyor) pek uzun tutulduğu hâlde türkler ile ilgili olanlara, hele Eskİ-Asya, Orta-Asya, Volga ve Kırım türk­ lerine âit olan maddelere, Endonezya, Malaya’ya ve muhtelif cihetlerden de Hindistan’a âit maddelerin yanında hassaten pek az yer verilmiştir. Türk maârif vekâleti, İstanbul üniversitesinde türk âlimlerinden müteşek­ kil komisyona (1939), İslâm ilminin bu en mühim mürâcaat kitabının türkçe bir tercümesini havâle1 ve onu milâdî tarihleri kullanarak2, halkın istifâde­ sine arzetmelerini tebliğ ettiği zaman (ki bu arada da Mısır da pek ağır yürüyen arapça bir tercümesine başlanmış bulunuyor), türklere âit olan maddelerin pek esâslı bir şekilde tamamlanacağı ve tevsîen yazılacağı önceden beklenir ve umulurdu. Bu iş hakikaten, türk ilim dünyasının son zamanlarda garbın tetkik ve te'lif tarzı ile pek istinas etmiş olduğunu gösteren bir tarzda, pek şâyân-i memnûniyet bir derecede, başarılmıştır. Bunda, şüphesiz Orta-Avrupa ve Garbî-Avrupa âlimlerinin türk yüksek mekteplerinde senelerce berâber çalış­ mış olmalarının büyük semeresini görmek câizdir (*). Bu âlimler arasında bizzat Hellmut Ritter, bütün İslâmî edebiyata âit meseleler üzerindeki geniş vukufu ile bir sıra maddeleri yazmış olup, aşağıda bunlardan ayrıca bahsedilecek­ tir. Sonra Wolfram Eberhard (kısmen) Çin2 hakkında ve zâten Leyden neş­ rinde de çalışmış olan rumanyalı Aurel Decei Rumanya’ya âit muhtelif mevzularda ( Boğdan, Bucak*, Demir-Kapı, *Dobruca, *Eflâk, Erdei [=Siebenbürgen; Gökbilgin ile birlikte]5, Fenerliler fpek kısa!]°) maddeler yazmıştır7. Fakat bugüne kadar çıkmış olan cüzlerdeki diğer yeni maddeler ve tevsîler türk âlimlerinin eseridir. En mühim maddeler olarak, umûmî olanları nazar-i itibara almak istiyorum; çünkü bu maddelerde mâlzeme gâyet güç toplanabilir; zirâ problemler sâhasına bilfiil girilmiş (ve kısmen de çözülmüş yahut daha tevsîe muhtâc) olup, meseleler esasen çoktanberi meraklı (*) Şurasını belirtmek isteriz ki, Ânsİklopedi’nin bu İstanbul tab’ına başlanacağı sırada Pro­ fesör^ H. Ritter böyle bir muazzam işin, eksik olarak bile, başa çıkarılamayacağını İsrar ile söylemTşi ve''onI=’ rağmen bu 15e başlanmış idî. İyi-kötü İşın yürüdüğünü gördükten sonra Dr. R itter de Ansıklopedi’nin muvaffakiyetine büyük yardımlar etti, T. H. 1 Fransızcasında yapılan tercümelerde isimlerin ekseriya fransızca imlâları olduğu gibi k alıyor: msl. 16 sağda yukarıda „A rrien“ , „P lin e", fakat „Procopius", s. 1/161 sağda ortada, hattâ „Étienne Bocskaî" (böyle !). Aksine olarak, almancasından yapılan tercümede rusça bir kitabın âdı almanca kaydediliyor. Çünkü Barthold böyle yapmıştır (1/97 solda ortada). 2 Bâzı defa hicrî tarih ancak natamam şekilde milâdîye çevrilm iştir: 1/57 sağ ortada, 73 sağ ortada v.b. 3 Burada hâlâ „Silzibulos" ( = S y r Jabğusu) yerine „Dizabulos" şekli bulunuyor (JÎÎ/4 0 0 sağda ortada). * 11/743 solda ortada Basârab şeklinde ok u ; 11/743 sağda yukarıda tâtSresc okunacak. 5 IV /3 0 4 solda yukarıda A pâfy okunacak. 8 Burada, başka yerlerde de sık-sık olduğu gibi, yunanca imlâsı gâyet hatâtıdır. Daha sonra IV /5 5 0 sol ortada Stovidza yerine Stourdza okunacak. - 7 Ben burada, bittabi, isimlerin ve maddelerin türkçe şekillerinden faydalanıyorum; çünkü bunları ayrıca sahifetendirmesini göstermeğe hâcet kalmadan bulmak mümkündür; fakat, bizde çok daha mâruf ve müstamel olan arapça yahut farsca şekillerin dâimâ bir havâle ile bu güçlüğü bertaraf ettiğini tasrih edeyim. Bu göndermeler alel'umum pek çok ve bâzan bir az lüzumsuz kırtasiyecilik o lu r: msl. ‘a V f ! maddesinde bu isim için hemen müteakip satırdaki A V F Î ’ye yahut B İC Â P U R için yanındaki B İC Â P U R ’a mürâcaat edilmesi işaret olunmuştur. Bu müteaddit yerlerde hep böyledir.



3



tetkik mevzuları olarak alâkayı çekmiş bulunuyor. Bu maddelerin pek büyük bir kısmı msl. Alp1, Altaylılar2, Arslan3, Arûz (vezin, türk arûzu), Asâ, Ata, Baba, Bâc, Bahâdur, Bahşı, Bayrak, Berîd\ Berle’am ile Yûdâsef5, Bey, *Çağatay edebiyatı5, Çavuş, Daruga7, Hâce (hoca), Hâcib maddeleri diğerlerinin görüşünden sarâhaten ayrılmak suretiyle8, hacim itibârı ile ol­ duğu gibi, başka bir çok cihetlerden de bu yeni türkçe neşrin bilfiil başlıca âzâsmdan biri olan Mehmed Fuad Köprûlû’nûn kaleminden çıkmıştır9. Diğer müelliflerin kaleminden çîKanBenzeri maddelerden, Reşid Rahmeti Arat (Ayran [yoğurt]) *ın. Ahmed Ateş (Asabiyeti ’in. Osman Ergin (Çarşı) ’inJIayyib GÖkf bilgin (Arpalık, Bâbıâlî) 'in. Mecdud Mansuroğlu (Efçi [pek kısa!]) ’nun vels- ^, r mail Hakkı Uzuncarşıh’nın (Acemi oğlan, Akıncı, Defterdar, Devşirme, Fer‘ ihain [kısal], Hâseki, Hatt-i Hümâyûn) maddelerini zikredelim. İktisâdi mese­ N 1eleri Ömer T.fılfî Barkan (Avarız ve Çiftlik, fakat Cizye değili) ve Ebûl'ûlfL _Mardin (Harâc [pek kifâyetsiz 1]) yazmış’ardır; Çini maddesini, türk çinileri için Robert Anhegger ve Feyzullah Dayıgil, Halı maddesini de Richard Et­ tinghausen ve türk halıları kısmını Mehmed Ali Mehmedoğlu te’lif etmişlerdir. Bu çerçeve maddelerin yanında birinci plânda memleket, şehir, kavim ve sülâlelere âit maddeler zikredilmek icâp eder; bunlardan Orta-Asya ile onun bugün Sovyet idâresi altında bulunan kısmına dâir olanları ekseriyâ Ahmed Zeki Velidf Togan’m kaleminden çıkmıştır (Allan10, Amu-Derya11, Aras, Arran, AshrharP, Azerbaycan, Başkurt, Hârizm, Hazarlar, Herat); Mükritnin Halil Yınanç ise, Selçuklular’ı ve onların halefi o’an devletleri (*Akkoyunlu'ar13, *Danişmendfer, *Dulkadırlar), Mirza Bala: Çerkesler, Dağıstan1*, Gürcistan15, Hazer Denizi, Hemedan, Hokand^ [Barthold’un makalesinin ikmâ­ li]; Köprülü: Artuk-Oğulları, Avşar [Afşar], Âzerî, Hârİzmşâhlar; Gökbilgin: Çingeneler; Akdes Nimet Kurat: Bulgar ve Bulgaristan; S.E.S.: Anadolu15 ve Karl Süssheim, yeniderT işleyerek, Arnavut'tık[Albanien]17maddelerini 1 P 381 sağortada „tiek“ yerine „Ilig“ okunacak. 2 1/388 sağyukarıda „Gronbech“ okunacak. 3 1/603 sag ortaya İlâ v e : burada şimdi OmelianPrits ık'ın Karachanidische Stadien (rnasch.-'sdmtl. Diss. Güttingen, 1948 ) eseri ile karşılaştırılmalı, 4 11/543 sol ortada, Demombynes okunacak; 11/549 sağ aşağıya i l âve: Björkman’ın eseri 1928 ’de çıktı. * 11/559 sağ ortada “ Peeters„ okunacak. 8 III/ 275 sol aşağıda, Halasi Kun. 7 III/4 8 7 sol aşağıda Yuan okunacak. ■ . 8 Msl. 1/617 sağda, altında v. d. Walther Hinz’e hücum. 8 Bilhassa pek uzun ve mühim maddeleri burada* işareti ile gösteriyorum ( 1 4 . cüzü artık nazarı itibâre almıyorum, krş. s. 3 1 8 , not 1). 10 Togan, Allanlarm adının, bu kavmin Part devletinin te’sisi zamanında Çin kaynaklarına göre, kendilerinin şüphesiz „asıl“ Â rîler oldukları mukabil iddiası ile birlikte, kabul ettikleri „A d a “ (Wsew. Miller) ’dan iştikakını zikretmiyor, 11



1/421



sol ortada 1875 okunacak. — burada da yunanca çok defa yanlış basılmıştır!



12



1/682



solda, aşağıda, Contarini okunacak.



13 Burada Walther Hinz’in Aufstieg Persiens zum Nationalstaat adlı eseri zikredilmemiştir. 14 111/449 sağda altında, Erckert okunacak. 15 Burada Vladimir Minorsky’nin Leyden neşrindeki mühim „Tiflis“ maddesinden faydalanılmamıştır. Bu madde amelî bakımdan „Georgien“ maddesinde ihmâl edilmiş olanı telâfî etmektedir. le j /4 2 9 solda altında v. dd., her defasında „Thema Anatolikon" okunacak, 37 1/585 sağda ortada „Iorga“ ,



4



yazmışlardır. Coğrâfî kısımları ekseriyet ile Besim Darkot tarafından işlenen, tarihî kısımlarım da muhtelif âlimlere borçlu olduğumuz bir çok, ekseriyâpek faydalı, daha küçük şehirlere âit maddeleri de söylemeden geçmek caiz değildir (Adana1, Akkerman [kısal], Alaşehir2, Antalya, Ayasofya [Ârif Müfid Mansel tarafından tamamlanmıştır], Azak, Bayburt, Beigrad3, Billur Köşk4, Bitlis, Budin5, Buhara®, Denizli, *Diyarbekir, Gence, Girit, Hanbalık, Harput, Hısn Keyfâ). Bunların yanında büyük resimler ve haritalar ile süslenmiş *Ankara (Besim Darkot tarafından)7, *Boğaz içi (Darkot ve Gökb ilgin tarafından), *Bursa (Darkot ve Ernest Diez tarafından), ^Çanakkale (M.C. Şihâbeddîn Tekindağ8), *Edirne (Gökbilgin tarafından) ve *Erzurum (Darkot, Yınanç ve Halil İnalcık), maddeleri var ki, aslında müstakil tetkikler halindedir. Hâl tercümelerini burada ancak sırada üçüncü olarak zikretmemizin sebebi bilhassa şudur: çünkü el altında bulunan yardımcı vâsıtalar® ile muhtelif şahısların bîr tasvirini ortaya koymak hâlâ bu tarz çalışmaların en kolay olanıdır; bunu söylemekle bu çahşma’arm ehemmiyet ve faydasından şüphe edildiği mânası anlaşılmasın. Bunların arasında, 1949’da, gecikmiş ola­ rak, çıkan 10 . cüz de Kemâl Atatürk’ün hayâtına ayrılmış, buna zengin resimler konulmuştur ve çok defa resmî vesikalardan, meselâ bilhassa meşhûr 15—20 teşrinievvel 1927 tarihli nutkuna dayanarak, siyâsiyetcilerden, general­ lerden ve mütehassıs tarihçilerden müteşekkil bir komisyon tarafından vücû­ da getirilmiştir. Bü fasiküle büyük ölünün bir nevi resmî ve pek muvaffaki­ yetli bir tebcili nazarı ile bakılabilir. Sultanların hâl tercümeleri de mühimdir ; Abdülâziz (A. H, Ongunsu)10, Abdülhamid I. (M. Cavid Baysun tarafından)11, Abdülmecid I. (Ongunsu tarafından)12, Ahmed I., II., III., (Baysun ve Enver Ziya Karal tarafından)13, *Bayezid I. (Yınanç tarafından), II. (Uzunçarşıh tara1 1/127 sağda yukarıda, „Mişşîş“ okunacak. 2 1/291 sağda yukarıda, „Deguignes“ , ortada „Isaak“ . . 3 11/475 sağda altında „C vijic“ , orta „Nândor Fehervâr“, 47 7 sağda altında ,,Montajjna‘f, „Andreossy“ okunacak. 4 II/6 1 3 sağda, altında çok defa G. Jacob okunacak. 5 U/75 9 solda, ortada „Neograd“ ve „N ogrid“ okunacak, . 6 Zikretmeden Barthold’un makalesinden faydalanarak. — 11/771 solda, yukarıda „Vâtnbery“ ve ,,Howorth“ . 7 1/441 sağda ortada, „Jerphanion“ okunacak. 8 111/338 solda, yukarıda, „Poeock“ okunacak. 9 Bundan başka müracaat kitapları türkçe mukaddimede zikredilmiştir; bilhassa S ic ill-i osmânî. Buna ilâveten en yeni olarak İbrahim Alâeddin Govsa, Türk M eşhurları Ansiklope­ d isi,, krş. İslam ( 1948 ), XXVIII, 131 v. d. (Bir mürettip hatâsının tash ih i: Akçura 1 9 1 5 'te değil, 1 9 3 5 'te öldü). 10 Yusuf İzzeddin 1917 'de değil, 1916 ’da ölmüştür, 11 1/75 solda, altında, Kırım 1783 'te Rusya'ya bırakıldı; 1/78 solda yukarıda! Paşa 1 8 8 4 'te öldü.



Midhat



12 Her ne kadar mukaddimeye göre saltanatta olan hükümdarların yanında yaşayanlar da rıazar-i itıbare alınıyor ise de, Abdülmecid H. yoktur. O burada 21 yahut 24 ağustos 1 9 4 4 'te (ifâdeler bir birini tutmuyor) Paris’te öldü. — A Ğ A H A N maddesinde bu unvanı şimdi hâmil olanın ismi, her ne kadar bu isim almanca neşrinde mevcut ise de, ihmâl edilmiştir. Acaba mütercim bunun hâlâ aynı zât olduğunu bilmiyor mu idi ? 13 1/166 sağda altında „Pozarevac"; 1/1 68 sağda ortada „V andal“ . — Ahmcd III. 'in hâl tercümesine karşı Akdes Nimet Kurat, Ankara üniversitesi D il ve Tarih-C oğrafga Fakültesi Dergisi, (1948 ), V l/ 2 , 7 8 —83 ’te ağır hücumlarda bulunuyor; tunlara karşı maddenin -müel­ lifi V f. Karal (güst. ger,. 1948 , VI/ 4, 3 7 3 —38 0 ) kendini müdâfaaya çalışıyor.



s



fından) ve *Ertuğrul Gâzî (Yınanç tarafından). Bu hâl tercümeleri, Abdülhamid II. (Ongunsu tarafından) gibi, o kadar anlaşılması güç bir şahsiyet hakkında bile, pek şânma uygun ve mûtedil bir hüküm ihtivâ etmekte ve her defasında türk imparatorluk tarihini ele almak sureti ile ayrı fasıllarda türk dış, iç ve kültür siyâsetini ortaya koymaktadır. Osmanhlar ve Türki­ ye maddelerinin daha bir k a ç sene gecikmesi bu sebeple hasseten sevinmeğe değer. Bunların yanında müverrihlerin ve coğrafyacıların (msl. Âsim Efendi, Âşık Paşa, Âşık Paşa zade [hepsi Köprülü tarafından], Evliya Çelebi [Baysun tarafından]1, Hârizmî [Abdülhak Adnan— Adıvar tarafından]), şâirlerin ve müel­ liflerin (Abdülhak Hâmid [Sabri Esat Siyavuşgil tarafından], Ahm ed Paşa ve Fuzûiî [Köprülü tarafından]), evliyaların ve rûhânîlerin (msl. Ahmed Y esevî ve Ahm edî [Köprülü tarafından]), Hızır [Boratav tarafından]), siyâsîlerin ve askerlerin (msl. Ahmed Paşa=B onnevai2 (sie) [Ymanç tarafından], Aîâeddin Paşa3, *Âlî Paşa [Ongunsu tarafından], *Alî Paşa Tepedelenli [Baysun tarafın­ dan], Alî Şîr [Togan tarafından]1, Babur [Köprülü tarafından], Battal [Pertev N. Boratav], Cem [Baysun tarafından], Cengiz Han [Köprülü tarafından]5, ^Cevdet Paşa [Ali Ölmezoğlu tarafından], Ciğala-zâde [Gökbilgin tarafından], Ebüigazi Bahadur Han [T ogan tarafından]6, Gâzî Giray I., İL, III. [İnalcık tarafından], kezâ Haşan Paşa [Gökbilgin tarafından]’nın) hâl tercümeleri bulunmaktadır. Bütün bu maddeler, tetkik tarzı kısmen metinde, kısmen sonda bir araya toplanmış olarak7, g a y r i muntazam ve hele bâzan pek nâkıs® olmakla bera­ ber, zengin bir malzemeyi işleyip, kıymetlendiriyor. Bundan başka, türk saha­ sına âit değiştirilmeden alınmış maddeler pek nâdirdir.8 Burada yeniden meydana konulmuş olan malzemenin bolluğu şâyân-i hay­ rettir ve bununla berâber not .2’ de zikredilmiş olanlardan da sarf-i nazar, 1 Evliya Çelebî’nin çalışma tarzının güzel bir karakteristiğini şimdi kezâ Christa Hİ1bert’in eseri ve rir: Osteuropa 1648-1681 nach d er zeitgenössischen türkischen Geschichtsch­ reibung (masch.-schriftl. Diss. Göttingen, 1948). s



1/199 solda yukaııda „Coussac“ okunacak.



3



1/283 solda altında „Cantacuzene“ okunacak.



4 Bibliyografya burada şimdi bu arada çıkmış olan nüsha» i mahsusalar île tamamlan­ malıdır: *A li Ş îr N eva t %nüsha-i mahsûsa, „ İzvestija A kadem ii N a u k ,S S S R , otd. literatury i jazyka, (1947), VI/6 kezâ E, Berthels, Navoi, A k . Nauk S S S R (Moskau und Leningrad, 1948), 270 S. 5 Metinde onun 1155'te doğduğu haber veriliyor, hemen bundan önceki başlıkta 1167 (111/91 solda ortada). — İII/326 v. 1084 yerine 1048 olacak. 3 IV/81, solda, ortada „tatarach" yerine „carjach“ okunacak. 7 A C E ME OĞLAN maddesinde msl. sonunda bir kaç tarihî eser, sâdece isimlerine göre sıralanmıştır. Hâlbuki burada daha tam ifadeler arzu edilirdi.



3 Meselâ Mehmed Şerefeddin Yaltkaya ’um BEDREDDİN maddesindeki etraflı tetkikine işaret etmek Babinger’in İslam ( 1921) 'daki esaslı makalesine ve onun bunu tâkip eden tet­ kiklerine hücumun yerini tutmaz» 6 Ben şunları zikrediyorum : Abdülâziz Efendi (Franz Babinger tarafından), Aral Gölü (Barthoid tarafından), Batu (Wilhelm Barthoid tarafından ; bnndan başka ölümü 1248’de değil, 1255/ 1256‘dadır. 11/351, solda), Belh (Balh Barthoid tarafından), Derebeyler (Johann Heinrich Mordtmann tarafından), Feridun (Mordtmann tarafından), Gagauzlar (Theodor Menzel tarafın­ dan), Gazan (pek k ısal), Gûrhân (Barthoid tarafından; ayrıca bk. şimdi yukarıda not 1 3 'te Priisak’ın zikredilen ve yine Karl Heinrich Menges’in H istory o f Chinese Society Liao ’dakî makalesi j Karl August Wittfogel ve Feng Chia-Sheng (Philadelphia, 1949), s, 618—674 (Transactions o f the American Phiîosophical Şocîety, N, R. 36/1946),



6



msl. Ahîler1 yahut Altın-Ordu, gibi belli maddelerin bu yeni neşirde bulun­ mamasına insan şaşıyor. Kezâ şu da işaret edilmelidir ki, islâra dinî haya­ tının bâzı maddeleri (Bâtıniye [Ateş tarafından], Bayram [Turan tarafından], Bayramiye [Abdülbâkî Gölpmarlı tarafından], Bektaş2, Besmele, Cehennem [Halim Sâbit Şibay tarafından], Cuma, Dürzîler [Tekindağ ve Gökbilgin taraf­ larından], Ebû Hanîfe [Şibay tarafından], Ebû Yusuf, Fâtıme, Fenâ [Ritter ta­ rafından, Gazzâlî [Kasım Kufrah tarafından]) yeniden yazılmışlardır. Fakat CA1Î b. Ab! Tâlib, Allah, Felsefe, Hâcc ve Hadîs® gibi maddeler Avrupa nüshasındaki maddelerin ancak kısmen şöylece tamamlanmış ve Allah maddesinde oldu­ ğu gibi tashih de edilmiş tercümeleri olup, İslâmî fikirlere, toplu olarak yer vermemektedirler. Hâlbuki tahrir heyetinin ikmâl mesâisi yalnız türklere âit sahaya mün­ hasır kalmıyor. Daha yukarıda, Hellmut Ritter’in îran ve arap şâirlerine âit maddeleri yazdığına işâret etmiştim (Attar, Câmî [Togan ile birlikte], Celâleddin Rûmî, Dakîkî, Ebû Nuvâs, Ebû Tammâm, Eş’arî, Ferruhî, Firdevsî, Hâfız). Bundan başka Iran sâhasma âit olan, Clément Huart tarafından yazıl­ mış ve maalesef Bâbîler, Fars, Hikmet gibi bir kaçı hâlâ öylece kalmış olan maddelerin yine yeniden yazılmıştır. Meselâ Bâbek (Turan tarafından)4, iki defa Baysungur (Ymanç ve Togan tarafından)5, Behrâm Gûr (Ateş tarafın­ dan), Beyhakî (öîm. 1170, Köprülü tarafından), Bîdİl (Hindistan ’da büyük İran şâiri, Ateş tarafından), Bırunî (Fatin Gökmen tarafından), Cûzcânî, iki defa Cüveynî (hepsi Köprülü tarafından), Deylem (Ateş tarafından), Enverî (Ateş tarafından), Erdebil (Bala tarafından), Fîrûzkûh6, Hâkânî (Ateş tara­ fından), Hamdullah Müstevfî (Togan tarafından), Hândmîr (Togan tarafından) maddeleri. Arap sâhasma âit yeniden yazılan maddelerin sayısı daha azdır: Arabistan (Darkot tarafından ikmâl edilmiştir), Bagdad (Baysun ve Hotinli tarafından ikmâl edilmiştir), Beşşâr b. Burd (Kufralı tarafından), msl. Filistin öylece tercüme edilmiş ve bütün bu çalışmalar ile bu mürâcaat kitabının aslının mühim ve pek ziyâde arzü edilen bir tevsîi meydana getirilmiştir. Burada daha kısa maddelerin bilhassa hal tercümesine âit olanların — hepsini, tam olarak, sıralamanın aklımdan geçmediğini de sarâhatle işâret edeyim.7 Maddelerden yalnız bir kısmının yerine başkalarının geçmesi İslâm Ansiklopedisi’nin türkçe neşrinde görülen araştırma seviyesinin bir dereceye kadar iki türlü olmasını mûcip olmuştur. Yeniden yazılmamış olan mad­ deler ekseriyetle kezâ onlarda gösterilen bibliyografyalar cihetinden de tamamlanmamıştır. Öyle ki, burada insan bir çok mühim bibliyografya not­ larını ve daha yeni tetkik mâlûmâtını boşuna arayacaktır. Şimâlî Afrika çok defa Mısır, Orta — Arabistan, Hindistan, Malaya sâhası böyledir. Fakat kezâ [aha da ileri giderek, arapça konuşan müslümanlar ile Iran müslümanlığının sâhası 1 F Ô T Ü W E T maddesi münhasıran Leiden neşrinin bir tercümesidir ve pek gayr-i kâfid ir: Franz Taeschners’in eserleri hiç de kâfî derecede nazar-i dikkate alınmamıştır. 2 11/461 , solda, ortada ,,G. Jacob'* okunacak, 4 6 3 , sağda,yukarıda yine aynı. s V/5 4 , solda, ortada, „Juynboll" okunacak. 4 Burada doğru olarak „al-Bazz“ var, 1/556 'da ,,al-Buz“ yanlış. B 11/4 38 , solda, yukarıda „Ja w z jln i“ okunacak, (soe) 8 E F G A N İS T A N , Abdülvehhâb Tarzî tarafından, ancak kısaca, ikmâl edilmiştir. — 1V /1 7 5 ,,'Abd al-Hâlik" okunacak. — Wolfgang Lentz’ in eserleri zikredilmemiştir. 7 Orhan F. Köprülü’nün makaleleri bîr az ölçüsüz : E F E N D İ ve F E R İ K maddeleri pek kısa, F E Y Z U L L A H E F E N D İ ve F U A D P A Ş A biyografileri diğerlerine nisbetle pek uzun.



t



yirmi otuz sene önce mazide yapılan tetkiklerin verdiği mâlûmat seviyesinde kalmıştır. Pek tabi’îdir ki, bu sâhalann da yeni bir tetkikini istemek şüphesiz münhasıran türk âlimlerinin tâkatini aşacaktı ve eserin intişârı uzun seneler boyunca gecikecekti. Fakat bu suretle türklerin omuzlarına bir iş yüklene­ cekti ki, buna maarif, ancak devletler arası bir müşterek çalışma esâsına da­ yanarak, başlayabilirdi. Bütün Islâm Ansiklopedisi ergeç yeniden yazılacaktır. Gittikçe daha geniş muhitleri kucaklayan şumûlünü I. cildde1 önsözün açık ve seçik bir tarzda tasvir ettiği jgtigrakâlemi bu yeni nesri ile kendini güzel bir vaziyete girmiş görecek. Büs-bûtûn "Bâska bir mikyasta İslâm kavimlerinin mensûplarını, Islâm Ansiklopedisi’nin ûc dilde Leyden neşrinde olduğu gibi, kendlİ^ni^Krlilde ^lışan âzâiar~olarak selâmlayabileceğiz• şarklıların vuzûh ile anladıkları üzere, ancak garpta işlenmiş tetkik ve müşâEade metodlarınm takibidir ki, kendilerine onların büyük ve bir çok cihetten hayrete değer mâzilerinin (yalnız kültür ve san'at hatırlansın I) hakikî bir tasvirini ver­ diğinin güzel bir işaretidir. Cei den t a b ’ ının yeni bir neşrine ba ş l anma dı ğı müddet çe İslâm A n s i k l o p e d i s i ’nin, mûteber ve ilmî bakı mdan en tam nüshası olarak, türkçesi alına­ caktır. Şark ile ve onun tarihi ve kültürü ile, kezâ türklere âit olmayan sahalarda da meşgûl olan bunu el altında bulundurmaktan ve onu ihtimâl kendi malı olarak günlük çalışmasının bir âleti yapmaktan hiç kimse geri duramaz; bu âlet araştırmalarında onun müst ağni ka l a ma y a c a ğ ı bir y ar dı mc ı s ı olacaktır.



1 Burada I/lIl ortada Viyana değil, Vienne okunacak (1311 konseyi Vienne’de top­ landı, Viyana'da değil), s. IV ortada, 1683 olacak, s. VI, yukarıda, »Savary“ , V III ortada Anquetil du Perron.



KISA L T M A L A R Abh. G. W. Gott. “ Abhandlungen der Gesell­ J Anthr. I d Journal of tbe Anthropological schaft der Wissenschaften in Gottingen Institute Abh. K, M. «—Abhandlungen f. d. Kunde des JA S B = Journal and Proceedings of the Asiatie Morgenlaud.es Soc. of Bengal Abh. Pr. Ak, W. «=> Abhandlungen d. preuss. J E d Jewish Encyclopaedia Akad. d. Wiss. JP H S = Journal of the Punjab Historien! So. Afr. Fr. B *= Bulletin du Comité de l’Afrique eiety française JQ R d jewish Quarterly Review Afr. Fr. RC « Bulletin du Com. de l’A fr. JR A S d journal of the Royal Asiatie Society frauç., Renseignements Coloniaux JR G S d Journal of the Royal Geographical A J S L “ *American Journal of Semitic Languages Society AM ■=■ Archives marocaines JS F Ou d journal de la Société Finno-ougriAMZ •» Allgemeine Missionszeitschrift enue Anth. “ Anthropos K C A d KürSsi Csoma Archivum Anz. Wien Keleti Szemle ( Revue orientale ) L A d Lisân al-'Arab AO = Acta Orientalia Mach, d Al-Machriq A Q R = Asiatic Quarterly Review MDPV == Mitteilungen und Naehr. des Deu­ ARW *= Archiv fur Religionswissenschaft As. Fr. B=Bulletin du Comité del’ Asie française tschen Palästina-Vereins B A •= Beitrage zur Assyriologie MFOB d Mélanges de la Faculté Orientale de Beyrouth BAH » Bibliothecu Arabico-Hispana B G A «=• Bibliotheca geographorum arabicorum, MGG Wien d Mitteilungen der geographischen Gesellschaft in Wien ed. de Goeje MGMN d Mitt. z. Geschichte der Medizin und BIE d Bulletin de l’Institut Egyptien BIFAO = Bulletin de l’Institut Français Naturwissenschaften M GW J d Monatsschrift f. d. Geschichte u. d’Archéologie Orientale au Caire BSO S » Bulletin of the School of Oriental Wissenschaft des Judentums Studies, London Institution - MI d Mir Islama BTLV ■= Bijdragen tot de Taal-, Land- en Vol- MIEgypt. d Mémoires de l’iustitut Egyptien kenkunde van Ned.-lndië MIFAO d Mémoires publiés par les membres BZ c Byzantinische Zeitschrift de l’Inst Franç. d’Archéologie Orientale au Caire CIA Rev. de la R. Academîa de la Histo­ ria, Madrid R R A L Rendicontî délia Reale Accademia dci Lincei, Classe di sc. mor., stor,, e filol. RSO «=» Rivista degli studi oriental! RT «=» Revue Tunisienne SBA k. Heîd. «* Sitzungsberichte der Ak. der Wiss. Heidelberg SBA k. Wien = Sitzungsberichte der Ak. der Wiss. in Wien SB Bayr, Ak. = Sitzungsberichte der Bayri­ schen Akademie der Wissenschaften SBPM S Erig. =* Sitzungsberichte d, Phys.-modizin. Sozietät in Erlangen SB Pr, Ak. W. = Sitzungsberichte der preasa. Ak. der Wiss. zu Berlin TA «a Tie al« Aröa



A.



tas. arapça



alm.



« s almanca



a}, bk.



= aşağıya hakiniz



aj.*yk.



o= aşağı-yukari



ayn. esr, = aynı eser ayn. mil, b* b. bk, benz. bk. bk. mad. c-*g