YDS Kelime Çalışması [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

1



majority +



mıcarıti



3



n



Çoğunluk (greater part)



blame +



bleym



3



v



Suçlamak (accuse)



Compromise +



kamprımayz



2



n



Uzlaşma (agreement) Te’yit etmek, onaylamak, doğrulamak (verify, approve, ratify)



confirm +



kınförm



3



v



Convinced +



kınvinst



1



adj



İkna olmuş, emin (persuaded, certain)



corrupt +



kırapt



.



v



Bozmak, yozlaştırmak (distort)



deal with ST +



diıl…



3



v



1.halletmek, icabına bakmak (cope with) 2.ele almak (take care of) 3.üstesinden gelmek (manage) 4.ile ticaret yapmak



decade +



dekeyd



3



n



10 yıllık zaman Seçkin, mütemayiz



distinguished + distinguişt



1



adj (notable)(OPP



undistinguished)



experience +



ikspiyıriyıns



3



n



tecrübe



experiment +



iksperimınt



3



n



deney (trial, test)



3



v n



hand over (to)



Devretmek, teslim etmek (kişi, şey veya yetki) (surrender) Yenilik (novelty)



innovation +



inoveyşin



2



rapid +



répid



3



adj Hızlı, seri (fast, swift)



3



vt



Birisine birşey temin etmek (provide)



3



vt



Birisine birşey temin etmek (provide)



supply SB with sıplay ST + supply ST to SB sıplay +



The majority of our employees are women. (İşçilerimizin çoğunluğu kadındır.) Crime is a complex issue – we can’t simply blame poverty and unemployment. (Suç karmaşık bir meseledir; basitçe fakirlik ve işsizliği suçlayamayız) This deal is the ideal compromise between your needs and their demands. (Bu anlaşma sizin ihtiyaçlarınız ve onların talepleri arasında ideal bir uzlaşmadır) The doctor may do a test to confirm that you are pregnant. (Doktor hamileliğinizi teyit etmek için bir test yapabilir.) The organization has confirmed the appointment of Mr Collins as managing director. (Organizasyon Mr Collins’in idari yönetici olarak atandığını doğruladı) Millions of Filipinos remain convinced of her innocence. (Milyonlarca Filipinli onun masumiyetinden emin olmaya devam ediyor.) In his view, the people have been corrupted by their desire for wealth. (Ona göre, insanlar servet arzularından dolayı yozlaşmış durumdalar) 1.The government must now deal with the problem of high unemployment. (Şimdi hükümet yüksek işsizlik sorununu halletmeli) 2. We’ll deal with the question of poverty in a moment. (Bir dakika sonra fakirlik sorununu ele alacağız) 3. She’s dealing with her father’s death very well. (Babasının öümünün üstesinden iyi geliyor) 4. We have dealt with the company for years. (Yıllardır bu şirketle ticaret yapmaktayız) Prices have risen sharply in the last decade. (Son on yılda fiyatlar keskin bir şekilde artmıştır.) a distinguished career in the diplomatic service (diplomatic hizmetlerde seçkin bir kariyer) You don’t need any experience to work here. (Burada çalışmak için hiçbir tecrübeye ihtiyacın yok) Researchers now need to conduct further experiments. (Araştırmacılar şimdi daha fazla deney yapmaya ihtiyaç duyuyorlar) The suspects have now been handed over to the French authorities. (Şu anda şüpheliler Fransa otoritelerine teslim edilmiş durumdalar) the latest technological innovations (son teknolojik yenilikler) We are seeing a rapid growth in the use of the Internet. (İnternet kullanımında hızlı bir büyüme müşahede etmekteyiz) They revealed that he had supplied terrorist organizations with weapons. (Onun terörist örgütlere silah temin ettiğini açıkladılar) Two huge generators supply power to farms in the area. (İki devasa jeneratör bölgedeki çiftliklere elektrik temin ediyor)



2



so far +



3



apparently +



ıpérıntli



3



approval +



ıpruvıl



3



attempt +



ıtempt



3



şimdiye kadar (up to now)



So far we have restricted our attention to the local area. (Şimdiye kadar dikkatimizi bölgesel alana kısıtladık) Apparently, she resigned because she had an argument with her ad görünüşe göre (It seems boss. (Görünüşe gore, patronuyla bir tartışma yaptığı için istifa v that) etmiş) We sent the design to the planning department for approval. n onaylama (Çizimi, onaylanması için planlama dairesine gönderdik) girişim, teşebbüs The government has made no attempt to avert the crisis. n (effort) (Hükümet krizi önlemek için hiç bir girişim yapmadı)



by far [+superlative] +



My time in the navy was by far the most exciting period of my büyük farkla (by a large life. (Donanmadaki yıllarım tüm hayatımın büyük farkla en amount) heyecanlı dönemiydi.)



commercial +



kimörjil



3



commercial +



kimörjil



1



consequence +



kansikwins



3



constructive +



kinstraktiv



depth +



dept



expert +



ekspört



mutual



myuçiğul



Precisely



prisaysli



Shortage +



şortic



tackle



tekıl



to be regarded as +



adj Ticari (marketable) n



radyo-tv-sinemada yayınlanan reklam (advertisement on TV)



This property is suitable for domestic or commercial use. (Bu mal gerek ev içi gerekse ticari kullanım için uygundur) a shampoo/dog food commercial (bir şampuan / köpek maması reklamı)



She said exactly what she felt, without fear of the Sonuç (result, outcome) consequences. (Sonuçlarından korkmaksızın, ne hissediyorsa aynen söyledi) Yapıcı (OPP 1 adj constructive criticism/advice (yapıcı eleştiri / öğüt) destructive) What’s the depth of the water here? (Burada suyun derinliği ne 3 n Derinlik (deepness) kadar?) n



a safety/health/computer expert (bir güvenlik / sağlık / bilgisayar uzmanı) 2 adj karşılıklı, müşterek mutual love, a mutual friend (karşılıklı aşk, müşterek bir dost) At the end of the war we were in precisely the same financial ad tam olarak 3 position as before. (Savaşın sonunda tam olarak daha önce v kesinlikle (exactly) olduğumuz iktisadi konumdaydık) 2 n Eksiklik (lack) a shortage of clean water (bir temiz su noksanlığı) 1. a new initiative to tackle the shortage of teachers (öğretmen 1. çözmeye çalışmak eksikliğini çözmek için yeni bir girişim) (undertake, deal with) 2. I tackled him about the money he owed me. (Bana borcu 2. [SB about ST] olan para için onunla yüzleştim.) yüzleşmek (confront) 2 v 3. He was tackled just outside the penalty area. (Penaltı 3. topu kapıp durdurmak çizgisinin hemen dışında onu durdurdular) 4. devirmek [AmE] 4. to tackle a thief (bir hırsızı tutup devirmek) 5. sıkıca bağlamak, 5. The crane operator tackled the heavy blocks of stone. (Vinççi tutturmak ağır taş blokları sıkıca bağladı.) He is generally regarded as the world’s greatest expert in the 3 olarak kabul edilmek field. (Genellikle bu alanda dünyanın en uzman kişisi olarak kabul edilir) 3



n



Uzman (specialist)



3



Recent +



ri’sınt



Recently +



ri’sıntli



put forward devise



Di vayz’



Establish +



is teb’liş



Wise



wayz



Controversial + kan’trivör’jıl



There have been many changes in recent years. (Son yıllarda pekçok değişiklik oldu) I haven't seen them recently. (Onu son zamanlarda görmedim) He rejected all the proposals put forward by the committee. (Komite tarafından ileri sürülen/önerilen tüm teklifleri reddetti) They’ve devised a scheme to allow students to study part-time. (Öğrencilerin part-taym çalışmalarına olanak sağlayacak bir metot keşfettiler) 1.Mandela was eager to establish good relations with the 1. kurmak, tesis etmek, business community. (Mandela iş çevreleriyle iyi ilişkiler oluşturmak (set up, geliştirmeye çok istekliydi) found) 2.By then she was established as a star. (O zaman bir yıldız 2. konumunu olarak konumunu sağlamlaştırmıştı) sağlamlaştırmak 3. Traditions get established over time. (gelenekler zamanla 3. yerleştirmek (settle) yerleşir) 4.saptamak (determine, 4. I was never able to establish whether she was telling the truth. ascertain) (Onun doğruyu söyleyip söylemediğini asla saptayamadım) 5. kanıtlamak (prove) 5. They have established that his injuries were caused by a fall. (Yaralarının bir düşmeden kaynaklandığını kanıtladılar)



Son, yeni (zaman) (new, fresh, current) 3 adv son zamanlarda (lately) İleri sürmek, önermek phr (suggest, propose) (öz. yöntem vs) 2 vt keşfetmek (think up, invent) 3 adj



3 vt



2



2



1.Sally is a wise and cautious woman. (Sally akıllı ve ihtiyatlı 1.bilge, akıllı bir kadındır) adj 2.akıllıca (sıfat) (clever) 1.Buying those shares was a wise move. (Bu hisseleri almak akıllıca bir hareketti) Tartışmalı, çekişmeli A controversial plan to build a new road. (Yeni bir yol yapmak adj (divisive) için tartışmalı bir plan) 1.önlemek (prevent, 1. The accident could have been avoided. (Kaza önlenebilirdi) avert) 2. They narrowly avoided defeat in the semi-final. (Yarı finalde 2. –den kurtulmak, güçbela yenilgiden kurtuldular) vt (evade, elude) I left early to avoid the rush hour. (Keşmekeşten kaçınmak için 3.kaçınmak, sakınmak, erken ayrıldım) çekinmek (keep away He had to brake hard to avoid hitting the animal. (Hayvana from) çarpmamak için frene sert basmak zorundaydı) 1.aralık (zaman,zemin) The normal interval between our meetings is six weeks. n (gap, pause) (Buluşmalarımız arasındaki normal ara altı haftadır.) 2.ara (zaman,zemin) Göçmen (migrant) an area with a large immigrant population (büyük bir göçmen n [yabancı ülkedeki kişi] nüfusla dolu bir bölge)



Avoid



ı voyd’



3



interval



in’tırvıl



2



immigrant



i’mig rınt



1



emigrant



e’mig rınt



n



migrate emigrate



maygreyt’ e’migreyt



1 vi



deliberately



dilib’rıtli



2 adv



qualified to



kwa’li fayd



inevitably



inevıtıblî



Göçeden [ülkesini terketmiş kişi] göçetmek



1.Kasten, bile bile (intentionally, OPP accidentally) 2.dikkatli (carefully) niteliğini haiz, 2 adj özelliğine sahip (fit to) 2



ad v



kaçınılmaz olarak



We have to do something to make emigrants come back. (Göçedenlerin geri gelmesi için birşeyler yapmalıyız) Some bird migrate south in winter. (Bazı kuşlar kışın güneye göç ederler) 1.Police believe the fire was started deliberately. (Polis yangının kasıtlı olarak başlatıldığına inanıyor) 2. He spoke deliberately, considering each word carefully. (Her sözcüğüne dikkatle hesaba katarak, çok dikkatli konuşuyordu) particularly well qualified to give an opinion. (özellikle bir fikir verecek iyi bir niteliğe haiz) That kind of success inevitably attracts admirers. (Böylesi bir başarı kaçınılmaz olarak hayranları cezbedecektir)



4



charge



ça:rc



3 v



1. dolmak / doldurmak (duygu, bardak ve mermi.) 2.şarj etmek para istemek (alışveriş, hizmet vs. sonrası)



charge for



3



charge to



3



hesabına geçirmek



charge SB with ST



3



Suçlamak (accuse)



charge SB with ST



3



Sorumlusu yapmak,iş vermek



charge at



3



Hücum etmek (attack)



3 n



1. ferahlama, rahatlama (release) 2. kurtarma (düşmandan) 3. yardım (assist) 4. nöbeti devralan kimse. 5. heykel kabartma, rölyef.



relief



ri lî:f’



1 rahatlatmak (ease) 2.azaltmak (olumsuz bir şeyi) (lessen) 3.nöbet devralmak (replace) 4.işgalden kurtarmak kadro, personel (employee) ilkel (ancient) (OPP modern) suikast



relieve



ri li:v’



2 vt



staff



stéf



3 n



primitive



pri’mıtiv



2 n



assassination



ısesıneyşın



1 n



individual



in’divic’yuıl



3 adj



1. bireysel (personel) (OPP collective) 2. orijinal (original)



forest



fa’rist



3 n



orman (jungle, woods)



confidence



kan’fidıns



3 n



güven, itimat



self-confidence refusal



n rifyu:’zıl



2 n



özgüven ret, kabul etmeme (denial)



1.Charge the gun because the room was charged with hatred. (Silahını doldur çünkü oda kinle dolmuştu) 2.Before use, the battery must be charged. (Kullanmadan once piller doldurulmalı) Most clubs charge for the use of tennis courts. (Çoğu kulüp tennis kortlarını kullanmak için para ister.) They charged the calls to their credit-card account. (Telefon görüşmelerini kredi kartı hesabına geçirdiler) He was charged murder. (Cinayetle suçlandı) The committee has been charged with the development of sport in the region. (Komite bölgede sporu geliştirmekle mükellef kılındı) We charged at the enemy. (Düşmana hücum ettik)



1.It’s a huge relief to know that everyone is safe. (Herkesin güvende olduğunu bilmek çok rahatlatıcı) 2.the relief of the town (kasabanın kurtarılması) 3.famine relief / a relief agency (açlık yardımı / bir yardım ajentası) 4.The next crew relief coming on duty at 9 o’clock (Yeni nöbetçi ekip göreve 9’da gelecek) 5.The column was decorated in high relief. (Sütun yüksek kabartmalarla süslendi) 1.to relieve stress (gerilimi hafifletmek) 2.efforts to relieve famine in Africa (Afrikada’ki açlığı azaltma çabaları) 3.You’ll be relieved at 6 o’clock. (Nöbetini saat 6’da devralacalar) It is a small hospital with a staff of just over a hundred. (Sadece 100’ün üzerinde personeli ile küçük bir hastenedir) a primitive society/tribe (ilkel bir topluluk / kabile) an assassination attempt (bir suikast teşebbüsü)



1. individual rights/freedom/liberty (bireysel haklar / özgürlük) 2. a highly individual style of dress (epey orijinal elbise stili) Acid rain is already destroying large areas of forest and lakes in northern Europe. (Asit yağmurları kuzey Avrupa’daki göl ve geniş orman alanlarını zaten yok ediyor) I have confidence in your abilities. (Senin yeteneklerine güveniyorum) She gave a firm refusal. (Ona sert bir ret cevabı verdi)



5



quarter



kwo:r’tır



3



n



1. çeyrek 2. bir 25 sentlik. (a quarter) 3. yılın dörtte biri, üç aylık süre. 4. öğretim yılının dörtte biri. 6. mahalle, semt, civar 7. kesim, grup



quarters



kwo:r’tırz



.



n



konut, mesken, ikametgâh.



attitude



e:’tityu:d



3



n



tutum, tavır, yaklaşım (approach, manner)



excessive



ikse’siv



2



adj



fazla, aşırı (extreme)



extensive



iksten’siv



2



adj



geniş, büyük, kapsamlı (wide, broad)



indispensable



indispen’sıbıl



.



adj



Çok önemli, hayati (essential, crucial, vital)



privent’



3



vt



önlemek, engellemek (avert)



prevent SB (from) doing ST



3



vt



-den alıkoymak.(from)



scheme (BrE)



3



n



1. plan, proje (project) 2. düzenek, sistem. 3. düzen, entrika, dolap (plot)



vt



1. [to]-e atamak, tayin etmek (assign) 2. kararlaştırmak (decide on)



prevent



ski:m



appoint (SB to) ıpoynt’



3



merge



mörc



2



v



1. birleşmek(combine); birleştirmek. (with) 2. içine karışıp kaybolmak. (into)



merger



mörcır



1



n



birleşme (unification, combination)



roughly



ra:flî



2



ad v



1.yaklaşık olarak (approximately) 2.kabaca (violently)



rough



ra:f



3



1. düz olmayan, pütürlü vs. (uneven) 2. kaba 3. yaklaşık (approximate) adj 4. zor, sıkıntılı (tough) 5. dalgalı 6. sert (hard, tough, harsh)



desire [SB to do ST]



dizayr’



3



vt



arzulamak, istemek (crave, wish for)



1.They arrived at quarter past three. (saat üçü çeyrek geçe ulaştılar) 2.Can you give me a quarter, dude? (Ahbab, bana bir çeyreklik versene) 3. The company’s profits fell in the third quarter. (Üçüncü çeyrekte şirketin karı düştü) 6. the Chinese quarter of the city (şehrin çin mahallesi) 7.He has won support from all quarters. (Bütün gruplardan destek kazandı) In some quarters, he is not loved so much. (Bazı muhitlerde çok sevilmez) an unhealthy social environment that encourages negative attitudes (olumsuz davranışları cesaretlendiren sağlıksız bir sosyal çevre) The charges seemed a little excessive. (İstenen para biraz aşırı gözüküyordu) She has an extensive knowledge of art history. (Sanat tarihi hakkında kapsamlı bir bilgisi var) International cooperation is indispensable to resolving the problem of the drug trade. (Uyuşturucu ticareti problemini çözmek için uluslararası işbirliği çok önemlidir) Regular cleaning may help prevent infection. (Düzenli temizlik enfeksiyonu engellemeye yardım edebilir) She was sure the noise would prevent her (from) sleeping at night. (Gece gürültünün kendisini uyumaktan alıkoyağından emindi) 1. The proposed scheme should solve the parking problem. (teklif edilen proje park etme problemini çözmeli) 2.a local scheme for recycling newspapers. (gazeteleri yeniden dönüştürmek için yerel bir sistem) 3.a scheme to import illegal foreign goods (yasadışı yabancı malları ithal etmek için bir düzen) 1.We need to appoint a new school secretary. (Yeni bir okul sekreteri atamamız lazım) 2. Proceedings will be brought to a conclusion at a time appointed by this committee. (Prosedur bu komitenin kararlaştıracağı bir zamanda bir sonuca bağlanacaktır) 1. Two of Indonesia’s top banks are planning to merge. (Endonezya’nın en büyük iki bankası birleşmeyi planlıyor) 2. For her, work and life merge into one another. (Onun için iş ve yaşam iç içe geçmiştir) The merger will create the biggest television company in the country. (Birleşme ülkedeki en büyük televizyon şirketini doğuracak) 1.We’re roughly the same age. (Aşağı yukarı aynı yaştayız) 2. He pushed roughly past her and out of the room. (Onu kabaca itekleyerek odadan çıktı) 1.The skin on her hands was rough and hard. (Elini üzerindeki deri pürüzlü ve sertti.) 2.a rough man / a rough old table 3.I have a rough idea of who she is. (Onun kim olduğu hakkında üç aşağı beş yukarı bir fikrim var) 4.a rough night (sıkıntılı bir gece) 5.It was too rough to sail that night. (O gece deniz açılmak için çok dalgalıydı) 6.a rough wine (sert bir şarap) We desire you to complete the work within one month of the start date. (Başlangıçtan sonraki bir ay içinde bu işi bitirmenizi istiyoruz.)



6



1.-den çıkmak,. (from) (come out) 2.meydana çıkmak (into) (come into sight/wiev) Görüşme yapmak, pazarlık yapmak (bargain, talk) (with) 1.Kazanç, kâr (zıttı loss) 2. fayda, çıkar (gain, benefit)



emerge



imö:rc’



3



vt



negotiate



nigou’şiyeyt



2



v



profit



pra’fit



3



n



impress



impres’



2



v



Etkilemek (make an impact on)



impression



impre’şın



3



n



izlenim



benefit



ben’ıfit



3



n



yarar, fayda (advantage)



immensely



imen’sli



.



adv



Uçsuz bucaksız, çok büyük / çok fazla (hugely)



3



n



Adalet (fairness)



justice accuse



ıkyu:z



3



suçlamak, itham etmek. (blame)



the accused



ıkyuzt



.



sanık



aid=help



eyd:help



2



Yardım (assist, support)



candidate



ken’dıdeyt’ ken’dıdi:t’



3



Aday (nominee)



desperate



des’pırıt



2



entail



state



in’teyl



steyt



in state state



adj



.



Gerektirmek (require, necessitate) -e neden olmak (cause, lead to)



3



1. durum, vaziyet, hal: 2. devlet. 3. eyalet. (ABD vs için)



n



.



steyt



Ümitsiz (hopeless)



3



vt



(cenaze için) törenle ifade etmek, beyan etmek. (utter)



1.After a few weeks, the caterpillar emerges from its cocoon. (İki hafta sonra, tırtıl kozasındandan çıkar) 2.The doors opened and people began to emerge into the street. (Kapı açıldı ve insanlar sokakta görünmeye başladı) The airline is negotiating a new contract with the union. (Havayolları yeni bir kontrat için sendikayla görüşme yapıyor) make a profit: Investors have made a 14% profit in just 3 months. (Yatırımcılar sadece üç ay içerisinde %14 kar elde ettiler) What impressed me was their ability to deal with any problem. (Beni etkileyen şey onların problem ele alış kabiliyetleriydi) The report seems to be based entirely on first impressions. (Raporun tam olarak ilk izlenimlere dayandığı gözüküyor.) Consider the potential benefits of the deal for the company (Anlaşmanin şirket için potansiyel faydalarini bir düşün) The visitors enjoyed the game immensely. (Ziyaretçiler oyundan çok büyük zevk aldılar) the struggle for freedom and justice (özgürlük ve adalet için çaba) She claims that her employers accused her of theft. (İşçilerinin kendisini hırsızlıkla suçladığını iddia ediyor) I do not want to accuse him of telling lies. (Onu yalan söylemekle şuçlmak istemiyorum) The accused had appropriated the property. (Sanık malı izinsiz kendi çıkarına kullanmıştı) The UN provided emergency economic aid to the refugees. (BM mültecilere acil ekonomik yardım sağladı) They needed a location for the film, and the church was the obvious candidate. (Film için bir yere ihtiyaçları vardı, ve kilise aşikar adaydı) drugs used in a desperate attempt to save his life (yaşamını kurtarmak için ümitsiz bir girişim olarak kullanılan ilaçlar) All mergers entail some job losses. (Tüm şirket evlilikleri iş kayıpları-na neden olur/ -nı gerektirir.) 1.The country is drifting into a state of chaos. (Ülke bir kaos ortamına sürükleniyor) 3. Five state elections will be held in March. (Beş eyalette seçimler Mart’ta yapılacak) He was buried in state. (Törenle gömüldü) The candidates stated their case at a series of meetings. (Adaylar bir dizi toplantıda davalarını anlattılar)



7



frankly



fre:ngkli



1



disguise



dis’gayz



1



adv açıkça ,dürüstçe (honestly)



1.tebdili kıyafet etmek, vi gizlenmek



2.gizlemek (hide) 1.loş, karanlık (dark)



gloomy



gluğmi



1



adv 2.sıkıntılı, hüzünlü



(depressed) savsaklamak, ihmal etmek vt (OPP care for) Gereklilik, zorunluluk n (obligation)



neglect



niglekt



2



requirement



rikwayırmınt



3



rescue



reskyu:



2



vt Kurtarmak (save, release)



revolution



revılu:şın



3



n



require



rikwayr’



3



vt



gerektirmek



notorious (for)



noto:’riyıs



1



adj



kötü şöhretli



recruit



rikru:t’



2



v



İşe almak



reputation



repyutey’şin



3



n



Nam, şöhret



3



v



1.Oylamak 2.oy kullanmak 3.seçmek



vote



Devrim



diminish



dimi’niş



2



v



1.Azalmak (decrease) 2.azaltmak (lessen)



talent (for)



te:’lınt



2



n



Yetenek (gift)



talented



te:lıntid



1



adj Yetenekli (gifted)



She talks frankly about her unhappy childhood. (Mutsuz çocukluğundan dürüstçe bahseder) 1.The soldiers disguised themselves as ordinary civilians. (Askerler kendilerini sıradan vatandaşlar olarak gizlediler) 2.He didn’t disguise his bitterness about what had happened. (Olan şey hakkındaki acısını gizlemedi) 1.a gloomy old library (loş eski bir kütüphane) 2.He became very gloomy and depressed. (Çok hüzünlü ve sıkıntılı hale geldi) parents who neglect their children (çocuklarını ihmal eden ebeveynler) Do these goods comply with our safety requirements? (Bu eşyalar güvenlik zorunluluğumuzla uyumlu mu?) The crew of the tanker were rescued just minutes before it sank in heavy seas. (Tankerin mürettebatı tanker dalgalı denizlere gömülmeden az once kurtarıldı) the French/Russian Revolution (Fransız/Rus devrimi) The cause of the accident is still unclear and requires further investigation. (Kazanın nedeni hala belirsiz ve daha fazla araştırma gerektiriyor) The city is notorious for its traffic jams. (Bu şehir trafik sıkışıklığı ile meşhurdur) We won’t be recruiting again until next year. (Gelecek yıla kadar işe adam almıyor olacağız) He did not have a good reputation in his home town. (Kendi kasabasında iyi bir şöhreti yoktu) 1.The Council will vote on the proposal next Friday. (Konsey gelecek Cuma öneriyi oylaycak) 2.vote for/in favour of/against: 68 per cent of the union voted against striking. (Sendikanın % 68’I grevin aleyhine oy kullandı) 3. She was voted ‘Actress of the Year’ by other Hollywood stars. (Diğer Hollywood yıldızlarınca -yılın aktrisi- seçildi) 1.The intensity of the sound was diminishing gradually. (Sesin şiddeti yavaş yavaş azalıyordu) 2. The delay may have diminished the impact of their campaign. (Gecikme kampanyalarının etkisini azaltmış olabilir.) She had an obvious talent for music. (Müziğe karşı açık bir yeteneği vardı) a highly talented young designer (epey yetenekli bir genç çizimci)



8



depict



dipikt’



2



vt



1.betimlemek (portray) 2.açıklamak (describe)



conflict



kınflikt’



1



vi



Çatışmak, çelişmek



conflict



kan’flikt



3



n



Çatışma, anlaşmazlık



guise



gayz



.



n



Kılık / görünüm (appearance)



recession



rıse’şın



2



n



ekonomik durgunluk



award / reward



ıword / riword’



3



n



ödül, mükâfat (prize)



reward



riword’



2



vt



Ödüllendirmek (award)



free will



özgür irade (independence)



.



budget



bac’it



3



n



bütçe



restriction



ristrik’şın



1



n



Kısıtla(n)ma, sınırla(n)ma (limitation, restraint)



survive



sırvayv’



survive (on ST)



3



3



surviving



sırvay’ving



.



burden



bördın



2



determined



Ditör’mind



2



a painting depicting the Virgin and Child. (Meryem ve Oğul’ u betimleyen bir resim) His account conflicted with reports received from other journalists. (Açıklaması diğer gazetecilerden alınan raporlarla çelişiyor.) The issue provoked conflicts between the press and the police. (Yayın, basın ve polis arasındaki çatışmayı körükledi) Revolutions come in many guises. (Devrimler pek çok görünümde gelirler) The economy was in recession. (Ekonomi durgundu/kötüydü.) She won the Player of the Year award. (Yılın Oyuncusu ödülünü kazandı) He always believed that the company would reward him for his efforts. (Herzaman şirketin çabalarından dolayı kendisini ödüllendireceğine inanırdı) It is a result of my own free will. (Bu benim kendi özgür irademin bir sonucu) Two-thirds of their budget goes on labour costs. (Bütçelerinin üçte biri işçi masraflarına gidiyor) trade/travel/speed/parking restrictions (ticaret/seyahat/hız/parketme kısıtlamaları)



1.Just eight passengers survived the plane crash. (Sadece sekiz yolcu uçak kazasından sağ çıktı) 1.Sağ kalmak / çıkmak 2. The organization cannot survive unless we make some (savaş, hastalık, kazadan major changes. (Bazı temel değişiklikleri yapmadığımız sonra) v müddetçe organizasyon/örgüt ayakta kalamaz.) 2.ayakta/hayatta kalmak 3. I don’t know how I ever survived school. (Okulla nasıl 3.(zor birşeyle) başa olup da başa çıktım bilmiyorum) çıkmak, idare etmek Don’t worry about Molly – she’ll survive. (Molly için endişelenme; başa çıkacaktır.) Az bir şeyle geçinmek / Many of the peasants survive on tiny plots of corn. v yaşamak (Köylülerin çoğu küçücük mısır tarlalarıyla geçinirler) the surviving works of Sophocles (Sofokles’in kurtulan adj Kalan, kurtulan (existing) çalışmaları) When an elderly relative falls ill, you should not have to Yük (load) (responsibility) shoulder the burden alone. (Yaşlı bir akraba hasta n (trouble) düştüğünde, yükü tek başına omuzlamak zorunda kalmamalısın) adj Azimli, kararlı a strong, determined woman (güçlü ve kararlı bir kadın)



9



recycle



ri:say’kıl



1



vt



geri dönüştürmek



admit (to)



ıdmit’



3



v



1.Kabul etmek 2. itiraf etmek (confess) 3.(içeri, kulübe) almak 4.hastaneye kaldırmak



account



ıkaunt



3



n



1-2-3. hesap (banka hesabı, para sayımı, dükkan ücreti) 4. rapor, açıklama (explanation, report)



account



Ikaunt’



3



v



varsaymak, hesaba katmak, kabul etmek



3



n



1.bir şeyin nedenini açıklamak 2.bir şeyin bir kısmını oluşturmak



account for ST



imply



İmplay’



3



vt



İma / işaret etmek



infer (from)



inför



1



vt



Çıkarım yapmak, sonuç çıkarmak,



inference



infırıns



1



n



çıkarım



cope with



koup



3



vt



Tackle, deal with 1.Teşhis etmek 2.keşfetmek, meydana/açığa çıkarmak (discover, determine)



detect



didekt’



2



vt



resignation allegation



rezigneyşın e:lıgeyşın



2



n



2



n



istifa İddia (claim)



allege



Ilec’



2



vt



İddia etmek (claim)



alleged



Ilecd’



2



adj



İddia olunan (supposed)



sincerity



Sinse’rıti



.



n



içtenlik, samimiyet.



Japan recycles 40% of its waste. (Japonlar atıklarının %40’ını geri dönüştürüyorlar) 1.She admits to being strict with her children. (Çocuklarına karşı sert olduğunu kabul etti) 2.He refused to admit to the other charges. (Diğer suçlamaları itiraf etmeyi reddetti) 3.The narrow windows admit little light into the room. (Dar pencereler odaya çok az ışık alıyor.) 4.Two crash victims were admitted to the local hospital. (İki kaza kurbanı yerel hastaneye kaldırıldı) 1.There was only £50 in his bank account. (Banka hesabında yalnızca 50 pound var) 2. The accounts showed a loss of £498 million. (Hesaplamalar 498 milyon poundluk bir kaybı gösterdi) 3. I have an account with Marks and Spencer. (Marks and Spencer dükkanında hesabım var.) 4. a brief account of the meeting (toplantının kısa bir açıklaması) In English law, a person is accounted innocent until they are proved guilty. (İngiliz hukukunda kişi suçu kanıtlanıncaya kadar masum kabul edilir) 1.A number of factors account for the differences between the two scores. (Bir dizi faktör iki skor arasındaki farkın nedenini açıklıyor) 2.The Japanese market accounts for 35% of the company’s revenue. (Japon piyasası şirketin gelirinin %35’ini oluşturuyor) The presence of stairs in the ruins implies an upper floor. (Harabedeki basamakların varlığı bir üst katı işaret ediyor) Her appearance led them to infer that she was very wealthy.. (Görünüşü onun çok varlıklı olduğu çıkarımını yapmalarına neden oldu) It’s impossible to make inferences from such a small sample.(Böylesi küçük bir örnekten çıkarım yapmak imkansız) electronic safety systems designed to cope with engine failure (motor hatalarını halletmek üzere tasarlanmış olan elektronik güvenlik sistemleri) 1.The technology is capable of detecting the smallest earth tremors. (Teknoloji en küçük yer sarsıntısını teşhis etme kabiliyetine sahiptir.) 2. I thought I detected a hint of irony in her words. (Sözlerinde bir alay emaresi keşfettiğimi sandım) a letter of resignation (bir istifa mektubu) She denied the latest allegations. (Son iddiaları reddetti.) It is alleged that he mistreated the prisoners. (Onun mahkumlara kötü muamele ettiği iddia ediliyor.) Alleged attacker (öyle olduğu söylenen saldırgan) The sincerity of his beliefs is unquestionable. (İnançlarındaki içtenliği tartışma götürmez.)



10



display



displey



3



1.sergilemek (exhibit) 2.sergilemek (his, vt davranış, nitelik) 3.göstermek (bilgisayar)



display



display



3



n



1.sergi (exhibition) 2.gösteri (show) 3.sergileme (davranış, his, nitelik) 4. bilgisayar göstergesi



sophisticated



Sıfis’tikeytid



2



adj



Entelektüelce gelişmiş



sophistication



Sıfistikeyşın



n



Zihnen gelişmişlik



sophisticate



sıfistikeyt



n



Anlayışça gelişmiş kişi



amend



ımend’



2



vt



Düzeltmek, değiştirmek (doküman vs.)



amendment



ımendmınt’



2



n



Düzeltme, değişiklik



v



Durumu düzeltmek



n



Ölü-yaralı, zayiat



2



n



1.gösterge 2.gösteri



one another



2



pn



each other



2



make amends casualty



ke:juılti



demonstration



demınstreyşın



birbiri, birbirleri (Hep çekimli bir şekilde kullanılır.) birbiri, birbirleri pn (Hep çekimli bir şekilde kullanılır.)



another



ınatdhır



3



fw



Bir diğer, diğer bir



explore



iksplo:r



3



v



1.Keşif yolculuğuna çıkmak 2.araştırmak, tartışmak



exploration



eksplıreyşın



2



n



Keşif, keşif yolculuğu



1.Could you display this poster in your window? (Bu posteri vitrininizde sergileyebilir misiniz?) 2. From an early age he displayed a talent for singing (Küçüklüğünden beri şarkı söyleme hususunda bir beceri sergilerdi) 3. An error message is displayed if invalid information is entered. (Geçersiz bir bilgi girilirse yanlış mesajı görünür) 1.a unique display of ancient artifacts (eşsiz bir antik el yapımı eşyaları sergisi) The costumes were placed on display at the museum. (Kostümler müzede sergide yer aldı) 2. a thrilling display of footballing skills (futbol maharetlerinin heyecanlandırıcı bir gösterisi) 3.Displays of emotion disgusted her. (Hissiyat sergilemeleri onu iğrendirir.) Consumers are getting more sophisticated and more demanding. (Müşteriler gün geçtikçe daha gelişmiş/ince zevkli ve daha talepkar oluyorlar.) computer users with a high degree of sophistication (daha yüksek dereceli zeka/anlayış sahibi bilgisayar kullanıcıları)



A law amending the Chilean constitution was approved on 22nd January. (Şili anayasasını değiştiren bir kanun 22 Ocak’ta onaylandı) I have made several amendments to the script. (Metinde birkaç düzeltme yaptım) I wish I could make amends somehow. (Keşke durumu bir şekilde düzeltebilseydim) There were no reports of casualties from the attack. (Saldırıda ölü-yaralı olduğuna dair hiçbir rapor yok) 1.This is a powerful demonstration of what can be achieved with new technology. (Bu, yeni teknoloji ile neyin başarılabileceğinin kuvvetli bir göstergesidir.) 2. Angry students held demonstrations in the university square. (Kızgın öğrenciler üniversite meydanında bir gösteri düzenlediler) You must get along with one another. (Birbirinizle iyi geçinmelisiniz) They talk to each other on the phone every night. (Her gece telefonda birbirleriyle konuşurlar) I hope this isn’t another of Donald’s silly tricks. (Umarım bu Donald’ın aptal oyunlarından bir diğeri değildir) We’re doing a big concert tomorrow night and another one on Saturday. (Yarın büyük bir konser vereceğiz, bir diğerini de cumartesi) 1.companies exploring for oil (petrol arayan şirketler) 2. It is worth exploring other ways of dealing with this problem. (Bu problemi çözmenin başka yollarını araştırmaya değer.) Exploration of the solar system began in the 19th century. (Güneş sisteminin keşif yolculuğu 19. asırda başladı)



11



save



seyv



3



v



1.biriktirmek (put aside) 2.kurtarmak (rescue) 3.kaçınmak (avoid) 4.kaydetmek



save, save for, save that



seyv



.



prep



hariç (except , except for, except that)



gain



geyn



3



v



1.kazanmak, elde etmek 2.artmak



gain



geyn



2



n



Kazanç, artış, kâr



seek/sought/ sought



si:k / so:t



3



vt



1.istemek (ask for) 2.aramak



wholehearted



houlha:rtıd



.



adj Tüm kalbiyle, tamamiyle



acute



Ikyu:t’



.



adj



asset



E:set



2



n



surely



şurli:



3



abduct



E:bdakt



facilitate



fısi’lıteyt



famine



1.Önemli, kritik 2.dar açı (900den küçük) 1.kazanç (benefit) 2.malvarlığı, mal



adv Kesinlikle (certainly) vt



Adam kaçırmak (kidnap)



1



vt



Kolaylaştırmak (ease)



Fe:min



1



n



Açlık (food shortage)



profound



prıfaund’



2



adj



1. Derin (deep) 2. büyük (intense)



condemn



kın’dem



2



vt



Kınamak (criticize)



widespread



Wayd’spred



2



adj



Yaygın (extensive, common)



1.I am not very good at saving. (Para biriktirmede pek iyi değilim) 2.Doctors were unable to save her. (Doktorlar onu kurtarmaya muvaffak olamadılar.) 3.She did it herself to save argument. (Tartışmadan kaçınmak için kenki kendine öyle yaptı.) 4.Save data frequently (Bilgileri sık sık kaydet) No one, save perhaps his wife, knows where he is. (Hiç kimse, belki hanımı hariç, nerede olduğunu bilmiyor) The room was completely dark, save for one candle burning in the corner. (Oda, köşede yanan bir lamba dışında, tamamen karanlıktı) We know little about his childhood, save that his family was poor. (Ailesinin fakir olduğu dışında çocukluğu hakkında çok az şey biliyoruz) 1.She gained a first in her French degree. (Fransızca derecesinde bir birincilik elde etti / kazandı) 2.The Nikkei index gained 45 points. (Nikkei indeksi 45 puan arttı) The Green Party made big gains in the local elections. (Yeşiller Partisi yerel seçimlerde büyük kazanç/artış sağladı.) 1. Seek medical advice if symptoms last more than a week. (Belirtiler bir haftadan daha fazla sürerse doktora görün /tıbbi yardım iste) seek compensation/damages/redress: The boy’s parents are seeking damages from the health authority. (Çocuğun ebeveyni sağlık yetkililerinden tazminat talep ediyor) 2. Many single people are seeking that special someone. (Birçok bekar o- özel birisi-ni arıyor) We would like to express our wholehearted support for the campaign. (Kampanyaya canı gönülden desteğimizi saygıyla ifade etmek isteriz.) 1. an acute shortage of medical supplies (tıbbi stoklarda önemli bir eksiklik) 1. I’m sure she’ll be an asset to the team. (Eminim ki takıma bir kazanç olacak.) 2. Her assets include shares in the company and a house in France. (Malvarlığı fabrikadaki hisseleri ve Fransa’da bir evi kapsıyor) You surely realized we were in when you saw the lights on. (Işıkların açık olduğunu gördüğünde kesinlikle bizim içerde olduğumuzu farkettin) He attempted to abduct two children. (İki çocuğu kaçırmaya teşebbüs etti) The counselor may be able to facilitate communication between the couple. (Danışman belki çift arasındaki iletişimi kolaylaştırmayı başarabilir) The threat of widespread famine in Africa (Afrika’daki yaygın kıtlık tehditi) 1. profound questions (derin sorular) 2. a profound change in the climate of the Earth (Dünya ikliminde büyük bir değişiklik) Politicians have condemned the attacks. (Politikacılar saldırıları kınadılar) the widespread use of antibiotics (antibiyotiğin yaygın kullanımı)



12



strike gold / oil



strayk



3



v



(Kazı veya sondaj sonucu) maden bulmak



strike



strayk



2



n



1. grev 2. saldırı (attack) 3. maden bulma



dominate



da’mineyt



2



v



1.Kontrol etmek (control) 2.hakim olmak (rule) 3.hakim olmak, tepeden bakmak (overlook)



response



rispans



3



n



Yanıt, karşılık (reply)



complaint [about ST]



kımpleynt



3



n



1.şikayet 2.şikayet dilekçesi



aggravate



e:g’rıveyt



.



vacancy



veykınsi



1



Participate (in) Pa:rtisipeyt



2



unique



Yu:ni:k



3



debt



det



3



abolish



ıbaliş



2



disorder



diso:rdır



wane



weyn



withdraw / withdrew / withdrawn



widhdro:



before long



2



2



He seems to have struck gold with his first film. (İlk filmiyle altın madeni bulmuş gibi gözüküyor) 1. Workers have been out on strike since Friday. (İşçiler Cuma gününden beri dışarıda grevdeler.) a 15-day strike over pay and poor safety conditions (ücret ve kötü güvenlik koşulları gerekçeli 15 günlük bir grev) 2. the threat of nuclear strikes (nükleer saldırı tehditi) 3. the Lena goldfields strike of 1912 (1912’de bulunan Lena altın yatakları) 1. Don’t allow the computer to dominate your child’s life. (Bilgisayarın çocuğunun yaşamına hükmetmesine izin verme) 2. Barcelona completely dominated the first half of the match. (Barselona maçın ilk yarısına tamamıyla hakimdi.) 3. a picturesque city dominated by the cathedral tower. (Katedral kulesinin hakim olduğu tablosal bir şehir) Her response was to leave the room and slam the door. (Yanıtı odayı terk edip kapıyı çarpmak oldu) In response to complaints, the company reviewed its safety procedures. (Şikayetlere karşılık olarak şirket güvenlik prosedürlerini yeniden gözden geçirdi) 1. The main complaint was the noise. (Ana şikayet gürültüydü) 2.Customers lodged a formal complaint about the way they were treated. (Müşteriler kendilerine yapılan muamele biçimi hakkında resmi bir şikayet dilekçesi sundular)



His headache was aggravated by all that noise. (Tüm o gürültüyle baş ağrısı daha da kötüleşti) 1.There are always plenty of vacancies for bar staff. (Bar 1.İş (job) boş-açık kadro personeli için her zaman bir sürü boş kadro vardır) 2.boş oda (otel) 2. We have no vacancies at all during July. (Temmuz n 3.boşluk (emptiness) müddetince hiç boş yerimiz yok) 4. anlayışsızlık, boşluk 3.The vacancy of her expression. (Yüz ifadesindeki boşluk) 4.vacancy and vanity (anlayışsızlık ve kibir) The rebels have agreed to participate in the peace talks. v Katılmak (join, attend) (Asiler barış görüşmelerine katılmaya karar verdiler) You will be given the unique opportunity to study with one of Europe’s top chefs. (Size Avrupa’nın en üst adj Eşsiz (sole, exceptional) şeflerinden biriyiyle çalışmak [gibi] eşsiz bir fırsat verilecek.) Borç (money owing) (OPP By this time, we have debts of over £15,000. (Şu an n credit) itibariyle, borcumuz 15.000 poundu aşıyor) vt



Kötüleştirmek (worsen)



vt



Kaldırmak, fesh etmek



n



1.(Tıbbi) rahatsızlık (ailment, sickness, complaint) 2.karışıklık, kargaşa (chaos, mess) 3.darmadağın (in) (mess)



vt



Sönmek, azalmak (diminish, fade)



His enthusiasm was waning fast. (Şevki hızla sönüyordu)



v



Geri çekilmek (pull out)



The injury has forced him to withdraw from the competition. (Yarası onu müsabakadan çekilmeye zorladı)



Birazdan, çok geçmeden (soon, shortly)



See you before long (Birazdan görüşürüz)



This tax should be abolished. (Bu vergi kaldırılmalı) 1.He had treated her for a stomach disorder. (Bir mide rahatsızlığı için onu tedavi etti) 2. The main problem is public disorder associated with late-night drinking. (Ana problem gece geç vakti içmekten kaynaklanan kamusal kargaşa) 3. Everything was in disorder, but nothing seemed to have been taken. (Herşey karmakarışıktı, ama hiç bir şey alınmış gözükmüyordu.)



13



alliance



ılayıns



2



n



İttifak (coalition) (pact, agreement) (partnership)



regard



rigard



3



vt



1.bakmak (stare, gaze at) 2.düşünmek (consider, think, take into account)



regarding



rigarding



2



prep



hakkında, -e ilişkin (about, concerning)



2



prep cümleden önce)



umursamaksızın (İsim ve



regardless of regardless



rigardlis



2



(irrespective of) her şeye rağmen; ne olursa adv olsun. (in spite of, despite) (anyhow)



expand



ikspe:nd



3



v



expanse



ikspe:ns



.



n



expansion



ikspe:nşın



.



expansionary



ikspe.n’şınıri



.



handle



hendıl



3



1.genişlemek (enlarge) 2.büyümek (increase, develop) 3.detaylı açıklamak (on) 4.açıp yaymak (open out) Düzlük (tarla, gökyüzü, deniz vs) (vastnes) genişleme (growth, increase, development)



n



Büyümeyi sağlayıcı, büyütücü



vt



1. halletmek, ile uğraşmak (deal with) 2.ticaretini yapmak (özellikle yasadışı)



impact



impe:kt



3



n



1.etki (affect) 2.çarpışma (crash)



impulse



impals



1



n



güdü, dürtü (drive)



participate in



partisipeyt



2



v



Katılmak (join)



participation



partisipeyşın 2



n



Katılma, dahil olma



fake



feyk



1.sahte (false) .



adj 2.yapmacık, sahte



(pretend)



An alliance between the Liberal Democrats and the Nationalists (Milliyetçiler ve Liberal demokratlar arasında bir ittifak) Successive French governments maintained the alliance with Russia. (Başarılı Fransız hükümeti Rusya ile ittifakı sürdürdü.) Cathy regarded the photo thoughtfully. (Cathy fotoğrafa düşünceli düşünceli baktı) She regarded London as her base. (Londra’yı kendi temeli olarak düşünür) She said nothing regarding your request. (Ricanla ilgili hiçbir şey söylemedi) EU regulations regarding the labelling of food (yiyecekleri etiketlemeye ilişkin AB düzenlemeleri) The clup welcomes all new members regardless of age. (Kulüp yaş sınırı gözetmeksizin tüm yeni üyeleri kabul ediyor) It seemed an impossible task at times, but we carried on, regardless. (Defalarca imkansız gibi gözüken bir görevdi, ama biz devam ettik, aldırmayarak.) 1. We live in an expanding universe. (Genişleyen bir evrende yaşıyoruz) 2. The rapidly expanding IT sector (hızla büyüyen IT sektörü) 3. I refuse to expand any further on my earlier statement. (Önceki ifadem hususunda daha fazla detay vermeyi reddediyorum.) 4. The hawk expanded its wings. (Şahin kanatlarını açtı) Vast expanses of farmland (çiftlik alanının geniş düzlükleri) We plan to continue our expansion programme. (Genişletme programımıza devam etmeyi planlıyoruz) This budget will have an expansionary affect on the economy. (Bu bütçe ekonomi üzerinde büyütücü bir etkiye sahip olacak) The government was criticized for the way it handled the crisis. (Hükümet krizle mücadele yöntemi nedeniyle eleştirildi) The newer computers can handle massive amounts of data. (Daha yeni olan bilgisayarlar devasa miktardaki bilgiyle uğraşabiliyorlar) 2. He denied burglary but admitted handling stolen goods. (Hırsızlığı reddetti ama çalıntı altın ticareti yaptığını kabul etti.) 1.Her paper discusses the likely impact of global warming. (Makalesi global ısınmanın olası etkilerini tartışıyor) 2.The missile does not explode on impact. (Roket çarpışmayla patlamıyor.) Jenny felt a sudden impulse to play some music. (Jenny biraz müzik çalmak için ani bir dürü hissetti) Acting on impulse, he knocked on her door. (İçgüdüsel bir hareketle, kapıyı çaldı) The rebels have agreed to participate in the peace talks. (Asiler barış görüşmelrine katılmaya karar verdiler) We would like to see more participation by younger people. (Genç insanların daha fazla katılımını görmekten memnun oluruz) 1.fake passport/visa/document (sahte pasaport/vize/ belge) 2. a fake smile, fake emotion (sahte bir gülümseme, yapay his)



14



gather



involve



ge:dhır



inva:lv



3



3



v



v



1.toplanmak (meet) 2.toplamak (collect) 3.anlamak (understand) 4.katlamak (fold)



1.gerektirmek, istemek 2. (in) -e karıştırmak, -e bulaştırmak, -e sokmak 3. içermek, kapsamak



to be involved in



V



1.-e karışmak 2. ile meşgul olmak, ile uğraşmak



to be involved with



v



ile aşk ilişkisi olmak



n



1.ilişki (bağlı)



involvement



invalvmınt



3



genuine



cenyuin



2



authentic



o:thentik



1



boom



bu:m



2



n



1. artış, patlama 2.patlama sesi



legislation



lecısleyşın



3



n



Yasa veya bir dizi yasa



prosperity



prasperıti



1



n



Refah (wealth)



1.gerçek, otantik, sahte değil adj (authentic)



2.samimi, içten (sincere) adj gerçek (Genuine, true)



expertise



ekspırti:z



2



n



Uzmanlık (proficiency)



assume



ısyu:m



3



v



1.Varsaymak (suppose) 2.başlatmak (take on) 3.devralmak, ele geçirmek (seize)



assuming



ısyu:ming



1 conj Varsayarsak (if)



assumption



ısampşın



2



nationwide infant



neyşınveyd infınt



1 adv Ülke çapında 2



n



n



Varsayımn (hypothesis, supposition) bebek



1.A crowd gathered outside the hotel. (Bir kalabalık otelin dışında toplandı) 2. I gather up the prescription and follow him to the door. (Reçeteyi alır onu kapıya kadar takip ederim) 3.From what I can gather, she’s madly in love with him. (Anlayabildiğim kadarıyla ona deliler gibi aşık) 4. Gathering her robe around her, Maria ran upstairs. (Maria kaftanini toparlayarak yukarı koştu) 1.Expertise involves practice (Ustalık pratik ister.) 2.Don't involve me in your illegal activities. (Beni yasadışı işlerine bulaştırma.) 3.This problem involves other problems. (Bu sorun başka sorunları içeriyor.) 1.She was once involved in a scandal. (Bir zamanlar bir skandala karışmıştı) 2. He's involved in a new project. (Yeni bir projeyle meşgul.) Angela told me that she was involved with someone else. (Angela bana başka birisiyle ilişkisi olduğunu söyledi) He was imprisoned for his involvement in a plot to overthrow the government. (Hükümeti devirmek için bir entrika ile ilişkisi olduğundan tutuklandı) 1. It was undoubtedly a genuine 18th century desk. (O şüphesiz gerçek bir 18 yüzyıl çalışma masasıydı) 2.Morley looked at her with genuine concern. (Morley ona samimi bir ilgi ile baktı) The letter is certainly authentic. (Mektup kesinlikle orjinal) The restaurant serves authentic Italian meals (Lokanta otantik İtalyan yemeklerini sunuyor) the economic boom of the 1980s (1980’lerin ekonomik patlaması) boom years (ekonomik patlamanın olduğu yıllar) Under current legislation, factories must keep noise to a minimum. (Hali hazırdaki yasalar gereğince, fabrikalar gürültü miktarını bir minimumda tutmalılar) a time of national prosperity (bir milli refah zamanı) The company is keen to develop its own expertise in the area of computer programming. (Şirket bilgisayar programlama alanındaki uzmanlığını geliştirmeye çok hevesli) 1.I’m assuming everyone here has an email address. (Burada herkesin bir elektronik postası olduğunu varsayıyorum) 2. She has been invited to assume the role of mentor. (Rehber hoca rolünü başlatmak için davet edildi) 3. He assumed full responsibility for all organizational work. (Tüm örgütsel çalışmaların tam sorumluluğunu devraldı) Assuming your calculations are correct, we should travel northeast. (Hesaplarınızın doğru olduğunu varsayarsak, kuzeydoğuya yol almalıyız) Your argument is based on a completely false assumption. (Argümanların tamamıyla yanlış bir varsayım üzerine kurulmuş) a nationwide protest/strike (ülke çapında bir protesto / grev) infant care / behaviour (çocuk bakımı / davranışı)



15



vaccination



ve:ksıneyşın



.



n



Aşı, aşılama



combat



kambe:t



1



n



savaş



supplementary saplimentri:



.



adj Ek (additional)



eventually



ivençuıli



3 adv



Eninde sonunda, nihayet (finally)



eventual



ivençuğıl



1



Nihai, en son (ultimate, final)



adj



v



1. [jeol] aşınmak, aşındırmak 2. azaltmak / azalmak (reduce)



v



1.düşmek (fall, drop) 2.azalmak, düşmek (fiyat, sıcaklık vs) 3.kontrolsüzce ve aniden fırlamak, zıplamak, hareket etmek



v



1.bir işe dalmak 2.daldırmak, sokmak 3.-e gömülmek, gark olmak 4.suya vs. dalmak



plunge



n



1.dalma 2.düşme, azalma



Take the plunge



v



Cesur bir adım atmak



n



Düzlük, ova



erode



plunge



iroğd



planc



Plunge into



plain



1



2



2



pleyn



2



a measles/polio vaccination (bir kızamık/çocuk felci aşısı) These enzymes are important in the combat against bacteria. (Bu enzimler bakterilere karşı savaşta önemli) Supplementary information / income / budget package (Ek bilgi / gelir / bütçe paketi) We’re hoping, eventually, to create 500 new jobs. (Eninde sonunda 500 yeni meslek oluşturmayı ümit ediyoruz) ‘Did they ever pay you?’ ‘Eventually, yes.’ (Sana hiç para ödediler mi? Sonunda, evet) his eventual capture and imprisonment (en son yakalanması ve mahkumiyeti) 1. High tides are eroding the coast. (Gel-git gelişleri sahili aşındırıyor) a plan to plant more trees before the soil erodes even further (toprak daha fazla aşınmadan daha fazla ağaç dikmek için bir plan) 2. It is feared that international institutions may erode national sovereignty. (Uluslararası müesseselerin ulusal egemenliği azaltacağından korkuluyor.) Western support for Yeltsin was slowly eroding. (Batının Yeltsine desteği yavaş yavaş eriyor / azalıyor) 1.It was still dark when the helicopter plunged 500 feet into the sea. (Helikopter 500 fitten denize çakıldığında hala karanlıktı) 2. The temperature is expected to plunge below zero degrees overnight. (Sıcaklığın gece boyu sıfır derecenin altına düşmesi bekleniyor) 3. The horse plunged and reared. (At şaha kalktı ve kişnedi) He plunged towards the door and wrenched it open. (Kapıya doğru fırladı ve çekerek açtı) 1. This was not the time to be plunging into some new business venture. (Yeni bir iş teşebbüsüne dalıyor olmanın hiç de vakti değildi) 2. He plunged his arm into the sack once more. (Kolunu bir kez daha çuvala daldırdı) 3.The city was plunged into total darkness when the entire electrical system failed. (Bütün elektrik sistemi çökünce, şehir tümden karanlığa gömüldü) The country is plunging into recession once more. (Ülke bir kez daha ekonomik sıkıntıya gark oldu) 4. Four police officers plunged into freezing water to rescue a man yesterday. (Dün dört polis memuru bir adamı kurtarmak için dondurucu suya atladı.) 1.the plane’s plunge into the sea (uçağın denize düşüşü) 2.the plunge in oil prices (petrol fiyatlarındaki düşüş)



1.açık, anlaşılabilir (clear, simple, basic) 2 adj 2.sıradan, sade (ordinary, not beautiful) 3.dobra (obvious) Şart, koşul (conditions, 3 n provisions)



plain



pleyn



terms



törms



opportunity



apırçiu:nıti



3



n



thorough



Tharo /tharı



1



adj



1.fırsat (chance) 2.iş imkanı 1.Tam (complete) 2.sistematik (methodical)



the Serengeti Plains in East Africa (Doğu Afrika’daki Serengeti düzlükleri) 1. Hugh’s message was short, but the meaning was plain enough. (Hugh’sın mesajı kısaydı ama anlamı yeterince açıktı.) 2. a plain wooden table (basit/sade bir tahta masa) 3. a plain answer (dobra / dürüst bir cevap) 1.He had little choice but to accept their terms. (Şartlarını kabul etmekten başka hemen hiç seçeneği yoktu) 1.She went to visit him in hospital at every opportunity. (Her fırsatta onu ziyarete hastaneye gitti) 2.There are good opportunities in the hotel business. (Otel sektöründe iyi iş imkanları var) 1. It’s all a thorough nuisance. (O tam bir baş belası) 2.She has a thorough understanding of the business. (Sistematik bir iş anlayışına sahip)



16



Interfere with intırfiğır



1.karışmak 2 vt 2.kurcalamak



intırfiğırıns



2



intervene



İntırvi:n



1.araya girmek (occur, happen) 1 vt 2.-e karışmak, müdahele etmek (interfere)



intervention



intırvenşın



1



n Müdahele (interference)



quarrel



kwarıl



1



n



interference



address



ıdres



2



address



ıdres



3



unfavorable



anfeyvırıbıl



.



presume



prizyu:m



1



presumption



prizampşın .



foresee



Forsi:



.



n Müdahele (intervention)



Tartışma, kavga (argument, dispute, fight)



1.I don’t think your mother has the right to interfere in our affairs. (Annenin işlerimize karışmaya hakkı olduğunu sanmıyorum) 2. I saw him interfering with the smoke alarm. (Onu duman alarmını kurcalarken gördüm) They expressed resentment at outside interference in their domestic affairs. (İçişlerine dışarıdan müdahele edilmesi hususundaki öfkelerini beyan ettiler.) 1. My brother was studying to be a church minister, but the Second World War intervened. (Kardeşim bir baş rahip olmak için çalışıyordu, fakat II. Dünya savaşı araya girdi.) Several months intervened before we met again. (Yeniden karşılaşmadan once bir kaç ay geçti / araya girdi) 2. Police had to intervene when protesters blocked traffic. (Protestocular trafiği kapayınca polis araya girdi/müdahele etti) We do not need further government intervention. (Daha fazla hükümet müdahelesine ihtiyacımız yok) We had the usual family quarrel about who should take the dog out. (Köpeği kimin dışarı çıkaracağı hakkında geleneksel bir aile kavgamız vardı)



1. He turned his head to address me. (Bana hitap etmek için kafasını çevirdi) 1. konuşmak, konuşma yapmak 2. All enquiries should be addressed to head office. (Tüm sorular idari v 2.yönlendirmek ofise yönlendirilmeli) 3. yollamak, yazmak 3. This letter is addressed to Alice McQueen. (Bu mektup Alice McQuenn’e yazılmış 2. The president is to deliver a televised address to the country. n 1.adres 2.konuşma, demeç (Başkan ülkeye hitaben bir televizyon konuşması yapacak) 1.The report makes unfavourable comparisons with the system used in France. (Rapor Fransa’da kullanılan sisteme ilişkin istenmeyen 1.olumsuz, ters (adverse) karşılaştırmalar yapıyor) adj 2.elverişsiz, uygun olmayan 2. They had finally gained independence, but on very unfavourable terms. (Nihayet bağımsızlıklarını kazandılar, ama çok elverişsiz koşullarla) Your argument presumes that everyone understands the issue. v varsaymak (assume) (Argümanınız herkesin meseleyi anlamış olduğunu varsayıyor.) 1. a presumption of innocence (bir masumiyet varsayımı) 1.varsayım (assumption) n 2. She was enraged at his presumption (Kibirli tavırlarına çok 2.kendini beğenmişlik sinirlendi) v Önceden görmek (predict)



deprive SO of diprayv



1 vt -den mahrum etmek



deprived



diprayvt



1 adj Yoksun, mahrum



efficiency



ifişınsi



2



dam



De:m



.



Yetkinlik, verimlilik (competence) 1.baraj, set, su bendi n 2.anne at, anne koyun n



Who could have foreseen such problems? (Kim böylesi problemleri önceden tahmin edebilirdi / ki?) The courts cannot deprive me of the right to see my child. (Mahkeme beni, çocuğumu görmek hakkından mahrum edemez) people living in deprived area (yoksun bölgelerde yaşayan halk) The inspectors were impressed by the speed and efficiency of the new system. (Müfettişler yeni sistemin hız ve verimliliğnden etkilendiler) 1. Build a dam across the river (Nehrin önüne bir set yap)



17



possess



pızes



temper



tempır



temper



tempır



3



2



vt



sahip olmak, -si olmak: (have, own)



n



1.çabuk öfkelenme huyu 2.hava, huy 3.anlık öfke, öfke krizi 4.sertlik esneklik derecesi (demir vs için)



1.dengelemek, nötralize etm. etkisini azaltmak 2.akort etmek Öfkeden deliye dönmüş Asabi, uzlaşmaz, huysuz adj (irritable, complaining, disagreeable) v



out of temper bad-tempered



expense



ikspens



3



n



conclusive



kınklu:siv



1



adj



rainfall



reynfo:l



.



n



afford



ıford



3



vt



acquire



ıkwayr



2



vt



carry out vanish



veniş



deteriorate



ditiriyıreyt



1



commit



lack of ST



kımit’



In a heatwave many people become increasingly bad-tempered. (Bir sıcak hava dalgasında çoğu insan ziyadesiyle huysuzlaşır)



1. Rent is our biggest expense. (Kira en büyük harcamamız) 2. A powerful computer is worth the expense if you use it regularly. (Kuvvetli bir bilgisayar, eğer düzenli kullanıyorsan, fiyatına değer) 3. The company pays all our expenses.(Şirket tüm harcamaları karşılamaktadır) a conclusive proof that he was the murderer (Katilin o olduğuna ilişkin kesin, kat’i, son, nihai kesin bir kanıt) conclusive evidence (kesin / nihai kanıt) Annual rainfall was lower last year than ever before. (Yıllık düşen Yağış miktarı yağış miktarı geçen yıl daha önce olmadığı kadar azdı) 1. I’m not sure how they are able to afford such expensive holidays. 1.güç yetirebilmek (ekonomik) (Böylesi pahalı tatillere nasıl güç yetirebiliyorlar emin değilim) 2.sağlamak, temin etmek 2. The vaccination also affords protection against polio. (Aşı aynı zamanda çocuk felcine karşı koruma sağlar) acquire a bad reputation (kötü bir şöhret kazanmak.) 1. elde etmek, edinmek, Any drug user who shares a needle is at risk of acquiring AIDS. (Tek almak, kapmak. iğneyi paylaşan herhangi bir uyuşturucu kullanıcısı AIDS kapma riski 2. kazanmak altındadır) 1.harcama (expenditure) 2.eder, paha, fiyat (cost) 3.harcama, gider (çoğul, -s) (expenditure)



Uygulamak, tatbik etmek (do, perform, accomplish) 1.Gözden kaybolmak (disappear) vi 2.yok olmak (become extinct)



3 phv



2



He possesses two cars. (İki arabası var.) They do not possess the necessary technical knowledge. (Gerekli teknik bilgiye sahip değiller.) 1. That temper of yours is going to get you into trouble. (Senin bu çabuk öfkelenme huyun başını belaya sokacak) 2. He seems to be in a good temper. (Havasında gözüküyor) 3. be in a temper: He doesn’t mean what he says when he’s in a temper (Öfke nöbetine girdiğinde söylediklerinde aslında öyle demek istemiyordur) have a short temper: He’s not a bad boss, but he has a short temper. (Kötü bir patron değil ama çabuk öfkeleniyor) get/fly into a temper: When she refused to help, he flew into a temper. (Yardım etmeyi reddedince öfke krizine girdi) She hardly ever lost her temper. (Hiç öfkeye kapılmaz) 1.Their idealism is tempered with realism. (İdealizmleri realism ile dengeleniyor) hot, sunny days tempered by a light breeze (hafif bir rüzgarla etkisi azalmış sıcak, güneşli günler) He was out of temper. (Öfkeden deliye dönmüştü)



vt



Kötüleşmek (worsen)



3



v



1.bir suç vs işlemek 2.söz vermek 3.zorlamak, mecbur etmek (oblige, compel) 4.uzun vadeli bir ilişkiye kara vermek 5.cezaevine/hastaneye/tımarhaneye yollamak […SB to SW]



3



n



Bir şeyin noksanlığı, eksikliği / -sizlik



1.She carried out a new scheme. (Yeni bir projeyi tatbik etti) 1.One moment she was there, the next she got vanished. (Bir an oradaydı, sonra yok oluverdi) 2. Humanitarian ideals seem to have totally vanished. (İnsancıl idealler tümüyle yok olmuş gözüküyor) The weather deteriorated rapidly so the game was abandoned. (Hava hızla bozdu/kötüleşti bu yüzden oyun terkedildi) 1.Commit a crime / suicide / murder / a robbery (Bir suç işlemek / intihar etmek / cinayet işlemek / bir soygun yapmak), 2. I do not want to commit to any particular date. (Herhangi bir tarih için söz vermek istemiyorum) 3.The agreement commits them to a minimum number of performances per year. (Anlaşma onları her yıl minimum bir rakama mecbur diyor) 4.He’s not ready to commit. (Henüz ciddi bir ilişkiye karar vermeye hazır değil) 5. The judge committed the men to prison for contempt of court. (Yargıç adamları mahkemeye saygısızlıklarından dolayı hapse yolladı) lack of support (destek yoksunluğu) lack of interest (Ilgisizlik)



18



submit



sıbmit



find out retirement



ritayırmınt



v



1. teslim etmek (put forward, present) 2. teslim olmak (surrender, give in) 3. (kanun vs) uymak 4. ifade vermek (mahkeme vs)



3



v



1.öğrenmek, farketmek (realize, learn, discover) 2 ortaya çıkarmak (reveal, expose, uncover, unmask)



1



n



emeklilik



3



board



bo:rd



3



n



1.tahta 2.ilan tahtası (pano) 3.(yönetim) kurulu 4.yemek (otel vs gibi yerlerde)



adequate



e:dikvıt



3



adj



yeterli, kafi (enough, sufficient)



approximately



ıpraksimıtli



2 adv Yaklaşık (roughly)



vague



veig



2



adj



audience



Oğdiıns



3



n



Dinleyici, seyirci vs.



3



ph



Hedef kitle



1.zorunlu, çok önemli (vital, crucial, essential, adj necessary) 2.emredici (grammar vs)



target audience imperative



imperıtiv



.



imperative



imperıtiv



.



draft



dra:ft



2



draft scholarship



skalırşip



redundant



ridandınt



to be made redundant



n



1.belirsiz, net olmayan, bulanık, şüpheli



zorunluluk



1. The plans will be submitted next week. (Planlar gelecek hafta teslim edilecek) 2. In the end, they submitted to the Americans. (Sonunda Amerikalılara teslim oldular) 3. All countries in the European Union must submit to its laws. (Avrupa Birliğindeki tüm ülkeler onun kanunlarına uymak zorundadır) 1. We may never find out the truth about what happened. (Ne olduğu hakkındaki gerçeği asla öğrenemeyebiliriz.) 2. It was only a matter of time before someone found him out. (Birisinin onun ne menem birisi olduğunu ortaya çıkarması artık sadece bir an meselesiydi) Bob plans to take retirement at age 50. (Bob 50 yaşında emekli olmayı planlıyor) 2.The train station has an electronic board showing all departure times. (Tren istasyonu tüm kalkışları gösteren elektronik bir ilan panosuna sahip) 3.The local school board is trying to raise teachers’ salaries. (Yerel okul yönetim kurulu öğretmenlerin maaşlarını arturmaya çalışıyor) 4. She gets £70 a week plus board and lodging. (Haftada 70 Sterlin alıyor, artı yemek ve yatacak ) The big house is perfectly adequate for just the two of us. (Büyük ev sadece ikimize tam anlamıyla kafi gelir) Approximately 60000 people filled the stadium. (Yaklaşık 60000 insan stadyumu doldurdu) Witnesses gave only a vague description of the driver. (Tanıklar sürücünün sadece belirsiz bir eşkalini verdiler.) She would be addressing an audience of three thousand teachers. (Üç bin öğretmenden oluşan bir dinleyici grubuna hitap ediyor olacaktı) Our target audience has always been the affluent under 30s. (Bizim hedef kitlemiz her zaman 30 yaşın altındaki varlıklı insanlar olmuştur) Long-term investing is risky, and careful planning is imperative. (Uzun vadeli yatırım yapmak riskli, ve dikkatli planlama yapmak zorunludur.) Solidarity between rich and poor nations is a moral imperative. (Zengin ve yoksul arasındaki dayanışma bir ahlaki zorunluluktur.)



1.taslak, müsvedde (outline) I showed David a draft of the letter and he suggested a few changes. 2.askere alma (conscription) (Mektubun taslağını David’e gösterdim, bir kaç değişiklik tavsiye etti) 3.içki 1.The government’s first task was to draft a new constitution for the 1.taslak çıkarmak country. (Hükümetin ilk işi ülke için yeni bir anayasa taslağı 2 v 2.askere almak (into) hazırlamak oldu) 2.He was drafted into the army in 1942. (Orduya 1942’de alındı) 1. She won a scholarship to Oxford. (Oxford için bir burs kazandı) 1.burs 1 n 2. The universities have a tradition of specialized scholarship. 2.ilim, akademik çalışma (Üniversiteler ihtisaslaşmış ilmi çalışma geleneğine sahiptirler) Fazlalık (superflous), Computers have made our paper records redundant. (Bilgisayarlar 2 adj gereğinden fazla, gereksiz kağıt kayıtlarımızı gereksiz yaptı) (unnecessary) redundant workers (fazlalık olan işçiler) 5,000 miners were made redundant when the tin market collapsed. 2 İşten çıkarılmak (Teneke piyasası çökünce 5000 madenci işten çıkarıldı) n



19



kampınseyşın



2



n



tazminat (damages)



contributions



Victims of the world’s largest industrial accident were paid $470 million compensation. (Dünyanın en büyük endüstri kazasının kurbanlarına 470 milyon dolar tazminat ödendi) 1.a flexible rubber strip (esnek bir plastik/silgi dilimi) 1.elastik, esnek 2 adj fleksıbıl 2.A more flexible approach to childcare arrangements is needed. 2.esnek, uyum sağlar (Çocuk bakıcılığı düzenlemelerine daha esnek bir yaklaşım gerekmekte) Stronger measures have to be taken to bring down unemployment. Önlem almak (İşsizliği azaltmak için daha kuvvetli tedbirler alınmak zorunda) This programme could not have been successful without Ken’s valuable 1.Katkı kantribyuşın 3 n contribution. (Bu program Ken’in kıymetli katkıları olmaksızın – 2.gazete’de makale vs. muhtemelen- başarılı olmazdı.) Kesinti, sonraki bir yarar için Pension contributions have risen steadily over the last few years. kantribyuşın 3 n düzenli ödenen para (Emeklilik kesintileri son yıllarda düzenli olarak yükselmiştir)



scenery



si:nıri



1



n



1.doğal manzara 2.tiyatro dekor



threat



thret



3



n



1.tehdit (warning, menace) 2.tehlike (danger, hazard)



n



1. yapı, inşaat. 2. yorum, tefsir. 3. dilbilgisi yapı 4. geometri çizim.



compensation flexible take measures contribution



construction



kınstrakşın 3



concrete



kankri:t



1. somut. 2 adj 2. beton.



willing



willing



3



adj



1.gönüllü, hevesli (keen) 2.içten (ready)



1.geçmek, sollamak (pass) 2.geçmek



overtake



ovırteyk



take over



teyk ovır



undertake



andırteyk



2



v



evolution



i:vulu:şın



2



n



Evrim (development)



3



n



Sonuç (result, ending)



outcome



1



v



1.kontrolünü almak (conquest) 2.yerini almak, devralmak



1.üzerine almak, üstlenmek 2.bir işe başlamak 3.söz vermek



1. Switzerland has some spectacular scenery. (İsviçre bazı harikulade manzaralara sahiptir) 1. He had received death threats. (Ölüm tehditleri almıştı) 2.a threat to freedom/democracy (demokrasiye / özgürlüğe bir tehdit/tehlike) He saw the other man as a real threat to his marriage. (Diğer adamı evliliği için bir tehdit/tehlike olarak görüyordu) 1. He works in construction. (İnşaat işinde çalışıyor) The dam is still under construction. (Baraj hala inşa halinde/yapım aşamasında) The cathedral is a fantastic modern construction. Katedral harika bir modern yapı) 2. We both heard what he said, but she put quite a different construction on it. (İkimiz de ne dediğini işittik ama o (bayan) sözü epey farklı bir yorumladı.) 3. difficult grammatical constructions (zor gramatik yapılar) 1. Do you have any concrete evidence to support these allegations? (Bu varsayımları desteklemek için herhangi bir somut kanıtınız var mı?) 2. ugly concrete tower blocks (çirkin beton kule şeklinde bloklar) 1.Try not to seem too willing to help. (Yardım etmeye çok hevesli değilmişsin gibi gözükmeye çalış) 2. a willing helper/partner/volunteer (içten bir yardımcı/ortak/gönüllü) 1.That’s a dangerous place to overtake. (Sollamak için tehlikeli bir yer) 2. The women students seem to be overtaking the men. (Bayan öğrenciler erkekleri geçmiş gözüküyor) Sales look like overtaking last year’s total. (Satışlar geçen yılın toplamını sollamış gibi gözüküyor) 1. Gibraltar was taken over by Spain in 1462. (Gibraltar’ın kontrolü 1462’de İspanya’nın eline geçti) 2. Can you take over the cooking while I walk the dog? (Ben köpeği gezdirirken sen pişirme işini devralır mısın?) 1. The court will undertake a serious examination of the case. (Mahkeme davanın ciddi bir incelenmesini üstlenecek) 2. It is one of the largest dam projects ever undertaken. (Bu şimdiye kadar başlanan en geniş baraj/set projelerden biri) 3. To join the club, you have to undertake to buy a minimum of six books a year. (Kulübe katılmak için, yılda en az 6 kitap almayı taahhüt etmelisin) The new fossil finds may tell us more about human evolution. (Yeni fosil bulguları bize insanlığın evrimi hakkında daha fazla bir şeyler söyleyebilir) A second game will be played to determine the outcome. (İkinci bir oyun sonucu saptamak için oynanacak)



20



on account of



3



on no account



3



basin



beysin



chamber



çembır



chiefly



çi:fli



adjust



ıcast



adjust to ST / doing ST alter



oltır



2



n



-den dolayı, yüzünden (owing to, because of, due to, through) asla, katiyen (by no means, under no circumstances, in no way) 1. leğen [BrE] 2. liman, havuz. 3. havza. 4. çukur, havza (sink)



She can’t work much on account of the children. (Çocuklar-ı yüzünden çok çalışamıyor) On no account should the soldiers be blamed for what happened. (Hiçbir surette askerler olanlardan dolayı suçlanmamalı) 2.a yacht basin (bir yat limanı) 3.the Amazon Basin (Amazon Havzası) 4.the Pacifik Basin (Pasifik Havzası / Çukuru)



1.a burial chamber (bir defin odası) gas chamber (gaz odası) 2. The members left the council chamber. (Üyeler konsey kamarasını terkettiler) The senate / House chamber (Senato /Meclis Kamarası) 3. the chambers of the heart (kalp boşluğu) the chamber of a gun (bir 2 n silahın mermi yatağı) the rocket’s combustion chamber (roketin yanma boşluğu/odası) 4.They found themselves in a vast underground chamber. (Kendilerini geniş bir yer altı boşluğunda buldular) başlıca, çoğunlukla, daha çok We are chiefly concerned with improving educational standards. (Biz 1 adv (primarily, mainly) çoğunlukla eğitim standartlarını geliştirmeyle ilgileniyoruz) 1. oda (room) 2. kamara, yasama meclisi (assembly room) 3. makine,insan, bitki vs. yatak, boşluk, bölme (hollow) 4. kapalı boşluk (hollow) 5. yatak odası, özel oda [eski]



2



v



2



v



2



ayar etmek, ayarlamak (regulate) [bir şeye, bir şey yapmaya] alışmak (get used to, become accustomed to)



v



1. değiştirmek (change, modify) 2. değişmek.



degrade



digreyd



.



v



1. aşağılamak (disgrace) 2. bozmak (decay) 3.bileşenlerine ayırmak [kimya]



competence [+in]



kampitıns



2



n



1. yeterlik, kifayet 2. yetenek. 3. ehliyet, yetki.



consistent



kınsistınt



2



catastrophe



kıte:strıfi



.



exceed



iksi:d



2



exceedingly



iksi:dingli



entirely



intayırli:



adj tutarlı. n



afet, felaket (disaster)



geçmek, aşmak. fazlasıyla, çok, son derece . adv (extremely) büsbütün, tamamıyla, 3 adv tamamen. (completely) v



Watch out for sharp bends and adjust your speed accordingly. (Keskin virajlara dikkat et ve hızını duruma göre ayarla) It took her a while to adjust to living alone after the divoce. (Boşanmadan sonra yalnız yaşamaya alışması biraz zaman aldı) 1. Nothing can alter the fact that we are to blame. (Hiçbir şey bizim suçlanmamız gerektiği gerçeğini değiştiremez) 2. Property price did not significantly alter during 1999. (Emlak fiyatları 1999 yılı müddetince önemli bir miktar değişmedi.) 1.This poster is offensive and degrades women. (Bu poster saldırgan ve kadınları aşağılıyor.) 2. Under no circumstances can the quality of nursing be allowed to be degraded. (Hiçbir koşulda hemşireliğin kalitesinin bozulmasına izin verilemez) 1.to gain a high level of competence in English (İngilizce’de yüksek bir seviyede yeterlik kazanmak) 2.The syllabus lists the knowledge and competences required at this level. (Özet, bu seviyede gerekli olan bilgi ve yeteneği listelemektedir.) 3.the competence of the court (mahkemenin yetkisi / ehliyeti) She is not very consistent in the way she treats her children. (Çocuklarına davranış biçiminde tutarlı değil) Early warnings of rising water levels prevented another major catastrophe. (Su seviyesi yükselmesi hususndaki erken uyarı diğer bir büyük felaketi engelledi) The price will not exceed $100. (Fiyat 100$ aşmamalı) You are extremely old. (Sen son derece yaşlısın) That’s an entirely different matter. (Bu tamamiyle başka bir mesele)



21



divide



divayd



divide ST up/out



3



v



3



v



1. bölmek, ayırmak (split, separate) 2. bölünmek, ayrılmak [+between/among SB] paylaştırmak, üleştirmek, taksim etmek (share) İkna etmek



persuade



pırsweyd



3



v



struggle



stragıl



2



v



1.çabalamak [+for] 2.güçlükle ilerlemek 3.ile/karşı mücadele etmek (with/against)



struggle



stragıl



2



n



1.çaba, mücadele [+for] 2.güçlük, zorluk



appropriate



ıproupriıt



2



adj



Uygun (suitable) [+for] (OPP inappropriate)



appropriate



ıproupriyeyt



.



v



1.Kendi çıkarına kullanmak 2.ayırmak, tahsis etmek



intuition



intyuşın



.



n



1.Sezgi, iç güdü (instinct) 2.his



reluctant



rilaktınt



2



implement



implımınt



2



burn



börn



3



delighted with dilaytid



assess



ıses



integrate



intigreyt



considerate



kınsidırıt



adj gönülsüz, isteksiz.



vt



yerine getirmek, uygulamak, yapmak (carry out, do) (yasa, karar v.b.'ni) yürürlüğe koymak (put into practise)



1.The issue has divided the country. (Mesele ülkeyi böldü) 2.The cells began to divide rapidly. (Hücreler hızla bölünmeye başladı) Jack divided up the rest of the cash. (Jack paranın geri kalanını paylaştırdı / dağıttı) We divided the work between us. (İşi aramızda paylaştık) Please try to persuade him. (Lütfen çabala ve onu ikna et) 1. A country struggling for independence (bağımsızlık için çabalayan bir ülke) 2. Paul struggled out of his wheelchair. (Paul çabalayarak tekerlekli sandalyesinden çıktı) 3. He struggled against cancer for two years. (İki yıl boyunca kanserle mücadele etti / kansere karşı savaştı) 1.a struggle for freedom (bir özgürlük mücadelesi) 2.It was a real struggle to be ready on time. (Zamanında hazır olmak gerçek bir zorluktu) Jeans are not appropriate for a formal party. (Kot resmi bir parti için uygun değildir) 1.He was accused of appropriating club funds. (Klüp parasını kendi çıkarına kullanmakla suçlanıyor.) 2.Five million dollars has been appropriated for research into the disease. (Beş milyon dolar hastalık hakkındaki araştırmaya tahsis edilmiştir.) 1.Intuition told her that he had spoken the truth. (Sezgileri adamın doğruyu söylediğini söylüyordu) 2.I had an intuition that something awful was about to happen. (İçimde kötü bir şeyler olmak üzere olduğuna dair bir his vardı) She was reluctant to discuss the case in any detail. (Meseleyi herhangi bir şekilde teferruatıyla tartışmak hususunda isteksizdi) Attempts to implement change have met with strong opposition. (Değişiklik yapma teşebbüsleri sert muhalefetle karşılaştı) The agreement was signed but its recommendations were never implemented. (Anlaşma imzalandı ama tavsiyeleri asla yerine getirilmedi)



yanmak; yakmak (be on fire) Demonstrators burned flags outside the embassy. (Göstericiler elçilik ; (destroy by fire) önünde bayrak yaktı) We’re delighted with our new grandson. (Yeni torunumuza çok -e çok sevinmiş, ile mutlu (+ sevindik) 3 adj I was delighted to see my old friends again. (Eski arkadaşlarımı with) (+ to do) yeniden görmekten dolayı mutluydum.) 1. değer biçmek, kıymet 1.He assessed their house at ten thousand dollars. (Evlerine on bin takdir etmek (measure) dolar değer biçti.) 2. (para miktarını) tayin 2.Have you assessed the amount of the damage? (Zararın miktarını 2 vt etmek, hesaplamak hesapladınız mı?) 3. değerlendirmek, bir şeyin 3. We tried to assess his suitability for the job. (İşe uygunluğunu niteliğini tayin etmek değerlendirmeye çalıştık) (evaluate, judge) 1.They have not made any effort to integrate the local community. 1. bütünlemek/bütünleşmek (Yerel topluluk ile bütünleşmek için hiç bir çaba göstermediler) 2 v 2. [+with] ile birleştirmek. 2.These programs can be integrated with your software. (Bu 3. [+into] -e katmak programlar senin yazılımın ile birleştirilebilir.) 3.He integrated the letters into his book. (Mektupları kitabına kattı.) It was very considerate of you to include me. (Beni dahil etmen çok . adj Düşünceli, nazik (thoughtful) düşüncelice bir davranıştı.) v



22



1.The tests confirm the existence of a brain tumour. (Testler bir beyin tümörünün varlığını doğruluyor.) 3 n 2. We led a poor but happy enough existence as children. (Biz çocukken fakir fakat yeterince mutlu bir yaşam sürdük) We felt her absence. (Yokluğunu hissettik.) 3 n yokluk; bulunmama He returned after an absence of five months. (Beş aylık bir aradan sonra döndü.) 1. When confronted with the documents, Hunter admitted the charges against him.(Belgeler kendisine sunulunca, Hunter aleyhine yapılan 1. [with] belgeleri gösterip suçlamaları kabul etti) yanıt istemek 2. The guard on duty was confronted by an armed man.(Görevli 2 vt 2. karşısına çıkmak; önünü korumanın silahlı bir adam tarafından önü kesildi) kesmek. 3. Can you confront such dangers? (Böyle tehlikelerle yüzleşebilir 3. yüzleşmek (deal with) misin?) The problems confronting the church (Kiliseyi bekleyen problemler-kilisenin yüzyüze olduğu sorunlar) 1. We had an anxious few moments while the results were coming through. (Sonuçlar gelmeye başladığında endişeli bir kaç dakika 1.endişeli, gergin, tasalı. yaşadık) 2 adj 2.sabırsız, çok istiyor (eager) 2. We’re anxious to hear from anyone who can help. (Sabırsızlıkla 3.tedirgin (nervous) yardım edebilecek birinden haber bekliyoruz) 3. His silence made me anxious. (Sessizliği beni tedirgin etti) 1.Cennet (Tanrı ve 1. Christians believe that Jesus ascended into Heaven. (Hristiyanlar meleklerin yaşadığı yer) Hz. İsa’nın cennete/göğe yükseldiğine inanırlar.) 2 n 2. literary Tanrı 2. I pray to Heaven. (Allah’a ibadet/dua ederim) 3.plural gökler 3. The heavens shook with thunder. (Gökler gökgürlemesiyle sarsıldı) 1. varlık, varoluş. 2. hayat, yaşam.



existence



igzistıns



absence



e:bsıns



confront



kınfrant



anxious



engkşıs



heaven



hevın



rebel



rebıl



rebel



rebıl



rebel



ribel



.



v



mine



mayn



1



n



1



v



3



n



etki, tesir, nüfuz (effect)



3



v



etkilemek, tesir etmek (affect)



mine [mining]



influence



influıns



influence



r



n



Asi (mutineer)



adj Asi, isyan etmiş, isyankar



recognize



rekıgnayz



3



v



aircraft



eırkra:ft



2



n



germinate



cörmıneyt



.



v



[against] İsyan etmek (rise up) 1. maden, maden ocağı. 2. hazine, kaynak. 3. askeri mayın. 1. madencilik kazıp çıkarmak. 2. askeri mayın döşemek, mayınlamak.



1. tanımak 2. kabul etmek, haklı bulmak. (önemini, gerçekliğini, değerini) anlamak. (accept) 3. onaylamak, tanımak. 4. takdir etmek uçak; uçaklar. (plane) (tohum) çimlenmek; (bitki) tohum verme



Fighting between the rebels and government troops continues in the north. (Hükümet birlikleri ile asiler rasındaki çatışma kuzeyde devam ediyor) a rebel leader/general (isyan etmiş bir lider / general) rebel forces/troops (isyan kuvvetleri / birlikleri) The town fell into rebel hands. (Kasaba asilerin eline geçti) When senior army officers rebelled, the President was forced to flee the country. (Kıdemli ordu subayları isyan edince, başkan ülkeden kaçmaya mecbur oldu) 2. The Internet is a mine of information on gardening. (İnternet bahçıvanlık bilgisi hakkında (adeta) bir madendir) 1.People still mine for coal in this area. (İnsanlar bu alanda hala kömür madenciliği yapıyorlar/kömür madeni için kazı yapıyorlar.) 2.The road was heavily mined. (Yol yoğun biçimde mayınlanmış.) Without his famous father’s influence, he would never have got the job. (Meşhur babasının nüfuzu olmasaydı, bu işi asla alamazdı) Research has shown that the weather can influence people’s behaviour (Araştırmalar havanın insan davranışlarını etkileyebildiğini göstermiştir) 1. I hardly recognized you with a beard! (Seni sakallı tanıyamadım) 2. The importance of Michael’s contribution is generally recognized. (Michael’ın katkılarının önemi genellikle kabul edilir) 3. Many countries refused to recognize Macedonia. (Pek çok ülke Makedonya’yı tanımayı reddetti) 4. Today, her achievement was recognized with a civic reception. (Bugün, onun başarısı bir halk töreni ile takdir edildi) military/commercial aircraft (askeri / ticari uçak) It’s been too cold for seeds to germinate properly. (Hava tohumların çimlenmesi için çok soğuk) -LITERARY- A sense of unease began to germinate in the group. (Grupta bir huzursuzluk hissi yeşermeye başladı)



23 kelimesi kelimesine, harfi harfine, lafzî



literal



lit(ı)rıl



1



adj



literature



litrıçır



3



n



literary



litrıri



2



adj



literate



litırıt



.



adj okuryazar. (OPP illiterate)



appraisal



ıpreyzıl



1



crucial



kru:şıl



3



estimate



estimıt



3



n



estimate



estimeyt



3



v



kamın



1. müşterek, ortak; beraber yapılan (shared) 2. yaygın, sıkça rastlanan 3 adj (widespread, usual) 3.adi, bayağı, basit 4.sıradan, normal (ordinary)



common



in common



n



yazın, edebiyat. yazınsal, edebi. / edebiyata ait değerlendirme, kıymet takdir etme. (assessment, evaluation)



adj çok önemli, can alıcı, kritik.



1. tahmin, kestirme (guess) 2. tahmini hesap (costing)



tahmin etmek, kestirmek. (guess, assess)



Ortak, müşterek, benzer, gibi



3



1. ani; beklenmedik. (sudden) Adj 2. ani ve nezaketsiz. (rude) 3. dik, sarp. (sharp)



abrupt



ıbrapt



grasp



gra:sp



2



v



1.sıkıca tutmak 2.anlamak, kavramak



fortress



fortrıs



.



n



kale



n



1.Posta, mektup (mail) 2.direk, kazık (goalpost=kale direği) 3.memuriyet-makam (job) 4.karakol, polis noktası, ordugah vs. 5.bitiş (at yarışı)



v



1.mektup postalamak 2.afiş asmak, ilan etmek (post up) 3.konumlandırmak (station)



post



post



poust



poust



3



2



1. He is clearly not using the word ‘dead’ in its literal sense. (Açık ki “ölü” sözcüğünü kelime anlamıyla kullanmıyor) a literal translation (bir kelimesi kelimesine çeviri) She is studying German language and literature. (Alman dili ve edebiyatında okuyor) a respected literary critic (saygın bir edebiyat eleştirmeni) She is not a literary writer. (O bir edebiyat yazarı değil) Only 20 per cent of women in the country are literate. (Ülkedeki kadınların sadece %20’si okur yazar) a critical appraisal of the government’s economic strategy (hükümetin ekonomik stratejisinin önemli bir değerlendirmesi) Experience is, of course, a crucial factor in deciding who would be the best person for the job. (Tecrübe, tabii ki, kimin işe en uygun kişi olduğuna karar vermede çok önemli bir etken) The figure mentioned is a very rough estimate. (Zikredilen rakam hayli kabaca bir tahmin) 2. The committee are currently getting estimates for repairs to the stonework. (Komite şu anda taş işçiliğinin tamirinin tahmini hesabını yapıyor) It’s difficult to estimate the cost of making your house safe. (Evini güvenli yapmanın maliyetini tahmin etmek güç.) 1.common defense (ortak savunma) common enemy (ortak düşman) common grave (ortak mezar) common prayer (cemaat namazı / ibadeti, toplu dua) 2.a common sentiment (yaygın bir his) 3.There was something common about her. (Onda bayağı/basit bir şeyler vardı.) 4. This is true both for the philosopher and the common man. (Bu hem filozof hem de sıradan insan için doğrudur/geçerlidir) Britain, in common with other European countries, has abolished the death penalty. (Britanya, diğer Avrupa ülkeleri gibi, idam cezasını kaldırmıştır) I have nothing in common with him. (Onunla ortak hiçbir şeyim yok.) 1.Our friendship came to an abrupt end. (Arkadaşlığımız ani bir sona geldi) 2.The sales clerks were abrupt and impatient with the customers. (Satıcı tezgahtarlar müşteriler karşı nezaketsiz / dik ve sabırsızlar) 1. He grasped her firmly by the shoulders. (Onu omuzlarından sıkıca tuttu) 2. He was finding it difficult to grasp the rules of the game. (Oyunun kurallarını kavramak ona zor geliyordu) The fortress commands the shortest Channel crossing. (Kale en kısa kanal geçidine nazır durumda / bakıyor / hakim) 1.There was no post for you today. (Sana bugün posta yoktu) The letter I was waiting for wasn’t in the first post. (Beklediğim mektup ilk postada yoktu) 2. His first shot hit the post. (İlk atışı direkte patladı / direğe çarptı) 3. The Prime Minister appointed her to the post of ambassador. (Başbakan onu büyükelçilik makamına atadı) 4. a police/customs/military post (bir polis/gümrük/ordu karakolu) 5. winning post (bitiş noktası/direği) 2. The menu and prices are posted outside the door. (Menü ve fiyatlar kapının dışında ilan ediliyor) 3. Extra guards were posted at the border crossing. (Fazladan korumalar sınır geçidine yerleştirildiler)



24



discharge from



disçarc



2



ratify



re:tifay



.



ratification



re.tifikeyşın



partial



parşıl



impartial wage / wages



imparşıl weyc



wage



v



1.terhis, taburcu etmek (release) 2.dışarı vermek / açığa çıkmak (gaz, sıvı vs) 3.silah ateş almak 4.elek. deşarj olmak 5.görevini yapmak



1.The child was discharged from hospital. (Çocuk hastaneden taburcu oldu) 2.The mercury discharged from a local chemical plant. (Civa yerel bir kimyasal fabrikadan açığa çıktı)



The treaty still has to be ratified by EU heads of state. (Anlaşma hala AB ülke başkanları tarafından onaylanmak zorunda) . n Onaylama / onaylanma Ratification of a law (bir yasanın onaylanması) 1.a partial withdrawal from enemy territory (düşman hattından kısmî 1.kısmen, kısmi bir çekiliş) 2 adj 2.yanlı, taraflı 2. The referee was clearly partial towards the other side. (Hakem açıkça diğer takım lehine taraflıydı) . adj Yansız, tarafsız Judges need to be impartial. (Yargıçlar yansız olmalı) 3 n Ücret (işçiye verilen para) daily/hourly/weekly wage (günlük/saatlik/haftalık ücret) The government has pledged to wage war on drugs. (Hükümet v Savaş başlatmak / sürdürmek uyuşturucu konusunda bir savaş başlatacağına söz verdi) vt



Onaylamak (approve)



settle



setıl



3



v



1.çözüme kavuşturmak 2.tüm borçlarını ödemek 3.kesin karar vermek (decide) 4.yere düşmek-temas etmek 5.bir yere yerleşmek (stay) 6.yavaş yavaş batmak (sink) 7. rahatlatmak/rahatlatmak 8.yatıştırmak, sakinleştirmek (DOWN) (relax) 9.koymak, yerleştirmek 10.etkili olmak (OVER,ON,IN) 11.konmak 12.bakışları kilitlenmek



extent



ikstent



.



n



Derece, boyut, radde



to some/a certain/a limited extent



Kısmen, bir dereceye kadar



to a large/great extent



Çoğunlukla, büyük oranda



to a lesser/greater extent



Daha az/çok oranda



1. We are going to settle our differences. (Farklılıklarımızı çözüme kavuşturacağız) 2. The notice says he has 30 days to settle his bill. (İhbarname, faturasını ödemesi için 30 günü var diyor) 3. It was settled that they would leave before dark. (Karanlıktan önce ayrılmalarına / gitmelerine karar verildi) 4. Flakes of snow settled on the windscreen (İnce kar tabakası ön cama düştü) 5. Her relatives had come to America and settled in Boston. (Akrabaları Amerikaya gelmiş ve Boston’a yerleşmişler.) 7. I settled back into a comfortable chair and waited. (Rahat bir sandalyeye kurulup bekledim) 8. Let your stomach settle before having anything to eat. (Bırak da miden bir şey yemeden önce yatışsın) 9. He settled her pack on her back (Paketini sırtına koydu) 10. Fear settled over her heart. (Korku kalbini etkiledi) 11. A large fly settled on the bread. (Büyük bir sinek ekmeğe kondu) 12. Her eyes settled on the man in the corner (Gözleri köşedeki adamda kilitlendi) We were shocked by the extent of the damage. (Zararın boyutuyla şoke olduk) To a certain extent, I was relieved. (Bir dereceye kadar, rahatladım) The complaints were to a large extent valid. (Şikayetler büyük oranda doğru/yerinde) A child’s values come from its parents and, to a lesser extent, from its schooling. (Çocuğun değerleri ebeveyninden, daha küçük bir oranda da, okulundan kaynaklanır)



vapo(u)r



veypır



.



n



buhar (steam)



Tom rubbed the vapour from the window. (Tom pencereden buharı sildi)



deputy



depyuti



3



n



1. yardımcı, muavin 2. milletvekili (Fransa’da)



1. the deputy ambassador to Sweden (İsveç’e büyükelçi muavini)



as yet



henüz, şimdilik, şimdiye kadar



3



liaison



lieyzın



destructive



distraktiv



1



1.bağlantı, irtibat 2.gizli cinsel ilişki Yıkıcı, zararlı (zıttı adj constructive) n



A deal is still being worked out, but as yet nothing is finalized. (Bir anlaşma üzerinde hala çalışılıyor, fakat şimdilik hiçbir şey sonuçlandırılmadı) 1.There needs to be closer liaison between the various departments. (Değişik departmanlar arasında daha yakın bir irtibata ihtiyaç var) the destructive effect of unemployment on individuals (işsizliğin bireyler üzerindeki yıkıcı etkisi)



25



appeal



appeal



ıpi:l



ıpi:l



3



3



n



1. cazibe (charm) 2. yalvarış, istek, talep (plea) (make request) 3. hukuk temyiz



vt



1.yardım istemek, çağrıda bulunmak 2.çekici gelmek (appeal to) 3.temyize gitmek



-e rağmen (despite ST)



for all ST essence



esıns



in essence



2



n



Öz, esas



2



n



Özünde, esas itibariyle



generous



cenırıs



2



adj cömert



tie



tay



3



v



1.bağlamak 2.berabere kalmak



lead



li:d



3



v



1.önü çekmek, önde gitmek 2.önde olmak (oy, maç vs) 3.yönetmek



lead SO to do ST



İkna etmek, neden olmak, -e sürüklemek / götürmek



lead a … life



... bir yaşam sürmek lead a happy life: mutlu bir yaşam sürmek



kastımz customs sivılızeyşın civilization contemporary kıntemprıri



diagnose



dayıgnouz



to be in touch



taç



1.gümrük 2.gümrük vergisi Uygarlık, medeniyet 3 adj Çağdaş, modern, çağcıl 1



n



1



n



1



vt



Teşhis etmek, tanılamak Temasta olmak, görüşmeye devam etmek vs.



get in touch



Bağlantıya geçmek



keep / stay in touch



Görüşmeye devam etmek



lose touch



Artık görüşmemek



1. How do you explain the appeal of horror films? (Korku filmlerinin cazibesini nasıl açıklıyorsun?) 2.The police have renewed their appeal for help from the public. (Polis teşkilatı halktan yardım talebini yineledi) 3. Jones has been released on bail until there is an appeal. (Jones bir temyiz oluncaya kadar kefaletle serbest bırakıldı) 1.Police have appealed for witnesses to the accident. (Polis kaza tanıkları/dan yardım talep etti/ için çağrıda bulundu) As the crisis grew worse, local community leaders appealed for unity. (Kriz kötüleşince, yerel toplum liderleri birlik çağrısında bulundu) She appealed to her former husband to return their baby son. (Önceki kocasına, bebelerini iade etmesi için çağrıda bulundu) 2. The show’s direct approach will appeal to children. (Gösterinin doğrudan yaklaşımı çocuklara çekici gelecek) 3.Green’s family say they will appeal against the verdict. (Green ailesi mahkeme kararının aleyhine temyize gidecek.) For all his complaining, I think he actually liked the party. (Tüm sızlanmalarına rağmen, sanırım partiden gerçekten hoşlandı) The essence of their argument is that life cannot be explained by science. (Tartışmalarının özü şu; yaşam bilimle açıklanamaz) What she is saying, in essence, is that the law does not protect against this type of abuse. (Esas itibariyle dediği şey şu ki, kanun bu çeşit kötü muameleye karşı -bireyi- korumaz.) a generous gift (cömert bir hediye) 1.teaching how to tie a tie. (bir kravatı nasıl bağlayacağını öğretmek) This series ties together events from the past and present. (Bu dizi olayları geçmişten günümüze bağlıyor) to be tied to the home and children. (ev ve çocuklara bağlanmış olmak) 2.The game was tied 1–1 after extra time. (Ek süreden sonra maç 1-1 berabere bitti) 1.She led and the rest of us followed. (O önü çekti ve biz kalanlar – onu- takip ettik) 2.The polls show Labour leading with only 10 days left until the election. (Anketler seçime sadece 10 gün kala İşçi Partisinin önde olduğunu gösteriyor) 3. She led the software development team during the project. (Proje boyunca yazılım geliştirme takımını yönetti) The undersecretary said differences over foreign policy had led him to resign. (İkinci sekreter dış politikadaki değişikliklerin onu istifaya götürdüğünü söyledi) I am easily led. (Kolay ikna edilirim) He had always led a quiet life until he met Emma. (Emma’yla tanışıncaya dek hep sakin bir yaşam sürmüştü) A customs officer (bir gümrük memuru) the benefits of civilization (uygarlığın faydaları) contemporary urban society (çağdaş kent toplumu) These questions help doctors diagnose personality disorders. (Bu sorular doktorlara kişilik bozukluklarını teşhiste yardımcı oluyor) Scanning software can diagnose general disk faults. (Yazılımı taramak genel disk hatalarını bulabilir / teşhis edebilir) Are you still in touch with any friends from university? (Hala üniversiteden arkadaşlarınla temas halinde misin?) I must get in touch with the bank and arrange an overdraft. (Bankayla temasa geçmeli ve bir açık hesap düzenlemeliyim) They moved away five years ago, but we still keep in touch. (Onlar beş yıl önce uzağa gittiler ama biz hala temastayız/görüşüyoruz) She moved to France and we lost touch with each other. (Fransa’ya taşındı ve biz birbirimizle bağlantımızı yitirdik)



26



invade



inveyd



evacuate



ive:kyueyt



dwell



dwell



dwell on/upon ST dweller



dwelır



1.a. When did the Romans invade Britain? (Romalılar Britanya’yı ne zaman işgal ettiler?) 1.a. işgal etmek 1.b. Demonstrators invaded the government buildings. 1 v b. -e girmek, işgal etmek (Göstericiler/Protestocular hükümet binalarını işgal ettiler) 2.rahatsız etmek, saldırmak 2. Do the press have the right to invade her privacy in this way? (Basının onun mahremiyetine bu şekilde saldırmaya hakkı var mı? 1. If the alarm sounds, all students should evacuate immediately. 1. (bir yeri insanlardan vs) (Alarm çaldığında tüm öğrenciler derhal binayı boşaltmalı) 1 v boşaltmak, tahliye etmek We were all evacuated because of a bomb scare. (Bomba korkusuyla 2. (bağırsakları) boşaltmak hepimiz binadan çıkartıldık) Police evacuated nearby buildings. (Polis civar binaları boşalttı.) Bir yerde yaşamak/ikamet For ten years she dwelled among the nomads of North America. (On v etmek (reside) yıl Kuzey Amerika göçebeleri arasında yaşadı.) Bir konu üzerinde So you made a mistake, but there’s no need to dwell on it. (Öyleyse bir PhV durmak/konuşmak/düşünmek hata yaptın, ama üzerinde durmaya gerek yok) n Sakin, bir yerde ikamet eden apartment dweller (apartman sakinleri)



significant



signifikınt



3



will



will



3



poverty



Pa:vırti



2



dilemma



Di/day lemı



2



voyage



voyıc



1



racism



reysizım



1



religion



rilicın



concerning



kınsörning



odd



ad



applaud



ıplo:d



applause



ıplo:z



-willed



1.a highly significant discovery. (epey önemli bir keşif) 1.Önemli, kayda değer, hatırı Isn’t it significant that he changed his will only two days before his sayılır (important) adj death. (Vasiyetnamesini ölümünden iki gün önce değiştirmiş olması 2.manidar, anlamlı kayda değer değil mi?) (meaningful) 2. a significant smile/look (manidar bir gülümseyiş /bakış) 1.to have a strong will (kuvvetli bir iradeye sahip olmak) 1.irade n 2. My father left me the house in his will. (Babam vasiyetnamesinde 2.vasiyetname evi bana bıraktı) A strong-willed young woman (iradesi güçlü genç bir kadın) ... iradeli A week-willed greedy people (zayıf iradeli açgözlü insanlar) 1.Many elderly people live in poverty. (Birçok yetişkin insan fakirlik 1.yoksulluk, fakirlik içinde yaşamaktadır) n 2.yoksunluk, noksanlık (lack) 2.There is a poverty of colour in her work. (Çalışmalarında bir renk fakirliği var) to be in dilemma (bir ikilemde olmak) to face a dilemma (bir ikilemle n İkilem, çelişki yüz yüze kalmak) n Uzun yolculuk (deniz, uzay) An around-the-world voyage (Bir dünya turu yolculuğu)



a victim of racism (bir ırkçılık kurbanı) the Christian/Hindu/Muslim religion (Hıristiyan / Hindu / Müslüman 3 n din dini) Hakkında (about, regarding, a newspaper article concerning the problems of overcrowded cities 2 pre related to) (aşırı kalabalık şehirlerin problemleriyle alakalı bir gazete makalesi) 1.Harry’s behaviour did seem a little odd. (Harry’nin davranışları biraz tuhaftı) 1.acayip, tuhaf (strange) 2. The weather will remain cloudy with odd showers here and there. 2.seyrek (occasional) (Hava sağda solda seyrek sağanak yağışlarla birlikte bulutlu olacak) 3.çeşitli 2 adj 3. The file was stuffed with notes and odd bits of paper. (Dosya notlar 4.tek sayılar (OPP even) ve çeşitli kağıt parçacıklarıyla tıka basa doluydu) 5.bir çiftin teki 4. 1,3,5,7 are odd numbers. (1,3,5,7 tek sayılardır.) 6.yaklaşık (rough) 5.odd socks/shoes/gloves (tekeç çoraplar/ayakkabılar/eldivenler) 6. He must be sixty odd. (Yaklaşık altmış olmalı) They have been applauded for their humanitarian work in Ethiopia. . v alkışlamak (clap) (Etiyopya’daki insancıl çalışmalarından dolayı alkışlandılar) Her speech drew enthusiastic applause. (Konuşması çılgın bir alkış . n alkış aldı) n



ırkçılık



27



onward/s



anwırdz



-den buyana, -den sonra 2 adv [time/event+onward(s)]



diversity



dayvörsıti



2



n



çeşitlilik, farklılık.



client



klayınt



3



n



müşteri.



intelligence



intelicıns



2



n



1. akıl, zekâ, anlayış. 2. haber, bilgi. 3. istihbarat.



fasten



fa:sın



1



v



bağlamak; tutturmak; bağlanmak; tutturulmak.



loosen



lu:sın



mandatory



mendıtıri



uneasy



an iğzi



ridiculous



ridikyulıs



fragile



frecıl



From then onwards, everything between them changed. (O zamandan bu yana, aralarındaki herşey değişti) Most nights are busy from about 7 pm onwards (Çoğu geceler yaklaşık 19:00 ‘dan sonra yer yok / yoğun) A great/wide/rich diversity of opinion (Geniş / zengin bir fikir çeşitliliği) She advises clients on their investments. (Müşterilere yatırımları hususunda tavsiyelerde bulunur) 1. a person of average intelligence (ortalama zekada bir insan) 2. The satellite could also be used to gather intelligence. (Uydu aynı zamanda bilgi toplamak içinde kullanılabilir) 3. the chief of military intelligence (askeri istihbaratın şefi) Please keep your seatbelts fastened while the seatbelt light is on. (Lütfen emniyet kemeri lambası açık olduğu müddetçe emniyet kemerlerinizi bağlı tutunuz)



The country will loosen currency controls to encourage spending abroad. (Ülke yurdışı harcamalarını artırmak için para kontrolünü . v gevşetmek gevşetecek) I’d eaten so much I had to loosen my belt. (O kadar yemiştim ki kemerimi gevşetmek zorunda kaldım) zorunlu, gerekli.(imperative) It’s mandatory to wear a seat belt in the UK (İngiltere’de emniyet 1 adj (opp voluntary) kemeri takmak mecburidir) There has always been an uneasy relationship between workers and 1 adj gergin, endişe verici management. (İşçiler ve idareciler arasında her zaman gergin bir ilişki vardır) 1.She looks absolutely ridiculous in that hat.(Bu şapkayla kesinlikle 1. gülünç. 2 adj çok gülünç gözüküyor) 2. tuhaf, saçma 2. Don't be ridiculous!(Gülünç olma!=Saçmalama!) kolay kırılan, kırılgan. 1. Most of the exhibits are too fragile to be sent abroad. (Sergilerin 1 adj (breakable) çoğu yurtdışına gönderilemeyecek kadar kırılgan) 2.hassas (delicate) 2.A fragile ceasefire is now in place. (Şimdi hassas bir ateşkes var)



recover



rikavır



3



v



cure



kyuğr



2



n



1. yeniden ele geçirmek, geri almak, yeniden bulmak. 2. telafi etmek. 3. iyileşmek. 4. kendine gelmek, toparlanmak 1. tedavi, sağaltım. 2. çare, derman, ilaç. 1. iyileştirmek, tedavi etmek 2. –e çare / derman olmak 3. tütsülemek; tuzlamak; kurutmak. (balık, et vs) (smoke, dry, salt, preserve)



cure



kyuğr



1



n



misconception



miskınsepşın



.



n



Yanlış/basmakalıp düşünce/kanı



concept



kansept



3



n



1. kavram 2. görüş, fikir.



1. The thieves were caught, but many of the items were never recovered. (Hırsızlar yakalandı ama bir çok mal asla geri alınamadı) 2.They need to sell a million copies to recover their costs. (Harcamalarını telafi etmek için bir milyon kopya satmaları lazım) 3.I haven’t fully recovered from that flu I had. (Daha kaptığım nezleden tam iyileşmedim) 4. The housing market appears to be recovering from the recession. (Emlak piyasası ekonomik durgunluktan kurtuluyor gözüküyor) Doctors say there are several possible cures. (Doktorlar bir kaç muhtemel tedavi var diyorlar) 1.Many formerly fatal diseases can now be cured. (Daha once ölümcül olan pek çok hastalık şimdi tedavi edilebiliyor) 2. Better quality control might cure our production problems. (Daha iyi kalite kontrolü üretim problemlerimize çare/derman olabilir) a common/popular misconception (yaygın / popular bir yanlış kanı) the misconception that men prefer slim women (erkeklerin zayıf kadınları tercih ettiği basmakalıbı) 1.Some students failed to grasp even the simplest mathematical concepts. (Bazı öğrenciler en basit matematik kavramlarını bile anlamakta başarısız oluyorlar) 2. a new concept in fast food (fast foodta yeni bir düşünce)



28



1.She has played with great consistency all season. (Tüm sezon büyük 1. tutarlılık, insicam. bir tutarlılıkla oynadı) kınsistınsi 1 n consistency 2. kıvam; koyuluk; yoğunluk. 2.Beat the ingredients together to a cream consistency. (Malzemeleri bir krem kıvamına gelinceye kadar birarada çırp) 1.She shook her head in negation. (Olumsuz manada başını salladı) 1. ret, inkâr. . n nigeyşın 2.This political system is the negation of democracy. (Bu siyasi sistem negation 2. tam zıt, ters demokrasinin taban tabana zıttı) 1.the proportion of births to population (nüfusa göre doğum oranı.) 1. oran, orantı Only a small proportion of graduates fail to find employment.(Sadece (percentage) küçük oranda bir mezun iş bulmada başarısız oluyor) 3 n prıporşın 2. orantılı, uygun olma proportion 2. Everything about the room is beautifully in proportion. (Odadaki [in+] her şey güzelce orantılı/uyum içinde) 3. çoğul boyutlar. 3. a chair of graceful proportions (zarif ebatta bir sandalye) devamlı (permanent) Plastic containers are indestructible (Plastik kaplar kırılmaz / uzun indestructible indistraktıbıl . adj kırılmaz, yok edilemez ömürlüdür) (unbreakable) Those in favour of the motion, please raise your hands now. (Hareketi lehine, destekleyenler in favour / favor of destekleyenler, lütfen şimdi ellerinizi kaldırınız) 1.The delay might actually work in our favour. (Gecikme gerçekte 1.falanın lehine lehimize işleyebilir) in someone’s favour 2.falanın adına (çek vs) 2. He had tricked her into writing a cheque in his favour. (Adına bir çek yazarak onu dolandırmıştı)



earnest



ö:rnist



last



la:st



3



v



lasting



la:sting



1



adj



fierce



fiırs



2



adj



bold



bould



2



adj



remind



rimaynd



3



v



recall



riko:l



3



v



annoy



ınoy



2



v



bother



badhır



3



v



rival



rayvıl



2



n



an earnest young man (ciddi-samimi genç bir adam) earnest discussions (ciddi-derin tartışmalar) 1. The noise lasted until dawn the next morning. (Gürültü ertesi 1. sürmek, devam etmek. sabahın safağına kadar sürdü) 2. dayanmak. 2. The water won’t last long. (Su çok dayanmayacak) 3. tükenmemek, yetmek. 3. I doubt whether our money is going to last out. (Paramızın yetip yetmeyeceğinden kuşkuluyum) Kalıcı, uzun süreli He left a lasting impression on everyone who met him. (Tanıştığı (permanent) herkes üzerinde kalıcı bir tesir bırakır) 1.A fierce storm forced the crew to abandon the yacht. (Şiddetli bir 1. şiddetli. (violent) fırtına mürettebatı yatı terketmeye zorladı) 2. sert, vahşi. (severe, wild) 2.a wild lion (korkunç / vahşi bir aslant) 1. I was feeling bold, so I went and asked him for more money. (Cesur 1. cesur, gözüpek; atılgan, hissediyordum ve gidip daha çok para talep ettim) cüretli. 2. The most important items are listed in bold type. (En önemli 2. matbaacılık siyah (harf). maddeler koyu harflerle listelenmiştir.)



adj ciddi, içten (serious, sincere)



hatırlatmak, anımsatmak. 1. geri çağırmak. 2.a. hatırlamak 2.b. hatırlatmak. kızdırmak, sinirlendirmek. (irritade, bother, upset) 1. canını sıkmak, rahatsız etmek 2. zahmetine katlanmak, zahmetinde bulunmak [negative or question] rakip.



Remind Jenny to bring her laptop when she comes. (Jenny’ye gelirken diz-üstü bilgisayarını getirmesini hatırlat) 1. He was recalled to the team for the match against England. (İngiltere karşısındaki maç için takımı yeniden çağırdı) 2.a. Twenty years later he could still clearly recall the event. (Yirmi yıl sonra hala olayı net bir şekilde anımsayabiliyordu) 2.b. The music recalls memories of childhood. (Müzik çocukluk anılarını anımsatıyor) I don’t dislike her, but she just annoys me sometimes. (Ondan nefret etmiyorum ama, sadece bazen beni kızdırıyor.) 1. Are the children bothering you? (Çocuklar canını sıkıyor mu?) 2. Has anyone ever bothered to ask the students for their opinion? (Herhangi biri hiç öğrencilere fikrini sorma zahmetinde bulundu mu?) Our airline is now a serious rival to many of the bigger companies. (Hava-yolumuz şimdi bir çok daha büyük şirketin ciddi bir rakibi)



29



soul



soul



3



n



judge



cac



3



n



judge



cac



3



n



1.ruh (spirit) 2.kul, kişi, kimse (person)



1. yargıç, hâkim. 2. hakem / bilirkişi.



2. I promise I won’t tell a soul. (Sözveriyorum Allah’ın hiçbir kuluna söylemem) 1The judge sentenced her to ninety days in prison (Yargış kadını 90 günlüğüne hapse mahkum etti) 2. The referee is the sole judge of the rules. (Hakem kuralların tek yargıcıdır) 3.



1. yargılamak., karar vermek 2. hüküm vermek; hükmetmek. 3. tahmin etmek.



1. Mary judged it best not to say anything. (Mary hiçbirşey söylemeyerek en iyi kararı verdi) 2. In the end, Dad’s cake was judged the winner. (Sonunda, babamın pastası kazanan seçildi) 3. The firm’s success can be judged from its growing sales. (Firmanın başarısı artan satışlarından tahmin edilebilir.) 1.the massacre of unarmed civilians (silahsız sivillerin toplu katli) 2.The game was a 10-0 massacre for our team. (Maç bizim takım için 10-0’lık bir bozgundu)



massacre



me:sıkır



1



n



1.Katliam (slaughter, mass murder) 2.[kd] (oyun, müsabakada) yenilgi, bozgun



slaughter



Slo:tır



1



n



1.War always involves the slaughter of innocent civilians. (Savaş her 1.katliam (massacre) zaman masum insanların katliamı demektir) 2.kesim (yemek için hayvan) 2. cows taken for slaughter (kesim için ayrılmış inekler)



bankruptcy



be:nkraptsi 1



n



İflas (economic failure)



failure



feilyır



3



n



expenditure



ikspendiçır 2



n



3



n



power cut



reservoir



rezırva:r



1



n



1.başarısızlık (fiasco) (OPP success) 2.yetmezlik 3.arıza, bozulma (breakdown) Harcama, masraf, gider (spending, expense, OPP income) Elektrik kesintisi [BrE] (power outage, -AmE-)



1.baraj (human-made lake) 2.hazne (makinede sıvı konan kısım) (tank) 3.bol miktarda [edebi]



irrigation



irigeyşın



.



n



sulama



composer



kımpouzır



2



n



Bestekar (musician)



content



kantent



3



n



İçerik, muhteva



contents



kantents



3



n



1.içindekiler (inside filling) 2.içindekiler listesi



steel



sti:l



2



n



çelik



Many small farmers are facing bankruptcy. (Bir çok küçük çiftçi iflasla karşı karşıya) 1.I’m too proud to admit failure. (Başarısızlığı kabul edemiyecek kadar gururluyum) 2. He died from liver failure. (Karaciğer yetmezliğinden öldü) 3. The crash seems to have been caused by an engine failure. (Kaza motor arızasından kaynaklanmış gözüküyor) Expenditure should ideally not exceed income. (İdeal olarak gider geliri aşmamalı) The whole project was a wasteful expenditure of time and effort. (Tüm proje boş yere bir zaman ve emek sarfı/harcamasıydı)



1.Dam is a barrier constructed to hold back water and raise its level, the resulting reservoir being used in the generation of electricity or as a water supply. (Bent suyu tutmak ve seviyesini yükseltmek için inşa edilmiş bir bariyerdir; semeresi olan baraj elektrik üretiminde ve su temin etmede kullanılır) 2.an oil reservoir (bir yağ/benzin haznesi) 3.Nearby colleges are a reservoir of talent for employers. (Komşu üniversitelerde işverenler için adeta yetenek kaynıyor) Aral Sea was reduced to two thirds of its original size between 1960 and 1990, after water was diverted for irrigation. (Aral Gölü , 19601990 arasında, suyu sulama amaçlı kullanılmaya başlandıktan sonra orijinal büyüklüğünün üçte ikisine düşürüldü) Bach was a very prolific composer. (Bach çok üretken bir bestekardı) The show’s content is not suitable for young children. (Şovun içeriği küçük çocuklara uygun değil) 1.The contents of the document remain secret. (Belgenin içindekiler sır olarak kalmakta) He emptied out the contents of his pockets onto the table. (Cebindekileri masanın üzerine boşalttı) 2. I can’t find it in the contents. (Onu içindekiler listesinde bulamıyorum) the steel industry (çelik sanayii)



30



recruit



rikru:t



2



v



recruit



rikru:t



1



n



adversary



e:dvırseri



.



n



stage



steyc



3



n



process



proğses



3



n



process



proğses



2



v



process



prıses



.



v



to be fond of SB/ST



2



adj



to be fed up with SB/ST



.



v



afterwards



Aftırwırdz



3 adv



subject



sab’cikt



3



n



subject ST/SB



sıbcekt’



2



vt



be subjected to ST



2



vt



subject to



sabcikt



2



adj



latter



le:tır



3 FW



to ST



İşe almak (employ)



The police are trying to recruit more officers from ethnic minorities. (Polis Teşkilatı etnik azınlıklardan daha fazla memur işe almaya çalışıyor)



1.[askeri] acemi (newcomer) She’s responsible for training new recruits. (Yeni işe başlayanları 2.işe yeni başlamış eğitmekten sorumlu) (beginner) Düşman, rakip, muhalif his old political adversary (eski siyasi düşmanı / muhalifi) (opponent, rival) 1. The musicians didn’t take the stage until after ten o’clock. 1. sahne. (platform) (Müzisyenler sahneye saat 22:00’u geçinceye kadar çıkmadılar) 2. aşama, evre, safha (step, 2. The negotiations had reached a delicate stage. (Görüşmeler hassas period) bir merhaleye ulaşmıştı) 1. yöntem (method) 1. a production process (bir üretim yöntemi) 2. süreç, proses (course) 2. growth process (büyüme süreci.) 3. işlem; tretman 3.the steps in the production process (üretim işlemindeki aşamalar) 1.işlemek (ham madde vs) (treat) 2.işleme koymak, ele almak (deal with) [doküman vs] Yavaş yavaş ilerlemek [bir yön zarfıyla] Çok düşkün olmak, çok sevmek (keen on) Bıkmak, usanmak (bored with, sick of) sonra, sonradan. 1. (hükümdarlığa tabi ülkedeki) vatandaş, reaya 2. konu, mevzu. (topic) 3. (okulda) ders. (field of study) 4. kobay, denek 5. dilbilgisi özne.



1.Most of the food we buy is processed in some way. (Satın aldığımız yiteceklerin çoğu bir şekilde işlenmiştir) 2.It will take a week for your application to be processed. (Müracaatınızın işleme konması bir haftayı alacak) They processed down the alley. (Caddeden aşağı yavaş yavaş ilerlediler) Anita is fond of playing the piano. (Anita piyano çalmaya çok düşkündür) I am fed up with your lies. (Senin yalanlarından bıktım artık) Let’s go and see a film and afterwards we could go for a meal. (Hadi gidip bir film izleyelim ve sonra yemeğe gidebiliriz.) 1.British subject (bir Britanya vatandaşı) 2. The subject of our debate today will be the environment. (Bugünkü tartışma konumuz çevre olacak) 3. Biology is my favourite subject. (Biyoloji en sevdiğim derstir) 4.We need male subjects between the ages 18 and 25 for the experiment (deney için 18-25 yaşlarında erkek deneklere ihtiyacımız var)



The Roman Empire subjected most of Europe to its rule. (Roma İmparatorluğu Avrupa’nın çoğunu yönetimi altına aldı.) Maruz kalmak (cause to, The city was subjected to heavy bombing. (Şehir ağır bombardımana undergo) maruz kaldı) 1.Flights are subject to delay because of the fog. (Uçuşların sis 1.muhtemel / söz konusu yüzünden ertelenmesi sözkonusudur.) 2.-e bağlı olmak (depending 2. Goods will be sent out within 14 days, subject to availability. on) (Eşyalar, mümkinata bağlı olarak, 14 gün içinde yollanmış olacak) 3.altında 3. All building firms are subject to tight controls. (Tüm inşaat firmaları sıkı kontrol altındadır) in the latter half of 1998 (1998’in ikinci yarısında) He did well in both İki şeyin ikincisi, sonrakisi schoolwork and sport and won a number of medals in the latter (Hem (OPP former) okulda hem de sporda iyiydi ve ikincisinde bir sürü madalya kazandı) Buyruğu altına almak



31



poll



poğl



2



n



1. oylama. 2. oy sayısı. 3. anket. (survey)



poll



poğl



2



v



1. oy vermek 2. oy toplamak. 3. anket yapmak.(survey)



torture



tor’çır



1



v



işkence etmek/yapmak. (torment, persecute)



torture



tor’çır



1



n



persecute



pörsikyu:t



.



vt



zulmetmek, eziyet etmek. (harass)



prosperous



prasperıs



.



adj



Müreffeh, varlıklı (wealthy)



imagine



ime:cin



3



v



landscape



lendskeyp



2



n



root



ru:t



3



N



synonym



sinınim



enormous



inormıs



value comprehensive



be devoted to



1.işkence. (torment) 2.ıstırap, azap



eşanlamlı, sinonim. (OPP antonym)



3



adj



kocaman, muazzam (huge)



velyu:



3



n



1.değer, kıymet (worth) 2.önem (importance) 3. değer



kamprihensiv



2



adj



geniş, kapsamlı, etraflı. (complete, broad)



adj



1. -e sadık, -e içten bağlı. (loyal) 2. -e düşkün; -i seven. 3. hasredilmiş (dedicated)



1



Many of the prisoners had been tortured. (Pekçok mahkuma işkence yapılmıştı) 1. The confession was made under torture. (İtiraf işkence altında yapıldı) 2. A whole day without chocolate must be torture for you. (Çukulatasız tüm bir gün senin için azap olmalı) In those days, Christians were persecuted by the government. (O günlerde hıristiyanlara hükümet tarafından işkence yapılıyordu) Why are you persecuting me like this? (Niçin beni böyle rahatsız ediyorsun)



With economic expansion comes the promise of a more prosperous future. (Ekonomik büyüme ile daha müreffeh bir gelecek umudu gelir) 1.Imagine that you are lying on a beach. (Bir kumsalda uzandığını 1. hayal etmek, hayal et) imgelemek; tasarımlamak. 2. ‘There! I heard it again!’ ‘There’s nothing there – you’re just (picture) imagining things!’ (“İşte! Yine duydum!” “Orada hiç bir şey yok2. sanmak, zannetmek. sadece bir şeyler gördüğünü sanıyorsun) (dream up) 3. Imagine going out dressed like that! (Dışarı bu kıyafetle çıktığını bir 3.düşünmek (think, suppose) düşünsene!) a green rural landscape (yeşil bir kır manzarası) The 1990s saw the kır manzarası, peyzaj. political landscape radically reshaped. (1990’lar politik manzaranın yeniden radikal bir şekilde değiştiğini gördü) 1.Kök (bitki, matematikte 1.Olive trees have deep roots. (Zeytin ağaçlarının derin kökleri vardır) sayı, kelime vs.) 2.What are the historical roots of the region’s problems? (Bölgenin 2.köken problemlerinin tarihi kökenleri nelerdir?)



n



divoğtıd



1. Labour were the big winners in yesterday’s poll. (İşçi partisi ünkü oylamanın büyük galibiydi) 2. Wilson came away with 64% of the poll. (Wilson oy sayısının %64’ünü aldı) 3. According to a poll conducted last week, 75% of the public support the Prime Minister. (Geçen hafta yapılan bir ankete gore, halkın %75’I başbakanı destekliyor) 2.The winner polled over 16,000 votes. (Kazanan 16000’den fazla oy aldı) 3.52% of those polled said Yes to devolution. (Ankete dahil edilenlerin %52’si adem-i merkezileştirmeye –evet- dedi)



For example ‘scared’ is a synonym for ‘afraid’. (Örneğin ‘korkmuş’ ile ‘tırsmış’ eş anlamlıdır.) The stress they’re under is enormous. (Altında oldukları stress çok büyük) 1.the value of money (paranın değeri) 2. the value of rest (dinlenmenin önemi) 3. ethical values (ahlaki değerler) a comprehensive strategic review (kapsamlı bir stratejik inceleme) a comprehensive defeat/win/victory (tam yenilgi/galibiyet/zafer) comprehensive education (etraflı, kapsamlı eğitim)[BrE education] 1.They were devoted to each other throughout their marriage. (Evlilikleri müddetince birbirlerine sadık kaldılar) 2. a devoted opera fan (düşkün bir opera fanatiği) 3. an exhibition devoted to Rembrandt’s etchings (Rembrandt’ın eserlerine hasredilmiş/ayrılmış bir sergi)



32



perception



survey



fancy



charm



pırsepşın



sörvey



fe:nsi



çarm



2



3



2



2



n



1. algılama, kavrayış 2. algı, idrak. 3. sezgi. (insight)



n



1. anket, araştırma (poll) 2. gözden geçirme, inceleme. (rewiev) 3. genel bakış (assesment)



vt



1. kendini bişey zannetmek [+ oneself] 2. sanmak, zannetmek, düşünmek. (imagine) 3. -den hoşlanmak. [cinsel] 4. istemek (like) 5. galip geleceğine inanmak



n



1. cazibe, çekicilik. (attraction, appeal) 2. tılsım, muska, büyü (magic) 3.takıdaki süs (ornament)



1. The place held no charms for me – it was bare and isolated. (Bu yerin bana hiçbir cazibesi yok – çıplak ve soyutlanmış) 2. a good-luck charm (bir iyi-şans muskası / tılsımı) 3. a gold charm (altın bir süs/leme) 1.the 1910 expedition to Antarctica led by Captain Scott (Kaptan Scott tarafından yönetilen 1910 Antartika keşif yolculuğu) 2. We plan to go on a shopping expedition.(Bir alışveriş turuna çıkmayı düşünüyoruz) 3. The expedition successfully reached the top of Mt Everest. (Keşif ekibi başarıyla Everest Dağının tepesine ulaştı)



expedition



ekspıdişın



2



n



1.keşif yolculuğu (journey, voyage) 2. (özel bir amaçla yapılan) yolculuk. (trip, tour) 3.keşif ekibi (team, crew)



tradition



trıdişın



3



n



gelenek (custom)



reckless



rek’lıs



urban



örbın



3



adj



edge



ec



3



n



regularly



regyulırli



3 adv



drastic



dre:stik



mixture



miksçır



3



n



race



reys



3



n



race



reys



3



n



scholar



skalır



2



n



adj



adj



The public’s perception of him is slowly changing. (Kamuoyunun onun hakkındaki yargısı yavaş yavaş değişiyor) visual perception (görsel algılama) our perception of reality (gerçeği algılayışımız) There is a perception that management only wants to cut costs. (İdarenin yalnız harcamaları kesmeyi isteği yönünde bir düşünce var) 1.A recent survey showed that… (Yakınlarda yapılmış bir ankete göre…) 2. a comprehensive survey of modern music (modern müziğin kapsamlı bir incelemesi) 3.a geological survey (jeolojik bir bakış) 1.She fancies herself as a serious actress. (Kendini gerçek bir oyuncu zannediyor) 2. He sometimes fancied that he heard strange sounds. (Bazen kendi kendine garip sesler duyduğunu zannediyor) 3. I think Steve fancies you! (Sanırım Steve senden hoşlanıyor)[BrE] 4. I don’t fancy staying in tonight. (Bu gece kalmak istemiyorum) 5.Which horse do you fancy in the next horse? (Gelecek yarışta kim kazanır diyorsun?) [BrE]



Native American culture and traditions (Yerli Amerikan kültür ve gelenekleri) 1.She showed a reckless disregard for her own safety. (Kendi 1. dünyayı umursamayan, güvenliğine boşvermiş bir pervasızlık içinde gözüktü/bir davranış pervasız, gözü kara. sergiledi) 2. dikkatsiz, aldırışsız, 2.to cause death by reckless driving (dikkatsiz araba kullanarak ölüme kayıtsız. [BrE] sebebiyet vermek) kentsel, kente ait (OPP People moved to the urban areas for jobs. (İnsanlar iş için kentsel rural) alanlara taşındılar) 1.Bring the two edges together and fasten them securely. (İki ucu bir 1. kenar. araya getir ve sıkıca bağla) 2. ağız, keskin kenar (bıçak 2.the knife’s edge (bıçağın ağzı) vs) 3. Had she imagined the slight edge to his voice? (Onun sesindeki hafif 3.keskinlik, sertlik (ses) keskinliği tasavvur etmemiş miydi?) 4. konuşma dili avantaj, 4. Training can give you the edge over your competitors. (Antreman üstünlük. rakiplerine karşı sana avantaj kazandıracak) The equipment needs to be checked regularly. (Techizatın düzenli düzenli olarak, muntazaman. olarak kontrol edilmesi lazım) sert, şiddetli, zorlayıcı. (radical)



The company will be taking drastic measures to reduce its debt. (Şirket borcunu azaltmak için sert önlemler alıyor olacak) 1.The building was a strange mixture of styles. (Bina stillerin tuhaf bir 1. karma. (mix, blend) karmasıydı) 2. karışım (combination) 3. a mixture of salt and flour (bir tuz ve un karışımı) ırk; soy. (ethnic group, type) A race of cattle (bir sığır ırkı/cinsi) the Mongolian race (Moğol ırkı) 1.yarış (contest, 1. There are three main candidates in the race for the presidency. competition) (Başkanlık yarışında üç önemli aday var) 2.at yarışı [the races] 2.to go to the races (at yarışına / koşuya gitmek) bilgin, ilim adamı, a distinguished scholar (seçkin bir ilim adamı) akademisyen (academic)



33



executive



igzekyutiv



2



n



executive



igzekyutiv



2



adj



blend



blend



.



n



adopt



ıdapt



3



v



1. ot. 2. yemeklere tat vermek için kullanılan bitki. (aromatic plant) 3. şifalı bitki.



hörb



1



n



initial



inişıl



3



adj



initial



inişıl



2



n



initial



inişıl



.



v



former



formır



3



adj



pri:viıs



1.İdari (decision-making, administrative) 2.zenginlere has, seçkin, pahalı 1.Karışım (mixture) 2.harman (çay, kahve, tütün vs için karışım) 1. evlat edinmek. 2. edinmek, benimsemek (accept) 3.-e başlamak



herb



previous



(manager, administrator)



3



adj



1



n



stock market colleague



kali:g



3



n



launch



lo:nç



3



V



launch



lo:nç



2



n



embark



imba:rk



2



v



embark on



imba:rk



2



v



a meeting with some of the company’s top executives (şirketin bazı üst yöneticileriyle bir toplantı) This matter will be decided by the party’s national executive. (Bu meseleye partinin ulusal idarecilerince karar verilecek) 1.He is a member of the executive committee. (O bir idari komite üyesidir) 2. a new development of executive homes (birinci sınıf evlerde yeni bir gelişme) 1.a delicious blend of sharp and sweet (keskin ve tatlının leziz bir karışımı) 2.blended whisky / tea (harmanlanmış viski, çay) 1. The couple adopted a baby girl. (Çift bir kız çocuğu evlat edindi) 2.Parliament unanimously adopted the committee’s proposals. (Parlemento oybirliğiyle komitenin teklifini benimsedi) 3. When questioned, he adopted a very aggressive attitude. (Kendisine sorular yöneltilince, çok saldırgan bir tutum sergilemeye başladı)



baştaki, birinci, ilk. (first, original) (OPP final)



My initial reaction was to panic. (İlk tepkim panik yapmak oldu)



kelimenin ilk harfi.



He carries a leather case with his initials stamped on it. (Üzerinde isminin ilk harfinin işaretli olduğu deri bir çanta tşıyor)



kısa imza atmak., parafe etmek 1. eski, önceki. (previous) (ex-) 2. the birinci, ilk, ilk söylenen. 1. önceki, evvelki (former) 2. eski, sabık (prior)



2. Both Williams and Andrews claim the property. The former insists that it was a gift. (Hem Williams hem de Andrews sahiplik iddia etti. İlki [yani Williams] onun bir hediye olduğunu söyledi) the previous day (evvelki gün) a previous husband of hers (eski kocalarından biri) Previous to his present employment he was a bus driver. (Şimdiki işinden once bir otobüs şöförüydü)



He invested everything in the stock market. (Herşeyini borsaya yatırdı) his Cabinet/party colleagues (kabine / parti meslektaşları) 1. The agency will launch a new weather satellite next month. (Ajenta 1.( suya gemi) indirmek. gelecek ay yeni bir meteoroloji uydusu fırlatacak) (uzaya roket) fırlatmak. 2. The police confirmed that an enquiry has been launched into the 2. (yeni işi) başlatmak [into] incident. (Polis olaya dair bir soruşturma başlatıldığını teyit etti) (open, introduce) 3. She launched out on her own to start a new business.(Kendi 3. e atılmak [out] ayakları üzerinde yani bir işe atıldı) 1.(gemiyi) kızaktan suya indirme. (roketi) uzaya fırlatma. the launch of the space shuttle (bir uzay mekiğinin uzaya fırlatılması) 2.yeni işi başlatma (introduction, presentation) Gemiye binmek (go on board) -e girişmek, -e başlamak After leaving college, Lucy embarked on an acting career. (Kolejden (start, begin) ayrılınca, Lucy oyunculuk kariyerine başladı) borsa Meslektaş (coworker)



34



spoil



spoyl



3



concerned about



3



concerned with



3



v



ambitious



e:mbişıs



2



adj



residence



rezidıns



2



n



deceive



dısi:v



1



v



put off



put of



3 PhV



bring up



bring ap



3 PhV



cheer up



çi:r ap



3 PhV



look after



lu:k aftır



3 PhV



storage



sto:ric



2



n



on occasion



ıkeyjın



3



n



occasionally



Ikeyjınıli



3 adv



reveal



rivi:l



3



vt



treat



tri:t



3



v



I really hope it doesn’t rain – that would spoil everything. (Umarım yeniden yağmaz- bu herşeyi bozar) 1.bozmak. (ruin) 2. We’d better eat the fish before it spoils. (Balığı bozulmadan once 2.(süt v.b.) bozulmak (decay) yesek iyi olur) 3.(birini) şımartmak. 3. Stop saying yes all the time – you’re spoiling her.(Her defasında evet demeyi kes-onu şımartıyorsun) kaygılanmak, endişe duymak, Police said they were very concerned about the boy’s safety. (Polis merak etmek. Teşkilatı delikanlının güvenliğinden ciddi endişe duyduklarını açıkladı) This is a company that is directly concerned with the defence industry. İle ilgilenen / ilgili (Bu doğrudan savunma sanayii ile ilgenen bir şirkettir) 1.an ambitious young lawyer (hırslı genç bir avukat) 1. hırslı [for someone] 2. an ambitious strategy for managing health care (sıhhi bakımın 2. iddialı, büyük. idaresine dair iddialı / büyük bir plan) 1. oturma, ikamet. 1. After many years of residence in Paris, he returned home. (Pariste 2. ev, konut, mesken, uzun yıllar ikametten sonar, yurduna / evine döndü) ikametgâh. 2.the President’s official residence (Başkanın resmi konutu) Don’t be deceived – she’s not as nice as she seems (Aldanma – gözüktüğü kadar iyi biri değildir) You can’t put the decision off any longer. (Bu kararı daha fazla Ertelemek (delay, postpone) erteleyemezsin) 1.Our parents brought us up to believe in our own abilities. (Anne1. yetiştirmek, büyütmek. Babamız bizi kendi yeteneklerimize inanmamızı sağlayacak şekilde 2. yetişmek, büyümek [to be yetiştirdiler) 2. He was born and brought up in India. (Hindistanda doğdu ve brought up] büyüdü) I tried to cheer him up, but he just kept staring out of the window. Neşelenmek / neşelendirmek (Onu neşelendirmeye çalıştım ama sadece pencereden dışarı bakmaya (make happier) devam etti) İlgilenmek, bakmak (take It’s hard work looking after three children all day. (Tüm gün üç care of) çocukla ilgilenmek zor iş) aldatmak. (trick, mislead, cheat)



1.There is a lot of storage space in the loft. (Tavanarasında bir sürü depolama boşluğu var) 2.The storage was expensive for us. 3.data srorage (data belleği) He has been known on occasion to lose his temper. (Ara sıra kontrolünü Bazen (occasionally) kaybedip öfkelenen biri olarak bilinmektedir) We go to the theatre only very occasionally. (Tiyatroya çok nadiren ara sıra, bazen (sometimes) gideriz) 1. açıklamak, açığa vurmak. 1.to reveal a secret (bir sırrı açıklamak) (make known, disclose) 2.He laughed, revealing a line of white teeth.(Bir sıra beyaz diş 2. göstermek. (show, expose) göstererek güldü) 1. davranmak, muamele 1.My parents still treat me like a child. (Ailem bana hal çocukmuşum etmek. (behave) gibi davranıyor) . 2. tedavi etmek. (care for) 2.She was treated for sunstroke. (Güneş çarpmasından tedavi oldu) 3. (konuyu) işlemek, ele 3.The question is treated in more detail in the next chapter. (Problem almak. (deal with) gelecek bölümde çok daha detaylı bir şekilde ele alınıyor) 4. kimyasal vs.uygulamak 4.to treat crops with insecticide. (ekine böcek ilacı sıkmak) (korumak için) 5.I decided to treat his remark as a joke. (Onun sözünü bir şaka olarak 5.-e olarak düşünmek almaya karar verdim) (consider) 6.Don’t worry about the cost, I’ll treat you. (Tutar için endişelenme; 6.ısmarlamak (pay for) ben sana ısmarlayacağım) 1. depolama. 2. depo ücreti. 3. bilgisayar bellek.



35



1.We must make good use of the available space. (Müsait boşluğu daha iyi kullanmalıyız) 2.in the space of ten miles (on millik bir mesafe içinde) 1. boşluk 3.I’ll clear a space for your books. (Kitapların için boş bir yer 2. mesafe açacağım) 3. boş alan /yer 4.the possibility of visitors from outer space (uzaydan ziyaretçi 4. gökbilim uzay, feza. ihtimali) 5. süre, müddet. 5.44 people died in the space of 5 days (5 günlük periyotta 44 insan 6. aralık, boşluk. öldü) 7. özgürlük 6.Leave a space after the comma. (Virgülden sonra bir boşluk bırak) 7. The children were given little personal space or privacy. (Çocuklara çok az kişisel özgürlük ve özel hayat verilmişti) 1. [at] -e ters ters bakmak. 1. They glared at each other across the table. (Masanın diğer 2. göz kamaştıracak bir tarafından birbirlerine ters ters baktılar) şekilde parlamak. 2. The sun glared down, dazzling them. (Güneş onların gözlerini kamaştırarak parladı) 1. göz kamaştırıcı. (brilliant) 1.a glaring white light (parlak bir beyaz ışık) 2. çok göze çarpan. (obvious) 2.a glaring injustice (apaçık bir haksızlık) 3. ters ters bakan. 3.glaring eyes (ters ters bakan gözler) hafif rüzgâr, esinti, meltem; a gentle/light/slight breeze (hafif bir esinti) imbat. (gentle wind) 1. bahse girmek (on/against) 1. I bet £10 on each of the horses. (Her at için 10 pauntluk bahse (gamble) girdim) 2. kuvvetle sanmak (think) 2. I bet (that) we’re too late. (Sanırım çok geç kaldık) “I’m going to tell her what I think of her.” “Yeah, I bet” (Ona Tabi, tabi hakkında ne düşündüğümü söyleyeceğim—Tabi tabi) Kesinlikle (sure, certainly) “Are you nervous?” “You bet” (Sinirli misin? Kesinlikle.)



space



speys



3



n



glare



gleyr



1



v



glaring



gleyring



.



adj



breeze



bri:z



2



n



bet



bet



2



v



iırı



2



n



prospect



prıspekt



3



n



prospective



Prıspektiv



2



adj



muhtemel, olası. (potential)



temporary



temprıri



3



adj



geçici, muvakkat. (impermanent)



permanent scar (kalıcı iz.) permanent solution (kalıcı çözüm.) kalıcı, daimi; sürekli, devamlı permanent chairman (daimi başkan.) permanent job (sürekli iş.) (lasting, enduring) She seems to have a permanent smile on her face.(Sanki yüzündeki tebessüm hiç eksilmiyor.)



yeah, I bet you bet era



permanent



pörmınınt



3



adj



decay



dikey



1



v



exhibition



eksibişın



3



n



benefit



benifit



3



n



benefit



benifit



3



v



lecture



lekçır



3



n



devir, çağ. 1. ihtimal, olasılık: 2. çoğul başarı şansı: 3. olası müşteri.



çürümek, bozulmak; çürütmek. (perish, rot) Sergi (display, show)



the Thatcher era (Thatcher devri) 1.The prospect of his finding a job is poor.(İş bulma ihtimali az.) 2. His prospects are excellent.(Onun geleceği parlak.) She’s been on the phone all day calling various new prospects. (Tüm gün telefonun başında yeni olası müşterileri arıyor) a prospective client/employee/candidate (olası bir müşteri/işveren/aday) 1. These measures are only temporary. (Bu önlemler sadece geçici)



1. As dead trees decay, they feed the soil. (Ölü ağaçlar çürüdükçe, toprağı beslerler) the World Trade exhibition (dünya ticaret sergisi) 1. Consider the potential benefits of the deal for the company. 1.Fayda (profit, advantage) (Anlaşmanın şirkete yapacağı potansiyel faydaları düşün) 2.yardım [BrE] (welfare – 2. housing/sickness/disability benefit (barınma/hastalık/sakatlık AmE) yardımı) 3.hayır, iyilik (charity) 3. a benefit concert/performance (bir hayır konseri/işi) 1.Thousands of households could benefit under the scheme. (Binlerce 1.Fayda görmek ev ahalisi bu projeyle fayda görecekler) 2.faydalı olmak 2. The system mainly benefited people in the south of the country. (Sistem çoğunlukla ülkenin gneyindeki insanlara faydalı oldu) Konferans (speech, address) a lecture on Dickens (Dickens hakkında bir konferans)



36



plant



ple:nt



3



n



1. bitki 2. fabrika, işletme (factory) 3. teçhizat. 4.k.d. hile, aldatmaca 5. casus



1. dikmek, ekmek 2. kurmak (set, fix) 3. yerleştirmek. (place) 4. [in] -e (fikir) aşılamak, (kafasına) (fikir) sokmak.



1. a garden/pot/house plant (bir bahçe/saksı/ev bitkisi) 2. a car assembly plant (bir araba montaj fabrikasi) 3.The company has been invested in new plant and equipment. (Şirket yeni teçhizat ve ekipmana yatırım yapmıştır) 1.Villagers planted those plane trees.(O çınarları köylüler dikti.) He planted the stake in the ground.(Kazığı yere dikti.) 2.The English planted colonies in North America.(İngilizler Kuzey Amerika'da sömürgeler kurdu) 3.They planted spies in the intelligence organization. (İstihbarat örgütüne ajanlar yerleştirdiler.) He planted his foot on the second step. (Ayağını ikinci basamağa yerleştirdi.) 4. Both candidates will make promises and plant ideas, trying to earn trust. (Her İki adayda güven kazanmak için sözler verip fikirler aşılayacak) The majority of the population are landless peasants (Nüfusun çoğunluğu topraksız köylülerdir) They intend to provide information, via the Internet for instance. (Bilgi temin etmeye niyetliler, örneğin internet aracılığıyla)



plant



ple:nt



2



v



peasent



pezınt



1



n



köylü



for instance



For instıns



3



ph



Örneğin (for example)



pleasant



plezınt



2



adj



hoş, güzel, tatlı, latif. Well, this is a pleasant surprise! (Amaan ne hoş bir sürpriz!) (pleasing,lovely, enjoyable)



patience



peyşıns



1



make up someone’s mind express



ikspres



immediately



imi:diyıtli



tempting



tempting



arrange



ıreync



objectional



obcekşınıl



separate



sepıreyt



separate



sepırit



superficial



supırfişıl



1. sabır, dayanç, tahammül.(endurance) 2. botanik labada. karara varmak (decide) 1.ifade etmek (state) 3 v 2.yollamak [AmE] 1. hemen, derhal (at once) 3 adv 2. doğrudan doğruya (directly) çok çekici, çok cazip . adj (attractive)



3



n



v



1. yerleştirmek (position) 2.(toplantı) düzenlemek, tertiplemek, tertip etmek (organize) 3.aranjman yapmak. [müz] itiraz edilebilir, nahoş, uygunsuz, münasebetsiz



Wildlife photography requires a lot of patience. (Vahşi-yaşam fotoğrafçılığı çok sabır gerektirir) Come on, make up your mind! (Hadi, ver kararını artık!) 1.Her eyes expressed total shock. (Gözlerin tam bir şoku ifade ediyor) 2.I’ll express those documents to you. (Bu belgeleri sana yollayacağım) 1.I did not immediately realize how serious the situation was. (İşin aciliyetini hemen farkedemedim) 2. I’ll phone you immediately.(Doğrudan seni arayacağım) There are still lots of tempting offers on nearly new cars. (Hemen hemen yeni olan arabalar için hala pek çok cazip teklif var) 1.Alev's going to arrange the furniture in this room. (Bu odanın mobilyalarını Alev yerleştirecek.) 2.Who arranged this farewell dinner? (Bu veda yemeğini kim tertipledi?) His actions were objectionable.(Davranışları nahoştu.)



The child may be separated from his mother while she receives treatment. (Çocuk annesi tedavi olurken ondan ayrılmalı) A large river separates the north of the city from the south. (Geniş bir 1. ayırmak (take apart, split) nehir şehrin kuzeyini güneyinden ayırır.) 1. ayrılmak (split, break The two issues need to be separated to discuss them fairly. (Adaletli 3 v away) bir şekilde tartışabilmek için iki meselenin ayrılması lazım) 2. bölmek. (divide) Millie’s parents separated when she was three. (Millie’nin anne4. boşanmak (divorce) babası o üç yaşındayken ayrılmıştı/boşanmıştı) It’s times like these that separate the men from the boys. (Vakit erkek olanın çocuk olandan ayrılması vaktidir) My brother and I always had separate rooms. (Kardeşim ve ben hep ayrı odalara sahip olduk) Ayrı (unconnected, distinct) 3 adj Each apartment has its own separate entrance. (Her katın/apartmanın (single) kendi ayrı girişi var) That’s an entirely separate matter. (Bu tamamıyla ayrı bir mesele) 1. yüzeysel. (trivial) Her injuries were only superficial. (Yaraları çok yüzeysel/önemsiz) 2. üstünkörü, gelişigüzel. The study is too superficial for us to reach any conclusion. (Çalışma 1 adj (cursory) bizi sonuca götüremeyecek kadar yüzeysel) 3. hiç derinlemesine Sarah is so superficial – she only cares about how she looks. (Sarah düşünmeyen, sığ (shallow) çok yüzeysel; sadece nasıl göründüğünü umursuyor)



37



3. I challenge you. (Sana meydan okuyorum) 2. No one has challenged the assumptions that are made in the report. (Kimse rapordaki varsayımları sorgulamadı) 3. My present job doesn’t really challenge me. (İşim beni gerçekten geliştirmiyor) 4. We were immediately challenged by armed guards. (derhal silahlı korumalar tarafından sorgulandık)



challenge



Çelınc



3



v



1.meydan okumak. (face) 2.sorgulamak (test) 3.geliştirmek 4.nereden geliyor-nereye gidiyorsun diye sorgulamak



hesitate



hezıteyt



2



n



1. tereddüt etmek, duraksamak (pause) 2. çekinmek. (think twice)



He hesitated a moment, and then knocked on the door. Don’t hesitate to call me if you need any help.



schedule



skecıl / şedyul BrE



2



n



1. program (agenda) 2. liste. (list) 3. tarife (timetable)



1.I have a very busy schedule at the office today.(Bugün ofisteki iş programım çok dolu.) 3.boat schedule (vapur tarifesi.)



fee



fi:



3



n



commitment



kımitmınt



3



closure



klojır



accurate



surgery



urgent circumstances



1.ücret (charge) 2. giriş ücreti; doktor ücreti, vizite.



1.The annual fee is £5. (Yıllık ücret 5 paund) 2.Many doctors have a standard scale of fees. (Pekçok doktorun standart bir vizite ücreti vardır) 1. We’ve made a commitment to help, and we will. (Yardım etmeye söz verdik ve yapacağız) 1. söz, vaat, taahhüt. (promise) 2. Her laziness and lack of commitment are appalling. (Tembelliği ve n 2. kesin karar. (dedication) kararsızlığı dehşete düşürücü) 3.sorumluluk.(responsibility) 3. I can’t do this job right now because of other commitments. (Bu işi diğer sorumluluklarım nedeniyle şu anda yapamam)



n



Kapatma/kapanma, kapanış (shutting, conclusion)



The closure of the centre would be a terrible loss to the community. (Merkezin kapanması toplum için büyük kayıp olur) 1.We need to get some more accurate information. (Biraz daha doğru 1. doğru, tam. (precise) bilgi almaya ihtiyacımız var) 2 adj e:kyurıt 2. yanlış yapmamayan 2.He’s very accurate in his calculations. (Hesap işinde çok doğrudur/iyidir) 1.cerrahi 2.doctors who perform several surgeries a day (günde birkaç cerrahi 2.cerrahi müdahele müdahele yapan doktorlar) 2 n (operation) sörcıri 3.Surgery is from 9.00 to 4.30. (muayenehane 09:00’dan 16:30’a 2.muayenehane [BrE] kadar) 4. ameliyathane [BrE] 4. Take him up to surgery. (Onu ameliyathaneye götürün) 1.urgent aid to flood victims (sel kurbanlarına acil yardım) 1. acil, ivedi (vital) 2 adj örcınt 2. Jean spoke, her voice low and urgent. (Jean konuştu, sesi yumuşak 2. ısrar eden (insistent) ve ısrarcıydı) 1. Under no circumstances will we agree to splitting up the company. 1. koşul, şart, vaziyet (Hiçbir koşulda şirketi bölmeye karar vermeyeceğiz) sörkımsıtıns 3 n (condition) 2. Joanne has been more a victim of circumstance than anything else. 2. olay, vaka (incident, event) (Joanne herkesten daha çok olayın kurbanı oldu) 2



expression



ikspreşın



3



n



1. deyim, tabir. (phrase) 2. (yüzdeki) ifade. (appearance) 3. ifade, anlatım, dışavurum (manifestation) 4. mat. mantık deyim, ifade.



deptor



detır



2



n



Borçlu (OPP creditor)



reinforce



Ri.’infors’



2



vt



Takviye etmek (strengthen)



reinforcement



ri:infors’mınt



n



Takviye etme / takviye (back up, support)



n



Takviye birliği / kuvveti



reinforcements



1. He was, if you’ll pardon the expression, pissed out of his mind. (O, tabirimi bağışlarsanız, kafayı sıyırmıştı) 2. I noticed his expression of disgust. (Yüzündeki iğrenme ifadesini farkettim) 3. the expression of anger through violence (Öfkenin şiddet yoluyla ifadesi/dışa vurumu) 4. algebraic expressions (cebirsel ifadeler) to reinfoece concrete with steel bars (betonu çelik barlarla kuvvetlendirmek)



The army brought in extra reinforcements to fight the rebels. (Ordu asilerle savaşması için fazladan takviye birliği getirdi.)



38



represent



reprizent



3



vt



1. göstermek, betimlemek. (symbolize, portray) 2. temsil etmek (stand for, speak for, stand in for)



affair



ıfeğr



3



n



1. sorun, mesele, iş. (matter, event, business) 2. kd olay, skandal. 3.gayrı meşru ilişki



affairs



ıfeğrs



3



n



1.İş, ilişki, olay, mesele (matter, event, business) 2.şey



smooth



smu:th



bluntly



blantli



brilliant



brilyınt



1.düz, düzgün (flat, even) 2.yumuşak (soft) 2 adj 3.sıkıntısız (easy) 4.hoş, rahatlatıcı Dobraca, sözünü sakımadan . adv (frankly, directly)



3 Adj



broad



bro:d



3



adj



broad-minded



bro:dmayndıd



3



adj



conservative



kınsörvıtiv



2



adj



shy



şay



1



filthy



filthi:



1



climax



klaymeks



summit



samit



summit



samit



peak



pi:k



adj



1.çok parlak (sparkling) 2.gözle görünen, seçkin (distinguished) 3.çok akıllı, zeki, bilgili (clever, intelligent) 1.geniş (wide) 2.açık 3.belirgin (obvious) 4.yaygın 5.ana, genel (rough, general) Geniş fikirli (OPP narrowminded) 1.tutucu, muhafazakar (traditional) 2.ihtiyatlı (cautious) 1.ürkek (timid) 2.utangaç (bashful) 3.yok (=not, lacking, short) [argo]



1.His novels have been criticized for the negative way in which they represent women. (Romanları kadınları olumsuz yönde betimlemesi nedeniyle eleştirilmiştir) The statue represents Jefferson as a young man. (Heykel Jefferson’u genç bir adam olarak gösteriyor) 2.Ambassador Albright will represent the United States at the ceremony. (Büyükelçi Albright törende ABD’yi temsil edecek) Albanians represent about 90 per cent of the population in Kosovo. (Arnavutlar Kosova nüfusunun yaklaşık yüzde 90’ını temsil eder/oluşturur)The colour red commonly represents danger. (Kırmızı renk genellikle tehlikeyi temsil eder/simgeler) Several government ministers resigned because of the affair. (Birkaç hükümet bakanı skandal yüzünden istifa etti)Her husband denied that he was having an affair. (Kocası gayrı meşru aşk ilişkisi olduğunu reddetti) 1.an expert on foreign affairs (bir dışişleri uzmanı)We are friends, but I don’t know much about their private affairs. (Biz arkadaşız ama onun özel işlerini/ilişkilerini pek bilmiyorum) Current affairs (gündemdeki olaylar) The film is very much a family affair – all her brothers are in the cast.(Film epey bir aile işi; tüm kardeşler kastta yer almış) 2.Her dress was a long silky affair.(Elbisesi uzun ipek bir şeydi) 1.as smooth as marble (mermer kadar düz) 2.a smooth ride (yumuşak bir biniş) 3.a smooth, carefree vacation trip (sıkıntısız, tasasız bir tatil yolculuğu) 4. smooth dance music (rahatlatıcı dans müziği) To put it bluntly, your friend isn’t welcome here. (Dobraca konuşmak gerekirse, arkadaşının buraya gelmesi hoş karşılanmıyor.)



1.the brilliant sun on the water (sudaki parlak güneş) 2.a brilliant performance (parlak bir performans) 3.a brilliant student /discovery (parlak bir öğrenci / buluş) 1.a board room (geniş bir oda) 2.broad daylight (açık günışığı) 3.a broad hint (belirgin bir ima) 4. a broad education (yaygın bir eğitim) 5.the broad outlines of the project (projenin genel hatları) My dad’s pretty broad-minded so he won’t mind if you drink. (Babam oldukça geniş fikirlidir bu yüzden içersen aldırmayacaktır) 1.A conservative clothing (tutucu bir kıyafet) 2.a conservative estimate (ihtiyatlı bir tahmin) 1.a shy animal (ürkek bir hayvan) 2.a shy child (ürkek bir çocuk) 3.It costs 10 dollars, and I am shy two dollars. (On dolar tutuyor ama benim iki dolarım bile yok)



1.çok kirli 2.ağzı bozuk 3.çok 2. filthy language (ağzı bozuk konuşma) kötü, iğrenç (BrE) (foul) zirve, tepe, doruk (high The movie’s climax was the escape scene. (Filmin en heyecanlı 1 n point) sahnesi kaçış sahnesiydi) The summit of a hill / a person’s career (bir tepenin / bir şahsın 2 n Zirve, tepe, doruk kariyerinin zirvesi) A summit meeting of European leaders (Avrupalı liderlerin bir zirve 2 adj Zirve (toplantı) toplantısı) The steel mills reached their peak of production in May. (Çelik 2 n Zirve, tepe, doruk fabrikaları mayısta üretimlerinin doruğuna çıktılar. adj



39



komik, esprili (funny, amusing)



humorous



hyumırıs



1



adj



precaution



pri:koşın



1



n



tight



Tayt



1sıkışık, sıkışmış (compact) 2.sıkı (strict, firm) 2 adj 3.dar (streched) 4.gergin (tense)



smuggle



smagıl



vt



vacation



vıkeyşın



n



rut



rat



.



adj



preside at/over prizayd



.



v



by means of



3



by no means



3



massive



3



N



Önlem (safety measure)



1.Kaçakçılık yapmak (gümrüksüz mal sokmakçıkarmak) 2.gizlice getirmek Tatil, izin (holiday, leave) 1. tekerlek izi. 2. rutin -e başkanlık etmek (lead)



1. açıklama yapmak, mazeret bulmak, haklı çıkarmak 2. savunmak, temize çıkarmak. (defend)



justify contrast



3 n



karşıtlık, zıtlık.



inherit



2 v



1. Miras almak (take over) 2. Miras kalmak



inheritance



2 n



Miras (heritage)



loan loan



3



She took the precaution of locking the door as she left. (Ayrılırken kapıyı kitleyeme önlemini aldı) 1.The lid of the jar is so tight I can't open it.(Kavanozun kapağı öyle sıkışmış ki açamıyorum.)Things will be a little tight for a few months.(İşler birkaç ay biraz sıkışık olacak) 2.tight control of costs (giderlerin sıkı kontrolü) She hugged Marco in a tight grip.(Marco’yu sıkı bir kavrayışla kucakladı) They kept things tight for the first half of the game. (Oyunun ilk yarısında işi sıkı tuttular) 3.a tight skirt/dress (dar etek/elbise) If time is tight, cook the chicken the day before. (Vakit dar ise, tavuğu bir gün önceden pişir) 4.He gave her a tight smile (Ona gergin bir gülümseme verdi) 1.They were arrested for smuggling drugs into the country. (Ülkeye uyuşturucu sokmaktan tutuklandılar) 2.His sister smuggled dessert to him when he was being punished. (Cezalandırılırken kızkardeşi ona gizlice tatlı getirdi) She’s on vacation this week and next (Bu ve gelecek hafta tatilde) 2.You've gotten into a rut.(Hayatın çok monotonlaştı.) The priest is often invited to preside at the reception. (Rahip sık sık törene başkanlık etmesi için davet edilir) You can reach the information by means of the internet. (İnternet aracılığıyla bilgiye ulaşabilirsin) It was by no means excellent but still better than last year. (Hiçbir surette harika değildi ama geçen seneden daha iyiydi)



aracılığıyla, vasıtasıyla. (by, via) asla, katiyen. (absolutely not) 1. çok büyük, kocaman 1.the massive columns at Luxor (Luxor’daki devasa kolonlar) 2. büyük çapta, muazzam. 2.a massive amount of money (çok miktarda bir para) 3. şiddetli (deprem, kalp krizi 3. a massive heart attack (şiddetli bir kalp krizi) v.b.).



2



V



A humorous story (komik bir hikaye)



v



ödünç vermek



n



1.ödünç verilen şey 2. borç (credit)



1.It was becoming increasingly difficult to justify such expenditure. (Böyle bir harcamayı açıklamak gittikçe güçleşiyor) 2. I don’t see why I should justify myself to you. (Kendimi size karşı niçin savunmam gerektiğini anlamıyorum) the contrast between her life before the accident and now (kazadan önceki ve sonraki yaşamı arasındaki tezat) He inherited the business from his father. (İşi babasından miras aldı) The boys inherited Derek’s good looks. (Çocuklar Derek’in iyi bakışlarını miras edindiler) The three countries shared a common linguistic and religious inheritance. (Üç ülke ortak bir dilbilimsel ve dini mirsı paylaştılar) Her pictures have been loaned to the Ikon Gallery. (Resimleri Ikon Gallery’den ödünç alınmıştır.) 1. He had accepted Tom’s offer of the loan of his cottage in north Wales. (Tom’un Kuzey Wales’teki kulübesini ödünç verme teklifini Kabul etmişti) 2. an interest-free loan (faizzis kredi)



40



grant



Gre:nt



3



vt



1. kabul etmek (agree, accept) 2. vermek, lütfetmek, bahşetmek.



puzzle



pazıl



1



vt



Şaşırtmak şaşmak



dealer



Di:lır



vehement



vi:ımınt



peculiarity



pikyu:lie.riti



1. tüccar, satıcı 2. iskambil kâğıtlarını 3 n dağıtan kimse. 3.uyuşturucu satıcısı 1. şiddetli, hiddetli: . adj 2. ateşli .



n



1.özellik, hususiyet (particularity) 2. acayiplik (oddness) 1. duruşma 2. deneme; denenme (experiment) 3. sıkıntı, güçlük (burden, difficulty) 4.başbelası 5.ön-eleme [spor] Deneme (test, experiamental) 1. istem, talep (request) 2. [ekonomi] talep, rağbet.



trial



tre:yl



3



n



trial



tre:yl



.



adj



demand



dimend



3



n



demand



dimend



3



v



1. talep etmek, istemek (want) 2. gerektirmek (require)



demanding



dimending



1



adj



1.çok ilgi isteyen , tatmin edilemez (dissatisfied) 2.çok iş-emek isteyen (difficult)



jealous



celıs



1



adj



Kıskanç (envious)



conceal



kınsi:l



2



v



strain



streyn



2



n



strain



streyn



2



v



charity



çeriti



3



n



Gizlemek, saklamak (hide) 1.stres, acı (stress) 2.yük, kuvvet, basınç (pressure) 3.incinme (injury) 1.germek, çekmek (pull) 2.zorlamak 3.sonuna kadar kullanmak, çok zorlamak 4.incitmek (hurt) 5.çok çabalamak-kendini zorlamak (struggle, strive) 1.hayır-yardım, sadaka (aid,help) 2.yardımseverlik, merhamet (kindness) 3.yardım kuruluşu (aid organization)



1.She granted his request. (Ricasını kabul etti.) Granting the truth of what you're saying, I still don't see that there's anything we can do about it. (Dediklerinizin doğruluğunu kabul etsek bile, yine de bu işte bizim yapabileceğimiz bir şey göremiyorum.) 2. On April 30, the club granted him a leave of absence for personal reasons. (30 Nisan’da kulüpona kişisel nedenlerle bir tatil verdi) His behaviour that night puzzled me for a long time (O geceki davranışları beni uzun sure şaşırttı) I’ve puzzled over this question for a while. (Bu soruya bir müddet şaşa kaldım) a dealer in old stamps (eski pul satıcısı.) a vehement protest (şiddetli protesto.) a vehement speaker (ateşli konuşmacı.) 1. You have to live in the city and understand its peculiarities. (Şehirde yaşamalı ve şehrin hususiyetlerini öğrenmelisin) 2. Have you noticed any peculiarities in his behaviour recently? (Son zamanlarda davranışlarında bir acayiplik farkettin mi?)



1.They’re on trial for armed robbery. 2.The drug is now undergoing clinical trials. 3.She writes about the trials of life on the American frontier. 4.The kids can be a bit of a trial at times. 5.The Olympic trials are to be held next week. trial period (deneme devresi.) 1.She repeated her demand for an urgent review of the system. 2. Demand for organic food is increasing. 1. She demanded to know what was happening. (Ne olup bittiğini öğrenmek istedi) 2. This is a complex task and demands a high level of skill. (Bu karmaşık bir görev ve üst seviyede bir beceri gerektiriyor.) 1.Young children can be very demanding. (Küçük çocuklar çok ilgi bekleyebilirler) 2.A demanding boss (çok iş isteyen bir patron) Other girls were jealous of her good looks. (Diğer kızlar onun görünüşünü kıskanıyorlar) He looked at her with barely concealed admiration. (Ona güçlükle gizlenmiş bir hayranlıkla baktı) 1.The funeral was quite a strain on her. (Cenaze ona çok acı geldi) 2.The strain of the weight on the bridge made it collapse. (Köprüdeki ağırlığın basıncı onun çökmesine yol açtı) 3.muscle/back strain (kas / sırt incinmesi) 1.The heavy weight strained the ropes until they broke. (Fazla ağırlık ipleri kırılıncaya kadar gerdi) 2.She strained the rules to suit herself. (Kuralları kendi lehine çok zorladı) 3.He strained every nerve to win. (Kazanmak için her sinirini kullandı) 4.to strain a muscle (bir kası zorlamak-incitmek) 5.I strained to hear you. (Seni iştimek için çok çabaladım) 1.living on charity (sadaka ile geçinmek) 2. Steele showed no charity to his former friend and partner. (Steele eski arkadaşı ve ortağına hiç merhamet göstermedi) 3. The Children’s Society is a registered charity. (Çocuklar Topluluğu tescilli bir yardım kuruluşudur)



41



1. David was our leading goalscorer last year. (David geçen yılki en önemli golcümüzdü) 2. Michael broke away from the leading group to win by 70 metres. (Michael kazanmak için öndeki grupla arasını 70 m açtı) . adj 1.Güçsüz, zayıf (weak) a feeble light/voice (zayıf bir ışık/ses) 2 n Mantık (common sense) Poor logic (zayıf mantık) the logic os a system (bir sistemin mantığı) 1 n Süs, süsleme (decoration) an old china ornament (eski bir çin süslemesi) The columns are ornamented with geometrical designs. (Sütunlar 1 v Süslemek (decorate, adorn) geometric çizimlerle süslü) An ornate building (gösterişli bir bina) an ornate style of writing . adj Çok süslü, gösterişli (showy) (süslü bir yazma tarzı) 1. [en] önemli 3 adj 2. önde giden, öndeki



leading feeble logic ornament



fi:bıl lacik ornımınt



ornament



ornıment



ornate



orneyt



hostile



hastıl/-teyl



hostility



hastilıti



hostilities



hastilıti:s



castle



kesıl



1.düşman., savaşçı (unfriendly) 2 adj 2.düşmanca, nefretkarane (harsh) 3.hoş olmayan, ters (adverse) 2 n Düşmanlık (enmity) Çatışma, savaş (fight, 2 n conflict, warfare) 2



n



host



host



2



n



host



host



2



v



host



host



2



n



Kale 1.ev sahibi 2.han-otel sahibi 3.parazite ev sahipliği yapan 4.radyo-TV; programda konuk alan Ev sahipliği yapmak, ağırlamak pek çok, bir sürü (a great number)



1.tatma duyusu 2.tat (flavor) 3 n 3.bi tadımlık (sample) 4.zevk (sophistication) 5.arzu, sevgi, ilgi (liking) 1.konu, tema (subject, topic) 2. kısa melodi, parça 3 n 3. bir konuda yazılmış kısa yazı . adj 1.çift taraflı 2.ikili 1.makul (sensible) 3 adj 2.fazla olmayan, adil (fair)



taste



teyst



theme



thi:m



bilateral



bayletırıl



reasonable



ri:zınıbıl



consume



kınsyum



2



vt



1. tüketmek 2. yakıp yok etmek.



consumer



kınsyumır



3



n



tüketici



1.hostile tribes (düşman kabileler) 2.a hostile look (düşmanca bir bakış) 3.a hostle climate (ters-sert bir iklim) hostility to new technology (yeni teknolojiye düşmanlık) Anti-war demonstrations continued after the outbreak of hostilities. (Savaş karşıtı gösteriler çatışmalar başladıktan sonra da devam etti) In 1541 a fire consumed most of the town and much of the castle. (1541’de bir yangın kasabanın çoğunu ve kalenin bir kısmını yakıp yok etti) 1.Japan is playing host to its first World Championship next week. (Japonya gelecek hafta ilk defa dünya kupasına ev sahipliği yapacak) 4.a game show/talk show host (yarışma / tolk şov sunuculuğu) Sydney hosted the Olympic Games in 2000. (Sidney 2000 yılında olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yaptı) A host of friends (bir ordu/sürü arkadaş) 2.Candy has a sweet taste (Şeker tatlı bir tada sahiptir) 3.Give me a taste of the cake (Bana pastadan bir tadımlık versene) 4.Her dress shows her advanced taste (Elbisesi gelişmiş zevkini gösteriyor) 5. I have no taste for sports. (Spora hiç ilgim yoktur) 1.Theme of the book (kitabın konusu) 2.the theme from the film Rocky (Raki filminden parçası) Bilateral treaty (ikili antlaşma) 1.a reasonable person/decision (makul bir insane/kara) 2.a reasonable price / salary (makul bir fiyat / maaş) 1. Many people have dramatically reduced the amount of red meat they consume. (Pek çok insane dramatik bir şekilde tükettikleri kırmızı et mikterını azalttı) The new light bulbs consume less electricity. (Yeni ampuller daha az elektrik tüketiyor) 2. In 1541 a fire consumed most of the town and much of the castle. (1541’de bir yangın kasabanın çoğunu ve kalenin bir kısmını yakıp yok etti) consumer demand/spending/protection (tüketici talebi / harcaması /korunması)



42



overdue



ovırdyu:



.



1.geç (late) adj 2.vadesi geçmiş, ödenmemiş (unpaid)



aware [of]



ıweyr



3



adj Farkında olmak



insurance



inşurıns



3



put into effect



n



3



1.sigorta 2.sigorta şirketi 3.sigortadan gelen para Uygulamak (carry out, apply) iş, görev, vazife; ödev (job, duty)



task



te:sk



3



n



embarrass



imbe:ris



1



v



patient



peyşınt



2



adj



Sabırlı [with] (enduring)



patient



peyşınt



3



n



stimulate



stimyuleyt



2



vt



hasta 1. uyarmak, canlandırmak (motivate, rouse) 2. teşvik etmek.



enquiry / enquireinquire



inkwayr



1



v



Sormak (ask)



inkwayr



1



v



inkwayr



1



v



-i araştırmak -i soruşturmak (investigate) hakkında bilgi almak (ask for, request)



rekın



3



v



enquiry / inquire into enquiry / inquire about reckon right away artificial



3



artıfişıl



2



adj



utandırmak, mahcup etmek (make ashamed)



1. saymak, hesaplamak (calculate) 2. sanmak (think)



1.This change in attitude is long overdue. (Davranıştaki bu değişiklik çok geç) You’re long overdue for a dental check-up. (Diş kontrolü için çok geç kalmışsın) They’re aware of the dangers. (Tehlikelerin farkındalar) 1.Have you paid your car insurance? (Araba sigortanı yatırdın mı?) 2. He’s in insurance.(Sigorta işinde çalışıyor) 3.After the fire, they were able to rebuild their house with the insurance.(Yangından sonra, sigorta parasıyla evi yeniden yapabildiler) I hope the government will put the report’s main recommendations into effect. It was a hard task to perform. (Yerine getirilmesi zor big görev) It embarrassed me to have to give my opinion in public. (Beni fikrimi toplum karşısında vermek zorunda bırakarak mahçup etti) Susan’s very patient with the children. (Susan çocuklara karşı çok sabırlı) Several patients complained about the treatment they received. 1. drugs to stimulate the production of hormones / Such questions provide a useful means of stimulating students’ interest. 2. new measures to stimulate the economy May I inquire why you wish to speak to him? (Onunla niçin konuşmak istediğinizi sorabilir miyim?)



The committee inquired into complaints made by several prisoners. Why don’t you telephone the theatre and inquire about tickets? (Niye telefon edip biletler hakkında bilgi almıyorsun?) 1. Analysts reckon their profits have fallen by around 10%. (Analistler kazançlarının %10 civarında düşeceğini hesaplıyorlar) 2. I reckon there’s something wrong with him. (Sanırım onda bir tuhaflık var)



hemen, derhal (immediately, She called and asked me to come over right away. at once, right now) 1.The growers use both natural and artificial light. (Yetiştiriciler hem 1.yapma, suni doğal hem de yapay ışık kullanmaktalar.) 2.yapmacık 2. She laughed a bright artificial laugh. (Kocaman yapmacık bir kahkahayla güldü)



43



unfair



2



adj



haksız, adaletsiz (unjust)



book



1



v



(yer) ayırtmak (reserve)



range



2



v



1.çeşitlemek, sıralamak, uzanmak (vary) 2.gezinmek, dolaşmak 3. otlatmak.



range over



2



v



promising



1



adj



hire



2



v



hire



1



n



abortion



2



n



.



vt



detain



diteyn



properly



3 adv



(bir yerde) yetişmek; (bir yerde) bulunmak umut verici, geleceği parlak (talented, hopeful)



harness



harnis



.



v



1. (ata vs) koşum takmak. 2. to (atı arabaya, öküzleri sabana) koşmak. 3. (doğal bir gücü) kontrol altına almak, kullanmak



harness



harnis



.



n



1. koşum takımı. 2. kayış



v



1. huzurunu kaçırmak, tedirgin etmek 2. yerinden çıkarmak 3. bozmak



1



curious



2



legal look forward to invaluable rely on



v



It seemed silly to make an issue of it.(Görünen oydu ki mesele aptalca büyütülmüştü) 1. 2. 3. Although we’ve harnessed the force of electricity, we still know very little about its effects on us. (Elektrik kuvvetini kontrol altına almış olmamıza rağmen, üzerimizdeki etkileri hakkında hala çok az şey biliyoruz) 1. 2. He was not wearing a safety harness when he fell. 1.The news of the uprising unsettled us. (Ayaklanma hakkındaki haber huzurumuzu kaçırdı. ) 2.The earthquake unsettled the statue in the park. (Deprem parktaki heykeli yerinden çıkardı.) 3.The war has unsettled our travel plans. (Savaş seyahat planlarımızı bozdu.)



(birinin) ilgisini/merakını çok It’s a subject that has always fascinated me. çekmek. (charm)



1. meraklı (snooping) 2. acayip, tuhaf, garip (peculiar) 1. yasal, legal (official) 3 adj 2. hukuksal, hukuki (lawful) -i dört gözle beklemek 3 PhV [+Ving] (anticipate) çok değerli, paha biçilmez adj (priceless) -e güvenmek, -e itimat etmek 3 v (trust in, depend on) adj



a highly promising young artist © Macmillan Publishers Ltd. 2002



1. I hired someone to paint the house. 2.You can hire a car at the airport. a hire car/van (kiralık bir araba/kamyonet) kira (rental) kiralık, kiralama a tool hire company (alet-edevat kiralama şirketi) kürtaj society’s attitude to abortion 1.Nine people were treated in hospital and one was detained overnight. (Dokuz kişi hastanede tedavi edildi ve biri geceboyu alıkondu) 1. alıkoymak 2.Ms Dawson has been detained, so we will start the meeting without 2. geciktirmek. (delay, hold her. (Bayan Dawson geç kaldı, o zaman toplantıya onsuz up) başlayacağız) 3. gözaltına almak (arrest) 3.A 29-year-old man was detained for questioning. (29 yaşındaki adam sorgulama için alıkonuldu) You’re not properly dressed for this weather. gerektiği gibi, layıkıyla, If she doesn’t behave properly, send her home. uygun bir şekilde It’s not a novel, properly speaking, but a fictionalized biography. Birşeyi mesele haline getirmek, büyütmek



fascinate



The Polynesians ranged over the entire Pacific Ocean



1. ücretle tutmak (employ) 2. kiralamak (rent)



make an issue of ST



unsettle



It is grossly unfair to suggest that the school was responsible for this accident. unfair competition (haksız rekabet) I’ll book a table for 8 o’clock. 1.ten players whose ages ranged between 10 and 16 (yaşları 10 ile 16 arasında değişen oyuncular) products ranging from televisions to computer software (televizyonlardan bilgisayar yazılımlarına kadar uzanan üretimler) 2-3. There were buffalo ranging the plains of North America.



Children are curious about animals and how they live. 1.You may wish to seek legal advice before signing the contract. 2. It is perfectly legal to import these goods under European law. He had worked hard and was looking forward to his retirement. I’m really looking forward to working with you. His experience of teaching in Irish schools proved invaluable. Sometimes you just have to rely on your own judgment.



44



receive



Risi.v



3



v



refer



riför



3



come across



Kam ıkras



3 PhV



v



aspect



E:spekt



3



n



instruct



İnstrakt



2



vt



prove (proved Pru:v or proven )



1. almak (get) 2. kabul etmek 3. anlamak, kavramak. 4. (kötü bir şeye) uğramak, yemek 5. (iyi bir şey) görmek. 1. to -e göndermek, -e havale etmek (pass on, submit) 2. to -e başvurmak, -e bakmak. 3. to -den söz etmek, -den bahsetmek. (mention) 4. to -e gönderme yapmak. 1.rastlamak (encounter) 2.gözükmek (appear) 1. açı, yön, bakım (viewpoint) 2. görünüş (look, appearance) 1. okutmak, öğretmek (teach) 2. talimat vermek (command)



3



v



1. ispatlamak, kanıtlamak, tanıtlamak (show, verify) 2. çıkmak, olmak (be)



luxury



lakşıri



1



n



lüks şey, lüks. (lavishness)



sort



sort



3



n



çeşit, tür, nevi. (kind, type)



out of sort



biraz kötü



3



recast/recast



ri:ka:st



.



1.Yeniden düzenlemek 2.bir role başka birini Vt ayarlamak / oyuncunun rolünü değiştirmek



stature



ste:çır



.



n



inadvertently



inıdvörtınli .



adv kazaran



Peşin olarak, önceden



in advance march



1.Saygınlık, önem (importance) 2.boy (height)



març



continental



kantinentıl



superstition



supırstişın



2



v



1.Yürüyüş yapmak 2.marş ileri gitmek



1.kıtasal 2.Batı Avrupa’ya özgü 2 adj (Britanya, İrlanda ve diğer ada ülkeler hariç) boş inanç, batıl itikat, n hurafe.(false notion)



1.He received the report on time. (Raporu zamanında aldı.) 2.He is not receiving visitors today. (Bugün ziyaretçi almıyor) 4.He received a blow on the head. (Başına bir darbe aldı.) 5.He received his elementary education there. (İlköğrenimini orada aldı) 1. The doctor referred me to a skin specialist. 2. Please refer to our catalogue for details of all our products. 3. Jack was careful not to refer to the woman by name. Even as a boy he referred to his father as Steve. 4. The term ‘groupware’ refers to software designed to be used by several computer users at once. 1. I came across a word I’d never seen before. 2. A lot depends on how well you come across in the interview. (Pek çok şey görüşmede ne kadar iyi gözüktüğüne bağlıdır) Let's consider this aspect of the problem. (Meselenin bu yönünü düşünelim.) 1.All children are instructed in the use of the library. 2. He instructed his men to collect information about troop movements. 1. She was determined to prove to her parents that she could live on her own. (Anne-babasına kendi başına yaşayabileceğini ispatlamaya kararlıydı) 3.This car has proved to be more reliable than I had expected. (Bu araba umduğumdan daha sağlam çıktı.) His injuries proved fatal (Yaraları ölümcül çıktı=öldü) a weekend in the luxury of one of New York’s premier hotels (New York’un en iyi otellerinden birinde lüks bir haftasonu) Is this a joke of some sort? (Bu bir çeşit şaka mı?) I’ve been feeling a bit out of sorts lately. (Son zamanlarda biraz kötü hissetmekteyim) 1.She recast her lecture as a radio talk. (Konferans konuşmasını yeniden bir radyo konuşması olarak düzenledi) 1.The orchestra has grown in stature. (Orkestranın saygınlığı artmış durumda) 2.He is small in stature. (Boyca küçüktür,) I’m afraid I inadvertently took your bag when I left. (Korkarım ayrılırken kazara çantanızı almışım) Details of the meeting had been circulated well in advance. (Toplantının detayları önceden elden ele dolaştırıldı) 1. The day before, 50,000 demonstrators had marched on the Pentagon. (Evvelki gün, 50,000 gösterici Pentagona doğru yürüyüş yapmıştı) 2. They made us march for hours. (Bize saatlerce askeri yürüyüş yaptırdılar) 2. continental currencies/cooking (Batı Avrupa paraları / yemekleri)



45



go through



1.incelemek (examine) 2. gözden geçirmek 3.harcayıvermek 4. maruz kalmak (undergo) 5.her zaman yaptığı şeyleri yapmak



3



transfusion



Tre:nsfyujın



treaty



tri:ti



2



due to



Dyu: tu:



3 prep (Because of, owing to,



n



Kan nakli



n



Anlaşma (agreement) Nedeniyle, yüzünden caused by)



Attention



3



n



1.dikkat (notice) 2. ilgi, bakım. (interest) 3. askeri esas duruş/vaziyet.



n



1.dikkat etmek (watch out) 2. –e bakmak, ile meşgul olmak (look after) 3.–in sözünü dinlemek, -e kulak asmak (care) 4. itiraz etmek (object)



Mind



3



further



3 adv 2. bundan başka, ayrıca,



1.daha öteye; daha ötede. ilaveten (additional) 1.ötedeki, uzaktaki, daha



further



3



adj uzak.



2. ilave olunan (added) 1.beceriksiz; hantal; sakar. (clumsy) 2. kullanılması zor 2 adj (unwieldy) 3. zor; uygunsuz, münasebetsiz (difficult)



Awkward



privatization



prayvıtızey 2 şın



fertile



förteyl



1



adj



fertility



förtilıti:



1



n



fertilize fertilizer



förtılayz förtilayzır



crop



krap



n



v n



2



n



özelleştirme.



1.Collins went through every legal book she could find. (Collins bulabildiği her kanun kitabını inceledi) 2. Let’s go through your lines one more time. (Hadi bir kere daha mısralarını gözden geçirelim) 3. He’d gone through all his money by the end of the first week of his holiday. (Tatilinin ilk haftasının sonu itibariyle tüm parasını harcayıvermişti) 4. We can’t really imagine what they’re going through. (Neye maruz kalıyor olduklarını gerçekten hayal bile edemiyoruz) 5. She went through her daily routine of clearing the breakfast table before settling down to handle the correspondence. (Yazışmalarla ilgilenmek için yerleşmeden once kahvaltı masasını temizlemek gibi günlük rutin işlerini yaptı.) He had no difficulty in persuading parliament to ratify the treaty. (Parlamentoyu anlaşmayı onaylamaya ikna etmede sıkıntı çekmedi) He almost died due to lack of oxygen. (oksijen yetersizliği yüzünden neredeyse ölüyordu) The workforce was reduced, partly due to budget pressures. (İş gücü, kısmen bütçe zorlaması nedeniyle azaltıldı) 1.The speaker was dull and their attention soon wandered. (Sunucu aptaldı ve dikkatleri kısa zaman içinde dağılmıştı) 2. Recent violence has focused attention on the issue of racism. 1.Mind you don’t step on those rotten boards! (Sakın o çürük tahtalara basma!) 2.She can’t come to the phone right now. She’s minding the baby.(Kendisi şimdi telefona gelemez. Bebekle meşgul.) 3. He won’t mind me.(Benim sözümü dinlemez o.) 4.Do you mind if I shut the door?(Kapıyı kaparsam olur mu?) I don’t mind.(İtirazım yok.) 1.By sending Lister to prison, the judge went further than the law normally allows. (Lister’i hapishaneye göndererek hakim yasanın verdiği sınırın ötesine geçti) 2.Further to our recent telephone conversation, I am writing to confirm our meeting. 1.The family had moved again, a hundred miles further west. 2. Further details are available from the office. 1.an awkward customer 2. She had arranged all the furniture at awkward angles 3. Luckily nobody asked any awkward questions about what he was doing there privatization of the water supply



Üretken, verimli (abundant, A child’s fertile imagination (bir çocuğun verimli hayal dünyası) productive) 1.üretkenlik (productiveness) 2. Isis, the fertility goddess of Ancient Egypt. (İsis, Antik Mısır’ın 2.doğurganlık (fruitfulness) doğurganlık-bereket tanrıçası) gübrelemek Gübre (manure) That year, the crop failure led to widespread famine. (O yıl, rekolte başarısızlığı geniş çaplı bir kıtlığa yol açtı.) a good crop of potatoes Mahsul, ürün, rekolte, ekin (iyi patates rekoltesi) this summer crop of Hollywood films (Hollywood filmlerinin bu yılki ürünleri)



46



turn (ST) into ST



absorb



ıbzorb



absorbed in



Ibzorbt in



defect



di.fekt



destroy



distroy



wreck



rek



wreck



rek



wreckage



rekic



allied



e:layd



alliance



ılayıns



provision [+for]



prıvijın



1. -e dönüşmek (grow to be, become) 3 2. -e çevirmek, -e dönüştürmek, 3. -e çevirmek. 1.içine çekmek, soğurmak, emmek, absorbe etmek (soak up) 2 v 2.parçası olmak 3.öğrenmek, sindirmek 4.dikkatini çekmek 5.etkisini azaltmak 2 adj (bir şeye) dalmak: Kusur, bozukluk 2 n (shortcoming) 3



vt



1.enkaz (kaza sonrası araç) (ruin) 1 n 2.çarpışma (AmE) a car/train wreck (crash) 1.yok etmek, mahvetmek, yıkmak (destroy) 1 v 2.(bir gemiye batacak kadar) çok zarar vermek [ç pas] Enkaz, kalıntılar (ruins, 1 n remains) 1.müttefik (combined, 1 adj united) 2.ilişkin (related) Ittifak, işbirliği [+between, 2 n with] (coalition, pact, partnership)



2



n



Koşul, şart (terms) 1. refah, mutluluk ve sağlık içinde yaşama (wellbeing) 2. yoksullara yardım [AmE] (benefit)



welfare



welfeyr



2



n



welfare state



...steyt



2



n



2



n



on welfare



1.Mahvetmek (damage) 2. yok etmek (devastate)



safeguard



seygard



.



vt



safeguard



seyfgard



.



n



1.What started out as an enjoyable holiday turned into a nightmare. 2.The freezing temperatures had turned the water in the lake into ice. 3.His first novel was turned into a television film. 1.The planes are fitted with a device that absorbs enemy radar signals. 2.Most of the refugees were absorbed by the growing service sector. Rebel militias were simply absorbed into the national army. 3. We had to absorb a lot of new information very quickly. 4. a game that had absorbed the children all afternoon 5. Jump with your knees bent, so they absorb less impact. He was absorbed in his work. (İşine dalmıştı.) A genetic defect (genetik bir bozukluk) The churches were destroyed by fire last night. (Dün geceki yangın kiliseleri mahvetti) The dog attacked a child and had to be destroyed. (Köpek çocuğa saldırdı ve yok edilmek zorundaydı)



shipwreck (batan-batmış gemi) a car / train wreck (bir araba/tren kazası)



2.The ship was wrecked off the coast of France.



A few survivors were pulled from the wreckage. Allied forces/soldiers (müttefik kuvvetler/askerler) Librarians and allied subjects (kütüphaneciler ve bağlantılı konular) The alliance with Russia (Rusya ile ittifak) the alliance between Temsa and Toyota (Toyota ve Temsa arasındaki işbirliği)



This contract includes a provision for salary increases over time. (Bu kontrat maaşın zamanla artacağına dair bir koşul içeriyor) 1.Police are concerned for the welfare of the children. (Polis çocukların sağlığından endişeli) We intend to make child welfare one of our priorities. (Çocuk refahını önceliklerimizden biri yapma niyetindeyiz) 2.the welfare system (yoksullara yardım sistemi)



Yurttaşlarına sosyal-finanssal yardım sağlayan devlet ihtiyaç dolayısıyla resmi kuruluştan yardım alan. [AmE] korumak (protect) To safeguard the environment (çevreyi korumak) koruyucu tedbir, koruma (safety measure)



47



pole



pol



2



n



portion



po:rşın



2



n



1.kutup 2. sırık, direk, kazık (stick) 1.kısım, parça (piece, part) 2. pay, hisse ( share) 2.porsiyon



observation



abzırveyşı n



3



n



1 gözlem (study) 2.gözetleme (watching) 3.inceleme. (inspection) 4.düşünce (remark)



residence



rezidıns



2



n



1. oturma, ikamet (dwelling) 2. ev, konut, mesken, ikametgâh (house)



residence permit residential



rezidenşıl



lease



li:s



rear



riğır



rearmost



riğırmost



provision



prıvijın



oturma izni 1. oturmaya ayrılmış (alan, mahalle, semt). 2 adj 2. özel konutların bulunduğu (mahalle, semt). 3. ikametgâh ile ilgili 1. kiralamak, kiraya vermek (rent) 1. arka, geri (back) 2 n 2. kıç. En geri, en arka (furthest adj back) 1



2



provision SB/ST with ST make provisions for



n



1.temin etme 2. koşul, şart. (terms)



v



(öz. yiyecek) temin etmek (supply)



.



Hazırlık yapmak erzak; azık. (yolculuk için)



prıvijıns



.



provisional



prıvijınıl



.



adj



municipality



myunisipe:lıti



.



n



municipal



myunisıpıl



1



mayor



meyır



2



n



vicinity



vısinıti



.



n



civar, çevre, dolay.



n



1.uğrak. dinlenme yeri. (tatil yeri) 2.başvurma, kullanma (olumsuz) 3. çare



Rizo:rt



1



1. We’re spending a larger portion of our income on entertainment. 3. If you eat smaller portions, you will begin to lose weight. 1.Make an observation (bir gözlem yapmak) 2. Most children have great powers of observation. 3. a detailed observation of the birds that visited the garden 4. made several excellent observations in her essay on Charles Dickens. 1.After many years of residence in Paris, he returned home. (Fransada yıllarca ikametden sonra vatana döndü) 2.This building is partly a museum and partly a private residence. (Bu bina kısmen bir müze ve kısmen bir konut-mesken)



a residential course/nursing home/worker



vt



provisions



resort



North Pole (Kuzey Kutbu)



1.geçici (temporary) 2.kesinleşmemiş



The main entrance is at the rear. the rear of the bus/house/procession 1.educational / housing provision (eğitim/ iskan temini) Red Cross is in charge of the provision of emergency relief. (Kızıl Haç acil yardım temininden sorumludur) 2. This contract includes a provision for salary increases over time. (Bu kontrat fazla mesaide maaş artışına dair bir şart içeriyor.)



He had already made provisions for his wife and children before the accident. (Kazadan once çoktan karısı ve çocuklarının geleceğini temin hazırlıklarını yapmıştı) 1.A provisional government (geçici bir hükümet) 2. We’ve made a provisional reservation for next week (Gelecek hafta için kesinleşmemiş bir rezervasyon yaptırdık)



belediye.



adj belediyeye ait, yerel



belediye başkanı.



municipal elections (yerel seçimler) a municipal swimming pool (bir belediye yüzme havuzu) The election of the mayor was usually a popular occasion. (Belediye başkanı seçimleri çoğunlukla popular bir durumdu) a university somewhere in the vicinity of London (Londra civarında bir yerlerdeki üniversite) 1.a ski/seaside/mountain resort (bir kayak / denizkenarı / dağ merkezi / bölgesi) 2.There are hopes that the conflict can be resolved without resort the violence. (Çatışmanın şiddete başburmadan çözülebilme umutları var) 3.Strike action should be regarded as a last resort. (Grev eylemi son çare olarak kabul edilmeli)



48



masterpiece



ma:stırpi:s



1



n



1. şaheser, başyapıt 2. harika



master



Ma:stır



1



v



1.iyice öğrenmek, anlamak 2.kontrol etmek



master



Ma:stır



.



adj



mastery of ST Ma:stır



.



n



condition



1.ana, asıl (kaset vs) 2.usta 3.en önemli / en büyük 1. üstünlük, hâkim olma, hâkimiyet. 2. ustalık.



.



v



affluent



E:fluınt



.



adj



zengin



whence



wens



.



conj



1. nereden 2. bu yüzden, bundan dolayı



disillusionment



disilu:jnmınt .



n



frustration



frastreyşın



1



n



vulgar



valgır



.



adj



sailor



seylır



1



n



to be/become out of mind ask a favor be/behave yourself



hayal kırıklığı (disappointment) 1. öfke, kızgınlık (aggrevation) 2. hüsran, engelleme/nme (prevention) 1. müstehcen, edebe aykırı. (bad-mannered) 2. görgüsüz, kaba (rude) denizci Delirmiş olmak, aklını kaybetmiş olmak İyilik istemek, bir şey rica etmek Terbiyeli olmak, uslu durmak 1. 2.



go over



PhV



She has mastery of several languages. (Bir kaç dile hakimiyeti var)



1. alıştırmak, koşullandırmak. 2. etkilemek: 3. rahatlatmak (saç, deri) 4. (birini) (belirli bir duruma) getirmek



kındişın



[çoğunlukla passive]



1. ‘Vertigo’ is the film widely regarded as Hitchcock’s masterpiece. (Vertigo çoğunlukla Hitchcock’un başyapıtı olarak kabul edilen bir filmdir) 2. a masterpiece of medieval architecture (muhteşem bir ortaçağ mimarisi) 1.Hayriye's mastered French. (Hayriye Fransızcayı çok iyi öğrendi.) 2.She struggled hard to master her temper. (Öfkesini kontrol etmek için çok çabaladı) 1. the master tape 2.master carpenter (usta marangoz) 3.the master bedroom (en büyük yatak odası)



3. 4. 5. 6.



1.The rats had been conditioned to ring bell when they wanted food. (Fareler yiyecek istediklerinde bir zili çalmaya alıştırıldılar) 2.Such teachings will condition his attitude to life. (Bu tür öğretiler onun hayata bakışını etkileyecek.) 3.a shampoo that conditions hair (saçı rhatlatan bir şampuan) 4.You can't condition him to accept that. (Kendisini bunu kabul edecek duruma getiremezsiniz.) an affluent area of Edinburgh (Edinburgh’ta zengin bir bölge) Send it back to the place whence it came. (Onu geldiği yere geri gönder.) She couldn't answer any of my questions correctly; whence I concluded she was an impostor.(Hiçbir sorumu doğru cevaplayamadı. Bu yüzden sahtekâr olduğuna karar verdim.) There is widespread disillusionment with the present government. ( 1. My friend shouted in frustration, ‘Hurry up!’ (Arkadaşım öfkeyle bağırdı, “Çabuk ol!”) 2. Their objective was the frustration of the peace agreement. (Onların hedefleri barış anlaşmasının engellenmesiydi) 1. a vulgar joke / language (müstehcen şaka / küfürlü konuşma) 2.a vulgr man (kaba bir adam)



You must be out of your mind to want to see him again. (Onu yeniden görmeyi istemek için aklını kaybetmiş olmalısın) Can I ask a favour of you? (Senden bir iyilik isteyebilir miyim?)



I hope the children behave themselves. (Umarım çocuklar uslu dururlar) 1. Could you go over this report and correct any mistakes? (Raporu gözden geçirip hataları düzeltir misin ?) gözden geçirmek, This area is to be gone over with the greatest of care. (Bu bölge en incelemek (examine) itinalı biçimde incelenmeli) tekrar etmek, 3. Sue’s going to help me go over my lines for the play. (Sue oyun için tekrarlamak. (belirli bir şekilde) repliğimi tekrarlamada bana yardımcı olacak) karşılanmak 4. It went over well in the meeting. (Toplantıda iyi karşılandı.) bir yere gitmek 5.He went over to the window and closed the curtains. (Pencereye hızla temizlemek gidip perdeleri kapattı) (bir grubu bırakarak) 6. go over the car with a cloth (bir kumaş ile arabayı hızla temizlemek) (başka bir gruba) girmek 7. He abandoned the Anglican church and went over to Rome. (Anglikan kilisesini bırakıp Katolik oldu.)



49



poem



poim



3



n



Şiir (verse, sonnet)



poet poetry



poit Poitri:



2



n



2



n



fringe benefit



Frinc benifit



1



n



misgiving



misgiving



.



n



Şair (lyricist) Şiir / şiirler (verse, poems) Sigorta, araba vb işçiye maaş dışında sağlanan şey (perk, extra) ekstra kazanç Kuşku, endişe, korku (doubt, worry, suspicion)



prejudice



precudis



2



N



Önyargı (bias)



out of interest-free



3



Ph



Dışında (OPP within)



intrist



3



adj faizsiz



interest rate



intrist



3



n



Faiz oranı



enterprise



entırprayz



2



n



girişim, teşebbüs (venture)



entırteynm



entertainment ınt



gracious knock over get down to turn down



after all



greyşıs



a book of poems about his childhood (çocukluğu hakkında bir şiir kitabı) She teaches poetry. (Şiir dersi verir) Free theatre tickets are one of the fringe benefits of this job. [perk] (Bedava biletler bu işteki extra kazançlardan biridirler) Richard expressed misgivings about the deal. (Richard anlaşma ile ilgili kuşkuları olduğunu söyledi) We’ve been working hard to overcome prejudice against women in politics. (Politikadaki kadın karşıtı önyargının üstesinden gelmek için – şimdiye dek- çok çalışıyor durmdayız) out-of-date technology (zamane gerisinde kalmış teknoloji) interest-free loans/credit (faizsiz borç /kredi) The government has cut interest rates seven times in the past year. (Hükümet geçen yıl yedi kez faiz oranlarında azaltama yaptı) Euro Disney is a much smaller enterprise than its American counterparts. (Avrupa-Disneyland’ı Amerikadaki benzerlerinden çok daha küçük)



A jazz band provided the entertainment, while people ate and drank under the stars. (Millet yıldızların altında [açık havada] yiyip içerken bir caz grubu eğlenceyi temin etti.) 1. He was gracious enough to invite us to his home. (Bizi evine davet 1. kibar, ince, hoş (kind) edecek kadar inceydi) . adj 2. müreffeh, rahat 2. gracious living (müreffeh yaşam) 3. kerim, lütüfkar, cömert 3. God is gracious. (Allah kerimdir) His most gracious Majesty (Alicenab Kral hazretleri) 3 PhV devirmek. Knock over a vase (bir vazoyu devirmek) 3 PhV (bir işe) koyulmak, başlamak. Let’s get down to business. (Hadi işe koyulalım) 1. The top sheet had been neatly turned down. (Üst çarşaf düzgün bir 1. kıvırmak, bükmek. şekilde kıvrılmıştı) 3 PhV 2. reddetmek, geri çevirmek. 2.To turn down a proposal (bir teklifi geri çevirmek) 3. kısmak. 3. Can you turn the music down a bit? (Biraz müziğin sesini kısar mısın?) bununla birlikte, yine de, Maybe she was right after all. (Belki her şeye rağmen haklıdır) buna rağmen. (in any case, . Ph I’m not really ambitious. After all, money isn’t everything. (Gerçekten in spite of everything, hırslı değilim. Hem, pra herşey demek değil) nevertheless)



2



n



eğlence (amusement, endeavor)



50



abandon



Ibe:ndın



2



vt



bound to



baund



2



Ph



readily



redıli



2 adv



worth



wörth



.



adj



It is worth...



almost



O:lmoğst



3 adv



1. eşit. (alike, the same) 2. aynı düzeyde. (on a par, even)



İ:kwıl



3



adj



dismiss



dismis



3



v



prevalent



prevılınt



.



n



perplex



pırpleks



superb



supörb



deliberation



dilibıreyşın .



n



embezzle



imbezıl



.



v



brake



breyk



1



n



collision



kılijın



to be in collision with ST



vt



2



adj



n



1.This picture's almost done. (Bu resim hemen hemen bitti.) 2.He almost died. (Az kaldı ölecekti.)



1. An extension, equal in height to the main building, was added later. (Ana binanın yüksekliğine eşit bir genişleme daha sonra binaya eklendi) 2. His wife was doing work of equal importance. (Eşi aynı öneme sahip bir iş yapıyordu) 1.The Prime Minister has dismissed two members of her cabinet. 1. işten çıkarmak, kovmak; (Başbakan kabine üyelerinden ikisini görevden aldı.) (discharge, fire) Edwards claimed that he had been unfairly dismissed.(Edwards işten 2. gitmesine izin vermek, haksızca kovulduğunu iddia etti) taburcu etmek (send away) 2.The teacher dismissed her students. (Öğretmen öğrencilerinin 3. hukuk (davayı) gitmesine izin verdi.) reddetmek (reject) 3.Judge Helman dismissed the jury after they failed to reach a verdict 1. the prevalent diseases in western society (batı toplumundaki yaygın 1. olagelen, yaygın hastalıklar) (common, widespread) 2.This negative attitude is surprisingly prevalent among young boys. 2. hakim, egemen (Bu olumsuz davranışlar şaşırtıcı bir şekilde genç erkekeler arasında (dominant, powerful) yaygın-egemen) zihnini karıştırmak, şaşırtmak A perplexing problem (kafa karıştıuran bir problem) (bewilder, puzzle, confuse) Your silence perplexes me. (Sessizliğin beni şaşırtıyor) enfes, fevkalade, çok güzel (excellent) üzerinde düşünme, düşünüp taşınma. (reflection, care, consideration) zimmetine geçirmek (misuse) fren



slem... Frene aniden, hızla basmak 1



1.His mother abandoned him when he was five days old. 2. After 20 lessons I finally abandoned my attempt to learn to drive.



He's bound to win. (Kazanması kesin gibi.) -mesi kesin gibi/kesin olmak I’m bound to say I expected better work than this. (Söylemek zorundayım ki; bundan daha iyi bir iş umut etmiştim) 1. seve seve, isteyerek (willingly) 1.She had readily agreed to the interview, but now she was having 2. kolayca, kolaylıkla (easily) second thoughts. 3.hemen, derhal (promptly, 2. Some computer instructions cannot be readily understood at once) It's of very little worth. (Kıymeti pek az.) kıymet, değer (value) Give me ten thousand liras' worth of cheese. (Bana on bin liralık peynir ver.) 1.This candlestick's worth approximately ten million liras. (Bu şamdanın değeri aşağı yukarı on milyon lira.) 1. (belirli bir miktar) This house is worth six hundred million liras.(Bu evin değeri altı yüz değerinde olmak milyon lira.) 2. (birinin) mal varlığı (belirli 2.He's worth around ten billion liras. (Onun mal varlığı on milyar bir miktar) olmak: kadar.) 3. -e değmek: 3 Is it worth this much trouble? (Bu kadar zahmete değer mi?) Yes, it's worth the effort. (Evet, zahmete değer.) It's worth seeing. (Görülmeye değer.) 1. hemen hemen (approximately) 2. az daha, neredeyse (nearly)



equal



slam on/hit the brakes



1. terketmek, bırakmak (desert) 2. vazgeçmek (give up)



Çarpışma (crash) birşeyle çarpışmak



The Hotel Gardesana offers superb views of the lake. (Gardesana Oteli enfes bir göl manzaraları öneriyor) After much deliberation, Roy accepted the offer. (Çok düşündükten sonra, Roy teklifi kabul etti.) The brakes failed and the car crashed into a tree. (Frenler işe yaramadı ve araba bir ağaca çarptı) She slammed the brakes on. (Aniden frene bastı) There was a collision between the French and German boats. (Fransız ve Alman botları arasında bir çarpışma oldu) Their car was in collision with an ambulance. (Arabaları bir ambulansla çarpıştı.)



51



bend/bent/bent



bend



3



V



bend



bend



2



n



bend on doing ST



1.eğmek, bükmek, kıvırmak (turn, twist, curve, crook) 2. eğilmek, bükülmek, kıvrılmak (bow, twist) 3. dönmek, yön değiştirmek 1. kıvrım (curve) 2. dirsek, köşe 3. dönemeç, viraj (corner) Azmetmiş, akılına koymuş artakalan miktar; üretim fazlası (extra) açık; zarar (shortfall, shortage) bütçe fazlası bütçe açığı



surplus



sörplıs



2



n



deficit



defısit



2



n



2



n



2



n



v



1. kesilmek, durmak (stop, finish, end) 2. kesmek, durdurmak (stop, finish, end)



budget surplus budget deficit



cease



si:s



2



cease-fire



sisfayr



1



n



ateşkes



ransom



rensım



.



n



fidye



v



1.asmak 2.asarak öldürmek 3.bağlamak/bağlanmak 4.duvar kağıdı kaplamak 5.asarak süslemek 6.başını eğmek



1. The road bent toward the south. (Yol güneye kıvrılıyor / kavis yapıyor) to bend SB’s will (birinin iradesine boyun eğmek) 2. He bent and kissed her quickly. (Eğildi ve onu çabucak öptü) 3. The road bent sharply to the right. (Yol keskin bir şekilde sağa dönüktü.) 1. A series of sharp bends in the river. (nehirdeki bir dizi keskin kıvrım) 2. 3. sharp bend (keskin viraj) He is bend on ruining you. (Seni mahvetmeye ahdi var) Brussels has a surplus of hospital beds. (Brüksel’in hastane yatağı fazlası var) a country with trade deficits of £90 billion (90 milyar paundluk ticari açığı olan bir ülke)



1. Conversation ceased when she entered the room. (İçeri girince sohbet kesildi) 2. The government has ceased all contact with the rebels. (Hükümet asilerle tüm teması kesti) He believed the ceasefire would hold. (Ateşkesin yapılacağına inanıyordu.) Her parents received a ransom note. (Anne-babası bir fidye notu aldılar) 1.hang a picture on the wall (duvara bir resim asmak) 2.to hang for murder (cinayetten dolayı asmak) 3.The shutters hung on hinges. (Panjurlar menteşeye bağlı) 4.to hang wallpaper (duvar kağıdı döşemek) 5.The room was hung with oil paintings (Oda yağlı boya tablolarla süslendi) 6.His head hung in sorrow. (Kafası hüzün içinde eğildi)



hang



heng



3



hang on



heng on



3 exc



hang up



heng ap



hanger



hengır



Bekle / Bir dakika / Hatta kal Hang on the phone please! (Lütfen hatta kalınız) (hold on) Telefonu kapatmak 3 PhV DON’T hang up! (Telefonu kapatma!) (disconnect) 3 n Askı, askı kancası Coat hanger (palto askısı)



furniture



förniçır



3



n



mobilya [U]



furnish



förniş



1



vt



1. döşemek; donatmak. 2. sağlamak (supply)



layout



leyaut



2



n



Dizayn, görünüm (design, outline)



encircle



insörkıl



purchase



pörçıs



vt 2



vt



Çevirmek, çevrelemek (surround, enclose) satın almak. (buy)



modern/antique furniture (modern / antik mobilya) Furnishing a new home can be very expensive. (Yeni bir evi döşemek çok pahalı olabilir.) Lyall’s evidence may have furnished police with a vital clue. (Lyall’ın kanıtı polise hayati bir ipucu verdi.) The user gradually becomes familiar with the layout of the keyboard. (Kullanıcı zamanla klavyenin yeni görünümüne alışır) The magazine’s attractive new page layout (Derginin yeni çekici sayfa görünümü) A high fence encircles the property. (Yüksek bir çit emlağı çevrelemekte) She purchased shares in the company. (Şirketteki hisselri satın aldılar)



52



confine [+to] (çoğunlukla pasif)



kınfayn



sole



sol



sole



sol



incentive



insentiv



vehicle



Vi:ıkl



1. Before 1914 divorce was largely confined to the upper classes. (1914’ten önce boşanma üst sınıfa mahsustu) The work will not be confined to Glasgow area. (İş Glasgow bölgesiyle 1. -e mahsus / -le sınırlı sınırlı olmayacak) olmak [be confined to] (be 2. Many prisoners are confined to their cells for long periods of time. restricted) 1 vt (Çoğu mahkum uzun süredir hücrelerine kapatılmış durumdadır) 2.-e kapatmak, -e hapsetmek. They managed to confine the fire to the engine room. (Yangını kazan 3. (bir hastalık) (birini dairesine hapsetmeye muvaffak oldular) eve/yatağa) bağlamak. 3. She was confined to bed with the flu. (Grip nedeniyle yatağa hapsoldu.) be confined to a wheelchair (tekerlekli sandalyeye mahkum olmak) She is the sole survivor of the crash. (Kazadan tek kurtulan oydu) 2 Adj Tek (only) (exclusive) His sole purpose in going there was to see Kelly. (Oraya gitmekteki tek hedefi Kelly’i görmekti) 1. (ayağa ait) taban. 1. The hot sand burned the soles of their feet. (Kızgın kum ayak 1 n 2. (ayakkabıya ait) taban; tabanlarını yaktı.) pençe. 2. leather / rubber sole (deri / kauçuk taban) isteklendiren ödül; özendirici 1.They want to stimulate growth in the region by offering incentives to 2 n şey, şevklendirici foreign investors. (Yabancı yatırımcılara teşviklerle bölgede büyümeyi (motivation) canlandırmak istiyorlar) 3 n araç, taşıt, vasıta. the driver of the vehicle (aracın sürücüsü)



indicate



indıkeyt



3



v



indicator



indıkeytır



2



n



field



fi:ld



3



n



investment



investmınt



3



n



promote



prımo:t



3



vt



If you don’t comply you could face a penalty of £100. (Kurallara uymazsan 100 dolarlık bir cezayla karşılaşacaksın) 1. önceden söylemek, tahmin That economist predicted the present recession. (O ekonomist etmek (forecast, foresee) şimdiki durgunluğun olacağını önceden söylemişti.) 3 v pridikt 2. -e dair/hakkında kehanette The fortune-teller predicted that she would marry young. (Falcı genç bulunmak yaşta evleneceğine dair kehanette bulundu.) The hotel is ideally located for visiting the city and the surrounding sıraunding 2 adj çevredeki, etraftaki (nearby) area. (Otel şehri ve ve çevreleyen bölgeyi ziyaret için ideal bir yerde bulunmakta) I took up the time admiring my surroundings. (Çevreme hayranlık sıraundings 2 n çevre, ortam (environment) besleyerek zamanımı öldürdüm) 1. çevrelemek, kuşatmak, 1. Can you name the states that surround Colorado? (Kolarodo’yu etrafını sarmak (frame, çevreleyen eyaletlerin isimlerini sayar mısın?) 3 v border) sıraund 2. Armed police quickly surrounded the building. (Silahlı polisler 2. askeri kuşatmak, sarmak çabucak binayı kuşattılar) (enclose, encircle)



comply [+with] kımplay predict surrounding surroundings surround



Her tone indicated that she didn’t believe a word of my explanation. (Ses tonu açıklamamın bir kelimesine inanmadığını gösteriyordu) A survey indicating that 89 per cent of people recycle paper. (insanların %89’unun kağıdı dönüştürdüğünü gösteren bir araştırma) economic indicators such as the inflation rate or the exchange rate gösterge, ibre (pointer, sign) (enflasyon ve döviz kuru gibi ekonomik göstergeler.) 1. tarla. 1. a corn/wheat field (bir mısır/buğday tarlası) 2. boşluk, hane 2. Type your name in the User field. (Kullanıcı hanesine adını yaz) 3. alan, saha. 3. Professor Edwards is one of the main experts in his field. (Prof 4. saha (sports ground) Edwards alanında en önemli kişilerden biridir) new tax incentives that will attract foreign investment (yabancı Yatırım (asset, savings) yatırımı çekecek olan yeni vergi teşvikleri) 1. The intense light promotes rapid growth of weeds. (Yoğun ışık zararlı otların hızlı büyümesini artırır) 1. geliştirmek, artırmak 2. A college degree can help you find work or get promoted. (Bir 2. terfi ettirmek. üniversite mezuniyeti iş bulmana veya terfi etmene yardımcı olabilir.) 3. sınıf geçirmek, yükseltmek 3. In 1980 they were promoted to the First League. (1980’da birinci 4. tanıtımını yapmak lige yükseltildiler.) (promosyon) 4. These products are aggressively promoted. (Bu ürünlerin yoğun bir 5. desteklemek şekilde tanıtımı yapıldı.) 5. The opposition parties have deliberately promoted violence. (Muhalif partiler kasıtlı olarak şiddeti desteklemekteler.) işaret etmek, göstermek, imlemek (point out)



2



vi



-e uymak, itaat etmek (obey)



53



reach reach (an/a) reach out



ri:ç agreement decision conclusion ri:ç



3



V



ulaşmak, yetişmek, erişmek



We hoped to reach the camp before dark. (Karanlık çökmeden önce kampa ulaşmayı umuyorduk) When she reached the top of the stairs her heart was pounding. (Basamakların tepesine çıktığına kalbi küt küt atıyordu.)



3



v



Bir uzlaşmaya/karara/sonuca ulaşmak



An agreement was finally reached last night. Ministers must reach a decision before next month.



3 PhV Uzanmak (extend)



reach for/into/accross



3



reach out to ST



3 PhV



1.yardım teklif etmek 2.yardım talep etmek



2



1. kolaylık (comfort) 2. rahatlık, sıkıntısızlık (no difficulty) 3.[askeri] rahat pozisyonu



ease



i:z



v



n



at ease



et i:z



2



n



expectancy



ikspektınsi



2



n



2



n



life expectancy



-e uzanmak



nısesıti



2



n



puncture



pankçır



.



n



(tekerde) delik, patlak



puncture



pankçır



.



v



1. delmek, patlatmak. 3. (şevkini vs ) söndürüvermek



suburb/s



sabörb



1



n



varoş, dış mahalle.



interdisciplinary intırdisiplinıri . adj bilginin farklı dallarına dair intırsekşın



.



n



1.Young children seem to master computer games with ease. 2.He was a compassionate doctor blessed with natural ease.



He was more at ease in the classroom than on a political platform. (Sınıfta politik platformda olduğundan daha rahat) Rahat (comfortable, relaxed) feel at ease: I did my best to make him feel at ease. (Onu rahat hissettrmek için elimden geleni yaptım.) umut, beklenti (hope, There was an air of expectancy as the celebrities began arriving. anticipation) (Kutlamalar ulaşmaya başladığında bir umut havası vardı) tahminî yaşam süresi 1. basic necessities like milk and bread (süt ve ekmek gibi temel gereksinimler) 1. gereksinim (requirement) 2. Women increasingly went out to work, usually because of economic 2. zorunluluk (requisite) necessity. (Kadınlar gittikçe artarak dışarıda çalıştılar, çoğunlukla ekonomik zorunluluklar nedeniyle)



necessity



intersection



She reached out to touch his face. (Yüzüne dokunmak için uzandı) He turned round and reached for the phone. (Döndü ve telefona uzandı) Travis reached into his pocket to get his car keys. (Travis arabasının anahtarlarını almak için elini cebine soktu.) I reached across the table and took Alice’s hand. (Masanın karşısına uzanıp Alice’in elini tuttum) 1. We are reaching out to the most vulnerable members of the community. (Toplumun saldırıya en açık olan üyelerine yardım teklif ediyoruz) 2. She urged him to reach out to his family. (Ailesine yardım etmesi için onu harekete geçirdi)



We had a puncture (Lastiğimiz patladı) 1. The bottom of the water tank had been punctured. (Su tankının dibi delinmiş) 2. The earlier mood of optimism was punctured. (Önceki iyimserliğimiz sönüverdi) Wanstead is a suburb of London. (Wanstead bir Londra kenar mahallesidir) an interdisciplinary research programme



1. kesişme (connection, joint) 1.The school is at the intersection of two main roads. (Okul iki ana 2. kavşak (junction, yolun kesiştiği yerde.) crosswords)



54



obviate



abviyeyt



reminiscent



reminisınt



absolute



E:bsılu:t



occur



ıkör



occur to



ıkör tu:



önünü almak, önüne geçmek, The use of this equipment should obviate the problem. (Bu aletlerin önlemek (prevent) kullanımı problemi önlüyebilir) sights and smells reminiscent of childhood (çocukluğu hatırlatan koku [of] -i anımsatan, -i andıran . adj ve görüntüler)a style reminiscent of a Hitchcock film (Bir Hitchcock (evocative) filmini andıran bir tarz) 1. I have absolute confidence in her. (Ona tam itimadım var) 1. tam (utter, complete) 2. Do you believe in absolute moral values? (Mutlak moral değerlere 2. salt, mutlak. inanır mısınız?) 2 adj 3. kesin, kati (conclusive, an absolute monarchy (bir mutlak monarşi) definite) 3. £9,000 is the absolute maximum we can spend. (9000 sterlin harcıyabileceğimiz kesin rakam) 1. Police said the accident occurred about 4.30 pm. (Polis kazanın 1. olmak, meydana gelmek öğleden sonra yaklaşık 4:30’da olduğunu söyledi.) 3 vi (happen, take place) 2. This small tree also occurs in central and southern India. (Bu küçük 2. bulunmak (exist) ağaç aynı zamanda orta ve güney Hindistan’da da mevcuttur) Aklına gelmek (come to The thought of giving up never occurred to me. (Vazgeçmek fikri hiç 3 PhV aklıma gelmedi) mind) .



vt



approach



ıproğç



3



v



approach



ıproğç



3



n



abuse



ıbyu:s



2



n



abuse



ıbyu:s



1



vt



fine



fayn



1



allow



ıloğ



allow for



ıloğ



cruel



kruğıl



cruelty



kruğılti



She heard footsteps approaching from behind. (Ardından yaklaşmakta olan ayak seslerini duydu.) Governments tend to approach the issue from different angles. (Hükümetler olaya farklı açılardan yaklaşma temayülündedirler) He has a relaxed approach to life. (Yaşama rahat bir yaklaşımı var) Yaklaşım, yaklaşma, With the approach of war, many children were evacuated. (Savaş yakınlaşma yaklaştığı için, pek çok çocuk bölgeden tahliye edildi.) 1. price-fixing agreements and other abuses by large corporations (fiyat 1. yolsuzluk, suiistimal sabitlemesi anlaşmaları ve geniş çaplı şiretlerce yapılan diğer (misuse,manipulation) yolsuzluklar) 2. hakaret, sövüp, sayma 2.Blake was alleged to have hurled racist abuse at a student. (Blake’in (insults, swearing, foul bir öğrenciye ırkçı hakaretler yaptığı iddia edildi) language) 3. Physical abuse and neglect of children is too common. (fiziksel 3.(bedensel - ruhsal) işkence işkence ve çocukların ihmal edilmesi çok yaygın) (mistreatment, violence) 4. Several female students have made allegations of abuse against him. 4.cinsel taciz (Birkaç kız öğrenci ona karşı cinsel taciz iddialarında bulunmaktalar) 1. kötüye kullanmak (misuse, 1. Those with access to private information must not abuse that trust. manipulate) (Özel bilgiye erişim bu güveni kötüye kullanmamalı) 2. (sağlık v.b.'ne) zarar 3. He was fined £10,000 for verbally abusing the umpire. (Hakeme verecek madde kullanmak sözlü saldırıdan dolayı 10000 paund cezaya çarptırıldı) 3. acımasızca yermek, sövüp 4. Prisoners reported being regularly abused by their guards. saymak (insult, swear) (gardiyanları tarafından düzenli olarak işkence yapıldığı rapor edilen 4. (bedensel veya ruhsal) tutuklular) işkence yapmak (treat badly, 5. A high percentage of abusive parents were themselves abused as ill treat) children. (Cinsel tacizde bulunan ebeveynlerin yüksek bir yüzdesinin 5.cinsel tacizde bulunmak bizzat kendisi çocukken cinsel tacize uğramıştı) yaklaşmak, yanaşmak (come close to)



She was fined £250 for speeding. (Fazla hızdan 250 paund cezaya çarptırıldı) 1. I’m sorry, sir, but smoking is not allowed. (Afedersiniz, efendim, 1.izin vermek, müsaade etmek fakat sigara içmek yasak) 3 vt (let, permit) 2. She allowed that the matter was serious. (Meselenin ciddi olduğunu 2.kabul etmek (admit) kabul etti) The cost of the new road, allowing for inflation, is around £17 million. 3 PhV hesaba katmak (consider) (Yeni yolun maliyeti, enflasyonu hesaba katarsak, 17 milyon paund civarında) 1. zalim, acımasız (brutal) 1. a cruel parent (acımasız ebeveyn) 2 adj 2. dayanılmaz, acı (harsh) 2. It’s a cruel world. (Bu dayanılmaz bir dünya) 1 n zulüm, acımasızlık (brutality) She was shocked by the cruelty of his words. vt



Para cezasına çarptırmak



55



respect



rispekt



3



n



1. saygı, hürmet (esteem, admiration) 2. bakım, yön, açı, husus (aspect)



respect



rispekt



2



v



1. saygı göstermek (look up to) 2. -e uymak (comply with)



1.People will respect you for telling the truth about this. (Bu konuda gerçeği söylediğin için insanlar sana saygı duyacaklar) 2. The court’s decision must be respected. (Mahkemenin kararına uyulmalı)



mental



mentıl



3



adj



zihinsel, aklî (intellectual, psychological)



1. It is clear that mental activity does not stop when we’re asleep.



1.değiştirmek / değişmek (change, alter) 2. kımıldanmak (move) 3.yerinden oynamak (move) 4.taşımak, yerini değiştirmek (remove) [BrE] 5.–den kurtulmak (get rid of ) [BrE]



1.Public opinion had shifted sharply to the left following the war. (Kamuoyusavaşı takiben keskin bir şekilde sola doğru kaydı) 2.The children are shifting uncomfortably in their seats. (Çocuklar koltuklarında rahasız rahatsız kımıldandılar.) 3.The wall is shifting a couple of inches every year. (Duvar her yıl yerinden birkaç inç oynuyor) 4.We’ll need to shift this table over to the wall. (Bu masayı duvarın oraya taşımamız gerekecek) 5. There’s still a stain on the carpet that I can’t shift. (Halının üzerinde hala kurtulamadığım bir leke var)



Shift



şift



3



v



1.değişiklik (change, alteration) 2. vardiya (turn, scheduled 2 n time) 3. çok sade bir çeşit kadın elbisesi. 3 PhV Vites değiştirmek



shift



şift



shift into



şift intu:



preliminary



pri:liminıri: 2 adj



preliminaries



pri:liminıri: .



crush



kraş



2



n



v



hazırlayıcı, ilk, ön (initial, opening) 1. başlangıç, ön hazırlık. 2. eleme maçı. 3. ön sınav, yeterlik sınavı. Ezmek, ufalamak (squash, squeeze,compress,press) (defeat) (devastate) (suppress) 1.uygulamak, tatbik etmek, (implement, put into effect) 2.-e zorlamak (inflict, make obligatory) 1. kovalama, peşinde olma (chase) 2. uğraş (activity, hobby)



enforce



införs



2



vt



pursuit



pırsyu:t



2



n



liberty



libırti



2



n



resistance



rizistıns



3



n



optimistic



aptimistik



2



adj İyimser (hopeful, positive)



pessimistic



pesımistik



1



adj kötümser, karamsar.



va:st



1. çok geniş; engin (extensive) 2 adj 2. çok büyük (huge, enormous)



vast



özgürlük, hürriyet (freedom, independence) 1. direnç, karşı koyma, direnme (confrontation) 2. fizik direnç, rezistans.



1. Students show their respect for the teacher by not talking. 2. In this respect, we are no different from other people. (Bu bakımdan biz diğer insanlardan farklı değiliz)



1. the government’s latest major policy shift (hükümetin son ana politika değişikliği) 2. a 12-hour shift (bir 12 saatlik vardiya) She shifted smoothly into third gear as we went into the bend.



a preliminary hearing/discussion/analysis/prop 1. After a few brief preliminaries, she launched into her speech. The front of the car was completely crushed in the accident. (Arabanın ön camları kazada tamamıyla ezildi-ufalandı) Any anti-government protest was swiftly crushed. I was crushed that I wasn’t invited.



1. The main role of the police is to uphold and enforce the law. 2. You cannot enforce the cooperation between the players. 1.the pursuit of happiness (mutluluğu kovalama) 2.his artistic pursuits (sanatsal uğraşıları) their long struggle for liberty and independence (Özgürlük ve bağımsızlık için uzun mücadeleleri) Vitamin A helps build resistance to infection. This proposal is meeting some resistance at the UN’s headquarters. optimistic about the future of the company. (şirketin geleceği hakkında iyimser) a pessimistic assessment of the overall situation (tüm durumun karamsar bir değerlendirmesi) 1.a vast empty plain (çok geniş boş bir düzlük) 2. I believe the vast majority of people will support us. (İnsanların çok büyük bir çoğunluğunun bizi destekleyeceğini sanıyorum)



56



yield



yi:ld



1



n



1. ürün, mahsul; verim (harvest, crop) 2. hâsılat, gelir (profit, income, revenue, earnings) 1.(ürün, vergi, sonuç) vermek; (kâr, kazanç) getirmek (produce, bring in) 2. [+to] teslim etmek, teslim olmak boyun eğmek (give in, surrender, give way)



yield



yi:ld



2



yield up



yi:ld ap



2 PhV ortaya çıkarmak



clutch



klaç



2



v



devastate



devısteyt



1



vt



quantity



kwantıti



2



n



1. nicelik 2. miktar



quantities



kwantıti:s



2



n



Miktar (amount)



regime



reyci:m



2



n



resemble



rizembıl



2



vt



Rejim (system) benzemek, andırmak (look like, be similar to) 1.kızdırmak (aggravate, irritade) 2. engellemek; hüsrana uğratmak (prevent, obstruct)



frustrate



v



kavramak, yakalamak, kapmak (hold, grasp, seize, grip) 1. harap etmek, mahvetmek 2. perişan etmek.



frastreyt



1



ultimate



altimıt



1. nihai, en son (eventual) 2. esas, temel (fundemental, 2 adj basic) 3. en yüce / en berbat (extreme, best/worst)



ultimate



altimıt



.



splash



combine



spleş



kımbayn



1



3



vt



increased crop yields produced on some farms 1.That tree always yielded a lot of fruit. (O ağaç hep çok meyve verirdi.) This new levy will yield us a lot of revenue. (Bu yeni vergi bize çok para getirir.) 2. The sport should not yield to every demand that the television companies make. This latest dig has yielded up over a hundred pieces of fine Roman silverware. (Son kazı yüzlerce parça Roma gümüş işini ortaya çıkardı) An officer stumbled and clutched at the handrail. 1. Western India was devastated by a huge earthquake. 2. Mary’s sisters were devastated by her disappearance. 1. Quality is more important than quantity. (Nitelik nicelikten daha önemlidir.) 2. a negligible quantity (önemsiz bir miktar) in small quantities (az miktarda) He buys in large quantities. (Külliyetli miktarda satın alır.) a military regime (askeri bir rejim) The two species resemble each other. (İki tür birbirine benziyor) 1.What frustrates him is that there’s little money to spend on the project. (Onu kızdıran şey projeye harcamak içinn çok az para olması) 2. Activists and reformers are frustrated by the public’s lack of interest. (Eylemciler ve reformcular kamu ilgisizliği nedeniyle hüsrandalar)



1.ultimate reality (nihai gerçek) 2. ultimate principles (temel ilkeler) 3. the ultimate good (en yüce iyilik)



n



En iyi, en büyük, en yüce



The ultimate in modern design (modern dizaynda en büyük)



v



1. -e (su, çamur v.b.'ni) sıçratmak. 2. su çarpmak. 3. (sıvı) şırıldayarak akmak veya ses çıkararak çarpmak



1. She was splashing perfume on like it was aftershave. 2. waves splashing the rocks 3. Water began splashing over the side of the boat.



Birleşmek (merge); birleştirmek (unite, mix)



an attempt to combine the advantages of two systems (iki sistemin avantajlarını birleştirmek için bir girişim) combining advanced techniques and specialist knowledge (uzman bilgisi ve gelişmiş teknolojinin birleşimi) Combine all the ingredients in a bowl. (Tüm muhteviyatı bir kâseye koy)



v



57



outstanding



autste:nding



1. çok iyi (exceptional) 2. çok önemli (important) 3. yapılmamış, kalmış 2 adj (remaining) 4. ödenmemiş (borç) (unpaid) (remaining)



congestion



kıncesçın



.



n



Tend



tend



3



v



tend to



tend



3



v



towards 3 upwards downwards



v



tend



1. tıkanıklık; kalabalık, izdiham (overcrowding, jam) 2. tıbbi tıkanma (kan, sümük toplanması) (belirli bir yere) ait işlerle meşgul olmak. (birine, hayvana, bitkiye) bakmak (look after) 1.alışkanlığında olmak/çoğunlukla öyle olmak (have a tendency to) -e doğru / aşağıya / yukarıya yönelmek / meyletmek (be inclined, lean)



3



v



sum



sam



3



n



sums



sam



3



n



sum (ST) up



sam



3



n



in sum



in sam



3



remote



rimoğt



2



adj



1. uzak (distant) 2. ücra, sapa



owe







3



vt



borcu olmak, borçlu olmak (be in debt)



owing to



owing tu:



3 conj (because of, due to, on



nedeniyle, -den dolayı



subsequently sabsikwintli:



.



Eddie kept himself busy tending the garden. (Eddie kendini bahçe bakımıyla meşgul etti) He tends bar in a hotel. (Bir otelde bara bakıyorr) 1.He tends to exaggerate. (Abartma alışkanlığı vardır/temayülü vardır) The gym tends to get very busy at about six o’clock. (Cimnastik salonu çoğunlukla saat altı civarında yoğundur.) Housing prices have tended upwards. (Ev fiyatları yükseldi) I think they will tend towards stricter controls. (Sanırım daha sert önlemlere meyledecekler)



1. We’ll have to replace all the furniture that was damaged in the flood. (Selde zarar görmüş tüm mobilyayı yenilemek zorunda kalacağız) 2. The plan is to replace state funding donations with private. (Plan devlet fonu yardımını özel –bağışla- değişterecek) 3. Have they found anyone to replace me yet? (Hala yerimi alacak birisini bulamadılar mı?) 4. She carefully replaced the china plate on the shelf. (İtinayla porselen tabağı rafa geri koydu.) 1. The total area was calculated as the sum of all the individual areas in the plan. (Toplam alan plandaki tüm tek tek alanların toplamı olarak 1. toplam (total) hesaplandı) 2. miktar, meblağ (figure, 2. Companies are prepared to pay substantial sums for the use of our amount) facilities. (Şirketler tesislerimizi kullanmak için önemli meblağlar 3.toplama [BrE] (calculation) ödemeye hazırlar.) 3. To do a sum (bir toplama/hesaplama yapmak) Aritmetik (arithmetic) 1. I’ll sum up briefly and then we’ll take questions. (Kısaca 1. bir şeyi özetlemek. özetleyeceğim ve sonra soruları alacağım.) (summarize) 2. I’d already summed him up, and I knew he’d be difficult to work 2. değerlendirmek (evaluate) with. (Onu çoktan değerlendirmiştim ve biliyordum ki kendisiyle çalışmak zor olacak.) In sum, alternative policies were not considered. (Kısaca, alternatif Özetle, kısaca (all told) politikalar dikkate alınmadı)



ripleys



cudişıs



1.trafıc congestion (trafik tıkanıklığı) 2. congestion of the lungs (akciğerlerde kan toplanması) medicine to relieve nasal congestion (burun tıkanıklığını rahatlatmak için ilaç)



1. yenilemek, yenisiyle değiştirmek 2. başkasıyla değiştirmek (exchange) 3. yerine geçmek, yerini almak. 5. geri koymak (put back)



replace



judicious



1. an outstanding example of Indian art (Kızılderili sanatının çok iyi bir örneği) 2. the outstanding features of the landscape (manzara (resminin) önemli özellikleri) 3. Some tasks are still outstanding. (Bazı ödevler hala beklemede) 4. All your outstanding debts must be settled now. (Ödenmemiş tüm borçlarınız şimdi halledilmeli)



account of) akıllıca, tedbirli, sağgörülü, adj mantıklı (sensible)



2 adv Sonradan (then)



1. The idea of a holiday seems so remote I can hardly even imagine it. 2. My grandparents were from a remote village in China. How much do I owe you? (Sana ne kadar borcum var?) That company owes us a billion liras. (O şirketin bize bir milyar lira borcu var.) Flights from Stansted Airport were cancelled owing to bad weather. (Stansted Havaalanından yapılan uçuşlar kötü hava nedeniyle iptal edildi) a judicious decision (mantıklı bir karar) The disease subsequently spread to the rest of the country. (Hastalık daha sonra ülkenin geri kalanına yayıldı)



58



derive [+from] dirayv



3



v



1.-den çıkarmak, elde etmek (obtain, get, gain) 2.–den kaynaklanmak .-den türemek (originate, come)



assemble



ısembıl



2



v



1. toplamak; toplanmak (gather) 2. monte etmek (bring together, put together)



sake



seyk



2



n



hatır, uğur [for the sake of ST; for SB’s sake]



2



Ph



Allah aşkına



2



n



1. iştah (hunger) 2. istek, arzu, şehvet (desire)



for God’s sake appetite



e:pıtayt



portray



portrey



1



vt



1. betimlemek, göstermek (depict, expose, show) 2. betimlemek, resimlemek (depict) 3. -i oynamak, canlandırmak



compel



kımpel



2



vt



zorlamak, mecbur etmek.



confession



kınfeşın



1



n



1. itiraf. 2. günah çıkartma.



confusion



kınfyujın



2



n



1. kafa karışıklığı, şaşkınlık (puzzlement) 2. karmaşa, düzensizlik (disorder, chaos) 3.karışıklık, hata (mistake)



deficiency



difişınsi



1



n



eksiklik, noksanlık (lack); yetersizlik (shortcoming)



cough



kaf



1



v



öksürmek



cough



kaf



1



n



öksürük



official



ıfişıl



3



adj



divine



divayn



2



adj heavenly)



1.resmi 2.ofise ait 1.ilahi, tanrıdan (godly, 2.ilahi, tanrısal, tanrıvari



1.products that are derived from animals (hayvanlardan elde edilen ürünler) 2.Their fear derives from a belief that these people have supernatural powers. (Korkuları bu insanların olağanüstü güçleri olduğu şeklinde bir inançtan kaynaklanıyor) Many English words derive from Latin.(Çoğu İngilizce sözcük Latinceden türemiştir) 1.How long would it take to assemble a team for a project like this? (Böylesi bir proje için bir takım toparlamak ne kadar vakit alır?) 2.The shelves are sold in kits that you have to assemble yourself. (Raflar parçalar halinde satılıyor, kendin monte etmelisin) for my sake (hatırım için) for the sake of peace (barış uğruna) I’m not just doing this for my own sake, you know. (Bunu sadece kendim için yapmıyorum, biliyorsun) I hope you’re not doing this just for the sake of the money. (Umarım bunu sadece para uğruna yapmıyorsundur) So let’s say, just for the sake of argument, that you’re right. (O zaman diyelimki, sadece tartışma hatrına, sen haklısın) Oh, for goodness’ sake, leave me alone! (Allah aşkına, beni rahat bırak!) a chubby baby with a good, healthy appetite (iyi ve sağlıklı bir iştahı olan tombul bir bebek) The public’s appetite for celebrity gossip (kutlama dedikodularına dair kamu iştahı) 1. The painting portrays the duke’s third wife. (Resim dükün üçüncü eşini göstermektedir.) 2. Opponents portray the president as weak and ineffectual. (Muhalifler başkanı güçsüz ve etkisizbiri olarak betimlediler/resmettiler) 3.His father will be portrayed by Sean Connery. (Babası Sean connery tarafından canlandırılacak.) The order compelled him to appear as a witness. (Emir onu bir tanık olarak gözükmeye -tanıklık yapmaya- zorladı) 1. Higgs later made a full confession to the police. (Higgs daha sonra her şeyi polise itiraf etti) 2. To go to church for confession (günah çıkartma için kiliseye gitmek) 1. some confusion about who actually won (gerçekten kimin kazandığı hususunda biraz kafa karışıklığı) 2. Inside the building was a scene of total confusion. (Binanın içinde tam bir karmaşa manzarası vardı.) 3. Could there have been a confusion of identities? (Bir kimlik karışıklığı sözkonusu olmuş olabilir mi?) anaemia caused by iron deficiency (demir eksikliğinde kaynaklanan anemi) problems caused by deficiencies in the maintenance programme (bakım programının yetersizliğinden kaynaklanan problemler) coughing up blood (kan öksürmek) He gave an embarrassed cough and looked at the floor. (Mahçupça öksürdü ve yere baktı) 1. official investigation / permission / representative (resmi soruşturma / izin / temsilci) 2. a list of my official duties (ofis işlerimin bir listesi) 1. divine intervention/inspiration/justice (ilahi müdahele/vahiy/adalet) 2. The calm on their faces seemed almost divine. (Yüzlerindeki sakinlik adeta tanrısal idi) the many divine beings in the Hindu tradition (Hindu gelneğinde pek çok tanrısal varlık vardır)



59



conviction



appreciate



kınvikşın



ıpri:şieyt



2



2



n



1. mahkûmiyet (sentence, guilty verdict) 2. inanç; kanaat (belief, opinion) 3.güven, itimat (confidence)



1. the conviction of three youths (üç gencin mahkumiyeti) 2. deep religious convictions (derin dini inançlar) 3. ‘Everything will be fine,’ she said, though without much conviction. (Çok inanmasa da, “her şey düzelecek” dedi.) The team’s recent performances have lacked conviction. (Takımın son performansı inançtan yoksundu.-ruhsuzdu)



v



1. takdir etmek, beğenmek. 2. takdir etmek, (bir şeyin değerini, önemini, gerekliliğini) anlamak. 3. (bir şeyin değeri) artmak [vi]



1. Thanks for helping me out, Donna, I really appreciate it. 2. She feels that her family doesn’t really appreciate her. I began to appreciate the difficulties my father had faced.



support



sıport



3



vt



support



sıport



3



n



association



ısoğsieyşın 3



n



object



abjikt



3



n



object [to Ving] ıbcekt Barı / bıro borough



2



v



2



n



deny [Ving]



dinay



3



v



mention



menşın



3



vt



fare



feğr



2



n



farewell



feğrwell



.



n



fare badly / well



feğr



1



v



evoke



ivoğk



.



vt



1. My friends have supported me through the entire trial. (Arkadaşlarım 1. desteklemek, destek olmak tüm duruşma boyunca beni desteklediler) I support Beşiktaş – which do 2. geçindirmek you support? (Ben Beşiktaşı tutuyorum – sen hangisini...?) 3. taşımak; payandalamak 2. How can we support our families on such low wages? (Bu düşük 4. tahammül etmek, çekmek ücretlerle ailelerimizi nalsıl geçindireceğiz?) 1. I am grateful for the constant support of my husband. (Kocamın devamlı desteğine minnetdarım) 1. destekleme, destek. 2. Do you have any support for your theory? (Teorin için herhangi bir 2.kanıt, iddiaya destek (proof) kanıt var mı?) 3.destek, payanda 3. Workers will reinforce supports under the bridge. (İşçiler köprünün altını payandalarla destekleyecekler) 1. a professional association of engineers (mesleki bir mühendisler derneği) the Parent-Teacher Association (okul-aile birliği) 2. The police knew all about his associations with organized crime. 1. dernek; birlik; kurum (Emniyet onun organize suçla ilgili tüm bağlantılarını biliyordu.) (organization) Some studies show a strong association between pesticide use and 2. ilişki, bağlantı, irtibat certain diseases.(Bazı araştırmalar belirli hastalıklar ile böcek ilacı [between, with] (connection) kullanımı arasında kuvveli bir bağlantı olduğunu gösteriyor) 3. çağrışım [+for] (reminder) Smoking has a close association with lung cancer. (Sigara ile akciğer kanseri arasında yakın bir irtibat var) 3. The town has many happy childhood associations for me. (Kasaba benim için bir çok mutlu çocukluk çağrışımlarına sahiptir) 1. nesne, obje, şey, cisim. 1. solid object. 2. amaç, gaye, maksat, hedef: 2. Money's her object. (Onun amacı para.) 3. dilbilgisi nesne. 3. for example ‘the report’ in ‘I’ve read the report’: DIRECT OBJECT itiraz etmek, karşı çıkmak. I object to paying that much for milk. kasaba, kaza, ilçe. the borough council (kasaba konseyi) 1.Neither man was prepared to deny his religion. (Ne o adam ne de 1. inkâr etmek öbürü dinlerini inkara hazırlıklı değillerdi) 2. yalanlamak, reddetmek 2.He has denied rumours (Söylentileri yalanladı/reddetti) (reject, contradict) 3.He had been denied the right to speak to his lawyer. (Avukatıyla 3. -den yoksun bırakmak konuşma hakkından yoksun bırakıldı) anmak, sözünü etmek, -den bahsetmek, zikretmek (state, talk about) 1. yol parası, bilet ücreti. 2. taksi müşterisi. 3. yiyecekler, yemekler. Uğurlas olsun, hoşçakal



I think it’s worth mentioning that we did most of the work. (Sanırım işin çoğunu bizim yaptığımızı söylemeye değer) 1. She had argued with a cab driver after refusing to pay her fare. 3. More traditional fare can be found at the Plaka restaurant.



Let’s say our farewells. (Hadi hoşçakal diyelim) He fared badly. (Kötü iş çıkardı.) İş çıkarmak, yapmak (do, The Democrats fared better than expected and actually picked up a few cope) seats. (Demokratlar beklenenden daha iyi iş çıkardılar ve birkaç sandalye kazandılar) aklına getirmek, çağrıştırmak The recent flood evoked memories of the great flood of 1972. (Son sel (remind, call to mind) 1972 tufanı anılarını akla getirdi)



60



mad



me:d



mad about SB drive SB mad official



pretend



ıfişıl



1. deli, çılgın. 3. k.d. çok kızmış, kudurmuş 2 adj [at ST/with SB] 3. kuduz. Birisi için deli olmak, çok 2 sevmek 2 Birisini çıldırtmak 3 n Bürokrat (bureaucrat) 1. rolüne girmek, olmak 2. -miş gibi davranmak 3. yalandan yapmak, ... numarası yapmak: 4. taslamak



pritend



2



sufficient [for sıfişınt ST] [to do ST]



3



adj ST] [to do] (OPP



v



Bedside lighting alone is not sufficient for most bedrooms. (Çoğu yatak odası için sadeve abajur lambalar yeterli değildir.) There is now sufficient evidence to prove his claims. (Şimdi iddialarını ispatlamak insufficient) için yeterli kanıt var) 1. yapmak, inşa etmek 1. The tunnel was constructed in 1996. (Tünel 1996’da inşa edildi.) 2. cümle kurmak 2. He could now construct short sentences in Spanish. (Şimdi 3. geometri çizmek. İspanyolca kısa cümleler kurabiliyor) 1. a policy that aims to give you cheaper coverage 1. sigorta miktarı ve kapsamı. 2. You can see live coverage of England’s game against France. 2. haber, haberler (reporting) (İngiltere’nin Fransa’ya karşı maçını haber olarak izleyebilirsin) 1. ciro etmek ,ardını imzalamak 2. All endorsed the treaty as critically important to achieve peace. 2. onaylamak. Whenever the government messes up, it’s the taxpayer who has to foot vergi mükellefi. the bill. yeterli, kâfi (enough) [+for



construct



kınstrakt



3



vt



coverage



kavıric



2



n



endorse



indors



2



vt



taxpayer



Te:kspeyır



2



n



boost



Bu:st



2



vt



1. geliştirmek, artırmak (enhance, increase) 2. lehinde konuşmak, çabalamak (support) 3. (fiyat) artırmak (increase)



boost



Bu:st



2



n



1. destek, yardım [for] 2. artma, artış. [in]



discreet



diskri:t



strip



strip



strip



strip



1. You’ll think I’m mad – I’ve just left my job. (Delirdiğimi düşüneceksin; demin işden ayrıldım) 2. My boss is mad with me for missing the meeting. (Toplantıyı kaçırdığım için patronum bana çok kızgın.) Jack and I were mad about each other. (Jack ve ben birbirimiz için deli oluruz.) Please stop making that banging noise – it’s driving me mad! a senior government official (rütbeli bir hükümet memuru) 1.You pretend to be the cat and I'll be the mouse. (Sen kedi ol, ben de fare olayım.) 2. He is pretending that he doesn't know. (Bilmiyormuş gibi davranıyor) 3. He's pretending to be sick. (Hasta numarası yapıyor.) 4. He's pretending to be a scholar. (Bilginlik taslıyor.)



1. ne dediğini bilen , ağzı sıkı (tactful, diplomatic) 1 adj 2.dikkat çekmez (unnoticeable) 1. giysilerini çıkartmak, soyunmak-striptiz yapmak (undress) 2. [off, away] çıkarmak; 2 v kazımak. 3. (bir makineyi vs.) söküp parçalara ayırmak ) (take apart) 2



n



Şerit (narrow piece, band, stripe)



1. a drug that boosts serotonin levels in the body (kandaki serotonin seviyesini artıran bir ilaç) an attempt to boost the minister’s popularity (bakanın popüleritesini artırmak için bir girişim) The festival has been a major boost for the local economy. (Festival yerel ekonomi için ana bir destek) They are calling for a boost in the minimum wage. (Asgari ücrette bir artış talep ediyorlar) 1.She’s very discreet and loyal. (Ağzı çok sıkı ve sadıktır) 2.They followed their car at a discreet distance. (Arabalarını dikkat çekmeyen bir mesafeden takip ettiler) 1. They all stripped and ran into the water. (Hepsi soyunup suya koştular) She made money stripping in bars. (Barlarda striptiz yaparak para kazanır) 2. We spent the weekend stripping wallpaper. (Tüm hafta sonunu duvar kağıdını kazıyarak geçirdik) 3. Take care when stripping away old paint. (Eski boyayı çıkartırken dikkatli ol) a strip of tape (bir bant şeridi) Cut the turkey into strips. (Hindiyi şerit şerit kes) The airport is built on a low-lying strip of land. (Havaalanı alçak bir kara şeridi üzerine kuruldu)



61



volunteer



valıntiğır



2



n



volunteer



valıntiğır



1



v



1. gönüllü kimse [for] 2. gönüllü asker 1. kendiliğinden teklif etmek. 2. gönüllü parasız çalışmak.



vary



veğri



3



v



1.[+with, between] değişmek; değiştirmek (change) 2. [+from]-den ayrılmak, den farklı olmak (differ) 3. çeşitlemek, çeşitlendirmek.



witness



witnıs



2



n



tanık, şahit.



witness



witnıs



2



v



1. bizzat görmek, -e tanık/şahit olmak: 2. [to]-e tanıklık/şahitlik etmek: 3. (to) (bir şeyin) kanıtı/delili olmak, (bir şeye) işaret etmek: 4. hazır bulunarak (bir şeye) resmen şahit olmak



leather



ledhır



2



n



deri



current



Körınt



1



n



cereyan, akım, akıntı.



current



körınt



3



adj



obvious



abviğıs



3



adj (clear, apparent) (OPP



navy



neyvi:



2



core [of]



ko:r



To the core extinct



ikstink



urge



örc



concession



kınseşın



facility



fısilıti



1. şimdiki, güncel, aktüel. 2.yürürlükte olan, cari. aşikâr, açık, apaçık, belli



n



obscure) Donanma



a small team of volunteers He is a volunteer for the Gay Helpline. 1. Thirty-two patients volunteered for the research study. 2. Claire volunteers at the homeless shelter once a week. 1. The temperature of the house varies between eighteen and twenty degrees. (Evin sıcaklığı on sekiz ile yirmi derece arasında değişiyor.) He never varies his habits. (Alışkanlıklarını hiç değiştirmez) Fees vary with the size of the job. (Maaşlar işin ebatına göre değişir) 2. Rooms vary in size but all have television and telephone. 3. I’m trying to vary the children’s diet a little. Witnesses reported hearing two gunshots. 1. Did you witness that event? (O olayı bizzat gördün mü?) These walls have witnessed a lot of history. (Bu surlar birçok tarihi olaya tanık oldu.) 2.He witnessed to having seen the murder. (Tanıklık ederek cinayeti gördüğünü söyledi.) 3. Her absence at the ceremony witnessed her disapproval. (Törende hazır bulunmaması, onaylamadığına işaret ediyordu.) 4.Can you witness Nazmiye's will? (Nazmiye'nin vasiyetnamesine tanıklık eder misin?) a leather sofa (deri bir kanepe) a black leather jacket (siyah bir deri ceket) To swim against a strong current (kuvvetli bir akıntıya karşı yüzmek) 1.your current employer (şimdiki işverenin) 2.words that are no longer current (artık kullanımda olmayan kelimeler) The most obvious explanation is not always the correct one. (En aşikar açıklama her zaman doğru olan açıklama değildir.) Do you have to be so obvious? (Bu kadfar açık olmak zorunda mısın?) a navy base/ship/helicopter (bir donanma üssü/gemisi/helikopteri)



1. These 2,500 words form the core of the language. (Bu 2500 kelime dilin özünü oluşturuyor.) 2. the Earth’s core (dünyanın merkezi) * ph Ölümüne, çok fazla She’s a feminist to the core. (Ölümüne bir feministtir) 1 adj nesli tükenmiş The Tasmanian tiger was declared extinct in 1936. 1. (sözlerle) (birine/bir 1.She urged them not to go to Konya. (Onları Konya'ya gitmekten hayvana) (bir şey) yaptırmaya vazgeçirmeye çalıştı.) çalışmak: Do not urge him to stay! (Ona sakın kalması için ısrar etme!) 2. [on] (bir aletle) (bir She then began to urge them to stay. (O zaman onlara kalın diye 2 vt hayvanı) harekete geçirmek tutturdu.) veya hızlandırmak 2. Urge it on with your whip. (Kırbacınla onu hızlandır.) 3. (on/upon) vurgulamak, 3. Fikret urged on them the need for economy. (Fikret onlara tasarruf üzerinde durmak etme gereğini vurguladı.) 1. You have to be prepared to make concessions in a relationship. (Bir ilişkide imtiyazlar yapmaya hazır olmalısın) 1. imtiyaz, ayrıcalık 2. Russia has recently sold timber concessions to Japanese and Korean 2 n 2. satma imtiyazı companies. (Rusya kereste satma ayrıcalığını Japon ve Rus şirketlere 3. grup ayrıcalığı-indirimi sattı) 3. Tickets cost £10 (£5 concessions). (Biletler 10 sterlin (grup indirimli 5 sterlin)) 1. A free bus to the airport is a facility offered only by this hotel. 1. kolaylık, olanak (ease, (Havaalanına bedava otobüs sadece bu otel tarafından sunulan bir convenience) kolaylıktır/olanaktır) 3 n 2. hizmet veya tesis 2. Does the company offer any facilities for employees with young 3. hüner, maharet (aptitude, children? (Şirket kükük çocuklu aileler için herhangi bir ability) kolaylık/hizmet/tesisi sunuyor mu?) 3. He traslated with great facility. (Büyük bir hüner ile tercüme etti.) 2



n



1. öz, esas, cevher 2. merkez (gezegen vs.)



62



magnitude



convert (to/into)



trade



trade



me.gnityu:d 1



kınvört



treyd



2



3



n



1. büyüklük, azamet. 2. önem, ehemmiyet 3. [mat] büyüklük 4. [astr] kadir, parlaklık



v



1.-e çevirmek, -e dönüştürmek. (turn into) (exchange) (switch) 2.din değiştirmek / değiştirmesine vesile olmak



n



1.ticaret 2. iş 3. [the trade] meslektaş, sektör, aynı işi yapanlar 4. satışlar, işler 5. zanaat (craft)



v



1. Alım-satımını yapmak, ticaretini yapmak [in ST] [with SB] 2. değiş-tokuş yapmak



treyd



3



beyond



biyand



1. ötesinde; ötesi, -den öte; den sonra 3 prep 2. dışında 3. -den başka



disastrous



diza:sstrıs



1



adj



fine



fayn



3



adj Çok ince



amuse



ımyu:z



2



v



capture



ke:pçır



1



n



branch



bra:nç



1



vi



debate



dibeyt



3



n



debate



dibeyt



3



v



expectation



ekspekteyşın 3



n



beklenti.



astonish



ıstaniş



1



vt



Çok şaşırtmak (surprise)



-fold



foğld



1



[for ST/SB] felaket getiren, feci



1. They may feel discouraged at the magnitude of the task before them. (Önlerindeki görevin büyüklüğüyle cesaretlerini yitirmiş hissedebilirler) 2. a world crisis of considerable magnitude (ciddi ehemmiyette bir dünya krizi) 3. electorates of less than average magnitude (ortalama büyüklükten daha küçük olan eloktratlar) 4. star of the first magnitude (en parlak / birinci kadirden olan yıldız) 1.You have to convert the temperature readings from Fahrenheit to Celsius. (Sıcaklık değerini fahrenhayttan santigrada çevirmelisin) They converted the old school into luxury flats. (Eski okulu lüks dairelere dönüştürdüler.) 2. At the age of 16, Greene converted to Catholicism. (16 yaşında, Greene Katolik oldu.) 1.The two leaders signed agreements on trade and sporting links. (İki lider ticari ve sportif bağlantılara dair anlaşmalar imzaladı.) 2. everyone to his trade (herkes işine baksın) 3. They ofer discounts to the trade. (Meslektaşlara indirim teklif ediyorlar.) 4. Trade was very good last month. (Satışlar-işler geçen ay iyiydi.) 5. the trade of carpenter. (marangozluk zanaatı) 1. Stan trades in fossils from many countries. (Stan bir çok ülkeden fosil ticaret satın alır) We need to trade with Eastern Europe more. (Doğu Avrupa’yyla daha fazla ticaret yapmamız gerekir.) 2. They traded freedom for security. (Güvenlik için özgürlüklerini verdiler.) 1. Beyond there there's nothing but mountains. (Oradan öte dağdan başka şey yok.) beyond four o'clock (saat dörtten sonra.) 2. It's beyond his capability. (Onun kabiliyetinin üstünde) 3. I can do nothing beyond that. (Ondan başka bir şey yapamam.) a disastrous dinner party (feci bir akşam yemeği partisi)



I’ve got very fine hair. (Çok ince saçlarım var) Everything was covered in a fine layer of dust. (Her şey ince bir toz tabakasıyla kaplıydı) eğlendirmek; oyalamak, Her stories never fail to amuse me. (Hikayelerinin beni güldürmediği güldürmek. hiç olmamıştır) 1. yakalamak (seize, catch) 1. Police officers finally cornered and captured the dog. (Polis 2. ele geçirmek memurları nihayer köpeği köşeye sıkıştırıp yakaladı.) 3. betimlemek, ifade etmek 2. Rebel forces captured the village. (İsyancı birlikler köyü ele geçirdi) (portray, depict) 3. The film succeeds in capturing the mood of the 1960s. (Film 4. kaydetmek [on film / 1960’ların havasını yansıtmada çok başarılı) camera etc.] (kasete, videoya 4. The whole incident was captured by a young American photographer. vs. ) (Olayın tamamı genç bir Amerikan fotoğrafçı tarafından kaydedildi) 1. dal budak salmak. yellow flowers on branching stems (dallara ayrılan gövdedeki sarı 2. kollara ayrılmak. çiçekler) tartışma; münazara. (discussion) 1. tartışmak. 2. çok düşünmek, düşünüp taşınmak



...kat



There has been intense debate over political union. (Politik birlik üzerine kesif bir tartışma var) 2. He debated with himself before reaching the decision. (Kararını vermeden önce çok düşündü.) Contrary to her expectations, Caroline found the show very entertaining. Beth astonished her by refusing to help. (Beth yardım etmeyi reddederek onu çok şaşırttı) a fourfold increase (dörde katlayan bir artış)



63



objective



ıbcektiv



objective



ıbcektiv



submission



sıbmişın



stimulating



stimyule yting



stimulate



stimyule yt



1.Hedef, amaç (object, aim, target, goal, purpose) 2.objektif (kamera vs) Nesnel, objektif, (impartial) 2 adj olgusal (factual) (OPP subjective) 1.teslim olma 2 n 2.sunma, teslim etme 3.(mahkemede) ifade verme çok ilginç, heyecan verici . adj (interesting, exciting) (OPP dull) 1. teşvik etmek 2. uyarmak, harekete 2 v geçirmek 3. canlandırmak, harekete geçirmek 3



n



1.sıkıcı (boring) 2.mat (faded) 3.boğuk (ses) 2 adj 4.hafif ama devamlı (sızı) 5.kapalı (hava) (cloudy) 6.aptal (stupid) 7.durgun (ticaret)



dull



dal



disclose



disklauz / 2 klo:z



feasible



fi :zıbl



v



1. [ST to SB] (bir sırrı vs.) birine açıklamak (reveal, make known) 2. ortaya çıkarmak (reveal)



1. The government should do more to stimulate investment in the north. 2. drugs to stimulate the production of hormones 3. Such questions provide a useful means of stimulating students’ interest. 1. Life in a small town could be deadly dull (Küçük bir kasabada yaşam çok sıkıcı olabilir) 2. dull, lifeless hair (mat, cansız saçlar) 3. The gates shut behind him with a dull thud. (Kapılar ardından boğuk bir sesle kapandı) 4. a dull ache / pain (hafif sızı / ağrı) 5. It was a dull, gray day. (Kapalı gri bir gündü) 6. a dull pupil/class/mind (aptal bir öğrenci/sınıf/kafa) 7. Don’t sell into a dull market. (Durgun piyasaya mal satma) 1.The spokesman refused to disclose detail of the takeover to the press. (Sözcü medyanın devralınması hususundaki detayı açıklamayı reddetti.) 2.The door swung open, disclosing a long dark passage. (Kapı aralandı, uzun karanlık bir koridoru ortaya çıkararak.) A feasible plan / suggestion (uygulanabilir bir plan / öneri)



Molten lava rose up from beneath the Earth’s crust. (Ergimiş lav dünya kabuğunun altından yükseldi.)



2



n



crust



krast



1



n



kabuk.



detect



Di:tekt



agent



A stimulating book (çok ilginç bir kitap)



1. the shaft of an arrow (bir okun sapı) 2. a lift/ventilation shaft (bir asansör / havalandırma boşkuğu)



Şa:ft / şe:ft



apt



1.to force SB into submission (birisini teslim olmaya zorlama) 2.When is the final date for the submission of proposals? (Teklifleri sunma için son tarih ne zaman?)



adj Uygulanabilir (practicable)



shaft



complain



An objective analysis/assessment/report (nesnel bir analiz/değerlendirme/rapor)



1



1. bir şeyin ince uzun ana kısmı, sap vs. 2. tünel, asansör boşluğu vs. 3.ışın, şua 4. (araba vs. ) ok , şaft



regulate



The main objective of this meeting (bu toplantının ana amacı)



1. I thought I detected a hint of irony in her words. 2. technology capable of detecting the smallest earth tremors 1.The proposal seeks to change the way the airline industry is regyuleyt 2 regulated. 2.Teachers are not able to regulate the temperature in their classrooms. ‘It’s far too hot,’ she complained. (“Çok fazla sıcak” diye sızlandı) Sızlanmak, şikayet etmek, What are you complaining about? (Neyden şikayetçi oluyorsunuz?) kımpleyn 3 v yakınmak [about/of ST] [that Refugees had complained of being robbed and beaten by officials. clause] [to SB] (Mülteciler memurlarca soyulmak ve dövülmekten şikayetçilerdi) She’d been complaining of headaches. (Baş ağrısından muzdarip) 1. çok uygun, -e meyilli 1. He's apt to be late. (Sık sık geç kalır.) (very suitable) That pile of books is apt to fall. (O kitap yığını devrilir.) 1 adj e:pt 2. akıllı ve çabuk kavrayan, an apt comparison (çok uygun bir mukayese / karşılaştırma) zeki 2. an apt student (akıllı ve çabuk kavrayan bir öğrenci.) 1. acente 1. a shipping agent (bir gemicilik acentesi) 2. ajan. (spy) 2. a secret / undercover agent (bir gizli ajan) 3. temsilci, vekil 3. My agent has power to sign my name. (Vekilim adıma imzaya 3 n eycınt (represantative) yetkilidir.) 4. aracı, vasıta 4. Many insects are agents for fertilization. (Pek çok böcek döllenmeye aracılık eder.) 2



1. sezmek, farketmek. 2. bulmak, keşfetmek 1. düzenlemek, yoluna vt koymak. 2. ayarlamak. vt



64



1. After five hours on your feet you deserve a break. (Ayakta beş saatten sonra bir arayı hakediyorsun) a matter that deserves further consideration (daha fazla ilgiyi hakeden bir sorun) an increase in the funding of health care (sağlık hizmetleri fonunda bir artış) The government is still failing to provide adequate funding for Para, fon (financial support) research. (Hükümet araştırmaya yeterince fon sağlamada hala başarısız.) Rival gangs battled for supremacy. (Rakip çeteler üstünlük için Üstünlük, egemenlik savaştılar) İnsanoğlu (humankind) 1. In some cases people have had to wait several weeks for an appointment (Bazı durumlarda insanlar bir randevu için birkaç hafta beklemek zorundaydılar.) If that is the case we need more staff. (Eğer 1. durum (situation) durum böyleyse daha fazla elemana ihtiyacımız var.) I cannot make 2. (soruşturulan) vaka, olay an exception in your case. (Senin durumun için bir istisna yapamam.) 3. hastanede vaka, hastalık 2. a murder case (bir cinayet vakası) a case of theft (bir hırsızlık durumu vakası) 4. mahkeme, dava 3. I had five cases of syphilis this morning. (Bu sabah beş frengi 5. deliller (arguments) vakam vardı.) a severe case of typhoid (ciddi bir tifo vakası) 6. dilbilgisi durum 4. to lose / win a case (bir mahkemeyi-davayı kaybetmek / kazanmak) 7. kutu, çanta, kap vs. You have no case (davanız düştü) (container) 5. the case for the defendant (sanık lehine deliller) 6. genitive case (sahiplik durumu) (Sarah’s book) 7. a wooden case (tahta bir sandık) hak etmek, layık olmak (be worthy of)



deserve



dizörv



2



v



funding



fanding



2



n



supremacy



sıpremısi:



.



n



mankind



me:nkaynd 1



n



case



keys



3



n



asylum



ısaylım



2



n



emotion



imoşın



3



n



conscious



kanşıs



1. [to be … of] [to be … that] farkında olma, 2 adj bilincinde olma (aware) 2. bilinçli, bilinci yerinde.



subconscious



sapkanşıs



.



1. sığınma, iltica 2. [eski] tımarhane duygu, his; heyecan. (feeling, passion)



adj Bilinçaltı, bilinçaltına ait



invasion



inveyjın



2



n



1. istila, işgal 2. ani hücum, doluşma (çoğ. alışveriş için) 3. yayılma



doubt



daut



3



n



kuşku, şüphe, belirsizlik



biyand



adj kuşkusuz



beyond doubt daut



3



doubt



daut



2



v



harvest harvest



harvist harvist



.



v



1



n



kuşkulanmak, kuşku duymak hasat etmek, biçmek. Hasat, biçme, toplama



1. More than half a million people sought asylum in Europe last year. (Geçen yıl Avrupada yarım milyondan daha fazla insan iltica istedi) As a nurse I learned to control my emotions. (Bir hemşire olarak hislerimi control etmeyi öğrendim) 1. Teachers are increasingly conscious of the importance of the Internet. (Öğretmenler gitikçe daha fazla internetin öneminin bilincinde oluyorlar) We are conscious that some people may not wish to work at night. (Bazı insanların gece çalışmak istemeyebileceğinin bilincindeyiz.) 2. The patient was fully conscious throughout the operation. (Hastanın tüm ameliyat boyunca bilinci yerindeydi.) I’m going to make a conscious effort to be more cheerful. (Neşelenmek için bilinçli bir şeyler yapacağım.) Your dislike of water is perhaps due to a subconscious fear of drowning. (Sudan hoşlanmaman belki bir bilinçaltı boğulma korkusu nedeniyledir) 1. the Roman invasion of Britain under Julius Caesar (Jul Sezar komutasında Britanya’nın Romalılarca işgali) 2. The shops prepared for an invasion of last-minute Christmas shoppers. (Mağazalar Noel alışverişi yapanların bir son dakika hücumuna-doluşumuna hazırlıklılar) 3. an invasion of cancer cells (bir kanser hücreleri yayılması) I have no doubt that he will succeed. (Başaracağından kuşkum yok.) The future of the company is still in doubt. (Şirketin geleceği hala belirsiz) What is beyond doubt is that he is utterly incompetent. (Kuşkusuz olan şey onun tam anlamıyla yetersiz olduğudur.) Some people doubt my ability but I will prove them wrong. (Bazıları yeteneğimden kuşku duyuyorlar ama yanıldıklarını ispatlayacağım.) farmers harvesting their crops (mahsullerini hasat eden çiftçiler) the corn/potato/grape harvest (mısır / patates / üzüm hasadı)



65



intake



inteyk



fiscal



fiskıl



1. The Republic of Tunisia achieved independence from France in 1957. (Tunus Cumhuriyeti bağımsızlığını Fransa’dan 1957 de aldı.) 1. başarmak, -e ulaşmak, elde actors who achieve fame and fortune in Hollywood (Hollywood’ta 3 v etmek şöhret ve servet kazanmayı başaran aktörler) 2. başarılı olmak 2. Many managers are driven by a desire to achieve. (Pek çok idareci başarılı olma arzusuyla güdülenmişlerdir) 1. yoğun, kalın, koyu (intense, thick) 1. a dense black cloud of flying insects (yoğun bir uçan böcekler 2. sık (orman, saç v.b.) bulutu) 1 adj (crowded) 2. dense woodland (sık koruluk) 3. anlaşılması güç, ağır 3.a dense essay (ağır bir makale) (complicated) 1.çok güzel, nefes kesen 1. The scenery along the coast was just breathtaking. (Sahil boyundaki (extremely impressive) manzara tek kelimeyle nefes kesici) 1 adj 2.çok kötü, berbat 2. I found her rudeness quite breathtaking. (Kabalığının çok kötü (extremely bad) olduğunu düşündüm) 1.Reduce your intake of salt, sugar, and junk foods. (tuz, şeker ve 1. vücuda alınan-tüketilen abur-cubur tüketimini-alımını azalt) yiyecek-içecek, aldı (eatingyour calorie/energy/protein intake (kalori/enerji/protein tüketimi1 n drinking) alımınız-tüketiminiz) 2. alınan (öğrenci vs) sayısı 2. this year’s intake of students (bu yılki alınan öğrenci sayısı) 3. giriş 3. the air / fuel intake (hava / yakıt giriş kanalı) 2 adj mali fiscal and monetary policies (mali ve parasal politikalar)



anniversary



E:nivörsıri



2



n



yıldönümü.



revenue



revvinyu



2



n



income



inkam



3



n



output



autput



2



n



Gelir (income, profit) gelir, kazanç (revenue, profit) üretim; çıktı; verim. (OPP input)



annual



E:nyuğıl



3



adj



achieve



Içi:v



dense



dens



breathtaking



brethteyking



come out



kam aut



leak



li:k



leak out



li:k aut



leak



li:k



terrain



tıreyn



1. yılda bir yapılan, yıllık 2. bir yıllık



There was a concert to mark the 10th anniversary of Mandela’s release from jail. (Mandela’nın serbest kalmasının 10. yıldönümü için bir konser vardı) tax revenues (vergi gelirleri) What is your approximate annual income? (Yaklaşık yıllık geliriniz ne kadar?) Industrial output increased by four per cent last year. (Sanayi üretimi geçen sene yüzde dört arttı.) graphics output (grafiklerin çıktısı) 1. an annual conference/festival/holiday (yıllık bir konferans / festival / tatil) 2. an annual salary/total/average (bir yıllık maaş / toplam / ortalam)



1. We’ve recorded a new album, and it’s coming out in the spring. (Yeni bir albüm yaptık ve baharda çıkacak) 2. These differences don’t come out until you put the two groups in a room together. (İki grubu beraber aynı odaya koyuncaya dek bu farklar ortaya çıkmaz.) He said, “it’ll all come out in court.” (Mahkemede 1. yayımlanmak, piyasaya herşey ortaya çıkacak dedi) It eventually came out that she was already çıkmak (kitap, kaset, film) married. (Sonunda zaten evli olduğu ortaya çıktı.) 2. ortaya çıkmak, bilinmek 3 PhV 3. I didn’t mean it to come out as a criticism. (Onun bir eleştiri olarak 3. algılanmak, anlaşılmak algılanmasını istememiştim) She had only meant to defend herself, but 4. sonuçlanmak it had come out all wrong. (Sadece kendini savunmak istemişti, ama 3. (leke, diş) çıkmak herşey yanlış anlaşıldı.) 4. It’s impossible at this stage to judge how the vote will come out. (Bu aşamada oylamanın nasıl sonuçlanacağını kestirmek mümkün değil.) 5. Another of her baby teeth came out yesterday. (Diğer bir süt dişi de dün düştü.) The tire is leaking air.(Lastik hava kaçırıyor.) 1 V sızdırmak, kaçırmak; sızmak Oil was leaking from the pipeline. (Boru hattından petrol sızıyordu) a leaked report (sızdırılmış bir rapor) News leaked out that he was leaving the show. (Şovu terkediyor 1 vi (sır) dışarı-medyaya sızmak olduğu haberi dışarı sızmış) 1. su sızdıran delik veya 1. a leak in the roof (çatıda bir sızıntı yeri) 1 n çatlak ,sızıntı yeri 2. The explosion was caused by a gas leak in the main line. 2. sızıntı. (Patlamaya ana hatlardaki bir gaz sızıntısı neden oldu) . n arazi, yer; bölge, mıntıka. familiar/hilly/mountainous terrain (tanıdık / tepelik / dağlık bölge)



66



priority



prayorıti



3



n



emphasize



emfısayz



2



v



stake



steyk



2



n



arch



arç



2



n



bin



bin



1



n



be based on be bound to be on fire



beyzt



3



Ph



2



Ph



Curtail



körteyl



1. Being fashionable was low on her list of priorities. (Modaya uygun olmak onun öncelikler listesinde geri sıralardaydı) 1. Buses take priority over other vehicles on the road. (Yolda otobüslerin diğer araçlara geçiş önceliği var) 1. She emphasizes that her novels are not written for children. 1. vurgulamak, altını çizmek (Romanının çocuklar için yazılmadığını vurguluyor) 2. ortaya çıkartmak 2. Naomi’s short hair emphasized her cheekbones. (Naomi’nin kısa saçları elmacık kemiklerini ortaya çıkarttı.) 1. He liked gambling, but only for small stakes. (Kumar oynamayı sever ama sadece küçük meblağlarda) 1. riske edilen bi miktar para 2. RCS Video has bought a majority stake in Majestic Films 2. [ticari] pay, hisse. International. (RCS videoları Majestik Films International’ın 3. kazık; (bitki için) ispalya, hisselerinin çoğunluğunu satın aldı) sırık, herek. 3. Joan of Arc was burnt at the stake in 1431. (Jan Dark 1431’de bir kazıkta yakıldı.) 1. kemer, tak. the arch above the front door (ön kapı üzerindeki kemer) 2. ayak kemeri. a garden arch (bir bahçe kemeri) 1.(kömür, tahıl v.b.'ni coal bin (kömürlük) wood bin (odunluk) saklamak için) kap; sandık; It’s time you threw those shoes in the bin. (Artık şu ayakkabıları çöpe yer atmanın zamanı gelmiş) 2. çöp [BrE] 1. öncelik 2. geçiş önceliği / hakkı



3



-e dayanmak. -mesi kesin olmak: Ph yanmak.



.



v



kısıtlamak, azaltmak (limit, restrict, lessen)



companion



kımpe:nyın



2



n



1. arkadaş, yoldaş. 2. eş, bir diğer 3. refakatçi. 4. rehber kitap



durable



dyurıbıl



.



adj



1. dayanıklı, sağlam. 2. sürekli, devamlı.



supervise



Su:pırvayz



2



v



yönetmek



v



1.işgal etmek 2.(bir yer, boşluk, zaman vs) kapsamak, doldurmak 3.(ofis, ev vs için) çalışmak, yaşamak, bulunmak 4. (bir makamda) bulunmak



occupy



precise



okyupay



2



1. tam, kesin 2. çok dikkatli, titiz (kimse). 3. titizlikle yapılmış (iş). 4. dakik (saat). 5. hassas (alet).



The film is based on a true story. (Film gerçek bir hikayeye dayanıyor) He's bound to win. (Kazanması kesin..) The building was still on fire three hours later. a government attempt to curtail debate (tartışmayı azaltmak için bir hükümet girişimi) Spending on books has been severely curtailed. (Kitaplara harcama yapmak sert bir şekilde azalmıştır) 1. a travelling companion (bir seyehat arkadaşı) 2. Have you seen the companion to this glove? (Bu eldivenin eşini gördün mü?) 3. 4. a companion to french literature (Fransız Edebiyatı hakkında rehber bir kitap) 1. durable high quality steel 2. Finding a durable solution will not be easy Mary supervises two PhD students. His job was to supervise the loading of the ship. 1.The capital has been occupied by the rebel army. (Başkent asiler ordusunca işgal edildi) 2.How much memory does the program occupy? (Bu program ne kadar yer kapsar?) Your firm occupies a lot of this building's space. (Firmanız bu binada epey yer kapsıyor.) A fountain occupies the center of the garden. (Bahçenin ortasını fıskıyeli bir havuz dolduruyor) 3.He occupies an office on the 12th floor. (12. katta bir ofiste çalışıyor) Which bed do you occupy? (Hangi yatakta yatıyorsun?) 4..The president occupies the position for 4 years. (Başkan makamda 4 yıllığına bulunur) 1. a precise definition of the word (sözcüğün tam karşılığı) at the precise moment of his arrival (tam geldiği anda.)



67



draw /drew/drawn



droğ



3



v



sight



sayt



3



n



shoulder



şoğldır



3



n



square



skweğr



square



skweğr



square



skweğr



vie / vying



vay



residue



rezidyu:



1. görüş, görme yetisi (eyesight, vision) 2. görünüş, manzara (look) 3. çoğul görülecek yerler, turistik yerler (view) 4. silahta dürbün veya gez 1. omuz. 2. dağ yamacının üst bölümü. 3. kürek eti. 4. banket.



1. kare. 2. (şehirde) alan, meydan 3 n 3. mat. (bir sayının) karesi. 4. k.d. sıkıcı (eski tarzda giyindiği için) . adv (directly) direkt olarak 1. kare, kare şeklinde 2. (metre) kare 2 adj 3. banal, çok eski moda (kişi) 4. fit olmak, ikisi de birbirine borçsuz hale gelmek



.



.



1. He drew the tray of food closer to his plate.(Yemek tepsisini tabağına doğru çekti.) 7. draw a picture (resim çizmek.) draw a graph (grafik çizmek)



1. Spiders hunt mainly by sight. (Örümcekler genellikle görme yetisiyle avlanırlar) 2. What a lovely sight you are! (Ne tatlı görünüyorsun!) 3. We enjoyed seeing the sights of San Francisco. (San Fransisco’nun turistik yerlerini görmekten zevk aldık)



1. She injured her shoulder. (Omzunu incitti) 3. a shoulder of lamb (Bir kuzu kürek eti) 1.The garden is a square. (Bahçe bir kare) 2. an office in Uğur Mumcu Square. (uğur Mumcu meydanında bir büro) 3. The square of 3 is 9. (3’ün karesi 9’dur) He hit it square in the middle of the bat. 1. a square jaw. (kare şeklinde bir çene) 2. four square meters (dört metre kare) 4. You give me back six pounds then we’ll be square. (Bana altı sterlin ver ve fit olalım)



vi



rekabet etmek (compete)



Five players are still vying for the last position on the team. (Beş oyuncu hala takımdaki son mevkiye geçebilmek için rekabet ediyorlar.)



n



1.[hukuk] mirasın kalan kısmı 2.çözünmez artık; tortu, çökelti [kimya]



1. He left the residue of his estate to a nephew. (Mirastan kalanı bir yeğene bıraktı)



step up



act



act



scene



1. çekmek [su, silah, perde, para, yay, dikkat-ilgi+ her.şey] 2. sürüklemek. 7. çizmek, resmetmek: 8. (hava, sıvı v.b.'ni) içine çekmek, emmek. 9. (faiz) getirmek. 12. (madeni) haddelemek. 13. (baca) çekmek



n



1. on/onto -e çıkmak. 2. artırmak; hızlandırmak; hızlanmak. 3. terfi ettirmek; terfi etmek. 1. hareket, eylem. 2. kanun, yasa. 3. tiyatro bölüm, perde. 4. rol yapma, oyun. 1. rol yapmak, oynamak. 2. harekete geçmek. 3. davranmak, davranışta bulunmak. 4. kimya on/upon -e etkimek. 5. konuşma dili numara yapmak, yalandan yapmak: 1. tiyatro, sinema, televizyon sahne. 2. sahne, manzara, görünüm, görüntü.



He isn't really ill; he's just acting.(Gerçekten hasta değil; numara yapıyor.)



the scene of a crime (bir suçun işlendiği yer.) Don't make a scene! (Hadise çıkarma!/Olay çıkarma!)



68



pursue



surge



figure to be bad at figures satisfy satisfied with decline progressive progressive



suppress



eradicate



İre:dıkeyt



envisage in due course invasive dismal



feature



appraise manufacture seat-belt aesthetic breakdown



Si:t belt



3. olay yeri: 4. tiyatro dekor. 5. olay, hadise 1.kovalamak, peşine düşmek, izlemek, takip etmek. She is pursuing her studies at the university. (Öğrenimini üniversitede 2. sürdürmek: sürdürüyor.) 3. peşinde olmak, gerçekleştirmeye çalışmak 1. (bir his) aniden ve şiddetle belirme. 2. dalgalar halinde yayılma. 3. (elektrik cereyanı, fiyatlar, satışlar v.b.) aniden yükselme. 4. (insanlar, hayvanlar için) akın, akın halinde gitme. 1. sayı, rakam, numara 2. boy bos, endam 3. figür hesabı kötü olmak. 1. hoşnut etmek, memnun etmek. 2. tatmin etmek, doyurmak. 3. gidermek. 4. inandırmak, ikna etmek. -den hoşnut olmuş 1. aşağıya meyletmek. 2. azalmak, düşmek. 3. çökmek. 4. reddetmek, geri çevirmek. 1. ilerleyen. adj 2. ilerici. n ilerici kimse. 1. bastırmak, sindirmek (overwhelm) 2. gizli tutmak. (hide, v conceal) 3. (bir haberin veya yayının) çıkmasını yasaklamak. kökünden söküp atmak, yok . v Inflation will never be completely eradicated from the economy. etmek. kafasında canlandırmak, v tasavvur etmek. 1.zamanı/vakti gelince. 2.zamanla. yayılmacı 1. kederli, neşesiz, kasvetli. 2. sönük. 1. yüzdeki organlardan biri. 2. çoğul yüz, sima, çehre; yüz hatları. 3. özellik. 4. asıl film. 5. uzun makale. değer biçmek, kıymet takdir etmek. (evaluate) 1. imal etmek, yapmak. 2. (bahane) uydurmak. * n Emniyet kemeri (safety belt) estetik. 1. bozulma, durma.



69



merchandise merchandise merchant merchant enable



melt



mass cannibalism



ke:nibılizm



navigator



nevıgeytır



fiancé fiancée orphan mercenary



fi:ansey fi:ansey orfın



mercenary



favour/favor



Favour/favor pull



pull



sense craft nutrition disposal ingenuity



2. sinir bozukluğu. 3. ayrıntılı hesap. n ticari eşya, emtia, mal. alıp satmak, -in ticaretini v yapmak. n tüccar. adj ticari. 1. imkân vermek, mümkün kılmak, sağlamak. 2. yetki vermek. 1. eritmek; erimek. 2. yumuşatmak; yumuşamak. 3. away yok etmek; yok olmak, kaybolmak. 4. into -in içine karışmak. 1. kütle, kitle, parça, yığın, küme. 2. fizik kütle. n yamyamlık. 1.Denize açılmış kişi 2.denizci, rotacı, dümenci n (direction finder, route finder) n Nişanlı [erkek] n Nişanlı [kadın] n Yetim adj kâr gözeten, çıkarcı, paragöz (yabancı orduda hizmet eden) n paralı asker. 1. beğenme, onay; sevgi, sempati. 2. iltimas, kayırma. 3. iyilik, lütuf. 4. (bir davete katılanlara verilen) ufak hediye. 1. tarafını tutmak. 2. tercih etmek. 3. benzemek. 1. çekmek; koparmak. 2. sürüklemek. 3. bir nefes çekmek. 1. çekiş, çekme. 2. tutamaç. 3. dayanıklılık. 4. iltimas, kayırma, piston, arka. 5. uğraşma, gayret. 1. duyu, his: 2. akıl, zekâ: the five senses (beş duyu.) 3. fikir, düşünce. bring someone to his senses (bir kimsenin aklını başına getirmek) 4. anlam, mana. 1. zanaat, el sanatı. 2. tekne, gemi; gemiler. besi, besleme; beslenme. 1. yok etme, imha etme. 2. yerleştirme, yerleştirme düzeni. 3. satma; elden çıkarma. 4. hukuk tasarruf, kullanım. yaratıcılık; hüner, marifet.



70



hijack starve Starve for substance



sovereign sovereign



shrink (shrank/shrunk; shrunk/shrunken)



shrink shrink from comfort comfort precedence practical



Overwhelm



To be overhelmed by physician physicist guilty anger vegetate



vecıteyt



square



skweğr



1. (uçak, gemi) kaçırmak. 2. (kamyon, tren v.b.'ni) soymak. 1. açlık çekmek; açlıktan ölmek. 2. (birini) aç bırakmak. 3.[kd] çok acıkmak. (bir şeyin) eksikliğini veya yokluğunu çok duymak. 1. madde. 2. gerçek, hakikat. 3. esas, asıl, öz. The speech lacked substance.(Konuşmada önemli hiçbir şey yoktu.) 4. asıl anlam. 5. esaslılık, önem 1. özerk (devlet). 2. en büyük siyasi iktidara adj sahip, egemen. 3. mutlak, sınırsız. 1. hükümdar. n 2. bir çeşit İngiliz altını (para). 1. (kumaş) çekmek, 2. (bir şeyin) suyu çekilmek 3. azalmak; azaltmak. v 4. (bir şeyin) değeri azalmak; (bir şeyin) değerini azaltmak. 5. sinmek, pusmak. n [kd] psikiyatr, ruh doktoru. v (korkudan) -den çekinmek. 1. rahat ettirmek. v 2. teselli etmek. 1. rahatlık, ferahlık, konfor. n 2. teselli. 1. önce gelme. n 2. üstünlük. 3. önce olma. 1. pratik, kullanışlı, elverişli. 2. pratik, uygulamalı, tatbiki. 3. pratik (kimse). 1. akın ederek (düşmanı) yenmek. 2. (su, sel v.b.) basmak, kaplamak. 3. (with) (iltifat, iyilik, hediye v.b.'ne) boğmak, garketmek. 1. (duygulara) yenik düşmek, yenilmek. 2. (sorumluluk, ağır bir iş v.b.) altında ezilmek. doktor, hekim. fizikçi Suçlu [of] öfke, hiddet. 1.ot gibi yaşamak, kuru ve anlamsız bir hayat sürmek (sit . vi around) 2.yeşermek, çiçek-yaprak vermek 1. mat.karesini almak. 1 vt 2. with ile bağdaşmak, -e 5. They fought back to square the match at three-all. uymak; -i ile bağdaştırmak.



71



Advance



ıdva:ns



.



adj



detract from



ditre:kt



.



v



Deplete



dipliti:şın



.



n



Come/bring (to the+) fore



fo:r



.



n



deceptive



diseptiv



.



adj



abate



ıbeyt



.



vi



chilly



çili:



.



adj



curb



körb



.



vt



fault



Fo:lt



.



vt



corrode



kıraud



.



v



discrepancy



diskrepınsi



.



n



discernible



disörnıbıl



.



adj



per annum



pır e:nım



.



adv



accrue



ıkru:



.



v



gallant



Ge:lınt



.



adj



discern



disörn



.



vt



ahead straight ahead base [ST] on/upon based on/upon beyond



ıhed ıhed



3 adv 3 adv



3. (hesabı) görmek, kapatmak. 4. rüşvet vererek (bir durumu) (istenilen şekilde) halletmek. 5. spor (puanları) eşitlemek. 6. karelere ayırmak. 7. off (bir şeyin kenarlarını) dört köşeli hale getirmek. 1. suyla doldurmak. 2. (bir şeylerin aşırı miktarda They're swamping us with orders. (Bizi siparişlere boğuyorlar.) olması) sıkışık veya zor bir duruma sokmak: The bike was in pristine condition. ( bozulmamış, saf. a pristine image/reputation 1. deyiş, dil. in official/ordinary parlance (resmi / sıradan deyiş) 2. deyim. dolu, tamamıyla dolmuş. For him, the city was replete with memories. mal sahibi. a hotel proprietor 1. mistik, mistisizmle ilgili. 2. He had undergone a profound mystical experience. 2. gizemli, esrarengiz. We require 30 days’ advance notice if you wish to cancel your ileri, ileride bulunan. membership. -i azaltmak, -e gölge We should not allow her personal difficulties to detract from her public düşürmek. achievements. tüketmek, azaltmak (reduce, Wars in the region have depleted the country’s food supplies. diminish, lessen) The issue of taxation has once again come to the fore. öne çıkmak / öne çıkarılmak The new legislation brings patients’ needs to the fore. The hotel looked nice but appearances can be deceptive. (Otel iyi aldatan, aldatıcı. gözüküyor ama görünüş aldatıcı olabilir) azalmak, hafiflemek The fighting shows no sign of abating. (decrease) The days are still warm but the evenings are getting chilly. serin, soğuk. a very chilly response Increased interest rates should curb inflation. frenlemek, durdurmak. You’d better curb that temper of yours. hata bulmak I can’t fault the players for effort and commitment. çürütmek, aşındırmak / çürümek, paslanmak, Acid rain poisons fish, destroys forests, and corrodes buildings. aşınmak. (rust, decay, oxidize) 1.ayrılık; ayrım. 2. çelişme, tutarsızlık. a discrepancy between estimated and actual spending 3. muhasebe fark, uyuşmazlık. farkedilebilir, görülebilir. a discernible improvement in the patient’s condition yıllık, her yıl için; yılda. (For a contract worth £50,000 per annum each year) 1. birikmek. 2.What advantages will accrue to us from this? (Bunun bize ne gibi 2. to -e gelmek faydaları olacak?) 1. cesur (brave) 1. the gallant knights of Camelot 2. centilmen, ince, kibar (polite) 1. ayırt etmek. 1. discern a difference 2. sezmek, görmek, anlamak, 2. We could just about discern a small figure walking towards us. farkına varmak. ileri, ileride. dosdoğru, dümdüz.



beyz



3



vt



(bir şeyi) -e dayandırmak.



beyz biyand



3



adj -e dayalı olmak



swamp



swamp



.



v



pristine



pristi:n



.



adj



parlance



parlıns



.



n



replete [+with] ripli:t prıprayıtır proprietor



.



adj



.



n



mystical/mystic mistik



.



adj



3 adv ötede; öteye.



72



beyond



biyand



3



n



branch



bra:nç



3



n



combination



kambineyşın 3



n



constant



kanstınt



3



adj



contain



kınteyn



3



vt



dream



dri:m



3



n



encourage



inköric



3



vt



extremely



İkstri:mli



3 adv



fault



Fo:lt



3



n



acquisition



e:kwizişın



2



n



advance



ıdva:ns



2



n



advance



ıdva:ns



2



v



breathe



bri:th



2



v



capture



ke:pçır



2



vt



competent



kampitınt



2



adj



confident



kanfidınt



2



adj



consult



kınsalt



2



v



controversy



kıntravırsi



2



n



counsel



kaunsıl



2



vt



curriculum damp debate distribute



kırikyulım de:mp dibeyt distribyu:t



2



n



2



adj



2



v



2



vt



dream



dri:m



2



v



/dreamed-dreamt



ötesi; ötesindeki; ötesindekiler. 1. (ağaca ait) dal. 2. (nehre ait) kol. 3. branş, bölüm, şube 1. birleşme, birleşim; birleştirme. 2. birlik. 3. (kilitte) şifre. 4. kimya bileşim. 5. kombinezon. 1. değişmez, sabit. 2. sürekli, devamlı. 3. sadık. 1. kapsamak, içermek, içine almak. 2. kontrol altına almak, tutmak. 1. düş, rüya. 2. hayal, hulya. 1. teşvik etmek, özendirmek. 2. cesaret vermek, yüreklendirmek. aşırı derecede. 1. (birinin karakterinde) kusur, noksan. 2. yanlış, kabahat. 3. jeoloji kırık, fay. 4. tenis servis hatası 1. edinim, edinme 2. kazanma. (gaining) 3. elde edilen şey, edinti. 1. ilerleme, ileri gitme. 2. yaklaşım; teklif. 3. ticaret avans. 1. ilerletmek; ilerlemek. 2. artmak; artırmak. 3. avans vermek. 4. ileriye almak. 5. yardım etmek. 6. terfi ettirmek; terfi etmek. soluk almak 1. zaptetmek, ele geçirmek. 2. tutsak etmek. 1. yeterli, ehil, yetenekli. 2. yetkili. emin, inanan. 1. danışmak, başvurmak, müracaat etmek, sormak. 2. göz önünde tutmak, hesaba katmak. 3. with ile görüşmek. Uzlaşmazlık (argument) nasihat vermek, öğüt vermek (advise) müfredat programı. nemli, rutubetli, yaş. (discuss) dağıtmak; yaymak. 1. rüya görmek. 2. hayal kurmak.



73



emission



imişın



2



n



executive



igzekyutiv



2



n



executice



igzekyutiv



2



adj



exploitation explosion fame Fiber / fibre



eksployteyşın 2



n



iksloğjın feym Faybır



2



n



2



n



2



n



fold



foğld



2



v



forecast



forke:st forka:st



2



n



accommodate ıkamıdeyt



1



vt



accomplish



ıkampliş



1



vt



attain



ıteyn



1



vt



capture conspiracy



ke:pçır kınspirısi:



1



n



1



n



counsel



kaunsıl



1



n



diversion



dayvörşın



1



n



explosive



iksploğsiv



1



adj



fold



foğld



1



n



1



v



.



adj



disconsolate



forke:st forka:st diskansılıt



disseminate



disemineyşın .



v



encampment exalt the forefront foundry gratify grave greed



inke:mpmınt igzo:lt forfrant Faundri: Gre:tifay



.



n



.



vt



.



n



.



n



.



v



forecast



grip



v



1. çıkarma; yayma. 2. mali işler emisyon. Yürütme yönetici, idareci. 1. yöneticiye ait. 2. yönetimsel, idari. istismar. patlama, infilak. ün, şöhret, nam. lif. 1. katlamak; katlanmak. 2. sarmak. 3. yavaş yavaş katmak. 4. konuşma dili (işyeri) iflas etmek, topu atmak. tahmin. 1. barındırmak; -in -e yetecek kadar yeri olmak, almak. 2. to -e uydurmak. 3. sağlamak. 4. iyilik etmek. 1. başarmak, üstesinden gelmek. 2. tamamlamak. 1. elde etmek, kazanmak. (achieve, gain) 2. (varmak; ermek, erişmek.( reach) zaptetme, ele geçirme. komplo 1. tavsiye, fikir, görüş; öğüt. 2. avukat. 1. eğlence, oyalayıcı şey. 2. dikkati başka yöne çeken şey; şaşırtmaca; yanıltmaca. 3. İngiliz İngilizcesi varyant (yol). 4. saptırma. 1. patlayıcı. 2. hakkında şiddetli tartışmalar yapılan (konu), şiddetli tartışmalara yol açabilen (konu). 1. kat, kıvrım. 2. jeoloji kıvrım. tahmin etmek. çok kederli, avutulamaz. saçmak, yaymak, neşretmek (spread) Kamp 1.yüceltmek 2.çok övmek en öndeki yer; ön plan. dökümhane. memnun etmek mezar açgözlülük 1. sıkı tutmak, kavramak. 2. (birinin) dikkatini çekmek.



74 1. tutma/kavrama şekli. 2. kontrol, idare: Get a grip on yourself! Kendine hâkim ol!



grip



n



heredity hitherto hostage impractical indefinite infinitely inquiry intractable invalid



İnvıli:d



adj



invalid



İnve:li:d



adj



jaw judiciary



n



judiciary



Adj



Labour / labor



lean leaning legislature lessen lethal level out



n



adj n n



linen



n



looter loot



N n



Don't let the firm get into their grip. Firma onların kontrolüne geçmesin. 3. bavul. kalıtım, soyaçekim şimdiye kadar, şimdiye dek. rehine 1. yapılamaz, uygulanamaz, elverişsiz 2. mantıksız. 3. beceriksiz. 1. belirsiz. 2. dilbilgisi belgisiz. son derece, çok. sorgu, soruşturma, araştırma. 1. inatçı, serkeş, yola getirilemeyen. 2. kolay kontrol edilemeyen. 1. hasta. 2. yatalak. 3. sakat. geçersiz, hükümsüz 1. çene. 2. çoğul ağız. 3. argo çene çalma, laflama. Yargı 1. adliye. 2. yargıçlar. adli, hukuki; yargılama ile ilgili. 1. çalışma, iş, emek. 2. işçi sınıfı. 3. doğum sancısı. 4. zahmet. 5. denizcilik fırtınada geminin şiddetle çalkalanması 1. zayıf, sıska. 2. yağsız. eğilim. yasama Azaltmak / azalmak. öldürücü. 1. keten kumaş, keten. 2. masa örtüleri ve yatak çarşafları. 3. iç çamaşırı, çamaşır. yağmacı 1. ganimet.



75



maintain



maltreate



mark



mark



member mild miniarurize monetary organize overestimate overlook overrate Par value payment per Per capita perpetrate pose a threat preservation



poğz



2. yağma. 3. argo para. 1. sürdürmek, devam ettirmek. 2. korumak 3. beslemek, bakmak, v geçindirmek 4. makine bakımını sağlamak. 5. iddia etmek kötü davranmak, eziyet v etmek. 1. işaret, marka, alamet. 2. damga. 3. iz. 4. nişan, hedef. 5. norm, standart. 6. ün, şöhret. 7. (derste) not, numara. 8. leke; çizik. 9. yara yeri, iz. 10. spor başlama çizgisi. 11. konuşma dili av, saf kimse. 1. işaretlemek. 2. damga vurmak, damgalamak. 3. göstermek, belirtmek. v 4. çizmek, yazmak. 5. not vermek. 6. dikkat etmek, dikkate almak, hesaba katmak. 7. etiketlemek. 1. üye. n 2. organ. 1. yumuşak başlı, ılımlı. adj 2. hafif. 3. ılıman (iklim). (bir şeyin) daha küçüğünü v yapmak; minyatürleştirmek. parayla ilgili, parasal, para .... 1. düzenlemek, organize etmek. 2. örgütlemek. (bir şeyi) değerinden daha fazla olarak tahmin etmek. 1. gözden kaçırmak. 2. göz yummak. 3. dikkate almamak. 4. –e bakmak, -e nazır olmak. fazla önemsemek. yazılı değer, saymaca değer. 1. ödeme. 2. ücret, maaş. 3. taksit. 1. ... başına, her bir ... için: 2. vasıtasıyla, eliyle; tarafından. Kişi başına (suç v.b.'ni) işlemek. 2 v Bir tehdit oluşturmak 1. saklama; saklanma.



1. 2. maintain one's reputation (şöhretini korumak, adını bozmamak) 3. maintain a family (aile geçindirmek) 4. 5. maintain that it is so (böyledir diye iddia etmek.)



4. The house overlooks the Bosporus. (Ev Boğaz'a bakıyor)



1. two per person (kişi başına iki tane.)



We are being told that the accident poses no threat to the environment.



76



preserve



presuppose privilege purely push up quadruple rash recurrent reflect refugee regulate reign reign release



release



render



resident resist



resource



2. koruma; korunma. 1. korumak, esirgemek. 2. saklamak. 3. sürdürmek. 4. reçelini - konservesini yapmak. 1. (bir şey) mantıken (başka bir şeyi) gerektirmek 2. farzetmek, varsaymak. ayrıcalık, imtiyaz. 1. sadece, yalnızca. 2. tamamen, bütünüyle. yukarı sürmek. adj dört kat fazla aceleci, atılgan. adj yeniden yeniden ortaya çıkan. 1. yansıtmak, aksettirmek; yansımak, aksetmek. 2. on/upon -i iyice düşünmek, -i ölçüp biçmek. mülteci. 1. düzene sokmak, düzenlemek. 2. yoluna koymak. 3. ayarlamak. 4. denetim altında tutmak. 1. saltanat. n 2. devir. 1. saltanat sürmek. v 2. hüküm sürmek. 1. hukuk serbest bırakmak, salıvermek; tahliye etmek. v 2. kurtarmak. 3. (yeni film, plak v.b.'ni) piyasaya çıkarmak. 1. salıverme; tahliye. 2. kurtarma. n 3. af. 4. piyasaya çıkarma. 1. kılmak, ... duruma getirmek, -leştirmek: 2. yapmak, icra etmek. 3. (iyilik, hizmet, yardım, teşekkür) etmek 4. (yağı) eritip saf bir hale getirmek/saflaştırmak. 5. (hesap, bir şeyin dökümü v.b.'ni) sunmak, vermek. 1. oturan, sakin. 2. aslında bulunan. 3. yerli (kuş). direnmek, karşı durmak, karşı koymak. 1. kaynak: natural resources doğal kaynaklar. 2. olanak. 3. çare. 4. beceriklilik.



1. Prayer presupposes God. (Dua için Allahın varlığı gerek.) This course presupposes a knowledge of Latin. (Bu ders için Latince bilmek gerek.)



1. I want quadruple this amount. (Bu miktarın dört katını istiyorum.)



1. render possible (mümkün kılmak) 2. 3. You've rendered me a service. (Bana iyilik ettin.)



77 5. eğlence. 1. kırsal, köye ait. 2. tarımsal. 1. hoşnutluk, memnuniyet. 2. tatmin, doyum. 3. doygunluk. 1. heykel. 2. heykeltıraşlık. Laiklik yarı, yarım. hizmetçi; uşak. 1. sarsmak. 2. (sıvıyı) çalkalamak; (katı maddeleri) sallamak. 3. (dansta) sallamak; hoplatmak; çalkalamak. 4. titremek. 5. silkelemek. 6. serpmek. 1. işaret: 2. levha; tabela. 3. belirti, alamet, emare:



rural satisfaction sculpture secularization semiservant



shake



sign



skin slice slice smokestack spacecraft sphere



spot



spur



squash stability staple status steadily stern stream stretch substantially suffer suppose



n v



1. cilt, deri, ten. 2. (hayvana ait) deri; post: 3. kabuk: 4. (süt, yoğurt v.b.'nin üstünde oluşan) kaymak. dilim. dilimlemek (vapur veya fabrikaya ait) baca. Uzay gemisi 1. küre. 2. alan. 1. benek, nokta, puan. 2. leke. 3. yer. 4. [BrE] sivilce. 5. [BrE az bir miktar: 6. projektör, ışıldak; spot, spot lamba. 1. mahmuz. 2. teşvik eden bir şey. 3. demiryolu kör hat; barınma hattı; rampa hattı. 4. (iki koyak arasındaki) çıkıntı.



1. plus sign (artı işareti.) 2. 3. This is a sign that he's improving. (Bu, onun iyileştiğine alamet.) 1. 2. bearskin (ayı postu) 3. banana skin (muz kabuğu) 4.



5. a spot of (azıcık, biraz.)



78



sympathy thick through thwart timper totalitarian trepidation tyrant underestimate underprivileged



underrate undue uniformity unprecedented upsurge utilize vain valid vicious violently vocation worsen rizorsfıl resourceful



.



shoulder



şoğldır



.



resent



rizent



.



repent



ripent



.



eminent exterminate forgo



.



ikstörmıneyt .



adj becerikli.



1. omzuna almak, omzuna vurmak, omuzlamak. 2. (bir işi, bir görevi) vt yüklenmek, omuzlamak. 3. omuzlamak, omzuyla itmek. vt içerlemek. 1. pişman olmak. v 2. tövbe etmek. 1. yüksek (mevki). 2. tanınmış ve üstün, ünlü adj (kişi). 3. yüksek (yer). vt yok etmek, imha etmek. vazgeçmek, bırakmak.



forgo



.



vt



claw



klo:



.



claw



klo:



reed



ri:d



.



swamp akin to mulberry genocide



swamb ıkin malbıri cenısayd



.



preliminaries



pri:liminıri: .



starch



starç



.



mystic



mistik



.



pençe, tırnak. yırtmak, tırmalamak, pençe v atmak. 1. kamış. n 2. saz. n bataklık. adj (similar to) n dut. n soykırım, jenosit. 1. başlangıç, ön hazırlık. n 2. eleme maçı. 3. ön sınav, yeterlik sınavı. 1. kola. 2. nişasta. n 3. resmiyet, resmilik, resmi tavırlar. n mistik, gizemci.



/forwent/forgone



. . .



n



79 1. acayip, garip, tuhaf,



eccentric



iksentrik



minefield in perpetuity abundant aeroplane



maynfi:ld pörpıtyu:ıti ıbandınt eırıpleyn



avert



ıvört



barricade



Be:rikeyd



cable



keybıl



canyon



Ke:nyın



collapse



collector constellation defect descend descendant detergent devise disaster distinct entertainment equip erect erect fax fire function



gear



gear down / up glacier



kıleps



.



adj eksantrik.



2. dışmerkezli, eksantrik. Mayın tarlası . n İlelebet, ebediyyen . adj bol, bereketli. 1 n Uçak [BrE] (airplane) 1. başka tarafa çevirmek, yön . vt değiştirmek. 2. önlemek. . n barikat. 1. kablo. 2 n 2. denizcilik palamar. . n kanyon, derin vadi. 1. çökmek; çökertmek. 2. (iskemle, masa) açılır kapanır olmak. 3. (proje, plan) bir sonuca 2 v bağlanmadan dağılmak. 4. cesaretini kaybetmek. 5. (balon) sönmek. 6. tıbbi çökmek. 1. koleksiyoncu. 2. alımcı, tahsildar. 3. kolektör, toplaç. takımyıldız. kusur, noksan, eksiklik. 1. iniş; alçalma; çökme. 2. on/upon inip -e saldırma; e sökün etme; baskın. 3. soy. torun; of (birinin) soyundan gelen kimse. deterjan. Tertiplemek, icat etmek felaket, afet 1. ayrı, farklı, başka. 2. açık, belli. eğlence donatmak. 1. dimdik, ayağa kalkmış. 2. dik, dikelmiş. 1. (heykel, direk, v.b.'ni) dikmek. 2. kurmak; yapmak; inşa etmek (construct) 1. faks makinesi, faks. 2. faksla gelen mesaj, faks. 1. ateş. 2. yangın. işlemek, çalışmak (work) 1. (belirli bir iş için kullanılan) eşya, takım veya giysi. 2. tertibat (equipment) 3. dişli çark. 4. vites. .



n



vitesi azaltmak / artırmak buzul.



a barricade of burning tyres



1.There were fears that the roof would collapse. (Çatının çökebileceğine dair korkular vardı) 2.The chairs collapse for easy storage. (Sandalyeler kolay depolayabilme için açılır-kapanır.) 6. His heart was failing and one of his lungs had collapsed.



80



straight



straight tenant tension tide trap trap word processor granule



hold



hold



hurt hurt improve



1. doğru; düz. 2. doğru, yalan olmayan. 3. peş peşe, arka arkaya. 4. fasılasız, ara vermeden 5. sek (içki). 6. ciddi (bakış). 7. kd eşcinsel olmayan. 1. tam; doğru, düz. 2. direkt, sapmadan. adv 3. hemen 4. doğru dürüst, iyi. kiracı. gerilim. gelgit, med-cezir. 1. tuzak, kapan, kapanca. 2. hile, desise, dolap, tuzak. 3. argo ağız, gaga. 1. tuzağa düşürmek. 2. kapan ile tutmak/yakalamak. 3. engel olmak, set çekmek.



3. He got straight to the point. (Hemen konuya girdi.)



kelime işlemci. Granül, tanecik (particle) 1. tutmak (grap, grisp) 2. bırakmamak, zaptetmek. (seize) 3. içine almak: 4. alıkoymak. (detain) 5. sahip olmak, elinde tutmak.(possess) 6. (toplantı) düzenlemek (organize) 7. (makam) işgal etmek (occupy) 8. (mevzi) savunmak, korumak. 9. (ağırlık) taşımak, çekmek. 10. devam ettirmek (continue, sustain) 11. devam etmek (continue) 12. (zamk) yapışmak (stick) 13. dayanmak, sabit olmak. (bear) 14. to -e sadık kalmak, -den vazgeçmemek: 15. değişmemek 1. tutma, tutuş. 2. tutunacak yer. 3. tutamak.



1. Hold my hand. (Elimi tut.) 3. How much water will this glass hold? (Bu bardak ne kadar su alır?) 14. He held to his decision. (Kararına sadık kaldı.)



4. sığınacak yer, destek, dayanak noktası. 5. nüfuz, hüküm. 6. müzik uzatma işareti. 1. yara, bere. 2. acı, ağrı, sızı. 1. incitmek, acıtmak, yaralamak. 2. acımak, ağrımak. 1. düzeltmek,; düzelmek 2. geliştirmek, ilerletmek;



1. Ercan's health is improving. (Ercan'ın sağlığı düzeliyor.) 2. He is trying to improve his Latin. (Latincesini ilerletmeye çalışıyor.)



81



install



investigate nearly object object to obtain Occupy SB/oneself in doing ST/with ST organelles priest



properly



range



recycle



resolution



review



review



shoot



gelişmek, ilerlemek 3. değerlendirmek; değerlenmek. 1. yerine koymak. 2. kurmak, tesis etmek. 3. (memuru) makamına getirmek. 4. bilgisayar kurmak. 1. hakkında tahkikat/soruşturma yapmak 2. araştırmak, incelemek 1. az daha, neredeyse, hemen hemen. 2. yakından. 1. nesne, obje 2. amaç, gaye, hedef 3. dilbilgisi nesne. -e itiraz etmek, -e karşı çıkmak. 1. elde etmek, almak, edinmek, sağlamak, ele geçirmek. 2. geçerli olmak. Ile meşgul etmek, ile oyalanmak organel papaz. 1. esaslı bir şekilde. 2. doğru dürüst; gerektiği gibi, layıkıyla. 3. uygun bir şekilde. 4. İngiliz İngilizcesi, konuşma dili adamakıllı, bayağı. 1. dizmek, sıralamak. 2. dolaşmak, gezinmek. 3. otlatmak. 4. botanik, zooloji over (bir yerde) yetişmek; (bir yerde) bulunmak. (kullanılmış maddeleri) yeniden işleyip kullanılır duruma getirmek, dönüştürmek 1. kararlılık, azim. 2. karar. 3. çözüm. 4. fizik, kimya çözme. 5. teklif, önerge. 6.çözünürlük 1. yeniden inceleme, tekrar gözden geçirme. 2. eleştiri. 3. teftiş. 4. edebiyat ve fikir dergisi. 1. yeniden incelemek, tekrar gözden geçirmek. 2. (kitap, film v.b.'nin) eleştirisini yazmak. 3. (askeri kuvvetleri) teftiş etmek. 1. (kurşun, ok, top) atmak. 2. (bir hedefi) (silahla) vurmak.



1.The detective was investigating the murder. (Dedektif cinayet hakkında tahkikat yapıyordu.) 2. They were investigating the problem. (Problemi araştırıyorlardı.)



2. Money's her object. (Onun amacı para.)



She occupied herself with routine office tasks. (Kendini rutin ofis işleriyle meşgul eder/oyalanır)



82



shoot



split



split store store run on



Ran on



3



turn out



törn aut



3



make out



Meyk aut



3



make out with SB



3



make SB out



3



make SB/ST out



3



make out SB/ST



take up ST take ST up



3



take up ST



3



lesser whereby



lesır



1 1



3. from -den fışkırmak. 4. (bir şeyi) tükürüvermek. 5. (ağrı) (belirli bir yer boyunca) yayılıvermek. 6. (sinema kamerasıyla) (film) çekmek. 7. (misket, bilardo) oynamak. 1. filiz, sürgün. 2. av, avlama. 1. kırmak; yarmak; çatlatmak; kırılmak; yarılmak; çatlamak. 2. into - e ayırmak; -e ayrılmak. 3. bölmek. 4. paylaşmak, üleşmek. 5. kd sıvışmak, tüymek. 1. çatlak; yarık; kırık. 2. ayrılık 2. split in opinion (görüş ayrılığı.) 3. bölünme. 4. (dikiş üzerindeki) sökük 1. dükkân; mağaza. 2. stok, hazne, depo 1. (bir şeyi) (bir yerde) saklamak; (bir şeyi) bir depoya koymak. 2. up içine atmak, biriktirmek. 1. devam etmek (continue) 1. I hope this meeting doesn’t run on too long. PhV 2. devamlı konuşmak. 2. 1. A vast crowd turned out to watch the procession. (Alayı seyretmeğe geniş bir kalabalık katıldı) 1.katılmak (attend, join) 2. Despite our worries everything turned out well. (Endişelerimize 2. [+adj, adv veya How ile] rağmen herşey iyiye dönüştü.) You never know how your children will dönüşmek, -leşmek (result) turn out. (Çocuklarının neye dönüşeceğini asla bilemezsin.) 3. dışarı dönük olmak 3. Her toes turn out. (Ayak başparmakları dışa dönük.) 4. ortaya çıkmak 4. It turned out that she was a friend of my sister. (Onun kız kardeşimin PhV 5. üretmek bir arkadaşı olduğu ortaya çıktı.) The job turned to be harder than we 6. söndürmek, kapatmak thought. (İşin sandığımızdan daha zor olduğu ortaya çıktı.) (lamba, alet vs.) 5. The factory turns out 900 cars a week. (Fabrika haftada 900 araba 7. boşaltmak (cep vs) üretiyor.) 8. temizlemek, düzenlemek 6. Remember to turn out the lights. (Işıkları söndürmeyi unutma) 7. Turn out your pockets. (Ceplerini boşalt) 8. Turn out a drawer (bir çekmeceyi temizlemek / düzenlemek) PhV İdare etmek How did you make out while your wife is away? Birisi ile cinsel yakınlaşma PhV göstermek (öpmek, dokunmak vs.) PhV Birinin karakterini anlamak 1. Can you make out a face here on the photograph? 1. Zar zor görmek, işitmek I can just make a few words out on this page. PhV veya anlamak I couldn’t make out what he was saying. 2. iddia etmek (claim) 2. He made out that he had been robbed. 1. -e başlamak (alışkanlık, 1. I took up smoking when I was at school. hobi) 2. The new surgeon will take up her post in May. 2. –e başlamak (iş, görev) 3. She took up his offer of a drink. PhV 3. kabul etmek (meydan One of our greatest athletes has taken up a new challenge. okuma veya teklif) 4. This skirt needs taking up. 4. kısaltmak (perde, etek) 5. She fell silent, and her brother took up the story. 5.kaldığı yerden devam etmek These files take up a lot of disk space. PhV Yer-zaman kaplamak I’ll try not to take up too much of your time. adj Daha az matters of lesser importance ad onunla, onun vasıtasıyla (Sıfat There is a standard method whereby officers are selected for v olarak kullanılan yancümlenin promotion. (Memurların (kendisi vasıtasıyla ) terfi için seçildiği



83



intentionally substitute



.



Sabstityu 1 :t Sabstityu



Substitute [for] :t



2



item



aytım



3



coral



karıl



.



distinct



distinkt



2



match



meç



3



giant owl



cayınt oğl



2



drain



dreyn



2



başında bulunur.) (by which, yöntemde bir standart var) a regulation whereby an employer is held responsible for any accident because of which) (bir işverenin herhangi bir kaza kazadan sorumlu tutulacağı bir düzenleme) ad kasten, bile bile (deliberately, I didn’t do it intentionally. v on purpose) 1. Mark will substitute for me tomorrow. 1. vekil 2. We couldn’t get cream, so we used yoghurt as a substitute. n 2. alternatif 3. Beckham limped off with an injured ankle and was substituted by 3. yedek kişi Fowler. 1. vekâlet etmek 2. Instead of using silicon, they have substituted a more flexible v 2. yerine kullanmak. material. 3. yerine oynatmak. 1. parça, kalem, adet. 1. customers who pay high prices for luxury items n 2. madde, fıkra 2. The main item on the agenda is the pay dispute. 3. gazetecilik haber. 3. We’re doing an item on the Queen’s visit to China. n mercan. 1. The region’s linguistic and cultural identity is quite distinct from a 1. ayrı, farklı, başka. [from] d that of the rest of the country. j 2. açık, belli. 2. There was a distinct smell of burning coming from downstairs. 1. That tie doesn't match your suit. (O kravat elbisene uymuyor.) 1. uymak; uydurmak: 2. They are matched against Holland in the first game 2. eşleşmek. karşılaştırmak. 3. He matches the description of a man seen in the area shortly after v 3. aşağı kalmamak, at başı Wednesday’s attack. gitmek. 3. Tests matched the blood on his clothes to that of the victim. 4. evlenmek; evlendirmek 4. Our office failed to match the growth of the rest of the company. Japanese companies are beginning to match US companies for size. n dev. the Dutch electronics giant Philips (Alman elektronik devi Philips) n Baykuş 1. akıtmak, süzmek; akmak, süzülmek.



2 v



drain



dreyn



2 n



funeral rubble oak acorn



fyu:nrıl rabıl oğk eykorn



2 n



drill



dril



1 n



.



n



2 n .



n



drill



dril



1 v



avalanche



e:vıla:nç



.



n



2. suyunu çekmek, kurutmak; akaçlamak, drenaj yapmak. 3. bitirmek, tüketmek (consume) 4. alıp götürmek, bitirmek (consume) 1. suyunu çekme veya akıtma. 2. lağım, kanalizasyon; kanal (drainage) 3. ayrılma, dışarı akış (bir şeyin bir organizasyon veya ülkeden) 4. tüketme, kurutma 5. tıp vücuttan kal alma tüpü cenaze töreni. moloz meşe. Meşe palamutu 1. matkap, delgi. 2. askeri talim. 3. alıştırma. 4. kalın pamuklu giysi 5. sürülmüş tarladaki izler 1. (matkapla) delmek. 2. askeri talim yaptırmak; talim yapmak. 3. alıştırma yaptırmak; alıştırma yapmak. 4. tohum ekmek 1. çığ. 2. heyelan.



1. Rainwater causes flooding when it can’t drain away. 2. The marshes have now been completely drained. 3. They all rose and drained their glasses. 4. Fighting legal battles is draining the company’s resources.



2. The drain’s blocked again 3. The government pledged to stop the drain of capital overseas. 4. The war was becoming a serious drain on the nation’s resources. 5. a chest drain He flew home to arrange for his father’s funeral. A bomb reduced the houses to rubble. an ancient oak



1. the sound of a dentist’s drill (dişçinin matkabının sesi) 2. a fire drill (yangın talimi) 3. grammar drills (gramer alıştırmalrı / tekrarları)



1. Drill two holes in the wall. 2. 3. Trainers will be drilling new members of the cabin crew on safety procedures. an avalanche of rock/stones/mud



84



dim



dim



1. loş (not bright) (gloomy)



a . dj 2. belirsiz (vague)



3. bulanık (murky) 4. karanlık, umutsuz (gloomy) 1. (ışığı) azaltmak; (ışık) . v azalmak. 2. azaltmak; azalmak (reduce) 1. eritmek; erimek, çözülmek. 3. feshetmek, dağıtmak, son 2 v vermek. 3. zamanla kaybolmak, yok olmak.



dim



dim



dissolve



dizalv



turnout



törnaut



vice versa



vays vörsı



lunar



lu:nır



A d Yada tersi, yada diğer şekilde v. a . aya ait, ay. dj



solar



soğlır



2



.



n



Katılımcı, katılım (attendance) (crowd) (voters)



1. The room was very dim. 2. She caught a glimpse of a dim figure in the dark kitchen. 3. I had a dim recollection of a visit to a big dark house. 4. Their hopes of victory were starting to look dim. 1. The theatre lights dimmed and the show began.



1. salt dissolves in water 2. The Soviet Union was dissolved in 1991. 3. After four days, her hopes of finding Ben began to dissolve. This year’s festival attracted a record turnout. (Bu yılki festival rekor bir katılımcı çekti. A 60% turnout of voters (bir %60’lık seçmen katılımı) Should I come to your house or vice versa? lunar month / year (ay takvimi / yılı)



1. güneşle ilgili, güneşsel.



a 2. güneşe göre hesaplanan. dj



exception



ekstrıtırestr A . Dünya gezegeni dışı dj iğıl ekstrıtırestr . n Uzaylı canlı iğıl 3 n istisna. iksepşın



trace



treys



2 n



treys



1. izini bulmak 2. to izini takip etmek, izini sürmek 3. (bir olayın tarihini) (belirli bir 2 v süre boyunca) safha safha vermek. 4. kopyasını çıkarmak, kuma çizmek vs



extraterrestrial extraterrestrial



trace



the solar system (güneş sistemi)



3. güneşin etkisiyle oluşan.



1. iz, eser. 2. ufacık bir miktar



There are some exceptions to every grammatical rule. 1. The intruders were careful not to leave any trace behind them. 2. There was a trace of anxiety in her voice. (sesinde bir miktar tedirginlik izi vardı) 1. Detectives have so far failed to trace the missing woman. 2. They traced the Nile to its source. (Nil'in kaynağına kadar izini sürdüler.) Cavan’s call was traced to a call box in Brighton. (Cavan’ın telefon aramasının izi Brighton’daki bir telefon kulübesinde bulundu) 3. He is trying to trace the history of the regiment. They finally traced him to a town in Sicily. (Sonunda Sicilya’da bir kasabada onu buldular.) She could trace her family tree back to the 16th century. (Soy ağacının izlerini 16. yüzyıla değin sürdü) Jess had been killed, and her husband was the obvious suspect. 1. Teachers should call social services if they suspect child abuse. 2. He’ll be missed by some, but not, I suspect, by all his colleagues The government’s statistics are suspect. Bomb squad officers were called in to deal with a suspect package. It was a relaxing atmosphere, free of tension. (Rahatlatıcı bir atmosferdi, tansiyonsuz)



trace SB/ST to ST



2 V bulmak



Trace ST back to ST



2 v İzini ...-e kadar sürmek



suspect



saspekt



2 n şüpheli



suspect



sıspekt



3 v



suspect



saspekt



.



a şüpheli dj



free of



fri:



3



a –dan bağımsız, hâli, -siz dj



utterly



atırli



a 2 d (completely) v



Young children are utterly dependent on their parents.



İksklu:d



1.-in dışında bırakmak, içermemek (keep out) (OPP include) 3 v 2. [from] engellemek, yasaklamak (prohibit) 3. dışlamak (eliminate)



1.These figures exclude cash receipts. (Bu rakamlar peşin fişleri içermiyor) Buses run every hour, Sundays excluded. (Her saat başı otobüs geçer, pazarlar hariç) 2. Cover it with plastic to exclude light. (Işığı engellemek için onu plastikle kapla) Women are still excluded from some London clubs. (Kadınlar hala bazı Londra klüplerinden dışlanıyorlar) 3. She felt excluded by the other girls. (Kendisini diğer kızlar tarafından dışlanmış hissediyor.)



exclude [from]



1. kuşku duymak, şüphe etmek. 2. zannetmek, sanmak.



85 laykın



.



raw



Ro:



1. çiğ, pişmemiş. 2. ham, işlenmemiş: 3. terbiye edilmemiş, 2 n 4. olgunlaşmamış. 5. soğuk. 6. acemi, toy.



the raw



Ro:



.



property



prapırti



3 n



liken [to]



v -e benzetmek



n



1. doğal halde, işlenmemiş 2. [AmE] çıplak 1. mal.



2. mülk, emlak, arazi: 3. özellik



His works have been likened to those of Beckett. (Çalışmaları şu Beckett’inkilere benzetilmektedir) 1. raw meat 2. raw material (hammadde) 3. raw anger/bitterness/excitement 4. Their music is still raw and unpretentious. 5. raw weather 6. They are mostly raw recruits, not professional soldiers. 1. What you see is life in the raw. (Gördüklerin doğal halindeki hayattır) 1. The books are my personal property. 2. property tax (emlak vergisi) 3. The water is said to have healing properties. (Suyun iyileştirici özelliğinin olduğu söyleniyor)



a



gradually



Gre:cyuğıli 3 d yavaş yavaş, tedricen



She gradually built up a reputation as a successful lawyer.



v



1. sertleştirmek; sertleşmek



harden



hardın



1 v (OPP soften)



waterfall



Wotırfoğl



1 n çağlayan, şelale.



immense



imens



2



Hold be:k



1.duraksamak (hesitate) 2. (duygu, bilgi) gizlemek, saklamak 3 v 3. geride bırakmak, gelişimini engellemek 4. geride tutmak (keep back)



rivalv



1. (about/around) (etrafında) döndürmek; dönmek. 1 v 2. around hakkında olmak, ile ilgili olmak.



spin



1. (yün vs) eğirmek. 2. (örümcek) (ağ) örmek; 2 v (ipekböceği) (koza) örmek. 3. döndürmek; dönmek. 4. kafadan atmak, uydurmak.



hold back



revolve



spin



2.ciddileşmek (toughen) a çok büyük, kocaman; uçsuz dj bucaksız (huge)



v hızla gitmek. i



Spin past/by/away



2



spin



1 n 2. hikaye, uydurma bilgi



1. Dönüş, dönme spin



3. turlama



motion



moğşın



3 n



motion



moğşın



.



P 3 h V



point out comet



v



kamit



.



n



friction



frikşın



.



n



waste



weyst



2



ad j



waste



weyst



3 n



1. hareket, devinim. 2. teklif, önerge. el ile işaret etmek. 1. göstermek (show, demonstrate) 2. belirtmek, -e işaret etmek (sözle) kuyrukluyıldız. 1. sürtünme 2. tıb friksiyon, ovma, ovuşturma. 3. anlaşmazlık, uyuşmazlık, sürtüşme [between] [with ] 1. atık, kullanılmış 3. boş, ıssız 1. israf, boşa harcama 2. atık



1. The bread will harden if you don’t cover it. 2. Her face hardened into an expressions of hatred. 3. immense distances (uçsuz bucaksız mesafeler) 1. She held back. (Duraksadı) 2. She just managed to hold back her anger. (Öfkesini güçlükle gizleyebildi) to hold back information (bilgiyi saklamak) 3. Do you think that mixed ability classes hold back the better students? 4. The police were unable to hold back the crowd. 1. The Earth revolves on its axis. (Dünya eksenleri üzerinde döner) The planets revolve around the Sun. (Gezegenler güneş etrafında dönerler) A foot pedal is used to revolve the wheel. (Bir ayak pedali tekeri döndürmek için kullanılır.) 2. Sicilian life revolves around good food. (Sicilya yaşamı güzel yiyecekler etrafında döner/-e dairdir) 1. She spins all her own wool. 2. The class watched the caterpillar spin its cocoon. (Sınıf tırtılın kozasını örüşünü seyretti) 3. The Earth spins on its axis. Spin the wheel with your hand. 4. How do you think the candidate will spin this story? A car went spinning past us. 1. Give the wheel a spin. 2. Not even the cleverest politician could put a positive spin on this. 3. We’re going for a spin in Al’s new car. (Al’ın yeni arabasıyla bir tur atacağız) 1. Rub the horse’s coat in a circular motion. 2. The Committee will debate the motion today. Sam motioned them away. (Sam onlara uzağı işaret etti) 1. He pointed out the best beaches on the map. 2. Thank you for pointing that out. He pointed out that we had two hours of free time before dinner. 1. He had burn marks from the friction of the ropes on his skin. 2. 3. There is some friction between the various departments in the organization. The decision is likely to lead to friction with neighbouring countries 2. The kids were skateboarding on a piece of waste ground. 1. a campaign to increase efficiency and reduce waste in government departments



86 3. boş arazi, ıssız yer.



waste



weyst



2 v



Relevant



relıvınt



3



scope



skoğp



2 n



scope



skoğp



.



derive [+from] dirayv



ad j



v



3 v



resemble



rizembıl



2 vt



former



formır



3



wreck



rek



1 n



wreck



rek



1 v



wreck



rek



1 n



wreck



rek



1 v



posterity



pasterıti



. n



dimension



daymenşın



2 n



vessel



vesıl



2 n



reverberation rivörbıreyşın



ad j



. n



a waste of young talent (genç yeteneklerin boşa harcanması) 2. toxic wastes (toksik atıklar) nuclear waste (nükleer atık) human waste (insan atığı=dışkı) 3. the desert’s sandy wastes 1. He has wasted the money. (Parayı israf etti.) 1. israf etmek, boşuna 2. The invaders wasted the city. (İstilacılar kenti harap etti.) harcamak, çarçur etmek: 3. The company is wasting his talents. (Şirket onun yeteneklerini boşa 2. harap etmek harcıyor.) 3. boşa harcamak:, heba etmek I have wasted my whole day. (Bütün günümü heba ettim.) 1. How is that relevant to this discussion? (Bunun tartışmayla nasıl bir ilgisi var?) 1. [to] ile ilgili, -e ilişkin 2. Once we have all the relevant information, we can make a decision. 2. konuyla ilgili (Konuyla ilgili tüm bilgileri toplayınca, bir karar verebiliriz) Ignore that comment. It’s not relevant. (O yorumu boşver. Konuyla ilgisi yok.) 1. olanak, fırsat (potential) 1. There is still much scope for improvement. 2. kapsam. 2. The new law is limited in scope. 3. kd teleskop; mikroskop. These issues are beyond the scope of this book. [AmE] enine boyuna araştırmak We need to scope the competition before we open a new business. 1.products that are derived from animals (hayvanlardan elde edilen ürünler) 1.-den çıkarmak, elde etmek 2.Their fear derives from a belief that these people have supernatural (obtain, get, gain) powers. (Korkuları bu insanların olağanüstü güçleri olduğu şeklinde 2.–den kaynaklanmak .-den bir inançtan kaynaklanıyor) türemek (originate, come) Many English words derive from Latin.(Çoğu İngilizce sözcük Latinceden türemiştir) benzemek, andırmak (look like, The two species resemble each other. (İki tür birbirine benziyor) be similar to) 2. Both Williams and Andrews claim the property. The former insists 1. eski, önceki. (previous) (ex-) that it was a gift. (Hem Williams hem de Andrews sahiplik iddia etti. 2. the birinci, ilk, ilk söylenen. İlki [yani Williams] onun bir hediye olduğunu söyledi) 1.enkaz (kaza sonrası araç) (ruin) shipwreck (batan-batmış gemi) 2.çarpışma (AmE) a car/train a car / train wreck (bir araba/tren kazası) wreck (crash) 1.yok etmek, mahvetmek, yıkmak (destroy) 2.The ship was wrecked off the coast of France. 2.(bir gemiye batacak kadar) çok zarar vermek [ç pas] 1.enkaz (kaza sonrası araç) (ruin) shipwreck (batan-batmış gemi) 2.çarpışma (AmE) a car/train a car / train wreck (bir araba/tren kazası) wreck (crash) 1.yok etmek, mahvetmek, yıkmak (destroy) 2.The ship was wrecked off the coast of France. 2.(bir gemiye batacak kadar) çok zarar vermek [ç pas] Gelecek kuşak 1. Doing voluntary work has added a whole new dimension to my life. 1. boyut, özellik (aspect, (Gönüllü çalışma yapmak hayatıma yeni bir boyut ekledi) feature) 2. A hologram represents an object in three dimensions. (Bir hologram 2. boyut, ebat (en, boy, bir cinsi üç boyutlu olarak gösterir/resmeder.) yükseklik) The dimensions of this problem are immense. (Bu problemin boyutları çok büyük) 1.geniş gemi, sandal vs. (ship, boat) 1. a fishing/navy vessel (bir balıkçı/donanma gemisi) 2. blood vessel= damar (artery, 2. He had broken blood vessels on his nose and cheeks. (Burun ve vein) yanaklarındaki damarları çatlatmış) 3.kâse, leğen, sürahi vs. (pot, bowl, jug) They could feel the reverberation of the explosion two streets away. (İki sokak öteden patlamanın yankısını hissedebildiler) 1. yankı (echo) The decision had reverberations that shook stock markets around the world. (Karar tüm dünya borsasını sarsan yankılar yaptı)



87



penetrate



penıtreyt



1. [into/through/to] (bir yere, bir şeye) girmek, sokmak, içine işlemek 2. aşmak, geçmek 3. anlamak (understand, find 2 v out) 4. anlaşılmak (be understood) 5. (arasına) sızmak (infiltrate) 6. (cinsel ilişkide) cima halinde olmak



use up



yu:z ap



P 3 h Tümünü kullanıp bitirmek V



so as to [do ST] soğ az tu:



(in order to) ad Neredeyse, hemen hemen v tamamıyla



virtually



vörçuğıli



3



accelerate



ıkselıreyt



1 v



velocity



vılasıti



. n Hız (speed)



1. hızlandırmak (speed up) 2. hızlanmak (hurry)



Ripe



rayp



Rot [away]



rat



1. olgunlaşmış (meyve vs) (mature) ad 1 2. kötü kokulu (strong j smelling) 3. uygun (suitable, ready) 1 v 1. çürütmek, çürümek (decay)



Rot [away]



rat



. n



longitude latitude



lancityu:d le:tityu:d



. n boylam



fever



fi:vır



respıreyşın respiration artificial respiration



1. çürük 2.çürüme



1. ateş 1 n 2. kuvvetli arzu



ad harikulade, çok etkileyici j



rizampşın



. n Yeniden başlamak



medium



mi:diğım



2 n araç, vasıta (means, vehicle)



medium



mi:diğım



rotary



roğtıri



ad 2 j ad . j



rotary



roğtıri



ascendancy



ısendınsi



2



1. [Çoğ media veya mediums]



harness



1. a ripe juicy peach (olgun sulu şeftali) 2. 3. The conditions are ripe for social change. (Koşullar sosyal değişim için uygun) All those sweets will rot your teeth. (Tüm o şekerler dişini çürütecek) 1. the smell of damp and rot (nem ve çürük kokusu) 2. This government has got to stop the rot in the health service. (Hükümet sağlık servisindeki çürümeyi durdurmak zorundadır)



1. Use syrup to reduce fever in infants. (Bebeklerde ateşi düşürmek için şurup kullanın) 2. The whole country was in the grip of election fever. (Tüm ülke seçim ateşine yakalanmıştı)



. n Suni solunum (kiss of life)



resumption



impoverish



He went early so as to get good seats. (İyi yerleri kapmak için erken gittiler) Virtually all the students live in university halls of residence. Vaccines have virtually eliminated many childhood diseases. (Aşılar neredeyse tüm çocuk hastalıklarını yok ettiler) The increased capital could greatly accelerate economic development. (Artmış kapital ekonomik kalkınmayı büyük ölçüde hızlandıracaktır) Suddenly the van accelerated. (Minibüs aniden hızlandı)



. n Soluk alıp verme, solunum



spekte:kyulır



kanstırneyşın



I’ve used up all my holiday entitlement, and it’s only August. (Tüm tatil hakkımı kullanıp bitirdim ve daha ağustostayız.



. n enlem



spectacular



consternation



1.The sun’s radiation penetrates the skin. (Güneş radrasyonu deriye işler) 2. One of them managed to penetrate airport security. (Aralarındn biri havaalanı güvenliğini geçmeyi başardı) Few sounds penetrate the thick walls. (Kalın duvarı çok az ses aşar) 3. Science can penetrate many of nature’s mysteries. (Bilim doğanın sırlarının çoğunu anlayabilir / keşfedebilir) 4. What she said didn’t penetrate until just now. (Ne dediği şimdiye kadar anlaşılmadı) 5. The party has penetrated by extremists. (Radikaller partiye sızmış durumdalar)



2. orta 1. orta 2. mutedil, orta Döngüsel, sabit bir merkeze bağlı olarak dönen . n Göbek (trafik) Üstünlük, avantaj (dominance, . n power) . n Endişe, kaygı (dismay)



impavıriş



. v fakirleştirmek



harnis



1. (ata vs) koşum takmak. 2. to (atı arabaya, öküzleri . v sabana) koşmak. 3. (doğal bir gücü) kontrol



The show was a spectacular success. The newspapers charted every moment of his spectacular fall from grace. No date was announced for a resumption of the talks. (Görüşmelere yeniden başlamak için herhangi bir tarih açıklanmadı) 1. Both broadcast and print media are carrying the story. Sand and clay are added to produce the perfect planting medium. 2. Have you got a medium in this style? 1. She’s slim, of medium height, with dark hair. 2. In medium winds, the plane remained stable. a rotary mower a rotary mower Two early goals established the team’s ascendancy in the first half. His comments caused consternation among environmentalists. The incompetent military leadership had impoverished a once prosperous country. 1. 2. 3. Although we’ve harnessed the force of electricity, we still know very little about its effects on us. (Elektrik kuvvetini kontrol altına



88 altına almak, kullanmak



harness



1. koşum takımı. 2. kayış



harnis



. n



detect



Didekt’



1.Teşhis etmek 2.keşfetmek, meydana/açığa 2 vt çıkarmak (discover, determine)



vast



va:st



2



restriction



ristrik’şın



1 n



facility



fısilıti



3 n



facilities



Fısilıti:s



3 n



3



ad j



broad



bro:d



3



ad j



surrounding



sıraunding



2



ad j



surroundings



sıraundings 2 n



surround



sıraund



magnitude



me.gnityu:d 1 n



abuse



ıbyu:s



2 n



abuse



ıbyu:s



1 vt



3 v



1.The technology is capable of detecting the smallest earth tremors. (Teknoloji en küçük yer sarsıntısını teşhis etmeye güç yetirebilir) 2. I thought I detected a hint of irony in her words. (Sözlerinde bir alay emaresi keşfettiğimi sandım)



1.a vast empty plain (çok geniş boş bir düzlük) 2. I believe the vast majority of people will support us. (İnsanların çok büyük bir çoğunluğunun bizi destekleyeceğini sanıyorum) Kısıtla(n)ma, sınırla(n)ma trade/travel/speed/parking restrictions (ticari/seyahat/hız/parketme (limitation, restraint) kısıtlamaları) 1. A free bus to the airport is a facility offered only by this hotel. 1. kolaylık, olanak (ease, (Havaalanına bedava otobüs sadece bu otel tarafından sunulan bir convenience ) kolaylıktır/olanaktır) 2. hizmet veya tesis 2. Does the company offer any facilities for employees with young 3. hüner, maharet (aptitude, children? (Şirket kükük çocuklu aileler için herhangi bir ability) kolaylık/hizmet/tesisi sunuyor mu?) 3. He traslated with great facility. (Büyük bir hüner ile tercüme etti.) Hizmet, tesisat, olanak, gibi The hotel has excellent leisure facilities. (Bu otelde mükemmel eğlence kolaylık sağlayan şeyler hizmetleri / olanakları var.) Bedside lighting alone is not sufficient for most bedrooms. (Çoğu yeterli, kâfi (enough) [+for ST] yatak odası için sadeve abajur lambalar yeterli değildir.) There is now [to do] (OPP insufficient) sufficient evidence to prove his claims. (Şimdi iddialarını ispatlamak için yeterli kanıt var) 1. geniş (wide) 1. a board room (geniş bir oda) 2. açık 2. broad daylight (açık günışığı) 3. belirgin (obvious) 3. a broad hint (belirgin bir ima) 4. yaygın 4. a broad education (yaygın bir eğitim) 5. ana, genel (rough, general) 5. the broad outlines of the project (projenin genel hatları) The hotel is ideally located for visiting the city and the surrounding çevredeki, etraftaki (nearby) area. I took up the time admiring my surroundings. (Çevreme hayranlık çevre, ortam (environment) besleyerek zamanımı öldürdüm) 1. çevrelemek, kuşatmak, 1. Can you name the states that surround Colorado? (Kolarodo’yu etrafını sarmak (frame, çevreleyen eyaletlerin isimlerini sayar mısın?) border) 2. Armed police quickly surrounded the building. (Silahlı polisler 2. askeri kuşatmak, sarmak çabucak binayı kuşattılar) (enclose, encircle) 1. They may feel discouraged at the magnitude of the task before them. (Önlerindeki görevin büyüklüğüyle cesaretlerini yitirmiş 1. büyüklük, azamet hissedebilirler) 2. önem, ehemmiyet 2. a world crisis of considerable magnitude (ciddi ehemmiyette bir 3. [mat] büyüklük dünya krizi) 4. [astr] kadir, parlaklık 3. electorates of less than average magnitude (ortalama büyüklükten daha küçük olan eloktratlar) 4. star of the first magnitude (en parlak / birinci kadirden olan yıldız) 1. price-fixing agreements and other abuses by large corporations (fiyat 1. yolsuzluk, suiistimal sabitlemesi anlaşmaları ve geniş çaplı şiretlerce yapılan diğer (misuse,manipulation) yolsuzluklar) 2. hakaret, sövüp, sayma 2.Blake was alleged to have hurled racist abuse at a student. (Blake’in (insults, swearing, foul bir öğrenciye ırkçı hakaretler yaptığı iddia edildi) language) 3. Physical abuse and neglect of children is too common. (fiziksel 3.(bedensel - ruhsal) işkence işkence ve çocukların ihmal edilmesi çok yaygın) (mistreatment, violence) 4. Several female students have made allegations of abuse against him. 4.cinsel taciz (Birkaç kız öğrenci ona karşı cinsel taciz iddialarında bulunmaktalar) 1. kötüye kullanmak (misuse, 1. Those with access to private information must not abuse that trust. manipulate) (Özel bilgiye erişim bu güveni kötüye kullanmamalı) 2. (sağlık v.b.'ne) zarar verecek 2. madde kullanmak 3. He was fined £10,000 for verbally abusing the umpire. (Hakeme 3. acımasızca yermek, sövüp sözlü saldırıdan dolayı 10000 paund cezaya çarptırıldı)



ad 1. çok geniş; engin (extensive) j 2. çok büyük (huge, enormous)



sufficient [for sıfişınt ST] [to do ST]



almış olmamıza rağmen, üzerimizdeki etkileri hakkında hala çok az şey biliyoruz) 1. 2. He was not wearing a safety harness when he fell.



89 saymak (insult, swear) 4. (bedensel veya ruhsal) işkence yapmak (treat badly, ill treat) 5.cinsel tacizde bulunmak



bare



beğır



bare



beğır



barely



beğırli



load



loğd



1. çıplak (undressed) 2. yalın, basit, kuru (plain, simple) 3. açık, apaçık ad 2 4. kıt kanaat, kıtı kıtına, ancak j yetecek kadar (mere) 5. çorak



. v



1. soymak, sıvamak, (elbise vs. ) çıkarmak (strip) 2. göstermek, açıklamak (reveal, expose)



1. henüz/daha ancak 2. açıkça, gizlemeden ad 3. güç bela, kıtı kıtına 2 v 4. hemen hemen hiç (hardly, scarcely)



1. yük (burden)



load



3 n 2. –e dolusu [+of]



3. sorumluluk yükü



loğd



1. yüklemek 2. doldurmak, koymak (silah, makine vs) 2 v 3. –e garketmek 4. (yalan/uydurmayla) şişirmek



ad . j



loaded



loğdid



deterioration



ditığriğreyşın . n



unyielding



Anyi:ding



.



ad j



accumulate



ıkyu:myuleyt 1 v



destruction



distrakşın



2 n



draught



dra:ft



1 n



1. dolu, yüklü (silah, makine, araç vs) 2. aldatıcı, hileli, yanıltıcı 3. [argo] zom, çok sarhoş (very drunk) 4. [argo] yükünü tutmuş, çok zengin (very rich, wealthy) 1. kötüleşme, fenalaşma (worsening) 2. gerileme, değerden düşme (decline) 1. boyun eğmez (adamant) 2. inatçı (obstinate) 3. sert katı (firm) 1. toplamak / toplanmak (amass, gather, assemble, collect) 2. yığmak, biriktirmek / yığılmak, birikmek (heap up, pile up, store up) 1. Mahvolma, harap/yok olma (extinction, extermination, eradication, ruin, devastation) 2. yok etme, imha 1. soğuk esinti, cereyan



4. Prisoners reported being regularly abused by their guards. (gardiyanları tarafından düzenli olarak işkence yapıldığı rapor edilen tutuklular) 5. A high percentage of abusive parents were themselves abused as children. (Cinsel tacizde bulunan ebeveynlerin yüksek bir yüzdesinin bizzat kendisi çocukken cinsel tacize uğramıştı) 1. Bare legs (çıplak ayaklar) bare wire (çıplak tel) The trees are already bare. (Ağaçlar şimdiden çıplak kaldılar) 2. a bare thank you (kuru bir teşekkür) 3. bare facts (apaçık olaylar/gerçekler) 4. bare majority (zayıf bir çoğunluk) 5. a bare countryside (çorak bir kırsal arazi) 1. to bare one’s arms (kollarını sıvamak) 2. to bare its teeth (dişlerini göstermek) to bare unknown facts (bilinmeyen gerçekleri açıklamak) 1. She is barely sixteen. (Daha/henüz ancak on altı yaşında) We have bare enough money for weekend (Anca(k) hafta sonuna yetecek paramız var) 2. They gave the facts to him barely (Olanları açıkça/olduğu gibi ona bildirdiler) 3. He barely escaped the danger. (Tehlikeden güç bela kaçtı.) 4. I barely know him. (Onu hemen hemen hiç tanımıyorum) 1. He was carrying a heavy load. (Ağır bir yük taşıyordu) 2. a wagonload of coal (bir vagon dolusu kömür) She drove back from the farm with a full load of hay. (Çiftlikten bir araba dolusu samanla geri geldi.) 3. You must allow others to share your load. (Diğerlerine yükünü paylaşmaları için izin vermelisin) 1. They are loading the truck now. (Şimdi kamyonu yüklüyorlar) 2. He loaded the cassette into the player. (Kaseti teybe koydu) 3. They loaded us with gifts. (Bizi hediyelere boğdular) 4. to load the evidence in favor of defendent (delilleri sanık lehine şişirmek)



1. a fully loaded plane 2. a loaded card (hileli bir oyun kartı) 3. 4. Let him pay, he is loaded. (Bırak o ödesin, yükünü tutmuş)



1. Her expression was hard and unyielding. (Yüz ifadesi sert ve katıydı) 2. The ground was unyielding beneath their feet. (Ayaklarının altındaki toprak inatçıydı.) (=edebî n’aparsa yapsın ürün vermiyor) 1. the toxin accumulated in their bodies (bedenlerinde toplanmış toksin) Investigators have yet to accumulate enough evidence. (müfettişler henüz yeterince kanıt toplamadılar) 2. to accumulate wealth (servet biriktirmek)



The building must be saved from destruction. (Bina harap olmaktan kurtarılmalı) the destruction of environment (çevrenin mahvedilmesi) 1. Heavy curtains at the windows cut out draughts. (Penceredeki ağır



90 2. içme, içine çekme (dumanı) 3. yudum, çekiş (bir defada içilen/yutulan miktar) 4. su derinliği (depth) 5. dama oyunu [BrE] 6. tutulan balık miktarı



draught



dra:ft



.



ad 1. fıçı (içki) j 2. koşum sürülen (hayvan)



perdeler cereyanı kesiyor) 2. He took deep draughts of oxygen into his lungs. (Ciğerlerine oksijeni derince çekti) 3. She downed the remaining beer in one draught. (Kalan birayı bir yudumda içiverdi) 4. The shallow draught enabled her to get close inshore. (Sığ derinlik sahile yaklaşmasına imkan verdi) 5. 6. 1. draught beer (fıçı bira) 2. draught oxen (koşuma sürülmüş öküzler)