Varoluş ve Psikiyatri
 978-975-342-453-0 [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Engin Geçtan



Varoluş ve Psikiyatri



Engin Geçtan



Varoluş ve Psikiyatri Uzmanlık alanı psikiyatri olan Engin Geçtan 1975-1990 yılları arasında meslek dışı okuyucular tarafından da ilgiy­ le karşılanan dört kitap yazdı. Çok sayıda basım yapmış ve yapmakta olan, kendi bilimsel disipliniyle ilgili bu dört­ lünün ardından, psikiyatri alanının çerçevesinin dışına ge­ çerek kurgu tarzında kitaplar da yazdı. K im b ilir ve Hayat adlı kitaplarında kırk yılı aşan bir deneyimin ardından psi­ kiyatriye, ülkemiz insanına ve günümüzde kaosun kena­ rında yaşanan süreçlere bakışını dile getirdi. 2004'ün ilk aylarında yayımlanan son romanı Tren, geniş bir okur ke­ simi tarafından beğeniyle karşılandı. Edebiyat dışı kitapla­ rının yeni basımlarıyla birlikte Geçtan'ın bütün yapıtlarını Metis'te bir külliyat olarak yayımlıyoruz. Ankara ve İstanbul'daki dört üniversitede öğretim üyeliği yapmış olan Engin Geçtan şu anda çalışmalarını psikoterapist olarak sürdürmektedir.



Engin Geçtan



Varoluş ve Psikiyatri



E n g in G e ç ta n



BÜTÜN YAPITLARI



E d e b iy a t D E R SA A D E T TE DANS, 1996 BİR GÜNLÜK YERİM KALDI İSTER M İSİNİZ? 1997 KIRM IZI KİTAP, (1993) 1999 KIZARM IŞ PALAM UTUN KOKUSU, 2001 TREN, 2004



E d e b i y a t D ış ı PSİKODİNAM İK PSİKİYATRİ VE NORM ALDIŞI DAVRANIŞLAR, 1975 İNSAN OLM AK, 1983 PSİKAN ALİZ VE SONRASI, 1988 VAROLUŞ VE PSİKİYATRİ, 1990 KİM BİLİR? 1998 HAYAT, 2002 SEYYAR, Söyleşiler, 2005



İçindekiler



Önsöz



7



Birinci Bölüm



PSİKİYATRİ, PSİKANALİZ, PSİKOTERAPİ VESAİRE Psikiyatri 13 Varoluşçu Psikiyatri 25 Psikoterapi 51 Psikoterapist 111



İkinci Bölüm



VAROLMAK YA DA OLAMAMAK Anlamsızlık 135 Narsisizm Çağında Kim Ne Yapmakta? 162 Yaşam ve Ölüm 182 Ek: Yaratıcılık ve Psikiyatri 194 Kaynakça 203



Önsöz



bir "süreç" olarak insanı anlatm ak istedim ve bu amaçla, ona "varoluşçu psikiyatri" açısından yaklaşmayı dene­ dim. İnsanın dünya içindeki varoluşu çeşitli yönlerden tartışıla­ bilir. Alanım psikiyatri olduğu için düşüncelerimi bu çerçevede sınırlam ayı yeğledim. Önceki yazdıklarım ı okum uş olanlar, bu kitabın içeriğini geçm işte ortaya koyduğum bazı görüşlerden yer yer farklı, hat­ ta onlarla çelişkili bulabilirler. İnsanın bir "durum" olm aktan çok, bir "süreç" olduğu kabul edildiğinde, bu değişim in anla­ yışla karşılanacağım umuyorum. 1986 kışında katıldığım bir kültür-sanat etkinliğinde arkam ­ da oturan birkaç genç, gösteri başlamadan önce kitaplardan ko­ nuşuyorlardı. Bir ara benim yazdıklarım dan da söz etm eye baş­ ladılar. Böylesi bir veriyle her zam an karşılaşam ayacağım için dikkatle dinlem eye başladım . Önce olum lu şeyler söylediler. Sonra biri, insan Olmak kitabını henüz okumadığından söz ede­ rek, okumuş olanlardan birinin görüşünü sordu. "O kitap delili­ ğe methiye!" diye cevap verdi diğeri. Kitabı ben öyle algılam a­ dığım için şaşırdım ve biraz düşündüm . Am a böyle bir yoru­ m un, kitabın içeriğiyle mi, yoksa içinde yaşadığım ız kültürle mi ilişkili olduğuna karar verebilecek kişi tabii ki ben olamazdım. Bu kez yazdıklarımın, süregelen kültürde insanın kendine ve çevresine bakış açısı yönünden farklılıklar içerdiğini ben de kabul ediyorum. Am acım ın karşıtlık olm adığının anlaşılabile­ ceğini umuyorum. Çünkü bu kitapta anlattıklarım, yıllar içinde kendiliğinden gelinm iş bir "evre"nin ürünü. Üstelik bu evre, tek başım a olm adığım bir yer. Yazdıklarımı okurken, benzer bir sü­ B U KİTAPTA



H



V A R O L U Ş V E PSİK İYATRİ



reci benden önce yaşamış ve benim gelebildiğim yerden kıyas­ lanam ayacak kadar öteye taşımış insanların yapıtlarından alıntı­ larla karşılaşacaksınız. Böyle bir kitabı yazmam ın temel nedeni, ilgi duyduğum bir konuyu ve birlikte yaşadığım bir alanı tanıt­ m aya çalışmak. Ama bunun yanı sıra, biraz da, ait olduğum kül­ türe farklı bir açıdan bakmayı "denemek" istediğimi sanıyorum. Dünyadaki varoluşçu psikiyatrisi sayısı kadar varoluşçu psikiyatri yaklaşımı olduğunu söyleyen Viktor Frankl'ın bu gö­ rüşüne katılıyorum. Bu nedenle, birazdan okuyacaklarınızın be­ lirli bir düşünce ve uygulam a tarzını, kişisel yorum um doğrul­ tusunda yansıttığını açıklam a gereğini duyuyorum . Kim ileri geleneksel bilimsel yöntem leri hiçe saydığımı düşünebilir, kimi ise tam karşıtı yönleri seçerek yazılanları tutucu bulabilir. İnsan denen olguya benim kinden farklı yaklaşanların yazdıklarını da izlemeye çalışıyorum ve onlardan çok şey öğreniyorum. Ama kısmi bir entelektüel yalnızlığın ürünü sayılabilecek olan bu ki­ taba inandıklarımı koydum. Ülkedeki meslek ortam ım ın genel gidişinden biraz farklı bir doğrultuda hareket etmiş olmamdan kaynaklanan böylesi bir yalnızlık, diğer yalnızlıklardan farklı bir yaşantı. İsteyene, sistem in sunduğu bazı hazır kalıpların çe­ kiciliğine direnebilm e gücünü veren ve dünyanın başka yerle­ rinde benzer bir seçimi yapm ış başka insanlarla paylaşılabilen bir yalnızlık. Kitabı yazarken, yer yer doğrudan m eslek ortam ım a yönel­ meme rağmen, genelde m eslek dışı okuyucum u ön planda tut­ m aya çalıştım. Yalnızca Birinci Bölüm'ün girişindeki "Psikiyat­ ri" başlıklı tartışm a, bu am acın dışında kalm ış olabilir. Am a "hazır çözüm" arayışında olan okuyucum a düş kırıklığı yaşata­ cağımı önceden belirtm ek isterim. Bir bölümü dışında bu kitap 1989 yılının son aylarında ya­ zıldı, ama zihinsel hazırlığı ve oluşum u üç yıl sürdü. Yazdıkla­ rımı kişisel görüşlerim le sınırlam ak istemediğim için, bu süre içinde daha önce okum uş olduğum birçok kitabı kısmen ya da tümüyle yeniden gözden geçirdim, okum am ış olduğum bazı ki­



ÖNSÖZ



9



tap ve m akaleleri okudum. Elim deki materyel ve üniversite ki­ taplığı yeterli değildi, ama bu konuda birçok kişi çeşitli biçim ­ lerde bana yardım cı oldu. Yurt dışından kitap ya da fotokopi gönderen, getiren, kolay bulunm ayan eski basım bazı kitapları kendi kitaplığından ödünç veren bazı yabancı meslektaşlarım , dostlarım ve öğrencilerim in yanı sıra, iki ayrı türde bilgisayar virüsünün eşzam anlı olarak program lara karışm ası sonucu çı­ kan bazı sorunların çözüm lenm esinde bana yardım cı olan genç m eslektaşım a da burada şükranlarım ı sunmak istiyorum. Kitap, biraz alıntı bilgiyi, çok sayıda yılı kapsayan klinik ya­ şantıların izlerini ve bazı anıları içeriyor. Ayrıca, yazarken tüm meslek yaşamımı gözden geçirm em i de gerektirdi. Bu sırada meslek yaşam ım ın başlangıç dönem i de zaman zaman gözümde canlandı. O dönem deki oluşum um a katkıda bulunan birçok in­ sandan özellikle üçünü sık sık hatırladım. Bu nedenle, dinam ik psikiyatri ve psikoterapi alanında sunduğu deneyim ve bilgilerin yanı sıra, bir tarz edinm em de de bana örnek olmuş olan Alfred M esser'i, m eslektaş ilişkisi ve profesyonellik yönünden bana çok şey kattığına inandığım Nahum Katz'ı ve bilimsel merak de­ nen olguyu şahsında yaşadığım ve biraz da paylaşabildiğim Lauretta Bender'i burada saygıyla anm ak istiyorum. M eslek yaşamım boyunca çok sayıda insanın iç dünyaları­ nı paylaştım. Bu seçkin ve yürekli insanlar sayesinde dünyayı daha az yargılamayı öğrendim. Sanırım en büyük teşekkürü on­ lara borçluyum. Onlar olm asaydı bu satırlar da olamazdı. Ocak 1990



I



PSİKİYATRİ, PSİKANALİZ, PSİKOTERAPİ VESAİRE



Psikiyatri



Çocukluğumun geçtiği yerde bir vapur iskelesi vardı. K aç yaşlarımdaydım bilemiyorum, ama bir dönem oraya ne zaman götürülsem bir kadının vapur bekleyenlerin arasında tek başına dolaşarak yüksek sesle konuştuğunu görürdüm. Söylediklerin­ den p ek bir şey anlamadığım halde etkilenirdim. Uzun boyluy­ du, çekik yeşil gözlerindeki sert ve donuk bakış diğer insanla­ rın gözleriyle hiç buluşmazdı. Alnına dökülen kum ral kâkülü ile güzel sayılabilecek bir kadındı. Adının L. olduğunu söylem iş­ lerdi, eskiden öğretmenmiş. O konuşurken iskelede bekleyenle­ rin çoğu o orada değilmiş gibi davranır, kim i ise ara sıra on­ dan yana bakıp anlamlı bir biçimde gülümserdi. Bazı insanla­ ra "deli" dendiğini duymuştum, ama bu benim için çok iyi be­ lirlenmemiş bir kavramdı. iskeleye her gidişim de gözlerim i ayırmadan bu kadını izler­ dim. Ona karşı saygıya benzer bir duygu yaşam ış olduğumu bugün seçebiliyorum. Belki farklılığından, belki de özgürlüğün­ den ötürü. Çocukluğumun arı dünyasında onu yargılamamış ya da etiketlem emiş olduğumu biliyorum. O günlerde, bu olağan­ dışı varlığa yönelik merakımda oldukça özgürdüm, görünür f e ­ nomenin gerisindeki dünyayı anlam ak istercesine. Yargılamayı daha sonra, yargılandıkça öğrenecektim. Toplumsal bir varlık olma süreci içinde bilmeden üzerini örtmüş olduğum o arı ilgi­ yi ve yargısız merakı, seçtiğim alanın yardımıyla yeniden yaşa­ yabilm e isteği belirene kadar sürm ek üzere.



14



VAK01.ll!> VI- PSİK İYATRİ



Logoterapi denilen psikoterapi ekolünün kurucusu Viktor Frankl, bir konuşması sırasında dinleyicilerine iki ayrı paragraf okumuş. Bunlardan birinin filozof M artin Heidegger'den, diğe­ rinin ise şizofrenik bir kişinin konuşm alarından alıntı olduğunu açıklamış, ancak hangi paragrafın kim e ait olduğunu belirtm e­ miş. Ardından yapılan ankette çoğunluk, Heidegger'e ait sözle­ rin şizofrenik kişinin konuşm alarından alıntı olduğu tahm inin­ de bulunmuş. Heidegger'in yazılarında kullandığı Alman felsefe dilinin kolay anlaşılır olmadığı, yapıtlarını okuyanların paylaştığı bir izlenim. Alman felsefe dili olarak etiketlendirilip zor anlaşılır diye nitelendirilen olgu, aslında, yaşananları kavram lara hak­ kıyla yerleştirm ek istediğim izde kullandığım ız dilin ne denli yetersiz kaldığının bir kanıtı da olabilir. Şizofrenik ya da bir başka biçim de varolmaya çalışan bir insanı bazı hazır kavram ­ lara yerleştirerek anlam aya çalıştığım ızda, o insanın kendine özgü gerçeğine ulaşm am ız da m üm kün olmayabilir. Vapur iske­ lesinde dolaşan ve şizofrenik diye etiketlenebilecek bir kadının kategorik yönden nasıl bir tedavi program ına alınması gerekti­ ğine karar verip uygulamak! Ya da şizofrenik kişilerin kendine özgü m antığı ve algılama biçim ine ilişkin bilgilerimizin yardı­ mıyla, görünür fenomenin gerisindeki özgün dünyanın anlam ı­ nı kavram aya ve o dünyaya ulaşm aya çalışmak! Psikiyatri bun­ ların hangisi? Ya da yalnızca biri mi? 1988 yılında, gelişmiş bir ülkenin saygın bir sağlık kurum a­ mın iki seçkin üyesiyle psikiyatrinin spesifik bir konusunu içe­ ren bir panel tartışmasını paylaşm am gerekmişti. Paneli düzen­ leyenler, bu iki hekimin konuya biyokim yasal yönden yaklaşa­ caklar mı belirtmiş, benim de olayın psikodinam iğini ele alm a­ mı istemişlerdi. Öneriyi kabul etmeden önce diğer kişilerin ko­ nuşmalarının özetlerini görm ek istedim. Am acım , onların bilgi­ leriyle bütünleşebilecek bir konuşm a planı hazırlayabilmekti. Düzenleyicilerin ilgisizliği sonucu bu talebim yerine getirilm e­



PS İK İY A T R İ



15



diği gibi, yabancı konuklardan da benzer bir talep gelmedi. So­ nunda, istekli olmadan katılm ak durumunda kaldığım bu pane­ lin akışı içinde bazı kaygılarımın nasıl gerçeğe dönüştüklerini üzülerek izlemem gerekti. Gelişmiş ülkelerdeki araştırmacılardan bazılarının meslek yönünden kişisel felsefeleri olamıyor. Bütünün parçası olarak çok değerli katkılarda bulundukları halde, spesifik ilgi alanla­ rına öylesine odaklaşıyorlar ki bütünü, hatta bütünün içindeki yerlerini göremez hale geliyorlar. Gelen konuklara göre insan biyokimya idi, yalnızca biyokimya. Panele konu olan psikiyat­ rik bozukluğun aynı zamanda bir "human experience" (insani deneyim ) olduğunu reddedercesine. D olayısıyla, onların sun­ dukları bilgilerle benimkiler aslında birbirini tamamlayıcı ol­ dukları halde, konukların tek yanlı tutumu sonucu, panel iki farklı yaklaşım ın karşıtlığı görüntüsünde gerçekleştirildi ve ki­ şisel değerlendirm eme göre, amacına ulaşamadı. Dinleyicilere anlattıklarımız içerik olarak doyurucu olmuş olabilir, am a bi­ zim onlara sunduğumuz aynı zamanda parçalanm ış bir psiki­ yatriydi. Üstelik beden-zihin dualizmi biçimindeki bir düşünce­ nin çoktan terk edildiği bir aşamada. 2 Nisan 1979 tarihli Time dergisinde "Psikiyatrinin Depres­ yonu" başlıklı bir m akale yayım lanm ıştı. Bu yazıda psikiyatri ile kastedilen yalnızca psikanalitik psikiyatriydi, ama yirminci yüzyıl psikiyatrisinin geneliyle şizofrenik bir varoluş sürdür­ m üş olduğu bile söylenebilir. Birbirinden kopuk bir parçalar topluluğundan oluşan ve her bir parçanın temsilcilerinin diğer­ lerini anlam aya çalışm ak için çaba gösterm edikleri bir alan. Time dergisindeki yazı, psikiyatrinin bir alt uzm anlık alanı­ nı, onun bütünüym üşçesine değerlendiriyordu. Ancak, psikiyatristlerin bile alanlarını gereğince tanıyamadığı ve çoğunun dik­ katlerini bütünün içinden bazı parçalara odaklaştırm ış olduğu göz önünde bulundurulduğunda, amacı haber sağlama vc yay­ ma olan bir dergide çıkan böyle bir yazıyı eleştirm em ek gere­



16



V A R O LU Ş VI-; PSİK İYATRİ



kir. Bu yazının yayımlandığı tarihte, biyoloji alanında oluşagelen gelişm eler süreci içinde, bu parçalanm ışlığı sona erdirme umudunu taşıyan bazı belirtiler de çoktan ortaya çıkm aya baş­ lamışlardı. Ama o zamanlar çok azım ız bunun farkındaydık ve bugün bile birçok psikiyatrisi kendi alanına tek yönlü bakm a eğilimini sürdürmekte. Gerçi parçaların birbirine geçişerek bir bütüne dönüşebilm esi için aşılm ası gereken yol herhalde çok uzun. Am a fiziğin katı bilim den süreç bilim e dönüşüm ünün bi­ yolojideki yansım alarının, psikiyatriden de öte, sosyoloji ve felsefe gibi alanları bile etkisi altına alm aya başlam ası, çok da uzak olm ayan bir gelecekte bu konularda bilinen her şeyin ye­ niden gözden geçirilmesini gerektirecek nitelikte. Avrupa, ortaçağ karanlığından kurtulduktan sonra, on do­ kuzuncu yüzyılın gelişiyle anatomi, fizyoloji, nöroloji, kimya gibi alanlarda bilimsel gelişm eler başlam ış ve bu gelişm eler so­ nucu, ruhsal bozuklukların beyin işlevlerindeki bozukluklardan kaynaklanabileceği görüşü Antik Yunan'dan sonra bir kez daha belirm eye başlamıştı. Böylece, ruhsal yapı ve davranışı organik nedenlerle açıklayan görüşlerin egemen olduğu bir dönem baş­ lamış oldu. Bu dönemin biçim lenm esine en önemli katkı, Alman hekim Emil Kraepelin'den gelmiştir. 1883 yılında yayım lanan kitabın­ da Kraepelin, beyin patolojisinin ruhsal bozuklukların oluşu­ mundaki rolünden söz etm ekle kalm am ış, her bozukluğun bir­ birinden farklı belirtiler gösterdiğini ve her birinin önceden be­ lirlenebilir bir seyir izlediğini açıklayarak, ilk sistem atik psiki­ yatrik sınıflandırmayı gerçekleştirmiştir. Kraepelin'le başlayan dönem sınıflandırm aya ve tanım la­ maya ağırlık verdiğinden, "betimsel (descriptive) dönem" ola­ rak anılır. Bu dönemde bazı hastalıkların beyin patolojisiyle il­ gisi kesinlikle ortaya konmuş, ruhsal bozukluklar halk arasında olmasa da tıp adamları tarafından bedensel hastalıklar gibi ka­ bul edilm eye başlanm ış ve anatomi, fizyoloji, biyokim ya gibi alanlardan yararlanılarak beyin işlevlerini daha iyi anlayabilm e



P S İK İYAT Rİ



17



am acıyla araştırm alar yapılmıştır. Ne var ki, bütün bu gelişm e­ lere rağm en yine de hamlaların yarısından çoğunda organik bir patoloji saptanam ıyor ve bunlar bir nedene bağlanam ıyordu. Bu boşluğu kimi o günün laboratuvar tekniklerinin yetersiz ol­ m asıyla açıklıyor, kimi ise niteliği henüz belirlenem em iş gene­ tik sapm alara bağlıyordu. Ancak bu varsayımların geçerliği ka­ nıtlanmış değildi ve ortada açıklanam ayan bir boşluk kalmıştı. Yirminci yüzyılın başlarında Sigmund Freud ve onun geliş­ tirdiği psikanaliz, yalnızca bu boşluğu önemli ölçüde doldur­ makla kalm am ış, insanın kendine bakış açısını temelinden de­ ğiştiren bir devrim i de gerçekleştirmiştir. Davranışları, insanın biyolojik kökenli güdüleri ile toplumun kendisine yönelik bek­ lentileri arasındaki çatışm anın yarattığı dinam ik güçlerle açık­ layan psikanalitik kişilik kuramı, aynı zam anda insanın kişisel tarihçesi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan bir gelişim kuramı ile de desteklenmiştir. Psikanalitik düşünce sanat, edebiyat, antropoloji gibi alan­ lar üzerinde çok güçlü bir etki yarattığı halde, tıp biliminin ya­ pısına özüm senem em iş ve genelde bu alandan kopuk kalmıştır. Psikanaliz ancak 1944'te, Sandor Rado'nun Colum bia Üniversitesi'nde kurduğu Psychoanalytic Institute ile ilk kez bir üniver­ sitenin bünyesine katılmıştır. Dinam ik psikiyatrideki eğitimimi bu enstitü üyelerinden aldığım yıllarda, enstitünün binası bile C olum bia Ü niversitesi'nin hastanesinden ayrı bir fiziksel ko­ num da idi, sanırım hâlâ da öyle. A slında psikanalistlerin de kendilerini tıbbın geri kalanından kopuk olarak algıladıkları söylenebilir. Freud'un kendisi bile bir ara psikanalizi tıptan ta­ mamen bağım sız bir alan olarak tanım lamayı düşünmüştü. Bu kopukluğun giderek psikiyatride bir dağınıklığa neden olması, psikanalizin Am erika'da hızla yayılm asıyla doğrudan ilintili olsa gerek. Yaşamının son dönem inde Freud, tıp doktoru olm ayanların da psikanaliz uygulamaları yapabileceklerine iliş­ kin fetva verirken, spesifik olarak psikologları kastetmemişti. Am a gelişm eler o doğrultuda oldu. Amerika'daki psikiyatrisi-



18



V A R O L U Ş VE P S İK İYAT Rİ



ler, psikanaliz ve psikoterapiye yönelen talebi, bir süre sonra sayılarının yetersiz kalm ası nedeniyle karşılayam az durum a geldiler. Psikoloji bağım sız bir disiplin olarak hızla gelişm ek­ teydi ve bünyesinde klinik psikoloji denilen ayrı bir uzmanlık alanı oluşmuştu. O dönem de psikiyatri kliniklerinde çalışan kli­ nik psikologların işlevleri, test uygulam aları yaparak, hastalara tanı koym ada psikiyatristlere yardımcı olm akla sınırlanmıştı. Başlangıçta klinik psikologları tedavi uygulam alarına psikiyatristler teşvik ettiler, sayısal yetersizlikleri nedeniyle. Bunu psikiyatrik sosyal çalışm acılar ve psikiyatrik hem şireler izledi. Ekip çalışm ası türünde uygulam alar giderek arttı. A ncak bu arada psikiyatristlerin hem grup içinde temsil edilm e oranı düş­ tü, hem de nitelik yönünden önemleri azaldı. Bütün bu gelişm e­ lerin temelini oluşturan psikanalizin aslında biyolojik kökenli bir kuram olduğu sanki unutuldu. Tıp dışından katılan alanların da katkısıyla, her şeyi birey-çevre etkileşim inin ürünü olarak açıklam aya çalışan, sulandırılm ış ve "çevreci" bir psikiyatri oluştu. Böylece, özellikle 1945-65 dönem inde, psikiyatri giderek psiko ve sosyogenetik düşüncelere doğru çekildi ve tıptan uzaklaşarak "dem edikalize" oldu. A nti-psikiyatri denilen bir düşünce grubu bile oluştu. Anti-psikiyatrinin savunduğu görüş­ ler dem edikalizasyonu pekiştirici nitelikteydi, ama uyarıcı bir tepki de oluşturm aktaydılar. R uhsal bozuklukların varlığını yadsım a eğiliminde olan anti-psikiyatri, psikiyatristleri de ken­ dilerinin ait oldukları toplumsal grupların değerlerini hastaları­ na empoze etm ekle suçluyordu ve bu suçlam alar tümden tem el­ siz değildi. 1960'ların ortalarında ABD'de, bir bölümü tıp dışı disiplin­ lerden kaynaklanan yeni psikoterapi ekolleri m antar gibi çoğal­ mış ve sayıları 300'ü aşmıştı. Bilimsel dayanaktan yoksun sayı­ labilecek bu ekollerin hiçbiri aslında Uluslararası Psikoterapi Kongresi gibi bilim sel toplantılarda ciddiye alınm ıyordu ve program lara bile kanlam ıyorlardı. Ama o yıllarda kolektif bir



P S İK İY A T R İ



19



bunalım geçiren ve zaten yeniliklere m eraklı olan Am erikan toplumu bireyleri tarafından sürekli deneniyordu. Sonradan ço­ ğunun adı duyulm az oldu. 1980'lere yaklaşırken psikiyatri içerisinde, özellikle psiko­ terapi alanında gözlem lenen bu dağınıklığa karşı bazı tepkiler oluşm aya başladı. Daha çok tıp kökenli olanlar tarafından uy­ gulanan ve psikanalitik yönelim li olan m edikal psikoterapiler ile tıp dışı alanlardan gelenler tarafından uygulanan ve pop-psikoterapiler de denilen yaklaşım lar arasında bir ayrım yapm a eğilimi belirdi. Bireylerde olduğu gibi disiplinlerde de bir da­ ğılma dönem ini bazen bir silkinm e ve toparlanm a dönem i izler. N itekim toparlanm a eğilim i giderek psikiyatrinin psikoterapi dışındaki boyutlarında da görülm eye başladı. 1945'te İkinci Dünya Savaşı'nın sona erm esiyle uluslarara­ sı politik dengelerde oluşan önem li değişim ler, alanın gelişi­ m iyle doğrudan ilgili görünm eseler bile, psikiyatri tarihinin ba­ zı yönlerini etkileyici bir rol oynamışlardır. Antik dünyada tıp dili, Rom a İm paratorluğu da dahil olm ak üzere, Yunancaydı. Daha sonra Arapça oldu. Sonunda uzun bir süre için tüm Batı dünyasının tıp dili Latince olduysa da on sekizinci yüzyıldan sonra tekelini iyice yitirdi ve ülkelerin çoğu tıp alanında kendi dillerini kullanm aya başladılar. O zam anlar Fransızca çok yay­ gındı, am a kullanım ı Avrupa'nın elit kesimi ve diplomasi ile sı­ nırlanm ıştı, bilim dünyasının dili değildi. 1880'den sonra bir ara A lm anca tıp dili olarak Doğu, Kuzey ve Orta Avrupa'da yaygınlaştıysa da uluslararası iletişimde kullanılan dil durum una gele­ medi. Sonunda İngilizce bilim dili olarak yerleşti. Günüm üzde, eşzam anlı çevirilerin yapılmadığı toplantılarda çalışm a dili ola­ rak İngilizce kullanılır oldu. Böyle bir sonuç, 1945 sonrasında ABD'nin politik, ekono­ m ik ve bilim sel yönden üstlendiği rolle çok yakından ilişkilidir. Ama bazı sayısal faktörlerin de bu olguya katkısı olmuştur. Ö r­ neğin, 1980 yılı verilerine göre, bu tarihte yaşamakta olan psikiyatristlerin yaklaşık 1/3'ü ABD'de çalışm akta ve dünyada psi­



20



V AUOI.UŞ VI-: PSİK İYATRI



kiyatrik araştırm alar için ayrılan paranın 2/3'ü yine bu ülkede kullanılm aktaydı. Ancak bu etkileyici oranları değerlendirir­ ken, A m erikan pluralizm inden kaynaklanan ve birbiriyle eşit olmayan gelişm eler karmaşasını da göz önünde bulundurm ak gerek. 1955'te on ay süre ile Am erika'da kalan Norveçli psiki­ yatrisi Langfeldt şöyle yazmış: "İnsan Am erika'da yeterince ka­ lınca oradaki psikiyatrinin durumu hakkında um utsuzluğa kapı­ lıyor. Özellikle de olağan deskriptif tanıyı ve progrozu hiçe say­ dıklarını gördükçe." Gerçekten de o yıllarda Am erikan psiki­ yatrisinde, semptom yerine savunm a m ekanizm alarının konu­ şulduğu, tanı ve sınıflandırm anın bir yana konduğu bir dönem yaşanmaktaydı. Am erika'da yaşanan bu dağınıklık sırasında, soğuk savaş nedeniyle Am erikan psikiyatrisinin varlığını reddeden Ruslar, refleksolojinin sınırları içinde kilitlenip kalm ışlardı. Avrupa psikiyatrisi ise Freud ve yakın çevresini oluşturanlardan sonra­ ki dönemde, dinam ik psikiyatriye kendi yapısına uygun önem ­ li bir katkıda bulunam am ıştı. İki İsviçreli psikanalistin, sonra­ dan varoluşçu psikiyatri adını alacak yaklaşım ın temelini Heidegger'le yaptıkları çalışm alar sonucu oluşturm alarının, psiko­ terapi alanına kattığı taze kan bu genellemenin dışında değer­ lendirilebilir. Buna karşılık, 1950 sonrası Avrupa psikiyatrisin­ de psikofarm akoloji alanında ciddi çalışm alar yapılm akta ve edinilen sonuçlar, ruhsal bozuklukların kim yasal yoldan tedavi­ sinde Atlantik'in her iki yakasında da kullanılm aktaydı. Aslında Amerika'da bile psikiyatrinin biyolojik yönlerine ilgi azalm a­ mıştı ve bu ülkede 1954'te "Society for Biological Psychiatry" adlı bir dem ek kurulmuştu. İlk Dünya Psikiyatri Kongresi 1950'de Paris'te yapılm ış ve bu toplantıların altı yılda bir tekrarlanması kararlaştırılm ıştı. Bu kongreler 1961'de Dünya Psikiyatri D em eği'nin kurulm asına yol açtı. 1977'de dem eğin 60 ülkede 76 şubesi vardı ve toplam üye sayısı 60 bin idi. Giderek, coğrafi bölgelere ve alt uzm anlık alanlarına göre kongreler ve sem pozyum lar da düzenlenm eye



PS İK İY A T R İ



21



başlandı. Birleşm iş M illetler'e bağlı bir örgüt olan Dünya Sağ­ lık Teşkilatı'nda kurulan Ruh Sağlığı Bölümü, araştırm a ve uy­ gulam alarda eşgüdüm sağlanm ası konusunda önem li bir rol oy­ namaya başladı, ayrıca Üçüncü Dünya ülkelerinin sürdürülen program lara daha etkin bir biçim de katılabilm elerine de katkıda bulundu. Bütün bu gelişm eler sonucunda, Kraepelin'den bu ya­ na ilk kez dünyanın çeşitli yerlerindeki psikiyatristlerin ortak bir kavram sal dile kavuşm aları konusunda bir um ut belirdi. Psikiyatrik sınıflandırm anın evrenselleştirilm esi konusun­ daki ciddi çabalar önce Dünya Sağlık Örgütü'nden geldi ve gü­ nüm üzde uygulanan biçim iyle ICD-9 başlıklı standardizasyon bu konuya gerçekten önderlik etti. Am erikan Psychiatric A sso­ ciation, Dünya Sağlık Teşkilatı'nın bu girişimleri üzerine, önce­ leri kendi ülkesine dönük sürdürdüğü çalışm alarını evrenselleş­ tirme çabalarına girişti ve bugünkü biçim iyle DSM-3R olarak bilinen sınıflandırm a da dünyanın birçok yerinde yaygın bir bi­ çimde uygulanır oldu. Biraz tarih duyusu olan biri, psikiyatrinin bir süre daha şu ya da bu yana çekilebileceğini görebiliyor. Çünkü son yıllarda ruhsal bozuklukların tanım lanm asında evrensel kavram ların kullanılm asından öte bir amacı olm am ası gereken bu gelişm e­ leri, katı bir rem edikalizasyon modeli içine yerleştirm e eğilimi belirm eye başladı. Neo-Kraepelinizm de denilen bu eğilim , as­ lında Am erikan psikiyatrisinin geçmişteki sulandırılm ış duru­ muna karşı geliştirilm iş bir tepki görüntüsünde. Kendisini baş­ ka türlü yenileyem eyen bazı psikiyatristlerin bu olguya fanatik bir biçimde tutunarak öncü ve yenilikçi bir kim lik edinm eye ça­ lışm aları da, psikiyatrinin tem elinde oluşagelen dönüşüm ler karşısında pek uzun ömürlü olmayabilir. Üstelik N eo-K raepelinizm 'i biyolojizm denilen ve tanımı pek de net olm ayan bir kavram la özdeşleştirm e eğilimleri de gözlem lenm ekte. Bunda doğal olarak abartılı bir rem edikali­ zasyon modelini destekleyen dev ilaç endüstrilerinin de etkisi olabilir. Çünkü bu eğilim de olanların biyolojizm ile lamınla-



22



V A R O L U Ş V E PS İK İY A T R İ



m ak istedikleri olgu daha çok psikofarm akolojiye yönelik. Ruhsal bozuklukların kim yasal yoldan tedavisini tanım layan psikofarmakoloji ise, tıbbın farm akoloji dalının konusu, dolayı­ sıyla psikiyatri m ozayiğinin yalnızca bir parçası. O ysa günüm üzde psikiyatrinin hareket etm eye başladığı doğrultunun temel belirleyicileri, tıp bilim lerinden çok, biyolo­ ji ve hatta onun da ötesinde fizik kökenli. D olayısıyla psikiyat­ ri remedikalize edilirken, onu kendisine dar gelecek bir giysi­ nin içine sokm a yanılgısına düşm em ek gerekir. Tıbbın diğer dalları organlar ve organ sistem lerinin bozukluklarıyla ilgilenir. Oysa fiziğin süreç bilim ine dönüştüğü bir dönem in anlayışıyla değerlendirdiğimizde, beyin bir organ değil, bir süreçtir. Bu ne­ denle onu diğer organ sistem leriyle aynı potaya koyarak değer­ lendirenleyiz. Neden felsefe çerçevesinde nörofilozofı diye bir alan oluşm akta da, karaciğer felsefesi diye bir alan oluşm uyor? Eğitimimin bir bölüm ünü aldığım N ew York'taki Bellevue M edical Center'da iç hastalıkları bölümünden bir intern (dip­ loma öncesi yılındaki tıp doktoru) ile bazı hastaları ziyaret edi­ yorduk. Intern'in benimle birlikte oluşunun nedeni, serviste ya ­ tan ve iç hastalıkları yönünden de bazı rahatsızlıkları olan has­ talar hakkında bana bilgi vermekti. Sıra, bir ayı aşkın bir süre­ dir hastanede yatm akta olan şişman bir siyah hastaya gelmişti. Adını hâlâ hatırlıyorum, doğal olarak: N apoleone Bonaparte. Intern hastadan yana hiç bakmaksızın, yatağın ucundaki dos­ yadan laboratuvar bulgularını değerlendirerek bana hasta hak­ kında bilgi verdi ve yine sırtı hastaya dönük olarak bir başka yatağa doğru yürüm eye başladı. Birden durdum ve ona bu has­ taya en son ne zaman dokunduğunu sordum. D ürüstçe, hasta­ neye yattığı günden bu yana ona hiç dokunm am ış olduğunu söylediğinde, hoş olmayan bir tepki verdiğimi hatırlıyorum. Sonradan intern'in de, daha önce fa r k etmemiş olduğu bir olgu ile birden yüzleşm iş olmanın üzüntüsünü içtenlikle yaşadı­ ğını fark ettim. Sürekli, "O kadar haklısınız ki!" diyordu. Ç alış­



P S İK İY A T R İ



23



m amıza ara verip birlikte kahve içmeye gittik ve bu konuyu hiç konuşmadık. Onun kadar olmasa bile, olaydan ben de etkilen­ miştim. Onun davranışını ben de göstermiş olabilirdim. Çağdaş tıbbın bazen ne denli m ekanik olabileceğini ilk kez fa r k ediyor­ dum ve bu, olayın benim için de düşündürücü bir yanıydı. Son­ raki m eslek yaşamımda ne kadar etkili oldu bilemem, ama ben bu olayı çok canlı bir anı olarak bugüne kadar taşıdım. Yüzyılın ilk yarısında hekim -hasta ilişkisinin sıcak bir pay­ laşmayı da içermiş olduğunu sanıyorum. Yaşadığımız narsisizm çağında ise, karşılıklı benim sem eyi de içeren hekim -hasta iliş­ kisine kolay rastlanm az oldu. Gelişm iş ülkelerde sistem, birey­ lerin yaşamına ve sağlığına ülkem izdekine oranla daha çok de­ ğer veriyor; sağlık personeli görev sorumluluğu ve disiplini yö­ nünden genellikle üstün nitelikli. Ancak ilişkilerin TV'de göste­ rilen hastane dizilerindeki gibi yaşandığını sanmıyorum. Hekimle hasta arasına şimdi araçlar, laboratuvarlar ve diğer teknoloji ürünleri girdi. Yaşam tem posunun hızı ve hekim başı­ na düşen hasta sayısının artması ilişkiye zaman bırakmıyor. A n­ cak belki de en önem lisi, insanların narsisistik dünyaları içinde giderek artan oranlarda kilitlenm eleri ve sistem in yarışm aya yönelik beklentileri içinde sürüklenip gitmeleri. Tabii bu konu­ da, niyet iyi de olsa, hiçbir m eslek grubunun bir ayrıcalığı ola­ maz, hekimlerin de. Bunu aşabilmek için bazı gelişmiş ülkeler, toplum hekim li­ ği çerçevesinde, eski aile doktoru modelini yeniden canlandır­ ma çabasındalar. Ancak bu nostaljik olgunun ısm arlanarak ya­ şanabilmesi çok zor. Nitekim 1985 yılında Salzburg'da, bu ko­ nuyu da içeren bir toplantıda edindiğim izlenim bu görüşümü doğrular nitelikteydi. Örneğin A B D m odelinde uygulayıcıların ilgisi, sağlık hizmetleri üstlenilen bireylerin kendine özgü ger­ çeklerinden çok, programın biçim ine yönelikti. Tıbbın bütünü içinde psikiyatrinin bu yönden kendine özgü bir konumu var. Çünkü psikiyatride, tedavi edenin kişilik özel­



24



VA R O İ.U Ş VI-: PSİK İYATRİ



likleri ve insan olarak birikimi, diğer tıp dallarından çok daha önem li bir tedavi aracı. Onun için, günün modası ne olursa ol­ sun ve insan, insan olarak bugünkü özelliklerini sürdürdükçe bu faktörün göz ardı edilm esi mümkün olmayacak. Doğu felsefele­ rinin uzun zaman önce ulaştığı bilgeliği teknoloji çağının gör­ m ezden gelmesi, kendi tarihinin ve evriminin birikim inden yok­ sun bırakılan insana derin bir m utsuzluk yaşatabilir yalnızca. Varoluşçuların being there deyim iyle açıkladıkları gibi, in­ san ancak birileriyle ya da bir şeylerle, yani dünyasıyla "birlik­ te varolarak" kendisini algılayabilen ve yaşamına anlam verebi­ len bir varlık. Onun için tedavi süreçleri de "tedavi eden ve edi­ len ikilisi"nin yaşantılarını içermek durumunda. Tabii ilişkiye dayalı bu tür uygulam aların, biyolojideki gelişm elerin oluştura­ cağı bir zemin üzerinde yeniden değerlendirilerek, farklı bir saygınlık edinmeleri yolunda çaba gösterilmesi koşuluyla. Bu özelliklerinin yanı sıra, psikobiyolojideki gelişm eler doğrultusunda bir süreç bilimi olm aya da aday görünen psiki­ yatriyi abartık bir rem edikalizasyon modeline sıkıştırm aya ça­ lışmak, geçmişte öğrenilenlere ve öğrenmeye hazırlandığım ız bilgilere miyop gözlerle bakm ak olm uyor mu? Psikiyatrinin fizyoloji, biyokimya, genetik ve biyoloji gibi alanlardan fazla kopuk bir dönem geçirmiş olm ası sonucu yaşanan kargaşanın üstesinden gelmek, onu organ bozukluklarıyla ilgilenen bir ku­ lübün üyeliğiyle sınırlayarak gerçekleştirilebilir mi? Ö nüm üz­ deki yıllar bu sorulara açık cevaplar getirecek gibi.



Varoluşçu Psikiyatri*



varoluşçuluk, İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıl­ larda Batı Avrupa'da belirm eye başlayan ve giderek A m erika kıtasında da yaygınlaşan bir yaklaşımdır. Psikanaliz ve psikanalitik kökenli psikoterapi tem elinde, Heidegger'in Ontoloji de­ nilen düşünce ekolünden esinlenerek geliştirilm iş bir tedavi tu­ tumunu tanımlar. Bu nedenle, aralarındaki ilişkiye rağmen, va­ roluşçu felsefe ile karıştırılm am ası gerekir. Frankl'ın dile getirdiği gibi, dünyadaki varoluşçu psikiyat­ risi sayısı kadar varoluşçu psikiyatri yaklaşımı olduğu söylene­ bilir. Ancak genelinde bir değerlendirm e yapıldığında, Avrupa­ lI varoluşçu psikiyatristler ile Am erika'daki m eslektaşlarının bir bölümü arasında, kültürlerinden ve tarihlerinden kaynaklanan bazı anlayış farklılıkları olduğu düşüncesindeyim . Özellikle de Am erikan kültüründe sık gözlem lenen "popülarize etme" eğili­ mi yönünden. Bu konuda tutucu sayılabilecek bir tavır içinde olm am ın nedeni, varoluşçu psikiyatrinin doğası gereği popülarize edile­ meyeceğine ve denendiğinde de başka bir şeye dönüşeceğine inanıyor olmam. Bu nedenle, Am erikan literatüründe bu konu­ da yazılm ış çok önemli yapıtlar dışında, biraz sulandırılm ış bir biçim de sunulan bazı kitap ve m akalelerin varoluşçu psikiyat­ riyi gereğince yansıtm adığı inancındayım . 1960'lı yıllarda PSİK İY A TR İD E



* Bu bölüm de varoluşçu p sikiyatrideki bazı tem el kavram ve lanım ları açıklarken, M ay, A ngel ve E llenbcrger'in editörlüğünü yaplığı E xistence a d ­ lı kitab ın başında R ollo M ay tarafından yazılm ış olan "Sunuş" bölüm ünden ve M artin H eidegger'in Varoluş ve Z am an adlı yapılından yararlanılm ıştır.



26



V A R O I.U Ş VI-: PSİKİY ATRİ



A m erika'da m oda olan ve kendilerini "hüm anistik psikoloji" olarak adlandıran akımları varoluşçulukla aynı kefeye koym a eğilim inde olan bazı yüzeysel değerlendirm eler ise, kategori hatası olmaktan öte bir bilgisizlikle açıklanabilir. Psikiyatrideki konum u açısından değerlendirildiğinde, va­ roluşçuluk bağım sız bir tedavi "ekolü" değildir. İnsanı anlam a çabasında, geleneksel psikolojik tedavilerin alışılagelm iş gele­ neksel yöntem lerinden tem elden farklı bir "tuturri'dur. Bağım ­ sız bir psikolojik tedavi ekolü olarak nitelendirilm em esinin ne­ deni sistematik bir kişilik kuramını içermemesidir. Bu nedenle, varoluşçu tutumu benim seyen psikiyatristlerin çoğu, çalışm ala­ rında psikanalitik kökenli kuram lardan yararlanırlar. Varoluşçu psikiyatri üzerine ayrıntılı bir tartışm aya girm e­ den önce, kıyaslam a zemini hazırlayabilm ek ve konuya aşina olm ayan okuyucum u biraz olsun aydınlatabilm ek am acıyla, psikanalizi kuram ve yöntem açısından kısaca hatırlatm a gere­ ğini duyuyorum. Öncelikle, olası bir kavram karışıklığına karşı önlem ola­ rak, term inoloji yönünden bazı açıklam alar yapm anın yararlı olacağı düşüncesindeyim . İlerki tartışm alarım ızda, Freud'un geliştirmiş olduğu özgün kişilik kuramı ve tedavi yöntem inden "klasik psikanaliz" diye söz edilecektir. Freud'dan sonra, klasik psikanalizin eksik kalm ış yönlerini tamam layan ve bu kurama, ihtiyacı olan esnekliği kazandıran çalışm a grubu, başlangıçta kendilerini adlandırdıkları gibi "ego analistleri" olarak anıla­ caktır. Tedavi uygulam alarında klasik psikanalitik yöntem in ru­ hunu korudukları halde, bunu daha az yoğun ve sınırlı bir bi­ çimde uygulayan yaklaşım lardan "psikanalitik psikoterapiler" diye söz edilecektir. Klasik psikanalizin türevleri olan am a on­ dan lemel bazı farklılıklar gösteren ekoller ve yaklaşım lar ise kurucularının adlarıyla anılacaktır: Jung, Adler, Homey, Sulli­ van, Fromm ve Rado gibi. Kişisel bakış açımın doğal bir gereği olarak, klasik psikana­ lizi kişilik kuramı ve tedavi yöntemi olarak ikiye ayırarak de­



V A R O L U Ş Ç U PS İK İY A T R İ



27



ğerlendirm e eğilimindeyim . Klasik psikanalize göre kişilik, kendi içindeki üç ayrı gü­ cün birbiriyle etkileşim inin bir ürünüdür. İçerdikleri istekleri, bencilce ve anında giderm e eğilim inde olan biyolojik dürtüleri içeren "id" ile şartlanm alar sonucu içerikleştirilerek benliğe m al edilm iş toplum norm larını ve beklentilerini sim geleyen "süperego", birbirlerine karşıt talepleri dolayısıyla sürekli bir çatışm a durumundadır. Bu karşıtlık arasında bir uzlaşm a sağla­ m aya çalışan "ego", üçüncü bir güç olarak bebeklikten yetişkin­ liğe doğru gelişir ve kişiliğin dış dünya ile ilişkilerini düzenler. Klasik psikanalizin tanım lam ış olduğu ego, id ile süperegonun talepleri arasında sıkışm ış bir güçtür. Bu nedenle ego, bir insan­ dan diğerine değişebilen oranlarda anksiyete yaşar ve bu anksiyetenin yoğunluğunu azaltabilm ek am acıyla bilinçdışı dünya­ sında bazı "savunma m ekanizm aları" geliştirir. Savunm a m eka­ nizmaları, insanın dıştan gözlem lenebilen davranışlarını önem ­ li ölçüde yönlendirirler. Böyle bir kişilik kuramı, birbiriyle sürekli etkileşen güçle­ rin oluşturduğu dinam ik bir yapıyı tanım lam akla birlikte, kişi­ liği belirli bir yapı içinde sınırlanm ış olarak kabul ettiği için, ucu kapalı ve kaderci olarak nitelendirilebilir. Freud'un insan kişiliğini kapalı bir sistem olarak tanım lam asında, m esleki for­ m asyonunu oluşturduğu dönem de laboratuvarında çalıştığı B rucke’nin etkisi olduğu söylenir. Brucke o dönem de, beyin hücrelerinin işleyiş biçim ini "belirli ilkelerle çalışan dinam ik güçler ve enerjiler"le açıklamıştı. Eğer Freud insan kişiliğini, kendisini sürekli yineleyen bir durum lar dizisi olarak tanım lam ak yerine, her an kendini yara­ tabilme potansiyeline sahip ucu açık bir süreç olarak tanım laya­ bilmiş olsaydı, bugünkü gelişm elere uyarlanabilmesi de daha kolay olurdu. Buna karşılık, eleştirilere uğramış olsa da, Freud'dan bu yana psikanalitik kişilik kuramının "yerini alabile­ cek" bir başka kişilik kuramının geliştirilemem iş olması tabii ki düşündürücü.



28



V A R O L U Ş VL IVSİKİYATRİ



Klasik psikanalilik kişilik kuramının bazı çekincelere rağ­ men günüm üzde de geçerliğini korumasına karşılık, aynı şeyi klasik psikanalitik tedavi yöntemi için söyleyebilm ek biraz zor. Bir insanın diğerini anlayabilm esi temeli üzerinde hareket eden psikolojik tedavilerin ancak bazı "teknikler" aracılığıyla gerçek­ leştirilebileceğini savunan bir yaklaşım , her şeyden önce günü­ m üz gerçeklerine pek uymuyor. Ancak Freud'un, yaşadığı döne­ me egemen olan geleneksel tıp anlayışının etkisinde kalm ış ol­ masını doğal karşılam ak gerek. Belki tıptan da öte bir genelle­ meyle, psikanalitik tedavi yaklaşım ını geleneksel bilim sel m e­ todolojinin bir ürünü olarak değerlendirmek de mümkün. Geleneksel bilimsel yöntem ler genellikle felsefi varsayım ­ lar üzerine geliştirilirler. G eliştirilen yöntemle yapılan gözlem sonucu elde edilen veriler araştırılm ak istenen gerçeklere uy­ muyorsa, o yöntem den vazgeçilir ve bir başkası aranır. Böyle bir yaklaşım da gözlemi yapan kişi ya da kişilerin algıları, baş­ langıçta geliştirilm iş olan varsayım lar tarafından sınırlanm ış olur. Bir ya da birkaç öğeyi, bütününden soyutlayarak ve dıştan gözlem leyerek inceleme biçim indeki bu bilimsel çalışm a türü­ nün başlangıcı on yedinci yüzyıla kadar gider. O dönem de B a­ tı kültüründe ortaya çıkan ve olguları "özne ile nesne" diye ayı­ rarak inceleyen bu yaklaşım , günüm üzde de bilim dünyasında­ ki egem enliğini sürdürm ekte. B ir başka deyişle, günüm üzde çoğunluğun kullanmakta olduğu yöntem ler genellikle bir özne (gözlem ci) ve nesne (gözlem lenen) İkilisini içerir. Doğal olarak aynı durum, yüzyılın başlarında bilim sel bir disiplin olarak ortaya çıkan psikanaliz için de geçerliydi. Freud, insanın kişilik yapısını oluşturan dinam ik güçleri, kendi kişiliği­ ni inceleyerek tanım lam aya çalışm ış ve bu yoldan edindiği veri­ ler, kendisine tedavi am acıyla başvuran kişileri anlayabilm esin­ de ona ışık tutmuştur. Dolayısıyla klasik psikanalitik kişilik ku­ ramı, önemli ölçüde Freud'un am pirik çalışm alarından kaynak­ lanmıştır. Buna karşılık, tedavi yöntem i olarak psikanaliz, belir­ li ilkelere ve tekniklere bağlı kalmıştır. Bu ilke ve teknikler, yu­



V A R O L U Ş Ç U P S İK İY A T Rİ



29



karıda sözü edilen özne (psikanalist)-nesne (analize gelen kişi) ayrımını içerir. Üstelik insanın ancak psikanaliz denilen "tek­ niklerin" uygulanm asıyla anlaşılabileceği görüşündedir. Varoluşçu psikiyatrinin kurucularından Binsvvanger'e göre, geleneksel bilim sel yöntem ler psikiyatride uygulandığında, bu verilerin sağlıklı olarak derlenebilm esini ve tedaviye gelen ki­ şinin yaşadıklarının anlaşılabilm esini engeller. Bu nedenle te­ daviye gelen kişileri kendi hazır kavram larım ızın ya da beklen­ tilerim izin çerçevesine sokm am am ız gerekir. B insw anger'in sözleri doğrultusunda değerlendirdiğim izde, klasik psikanalitik tedavilerin yalnızca "bazı durum lar" için geçerli olm asının ne­ deni de daha kolay açıklanabilir. Üstelik psikanalitik teknikle­ rin, kesin ve kategorik bir biçim de uygulandıklarında, tedavinin gelişm esini ve etkili olabilm esini engelleyebildikleri de bilin­ mektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, psikanalitik kişilik kuramı da psikanalitik tedavi yöntem leri gibi, kişiliği bölüm lere ayırıp in­ sanı kavram lar içine yerleştirm eye çalışması nedeniyle ilk ba­ kışta eleştirilebilir ve nitekim de böyle olmuştur. Ancak, acaba Freud kişiliği bölüm lere ayırm aya mı çalışmıştır, yoksa insan evrim inin on dokuzuncu yüzyıl sonlarında ve sonrasında geldi­ ği aşam a sonucunda kişiliğin birbirine yabancı bölüm lere ayrıl­ masını ve birbirine yabancılaşm ış bu bölüm lerin arasındaki ça­ tışm anın trajedisini mi anlatm aya çalışm ıştır? Varoluşçu psiki­ yatrinin önde gelen uygulayıcılarından ve yazarlarından Rollo M ay'in ortaya attığı bu sorunun gerçekten de üzerinde durm aya değer. Çünkü insanı zihin-beden dualizmi çerçevesinde değer­ lendirm e alışkanlığında olan geleneksel tıbbın etkisinde kalm ış görünüm üne karşın, Freud'un kişilik kuramı, insan zihninin "di­ nam ik yapısı"nı ilk kez ortaya koym uş ve o zamandan bu yana, bu konuda daha iyi bir model geliştirilememiştir. Belki de bun­ dan ötürü, beyin biyolojisine ilişkin çalışm alar ışığında yeniden incelenip değerlendirilm e gereği duyulan tek psikolojik kişilik kuram ı Sigm und Freud'unki olmuştur.



30



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



Yüz yılı aşkın bir süre önce D anim arkalI yazar K ierkegaard'ın o döneme egemen olan katı m antıkçılığa şiddetle karşı çıkm ası, varoluşçu düşüncenin bilebildiğim iz başlangıç noktası­ nı oluşturmaktadır. Hegel'in gerçekliği soyut kavram larda ara­ m asını bir yanılgı olarak nitelendiren Kierkegaard'a göre gerçek, insan kendisini davranışlarıyla yarattığında ortaya çıkar. G erçe­ ği yalnızca, düşünerek varolabileceğine inanılan insanda aram ak ve onu ölçülebilir ve denetlenebilir bir nesne olarak değerlendir­ mek, günümüzün kolektivist dünyasına oldukça egemen bir yak­ laşım. İnsanı isimsiz birim lere indirgeyen bu eğilime karşılık, K ierkegaard'dan bu yana güçlenerek gelişen ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Jean-Paul Sartre ve Albert Cam us'nün yapıtla­ rında "varoluşçuluk" adını alan bir akım, günüm üz insanının içinde bulunduğu bu açmaza karşıt bir seçenek getirir nitelikte. Ayrıca Nietzsche, Dostoyevski, Kafka gibi geçmişten bazı ya­ zar ve düşünürler de Feuerbach'ın, "Bir düşünür gibi düşünme! Yaşayan, gerçek bir varlık olarak düşün!" sözlerinde somutlaştırılabilecek olan bu akımın birer parçası olarak kabul edilirler. Varoluş bilimi ontolojidir ve Yunancada varolm a anlam ına gelen "ontos" sözcüğünden türetilmiştir. Varoluş (existence) te­ rimi Latincedeki "ex-sistere" kökünden gelir ve belirmek, orta­ ya çıkm ak anlamına gelir. Dolayısıyla ister felsefi ister psiki­ yatrik açıdan olsun, bu yaklaşım, insanı bir birim ler ve m eka­ nizm alar topluluğu olarak açıklam ak yerine, öylece "olmakta olan" bir varlık olarak anlam aya çalışır. Böyle bir tutum, varo­ luşçu psikiyatristlerin, davranışların gerisindeki dinam ik güçle­ ri ve m ekanizmaları incelemekten vazgeçmeleri anlam ına gel­ mez. Ancak bunu yaparken, "doğru" görünen şeylerin "gerçek" olmayabileceğini de göz önünde bulundururlar. Varoluşçu düşünürler mantık karşıtı da değildirler. G ünü­ müzde oldukça yaygın olan ve düşünceden çok davranışlara öncelik tanıyan entelektüalizm karşıtlığının varoluşçulukla ka­ rıştırılm am ası gerekir. V aroluşçuluk hem öznelliğin hem de nesnelliğin altındaki gerçeği araştırır. Yalnızca insanın yaşadık-



V A R O L U Ş Ç U P S İK İY A T R İ



31



lannı değil, bunları yaşayan, yani yaşananları yaratm akta olan insanı da inceler. Gerçek, "yaşanan anda" insanın kendi dünya­ sında yaşananlardır. Bir düşünüş olarak varoluşçuluk, Batı kültüründe yaşanan krizlere bir yanıt olarak kendiliğinden ortaya çıkmış, edebiyat ve resim de olduğu gibi felsefedeki düşünce üretenler de, birbir­ lerinden habersiz benzer görüşlere doğru hareket etmişlerdir. Ö rneğin çağdaş varoluşçu düşüncenin babası sayılan M artin Heidegger, en önem li yapıtı olan Varoluş ve Zam an'ı 1927'de yayımlamıştır. İspanyol düşünürü Ortega y Gasset ise Heidegger'inkine çok benzeyen düşüncelerini, onun bu çalışm asından haberdar olm aksızın 1924'te açıklamıştır. Varoluşçu felsefenin psikiyatriyle buluşm ası İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar. İsviçreli psikanalistler M edard Boss ve Ludwig Binswanger, "Daseinanalysis" adıyla geliştirdikleri te­ davi yaklaşım ıyla varoluşçu psikoterapinin öncüsü sayılırlar. Bu iki hekim, klasik psikanaliz uygulam alarında kullanılan tek­ niklerin, kendilerine başvuran kişilerin yaşadıkları sorunlara çözüm getirm ede giderek yetersiz kaldığını gözlem lem işler, bunun üzerine psikanaliz ile Heidegger'in ontolojisinin bir sen­ tezini oluşturm a arayışına girişm işlerdi. H eidegger'in Güney Alm anya'da, İsviçre sınırına yakın bir bölgede yaşaması, Boss ve Binswanger'e ona zaman zam an doğrudan danışabilm e im ­ kânını sağlıyordu. Bu ortak çalışm a sonucu psikoterapi alanına, çağdaş insanın kendine özgü sorunlarına ve beklentilerine uy­ gun çok önem li bir boyut kazandırılmış oldu. Ancak bu iki hekimin "Daseinanalysis"i psikiyatri dünyası­ na sunm aları da, bir başlangıç noktası olm aktan çok, süregelen oluşum un bir aşaması olsa gerek. Yeryüzünün başka yerlerinde de bir felsefe ekolüne yakınlaştıklarının farkına varmadan ya da adım koym aksızın benzer doğrultuda hareket etmiş olan bazı psikiyatristler yaşamış ve yaşıyor olabilirler. Çünkü varoluşçu psikoterapi, belirli kişilerin değil, çağın bir gereği ve ürünü ola­ rak ortaya çıkmıştır.



32



V A R O L U Ş VL PSİK İYATRİ



Binswanger, Boss ve M ay’in ilk yapıtlarıyla bir psikiyatrisi adayı olarak yurt dışında eğitim gördüğüm yıllarda karşılaştım, ilk önce Boss'un Psychoanalysis and Daseinanalysis ve May'in Existence adlı kitaplarını okudum. Yeterli yaşam ve meslek d e­ neyimim olmadığı için okuduklarım düşünce düzeyinde kaldı, özümseyemedim. Dinam ik psikiyatrideki eğitimim psikanalitik yönelim liydi. Önce Sandor Rado'nun, daha sonra kısmen de K a­ ren H orney'in öğrencilerinden etkilendim. Bu bir başlangıç oldu ve uzm anlık eğitimimi tamamladıktan sonra da psikoterapi ala­ nındaki çalışmalarım uzun bir süre bu ekollerin etkisinde kaldı. 1970 yılında Uluslararası Psikoterapi Kongresi M ilano'da yapıldı ve ben de oradaydım. O günlerde Batı dünyasında y a ­ şanmakta olan ko lektif toplumsal bunalıma orada, psikiyatri ve psikoterapi alanlarına yansıyış biçimleriyle tanık oldum. K ong­ rede varoluşçu psikiyatriyle ilgili bir bölüm yoktu, ama son gün M edard Boss, İsviçre'den gelerek bir konuşma yaptı. Anlattık­ larının önemli bir bölümünü kavrayamadım. Çeviri yetersizliği sandım, sonra bir AvusturyalI meslektaşım da izlerken zorlan­ dığını söyledi. Alm an felsefe dilini kullanmış. Yetmişli yılların başlarında, iyi niyetime ve çabalarıma kar­ şın psikoterapi uygulamalarımda hoşnutsuzluk yaşamaya baş­ ladım. Sanki bilinenler yeterli değildi, ama eksik olanı tanımlayam ıyordum. Gerçi alışılagelmiş tekniklerin dışına çıkıp bazı doğaçlam alar yaptıkça ve tedavi ortamında arada bir içimden geldiği gibi davrandıkça daha gerçek bir şeyler yaşanıyorm uş gibi geliyordu, ama yapısallaşm ış tekniklerin uygulandığı, tutu­ cu sayılabilecek bir eğitim görmüş olduğumdan zaman zaman da olsa çizgi dışına çıkmanın tedirginliğini yaşıyordum. (Daha sonraları, bu zorlanmamın tedavi odasında yaşananları kav­ ramlara yerleştirm eye çalışmaktan ve hâlâ etkisinde olduğum geleneksel tıbbın koruyucu yapısına sığınmaktan kaynaklandı­ ğını fa r k edecektim.) 1973 yılındaki kongre O slo'da yapıldı. Bu kez varoluşçu psikoterapi üzerine bir oturum vardı ve üstelik en fa zla katılım ­



V A R O L U Ş Ç U P S İK İY A T R İ



33



cı toplayan etkinlik oldu. Ortam kısa bir süre sonra böylesi kongrelerde alışılagelmiş törensel oturumlardan fa rklı bir fo r u ­ ma dönüştü. Konuşulanları izlemekte güçlük çekmediğim gibi, bunların önem li bir bölümünde, zihnimde oluşan bazı soruların karşılığını da bulabildiğimi fa r k ettim. Kendiliğimden hareket etmeye başladığım ya da hareket et­ me eğilimi gösterdiğim yönde, fa rklı ülkelerden ve kültürlerden başka meslektaşlarımın bulunduğunu gözlem lem ek, üstelik bu­ nun "meşru" bir adının da olduğunu öğrenmek, bana içinde bu­ lunduğum çerçeveden çıkabilme yürekliliğini sağladı sonradan. Giderek, hızla değişen bir dünyada böylesi bir dönüşümün ça­ ğın bir gereği olduğunu anlamaya başladım, ilginç olan, varo­ luşçu psikiyatri konusunda birkaç kitap okum uş olmama rağ­ men, çalışmalarımda belirmeye başlayan farklılaşm anın adının bu olduğunu anlayamam ış olmamdı. D üşünce düzeyinde öğre­ nilenlerle yaşananlar arasında zaman zaman ortaya çıkan ko­ puklukları sergileme açısından öğretici bir deneyim di bu. Varoluşçu psikoterapi bir yöntem değil, tutumdur. Daha ön­ ce de belirttiğim gibi, yeryüzünün çeşitli yerlerinde kendisini varoluşçu olarak nitelendirm ediği halde ya da yaklaşım ının böyle adlandırıldığını fark etm eksizin bu tutumu benim sem iş birçok psikiyatrist olabilir. Çünkü psikoterapide varoluşçu tu­ tum, kuramsal bir noktadan hareketle ya da yalnızca eğitimle edinilebilecek bir özellik değildir. Terapistin kişiliğinde belirli bir birikim sonucu oluşur ya da oluşmaz. Orta yaşlardan önce ortaya çıkabilm esi oldukça zordur. Zen öğretisinde dendiği gi­ bi: "Senin içinde büyüm edikçe o bilginin sana yararı olmaz." Oslo dönüşü tedavi ortamındaki tutumumun değişmesi bir­ den gerçekleşm edi. G erçekleşem ezdi. Heidegger, May, Boss, Binsw anger ve Van Kaam'ı, fenom enolojiyle ilgili bulabildiğim kitap ve yazıları okumaya başladım, daha önce okuduklarımı bu kez farklı bir içgörü ile algılayarak. 1975'te, Paris'le yapı­



34



V A R O L U Ş VI; PSİK İYATRİ



lan psikoterapi kongresinin ardından, vaktiyle eğitimimi gör­ müş olduğum New York'a gittim. Varoluşçu psikiyatri alanında N ew York önemli bir m erkez­ di o günlerde. Gitmeden Rollo M ay'e yazıp görüşme talebinde bulunm uştum . C onnecticut’a çekilm iş kitap yazıyorm uş, ama bana N ew York'ta görüşebileceğim kişilerin adlarını ve adres­ lerini gönderdi. Böylece varoluşçu psikiyatrinin N ew York'taki önde gelen isimlerinden Leslie Farber ile tanışmış oldum. "1967 yazında Londra'daydım. Tavistoc Kliniği'nde tanıdı­ ğım ve benim gibi orayı ziyaret etmekte olan M eksikalı genç bir psikolog, Freud'un hizmetçisi Paula ile tanıştığını ve o zam an­ lar hâlâ hayatta olan Anna Freud D animarka'da olduğu için, Freud'un yaşamının son dönem ini geçirdiği evi birlikte görebi­ leceğimizi söyledi. Tabii A nna Freud'un bu ziyaretten hiçbir za­ man haberi olmadı. Paula, genç kızlığından bu yana Freud'larla birlikte yaşamıştı. Sevim li ve çok konuşkan bir Salzburgluydu. Sonradan bir yabancı dergide ondan söz edildiğini ve f o ­ toğrafını gördüğümü hatırlıyorum. Paula durmadan Freud'la ilgili anılarını anlatıyordu. Biri aklımda kalmış. Freud ne za ­ man Paula'yı canı sıkılmış görse, kitaplarından birini önce sak­ lar, sonra da bulamadığını söyleyerek kitabı aramasını ister­ miş. Tabii Paula kitabı bir türlü bulamaz, ama bu arada sıkın­ tısını da unuturmuş. "Ev, içinde insanların da yaşadığı bir müze gibiydi. Freud' un günlerinden bu yana eşyalar değiştirilmemişti. Sahibinden gizli ve izinsiz olarak bir eve girm iş olmanın maceracı heyeca­ nı birden bir başka yoğun yaşantıya dönüştü, Paula ünlü 'co­ uch'ı gösterdiğinde. Yirminci yüzyıl düşüncesini en çok etkile­ miş olan kavramlar bu divanın üzerine uzanmış kişilerin yaşan­ tılarından geliştirilmişti. Tarihle karşı karşıyaydım." Daha az yoğunlukta olsa da benzer bir duyguyu Leslie Farber'm West River Drive'daki ofisinde yaşadım. "Biliyor m usu­ nuz?" dedi bir ara, "Bu ofisin alt katı eskiden Erich Fromm'a aitti, üzerinde oturduğunuz deri koltuk da ondan kalma. G erçi



V A R O L U Ş Ç U P S İK İY A T Rİ



35



kendisini öyle nitelendirmez, am a bana sorarsanız aslında o da bir varoluşçu sayılır." ik i saate yakln ben sordum, o anlattı. "Tanıdığım üçüncü Türksünüz," dedi ve sonra arkamda kaldığı için daha önce görmem iş olduğum bir tabloyu işaret etti: A bi­ din Dino. Ertegün kardeşlerden biri ve D ino dostlarıymış. B ir­ kaç y ıl sonra mesleki bir nedenle yazışm am ız gerekti, am a Dr. F arber'ı tekrar görm edim , yaşlıydı ve bugün hayatta değil. Onunla geçirdiğim iki saate çok şey borçluyum. Dr. Farber'ı gördüğüm günün akşamı seyahat yönüm ü de­ ğiştirmeye karar verdim. B ir hafta sonra o yıllarda çok "moda" olan C ari Rogers'ı ziyaret edecektim. Yazdıklarından çok, alt­ mışlı yıllarda A m erika’nın aydın kesim i üzerinde yarattığı etki ilgim i çekmişti. Rogers'ın izleyicileri çoğunlukla psikologlar, eğitimciler, sosyal çalışmacılar ve arayış içinde olan bazı a y­ dınlardı. Buna karşılık yapıtları psikiyatri alanında etki yarat­ mamıştı. Ona bir özür mektubu yazarak gelem eyeceğim i bildir­ dim ve yönüm ü M exico City'ye çevirdim. Orada Erich Fromm'un kurduğu ve uzunca bir süre çalıştığı Instituto M exicano de Psychoanálisis'i ziyaret edecektim. Sonradan karar değiştirmemin benim için ne denli yerinde olduğunu, m eslek yaşam ım sırasında karşılaştığım çeşitli olay­ larda fa r k ettim. Fromm M eksika'dan ayrılmıştı ve İsviçre'de yaşıyordu. Orada tedavi olurken bir yandan da yazıyordu. Am a çalışma arkadaşları enstitüde Zen ile psikanaliz bileşiminden oluşan uygulamalarını sürdürüyorlardı. Enstitü bir kent büyük­ lüğündeki M eksika Ulusal Üniversitesi'nin duvarlarının hemen dışındaydı ve bu fiziksel dışlanma, üniversite ve enstitü ilişkile­ rinde de mevcuttu. Orada gözlemlediklerim oldukça ilginçti ve Z en ’in, varoluşçuluğa Rogers'dan çok daha yakın olduğu izle­ nim im i pekiştirdi. D oğu'nun yüzyıllar önce cevaplam aya çalıştığı soruların Batı dünyasında ancak çok yakın bir geçmişte ortaya atılabilmiş olm ası tabii biraz düşündürücü. Özellikle uygarlığın ölçü­



36



V A R O L U Ş V E PSİK İYATRİ



sünün ne olup olmadığı yönünden. Gerçekten de Lao-Tzu ve Zen gibi Doğu düşünceleriyle varoluşçuluk arasındaki yakınlık, LaoTzu'dan şu alıntılarda görülebileceği gibi oldukça çarpıcıdır: "Va­ roluşu tanım lam ak sözcüklerin gücünün ötesindedir." "Kavram ­ lar kullanılsa da hiçbir zaman m utlak anlam larım yansıtmazlar." "Yapm anın yolu olm aktır." "Varoluşunun derinliğini yaşam aya çalış, oradan uzaklaştıkça daha az öğrenirsin." Varoluşçuluk ve Doğu felsefeleri arasındaki ortak yönler ben­ zer sözcüklerin kullanılm asının da ötesindedir. Her ikisi de onto­ lojiyle ilgilenirler ve insanın doğaya egemen olma çabalarının, onu yalnızca doğaya değil, kendine de yabancılaştırdığı görüşünü vurgularlar. Doğu düşüncesi hiçbir zaman Batı'da yaşanan öznenesne dualizm inin kurbanı olmamıştır. Varoluşçuluğun aşm ak is­ tediği şey de işte bu dualizmdir. A slında varoluşçuluk ve psikanaliz aynı kültürel ortam da doğmuştur. Anksiyete kavram ını Freud'dan önce işleyen tek kişi K ierkegaard olm uştur. Ö lüm e D ek Süren H astalık adlı kitabı, anksiyetenin yanı sıra depresyon, um utsuzluk ve insanın kendine yabancılaşm ası konularını da içermiştir. Freud'dan oldukça önce Nietzsche de, içgüdüsel güçlerin engellenm esini, bireyin iç dün­ yasını algılayam am ası, güçsüz ve edilgin egonun özerkliğini yi­ tirm esi sonucu oluşan bölünm elerle açıklamıştır. R ollo M ay'in Existence adlı kitabında belirttiği gibi, Kierkegaard, N ietzsche ve Freud birbirlerinden habersiz, benzer sorunları oldukça benzer bi­ çim lerde tanımlamışlardı. Freud Nietzsche'ye büyük saygı duyar­ dı, Kierkegaard'ın yazılarından ise habersizdi. Onları birleştiren, herhalde aynı çağın insanları olmalarıydı. On dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sında duyguların giderek çalış­ ma tutkusuna ve katı ahlak kurallarına kanalize edilm esi, kişilik­ lerin de birbirine yabancılaşm ış bölüm lere ayrılm asına neden ol­ du. Giderek olması gerekeni yaşayan bir dünya oluştu. K işilikler­ deki bölünmeler, sanayileşm eyle birlikte, neden-sonuç yönünden birbirlerini karşılıklı etkileyerek günüm üze kadar geldiler. M an­ tık da yeni bir tür tekniğe indirgendi. Olması gerekeni yapalım



V A R O L U Ş Ç U P S İK İY A T R İ







derken, olm akta olanı yaşayam ayan insanlar topluluğu ortaya çıktı. Bütün bunların sonucunda bilim de de benzer bir bölümleşm e oldu. On dokuzuncu yüzyıl, Cassirer'in deyim iyle "özerk bilimler" çağı oldu. Her bir bilim dalı kendi yönünde ilerledi. Özellikle insanı konu alanlar, ortak ilkelere bağlı kalm aksızın geliştiler. Bunun sonucu oluşan kargaşa insanı anlayabilm em i­ zi daha da zorlaştırdı. A ncak insanın kendisini yöneten sistem ler ağm a isyan et­ mekle yetinm esi, yaşamakta olduğu yabancılaşm aya çözüm ge­ tirem ez. İnsan ve geliştirm iş olduğu sistem ler arasındaki iki yönlü etkileşim nedeniyle, bireye de içinde bulunduğu koşulla­ ra rağm en kendini varetm eye çalışm a sorum luluğu düşm ekte­ dir. Nitekim Kierkegaard, N ietzsche ve Freud'un ortak yönle­ rinden biri de bilgilerini, tek bir olguyu, yani kendi kişiliklerini inceleyerek geliştirmiş olmalarıdır. İnsanların bir dizi görevi yerine getirerek günlerini tükettik­ leri ya da sistemin beklentileri doğrultusunda başarılı olm a ve kazanm a tutkusuyla yaşadıkları bir dünyada nasıl birey oluna­ bilir? İnsanların hiçbir şeye gerçek anlam da bağlanam adıklan bir dünyada! "M utlak bir nesnel gerçeğe ulaşmak tabii ki ola­ naksız, üstelik birbirim ize o denli bağlıyız ki, böyle bir şey ah­ laka da uygun düşmezdi," diyor Rollo M ay ve "mutlak gerçek" yerine "ilgi" sözcüğünü öneriyor. İçsel yaşantılarının farkında olan bir insanın, dünyayla kurduğu ilişkilerinde içtenliği yaşa­ yabileceğini vurgulayarak. Kierkegaard diyor ki, "Gerçeğe öznel açıdan bakış, kişinin öznel olarak ilişkisine yönelm esini içerir. Bu ilişkide gerçeklik varsa, kişi gerçeği yaşamaktadır, ilişkide gerçek olm ayan bir şeyler olsa bile." Şizofrenik bir varoluş içinde, gerçek olmayan dünyasıyla gerçek bir ilişki yaşayan kişi, çok sayıda biçimsel beraberliklerine karşın aslında yalnızca kendisiyle ilişkide olan birine oranla gerçeğe daha yakındır. Çağdaş fizikçi Heisenberg'in '"İdeal bilim, insandan tüm ­ den bağım sız olanıdır' görüşü bir yanılgıdır" sözünde, iki yüz­



38



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT RI



yıldır sürdürülm üş bir geleneğin geçerliliği sorgulanmaktadır. Varoluşçu olarak nitelendirilmeyen Alfred A dler bile yüzyılın ilk yarısında, "Tedaviye gelen kişi ile tedavi eden kişi bir yaşan­ tının yorum unda görüş birliğindeyseler, yapılan yorum yanlış da olsa bu önemli değildir," diyerek, gerçeğin ilişkideki gerçek­ likte aranm ası gereğini vurgulamıştır. Bu yaklaşım ı öznelcilik­ le karıştırm am ak gerekir. Kierkegaard'ın yaklaşım ı, nesnelliği yitirm eden öznelliğe açılabilmeyi içerir. Nesnel gerçeğin ken­ disinden çok, kişinin onunla nasıl ilişki kurduğu önem lidir ve ilişkiyi görm ezden gelen bir varoluş gerçeği olamaz. Tabii ki bu görüş, psikolojide de geçerli olan ve bir durum a katılm adığım ız oranda gerçeği daha iyi gözlem leyebileceğim izi savunan geleneksel yaklaşım ın tam karşıtı. Çünkü aslında, katıldığım ız oranda daha yansız gözlem leyebiliriz. Bir başka deyişle, bir durum la ilişkide olm adığım ızda gözlem lerim iz kendi kişiliğim izin yansım alarıyla sınırlanır. Kendi içimizde ki­ litli kalarak dışımızdaki nesneleri ve olayları öylece gözlem le­ riz ve sonuç yargılayıcı nitelikte olur. K atılm adığım ız halde ka­ tıldığım ızı sandığım ız yaşantılarım ızın sayısı o kadar çoktur ki. Varoluşçu psikiyatri bir kuram değildir. Daha önce de be­ lirttiğim gibi, psikoterapistin tedaviye gelen kişiyle ilişkisinde­ ki "tutum"unu tanımlar. Bu nedenle, varoluşçu terapistin bu tu­ tumunu, belirli bir kuram ya da kuram lardan oluşan bir temel üzerinde geliştirm esi gerekir. Sağlam bir kuram sal tem el ol­ maksızın, yalnızca tedavi ortam ındaki tutum la varoluşçu terapi uygulanamaz. Nitekim, varoluşçu psikoterapinin prototipi olan Daseinanalysis'i geliştiren Boss ve Binsw anger psikanalisttiler ve Daseinanalysis, psikanalitik kuram ve uygulam a zemininde varoluşçu bir tutumu tanım lam aktaydı. Bu nedenle, varoluşçu psikoterapi, spesifik davranış örüntülerinin ve bunların gerisin­ deki dinam iklerin öğrenilm esini gerekli bulur. Am a bu bilgile­ rin ancak, tedavi ortam ında birlikte olduğum uz insanın varoluş yapısı içinde anlaşılabileceği görüşündedir. Varoluşu bilinen kavram larla açıklam ak oldukça güç. Bu



V A R O L U Ş Ç U PS İK İY A T R İ



39



nedenle, burada okuyucuya bilim selliğin dışında bir şeyler an­ latılm aya çalışılıyor izlenimi verilm iş olabilir. Çünkü içinde ya­ şadığım ız kültür, bir olguyu ancak parçalara bölünüp sayılabildiği zam an gerçeklik olarak kabul etme eğiliminde. Oysa bir in­ san hakkında bilgi sahibi olmak, onu tanım ak anlam ına gelmez. Bu nedenle, varoluşçu psikoterapist, tedaviye gelen kişi hak­ kında öğrenm iş olduklarından farklı bir düzeyde, onunla birlik­ te o anda yaşananlara odaklaşır. Tabii ki bu, onun hakkında edi­ nilen bilgilerle ilgilenm eme anlam ına gelm ez. Ama bir insanı tanım ak, onunla aram ızda oluşan "bağı" yaşamaktır. Çözüm ­ lenmesi gereken birtakım verilere indirgediğim izde ya da çev­ resinden gelen birtakım etkilerle biçim lenen bir kil parçası gibi değerlendirdiğim izde, insan denen varlığı da yok etmiş oluruz. Yüzyılın ilk yansında, varoluşçu psikiyatrinin henüz ortaya çıkm adığı günlerde bile usta psikanalistlerden bazıları insan denen olgunun kavram ve teknikler içine sokulam ayacağını fa rk etmişlerdi. Ünlü psikanalist Frieda Fromm-Reichmann bu­ nu bir anısıyla dile getirmiştir. Vaktiyle kendisine tedaviye gel­ m iş olan biriyle yılla r sonra karşılaşan From m -Reichm ann ona, tedavi süresince birlikte yaşadıklarından belleğinde kalan en canlı anının ne olduğunu sorar ve şu cevabı alır: "Bir gün bana son saatinizi vermiştiniz. Benden önceki randevunuz çık­ tığında hava kararmıştı. Işıkları yakm ak için ikimiz de duvar­ daki elektrik düğmelerini arıyor, bir türlü bulamıyorduk..." Yüzyılın ilk yarısından bir başka usta psikanalist Cari Gustav Jung da, "Kuramlarını iyi öğren, am a yaşayan ruhun m uci­ zesine dokunduğunda onları bir yana bırak!" derken, yaşayan süreçlerin kavram lar içine sokulm asının zorluğunu vurgulam ış­ tır. Nitekim Jung ekolünün günüm üzdeki tem silcileri, onun gö­ rüşlerini fenom enolojiye uyarlam a yönünde çalışm alar yap­ maktadırlar. Varoluşçu psikiyatri "ben"in algılanabilmesi vc yaşanabil-



40



V A R O L U Ş VE P SİK İY A T R İ



m eşine öncelik tanır. "Ben"i yaşayabilm ek kişinin sorunlarına çözüm sağlam az, am a çözüm için bir önkoşuldur. Bunu göz önünde bulundurm ayan bir psikoterapinin başarısı biçimsel dü­ zeyde kalır ve kişinin tedavi sonucu kendisinde keşfettiği "güç­ ler", aslında ödünleyici nitelikte bazı yeni savunm a sistemleri olm aktan öte bir anlam taşımayabilirler. Bu yeni sistem ler kişi­ nin kendisini daha iyi hissetm esini sağlayabilir, ama yaşadıkla­ rı kendi varoluşundan kaynaklanm az. İnsanın bir başkası tara­ fından kabul edilm esinin, "ben"i yaşayabilmesini sağlayacağı yönündeki görüşler de genel bir yanılgıdır. Terapistin, kendisi­ ne başvuran kişiyi "koşulsuz kabulü"nün, onun kendisini ger­ çekleştirebilm esi için yeterli olduğunu savunan bazı psikotera­ pi ekolleri ve hatta psikanalitik tedavilerde kişinin analistine karşı geliştirdiği "olumlu transferans" tepkilerine verilen önem de bu yanılgının bir parçasını oluşturuyorlar. Üstelik kişide te­ mel "ihtiyacı"nın sevgi ve kabul olduğu biçim inde bir inanç ge­ liştirilm esi, onun edilginleşm esine neden olabilir. Çünkü önem ­ li olan, kişinin kendi "ben"ini algılayışıyla ve kendi varoluş so­ rum luluğunu yaşayış biçimiyle, bu kabul edilm e gerçeğiyle ne yapacağıdır. M ilan Kundera Varolmanın Dayanılm az H afifliği adlı kita­ bında, "Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz," der. G er­ çekten de insanın varoluşu, N ietzsche'nin sözleriyle "iyi ve kö­ tünün ötesinde"dir. Katı kuralcılık ve yargılayıcı düşünce, "ben"i yaşayam am anın doğrudan bir sonucudur. Kendi seçim ­ lerinin hiçbir hükmü olm adığına inanmış bir insanın, benliğini egemen güçlere terk etmiş olm asının anlatımıdır. Bu, kültürde süregelen değerlerden tüm den bağım sız olma anlam ına gelmez, ama insan toplumsal norm ların getirdiği ölçülere indirgenemez. Rollo May, "ben"in yaşanabilir olm asının, "ego”nun işlevi­ ni yerine getirdiği anlam ına gelm ediği görüşündedir. Bir önce­ ki bölüm de de vurgulandığı gibi ego, kendisinden çok daha güçlü süreçler arasında sıkışıp kalmış, edilgin ve zayıf bir kişi­ lik bölümüdür. Toplum ve onun tem silcilerinden gelen baskıla­



V A R O L U Ş Ç U PS İK İY A T R İ



41



ra karşı id'den türetilm iş bir öğedir. Kendisinden çok, geliştir­ miş olduğu savunm a m ekanizm alarından ötürü önem taşır. Buna karşılık, "ben"i yaşamak, bilinci, bilinçdışını ve insa­ nın bütününü içerir. İnsanın içsel yaşantılarını fark edebilm e­ sinden de öte bir yaşantıyı tanımlar. Ego, kişiliğin dış dünya ile ilişki kuran "bölüm "üdür ve dış dünyanın bir yansımasıdır. Do­ layısıyla ego, özne-nesne ilişkisindeki öznedir. Buna karşılık "ben" bir özne değildir, kendisini "o anda varolm akta olan" bir özne olarak algılayabilen bir yaşantıdır. Bu, dış dünyaya karşı oluşan bir yaşantı değildir. Çünkü "ben", gerektiğinde dış dün­ yaya karşı tavır alabilecek bir kapasiteye sahip olmalıdır, ama bunun yanı sıra, "varolmamaya" karşı çıkabilm e kapasitesini de içermelidir. Varolmamak ya da "hiçlik (no-thingness)" varoluşçu psiki­ yatrinin ilgilendiği en önemli sorunlardan biridir. Çünkü varol­ mamak, varolm anın ayrılm az bir parçasıdır ve varolm anın an­ lamını kavrayabilm ek, yok olm anın her an m üm kün olabilece­ ğini kavrayabilm iş olmayı içerir. İnsan, doğm uş olduğunu ve bir gün öleceğini bilen tek canlıdır ve bu gerçek onu, anlamlı yaşayıp yaşamadığı konusunda kaygılandırır. Ancak, birçok in­ san bu kaygıyı yaşamam ak için kolektif tepkiler ve tutum lar yı­ ğını içinde eriyip yok olmayı seçer. Ölüm, varolm am anın en so­ mut biçimidir, ama günüm üz konform izm ine kapılıp yok olm a­ ya karşı gelem eme de bunun sık gözlem lenen bir başka biçimi: varolam ayarak yaşamak. Varolmamaya karşı gelebilm enin yollarından biri, anksiyetem izi, düşm anca duygularım ızı ve saldırganlığım ızı "kabul" edebilmektir. Burada kabul sözcüğü ile anlatılm ak istenen, bu duyguları bastırarak kendi varoluşum uza yabancılaşm ak yeri­ ne, onlara katlanm ak ve hatta bu duyguların gücünden mümkün olabildiğince ve yapıcı bir biçim de yararlanabilmektir. Anksiyete, düşm anlık ve saldırganlık yoğun bir biçimde yaşandığın­ da ve insanın kendisiyle ve çevresiyle ilişkilerine egemen oldu­ ğunda "ben"i yok edebilir. Am a varoluşu korumak amacıyla, bu



42



V A R O L U Ş VI-: PSİK İYATRİ



duyguların yaşanabileceği durum lardan sürekli kaçınmaya ça­ lışmak, Nietzsche'nin "iktidarsız insanlar" olarak nitelediği tür­ de cılız ve gerçekdışı bir "ben"in yaşanm asına neden olur. Bu aşamada Otto Rank'tan söz etme gereğini duyuyorum. R ank'ın psikoterapi kuramı tarihinde oldukça seçkin bir yeri vardır. A n ca k yaklaşım ı, yüzyılın ilk yarısındaki psikanalitik çevrelerce bilimsellikten uzak olarak nitelendirilmişti. Üstelik kullandığı felsefi ve artistik dil, yapıtlarının sistemli düşünme alışkanlığında olan kişiler tarafından anlaşılabilmesini güçleş­ tirmiştir. Rank, A dler ve Jung gibi, psikanalizin gelişmeye baş­ ladığı ilk günlerde Freud'un çevresinde oluşan grubun önde g e­ len bir üyesiydi. D iğerleri gibi bir tıp doktoru olmayan Rank, gençlik yıllarında ailesinin arzusu doğrultusunda ticarete y ö ­ nelmiş, sonradan istediğinin bu olmadığını fa r k ederek işini bı­ rakmış ve tek başına yaşamaya başlamıştı. Yokluk içinde geçen bu dönem de kendisini okumaya vermiş, özellikle Schopenhauer ve Nietzsche'nin çalışmalarından etkilenmişti. Bu etki yapıtla­ rında oldukça belirgindir. K işisel çabalarının bir ürünü olan ve artist kişiliği üzerine yüzyılın başlarında yazdığı bir m akale Freud'un ilgisini çekmişti. O denli ki Freud onu psikanalizin kültürel alanlara doğru oluşturduğu uzantıların öncüsü saymış ve üniversite öğrenimi yapabilm esi için imkân sağlamıştı. A n ­ cak sonraki yıllarda Rank'ın giderek Freud'unkinden farklı g ö ­ rüşler geliştirm eye başlaması, aralarındaki kişisel ve bilimsel ilişkilerin bozulmasına ve kopmasına neden oldu. Nitekim daha sonraki yıllarda Rank, uyguladığı tedavi yaklaşım ı için psika­ naliz yerine psikoterapi terimini kullanmaya başlamış ve klasik psikanalizi temelinden eleştirmiştir. K endi görüşleri de Freud ve izleyicilerinin ağır eleştirilerine h ed e f olmuştur. Sonradan Amerika'ya göç eden Rank'ın yapıtları zam anın­ da fa zla ilgi görmemiş, seminerlerine katılanlarm sayısı da her zaman sınırlı kalmıştı. Buna karşılık görüşleri ikinci D ünya S a ­ vaşı sonrasında daha iyi değerlendirilmiş, örneğin Cari Rogers



V A R O L U Ş Ç U PS İK İY A T R İ



43



kendi yaklaşım ını geliştirirken ondan önem li ölçüde esinlen­ miştir. İlk basımı 1980'de yapılan Psikanaliz ve Sonrası adlı ki­ tabımı yazm a hazırlığına girişene dek yalnızca Rank'ın görüş­ lerinden yapılan bazı derlem eleri okum uş ve bunlardan etkilen­ mem iştim . A ncak kitabım ın hazırlığı sırasında yapıtlarından ikisini doğrudan okuduğum da Rank'ın önem ini geç de olsa kav­ ramaya başladım. Bunun sonucu zihnimde oluşmaya başlayan bazı düşünce süreçlerinin, bugünkü m esleki düşünce ve yakla­ şımıma önemli bir boyut katmış olduğuna inanıyorum. Tabii ki Rank'ın yaklaşımı varoluşçu psikiyatri kapsamında değerlendi­ rilem ez. A m a önceleri Freud'un çevresindeyken daha sonra kendi ekollerini geliştiren kuram cılar arasında, tutumu varo­ luşçuluğa en yakın olan kişinin R ank olduğu inancındayım . Özellikle "yaşam korkusu" ve "ölüm korkusu" kavramlarıyla. R ank'a göre her insan, bağım lılık ve bağım sızlık ya da bo­ yun eğm e ve kendine yön verme biçim inde yaşanan karşıt eği­ limlerin yarattığı çatışm a ile dünyaya gelir. Doğum birbiriyle çatışm a durum unda olan bu eğilim lerin prototipidir. Çünkü in­ sanın, bir başkasına tümden bağımlı ve çaba gerektirm eyen bir durum dan, ayrı bir varlık olmayı ve kendi eylem lerinin sorum ­ luluğunu üstlenm eyi gerektiren bir yaşam a geçişini simgeler. İnsanın bağım sız olm a çabası yaşamın özüdür. Bunun karşıtı, dölyatağındaki çabasız yaşam biçim ine dönm e ya da ayrı bir varlık olm ak yerine, kendisini çevresine bırakıverm e eğilimidir. Rank bunu ölüm e ulaşm a isteği olarak yorumlamıştır. Bir baş­ ka deyişle, ayrılık yaşamla, birleşm e ölüm le eşanlamlıdır. D ölyatağı içinde dölüt, çevresiyle sürdürdüğü ortakyaşamın bir parçasıdır. Doğum , bu beraberliğin ölüm ü anlam ına ge­ lir ve insanın yeni ilişkiler kurabilm ek için önceki beraberlikle­ rini terk ederken yaşadığı anksiyetenin prototipi olmaktan öte bir anlam taşır: doğm ak için ölmek. Başka bir deyişle, insanın bağım sız bir varlık olarak yaşayabilmesi için bir önceki ortakyaşamının sona ermesi gerekir. Öte yandan, bağım sızlığa doğ­



44



V A R O LU Ş VE PSİK İY A T R İ



ru attığı her adımı ürkütücü bir tehdit olarak yaşar. Başkaların­ dan farklı davrandığı oranda reddedilm e ve sevgiyi yitirme ve kendisine yön vermede yenilgiyle karşılaşm a olasılığı, ona sü­ rekli bir korku yaşatır. Rank'ın "yaşam korkusu" dediği bu kor­ ku, aslında insanın kendi yaşamını sürdürm ekten korkmasıdır. Yaşam korkusuna eşlik eden bir diğer duygu, suçluluktur. Çünkü bağım sızlık çabaları diğer insanların reddedilmesini de zorunlu kılabilir. Örneğin çocuk, gelişim süreci içerisinde gide­ rek sevdiği ve bağımlı olduğu kişilere karşıt davranışlar göster­ m ek durum unda kalır. Rank, suçluluk duygularının bağım sız davranışların kaçınılm az bir sonucu olduğu görüşündedir. A n­ cak başkalarının ya da kendisinin davranışlarını onaylam aması durum unda dâ insanın suçluluk duygulan yaşayabileceğini ka­ bul eder. Rank'a göre, yaşama isteminin atılımcı bir karakteri ve ya­ ratıcı bir potansiyeli vardır. İnsanı bireyleşm eye doğru yönlen­ dirir. Bu nedenle, ortak yaşama dönüş, ölüm ve gerileme ya da bireyleşm enin yitirilmesi olarak yorumlanır. Dolayısıyla, çev­ reyle bütünleşm e isteği de korkulm ası gereken bir tehdit olarak yaşanır. Sorum luluğunun başkaları tarafından üstlenilm esinin sağladığı rahat ve güvenliğe rağmen insan, çevresinin egem en­ liği altına girmek istemez. Çünkü korku ve suçluluk duyguları bu durum da da ortaya çıkar. Rank bu duyguyu "ölüm korkusu" olarak adlandırmıştır. Ölüm korkusu kişiyi yaşam çabasına güdüler, yaşam korku­ su ise bu çabaların ketlenm esine neden olur. İnsanın temel ça­ tışması da bu kutuplaşm adan doğar. Ancak Rank'ın tanımladığı korku yapıcı bir güçtür ve psikanalitik ekollerin önem le üzerin­ de durduğu anksiyete duygusundan farklıdır. Rank'a göre insa­ nın ve bu arada psikoterapinin de ulaşm ak istediği amaç, ayrıl­ ma ve birleşm e eğilimlerini yapıcı ve yaratıcı bir biçimde büliinleştirebilmektir. "İstem", Rank'ın kişiliğin bütünleştirici gücünün karşılığı olarak kullandığı bir terimdir. Rank bu terimi felsefi anlam ın­



V A R O L U Ş Ç U P S İK İY A T R İ



45



dan farklı bir biçim de, dünyaya gelmiş olm anın doğal bir sonu­ cu ve insanın gelişmesi için zorunlu bir öğe olarak yorum lam ış­ tır. Ona göre insan, içsel dürtülerin birbiriyle ya da çevreden gelen baskılarla sürekli çatışm a durum unda olduğu bir savaş alanı olarak sınırlanam az. Varoluşunun özünde, kendisi ve çev­ resiyle kurm uş olduğu etkin ilişkisi ya da bir başka deyişle, is­ temi bulunur. İstem kavram ıyla Rank, insanı bilinçli ve amaçlı seçim ler yapabilen ve kendisine yön verebilen bir varlık olarak tanımlamıştır. Özetle, insanın varoluş nedeni kendi etkinliğidir ve işte bu sonuç, Rank'ın varoluşçuluğa yaklaştığı noktadır. Rollo M ay'e göre anksiyete, yaklaşm akta olan bir hiçe in­ dirgem e tehdidinin yaşanmasıdır. O anda sahip olunan bir duy­ gu değil, o andaki oluş biçimidir. İnsanın tüm den özgür olduğu­ nu, dolayısıyla nasıl seçerse kendisini öyle varedebileceğinin sorum luluğunu fark ettiği anda yaşadığı bir duygudur. Nitekim Kierkegaard anksiyeteyi, "özgürlüğün baş dönmesi" olarak ta­ nımlamıştır. Bu katlanılm ası güç duygudan kurtulm ak içindir ki insan çoğu zaman özgürlüğünden kaçınm ayı yeğler. Çünkü, ye­ ni bir varoluş potansiyelini de içeren her özürlük, beraberinde yok olm a tehdidini de getirir. Bu potansiyeli gerçekleştirm ek­ ten kaçınm anın bedeli suçluluktur. Bu, suçluluk duygusu yaşa­ m aktan farklı bir olgudur. Çünkü kişi gerçekten suçludur. Varo­ luşçular bunu "ontolojik suç" olarak adlandırırlar. O ntolojik suç çok boyutludur. Ö rneğin insanın doğadan kopmuş olm asının suçunu da içerir ki varoluşçulara göre bu, ço­ ğum uzun farkında olmadığı yoğunlukta bir yük yaşatır bizlere. Ontolojik suçun bir başka boyutu da, diğer insanları kendi bakış açım ızdan değerlendirerek, onları sınırlı ölçülerde anlayabilm e­ mizi ve ihtiyaçlarını gereğince fark edemem em izi içerir. O ntolojik suçun önemli bir özelliği, bu olgunun herkes ta­ rafından yaşanm akta olmasıdır. Çünkü hepim iz diğer insanların gerçeklerini çarpıtırız ya da kimse potansiyelinin lümünü ger­ çekleştirem ez. A ncak bu, içinde yaşadığım ız kültürün değer yargılarına uygun davranm adığımızda ya da loplunıım bizden



46



V A R O L U Ş V E PS İK İY A T R I



beklediklerini yerine getirem ediğim izde yaşanan suçluluktan farklı, varoluşum uzun gerçeklerinden haberdar olm aktan kay­ naklanan bir olgudur. Ayrıca nevrotik nitelikteki suçluluk duy­ gularından da farklıdır. Çünkü nevrotik anksiyete, normal ontolojik anksiyeteden kaçınm a sonucu yaşanan bir duygudur. O y­ sa ontolojik anksiyete, anlam sız bir dünyadaki sınırlı yaşam ı­ m ıza anlam katıp katam adığım ız konusunda yaşanan bir kaygı­ dır. O ntolojik suç ise bu sorum lulukla yüzleşm ekten kaçınm a­ m ızın bize yaşattığı bir olgudur. Tabii ki ontolojik suç deyim iy­ le anlatılm ak istenen, bir insanın yaşam ına anlam katıp katm a­ dığını düşünm esi değil, herhangi bir andaki varoluşum uzu algı­ layabilirle ve bunu yaşantıya dönüştürebilm e özgürlüğünü ya da hafifliğini yadsımaktır. Varoluşçu psikoterapist, tedaviye gelen kişiyi "onun kendi dünyası içinde" anlam aya çalışır. Burada anlatılm ak istenen, ki­ şinin çevresindeki insanlar dünyası değil, içinde varolduğu kendine özgü dünyasıdır. Zen Budizm konusundaki yazılarıyla tanınan Suzuki'nin dile getirdiği gibi, Doğu dillerinde, örneğin Japoncada, "Bu çiçek çok güzel" dendiğinde verilen mesaj, "Bu çiçek bana göre çok güzel" anlam ını taşır. K ierkegaard, Nietzsche ve varoluşçular Batı dünyası insanının yaşadığı anksi­ yete ve um utsuzluğun kökeninde "kendi dünyalarını kaybetmiş olma" olgusunun bulunduğu görüşündedirler. Çağdaş insan, in­ sanlar dünyasına yabancılaşm asının yanı sıra, kendi dünyası içinde de tutsak durumundadır. Bu nedenledir ki kopukluk, iliş­ kisizlik, yabancılaşm a ve duygusal donukluk yaşayan ya da so­ runlarını mantıksal formüllerle ve entelektüalizasyonla kapat­ maya çalışan insanların sayısı giderek artmakta. Hatta belki ço­ ğumuz böyleyiz. İnsan, geçmişi şimdiki zam ana getirerek yaşam a ya da uzun vadeli geleceğin tasarım ları doğrultusunda davranm a kapasite­ sine sahip bir varlıktır. Bu nedenle, varoluşçu psikiyatri varolu­ şun zaman boyutuna büyük önem verir. İnsanı, "-dır", "-mış", "-di" durum ları yerine, "-yor" ya da "-makta" takısının ifade et­



V A R O L U Ş Ç U PS İK İY A T R İ



47



tiği gibi, "her an olm akta olan" bir süreç olarak ele alır. G ele­ neksel düşünce, insanı öncelikle m ekân boyutuyla ele alarak, orada ya da şurada bulunm akta olan nesneler olarak algılama eğilimindedir. Üstelik, çoğum uz yaşadığım ız ânı, vaktiyle A ris­ to'nun tanım lam ış olduğu gibi, "daha önce yaşanmış olanlara ve gelecekte yaşanm ası tasarlananlara göre" değerlendirm e eğilimindeyizdir. Bundan ötürü, Bergson'un da dediği gibi, kendi­ mizi fark edebildiğim iz, dolayısıyla özgür olabildiğim iz anların sayısı oldukça azdır. Bunun bir nedeni de saatlere tutsak edilm em iz. Çünkü ya­ şam akta olan insan saatle ilgilenm ez ve bir insanın yaşam ında varoluşunun hafifliğini yaşayabildiği anların süresi ölçülemez. Çağdaş teknolojik yaşamın gereği, çoğum uz günüm üzü önce­ den program lam ak ya da zamanımızı saat hesabıyla satışa çı­ karmak durum undayız. Am a yine de önem li olan, program lan­ mış da olsa içinde bulunduğum uz ânı, ne kadar zaman kaldığı ya da geçtiği hesabından özgür olarak yaşayabilmek. Çünkü sa­ atin farkında olduğum uz an, birlikte olduğum uz kişi, konu ya da işle aram ızdaki bağ da kopmuş olur. Sınava hazırlanan bir öğrenci zam anla ilgilendiği anda konuyla beraberliğinden ko­ par ya da bu beraberliği yaşayam adığında saatle ilgilenm eye başlar. Tedaviye gelen kişi bazen buluşm a sürelerinin sınırlan­ mış olm asına isyan edebilir. Çoğu zaman bu, yaşam süremizin sınırlı olm asına karşı zaman zaman yaşadığım ız isyanı hatırla­ tır. Am a aslında, süremizin sınırlı olduğunu, yaşam adığım ız an­ larda hatırlarız. Ankara'da bir gece. B ir yabancı misyon şefinin ikam etgâ­ hındaki bir bar tezgâhı çevresinde küçük bir grup. Zaman za­ man olduğu gibi önceden planlanm adan bir araya gelinivermiş. Aram ıza ilk kez ve geçici olarak katılan biri de var. Ev sahiple­ rinin ülkesinden bir görev için Ankara'ya gelmiş bir konuk. N eler konuşulduğunu hatırlamıyorum, ama birden güneşin doğduğunu fa r k edip şaşırıyoruz. Daha önceki beraberlikleri­



48



VA R O LU Ş VI-: PSİK İYATRİ



miz hep gece yarısına doğru sona ererdi. Bu kez zamanı bize kolumuzdaki saatler değil, doğa bildiriyor. Orta yaş ve üzerin­ deki insanların nasıl olup da bütün bir geceyi ayakta geçirebil­ miş olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum. Gün ışığında eve dönerken bir Alm an atasözünü hatırlıyo­ rum: "Mutlu insan için saat çalmaz!" Gerçekten varolunabildiğinde yaşananların ardından ko ­ nuşulmadığını biliyorum. Nitekim tekrar beraber olduğumuzda kim se o geceden söz etmiyor. B ir kişi dışında. Çok sonradan duydum. B ir geceliğine gelen konuk, ertesi gün, "Ben hiç böyle insanlar tanımadım," deyip durm uş ev sahiplerine ve sonraki haberleşm elerinde de sık sık A nkara’y a tekrar gelm ek istediği­ ni söylemiş. Gelseydi düş kırıklığı yaşayacağını düşündüm bun­ ları duyduğumda. O "o geceki bizi" tanımıştı. Gelseydi, insan­ ların saydamlaştığı ve kendilerini aşarak birbirlerine ulaşabil­ diği anların ya da saatlerin ne denli ender yaşanabildiğim ona anlatabilir miydim acaba? Varoluşun zaman boyutunu psikiyatri kapsam ında incele­ miş olan M inkowski, anksiyete ve depresyonun, kişinin zam an­ la olan ilişkisinin bozularak "gelecek" kavram ını yitirmesi so­ nucu yaşandığını inandırıcı bir biçim de açıklamıştır. Depresif şizofrenik bir hastasının dünyasını anlam a çabalarında M in­ kowski, hastasının zam anla bağının koptuğunu ve her bir günü, geçmişten ve gelecekten bağımsız, tek başına bir ada gibi yaşa­ dığını, dolayısıyla umudunu ve "süreklilik duygusu"nu da yitir­ diğini gözlemlemişti. Varoluşçu psikiyatri, geleceğin, varoluşun zaman boyutu­ na, şimdiki zaman ve geçmişe oranla daha egemen olduğu gö­ rüşündedir. O anda olm akta olan insan, bir sonraki andaki ge­ leceğe de doğru hareket etmektedir. Bu, ileriye dönük tasarım ­ lar doğrultusunda davranm aktan ya da geleceği, yaşanm akta olan zamandan ve geçmişten kaçmak için kullanm aktan farklı bir olgudur. Varoluşçu psikiyatri geçmişi yadsım az, ancak geç­



V A R O L U Ş Ç U PS İK İY A T R İ



49



mişin de geleceğin ışığında anlaşılabileceği görüşünü vurgular. Çünkü geçm işin belirleyici nitelikteki olaylarının anlam ı da şimdiki zaman ve gelecek tarafından belirlenir. Geçmişi m eka­ nik bir biçim de değerlendirm ek bir yanılgıdır. Çünkü geçmiş, şimdiki zam andan bağım sız olarak vaktiyle yaşanm ış olan ba­ zı olaylar topluluğunun depolandığı statik bir yer değildir. Tam karşıtı olarak geçmiş, yaşanmak üzere olan andaki gerçeğim ize göre, "kabul edilm iş geçm işim iz"in içinden o anda seçilivermiş olaylardır. Psikoterapi süreci içinde de zaman zaman gözlem lendiği gibi, tedaviye gelen kişinin geçm işinden getirdiği olaylar, aslın­ da, onun geçmiş yaşantılarının gerçek bir yansım ası değildir. Getirilenler, çoğu zaman canlı kalm ış anılardan yoksun, bir sı­ ra izlemeyen ve genellikle kuru, tekdüze bilgilerdir. Varoluşçu­ lara göre, tedaviye getirilen "perişan bir geçm işin üzücü öykü­ leri" de kişinin şimdiki zamanla ve gelecekle yüzleşem em esinin göstergesidir. Biraz umut ve o anda yaşanm ak üzere olan geleceği yaratm a çabası olm aksızın, ya da bir başka deyişle, anksiyetenin ve diğer can sıkıcı belirtilerin yükünden biraz ol­ sun özgürleşm eden, geçmişi kendi gerçeği içinde anlayabilm ek m üm kün olamaz. Psikoterapide süregelmiş geleneğe göre, tedaviye gelen ki­ şiyi anlayabilm em iz kullandığım ız teknik sayesinde gerçekle­ şir. Yani teknik, anlam adan önce gelir. Batı düşüncesine ege­ men olan bu yaklaşım ın doğal bir sonucu olarak, yapılaştırılmış psikoterapi yöntem leri geliştirilm iş ve tedaviye gelen kişiler bu yöntem lerin çerçevesinde değerlendirilerek anlaşılabilm iş farzedilmişlerdir. Varoluşçu psikoterapide ise, Rollo M ay'in deyişiyle, anla­ m a teknikten önce gelir. Geleneksel yaklaşımlar, anksiyetenin dindirilm esi, tedaviye karşı geliştirilen direncin kırılması ya da ayrıntılı bir yaşam öyküsü alınm ası gibi, terapistin spesifik ola­ rak "yapması" gereken şeyleri vurgularlar. Buna karşılık, varo­ luşçular tedavi sürecinin "içeriğine" odaklanırlar. Dolayısıyla,



50



V A R O L U Ş VI-: PSİK İYATRİ



varoluşçu terapistin tekniği, tedaviye gelen bir kişiden diğerine, aynı kişinin tedavi süreci içinde bir evreden diğerine değişebi­ len bir esneklik gösterir. Ancak bu, her anın, her dönem in ken­ dine özgü yaşantısına göre, uygun bir geleneksel tekniğin kul­ lanıldığı ve somut öğeler üzerinde denenen bir esnekliktir. Va­ roluşçu psikoterapinin, bu bakım dan, kendilerini "eklektik" olarak adlandıran ve geleneksel tekniklerden bağım sız çalışan terapistlerin, bazen belirsizliklerle dolu uygulam alarıyla ortak bir yanı yoktur. Geleneksel psikoterapi yaklaşım larında terapist, tedaviye gelen kişinin beklentilerinin imgesel bir yansıması olarak sınır­ lanır. Varoluşçu psikoterapide ise, tedaviye gelen kişiyle tera­ pist arasında gerçek bir ilişki yaşanır. Terapist, tedaviye gelen kişiyle geçirdiği saat süresince kendi sorunlarını bir yana bıra­ karak, onun o süre içindeki varoluşunu anlam aya ve yaşam aya çalışır. İnsanın varoluş gerçeği, daim a bir şeyle ya da bir insan­ la olan ilişkisini içerir. Terapist de tedaviye gelen kişinin ilişki alanının önemli bir parçasını oluşturur ve ancak "dünyasına ka­ tılarak" onu anlayabilir. Tedaviye gelen kişinin de beklentisi, Frieda From m -R eichm ann'ın vaktiyle dediği gibi, "açıklam a değil, yaşantı"dır. Nitekim fenomenolojistlerin de üzerinde önem le durdukla­ rı nokta, "ne" yaşamakta olduğum uzu fark edebilmektir, yaşa­ nanların "neden"Ierini değil. Ne yaşam akta olduğum uzu tü­ müyle seçebildiğim izde, nedeni de kendiliğinden ortaya çıkar. 1956 yılında İstanbul'dan bir gazete haberi: "Ekzistansiyalisi Kulübüne karşı alınan tedbir: Bazı yabancı memleketlerde bulunan ekzistansiyalist kulüplerden bir eşinin de şehrimizde vücuda getirilm ek istendiğini yazmıştık. Vali Prof. Gökay tara­ fından işe el konulm uş ve gerekli tedbirler alınm ıştır. Türk gençliğinin manevi varlığına zarar getirecek bu taklid önlenmiş bulunmaktadır."



Psikoterapi



D Ü N Y A N IN en eski m esleğinin ne olduğu zaman zam an şaka konusu edilse de aslında psikoterapi uygulam alarının da insan­ lık tarihi kadar eski olduğu sanılmaktadır. Eski çağlarda tedavi görevini üstlenen din adamları, şam anlar ve diğer ilkel hekim türlerinin uyguladıkları yöntem ler, hastalığın gerçek nedenine yönelik fizyolojik m üdahalelerden yoksun olm alarına rağmen, birçok Hastalığın şifa bulm asını sağlayabiliyordu. Tıp tarihi yö­ nünden yapılan değerlendirm elerde, eski çağlarda kullanılm ış ve günüm üzde yaşayan bazı ilkel topluluklar tarafından da kul­ lanılmakta olan bu tür yöntemler, psikoterapi uygulam alarının ilk örnekleri olarak kabul edilirler. M artin Om e'nin belirttiği gibi, diğer tıbbi tedavilerin hasta için "ne" yapıldığına göre tanım lanm asına karşılık, psikoterapi "kim" tarafından yapıldığına göre tanımlanır. Bir başka deyişle, ilişkinin tedavideki rolü ve terapistin görm üş olduğu eğitim , psikoterapinin tanım lanm asındaki temel belirleyicilerdir. Gerçi psikoterapi süresince oluşan etkileşim lere davranışlar yönün­ den bakıldığında, bunları iyi bir öğretm en-öğrenci ilişkisinde ya da iki eski dostun dertleşm esinde gözlem lenenlerden ayırt etm ek kolay olmayabilir. A ncak neyin psikoterapi olduğunu be­ lirleyen, etkileşim in kendisi değil, bu etkileşim in kendine özgü içeriği, amacı ve sosyal altyapısıdır. Üstelik diğer tıp dallarında "hazır bir bilgi birikimi" uzm an hekim in işini nasıl yapacağı konusunda ona oldukça iyi tanım ­ lanmış bir zemin sağlarken, psikoterapi için aynı şey söz konu­ su değildir. Psikoterapi süreçlerinin etkisi, hazır bilgi birikim i­



52



V A R O L U Ş v i ; PSİKİY ATRİ



nin kimin tarafından nasıl kullanıldığına göre belirgin farklılık­ lar gösterir. Dolayısıyla psikoterapi uygulam alarında bilim ve sanat birbirinden ayrılm az bir bütün olarak ortaya çıkar. Psikolojik etkenlerin önemi ve hastalıkların oluşum undaki rolü ilk kez antik Yunan dönem inde vurgulanmış olm akla bir­ likte, aslında tarih boyunca hekimler, hastaya destek ve güven­ ce vermeyi, hatta bazen dertlerini paylaşıp önerilerde bulunm a­ yı tıbbi tedavinin destekleyici bir öğesi olarak uygulamışlardır. Psikoterapinin tıbbın bir uzm anlık alanı durum una gelm esi, bu geleneksel uygulam aların ötesinde bir gelişm e gösterm esiyle mümkün olabilmiştir. Psikoterapinin bağım sız bir disipline dö­ nüşmesinden hemen önce, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarı­ sında, Avrupa'daki hipnoz uygulam aları spesifik bir tedavi yön­ tem i olarak kabul edilm e aşam asına çok yaklaşm ıştı. A ncak "hipnoz etkisi altında telkin" yoluyla yapılan bu tedavilerin gö­ rünürde ilkel hekim ler ya da şam anlar tarafından uygulanan yöntem lere benzer yönleri olm ası, tıp m ensupları tarafından yaygın bir biçim de benim senm elerini uzun süre engellemiştir. Sonunda psikoterapinin spesifik bir tedavi yöntem i olarak ka­ bul edilm esi için gerekli zem ini oluşturm a görevi, yirm inci yüzyılın başlarında Sigm und Freud'a kalmıştır. Çağdaş psikoterapi, Freud ve Breuer'in, hipnozu kendile­ rinden önceki uygulayıcılardan farklı bir am açla kullanm alarıy­ la, yani tedaviye gelen kişiye hipnoz altında telkinde bulunm ak yerine, bilinçaltına bastırılm ış anılarının hipnoz altında çağrışlırılm asını sağlam a biçim indeki uygulam alarıyla başlam ıştır. Freud'un zamanında, hatta ondan önce yaşamış başka araştır­ m acılar da bastırılmış anıların varlığının ve önem inin farkın­ daydılar. Ancak Freud'un yaklaşım ındaki özgünlük, spesifik bir mekanizmayı vurgulamış olmasıdır. Ona göre psikolojik teda­ vide etkili olan temel öğe telkin değil, bilinçaltına bastırılmış yaşantıların hatırlanması ve bunların yorumlanmasıdır. Daha sonraları Freud, bastırılmış anı ve duyguların bilinç düzeyine ulaşabilm elerini sağlam ak am acıyla, hipnoz yerine



P S İK O TE R A Pİ



53



serbest çağrışım ı kullanm aya başladı. Bu tutum değişikliğine o zam anlar gösterdiği gerekçe, hipnozun hastaların tüm üne uygulanam aması ve bazı kişilerin transa girmeye karşı direnç göster­ m eleriydi. Am a büyük bir olasılıkla asıl neden, Freud'un gide­ rek transferans (tedaviye gelen kişinin terapistine karşı geliştir­ diği duygular) ve kontr-transferans (terapistin tedaviye gelen kişiye ilişkin duyguları) olgularının tedavi ortam ındaki önem i­ ni fark etm eye başlam asıydı. Ç ünkü Freud aslında insanları transa sokmakta çok ustaydı, am a hipnoz uygulam aları transfe­ rans ve kontr-transferans olgularının yaşanabilm esine elverişli bir ortam değildi. Üstelik Freud, gününün m ekanik düşünce ortam ına rağ ­ men, ruhsal enerji kavram ını geliştirebilm iş ve bilinçaltına bas­ tırılm ış materyal bilince ulaştığında, bu enerjinin organizm ada­ ki dağılım ının daha dengeli bir biçim de gerçekleşebildiğini gösterm eye çalışmıştır. Nevrozun oluşum nedenlerini çocukluk dönem lerindeki olum suz yaşantılarla açıklaması ve bu konuda cinselliğin rolünü abartm ış olm ası dirençle karşılaşm ış olm ası­ na rağmen, sonunda, psikanalizi m uskacılık, telkin ve tavsiye gibi uygulam alardan tüm den bağım sız bir tedavi yöntem i ola­ rak kabul ettirebilm eyi başarmıştır. Psikoterapinin ne olup ol­ m adığını kesin bir çizgiyle belirlem iş olması ise Freud'un yep­ yeni bir disiplin yaratm asına yol açmıştır. Psikoterapinin tıp dünyasında kabulü oldukça uzun bir za­ man almıştır. Günüm üzde bile dünyanın çeşitli yerlerinde, ör­ neğin ülkemizde, diğer uzm anlık dallarında çalışan hekim lerin önemli bir bölümü ve hatta geleneksel tıp doğrultusunda çalış­ ma alışkanlığında olan bazı psikiyatristler bile psikoterapinin varlığını görm ezlikten gelm e eğilimindeler. Bunun nedeni kıs­ men düşünce alışkanlığıyla açıklanabilir. Çünkü kimi, ne oldu­ ğunu anlam aya çalışm aksızın böyle bir alanın varlığını yadsır­ ken, kimi de psikoterapinin ne olduğu konusundaki kişisel tah­ min ve varsayımlarının konunun kendisi olduğu inancını taşı­ makta. Ancak belki de asıl neden, psikanaliz ve psikoterapinin



54



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



yaklaşık son yirmi yıla dek tıbbın geri kalanından oldukça ko­ puk bir biçim de varlıklarını sürdürmüş olmaları. Üstelik, ülkem izde olduğu gibi, bu alanda sistem li bir eği­ tim görmüş kişilerin sayısının çok az olması ve arz-talep den­ gesindeki açıklık sonucu, gerekli eğitim i görm em iş ve çoğu tıp dışındaki disiplinlere m ensup kişilerin bu boşluğu kendilerince doldurm aya çalışm aları gibi faktörler de konunun tıp m esleği içindeki yerini gereğince alamamış olm asına katkıda bulunm uş olabilir. Ülkem iz söz konusu olduğunda, sorunun tıp öğreni­ minde ve psikiyatride uzm anlık eğitimindeki bazı boşluklardan da kaynaklandığı söylenebilir. M eslekten olmadıkları halde ba­ zı kişilerin dinam ik psikiyatri ve psikoterapi konusunda daha doğru bilgilere sahip olabildiklerini gözlem lem ek tabii ki biraz düşündürücü. Gelişmiş ülkelerde bile psikoterapinin tıp bilimi kapsam ına kabul edilm esi İkinci Dünya Savaşı sonrasında m üm kün olabil­ miştir. Viyana'da yaşadığı yıllarda m eslektaşlarının tutum u o denli iticiydi ki, Freud bir ara psikanalizi tıptan bağım sız bir di­ siplin olarak değerlendirm eyi bile düşünm üştü. Gerçekten de 1940'lara gelene dek diğer tıp dallarında çalışan hekim ler, psi­ kanalistlere hasta gönderm em işler ve insanlar genellikle kendi kararlarıyla psikanalitik tedaviye başvurmuşlardır. ABD'de baş­ langıçta yalnızca tıp kökenli olanların psikanalist olm ak üzere eğitim e kabul edilm esi, psikanalitik düşüncenin psikiyatriye mal olmasını hızlandırm ış ve kolaylaştırmıştır. Ancak bu ülke­ de bile psikanalitik yaklaşım ın psikiyatri eğitim inin kapsam ına girme süreci ancak 1950'lerde başlayabilmiştir. Genel tıpla ilişkisinin bu denli yavaş gelişm esine karşılık, psikanalitik düşüncenin sanat ve insan bilim leri üzerindeki et­ kisi hızlı ve yoğun olmuştur. B ir yandan yazarların, ressam la­ rın, tarihçilerin, antropologların ve diğer birçok alandan kişinin insana bakış açısında önemli değişiklikler oluşurken, diğer yan­ dan, özellikle bilinçdışı m ekanizm aların açıklanm asıyla, Batı kültüründe süregelmiş bazı biçimsel değerlerin geçerliği de so­



PSİK O TE RA Pİ



55



ruşturulm aya başlanmıştır. D olayısıyla Freud'un, insanın kendi­ ne bakış açısını yeniden yarattığını söylem ek herhalde abartılı olmaz. Çünkü bu etki, süregelen kültüre öylesine mal olm uştur ki, çoğum uzun bunu doğrudan fark etmesi artık m üm kün olm a­ yabilir. Psikanalitik görüşe göre, davranışlar birden fazla faktörün birbiriyle etkileşim i sonucu ortaya çıkar ve kişi, dıştan gözlem lenebilen davranışlarının ardındaki nedenlerin tam olarak far­ kında değildir. Rahatsızlık belirtilerinin de ardında, kişinin far­ kında olmadığı bazı çatışm alar bulunur. Dolayısıyla asıl tedavi edilmesi gereken, görünür belirtilerin ardındaki sorunlardır. Bu am açla tedavi sırasında, kişinin kendisine ve çevresine uyum u­ nu engelleyen bilinçdışı çatışm aları bilinç düzeyinde fark ede­ bilm esini sağlayacak bir ortam oluşturulm asına çalışılır. Teda­ viye gelen kişi, bilinçdışı dünyasını daha iyi tanıdıkça bir yan­ dan kişiliğini geliştirir, diğer yandan da kendisini rahatsız etmiş olan belirtilerden giderek arınm aya başlar. Tedavi sürecinde ki­ şinin duygu ve düşüncelerini terapistine dürüstçe anlatm ası beklenir. Ne denli ürkütücü, utandırıcı ya da kabul edilm ez ni­ telikte olursa olsun, başka bir ortam da dile getirilm esi m üm kün olmayan bu duygu ve düşüncelerin açıklanmasının engellenm e­ mesine çalışılır, kişi olarak analistle ilgili olsalar bile. Üstelik analistle ilgili duyguların yaşanması da özellikle beklenir. Analistin rolü, telkin ve tavsiyelerde bulunm ak değil, kişi­ nin daha önce farkında olm adığı duygu, istek ve düşüncelerinin bilince ulaşmaları süreci içinde, kendisini anlam asına ve geliş­ tirm esine yardım cı olm aktır. Bu am açla kullanılan teknikler arasında serbest anlatım, serbest çağrışım, rüyaların yorum lan­ ması, çeşitli yaşantılara ilişkin duygu ve düşüncelerin soruştu­ rulm ası, kişinin yaptıklarıyla yaptıklarına ilişkin bulduğu g e­ rekçeler arasındaki uyuşm azlıkların kendisine gösterilm esi sa­ yılabilir. Böyle bir süreç, tedaviye gelen kişinin de çaba göster­ mesini gerektirir. Zam an zaman acı ve sıkıntı da yaşanır. Dola­ yısıyla psikanalitik tedavi, diğer tıbbi tedavilerden çok farklı



56



V A R O L U Ş V E PSİK İYATRİ



olarak bir öğrenme sürecidir ve tedaviye gelen ile tedavi edenin ortaklaşa katılım ını gerektirir. Bu alanda çalışanların genel kanısına göre, psikoterapinin diğer tıbbi tedavilerden farkı, psikolojik güçlüklerin doğasın­ dan kaynaklanır. Ö rneğin psikanalitik yönelim li terapistlerin çoğu, görünürde yaşanm akta olan güçlüklerin altında bazı te­ mel kişilik sorunlarının yattığına ve bu sorunların kişinin tarih­ çesini inceleme yoluyla anlaşılabileceğine inanırlar. İlk dönem ­ lerinde, psikanalizin, kişinin geçmişinden kaynaklanan bu güç­ lüklerin "kesin" olarak ortadan kaldırılm asını sağlayabilen bir yöntem olduğuna inanılmıştı. Günüm üzde bile sayıları oldukça azalm ış uygulayıcıları, çalışm alarını bu kesin am aca yönelik olarak sürdürm e eğilimindeler. Kesin bir değişm eyi am açlam ış olması, psikanalizin geç­ mişte diğer tıp mensupları ve meslek dışı kişiler tarafından ka­ bul edilm esini kolaylaştırıcı bir etken olmuştur. Geleneksel dü­ şünce, sorunların çözüm lenip ortadan kaldırılm ası eğilim inde­ dir. Dolayısıyla değişim de sorunlu bir durum dan sorunsuz bir duruma geçiş olarak yorumlanır. Böyle bir beklenti doğrultu­ sunda değerlendirildiğinde psikanalizden alınan sonuçların düş kırıklığı yaratm ış olması da doğaldır. Çünkü insan kendisini bir "süreç" olarak gerçekleştirir ve onu "durumlara" indirgeyerek anlamaya ve değerlendirm eye çalışm ak yanılgılara yol açabilir. Üstelik psikoterapinin amacı, bir durum içine sıkışm ış olan in­ sanın, bulunduğu yerden kurtularak, ileriye doğru hareket eden bir süreç olarak yaşamını sürdürebilm esine yardım cı olmaktır. Geleneksel tıbbın "hastalık" durum undan "iyi olma" duru­ muna geçiş olarak değerlendirdiği tedavi anlayışıyla, çağdaş di­ namik psikiyatrinin norm allik kavram ına bir süreç olarak bakan yaklaşım ı arasındaki çelişkiyi de doğal karşılam ak gerekir. Çünkü geleneksel tıp, organlar ve organ sistem lerindeki bozuk­ lukları anlamaya çalışır. Çağdaş tıp ise zihin-beden İkilisi diye bir ayrımın yapılam ayacağını, henüz gereğince özüm seyem eıııiş olsa bile, en azından düşünce düzeyinde kabul etm iş du­



PSİK O TE RA Pİ



57



rumda. Üstelik biyoloji alanındaki son gelişm eler doğrultusun­ da oluşan bakış açısı da beyni bir "organ" değil, sürekli değişim içinde olan bir "süreç" olarak kabul etm e eğiliminde. Nasıl oluyor da psikoterapi süreci içinde bir insan diğerini harekete geçirebiliyor ve üstelik bu süreç sonucunda kişide olu­ şan değişim kalıcı olabiliyor? William Lewis'e göre bu sorunun cevabı, insanın birbirine karşıt am a birlikte varolan iki özelli­ ğinde bulunabilir: kalıcılık ve bu kalıcılığa katılan sürekli deği­ şimler. Örneğin canlı protoplazm a m ikroskop altında incelendi­ ğinde akıntılar, füzyonlar ve bölünm eler gibi sürekli bir hare­ ketlilik gözlenir. Buna karşılık bir insanın genel fiziksel yapısı ve temel kişilik özelliklerini oluşturan davranışları yaşam boyu önemli bir değişiklik göstermez. Psikoterapi de geçici olm ayan bir değişim gerçekleştirm eye çalışırken, temelini insanın bu iki karşıt özelliği üzerine kurar. Dolayısıyla kalıcılık ve değişebilirlik, inatçı bir direnç ve yeniliğe açıklık, kısırdöngülere takıl­ ma ve yaratıcılık gibi karşıtlıkları göz önünde bulundurm ayan bir psikoterapi süreci daim a eksik kalır. Psikoterapi, yaşanm akta olan zaman, bugünün sınırlarını kısm en belirleyen yerleşm iş bir geçm iş ve geleceğe yönelik beklentilerin birlikte ele alındığı bir süreçtir. Ne var ki azım san­ m ayacak sayıda psikoterapi ekolü bu boyutlardan birini ya da diğerini görm ezlikten gelm e eğiliminde. Örneğin klasik psika­ naliz, determ inistik bir yaklaşım la, bugün yaşananların ancak geçmişin ışığında anlaşılabileceği inancıyla kendisini sınırlar­ ken, Cari Rogers ve Eric Berne gibi kuramcılar, psikanalizin geçmişe dönük tutumundaki abartıya karşı çıkm akla yetinm e­ yerek, insanı geçmişi olm ayan bir varlık olarak ele almışlardır. G eştalt Terapi gibi, geleceğe yönelik gelişmeyi, kullanılm ayan potansiyellere etkinlik kazandırılmasını ve yeni yaşantılar de­ nemeyi vurgulayan ekoller, aslında terapistlere yardımcı olan en önem li öğeyi, yani kişinin tedavi ortamına geçm işinden ge­ tirdiği olumlu ve yapıcı tutumları görmezden gelirler. Oysa in­ sanların tedavi için um utla başvurm alarının, tedavi süresince



58



V A R O L U Ş VE PSİK İYATRİ



terapistle işbirliği yapm aya çalışm alarının ve tekrar tekrar gel­ m elerinin temelinde geçmişteki olumlu yaşantıları bulunur. İn­ sanların psikoterapi ile değişem eyeceği inancında olan kişilerin de göz ardı ettikleri gerçek budur. Yaşamı boyu onca şeyi yok­ tan öğrenebilm iş olan insanın, bir "yeniden öğrenm e" süreci olan psikoterapiden bir şeyler kazanabilm esinin imkânsızlığını savunurken, kendilerinin de geçmişte aştıkları engelleri ve çö­ zümledikleri sorunları unutm uş görünürler. Psikoterapi bir öğrenm e süreci olduğundan, tedaviye gelen kişinin terapistle olan ilişkisinde refleks davranışların ve haber­ leşme sistemlerinin rolü oldukça önemlidir. Rus araştırm acıla­ rın yıllardır sürdürdüğü çalışm alar sonucu elde edilen bilgilere göre, refleks davranışlar üç grupta toplanabilir: "savunm a", "spesifik uyum" ve "oryantasyon" refleksleri. Savunm a refleks­ leri bizi zararlı uyaranlardan korur. Öm eğin gözün kornea taba­ kası gözkapağı refleksiyle korunur. Spesifik uyum refleksleri, uyaranları organizm anın kabul edilebileceği sınırlar içinde tut­ maya çalışır. Karanlık bir yerden aydınlığa çıktığım ızda gözbe­ beklerinin refleks olarak büzülmesi çevrem izi görebilm em ize yardımcı olur. Psikoterapi konusundaki bir tartışm a içinde savunm a ve uyum reflekslerinden söz edilm esi ilk bakışta yadırganabilir. Ancak refleksoloji ile psikoterapi arasındaki yakınlıklara bugü­ ne kadar gereğince eğilinm iş olduğu da söylenemez. Oysa Pavlov'un bile bir konuşm a sırasında, "koşullanm a deneylerini" Freud'un çalışm alarından esinlenerek geliştirdiğini söylediği bilinmektedir. Öte yandan bir psikoterapi süreci içinde, öm eğin tedaviye gelen kişinin, önceki koşullanm aları sonucu terapist­ ten kızgınlık tepkisi beklediği bir durum da ona dostça bir des­ tek verilmesinin, savunm a ve uyum refleksleri üzerindeki yu­ muşatıcı etkisi çoğu terapistin gözlem lediği bir olgudur. Ancak psikoterapide asıl önemli olan, oryantasyon refleks­ leri denilen üçüncü tür refleks grubudur. Oryantasyon refleks­ leri, organizmanın içinde ve dışında ortaya çıkan değişikliklere



PSİK O TE RA Pİ



59



karşı verilen otom atik tepkilerdir. Öm eğin ani bir gürültü ya da sessizlik dikkat ve uyanıklık düzeyini artırır, hatta kaçışa ya da savaşmaya hazır olm a biçim inde bir alarm yaşanabilir. "Sözlü olmayan davranışlar" biçiminde ortaya çıkan oryantasyon refleksleri, tedavinin ilk anından sona erişine kadar sü­ rekli olarak yaşanan bir olgudur. O tom atik olarak ortaya çıkan bu tepkiler, öm eğin ani bir sessizlik ya da konuşm anın birden hızlanm ası ve ses tonunun yükselm esi, terapiste hem o anda ya­ şanm akta olanlara ilişkin önem li ipuçları verir, hem de tedavi ilişkisinin "canlı" bir biçim de sürdürülm esini sağlar. Çünkü bu reflekslerin bir özelliği de, çevreden sürekli aynı sinyallar gel­ diğinde canlılıklarını kaybetm eleridir. N itekim tedavi süreci yaratıcı dinam izm ini yitirdiğinde, oryantasyon refleksleri orta­ dan kaybolur ve süreç tekdüze yinelem elerden oluşan bir duru­ ma dönüşür. Bu durum un yarattığı sıkıcı ortam, tedaviye gelen kişinin umutsuzluk, terapistin de yetersizlik duyguları yaşam a­ sına neden olur. Üstesinden gelinem em esi kişinin tedaviyi bı­ rakm asına bile neden olabilir. Bu, yeterli bir eğitim görm em iş ya da deneyim siz terapist­ lerin, getirilen sorun karşısında hangi yönde hareket edecekle­ rini bilem eyip donakaldıkları ya da tedaviye gelen kişinin sem ptom larının gerisindeki çatışm aları ona gösterm eyi başara­ m adıklarında yaşanan bir durumdur. Böylesi bir açmaza girildi­ ğinde, en azından terapistin bu yaşanmazlık durum unun farkın­ da olduğunu dürüstçe açıklam ası bazen sürecin yeniden canlan­ masını sağlayabilir. Eğer terapist insan davranışlarının gerisin­ deki dinam ik olgular konusunda yeterli bilgiye sahip değilse, bir süre sonra ilişkide yeniden tıkanıklık baş gösterebilir. Teda­ vi ortam ında canlılığı ve akıcılığı sağlamak önemli ölçüde tera­ pistin görevidir ve ne kadar yatkın ve yetenekli olursa olsun, gerekli bilgilerle donanm am ış bir terapistin bunu sağlaması ve sürdürebilm esi oldukça zordur. Bu nedenle psikoterapi eğiti­ m inde çok önemli olan usta-çırak ilişkisinin, sistemli bir ku­ ramsal eğitimle desteklenm esinin şart olduğuna inanıyorum.



60



VA R O LU Ş V E P S İK İYAT Rİ



Tedavi ilişkisi içinde sözlü olm ayan davranışların anlam yönünden önem i, çoğu psikoterapi ekolü tarafından kabul edil­ miş bir olgudur. Buna karşılık tedaviye gelen kişinin uzandığı divanın gerisinde oturan ve onunla yüz yüze gelm eden bir iliş­ ki sürdüren klasik psikanalistin, bu önem li gözlem ve tedavi aracından yararlanabilm e im kânları oldukça sınırlı kalır. Ama klasik yöntem in dışına çıkan, hatta sözsüz m esajlarla psikotera­ pi uygulayan psikanalistler de olmuştur. Örneğin Frieda Fromm R eichm ann’ın, hiç konuşm ayan bir şizofrenik hastasının yanın­ da sakin ve sessiz bir biçim de saatlerce oturmuş olduğu bilin­ mektedir. O ryantasyon reflekslerinin yanı sıra, psikoterapide ilişki sürecinin ileriye doğru akışını sağlayan ikinci haberleşm e siste­ mi konuşmadır. Konuşm anın insan yaşam ındaki önem ini orta­ ya koyan en değerli katkılar İsviçre'den Jean Piaget ve arkadaş­ ları ile Rusya'dan Aleksander Luria ve arkadaşlarından gelm iş­ tir. Rus araştırm acıların üç ila dört yaşlarındaki çocuklarla yap­ tıkları deneylerden birinde çocuk, üzerinde çeşitli renk ve şekil­ de ışıklar görünüp kaybolan bir ekranın karşısına oturtuluyor ve kendisine, belirli bir ışık göründüğünde yanında duran ve bir m anom etreyle bağlantısı olan pom payı sıkm ası, aynı ışık kay­ bolduğunda da gevşetm esi söyleniyor. Ve çocuk bir türlü başa­ rılı olamıyor. Buna karşılık ışık göründüğünde "Başla!" diye bağırarak pom payı sıkm ası, kaybolduğunda da yüksek sesle "Dur!" diyerek gevşetm esi söylendikten sonra deney tekrarlan­ dığında, çocuk çok kısa sürede olaya hâkim olabiliyor. Biz yetişkinler de toplam a, çıkarm a yaparken ya da telefon kadranını çevirirken kendim izi yüksek sesle sayı sayarken bu­ labiliyoruz. Ruslar daha da öteye giderek, bu ve benzeri deney­ lerden edindikleri izlenim lerden, hareket yetenekleri bozulan kişilerin tedavisinde yararlanmışlar. Ö m eğin, tekrarlı hareketle­ ri yapabilm e yeteneğini yitiren Parkinson hastalarının, her bir hareketin bitim inde içlerinden ya da yüksek sesle kaçıncı hare­ keli yapmış olduklarını saymaları istendiğinde, bu yetenekleri-



P S İK O T E R A P İ



61



ni yeniden kazandıkları gözlemlenmiş. Bu konuda Piaget ve arkadaşlarının çocuklar üzerinde yap­ tıkları gözlem ler de çok aydınlatıcı. Dört ya da beş yaşındaki çocuklar kendi kendilerine yüksek sesle konuşurlar. Piaget bun­ ların yaklaşık üçte birinin emirler, talimatlar, tehditler ve yasak­ lamalardan oluştuğunu saptamış: "Şunu şöyle yaparsan annen kızar!" gibi. R uslar ise çocuğun davranışlarım düzenleyen bu tür konuşm aların yedi-sekiz yaşlarında iç diyaloglara dönüştü­ ğünü gözlemlemişler. Bu yaşlardaki çocuklar yüksek sesle ko­ nuşmazlar, ancak gırtlak kaslarının elektrografıleri alınarak ya­ pılan incelemelerde çocukların aslında kendileriyle sessizce ko­ nuştukları saptanmış. Biz yetişkinler de belirli bir eylem e geçm eden önce, bu ey­ lemin artıları ve eksileri konusunda bir iç diyaloğu sözcükler kullanarak sürdürürüz. Freud, yetişkinlerin davranışlarını de­ netleyici nitelikteki bu iç diyalogları, kişiliğin süperego bölümü kapsam ında değerlendirm iştir. W illiam Lew is'in belirttiği gibi, psikoterapide de terapistin "tedaviye gelen kişinin planlarını değiştirm e planları" vardır. En azından iç diyaloglarının suçla­ yıcı, kısıtlayıcı ya da tehdit edici baskılardan özgürleşebilm esi­ ne yardımcı olm a yönünden. Tedavi ilişkisi sırasındaki karşılık­ lı konuşm alarda terapistten gelen mesajlar, giderek tedavi edi­ len kişinin iç diyalogunun bir parçası haline gelir ve böylece ki­ şi davranışlarını yönlendirm ede kendisine rehberlik edecek ye­ ni ve daha özgür bir dünya görüşü geliştirm eye başlar. Arı kovanına yakın bir yere bir tabak bal koyarsanız, bir sü­ re sonra bir arı onu m utlaka keşfeder, kam ını doyurur ve kova­ nına döner. Aradan uzun bir zaman geçm eden bir arı filosu be­ lirir ve tabağa üşüşür. İki bin yıl önce bu gözlemi yapm ış olan Aristo, tabağı ilk keşfeden arının kovana giderek ötekilere bir şekilde önce mesaj verdiğini, sonra da yol gösterdiğini düşün­ müştü. 1901 yılında bir Alman araştırm acı, aynı olayı deneysel olarak tekrarlarken ilk arıyı kovanına kadar izledi, ancak ko­ vandan tekrar tabağa dönerken yakaladı ve yolundan alıkoydu.



62



V A R O L U Ş VE PSİK İYATRİ



Bu durum da yol göstericiden yoksun kalan diğer arıların taba­ ğı bulam am aları beklenirken öyle olmadı ve arılar en kestirme yoldan bal tabağına ulaştılar. Olaya şaşıran araştırm acı o za­ m anlar bunu "m anyetik sezgi" olarak açıklam aya çalıştı. 1918'de AvusturyalI biyolog Kari Von Frisch, bu olgu doğrultu­ sunda, sonradan Nobel Ödülü alm asına neden olan bir dizi de­ ney yaptı ve arıların dans ederek birbirleriyle iletişim kurdukla­ rını keşfetti. Kari von Frisch'in gözlem lerine göre, ilk arı dön­ düğünde kovanın önünde daireler çizerek uçm aya başlar. Bir süre sonra diğer arılar da kovandan çıkarak onun hareketlerini tekrarlam aya başlar ve bu sırada antenleriyle ilk arıya dokunur­ lar. Bu dans sırasında besin m addesinin yerini öğrenen arılar derhal oraya doğru yola çıkarlar. Besin m addesinin bulunduğu yerin uzaklığı arttıkça, ilk arının yaptığı dans da farklılaşır ve karmaşıklaşır. A rıların kendi aralarında bir dil kullanıp kullanm adıkları yıllarca tartışm a konusu olduktan sonra ve bu sürede dil konu­ sunda öğrenilenlerin ışığında, bu dansların insandakine benzer bir dil olmadığı, anlık ihtiyaçları giderm e am acına yönelik bir iletişim aracı olduğu anlaşıldı. Ayrıca bu aracın arıların doğa­ sında kalıtsal olarak varolduğu ve insandaki sözlü dil gibi son­ radan öğrenilm esinin m üm kün olmadığı da saptandı. Buna rağ­ men farklı kolonilere ait arılar, doğuştan farklı lehçeler kulla­ nırlar. Bu nedenle, örneğin Türkiye'deki arılar Fransa'daki arı­ ların benzer amaçlı dansını yorumlayamaz. İnsan yaşamının ilk aylarındaki iletişim araçları da önemli ölçüde kalıtsaldır ve önceden programlanm ış bir biçim de do­ ğumdan itibaren kullanılır. Hangi ulustan olursa olsun, başlan­ gıçta bütün bebekler aynı sesleri çıkarırlar. Bu durum dokuzun­ cu aydan sonra değişir ve öğrenilm iş dil kullanılm aya başlanır. Öğrenilmiş dilin yapısı ile o dilin konuşulduğu kültür arasında doğrudan bir ilişki bulunduğu sanılmakta. Kızılderili lehçeleri üzerinde araştırm alar yapm ış olan B. L. W horf, bir kavim den edindiği düşünceleri bir başka kavmin lehçesine çevirm ek iste­



PSİKO TERAPİ



63



diğinde çok zorlanm ış, hatta çoğu zaman bunun m üm kün olm a­ dığını görm üş. Ö rneğin bir kızılderili dilinde isim lerle fiiller arasında hiçbir ayrım yapılm azken, bir başkasında şimdiki za­ mandaki olayları geçmiş ya da gelecektekilerden ayıracak takı­ lar yok. W horf, bu doğrultudaki çalışm alarından edindiği ve sonradan bir hayli eleştiriye de konu olan izlenim lerini şöyle özetlemiş: Dilleri farklı olan gruplar dünyayı da farklı algılar. Dünyaya bakış biçim indeki bu farklılık, dil yapısının farklı ol­ m asından kaynaklanır. K arşıt görüşteki araştırm acılara göre ise, dilin yapısını yaşantılarım ız biçimlendirir. İki görüşün de buluştuğu nokta, yaşantı ile dilin iç içe geçmiş olmaları. Eddington Fiziğin Doğası adlı yapıtında, "bir ve bir" "iki" ettiğinden, bir rakam ını incelediğim izde ikiyi de anladığım ız için problem i sonuçlandırılm ış farzettiğim izi, am a aradaki "ve"yi de incelem em iz gerektiğini unuttuğumuzu anlatır. G ün­ lük yaşamdaki önemli olaylar kelim elerin arasındaki sessizlik üzerine inşa edilir. Bir insanla konuşurken onun içten olup ol­ madığını bu aralıkta değerlendirir, kararlarım ızın çoğunu bu kı­ sa sessizliklerde oluştururuz. Klasik psikanaliz ekolü, tedaviye gelen kişinin arada bir sessiz kalmasını tedaviye karşı bir direnç belirtisi olarak yorum lam a eğilim indedir. Oysa tedavi süreci içindeki sessizlik süreleri, kişinin o andaki içsel yaşantılarını seçebilmesi için çok önem li, hatta gereklidir. Ü stelik bu sessiz­ lik süreleri, konuşm ayı bir iletişim aracı olm aktan ne denli sap­ tırdığımızı görebilm em izi sağlar. Yaklaşık son on yıldır gruplarla yaptığım çalışmalarda psikanalitik yönelim li geleneksel yöntem leri uygulamaktan gide­ rek vazgeçtim ve yerine, yaşanan andaki varoluşu algılayabilm eye yönelik çalışm alar yaptım. Geleneksel gruplarda olduğu gibi, üyelerin grup dışındaki yaşantılarını grup ortamında p a y­ laşmalarına bu gruplarda izin verilmiyor, üyelerin orada ve o andaki varoluşlarını algılayabilm eleri ve birbirlerine yaşata­ bilmeleri bekleniyor.



64



V A R O L U Ş VE PSİK İYATRİ



Bu tür bir çalışmanın, son yirm i yılda Am erika'da yaygın­ laşan ve üyelerin yaşadıkları ya da yaşam ış olduklarına inan­ dıkları duyguları "deklare" ettikleri "burada ve şimdi" grupla­ rından temelde farklı olduğunu özellikle vurgulamak istiyorum. Çünkü "burada ve şimdi" gruplarında, üyelerin otantik yaşan­ tılarını yansıtabildiklerine inanmıyorum, ilk yıllarda, özellikle eğitim amaçlı ve kısa süreli bazı grup denemelerinde istediğim çizgiyi tutturabilmekte bazı güçlüklerim olduysa da, deneyimim arttıkça, bu tür çalışmalarda yaşam ın özüne daha doğrudan yönelinebildiğine inanır oldum. Bu tür grupların başlangıcında, önceden bir yapı sunulm a­ mış olduğu için genellikle bir sessizlik yaşanır ve bu durum üyelerin çoğunun çeşitli biçimlerde anksiyete yaşam asına ne­ den olur. Kiminin zihnine yaşanmakta olan anla hiç ilgisi olm a­ yan düşünceler üşüşür, kimi görevlendirilmişçesine yerdeki ha­ lının desenlerini sayar, kim i dışarıdan gelen ve aslında kendisi­ ni hiç ilgilendirmeyen sesleri dinlemeye koyulur, kim i ise böyle bağlantılar kuramadığı için kalp çarpıntısı, aşırı heyecan, iç titremesi, vb. belirtileriyle doğrudan anksiyete yaşar. Ü yelerin varoluş sorum lulukları kendilerine bırakıldığı için, grup liderinin üyelerin kendilerini nasıl yaşayacaklarına ilişkin bir beklentisi de yoktur. Gerçek dünyada da olduğu gibi, kişiye kendisinden başka yol gösterecek kimse yoktur. Am a in­ sanlar bu sorumluluktan kaçınma ve başka güçler tarafından yönlendirilme eğiliminde olduklarından, sosyal ayinlerin sağ­ ladığı yapılara tutunam adıkları böylesi durum larda yaşanan belirsizliğe katlanamazlar. Bazı grup üyeleri ise grup liderinin yüzünü sürekli izler. Vaktiyle bir tekne gezisi sırasında yakalan­ dığımız şiddetli fırtın a süresince çoğumuzun kaptanın yüzünü izlememiz gibi. Böyle durum larda yaşanan olgu ayrılık anksiyetesidir. Ö z­ gürlüğüyle ne yapacağını bilem ediği için, kendisini fırtınaya yakalanmış bir teknedeki gibi güven verici bir zem inden yok­



PSİK O TE RA Pİ



65



sun hisseden insanın, gerçek seçimi olm ayan bağlantılar kura­ rak özgürlüğün ürkütücü hafifliğinden kurtulm aya çalışm asına yol açan bir anksiyete. Grubun ilk beraberliğinin başlangıcındaki bu sessizlik sü­ reğe lirken bazen bir an gelir ve üyelerden biri, "Biriniz konuş­ sanız, artık dayanam ıyorum !" diyerek isyan eder, am a bugüne kadar hiçbir grupta bu im dat çağrısına karşılık verildiğine ta­ nık olmadım. N e yapabilirler ki! Aslında kimsenin bir başkası­ nı yaşatamayacağı gerçeği, "Bir şeyler yapın ve beni yaşatın!" çağrısının karşısında yaşanan çaresizlikte som utlaşır. G enç meslektaşlarımla birlikte olduğum kısa süreli ve eğitim amaçlı bir grupta, psikiyatride uzm anlık eğitimine yeni başlamış bir üyenin isyanını hatırlıyorum. "Ne tuhaf insanlarsınız hepiniz!" diye söylenmişti. "Bizim K aradeniz'de insanlar bir araya gel­ diklerinde birbirlerine önce bir merhaba der, sonra da kimsin? neredensin? diye sorarlar." Am a isyanının karşılığı yine sessiz­ lik oldu. G enç üye isyanında kendi "doğrusunu" dile getirm işti. "Gerçeği" ise yaşadığı bağlantısızlık anksiyetesiydi ve kendi doğrusunun nesnel gerçek olduğuna inandığı için diğer üyeleri yargılama hakkını da kendine tanımıştı. G elenekler bireyin ken­ dini varetme sorumluluğunu hafifletir, ama karşılığı özgürlük­ ten vazgeçerek ödenir. Bu bir seçimdir. Am a p ek çok insan her ikisini birden istem enin, daha doğrusu, olam ayacak bir şeyi beklemekte olmanın sıkıntılarını yaşar. Bu genç grup üyesiyle yaklaşık bir yıl sonra bir dükkânda karşılaştığımda bana, bir başka tıp uzmanlığı dalına geçtiğini ve daha mutlu olduğunu söyledi. Gerçekten de öyle görünüyordu, çünkü gerçeğiyle doğ­ rusunu uzlaştırıcı bir seçim yapmıştı ve seçimiyle uyum halin­ de olmanın huzurunu yaşıyordu. Gruptaki sessizlik sürdükçe bir an gelir üyelerden biri o a n ­ da yaşam akta ya da geçen sessizlik süresinde yaşam ış oldukla­ rını hissederek ve hissettirerek dile getirir. Bıı gerçekleştiğinde



66



V A R O L U Ş V E PSİK İYATRİ



yaşantı üretme süreci başlamış olur. Çünkü ortaya çıkan yaşan­ tıya çoğu kez bir başka üyenin ona karşılık veren yaşantısı ka­ tılır. Am a bunun yerine bir üye, yaşadıklarına ilişkin kuru bir monolog söyleyerek sessizliği "bozarsa", genellikle bir karşılık gelmez ve sessizlik yine sürer. Otantik yaşantı üretebilme süre­ ci öylece akıp gitmez ve başladıktan bir süre sonra söner. Böyle bir özgürlüğe alışkın olmadığımızdan, üyeler kendi­ lerini ve birbirlerini hissetmeye çalışarak yaşananlara bir şey­ ler "katmak" yerine grup liderine tutunmaya çalışabilirler, ona yaşanm akta olanların anlam ına ilişkin sorular sorarak yaşa­ nanları yok edebilirler. B ir başka eğilim de, aydın kesimin bazı beraberliklerinde gözlem lendiği gibi, belirli bir konu ya da kavrama tutunup onun çevresinde sonu gelmez düşünsel çağrı­ şımlar yapm a biçiminde görülür. Sözlü davranışların am acın­ dan saptırılarak kullanılm asının en sık görülen şekli de budur. Varolamamanın yarattığı vakumu, duygudan ve yaratıcılık­ tan yoksun, içeriği sık sık yinelenen kom pulsif monologlarla doldurma eğilimi yalnızca bazı aydınlara özgü bir olgu değildir, toplum un diğer kesim lerinde de gözlemlenebilir. Ö nem li bir m aç sonrasında oyuna ilişkin ve aynı cümlelerin tekrarlandığı sonu gelmez konuşmalar, bazen maçı izlemem iş kişilerin de san­ ki oradaymışçasına katılmasıyla sürer gider. Bu, coşkulu bir ya ­ şantının bir sonraki geleceğe taşınmasından fa rklı bir olgudur. İnsan, varoluşunu gerçekleştirebildiği bir yaşantısı sona er­ diğinde bir başka yaşantıya geçer. Varolabilmek yerine olması gerekenin yaşandığı, dolayısıyla çevreyle bütünleşm iş bir bir­ liktelik yerine seyirci olarak katılman durum ların ardından in­ sanlar bir başka yaşantıya geçem ez ve yaşayam am ış olm anın ağırlığını bir sonraki geleceğe taşırlar. Bu nedenle kendim izi varedemediğimiz beraberliklerin ardından o beraberlikte olan­ ları irdeler ve yargılarız. Kaza geçiren insanların sonradan ola­ yı sürekli anlatarak etkisini hafifletmeye çalışm aları gibi. Hatta bazen toplu bir beraberliğin ardından, katılanlardan biri, bir di­



PSİK O TE RA Pİ



67



ğerini arayarak yaşayam am ış olduğu duyguları ya da varolamamış olm anın öfkeli isyanını ona aktarm aya çalışabilir. Tabii ço­ ğu kez kişinin kendini varedem em esinin sorum luluğu başkala­ rına yüklenir. A rkadan konuşm a niteliğindeki bu yargılar ve eleştiriler genellikle açık ya da üstü kapalı bir biçimde diğer ki­ şi tarafından paylaşılır. Çünkü bir beraberlik alanında insanlar birlikte bütünleşerek varolurlar ya da kendilerini, dolayısıyla birbirlerini topluca yok ederler. Konuşmanın am acından sapm ış bir biçim de kullanılm ası­ nın bir nedeni de ayrılık anksiyetesidir. Bu, özellikle ikili bera­ berliklerde daha çok yaşanır. A raya girebilecek sessizliklerin yaratacağı anksiyeteyi yaşam am ak için boşluk doldururcasına yapılan konuşm alar gerçek yaşantım ızın ortaya çıkm asını en­ geller. Ya da daha doğru bir deyişle, varolam am am ızın yarattı­ ğı boşluktan kaynaklanan anksiyete, kom pulsif konuşm ayla gi­ derilm eye çalışılır. Psikanalitik term inolojiyle bunu, varolam ayan egonun süperegonun uzantısı durum una gelm esi olarak açıklayabiliriz. Dolayısıyla gerçek yaşantım ızla bütünleşebilen konuşm alarım ızın günlük yaşam ım ızdaki oranının ne olduğu sorusunun cevabı çok da iç açıcı olmaz. Bunun bir nedeni de, zedelenm e ya da bir başkasını zedele­ me korkularını yoğun biçim de yaşamamız. O kadar ki savun­ m aya yönelik davranışlarım ızı önem li ölçüde bu kaygıların çevresinde oluşturup hem kendim izin diğer insanlara, hem de onların bize ulaşm asını engellem iş oluyoruz. Tüm dikkatim iz kaçınm a tepkilerim iz üzerine odaklaştığından, çoğu kez kork­ tuğumuzu da algılayam ıyonız. Zedelenm eyi ya da zedelem eyi yaşam aktansa varolm amayı yeğliyoruz. Öte yandan yaşam azlık sonucu biriken öfke ve saldırganlığı, açık ya da dolaylı yoldan, bu durum un sorum lusu olarak gördüğüm üz çevrem ize, bunu yapam adığım ızda da organlarım ıza yöneltiyoruz. Ama kendi­ m izi yok etm e pahasına kaçındığım ız zedelenm e ve zedelem e­ yi yine de yaşıyoruz. Kendim izi varedebildiğim iz zamanlarda içim izde öfke sıkışm adığı için yıkıcılık tehdidi azalır, çevre-



6H



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



m izdckilcr tararından "hissedilebilme" olasılığı artar. Bu, dü­ şünce düzeyinde anlaşılabilm ekten öte bir yaşantıdır; birlikte olduğum uz kişinin de kendisini hissettirebilm esine yol açan ve gidebildiğince ileri doğru hareket eden bir süreci başlatabilir. Psikoterapide de kişi ilk görüşm eye gelirken, um udunun yanı sıra, terapist tarafından anlaşılmayacağı, küçük görülece­ ği, zedeleneceği ya da kendisinden yapamayacağı şeyler bekle­ neceği kaygılarını yaşayabilir. Bu olum suz beklentilerin gerçekleşm em esinin sağlanabilm esi tedavi sürecinin tem el araçla­ rından biridir. Grup çalışm alarında ise üyeler bu olum suz bek­ lentileri terapist ya da grup liderinden çok birbirlerine yansıtır­ lar. Zedelenm e ve zedelem e korkularına karşı, kişisel yaşantıla­ rı nesnelleştirm e ve kavram laştırm a en sık kullanılan kaçınm a tepkisidir. Grup beraberliklerinde bir başka kaçınma yöntem i de ol­ dukça sık kullanılır. Üyeler birbirlerine ya da gruba ilişkin duy­ gularını doğrudan ilgili kişi ya da kişiler yerine terapiste ilete­ rek onu bir tampon aracı olarak kullanmaya çalışabilirler. Ö z­ gürlüğün ürkütücü hafifliği sonucu üyelerin başlangıçta grup liderine tutunmaya çalışmalarına biraz el verilmesinden yana­ yım, ama bir yandan da yaptıkları kendilerine gösterilm ek şar­ tıyla. Çoğu grupta, üyelerin yönlendirilme ve yöneltilm e talep­ leri ile grup liderinin üyelere kendi sorumluluklarını iade etme çabalarının oluşturduğu çekişme, hızı azalarak sürer. Bu satırların yazıldığı günlerden bir süre önce katıldığım bir grup çalışmasının her aşamasında, üyelerin grup dışı ya ­ şamlarında özgür olamadıklarına ilişkin yakınm aları ile grup içinde benim tarafımdan yönlendirilm e taleplerinin oluşturdu­ ğu çelişki öylesine belirgin bir hale gelmişti ki, üyelerden biri­ ne, "Gelin bizi yönetin ki biz de sizden ve yönetim inizden yakı­ narak kendimizden kurtulalım diyorsunuz!" dediğim i hatırlıyo­ rum. Aslında insan doğasındaki bir paradoks bu, hepimizin y a ­ şadığı.



PSİK O TE RA Pİ



69



Yaşayan süreçler kavram lara sokulmak istendiğinde yok oluyorlar. Bu nedenle insanın, içinde yaşadığım ız dünyanın bi­ çimsel beklentilerinden sıyrılıp varoluşunu otantik olarak yaşa­ yabildiği anların sayısı çok da fazla olamıyor. Varolabildiğimiz zam anlarda egonun süperegoyla sürdüregeldiği iç diyalog da susar. Otantik yaşantı düşünce düzeyinde fark edildiğinde, süperego yeniden devreye girer ve yaşantı sona erer. Bir insan, "Mutluyum!" dediğinde, bir önceki zaman dilim indeki yaşantı­ sını ilan etmekle m eşgul olduğundan mutluluğu artık doğrudan yaşamamaktadır. O anda, bir önceki anda mutlu olmuş olduğu­ nu ilan etm enin m utluluğunu yaşıyor olabilir ki, bu başka bir yaşantıdır. Bu nedenle okuyucum a otantik yaşantının kavram ­ sal bir tanımını sunam ıyorum . Varoluşçu psikiyatri alanında yazılı ürün verm iş bazı A m e­ rikalı m eslektaşlarım ın, çalışm alarım da bana ışık tutm uş olan seçkin yapıtlarında, seyrek de olsa zaman zaman m utluluğun tanım ına yaklaşan tartışm alara girm elerini yabancıladığım ı di­ le getirm ek istiyorum. Bunu, Am erikan toplum unun yapısallığa ve yönergelere duyduğu ilgiyle ve 1989 yılında o ülkede ödül alan "Don't Worry! Be Happy!" şarkısının içeriğinde som utla­ şan Am erikan tarzı iyim serlikle açıklama eğilim indeyim . Traje­ diyi yadsım a eğilim inde olan bir kültürün üyelerinin yaşamın özüne ulaşabilm e olasılığı da sınırlanır. Ya da gerçek trajediyi yaşam am ak için, üretilm iş acı ve kahırla kendisini afyonlayan bir başka kültürün üyeleri. Trajediyi yadsıyan kültürlerin değerlerinin inandırıcı olam a­ yacağı düşüncesindeyim . Çünkü trajedi insanın derinliklerinde yaşanan bir olgu. Varoluşunun sorumluluğunu üst sistem lerin egemenliğine terk etmiş çağdaş insan, kişisel trajedilerin yaşanam am asının yüzeyselliğinden kaynaklanan kolektif bir trajedi­ nin parçası olab ilir yalnızca. Varoluşçu psikiyatri alanında önemli yapıtlar vermiş olan Boss, Binswanger, Laing ve Frankl gibi Avrupalı çalışm acıların, yaşamı trajedisiyle birlikte vc öyle­



70



V A R O L U Ş VE PSİK İYATRİ



ce kabul ederek anlam aya çalıştıklarını düşünüyorum . Tabii Do­ ğu kökenli düşünürlerin bugün Batıkların yaklaşm aya çalıştıkla­ rı yere yüzyıllar önce ulaşabilm iş oldukları gerçeğini de göz ardı etmeyerek. Yukarıda sözünü ettiğim Amerikalı yazarlardan biri Avrupalı varoluşçuları karam sar bulduğunu dile getirirken, bu­ nun Avrupa'nın yaşam ış olduğu savaşlardan kaynaklandığı gö­ rüşünü savunuyor. A m a o savaşlar, açtıkları yaraların yanı sıra bir yaşam ışlık birikimini de birlikte getirm iyor mu? İnsanın kendi varoluşunu algılayabilm esine giden yol, sanı­ yorum, öncelikle kişinin kendisini nasıl varedem ediğini yakala­ yabilmesi ve görebilm esiyle açılm aya başlıyor. Bence çoğu in­ sanın bir şeyler "yaparak" varolabileceğine inanmış olm ası bu yolun açılm asını engelliyor. Çünkü "olmak" "yapm ak"tan önce gelir. Varolamadan yaptıklarım ız kendim izden doğam az. Varo­ labildiği anlarda insan, en başından yaptığı seçim ler doğrultu­ sunda kendiliğinden hareket etmeye başlar. Kuşkusuz, bazı ka­ rarlarım ızı, "Bunu şu am açla yapıyorum ," diyerek veriyoruz. Am a bunlar genellikle üst sistem lerin kendim ize yansıttığım ız beklentileri doğrultusunda verilm iş kararlar oluyor. Çoğu kez kendim iz için önemli seçim lere doğru hareket ederken, bir se­ çim yapmış olduğum uzu ve bu seçimi uygulam akta ya da yaşa­ m akta olduğum uzu bilinçli olarak fark etm iyoruz, ancak olay bittikten sonra önemli bir seçim yapm ış olduğum uzu idrak ede­ biliyoruz. Psikoterapide de kişi, yaşamını yeniden yönlendire­ cek seçimleri ve eylem leri, çoğu kez önceden karar alm adan ve yaşarken kendini gözlem lem eden öylece gerçekleştiriveriyor. Grup beraberliklerinde yol alındıkça sessizlik süreleri artık ürkütücü gelm em eye başlar. Çünkü giderek bu dönem lerde in­ sanın kendisini ve yaşadıklarını daha net seçebilm eye başladı­ ğının farkına varılır. B azı gruplardaki sessizlik sürelerinde "hem birlikte hem yalnız" olabilme özgürlüğünün hafifliği ya­ şanır. Böyle zam anlarda kişi, hem kendi yaşadıklarını hem çev­ resindeki insanlarla arasındaki "bağı" algılayabilir. Olağanüstü bir duygudur bu! A lışılagelm iş sosyal beraberliklerim izde ise



PS İK O TE R A Pİ



71



frekansımızı çevrem ize karşı görevlendirilm işçesine ayarladı­ ğım ızdan, sonuç çoğu kez bir perform ans dizisinden öteye gi­ demez. Bir insanın önceden bir sessizlik dönem i yaşam adan da va­ roluşunu algılayabildiği anlar ya da süreler olabilir. Ancak ya­ şantıdan kopuk konuşm aya çok şartlanm ış olduğum uzdan, grup çalışm alarının başlangıcındaki sessizlik dönem lerinin yaşan­ ması genellikle gereklidir. Bu alışkanlık öylesine yerleşiktir ki, üyeler otantik varoluşu yaşayabilseler bile bu uzun sürm ez, alı­ şılagelmiş konuşm a biçim lerine dönülerek özgürlükten kaçılır. Am a ürkütücü olduğu kadar hafif ve daha gerçek bir başka oluş biçiminin kısa bir süre için olsa da yaşanmış olması, bu farklı deneyim in bir süre sonra hatırlanm asına neden olur. Ü yeler otantik olm ayan bir durum içinde sürüklenm ekte olduklarını fark ettiklerinde, otantik bir varoluşa dönüş ısm arlanabilecek bir yaşantı olm adığı için, yeni bir sessizlik dönem i kendiliğin­ den yaşanm aya başlar.



Yıllar önce katıldığım kalabalık bir davette, uzağımdaki bir kadın ve bir erkeğe gözüm takıldı. Yeni tanıştıkları ve birbirle­ rinden hoşlandıkları davranışlarından hissedilir gibiydi, özel­ likle de genç kadın tarafında. Bir ara yanlarından geçm em ge­ rekti. Genç kadının karşısındaki erkeğe ülkenin toplum sal so­ runları ve çözüm yolları üzerine sıkıcı bir söylev vermekte ol­ duğunu işittim. Oysa beden diliyle verdiği m esaj bambaşkaydı. Davetin sonuna doğru bir ara kendimi yine onlara yakın bir ko­ numda buldum. Genç kadının söylevi sürüyordu, erkeğin yüzü sarkmıştı ve beraberlikleri ölü doğmaya mahkûm bir ilişkiye gebe görünüyordu. En azından benim izlenimim buydu. Ama çarpıcı olan, genç kadının sözlü ve sözsüz davranışları arasın­ daki uçurumdu. Hepim izin çoğu zaman farkına varmadan y a ­ şadığı, bazen de başkalarında gözlemlediği evrensel bir olgu­ dan söz ediyorum aslında.



72



V A R O L U Ş VE P S İK İYAT Rİ



Anlattığım olay, psikiyatride alışılagelmiş bir yaklaşımla, genç kadının geçmiş yaşam ındaki bazı koşullanmalar sonucu, reddedilme korkularına karşı böyle bir savunma sistemi geliş­ tirmiş olduğu varsayımıyla açıklanabilir. Ancak paleopsişik sü­ reçler konusunda yapılan araştırmalardan edinilen izlenimler bu olguya farklı bir açıdan da bakmamızı gerektirecek nitelik­ te. Çünkü bu araştırmalar, sözlü ve sözsüz davranışlar arasın­ daki kopuklukların yalnızca bireyin kişisel tarihinden mi, yoksa bunun yanı sıra, insanın evrim süreci içinde geliştirdiği bazı kolektif davranış özelliklerinin onun doğasına m al olmasından da mı kaynaklandığı sorusunu da beraberinde getirmekte. Am erika'da National Institute o f M ental Health'in birim le­ rinden Laboratory o f Brain Evolution and Behavior'un yıllarca başkanlığını yapm ış olan Paul M cLean’e göre, beynin evrimsel yapısı hiyerarşik bir düzendeki üç katm andan oluşur. Ona göre bu üç katm an yapısal ve kimyasal yönden birbirinden oldukça farklıdır. En üstte beynin korteks tabakası bulunur. Bu bölge insan-öncesi varlıklarda oldukça gelişm iş, insanda ise daha da karm aşık bir yapıya dönüşm üştür. D aha derin katm anlar ise m em eliler ve sürüngenlerle ortak yapısal özellikler taşır. Tıp öğrenim inden önceki eğitimi kim ya ve biyolojinin yanı sıra jeoloji ve felsefeyi de içeren Paul M cLean, paleopsişik sü­ reçlerin incelenm esine yıllarını vermiştir. M cLean'e göre biz bir değil, üç beyne sahibiz ve her biri dünyayı kendine göre al­ gılayıp tepki veriyor. Archipallium , paléopallium ve néopalli­ um adlarını taşıyan bu bölgeler, sürüngen, eski mem eli ve yeni mem eli beyinleri olarak da anılırlar. Bu üç beyin, birbiriyle bağlantılı üç ayrı biyolojik bilgisayardır. Her birinin kendi ze­ kâsı, kendi öznelliği, kendi zaman ve m ekân duyusu, kendi bel­ leği ve kendine özgü işlevleri vardır. En derin katm an R-komplekstir, beynin en eski kısm ıdır ve bu organın Basai G anglia denilen bölgesine tekabül eder. Bey­ nin en derininde, Richard Restak'ın deyim iyle, bodrum a atılmış



PSİK O TE RA Pİ



73



eski bir oyuncak gibidir. Kertenkele ve sürüngenlerde beyin ya­ pısının büyük bir bölüm ünü oluşturur. Reptilyen (sürüngen) be­ yin ya da R -kom pleks, öğrenilm em iş ve program lanm am ış davranış dizilerini sağlar. Selektif boyam ayla, R-kom pleks ile beynin diğer bölgeleri arasında belirgin bir farklılık saptanm ış­ tır. M cLean'e göre, Globus Pallidus ve Caudate N ucleus'un ko­ yu bölgeleri R-kom pleksin önem li parçalandır. Kertenkelelerin davranışlarını videoteyple kaydederek in­ celeyen M cLean, yaklaşık yirmi davranış örüntüsü saptamıştır: yaşam alanı edinme, kızgın sesler çıkarma, yiyecek aram a, is­ tifçilik, selam laşm a ve sosyal gruplaşm a gibi. Bu gözlem lerde, özgeci davranışlar ya da analık-babalık gibi bazı davranış örüntülerinin dışında, kertenkelelerin birçok davranışının insanla­ rınkine çok benzediği fark edilmiştir. M cLean'e göre R-kom pleks gibi eski beyin bölgeleri, kendi program larını bağım sızca uygulayarak davranışlarım ızı etkilemektedirler. McLean, gözlem leri sonucu, ritüelizm, otoriteden korku ve otoriteye boyun eğm e gibi bazı davranışların da R-kom pleksin ürünü olabileceği izlenim ini edinmiştir. Hatta obsesif-kompulsif belirtilerin ve günlük yaşam ım ızda zaman zaman gösterdi­ ğim iz bazı diğer mantıkdışı davranışların da bu bölgeden kay­ naklanm asının güçlü bir olasılık olduğu görüşündedir. Gerçekten de bazı araştırm alar bu varsayımı destekler ni­ telikte. University o f California at L A .'d en Lew is Baxter'in obsesif-kom pulsif belirtilerden yakınan kişiler üzerinde PET (Po­ sitron Emission Tomography) ile yaptığı bir araştırm adan edin­ diği sonuçlar gibi. Baxter araştırmasında, bu kişilerin orbital bölgeleri (pre-frontal korteksin gözlerin tam üzerine rastlayan kısmı) ile Caudate Nucleus'ta (R-kompleksin bir parçası) aşırı aktivite olduğunu saptamış. Istemdışı hareketlerle ortaya çıkan Parkinson hastalığında ve Tourette sendromunda da aynı beyin bölgelerinin etkili olduğu zaten bilinmektedir. Örneğin Parkin­ son hastalığında R-kompleksin Substantia Nigra kısmında nor-



74



V A R O L U Ş VE P S İK İYAT Rİ



m al olarak bulunan nörokimyasal dopamin'de bir eksiklik söz konusudur, ilginç olan bir başka yön, bu bilgilere sahip olm a­ yan on dokuzuncu yüzyıl nörologlarının, Parkinson hastaların­ da gözkapaklarının seyrek kapanması olgusuna "timsah bakışı" adını vermiş olmaları. Baxter'e göre, kişinin kendi istemi dışın­ da zihnine üşüşen düşünceler ya da istemdışı tekrarlanan ey­ lem lerle ortaya çıkan obsesif-kom pulsif belirtiler de orbital bölge ile Caudate Nucleus arasındaki bir etkileşim bozukluğun­ dan kaynaklanmaktadır. K endim izi m antıklı varlıklar olarak değerlendirm e eğilim indeyiz, ama günlük yaşam ım ızda yaptığım ız m antıkdışı dav­ ranışların sayısı da azımsanamaz. Geçm işte bu tür davranışları bilinçdışı süreçlerle açıklam a eğilimi vardı, bugün ise R-kompleksten kaynaklandığını düşünenler var. R-kom pleks ya da sü­ rüngen beyin, atalarımızdan kalan izlerle doludur ve davranış­ lara o doğrultuda (ritüelist) bir yön verir. Yeni ve alışılmamış durum larla karşılaşıldığında işe yaramaz. Ancak yine de hepi­ miz bu kalıtsal süperegonun tutsağı gibiyizdir. Richard Restak'a göre, liderlerim izi R-kom pleksimizle seçtiğim iz gibi ilginç ve eğlendirici spekülasyonlar bile yapılmakta. İkinci katm an olan ve m em elilerde bulunan limbik beyin, duygu yaşantılarıyla ilgili sinirsel yapıyı içerir. Lim bik sistem R-kom pleksin çevresini sarar, bu nedenle Latincede yüzük ya da halka anlam ına gelen limbus'tan esinlenerek adlandırılmış, limbik sistem terimi de ilk kez 1952'de yine M cLean tarafından kullanılmıştır. Önceleri bu bölgenin koku alma işlevleriyle ilgi­ li olduğu sanılırdı, sonradan farklı ve çok karmaşık bazı işlev­ leri üstlendiği anlaşıldı. 1939 yılında bir m aym unun Am ygdala'sının (limbik siste­ min bir parçası) tahrip edilm esiyle gerçekleştirilen ilk deneyde, uyarılma, kızgınlık ve korku belirtileri gözlem lenm işti. O gün­ lerden bu yana yapılan çeşitli deneylerde, limbik sistemin diğer bölgelerinin uyarılması ya da tahrip edilm esi de duygusal tep­



P S İK O T E R A P İ



75



kilerde önemli değişim lere yol açmıştır. Am a bu konudaki en önem li bulgular epilepsiyle ilgili çalışm alardan edinilmiş, limbik sisteme kom şu bölgelerden kaynaklanan epileptik deşarjla­ rın çok canlı duygusal yaşantılara yol açtığı saptanmıştır. Beynin bilgi kapasitesi, en üst ve en gelişm iş katman olan serebral kortekstedir. Algılam a, analiz etm e ve organizm anın içinden ve dışından gelen bilgileri depolam a işlevlerini üstlenir. Ne var ki, korteksin bu işlevlerini sürdürebilm esi için dikkatli bir uyanıklık durum unda olması gerekir. Dikkatli uyanıklığı da beyin sapında bulunan ve RAS (Reticular Activating System) denilen bir bölge sağlar. Bu bakım dan korteks RAS'a doğrudan bağımlıdır. U yurken biri bizi çağırırsa, RAS'ta bir eksitasyon dalgası başlar, bu dalga önce beynin işitm eyle ilgili bölgelerini, sonra yukarı doğru hareket ederek m otor korteksi etkiler ve ye­ rim izden kalkm am ıza neden olur. RAS'ı tahrip edilen kediler, ismi de çağrılsa, iğne de batırılsa uyum aya devam ederler. Bir kibrit başı büyüklüğündeki kan pıhtısının RAS'ta takılıp kalm ası, korteksin sağlam olm asına rağmen, dönüşü olm ayan bir kom aya neden olur. A lgılam a süreçlerinde üç ayrı grup beyin hücresi birbirini tamam layıcı üç farklı işlevi üstlenir: örneğin görme, görülene anlam verme (ya da tanıma) ve görülen ile işitileni tek bir algı­ lama sürecine dönüştürm e. Algılam a tabii ki tek başına bir an­ lam taşımaz. Bu satırları okurken gerekli olan süreçleri, dikkat­ li uyanıklık ve algılam a, işlemden geçirme ve sonradan hatırla­ ma olarak sıralayabiliriz. Ama iş burada da bitmez, okudukları­ nızdan hoşlanm ayıp sonraki bölümlere geçmek isteyebilirsiniz. Böylece istemli eylem ortaya çıkar. Eylem m otor kortesi ilgi­ lendirir. Beynin en öndeki bölgesi olan frontal lob'da bulunan m otor korteks bir bilgisayar gibi çalışır. Tabii bir de programcı gerekir ve bu görevi de prefrontal lob üstlenir. Niyet etme, ey­ leme karar verm e ve en karmaşık davranışları düzenlem e gibi işlevler bu bölgeden kaynaklanır. Prefrontal lobun işlevleri hakkındaki ilk bilgilerimiz 1940



76



V A R O L U Ş VE PSİK İYATRİ



ve 50'lerde edinilmiştir. Lobotom i adıyla bilinen ve o yıllarda şizofrenik bozuklukların tedavisi am acıyla uygulanan bu cerra­ hi işlemde prefrontal lobun lifleri kesildiğinde, hastalarda inisi­ yatif kaybı, künt bir sükûnet, çevrenin değişm esini istememe gibi değişim ler gözlem lenm işti. Bu ve diğer bazı olgulardan edinilen bilgilerin ışığında bugün, prefrontal bölgenin amaca yönelik davranışları yönettiğini biliyoruz. Rus nöropsikolok A leksander Luria'nın da belirttiği gibi, beyni üç işlevsel birim de inceleyebiliriz: dikkatli uyanıklık, bil­ gi işlem ve eylem. Beyinde on beş m ilyar sinir hücresi bulunur. Bu hücrelerin tüm ünün birbiriyle ilişkiye geçtiğini farzedelim. Bu bizi hiçbir beynin ya da bilgisayarın baş edem eyeceği bir karm aşıklık düzeyine getirir. Dolayısıyla, organizm anın opti­ mal bir düzeyde çalışabilm esi için bu üç birim arasında denge­ li bir etkileşim gereklidir. Bilinçli düzeydeki her etkinlik bu üçünün ortaklaşa hareket etmesi sonucu ortaya çıkar. Bir başka deyişle, beynin bir bölgesinde algılayıp bir başka bölgesinde harekete geçmiyoruz. Bundan ötürü belirli bir etkinliğin beynin neresinde lokalize olduğu sorusu da anlamını yitirir. Bunun ne­ deni, beynin bir süreç olarak çalışmasıdır. Kalabalık bir toplulukta, aslında hiç hoşlanm adığınız, ama iyi ilişkiler sürdürm eniz gereken biriyle karşılaştığınızı düşü­ nün. Serebral korteksiniz gülüm sem enizi ve nazik bir konuş­ mayı sürdürm enizi sağlarken, aynı zamanda, lim bik sisteminiz o kişiye ilişkin olum suz duygulan, hatta bazen kalp atışlarının hızlanması gibi fiziksel belirtilerle birlikte size yaşatm aya baş­ layacak, bütün bunlar olurken R-kom pleks de çeşitli beden dili araçlarını harekete geçirerek, örneğin başınızı fazla sallam anı­ za ya da ayaklarınızın durum unu sürekli değiştirm enize neden olabilecek ve ancak dikkatli bir gözlem ci, konuşulanlarla be­ densel davranışlar arasındaki uyuşm azlığı fark edebilecektir. Bu varsayımları kanıtlam ak tabii ki çok güç. A m a yine de Oscar VVilde'ııı su sözlerini hatırda tutm akta yarar olabilir: "Öy­ le çalısmalnı yapılır ki, bir kenarda bekler dunır ve insan onla-



PS İK O TE R A Pİ



77



n uzun süre anlayamaz; bunun nedeni, henüz sorulm amış soru­ ların cevaplan olm alarıdır; ne yazık ki bu sorular, cevapların­ dan çok sonra ortaya atılırlar." M cLean ve bazı araştırm acılar, görme, işitme gibi duyu inputlarm m yalnızca kortekse değil, limbik sistem e de aktarıldı­ ğını saptamışlardır. Duygular arı biçim leriyle limbik sistemden, kom pulsif ve ritüelistik eylem ler R-kom pleksten, soyut düşün­ ce ise korteksten kaynaklanır. Ruhsal bozukluklarda, epilepside ve uyuşturucu m adde zehirlenm elerinde korteks ile limbik sis­ tem arasındaki, dolayısıyla da düşüncelerle duygular arasında­ ki göreli uyum bozulur. Korteksle limbik sistem arasındaki ko­ pukluğun en dram atik örneği, kişinin kendi kim liğini algılayamaması ile ortaya çıkan depersonalizasyon fenomenidir. Para­ noid psikoz gibi bazı uç durum larda ise, görülene inanm a yeri­ ne, inanılanı görm e biçim inde bir karışıklık yaşanır. Epilepsiyle ilgili bazı çalışm alar gösterm iştir ki, yaşadığı­ mız duyguların dış dünyam ızda yer alan olaylarla ilişkili olm a­ sı şart değildir. Duygularım ızın yoğunluk derecesi de yaşadık­ larımızın otantik olması açısından bir ölçü değildir. İşte bu bulgulardan hareket edilerek, lim bik sistem in, orga­ nizm anın dışından ve içinden kaynaklanan yaşantıların enteg­ rasyonunu sağlayarak kişisel kim lik duygusuna katkıda bulun­ duğu düşünülmektedir. Wilson, Sociobiology adlı ve hayli ilgi çekmiş olan kitabında şöyle diyor: "Stres durum larına girildi­ ğinde, hipotalam ik-lim bik sistem insanın bilinçli dünyasını, birbirine karşıt duyguların eşzam anlı yaşandığı 'am bivalans' durum una sokar; sevgi nefretle, saldırganlık korkuyla, dünyaya açılm a içe kapanm ayla birlikte yaşanır." Günüm üzde birçok bilim adamı, 2000'li yıllara girerken bi­ lim dünyasının ilgileneceği en önem li konunun beyinle ilgili araştırm alar olacağı inancında. Bu görüşe katılanların arasında fizikçilerin de olması ilginç. Çünkü fizik, katı bilim olarak ni­ telendirilen ve dünyayı nesnel bir biçimde ele alan bir disiplin. Buna karşılık beyinle ilgili araştırmalar, bazen göriiş ayrılıkla-



78



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



rina konu olabilen ve daha yum uşak bir disiplin olan biyoloji­ nin konusu. Buna rağmen giderek ön plana çıkm aları oldukça anlamlı. Çünkü, "Gerçek nedir?", "Bildiklerimizi nasıl biliyo­ ruz?" gibi önceleri filozoflar tarafından cevaplandırılm aya çalı­ şılan sorular, şimdi biyolojinin konusu haline gelmekte. Bu ge­ lişm eler içinde belirm eye başlayan ve "psikobiyoloji" diye ad­ landırılan yeni bir alan, insanın, beyni inceleyerek kendisini an­ lam aya çalışm asını içeriyor ve yukarıda sözü edilen soruları ce­ vaplam aya çalışarak felsefenin yerini almayı amaçlıyor. Geleneksel felsefe günüm üzde eski gücünü kaybetmiş gö­ rünüyor. Bugün hayatta olm ayan ünlü fizikçi R ichard Feynman, Playboy dergisinin kendisiyle yapm ış olduğu bir görüş­ mede, "Filozoflar zamanlarının bilim sel gelişmelerini görm ez­ den gelirlerse, anlamak istedikleri şeyleri anlamaları mümkün olamaz!" demişti. Yakın geçmişte bile geleneksel filozoflar, zihinsel işlevleri incelerken konuyu yalnızca davranışlar yönünden ele almışlar, beynin kendisine ilgi göstermemişlerdir. Geçm işteki bu boşluk, günüm üzde yeni bir alan olarak ortaya çıkm aya başlayan "Nörofılozofı" ile başarılı bir biçim de giderilmekte. Tabii geçmişteki tek yönlülük felsefeye özgü bir durum de­ ğildi ve geleneksel tıp bilimi de felsefeninkine karşıt bir seçici­ likle ilgisini beyne odaklaştırm ıştı. B iyolog Sir Julian Huxley'in, "Beyin tek başına zihin için bir neden olamaz, am a zih­ nin oluşum u için gereklidir. Tek başına soyutlanmış bir beyin, biyolojik bir saçmalık olm aktan öte bir anlam taşımaz!" biçi­ mindeki isyanı, beynin bir organ mı (şey mi?), yoksa bir süreç mi olduğu sorusunu bir kez daha hatırlatmakta. Psikobiyolojinin bir disiplin olarak ortaya çıkm asından ön­ ce, beyin ve işlevlerini felsefi düzeyde anlama çabalarının ürü­ nü olan görüşler iki grupta toplanm ıştı. Bir görüşe göre, biz şeyler (nesneler) dünyasında yaşarız ve bu dünyada insanlar ve dıgeı nesneler bir günden diğerine çok az değişir. İkinci görüşe goıe, dıınya suıeçlerden oluşur. Biz bu süreçlerin parçalarını



P S İK O TE R A Pİ



79



çerçevelere koyarak algılarız ki bu, geçm işte hiç de popüler ol­ m ayan bir görüştü. Am a sonradan, m odem fiziğin önemli ölçü­ de bir süreç bilim ine dönüşm esi ve buna karşılık beynin bir "şey" durum unda kilitlenm iş olm asının yarattığı çelişki, birinci görüşü savunanların durum u yeniden gözden geçirmelerine ne­ den oldu. Tabii, sosyal bilim ler gibi, doğası gereği birinci görü­ şe bağlılığını sürdüren bazı disiplinler dışında. Beyin-bilgisayar kıyaslam alarından ö ğ renilenler de G enel S istem ler K uram ı (G eneral Systems Theory) çerçevesinde değerlendirilerek, zihin ve beden İkilisi diye bir dualizm in olam ayacağı inandırıcı bir biçim de ortaya kondu. Böylece, filozof G ilbert Ryle'in 1947'de "kategori hatası" dediği durum a da açıklık getirilm iş oldu. Bu konuda Richard Restak'ın bir benzetm esini burada ak­ tarmak açıklayıcı olabilir: Sekiz yaşında bir çocuk ömründe ilk kez W ashington D.C.'ye götürülüyor. İlk gün Kongre Binasını, ikinci gün Beyaz Saray'ı, üçüncü gün Yüksek M ahkemeyi gö­ rüyor, ardından m erakla soruyor: "Bütün bunları gördüm, peki ama devlet nerede?" Tabii çocuğun sorusu bir kategori hatasın­ dan kaynaklanıyor. Her üç bina da fiziksel olarak belirli alan­ larda olabilir, ama devletin kendisi farklı bir kategori; bu üç ku­ rumun birbiriyle etkileşim ini tanım layan en üst kategoridir. Fizikte geçerli olan Heisenberg ilkesi, beyin araştırmaları için de söz konusudur: A raştırm ada kullanılan yöntem ler elde edilen sonuçları etkiler. Gerçeğe ulaşma um uduna yaklaştığı­ mız her an, ona ulaşmak için yeni ve beklenm edik yolları kar­ şım ıza çıkaracak ve bu böylece sürüp gidecek. Yazgımızın bir parçası olan bu açmaz vaktiyle filozof Demokritos tarafından şöyle dile getirilmiş: "Lanet olası akıl, sen tüm verilerini bizden aldığın halde bizi devirm eye çalışıyorsun. Am a bizim devril­ m em iz senin de düşüşün olacak!" Beyin tek başına zihin denilen olgudan sorumlu değildir, yalnızca ortaya çıkışı için gerekli bir organdır. Ama acaba bu­ nun karşıtı da geçerli olam az mı? Yani beyin de zihinsel süreç­ lere m uhtaç değil m idir? Sensory deprivation deneylerinden



80



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



edinilen sonuçlar bu soruya olumlu cevap verebilmek için ye­ terli görünüyor. Bu nedenle, uyaran yoksunluğu (sensory deprivation) denilen olguyu burada bir özetle hatırlatm akta yarar görüyorum. Kutup kâşiflerinin, batan gem ilerin günlerce denizde kalan tayfalarının ya da dünyadan soyutlanan savaş tutsaklarının duy­ gularında, algılarında ve düşüncelerinde çeşitli sapm alar göz­ lemlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı'nda on sekiz ay tek başına bir hücreye kapatılmış olan C hristopher Bumey, "Bir süre son­ ra, değişikliğin ve çeşitliliğin bir çeşni olmaktan öte, yaşamın özü olduğunu anladım," demişti. Sürekli tekdüzelik de normal kişilik işlevlerinin bozulm asına yol açabilmektedir. Uzun yol kam yon sürücülerinde dikkat ve oryantasyon bozuklukları, ba­ zen de halüsinasyonlar gözlemlenmiştir. Algı kısıtlanm asının davranışlar üzerindeki önem li etkileri­ nin uzun süredir bilinm elerine rağmen, konu ancak 1954'te Kanada'daki M cGill Üniversitesi'nde, Bexton, Heron ve Scott ta­ rafından gerçekleştirilen uyaran yoksunluğu deneylerinden sonra önem kazanmış ve yaygın bir biçim de incelenmeye baş­ lanmıştır. Bu ünlü deneyle başlayan süreçten edinilen bilgiler­ den günüm üzde astronot eğitim ine kadar uzanan çeşitli alanlar­ da yararlanılmaktadır. M cGill Ü niversitesi'nde yapılan ilk deneyde erkek kolej öğrencileri, ücret karşılığında beş gün süreyle ses geçirm ez bir odada soyutlanmışlardı. Gözler, ışığı geçiren ama şekillerin al­ gılanm asını engelleyen m askelerle örtülmüş, eldiven ve sargı­ larla dokunm a duyusu azaltılm ıştı. U harfi şeklindeki yastıklar ve hava arıtıcı bir aygıtın tekdüze gürültüsüyle işitme duyusu da kısıtlanmıştı. Yaklaşık beş günlük bir sürenin sonunda, dene­ ye katılanlarda güçlü bir uyarılm a isteği, algılam a sapm aları, şaşkınlık, dikkat toplayam am a, m ekân oryantasyonunda bo­ zukluklar ve duygusal dengesizlikler gözlem lenm işti. Yirmi do­ kuz öğrenciden yirmi beşi deney sırasında beliren halüsinasyonlardan söz etmişlerdi. Bu halüsinasyonlar, geom etrik biçim ­



PS İK O TE R A Pİ



81



lerden, karlı bir alanda om uzlarında torbalarıyla bir sıra halin­ de yürüyen sincaplar gibi karm aşık görüntülere kadar çeşitlilik göstermişti. Uyaran yoksunluğu deneyleri, beynin dış dünyaya bağımlı olarak çalıştığını ve dış dünyadan soyutlandığında, uyarılma ih­ tiyacını, en azından bir süre için yine "kendisinin" karşılam aya çalıştığını düşündürm ekte. Oysa Aristo'ya göre, beyin bir Tabula Rasa, yani boş bir alandır. Bu alan üzerine gelen yaşantılar insanın doğasını çizer. İnsan doğası hakkındaki bilgilerimizin bugün ulaştığı aşamanın ışığında baktığım ızda, iki bin yıl önce­ ki bu görüşün doğru olm adığını görebiliyoruz. Asıl ilginç olan yön, insana bakış açısı olarak A risto'nunkine benzer bir yaklaşı­ mın son otuz yılda psikoloji bilim ine egemen olması ve üstelik, sınırlı sayıda bir grup psikiyatristi de etkisi altına almış olması. Davranışçı psikoloji olarak bilinen bu akımın izleyicileri, yıllarca, istemli davranışların yalnızca görünüşte böyle olduk­ larını ve aslında dış uyaranlara otom atik tepkilerden başka bir anlam taşım adıkları görüşünü savunmuşlardır. Oysa ki, seçim ve istem gibi süreçlerin olm adığına ya da gerekli olm adığına inanm ak, canlı organizmaları değil m akineleri incelemek olur. Bir Skinner kutusunu ele alalım. M anivelaya basılınca be­ sin m addesi çıkıyor ve hayvan, doyana kadar bu eylemi tekrar ediyor. Burada seçim, istek ya da karar söz konusu değil. Oysa m anivelaya basm ak çok kısa bir süre alır. Buna karşılık kutu­ nun içinde dolaşm a, koklam a ve keşfetme gibi daha uzun süre­ li davranışlar değerlendirilm eye tabi tutulmaz. Davranışçıları ilgilendiren şey, hayvanın m anivelaya kaç kez basıp ödülünü alacağıdır. U yaran-ödüllendirilm e dışındaki davranışlar gör­ m ezden gelinir. Edinburg Ü niversitesi Psikoloji Laboratuvarı'nda gerçek­ leştirilen bir deneyde, bir anne altı günlük bebeğine tekrarlı ola­ rak dilini çıkarıyor, bir süre sonra bebek de dilini çıkarıyor. Ay­ nı olay göz kırpm a ve ağız açıp kapama hareketleriyle de tek­ rarlanıyor. Tabii bu gözlem ler hiç aynaya bakmamış olan bebe­



82



V A R O L U Ş VK PSİK İYATRİ



ğin, annesinin bu hareketlerinin kendi bedenindeki karşılığını nasıl bulabildiği sorusunu da beraberinde getiriyor. Richard Restak’ın aktardığı bir gözlem e göre, Rattus Norvegicus denilen laboratuvar faresi, kafesinden alınıp m asaya konduğunda dolaşm aya ve m asanın üzerindeki bazı objeleri koklam aya başlar. Art arda çekilen fotoğrafların bilgisayar ana­ lizi yapıldığında bu davranışların rastlantısal olm ayıp bir düzen izlediği ve hayvanın önceden tanım adığı alanlara doğru yönel­ me eğilimi gösterdiği gözlem lenm iş. Bu gözlemin geçerliğini kanıtlam ak am acıyla yapılan bir başka deneyde, fare Y şeklin­ de bir alanın sap kısmının başına konduğunda, örneğin önce sağ tarafa girmiş ve sonuna kadar gitmiş. Buradan alınıp yeniden başlangıç noktasına getirildiğinde bu kez meraklı bir gezgin gi­ bi sol tarafı keşfe çıkmış. Bu ve benzeri bazı deneylerden edinilen izlenimler, davra­ nışlarım ızı uyaran-tepki m odeliyle açıklamaya çalışan ve insa­ nı ödüller ve cezalarla pekiştirilen koşullandırılm alar dizisinin bir ürünü olarak tanım layan davranışçı psikolojinin düşünm e biçim ine tamamen karşıt düşm ekte. Çünkü bu hayvanların se­ çimlerini yaparken onlara çekici gelecek bir peynir parçası ya da kaçınm a davranışlarına yol açacak elektrik şokları yok. Bu tür davranışların belki de yalnızca "yaşamın sürekliliğini koru­ ma" ilkesi yönünden bir anlam ı olabilir. Bir başka deneyde, farelere besin m addesine ulaşm ak için iki seçenek veriliyor. Biri alışık oldukları ve kestirm e bir yol, diğeri ise yeni ve dolambaçlı. Davranışçı ekolün beklentilerinin tersine, hayvanlar her zam an aşina oldukları yolu seçm iyor ve ilk kez karşılaştıkları bu yeni yolu da en azından aynı sıklıkta deniyorlar. Konuya yansız bir biçim de bakm aya çalışırsak, ye­ niliğin de bir tür ödül olup olm adığı sorusunun göz ardı edilm e­ mesi gerekir. Nitekim bu doğrultuda yapılm ış bazı deneyler oldukça dü­ şündürücü. G. B. Kisch ve J. Antonitis bir fareyi, norm alde m a­ nivelaya basıldığında hayvanı besinle ödüllendiren bir Skinner



P S İK O TE R A Pİ



83



kutusuna koymuşlar, ama bu kez besin m addesi yerine, m ani­ velaya her basıldığında parlaklığı değişen bir ışıklandırma yer­ leştirmişler. Besin m addesi olm am asına rağmen fareler yine de m anivelaya basarak ışıklarla oynam a alışkanlığı edinm işler. Rhesus m aym unlarıyla yapılan deneylerde de hayvanların be­ lirli renklere ve parlaklık derecelerine daha çok ilgi duydukları ya da sinemayı fotoğrafa tercih ettikleri, m anivelalara basarak yaptıkları seçim lerde gözlem lenm iş. Yapılan çalışmalar, şekli ona benzediği için adını denizatı­ nın Yunancasından alan "Hippocampus"un, yeni bellek oluşu­ m unu sağlayan beyin bölgesi olduğunu göstermiştir. Bu bulgu­ lar doğrultusunda yapılan çeşitli deneyler hippocam pusun ödül ve ceza faktörlerinden bağım sız olarak bilgi kaydettiğini ve ye­ nilik aram a türündeki davranışların bu bölgenin işlevleriyle ya­ kından ilintili olduğunu ortaya koym uştur. H ippocam puslan tahrip edilen hayvanlar aşina oldukları alanları tanıyam adıkları gibi daha önce keşfedem edikleri alanlarla da ilgilenmiyorlar. B azı nörofizyolojik yöntem lerle hippocam pustan alm an tek hücre kayıtları, bu bölgenin bilgi kaydetm esini sağlayan faktö­ rün ödül değil yenilik olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Son yirmi beş yıl süresince davranışçı psikoloji, insan dav­ ranışlarını fareler üzerinde yapılan gözlem lerin her zaman doğ­ ru olm ayan yorum larıyla açıklam a eğiliminde olmuştur. Bu yo­ rum ların geçerli olduğunu varsayarsak, örneğin alpinistlerin ya da kutup kâşiflerinin yeniye ve bilinm eyene yönelik davranış­ ları nasıl açıklanabilir? Bir psikoterapi buluşm asında da tedavi­ ye gelen kişi önceden saptadığı bir gündemle gelm iş olsa bile, bir saatlik beraberlik süresince ne zaman ne olacağının ya da ne konuşulacağının hiçbir kestirilebilirliği yoktur. Skinner'in günlerinden bu yana davranışçı psikoloji önemli değişim lerden geçerek eskiye oranla daha inandırıcı olabilm e­ sini sağlayacak bir esneklik kazanm ıştır. Ü stelik davranışçı ekolün geçmişteki konum unun, sinir sistemi anatomisi ve fiz­ yolojisi hakkındaki bilgilerimizin o zamanki düzeyiyle pek de



84



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



çelişkili olm adığı gerçeğinin ve bu konudaki sorum luluğun, be­ lirli bir ekolden çok, ilgili tüm disiplinlere ait olduğunun hatır­ lanması gerekir. Yine de biyolojideki son gelişm eler bu yakla­ şım ın yeniden ve tem elden gözden geçirilm esini zorunlu kıl­ maktadır. "Psikoterapi" başlığı altında biyolojiden söz etmiş olmam bazı okuyucularım tarafından yadırganmış olabilir. 1988 yılın­ da yapılan bir kongrede "Nörobiyoloji ve Davranışlar" konulu bir panele konuşm acı olarak katılm am ın ardından, bir genç m eslektaşım bana, onca yıl dinam ik psikiyatri ve psikoterapi alanında çalıştıktan sonra bunun bir "yön değiştirm e" anlam ı­ na mı geldiğini sormuştu. Ona bu tutumumun öteden beri sür­ dürdüğüm bir yönüm ü daha sağlam temeller üzerine yerleştir­ me çabasından başka bir anlam taşımadığını ve aslında biyolo­ j i alanındaki gelişmelere yalnızca kendi sentezim e katabilece­ ğim bir "seçicilikle" yaklaşm aya çalıştığımı anlatmıştım. Uzmanlık eğitimime başladıktan bir süre sonra psikiyatriyi bir bütün olarak algılam akta ve betim sel (descriptive), organik, dinamik ya da analitik psikiyatri gibi parçalar arasındaki bağ­ lantıları kavramakta güçlük çektiğimi hatırlıyorum. O zam an­ lar bu karışıklığın kendimden kaynaklandığına inanmışken son gelişm elerin ışığında bu olguya yeniden baktığım da kendime haksızlık etm iş olduğumu düşünüyorum. Örneğin kişi psikote­ rapiste gidiyor, onunla yaptığı konuşmalarda sorunlarına iliş­ kin içgörü kazanıyor, vb. Bu fiziksel olmayan bir tedavidir. Ç ün­ kü doktor hastasına dokunmuyor, bedenini m uayene etmiyor, çoğu kez ilaç da kullanılmıyor. D olayısıyla şöyle bir izlenim oluşuyor: Psikoterapistler bedeni değil, zihni tedavi ediyorlar. İşte böyle bir yaklaşım sonucu geçmişte psikiyatrik bozuklukla­ rın sınıflandırılm asında hatalı bir yola gidilm iştir ve bu etki gü­ nümüzde de önem li ölçüde sürdürülmektedir. Üstelik son zamanlarda, tedavi için başvuran kişinin p siki­ yatrik sınıflandırmanın hangi kategorisine ait olduğu neredey­



PSİK O TE RA Pİ



85



se tedaviye gelen kişinin kendisinden daha fa zla ilgUkonusu olabiliyor ve bu nedenle bazı psikiyatristlerin tutumu, şu ya da bu durumun hangi yasa maddesinin kapsamına girdiğini bul­ m aya çalışan yargıçları ve avukatları çağrıştırabiliyor. Bazı araştırmalarda, örneğin dem ografik ve kültürlerarası çalışm a­ larda ya da kim yasal tedavinin planlanm asında psikiyatrik sı­ nıflandırmanın yeri tabii ki önemli, ama klinik çalışmalarda bu denli ön plana alınması yaşayan insanın özüne ulaşma çabala­ rını ketleyebilir. Yakın zam anlara kadar ruhsal bozukluklar, organik (beyin­ de doku değişikliğinden kaynaklanan) ve fonksiyonel (bilinen bir nedene bağlı olm ayan) bozukluklar olarak iki ana bölüme ayrılırdı. Biyolojideki gelişm elerin ışığında değerlendirildiğin­ de böyle bir bölüm lem enin kabul edilebilir bir yanı olam az. Çünkü tüm davranış süreçleri beyin hücrelerinin birbiriyle etki­ leşim inden kaynaklanır. Bunu kabul ettiğim izde de önem li öl­ çüde konuşm a ve dinlem eye dayalı olan psikoterapinin, beyin­ de nasıl değişiklik oluşturabildiği sorusu ortaya çıkar. Bu soru­ ya verilebilecek cevap henüz varsayım aşamasında. Bir ışığın yanıp sönm esi görm e korteksinde, ya da parm aklarım ızı m asa­ ya vurm a hareketi korteksin duyu ve h areket bölgelerinde, elektroansefalografi ile kaydedilebilen beyin dalgalarına neden oluyor. Sakin bir odada kişi bunları yaşadığını düşlediğinde de aynı dalgalar kaydediliyor. Yale Center for Behavioral Medicine'de yapılan çalışm alardan alman sonuçlara göre, düşlem e be­ yin üzerinde "ölçülebilir" bir etki yaratmakta. B ir şeyi yapmayı düşlersek onu yapm ışız gibi bir beyin aktivitesi oluşuyor. A s­ lında her türlü zihinsel faaliyet beyinde değişikliğe yol açıyor, ama bunların çoğunu günüm üz teknolojisiyle saptam ak m üm ­ kün değil. Bu nedenle psikoterapi sürecindeki sözcükler, imge­ ler ve diğer yaşantıların da beyin hücrelerinin etkileşim inde de­ ğişikliklere yol açtığı düşünülmekte. Bu konuda daha da spesi­ fik çalışm alar olm akla birlikte, yapılan çıkarsam alar biıaz spc-



86



V A R O L U Ş V E PSİK İYATRİ



külatif nitelikte olduğundan burada onlara değinm eyi zamansız buluyorum. Yaklaşık kırk yıl önce, dinam ik psikiyatrinin en görkem li dönem ini yaşadığı bir zamanda, kendisinden psikoterapi eğiti­ mi aldığım Alfred Messer, bir psikanalist olduğu halde bir gün bana, "Geleceğin psikiyatrisi biyoloji içerikli bir temel üzerine oturacak!" demişti. Ben bu sözü hiç unutmadım ve sanırım ba­ na yakın gelmiş olduğu için benimsedim ve buna inandım. Üs­ telik o doğrultuda bir eklem e yaparak eğitim sürem i bir yıl uzattım. Yıllar sonra bu temelin psikiyatriye bakış açıma farklı bir boyut kazandırabilmeme katkıda bulunduğunu görüyorum. Çok sınırlı bir oranda da olsa burada aktarmaya çalıştığım ge­ lişmelerin kazandırdığı yeni bakış açısı sayesinde, bugün psiki­ yatriyi bir bütün olarak algılamaya "başladığımı" fa rk etm ek­ teyim. Bütünün içinden seçilen bir parçaya odaklanılarak geri kalan görmezden gelindiğinde bir alanın özüne ulaşılmasının mümkün olmayacağına inanıyorum. Çünkü bir figürün olabil­ mesi için bir fo n gerekli. Am a daha önem lisi psikiyatrinin artık "süreç bilim " kategorisine aday olması. Bu nedenle çalışm ala­ rını psikoterapi ve dinam ik psikiyatride yoğunlaştırm ayı tasar­ layan psikiyatrisi adaylarının bu alt uzmanlık alanını psikiyat­ rinin bütünüyle birlikte değerlendirm elerini diliyorum. Tedaviye gelen kişi ile terapistin ilk buluşm ası büyük önem taşır. Çünkü Law rence Friedm an'm belirttiği gibi, tedavi süreci içinde sonradan ortaya çıkabilecek sorunlar bu buluşm a sırasın­ da oldukça yalın bir biçim de sergilenir. Zaten genel olarak, be­ raberliğin ilk dönem inde sonraki dönem lere oranla daha fazla kargaşa yaşanır. Psikanalitik yönelim li terapistlerin çoğu, ilk dönem aşılarak oturmuş bir ilişki yaşanana dek tedavinin ger­ çek anlam da başlamadığı kanısındadır. Her terapistin tedaviye yaklaşım ındaki farklılıklar doğal olarak bu tür değerlendirm e­ lere de yansır. Ben ilişkinin, dolayısıyla tedavi sürecinin ilk



PSİK O TE RA Pİ



87



karşılaşm a anında, hatta ilk buluşm a için yapılan telefon görüş­ m esinde başladığı düşüncesindeyim . Çünkü olayı kendim de böyle yaşıyorum. Bu nedenle başvuru telefonlarına kendim ce­ vap veriyorum. Sekreteri ya da bir yakını aracılığıyla başvuran kişilerin kendileriyle görüşm edikçe randevu vermem eyi yeğli­ yorum. Bu tutum um un nedenlerinden biri, gelm e talebinde bu­ lunan kişinin bu ilişki içindeki sorum luluğunu en başından üst­ lenmesini beklem em. Ayrıca böyle bir ilişki içinde başkalarına yer olm adığına inanmış olm am ın da payı var. Tabii aile tedavi­ si ya da eşlerin tedavisi gibi bazı uygulam alar dışında. Telefondaki ilk görüşm e sırasında, buluşm a tarihinin her iki tarafın kendi koşullarına göre ayarlanabilm esi, uzunca bir bek­ leme süresi söz konusu olduğunda bu durum un nedenlerine iliş­ kin benim tarafım dan yapılan açıklam alar ve bazen karşı tara­ fın itirazı, ofisim in bulunduğu semte aşina olm ayanlara yapılan adres tarifleri gibi konuşm alar "birlikte sorun çözme" öğesi ta­ şıdıkları için ilişkinin başlam asına katkıda bulunurlar. Aslında bir başkası aracılığıyla randevu istenmesi zaten ender yaşadı­ ğım bir durum. Çoğu insanın sezgi yoluyla kendisine daha uy­ gun olan psikiyatristi seçebildiğine inanıyorum. Tedavi süresince kişinin yakınlarından birinin telefon ede­ rek ya da görüşm e talebinde bulunarak benim le ilişki kurm a gi­ rişim lerini genellikle karşılıksız bırakıyorum . A slında ender karşılaştığım ve çoğu kez tedaviye gelen kişinin haberi olm a­ dan yapılan bu girişim lerin çeşitli nedenleri olabiliyor. Tedavi­ ye gelen kişinin süreç ilerledikçe kendi ego sınırlarını daha iyi çizm eye başlam ası yakın beraberliklerin dinam iğine de yansı­ dığından, bu durum onunla ortakyaşam (sym biosis) ilişkisi içinde olan eş, anne, baba, vb. konum undaki diğer kişinin tedir­ gin olm asına neden olabilir. Eğer tedaviye gelen kişinin yakın ilişki içinde olduğu biri ona karşı suçluluk duyguları yaşıyorsa, tedavi ortam ında gıyaben yargılandığı sanısına kapılabilir ve terapistin bir de öbür tarafın hikâyesini dinlem esini isteyebilir. Geçm işte bu tür talepleri, tabii tedaviye gelen kişiye de da­



88



V A R O L U Ş VE P S İK İYAT Rİ



nışarak kabul ettiğim olurdu. Çünkü ortakyaşam ın öteki partne­ ri, tedaviye gelen kişideki değişim ler sonucu ilişki içindeki ye­ rini yitireceği paniğine kapılabilir ve başka türlü bir beraberlik yaşam am ış olduğu için ilişki içindeki yerinden değil, rolünden olacağını göremeyebilir. Daha ender karşılaşılan bir başka du­ rum da ikinci kişinin terapisti kendinden yana çekebilm e ve hatta onu kendi çıkarları doğrultusunda kullanm aya çalışm a gi­ bi saldırgan amaçlarla görüşme talebinde bulunmasıdır. Bu tür girişim ler bazen ustaca m askelendiğinden, yeterli deneyimi ol­ m ayan bazı psikoterapistler sergilenen oyuna farkına varmadan katılarak tedaviye gelen kişinin kendilerine karşı geliştirdiği güvenin sarsılm asına neden olabilirler. Bu gibi kişilerin saldır­ gan eğilim leri, istekleri gerçekleşm ediği takdirde doğrudan ya­ şanır ve bazıları terapisti kara listelerine alırlar. Kendine özgü bazı durum lar dışında, geçm işte ikinci kişi­ lerle yaptığım görüşmelerin, yaşadıkları anksiyeteyi geçici bir süre için hafifletm ekten öte bir anlam taşım adığı izlenim ini edindim. Bu nedenle ikinci kişilerin kaygılarının ancak tedavi­ ye gelen kişiyle olan ilişkileri içinde giderilebileceğine inanıyo­ rum. Çünkü sorun orada, kendi ilişkileri içinde yaşanmaktadır. Tedaviye gelen kişi kendini bu ilişki içinde varedebilm e çaba­ larında kararlılık gösterirse, oluşan yeni dengeler de zamanla benim senir ve diğer kişinin bu değişim lerden ötürü yaşadığı anksiyete de giderek hafifler. Psikiyatride uzmanlık eğitimime yeni başladığım günlerden birindeydi. Üst katta bağırıp çağıran kadınların sesini duydum. Ne olduğunu anlamak için odamdan çıktığımda karşılaştığım bir hemşire, bağıran kişilerin hastanede yatan annelerini ziya­ rete gelen kızları olduğunu söyledi. Durum u çoktan düzelmiş olan annelerini hastaneden çıkarm am ak için türlü nedenler ile­ ri sürüyor, üstelik annelerine iyi bakılmadığı gerekçesiyle her gelişlerinde hastane yönetim ini ve doktorları suçlayarak olay çıkarıyorlarm ış. Yaşlı kadının tedavi sorum luluğu bir başka



PSİK O TER A Pİ



89



m eslektaşım a aitti ve hakkında hiçbir bilgim yoktu. Am a onun­ la nöbetçi olduğum gecelerde karşılaşıyor, her hastanın olduğu gibi onun da hatırını soruyordum. H emşirelerin ve diğer hasta­ ların ona saygı duyduklarının farkındaydım ve giderek bu duy­ guyu ben de paylaşm aya başlamıştım. Am a onu her görüşümde neden uzun süredir hastanede olduğu sorusu da zihnimi kurca­ lıyordu. Koridorda karşılaştığım hemşire farkına varmadan bu m e­ rakımı gideren açıklam alar yapm aktayken, o dönemde birlikte çalıştığım yaşlı Dr. Svecenski her zam anki sıcak ve babacan tavrıyla karşımda belirdi. Konuşmayı duym uştu ve "Gel, sana bir şey söylem ek istiyorum," diyerek kolumdan tutup benimle yürüm eye başladı. "Bunu hiç unutma," dedi, "psikiyatrik teda­ vi söz konusu olduğunda, çoğu kez ailenin yanlış üyesi hastane­ ye yatar!" Sonraki yıllarda Svecenski ustanın bu sözlerini çok sık hatırladım. Bir psikoterapistin tedavi ilişkisi içinde kendi ego sınırları­ nı iyi belirlem esi gerekir. Ancak geleneksel kültürüm üzde bunu gerçekleştirm ek her zaman kolay olmaz. Ebeveyn-çocuk ilişki­ leri süregelen kültürün özerkliğe fazla izin verm eyen altyapısı üzerinde geliştiğinden, yakın ve sıcak görünüm lü bir gelenek­ sel ilişki örüntüsüyle m askelenmiş ortakyaşam eğilimleri gün­ lük toplumsal yaşam içinde oldukça yaygın. Pek çok insanın ego sınırı, narsisizm lerini okşayan sözcükler karşısında çabu­ cak eriyip yok oluverir. Egoların birbirine geçm esiyle yaşanan ve bastırılmış düşm anca öğeleri içeren bu olgunun kültürüm üz­ deki adı "samimiyet" gibi sıcak bir sözcük. Birbirini karşılıklı kullanm a eğilim lerinin etkisinde yaşanan ve çoğu kez bilinçdışı sadist-m azoşist öğeler de içeren bu olgu, ego sınırlarının kay­ bolm am asına rağm en bu sınırların algılanm adığı "birlikte varolabilme" sürecinin otantik içtenliğinden yoksundur. Egosunun sınırlarını iyi belirleyem eyen bir psikoterapist, tedavi am acı dışında kullanılm aya açık olur ve bu durum leda-



90



V A R O LU Ş V E PS İK İY A T R İ



viye gelen kişinin, en azından bilinçdışında, ona güven duyam am asına neden olur. Ego sınırlarını korum akta güçlük çektiği için süperegosuna teslim olan bir başkası, bunun sonucunda ge­ liştirdiği katı tutumuyla tedaviye gelen kişinin egosuna ulaşa­ m az ve bu kez kendi süperegosuyla karşı tarafın süperegosu arasında bir ilişki başlar. Böyle bir durum yargılayıcı tutumlara ve karşılıklı m antık tartışm alarına yol açabilir. Kendi egosunu gereğince algılayam ayan bir terapistin de tedaviye gelen kişinin anksiyetesini hafifletici yardımları olabi­ lir. Ancak kendi altyapı sorunlarını göremediği için karşı tarafınkini de algılayabilm esi kolay olm az ve bu nedenle ona ego­ sunu geliştirebilm esi yönünde ciddi bir katkıda bulunam az. Anksiyeteyi ya da semptomları hafifletm ekle sınırlanm ış kısa süreli psikoterapilerde altyapı sorunlarına girm ek am açlanm a­ mış olduğundan böyle bir durum zaten sorun yaratmaz. Ancak boşluk, anlam sızlık ya da yabancılaşm a gibi varoluş sorunları­ nı doğrudan dile getiren kişilerin sayısı da giderek artmakta. Ego yapısıyla ilgili bazı sorunlar bir toplum un ortak altya­ pı özelliği olduğundan, terapistin içinde yaşadığı ve parçası ol­ duğu kültüre aynı zam anda dışarıdan da bakabilm esi gerekir. Bununla anlatılm ak istenen, ait olduğum uz toplum un bireyle­ rinde gözlem lediğim iz ve bize olum suz görünen bazı özellikle­ re eleştirel bir gözle bakabilm ek ve bunları yargılam ak değil. Genellikle narsisizm im izin ürünü olan böyle bir tutum, aslında "kendi yansım am ızı toplumda seyretmekte" olm am ızdan kay­ naklanan bir isyanı dile getirm ekten öte bir anlam taşım ayabi­ lir. Yadsıma öğesi güçlü bir tepki olduğundan kendim ize yaban­ cılaşmayı artırıcı bir nitelik bile kazanabilir. Oysa burada anla­ tılmak istenen, düşünce düzeyinde bir olgu olm adığından ger­ çekleştirilebilm esi de oldukça zor. A it olduğu toplumun birey­ lerindeki ortak kişilik özellikleri terapistte de varolduğundan, yaşanan kültürden ve onun dönüşüm lerinden kaynaklanan so­ runların kendi kişiliğindeki yansım alarını tanıyabilm esi kolay olmaz. Dolayısıyla karşı larafınkileri de. Bunu aşabilm ek için



PSİK O TE RA Pİ



91



terapistin, ait olduğu kültürün arketiplerinin kendi benliğindeki varlığını, "tanım lardan öte" bir yaşantı düzeyinde algılayabil­ mesi gerekir. Bu, kavram lardan ve duygulardan bağım sız ve amaçlanarak ulaşılması m üm kün olmayan bir olgudur. İlk buluşma, hem tedaviye gelen kişinin hem de terapistin yaşam ında yeni bir olaydır. Bu, her iki taraf için eski benlikle­ rine yeni bir şey mal etm e durum unun yaşanm asını gerektirir. Rollo M ay'in belirttiği gibi, her yeni olayla karşılaştığım ızda yaşanan ve yeni bir varoluşa geçerken eskisini yok etmeyi içe­ ren bu olgu, psikoterapi sürecini yaşayan kişi ve terapist için de söz konusudur. Yeni bir olayla karşılaşm anın şaşkınlığının ar­ dından dengem izi yeniden korum aya çalışırız. Duyarsız olm a­ dan olabildiğince az etkilenm eye çalışm ak insanın temel bir sa­ vunma özelliğidir. Onun için ilk buluşm a her iki taraf için de kolay olm az. Sullivan, benlik sistem inin yabancıları düşm an olarak algıladığından söz eder. M ay de insanın kendisi için ya­ rattığı ortam ın onun kim liğinin bir parçası olduğunu söyler. Bu nedenle insan, yabancılarla karşılaştığında kendi merkezini ko­ rum aya çalışır. Birçok psikiyatriste göre, bir toplulukta ilk kez karşılaşan insanlar birbirlerini tehlikeli varlıklar olarak algıladıklarından bir ürküntü yaşarlar. Bu ürküntüyü hafifletmek için toplum, ku­ rallarıyla insanlar arasında koruyucu tam ponlar oluşturur. Ne var ki Eric B em e'in de söylediği gibi, aynı tam ponlar insanla­ rın birbirlerine ulaşm alarını da engeller. Nezaket kuralları in­ sanların birbirlerine uzak kalabilm elerini sağlayarak onları "ya­ bancı anksiyetesi"nden korur. Psikoterapide ise yakınlık am aç­ landığından toplum un sağladığı tam ponların kullanılm ası, özel­ likle psikanalistler tarafından, bir savunma davranışı olarak yo­ rumlanır. İlk buluşm ayı genellikle, "Neden beni görm ek istediniz?" sorusuyla açmayı yeğlerim. Böylesi doğrudan bir soru bile as­ lında basit bir "merhaba" tonunu içerebilir. "Nereden başlaya­ cağımı bilem iyorum !" gibi bir cevap geldiğinde, karşı tarafa el



92



VA R O LU Ş V E P S İK İYAT Rİ



verm eye çalışırım , ama bir yandan bu sorum luluğun yine de ona ait olduğunu hissettirerek. Kültürüm üzde süregelen ve asıl konuya girm eden önce uzun süre çeşitli ilgisiz konuların çevre­ sinde dolaşıldığı "anal-tutucu" davranış örüntüsünün yaşanm a­ sına fırsat verilm em esinin de ilk görüşm ede her iki taraf için ra­ hatlatıcı bir ortam oluşturduğuna inanıyorum. Üstelik böyle bir tutum, tedaviye gelen kişinin bu ilişki içindeki sorum luluk pa­ yını daha çabuk kavram asına da katkıda bulunabilir. Psikoterapinin kendine özgü bir süreç olduğu gelen kişi ta­ rafından çok iyi bilinse bile, ilk buluşm ayı yine de geleneksel bir hasta-doktor karşılaşması olarak yaşar. Bu öğe, kişinin ilk görüşmeyi bir "muayene" olarak algılam asına neden olur. Do­ layısıyla kendini gözlem altında hisseder. Herkesten gizlediği bir durum dan yakınarak gelm işse bu duygu daha da yoğun ya­ şanır. Kişinin bu görüşmeyi, aşina olduğu bir durum olan "mu­ ayene" çerçevesinde algılam aya çalışm ası belirsizlik duyguları­ nı biraz hafıfletse de ilk kez karşılaştığı bir yabancının karşısın­ da koruyucu sistemlerini yine de tehdit altında hisseder. Teda­ vinin ilk dönem inde kişiyi en çok meşgul eden sorulardan biri, terapistin kendisi hakkında ne düşündüğüdür. Bu sorunun ceva­ bını kendi içinde bulm aya çalışır, ipuçları arar. G özlem leniyor olmak bir insanı diğerinin etki alanına so­ kar, çünkü her ikisinin de eylem alanları birbirine geçmiştir. Dolayısıyla gözlem lenenin de gözlem leyen üzerinde etki ve de­ netim gücü vardır. Bundan ötürü, gözlem leniyor olmak kişinin kendisini önem li hissetm esine neden olur. Am a aynı anda kar­ şıt bir duygu da yaşanır. Çünkü gözlem lenen kişi kendisini ay­ rı ve farklı hisseder. Bu da değersizlik duygularının, hatta bazen terapiste yönelik bir kızgınlığın yaşanm asına yol açabilir. Bu duyguların üstesinden gelme çabası, bazen kişinin görüşm eye meydan okuyucu bir tavırla başlam asına neden olabilir. Ülkemizdeki sağlık sistemi, kırsal kesim deki kişilerin gün­ lük ruhsal sorunlarına yönelik hizm etler verebilecek oranda



PSİK O TE RA Pİ



93



gelişmiş değil. Geçmişte sınırlı bir süre için toplumun bu kesi­ mine açık bir çalışma sürdürdüğümde, insanların kendilerine sunulanı özüm sem eye ne kadar açık olduklarını gözlem lem iş­ tim. Görüşm elerim iz sırasında çoğunun, anababaları da dahil, otoriteyi temsil eden kişilerle doğrudan ve gerçek bir ilişki yaşayam am ış oldukları izlenimini edindim. Genellikle ancak yan­ lış bir şey yaptıklarında otoriteyle karşılaşmışlardı. Sınırlı bir deneyim kesin bir genelleme için yeterli veri sağlayamaz. Am a en azından benim karşılaştığım kırsal kesim insanı için, otorite olarak kabul ettiği birinin kendisini dikkatle dinlem esi ve anla­ maya çalışması gibi alışkın olmadığı bir durumu yaşamanın, tedavi am acıyla kullanılan diğer araçlar kadar etkili olabilece­ ğine inanıyorum. Psikoterapi sürecinin ilk buluşm asında da, önem verilen bi­ rinin ilgi ve dikkati karşısında kendini anlatıyor olmak, ortaya konulan duyguların kişiye ifade ettiği önem ve değerin artm a­ sına neden olur. Konuşmasını sürdürürken kişi, bir yandan da anlam akta olduğu konular hakkında terapistin neler düşündü­ ğüne ilişkin tahm inlerde bulunur. Bu durum kendine yönelik iç soruşturm anın artm asına ve daha fazla duygunun ortaya kon­ masına yol açar. Bildiğiniz gibi, bir konuyu birine açıklarken, düşüncelerim izi o konuyu yalnızken düşündüğüm üzden daha öteye götürür ve geliştiririz. Çoğu terapist ilk görüşm ede edilgin-gözlem ci bir konumda kalmayı yeğler. Geleneksel psikanalitik psikoterapide, tedaviye gelen kişiye ilişkin gerekli bilgiler edinilm edikçe katılımcı bir tutuma pek geçilmez. Çünkü klasik psikanalitik yaklaşım, teda­ viye gelen kişiyi geçm işine odaklanarak anlam aya çalışır. Üste­ lik böyle bir tutum transferans olgusunun yaşanm asına zemin hazırlam a açısından da önemlidir. Buna karşılık, varoluşçuluk gibi geleneksel olm ayan bir yaklaşımı benimsem iş terapistler, ilk görüşm ede katılım cı bir tutum içinde olm akta sakınca gör­ mezler.



94



VAR OLUŞ V E P S İK İYAT Rİ



Bir terapistin hangi yöntemi kullandığı kadar bu yöntemi nasıl uyguladığının önem ini kabul etm ekle birlikte farklı dö­ nem lerde her iki yaklaşımı da uygulam ış biri olarak, ilk görüş­ m ede katılımcı bir tutum içinde olm anın yararlarına inanıyo­ rum. Bir ilişkiyi yapılaşmış bir törenle başlatmanın, çağın gere­ ği yaşam akta olduğum uz kültüre pek uymadığını ve bir insan hakkında bilgi edinm enin onu tanım ak anlam ına gelm ediğini düşünüyorum . İlişki, kişilerin konumu ne olursa olsun "birlikte" varolabilmeyi tanım lar; özne-nesne biçim inde yaşanan bir beraberlik ise iki varlığın bir "durum" içindeki kilitlenm işliğini. Tedaviye ge­ len kişinin geçmişine ilişkin önem li bilgiler, paylaşılanları an­ lam aya çalışırken kendiliğinden ortaya çıkan ve dolayısıyla sü­ reç içine serpiştirilm işçesine sorulan sorularla da edinilebilir. G örüşm e sırasında birlikte varolm anın gerçekleştirilebildiği anlarda, gözlem leniyor olm anın tedirginliği ve yabancı anksiyetesi de yaşanmaz. Tedaviye gelen kişi, görüşm e sırasında anlaşılabildiğini ve tanım lam akta güçlük çektiği duyguların terapist tarafından netleştirilebildiğini fark ettikçe, anlattıklarının kendisi için önemini de daha iyi görm eye başlar ve ortaya koyduğu duygularına say­ gısı artar. Bu durum terapistin özellikle ilgi gösterdiği konularda daha da yoğun yaşanır. Kendini ortaya koym asının karşı taraf üzerindeki etkilerini hissetm ek kişinin kendi kimliğini daha yo­ ğun algılam asına neden olur. Bu, insanın kendi dünyasını bir başkasının bakış açısına açık tuttuğunda yaşanan bir olgudur. Bir ilişki içinde olan insanların birbirlerinden beklentileri olur. Tedaviye gelen kişi ve terapist de ilişkilerini sürdürebil­ m ek için birbirlerine yönelik beklentileri arasında bir uyum sağlamak zorundadırlar. Bunu gerçekleştirebilm ek için her iki tarafın da kendi beklentilerini hissettirebilmesi ve karşı tarafınkileri anlam aya çalışması gerekir. Toplum sal roller doğrultu­ sunda davranıldığında insanların ihtiyaçlarını hissettirebilmeleri ve karşı tarafınkini algılayabilm eleri önemli ölçüde sınırlanır.



P SİK O TER A Pİ



95



Oysa Law rence Frieman'ın söylediği gibi, tedavinin başlangıç aşaması bu yönden son derece kendine özgü bir durum dur ve beraberliğin geleceği açısından, nedense zaman zaman kaçırı­ lan önem li fırsatları içerir. Dolayısıyla bu beklentilerin tedavi­ nin en başında ve açık yüreklilikle ortaya konm asında yarar vardır. Bazen ilk görüşmenin ikinci yarısında, konuşmaların akışı­ nı zorlamayacağı inancındaysam, karşı tarafa, "Bugün buraya gelirken benden beklentileriniz neydi?" sorusunu yöneltirim. Böylesi doğrudan bir sorunun başlattığı sürecin beklentilerin netleşm esine katkıda bulunduğuna inanıyorum . Bu satırları yazdığım günlerde ilk görüşmem izi yaptığım ız Bayan G.'nin y u ­ karıdaki soruya cevabı, "Sizinle konuşurken sesim i duym ak is­ tedim yalnızca. Böylece şu dağınık hayatımda olup bitenler ka ­ fam da biraz netleşir diye düşündüm. Bugün için başka bir bek­ lentim yoktu," oldu. Doğrudan bir beklenti içermeyen cevabı, bir düş kırıklığı daha yaşamayı göze alam ayacak kadar zede­ lenm iş olm aktan ötürü beklentilerini yadsım a çabası mıydı? Yoksa beklentinin "bugün için" olmaması ihtiyatlı bir umudu mu dile getiriyordu? Bu soruları onunla paylaşm aya çalıştı­ ğımda, bir süre için, beraberliğimizde o ana kadar yaşanmayan bir bütünleşme oldu. Tedaviye gelen kişi bazen bir beklentisini "ilk cümlesiyle" açıkça ortaya koyar. Bugün tedavi ilişkimizin son evresini sür­ dürmekte olduğumuz Bayan E.'nin, neden benim le görüşm ek is­ tediği sorusuna cevabı kısaca, "Islah edilm ek istem iyorum !” ol­ muştu. Ç evresiyle ilişkisinin önem li bir yönünü de yansıtan kendini ortaya koyuş biçimi ve bana yönelik beklentisindeki bu netlik, onu o anda benimsememe neden olmuştu, ilişkim iz ye r­ leştikten ve onu ıslah etmek gibi bir niyetimin zaten olamayaca­ ğı belli olduktan sonraki görüşm elerim izden birinde ona, o günkü cevabının bende uyandırmış olduğu saygıyı açıklama f ı r ­ satını bulabildim.



96



V A R O L U Ş V E PS İK İY A T R İ



İlk görüşmede terapist de kendi beklentilerini açıkça hissettirebilmelidir. Örneğin, "Nereden başlayacağımı bilemiyorum," biçiminde bir giriş, dolaylı bir yardım çağrısı içerir. "Bir ucun­ dan başlayın, sonra birlikte toparlamaya çalışırız," biçiminde bir karşılık, destek vaadiyle birlikte, başlangıç için ortaya bir gündem getirm e sorumluluğunun yine de karşı tarafa ait olduğu mesajını verme konusunda yeterli olabilir. Çok ender de olsa bazen kişi, "Siz sorun," diyerek sorumluluğu tümden karşı tara­ fa yüklem eye çalışabilir. Böylesi edilgin bir tutuma karşılık ola­ rak, kişi için taşıdığı önem açısından nelerin önceliği olduğuna ancak kendisinin karar verebileceğini hatırlatırım. Buna rağ­ men bir giriş yapılm azsa, karşı tarafın kendini ortaya koymaya başlamasına kadar sürebilecek bir sessizliği kabullenirim. Deneyimimin daha sınırlı olduğu günlerde, bu konuda içi­ ne düştüğüm tuzakları ve üstükapalı süren pazarlıklardaki şan­ sımı, dolayısıyla karşı tarafın şansını da azalttığım durumları, unutulmaması gereken dersler olarak belleğimde korumaya ça­ lışıyorum. Terapistin birikimi ne denli zengin olursa olsun di­ ğer taraf, kendisi için yıkıcı da olsa sürdürmekte direndiği se­ naryosunun yaratıcısıdır ve kendi oyununda uzmanlaşmıştır. Bu konuda Frieda From m -Reichm anın bir sözü bana hep reh­ ber olmuştur: "Tedaviye gelen kişi, sizden daha zeki ya da da­ ha zengin bir birikimle donanmış olabilir, am a siz ondan daha yürekli olmalısınız!" ilk görüşm ede kişi, konuşm asına soyut kavram lar ve y o ­ rum lamalarla başlayabilir. Bu, yabancı anksiyetesinden kay­ naklanan geçici bir durum ya da yaşantılarını paylaşm ayı öğ­ renememiş olmanın sonucu geliştirilm iş bir savunm a sistem i olabilir. H angi türde olursa olsun, kişiyi zedelenme olasılığın­ dan korumayı amaçlayan bu durumlar, terapistin onu anlaya­ bilmesini engeller. Böyle durumlarda kişiye, yaşantılarını orta­ ya koym ak yerine yaşantılarına ilişkin yorum lar yaptığını ve yaşantılarının yine kendisinde saklı kaldığını, bu nedenle de ona ulaşamadığım ı açıkça dile getiririm . Yumuşak bir tonda



P S İK O T E R A P İ



97



yapılan böyle bir uya n çoğu kez kişinin konuştuklarına sahip çıkmasına yardımcı olur. Ama eğer durum katı bir savunma sis­ teminden kaynaklanmaktaysa, bu engeli aşm ak Herki görüşm e­ lere de sarkacak sürekli bir çabayı gerektirebilir. Beklentiler karşılıklı olarak ortaya kondukça tedavi süreci­ ni paylaşan ortakların her biri diğerinin kendisinden neler bek­ lediğini giderek daha iyi kestirebilm eye ve beklentilerini karşı tarafın daha kolay kabul edebileceği bir biçimde ortaya koym a­ ya başlar. Ruesch'e göre, terapist tedaviye gelen kişinin ihtiyaç­ larının en azından bir kısmını karşılam alı ve başlangıçta ona, onun tarzına uygun bir biçimde yaklaşmalıdır. Ne var ki karşı­ lıklı uyum çabalarına rağmen yine de birinin diğerini algılayış biçimi, diğerinin kendini algılayış biçimine uymaz. Böyle bir ilişkinin tem elindeki güçlü arketipsel öğeler nedeniyle, bera­ berlik süresince zam an zaman tümgüçlü yetişkin ile çocuk ara­ sındaki ilişkiyi andıran bir örüntü yaşanır. Hangi psikoterapi yaklaşımı olursa olsun, bu olguyu tümüyle ortadan kaldırmak, en azından tedavi sürecinin başlangıcında pek m üm kün olmaz. Geleneksel psikoterapide yaratılan ortam bu durumu özellikle pekiştirici niteliktedir. Geleneksel yaklaşım da, tedavinin son evresine kadar sürdürülen bir rol dağılımı söz konusu olduğun­ dan ve bunun sonucu, terapistin insan özellikleri profesyonel kim liğinin ardında biraz fazla sıkıştığından, arketipsel öğelerin ilişkiye egemenliği daha sık yaşanır. Bu nedenle geleneksel uygulamalarda, tedaviye gelen kişi­ de terapiste yönelik bir beğeni ve ona yakınlaşm a isteği kısa za­ m anda gelişir. Aynı zamanda da terapist tarafından reddedilece­ ği, küçüm seneceği, ciddiye alınmayacağı ya da yakınlaşm a is­ teklerine karşılık verileceği korkuları yaşanır. Tedaviye gelen kişi bu duygularının çoğunu bilinç düzeyinde algılamaz, ama terapiste karşı tutumu temkinli ve dolaylıdır. Örneğin ledaviye gelenlerin çoğu, "Sizi özledim," yerine, "Burayı özledim, de­ meyi yeğler. Yakınlaşma isteklerine terapist tarafından karşılık



98



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT RI



verilm e olasılığı, tedaviye gelen kişiyi bilinçdışm daki diğer kaygılarından daha çok tedirgin eder. Psikanalitik kurama göre bunun tem elinde çocukluk döne­ m inin bir kalıntısı olan ensest korkuları bulunur. Kuram ında cinselliği vurgulam ayan yaklaşım ıyla Otto Rank, bu olguyu "ölüm korkusu" olarak adlandırmıştır. Ölüm korkusu, ego sınır­ larının bir beraberlik içinde eriyip yok olması ve bireyleşmenin yitirilm e olasılığı karşısında yaşanan korkuyu tanım lar. Öte yandan genelde farklı olgular olarak değerlendirilen ensest ve ölüm korkularının aynı olguya farklı bakış açılarının anlatım la­ rı olduğu da düşünülebilir. Çünkü aslında her ikisi de doğum öncesinde insanın annesiyle sürdürm üş olduğu ortakyaşam be­ raberliğine geri dönm e arzusunun ve korkusunun çelişkisini simgeler. Yüzyılın ilk yarısında dinamik psikiyatrinin temeline harç koymuş kuramcıların insan davranışlarını açıklama çabaların­ da ulaştıkları sonuçların aslında birbirinden çok da uzak düş­ medikleri söylenebilir. Davranışların dinam iğini açıklarken her birinin belirli öğeleri ön plana alıp diğerlerini daha az vurgu­ lamasında kendi kişilik özelliklerinin önem li payı olsa gerek. H atta yüzyılın başlarında, psikanalizin öncüsü sayılan kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinin bile bilim sel tutumlarını etkiledi­ ği söylenebilir. Adler, Freud'a karşıt olma çabasında, insanın yıkıcı eğilimlerini tümden yadsırken, Freud da Adler'le uzlaş­ mış görünm em ek için, esneklik getirdiği bazı görüşlerini açıklamamakta direnmiştir. Rank'ın Freud'a baş kaldırışının birey­ leşme kavramını geliştirm esine yol açtığı söylenir. Yakın geçmişte bir Am erikan dergisinde çıkan yazıda, F re­ ud ile Jung'un, bilim sel görüş ayrılıklarından kaynaklandığı düşünülen kopuşunda rol oynayan gerçek nedenin bir "kadın meselesi" olduğu iddia ediliyor. Son yıllarda o dönem e ilişkin yazılan ve gazetelerin dedikodu sütunlarını andıran perde ar­ kası öykülerin sayısı oldukça fazla. Bazıları ticari amaçlı spe-



PSİK O TE RA Pİ



99



külasyorılar izlenimini verdiğinden ne kadar ciddiye alınabile­ ceklerini bilemiyorum. Yine de bu ustaların kişilikleri ve birbirleriyle olan ilişkileri hakkındaki bilgiler, yapm ış oldukları ola­ ğanüstü katkılarda yer yer fa rk edilen bazı eksikliklerin, abar­ tıların ve küçük bağnazlıkların daha iyi anlaşılabilm esine ve kabul edilebilmesine yardımcı oluyor. Kurum laşm ış imgelerin gerisindeki "insanı" tanımak, okunanlara ve öğrenilenlere bir sıcaklık katıyor. İlk görüşm eden başlayarak terapist, tedaviye gelen kişiyi onun kendisini gördüğünden farklı bir biçim de algılar. Çünkü ortaya konulan, kişinin kendisi değil savunm a sistem idir ve te­ rapist kendisine sunulan bu persona ile ilişki kurm aktan kaçınır. A ncak bunu yum uşak bir tavırla gerçekleştirm esi gerekir. Ç ün­ kü özellikle psikoterapinin başlangıcında, kişinin gerçek kendi­ si olduğuna inanm ış olduğu personasını tüm den reddetm ek, onu alışageldiği destek sistem inden yoksun bırakabileceğinden, kendisini anlaşılm am ış ya da reddedilm iş hissetm esine, hatta tedaviyi terk etm esine neden olabilir. Genelde her iki taraf da birbirine uyum sağlam a çabalarında zorlanır. Tedaviye gelen kişi alışageldiği ve d o layısıyla kendisi için önem li olan "tarz"ından özgürlüğü pahasına vazgeçm em ekte direnirken, te­ rapist de onun dünyasına bazı çekinceler koyarak katılır. Szasz'a göre, ilişkinin sorunsuz akıp gitmesini sağlayan faktörler aynı zam anda tedavinin gelişmesini de sınırlar. Buna karşılık tedaviye gelen kişi ile terapist arasında hiçbir uyum sağlanam a­ ması, ilişkinin oluşum unu ve sürdürülebilm esini engeller. Bunu aşabilmek, her zam an olm asa da önem li ölçüde terapistin bece­ risine bağlıdır. Psikoterapi, doğası gereği, ortakların savunm a sistemlerinin gerisine çekilmelerine izin vermeyen bir süreçtir. Birbirlerini terapist ve tedaviye gelen kişi olarak gören iki kişi­ nin ilişkisinden öte bazı boyutları ve diğer ilişkilerde yaşanamayan zenginlikleri içerir.



100



V A R O L U Ş V E PS İK İY A T R İ



1960'ların sonlarında bir gün Amsterdam sokaklarında yü ­ rürken bir an gözüm kapısı açık bir pub'ın içerisine takıldı. Bir m üzik makinesine dayanmış iki genç, o yıllarda gözde olan "Ali you need is love!" adlı bir Beatles m elodisini kendilerinden geç­ mişçesine makineyle birlikte haykırıyorlardı. Hallerinde öyle bir şey vardı ki onlara bakarken hüzne benzer bir duygu yaşamıştım. B ir an süren bu yaşantımı sonradan anlamaya çalıştığımda, sev­ giye duyulan ihtiyacı haykıran bu insanların yüzlerindeki maskeleşmiş gülümsemenin altındaki umutsuzluğu algılam ış oldu­ ğumu fa r k etmiş ve önce sevgi, sonra yaşam yalnız çocukların hakkı diye düşünmüştüm. Çünkü yetişkinler dünyasında sevginin insanın kendini varedebildiği yerde yaşandığına inanıyorum, kendiliğinden ve çoğu kez adını koymaya da gerek olmadan. Durgun ve karam sar bir anım ızda bir yakınım ızdan sıcak il­ gi görm ek içim izi ısıtır, kendim ize ve dünyaya daha olum lu bakm am ızı sağlar. Ama bir süre sonra kendimizi varetm e so­ rum luluğu ile yeniden yüzleşm em iz gerekir. Sevgi denilen, adı var tanımı yok bir olguyu "ithal ederek" yaşam aya çalışmanın, insanın kendisini pazarlamasını ve benliğine yabancılaşmasını içeren bir bedeli de olduğu genellikle görm ezden gelinir. A nla­ şılabilm e ve hissedilebilm e, yerini ilgi görme ve beğeni topla­ maya bıraktıkça, yaşam üretme potansiyeli de giderek kullanıl­ maz olur ve insan kendisini nasıl çıkacağını bilemediği bir kı­ sırdöngünün içinde bulur. Yıllar sonra Ankara'da katılmam gereken bir kutlama y e ­ meğinde sahneye çıkan şarkıcının acı çekiyormuşçasına söyle­ diği "Bir sevgi istiyorum" adlı şarkıyı dinlerken, Amsterdamlı gençleri bir kez daha hatırladım. Sonra da, "Biri sevgi istiyo­ rum diye gerçekten böyle ortaya çıksa sanırım çoğu insan ka­ çar!" diye düşündüm. A m a dinleyenlerin çoğu şarkıya aynı coş­ kuyla katılmaktaydılar ve melodi kadar sözlerle de özdeşleştik­ leri belliydi.



PSİK O TE RA Pİ



101



Tedaviye gelen biri bir gün, "İhtiyacım olan tek 'şey' sevgi! Çevremdekiler bunu bana veriyor olsa hiçbir sorunum kalm az­ dı!" sözleriyle isyan ettiğinde, ona, "Peki am a size göre, veril­ m esini istediğiniz o 'şey' ne?" diye sormuştum. Çünkü konuş­ m asının tonlaması sevgiden bir nesneym işçesine söz eder gibiy­ di. Sevgiyi alınan ve verilen bir nesne gibi algılam ak Batı etki­ sindeki kültürlerde sık gözlemlenen bir olgu. Erich Fromm ki­ taplarında bundan çok söz eder. A m a vaktiyle tatilimi geçirdi­ ğim bir güney kasabasında o yaz çok sık duyduğum ve "Ben sa­ na sevm eyi öğretem edim " sözlerini içeren şarkıdaki m esaja başka kültürlerde kolay rastlanacağını sanmıyorum.



Herkesin istediği ve klişeleşm iş bir sözcük içine sıkıştırıl­ mış bu "şey"in, aslında her insana göre farklılıklar gösteren bir anlam taşıdığını sanıyorum . Ç ocukluk yıllarından alacağı ol­ m ayan b ir insan düşünem iyorum . Ç oğum uz bunun bıraktığı boşluğun yetişkin yaşam ım ızda giderilm esini bekliyoruz, özel­ likle de yakın ilişkilerimizde. Kim imiz, geçm işten kaynaklan­ dığını bilm eksizin yaşanan bu boşluktan ötürü yetişkin yaşam ı­ m ızı paylaştığım ız kişileri sorum lu tutar, hatta onları suçlarız. Oysa bir insanın bir diğerinin yaşam ına tek yönlü katkıda bu­ lunması, yetişkinler arası ilişkilerde zam an ve durum la sınırla­ nan ve sürekli yaşanması m üm kün olm ayan bir olgudur. Bu ne­ denle, verilemeyeni ve artık verilm esi mümkün olmayanı bek­ lemekte direndiğim iz oranda yaşam ı da durdurm uş oluyoruz. Öyle olur ki, bazen karşım ıza çıkan birinin bu boşluğu gi­ derecek güce sahip olduğuna inanırız. O kişinin savunm a siste­ mi kurtarıcı tavırları içerdiğinden ya da onun öyle olduğuna kendim iz de inanm ak istediğimizden. Am a çoğu kez yanılsa­ mam ızı bir süre sonra fark eder, onun da bizim beklediğimizi beklediğini kabul etm ek zorunda kalırız. Yaşatılma beklentim i­ zi "şey" olarak algıladığımız oranda beklentim izi yönelttiğim iz insanı da "şey" olarak görür, dolayısıyla kendimizi de "şey"e



102



VAKOI.UŞ VI-; P S İK İYAT Rİ



indirgem iş oluru/., (¡ünüm üzde birçok yakın beraberlik "şeyle­ rin ilişkisi" olarak yaşanmakta. Güvenceye yönelik bir dayanış­ ma temeli üzerinde sürdürülen bu tür "şirket ilişkileri" genellik­ le pek uzun ömürlü-olmuyor ve günüm üzün şeyler dünyasında­ ki seçenek bolluğu nedeniyle yeni yanılsam alara yönelmiyor. İnsanları şeyler olarak görmek, onları kullanm a eğilimiyle birlikte yaşanır. Ama kullanm aya giden kullanılır, bu tür ilişki­ lerin doğası gereği. İnsanlar genellikle bu olgunun yalnız ikin­ ci yarısını algılamayı yeğler, kullanılm ış olm aktan ötürü yakı­ nırken kendi am açlarına dürüstçe bakm aktan kaçınırlar. Çünkü kendisini "şey"e indirgemiş olm a sonucu yaşanan varolamama suçluluğu ile yüzleşmek insana ağır gelir. "Geçm işten taşıyıp getirdiğim iz bu vakum u giderm ek ve kendim izi şeyler dünyasına indirgem em ek nasıl mümkün olabi­ lir?" sorusunun cevabı, kendim izi durum olm aktan çıkarıp bir süreç olarak yaşama çabalarını içerir. Tabii üst sistem lerin bire­ yi şeye ya da durum a indirgeme yolundaki baskısının da bu ol­ guyu karmaşıklaştıran bir etken olduğunu göz önünde tutarak. Bu sistem lerin şartlandırdığı yönde "bir şeyler yaparak" varol­ m anın ısm arlanabileceği yanılgısına çok alışm ış olduğum uz­ dan, varolm anın doğal sonucu olarak da bir şeylerin yapılabile­ ceği düşüncesi ilk bakışta fazla soyut görünebilir. Çünkü tek se­ çeneğim izin bir durum dan bir başka durum a dönüşm e olduğu­ na şartlanm ış varlıklarız. Yaşama anlam katabilm e gücü, yaşamın anlam sızlığını ka­ bul etme yürekliliğiyle etkinlik kazanır. Am a çoğu zaman insan bu ürkütücü gerçekle yüzleşm ektense, kendisine yabancılaşm a pahasına geliştirdiği by-pass sistemleri içinde sıkışıp saklanm a­ yı yeğler. Yaşamın anlam sızlığıyla yüzleşm ek yerine yaşamın anlam sızlığını tartışır. En azından üst sistem lerin beklentileri göz önünde bulundurulduğunda, insanın kendisini süreç olarak gerçekleştirm esinin her zaman m üm kün olam ayacağını tabii ki kabul etm ek gerekir. Ama sanırım önem li olan, kendim izi ne zaman yaratıp ne zaman sattığım ızın farkında olabilmek.



P SİK O TER A Pİ



103



Bir psikoterapi uygulaması da şeyler ilişkisi olarak yaşana­ bilir. Doğal olarak böyle bir durum da amaç, bir durumdan diğe­ rine dönüşüm le sınırlanır. Bu sınırı aşm am ayı özellikle am açla­ yan yaklaşım lar bile vardır ve bu tür uygulam alar çalışmanın tedavi değerini azaltmaz. Önemli olan terapistin amaçlarını iyi belirlem esi ve ne yaptığının farkında olmasıdır. A m a genelde tedavi ilişkisinin bir süreç olarak yaşanıp yaşanam am ası, belir­ li bir yaklaşım ın öngördüğü am açlar ve yönlerden çok terapis­ tin yaşam a bakış açısı ve kişisel birikim iyle doğrudan ilintilidir. Tedaviye gelen kişi başlangıçta sevilm e ve kabul edilme beklentilerinin edilginliğiyle beraberliğe katılır. Sonraları gide­ rek, öncelikle kendisini sevmeyi ve kabul etm eyi öğrenme so­ rum luluğunu üstlenir. Dünya ile gerçek bağlar kurm anın ancak bu yoldan sağlanabileceğini anlam aya başlar. Bu amacın tüm psikoterapi ekolleri için geçerli olduğu söylenebilir. Tedavi sı­ rasında dünya ile oluşturulan yeni bağlar, özne ile nesneler ara­ sında eskisinden daha farklı köprüler oluşturm a anlamını taşı­ yabilir ya da kişi bu "bağların kendisini yaşama" sürecini baş­ latabilir. Bu temel farklılık terapistin tutum uyla belirlenir. Klasik psikanalizi çağdaş psikoterapilerin anası olarak ka­ bul edersek, ondan doğan çocukları üç kategoride değerlendire­ biliriz: baskıcı sayılabilecek analarına isyan edip kendi yolları­ nı oldukça bağım sız bir biçimde çizen Jung, Adler, Rank, vb. kuram cılar; ego analistleri gibi analarının gösterm iş olduğu yoldan sapm aksızın kendilerini ondan öte geliştirenler ve ona sadık kalanlar. İkinci Dünya Savaşı öncesindeki bu görüntü, sa­ vaş sonrası ortaya çıkan çok sayıda ve bir bölümü gayri meşru torunun varlığı ile en azından bir süre için oldukça geri planda kalmıştır. Yeni kuşağın ortak özellikleri arasında, doğdukları çağın gereği biraz aceleci olmaları ve bundan ötürü yüzeysel kalm a­ ları, özgürlükçü eğilimlerinden ötürü eski kuşakları tutucu bu­ larak küçüm sem eleri ve moda olma hevesine kapılıp yayılm a­ cılığı derinliğe yeğlem eleri sayılabilir. 1960'larda torun sayısı­



104



V A KOL UŞ VE P S İK İYAT Rİ



nın üç yüzü aşlığı söyleniyordu. Bir süre sonra çoğu, köklerini yadsım ış olm aktan kaynaklanan b ir balonlaşm anm bedelini ödediler. Kimi endüstrileşerek ya da tarikat benzeri gruplaşm a­ lara dönüşerek zaten zayıf tem ellere dayanan bilim sel kim likle­ rini tüm den yitirdiler, kimi ise öylece geldi geçti ve yok oldu. Geriye çok azı kaldı ve onların da bir kısmı, artık hayatta olm a­ yan kurucularının adlarıyla varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Tarihini yadsıyan bir insanın kendisiyle barışık olabileceği­ ne inanmıyorum. Ne de böyle bir toplumun kim lik sorunlarını aşabileceğine. Bilim denilen sürecin herhangi bir aşamasında ortaya çıkan bir düşünce de kendisinden öncekileri yadsıyan bir tavır içinde olursa, köksüzlüğün bedelini, cılızlığı ve geçiciliği ile ödem ek zorunda kalır. İkinci kuşak psikoterapi ekolleri, köklerine isyan etmiş ama onun varlığını yadsım am ış oldukla­ rı için 1960'larda psikoterapi alanında yaşanan kargaşadan son­ ra da varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Eski güçleriyle olm asa bi­ le saygınlıklarıyla ve kendilerini yinelem e çabalarıyla. Yaşlı ana ise yüzyılımızın düşüncesini etkilem iş tarihsel bir değer ol­ m aktan öte sık sık başvurulm ası gereken bir bilge gibi bu alan­ da çalışanlara hâlâ yol gösterebiliyor. Klasik psikanalizin bir tedavi yöntem i olarak günüm üz ger­ çeklerine ne denli uyduğu tabii ki tartışılabilir, am a "psikanalitik kişilik kuramı"nı biyolojideki gelişm elerin ışığında yeniden değerlendirm e çabaları, yaşlı ananın kolayca bir kenara itilemeyeceğinin ciddi bir göstergesi olsa gerek. Bir başka kitabımda ayrıntılı olarak ele alınmış olduğu için, bu aşamada klasik psi­ kanalizi yalnızca bir hatırlatm a yapm a çerçevesinde tartışm ak­ la yetinm eyi yeğliyorum. Psikanalizin insan davranışlarını değerlendirişine kesin bir determ inizm egemendir. Bu determ inizm , yaşamın ilk yılların­ daki yaşantıların yetişkin davranışlarının temel belirleyicisi ol­ duğu görüşünü içerir. Bu etkiyi gerçekleştiren ve bilinçaltı adı verilen alana ulaşmak mümkündür. Yaşam süresince bu alana bastırılarak insanın bilinçli dünyasına gizli kalan m ateryalin bi-



PSİK O TE RA Pİ



105



linçe ulaşm ası ile "şifa" sağlanm ış olur. Böyle bir yaklaşım yal­ nızca klasik psikanalizin değil, Adler, From m , Homey, Jung, Rado, Rank ve Sullivan gibi diğer analitik ekollerin de tedavi uygulam alarına tem el oluşturur. Klasik psikanalize en sık yöneltilen eleştiri, transferans de­ nilen olgunun sistem atik analizine odaklanan bir tedavi yöntemi olmasıdır. Diğer psikanalitik ekollerde de analizine öncelik ve­ rilen transferans, yaşamının ilk yıllarında kişi için önem taşımış olan kişilere ilişkin duyguların bilinçaltında varlıklarını sürdü­ rerek, sonraları yine bilinçaltı m ekanizm alarla, yetişkin yaşam ­ da önem verilen kişilere (analiste) yöneltilm esini tanımlar. K lasik psikanalizin ilk dönem inde, yaşamın ilk yıllarının duygusal beklentilerine gerilem eyi sağlayacak bir ortam yara­ tılm asına çalışılır. Bu sağlandığında, analize gelen kişi "transfe­ rans nevrozu" denilen olguyu yaşam aya başlar. Bu olgu, teda­ viye gelen kişinin altı yaşından önceki dönem ine ilişkin ve bilinçdışında hâlâ etkin olan yoğun duygusal beklentilerinin, bas­ tırıldıkları alandan harekete geçerek, bu kez analistin şahsına yönelik olarak yeniden yaşanm asını içerir. Bu olgu tedaviye ge­ len kişinin analiste ilişkin ikili bir yaşantı sürdürm esine neden olur. Bir yandan çocukluk yıllarından getirilm iş beklentilerini analistine yöneltirken, diğer yandan kişiliğinin çatışm alardan özgür olan yanıyla, analistle bir ittifak geliştirir. Dolayısıyla bir an transferans olgusunu tüm çocuksuluğuyla yaşarken, bir baş­ ka an kenara çekilerek bu yaşadıklarını analistiyle birlikte anla­ maya ve değerlendirm eye çalışır. Bu dönem i yaşamak tedaviye gelen kişi için genellikle pek kolay olmaz. Klasik psikanaliz, tarihi boyunca bazıları hâlâ süregelen çe­ şitli yanlış anlam alara ve eleştirilere konu olmuştur. Yanılgıla­ rın belki de en ilkel olanı, psikanalistin görevinin tedaviye ge­ len kişinin geçmişindeki "sarsıcı olayı" ve davranışlarının "nedenleri"ni ortaya koyarak onu çatışm alarından kurtarmak oldu­ ğu inancıdır. Oysa psikanalizin ilk evresinde, tedaviye gelen ki­ şinin analistine yansıttığı duygularını yoğun bir biçimde ortaya



106



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



koyabileceği, "şimdi ve burada" yaşantılarına zemin hazırlanır. Böylece kişinin geçmişinin, onun şimdiki zamandaki algılarını ve davranışlarım nasıl etkilediği ortaya konabilir. Bu süreç için­ de canlandırılan anılar, kişinin geçmişi ile şimdiki zamanının oluşturduğu sürekliliği daha iyi kavram asına katkıda bulun­ m aktan öte bir anlam taşımaz. Psikanalitik tedaviye yönelik eleştirilerden biri, transferans nevrozunun tedaviye gelen kişiyi gereksiz ve zararlı bir bağım ­ lılığa yönelttiği inancıdır. Psikanalistlere göre ise, bu olguyu yaşamak, geçmişle şimdiki zaman arasındaki farkı kavrayabil­ m ek açısından gereklidir. Onlara göre, transferans nevrozunu yaşamak, tedaviye gelen kişiye, şim diki yaşamındaki insanları ve özellikle analisti kendisine karşı belirli davranışlarda bulun­ m aya nasıl zorladığını gösterebilm e yönünden de büyük önem taşır. Bir başka yanılgı da analistin, tedaviye gelen kişinin duy­ gularını yansıtabileceği boş bir ekran gibi davrandığı inancıdır. Tabii ki böyle bir şeyi gerçekleştirebilm ek zaten mümkün de­ ğil. Üstelik psikanalist başlangıçta daha çok ortaya getirilen m ateryalin anlamını değerlendirm e konusunda rehberlik eder­ ken, tedavi ilerledikçe gerçek bir insan olarak da tepkiler ver­ meye başlar. Bu tutum değişikliği, özellikle geçmişle geleceği ayırabilm e açısından önem taşır. İkinci D ünya Savaşı'nı izleyen yıllarda psikanaliz, başta A m erika olmak üzere dünyanın birçok yerinde yaygın bir bi­ çimde uygulanır olmuştu, am a giderek denetim den çıkm ışçası­ na. 1960'lara yaklaşıldığında psikanaliz adı altında sürdürülen bazı uygulam alar Sigmund Freud'u m ezarından kaldırıp isyan ettirecek nitelikteydi. Hızlı şişmenin bedeli tabii ki ödenecekti ve 60’lı yılların sonuna doğru klasik psikanalizin artık ölüm dö­ şeğinde olduğuna inanılır olmuştu. Am a yaşlı ana hastalanm a­ sına, üstelik çok da itilip kakılm asına rağmen ölmedi. Tedavi yönteminin fizyolojik temelli ve iyi belirlenmiş bir kişilik kura­ mı ile bağlantılı olması bunun başlıca nedeni olsa gerek. Bir başka neden de Freud'un kızı Anna'nın da dahil olduğu ve ego



P S İK O TE R A Pİ



107



analistleri denilen grubun klasik psikanalizin bazı temel eksik­ liklerini tam am layan ustaca çalışmalarıdır. Ego analistlerinin bu konudaki en önem li katkısı ego özerk­ liği kavram ını geliştirmiş olmalarıdır. Böyle bir yaklaşım a gö­ re ego, id ve süperego arasında sıkışm ış konum undan öte, edin­ miş olduğu yaşam deneyim leri sonucu kişiden kişiye değişebi­ len oranlarda kendi özerkliğini kazanabilm iş bir kişilik öğesi­ dir. İçgüdüsel dürtülere daha az önem tanıyarak, dış dünyadaki olayları ve öğrenilm iş davranışları ön plana getiren bu düzenle­ meler, psikanalitik kişilik kuram ını psikoloji, sosyoloji, kültürel antropoloji ve biyoloji gibi alanlardaki gelişm elere paralel ve çağdaş bir durum a getirmiştir. Birçok bilim alanı Freud'un gö­ rüşlerinden önem li ölçülerde etkilendiği gibi, psikanalitik kişi­ lik kuram ı da diğer alanların düşünce ve bulgularından esinle­ nerek sürekli yeni boyutlar kazanm akta. B ir kuramın geçerliği­ ni sürdürebilm esi için yeni düşünceler ve kanıtlarla desteklen­ mesi ve yeni düzenlem elerle geliştirilm esi zorunludur. Bu ne­ denle ego psikolojisi kuram cılarının psikanalize yaptıkları sü­ rekli katkılar bu alanın canlılığını ve gelişimini günüm üzde de sürdürebilm esini sağlamıştır. D aha önce belirttiğim ve sürdürmekte olduğum tartışmada da fa r k edilmiş olabileceği gibi, psikanalitik kişilik kuramını ve bir tedavi yöntem i olarak klasik psikanalizi birbirinden ayrı de­ ğerlendirm eyi yeğliyorum, insan gençken ve yeni bir şeyler öğ­ renme hevesi duyarken, kendisine sunulanları fa zla irdeleme­ den kabul etme eğiliminde oluyor. En azından ben ve sanırım benim kuşağım öyleydik. Buna rağmen eğitimimin başlangıcın­ da psikanalizle ilk tanışmamda, bu yöntem in uygulanış biçim ­ lerine karşı, nedenini o zamanlar tanımlayamadığım sezgisel bir direnç yaşam ış olduğumu hatırlıyorum. Bunda psikanalizin çevresinde o dönem de yaratılan gizem ­ li havanın önem li bir payı olduğunu sanıyorum. "Sağlıklılar dünyası"ha katılabilmek için aşılması gereken uzun ve kapsam ­



108



V A R O L U Ş V E PS İK İY A T R İ



lı bir ayin gibi bakılıyordu olaya. Psikiyatri çevrelerinde insan­ lar adeta üç grupta kategorize edilmişlerdi. Analizden geçmiş olanlar, geçmekte olanlar ve geçmemiş olanlar. Analizden geç­ mişlere evrenin bir başka katına çıkm ış varlıklar gibi bakılıyor­ du. B ir kısmının başkalarına yönelik tavırları gerçekten de öy­ leydi. Analizde olanın ise her yaptığı hoşgörülüyordu, alışılm ı­ şın dışında zor bir yaşantıdan geçtiği farzedildiği için. Sosyal çevrelerde bile, şu davranışını Oidipus kom pleksin­ den ötürü yaptığını ya da bu tutumunun babasına yönelik bilinçdışı bir kastrasyon korkusundan kaynaklandığını anlatan insanlarla karşılaşılıyordu. Psikanalizden "geçmek" bazı çev­ relerde bir statü sembolü durumuna gelmişti. Bu insanlara ça ­ tışmalarından ve nevrozundan arınmış varlıklar gözüyle bakılı­ yor, ne var ki bazıları hiç de öyle davranmıyordu. Bu nedenle bazı kurumlarda psikanalistlerin de zaman zaman kısa süreli tazeleme analizlerinden geçm eleri biçiminde uygulamalar y a ­ pılıyordu. Bu tür uygulamalar çoğu kez aynı kurumda çalışan psikiyatristlerin birbirlerini analize alması gibi tu h a f durum la­ ra ve mahrem iyet denilen olgunun ortadan kaldırılarak herke­ sin birbirinin özel yaşamına girmesine neden oluyordu. Artık tarihe karışmış bu olaylara bugün geri dönüp baktı­ ğımda psikanalizdeki bu çöküntü dönem i için iki temel neden düşünebiliyorum. Birincisi, bir tedavi yöntem i olarak psikana­ lizin geleneksel tıp çerçevesinde değerlendirilm iş olması. B öy­ le bir bakış açısı "şifa” kavramıyla özdeşleştiğinden, psikanaliz de sağlıksız bir durumdan sağlıklı bir duruma "dönüşme" ola­ rak algılanmıştır. Yaşayan bir süreç olan insanın psikanalizden geçtiğinde rektifıye edilmiş bir otom obil gibi değerlendirilem eyeceği görülememiştir. Freud'un yetişkin insanı yinelenen d u ­ rumlar olarak değerlendirm iş olması, psikanalizi de ulaşılacak bir nokta durumuna indirgemiştir. ikinci neden ise hızlı şişme olgularının çoğu kez kaçınılanıayan yazgısıyla ilgili. Psikanaliz uygulamaları arttıkça yanlış uygulamaların sayısı da giderek arttı. Tabii bu durum psikana­



PSİK O TE RA Pİ



109



liz eğitimine de yansıdı ve psikanalist yetiştirm e konusunda ne­ redeyse bir kitle üretimi başladı. Bu konuda gerekli eğitimi gör­ meden uygulama yapan kişilerin de katkısıyla psikanaliz gide­ rek ciddiye alınm am aya başladı. Bu arada 1960'larda Batı dünyasının geçirdiği sancılı toplumsal dönüşümler, o dönemin ihtiyaçlarını karşılar görünen ve sayıları m antar gibi çoğalan psikoterapi türlerinin de ortaya çıkm asına neden oldu. Tabii bu değişim ler karşısında psikanalize geri kafalı, tutucu ve modası geçmiş bir yöntem olarak bakm a eğilimi de gelişti. Sinema ve karikatürde sık sık alay konusu olmaya başladı, Amerikalı şar­ kıcı M elanie psika n a lizi hicveden "Psychotherapy" adlı bir p la k yaptı ve A m erika'nın en çok okunan dergilerinden biri "Psikanaliz Ölüyor mu?" başlıklı bir kapakla yayımlandı. Peki neden "bugün" psikanalitik düşüncenin, nörobiyoloji alanındaki araştırmalardan bazı önem li sinema yapıtlarına uza­ nan geniş bir spektrumda, eskisi gibi abartılı olmayan ama fa r k ­ lı bir derinlik içeren yansım alarıyla yeniden karşılaşır olduk? D aha önce de belirttiğim gibi, bir tedavi yöntem i olarak klasik psikanalizin çağımız gerçeklerine artık pek uymadığı gö­ rüşüne katılm akla birlikte, ego analistlerinin de katkılarıyla Freud'un ve önemli ölçüde de Jung'un kişilik kuramlarının ye­ rini alacak çalışmaların bugüne kadar yapılm am ış olduğunu düşünüyorum . 1950'lerden 70'lere uzanan süre içinde ortaya çıkan ve gücünü yitiren birçok ekolden Geştalt Therapy ya da Rational-Em otive Therapy gibi bazıları varlıklarını günümüze kadar sürdürebildiler. Bu tür ekollerin hakkını vererek yetişm iş kişilerin, kendilerine tedavi am acıyla başvuran kişilere ciddi bir biçimde ve önemli ölçülerde yardımcı olabildiklerine inanı­ yorum. Ancak sağlam bir kişilik kuramı temeli üzerine oturtul­ mamış uygulamalarda amacın sınırlı kalabileceği görüşümü de koruyarak. Kesin çizgilerle belirlenmiş kişisel görüşlerimin, kapsamlı bir kişilik kuramına dayanmayan ekollere inanan ve bu doğrul­ tuda başarılı uygulamalar yapan kişilerce katı ve tutucu bulun­



110



V A R O L U Ş V E PS İK İY A T R İ



m asını anlayışla karşılarım , am a bağnaz bulunm asını değil. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi, bir tedavi uygulamasının am acının sınırlı tutulabileceğini kabul ediyorum. Önemli olan, amacın ve sınırlarının olabildiğince iyi belirlenmiş olmasıdır. Bu nedenle yukarıda belirttiğim görüşler bir eleştiri niteliği ta­ şımıyor. Üstelik görüşlerim yalnızca kitaplardan edinilen bilgi­ lere değil, yıllar boyunca gittiğim çeşitli uluslararası kongre­ lerde, yenilik arayışları içinde katıldığım çeşitli çalışma grup­ larındaki yaşantılarım a dayanıyor. Oralarda yaşadıklarım ın nesnel bir eleştiri getirebilm ek için yeterli olmadığını biliyo­ rum, ancak "bana" yetm em iş olmasını, ta ra f olduğumu kabul ederek ve yalnızca öznel görüşüm ü paylaşm ak amacıyla ortaya koydum. Tedavi yaşantılarım sırasında, Freud, Jung, Horney, Adler, From m -Reichm ann, Rank, Sullivan, Erikson, vb. psikanalitik çalışmacılardan özümsenmiş bilgilerin, ben farkında olmasam da bana sürekli yo l gösterdiğine inanıyorum. Tedavi ortam ın­ daki tutumum, geleneksel psikanalitik yaklaşımlardan fa rklı ve Binsvvanger, Boss, May, Farber gibi varoluşçuların tedavi yak­ laşımlarını benimseyen bir tarzı içerebilir ve Kierkegaard, Heidegger, Nietzsche, B uber gibi Batı ve Laotzu gibi D oğu düşü­ nürlerinin etkisinde olabilir. Am a Freud ve Jung'un dahiyane bulduğum kişilik kuramları ya da Erikson'un gelişim kuramını bilmeden, tedavilerini üstlendiğim kişilerin davranışlarının g e­ risindeki dinam ik güçlerin nasıl işlemekte olduğunu gereğince kavrayabileceğim i sanmıyorum.



Psikoterapist



sahip olm ası gereken nitelikler konusun­ da bugüne kadar yazılanların biçim sel tanım lardan öteye gide­ memiş olmasını, psikoterapi sürecinde yaşanan ilişkinin içerdi­ ği öznellik nedeniyle doğal karşılam ak gerek. Psikoterapi belir­ li ilkelerden ve tekniklerden oluşan bir tedavi yöntemidir, ama yöntem in uygulanışında terapistin kuHandığı en önem li araç kendi kişiliğidir. Dolayısıyla psikoterapist kim liği, kuram ve yöntem bilgisinden oluşan zemin üzerinde geliştirilm iş bir tarz ve tutum dan oluşur. Terapistin tarzı ve tutum u kendi kişilik özelliklerini önem li ölçüde yansıtır. Uygulam alarının ilk yıllarını yaşam akta olan bazı genç psi­ koterapistler, gerekli temel bilgiyle donanm ış ve "meşru" bir eğitim den geçmiş olm alarına rağmen, tedavi ettikleri kişileri et­ kilem em e ve öznel olm am a konusunda aşın titizlik gösterirler. Çünkü tarzları henüz oluşm am ıştır. Böyle durum lar tedaviye gelen kişi tarafından ilgisizlik ya da uzaklık olarak yaşanabile­ ceğinden bazı transferans sorunlarının ortaya çıkm asına ya da tedavi sürecinin uzamasına neden olabilir, am a ciddi bir hata yapm a olasılığını da azaltır. Terapistin tarz ve tutumu deneyim kazanıldıkça oluşan bir araçtır ve yıllar içinde kendisinin geçir­ diği evrim in sınırları içinde değişim geçirebilir. Bu nedenle ba­ zı deneyim siz psikoterapistlerin, başlangıç dönem lerinde ken­ dilerini kuram ve yöntem ağırlıklı bir uygulam ayla sınırlam ala­ rı doğal karşılanmalıdır. Kuram ve yöntem temeli üzerine oturtulmam ış uygulam a­ lar ise terapist konum unu üstlenen kişinin kendi yansımaları ol­ BİR P S İK O T E R A P İS T İN



112



V A R O L U Ş V E P S İK İY A T Rİ



maktan ve bir insanın diğerine sağduyusunu kullanarak yardım etm eye çalışm asından öte bir anlam taşımaz. Ne var ki psikote­ rapi adı altında sürdürülen bu tür çalışm alar oldukça yaygındır. Gelişm iş ülkelerde bile gözlem lenen bu durum biraz da mevcut psikoterapist sayısının ihtiyacı karşılayam am asından kaynakla­ nıyor. Yine de bazı insanların gerekli, hatta zorunlu sayılabile­ cek bir hazırlığı yapm adan böyle bir sorumluluğu üstlenm eye çalışm aları, daha çok "kendi nedenleriyle" açıklanabilir. Sanı­ rım bundan ötürü, kendilerini psikoterapist olarak niteleyen ba­ zı kişilerin gerekli donanım a sahip olm adan kullandıkları bu sı­ fat nedeniyle tedirgin oldukları da gözlemlenebiliyor. Bazıları gerçekten iyi niyetle çalışan bu kişiler neden başka bir sıfat kul­ lanıp kendilerini sahip olm adıkları bir mesleki kim liğin yükün­ den kurtarmıyorlar ki? 1968 yılında Avusturya'nın Baden kasabasında katıldığım bir kongrede, psikodram a denilen ve "tiyatro yoluyla tedavi" olarak tanım lanabilecek bir tekniğin geliştiricisi olan Moreno'nun bir kürsüden, "Psikiyatrisi Tanrıdır, çünkü Tanrı olmak durumundadır!" diye haykırdığını hatırlıyorum. M oreno'yu ilk ve son kez o kongrede gördüm, çünkü gerçekte bir fa n i olduğu için bir süre sonra dünyadan ayrıldı. Kürsüdeki varlığı, heybet­ li görünümü ve gür sesiyle etkileyici bir gösteriydi. Onu izler­ ken, Tanrı insan görünümünde aramızda dolaşmak istese, her­ halde Moreno'yu seçerdi diye düşünmüştüm. Kongre sırasında M oreno’y u izlerken, onun kendisini Tanrı sanmadığını, hatta tüm gürültüsünün gerisinde yum uşak ve du­ yarlı bir insan olduğunu fa r k ettim. Teatral bir adamdı ve kong­ re boyunca Tanrıyı oynadı. Katılanların çoğu ona Tanrıymış g i­ bi davrandı. O da bunun keyfini çıkardı. Am a bu kendisinin de farkında olduğu bir oyundu yalnızca. B eni asıl düşündüren, kongreye katılan bazı kişilerin onu gerçekten bir Tanrı gibi y a ­ şamış olmaları, daha doğrusu bu ihtiyacı duym uş olmalarıydı. Bilgisine ve yaratm a gücüne saygı duyduğum halde, oyun­



PSİK O TE R A PİST



113



culuk tutkusuna dayanam ayıp böyle bir olgunun yaşanmasına zemin hazırladığı için M oreno'yu içimden eleştirdiğimi hatırlı­ yorum. O zamanlar yetişkin insanın, yazgısını yaratm a yönün­ den kendisinin kabul etm ek istediğinden öte sorumluluklar taşı­ dığının bugünkü kadar fa rkında değildim. Onun için bu olguya şim di tanık olsam belki de eleştirm ezdim diye düşünüyorum. Tapınmak isteyenler varsa Tanrıyı oynamayı seven biri buna karşılık verebilir. Taraflardan biri isimsizliği, diğeri de ayrıca­ lığın getirdiği yalnızlığı kabul ettikten sonra. Teknoloji çağının yarattığı isim sizler dünyasında, insanla­ rın guru'lann peşinden giderek ve tarikat benzeri gruplara katı­ larak dayanaktan yoksun olm anın yarattığı anksiyeteden kurtul­ m aya çalıştıkları bilinen bir olgu. Ya da Nazi subayı kılığında­ ki birkaç tiyatro oyuncusuyla İstanbul'un ana caddelerinden bi­ rinde gerçekleştirilen deneyde insanların sergilediği boyun eğiş. Biyoloji alanındaki bazı çalışmalar, beynin paléopallium denilen katm anındaki globus pallidus ve substansia nigra adlı bölgelerin bu tür eğilim lere katkısını açıklar görünüyor. N ede­ ni ne olursa olsun, insanın otoriteye boyun eğm e ve bir liderin izinden gitme eğilim i taşıdığını ve bunun yine insan doğasında varolan bireyleşm e ve kendini yaratm a eğilim iyle çatışm a du­ rum unda olduğunu biliyoruz. Bu çatışmanın en belirgin yaşan­ dığı ortam lardan biri de psikoterapidir ve bu karşıt eğilimleri, tedaviye gelen kişi kadar terapist de yaşar. Tedaviye gelen kişilerle ilişkisinde Tanrı kim liğine bürüne­ rek onları yargılamaya ve yönetm eye çalışan ya da tam karşıtı bir tutumla, tedaviye gelen kişinin taleplerine edilgin bir biçim ­ de boyun eğerek onunla birlikte sürüklenen bir terapist, tedavi ortam ı içinde varolam ayacağı için, kendini varedebilm e um u­ duyla gelen kişinin bu yöndeki çabalarına katkıda bulunamaz. Böyle bir durum da aradığını bulamayan kişi tedaviyi bırakabi­ lir. Am a bazen mürit edinm enin ya da olmanın çekici sorum ­ suzluğu karşılıklı olarak kabul edilir ve birlikte varolam am anın



114



V A R O L U Ş V E PSİK İYATRİ



direnilm esi giiç ağırlığı altında sürüklenip gidilir, en azından bir süre için. Laotzu öğretisinde şöyle der: "Kim ki kendini geride tutar, o her zaman ön plandadır. Kim ki kenarda durur, o her zaman bir yerdedir. Kim ki kendini göstermeye çalışmaz, o her yerde görünür. Kim ki kendini tanımlamaz, o her zaman seçkin kalır. Kim ki yaptıklarıyla böbürlenmez, ortaya çıkardıklarının değe­ ri kalıcı olur." Bazen genç bir psikoterapist deneyim sizliğinden kaynakla­ nan güvensizliği sonucu, tedavisini üstlendiği kişiye ne kadar çok şey bildiğini kanıtlam a çabalarına girebilir. Eğitim am acıy­ la videoya alınan tedavi seansı kayıtlarında da birçok psikote­ rapist adayının, tedavisini üstlendikleri kişilerden daha yoğun anksiyete yaşadığı gözlemlenmiştir. Henüz işin başlangıcında olan bir terapistin bu tür narsisistik kaygılar yaşaması, bu konu­ da yazılanlara bakılırsa oldukça sık rastlanan bir olgu. D ene­ yim sizlikten kaynaklanan bu tür sahne korkularının başlangıç­ ta güdüleyici bir etkisi de vardır ve çoğu, bir ustanın denetim in­ de sürdürülen çıraklık eğitimi sırasında üstesinden gelinebile­ cek durumlardır. Tabii adayın kişilik yapısı böyle bir eğitim i özüm seyebilecek nitelikteyse. Psikoterapist kim liğinin kendine özgü nitelikleri bazı tu­ zakları da beraberinde getirir. Bunlardan biri, böyle bir kim liğin her insan gibi terapistte de varolan narsisistik eğilim leri pekiş­ tirmeye elverişli bir konum u içermesidir. Bu tehlike özellikle özne-nesne ilişkilerinin yaşandığı geleneksel psikoterapiler için geçerlidir. Bu tür tedavilerde kullanılan yöntem in doğası gere­ ği yaşanan transferans olgusu, simgesel bir tüm güçlü yetişkin ve çocuk ilişkisini içerir. Bu durum, tedaviye gelen kişinin te­ rapisti, bir süre için de olsa om nipotent (her şeye gücü yeten) bir varlık olarak algılam asına neden olur. Aslında transferans yaşantıları sırasında insanüstü bir varlık olarak algılanm ak, te-



PSİK O TERA PİST



115



rapist üzerinde bir yük oluşturur. Olm adığı bir şey olarak algılanıyo. ıy ü k ü . elbise giydiğinde kendisini biraz İnsan şık ve p farklı hisseder. Am a rçekten de farklı olduğuna inanır, terapist, ortam ın pekiştirici etkiNarsisistik eğilimleri ı .liğiyle özdeşleşebilir ve bunun si sonucu tedavi odasım sonucu yaşanan kişilik er. ,asyonunun bedeli terapistin kendine yabancılaşm asıyla ödenir. Böyle bir durum, var olan narsisistik eğilim lerin daha da artm asıyla sonuçlanır ve oluşan kısırdöngü içinde kilitlenen terapist, m eslekdışı yaşam ında da şişmiş bir egonun yalnızlığını yaşar. Uzm anlaşm ış psikoterapist tabii ki bir otoritedir, am a yalnızca psikoterapi konusunda. B ir terapist kendisinin om nipotent olduğu sanısını yaşam a­ ya başlayınca kişisel ve m esleki evrimi de takılıp kalır. Bu alan­ daki yenilikleri izlese bile bunları sentezine katam az ve öğren­ dikleri düşünce düzeyinde kalır. İleri doğru hareket eden bir sü­ reç olm aktan çıkıp bir durum a dönüşür. Ne yazık ki narsisizm in kültürüm üzdeki yaşanış biçim i nedeniyle bu olgu başka alan­ larda, örneğin sanat ve politikada da gözlemlenebiliyor. Biri bir şeyler üreterek ya da yaratarak belirm eye başlıyor, um utlandı­ ran bir çıkışla. Sonra yaptıklarına ve yarattıklarına başkaların­ dan önce kendisi hayran oluyor ve tabii kilitlenip kalıyor. Ya tekrarlam alar içinde yavaş yavaş sönüyor ya da adı bir daha du­ yulm az oluyor. Hızlı bir değişim yaşayan kültürüm üzde doğal olarak bazı boşluklar var ve potansiyeli olan biri sahipsiz duran bu alanlardan birini doldurm ak istediğinde pek de güçlük çek­ m eden sivrilebiliyor. Am a bazen bunu bir kişilik enflasyonu ve arayıştan vazgeçiş, atıl bırakılan bir potansiyel ve tükenm e iz­ leyebiliyor. Doğadaki tüm canlılar eksi bir durumdan artı bir durum a geçm ek için çabalar, insan da öyle. Am a insan bir yandan ken­ dini geliştirirken bir yandan da bir şeyler yitirir yıllar geçtikçe. Bazı alanlarda sistem belirli bir yaşa geleni bünyesinde tutmak bile istemiyor. Buna karşılık kimine, kişinin ya da yapılan işin



116



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



doğasından ölürü böyle bir sınır konulamıyor. A rtık hayatta ol­ mayan ünlü piyanist Arthur Rubinstein'a seksen yaşlarındayken sormuşlar, "Bunca ün ve servet sahibi olduğunuz halde neden hâlâ bir ülkeden diğerine dolaşıp konserler veriyorsunuz?" di­ ye. Cevabı, "Çünkü piyano çalmayı seviyorum!" olmuş. Psikoterapi sanat öğesi güçlü bir alan, özellikle özne-nesne dualizm inin ötesine geçildiğinde. Bu nedenle bir iş değil, bir yaşam biçimi. İnsanın kestirilem ezliğini kabul ederek yaşam a­ yı içeren bir biçim. Bir psikoterapistin odasında ne zaman ne olacağını önceden kestirebilm ek m üm kün değildir, yaşam ın özünde olduğu gibi. Böyle bir alanda ustalaşıyor olm ak, yalnız­ ca iyi bir hazırlık yapılm ış olduğu anlamını taşır. Üzerinde da­ ha rahat hareket edilebilen bir temel oluşturm a hazırlığı. Ama hareket sona ermez, insan zihinsel ya da fiziksel olarak bir "du­ ruma" dönüşm ediği sürece. Çünkü insanın insanı anlam aya ça­ lışması sonu olm ayan bir yolculuk gibidir. Tabii kendini ve in­ san türünü kavram laştırıp paketleyerek rafa kaldırm aya çalış­ madıkça. Çırak, yolunu bulana dek arayışlarını geniş bir alanda sürdürmek zorundadır. Ustalaşm a sürecini yaşayan ise, arayış­ larını artık seçmiş olduğu yolda sürdürür. A m a hiçbir zaman us­ ta oldum diyemez. Başka alanlar için nasıldır bilem em , ama ko­ nu insan olunca bir doruğa ulaşarak aşağı bakabilm ek m üm kün değil. Çünkü öyle bir yer zaten yok. Viktor Frankl, "logoterapi" denilen bir varoluşçu psikote­ rapi yaklaşımının geliştiricisi olarak tanınır. B ir gün Frankl'ı Viyana daki kliniğinde ziyaret eden Am erikalı bir doktorun ona yönelttiği, "Doktor, siz bir psikanalist m isiniz?" sorusuyla baş­ layan konuşma şöyle sürer: "Aslında bir psikanalist sayılmam, ama psikoterapist deni­ lebilir." "Peki hangi ekoldensiniz?" "Kendim bir kuram geliştirdim, adı logoterapi." "Logoterapinin anlam ını bana bir cüm leyle açıklayabilir



P S İK O TE R A PİST



117



misiniz? En azından logoterapi ile psikanaliz arasındaki farkın ne olduğunu?" "Tabii, ama önce psikanalizin size göre ne olduğunu bana bir cümleyle açıklar mısınız?" "Psikanalizde kişi bir divana yatırılır ve sonra ondan size, açıklanması kendisi için can sıkıcı olabilecek bazı şeyleri anlat­ ması beklenir." "Evet. Logoterapide de tedaviye gelen kişinin bir koltukta dik oturması ve bazen kendisi için can sıkıcı olabilecek şeyleri duyması beklenir." Psikoterapi ikili bir dans gibidir. Buluşm alar sırasında varolabilme çabalarını yaşam ak ve paylaşm ak tedaviye gelen kişi­ nin sorumluluğudur, buna elverişli bir ortamı yaratm ak ise tera­ pistin. Ortam bu ikili ilişki içinde terapistin kendisini varedebilm esiyle yaratılır. Süreç sırasında zaman zaman tedaviye gelen kişi, daha seyrek olarak de terapist, farkında olm adan ikili va­ roluştan kopup kendi başına dans edebilir. Kopan tedavi edilen olursa, durumu ona gösterm ek terapistin görevidir. Durum tera­ pistten kaynaklanırsa bunu kısa sürede fark etm e sorum luluğu kendisine aittir, am a süreç ilerledikçe ve tedaviye gelen kişinin kendisi de birlikteliğin koptuğu zam anları fark eder oldukça, uyarı ondan da gelebilir. Ender durum larda birlikte dans etm ek mümkün olm az ve ayrılınır. Bu genellikle sürecin en başında ya da başlangıç dönem inde olur. Böyle bir beraberliğin canlılığını ve dinam izm ini sürdürme çabasının terapiste de çok şey kattığına inanıyorum , özellikle de kendini yaratabilm e yönünden. Sosyal ilişkilerde sık karşıla­ şılan ve herkesin bir başkası ya da başkaları tarafından yaşatılmayı beklem esi sonucu ortaya çıkan kolektif yaşamazlık, teda­ vi ortam ında da zam an zam an belirebilir, ama sürdürülm esi m üm kün olmaz. Terapistin kendini yaratması, tedavi ortam ında kişisel dünyasını değil, kendisini yaşayabilmesi anlam ına gelir. Kişisel dünyasını yaşama ayrıcalığı tedaviye gelen kişiye tanı­



118



VAKOİ.UŞ VE P S İK İYAT Rİ



nır. Ancak bu ayrıcalığın da uzman bir dinleyicinin karşısında tek başına söylenen bir monolog gibi değil, varoluşçuların "dual mode" dedikleri birliktelik içinde yaşanm ası beklenir. Biri­ nin karşısında kendi kendine ağlam ak ile birisine ağlam ak ara­ sındaki fark çok önemlidir, ve bu ağlanan kişiye de bir beraber­ lik yaşatır. Bazı ilişkilerde yaşanan "O bana bunu verdi," "Ben ona şunu verdim," türündeki hesaplan içerm eyen bir birliktelik. Psikoterapiyi yaşam egzersizi türünde bir eğitim olarak dü­ şünürsek böyle bir eğitim in ancak tedaviye gelen kişinin ve te­ rapistin "birlikte" katılım larıyla gerçekleştirilebileceğini de ka­ bul etm ek gerekir. Böyle bir eğitime sürekli katılıyor olm ak te­ rapistin de kişiliğini zenginleştirir. B una karşılık özne-nesne ayrım ıyla yaşanan "single mode" türü beraberlikler, terapistin kendisini daha iyi bir gözlem ci olarak geliştirm esinde etkili olabilir. Am a edindiği deneyim leri kendi yaşam ına katabilm e şansı daha zayıf kalır ve tedavi sırasındaki kolektif yaşamazlık olasılığını artırır. B ir Japon atasözünde dile getirildiği gibi, "Öğrenilenler yaşanm adıklarında öğrenilm iş olm azlar!" G eleneksel psikoterapiler çerçevesinde sık kullanılan ve başından beri benim sem ekte güçlük çektiğim bir kavram var: empati. "Karşım ızdaki insanın yerine kendim izi koyarak onu anlam aya çalışma" olarak tanım lanabilecek bir sözcük. Am a bir insanı bu yoldan anlam aya çalıştığımızda, onun gerçeği yerine kendim izinkini anlam ış olm az m ıyız? Çünkü "bu tanım ıyla" empati, insanı "kendi gerçeği içinde" anlam aya çalışm ayı içer­ miyor. Üstelik bazı genç m eslektaşlarım ın sürdürdükleri bir te­ davi sürecinden söz ederken, "Empati yaptım !" dediklerine ta­ nık oluyorum. Bir insanın dünyası "yapılan" bir işlem aracılı­ ğıyla nasıl anlaşılabilir ki? Katarsis sözcüğünün psikiyatriye mal edilm esi psikanalizin doğuşuyla başlar. Yaşanamamış olduğu için biriken bazı duygu­ ların boşalm a imkânı bulmasını tanımlar. Ç ağlar boyunca ya­ pılmış dinsel ayinlerin temel psikolojik öğesidir. Bildiğim ka­ darıyla, kavram olarak ilk kez Aıılik Yunan'da tiyatronun seyir­



PSİK O TERA PİST



ciye sağladığı duygusal boşalımı tanım lam ak am acıyla kulla mlmıştır. Yüzyılın başlarında Freud, Fransız psikiyatrisi Charcol'ıum sürdürdüğü hipnoz deneylerini gözlem lem ek için gittiği Paris' ten döndüğünde bir süre Viyana'nın seçkin hekimlerinden Jo seph Breuer'le çalışm ıştı. O dönem de Breuer, çoğu kadın olan hastalan üzerinde hipnozu ilginç bir biçim de kullanıyordu. Bu insanlar hipnoz altında sorunlarını baskısızca ve açıkça aıılala biliyor, uyandıklarında da rahatlık duyuyorlardı. Önceleri aynı uygulamaları kendi de sürdüren Freud, Breuer'den ayrıldıktan sonra giderek hipnozdan vazgeçti ve hastalarını uyanıkken, dü­ şünce düzenini ve ahlak kurallarını gözetmeksizin özgürce ko­ nuşm aya yöneltti. Bu yöntemle insanlar içsel engellerini yene­ biliyor, unutulm uş anılarına inebiliyor ve giderek sorunlarını çıplak bir biçim de tartışabilir hale geliyorlardı. Sonunda bu ye­ ni yönteme "serbest çağrışım ", tedaviye gelen kişilerin bu yön­ tem aracılığıyla içsel dünyalarına inerek kendilerini daha iyi ta­ nımaları ve daha sağlıklı bir uyum düzeyine erişebilm elerine imkân sağlayan ilkelere de "psikanaliz" adı verildi. 70'li yıllarda Ankara'da bir tiyatroda sahnelenen bir oyu­ nun sonunda oyuncular seyircileri selam lam ak üzere tekrar sahneye çıktıklarında, o günlerde klişeleşmiş bazı politik slo­ ganları haykırm aya başladılar. Böylece kendi katarsislerini gerçekleştirdiler ve biz seyircileri de tıkayıp evlerim ize yolladı­ lar. Bu gösteriden sonra bir süre tiyatroya gitmedim. Sofokles' ten bu yana katarsis hakkını öncelikle seyirciye tanıyan gele­ neksel tiyatro ilkeleri hâlâ geçerli olduğuna göre, bu oyuncula­ rın kendilerinin değil seyircilerin bağırmasını ya da örneğin benim bağırmamı sağlayacakları bir ortam oluşturmaları ge­ rektiğini ve benim hakkım ı benden aldıklarını düşündüğüm için. Önce seyirciyi coşturup kendileri sonra katılabilirlerdi. Coşturam azlarsa da am açlarını gerçekleştirem em iş olmanın sıkıntısını kendileri yaşarlardı.



120



V A R O L U Ş VE P S İK İYAT Rİ



Bazen bir dostunuz gelir, yaşantılarıyla ilgili kesintisiz bir monoloğu, sizin kendisini anlayıp anlam adığınıza pek de aldırm aksızın söyler, boşalır ve gider. Aslında sizinle değil kendi kendine konuşmaktadır. Onun için sizin varlığınız, kendi için­ de kilitlenm iş olm aktan ötürü yaşadığı sıkışıklığın gerilim ini "boşaltabileceği bir şey" olmaktan öte bir anlam taşımaz. Ala­ na aşina olm ayan bazı kişiler arasında psikoterapinin de sauna­ ya gidercesine kullanılan bir gerilim giderm e ve ferahlam a ara­ cı olduğu sanısı oldukça yaygın. İnsanlar zaman zaman birbir­ lerine sıkıntı boşaltm anın dostluk ve ilişki olduğuna inanm a eğilim inde oldukları için psikoterapiyi de böyle bir çerçeve içinde değerlendirm eleri doğal karşılanabilir. A ncak bu yanılgı­ nın oluşm asında alanın sorum luluk payı olup olm adığının da araştırılm asında yarar olabilir. Freud'un histeri patolojisine ilgi duyduğunu bilen Breuer, birlikte çalıştıkları dönemde bir gün ona, 1880'in Aralık ayın­ dan 1822 H aziranı'na kadar tedavi am acıyla izlemiş olduğu bir kadından söz etti. A nna O. adıyla anılan bu kadına ait bulgular psikanaliz tarihçesine geçmiş ve bu kuramın gelişmesine önem ­ li bir katkıda bulunmuştur. Anna O. gerçekte, sonradan sosyal hizmet alanının geliş­ mesindeki öncülüğüyle ün yapm ış olan Bertha Pappenheim'dı. O zamanlar yirm i bir yaşında olan genç kadın, babasının ölü­ münün ardından çeşitli histeri belirtileri geliştirdiği için Breuer'e başvurmuştu. Bu belirtiler kol ve bacaklarda felç, dokun­ ma duyusunun kaybı, kaslarda kasılma, görme ve konuşma güç­ lükleri, yem ek yiyem em e ve öksürük nöbetlerinden oluşuyordu. Anna babasına çok düşkündü ve son günlerinde yatağının yanından ayrılmamış, ölümüne dek ona bakmıştı. Tedavi sıra­ sında Breuer'i ve Anna'yı şaşırtan bir durum ortaya çıkmıştı. Anna ne zaman babasına duyduğu sevgi ve yakınlıktan söz et­ se ya da histeri belirtilerinin hangi koşullar altında ortaya çık­ tığını anlatsa, bu belirtiler ortadan kayboluyordu. Bu nedenle



P SİK O TE R A PİST



121



Anna bu sürece, "konuşma kürü" ya da "baca temizliği" adım takmıştı. Bu anıların çoğu öyle bastırılmıştı ki, ancak hipnoz altında çağrıştırılabiliyordu. Örneğin A nna bir gün, babasının başında beklerken bir yılanın babasına doğru ilerleyerek onu sokmaya hazırlandığını ve durum a engel olmak için harekete geçm ek is­ tediğinde iskemlenin arkasına sarkıtm ış olduğu kolunu kımıldatamadığını düşlemişti. Anna bastırm ış olduğu için hatırlayam a­ dığı bu anıyı hipnoz altında çağrıştırabildikten sonra o güne kadar felçli olan kolunu rahatça hareket ettirebilmeye başla­ mıştı. Tedavi süresince Breuer, bu ilginç kadına ilgi duym aya ve ona daha fa zla zaman ayırmaya başlamıştı. O denli ki Breuer' in eşi bu duruma bozulmaya ve Anna'yı kıskanm aya başlam ış­ tı. Breuer, A nna ile ilişkisinin cinsel bir içeriği olabileceğini fa r k ettiğinde tedaviye birden son vermiş, ne var ki birkaç saat sonra çok kötü durumda olduğu haberini alması nedeniyle Ann a ’nın evine gitmek zorunda kalmıştı. Oysa Anna tedaviden çok yararlanm ış ve belirtilerin çoğu ortadan kalkmıştı. Breuer git­ tiğinde Anna yataktaydı ve histerik doğum sancıları içindeydi. Tedavi süresince cinsel konulara hiç değinilm em işti ve aslında Anna'nın yalancı gebeliği, Breuer'in tedavi am acıyla ona gös­ termiş olduğu ilgiye karşı geliştirm iş olduğu cinsel duyguların sim gesel bir anlatımıydı. Bunu fa r k edemeyen Breuer, Anna'yı ancak hipnotize ederek yatıştırabildi ve panik içinde evi terk et­ ti. Sonra da "ikinci bir halayına çıkmak" üzere eşiyle birlikte apar topar Venedik'e gitti. B reuer Viyana'dan ayrıldıktan sonra Anna'nın durum u daha da kötüleşm iş ve hastaneye kaldırılması gerekmişti. Bu olay­ dan ötürü katarsis yöntem iyle tedavinin yararları da kuşkuyla karşılanmıştı. Anna Freud bu öyküden yapıcı bir biçimde ya­ rarlanabilm iş ve tedavi süresince ortaya çıkan bu tür dııygıı ve düşleri bilimsel bir kurama temel oluşturm a amacıyla kullana­



122



V A R O L U Ş V E PSİK İYATRİ



bilmiştir. Eğer Freud katarsis yöntem i sırasında ortaya çıkan cinsel içerikli duygulardan korkmuş olsaydı psikanalizi de geliştiremezdi diyen bazı araştırmacılar, Breuer'in, çalışm alarını bu doğrultuda sürdürm em ekle psikoterapi alanına yapabileceği katkıları gerçekleştirem em iş olduğundan söz ederler. Freud ile Breuer'i kıyaslar görünen bu ifade, genç Freud ile ona göre ileri bir yaşta olan Breuer'in aynı zaman kesiti içinde doğmamış olmalarını göz ardı eder nitelikte. Üstelik bir de ba­ ca konusu var. Anna O.'nun bacasını tem izleyeyim derken ken­ di bacası dolan Breuer’in "bir insan olarak yaşadıklarının" psi­ kanaliz kuramının oluşum una yaptığı önemli katkı nedense hep unutulur. Yaşananlardan hareket edilerek geliştirilen ilke, ku­ ram ve yöntemleri yaşananlardan soyutlayarak uygulam a eğili­ minde olm ası nedeniyle, geleneksel bilim sel düşünce zam an zaman yaşamın kendisinden kopuk kalmıştır. Bunun bir yönü de tüm dikkatin gözlem lenen nesne ya da olgu üzerine odakla­ narak gözlem cinin yaşantılarının göz ardı edilmesidir. Psikanalitik term inolojide psikanalistin, tedavi ettiği kişiye yönelik öznel y aşantılarına kontr-transferans denir. Kontrtransferans genelde pozitif ya da negatif olm ak üzere iki türlü yaşanabilir. Bir tedavi ilişkisi negatif kontr-transferansla başla­ yabilir ve analist tedaviye başladığı kişiye yönelik olum suz duygularını makul bir süre içinde nötrleştirem ezse, onu bir baş­ ka m eslektaşına göndermesi gerekir. Ancak konuya ilişkin ya­ zıları gözden geçirdiğinizde, duyguların bastırılm asından fark­ lı bir olguyu tanım ladığı farzedilen nötrleştirm e sürecinin nasıl işlediğine ilişkin bir bilgiyle karşılaşm anız m üm kün olmaz. Te­ davi süresinin büyük bir bölüm ünde kendi kişiliğinden farklı bir biçimde algılanm ası sonucunda analistin yaşadığı duygusal yüklenmenin nasıl çözüm leneceği de açıklanamaz. En azından psikanalizin geçirdiği çöküntü dönem inde, bazı psikanalistlerin tedavi ortam ında sürdürdükleri tüm güçlü yetiş­ kin "persona"larıyla özdeşleşm eleri, Jung'un "gölge" adını ver­ diği hayvansı, ama canlı ve yaratıcı yönlerine yabancılaşm ala-



PSİK O TERA PİST



123



rina neden olmuştu. Çünkü psikanalitik tedavi kuramında, psi­ kanalistin kendi katartik ihtiyaçlarının nasıl giderilebileceği ko­ nusunda açıklanm am ış bir boşluk vardı. Belki de bu nedenle psikanalistler zaman zaman kendi bacalarını tem izletm ek için diğer psikanalistlere başvurm a gereğini duym uşlardı. Bunun sonucunda gerçeklerden çok doğrularla ilgilenen psikanalist ya da psikoterapistlerin sayısı artm ış, psikanalitik tedavi ortamı da yaşanan bir yer olm aktan çok yaşam ın tartışıldığı ve davranış­ ların nedenlerinin araştırıldığı düşünce düzeyinde bir ilişkiye indirgenmişti. Bu durum , daha önce de belirtildiği gibi, I960' larda dünyada ve dolayısıyla psikoterapi alanında yaşanan dö­ nüşüm ler karşısında psikanalizin çağdışı bir görünüm kazan­ m asına neden olmuştu. Psikiyatri ve özellikle psikoterapi, konunun geleneksel tıp sınırlarının ötesinde bazı boyutlar içerdiğini fa rk eden meslekdışı kişilerin de ilgisini çeken bir alan. Hatta bazen bu alanda çalışanların, uygulamaları sırasında kendilerini nasıl yaşadık­ ları da merak konusu olabiliyor. Yaklaşık yirm i y ıl önce bir y a ­ bancı dergide, Am erican Psychoanalytic Association'ın kongre­ sine katılan bir gazetecinin izlenimlerini okumuştum. Yazısının bir yerinde, kongrenin sosyal programındaki eğlencelere katı­ lan psikanalistlerin diğer insanlardan hiç de fa rklı davranm a­ dıklarından söz ediyordu. Okuduğumda, "Ne bekliyordu ki?" diye düşünmüştüm. Nitekim gazeteci bu izlenimini orada bulu­ nan ünlü bir psikanaliste yönelttiğinde, "Sanırım bizim diğerle­ rinden tek farkım ız, onlara oranla biraz daha fa zla şeyi fa rk ediyor olmamızdır," cevabını almış. Tabii psikanalizin çevresinde yaratılan gizemli hava o yıl­ larda hâlâ sürmekte olduğundan, gazetecinin bugün bize safça görünebilecek sorusunu yadırgamamak gerek. O zamanlar nor­ m allik ölçütü toplum normlarına başarılı bir uyum sağlama, psikanalistler de bu ölçütü gerçekleştirdiği farzedilen varlıklar olarak kabul ediliyordu.



124



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



Psikoterapi vc psikoterapistin arketipsel bir çerçeve içinde algılanması, alanın ve uygulayıcılarının yanlış yorum lanm ası­ na yol açabilcn bir başka neden. Bunlar bilge adam, şeytan, si­ hirbaz gibi arketipler olabiliyor. Tabii kişinin kendisi, psikote­ rapist kimliğini bu çerçevelerde algılam akta olduğunu fa r k et­ miyor, ama siz nasıl algılandığınızı görebiliyorsunuz. Bu insan­ lar çoğu kez bazı kişileri ve olguları da arketipsel imgelere yer­ leştirme eğilim inde oluyorlar. ilginç olan yön, bu tür algılamaların aydın kesim de daha yaygın olması. Arketipsel algılamalara, cılız bir ego ve şişmiş bir süperegodan oluşan kişilerde daha sık rastlandığı göz önünde bulundurulduğunda, bu izlenimi şaşırtıcı bulmamak ge­ rekir. Çünkü aydın kimliğini bir savunma sistem i olarak kulla­ nan ve kendine yabancılaşm ış biri ile düşünceleri yaşantılarıy­ la bütünleşebilen gerçek aydın arasında tabii ki çok önemli bir fa rk var. Son yıllarda çok kullanılır olan "entel" sözcüğü de sa­ nıyorum bu önem li nüansı vurgulamak amacıyla ortaya çıkm ış­ tı, ama kısa sürede yozlaştı ve bazı insanların birbirini yargıla­ ma ve küçümseme aracı olarak kullanılır oldu. Çıraklık günlerimde deneyimli psikanalist ve psikoterapist­ lerin tedavi ilişkileri sırasındaki öznel yaşantılarını m erak et­ miş, ama karıştırdığım kitap ve dergilerde bu konuda yazılm ış m ateryal bulamamıştım. Örneklerin çoğu, psikiyatristlerin te­ davi ettikleri kişiyle birlikte belirli bir "durumun" üstesinden gelme çabalarını içeren diyaloglarla sınırlanmıştı ve öznel y a ­ şantılarına ilişkin ayrıntılara değinilmiyordu. Üstelik bir psiko­ terapistin, tedavi ettiği kişilerle beraberken yaşadıklarından olabildiğince haberdar olması yöntem in tem el koşullarından biri olduğu halde. Psikanaliz ve psikoterapinin o günlerdeki konum undan ötü­ rü, terapistin tedavi odasındaki öznel yaşantılarının tabu bir konu olması doğal karşılanabilirdi. Ancak 1960’larda başlayan gelişmeler sonucu ortaya çıkan ve terapist kim liğinin daha say­ dam bir biçimde yaşandığı uygulamalardan sonra da bu konu­



P S İK O TE R A PİST



125



da p ek bir şey yazılmadı. Yakın geçmişte dünyadan ayrılan ün­ lü Ingiliz psikiyatrisi R onald Laing bile, öznellik kokan ve y ü ­ rekli girişim ler sayılabilecek yapıtlarında kendi yaşantılarını ancak dolaylı bir biçimde ortaya koyabilmiştir. Sanırım bunun başlıca nedeni, süreç türü yaşantıları tanım ve kavramlarla di­ le getirmenin zorluğu, belki de imkânsızlığı. En iyi yazılm ış oto­ biyografilerde bile, yaşanm ış olanlar gereğince aktarılamıyor ve okunurken bir şeyler eksik kalmış gibi bir duygu yaşanıyor. Bu nedenle, aslında istekli olmama rağmen, bu konuda neyi ve nasıl yazabileceğim i ben de bilemedim. B ir psikoterapistin entelektüel donanım ının nasıl olm ası gerektiği konusunda liste çıkaran araştırm acılar bile olmuştur. Bence bir terapistin dünya olaylarına açık bir algılam a ve yeter­ li bir sentez yeteneğinin olm ası, entelektüel birikim inin hac­ m inden ya da içeriğinden daha önemlidir. Başka bir deyişle, te­ rapistin kendi alanı dışındaki konulara da hâkim bir bilge kim ­ liğine sahip olm asının gerekli olm adığını düşünüyorum . Bir psikoterapist toplumun çeşitli kesim lerinden gelen in­ sanların dünyalarını paylaşır. Dolayısıyla odası toplum un m in­ yatür bir kulisi gibidir. Terapist tedaviye gelen kişilerin yaşan­ tılarını paylaşırken, farkına varmaksızın ve istemi dışında ken­ disinin de içinde yaşadığı sistem hakkında önemli bilgiler edi­ nir. Bu ona, doğrudan ulaşm ası m üm kün olm ayan dünyaları koltuğunda otururken tanım a imkânını sağlar. Kendi seçim i dı­ şında edindiği bu bilgileri sentezine katabilen bir terapistin dünyaya bakış açısı genişler ve birikimi zenginleşir. Bu yönü geliştikçe, kişisel yaşantılarını ve tedaviye gelen kişilerin dün­ yalarını toplumsal olgulardan soyutlamadan anlamayı öğrenir. İnsanlara ve olaylara daha az önyargılı bakabilme ve öylece ka­ bul edebilm e eğilimi oluşm aya başlar. Tabii her şeyin bir bedeli var. Bir terapistin insan olarak zenginleşm esine ve belki de olgunlaşm asına katkıda bulunan bu bilgi akımı, zam an içinde bir "aşırı bilgi yüklemesi" olgu­



126



V A R O L U Ş V E PSİK İYATRİ



sunu da beraberinde getirebilir. Böyle durum lara m aruz kalan çoğu insan konuşm a yoluyla yükünü hafifletm eye çalışabilir. Oysa edindiği bilgilerin çoğunu yaşamının sonuna dek kendi­ ne saklamak durum unda olan psikoterapist için bu yol da ka­ palıdır. İnsanların her zam an mitoslara ihtiyacı olmuştur. Yıllarca, içinde yaşadığı sistemin çıplak gerçeklerine ilişkin bilgi bom ­ bardım anına sürekli açık olmak, terapistin mitos yaratm a ihti­ yacını ketleyebilir. M itoslarını tümden yitirmek ise bir terapis­ tin trajedisi olabilir. Onun için terapist, yaşadığı evrene yaban­ cılaşm asıyla sonlanabilecek tehlikeli bir gidişe kapılm am a ko­ nusunda dikkatli olm ak zorundadır. Bireyleşmeyi ve sıradanlığı birlikte sürdürebilmek tabii ki kolay değil. Bunu gerçekleştiremeyen ve bireyleşme çabaların­ da sıradanlığı tüm den yadsıyan kişilere m arjinal deniliyor. M arjinal bir kimlikte kişinin meydan okuyuşu öylesine ön p la ­ na fırla r ki, toplumun sunduğu kalıplarla bağ kurması mümkün olamaz. M arjinal bir kişilik sanatla bağdaşabilir, ama bilimle uğraşan kişinin arayışları belli bir temelde hareket etme duru­ munda olduğundan böyle bir meydan okuyuşla bağdaşamaz. Bazı kalıplara düşünce düzeyinde karşı çıkm ak ise bir yaşam biçim i olan m arjinallikten fa rklı bir olgudur. B ir dönem inde marjinalliğe yakın bir yaşam sürdürmüş olan Ingiliz psikiyat­ risi Ronald Laing, The Politics o f Experience kitabında bu y a ­ şam biçimine övgü yağdırmıştı. Laing, psikanalitik tem elli bir eğitim görm üş ve her şeye rağmen bu form asyonuna bağlı kalm ıştı. Belki bu bağ onun gerçek anlamda marjinal bir kimlik edinebilmesini engellem iş­ tir. Am a iyi bir eğitim temelinden yola çıkmış olması, kendine özgü tarzıyla psikiyatriyi zenginleştiren ve bazen bu alana y ö ­ nelik uyarılar içeren katkılarda bulunabilmesini sağlamıştır. Bu katkılarını alışılagelmiş çizgilerin dışında sürdürmüş olması ve kendi kişiliğini ortaya çıkararak psikiyatrideki genel tutucu



PSİK O TE RA PİST



127



eğilime karşı çıkması, bazı çevrelerin bir ara onu alaya alm a­ sına neden olmuştu. A m a bugün aynı çevreler, o dönem de p s i­ kiyatrinin ihtiyaç duyduğu taze kanı sağlam ış olan ve yakın geçmişte genç yaşta dünyadan ayrılan bu yürekli bilim adam ın­ dan alıntıları kendi çalışm alarına katabiliyorlar. 1968'de yayımlanışından birkaç yıl sonra ilk okuduğumda ben de The Po­ litics o f Experience adlı kitabı yadırgayanlardan biriydim. Am a bugün Laing'i ve yapıtlarını saygıyla anıyorum. Bir psikoterapist zaman içerisinde seçici bir bellek gelişti­ rir ve tedavisini üstlendiği kişilere ilişkin bilgileri ya da onlar­ dan dinlediklerini, aradan yıllar geçse bile bazen kolayca çağrıştırabilir. Bu olgu fark edildiğinde, tedaviye gelen kişilerin hayretine ya da görünm ez bir teyp olup olm adığının sorulm ası­ na bile neden olabilir. O ysa insanın çağrıştırma kapasitesinin sınırları olduğundan, böyle bir seçicilik terapistin belleğini ba­ zı başka konularda sınırlayabilir. Bu seçiciliğin nedeni, terapis­ tin tedavi odasında duyduklarını ve gözlem lediklerini anlam a çabasında, olağan sosyal ilişkilerde birbirimizi dinlem eye alış­ kın olduğum uzdan farklı bir tutum içinde olm asından kaynak­ lanır. Bu, Heidegger'in "otantik dinleme" dediği olgudur. Bu olgu terapistin iyi bir dedektif olmasını da gerektirir. Te­ daviye gelen kişinin sözlü ve sözsüz davranışlarını izlerken ara­ ya ayrıntı gibi sıkıştırılan bazı bilgileri atlamaması, konuşulan­ lar kadar sözsüz davranışlara da dikkat etmesi ve bunlar arasın­ da uyuşmazlık olup olm adığını görm eye çalışm ası gerekir. B u­ nun yanı sıra edinilen bilgiler arasında anlamlı bağlantılar olup olm adığını da anlam aya çalışm ası ve fark ettiği boşlukları soru sorarak gidermesi gerekir. Ancak bütün bu değerlendirm eler sı­ rasında, terapistin tedaviye gelen kişiyi "kendi dünyası içinde" anlam aya çalışm ası çok önemlidir. Bazı psikoterapistler, dinlediklerini kuramsal açıdan değer­ lendirm e eğilim inde olduklarından, birlikte oldukları kişiyi an­ layabilm e kapasiteleri sınırlanır. Oysa kuram ların işlevi, biı



128



V A R O L U Ş VE PSİK İYATRİ



çerçeve değil hurekcl zemini oluşturmaktır. Bir insanı kuramsal bir çereve içinde değerlendirm ek onu anlamış olduğum uzu farzetmemizi kolaylaştırır, ama insan an be an anlam aya çalışm a­ mız gereken ucu açık bir süreçtir ve anladığımızı farzederek bu ucu kapatıp onu bir durum a indirgeyenleyiz. Önemli olan anla­ mış olmak değil, bıkm aksızın "anlamaya çalışmak"tır. Bu çaba­ sında terapist edilgin bir konum da değildir ve dikkatli bir sat­ ranç oyuncusu gibi taşlarını oynayarak, nerede neyi söyleyece­ ğini ya da hangi soruyu soracağını iyi kestirebilm ek zorundadır. Tedavi süreci bir satranç oyunundan çok daha hızlı aktığından terapist de yaratıcı ve kıvrak davranm ak durumundadır. Tera­ pistin yaratıcılığı bazen, yüzyılın ilk yarısında yasam ış ünlü bir psikiyatristin anılarından alınan aşağıdaki örnekteki gibi, bir durum un üstesinden çok kısa sürede gelinm esini sağlayabilir. Dönemin ünlü bir sopranosu bir operada başrolü oynam ak üzere kente gelir, ancak temsilden birkaç gün önce bir sabah se­ sini tümden yitirir. M isafir bulunduğu eve çağrılan kulak-burun-boğaz uzmanları sopranonun ses tellerinde organik bir bo­ zukluk olmadığını tespit ederler. Bunun üzerine eve çağrılan psikiyatrisi, hiç sesi çıkm ayan soprano ile yazışarak bilgi edin­ meye çalışır. Bu bilgiler arasında primadonnanın kente son za­ manlarda birlikte yaşadığı genç sevgilisiyle geldiğini, sesinin kısılmasından önceki geceyi birlikte geçirdiklerini ve bu bera­ berlik sırasında genç kadının ömründe ilk kez fallatio'yu (ağız yoluyla seks) denemiş olduğunu öğrenir. Sopranodan izin iste­ yerek oradan ayrılan psikiyatrisi ev halkına m utfağın yolunu sorar ve bir süre sonra tekrar odaya döner, m erakla kendisini izleyen genç kadının karşısına geçer ve birden cebinden bir so­ sis çıkararak kararlı bir tavırla sopranodan bunu ağzına koy­ masını ister. G özleri dehşetle yerinden fırlayan genç kadından güzel bir soprano ses yükselir: "No!.." Birkaç akşam sonra ünlü primadonnanın başrolü oynadığı operanın perdesi önceden tasarlanmış olduğu zam anda açılır.



P SİK O TE R A PİST



129



Bu olay, Batı dünyasında tutucu ve yargılayıcı "Victorian" değerlerin hâlâ geçerli olduğu yıllara ait. Alışılm ışın dışında bir cinselliği genç sevgilisinin talebi üzerine deneyen kadının yaşadığı şok ve suçluluk, bilinçdışı bir m ekanizma ile konversiyon histerisine dönüşüyor. Genç soprano en değerli organından kendini yoksun bırakarak suçluluğunun bedelini ödemeye çalı­ şırken, olaya katılan anatom ik bölge de böyle bir eylemi tekrar­ lamamak için kendini korum aya almış oluyor. A ncak kadının yaşadığı şokun sonucu ortaya çıkan durumu, ona bir karşı-şok yaşatarak ortadan kaldıran psikiyatristin yaratıcı düşlem gücü de gerçekten olağanın üzerinde. Bir psikoterapistin eğitimi öncelikle bir usta-çırak ilişkisini içerir. Eğitim sırasında psikoterapist adayı, bu am açla seçilm iş belirli kişilerin tedavisini üstlenir ve onlarla geçirdiği saatlerin raporunu ya da teyp bandını ustasına getirir ya da uygulam ala­ rı, ustası tarafından tek yönlü gözlem lenebilen bir pencereden doğrudan izlenir. Tedavi edilen kişiler bütün bu düzenlem eler­ den haberdardır ve gerekli açıklam alar yapılarak önceden izin­ leri alınır. Aday ve ustası her buluşm ayı birlikte değerlendirir­ ler. Usta, adaya yanlışlarını gösterir. Tedavinin stratejisi yönün­ den önerilerde bulunur, zaman zaman da ona, tedavi ettiği kişi­ ye ya da süreç içinde yaşanm ış belirli bir durum a ilişkin yaşan­ tılarını sorarak kendisine ilişkin içgörü kazanm asına katkıda bulunm aya çalışır. Söz konusu olan klasik psikanaliz ise, ada­ yın kendisinin de psikanalitik tedaviden geçmesi gerekir. Bütün bunların yanı sıra, adayın sistemli bir kuramsal eğitim progra­ m ına katılması da beklenir. Yukarıda ana hatları sunulan programlar, gelişm iş ülkeler­ de yıllardan beri sürdürülm ekte olan geleneksel türde bir eğili­ mi tanım lam akta. Son yıllarda yaygınlaşmaya başlayan başka tür bir uygulam a ise, geleneksel psikoterapi eğitiminin yerini alma yolunda. Bu tür eğitim de genellikle video kullanılıyor ve kamera, tedaviye gelen kişinin değil terapist adayının ii/eriııe



130



VAKOI.UŞ VI-: PSİK İYATRİ



odaklanıyor Video handı üzerinde yapılan tartışm alar da, ada­ yın tedavisini üstlendiği kişiyle birlikteyken an be an yaşadık­ ları çevresinde, özellikle kendisini nerelerde yaşayam am ış ol­ duğu vurgulanarak sürdürülüyor. Dolayısıyla bu tür bir eğitim, adayın bir yandan kendisini bir ekranda izlerken ustasıyla bir­ likte sürdürdüğü kişisel psikoterapisini içerm iş oluyor. Aday için oldukça zor bir eğitim süreci, ama bir insanın kendisini saydamlaştırm a çabalarında bulunm az bir imkân. Sözlü bir di­ yalogla sürdürülen olağan psikoterapilerde, tedaviye gelen kişi­ nin zaman zaman kaçak oynam asına elverişli durum lar olabilir, ama bir insanın videoda tespit edilm iş görüntüsü karşısında sa­ vunmalarını kullanabilm e şansı oldukça azdır. Ancak yine de eğitim am acıyla psikanaliz sürecini yaşam ak zorunda olmaktan daha az hırpalayıcı bir yol. Batı dünyasında 60'lı yıllarda yapılm ış bazı araştırmalar, tıp doktorları arasında intihar olgusunun diğer m eslek gruplarına oranla daha yüksek olduğunu göstermekte. İlginç olan yön, psikiyatristlerin bu listenin başında olmaları. Bu konuda 1964'te British M edical Journal'da çıkan ve somut verilere dayanm a­ yan bir yorum da bunun nedeni, psikiyatristlerin çalışm aları sı­ rasında yaşadıkları kişisel zorlanm alardan çok, bazı psikiyat­ ristlerin kişisel sorunlarına çözüm aram ak am acıyla bu alanı seçmiş olmalarıyla açıklanm ak istenmiş. Ancak konuya ilişkin sistemli bir çalışm a yapm ış olan Wal­ ter Freeman'ın 1967 yılında Am erican Journal o f Psychiatry'de yayım lanan yazısında vurguladığı husus oldukça farklı. F re­ em an, genç psikiyatristlerin m esleklerinde ilerleyebilm eleri için klasik psikanaliz sürecinden geçmelerinin gerekli olduğu konusunda ısrar edilm esinin tehlikeli bazı sonuçlar yaratabildiğinden ve bu olgu ile yüksek intihar oranı arasında yakın ilişki olduğundan söz ediyor. Psikanaliz sürecini yaşam anın gerekli olduğunu savunan görüşler artık azınlıkta kaldılar, am a psiko­ terapist olarak yetişecek adayların seçim inde özen gösterilm e­ sinin gerekliliği çoğunluğun paylaştığı bir görüş.



PSİK O TERA PİST



131



Eğitim am acıyla psikanalizden geçme koşulu sonucu bazı adayların zorlanm asında ya da dağılm asında, psikanalizin özel­ likle 1950 ve 6 0'larda en düstrileşm e eğilim i gösterm esinin önemli bir payı olsa gerek. O yıllarda psikanalist yetiştirmenin de kitle üretimine dönüşm e eğilimi gösterm esinin, ehliyet ve ti­ tizlik gerektiren bu yöntem in uygulam alarına olum suz bir bi­ çim de yansıdığı bilinen bir olgu. Vaktiyle Freud ve onun çevre­ sindeki seçkin ve sorum luluğunun bilincinde olan bilim adam ­ larının çalışm alarından farklı ve insanları birtakım klişelere yerleştirerek sürdürülen uygulamalar, bazen yarar yerine hasa­ ra neden olabilir. Özellikle insan davranışlarındaki cinsel öğe­ leri vurgulayan bir kuram ın uygulaması söz konusu olduğunda. Bu dönemin psikanalistleri arasında "terribles simplificateurs" denilen klişecilerin sayısı hiç de az değildi. Freud'un, kendisi henüz hayattayken başlayan bu tür gelişm elerin farkında oldu­ ğu ve bunu hiç de hoş karşılam adığı söylenir. B ir gün Freud ağzında puro ile bir toplantıya gelir. Ç evre­ dekilerin anlamlı bir şekilde purosuna bakarak gülüştüklerini fa rk ettiğinde, zihinlerinden geçeni derhal kavrar ve onlara dö­ nüp, "Beyler, bu puro bir purodur! Yalnızca bir puro!" der. Psikoterapist adaylarının seçim inde kullanılabilecek ölçüt­ leri tanımlamak aslında hiç de kolay değil. Ciddi kişilik sorun­ ları dışında, bir adayda gözlem lenen abartılı savunm a davranış­ larını olum suz bir ölçüt olarak kabul etm ek çok katı bir değer­ lendirme olur. Çünkü 25-35 yaş grubunda bir insanın yetişkin yaşam biçim inin ana çizgileri belirlenene dek geçici iniş ve çı­ kışları olabilir. Üstelik dinam ik psikiyatri gibi bir alanda alınan uzm anlık eğitim i, iyi değerlendirilip özüm sendiğiııde adayın kişilik gelişimine çok önem li katkılar sağlayabilir. Ancak ııarsisistik-obsesif kişilik özellikleri yerleşik ve belirgin olan adayla­ rın böyle bir eğitim sürecinden bir şeyler kazanına şaıısımıı çok düşük olacağı inancındayım.



132



V A R O L U Ş V E PSİK İYATRİ



O bsesif özellikleri ön planda olan bir aday sürekli kendi süperegosunun kategorilerinde sıkışıp kalacağı, narsisistik kişili­ ği belirgin bir diğeri ise kendi içinde kilitli kaldığı ve yalnızca görkemiyle ilişkide olduğu için, eğitim lerinin kendilerine ka­ zandırm aya çalıştığı yaşantılara ve bilgilere ulaşamazlar. K işi­ sel yaşamlarındaki insanlarla olduğu gibi, tedavi ettikleri kişi­ leri de kendi gerçekleri içinde algılayam az ve onlara kendi bek­ lentilerini yansıtırlar. Bazen bu tür kişilik özellikleri olan biri, omnipotansını yaşam a ya da görkemini gerçekleştirebilm e bek­ lentisiyle psikoterapi alanını seçmek isteyebilir. Ancak böyle bir alanda çalışmak, ne eğitim inde ne de uygulam asında, kola­ ya kaçılarak sürdürülemez. Kişisel tutkular doğrultusunda kul­ lanılabilecek bir araç da olamaz. Çünkü amaç, öncelikle, psikoterapiye gelen kişinin tedavisidir.



Il



VAROLM AK YA DA OLAMAMAK



Anlamsızlık



"Otobüs durağının önünden geçerken bir kadına gözüm ilişti. Aslında beni ilgilendiren hiçbir yanı yoktu. Ona bakıp, 'Neden yaşıyor ki bu kadın? Dünyada oluşu ne kadar anlamsız, ne ka­ dar saçm a!' diye düşündüm. H âlâ da öyle düşünüyorum. K en­ dim i yansıtıyor olabilirim, am a yalnız kendim inkini değil, her­ kesin hayatını anlamsız buluyorum." Bir genç kadının tedavi odasındaki bu isyanı bazılarım ıza yabancı gelmeyebilir. İnsan, dünyadaki her şeyin olduğundan başka bir şey de olabileceğini fark ettiğinde, dünyanın kendisi­ ne anlam sunabilm esinin ya da yol gösterebilm esinin mümkün olm adığını anlam aya başlıyor. O zam an da, yaşam ına anlam katm a ihtiyacında olan insanın, anlam ı olm ayan bir dünyada nasıl anlam bulabileceği sorusuyla baş başa kalıyor. Çoğu insa­ nın zaman zaman yaşadığı boşluk duygusundan farklı, oldukça sürekli bir yaşantı bu. Varoluş bunalım ı denilen bu durum u Vik­ tor Frankl alışılagelm iş nevroz tanım ının dışında değerlendiri­ yor. Salvatore M addi, bu olgunun "yaşamın anlamını aram a ça­ basında kapsam lı bir yenilgiye uğramaktan" kaynaklandığını yazıyor. Yani insanın birlikte olduğu ya da yapmayı tasarlaya­ bileceği şeylerin ilgiye değer olduğuna, yararına, önem ine ve gerçekliğine inanm am a duygusunu sürekli yaşıyor olması. Yaşam ının doğaüstü bir örüntü izlediğine ve bu tasarım içinde belirli bir rolü olduğuna inanan insan tabii ki bu konuda fazla bir rahatsızlık yaşamaz. A m a nesnel gerçekliğin sorgulan­ dığı teknoloji çağında bu rahatlığı yaşayan insanların sayısı gi-



136



VAR OLUŞ V E P S İK İYAT Rİ



derck ıı/ıılmakla. Kozmik inanç sistem lerinin dünyam ızın yaşa­ makla olduğu hızlı dönüşüm lere uyum sağlayacak yenilenm e süreçlerinden geçememiş olm alarının da bunda payı olsa gerek. Belki de bunun için astroloji ve reenkam asyon gibi inançlara bağlanan ya da tarikat benzeri topluluklara katılarak boşluğa düşm ekten kurtulm aya çalışan insanların sayısı giderek artıyor. Çağdaş düşünürlerin çoğu, konuyu ucu açık bir biçim de tartışm a eğiliminde, kimi ise tanım lar getirm eye çalışmış. Ö r­ neğin yirminci yüzyılda yaşanan bunalımın tanım lam asında ön­ cülük yapm ış düşünürlerden Sartre, konuya ilişkin görüşünü, "Doğmuş olmamız gibi ölecek olm am ız da anlamsız!" diyerek bırakm ış ve etik konusunda bir öneri getirmemiştir. Buna kar­ şılık Camus, başlangıçtaki nihilistik tutumundan giderek uzak­ laşmış ve yüreklilik, onurlu bir baş kaldın, kardeşçe dayanış­ ma, sevgi gibi öneriler geliştirmiştir. Bir başka düşünür Kari Jasper ise, "Bir insanın ne olduğu, kendine mal edebildiği ne­ deni ile belirlenir," diyerek, insanın kendini bir nedene adam a­ sını, yaşama anlam katabilm e yolu olarak öneriyor. Filozof-tarihçi Will Durant, yaşama anlam verebilecek nedenlerin, insanı kendi kişiliğinin sınırlarının ötesine götürebilm esi ve kendisin­ den daha zengin bir bütünle işbirliği yapabilmesini sağlaması gerektiğini söylüyor. Milan Kundera Varolmanın D ayanılmaz H afifliği adlı kita­ bında, yaşamın bir rastlantılar dizisinden oluştuğunu, am a in­ sanların bu rastlantıları nasıl yaşadıkları ya da yaşayam adıkları olgusunun da bunun kadar önem li olduğunu kahram anlarının yaşam öykülerinde dile getiriyor. Kitaptaki karakterler, kendi­ lerini kendi dünyaları içinde algılayarak, olmayı ya da olm am a­ yı sonuçlarının getireceği sorum luluğu kabul ederek yaşıyorlar. Önceki bölümlerde tanım lam aya çalıştığım bir ayrımı, yani ol­ mak ile yapmak arasındaki farkı kendi yaşamım ızda kavraya­ bildiğimiz oranda Kundera'nın yarattığı kişileri daha iyi anlaya­ bileceğimizi sanıyorum. Ancak bu farkı anlam aya çalışırken, olamamak (no-thingness) ile hiçlik duygusu (nothingness) ara­



A N L A M SIZL IK



137



sındaki ayrımı da göz önünde bulundurm ak gerekiyor. Çünkü "hiçlik duygusu" çoğu zam an nihilizm in dolaylı yoldan dile ge­ tirilişini tanım lar ve varolam am anın otantik yalnızlığı ile üretil­ miş hiçlik duygusundan çok farklı bir olgudur. İnsanın varoluşunu algılayabilm esi, M artin Buber'in tanım ­ lamış olduğu "ben-sen" ilişkisi içinde gerçekleştirilebilir. A slın­ da psikoterapinin tem elinde de benzer bir öğe mevcut. Tabii Frankl'ın deyim iyle, psikoterapi psikoloji m ühendisliğine ve teknolojiye indirgenm ediğinde. Çünkü psikoterapi sürecinde "ben", ancak bir "sen" ile ilişki içinde anlatım bulsa da, "ben" ve "sen" bu diyaloğa kendi sınırlarının ötesinde bir anlam kat­ m adıkça beraberlik içinde varolabilm eleri de m üm kün olamaz. İnsan ancak bir başka "insana ya da anlam a doğru" kendini aşa­ bilir. Sevgi de bir diğer insana onun kendi dünyası içinde ula­ şabilmeyi içerir. Geçm iş zamanın tarım a yönelik toplumlarının bireyleri, ya­ şamın anlam ına ilişkin sorular sormazlardı. Yaşamın somut so­ runlarıyla uğraşır ve geleneklerin kısıtlayıcı, am a koruyucu norm larını yazgıları olarak benimserlerdi. Üstelik endüstrileş­ miş toplum insanının doğadan ve yaşam zincirinden kopmuş olm a sonucu yaşadığı boşluğu tanımazlardı. A nlam sızlıkla yüz­ leşmek, refah ve bunun getirdiği zaman fazlası ile oldukça ilin­ tilidir. Zam an, beraberinde getirdiği özgürlükten ötürü birçok insan için sorun yaratır. Endüstrileşm iş toplum larda çalışm ak da yaşam a anlam katma konusunda yeterli olamaz. Çünkü ora­ da, ne doğa ile ilişkiyi de içeren bir çabanın, ne de kişisel yara­ tıcılığa yönelik zanaatın yeri var. Artık giderek artan sayıda in­ san, dev bürokratik sistem lere hizm et vermekten öte bir anlamı olm ayan ve bireysel yaratıcılığın kabul edilmediği ya da denet­ lendiği işler yapm a durumunda. Frankl, anlam sızlık olgusunu iki ayrı evrede değerlendiri­ yor: varoluş vakumu (existential vacuum) ve varoluş nevrozu. Varoluş vakum u can sıkıntısı, durgunluk ve boşluk duygusu olarak yaşanır. Kişi kendine ve dünyaya inançsız bir biçimde



138



V A R O L U Ş VL l’SİK İYATRİ



bakar, yönünü bulam az ve yaplığı her şeyin am acını soruşturur. Ö zgür olduğu zam anlarda ne yapm ak istediğini bilem ez. Frankl'a göre, sezgilerine yabancılaşm ış ve geleneklerini yitirmiş olm ak çağdaş insanın temel açmazıdır. Ne sezgileri -yapm ak zorunda olduğu şeyler konusunda- ne de gelenekler -yapm ası gerekenler konusunda- ona yol gösteriyor. Kendisi de ne iste­ diğini bilemiyor. O zam an ya başkalarının yaptığını yapıyor, ya da başkalarının isteklerine boyun eğm eyi seçiyor. Terörizmin dünyada yaygın olduğu günlerde bir grup G ü­ ney M olukalı, Hollanda'da bir yolcu trenini ele geçirerek yo l­ cuları tutsak almışlardı. Ajans bültenleri bu olaya ilişkin habe­ ri, "Tedhişçilerin treni bilinmeyen bir yöne götürecekleri sanı­ lıyor!" cümlesiyle bitiriyordu. Uçaklar için kullanılan bir klişe­ nin farkında olmaksızın tren için de tekrarlandığını tahmin et­ mekle birlikte, haber bültenini her dinleyişimde, "Bir tren nasıl bilinmeyen bir yöne götürülür? Ray nereye giderse oraya git­ m ek zorunda!" diye söylendiğimi hatırlıyorum. Bir gün tedavi saatinin sonunda, birlikte olduğum kişiye, o gün evine her zamankinden farklı bir yoldan gitmeyi denemek isteyip istemediğini sordum. Denemeye hevesli göründü. Benim ofisimden evine dönebilm esi için üç seçeneği olduğunu biliyor­ dum. Ertesi hafta öğrendim ki gidememiş. Binanın önünde uzun bir kararsızlık geçirdikten sonra değişik bir yolu deneyecek ce­ sareti olmadığını fa r k etmiş ve arabasına binip her zamanki gü­ zergâhını izlemiş. Bu uç bir örnek olabilir. Am a aslında p ek çok insan kendi­ sini, ray nereye giderse oraya gitm ek zorunda olan bir tren gi­ bi yaşıyor ve çoğu zaman da bunun fa rkın a varmıyor. Frankl'a göre, belirgin bir vakum oluştuğunda sem ptom lar bu boşluğu doldurm aya ve varoluş nevrozu belirm eye başlar. Frankl buna "noogenic neurosis" de diyor. Noos Yunancada zi­ hin anlam ına gelen bir sözcük, ama Frankl bunu, davranışlar ya



A N L A M SIZL IK



139



da sem ptom lar gibi gözlem lenebilir olguların ötesinde, varolu­ şun spiritüel bir boyutunu tanım lam ak am acıyla kullanm ış. Noojenik nevroz herhangi bir klinik nevroz görünüm ünde ortaya çıkabilir. Alkolizm, depresyon, obsesyonelizm , cinsel davranış­ larda enflasyon ya da sorum suz ve yıkıcı davranışlar bunlar arasında sayılabilir. B eyoğlu’ndaki bir m eyhanedeki duvar yazüarından biri gö­ züme çarpıyor. "Hayat boştur ama içine sıçınca dolar!" Düşünürlerin satırlarla, sayfalarla anlatmaya çalıştığı ol­ guları halkın nasıl olup da böylesi yalın bir biçimde özetleye­ bild iğ im bir kez daha şaşıyorum. Frankl'ın noojenik nevroz dediği olguyu, önceleri bireysel terapilerden çok grup terapilerinde fark etm eye başladım . Zih­ nimde olgunlaşabilm esi ise yaklaşık on yıl sürdü. Bugün teda­ vi için başvuran kişilerle ilk beraberliklerim de sem ptom ların anlamını kavram aya çalışıyorum ve bazen bunları tedaviye ge­ len kişiyle de paylaşıyorum . A m a olabildiğince kısa bir sürede, aslında vakumun art ürünleri olm aktan öte bir anlam taşım ayan bu sem ptom ların gerisine, vakumun kendisine ulaşm aya çalışı­ yorum. Öm eğin cinsel davranışlarında ketlenen biri ile cinsel­ liği konuşarak bir yere varılabileceğine inanm ıyorum . Sem p­ tom ların ötesine geçilebildiğinde, tedaviye gelen kişinin kendi­ sini daha iyi anlaşılm ış hissettiğini fark ediyorum. Üstelik özne-nesne ilişkisinin ötesinde bir bağın yaşanabilm esine de daha kolay ulaşılabiliyor. Tedaviye gelen çoğu kişinin bu hızlı geçi­ şe az bir dirençten sonra kolayca katılması da sanırım bunun bir kanıtı. İsteklerini ve arzularını algılayam am anın yarattığı boşluk, insanların kendilerini güçsüz hissetm elerine neden oluyor. B u­ nun sonucu insanlar, kendi yaşamlarına yön verebileceklerine ve çevreleri üzerinde etkili olabileceklerine inanmaz oluyorlar. Birçok insan ise karşı cinsle olan ilişkilerinde ya da evliliklerin­



140



VA KOI.IJŞ VE PSİK İYATRI



de bu vakum un giderilmesini umuyor, hatta bekliyor. Bulam a­ dığında da birlikte olduğu kişiyi suçluyor, ona yönelik bir öfke yaşıyor ya da bunalım a girebiliyor. Yaklaşık on beş yıl önceydi. Tedaviye gelen Bayan N .’nin eşi benden randevu istedi ve bir gün buluştuk. "Biliyorsunuz, eşim bisiklete binmeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi. Bu nedenle evde­ ki sorunların yüzde 8 0 ’i ondan kaynaklanıyor. Herhalde siz de farkındasınız," diyerek söze başladı. Sözünü kesercesine ona, "Eşiniz de evdeki sorunların çoğunun sizden kaynaklandığını söylüyor, işin tuhafı o da yüzde 80 oranını kullandı. 80 artı 80 eşittir 160 olduğuna göre artan 60'a ilişkin değerlendirm eniz nedir?" dedim. Şaşırdı, sonra gülmeye başladı ve görüşmemiz daha gerçekçi bir zeminde sürdü. ilginç olan yön, her iki tarafın da çoğu zaman sorum lulu­ ğun yüzde 20'sini kabul edip yüzde 80'ini karşı tarafa yüklem ek istemesi. Am a neden hep seksen rakamının seçilm iş olduğunu bilemiyorum. Anlam sızlık ve boşluk duygularına genellikle eşlik eden bir başka duygu da yalnızlık ya da yalnız kalm a korkusu. İnsanın çocukluk dönem inde bir anne ve babaya ya da onların yerini alabilecek kişilere olan ihtiyacı, yalnızca güvenliği ve bakımı için değil, benliğini algılayabilm esi ve kendisini yaşam a hazır­ layabilmesi için de gerekli. Yetişkin insan da kendisini diğer in­ sanlarla olan ilişkileri içinde algılayabilir. D olayısıyla yalnız olmaktan hoşlanm am asının tem elinde benlik algılanm asını yi­ tirme korkusu bulunur. Ünlü Ingiliz tiyatro oyuncusu Dam e Edith Evans, yaşlılık yıllarında Londra'da Picadilly Circus civarındaki bir apartman dairesinde tek başına yaşamıştı. O günlerde kendisiyle görüş­ meye gelen bir gazetecinin, tek başına yaşam anın kendisi için zor olup olmadığı sorusuna cevabı, "Tek başına olm ak ve ya l­



A N LA M SIZLIK



141



nızlık birbirinden fa rklı şeyler (There is a difference between loneliness and aloness)" olmuş. Dilimizde her iki durum için de "yalnız" sözcüğünün kulla­ nılmakta olm asının bir anlamı var m ıdır bilemem, am a birçok insanın bu ikisinin ayrımını yapamam ış olm anın sıkıntısını ya­ şadığını düşünüyorum . Bu olgunun tem elinde insanın kendi geçmişinden taşıyıp getirdiği boşluğun yanı sıra toplum sal ve kültürel şartlanm aların da payı var. Yalnız kalm am ak için baş­ kalarıyla beraber olm a gereği, birçok insanın gerçekten seçm e­ dikleri insanlarla birlikte olm alarına neden olurken, insan A nd­ re Gide'in sözlerini hatırlıyor: "Kendilerini tek başına kalm ış bulm aktan korkan insanlar, kendilerini hiç bulamazlar." "Yaşamda birinci görevimiz mümkün olduğu kadar yapay olmaktır, ikinci görevim izi ise henüz kimse keşfedem edi" (O s­ car Wilde, 1891). Yalnız kalm am ak için ilişkisizliklerin yaşandığı kalabalık­ larda kendini afyonlayan insan, doğal olarak kendine yabancı­ laşır ve günüm üzde pek yaygın olan pazar ekonom isinin tutsa­ ğı olur. Böyle bir yaşam da insan beğenilm ek, önem senm ek, fark edilmek ya da sevilm ek için kendisini pazarlam a durum un­ dadır. Bu amaçla frekansını başkalarına göre ayarlayarak ken­ dini ortadan siler. Ancak bu pazarlam a sırasında tuhaf bir olgu yaşanır. Kişi, çevresinin beklentisi olarak gördüğü bir kim liği kendisine ıs­ m arlarken, farkına varm aksızın kendisinin kendine yönelik beklentilerini de gerçekleştirm eye çalışır. Bu beklentilerin içe­ riği önem li ölçüde kişinin çocukluk yaşantıları tarafından belir­ lenir. Çocukken istem eyerek de olsa anne ve babasından gelen talepler doğrultusunda geliştirdiği davranışları ya da yalnızlığı­ na karşı aile içinde yer edinebilm ek için geliştirdiği yapmaca kim liğini, yetişkin yaşamdaki çevresi tarafından da kabul edile­



142



VA R O LU Ş V E PS İK İY A T R İ



bilmesi için gerekli olduğuna inanarak sürdürür. Tabii ki bu ol­ gu, kişinin içinde yaşadığı toplum grubuna o dönem de egemen olan değerlerden de önemli ölçüde etkilenir. Batı etkisindeki kent kültüründe, sosyal beraberlikler için talep ediliyor olm ak büyük önem taşır. Başkaları tarafından ara­ nan bir insan için yalnız kalm a tehlikesi azalır, üstelik saygınlı­ ğı da artar. Öyleyse neden bu popüler insanların çoğu iç dünya­ larındaki yalnızlıktan yakınıyorlar? Pazarlam acı ilişkiler sistem inde, insan am acına ulaştıkça daha çok boşluğa düşer. Çünkü önem li olan, varoluş alanımızın ne kadar geniş olduğu değil, onun nasıl doldurulduğudur. Ken­ dim izi satışa çıkardığım ız oranda yaşadığım ız öfke ve düşm an­ lık, ne denli bilincim izin dışına itersek itelim yine de davranış­ larımızı yönlendirir. Anlaşılabilm e umudumuzu yitirdikçe daha çok beğeni toplamak için çabalarız. Sevilebilm ek um uduyla bi­ ze ait olm ayan bir görüntüyle sunulan benliğim iz bu kez sev­ meyi unutur. Derinlere itmeye çalıştığım ız öfke ve düşmanlığı, sevilm eden sevm em ekte direnerek m askelemeye çalışırız. H avaalanında bekliyorum. Karşı koltukta orta yaşlı bir çift oturuyor. Birbirleriyle konuşmuyor, çevredeki insanlara bakı­ yorlar. Sonra bir başka orta yaşlı çift onları fa r k ediyor ve yak­ laşıyorlar. K arşılaştıklarına sevinm iş görünüyorlar. Yalnızca üç boş oturma yeri var ve dördü de ayakta. Buna canlarının sıkıl­ dığı belli ama kimse oturmayı kabul etmiyor. Nereye gittikleri­ ni birbirlerine soruyorlar. C evaplar verilince konuşma bitiyor. Dördü de çevreye bakmıyor. Gözleri buluştuğunda birbirlerine gülümsüyorlar. Gergin bir gülümseme. Tekrar etrafa bakınıyor­ lar. Birbirlerine baktıklarında yine gülümsüyorlar, içlerinden biri ortak bir dostlarından söz ederek konuşm ayı başlatıyor. Birkaç cümleden sonra tekrar suskunluk. Yine bakınma ve ger­ gin gülümseme. B iri uçakların zamanında kalkm adığından söz ediyor, bir diğeri bu şikâyete katılıyor. Tekrar suskunluk ve ba­ kınma...



A N LA M SIZLIK



143



Kendi içinde kilitlenm iş dört kişiden oluşan bir alanda ya­ şanan yaşam azlık... Y aşam azlıklannm farkında değiller gibi. Farkında olsalar ve farkında oldukları yaşamazlığı kabul ede­ rek, birbirleriyle yaşamazlığı yaşamakta olduklarını paylaşm a yürekliliğini gösterebilseler, tıkanıklık belki de yaşanmayacak. Çünkü çoğu kez sorun, canım ızın sıkılması değil, canım ızın sı­ kılm asına canım ızın sıkılmasıdır. Yalnızlık, karam sarlık ya da bıkkınlık gibi duyguları yaşan­ ması iyi olm ayan durum lar olarak değerlendirdiğimizden, ge­ nellikle bu duyguların bir an önce üstesinden gelm eye çalışıyo­ ruz ya da onları yadsım a eğilim inde oluyoruz. Vaktiyle bir ko­ nuşm am da, "Depresyonunuzun da keyfini çıkarabilirsiniz!" de­ mem dinleyiciler tarafından yadırganmıştı. Bazı dinleyicilerin sonradan bana aktardıklarından, bu cüm lenin üzerinde çok du­ rulmuş olduğunu öğrendim. Oradaki çoğunluk belki de saçm a­ ladığımı düşünmüştür. A m a en azından birkaçı ne dem ek iste­ diğimi anlam aya çalıştı ve aylar sonra bile bana bu cüm leye ilişkin sorular soruldu. Olum suz olarak nitelendirm e eğilim inde olduğum uz duy­ gular da varoluşum uzun bir parçası. Eğer bazen nedenini bile­ mediğimiz depresif bir yaşantıya giriyorsak bu, o zaman kesi­ tinde organizm am ızın kendiliğinden yaptığı bir seçimdir. Belki de organizm am ızın bir ihtiyacı. Yaşanmasına izin verdiğim izde bir süre sonra tükenir ve bir başka yaşantıya geçilir. B astırm a­ ya ya da işler yolunda gidiyorm uşçasına davranm aya çalıştığı­ m ızda durum karmaşıklaşır, hatta bazen psikosom atik tepkilere yol açabilir. Tabii burada anlatılm ak istenen, sürekliliği olan depresif bir bozukluk ya da bazı insanların kendi varoluş so­ rum luluklarından kaçmak için ürettikleri kahır ve üzüntü değil. W eisskopf-Joelson'un vurguladığı gibi, Batı'nın yaşama ba­ kış biçim inin etkisindeki çağdaş psikiyatri de m utsuzluğu uyum suzluk belirtisi olarak yorum lam a eğiliminde. Böyle bir anlayış, hiç kim senin kaçınması mümkün olmayan mutsuzluk yaşantılarına, bir de m utsuz olm aktan ötürü m utsuz olm anın



144



V A R O LU Ş V E PSİK İYATRİ



yükünü ekler. Bir dönemin Am erika'sında m utsuz olmak nere­ deyse ulanılacak bir şeydi ve Hollyvvood'da çekilen film lerde mutlu bir son zorunlu bir kural gibiydi. Savaş sonrası Avrupa' sından bazı esneklikler edindiler zamanla. Acıdan sürekli kaçınma, yaşamdan da kaçm a ile sonuçlanır. Narkotize olm a amacıyla kullanılan üretilmiş acıdan farklı olan gerçek acının kişi için bir anlamı vardır. Anlam ı olan acı daha kolay kabul edilir. Anlam inanmayı içerir. İnançlarım ız dünyaile aram ızdaki bağları oluşturur. Bu bağlarda kopm a olduğunda acı çekilir ve m utsuzluk yaşanır. M ekanik bir dünyada ise ken­ di içinde kilitli ve bağsız, dolayısıyla gerçek trajedileri yalnız­ ca sinema ve tiyatroda "seyreden" yavan insanlar yaşar. Bir yem ekli davette masanın çevresinde oturuyoruz. Hoş ve nitelikli insanlardan oluşan bir grup, ancak oldukça heterojen. Üstelik bazıları birbirleriyle ilk kez karşılaşıyorlar. Bu nedenle başlangıçta konuşmalar oldukça kopuk. Am a sonra biri, yaban­ cı bir sözcüğün dilim izdeki karşılığının ne kadar yetersiz oldu­ ğunu anlatmaya başlıyor. M asanın bir bölümü canlanıyor. A r­ tık peşine takılacak bir konu bulunabilm iş olduğu için yabancı anksiyetesi yaşanm ayacak. Sürekli aynı konunun çevresinde dolaşılıyor ve bir türlü sonu gelmiyor. Giderek coşan süperegolar tarafından görevlendirilen egolar, hoşça vakit geçirm ek amacıyla tasarlanan beraberliği bir dilbilim seminerine dönüş­ türme eğilimindeler. Süperegolar zekâ ve bilgi pazarlıyorlar, oldukça üst düzeyde. Bu sürüklenm eye katılıp yok edilm em e izin vermek istemiyorum. K onuşm aları başka yöne çevirm ek için yaptığım bazı girişimler cılız kalıyor, başaramıyorum. M a­ sada kendim e yandaşlar arıyorum gözlerim le ve buluyorum da... Sonra bir şeyler olm aya başlıyor ve m asada oturanlar sanki iki gruba ayrılıyor. Gece farklı bitiyor, birbirine ulaşabi­ lenler ve ulaşamayanlar ile.



ANLAMSIZLIK



Aslında çok sayıda insan başkalarıyla değil kendi süpere golarıyla ilişkidedir. Bu nedenle tedaviye gelen kişilere bazen odada üç kişi olduğum uzu söylerim. Ben, o ve o. Ya da benim egom, onun egosu ve onun süperegosu (benim süperegom un ortalıkta olmadığı varsayımı ve umuduyla). Baskıcı bir ortam ­ da yetişmiş ya da çocukluk yıllarının duygusal ihtiyaçları kar­ şılanam am ış insanın süperegosu aşırı gelişmiştir. Çünkü egosu­ nu gereğince geliştirebilecek bir ortam dan yoksun büyümüştür. Yoksun bırakılm ış bir egonun diğer egolarla ilişki kuracak gü­ cü olamaz. Ego-ego ilişkisini zaten öğrenem em iş olduğundan kendi süperegosu ile bir köle-sahip ilişkisi sürdürm ek zorunda kalır. Böyle bir kişilik dinam iğinde köle ego, sahip süperegonun uzantısı konum unda varolabilir. Onun katı yargılarını ve yüksek beklentilerini yerine getirmekle sürekli uğraştığından, başka insanların ve onların gerçeklerinin pek farkında değildir. B öyle insanların diğerleriyle ilişkisi süperego-süperego ilişkisi biçim inde sürdürülür. İçinde yaşadığım ız kültür, her yönden, abartılı süperegolar üretimi için elverişli bir ortam. G e­ leneksel yönden bakıldığında, "yetersizliğini m askelem e çaba­ sında baskıcı-biçim ci bir otorite" ya da "yetersizliğini açık ya­ şayan bir otorite" ortam ında büyüdüğü için daha özerk bir ego oluşturam am ış bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplum. Ç ağ­ daşlaşm a yönünden bakıldığında başarı, görkem, vb. beklenti­ leriyle bireylerini baskı altında tutan ve son zam anlarda bir de "köşeyi dönem em eyi aptallık sayan" türde norm larıyla pazarla­ macı bir sistem. Dolayısıyla ortalıkta süperegoları tarafından şişirilmiş narsisistik egolar ya da yüksek oranlarda seyreden bir egolar enflasyonu dolanıyor. Böyle bir ortam da insanlar süperegoları tarafından ısm ar­ lanmış m onologları dile getirirler. Ego sürekli "sahibinin sesi­ ni" yansıtır. Diyalog ise kilitlenmiş kişiliğin kendi içinde, süperego ile ego arasında sürer. Süperego egoyu gözlemler, denet­ ler, yargılar, suçlar, bazen de onaylar. Tedavi süreci içinde de te­ rapistin görevi, kişinin kendi süperegosuna olan tutsak lığından



146



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



özgürleşm esinde ona yardımcı olmaktır. Bunu gerçekleştirm ek kolay değildir ve sistemli bir çaba gerektirir. Bu süreç içinde en önemli husus, terapistin kendi süperegosuyla diyaloglar içinde kilitlenm em iş olmasıdır. Yoksa tedavisi­ ni üstlendiği kişiyle süperegolararası bir ilişki sürdürmesi kaçı­ nılm az bir durum olarak yaşanır ve tedaviye gelen kişinin ürkek egosu terapistin egosuyla buluşam ayacağından yine yalnız bı­ rakılm ış olur, süperegosuna boyun eğmeyi sürdürm ekten başka seçeneği kalmaz. "Tedaviye gelen kişiyle mantık tartışm asına girmeyin" sözü eğitimim sırasında bende iz bırakan m esajlar­ dan biriydi. Ne kadar başarabildiğim i bilmiyorum , ama yalnız tedavi ortam ında değil, yaşamın kendisinde de içine düşm em e­ ye çalıştığım bir tuzak bu. Süperegolararası diyaloglarda, birbirini anlam a çabalarının yerini süperegoların "sidik yarışı" almıştır. Ama bu karşılıklı şi­ şinm e genellikle üstükapalı olarak sürdürülür. "Adam yerine konm a ya da konmama" konusunda aşırı bir narsisistik kaygı, bazen alınganlığa varan boyutlarda yaşanır. Diyalogların içeriği toplumun bir kesim inden diğerine değişse de genellikle m antık­ lı düşünce egemenliğindedir. Bazen bilgelik, bazen entelektüel birikim, bazen de çıplak güç gösterisi sergilenir. Bazen de bu­ nun tersi olur ve süperego bir başka süperegonun perform ansına karşı büyük bir hayranlık geliştirir. Bu durum çoğu kez "esaslı adam" deyim iyle dile getirilir. Ne var ki körükörüne yaşanan bu beğeninin altında bilinçdışı düşm anca eğilim ler bulunur. Bir başka insanı aşırı bir biçimde yücelterek ona bağnazca bağlan­ mak, çoğu kez insanın kendi süperegosunun narsisistik beklen­ tilerinin o kişideki yansım asının bir anlatımıdır. D olayısıyla in­ sanın kendine yönelik bilinçdışı saldırgan eğilim leri, hayranlık duyulan kişiye de yansır. Süperegosunun egem enliği altında olan insanın zaten eşiti yoktur. Tapındıkları ile küçüm sedikleri arasında narsisizm inin yalnızlığını yaşam aya mahkûmdur. Y argılam ak süperegonun tem el özelliğidir. İnsanları ve dünyayı seyreder, değerlendirm elerini yaparken genellikle eleş­



A N L A M SIZL IK



147



tirir. Bastırılm ış öfke ve düşm anlık, bilinçli düzeyde, başkala­ rında kolay kusur bulm a biçim inde yaşanır. Özgürlük söylevle­ ri verebilir ama kendine ve yakın çevresine bu hakkı tanımaz. Onları ayrı varlıklar gibi değil kendi uzantıları olarak yaşar. Ha­ ta yapmaktan ve eleştiriye uğram aktan korktuğu için, egem en­ liği altına aldığı kişiye yaşamın akışına katılm a izni vermez ve sürekli "freni çekik" dolaşm asına neden olur. Süperego egonun yaşadıklarını algılayabilm esine ve payla­ şabilm esine de izin vermez. Ucu açık süreçler yaşamaya taham ­ mülü olm adığından, olayları derhal yorum layıp ucunu kapatma eğilimi gösterir. Bu nedenle soyut kavram ların tartışılm asından çok hoşlanır. O na göre ilişki, düşünce ve bilgi alışverişidir. Olayları gereğince anlam aya çalışm adan getirdiği açıklamalar ve yorum lar, gerçeğe uym ayan sonuçlara ulaşm asına neden olur. Yanılgısı kanıtlarla kendisine gösterilm eye çalışıldığında bile düşüncesini değiştirm ez ve ulaştığı sonuçları ısrarla savu­ nur. Çünkü esneklik, zayıflık ve yenilgi belirtisidir. İnsanları ve olayları yaşanan süreçler olarak değil, bir an önce tanımlanıp paketlenerek rafa kaldırılm ası gereken şeyler olarak yaşar. Bu onun görevidir. Yıllar önce ofisime obsesif-kom pulsif sem ptom lar içinde sı­ kışmış bir durumda başvuran orta yaşlı bir yüksek bürokratı hatırlıyorum. Katı, kategorik ve kusursuzluğa yönelik savunma sistemi sayesinde kamu hizmetlerinde başarılı ve saygın bir ko­ numu vardı. Tedavi süreci içinde böyle durum lar için alışılagel­ mişin ötesinde uyumlu bir beraberlik sürdürdük. Uzun sayılm a­ yacak bir süre içinde savunma sistem leri giderek esnedi. So­ nunda kendisini çok sıkan semptomlardan da kurtuldu. B era­ berliğim izi sona erdirm eye hazırlanırken artık seyrek buluş­ maktaydık. Bu arada devlet kademesinde daha üst bir göreve atanmış ve önem li bir kurumun başkanı olmuştu. Son buluşm a­ larımızdan birinde odaya çocuk gibi gülerek girdi. "Bir bilseniz neler yapıyorum ,” dedi. "Benim için kaktüs çiçek açtı diyorlar-



148



VA R O LU Ş V E P S İK İYAT Rİ



mış." Sonra hana, yardımcılarına dosyaları gönderirken içleri­ ne çıplak kadın resimleri koyduğunu, bir keresinde çalışma ar­ kadaşlarından birinin ceketine fa r k ettirm eden kâğıttan bir kuyruk taktığını ve kimsenin bunu kimin yaptığını bulamadığı­ nı anlattı. B ir ay sonra veda görüşmesi için geldiğinde bana, "Geçen gelişimde size anlattıklarım yalnızca birkaç hafta sürdü. Yaşa­ m amış olduğum çocukluğu bir süre yaşadım sanki. Sanırım bu­ na ihtiyacım vardı. Şimdi kendim i de sizi de daha farklı algılı­ yorum ,” dedi. Sonra bana ilk geldiği gün aramızda geçen bir konuşmayı hatırlatarak, "Bana o zaman yönelttiğiniz sorunun anlamını şim di kavrayabiliyorum," dedi. ilk karşılaşmamızda doğal olarak, kendisini rahatsız eden semptomlardan söz ederek konuşmaya başlamıştı. Ancak ara­ dan yaklaşık beş dakika geçtikten sonra konuşmasını kesip ba­ na, "Doktor bey, size derin bir hürmet duyuyorum," dedi. Bu cümlenin, kendisine ihtiyaç duyulan bir otorite figürüne karşı geliştirilen bilinçdışı öfkeyi denetim altında tutabilme çabası­ nın anlatımı olduğunu fa r k etmiştim. Am a konuşmasının ara­ sında bu cüm leyi o kadar sık tekrarladı ki, süperegosuna karşı ilk kontratak denemesine giriştim ve ona, "Sizinle biraz önce tanıştık. Yeterince tanımadan bana nasıl hürm et duyabilirsi­ niz?" diye sordum. Tedirgin oldu ve bu kez daha yüksek bir ses­ le, "Doktor bey, size derin bir hürmet duyuyorum ," dedi. Tabii sorumu tekrarlamadım. Süperegosunun kabuğunu geçip egosuna yönelm e am acıy­ la yaptığım bu ilk girişimimi unutmamış. Bana ilk geldiği gün, kendisinin de farkında olmadığı öfkesini saçan gözlerinde şim ­ di çocuksu arı bir bakış vardı. Birkaç yıl sonra kalabalık bir dü­ ğünde karşılaştık. Bir ara yanım a geldi ve her şeyin iyi gittiği mesajını verip ayrıldı. Süperegonun baskısı altında sıkışm ış ego, gerçekten de ço­ ğu kez ürkek, korunm asız, yum uşak ve çocuksu bir varlıktır.



A N L A M SIZL IK



149



Şişmiş süperegosu tarafından korunm akta olm asının bedelini ona boyun eğip özerkliğinden vazgeçerek öder. Çünkü başka çaresi yoktur. Ç ocuk, egosunu, anne ve babasının egosunun desteğiyle yine kendi geliştirir ve güçlendirir. Kendine özgü dünyası olan bir varlık olarak kabul edilm eyen çocuk, ilerki ya­ şam ında kendi gerçeğini algılam akta güçlük çeker ve dünya içindeki yerini "gerçeğine göre" değil, süperegosunun "doğru­ larına göre" seçer. Egonun kendi gerçeğini fark edip yaşamayı öğrenebilmesi için bir başka ego ile işbirliğine ihtiyacı vardır ve psikoterapistin görevi bu işbirliğini sağlayacak bir ortamı yaratabilmektir. Tabii gelen kişi, tutsaklığın çekici sorum suzlu­ ğundan, özgürlüğün ürkütücü sorum luluğuna doğru hareket et­ meye gerçekten niyetliyse. Varoluşçu psikiyatri doğrultusunda sürdürülen bir tartışm a­ da ego ve süperego gibi psikanalitik kavram ların bu denli vur­ gulanması bazı okuyucular tarafından yadırganm ış olabilir. An­ cak amacım, daha önce tanım lamış olduğum varoluş vakum u­ nun, hipertrofik bir süperego tarafından insanın kendi seçimi dışında ne oranlarda işgal edilebildiğini ve bunun sonucu insa­ nın kendisinin olm ayan bir yaşamı farkında olm aksızın nasıl sürdürebildiğini sergilem ek. Süperegolarının doym ak bilm ez talepleri sonucu bazı insanlar toplum norm larına göre üstün sa­ yılan biçim sel başarılara ulaşabiliyorlar. A m a çoğu, insandan çok "kurum" olm anın sıkıntılarını yaşıyor. Kimi ise başka bir seçeneği olduğunu fark edem eyecek derecede tutsak olduğun­ dan öylece sürüklenip gidiyor, varolam am anın insanı uyuşturan ağırlığıyla. B unları, kendim izi nasıl varedem ediğim izi tanım lam ak am acıyla anlattım . Yargılayıcı süperegoları yargılayarak bir "çözüm ” aram ak için değil. Üstelik çoğunluğun böyle yaşadığı bir dünyada. Üst sistemlerin beklentilerinin de böyle olduğu bir dünyada. M ülkiyet tutkusunun belki de insanın genetik yöner­ gesine mal edilm iş olduğunu düşündürebilen bir dünyada. Ama vakum, istendiği kadar para, mülk, mücevher, ün, uyuşturucu



150



V A R O L U Ş VL P S İK İYAT Rİ



madde, moda, politika, bilgi istifleme, zayıflam a diyetleri, en­ telektüel gösteri, hile ve düzenbazlık, astroloji, antik objeler, kumar, tarikat, üçkâğıtçılık, kulüp üyeliği, alkol, estetik cerra­ hi, iktidar, her gece bar-restoran, prestij, kaba kuvvet ya da kom pulsif cinsellikle doldurulsun, yine boşlukla yüzleşilir. Bu­ na katlanılam adığı için, bunlardan hangisi seçilm işse onun da­ ha çoğu istenir. Tabii ki saydıklarım ın bir bölümü, çoğu insanın kimliğini geliştirm e ve zenginleştirm e am acıyla edindiği tutum lar ya da nesneler. A m a dikkatle bakıldığında bazı insanların bunlan, ya­ şadıkları boşluk ve anlam sızlığı giderebilm ek am acıyla, yani gerçek seçimleri olm ayan seçim ler olarak yaşadıkları görülebi­ lir. Belki de kendi gerçeklerini fark edip o doğrultuda seçim ya­ pam am aya karşı yapılan seçimlerin yaşanm asıdır bu. Örneğin insanlar daha çekici olabilm ek am acıyla ya da ku­ surlu buldukları bir beden bölgesinin daha düzgün bir görünüm kazanması için bir estetik cerraha başvurabilirler. Böyle bir du­ rum, olağan koşullarda, çağdaş insanın kendisini daha iyi his­ sedebilm ek am acıyla günüm üzde giderek gelişen tıbbi beceri ve tekniklerden yararlanm asını tanımlar. Ancak estetik cerrahi bazen bu tanım ın dışında bazı beklentileri de içerebilir ve cer­ rahlar "bazı durum larda" am eliyata karar verm eden önce bir psikiyatristin görüşünü almayı gerekli görürler. Varoluş vaku­ m unu bedeninde değişiklik yaparak giderebileceği sanısında olan bazı insanların, böyle bir ameliyattan sonra boşluğa düşe­ rek bunalım yaşayabildikleri bilindiği için. U ygar ve gelişm iş insanın politik bir görüşü ve inancı ol­ ması, onun kim liğinin önem li bir boyutunu oluşturur. Ancak öyle dönem ler yaşanır ki, toplumların bireyleri kolektif bir va­ roluş vakumu ile yüzleşm e durum unda kalabilirler. Böyle dö­ nem lerde bazı insanlar kişisel vakum larını belirli bir politik inançla giderm eye çalışırlar. Bu, insanın kendi ego bütünlüğü­ ne bir inanç katm asından çok farklı, bir geçişm e (fusion) olgu­ sudur.



A N L A M SIZL IK



151



Bazen toplum öyle dönüşüm ler geçirir ki, politik inanç sis­ tem leri de toplum un ya da bazen dünyanın genel gidişi içinde değişikliklere uğrar. Politik inancını önemli bir kim lik boyutu olarak yaşayan insanlar genellikle bu dönüşüm lere uyum sağla­ m ada güçlük çekmezler. B una karşılık, bir politik inanca sarıl­ m ayı varoluş vakum uyla yüzleşm e olasılığına karşı bir çözüm olarak kullanan insanların psikolojik dengesi böyle durum larda kolayca bozulabilir. Ya değişen dünya koşullarına uyarlanamam a sonucu klişeleşm iş inançlarına esneklik getirm em ekte bağ­ nazca ve inatla direnirler, ya da bazen inançlarından beklenm e­ dik bir dönüş yaparak, o günlerde geçerli görünen, hatta önce­ kinin karşıtı sayılabilecek bir görüşün savunucusu oluverirler. Uzak geçm işte umumi helaların duvarlarında cinsel-saldırgan nitelikli yazılar olurdu. Sonraları, özellikle 1970'lerde bu yazıların giderek politik-saldırgan bir içerik kazanm aya başla­ dığını gözlemledim. Sonunda cinsel içerikli yazılara hiç rast­ lanmaz oldu. Sonraki yıllarda adı WC'ye dönüşen bu m ekânla­ rı, katlanılması güç görünümleri ve kokuları nedeniyle şehirle­ rarası yolculuklar dışında kullanm az oldum. G erçi bu arada çoğunun duvarı fa yansla kaplandı, am a başkalarından duydu­ ğuma göre sonuç, Freud'un libido teorisini kanıtlar nitelikte göründü. Eğer dolaylı olarak edindiğim veriler gerçeği yansı­ tıyorsa, 1980 yılında ülkemizin depolitize edilmesinin ardından duvarlardaki politik yazılar da kaybolmuş ve ender olarak kar­ şılaşılanlar yine cinsel içerikli imiş. G ünüm üzde giderek esneklik gösteren cinsel davranış norm larıyla birlikte kom pulsif cinsellik de varoluş vakumunu doldurabilm ek am acıyla daha çok insan tarafından yaşanır ol­ du. Cinselliğin yaşam ım ızda ayrıcalıklı ve farklı bir yeri var. Bize egemen olabilen, hatta bazen bizden öte bir yaşantı. Yalom'un dediği gibi, cinsel eylem e geçmekte direnm eyi, ertele­ meyi ya da kendim izi bırakıverm eyi seçebiliriz. Ama cinselli­



152



VAKİ H llij VI-; P S İK İYAT Rİ



ğim izi nasıl yaşayacağımızı "seçemeyiz" ya da cinselliğimizi "yaratamayız" Enflasyonist cinsellik, boşluk ve yalnızlık yaşayan insanlar için güçlü ama geçici bir çözüm aracı. Örneğin bazı erkeklere "vaktiyle çıkmış oldukları yere kısa bir süre için geri dönme" nin güvenli rahatlığını yaşatsa bile, bir süre sonra yeniden boş­ luğa düşüldüğü için tekrar tekrar denenen bir çözüm. Uyuşturu­ cu ve kum ar tutkusu gibi. K om pülsif cinselliğin geçici bir çözüm olmasının nedeni, gerçek bir beraberliğin bütünlüğünden yoksun olm ası ve bir ilişkinin karikatürü olm aktan öte bir anlam taşımaması. Çünkü böyle bir ilişkide taraflar birbirlerini kendilerine doyum sağla­ yacak birer araç gibi algılar ve birlikte oldukları kişinin yalnız­ ca bazı bölüm leriyle ilişki kurarlar. Birlikte oldukları kişileri fazla tanım ak da istem ezler. Ç ünkü böylece varoluşlarının önem li bir bölümü yine kendilerinde saklı kalır, kendilerinin ve karşı tarafın yalnızca baştan çıkarm ayı ve cinsel eylemi içeren kısım larını yaşarlar. E nflasyonist cinselliğin konuşm a diline yansıyışında kullanılan s..m ek, düzm ek, becerm ek, atlam ak, geçirm ek ya da yatağa atma gibi sözcükler, saldırganlık ve kul­ lanm a öğelerini içerir. Üstelik paylaşılan bir yaşantıyı değil, bir nesne üzerinde yapılan bir "işlemi" tanım lam asına kullanılırlar. TRT, Eurovision Şarkı Yarışması'na ilk katılımını "Seninle Bir D akika" adlı ve bana hoş gelen bir şarkıyla gerçekleştir­ m işti. A n ca k şarkıyı ilk dinlediğim de, aslında m elodisiyle uyumlu gelen sözlerinin içinden bir cüm leye takılmıştım, kül­ türle ilgili bir olguyu yansıttığı için sanırım: "Sevmek bir ömür boyu, sevişm ek bir dakika!" Sonra da düşünmüştüm. Sevm ek ve sevişm ek birbirinden böylesine bağımsızlaştığında, sevişm e süresi gerçekten de bir dakikayı aşamayabilir diye.



AN L A M SIZL IK



153



Daha önce de belirttiğim gibi, insanlar kendilerini varedem edikleri yaşantılarının ardından konuşm a eğilimi gösterirler. "Ben-sen" ilişkisinin bütünlüğü içinde yaşanan bir cinselliğin ardından konuşm a gereği duyulm az ve başka yaşantılara geçi­ lir. Buna karşılık enflasyonist cinsel yaşantıları, bir haber nileliğinde başkalarına anlatm a eğilim i oldukça yaygındır. Üstelik bazen kolektif bir bilgi alışverişi biçim inde yapılır, varolamamışlığın anksiyetesini yansıttığı bilinm eksizin. Genç kuşak ara­ sında buna "geyik muhabbeti" deniyormuş. 1960'larda N ew York'urı kuzeyindeki C atskill dağlarında kendine özgü bir otel işletmeye açılmıştı. Am acı, yalnız genç kadın ve erkeklerin birbirleriyle kaı şılaşabilm eleri için bir alan sağlam ak olan bu proje kısa sürede başarısızlıkla sonuçlandı ve olay Time dergisinde konu edildi. Çünkü tasarı geliştirilir­ ken, böyle bir otele gelenlerin çoğunu zaten ilişki kurma ve sür­ dürme güçlüğü çeken kişilerin oluşturacağı nedense düşünül­ memiş. Pek çok insan dünyayla gerçek bağlar içinde varolm ayı "öğrenebileceği" bir ortam da yetişm em iş olm anın getirdiği yal­ nızlığı yaşam ak zorundadır. G enellikle bastırılmış bir kızgınlık, bazen de umutsuzluğun eşlik ettiği bir yaşantıdır bu. Diğer in­ sanları incitme isteklerini ve onlar tarafından incitilme korkula­ rını içerir. Bu eğilim ler aslında bir paranın iki yüzü gibi, aynı yaşantının farklı anlatımlarıdır. İnsan duygusal dünyasında anlaşılabilm e ve paylaşılabilm e um udunu yitirdiğinde sevginin ve sıcaklığın eşlik etmediği bir cinselliği seçebilir. Çünkü oradaki düş kırıklığı, insanı duygu­ sal dünyasında yaşadığı zedelenm elerden daha az acıtır, riski de sorum luluk payı da daha azdır. Ü stelik hasar verme ve hasar görm e istekleri konusunda daha dolaylı yollardan doyum sağ­ lanır. Orgazm olamayan bir kadın, hem kendini hem karşısında­ kini engellem iş olur, erken boşalan bir erkek de öyle. Hinler dıı-



154



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



rum larda yatak, gerçek bir savaş alanına da dönüşebilir. Hangi biçim de ve oranda olursa olsun, cinsellik dışı yaşamdaki yaşam azlıklara cinsellikte çözüm aram aya çalışmak, kolaya kaçmak isterken zora yöneltir insanı. Aynı zam anda derinliğin yerini ço­ ğulculuk alır. Bu satırları yazdığım günlerde beşinci katında ofisimin bu­ lunduğu binanın asansörü bozuldu ve uzun süre onarılamadı. Tedaviye gelen kişilerin merdiveni tırmanma hızıyla yaşam ları­ nı sürdürme biçimleri arasındaki benzerlik konusunda da za­ m an zam an konuşuldu bazılarıyla. Ö zellikle birinin koşar adımlarla çıkışını o daha alt katlardayken duydum ve soluk ala­ maz bir halde karşımda belirdiğinde, "Aceleniz neydi? Benim zaten burada sizi bekliyor olduğumu biliyorsunuz," diye takıl­ dım. Gülmeye başladık ve varoluşumuzun zaman boyutunu na­ sıl yaşadığımızı paylaşma fırsatını veren bu olayı anlamaya ça­ lıştık birlikte. Geçen yaz bir arabalı vapurla M armara'yı geçmem gerek­ mişti. Güvertedeki koltuklar numarasızdı ve gemiye alınır alın­ maz telaşla oraya koşan yolcular arasında koltuk kapm ak için zaman zaman hakaret niteliğinde ağır tartışmalar yapıldı. B ir süre sonra kargaşa yatışıp herkes durulunca, anlaşıldı ki aslın­ da güvertede insan sayısından fa zla koltuk mevcut. Boş kalan koltuklar sonradan paket ve çanta konularak değerlendirildi. Varoluş vakumu çoğu zam an varoluşun zaman boyutunda yaşanan bir anksiyeteyi de içerir. Varoluşun zaman boyutu açı­ sından "olmak", içinde bulunulan andan bir sonraki ana hareket etm ekte olmayı, yani "olm akta olmayı" tanımlar. Olmak yerine yapm aya yönelik bir yaşantıda ise geleceği güvence altına alma kaygısı, açık ya da üstü kapalı olarak yaşanır. Geleceği güven­ ce altına alma kaygısının etkisi altındaki insan, içinde bulundu­ ğu zamanı yaşayamadığım göremez. Aslında olayın temelinde, şim diki zam anı yaşam ayı öğrenem em iş olm a gerçeği yatar.



A N L A M SIZL IK



155



İçinde bulunulan zam anın yaşanam am asının yarattığı boşluk sonucu insan, sürekli geleceği ısm arlam aya çalışarak yaşamım tüketir. Televizyonda Shogun dizisinin gösterildiği günlerdeydi. D i­ ziye konu olan öykünün bir aşamasında, olayın kahramanı ile bir Japon prenses, bir yolculuk sırasında aralarında doğan y a ­ kınlık sonucu bir gece birlikte olurlar. Konum larından ötürü yasak aşk sayılabilecek bu beraberliğin öncesinde aralarında geçen bir konuşma sırasında, Japon prenses yaşam ın ertelene­ meyeceğini şiirsel bir biçim de dile getirirken bir ara, "Yarın yok!" der. Nitekim birlikte oldukları gecenin ertesinde uğradık­ ları bir saldırı sırasında atılan bir patlayıcı madde Japon pren­ sesin yaşam ını yitirm esine neden olur. D izideki olayların gelişimi içindeki zamanlaması nedeniyle Japon prensesin bu sözü beni çok etkilemiş, hatta biraz sars­ mıştı diyebilirim. Sonraki günlerde, dizinin o bölümünü izlemiş olan bazı insanların da yaşamı sorgulayıcı bir şaşkınlık yaşa­ dıklarını görm ek ve paylaşm ak oldukça düşündürücü oldu. Te­ daviye gelenler, yakınlarım , dostlarım ve öğrencilerim arasın­ dan azım sanm ayacak sayıda kişi bana, "Yarın yok!" sözleriyle ne anlatılm ak istendiğini sordu ya da ne anladığını paylaşm ak istedi. D oğu felsefelerin in yaşam a bakış açısını yansıtan bu sözlerin, "yaşamı depolamaya" şartlanm ış bir toplumda sınırlı ölçüde de olsa bir yankı uyandırmış olması, sanırım biraz da hoşuma gitti. A ncak m erdivenleri hızla tırm anan kişi ile "Yarın yok!" m esajı arasında çok önemli bir fark var, hatta aslında birbirleri­ nin tam karşıtı yaklaşımları yansıtıyorlar. Çünkü merdivenleri tırm anm akta olan kişinin "yarın"ı, bir sonraki basamağa doğru hareket edişi sırasındaki gerçeğini yaşamayı içerir, varılacak son noktaya "ışınlanmayı" değil. Çünkü varılacak her bir nok­ taya ulaştığım ızda, varılması gereken bir başka noktayla karşı­



156



V A R O L U Ş VL P S İK İYAT Rİ



laşırız. Sonunda l'cchner'in "Yaşamın amacı ölümdür!" sözün­ de somutlaşan bir yaşam sürdürmüş ya da belki tüketm iş olu­ ruz. Ve tedavi odasındaki genç kadın sorar: "Bu insan neden ya­ şıyor ki? Yaşıyor olmasının anlamı ne?" Tabii ki geleceğe yönelik tasarılar geliştireceğiz. Bu tasarı­ ları gerçekleştirm ek için bazı hazırlıklar yapacağız ya da çaba göstereceğiz. Ama bunları yapmak, içinde bulunduğum uz an­ daki gerçeğimizi algılam am ızı ve yaşamam ızı engellemeli mi? Daha iyi yaşamak için yaşama ilişkin veri toplayan ve depola­ yan insanlar, erteledikleri yaşamın geri gelm em ek üzere akıp gittiğini neden görm ezden geliyorlar? Üstelik kendi geçm işle­ rinden alacaklı olmanın giderek artan yüküyle yaşamak zorun­ da kalarak. On yıl önce bir seminere katılm ak üzere Ankara'dan İstan­ bul'a geldiğimde, eski bir dostum bir akşam beni evine davet e t­ mişti. Benden başka yaklaşık on kişi daha çağrılmıştı. Sıcak ve sevim li insanlardı. Yaklaşan yılbaşı gecesini birlikte geçirm eyi tasarladıkları için sık sık o akşam neler yapacaklarından söz ediyor ve kendilerini bekleyen hoş bir akşamı şimdiden yaşarcasına keyifleniyorlardı. Yılbaşında İsta n b u l’da, dolayısıyla onlarla birlikte olmayacağım halde, keyifli yaşantıları beni de içine almıştı. Düşüncesiyle bu kadar neşelendiklerine göre, kim bilir ne kadar hoş bir gece geçirecekler diye düşünm üştüm içimden. Seminerden sonra kar fırtınası nedeniyle uçak seferleri y a ­ pılam ayınca yılbaşı gecesi için Ankara'ya dönmem m ümkün ol­ madı. M isafir kaldığım yer ile sözünü ettiğim yılbaşı partisinin yapılacağı evin aynı cadde üzerinde olmasının sağladığı im ­ kândan yararlanarak sonradan benim de çağrıldığım bu olaya sınırlı bir süre için katılm ak istedim. Kapıdan içeri girdiğimde çok geniş bir mekânla karşılaş­ tım. Sanki orada kimse yokm uş gibi bir duygu yaşadığımı hatır­ lıyorum. insanlar bu mekânın içinde dağılmışlardı ve birbirle-



A N LA M SIZLIK



rinderı kopuk ve donuk haldelerdi. Belki de bu nedenle o mekân bana sınırsızmış gibi göründü. Çoğu konuşmuyordu, konuşan­ lar da mırıldanırcasına. ilişkisizlik, boşluk ve bıkkınlık. Antonioni'nin La Notte film inin içindeymişim gibi. Birkaç akşam ön­ ceki insanlar şim di başka kişilerdi. Böyle bir dünyada nasıl varolabileceğim i bilem ediğim için m akul bir sürenin sonunda oradan ayrıldım. M isafir olduğum eve doğru yürürken, insanın kestirilem ezliğine ve yaşam ın ısmarlanam ayacağına daha da çok inanmış olarak. İnsanlar zaman zaman kendilerini başkalarından soyutlan­ mış bir biçim de yaşarlar ya da kişiliklerinin bazı bölüm lerine yabancılaşm ış bir yaşam sürdürürler. Ancak insan, bu tür ko­ pukluklardan daha derinlerde ve varoluşunun tem elinden kay­ naklanan bir soyutlanm ışlık da yaşar. İnsanın diğer insanlarla doyurucu ilişkiler sürdürmesine, kendisini iyi tanım asına ve ki­ şiliğini bir bütün olarak algılam asına rağmen süregelen bir so­ yutlanm a. "Varoluş soyutlanması" denen bu olgu, kişi ile başka varlıklar arasındaki kapatılması m üm kün olm ayan bir kopuklu­ ğu tanımlar. Sanki insanın kendisinden başka kimse, hatta dün­ ya da yokm uşçasına yaşanan bir duyguyu. Bazı yazarlar varo­ luş soyutlanm asının, b ir insanın ölm ek üzereyken yaşadığı m utlak yalnızlıkla özdeş olabileceğinden söz ederler. İnsan yalnızca kendisini değil, kendisi için bir dünya da oluşturur. Kendisi ve çevresi için anlam taşıyan bir dünya. A n­ cak bu dünyayı aslında kendisinin yaratm ış olduğunu görm ez­ den gelir. Kişinin günlük yaşam ını sürdürdüğü bu dünyadaki insanlar, objeler ve kurumlar, birbirleriyle ve kendisiyle sık ve tekrarlı bir ilişki içinde olduklarından, kişinin kendisini ait his­ settiği ve günlük yaşamını sürdürdüğü, ona yakın vc aşina olan bir yaşam alanı oluştururlar. Ancak bu alanın altında örtülü ka­ lan büyük bir boşluk sessizce varlığını sürdürür vc yalnızca kâ­ buslarda ya da bazı anlık yaşantılarda kendini hissettirir. İnsa­ nın kendisinden başka hiç kim senin, hiçbir şcyiıı, hiçbir dünya­



158



V A R O L U Ş Vli P S İK İYAT Rİ



nın olmadığı bir yaşantıdır bu. İnsanın aşina olm a duygusunu yitirdiği bir yaşantı. Heidegger'in tanımladığı gibi, böyle bir ya­ şantıda insan "mal edilm iş olduğu dünya"dan geri alınır ve çev­ resindeki her şeyin anlamı kaybolur. Dünyanın yalnızlığı, acı­ m asızlığı ve hiçliği ile yüzleşm ekte olmanın anksiyetesi yaşa­ nır. Bu anksiyetenin bir içeriği de yoktur. İnsanlar kendilerini "M aya"nın, yani "görünüm ler dünyası"nın olaylarına katarak bu hiçlikle yüzleşm ekten kaçınm aya çalışırlar. Böylesine yo­ ğun bir yabancılaşm a insanlar ve objeler dünyasıyla da sınırlan­ maz. İnsan yaşamına dayanak ve düzen sağlayan toplumsal rol­ ler, değerler, yol gösterici bilgiler, kurallar ve inançlar da an­ lamlarını yitirirler. Varoluşun m erkezinde hiçbir şey yoktur. Bebek, dünyayla karşılaştığında ağlayarak dünyaya ilişki çağrısında bulunur, ama kendisini bir ilişki "içinde" değil, nes­ neler dünyasında yapayalnız bulur. Çünkü o, anababasım n öz­ nel dünyasını zenginleştiren bir nesnedir. Daha ilk anda kime benzediğine ilişkin narsisistik bir yarış başlar; "sahip olunan" bu yeni nesne gazete ilanıyla dostlara bildirilir. Hepim iz dünya­ ya böyle geliriz, getirdiklerim izi de böyle karşılarız. Ve varoluş soyutlanm asını yaşamanın ürküntüsüyle diğer nesnelerin dün­ yasına dalarız, yaşamımızın anlam ıyla yüzleşm ekten kaçınırcasına telaşlı bir biçimde ve kendim ize giderek yabancılaşarak. B ize öğretilenler doğrultusunda ve aceleyle doldurduğum uz boşluklarla bir gün yüzleşm ek zorunda kaldığımızda, varoluş vakum unun anlam sızlığını yaşarız. Ya da bu vakum a üşüşen semptom ların neden bizi tutsak aldığını anlayam am anın şaşkın­ lığını. Ve yaşam böylece sürer... On beş yıl önceydi. B ir toplantıya katılmak üzere A nkara' dan İstanbul'a gelm iştim . Bazı nedenlerle dönüşüm ü ertele­ mem gerekti. Yaz aylarından biriydi ve tanıdığım kişilerin ço­ ğu şehir dışında ya da şehir merkezinin uzağındaydı. Bir ara, uzun zamandır görmediğim bir dostumu aramak geldi içimden. Ancak telefon etmeye yöneldiğimde, daha önceki gelişlerimde



A N L A M SIZL IK



159



onu neden aram am ış olduğum u kendim e sorm aya başladım. G eçm işte paylaşılm ış bazı sıcak yaşantılar vardı, am a yıllar içinde dünyalarım ız farklılaşm ıştı. K endim e yönelik sorgulama giderek netleşmeye başladı. Gerçekten onu mu görm ek istiyor­ dum? Yoksa bu beklenmedik zaman boşluğunu doldurmak m ıy­ dı amacım ? Eğer İkincisiyse, ne ona ne de kendime bir şey kat­ m am ış olacaktım. Telefon etmeyi erteledim , yaklaşık bir gün. Am a gerçek amacım ın ne olduğunu bir türlü seçemedim. So­ nunda aradım... Bu yaşantı, daha sonraki yıllarda dikkatimi "ihtiyaç objesi" ve "ilişki objesi" ayrımı üzerinde yoğunlaştırm am a neden ol­ muştu. Bu açıdan baktığınızda, beraberliklerin günüm üzdeki yaşanış biçimi oldukça düşündürücü, ilginç olan yön, birçok insanın, diğer insanların kendisiyle olan ilişkilerini ihtiyaç ob­ je si temelinde sürdürdüğüne inanmış olması, üstelik bundan ya ­ kınması. E ğer bir insan çevresindekilerin kendisine ihtiyaç ob­ jesi olarak yaklaştıklarına inanıyorsa, kendisinin onları ilişki objesi olarak yaşayabilm esi nasıl mümkün olabilir? M artin Buber'in dediği gibi, ilişki içinde varolm a isteği ka­ lıtsal olarak insanın doğasında m evcuttur. Her insan anasının rahm inde iken evrenle ilişki içindedir, ama doğduktan bir süre sonra unutm ak zorunda kalır. Oysa başlangıçta bebek, çevresiy­ le "ilişki" kurm a dürtüsünü açıkça yaşar. "Ben"i bilmez, çünkü ilişkiden başka bir varoluşu tanımaz. Buber bunu, "Başlangıçta ilişki vardır (In the beginning is the relation)" cümlesiyle dile getirir. Ona göre insan, ayrı bir bütün olarak varolmaz: İnsan "arada" varolan bir yaratıktır, ama bu aradalığı iki biçim de ya­ şayabilir: "ben-sen" ya da "ben-şey" "Ben-şey" ilişkisi bir "kişi" ile bir "araç" arasında yaşanır, dolayısıyla işlevsel bir ilişkidir. Paylaşmadan yoksun bir öznenesne ilişkisidir. "Ben-sen" ilişkisi ise bir insanın diğerini oldu­ ğu gibi yaşayabilm esini tanımlar. Bu, bir insanın diğerini anla­ m ak ya da ona ulaşm ak için çaba göstermesinden farklı bir ol­



160



V A R O LU Ş v n P S İK İYAT Rİ



gudur. Çünkü böyle bir yaşantıda tek başına bir "ben" yoktur, "ben-sen" tek bir yaşantıdır. Bu iki ilişki içindeki "ben"ler birbirlerinden farklıdır. Çün­ kü "ben", bulunduğu alanda mevcut "sen"ler ve "şey"ler arasın­ dan seçim ler yaparak ilişkiyi belirlemez. "Ben-sen" ilişkisinde­ ki "ben" beraber olduğu "sen"le olan ilişkisi içinde belirir ve bi­ çimlenir. "Ben-şey" ilişkisindeki "ben" ise, kendisini önemli öl­ çüde kendine saklar, "şey"i çeşitli açılardan inceler, sınıflandı­ rır, yargılar ve şeyler dünyasında ne işe yarayacağına karar ve­ rir. Buna karşılık insan, "sen" ile birlikte olduğunda varlığının tüm üyle ilişkiye katılır, kendine alıkoyduğu bir yönü kalmaz. Eğer bir insan diğerinin varlığına tüm üyle katılmaz, ondan bir çıkar sağlam a beklentisiyle ilişkiye kendisinden bir şeyler katmaz, ya da nesnel bir gözlemci tutumuyla, kendi davranışla­ rının diğer kişi üzerinde nasıl bir izlenim bıraktığını anlamaya çalışırsa, "ben-sen" ilişkisi "ben-şey" ilişkisine dönüşür. Ortakyaşam türü özne-nesne ilişkileri, karşılıklı "ben-şey" beraberli­ ği çerçevesinde sürdürülür. Fromm'un da belirttiği gibi, bir ar­ tistin, yarattıkları ile yaşadığı bağ da geçicidir. İnsan ilişkisi içermeyen böyle bir bağ, varoluşunun anlamı sorununa ancak kısmi bir cevap oluşturabilir. Buna karşılık, "ben-sen" ilişkisi içindeki "ben", bu ilişkiyi yaşarken biçimlenir, diğerini birtakım çerçevelere sokmaksızın gerçekten dinler. Buber, "gerçek" dinlem e ile "öylece" dinleme arasındaki farkı önemle vurgular ve bu farkın tedavi ilişkisinde­ ki yeri de çok büyüktür. "Ben-sen" diyalogunda insan tüm var­ lığıyla diğerine yönelir. Böyle bir yaşantı, bazı pop-psikoterapilerde çok sık kullanılan encounter kavram ından tüm üyle farklı bir olgudur. "Bir insan diğerine her zaman böylesi bir yoğunlukla yöne­ lebilir mi?" sorusuna Buber'in cevabı pek olumlu değil. Bu ol­ gunun ender yaşanabildiğini ve ilişkilerimizi genellikle "benşey" modelinde sürdürdüğümüzü o da kabul ediyor. Öyleyse bu



A N LA M SIZLIK



161



konuyu neden mi tartıştım ? Sanırım, neyi nasıl yaşayam adığı­ mızı görebilmemizin bazen bize beklenm edik kapılar açabilece­ ğine inandığım için. Belki de, varedemediğimiz bir yaşamdan ötürü sürekli başkalarını sorumlu tutarak, kendim ize daha da yabancılaşmam ıza neden olan bir gidişi nasıl sürdürdüğümüzü biraz olsun gözler önüne serebilm ek am acıyla. Anlam sız bir dünyaya biz bir şeyler katmadığımızda, onun da bize verecek bir şeyi olmadığına inandığım için. "En büyük m utluluk, m utsuzluğun kaynağını bilm ektir" (Dostoyevski, 1876).



Narsisizm Çağında Kim Ne Yapmakta?



Narkisos, kusursuz bir fiziksel güzelliğe sahip bir genç. Bu ne­ denle su perileri ona büyük ilgi duyar, ama hiçbiri karşılık ala­ maz. Narkisos'a tutkun olan Eko adlı bir su perisi bir gün ona yaklaşm ayı dener ve sert bir biçimde reddedilir. Eko kederin­ den ve utancından eriyip yok olur, am a geride Narkisos'un söz­ lerini yankılayan kendi sesini bırakır. Bunun üzerine intikam alınmasını isteyen su perilerinin bu talebine uyan tanrılar, N ar­ kisos'un da karşılıksız bir aşk yaşayarak cezalandırılm asına karar verirler. B ir gün dağdaki berrak bir su birikintisine bakan Narkisos, kendisinin sudaki yansımasını görür ve suda yaşayan çok güzel bir varlıkla karşı karşıya olduğu sanısıyla yansımasına anında âşık olur. Am a ne bu görüntüden ayrılabilir, ne de sarılm ak is­ tediğinde kaybolan bu yansım adan bir karşılık alabilir. Sonun­ da suya düşüp ölür. Su perileri N arkisos'u göm m ek için geldik­ lerinde onun da yok olup gittiğini ve yerine bir çiçek bırakmış olduğunu görürler. Sonradan "nergis" diye anılacak bir çiçek. Narkisos (N arcissus) sözcüğü psikiyatride ilk kez Haveloc Ellis tarafından kullanılmıştır. Gerçekten de narsisizm olgusun­ da görülen birçok özellik bu öyküde bulunabilir. Num berg bun­ ları şöyle sıralar: kendini beğenmişlik, ben-merkezcilik, başka­ larının duygularına kayıtsızlık, kendi bedenini algılam ada be­ lirsizlik, kendisinin ve diğer varlıkların sınırlarını belirlem e güçlüğü, diğer varlıklarla sürekli bir bağ yaşayam am a ve psiko­ lojik dokunun olmayışı.



N A R SİSİZM Ç A Ğ IN D A KİM NE YAPM AKTA?



163



Freud, "Narsizm Üzerine" başlıklı m akalesinde bu olguyu, libido dediği yaşam içgüdüsünün dış dünyaya yöneltileceği yerde, ben'in kendisinde korunm asıyla açıklar. Aynı m akalede narsisistik kişilerin nasıl objeler seçtiklerini ve bu objelerle na­ sıl ilişki kurduklarını da anlatır. Ona göre narsisistik kişiler aşa­ ğıdaki ölçütlere göre insan seçer ve severler: 1) Kendileri gibi kişiler, 2) Kendi geçmişlerini yansıtan kişiler, 3) O lm ak istedikleri gibi kişiler, 4) Bir zam anlar kendilerinden bir parça olan kişiler. Freud birincil ve ikincil diye iki tür narsisizm tanım lam ış­ tır. Birincil narsisizm de libido yaşam ın başından itibaren benin içinde sıkışmıştır. Bunun sonucu ben şişer ve kişi kendisinin önem li, kusursuz ve güçlü bir varlık olduğuna inanır. İkincil narsisizm , dış dünya ile ilişkilerde ağır düş kırıklığı yaşanması sonucu libidonun egoya geri çekilm esini tanımlar. H om ey de Num berg gibi, narsisizm i egonun sentetik bir iş­ levi olarak kabul eder. Ona göre narsisistik kişi, sahip olmadığı ya da sandığı derecede sahip olm adığı değerler ve niteliklerden ötürü sevilm eyi ve beğenilm eyi bekler. Buna karşılık, bir insa­ nın sahip olduğu olumlu bir nitelikten ötürü kendisine değer ve­ rilm esinden hoşlanm ası narsisistik bir tutum değildir. N arsi­ sizm olgusunda gözlem lenen benlik enflasyonu çocukluk döne­ minin bozuk ilişkilerinden kaynaklanır ve özellikle, çocuğun yaşadığı "korku ve kırgınlıklar" sonucu çevresine yabancılaş­ m asıyla oluşur. A nababanın zorlam aları sonucu "gerçek ben"ini yitirm eye başlar ve bunun sonucunda, kendine yetm e kapasite­ sini ve "duygusal dünyasında" girişimci olm a yeteneğini geliştiremez. Bu nedenle narsisistik kişinin insanlarla duygusal bağ­ ları cılızdır ve sevmeyi başaram am anın acısını yaşar. H om ey'e göre narsisizm , bu yaşantılarla baş edebilmek için geliştirilen çabalar sonucu oluşur. Kişi, olağanüslii bir varlık ol­ duğuna inanm aya başlayarak, kendisine acı veren hiçlik duygu­



\(A



V A R O LU Ş V E P S İK İYAT Rİ



sundan kaçınm aya çalışır. Önce başkalarına sonra da kendisine yabancılaşm ası giderek arttıkça, bu inancının gerçeği yansıttı­ ğına olan inancı da artar. Kendine olan saygısı azaldıkça, ken­ dine atfettiği bu sahte önemi de giderek "gerçek ben"m işçesine yaşam aya başlar. Narsisistik kişi insanlarla sevgi bağı kuramaz, sevgiyi bula­ m adıkça da hayranlık kazanm a çabaları artar. Hom ey narsisis­ tik enflasyonun üç sonucundan sösz eder: 1) Kişinin çalıştığı iş ya da konuyla da bir bağı olm adığı için üretkenliğinin giderek azalması; 2) hiçbir çaba gösterm ediği halde dünyadan çok şey beklem esi; 3) sürekli yaşanan öfke ve düşm anlık sonucu insan ilişkilerinin giderek bozulması. Şişm iş benlik imgesine uygun davranışları çevresinde bulam adığı için, narsisistik kişi kendi­ sini sürekli küçük düşmüş hisseder. Bu duygu egonun daha çok şişm esine neden olur. D olayısıyla H om ey, insanın kendisini sevmesi ve onaylaması ile kişiliğin şişmesi olgularını kesinbir çizgi ile birbirinden ayırır. Narsisizm insanın kendisini sevm e­ sini değil, kendine yabancılaşm asını tanımlar. Bir başka deyiş­ le, insanın kendine ilişkin bu tür yanılgılara saplanıp kalması kendisini kaybetmiş olm asından kaynaklanır. W innicott, 1960'ta yayım lanan m akalesinde "gerçek ben" diye adlandırdığı bir olguyu tanımlar. Ona göre gerçek ben, ço­ cuğun gelişimi sırasında kendiliğinden oluşan biyolojik bir do­ ğallığı ve isteği içerir. Gerçek ben, başlangıçta dış uyaranlardan bağım sız bir olgudur ve W innicott'un tartışm asında, daha çok "sahte ben" kavram ına açıklık getirebilm e yönünden anlam ta­ şır. Sahte ben, obje ilişkilerinin oluşm aya başladığı yaşamın ilk aylarında annenin yeterli olm am asından kaynaklanan bir olgu­ dur. Bu dönem de anne çocuğun duygusal tepkilerini sürekli karşılıksız bırakır, onun yerine kendi tepkilerine çocuğun karşı­ lık vermesini bekler ve aldığı tepkilerin çocuğun kendi tepkile­ ri olm adığını, yalnızca kendi tepkilerine aldığı bir karşılık oldu­ ğunu göremez. Bir başka deyişle sahte ben, annenin çocuğun duygusal ihtiyaçlarını fark edemem esi sonucu oluşur.



N A R S İ S İ Z M Ç A Ğ I N D A K İM N E Y A P M A K T A ?



165



W innicott'a göre sahte ben, önem li bir bölümü örtülü kal­ mış gerçek beni koruyabilm ek için geliştirilir. Çünkü sahte ben, gerçek benin yitirilm esi sonucunda tüm den yok olmuş hissetme tehlikesine karşı insanı korur. Bu, tedavi ilişkisi yönünden de fark edilm esi gereken önemli bir olgudur. Çünkü eğer terapist, üstü örtülü kalm ış gerçek benin varlığını fark edip oraya ulaş­ mak yerine sahte ben ile ilişkiye geçerse tedavi sürecinin hare­ ket etmesi de beklenem ez. Gerçek ben, terapi süreci içinde be­ lirmeye başladığında, bazen aşırı bir bağım lılık talebi de ortaya çıkabilir ve terapist bu gibi durum larla baş edebilecek dona­ nım da olmalıdır. Yıllarca süren bazı psikanaliz ya da psikoterapilerin bir türlü sona erdirilemeyişi, sahte benle ilişki tem elin­ de sürdürülm üş olm alarından kaynaklanır. Heinz Kohut'un konuya ilişkin çalışm aları da W innicott ile bazı ortak noktaları içermekte. Kohut'a göre, gelişm ekte olan bebek bir başka insanın varlığının kısm en farkındadır, ancak bu varlığı, kendi içinde fark ettiği biçim iyle, kendisinin bir parça­ sı olarak algılar. Kohut, bebeğin kendi dışında ama kendisinin uzantıları olarak algıladığı bu kişileri "ben objeleri" olarak ad­ landırır. Ona göre bu kişiler, kendi dünyaları olan özerk varlık­ lar değil, benin kendine mal ettiği ve kendi ihtiyaçları açısından algıladığı "şey"lerdir. Normal gelişim süreci içinde çocuğun beni, kendi ihtiyaç­ larını kendisinin giderm e çabalarıyla oluşur ve çocuk diğer in­ sanların kendisinden ayrı ve özerk varlıklar olduğunu giderek daha iyi ayırt etm eye başlar. A ncak bu sürecin gelişebilm esi için annenin, bebeğinin kendisine yönelik bir beğeni geliştire­ bilm esine ortam sağlayacak tepkiler verebilmesi gerekir (m ir­ roring). Böyle bir ortam ise, annenin tepkilerinin çocuğun duy­ gusal ihtiyaçlarına uygun olması ile sağlanabilir. Üstelik bu or­ tam çocuğun daha sonraki yıllarda anababasım yüceltme ihtiya­ cının karşılanabilm esi yönünden de gereklidir. Bu sağlanam a­ dığında, gelişim ilkel bir düzeyde kalarak savunma amaçlı bir öfke yaşanm asına ve cinselliğin çarpıtılm asına yol açabilir.



166



V A R O LU Ş V E PS İK İY A T R İ



Narsisizim konusuna eğilm iş bir başka çalışm acı olan Otto K em berg'e göre ise narsisistik karakter kendisini şöyle dile ge­ tirir: "Beni seveceğini düşlediğim ideal kişi tarafından sevilebilecek biri olmamaktan ötürü reddedilm ekten korkmam am ge­ rek. Bu ideal kişi ve bu kişiye ilişkin ideal imgem ve ben, hep birlikte tek bir varlığız ve beni sevmesini istediğim ideal kişi­ den daha üstünüz. Dolayısıyla bu başka kişiye artık ihtiyacım olamaz." C hristopher Lasch ise N arsisizm K ültürü adlı kitabında, Batı kültüründe ve özellikle A m erika'da giderek yaygınlaşan narsisizm olgusunu tartışmakta. Ona göre, Am erikan kültürüne uzun yıllar egemen olan yarışm acı bireycilik artık ölmekte. Ü s­ telik çökerken bireycilik m antığını da aşırı bir uca sürükleyerek her şeye karşı açılmış bir savaşa dönüştürm üş durumda. Bunun sonucunda, insanlar m utluluğu bulm ak isterken, kendileriyle narsisistik bir biçimde ilgilenm enin çıkm azında kayboluyorlar. Lasch'e göre, süregelen kültürün insanları bağım sızlıklarını ve beceri duygularını yitirmiş dürümdalar. Narsisizm ise yaşa­ m akta oldukları bağım lılığın psikolojik boyutunu oluşturmakta. Örneğin narsisistik kişinin kendine saygı duyabilm esi tümden başkalarına bağlıdır. K endisine hayran bir seyircisi olm adan yaşayam az. Aile bağlarından ya da toplum norm larının baskı­ sından özgürleşm iş görünse de kendi ayakları üzerinde dura­ m az ve bireyselleşm esinin keyfini yaşayam az. Üstelik bunlar kendine olan güvensizliğini daha çok artırır. "En büyük ben"inin başkalarının ilgisindeki yansım asını görm eye çalışa­ rak, ya da ün, güç ve karizm a sahibi kişilerle birlikte olarak gü­ vensizliğinin üstesinden gelm eye çalışabilir. Dünyayı kendi is­ tekleri doğrultusunda biçim lendirebileceği boş bir alan gibi gö­ rür. Narsisistik kişi için dünya yalnızca bir aynadır. Lasch kitabında narsisizm in A m erikan toplum unda göz­ lemlenen diğer yansıma biçim lerinden de söz ediyor. Narsisizm dünyam ızda gerçekten artan oranlarda mı yaşanmakta? Yoksa geleneksel değerlerle giydirilip üstü örtülü yaşanmış olan nar-



N A R SİSİZM ÇA Ğ IN D A KİM NE YAPM AKTA?



167



sisistik eğilimler, çağın getirdiği dönüşüm ler sonucu çıplak bir biçim de yaşanır hale mi geldiler? Özümsenmiş bir yaşam felsefesi olm a niteliği kazanam a­ mış, dolayısıyla biçim sel kalıplarıyla bireyleri yönlendirme iş­ leviyle sınırlanm ış inanç ve geleneklerin, toplumların hızlı dö­ nüşüm lerine karşı dirençsiz kalacakları düşüncesindeyim . Top­ lumsal inançlar ve gelenekler, ortaklaşa kabul edilen ve payla­ şılan bir "tarih"le bütünleşm ediklerinde yönerge olma niteliğini çok az aşabilirler. Bazı toplumların tarih boyunca yaşamış ol­ dukları ağır sarsıntılara, işgallere, göçlere ve dağılm alara rağ­ men nasıl güçlü bir kim likle ayakta kalabilm iş olduklarını an­ lam aya çalıştığım da ise Jung'un "kolektif bilinçdışı" kavram ıy­ la karşılaştığım ı fark ediyorum. Jung'a göre insan zihni, onun evrim i tarafından biçim lendi­ rilmiştir. D olayısıyla bireyin varoluşu onun geçmişiyle de bağ­ lantılıdır. Bu bağlantı yalnızca kişisel geçm işini değil, kendi tü­ rünün geçm işini, hatta insanlığın evrim ini de içerir. K işisel bilinçdışınm içeriği, daha önce bilinçte varolmuş yaşantılardan oluşur. K olektif bilinçdışının içeriği ise insanın yaşam süresin­ de, bilincinde yaşanmamıştır. K o lektif bilinçdışı Jung'un "arketip" adını verdiği imgelerden oluşur. Bu im geler insana atala­ rından aktarılırlar. Yalnız insanlık tarihinin değil, insan öncesi evrimin de ürünüdürler. Arketipler, insanın vaktiyle atalarının geliştirm iş olduğu tepkilere benzer eğilim ler gösterm esinin kaynağını oluşturur. içine doğduğu dünyanın genel bir imgesi, doğduğu anda insanın içinde de vardır, insan dış dünyasında bu içsel im gele­ rinin karşılığı olan objelerle karşılaştıkça, bu imgeler de bi­ linçli gerçeğe dönüşürler. Örneğin bebek dünyaya geldiğinde, kolektif bilinçdışındaki anne imgesi sayesinde annesini algılar ve onunla ilişkiye geçer. Dolayısıyla insanın algı ve eylem lerin­ deki seçiciliği ko lektif bilinçdışının içeriğiyle açıklanabilir. B a­ zı şeyleri kolay algılam amızın ve onlara karşı hazır tepkiler ve­



168



V A R O L U Ş VE P S İK İYAT Rİ



rebilmemizin nedeni, kolektif bilinçdışımızda varolan eğilimlerimizdir. Arketipler, bir insanın geçm iş yaşantılarının ürünü olan bellek imgeleri gibi canlı görüntüler değildir. Örneğin anne arketipi bir annenin fotoğrafı gibi değildir. Bir benzetme yapm ak gerekirse, banyo edilmesi gereken negatif film leri çağrıştırabilirler. G erçek dünyada bir karşılığı bulunduğunda, bu belirsiz imgeler, canlı ya da cansız varlıklarda, bizim için anlam taşı­ yan bir biçimde somutlaşırlar. A rketipler evrenseldir. Bir başka deyişle, her insan aynı te­ m el arketip imgelerine sahiptir. B ir bebek dünyanın hangi y ö ­ resinde doğarsa doğsun, anne arketipini de birlikte dünyaya getirir. Ancak kendi annesiyle etkileşime başladıktan sonra bi­ reysel farklılıklar ortaya koyar. Çünkü çocukla ilişki, bir top­ lumdan diğerine ya da bir aileden diğerine, hatta aynı aile için­ de bir çocuktan diğerine farklılıklar gösterir. Bir toplumun ya da kültürün de kendine özgü arketipleri bulunur. Bu arketipler o toplumun geçm işinin ürünüdürler. Bir toplumun üyeleri kendi tarihlerinden kaynaklanan arketiplerin karşılığını dış dünyalarında buldukları oranda, o toplumun ken­ disini tarih içindeki yeriyle algıladığına ve biçim selliğe dayan­ dırılmayan bir kimliğe sahip olm anın bütünlüğünü yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla bir başka kıtaya göç ederek oradakile­ ri yerlerinden edip uluslaşmış, sömürgeci ulusların egem enli­ ğinde uzun süre yaşamış ya da ilkel bir yapıdan uluslaşmaya doğru hızlı bir geçişe zorlanm ış toplum ların kolektif bilinçdışının sınırlı ve cılız olmasını doğal karşılam ak gerektiğini düşü­ nüyorum. Tarihinin doğası gereği çok sayıda ulusun birbiriyle karışı­ m ından oluşan toplum larda, ortak arketiplerin geliştirilm esi çok uzun zaman alabilir, özellikle tarihlerini bütünleştirem ediklerinde. Arketip kargaşası yaşamak durum unda kalan böyle bir toplum , dünyadaki hızlı d önüşüm ler karşısında kolayca bir



N A R S İ S İ Z M Ç A Ğ I N D A K İM N E Y A P M A K T A ?



169



kim lik bunalım ına girebilir. Böyle bir dönem geçirmekte olan toplumların bireyleri de genellikle derinlikten yoksun ve biçim ­ sel değerlere bağnazca sarılarak ayakta kalm aya çalışırlar. Geçmişin imparatorlukları bile vaktiyle etki alanları altın­ da olan toplumlara bir bedel ödeme durumundalar. Özellikle aynı zamanda kültür merkezleri de olan başkentlerinin toplum­ sal yapısında. Paris ve Londra gibi kentlerin toplumsal-kültürel yapıları, vaktiyle imparatorlukların beldesi olan ülkelerden göç etmiş insanları dokularına m al etme sonucu bazı değişim ­ lere uğramış durumda. Osmanlı im paratorluğunun eski baş­ kenti de geçmişte biraz ilgisiz kalmış olduğu bir beldesine aynı bedeli ödemekle meşgul. Biçimsel inanç ve değerlere bağnazca sarılmak kısa vadeli bir ilaç işlevini görse de aslında temeldeki kimlik bunalımına çözüm getiremez. Hatta bunalım ın daha da karmaşıklaşmasına ve uzamasına neden olabilir. Arketipleri ile bütünleşm iş, dola­ yısıyla özüm senm iş bir yaşam felsefesine sahip toplumlar, dün­ yadaki hızlı dönüşüm lere kendilerini oldukça kolay uyarlayabi­ lirler. Biçimsel değerlere tutunmaya çalışan toplum lar için bu böyle olmaz. Derinlikten yoksunluğun doğal bir sonucu olarak yaşanan kolektif narsisizm böyle toplumların yazgısı haline ge­ lir. Kendisiyle başlayıp kendisiyle biten dünyalarında yaşayan yöneticiler, kendisiyle başlayıp kendisiyle biten dünyalarında yaşayan bireyleri yönetirler. K olektif narsisizm yaşayan toplum bireylerinde gözlem le­ nen kolektif ego enflasyonu bazı kavram ların çarpıtılm asına da neden olabilir. Toplum tüm katm anlarında gerçek benlerine ya­ bancılaşm ış olduğu için, sahte benleri ile varolm a çabasını sür­ dürm ekte olan bireyler, kişisel sınıf atlam a çabalarını toplumun çağ atlaması ile karıştırabilirler. Böyle bir kavram kargaşası so­ nucu edinilen görüntü de doğal olarak çağdaşlığın bir karikatü­ rü olur. Sonuçta özüm senm iş bir yaşam felsefesine sahip insan­



170



V A R O L U Ş VI-; PSİK İYATRİ



ların sayısı da giderek azalacağından, insan ilişkilerinde esteti­ ği tanım layan ve "görgü" denilen olguya tanık olabilmek, m ü­ zelerde saklanması gerekecek kadar ender bir yaşantı durum u­ na gelebilir. Yıllar önce görev yaptığım üniversite birimindeki sekreter­ den, bir başka fakülteden genç bir öğretim üyesinin zaman za­ man gelerek benimle görüşm ek istediğini, ancak gelişlerinin benim orada olm adığım saatlere rastladığını ve bu yüzden, "Hiç yerinde oturmaz m ı?" diyerek söylendiğini duym uştum. Sonra bir gün merdivenlerde gözlerini dikmişçesine bana ba­ kan biriyle karşılaştım. O imiş. Ters bir tonda bana, "Sizi bir türlü yerinizde bulamıyorum. Bu beşinci gelişim," dedi. Ben de dönüp, böyle durumlarda genellikle takındığım mesafeli tavır­ la, "iki kişinin ne zaman bir araya gelebileceğine taraflardan yalnızca biri karar verirse, o iki kişinin bir araya gelmesi m üm ­ kün olmayabilir," dedim. Duraksadı. Sonra bana, yapm ış olduğum bir araştırmanın kopyasını ödünç alabilm ek için ricaya (!) geldiğini söyledi. Bende çok az sayıda kalmış olduğu için geri getirmesi koşuluy­ la verdim, getirmeyeceğini bilerek. Yıllar sonra adını bir ara gazetelerde görür oldum. Politikaya atılmış. Bu olay sırasında yaşadıklarım , toplumda narsisizm in ne oranda ve hangi tarzda yaşandığına ilişkin gözlemlerimin baş­ langıcını oluşturdu. G enç öğretim üyesine verdiğim cevabın içeriğindeki mesaj sonradan beni çok düşündürmüştü. Giderek kendimde gözlemlediğim bazı davranışlar da dahil olm ak üze­ re, çevremi bu bağlamda anlamaya çalıştım. Aradan geçen y ir­ m i yıl içinde gözlemlediğim kadarıyla, toplumumuzdaki narsi­ sizm in büyüm e hızının, narsisizm im izi okşayacak oranlarda seyretmiş olduğu izlenimi taşıdığımı tereddüt etmeden söyleye­ bilirim.



N A R SİSİZM Ç A Ğ IN D A KİM NE YAPM AKTA?



171



İlişkiler konusunda Buber'in yapm ış olduğu "ben-sen" ve "ben-şey" ayrım ı doğrultusunda, narsisizm i "ben-ben" ya da "ben-benim şeyim" ilişkisi olarak tanım layabilirim. Gerçekten de narsisistik kişinin en önem li özelliği görünürde yoğun bir ilişkiler ağı içinde olsa bile, kendisiyle başlayan ve biten bir dünyada yaşamasıdır. Bu dünyada, kendisiyle ilişki içinde m ut­ lak bir yalnızlık yaşar. Çoğu kez bu durum un farkında olmaması ve dış dünya ile ilişkiler yaşam adığına inanması, narsisistik kişi­ nin kendisi dışındaki dünyaları algılama güçlüğünden kaynakla­ nır. Kendi gerçeği dışında, yalnızca kendi gerçeğinin başkala­ rındaki yansım alarını görebilen narsisistik kişi, başka insanların kendisininkinden farklı gerçekleri olabileceğini göremez. Telefondaki kişiye uzunca bir süre için randevu veremeye­ cek durum da olduğumu, nedenleriyle birlikte açıkladığım da, "Benim için sakıncası yok," dedi. "Öğle ya da akşam saatinde de gelebilirim." Zamanla ilgili sorunumu bir kez daha ortaya koydum, o da öğle ya da akşam saatinde de gelebileceğini bir kez daha tekrarladı. Onun üzerine güldüm ve "iyi ama, bir de ben varım ,” dedim. Biraz duraksadıktan sonra o da güldü ve "H aklısınız," dedi, soruna yalnızca kendi gerçeği yönünden bakmış olduğunu fa r k ederek. Sonra benim gerçeğime de uygun bir plan üzerinde anlaştık. Narsisistik kişi, insanlarla ve diğer objelerle olan ilişkileri­ ni "ben-benim şeyim" zemini üzerinde sürdürür. Benlik sınırı iyi belirlenm em iş olduğundan diğer insanları kendi benliğinin yansım aları gibi algılayabilir. Bu yansıtıcılar, onun ihtiyaçları­ nı ve beklentilerini giderm ekle doğal olarak "yükümlü" farzedilirler. Çünkü kendi ihtiyaçlarından ve kendine yönelik bek­ lentilerinden ayırt edilemezler. D olayısıyla narsisistik kişi, di­ ğer insanların ve dünyalarının "kendisine ait şeyler" olm adığı­ nı da göremez.



172



VAKOI.IIŞ VL PSİK İYATRİ



"Bencillik insanın istediği gibi yaşaması değil, başkaları­ nın kendisinin istediği gibi yaşam asını beklem esidir" (Oscar Wilde, 1891). N arsisistik kişi çocuklarını da kendi yansım aları olarak görm e eğilim indedir. Ç ocuğunu nefret ettiği gerçek beninin yansım ası gibi görüp ona saldırabilir; sahte beninin kusursuz­ luk ve görkem beklentilerini ona yansıtabilir; kendisine ısm ar­ layıp da gerçekleştirememiş olduğu bir yaşamı onun şahsında yaşam aya ya da gerçekleştirm eye çalışabilir. Böylece geleceğin narsisistik kişisini de ısm arlam ış olur. Narsisistik kişinin yaşam akta olduğu "benim şeyim" olgu­ su bazen çocuklara dolaylı bir biçim de yansıtılabilir. Kişi, nar­ sisistik beklentilerini önce kendi anababasının "çarpıtılmış" im­ gelerine yansıtır, sonra da "benim annem" ya da "benim b a­ bam" olarak adlandırabileceğim bu çarpıtılm ış anababa im gele­ rini "benim çocuğuma" yansıtır. Böyle bir durum da çifte yansı­ tıcı kullanılmış olur. Burada çarpıtılm ış anababa im gesiyle kas­ tettiğim, gerçekte olduğundan farklı ve olmadığı halde öyle ol­ duğuna inanmak istenerek, "şişirilmiş ve süslenmiş" ana ya da baba figürleridir. Böyle bir olgu, çoğu kez bu figürlere yönelik bilinçdışı düşm anlık duygularını içerir. Klinik çalışmalarımın ilk yıllarından beri bazı anababaların kendi anababalanna yönelik beklentilerini çocuklarına, yani üçüncü kuşağa yansıttıklarını gözlem lem ekteydim . Birçok kişi­ nin kendi anababasının adını çocuklarına vererek bunu som ut­ laştırdığının da farkındaydım. A m a kültürüm üzde yaygın olan "göbek adı" olgusunun bu bağlam daki önemini fark ettiğim den bu yana geçen sürede edindiğim veriler, kuşak atlayarak çocuk­ lara yansıtılan narsisistik beklentilerin düşünebileceğim den de yaygın olduğu izlenimini geliştirm em e neden oldu. Tabii burada konu edilen olgu, anne ya da babası ile p a y ­ laşılmış sıcak yaşantıların anısını sürdürebilmek için çocuğuna



N A R SİSİZM Ç A Ğ IN D A KİM NE YAPMAKTA?



17.1



onun adını veren anababaları kapsamıyor. Onları bilmem zaten mümkün değil. Burada aktardığım çıkarsamalar, klinik çalış­ malarım sırasında narsisistik yansım alara maruz kaldıkları iz­ lenim ini edindiğim kişilere yönelttiğim sorulardan edindiğim verilerle sınırlı. G enellikle babalar annelerinin adını kızlarına, daha seyrek olarak da anneler babalarının adını oğullarına veriyorlar. Bazen de baba kendi babasının adını oğluna aktarabiliyor. Annelerin kendi annelerinin adlarını kızlarına verdiğine pek rastlamadım. B abaanne-baba-kız ve büyükbaba-anne-oğul geçişleri bazen ensest ö ğ eler de içerebiliyor. D aha doğrudan yansım alara, azımsanmayacak sayıda ailede gözlem lenen "baba-kız ve anneoğul" biçim indeki parsellem elerde rastlanabiliyor. Yıllar önce izlemiş olduğum Bayan L., kızının kişiliğinde kendi yansımasını yaşamaktaydı. Tabii ki bu yansım a onun cin­ sel yaşam ını da kapsadığından, o zamanlar on sekiz yaşında olan kızının bir ara flö r t ettiği on dokuz yaşındaki bir delikanlı da yansım a alanına katılmıştı. D elikanlı Bayan L.'nin gençlik düşlerindeki "on sekizinci yüzyıl şövalyesi" imgesine uyan, içi­ ne kapanık bir çocuktu. Onun için kızını sürekli bu çocuğa doğ­ ru itiyordu. Kızı ise "aptal" bulduğu delikanlıya karşı küçüm se­ yici bir tutum içindeydi. Bayan L. delikanlıya karşı kendi adına cinsel içerikli bir duygu yaşam adığının farkındaydı, ama aynı zam anda kızının yaşam asını istediği duyguları da yaşadığın­ dan, delikanlıyı her gördüğünde kızı "yerine" o heyecanlanı­ yordu. Sonraki yıllarda bu yansıtmalarının bedelini, kızından uzak yaşayarak ödem ek zorunda kaldı. Annesinden bunalan genç kız bir başka ülkeye yerleşm eyi ve annesinin narsisistik beklentilerine hiç de uymayan biriyle evlenmeyi seçti. K ültürüm üzde isim lerin çoğunun anlamı var. Bu isimleri genellikle ana-babalar verdiğinden, verilen isimlerin anlamının



174



V A R O L U Ş VH PSİK İYATRİ



anne ya da babanın kendi dünyalarına ait bir şeyleri yansıtıyor olm ası da çok doğal. Ancak eğer bu isimler anne ya da babanın narsisistik beklentilerini yansıtıyorsa, bazen çocuğun yaşam ı­ nın kendisine verilen ismin taşıdığı anlam a göre program lan­ ması bile söz konusu olabiliyor. Böyle bir olgu çoğu kez bilinçdışı m ekanizm alardan kaynaklandığından, ne anababa ne de çocuk bu olgunun yaşandığını fark edemiyor. Anne ya da babanın çocuklarının varlığından ötürü gurur duym aları, zaman zaman onların dünyalarındaki m utlulukları, başarıları ya da sorunları kendi çevreleri ile paylaşm ak istem e­ leri doğal bir olgu. Ancak tedavi odasında dinlediklerim e göre, özellikle kadınlan bir araya getiren sosyal olaylarda bazı anne­ ler, çevrelerini bunaltırcasına sürekli çocuklarından söz ediyor­ larmış. Çok ender de olsa buna benzer olaylara tanık oldum ve her defasında nedense, son gezilerinde çektikleri fotoğrafların görüntülerini misafirlerinin istemi dışında sergileyen ve m isa­ firleriyle birliktelik yaşayacakları yerde anılarını yaşayan ev sa­ hiplerini hatırladım. Sanırım her iki durum da da "ben-benim şeyim" ilişkisi türünde narsisistik bir kilitlenm e söz konusu ol­ duğu için. Rumelihisarı tepelerinde Jose Feliciano'yu dinliyoruz. Ay ışığı, B oğazdan geçen tanker ve şilepler, biraz eski am a bizim kuşağımıza nostalji yaşatan bir müzik. Son dakikada gitmeye karar verdiğimiz için biletlerimiz numarasız ve tepelerdeki çi­ men çalılık arasında oturmuşuz. Tepeler insan dolu, ileride bir yerlerden gelen çocuk sesleri dikkatimizin arada bir oraya y ö ­ nelmesine neden oluyor. Çocukların sesi giderek yükseliyor. Bir konsere Luna Park'a gidercesine gelm ek bir yana, anne ve ba­ ba çocuklarını sakinleştirmeye niyetli değil. Bizden çok uzakta­ lar ve dikkatimizi oraya yöneltm ezsek bu sesleri duym ayabili­ riz. Nitekim öyle oluyor. Am a olayın daha yakınındaki onca in­ sanın duruma neden boyun eğdiklerini düşünüyorum.



N A R S İ S İ Z M Ç A Ğ I N D A K İM N E Y A P M A K T A ?



175



Narsisistik kişi, iyi belirlenm em iş benlik sınırlarını bir baş­ kasının sınırlarına çarpana dek yayabilir. Narsisizme genellikle eşlik eden infantil omnipotence nedeniyle. Infantil omnipotence, benlik sınırlan henüz oluşm am ış küçük çocuğun, sınırları­ nın nerede sona erdiği konusunda anababası tarafından uyarıla­ na dek, dilediğince davranm a eğilim ini tanımlar. Gelişen ve gü­ cünün arttığını fark eden çocuğun, bu gücü ve iktidarı sınırları­ nı zorlam asına kullanm ak istemesi, gelişim süreci içinde doğal olarak yaşanan bir aşamadır. Ne var ki, güçlü narsisistik eğilim ­ ler etkisinde yaşayan kişiler de biçim sel olarak otorite konum u­ na geldiklerinde ya da ün, saygınlık, güç ve varlık sahibi olduk­ larında, çocukluk dönem inde aşam am ış oldukları infantil om ni­ potence eğilimlerini açık seçik sergilem e imkânını bulurlar. İş­ lerinde, eşleriyle ve çocuklarıyla ilişkilerinde, sosyal ortam lar­ da ya da halka yönelik etkinliklerinde, örneğin televizyonda gö­ ründüklerinde benlik sınırlarını olabildiğince yaym a eğilim i gösterirler. Konserdeki anne baba türünde insanlarla başka yerlerde de karşılaştım . Halka açık alanlarda ya da m isafir bulundukları yerlerde çocukları çevreyi rahatsız edercesine bir sınırsızlık ya­ şarken onlara m üdahale etm eyen, hatta bazen keyifle izleyen insanlarla siz de karşılaşmışsınızdır. "Ben-benim şeyim" ilişki­ lerinin ötesindeki dünyayı algılayam ayan insanlar. Sokakta yürürken dikkat ediniz. N e kadar çok insanın ayak­ la n bir yöne giderken, başları bir başka yöne çevrili. Birine çar­ pana dek. insanların ortaklaşa kullandıkları alanlarda benin sı­ nırlarını olabildiğince yayan kişiler. Kendileri dışındaki objele­ ri ve olayları "benim şeyim " olarak yaşayarak, bir de "sen'ler olduğunu göremeyen insanlarla her yerde karşılaşıyoruz. Sıcak bir yaz gününde pencereler açıkken mikrofonla kar­ puz satan adamın sesi çalışma odanızın içerisinde, tedaviye g e­ len kişilerin anlattıklarını duym akta güçlük çekiyorsunuz. B ili­ yorum "ekmek parası" denecek, ama çalışan başka insanlar da



176



VAKOI.UŞ VI-: PSİK İYATRİ



var. Kabak ya da domates satanların sesleri arasında tedavi uy­ gulamalarını sürdüren psikiyatristler dünyanın başka yerlerin­ de de var mıdır? diye soruyorum birine, insanların ego sınırla­ rım bu denli yayabildikleri bir başka yer! "Ben-ben" ya da "ben-benim şeyim" ilişkisi sürdüren kişi­ ler kendi içlerine kilitlenm işçesine yaşarlar. Bu nedenle konuş­ m aları da kendilerine dönük bir m onolog niteliğindedir. B ir başka deyişle, aslında kendi kendileriyle konuşurlar. Soru sor­ duklarında cevabını da kendi içlerinden verdiklerinden, gerçek­ te sizin cevabınızla pek ilgilenmezler. A m a başka türlüsünü bi­ lem ediklerinden neyi yaşayam am ış olduklarını da göremezler. Bazı konferans ya da panel tartışm alarının ardından dinleyici­ lerin konuşm acılara soru yöneltm eleri beklenir. Birkaç kişi ko­ nuya ilişkin soru sorar ve bu arada biri, bazen de birileri kalkıp soru sormak yerine konuyla ilgisi olm ayan uzun tiradlar çeker­ ler. Çoğu kez kendilerinden başka kim senin anlam adığı bir içe­ rikte ve kendi söylediklerine kendileri hayran olurcasına. Üste­ lik oturum başkanlığını üstlenen kişiler için de bu m onologları sona erdirm ek pek kolay olmaz. Bazen birine kendinizle ilgili bir şeyler anlatm ak istediği­ nizde, karşınızdaki kişi anlatılanların içeriğinde kendi yansım a­ sını yakalar ve birden sözü sizden kaparak kendisiyle ilgili bir şeyler anlatm aya başlar. Bazen de sizinle ilgili bir sorunu dinle­ yerek anlam aya çalışacağı yerde, "Sıkma canım," ya da "Üzül­ me, geçer," gibi sözlerle konuyu bitirm eye çalışır. Bu aslında, "Sus, seni dinleyem em !" mesajının dolaylı yoldan dile getirili­ şidir. Günlük streslerin yükü altında olduğum uzda ya da sıkıntı­ lı bir dönem geçiriyorsak narsisistik bir gerilem e yaşar ve böy­ le davranışları geçici bir dönem ya da bir an için gösterebiliriz. Ancak narsisistik kişi "ben ile ben"in arasına girilmesine pek alışkın olm adığından, onun bu tür davranışları süreklidir. Narsisistik kişi için "görkem" çok önemlidir, şişmiş egosu­ nu yansıtabileceği objeler arar ve bulur. Ancak onların bütünü­



N A R S İ S İ Z M Ç A Ğ I N D A K İM N E Y A P M A K T A ?



177



nü değil, kendi görkem beklentilerine uygun yönlerini seçerek algılar. Bir süre o kişiye "tapınır". Ama sonradan o kişinin ken­ di imgesine uymayan yönlerini fark ettiğinde düş kırıklığı ya­ şar ve üstelik, bazen ona yönelik küçüm seyici bir öfke bile ge­ liştirebilir. Özden çok biçimle ilgilendiğinden, ağırlıklı bir söz, zekice bir espri ya da iyi pazarlanmış karizm atik bir hava onu kolayca etkileyebilir ve o kişiye "acele" bir hayranlık geliştir­ m esine neden olabilir. Bazı narsisistik kişiler estetiğe önem verirler. Bu onların hem canlı hem de cansız objelerle olan ilişkilerinde etkili olur. Ancak bu genellikle yaşamazlık yansıtan bir estetiktir, yaşamı değil biçimi içerir. Objeler birlikte yaşam ak için değil, sahibi­ nin görkemini yansıtm ak am acıyla "sergilenirler". Baktığınızda kişinin objelerine yönelik yansım asını fark edebilirsiniz, am a kendinizi bu ilişkinin dışında bırakılm ış hissedersiniz. Narsisis­ tik kişi, dostlarına armağan ettiği objelere de kendini yansıttı­ ğından, verdiği arm ağanın nasıl değerlendirildiğini izleyerek "kendi şeyi" ile ilişkisini sürdürür. Yıllar önce, benimle tedavi ilişkisini sürdürmekte olan B a­ yan Z., masanın üzerindeki tek çiçeklik boş bir vazoya işaret ederek, "Ben de tek çiçek severim," dedi ve aram ızda o doğrul­ tuda kısa bir sohbet oldu, başka konulara geçmeden önce. B ir­ kaç hafta sonraki bir buluşmamıza elinde tek bir karanfille gel­ di. O günlerde çiçekçiler bütün çiçeklerin yanm a kuşkonmaz denilen bitkiden mutlaka koyarlardı. Ben de aldığım ya da ve­ rilen çiçekleri, o zamanlar nedense hoşlanmadığım bu bitkiden ayırarak vazoya koyma âdetini edinmiştim. Bu kez de öyle yaptım. Bunun üzerine Bayan Z. kuşkonm az­ ları neden vazoya koymadığımı sordu. Hoşlanmadığımı söyle­ yince yüzünü buruşturup, "Çok zevksizsiniz," dedi. Şaşırdım, sonra kendim i toparlayarak, "iyi ama, bu çiçekler artık benim. Onları dilediğim ce yerleştirebilmem gerekmez mi?" dedim. A s­ lında bu davranış Bayan Z. 'nin insan ilişkilerini öylesine yalın



178



V A R O L U Ş V E PSİK İYATRİ



bir biçimde yansıtıyordu ki, çok sonraki beraberliklerim izde de zaman zaman konu edildi. Bayan Z. ile yıllar sonra, yakın geç­ mişte birkaç kez görüşmemiz gerekti. Artık böyle şeyler yapm a­ dığını biliyorum. Yoksa ona yeni kitabımda karanfil hikâyesin­ den söz edeceğimi söyleyemezdim. Narsisistik kişi, kendi ürettiklerine herkesten önce kendisi hayran olan kişidir. Bu hayranlığın başkalarınca paylaşılmadığı durum larda yaşadığı "narsisistik darbe" egosunun daha çok şiş­ mesiyle sonuçlanır. N arsisistik darbe, zaten varolan ve savun­ m aya yönelik saldırgan eğilim lerin denetim den çıkm asına ne­ den olabilir. Narsisistik şişm e aslında alttaki gerçek beni koru­ m aya yönelik olduğundan, böyle bir darbeye m aruz kalm anın yaşattığı korku, doğal olarak saldırganlığa dönüşür. Narsisistik kişinin yaratıcı ve üretken bir potansiyeli de ol­ sa ürettiklerinin ve yarattıklarının diğer insanlarca paylaşılabil­ mesi sınırlanır. Ürünleri ve yapıtları evrensel ve toplumsal arketipleri içerm ediğinden, çoğu kez diğer narsisistik kişilerin yansım alarında değer kazanır ve bunun ötesinde bir dünyaya ulaşm ası pek m üm kün olm az. Ü stün bulduğu yeteneklerinin anlaşılam am ış olduğu inancıyla, ürettiklerine ilgisiz kalan in­ sanları küçümser. K o lektif narsisizm doğal olarak kurum sal etkinliklere de yansır. Ünlü bir sanatçımız bir başka ülkenin başkentinde, ül­ kemizi tanıtma amaçlı bir etkinlik çerçevesinde bir konser veri­ yor. Konsere o kentte yaşayan vatandaşlar, soydaşlar ve onla­ rın tanıdığı sınırlı sayıda bazı yabancılar katılıyor. Çünkü ülke­ nin nasıl ve kimlere tanıtılm ak istendiğine ilişkin bir tasarı g e­ liştirilmemiş. Yani "ben"in "sen"i yok. O zaman da "ben-benim şeyim" olgusu içinde kilitli böyle bir etkinliğin "tanıtma" olarak nitelendirilmesini kabul etmek kolay olmuyor. Aynı nedenle, bir dönem akadem ik çevrelerde p ek yaygın olan ve konuşmacı olarak yaşlıların katıldığı, dinleyicilerin ço­



N A R SİSİZM ÇA Ğ IN D A KİM NE YAPMAKTA?



179



ğunluğunu da yine yaşlıların oluşturduğu "gençlik" konulu p a ­ nel ve konferansların yararları konusunda ikna olmuş olduğu­ mu söyleyemem. Yıllar önce, birlikte tedavi ilişkisi sürdürdüğümüz genç bir öğretim üyesi, bana bir açık oturum düzenlem eyi tasarladığını söyleyerek katılıp katılamayacağım ı sordu. Toplantının amacı, arabesk denilen olguyu tartışm ak ve de anladığım kadarıyla yerm ekti. Katılamayacağımı söyledim, ama ona, "Bu tür m üzi­ ği dinlemeyen ve sevmeyen bir grup aydın, yine bu müziği din­ lemeyen ve sevmeyen bir başka grup aydına bir şeyler anlata­ caksınız," diyerek, böyle bir tartışmanın kime ne m esaj verm e­ y i amaçladığını anlayamadığımı söyledim. "Bunu hiç böyle dü­ şünm em iştim ," diyerek bu kez Şoförler Derneği'ne başvurdu ve arabesk meraklısı iki kişiden oturuma katılmaları için söz aldı. O layın hazırlığı bu yönde gelişm eye başlayınca ben de dinleyi­ ci olarak katılmaya karar verdim. Am a A nkara’y ı fe lc e uğratan bir kar yağışı nedeniyle toplantı gerçekleştirilemedi, sonra da yeniden düzenlenmedi. N arsisistik kişi gerçek anlam da vermeyi bilem ediği gibi, dünyayı kendisine hizm et verm ekle yükümlü bir alan gibi algı­ lar. Bu nedenle ilişkileri süreklilik ve tutarlık göstermez. B elir­ li bir dönem de kim lere ihtiyacı varsa onlarla birlikte olur, bir sonraki dönem in gereğine göre de başkalarıyla. Toplumsal, kül­ türel ve politik olaylara ilişkin görüşler ortaya koyabilir, ama kendi dışındaki olgulara katkıda bulunamaz. Katkıda bulunur göründüğü zam anlarda da saygınlığını artırmak ya da çıkarları­ nı kollam ak gibi narsisistik beklentilerle hareket eder. Çoğun­ luğun kendileriyle başlayıp kendileriyle biten dünyalarda yaşa­ dığı bir toplumda politik olgunlaşm a süreçleri de yavaş gelişir. Kim senin kimseyi fark etm ediği ve ortak görüş geliştirm e yeti­ sinden yoksun bireylerin çoğunlukta olduğu loplumlarda, poli­ tik olguların narsisistik çıkarlar doğrultusunda kullanılma ola­ sılığı da artar.



180



V A R O LU Ş VE P S İK İYAT Rİ



insanlar, narsisistik olanlar ve olm ayanlar diye ikiye ayrı­ lamaz. N a rsisistik.eğilimler hepimizde bulunur. Önemli olan, bunun ne oranda ve nasıl yaşandığıdır. Hepim iz ortaklaşa bir çağı paylaşm aktayız ve onun etkilerini birlikte yaşıyoruz. Top­ lum lar bireyler için katlanılması güç dönemlerden geçebilir ve kendim izi yaratabilm ek için gösterdiğim iz çabalar, dönem in kendine özgü süreçlerinden etkilenir ve bu süreçlerle sınırla­ nabilir. Tarihin akışı içindeki ilerlemeler kadar, gerilemelerin de insanlık evriminin doğasının bir parçası olduğuna inanıyor ve karam sar olmamaya çalışıyorum. Am a bir yandan da T. S. Eliot'a katılmadan edemiyorum: "Bu dünyaya verilen zararla­ rın yarısı, kendini önem li hissetm ek isteyen insanlar tarafın­ dan verilir" (1949). Fritz P erls'e göre insan, çoğu kez başkalarına yansıttığı olumsuz duyguları da dahil, tüm duygularının sorumluluğunu üstlenmelidir. Örneğin başkalarına yönelik eleştirici tutum ları­ mızı kabul etme sorumluluğunu üstlenm ediğim iz için, bu duy­ gularım ızı başkalarına yansıtır, onların eleştirici olduklarına inanırız. İnsanlar arasında ayrım yaptığımızı, bazılarını beğenip bazılarına önem vermediğim izi kabul etm ediğim iz için, bu yar­ gıları sanki onlardan bize yöneltilm işçesine algılar ve sürekli reddedilm e korkuları yaşarız. Dolayısıyla en önem li sorum lu­ luklarım ızdan biri, yansıtm alarım ızın sorum luluğunu üstlenip, kendimizi yansıttığım ız duygular olarak yaşayabilmemizdir. Kendimizin değilm iş gibi yaşadığım ız duygulan kendim ize mal ettikçe insanın yaşantıları daha da zenginleşir. İnsan kendi­ sini kendi dünyası içinde algılar. Bunu yapamadığı oranda da Heidegger'in varoluş suçluluğu dediği olguyu yaşar. Hepimiz otantik olm a potansiyelim izi yaşantıya dönüştürem ediğim iz oranda suçluyuz. Otto Rank, "içimizde kalan ve kullanılm amış yaşamdan ötürü" kendim ize karşı bir suçluluk yaşadığımızdan söz eder.



N A R S İ S İ Z M Ç A Ğ I N D A K İM N E Y A P M A K T A ?



181



Paul Tillich, Olma Cesareti adlı kitabında şöyle der: "İnsa­ nın varoluşu ona yalnızca verilmemiştir, ondan istenir de. İnsan varoluşundan sorum ludur ve kendisiyle ne yapm ış olduğu ona sorulduğunda cevap vermekle yükümlüdür. Bu soruyu ona yö­ nelten kendi yargıcıdır, yani kendisi. Böyle bir durum da anksiyete yaşanır: göreli bir deyimle, suçluluk anksiyetesi; daha ke­ sin bir deyim le, kendini aşağılam a ve lanetlem e anksiyetesi." A slında varoluşunun m erkezini algılayabildiğinde insan kendisini de algılar. A m a oraya giden yol varoluş suçluluğunun yaşanabilm esinden geçer. Rollo M ay bu nedenle, varoluş suç­ luluğunu olumlu ve yapıcı bir güç olarak değerlendirir: "Bir şe­ yin ne olduğu ile ne olm asını istediğim iz arasındaki farkın algı­ lanması." Tedaviye gelen kişiler Karen Horney'e, ne yapm ak istedik­ lerini bilemediklerinden yakınarak ondan yardım istediklerin­ de, "Bu soruyu hiç 'kendinize' sormayı düşündünüz mü?" diye cevap verirmiş.



Yaşam ve Ölüm



dünya görüşüne göre, varoluş iki karşıt kutuptan oluşur: aydınlık ve karanlık, pozitif ve negatif ya da "yang" ve "ying". M etafizik bağlam da bu kontrast, yaşam ve ölüm olarak belirir. Bu nedenledir ki eski Çin belgelerinde, insana vadedilen m utluluğun "yaşamının başına taç olacak bir ölüm" olduğu ya­ zılıdır. İnsanı tehdit eden en büyük m utsuzluk ise, zamanından önce gelebilecek bir ölümdür. Tam am lanacağı yerde yaşam ı parçalayan bir ölüm. Aydınlığa eşlik eden karanlık, yani ölü­ mün karanlığı, yaşamın tam karşıtıdır. A m a varlığı yaşamın ay­ dınlık yanını biçimlendirir. Bundan ötürüdür ki Çin'de eski za­ man bilgeleri, bir insanın m utluluğundan, onun ölüm ünden ön­ ce söz etm ezlerm iş. Yaşamın anlamı biraz da yaşamın dışında­ ki karanlıktan kaynaklandığı için. Ç İN L İL E R İN



M üritlerinden biri bir gün Konfüçyus'a ölülerin bilinci olup olmadığını sormuş. "Ölülerin bilinci olduğunu söylesem, oğul­ lar ve torunların ölüyü gömmek için yaşayan akrabalarını ih­ mal edeceklerinden korkarım. Ölülerin bilinci olmadığını söy­ lesem, bu kez de ölüleri gömmeyeceklerinden. Onun için ölene kadar bekleyin ve görün!" olmuş cevabı. Antik Yunan-Roma dönem inin bir felsefe ekolü olan Stoa­ cılığa göre, ölüm, yaşamın en önemli olayıdır. İyi yaşamayı öğ­ renmek, iyi ölm eyi öğrenmektir; ya da iyi ölm eyi öğrenmek, iyi yaşamayı öğrenmektir. Heidegger'in 1926'da ölüm konusunda ortaya koyduğu görüşlerinde dile getirdiği gibi, biyolojik an ­ lamda yaşam ve ölüm oldukça kesin bir sınırla ayrıldıkları hal­



Y AŞAM V E Ö L Ü M



183



de, psikolojik yönden birbirlerine geçişirler. Çünkü ölüm fizik­ sel olarak insanı yok ettiği halde, ölümün düşüncesi insanı kur­ tarır. Seneca der ki, "Yalnızca yaşamdan vazgeçm eye istekli ve hazır olan, yaşam ın gerçek tadını alır." Rom a İm paratorluğu' nun seçkin devlet adamı ve düşünürü Seneca'nın yüreklice sür­ dürdüğü parlak yaşamı, kendisini çekemeyen İm parator Neron' un onu "intihara" mahkûm etm esiyle İ.S. 65'te son bulmuştu. Ölüm üne korkusuzca giden Seneca, son anına kadar felsefeden söz etmişti. Birçok düşünür ve yazar yapıtlarında ölüm ve yaşamdan birlikte söz etmiştir. Bunlardan bazılarını sizlere aktarmak isti­ yorum: "Yaşam ve Ölüm, Dünya denen çift kişilik yataktaki kedi ve köpektir" (Christopher Fry, 1950). "Yaşam için gösterilen neden, ölüm için de geçerli bir ne­ dendir" (Albert Camus, 1942). "Yaşamımız başkalarının ölümünden yapılm ıştır" (Leonar­ do da Vinci). "Yaşam büyük bir sürpriz. Ölüm neden daha büyük bir sürp­ riz olmasın ki!" (Vladimir Nabokov, 1962) "Yaşam, ölümü tanıyabilm ek için verilen izindir" (Djuno Barnes, 1937). "Yaşam tüm insanları eşit tutar, ölüm seçkin olanı ortaya çı­ karır" (George Bernard Shaw, ¡903). İnsanın son giysisinin cebi olmaz (İtalyan atasözü). Heidegger, insanın iki farklı biçimde varolduğu görüşünde­ dir: 1) varoluşun "dalgınlık" durumu; 2) varoluşun "farkındalık" durumu. İnsan varoluşunu "dalgınlık" durum unda yaşarken, şeyler dünyasıyla birlikte olur ve kendisini yaşamın günlük olaylarına bırakır. Böyle zam anlarda insanın düzeyi alçalır, rasgele konuş­ malarla vakit geçirir ve "ötekiler"in dünyasında kaybolur. Gün­



184



V A R O LU Ş VL P S İK İYAT Rİ



lük yaşam a teslim olan böyle bir insan, şeylerin yalnızca "na­ sıl" olduklarıyla ilgilenir. Varoluşun dalgınlığını yaşayan kişi, günlük bir yaşam sür­ dürür. Heidegger bunu "otantik olmayan" varoluş olarak nite­ lendirir. Böyle bir varoluştaki insan, yaşam ına sahip çıkabilece­ ğinin ve onu yönlendirebileceğinin farkında değildir. İçinde yu­ varlanıp durduğu ve seçim lerini yapam adan sürüklendiği bir dünyada yaşar. Varoluşun farkındalık durumunu yaşayan insan ise, şeylerin nasıl olduğuyla değil, "olm akta olm ası"yla ilgilenir. Heidegger'in deyim iyle "otantik" yaşayan böyle bir insan, kendini varetm iş ve varetmekte olduğunun farkındadır, sınırlarını ve im­ kânlarını olabildiğince genişletm eye çalışır, mutlak özgürlükle ve hiçe indirgenm e riskiyle yüzleşir. B unlarla yüzleşm enin anksiyetesini de yaşar, ama ancak böyle bir varoluş içinde ken­ dini değiştirm e gücünü bulur. H eidegger'e göre, yaşam ı otantik bir biçim de sürdürebil­ m ek ölüm ün kaçınılm azlığı sayesinde gerçekleştirilir. "Ölüm ­ süz bir yaşamı, sınırlı bir yaşam ı sürdürdüğüm üz yoğunlukta yaşayabilir, ona böyle sahip çıkabilir miydik?" sorusuna G eor­ ge Orwell, Shooting an Elephant adlı yapıtında şöyle cevap ve­ riyor: "İnsan tabii ki yaşam ak ister, am a ölüm den korktuğu için hayatta kalır." Freud da Birinci Dünya Savaşı yıllarında yazdı­ ğı bir makalede, savaş sırasında ölüm ün, yaşamın içine nasıl girdiğinden söz ederken şöyle der: "Yaşam yeniden ilginç bir hale geldi. Sanki tüm içeriğiyle kendini ortaya çıkardı." B ugün öğleden sonra tedavi odasında birlikte olduğum genç kadın, bir ara bana, haftada yarım gün gönüllü olarak git­ tiği bir hastanede yaşlı ya da ölm ek üzere olan insanlara ilişkin yaşantılarını anlatıyordu. K endisi de bir ay önce, başlangıçta onu çok ürküten bir durumdan ötürü bir am eliyat geçirmişti. "Yaşamı bir haftasonu gibi düşünüyorum ," dedi. "Yaşlılık pazar akşamının son saatleri. Sonra p azartesi."



Y AŞAM V E Ö L Ü M



185



Antik Yunan filozoflarından Epikür, "Benim olduğum yer­ de ölüm yok; ölümün olduğu yerde ben yokum. Onun için ölüm bana bir şey ifade etmiyor," diyerek ölüm olgusunu m antığa in­ dirgem ek istemiş. Am a ölüm korkusunu bilinç düzeyinde bir m antıkla bir yana itivermek, aslında bilinçaltında yaşanan bir anksiyeteyi yadsım a çabalarının dile getirilişi olam az mı? Bacchilides (İÖ 5), "Bir ölümlü için ölüm lerin en zoru, gelecek­ te onu bekleyen kendi ölümüdür," diyor. Bir İngiliz atasözü de şöyle der: "Ölüm, insanı ya çok erken ya da çok geç bulur." Sürekli birlikte yaşadığım ız am a varlığını yadsımak istedi­ ğimiz ölüm anksiyetesi pek çok filozof ve yazarın ilgi konusu olmuştur. Jacques Choron, konuya ilişkin başlıca felsefi görüş­ lerin bir değerlendirm esini yaparak ölüm korkularını üç grupta toplamıştır: 1) ölüm den sonra neler olacağı, 2) ölüm "olayı", 3) varolm a durum unun sona ermesi. Bunlardan ilk ikisi daha çok ölüme ilişkin korkuları yansıttığından, gerçek ölüm anksiyetesini vaktiyle K ierkegaard'ın "olm am ak" adını verdiği durum olarak kabul etm em iz gerekir. Heidegger'in "daha öte bir im kâ­ nın imkânsızlığı" dediği durum. Ölüm den korku ile ölüm anksiyetesi arasındaki kesin ayrı­ mı ilk kez Kierkegaard yapmıştır. Ona göre, "bir şey"den kork­ m akla "yok"tan korkm ak birbirinden farklı olgulardır. K ierke­ gaard "yok"u, "insanın birlikte hiçbir şey yapamadığı bir hiç" olarak tanımlamış. Rollo May de Kierkegaard'ın ayrım ına katı­ larak insanın, bilinçdışında, ölüm anksiyetesini korkuya dönüş­ türm eye çalıştığından söz eder. Çünkü "yok"tan korkmayı "bir şeyler"den korkm aya dönüştürdüğüm üzde, kendim izi "bir şey­ le r d e n korum ak için bazı m ekanizm alar da geliştirebiliriz. Am a "yok"un karşısında insan tam am en çaresizdir. Ölüm anksiyetesi hepim izin benliğinin derinliklerinde, bi­ linçli dünyam ıza ulaşm adan yaşanır. Çok ender zam anlarda, daha önce sözünü etmiş olduğum "soyutlanma" yaşantısı biçi­ m inde, bir an için varlığım ıza egem en olabilir. Ama aslında böyle anların dışında da dolaylı olarak varlığım ıza egem endir



186



V A R O L U Ş VE PSİK İYATRİ



ve bizi anlam lı yaşayıp yaşam adığım ız konusunda içten içe kaygılandırır. Bu kaygı, otantik bir yaşam sürdürem ediğimizde yüzleşm ek durum unda kalacağım ız "yok"tan uzaklaşabilm ek için "üretilen şeyler"den korkm a biçim inde yaşanır. Bir başka deyişle, kendini varedem em e sonucu oluşan vakum u doldur­ mak için üşüşen kaygılar ve korkular yaşanır. Bu kaygı ve korkuların her türünü burada tartışmayı am aç­ lamıyorum. Konu ölüm olduğuna göre tartışm am ı, ölüm anksiyetesine karşı kendimizi varedem ediğim izde yaşanan korkular­ dan yalnızca biri olan "ölümden korku" ile sınırlam ak istiyo­ rum. Bu tartışm a sırasında "ölümden korku" ve "ölüm korku­ s u n u eşanlam lı olarak kullanacağım. Genç insanın yaşam a bakışı, orta yaşlı ya da yaşlanmış insanınkinden farklıdır. Genç insan zamanı sınırsızm ışçasına al­ gılar. Gençlikten orta yaşa geçiş ise zamanı algılayışımızdaki farklılıkla belirlenir. İnsan kendi yaşamını, ne kadar yaşamış ol­ duğuna göre değil de, ne kadar zamanının kaldığına göre değer­ lendirdiğinde gençlikten orta yaşa geçmiş olur. Cicero, "Felse­ fe yapm ak ölüme hazırlıktır," diyor. Am a bunlar yaşam döngü­ sündeki aşamaların kendine özgü yaşantıları ve burada tartışa­ cağım ız ölüm korkusundan farklı olgular. Çünkü genç ya da yaşlı, her insanın varoluşunun tem elinde aynı ölüm anksiyetesi yaşanır. Buna karşılık ölüm korkularının belirleyicisi, insanın kendisini ne oranda varedebildiğiyle ilintilidir. Bay A., bir yüksek bürokrat, obsesif düşüncelerinin işgaline uğramış ve yaşam alanı iyice daralmış bir durumda bana baş­ vurm uştu. B eraberliğim iz sırasında zam an zam an bana, en önemli kaygılarından birinin "diri göm ülm ek" olduğunu anlat­ mıştı. Anlayışsız bulduğu eşiyle bu korkusu arasında kurduğu bağdan ötürü, "Bu kadın cenazemi bekletmez, beni hemen g ö ­ mer" düşüncesiyle o günlerde yoğun bir kaygı yaşamaktaydı. Ege bölgesinde acımasız bir yaşam ın sürdürüldüğü bir çift­ likte büyümüştü. Büyüğün kiiçüğii ezdiği bir ortamda ailenin en



Y A Ş A M VI-; Ö L Ü M



IH/



küçüğü olmanın m utlak yalnızlığını ve çaresizliğini yaşamış, iis telik üvey annesi tarafından karanlık yüklüklere kapatılmıştı. Sonraki yaşamında, biçim sel yönden üstün perform ansı sayesin­ de devlet sisteminde seçkin sayılabilecek bir konuma gelmişti. ilerlem iş yaşından ötürü altyapı sorunlarına girm ek için artık biraz geçti. Am a elimden geldiğince, yaşam am ış olduğu çocukluğu benimle birlikte olduğu saatlerde yaşayabilm esi için ortam sağlam aya çalıştım , ila ç tedavisinin de yardım ıyla ilk geldiği günlere oranla kaygıları azaldı. G erçi biraz zaman al­ dı, ama benim şahsımda ilk kez bir insanla, korkmadan ve y o ­ ğun bir öfke yükü taşımadan bir bağ yaşayabilm iş olduğunu sa­ nıyorum. Üstelik ona bir sözüm var. Öldüğünde yaşıyor olursam ve zam anında haberim olursa, cenazesinin en azından bir gün bekletilm esini sağlayacağım a ilişkin. Tabii yalnızca anısına saygılı olm ak amacıyla. Ailesinin bunu bir m üdahale olarak n i­ telendirmeyeceğini biliyorum. "Mezar, insanın kendisine ait hoş bir mekân," diyor Andrew M arvell, "am a orada kucaklayacak kim se yok." B ay A .'nın korktuğu şey, yani bir m ezarda uyanm ak ve oradan kim seye ulaşamamak, aslında bir ayrılık anksiyetesinin sem bolik bir se­ naryo içinde dile getirilişiydi. Kendi içinde yalnızlığıyla kilit­ lenmiş, insanlarla arasında bir bağ yaşayam ayan, am a onlara bağımlı bir insanın yaşadıkları. Bağım lılıktan kaynaklanan düş­ m anca eğilimler, bundan ötürü duyulan suçluluk duygusu ve cezalandırılm a beklentisi. En büyük ceza ise, m utlak yalnızlık, yani hiçlik. Alışılm ış bir m ekândan ve insanlar dünyasından alıkonul­ mak ya da dölyatağının karanlığına dönüş, bir başka bölümde sözünü ettiğim soyutlanm a olgusunun içeriğini oluşturur. İnsan dünyayla birlikte varolabilir ve dünyasından soyutlanm ış insan hiçliğe indirgenir. Dünyasıyla bir "bağ" yaşamakla olan insan "olmakta olan" bir varlıktır. Dölyatağındaki varoluşundaki gibi



188



V A R O L U Ş V L P S İK İY A T R İ



başkalarına "bağımlı" yaşayan insan ise, olmakta olmayı gerçekleştirem em enin öfkesini ve boşluğunu yaşar. B ir başka de­ yişle insan, varoluşunu gerçekleştirem ediği oranda çevresiyle bağını da yaşayam az, bunu yaşayam am aktan ötürü onlara ba­ ğımlı bir yaşam sürdürmekte olm anın öfke ve düşm anlığını, ba­ zen onlara bazen de kendine yöneltir. Dolayısıyla ölüm korkuları ile yaşamazlık arasında doğru­ dan bir ilişki vardır. Yaşamazlıkla öfke ve düşm anlık arasında da. Bertrand Russell, "Korku batıl inancın tem el kaynağıdır, zulm ün de tem el kaynaklarından biridir," diyor. Yaşamaktan korkan insan, yaşamı taşınm az bir mal gibi depolam a eğilim in­ dedir ve geleceğini de sürekli ipotek altında tutm aya çalışır. Yaşam azlık ve ölüm zaten her an onunla birliktedir. Newsw eek'm yedi ya da sekiz yıl önceki sayılarından birin­ de fobilere ilişkin bir makale okumuştum. Orada bir Pan A m e­ rican pilotu diyor ki: "Uçakla bir yerden bir başka yere gitmek, yaşam denen yolculuğu simgeler. Uçak korkusunun temelinde de yaşam ın kendisinden korkmak yatar." Erica Jong ülkemizde de çok okunm uş bir kitap yazmıştı: Uçuş Korkusu (Fear o f Flying). Jong bu kitabında, ikinci eşiy­ le sürdürdüğü huzurlu beraberlikten bir süre için koparak, cin­ sel ağırlıklı ve coşkulu bir serüven yaşam a isteğinden söz eder. Bu isteğini gerçekleştirme planı ve olasılığının kendisinde y a ­ rattığı ürküntüye de "uçuş korkusu" adını verir. Gerçekten de Jong, her uçağa binişinde katlanılması güç bir korku yaşam ak­ taydı. Hatta kitabında, "Türbülans halindeki bir uçakta kim se­ nin ateist olabileceğine inanmıyorum," der. Uçak yolculuğu ya da serüven yaşam ak... H er ikisinde de güvenlik sağlayan bir beraberlikten (bu bir eş ya da toprak ana olabilir) kendi seçim i ile kopm a ya da ayrılm a söz konusu. Jong, büyük umutlarla giriştiği bu serüvenin kendisinde yarat­ tığı düş kırıklığını dile getirir kitabının sonunda. Oysa yaşadı­ ğı türde bir olayda düş kırıklığı kaçınılm az bir sonuçtur. Özgür



Y AŞAM V E Ö L Ü M



olmak ile bir şeylerden özgürleşmeye çalışmanın farkını göre­ memiş olduğu için. Önceki bölüm lerden hatırlayabileceğiniz gibi, Otto Rank her insanın bağım lılık-özgürlük ve boyun eğm e-kendine yön verme eğilim lerinin yarattığı çatışm ayla dünyaya geldiğinden söz eder. Çünkü doğum olayı, çaba gerektirm eyen bir durum ­ dan kendi eylem lerinin sorum luluğunu üstlenm eyi gerektiren bir yaşam a geçişi simgeler. Sorum luluğum uzu üstlenm e doğ­ rultusunda gösterdiğim iz çabalar yaşamın özüdür, ama kimi bu çabayı göstereceği yerde, vaktiyle dölyatağı ile birlikte olduğu türde beraberlikleri yaşam ında da sürdürm eyi seçer. Böyle bir seçim o beraberliğin ya da beraberliklerin içinde yok olma an­ lamına gelir ve ölüm ü simgeler. Neden insan özgürlüğünden bu denli korkar ve yaşamazlığı seçer? Bağım sızlığa doğru atılan adım lar diğer insanlardan farklı davranm ayı da gerektirdiğinden, reddedilm e ya da sevgiyi ve onayı yitirm e olasılığı da artar. Bu durum ise insanı bir seçime zorlar. Bir yanda kabul ve onay, daha da önem lisi güvenlik içe­ ren beraberlikler var. Ama bunu yaşayabilm ek için, bireyleşm e sürecinden vazgeçm ek ya da onu çok sınırlı tutmak zorundası­ nız. Bireyleşm eyi seçerseniz, bu kez de bir yolda tek başınıza, içinden çıkm ış olduğunuz gruba ve norm larına zam an zaman karşı çıkarak ilerlem ek zorundasınız. Biraz yalnızlık ve yenil­ giye uğram a olasılığının korkusuyla. Tabii herkesin bir seçimi var. Kimi, beraberlikler içinde dibe çöküp varolam am anın ağır­ lığını, kimi ise özgürlüğü içinde varolm anın ürkütücü hafifliği­ ni yeğliyor. Bir şeylerden koparsak güvenliğimizi yitireceğim iz korkusu bizi yaşam aktan alıkoyar ve hafifliği dayanılm az kılar. Aslında bu, insanın kendi yaşamını sürdürm ekten korkmasıdır. Bireyleşm e çabalan, yani insanların ortaklaşa paylaştıkları şeylerden zam an zam an farklı bir tavır geliştirmeleri, insanın çevresine yönelik bir suçluluk yaşamasına da neden olur. Birey­



190



VA R O LU Ş V E P S İK İYAT Rİ



leşm e aşırı oranlara götürüldüğünde, insan ait olduğu gruba ya­ bancılaşabilir. Buna karşılık beraberlikleri yok olm a amacıyla kullanm ak yeğlendiğinde "ölüm ilişkileri" yaşanır. Her iki ya­ şantıya da eşlik eden duygu, korkudur. Bu karşıt eğilimleri, ya biri ya da diğeri biçim inde uç du­ rum lara yönelm eden, uzlaştırıcı bir biçim de gerçekleştirm ek m üm kün olabilir mi? Hem bir şeylerle ve birileriyle, hem de özgür olunabilecek bir denge kurulabilir mi? Hindu felsefesiyle ilgili bir kitabı karıştırırken, sayfaların içinden bir cüm le birden gözüm e çarptı: "Bir yaşantıyı doruk noktasında sona erdirmeyi bilmek gerekir." A m a çoğum uz bir yaşantıyı sona erdirmekle ondan kopm ayı birbirine karıştırıyo­ ruz. Güvence kaygısıyla! Oysa bir beraberlikte doruk noktasına gelindikten sonra, o yaşantıyı sonlandırıp yeniden birlikte ol­ mak üzere ayrılığı göze alamazsak, belirli bir andan sonra bu beraberlikteki haz eğrisi giderek inm eye başlar. Doğa yasaları bile bunu böyle düzenlemiştir. Örneğin cinsel beraberlikte ya­ şanan haz orgazm la doruk noktasına ulaştığında cinsel beraber­ lik de sona erer. Gerçi cinsel beraberliğin ardından, bunu yaşa­ mış ve doruğa ulaşmış olmanın gururu paylaşılır, ama bu artık başka bir yaşantıdır, cinsellik değil. Neden bazı insanlar beraberliklerde yok olm ayı yeğlerken, bazıları aşırı bireyleşerek ait oldukları kültürle özdeşleşm eleri­ ni yitirirler? Aslında ikisi de bir şeylere karşı oluşturulmuş tep­ kilerdir. Aşırı bireyleşm iş kişi gerçekte, içindeki güçlü yok ol­ ma eğilimlerini yadsım aya çalışmaktadır. B eraberlikler içinde yok olm aktan çok korktuğu için aşırı bireyleşm iştir. Nitekim bir beraberliğe girdiğinde benliğinin sınırları kolayca dağılır. Ölüm ilişkileri sürdüren insanlar ise yaşam ın getirdiği be­ lirsizliklerden korktukları için kısırdöngü örüntüsü izleyen be­ raberlikler içinde yok olmayı yeğliyorlar. Bir kadın ve bir er­ kek, bir ilişki içinde kilitleniyor ve birbirlerini yok ettikleri bir beraberliği kendi seçim leriyle yıllarca sürdürüyorlar. G elenek­ sel bir grupta yaşayan kişinin bireyleşm e istekleri olam ıyor,



YAŞAM VE Ö L Ü M



191



çünkü bir başka seçeneğinin olduğunun zaten farkında değil. Am a çağdaş norm ların geçerli olduğu gruplarda ölüm ilişkileri insanın tek seçeneği mi? 1968 yılı sonbaharında bir rastlantı sonucu kendimi Prag olaylarının içinde bulmuştum. İşgalden kısa bir zaman sonra bir akşam Vanceslas M eydanında kalabalık bir grup Çek, al­ çak sesle ağıt olduğunu sandığım bir şey söylüyorlardı. Arala­ rına karıştık. Sonra birden beliren Rus askeri araçları kalaba­ lığın çevresini sardı ve içlerindeki askerler namlularını üzeri­ mize çevirdiler. M utlak bir sessizlik. Ç ekler nefretle ve meydan okurcasına Rus askerlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Her an bir şeyler olabilirmiş gibi ürkütücü bir gerginlik. Korkan tarafın Ruslar olduğunu sanıyorum, am a Çeklerin korkmadıklarını hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Özgürlükleri kendi kişilikleri tarafından değil, askeri bir güç tarafından kı­ sıtlanm ış olduğu için. Yok edilmeye karşı içgüdüsel bir varolma direnci. Üretilen korkulara değil, her insanı güdüleyen temel­ deki ölüm anksiyetesine karşı otantik bir varoluşu yaşam aktay­ dılar. Ne kadar sürdü bilemiyorum. Sonra birkaç kişinin sessizce kalabalıktan ayrılıp araçların arasından geçip çıktığını ve R us­ ların buna m üdahale etmediğini fa rk ettiğim izde biz de aynı şe­ yi yaptık. Çek olmadığım için korkmuştum. Rus araçları tarafından kuşatılm ış ve sessizce beklerken, bir an için beni o ürkütücü yaşantıdan çıkaran bir olaya tanık olmuştum. Onca gerilimin ortasında, birbirinden uzakta duran bir erkek ve bir kızın birbirlerine bakarak gülüm sem elerini y ıl­ lar sonra bir gece Ankara'da hatırladım. 12 Eylül sonrasında, gece yarısına birkaç dakika kala koşuşan insanlar. Ve bu kez Çankaya M eydanı nda yüksek sesle tartışan bir kadın ve bir er­ kek. B ir aşk kavgası sürdürülüyor, sokağa çıkma yasağı um ur­ larında değil. Yaşam ve yaşam azlık çoğu kez ne kadar iç içe!



192



V A R O LU Ş V E PS İK İY A T R İ



Jean-Paul Sartrc, "Sorumlu olmak, bir olayın ya da bir şe­ yin tek yaratıcısı olmaktır," diyor. İnsanın sorumluluğunun far­ kında olması, kendisini, yolunu, duygularını, yaşamında karşı­ laşacağı zorlukları, bazen de acılarını kendisinin yaratabilm esi­ dir. Filozoflar, "benim ölümüm" ile "ölüm ya da başkasının ölü­ mü" arasında kesin bir ayrım yaparlar. Benim ölümümle birlik­ te, yarattığım dünyam da yok olduğu için. Dünya ancak insanın onu oluşturduğu biçimiyle bir anlam taşır. Kendisine yarattığı bu dünyada, insan kendi yaşamından sorumludur. Yalnızca eylemleri için değil, eylem e dönüştürm e­ dikleri için de. Dolayısıyla yalnızca yaptıklarım ızın değil, gör­ m ezden geldiklerim izin de sorumluluğu bize aittir. Kendimizin yarattığı bir dünyanın kendim izden başka bir temeli olmadığı için yaşanabilecek "temelsizlik anksiyetesi" sürekli kaçındığı­ mız bir duygudur. Özerk davranm a, yalnız kalma ya da karar­ lar verm e gibi durum lardan kaçınarak bu duyguyla yüzleşmemeye çalışırız. Kendim izden daha büyük bir kurum, güç, oto­ rite ve mitos arar ya da yaratırız. Ya da Heidegger ve Sartre'ın vurguladıkları gibi, daha güçlü bir savunm a m ekanizması sa­ yesinde, dünyam ızı sanki bizim yaratım ızdan bağım sızm ışça­ sına yaratırız. insanın yaşamına anlam katma sorumluluğunu üstlenebil­ m esi ile iç özgürlüğünün içiçeliği varoluşçular dışındaki bazı düşünür ve yazarlar tarafından da vurgulanmıştır: "Ben yalnızca özgür olmak istiyorum. Kelebekler ise özgür­ dür" (C harles Dickens, 1853). "Özgürlük kendine yetm enin en büyük meyvesidir" (Epikür, IÖ 3. yüzyıl). "Özgürlük ile özgürlük ve kolayı birbirine karıştırdık" (Adlai Stevenson, 1960). "Özgürlük başkasının bize verebileceği bir şey değildir, öz­ gürlüğü biz alır ve istediğimiz kadar özgür olabiliriz” (James Baldwin, 1961).



YAŞAM VE Ö L Ü M



193



"Sorumluluk kendim ize olan sorumluluğumuzdur, insanın kendine yönelik en büyük sorum suzluk biçimi, diğer insanlara ve olaylara ilişkin sorumlulukları, önüne çıkıverdikçe ve kayıt­ sızca kabul etmesidir" (John Page, 1961).



Ek



Yaratıcılık ve Psikiyatri*



"süreçler” insanın alışılagelm iş duygularını, düşünce­ lerini, ilişkilerini ve eylem lerini aşm a çabalarını tanımlar. Ayrı­ ca bu çabaların diğer insanların da hoşlanıp paylaşabileceği ürünler ortaya çıkarması koşulunu da içerirler. Sınırlı tepkiler verebilen insan-altı varlıklarla, karm aşık bir haberleşm e sistemi geliştirebilmiş insan arasında temel farklılı­ ğın çok büyük olm asına rağmen, insanın da çevresiyle ilişkile­ rinde bir sınırlılık söz konusudur. Bu sınırlar kendi kişilik özel­ likleri ve içinde yaşadığı kültürün yapısı tarafından belirlenir. Psikanalitik kişilik kuram ına göre, idden kaynaklanan ihti­ yaçlar ve istekler, önce iyi belirlenm em iş im geler biçim inde oluşur. Bunlara "birincil süreçler" denir. İdin tanıdığı tek gerçek olan birincil süreçler, ihtiyaç ve isteklerin yarattığı gerilim in bir an önce giderilmesi eğilimindedir. Ne var ki yalnızca belirsiz im gelerden oluşan bu enerji birikim i dış dünya ile doğrudan ilişki durum unda olm adığından, ihtiyaç ve isteklerin giderilm e­ si için yeterli olamaz. Birincil süreçlerde dile getirilen bu ihti­ yaçların ve isteklerin dış dünyadaki karşılığını bulm akla yü­ kümlü olan egodur. İkincil süreçlerle çalışan ego, ihtiyaç ya da isteklere uygun obje ve durum lar bulunana kadar gerilim i erte­ leme görevini üstlenir. YA RATICI



* Bu bölümde, Silvano Arieti'nin "Creativity and Its Cultivation: Relation to Psychopathology and Mental Health" başlıklı yazısından ve Em st Kris'in bu konuda klasikleşm iş olan P sychoanalytic E xplorations in A rt adlı yapıtından önemli ölçüde yararlanılmıştır.



Y A R A T IC IL IK V E P S İK İY A T R İ



195



Dolayısıyla, insanın davranışları da psikanalizin ikincil sü­ reçler olarak adlandırdığı ve çoğum uzca Aristo mantığı olarak bilinen düşünce biçim lerini izler. E m st Kris'in açıkladığı gibi, yaratıcılık insanın kendisini, gerçekçiliği simgeleyen bu ikincil süreçlerden özgürleştirebilm esine im kân verir. Ancak yaratıcı­ lığın ortaya çıkışı, özgürlük ve özgünlüğün yanı sıra bazı kısıt­ lamaları da içerir. Yaratıcılık ikincil süreçlerden farklı yöntem ­ ler kullanır, ama ikincil süreçlerle çelişki durum unda olm am a­ lıdır. Yoksa sonuç yaratıcılık değil, garabet olur. Yaratıcılığın, insanın yaşantılarını, onun hoşuna gidecek bi­ çim lerde genişletebilm e ve zenginleştirebilm e işlevini de ger­ çekleştirebilm esi gerekir. B öylece bir yandan yeni boyutlar keşfederek ve katarak evreni genişletirken, bir yandan da insa­ nın bu yeni boyutları kendi içinde yaşayarak zenginleşm esini sağlar. Yaratıcılığın bir başka yönü de, insanın kolay bulunam ayan ya da kolay ulaşılamayan yeni objeler, yaşantılar ve varoluş bi­ çim leri arayışını ve isteğini karşılamasıdır. Özellikle estetik ya­ ratıcılık, yeni objeler bulm a doğrultusunda hiçbir zam an ta­ m am lanam ayan bir arayışın bilinçli ya da bilinçdışı çabalarını içerir. Y aratıcılığın ruhsal bozukluklarla ilişkisi ilk kez İtalyan psikiyatrisi Cesare Lom broso'nun 1864 yılında yazdığı "Delilik ve Deha" adlı m akalede incelenmiştir. Bu m akalede Goethe, Com pte, Rousseau, Newton ve birçok diğer kâşif ve yaratıcının delilik nöbetleri geçirdiği iddia ediliyordu. Gerçekten de dâhi olarak nitelendirilmiş bazı insanların zaman zaman psikotik dö­ nem ler geçirdiklerine ilişkin kanıtlar ya da söylentiler bulun­ m akla birlikte, adı geçenlerin çoğuna atfedilen davranışların bazı kişilik özellikleri olm aktan öte bir anlam taşım adıkları sonradan anlaşılmıştır. Ü stelik Lom broso bu insanların yalnızca olumsuz yanlarıy­ la uğraşmış, onların yapıcı ve yaratıcı yanlarıyla ilgilenmediği gibi, norm aldışı davranışlar ile yaratıcı süreçler arasındaki iliş­



196



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



kiyi de araştırmamıştır. Lom broso'nun görüşleri başlangıçta bü­ yük ilgi toplamıştı, ama sonra kendi öğrencileri bile onu ciddi­ ye alm az olmuşlardı. Yine de psikopatoloji ve yaratıcılık ara­ sında ilişki kurm a yönündeki ilk kapsam lı çaba olması dolayı­ sıyla, Lom broso'nun çalışm alarının tarihsel bir önem taşıdığını kabul etm ek gerekir. Nitekim Lom broso'nun ardından psikana­ lizin ortaya çıkışına dek yaratıcılık konusunu ciddi bir biçim de ele alan olmamıştır. Freud, yaratıcılığın insanın içsel çatışm alarından kaynak­ landığı görüşündeydi. Ona göre, yaratm a dürtüsü bu çatışm ala­ ra bir çözüm bulm a çabasıdır. Freud, çocukluk yaşantılarının yaratılan ürünün içeriğini önemli ölçüde etkilediği görüşündey­ di. Örneğin Leonardo da Vinci'nin ünlü tablosunda, hem M er­ yem A na hem de Azize Anna bebek İsa ile birlikte görünürler ki bu, İtalyan resim sanatında kutsal ailenin görüntülenm e ge­ leneğine uymaz. Freud'a göre bu resim, Leonardo'nun çocukluk yaşantılarını dile getirme ihtiyacının bilinçdışı anlatımını yan­ sıtmaktadır. Gerçekten de Leonardo da Vinci iki anne tarafın­ dan büyütülmüştü. Bir köylü kadın olan kendi annesi ve evinde yaşadığı babasının meşru eşi olan kadın. Aslında insan günlük yaşam ında kurduğu düşlerde ya da rüyalarında sanat yapıtları üretir. Ancak bu düşlerim izden ge­ nellikle utanırız, hatta bazı rüyalarım ızın içeriğinden bile. D o­ layısıyla rüyalarda asıl içerik estetik bir dönüşüm e uğrar ve or­ taya kişisel yapıtımız çıkar. Şiir sanatında da benzer bir süreç kullanılır. Yazar, kişisel düşlerini bazı bilinçdışı süreçler aracı­ lığıyla değiştirerek ya da m askeleyerek benmerkezci karakteri­ ni yum uşatır ve bu düşleri bize estetik zevk verebilecek bir bi­ çim de sunar. Freud'a göre, çocuk üç yaşından itibaren cinselliğe yönelik bir merak geliştirir ve bu ilgi zaman içinde üç farklı biçime dö­ nüşebilir: 1) Eğitim ve dinsel inançlar aracılığıyla bilinçaltına bastırılır; 2) tümden bastırılam az ve entelektüel gelişm enin ye­ terli olduğu durum larda bir kısmı düşünce süreçlerine dönüşür;



Y A R A T IC IL IK V E PS İK İY A T R İ



197



3) kişiyi yaratıcılığa yönelten bir m eraka dönüşür ki Freud bu­ nu, ender görülen ve en güzel dönüşüm biçim i olarak nitelen­ dirmiştir. Yukarıdaki örneklerde de görüleceği gibi Freud, konuya ilişkin açıklamalarını, yaratıcılıkta güdülenm e faktörünün öne­ mini vurgulam akla sınırlamıştır. Yaratıcılığın kendisini araştır­ m aya ve açıklamaya yönelmemiştir. Bu görevi kendisinden son­ ra gelen Kris'in önemli ölçüde yerine getirm iş olduğu söylene­ bilir. Kris yazılarında, birincil süreçlerin, bilinç öncesi bazı m e­ kanizm alar yoluyla yaratıcı süreçlere dönüştüğünden söz eder. Jung, insanın yaşantılarından alıntıların psikolojik anlam a­ nın sınırlarını aşm adığını söyleyerek, estetiği arketiplerin bilinçdışı anim asyonu olarak tanımlamıştır. Bir başka deyişle ya­ ratıcılık, yaşantıları ya da olağan düşünce biçim lerini değil, çok daha ilkel ve birincil bazı süreçleri içerir.



Yıllar önce bir tedavi süreci içinde izlemiş olduğum Bay E., ilişkim izin öncesinde ve başlangıç dönem inde yazdığı yayım ­ lanmamış bazı tiyatro oyunlarını okumam için bana da getir­ mişti. Oyunların tümünde aynı tema vardı: Baba (otorite) fig ü ­ rüne baş kaldıran ya da onu deviren, daha genç ve m ağdur kah­ raman. Yani kendi çatışmalarının doğrudan yansım aları. Ya­ zarlık denemelerinin, o dönem de yaşam akta olduğu ezikliği aş­ ma düşlerinin içeriğiyle de ilgili olduğunu sanıyorum. K endisi­ ne tiyatro yazarlığı ısmarlayıp kısa yoldan ün sağlama umudu. Ünlü biri olma düşlerine artık gerek duymadığı bir aşama sonucu, kendisinin kabul ettiği ve benimsediği bir yaşam biçi­ m ini sürdürmeye başladıktan bir süre sonra gerçekten bir oyun yazdı ve baba-oğul çatışması öğelerini taşımayan bu oyun b e­ lirli bir çerçevede sergilendi. Ünlü bir yazar olamadı ama iste­ diğini gerçekleştirdi. B ildiğim kadarıyla da tekrar yazm adı, yazsaydı sanırım haberim olurdu.



198



VA R O LU Ş V E PS İK İY A T R İ



N asıl bir gerekçeden kaynaklandığını bilemediğim bir kanı var bazı insanlarda. Özellikle her konuda söyleyecek şeyi olan bazı aydınlarda. Psikolojik tedavinin yaratıcılığı körelttiğine inanıyorlar. Böyle bir olguya ilişkin ne bir yazıyla karşılaştım, ne de kendi çalışm alarım sırasında buna tanık oldum. Eğer böyle durum lar gerçekten gözlemlenmişse, bir dönem psikana­ lizin ka rikatürü türünde sürdürülm üş olan uygulam alardan kaynaklanm ış olabilir, ya da Lombroso'nun günlerinden kalma bir önyargı. Jung'un ko lektif bilinçdışı kavramından hareket ederek y a ­ ratıcılığı, narsisistik ve evrensel olarak değerlendirm e eğilim indeyim . Örneğin Tennessee W illiam s’ın oyunlarının, güçlü arketipsel öğeler içerm esine rağm en sürekli aynı narsisistik yansım a çerçevesinde sunulm asının, bu güçlü yazarın son oyunlarının beklenilen ilgiyi görmem esine, hatta okuyan ya da izleyenlerde düş kırıklığı yaratm asına neden olduğunu düşünü­ yorum. Yaratıcı yapıtların, evrensel arketiplerin kişisel anlatımları oldukları oranda evrensel olarak kabul göreceklerine inanıyo­ rum. Bu nedenle, yapıtları ülke sınırlarını aşamadığı için çeşit­ li gerekçeler bulan yaratıcıların bu yakınm alarına yakınlık du­ yam ıyorum . N arsisistik yansım aların egem enliğinde sıkışm ış ya da yaratıcı kişinin ait olduğu toplum grubunun bazı arketip­ sel öğeleriyle sınırlanan yapıtlar, narsisistik özdeşleşme yoluy­ la izleyici ya da okuyucuya ulaşabiliyor bir dönem için. Ama orada ve o dönem de kalıyorlar, sonra da iz bırakmadan duyul­ maz oluyorlar. Silvano Arieti, yaratıcı süreçlerin oluşum una ilişkin görüş­ lerini açıklarken bir de üçüncül süreçlerden söz eder. Ona göre yaratıcılık, birincil süreçlerin ikincil süreçlere uygun bir biçim ­ de dile getirilmesini sağlayan üçüncül bazı süreçleri de içerir. Rüyaların ikincil süreçlere uyarlanm ası sürecinde olduğu gibi. Bazı tür yaratıcılıkta, prim er süreçlerdeki netleşm em iş yaşantı­



Y A R A T IC IL IK V E P S İK İY A T R İ



199



ların, ikincil süreçlere dönüşüp kavram laşm aksızın, yaratıcı bir sürece dönüşebilm esi için ayrıca bir "eşleştirme" sürecine de gerek vardır. Eşleştirm e, şizofrenik kişilerde olduğu gibi arkaik ya da normaldışı m ekanizmalarla da işleyebilir. Bu tür eşleştirm e sü­ reçlerinden biri olan som utlaştırm aya öm ek olarak Arieti, teda­ visini üstlenmiş olduğu bir kadından söz eder. Yaptığı doğum sonrası şizofrenik bir psikoz geçirm ekte olan bu kadın, iltihap­ landığı için kızarm ış olan parm ağına arada bir bakıp, "Ben bu parm ağım ," diyorm uş. K lasikleşm iş bir diğer örnek de Bleuler'in izlem iş olduğu ve kendisinin "İsviçre" olduğuna inanan şizofrenik kişi. Herkesin birbiriyle çatışıp durduğu huzursuz bir aile ortam ından, psikoz yaşantısının kendine özgü dünyasına geçerek özgürleşebilen bu adamın bütün arzusu biraz huzur bu­ labilmekti ve bu nedenle kendisinin İsviçre olduğuna inanmayı seçmişti. O sıralar Avrupa kızgın bir savaş alanına dönüşm üştü, İsviçre dışında. A rieti, ya ra tıcılıkta kullanılan eşleştirm e süreçlerinden "homonym y"ye (sözcüklerin benzerlikleri) örnek olarak Shakespeare'in "Othello"sunu verir: Othello siyahi bir adamdır. Shakespeare bu oyunu oluştu­ rurken bir Italyan öyküsünden esinlenmiş. Giovanni Batista Giraldi Cintio tarafından yazılm ış bu öyküdeki olaylar gerçekten yaşanm ış, am a O thello'da sim geleşen kişi aslında beyaz bir adammış. 1508 yılında Kıbrıs'ta teğmen olarak bulunan ada­ mın soyadı M oro imiş. M oro Italyancada siyahi anlamına geliyor, Arieti'nin yoru­ m una göre Shakespeare, bazı zihinsel bağlantı süreçleri sonu­ cu öykünün kahramanının soyadını cildinin rengiyle karıştıra­ rak prim er süreçlerini artistik bir çarpıtmaya tabi tutmuş ve bu­ nu daha da iyi vurgulamak için Othello'nun karşısına sarışın ilahe Desdemona'yı koymuştur.



200



V A R O L U Ş VE P S İK İYAT Rİ



Arieti'ye göre, yaratıcı insanlar tarihin belirli dönemlerinde ve belirli coğrafi alanlarda daha çok ortaya çıkmışlardır. Klasik Yunan ve İtalyan Rönesansı gibi. Y üksek uygarlık düzeyine erişm iş toplumların bile kültürel ürünleri aralıklı dönem lerle or­ taya çıkm ış ve bu dönem ler kısa sürmüştür. Kroeber'e göre bu durum , diğer zam anlardaki toplum sal ve kültürel faktörlerin, daha fazla yaratıcı ve dâhinin ortaya çıkışını engellemesinden kaynaklanır. İngiltere'de 1450-1550 arasında hiçbir dâhi görül­ m ediği halde, 1550-1650 arasında edebiyat, müzik, felsefe ve politikada çok sayıda dâhi ortaya çıkmıştır. Aynı durum A lm an­ ya'da 1550-1650 ve 1700-1800 yılları arasında gözlemlenmiştir. Dolayısıyla insanın çocukluktan ergenliğe uzanan yaşantı­ larının yanı sıra, sosyo-historik faktörlerin de yaratıcılığın orta­ ya çıkışında önemli rol oynadığı sanılmaktadır. Yapılan araştır­ malar, çocukluk ve ergenlik dönem lerindeki yaratıcı eğilim le­ rin desteklenmesi gerektiğini gösteriyor. Bunlar bazen çok ilerki yaşlarda m eyve verebiliyorlar. Yaratıcılığın ortaya çıkabilm esine zemin hazırlayan faktör­ lerden biri, kişinin tek başına kalabilm e im kânına sahip olması. Önceki bölüm lerden birinde belirtildiği gibi, deneysel olarak yaratılan uyaran yoksunluğu durum larında beynin kendisi uya­ ran kaynağı olur ve prim er süreçlere ilişkin belirtiler ortaya çı­ kar. Oysa günüm üzde sürdürülen eğitim program larında kolek­ tif çalışm a vurgulanıyor. Çünkü sistem in talebi öyle. "Shakespeare M acbeth'i, Beethoven Dokuzuncu Senfoniyi ya da Michelangelo M usa heykelini kolektif çalışm a ile yaratabilir m iy­ di?" diye soruyor Arieti haklı olarak. Sistemin bir başka beklentisi de aralıksız çalışma. Oysa ya­ ratıcı insanların çalışm alarına uzun aralar verip düşünm e ve hissetm eleri için zam ana ihtiyaçları olabiliyor. Y aratıcılıkta önemli bir payı olan hayal gücüne de çocuğun eğitimi sırasında onaylanm ayan bir eğilim olarak bakılm akta. B üyükler de bu yönlerini utandıkları için köreltiyorlar.



Y A R A T IC IL IK V E PS İK İY A T R İ



201



Bu konuda çalışm a yapanların ortak görüşü, nevrotik çatış­ m aların yaratıcılık için önkoşul olduğu biçim indeki kanının yanlış olduğu yönünde. Çatışm a her insanın zaten kendi içinde sürekli yaşadığı bir olgu. Üstelik geçmişte insanı etkisi altına almış bazı çatışm alara çözüm getirilem ediğinde, insanın kendi­ ni tekrar etm e olasılığı artar, dolayısıyla evrenselliğe ulaşabil­ me gücü de sınırlanır. İnsanın kendisini yaratabilm esinde olduğu gibi.



Kaynakça



A lexander, F., P sychoanalysis a n d P sychotherapy: D evelo p m en ts in Theory, Technique a n d Training, N ew York: N orton, 1956. A m erican P sy ch iatric A sso c ia tio n , D ia g n o stic a n d S ta tistic a l M a n u a l o f M e n ta l D isorders (D SM -III-R ), W ashington D .C.: A m erican P sychiat­ ric A ssociation, 1987. A rieti, S. The W ill to B e H um an, N ew York: Q uadrangle B ooks, 1972. "C reativity and Its C ultivation: R elation to P sychopathology and M e n ­ tal H ealth", A m erican H a n d b o o k o f P sychiatry içinde, der. S. A rieti, cilt V I, B asic B ooks, 1975. A rieti, S. ve G . C hrzanow ski (der.), N e w D im en sio n s in P sychiatry: A W orld View, eilt II, N ew York: John W iley & Sons, 1977. B ern e, E ., T r a n sa c tio n a l A n a ly s is in P sy ch o th e ra p y , N e w Y ork: G ro v e Press, 1961. B insw anger, L., B eing-in-the-W orld, N ew York: B asic B ooks, 1963. B oss, M . P sy c h o a n a ly sis a n d D a se in a n a ly sis, N ew York: B asic B ooks, 1963. B oss, M . ve G . C o n d ra u , " E x iste n tia l P s y c h o a n a ly sis", P sy c h o a n a ly tic T echniques: A H a n d b o o k f o r the P racticing P sych o a n a lyst içinde, der. B. W olm a, N ew York: B asic B ooks, 1967. B uber, M ., / a n d T hou, N ew York: C harles Scribner, 1970. B etw een M an a n d M an, N ew York: M acm illan, 1965. T he K now ledge o f M an, N ew York: H arper & Row, 1965. B u g e n th a l, J., T h e Sea rch f o r A u th e n tic ity , N ew York: H olt, R in eh a rt & W inston, 1965. C am us, A., T he M yth o f S isyphus a n d O th er E ssays, N ew York: A lfred A. K nopf, 1955. T he F a ll a n d E xile in the K ingdom , N ew York: M odem L ibrary, 1965. A H appy D eath, N ew York: A lfred A. K nopf, 1972. C hom sky, N., L an g u a g e a n d M ind, N ew York: H arcourt B race Jovanovich, 1972. R eflectio n s on L anguage, N ew York: P antheon B ooks, 1975. C horon, J., D eath a n d W estern T hought, N ew York: C olliers B ooks, 1963. M odern M an a n d M ortality, N ew York: M acm illan, 1964. C h u rc h la n d , P. S., N e u ro p h ilo s o p h y (T o w a rd a U n ifie d S c ie n c e o f the M ind/B rain), C am bridge M ass.: T h e M IT Press, 1988. C ooper, A. M ., "N arcissism ", A m erica n H andbook o f P sychiatry içinde, der. S. A rieti, eilt V II, N ew York: B asic B ooks, 1975.



204



V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ



"The M aso chistic-N arcissistic C haracter", B ulletin o f the A ssociation f o r P sychoanalytic M edicine, 17, 1978. D urant, W., O n the M eaning o f L ife, N ew York: R ay L ong and R ichard R. S m ith, 1932. E del, A., "P sychiatry and P hilosophy", A m erica n H a ndbook o f P sychiatry içinde, der. S. A rieti, cilt I, N ew York: B asic B ooks, 1975. E rikson, E., C h ild h o o d a n d Society, N ew York: W. W. N orton, 1963. Färber, L., The W ays o f the Will, N ew York: B asic B ooks, 1966. F en ich el, O ., T h e P sy ch o a n a lytic T h e o ry o f P sy ch o n eu ro ses, N ew York: N orton, 1945. Foy, J. L., "The E xistential School ", A m erica n H a n d b o o k o f P sych ia try için­ de, der. S. A rieti, c ilt I, N ew York: B asic B ooks, 1975. Frankl, V., M a n 's Search f o r M eaning: A n Introduction to L ogotherapy, N ew York: P ocket B ooks, 1963. The D o c to r a n d the Soul, N ew York: A lfred A. K nopf, 1965. The W ill to M eaning, C leveland, O.: N ew A m erican L ibrary, 1969. "E ncounter: T h e C oncept and Its V ulgarization", Jo u rn a l o f the A c a ­ dem y o f P sychoanalysis, 1, 1973. F reem an, W., "P sychiatrists W ho K ill T hem selves", A m e rica n J o u rn a l o f P sychiatry, 124, 1967. F reud, A ., B e n ve S a v u n m a M e k a n izm a la rı, çev. Y eşim E rim , İsta n b u l: M etis, 2004. Freud, S., Leonardo da Vinci: A S tudy in P sychosexuality, N ew York: R an­ dom H ouse, 1947. "The D ynam ics o f T ransference", Standard E dition, c ilt X II, L ondra: H ogarth Press, 1955. "B eyond the P leasure P rinciple", S tandard E dition, cilt X V III, L ondra: H ogarth Press, 1955. "T houghts for the T im es on W ar and D eath", Standard E dition, cilt XIV, Londra: H ogarth Press, 1957. "Inhibitions, S ym ptom s and A nxiety", S tandard E dition, c ilt X X , L o n d ­ ra: H ogarth Press, 1959. "The P sych o p ath o lo g y o f E veryday L ife", S ta n d a rd E d itio n , c ilt V I, Londra: H ogarth Press, 1960. The Interpretations o f D ream s, N ew York: B asic B ooks, Inc., P ublis­ hers, 1960; T ürkçesi: D üşlerin Yorumu, Istanbul: Payel, 1996. "B en ve İd", H a z İlke sin in Ö te sin d e ve B e n ve İd içinde, çev. A li B abaoğlu, İstan b u l: M etis, 2001. F reud, S. ve J. B reuer, "S tu d ie s in H y ste ria", S ta n d a rd E d itio n , c ilt II, L ondra: H o g a rth P re ss, 1955; T ü rk çe si: H iste ri Ü zerin e Ç alışm alar, İstanbul: P a y e l, 2001. F reidm an, L., "E lem en ts o f th e T h era p eu tic S itu atio n : T h e P sy ch o lo g y o f a B e g in n in g E n c o u n te r" , A m e rica n H a n d b o o k o f P sy ch ia try içinde, der. S. A rieti, cilt V, N ew York: Basic B ooks, 1975.



KAYNAKÇA



205



From m , E., E scape fr o m F reed o m , N ew York: H olt, R in eh art & W inston, 1941; T ürkçesi: Ö zgürlükten K a çış, Istanbul: Payel, 1996. M an fo r H im self, N ew York: R inehart, 1947. T he A rt o f L oving, N ew York: B antam B ooks, 1956; T ürkçesi: Sevm e Sanatı, Istanbul: P ayel, 1995. F rom m , E., D. Suzuki ve R. D em artino, Z e n B uddhism a n d P sychoanalysis, N ew York: H arp er & Row , 1960. F ro m m -R eic h m a n n , F., P rin c ip le s o f In ten siv e P sy ch o th era p y, C hicago: U niversity o f C hicago P ress, 1950. Fung-Y u-Lan, A S h o rt H isto ry o f C hinese P hilosophy, der. D. B odde, N ew York: T he M acm illan C om pany, 1948. G eçtan, E., "Y aşam K orkusu: V aroluşçu Psikiyatri A çısından B ir D eğerlen­ dirm e", B ilsa k B ü lten i, İstanbul, O cak 1987/11. P sikanaliz ve Sonrası, İstanbul: M etis, 2004. İnsan O lm ak, İstanbul: M etis, 2003. P siko d in a m ik P sik iy a tri ve N o rm a ld ışı D avranışlar, İstanbul: M etis, 2003. G endlin, E., "A T heory o f Personality C hange", P ersonality C hange içinde, der. P. W orchel, D. B y m e, N ew York: W iley, 1964. H eidegger, M ., E xistence a n d B eing, C hicago: H enry R egnery, 1949. A n Introduction to M e ta p h y sics o f P hilosophy, Philadelphia: U niversity o f Pennsylvania P ress, 1965. Jaspers, K., The N ature o f P sychotherapy, C hicago: U niversity o f C hicago Press, 1965. Jong, E., F ea r o f F lying, F rogm ore, St. A lbans, H erts: P anther B ooks Ltd., 1976. Jung, C. G., M em o ries D ream s, R eflections, N ew York: P antheon B ooks, 1961. C ollected Works: The P ractice o f P sychotherapy, cilt X V I, N ew York: Jason A ranson, 1975. K ierkegaard, S., E ither/O r, 2 cilt. N ew York: D oubleday-A nchor, 1959. F ear a n d Trem bling a n d the Sickn ess unto D eath, N ew York: D ouble­ day-A nchor 1953. T h e C o n c ep t o f D rea d , P rin c eto n , N .J.: P rin c eto n U n iv ersity Press, 1957. K oestenbaum , P., Is There an A n sw e r to D eath, N ew York: Prentice Hall, 1976. K oestler, A., The H e el o f A ch ille s, L ondra: H utchinson & C o., 1974. K ohut, H., The Search f o r the S elf: Selected W ritings o f H einz K ohut: 19501978, 2 cilt, N ew York: International U niversities Press, 1978. K endiliğin Ç özüm lenm esi, çev. C. A tbaşoğlu, B. B üyükkal, C. İşcan, Is­ tanbul: M etis, 1998. K ris, E., P sychoanalytic E xplo ra tio n s in A rt, N ew York: International U ni­ versities Press, 1944.



206



V A R O L U Ş V E PSİK İYATRI



K roeber, A ., L., C onfigurations o f C ulture G row th, B erkeley: U niversity o f C alifornia Press, 1944. L aing, R. D., The D ivid ed Self, C hicago: Q uadrangle B ooks, I960; T ürkçesi: B ölünm üş B enlik, İstanbul: K abalcı, 1993. L asch, C., The Culture o f N a rcissism : A m erican L ife in an A g e o f D im in is­ hing E xpectations, N ew York: N orton, 1978. L ew is, W. C., "E lem ents o f In fluence in P sychotherapies", A m erica n H a n d ­ b ook o f P sychiatry içinde, der. S. A rieti, cilt V, N ew York: B asic B ooks, 1975. L uria, A., T he W orking B ra in : A n Introduction to N europsychology, N ew York ve L ondra: P enguin P ress, 1973. C ognitive D evelopm ent: Its C ultural a n d Social F oundations, der. M . C ole, C am bridge M ass.: H arvard U niversity Press, 1976. M addi, S., "The E xistential N eurosis", J o u rn a l o f A b n o rm a l P sychology, 72, 1957. M aslow , A., T he F u rth e r R e a c h e s o f H u m a n N ature, N ew York: V iking, 1971. M ay, R., M a n 's Search f o r H im self, N ew York: W.W. N orton, 1953. A rt o f C ounseling, N ashville, Ten.: A bington Press, A pex B ooks, 1967. L ove a n d Will, N ew York: N orton, 1969. (der.), E xistental P sychology, N ew York: R andom H ouse, 1969. M ay, R., E. A ngel ve H. E llenberger (der.). E xistence, N.Y.: B asic B ooks, 1958. M azlish, B. "P sychiatry and H istory", A m erica n H a n d b o o k o f P sych ia try içinde, der. S. A rieti, c ilt I, N ew York: B asic B ooks, 1975. M enninger, K., Theory o f P sychoanalytic Technique, N ew York: B asic B o­ oks, 1958. T he V ital B a la n ce: T he L ife P ro cess in M e n ta l H e a lth a n d D isease, N ew York: V iking, 1963. M erleau-P onty, M ., P h en o m en o lo g y o f P erception, L ondra: R o u tled g e & K egan Paul, 1962. The Structure o f Behavior, B oston: B eacon Press, 1963. M o n taig n e, M ., T h e C o m p le te E ssa y s o f M o n ta ig n e , S ta n fo rd : S ta n fo rd U niversity Press, 1965. M ora, G ., "R ecen t P s y c h ia tric D e v e lo p m e n ts (sin c e 1939)", A m e ric a n H a n d b o o k o f P sychiatry içinde, der. S. A rieti, cilt I, N ew York: B asic B ooks, 1975. M usto, D. V., "T herapeutic Intervention and Social Forces: H istorical P e rs­ pectives", A m erican H a n d b o o k o f P sychiatry içinde. N em iah, J. C., "C lassical P sychoanalysis", A m erican H a n d b o o k o f P sy c h i­ atry içinde. N ietzsche, F., The G ay S cience, N ew York: R andom H ouse, V intage, 1974. N um berg, H. G ., N a rcissistic P ersonality D isorder, W eekly P sychiatry U p ­ date Series, 3 (1979): L esson, 17.



KAYNAKÇA



207



O ffenkrantz, W. ve A. T obin, "P sy ch o an aly tic Psychotherapy", A m erican H a n dbook o f P sych ia try içinde, der. S. A rieti, eilt V, N ew York: Basic B ooks, 1975. Peris, F., G estalt T herapy Verbatim, N ew York: B antam B ooks, 1969. T he G estalt T herapy A pproach a n d E ye-W itness to Therapy, Palo A lto, C alif.: Science and B ehavior B ooks, 1973. Philips, J. L., Jr., The O rigins o fln te le c t: P iaget's Theory, San Francisco: W. H. Freem an & C o., 1975. P iaget, J., P lay, D ream s a n d Im ita tio n in C hildhood, N ew York: N orton, 1965. Pribram , K. H., L anguages o f the B rain, E nglew ood C liffs, N. J.: Prentice H all, 1971. "T he Isocortex", A m erica n H a n d b o o k o f P sychiatry içinde, der. S. A ri­ eti, eilt V I, N ew York: B asic B ooks, 1975. R ado, S., "H edonic C ontrol, A ction Self, and the D epressive Spell", P sy ch o ­ analysis o f B ehavior: C o lle c te d P apers, N ew York: G rune & Stratton, 1958. R ank, O ., W ill T herapy a n d Truth a n d R eality, N ew York: A lfred A . K nopf, 1954. R e stak , R. M ., T he B ra in : T he L a st F rontier, N ew York: W arner B ooks, 1979. S artre, J. P., T he A g e o f R ea so n , N ew York: 1952; F alco n 's W ing P ress, 1958. S ullivan, H. S., The P sychiatric Interview , N ew York: N orton, 1954. Szasz, T., The E thics o f P sychoanalysis: The T heory a n d M e th o d o f A u to n o ­ m o u s P sychotherapy, N ew York: D elta, 1965. T illich, P., The C ourage to B e, N ew H aven ve N ew York: Yale U niversity Press, 1952. T ripp, R. T., The Intern a tio n a l T hesaurus o f Q uotations, N ew York: H arper & Row, P ublishers, 1970. Van K aam , A., E xiste n tia l F o u n d a tio n s o f P sychology, N ew York: Im age B ooks, 1969. W e issk o p f-Jo elso n , E ., L o g o th e ra p y a n d E x iste n tia l A n a ly sis, A cta P sychotherapeutica, eilt I, 1958. W ilhelm , R., L ectures on the "I C hing" (C onstancy a n d C hange), Princeton, N. J.: P rinceton U niversity Press, 1979. W ilson, E. O ., So c io b io lo g y: T h e N e w Syn th esis, C am b rid g e M ass.: H a r­ vard U niversity Press, 1975. W innicott, D. W., The M a tu ra tio n a l P rocesses a n d the F acilitating E n viro n ­ m ent: Stu d ies in the T h eo ry o f E m o tio n a l D evelopm ent, N ew York: In­ ternational U niversities Press, 1965. Yalom, I. D ., E xisten tia l P sychotherapy, N ew York: Basic B ooks, Inc., P ub­ lishers, 1980.



METİS ÖTEKİNİ DİNLEMEK



/



Sigmund Freud Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası



2



D. W. Winnlcott O y u n ve Gerçeklik



3



Heinz Kohut Kendiliğin Çözüm lenm esi



4



Heinz Kohut Kendiliğin Yeniden Yapılanm ası



5



Sigmund Freud U ygarlığın H uzursuzluğu



6



Melanie Klein Haset ve Şükran



7



Otto Kernberg Sınır Durum lar ve Patolojik Narsisizm



8



Anna Freud Ç o cu klu kta Norm allik ve Patoloji



9



Otto Kernberg Sapıklıklarda ve Kişilik Bozukluklarında Saldırganlık



10



Sigmund Freud H az İlkesinin Ö tesinde ve Ben ve İd



11



O tto Rank D o ğu m Travm ası



12



Margaret S. Mahler, Fred Pine, Anni Bergman İnsan Yavrusunun Psikolojik D o ğum u



13



Harry Guntrip Şizoid G örüngü Nesne İlişkileri ve Kendilik



14



Cari Gustav Jung D ö rtA rk etip



15



Didier Anzieu Freud'un O toanalizi ve Psikanalizin Keşfi



16



Heinz Hartmann Ben Psikolojisi ve Uyum Sorunu



17



André Green H adım Edilme Kom pleksi



18



Edith Jacobson Kendilik ve Nesne Dünyası



19



Anna Freud Ben ve Savunm a M ekanizm aları



20



J. Chasseguet-Smirgel Ben İdeali



Engin Geçtan



Varoluş ve Psikiyatri Engin Geçtan, 1 9 7 5 -1 9 9 0 yılları arasında uzmanlık alanı olan psiki­ yatride meslek dışı okurlar tarafından d a ilgiyle karşılanan dört kitap yazdı. Varoluş ve Psikiyatri, bugün birer klasik haline gelmiş bu d ö rt­ lünün sonuncusu. Aynı za m a n d a yazarın salt akadem ik ilgiden hare­ ketle başladığı y azm a çalışmalarının odağ ın a giderek insanı ve in sa n ­ lık hallerini yerleştirdiğini de gösteriyor bu kitap. Geçtan'ın şimdi kırk yılı aşm ış meslek yaşamı boyunca geçirdiği d ü ­ şünsel dönüşüm leri de içerdiğinden, bir a n lam d a d ene yim sel-düşü nsel bir otobiyografi de sayılabilir Varoluş ve Psikiyatri. Kitabın birinci bölüm ünde, çalışma alanı ve bu alana kişisel yaklaşım tanıtılırken, diğer yandan da bir "süreç" olarak insan anlatılıyor; am a süregiden bir kültür içinde yaşayan bir insan bu. "Anlamsızlık", "Nar­ sisizm", "Yaşam ve Ö lüm" başlıklı yazılardan oluşan ikinci bölü m de ise, yazarın klinik çalışmalarında birçok insanla paylaştığı bir dizi t e ­ mel varoluş sorusu ele alınıyor.



Metis Psikoloji, Psikiyatri ISBN-13: 978-975-342-453-0



9789753424530 789753 424530



Metis Yayınları www.metiskitap.com