Atatürkün Uşağının Gizli Defteri [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Kapak Düzeni Kapak Baskısı Dizgi ve Baskı



: A. :



ARAD



Galeri Basımevi : Osmanbey Matbaası



TURHAN GÜRKAN



ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ GiZLi DEFTERİ Atatürk'ün oniki yıl hizmetini gören Cemal (Çelebi) Granda'nın hâtıraları



FER



YAYINLARI



İSTANBUL 19



7



1



Bu kitaptaki hâtıralar 4 Mart 1959 dan 31 Mayıs 1959 a kadar Şehir Gazetesinde Turhan Gürkan imzasıyla yayınlanmıştır.



CEMAL GRANDA'NIN EL YAZISI



ÖNSÖZ



Objenin, kendinden uzaklaştıkça küçüldüğünü, yaklaştıkça büyüdüğünü görürüz. Madde ile mananın ayrıntısı bu görüntüdedir. Madde, kendinden uzaklaşıldığı zaman küçüldüğü halde, mana; kendinden uzaklaşıldıkca büyümektedir. Büyük olarak tanımladığımız adamlar, madde ve mananın bu perspektifine dikkate değer bir ör­ nek vermektedirler. Atatürk'ün ölümünden bu yana birbiri arkası­ na sıralanan yıllar gerisinde gittikçe büyümesi, onun mana planındaki gerçek değerini işaretlemektedir. Mana plânında bu yeri almış olmayanlar, madde plânında kalacakları için, onlar hergün bir parça daha geriye iten zaman içinde, büyüyemeyecekler, küçülecekler hatta unutulacaklar, yok olacaklardır. Büyük adamı, ne filozof Nietche'nin büyük adam tarifi, ne Shopenhaur'ın büyüklük kompleksi çerçevesinde mütelâa etmek istiyoruz. Büyük adam için bizim yapacağımız tanımlama, «yakından her­ kes gibi, uzaktan kendi gibi» olan kişi şeklinde ola­ caktır. Büyük adam konusu, zamanımıza kadar düşü­ nürlerin tartışmalarının sebebi olmuştur. Büyük



8 adam vardır veya yoktur. Lâkin büyük işler, toplu­ mu etkilemiş önemli fikirler vardır ve ortadadır. Atatürkte adının yanına, «büyük» sıfatı konmasa yaptığı işler büyük olarak ortada kalacak nadir kişi­ lerdendir. Büyük adamlara, büyüteçlerle bakan e l e ş t i r i c i lerle, onları dürbünün ters tarafı ile izleyen müşkül­ pesentler hep yanılacaklardır. Çünkü, büyük adam­ lar yakından herkes gibi olağan, ama yaptıklarıyle uzaktan başkalarına benzemeyecek kadar dikkat çekici kişilerdir. Onları önce insanlığından soyarak küçültenlerle, insanüstü yaparak kutsileştirenler gerçekçi değildirler. Atatürk'e oniki yıl gece, gündüz, günün yirmidört saatında hizmet etmiş Cemal Granda'nın bu anıları, onu insan sözlüğünün anlamı içinde, pek güzel canlandırmaktadır. Onun hakkında yazılmış bütün anılardan bu kitabın değişik olması nedeni budur. Bu kitapta, fotoğraflardaki Atatürk'ü, nutuklardaki Atatürk'ü, bayramlardaki, merasimlerdeki Atatürk'ü değil, Türkiye Cumhuriyeti nüfusuna ka­ yıtlı, Vatandaş Mustafa Kemal'i görüyoruz. İç dün­ yasındaki büyük yalnızlığı, hassasiyeti, taşkın duyguları, davranışları, sitemleri, neşesi ve üzüntüleriyle, insanlık realitesinin herkes gibi onda da yan­ sımasını bulmaktayız. Gerçekte de Atatürk'ün bü­ yüklüğünü süsleyen, onun aramızdan biri olmasıdır. Sayın Cemal Granda'ya, bize Atatürk'ü böyle­ sine yakından seyrettirme fırsatı verdiği için teşek­ kür ederiz. Bununla anlıyoruzki, şimdi o bizden baş­ kası değil, daha çok bizden biridir. TURGUT



FETHİ



BAŞLARKEN



Atatürk için çok şey yazıldı. İstatistikçiler işi sayılara döktüler. 3000 kitap, 10.000 lerce makale, bir o kadar da hâtırat yazıldı, dediler. İşin ilginç yönü, bu yapıtların 493 gibi gibi önemli bir bölümü­ nün Almanya'da, 367'sinin Fransa'da, 141'inin İn­ giltere'de, 510' unun da başka ülkelerde yayınlan­ mış olmasıdır. Bu sayılar, 25. ölüm yıldönümünden sonra yayınlanan kitapların dışındadır ve UNESCO'nun çıkardığı kitaplarla toplam daha da kabar­ maktadır. En büyük yazarından, en küçüğüne kadar yerli ve yabancı binlerce kalem, Atatürk'ü anlatmak için sanki yarışa girdiler. Hepsi ayrı bir yönden, çocuk­ luğu da içinde olarak «asker, ihtilâlci, devlçt ada-



10



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



mı, devrimci, ıslahatçı» Atatürk'ü anlattılar. Yal­ nız ölümü üzerine yazılanlar bile koskoca bir kitap­ lık doldurur. Ama O'nun özel yaşantısına pek az yer verildi denebilir. Oysa yeni bir Türkiye yaratan bu büyük adamı anlatmak, yeni yetişen kuşaklara duyurabilmek için O'nun nasıl yaşadığını, özelliklerini de en ince noktalarına kadar bilmek gerekiyordu. Ata'nın yakınları, arkadaşları, zaferi beraber kazandığı, Cumhuriyeti beraber kurduğu, Devleti beraber yönettiği kimseler de zaman zaman O'na ilişkin anılarını yayınladılar. Özel yaşantısını -de­ rinliğine inebildikleri oranda- anlatmağa çalıştılar. Ama bunların çoğu eksik, birbirini bütünlemekten uzak, belirli yol izlemeyen parça parça anılardan ileri gidemedi. Geçen yıllar Atatürk'ün yaşantısını filme ala­ cak olan yabancı filmciler, seçtikleri yüzlerce kitap arasında O'nun özel yaşantısına ilişkin birşeyler ara­ mışlar, ancak böyle bir bilgiyle senaryolarına gerçek bir hava verebileceklerini ve Büyük Kahraman'a ya­ raşık bir kordelâyı, ancak bu şekilde çevireceklerini söylemişlerdi. Fakat ne vazık ki, onların ellerine ve­ rebileceğimiz istedikleri yeterlikte derli toplu bir ya­ pıt yoktu. Atatürk'ü daha iyi tanıyabilmek, anlıyabilmek için O'nu bütün yönleriyle öğrendikten başka, özel



GİZLİ



DEFTERİ



11



yaşantısını da bilmek gerektir: Atatürk nasıl bir in­ sandı? Her gelip geçici insan gibi 24 saatini nasıl doldurur, ne yer, ne içerdi? Nasıl çalışır, ne zaman uyur, hangi arkadaşlarını üstün tutar, sakin ve sinir­ li zamanlarında ne yapar, kimlerle geziye çıkardı? Şakaları, öfkesi, sitemleri, kuşkusu, sevgisi, nefreti nasıl olurdu? Hangi kitapları okur, hangi mü­ ziği dinler, hangi renkleri, mevsimleri sever, hangi içkiyi kullanırdı? Evlilik yılları çok kısa süren Atatürk'ün kadın­ lar karşısında tutumu neydi? Ata'nın hayatına gir­ miş kadınlar var mıydı? Cumhuriyetin ilk yıllarından ölümüne kadar Atatürk'ün değindiği insanlar, Ata'yı ziyaret eden yabancı devlet adamları ve hükümdarlarla yapılan görüşmelerin kitaplara geçmemiş en gizli yönleri, Atatürk'ün gezileri, Atatürk'ün manevî evlâtları, Atatürk'e ilişkin bilinmiyen fıkralar ve bir çok saklı kalmış gerçekler... Bunları eksiksiz, hiç bir etki altında kalmadan yazabilmek için gece ve gündüz her an Atatürk'ün yanında bulunmak, yataktan çıkışından, yatağa giri­ şine dek bir gölge gibi peşinden gitmiş olmak ge­ rektir. İşte Atatürk'ün tam oniki yıl emrinde çalışmış, hizmetini görmüş, o dönemin bütün gerçeklerini O'­ nun sofrasında, O'nun ağzından dinlemiş; Ata'nın



12



A T A T Ü R K ' Ü N



U Ş A Ğ I N I N



İstanbul'a geldiği 1927 yılından, ölümüne dek ya­ nından ayrılmamış, sofrasını kurup kaldırmış, yal­ nızlık anlarında derdine ortak olmuş, bir adamın kelimesine kadar not edilen tarihe geçecek anıları... Atatürk'ün görevine ilk girdiği ân, O'na ilişkin anıları not ederek saklamak, ileride Türk tarihi ya­ zacak tarihçilerin eline bir belge vermek istediği hal­ de, Saraya şvester (hizmetçi) olarak alınan Alman kadını Havuzdame'nin tuttuğu notlar yüzünden ko­ vulduğunu görünce aynı akıbete uğramamak için anılarını herkes uyuduktan sonra gizli metodu ile ya­ zan Atatürk'ün en çok sevdiği ve kendisine en ya­ kın tuttuğu adam... Bu kitapta merakla okuyacağınız anılar, yüzde yüz doğru olup, basit bir sofracının görüş açısından kaleme alınmıştır. Şimdi sözü tam oniki yıl hizmetini görmüş Atatürk'ün «Çelebi» si Cemal



Granda'ya



bırakıyoruz. TURHAN



GÜRKAN



GİZLİ D E F T E R İ



l3



SARAYA Ç A Ğ R I L D I M



1927 Y I L I N I N güneşli bir T e m m u z günüydü... O z a m a n şimdiki Şehir H a t l a r ı İşletmesi 1927 Y I L I N I N güneşli bir T e m m u z günüydü... O z a m a n şimdiki Şehir H a t l a r ı İşletmesi olan Seyrüsefain yedi



yaşında,



gençtim.



Bu



denecek



yaşta,



rak



İdaresi'nde



ince,



çalışıyordum. H e n ü z o n -



zayıf, içi h a y a t ateşiyle



idareye



tam



üç



yıl



kısa pantolonlu,



önce,



dolu



henüz



tüysüz bir



bir



çocuk



çırak ola­



girmiştim. O z a m a n l a r çok çalışkandım. K e n d i m i işe v e r d i m



mi, başımı z o r kaldırırdım. Bu hâl âmirlerimin de d i k ­ katini



çekmiş



olacak



ki,



çok



geçmeden



armağanını



g ö r m e k t e g e c i k m e d i m . B i r g ü n müdiriyetten ç a ğ ı r ı p : —



Seni S a r a y a göndereceğiz, hazır ol; dediler.



H e y e c a n d a n az daha y ü r e ğ i m a ğ z ı m a g e l e c e k t i . . . Önce



pek



sonra



Atatürk'ün



iyi



anlıyamamıştım hizmetine



ama,



bir



gireceğimi



kaç



dakika



sezinlemiştim.



H e y e c a n ı m bundan ileri g e l i y o r d u . İstendiğimi h e m e n arkadaşlarıma



açtım.



Kimisi: — Ç o k sert adam... Kimisi: —



Gece



hizmeti



çok z o r . . .



D i y e m a n e v i y a t ı m ı bozuyor, beni c a y d ı r m a ğ a ça­ lışıyor, —



sonra



da:



Sen bilirsin, yine istersen g i t . . .



14



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



D i y o r l a r d ı . O g e c e u y k u m kaçtı. K e n d i k e n d i m e : —



H a y d i Cemal, diyordum. Göster kendini... T a ­



lih kuşu insanın başına bir k e r e konarmış. Bu herke­ se nasip olmaz. Senin şansın v a r m ı ş ki, b ö y l e büyük bir a d a m ı n hizmetine ç a ğ r ı l d ı n . A p t a l l ı k etme, bun­ lar



seni



kıskandıkları



için



böyle



konuşuyorlar...



Di­



yordum. E r t e s i günü sevinçten kabıma sığamıyordum. A y ­ nı z a m a n d a içimi de heyecanla dolu büyük bir korku kaplamıştı.



O'nun



karşısında ilk



anda



bir p o t



kırar­



sam, d i y e düşünüyordum. N e y a p a r d ı m o z a m a n ? Günlerden başlıyacaktım. Bunaltıcı



5



Temmuzdu.



Bana g ü z e l



sıcağın



etkisiyle



bir



O



gün



yeni g ö r e v i m e



smoking



smokingin



almışlardı.



içinde



buram



buram t e r döküyordum. F a k a t bu k ı y a f e t içinde o ka­ d a r şıktım k i . . . O z a m a n k a m a r a â m i r i m i z olan,



daha sonra da



D e v l e t D e n i z y o l l a r ı Başmüfettişliğinde bulunan Muzaf­ fer B e y l e rıhtımda bekleyen Ç a n k a y a motoruna bin­ dik. G ö z l e r i m i kapıyor, A t a t ü r k ' ü n yanında g e ç i r e c e ­ ğ i m g ö n l e r i n hayalini kuruyor, sonra birden M u z a f f e r B e y i n sesiyle daldığım h a y a l âleminden uyanıyordum. Muzaffer —



Bey:



Çocuğum, şimdi seni S a r a y a g ö t ü r ü y o r u m . O-



r a d a çok dikkatli olman l â z ı m . D i y e r e k ö ğ ü t v e r i y o r ­ du. C a n kulağı ile M u z a f f e r B e y i dinliyor g ö r ü n m e ­ m e r a ğ m e n , aklım çok daha başka y e r l e r d e idi. Y i n e onun



öğütleriyle



irkilerek



kurduğum



hayal



evrenin­



den aşağı iniyordum. —



Orada her ne görürsen, duyarsan,



gördüğünü



g ö r m e m e z l i k t e n , işittiğini i ş i t m e m e z l i k t e n geleceksin. Senin için çok i y i olur... M o t o r u m u z B o ğ a z ' ı n m a v i sularını y a r a r a k D o l -



GİZLİ DEFTERİ mabahçe



15



Sarayı'na yanaştı.



Rıhtıma ayak bastığımız



z a m a n heyecanım son haddini bulmuştu. H a y a t t a ç o k şaşırtıcı



olaylarla



karşılaştım.



Atatürk'ün



hizmetinde



t a m oniki y ı l çeşitli olgularla karşıkarşıya g e l d i m . F a ­ k a t hiç birinde O'nunla ilk k a r ş ı l a ş t ı ğ ı m ve bana ilk seslenişi



anlarını



unutamadım.



Seyrüsefain İdaresi'nden benimle birlikte



Saraya



Rüknettin ve Vus'at adında iki arkadaşı daha i s t e m i ş ­ lerdi. F a k a t onlar A t a t ü r k ' ü n hizmetçisi olamadı, Sa­ rayda



kaldılar.



N e tuhaf!. H a y a t ı m d a hiç saray, hatta m ü z e bile g e z m e m i ş olan ben, d o ğ m a



büyüme bir saraylı g i b i



e t r a f ı m a bakmadan çalımla dimdik yürüyordum. M u ­ z a f f e r B e y önde, ben arkada, o z a m a n özel k a l e m mü­ dürü olan H a s a n R ı z a S o y a k ' ı n karşısına çıktık. S o y a k adımı, yaşımı sorup, Salihli'li olduğumu ö ğ ­ rendikten sonra zile bastı, başsofracı İ b r a h i m ( G ü v e n ) E f e n d i y i ç a ğ ı r d ı . Beni teslim alan başsofracı da k o r i ­ dorlarda yürürken



aynı



soruları



soruyor, nereli,



kim



olduğumu, bundan önce nerelerde çalıştığımı ö ğ r e n i ­ yordu. Böylece



Saray'ın H a r e m kısmına,



Hususî D a i r e y e geldik,



şimdiki a d ı y l a



16



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



«AÇINIZ PERDELERİ»



C U M H U R İ Y E T devrinde İstanbul'a i l k de­ fa



gelen



Atatürk'le



ilk



karşılaşmamız



burada oldu. V a k t i y l e Son H a l i f e A b d ü l m e c i t Efendi nin y e m e k mişti. ağır, çok



salonu



Bütün



olan



mobilya



çiçekli perdeler güzel



duran



süslenmiş



bu



daire



lâke



idi.



yerlere bir



gayet güzel Hereke



kadar iniyordu.



sofra vardı.



döşen­



kumaşından Ortada



Dimdik



ayakta



Atatürk:



— A ç ı n ı z perdeleri!.. D i y e seslendi. A t a t ü r k ' ü n ağzından duyduğum ilk ses işte budur. H e m e n koştum ve perdeleri



açtım.



Salon aydın­



landıktan sonra A t a t ü r k sofraya oturdu. Y a n ı n d a manevî evlâtları R ü k i y e v e Zehra H a n ı m l a r l a kızkardeşi Makbule H a n ı m v e U m u m î K â t i p T e v f i k B e y vardı. O gün büyük bir d i k k a t l e A t a t ü r k ' ü n nasıl y e m e k y e d i ğ i n e b a k t ı ğ ı m için y e m e k listesi olduğu



gibi



ak­



l ı m d a d ı r . İlk y e m e k güzel bir ordör, ikinci y e m e k püreli



tavuk,



üçüncü



kuşkonmaz,



kompostosu



bulunuyordu.



İlk



Atatürk'ün



gün



bütün



meyva



olarak



hareketlerini



ananas dikkatle



izledim. Y e m e k t e n sonra önce H a r e m Dairesi'nin üs­ tüne çıkmış, sonra bütün S a r a y ı dolaşmış, a k ş a m üstü de



Söğütlü y a t ı y l a B o ğ a z ' d a g e z i n t i



yapmıştı.



GİZLİ



DEFTERİ



Gezintiden saatlere



kadar



17



sonra sofra faslı sürüyordu.



İçkili



başlıyor ve olan



çok g e ç



akşam



yemek­



lerinde y a k ı n arkadaşları, kabine üyeleri de hazır bu­ lunuyor, bir ç o k m e m l e k e t meseleleri burada hallediliyordu. silâh



Sofrasına belirli mesleklerdeki eski dostları ve arkadaşlarından



başka, bilim, sanat, ticaret, en­



düstri kişilerini topluca ç a ğ ı r d ı ğ ı olurdu. Bu hal, 1938 yılı H a z i r a n ı n a k a d a r bir yaşayışı Saraya, onbeş gün



zorunlu



yani hastalığı kendisine değişik kılıncaya



k a d a r sürüp



gitti.



daha doğrusu A t a t ü r k ' ü n hizmetine g i r e l i olduğu



halde



Atatürk,



o



güne



k a d a r bir



kere bile dönüp yüzüme bakmamış, k i m olduğumu da sormak g e r e ğ i n i duymamıştı. Önceleri ö n e m s e m e d i ğ i m bu hal, y a v a ş y a v a ş bana k o y m a ğ a başlamıştı. İ ç i m i tarifsiz bir üzüntü kaplamıştı. T a m onbeş gün O'na bir « d i l s i z » g i b i h i z m e t etmiştim. Üzüntüm g i t t i k ç e artıyordu. K e n d i k e n d i m e : « S a b ­ ret Cemal,



elbet bir gün konuşacak, seni t a n ı y a c a k »



diyordum. A y r ı c a içimde bir korku d a belirmişti: « Y a , diyordum,



benimle



uzaklaştırılırsam?»



konuşmadan Öyleya,



belki



buradaki hizmetim



işimden beğenil-



miyebilir, hoşa g i t m e z d i . . . Bu hal arkadaşlarımın da dikkatini çekmiş olacak ki,



alaylı



alaylı:



— Cemal, ne adını, ne de nereden geldiğini henüz sormadı. Seni t a n ı m a k bile i s t e m i y o r . . . D i y e takıldık­ ları bile oluyordu. Onlara ne c e v a p v e r e c e ğ i m i bilemiyor, fakat g a y e t tabii



görünmeğe



çalışarak:



— E l b e t bir g ü n olur, adam yerine korlar, sorarlar. Diyordum.



18



ATATÜRK'ÜN



ADIMI



BİR



AKŞAM



saat



UŞAĞININ



DEĞİŞTİRİYOR



20



sularında



Sarayın



M a r m a r a ' y a bakan balkonunda y i r m i kadar tanınmış konuk y e m e k yiyordu. A r k a m d a duran Atatürk: —



Efendi, efendi... D i y e bana seslendi.



Döndüm. H i ç unutmam, elimde kristal r a k ı süra­ hisi vardı. — Buyrun e f e n d i m . . . B i r emriniz mi v a r P a ş a m ? . . D i y e cevap v e r d i m . Cumhuriyet



rejiminin



kurulmasına



rağmen



her­



kes A t a t ü r k ' e « P a ş a m » d i y e seslenirdi. B e y l i k , paşalık k a l k t ı ğ ı halde bu « P a ş a » lık A t a t ü r k için k a l k m a d ı . Ölünceye kadar



sürdü.



O akşam ilk k e z konuştuğum A t a t ü r k ' l e aramız­ da şunlar g e ç t i : —



Senin ismin nedir?







Cemal!..



— Sonu y o k mu bunun? — Var, Cemalettin... Bunun üzerine A t a t ü r k birden bana doğru i l e r l i yerek: —



H a a a . . . dedi. İ s i m l e r K e m a l e t t i n olur, f a k a t



Cemalettin



olmaz.



Sen



yine



Cemal



kal!



dular?



Dinin



Ce-



GİZLİ DEFTERİ



19



A r a d a n y a r ı m s a a t geçmişti. Y e m e k d e v a m edi­ yordu. Sevinçten kabıma s ı ğ a m ı y o r d u m . E v e t , A t a ­ türk en sonunda benimle konuşmuştu. H e m de uzun uzun... Ertesi gün benimle alay eden arkadaşlara an­ l a t a c a ğ ı m şeyleri kafamda tasarlıyor, onlardan hınç çıkaracağımı düşünüyordum. F a k a t A t a t ü r k , bu Cemal adına tutulmuş olacak ki yeniden seslendi: — Bu C e m a l e t t i n ismini k i m koydu sana? A r t ı k adamakıllı k o r k m a ğ a başlamıştım; — Babam, d i y e cevap v e r d i m . — Öyle ise baban ne adammış senin. D i y e sertçe çıkıştı. Bunun



üzerine:



— B e n b a b a m ı tanımıyorum. D e y i n c e yüzü daha da sertleşti: — B a b a m ı tanımıyorum ne d e m e k ? m ı doğdun? Baban y o k m u senin?..



Sen babasız



— B e n dokuz aylıkken babam ölmüş. ki,



A t a t ü r k üzüldüğümü yüzümden birden sesini yumuşattı:



okumuş



olacak



— A n a n ı tanıyorsun ya y e t e r ! . . Dedi. Ve biraz durduktan sonra e k l e d i : Ben de babamı tanımıyorum ya... O g e c e y e m e k sabahın beşine k a d a r d e v a m etmişti. Çokluk g e c e l e r böyle olur, meclisin horozlar ö t e r ­ ken dağıldığı görülürdü. Bu yüzden A t a t ü r k te sabah saat beşten önce y a t a ğ ı n a g i r e m e z d i . Saat onbirden sonra hava serinlediği için misafirler birer ikişer bal­ kondan içeri g i r m e ğ e başladılar. Masanın üzerinde b o ­ şalmış D i m i t r o p o l o şişeleri duruyordu. O devrin en ünlü rakısı olan Dimitripolo'dan A t a t ü r k her g e c e y a r ı m kilo içerdi. M e z e s i de sadece tuzlu leblebiydi. A r a sıra d a F a v a denilen z e y t i n y a ğ l ı , limonlu bakla



20



ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ



e z m e s i n i istediği olurdu. En sevdiği y e m e k l e r arasında kuru fasulye ile p i l â v gelirdi. A t a t ü r k t e k r a r beni çağırdı. Y e m e k istiyecek sanıyordum. F a k a t O'nun aklı hep benim ismimde de­ ğil miymiş. — Ulan, bu ismi sen mi koydun, baban m ı ? D i y e b a r bar b a ğ ı r m a ğ a Çok



başladı.



korkmağa



başlamıştım.



Benim



korktuğumu



g ö r ü n c e daha f a z l a bağırıyordu. A r t ı k elim



ayağım



t i t r e m e ğ e başlamıştı. A y a k t a duracak halim yoktu. B e l ­ ki



daha



fazla



kızar



da



koğulurum,



uzaklaşmağa karar verdim. bırakarak yatmağa



S a a t üçe



diye



gözünden



doğru



sofrayı



gittim.



O g e c e sabaha dek g ö z ü m ü uyku tutmadı. Y a t t ı ­ ğım



yerde



dua



r ü y a l a r gördüm.



ediyordum. Yavaş



o l m a ğ a başlamıştım. galiba...



Kâbusla



yavaş



Bu



isim



karışık



korkulu



g e l d i ğ i m e pişman bile de



başıma iş



açıyordu



N e r e d e n bulmuşlardı bu « C e m a l » i de,



bana



takmışlardı ? E r t e s i gün de a y n ı korku ve heyecan içinde g e ç ­ ti. A d e t a akşam olmasını istemiyordum. T e k avuntum, Atatürk'ün geceki



o l a y ı unutmuş olmasıydı.



A k ş a m y e m e ğ i n i hazırlamış bekliyordum. Saat y e ­ d i y e doğru A t a t ü r k , arkasında A f e t İnan, Z e h r a H a nım, B a ş y a v e r Rüsuhi Bey, U m u m î K â t i p T e v f i k B e y olduğu halde, salona g i r d i . B a ş y a v e r aşağı inerek öbür misafirleri de sofraya g e t i r d i . S o f r a y a oturmadan önce Atatürk — aldı.



misafirlere A r a p ç a : Faddal!..



Bu



sözü,



duyduğumu



Dedi çok



ve



herkes



keyifli



olduğu



hatırlıyorum.



Sofrada



masadaki yerlerini zamanlar ilk



söz



sık sık



bana



idi:



— Cemal, seni dün akşam sert sözlerle çok hırpa­ lamıştım. F a k a t Cemaller daima büyük adamlar olur.



GİZLİ



DEFTERİ



21



Sen de büyük a d a m olacaksın. Sonra —



tarihteki



ünlüleri



s ı r a l a m a ğ a başladı:



Sen C e m a l P a ş a ' y ı tanır mısın ?



Şehzade C e -



malettin E f e n d i ' y i , K o n y a Çelebisi C e m a l e t t i n ' i t a n ı r mısın? — İ s i m l e r i n i işittim, diye c e v a p v e r d i m , —



Bu kadarı da yetişir. D e d i .



Yemek



sürüp



gidiyordu.



Hava



yumuşadığı



halde



bir gün önce içimi kaplıyan korkuyu üzerimden ata­ m a m ı ş t ı m . H e r an yine o bahse döneceğinden ö d ü m kopuyordu. Saat g e c e y a r ı s ı n ı g e ç i y o r d u . B i r d e n a d ı m ­ la



bana —



seslendiğini duydum



ve yanına koştum.



Cemal, senin bu ismini d e ğ i ş t i r e l i m o l m a z m ı ?



Sen kendine g ö r e bir isim bul b a k a l ı m . . . Şaşırmıştım.



Daha



cevap



vermeğe



vakit



kalma-



dan: — B e n sana buldum isim, dedi. Senin ismin Çelebi olsun... Atatürk'ün



çok



sonraları y i n e



sevdiğimiz insanlara Çelebi d e r i z »



bir mecliste dediğini



«Biz



duymu



şumdur. O mişti. mi



anda



bütün



korkum



bir



bulut



gibi



dağılıver-



Y ü z ü m d e k i memnunluğu görünce kabul



anladı.



Z a t e n kabul e t m e m e k için



ettiği­



hiç bir sebep



te y o k t u . F a k a t bir kere de i z n i m i almadan e d e m e d i : —



G ü z e l m i ? D i y e sordu.



— Ç o k g ü z e l efendim. D e d i m . Bunun



üzerine



sofradaki



konuklara d ö n e r e k :



— Bu çocuğun ismi bundan sonra Çelebi'dir. D i y e herkese t a n ı t t ı . O



anda



Atatürk'ün



bu



kadar



önem



verdiği



bir



a d a m olmanın gururu içindeydim. K o l t u k l a r ı m kabar­ mıştı.



O



gün



Saray'da



kim



varsa



herkese



ve



bütün



22



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



misafirlere beni yeni g e l m i ş önemli bir k i ş i y m i ş g i b i tanıtıyor: — Bu z a t ı bilir misiniz, Çelebi'dir... D i y o r d u . Böylece



Atatürk'ün



serzenişlerinden,



ğ ı r m a l a r ı n d a n kurtuluyor,



üstelik



O'nun



hatta



ba­



sevdiği,



ça­



ğ ı r ı r k e n z e v k duyduğu bir i s m e de sahip oluyordum. B ö y l e c e adım 20 T e m m u z 1927 den itibaren « Ç e l e b i » o l a r a k kaldı. A r k a d a ş l a r da hâlâ böyle ç a ğ ı r ı r l a r .



GİZLİ DEFTERİ



23



N E YER, N E İÇERDİ



A T A T Ü R K



sabahları



kalkmazdı.



Geceleri



çok geç, çoklukla şafak sökerken y a t t ı ğ ı için



gündüz



saat



onbir,



onikiye



doğru



kalkar,



zile-



basardı. H e m e n bir fincan k a h v e y l e o günkü g a z e t e l e r i götürürdüm. G a y e t ince ketenden yapılmışı bir enta­ riyle uyuduğu için, uyanınca da bir süre bu k ı y a f e t t e kalır,



divana



yakın



arkadaşlarından



bağdaş



kurarak ve



kahvesini



Umumî



içerdi.



Kâtipten



Çok



başkası



içeri g i r e m e z d i . Bazan da şezlonga uzanır, uzun uzun gazeteleri



okurdu.



Bu



okuma



bir



buçuk saat



kadar



sürerdi. Sonra banyosunu yapardı. T e m i z l i k konusunda ç o k titizdi. Y a z v e kış ayırmaz, m u h a k k a k her g ü n ban­ y o yapar, her g ü n çamaşır değiştirirdi. G i y i m i n e k a r ­ ş ı t i t i z l i k gösterir,



traşlı



katiyen



gezmezdi.



Kışın



pencereleri açtırır, soğuk h a v a y ı ciğerlerine doldurur­ du. Banyodan lim



francala



çıktıktan sonra soğuk ayranla bir d i ­ yer,



bazan



ayranın



yerine



bir



kâse



y o ğ u r t alırdı. Ç o k zaman bu, hem kahvaltı, hem de ö ğ l e y e m e ğ i yerine geçerdi. Binde bir çağrılı bir m i ­ safir o l a c a k ki, a y ı p olmasın d i y e y e m e k yesin... B a ­ zan sütlü k a h v e y l e çay istediği de olurdu. İ k i n d i kah-



ATATÜRK'ÜN



24



UŞAĞININ



v a l t ı s ı yapmaz, onun y e r i n e bir bardak e k m e k s i z ay­ ran içerdi. Akşam



yemeklerini



ise



kesinlikle



arkadaşlariyle



y e m e k alışkanlığındaydı. Ç a n k a y a ve D o l m a b a h ç e Sar a y ı ' n d a k i akşam y e m e k l e r i n d e ondan aşağı düşmiyen bir



davetli



topluluğu



her



zaman



hazır



bulunurdu.



M e m l e k e t meselelerinin görüşüldüğü bu toplantılarda herkesin düşüncesini ö ğ r e n m e k isterdi. F a k a t yine de kendi bildiğinden şaşmazdı. M e c l i s e bir istek m i g e ­ tirecek, bunu y a k ı n l a r ı y l a tartışmaktan z e v k duyardı. A t a t ü r k ' ü n sofrada yeni ve heyecanlı konular da ortaya bu



attığı



olurdu.



Bazan



konulardan a l a c a ğ ı olumlu



herkesi



şaşırtan



cevaplar da,



olumsuz



c e v a p l a r da çok hoşuna giderdi. H e r k e s i konuşturur, düşüncelerini



öğrenir,



son



sözü



her



zaman



kendisi



söylerdi. Bu işte y a n ı l d ı ğ ı n ı hiç h a t ı r l a m ı y o r u m . Sofra



konuşmalarında



başkalarına sorduğu



konu



soruların



ortaya



konuyu atmasına



karşılıklarını



hep



kendisi



meydan



büyük



bir



açar,



vermez, dikkatle



dinlerdi. Başkalarının y a p t ı ğ ı prensiplere değil, ancak kendi prensiplerine uyardı. Doğruluğuna inandığı dü­ şünceyi sonuna k a d a r savunurdu. H a r e k e t l i canlı



yaşatısının



ğunu söyliyebilirim. A k a d e m i k saatler ilerleyince



ve heye­



t e k zevkinin, akşam sofraları tartışmaların



h â t ı r a l a r alır, g e ç m i ş t e n



oldu­ yerini



sözedilir,



tarihsel olaylar sıralanır, bazan da hoş h i k â y e l e r an­ latılırdı. Sofrası sanki, arkadaşları ve dostları ile t a r t ı ş m a v e e ğ l e n c e yerini birleştiren bir köprü g ö r e v i g ö r ü y o r ­ du. Bu gecelerin hiç birine doyum o l m a d ı ğ ı n ı ve her birinin içinde bir t a r i h y a p r a ğ ı n ı n y a ş a d ı ğ ı m z a m a n l a anladım.



GİZLİ



25



DEFTERÎ



Sofrasında çağının her çeşit insanına y e r v e r i y o r du. H e p s i a y r ı düzeydeki bu insanlarla tartışırken sanki yurdun sesini duyardı Güvendiklerinin ve sevdikle­ rinin eleştirilerine sabırla katlanmasını bilirdi.



Şakayı



çok severdi. Kendisi de ara sıra şakalar yapardı. E s k i arkadaşlarından N u r i Conker, Salih B o z o k sık sık şaka yaparlar ve



sofrayı



rında bunlarm



şenlendirirlerdi.



bir nüktesi



Sinirli



zamanla­



ya da hikâyesi A t a t ü r k ' ü n



bir anda öfkesini d a ğ ı t m a ğ a y e t e r d i . A m a A t a t ü r k her zaman



neşeliydi.



zaman



da



arka



Sinirlendiği z a m a n l a r çok azdır. arkaya



sigara



ve



güç anlarda bile soğukkanlılığını, bilir ya da ö y l e



kahve



içerdi.



O En



neşesini saklamasını



görünürdü. Ç o k konukseverdi, sofra­



dakilerin a y r ı a y r ı gönüllerini alıp hatırlarını sormadan yapamazdı. A ç ı k konuşanları nuşulmasını



sever v e yanında her şeyin k o ­



isterdi. Bu yüzden sık sık ileri g e r i k o ­



nuşanlara da rastlanırdı. ler g e ç m e m i ş t i r ki...



Atatürk'ün



sofrasından



Mahalle arkadaşları,



kim­



silâh



arka­



daşları, d e v r i m arkadaşları, politikacılar, edipler, şair­ ler, müzisiyenler, bilim adamları, iş adamları, yaban­ cı devlet başkanları,



krallar...



İ ş t e n ve y u r t gezilerinden artan bütün ömrü sof­ rada g e ç m i ş t i r denilebilir. F a k a t burası hiç bir z a m a n bir içki



ve



cümbüş b a y a ğ ı l ı ğ ı n a inmemiş,



bir sohbet



v e t a r t ı ş m a meclisi olarak kalmıştır. Eğlencenin y a n ı sıra



en



meclis...



çetin



devlet



Politikanın,



işlerinin



karara



aktüalitenin



de



bağlandığı ziyafet



bir



sofrası!



R e s m î görüşmelerinde son derece t i t i z ve törenci olan A t a t ü r k ' ü n özel hayatındaki samimiyeti, dünyada pek az d e v l e t adamına nasip olmuştur denilebilir. Danışmaya



bazan



o



kadar



büyük



değer



verirdi



ki, aklından g e ç e n meseleler hakkında çok z a m a n hiç olmadık



insanların



fikrini



bile



aldığı



görülürdü.



So-



ATATÜRK'ÜN



26



UŞAĞININ



nunda yine kendi fikrini u y g u l ı y a c a ğ ı n ı bildiği halde hiç kimsenin hor görülmesine katlanamazdı. Bu y ü z ­ den hiç olmadık kimselerden bir şeyler öğrendiğini de saklamaz, tının



Her içki



açık açık anlatırdı.



sonuna



kadar



gece



içtiği



yüzünden



Bu



alışkanlığını



haya­



değiştirmedi. halde



kendinden



Atatürk'ün



geçtiğini,



bir kere



taşkınlıklar



bile yap­



t ı ğ ı n ı g ö r m e d i m , d u y m a d ı m . A k s i n i iddia edenler var­ sa,



bunların



bir



şey



yaptıkları



değildir.



kıskançlıklarından a y y a ş l ı k ve l e r oldu yaşantısı



Atatürk'ün



zevke



ama, bütün



düpedüz



dedikodudan



başka



Ölümünden sonra ç e k e m e m e z l i k



bu



sofrasını



düşkünlükle çabalar ne



kusurlarıyla



c e k bir yönü yoktu



ki...



kötülemek kadar



istiyen-



boşunadır. Onun



meydandaydı.



Halkın



ve



sarhoşluk,



sofrası



Gizlene­



idi.



GİZLİ



27



DEFTERİ



ÇEVRESİNDEKİ ASALAKLAR



A T A T Ü R K ' Ü N sofracısı olduğum için çok t e m i z g i y i n i y o r d u m . Elbisem her z a m a n ütülü,



beyaz gömleğim



kolalı,



iskarpinlerim



rugan­



dı. D a v e t l i l e r d e n bir çoğu ş ı k l ı ğ ı m ı kıskanır ve g i y i ­ m i m i b e n z e t m e ğ e yeltenirlerdi. O zaman bir çok ba­ kan ve M i l l e t v e k i l i bile papyonlarını bana b a ğ l a t ı r l a r dı. C u m h u r i y e t yeni kurulmuştu. Bunlar k ı y a f e t d e v ­ rimini henüz benimsiyememişlerdi. F a k a t kısa z a m a n ­ da yaşadıkları o r t a m a uymasını biliyor, en centilmen diplomattan



daha



centilmen



kesiliyorlardı.



Bunların bâzıları -okuma y a z m a bile bilmedikleri halde-



evlerine



Örneğin man, türk'e



çok



Atatürk,



kitaplıktan onlar



büyük



bir biz



kendileri



kitaplıklar yaptırmışlardı.



atlas



ya



gider,



da kitap



bunları



aradığı



çıkarırdık.



za­ Ata­



bulmuş g i b i götürüp v e r i r l e r d i .



İçlerinde çok zekileri de vardı. A t a t ü r k herhangi bir emir verse,



onlar bunu istedikleri şekle sokar, kendi­



lerine o işten p a y çıkarırlardı. O y s a bu işleri z a v a l l ı memurlarla



uşaklar



görür,



hazıra



onlar



konar,



her



yerde parsayı onlar toplardı. H e r zaman g e z i l e r e on­ lar gider, hepsi birer silâhşör kesilirlerdi. Fakat



bunlar



Atatürk'ün



hiç



gözünden



kaçmaz,



onları inceden inceye a l a y a alır, bazan karşılık v e r e -



28



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



m i y e c e k l e r i bir soru y a ğ m u r u n a tutar, karşısında na­ sıl ecel terleri döktüklerini hazla seyrederdi. D a l k a ­ vuklara, l â f ebeliği y a p a n l a r a çok kızardı. Ç o k g e ç ­ meden



bir punduna



onlardan



getirerek,



yaptıklarının



acısını



çıkarmasını bilirdi.



H ı r p a l a y a c a ğ ı , yahut a l a y a alacağı k i m s e l e r i sık sık imtihana çekişine t a n ı k l ı k etmişimdir. A t a t ü r k ' ü n şaşırtıcı



soruları ve



mantık



oyunları



karşısında



bun­



l a r ı n dökülüşleri görülecek şeydi. Zaten O'nun soru­ l a r ı n a t a m cevap v e r e c e k a d a m a z bulunurdu. Bunlar bilimsel açıdan cevaplandırılacak sorulardan



değildi.



H e p s i birer zekâ oyununa dayanıyordu. K i m s e altın­ dan k a l k a m a z d ı .



GİZLİ DEFTERİ



29



SELANİK'TEN



N E ÇIKAR



A T A T Ü R K uysal bir insan değildi. H a t t a haşin olduğu dahi söylenebilir. B ö y l e oldu­ ğu halde ç o k terbiyeli, çok olgun, çok



merhametli,



çok hoşgörülü bir insandı. T e m i z kalpliydi, alçak g ö ­ nüllüydü. Gösterişten, uzaktı. V a z i f e başında lâubaliliğe y e r v e r m e z , f a k a t özel yaşantısında sevdiklerinin na­ zını



çekerdi.



Dostlarına,



arkadaşlarına vefalıydı.



Za­



ten A t a t ü r k ' ü n en büyük üstün hallerinden biri de kin ve



garaz



olmasıdır.



gibi



insanî



duyguların



Bağışlamıyacağı



suç



üzerine



yok



çıkabilmiş



gibiydi.



B i r çok



hataları g ö r d ü ğ ü halde, g ö r m e m e z l i k t e n gelirdi. K i n tutmaz, çabuk affederdi. K i m l e r i , ne z a m a n affedece­ ğini de çok i y i bilirdi. H ı r s ı çok çabuk geçerdi. B i r gün Ç a n k a y a ' d a M e h m e t ve şuyorduk.



Berberlerin



olduklarından ten



eski



köşkte



berber Rıdvan'la ikisi



kendilerini



konuşurlardı.



Bu



de



oturmuş



Atatürk'ün



imtiyazlı



şekilde



Selânikli berber



antrede



konu­



hemşehrisi



sayarlar,



yüksek­



-şaka da olsa-



böbürle­



nerek dolaşmalarına, kendilerine poz vermelerine çok tutulur, f a k a t yine de renk v e r m e m e ğ e çalışırdım. F a ­ kat bütün d i k k a t i m e r a ğ m e n a r a m ı z d a y i n e de tartış­ m a l a r eksik



olmazdı.



30



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



O gün yine onlar z a y ı f tarafımı bulmuşlar, bana şakadan t a k ı l ı y o r : — Biz dınız...



Selânikliler



olmasaydık,



siz kurtulamaz­



D i y o r l a r , ben de c e v a p o l a r a k : —



Biz



kendi



kendimizi



kurtardık.



Selanik'lilere



i h t i y a c ı m ı z y o k . H e m Selanik'ten çıksa ç ı k s a Yahudi çıkar... Diyordum. O sırada m e r d i v e n l e r i y a v a ş y a v a ş inen A t a t ü r k ' ü g ö r m e m i ş t i k K o n u ş m a l a r ı m ı z a i s t e m i y e r e k kulak mi­ safiri



olmuş ki,



o akşam



sofrada bir Selânik'li olan



N u r i Conker'e damdan düşer gibi sordu: — N u r i Bey, Selanik'ten ne ç ı k a r ? O anda beynimin karıncalandığını d u y a r gibi o l ­ dum. D e m e k k o r k t u ğ u m sonunda başıma g e l m i ş , A t a ­ türk



antrede



konuştuklarımızın hepsini



duymuştu.



N u r i Conker, A t a t ü r k ' ü n nazını ç e k t i ğ i , kaprisle­ rine katlandığı eski bir çocukluk arkadaşı olduğu için, aklına eseni s ö y l e m e k t e n çekinmeyen biriydi. E l d e e t ­ t i ğ i aşırı i m t i y a z l a r yüzünden ciddi ciddi « S e n



çekil



de, b i r a z da biz Cumhurbaşkanlığı y a p a l ı m » d i y e c e k k a d a r ileri g i t t i ğ i z a m a n l a r d a bile A t a t ü r k gülüp g e ­ çer,



işi



şakaya



boğardı.



Fakat



bu



seferkinin



şakaya



g e l i r yanı y o k t u . N u r i Conker,



sanki bütün konuştuklarımızı bili­



y o r m u ş ta, beni k o r u m a k k a r a r ı n ı v e r m i ş ç e s i n e : —



B o l Yahudi çıkar P a ş a m . . . D e m e s i n m i ?



Bunun üzerine A t a t ü r k , yüzünde alaylı bir gülüm­ semeyle tümüne



daha



önce



kulağına



çalınmış



dedikoduların



karşılık v e r d i :



— Benim için de bâzı kimseler -Selanik'te doğdu­ ğumdan- Y a h u d i olduğumu s ö y l e m e k i s t i y o r l a r . Şunu



GİZLİ



DEFTERİ



unutmamak



31



lâzımdır



ki,



Napoleon



da



Korsika'lı



bir



İtalyan'dı. A m a F r a n s ı z olarak öldü v e tarihe F r a n s ı z olarak g e ç t i . çalışmaları



İnsanların



içinde



bulundukları c e m i y e t e



lâzımdı r.



O günkü k a d a r utandığımı ve A t a t ü r k ' ü n karşısında



küçüldüğümü



oniki



yıllık



hizmetim



süresince



hiç



hatırlamıyorum. B e l k i de ömrüm boyunca benim için en büyük u t a n ç t a bu olmuştur. O günden sonra Se­ lanik kelimesini



b i r daha



ağzıma



almadım.



32



ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ



GÖZÜM GÖRÜYOR, AYAĞIM DA YERİNDE ATATÜRK yazın gecikme



uzun süre A n k a r a ' d a kalmış, v e İstanbul'a



gelmesi



bir çok dedikodulara yol



gecikmişti.



açmış,



Bu



h a t t a halk



arasında hasta olduğu, felç geldiği, g ö z l e r i n i n g ö r m e ­ diği,



ayağının



tutmadığı



gibi



söylentiler o r t a y a çık-



m ı ş t ı . Sonunda İstanbul'a geldik. 10 A ğ u s t o s 1929 g e ­ cesiydi. Söğütlü y a t ı y l a B o ğ a z ' d a bir g e z i n t i y a p m a y ı emretti. Hareket ettik... Benim içimde b i r m e r a k belirmişti. N e k a d a r içki içtiğini



anlamak



istiyordum.



l a n sofranın başından mek



Bir,



Söğütlü



yatında



kuru­



hiç a y r ı l m a d ı m . Ö n c e bira iç­



istemişti: —



B i r a v a r m ı ? D i y e seslendi.







V a r P a ş a m . . . D e d i m ve hemen bira g e t i r d i m .



bir daha, bir daha derken üçüncü şişe bitti. O sırada B ü y ü k d e r e ' y e g e l m i ş bulunuyorduk. D o ğ ­



ruca m i l l e t v e k i l i E r z u r u m U m u m M ü f e t t i ş i



Tahsin



Ö z e r ' i n yalısına g i t t i k .



Y a t t a k i sofranın ikinci yarısı



hemen burada kuruldu.



Sofrada on k a d a r m i s a f i r bu­



lunuyordu. İ ç k i faslı g e c e Biz



yalıda



sofrabaşı



yarısına



sefasında



y ü k d e r e ' y e g e l d i ğ i n i duyan v e y a t ı halk, yalının önünde t o p l a n m ı ş :



k a d a r d e v a m etti.



iken



Atatürk'ün iskelede



Bü­



gören



GİZLİ



33



DEFTERİ







G a z i ' y i isteriz, G a z i ' y i isteriz...



mağa



diye bağrış­



başlamıştı.



Atatürk



gürültüyü



duyunca,



ev



sahibi



Tahsin-



Ö z e r ' e sordu: — N e d i r bu? Ne istiyorlar?... —



P a ş a m sizi balkonda g ö r m e k ,



alkışlamak isti­



yorlar... Bunun üzerine A t a t ü r k Balkona



doğru



bir alkıştır dökülen



yürüdü.



başladı.



halkı



yavaşça



Kapıda



yerinden k a l k t ı .



görününce



çılgınca



Gece yarısından sonra sokaklara,



görmek ve



çılgınca



alkışlanmak



Ata­



türk'ü çok duygulandırmıştı. K a l a b a l ı ğ a dedi k i : —



S e v g i l i vatandaşlarım. B e n i m için zahmet edi­



yorsunuz. Mahcup oluyorum. Beni g ö r m e k , behemahal. yüzümü g ö r m e k değildir. B e n i m fikirlerimi, duygula­ rımı



anlıyorsanız ve



hissediyorsanız



bu



kâfidir.



Be­



n i m için huzurunuzu bozmayın, g i d i p yatın. H e p i n i z i y a r ı n işiniz b e k l i y o r . F a k a t h a l k e v i n önünden a y r ı l m a k i s t e m i y o r : —



Yaşa,



v a r o l , biz senin için yaşıyoruz...



Diye



bağırışıyordu. Bunun —



üzerine



Arkadaşlar,



Atatürk: içinizde



bâzı



İstanbullular



bana



nüzul inmiş, eli a y a ğ ı tutmuyor, ölmesi mümkündür, d i y e bâzı



sözler



çıkarmışlar...



(Bu



sırada halk



coş­



muş « K a h r o l s u n d ü ş m a n l a r ı m ı z » d i y e bağırışıyordu.) Görüyorsunuz



ya,



E l i m d e tutuyor,



karşınızdayım,



sıhhatim



yerinde.



( a y a ğ ı m balkon demirine v u r a r a k )



a y a ğ ı m d a yerinde, g ö z ü m d e g ö r ü y o r . H i ç kimse m e ­ rak



etmesin. Siz bu



akşam



karşımda milletin timsali, g ö l g e s i -



siniz. Size hitap ederken bütün millete sesimi işittire­ c e ğ i m i biliyorum. İşittiniz, sizin için sağlığını, ömrünü F. 3



34



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



v a z i f e y e hasreden adam sahnededir. Sizin için çalışacak,



sizin



için



yaşayacaktır.



Benim



kuvvetim,



size



olan muhabbetim ve sizin bana olan m u h a b b e t i n i z d e . Bu millet, bu m e m l e k e t dünyanın en makbul bir mevcudiyeti olacaktır. Bu milleti, d i ğ e r milletlerin fevkinde görmeden ölmiyeceğim... D i y e r e k halkın dağılmasını rica etti. Bunun üzerine



o bağrışan, çağrışan k a l a b a l ı k kuzu g i b i dağıldı,



evlerine g i t t i . A t a t ü r k te



balkondan



içeri girdi.



A t a t ü r k o gece çok neşeliydi. B o ğ a z dönüşü M a r ­ m a r a ' d a ikinci bir g e z i n t i daha yapıldı. Sabaha kadar içildi. Hepsini



hesaplamıştım.



Üç şişe b i r a ve y a r ı m



k i l o D i m i t r i k o p o l o (üç kadeh t e fazlası v a r d ı ) . İşte içki



bütün m i l l e t i n



m i k t a r ı bu



rakıdan



başka



ve benim de m e r a k e t t i ğ i m



kadardı. A t a t ü r k içki olarak bira ve



şampanyayı



da



severdi.



Öbür



içkileri



ender içerdi. Y a l n ı z bir g e c e K â z ı m Özalp'in evinde t a m y i r m i s e k i z kadeh k o k t e y l içtiğini hatırlarım. Bunun adı N a p o l e o n K o k t e y l i idi. B i r m i k t a r cin,



bir



m i k t a r vermut, bir m i k t a r da seribrandi likörü ile ya­ pılmıştır.



Bunların



dışında



alıştığı i ç k i y i



değiştirme­



miştir. Her



gece



içen



Atatürk



gündüzleri



alkol



kullan-



maz, yalnız çok sıcak günlerde bir iki bardaktan f a z la o l m a m a k üzere bira isterdi. Bu yüzden kimse A t a ­ türk'e gündüzleri içki i ç m e k için israr e t m e z , en koyu alışkanlar bile akşamın olmasını iple çekerdi.



Sabaha



k a d a r içki faslı pek enderdi. Büyükdere gezisi o ender gecelerden birine r a s t l a m ı ş ve sında sabaha



coşan



Atatürk,



içki



k a d a r sürdürmüştü.



halkın



faslını



gösterisi



karşı­



farkında o l m ı y a r a k



GİZLİ



DEFTERİ



35



MISIR'LI



MUGANNİYE



O Z A M A N L A R basit bir kasaba olan A n k a ranın sıkıcı



havasına



arkadaşlarını



rabilmek için uzun bir süre başkentten Atatürk



devrimleri



alıştı-



ayrılamıyan



y e r l e ş t i r m e ğ e başladıktan



sonra



y a z mevsimlerini İstanbul'da g e ç i r m e ğ e başlamıştı. Üç dört ay sürekli



olarak kalır, y a t l a



Marmara



ve Bo-



ğaz'da g e z i l e r yapardı. Bu g e z i l e r d e Sakarya, Ç a n k a ­ ya ve İstanbul motorlarıyla, E r t u ğ r u l y a t ı n ı kullanır­ dık. Şehirdeki



gezintilerinin



yerlerini



ömrünün



son



yıllarında deniz banyoları a l m a ğ a başlamıştır. Selanik g i b i bir k ı y ı şehrinde d o ğ m u ş olduğu halde, o z a m a n k i softalık



yüzünden



Atatürk



denize



hiç



girmemişti.



Y ü z m e y i , kendi eseri olan F l o r y a ' d a öğrendi ve h a l k ı n arasında yüzdü. Zaten



halk



arasında,



kalabalık içinde



y a ş a m a k isteğinde olduğu için İstanbul'u bu işe daha elverişli bulur ve İstanbul'da laştı,



eski



A n k a r a ' d a n çok İstanbul'u



bulunduğumuz



bir



yaz



y a p ı t l a r ı inceledi. T o p k a p ı



severdi.



müzeleri Sarayı'nda



do­ ne



var, ne y o k hepsini birer birer g ö z d e n geçirdi. T o p ­ kapı S a r a y ı Müzesi'nin kurulması da A t a t ü r k ' ü n iste­ ğ i y l e olmuştur. Mecidiyeköşkü'nü g e z e r k e n , M i l l î E ğ i -



36



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



t i m Bakanlığı'nın e m r i y l e T o p k a p ı Sarayı'nda topla­ nan, f a k a t ne hikmetse halkın gözünden saklanan H ü ­ kümdarların portrelerini g ö r m ü ş ve bunların sergilen­ m e s i emrini vermişti. A t a t ü r k ayrıca halkın içeri alın­ masını da istemiş, nan



o sırada Gülhane P a r k ı ' n d a bulu­



bir çok kimseler,



raya



çevresini kuşatmış o l a r a k Sa­



alınmıştı. Atatürk,



daha



sonra



Hırkai



Saadet



Dairesi'ni



gezdi. H e r biri birer hazine değerindeki eşyaları san­ dıklardan tekrar



çıkartıp



bunların



t e k e r t e k e r g ö z d e n geçirdi.



sandıklara



yerleştirilmesine



Sonra



gözcülük



etti. İçlerinde Emanat-ı Mukaddese'nin de bulunduğu seksen bin parçayı aşkın bu tarih ve sanat hazinesinin çok i y i saklanması ve en kısa zamanda halka açılması için e m i r verdi.



T ü r k i y e ' n i n en büyük s e r v e t i n i n ta­



rihi olduğunu bir daha hatırlattı. Tarih



yapıtlarına



karşı



büyük



bir



saygı



duydu­



ğu belliydi. Tarihe, özellikle T ü r k tarihine büyük d e ­ ğ e r verir, tarih y a p ı t l a r ı n ı n i y i saklanmasını, bozulup, yıkılmamasını



her



zaman



tekrarlardı.



Okuldayken



O'nun en sevdiği dersin tarih olduğunu bir kaç defa ağzından Türk



işitmiştim.



Nisan



T a r i h Kurumu'nu



bu



1931 de açılışı



yapılan



amaçla kurdurmuştu.



Sarayburnu P a r k ı ' n ı n yeni açıldığı günlerdeydi. 9 A ğ u s t o s 1928 gecesi C u m h u r i y e t H a l k P a r t i s i burada bir



eğlence



İstanbul gittik.



düzenlemiş



motoruyla Rıhtıma



ve



Atatürk'ü



Dolmabahçe'den



yanaştığımız



zaman



de



çağırmıştı.



Sarayburnu'na gecenin



karan­



lığı içinde bir kadın sesi çın çın ötüyordu. Atatürk'ün



geldiğini



gören



halk



kadınlı



erkekli



coşmuş, gösteri yapıyordu. A t a t ü r k t a m bir h a l k ada­ m ı y d ı . H a l k ı n içinden çıkmış ve halkın m a l ı Bu



yüzden



düşündüklerini



hep



halkın



olmuştu.



önünde



söyler



GİZLİ



DEFTERİ



«Yanlışım



37



varsa



halk



düzeltsin»



derdi.



Her



zaman



milletin ferdi o l m a k l a övünür, « Y a p ı l a n şeylerin şere­ fi millete aittir, her şeyi m i l l e t y a p t ı » derdi. G i t t i ğ i her yere halkla



neşe



haşır



götüren



neşir



bir insan



olduğu



için hemen



oluverdi.



P a r k ı n bir köşesinde bir caz, sahnede A r a p ç a şarkılar



söyliyen Münîre-tül M e h d i y e t a k ı m ı vardı. M ı ­



sırlı muganniye C e m a l î ' y i ilk k e z orada, P a r k G a z i n o sunda görüyorduk.



Kadının



sesi



gerçekten



güzeldi.



A l l a h için ses... A t a t ü r k hiç konuşmadan büyük bir dikkatle dinledi. Şarkı bitince kadını y a n ı m ı z a çağırdı. B a t ı m ü ­ ziğini de öğrenmesini öğütledikten sonra: — işte kür



Bu



sesle



seni



bütün



dünya



şöhretini t a m yaparsın... ederek



dinler.



O



zaman



D e d i . K a d ı n da teşek­



ayrıldı.



O z a m a n A t a t ü r k ' ü n , bu sözleri A r a p şarkıcısına niye



söylediğini



bir d e v r i m



anlıyamadım.



B i z her alanda büyük



yapmış, A r a p dünyasından ayrılıp B a t ı y a



yönelmiştik.



A c a b a Atatürk,



Doğu



dünyasının



kültür



ve sanat alanında bizi izlemesini mi hatırlatmak iste­ mişti?



Yoksa...



A t a t ü r k T ü r k musikisini sevdiği hal­



de, müzik d e v r i m i m i z i n semek ve Evet, yol



uygulamakla



yoksa



bunu



göstermek



ancak batı müziğini benim­ gerçekleşeceğine



düşünerek



istemişti?



mi



Bunu



inanıyordu.



Mısır'lı daha



hanendeye



sonraları



anla­



dım. Atatürk,



dil



konusunda



nında da kendi beğeni ve Alaturka m ü z i ğ i



s e v d i ğ i ve



olduğu



gibi,



müzik



alışkanlıklarını sofrasından



ala­



çiğnemiş,



hiç eksik



et­



mediği halde, batı müziğine inanmış, batı u y g a r l ı ğ ı n ı n (müziğinin



gelecek



leyerek D e v l e t



kuşakların



müziği



Konservatuvarı'nın



mıştır. Ö z e l h a y a t ı n d a



olduğunu



temellerini



alaturkalıktan



söy­ attır­



kurtulamıyan



38



ATATÜRK'ÜN



Atatürk,



bir



ara



Radyoyu



yalnız



UŞAĞININ



alafranga



müziğe



a y ı r t a c a k kadar ileri g i t m i ş v e kulağına k a d a r gelen yakınmalar yapan



üzerine



de,



alaturka âşıklarına,



kuşakların yoksunluk



devrim



ve fedakârlıklara katlan­



m a k zorunda olduklarını hatırlatmıştı. M ü z i k kültürü çok kuvvetli olan ve bâzı g e c e l e r sevdiği şarkıları kai­ desine uygun şekilde söyliyen A t a t ü r k ' ü n müzik d e v ­ rimini de halka zorla kabul ettirişi, o g e c e Sarayburnu P a r k ı ' n d a k i konuşmasından belli d e ğ i l miydi? Arap ayağa



şarkıcı



kalkarak



masadan kadehini



ayrıldıktan halka



sonra A t a t ü r k



doğru



kaldırıp:



— Arkadaşlar, hanımlar, beyler... Şu gördüğünüz içki şampanyadır. Bunu v a k t i y l e Padişahlar, m e ş v e r e gâhında,



kafes arkasında g i z i l içerlerdi.



Bizse,



hepi­



m i z şurada, toplu olarak alenen i ç i y o r u z . . . Dedi. A t a t ü r k ' ü n bir halk adamı olduğunu, bundan da­ ha güzel hangi olay anlatır. H a l k ı n içinden çıkan bü­ y ü k adam halkla beraber kadeh kaldırıyordu. — H e p i n i z i n şerefine i ç i y o r u m ! . D e r d e m e z bütün gazino



bir



anda



karıştı.



Topluluk



ayağa



fırlamış:



— Y a ş a P a ş a m . . . S a ğ ol P a ş a m . . . A l l a h seni ba­ şımızdan



eksik



etmesin...



Bağrışlarıyla



kadehlerini



kaldırıyor, A t a t ü r k ' e doğru sallıyorlardı. Bu manzara onu çok içlendirmişti. O gece çok daha önemli bir şey oldu. Atatürk



birden



bire



kararlar



verirdi.



Yine



öyle



olmuş, coşan halka sayısız devrimlerinden birini daha müjdeliyordu.



1927



yılında



ne



pahasına olursa



olsun



y a p m a ğ a k a r a r v e r d i ğ i ve 1928 kış a y l a r ı n ı da hazırl ı k l a r i y l e g e ç i r d i ğ i lâtin harflerinin alınışını ilân edişi işte o g e c e y e rastlar. İ l e r i bir milet olabilmemiz için yeni



harflerin



Atatürk —



şöyle



kullanılması g e r e k t i ğ i n i



h a l k a anlatan



diyordu:



B i r m i l l e t i n y ü z d e onu, yüzde y i r m i s i okuma



GİZLİ



DEFTERİ



39



y a z m a bilir de, yüzde seksen, doksanı bilmezse ayıptır. Bu



millet utanmalıdır.



A m a Türk



Milleti,



utanmak



için y a r a t ı l m ı ş bir millet değildir. İ f t i h a r e t m e k için yaratılmış,



şanlı,



şerefli



bir



millettir.



Tarihi



baştan



başa iftiharla dolu bir millettir. Okuma y a z m a bilmiyenlerin çokluğu, onun hatası değildir. H a t a , Türk'ün seciyesini anlamıyarak, kafa­ sını bir t a k ı m zincirlerle saranlardadır. A r t ı k geçmişin bu hatalarını kökünden t e m i z l e m e k zamanı gelmiştir. Hataları



düzelteceğiz.



Bu



rın çalışmasını isterim. En



hususta



bütün



vatandaşla­



nihayet b i r iki y ı l içinde



bütün T ü r k halkı yeni harfleri öğrenmelidir, ö ğ r e n e ­ cektir. Milletin, kafasiyle olduğu gibi, y a z ı s i y l e



de



medeniyet âleminin yanında olduğunu gösterecektir. Bunu duyan halk, O'nu kucaklamak, bağrına bas­ m a k için birbirini ç i ğ n e m e ğ e başladı. Görülmemiş coş­ kunluk



sırasında



gecenin ikisi oradan



ağlayanlar



olup,



ayrılmadı.



da



vardı.



bütün g a z i n o Herkes



Atatürk



boşalıncaya



çekildikten



sonra



ada'ya yollandık. Anadolu Y a t Kulübü'nün



saat kadar



Büyükçağrılısı



olduğu halde, halkın eğlencesini seçen A t a t ü r k ' ü n pırıl pırıl



ışıkların



altında fraklı



tuvaletli kadınları — dık.



görünce



Sarayburnu'nda



s m o k i n g l i erkeklerle,



suratı



yaptığımızı



asıldı: burada



yapamaz­



Dedi. B ö y l e c e l â t i n harfleri kabul edildi. H e m de h a l k ı n



içinde ve onun oldu.



oyu



Anadolu'yu



alınarak...



A t a t ü r k başöğretmen



boydan boya dolaştı.



Gezilerinde



halkı sınav y a p t ı ve dersler verdi. H a l k okulları açıl­ dı, bir buçuk m i l y o n cahil insan okuyup y a z m a ö ğ ­ rendi. A t a t ü r k , harf devrimi için beş y ı l l ı k bir plân hazırlayıp g e t i r e n l e r e çıkışmış, « B u iş ya üç ayda olur, ya hiç o l m a z » demişti. O l a y l a r O'nun h a k l ı olduğunu bir k e z daha g ö s t e r d i .



40



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



BENİ İMTİHAN EDİYOR



YENİ harflerin



alındığı



günlerdeydi.



Ata-



türk ç o k düşünceli görünüyordu. Ü z e r i n e , büyük



bir



işe



çökmüştü. pacaktık.



girişeceği



Söğütlü Hareket



zamanlardaki



yatıyla



Boğaz'da



dalgın



bir



hali



gezinti



ya­



ettik.



Bu g e z i d e o z a m a n Başbakan olan İ s m e t İnönü de vardı. çağrılı



Sekiz kişilik k a d a r bir misafir topluluğu da



bulunuyordu.



Y a t , Kuruçeşme önlerine g e l d i ğ i z a m a n A t a t ü r k , yine dalgın ve düşünceli haliyle oturduğu y e r d e n a y a ­ ğa kalktı. O sırada ben h i z m e t g ö r ü y o r d u m . P a r m a ­ ğ ı y l a « g e l » şeklinde bir işaret y a p a r a k : —



Sen o k u m a k y a z m a k bilir m i s i n ?



— Eski



harflerle



— Yeni



harfleri



D i y e sordu.



okur y a z a r ı m . b i l i y o r musun?



— Biliyorum, f a k a t



birleştiremiyorum.



— Öyleyse seni imtihan e d e l i m . . . İşte



o z a m a n şaşırıp kalmıştım. H a y a t t a en çok



korktuğum



şey,



imtihan,



sonunda



başıma



gelmişti.



H e m de nasıl ve k i m tarafından?.. U f a c ı k bir not kır­ mam,



zaten



son



günlerde



düşünceli



gördüğüm



Ata-



GİZLİ



DEFTERİ



41



türk'ü bir anda k ı z d ı r m a ğ a ve b a ğ ı r t m a ğ a yetebilirdi. Benim, o bir iki saniye içinde g e ç i r d i ğ i m korkuyu hiç f a r k e t m i y e r e k İ s m e t İnönü'ye döndü ve şöyle sordu: —



Ne



dersin



Paşam?



İsmet İnönü başıyla —



Derhal



bir k â ğ ı t



imtihan



onaylıyarak: edelim...



Dedi.



Sonra



bana



alarak g e l m e m i e m r e t t i .



B i r yandan salondan k a m a r a y a koşuyor, bir y a n ­ dan da « İ n ş a l l a h ben dönünceye k a d a r imtihanı, y e n i y a z ı y ı falan unuturlar da, başka şeylere d a l a r l a r » d i y e düşünüyordum.



Fakat



Tekrar



girdiğimde



salona



duydum.



hiç



te



umduğum



bütün



Başta A t a t ü r k olarak bu



gibi



bakışları



olmadı. üzerimde



k a d a r seçkin kişi­



nin önünde imtihan v e r m e k . . . Olur iş d e ğ i l ! A t a t ü r k ' ü n başı hep aynı düşünceye saplanmış gibiydi. Bunun ne olduğunu biraz sonra çözebilecektim. H e p o dalgın haliyle başı önüne e ğ i k : —



Y a z b a k a l ı m « B i r a s o ğ u k t u r » dedi.



B e n de aynen, okunduğu



gibi



şimdi olduğu gibi,



yazdım.



Oysa



eski



nasıl yazılırsa



harflerle



«Soğuk­



t u r » diye yazılır. Ş i m d i ise aynı söylendiği gibi y a z ı ­ lıyor. B e n « S o u k t u r » diye y a z m ı ş t ı m . —



Sen



öğrenememişsin!...



arkadaşlardan



Selâhattin'i



Diyerek



çağırdı.



O



öbür sofracı arkadaşın



üs­



tünde de aynı bendeki k o r k u y a benzer bir korku v a r ­ dı. Benim nasıl y a z d ı ğ ı m ı , başıma geleni de g ö r d ü ğ ü İçin aynı h a t a y a düşmiyeceğini sanıyordum. H e r hal­ de daha başka bir şey y a z a c a k t ı . N i t e k i m « S o ğ u k t u r » yazdı. Ona d a aynı h a k a r e t : — Sen de ö y l e . . . Öğrenememişsiniz... Bir türk'ün



anda bu



ikimizin



sözlerden



de



korkusu



sonra



artık



dağılmıştı. bize



Ata­



bagrmıyaca-



ğ ı m anlamıştık. H e r z a m a n böyle olur, hakaretin do-



42



ATATÜRK'ÜN



zu biraz fazla kaçınca,



UŞAĞININ



b a ğ ı r m a faslı da başlamadan



biterdi. O gün bu konuda her hangi bir k a r a r a v a r a m a d ı . Y a l n ı z bir ara benim y a z ı m ı Şükrü K a y a ' n ı n savun­ duğunu



duydum:



— Paşam, Çelebi'nin y a z d ı ğ ı doğrudur, diyor, A t a ­ türk t e gözünü k ı r p a r a k g a y e t memnun: —



B i z biliriz... D i y e işi kapatıyordu.



Gezinti Küçüksu Sarayı'nda sona erdi. A t a t ü r k ' ü n harf devrimi üzerinde çok kafa yorduğunu, kaç g e c e ­ sinin uykusuz g e ç t i ğ i n i çok i y i h a t ı r l a r ı m .



GİZLİ



43



DEFTERİ



HAVUZDAKİ ÇIPLAK KADINLAR A T A T Ü R K ' Ü N İstanbul'daki önceden



hazırlanmış



bir



gezileri için



p r o g r a m yoktu.



Çok çabuk k a r a r l a r verir, aklına estiği zaman, istedi­ ğ i y e r e giderdi. B i r gün öğle y e m e ğ i n d e n sonra yine birden bire m o t o r istedi. Y a n ı n d a her zaman g e z i l e ­ rinde bulunan K ı l ı ç A l i , R e c e p Zühtü, C e v a t Abbas, Salih Bozok, N u r i Conker vardı. M o t o r l a



Boğaz'a



doğru hareket edildi. O Her



gün



gün



ben



bir



Saray'da



arkadaş



nöbetçi



nöbetçi



olarak



kalır,



kalmıştım.



akşam



sofrasını



hazırlardı. B a ş y a v e r i n emrini bekler, sofra kaç kişilik olacaksa ona g ö r e düzenlerdi. Gece



saat



yirmi



ikiye



kadar



bekledim.



Hiç



bir



emir gelmedi. O akşam Büyükada Y a t Kulübü'ne g i deceklerini sanıyordum. D e r k e n bir telefon. « B e y l e r ­ beyi



Sarayı'na



yirmi



kişilik



bir



yemek



sofrası



d e r i n » deniliyordu. H a z ı r l ı ğ ı m ı z ı yaptık, Sarayı'nın



gön­



Beylerbeyi



yolunu tuttuk. Tabii aşçıbaşı Bolulu M e h ­



met U s t a beraberimizdeydi. K o n u k l a r ı m e r a k l a bekle­ meğe



başladık.



Sabaha karşı saat üçe doğru Söğütlü y a t ı görün­ dü.



Beylerbeyi



Sarayı'nın



leri



karşılamak



üzere kapının önüne



rıhtımına



yanaştı.



Gelen­



ç ı k t ı ğ ı m d a ne



g ö r e y i m ? . . A t a t ü r k ' ü n iki kolunda çok şık, çok g ü z e l iki hanımefendi. G e r ç e k t e n o güne k a d a r A t a t ü r k ' ü n



44



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



yanında güzel kadın g ö r m e d i ğ i m i z i söylersem



hak­



s ı z l ı k etmemiş olurum. Oniki yıl içinde bunlar gördü­ ğ ü m kadınların en güzelleriydi. H e p beraber içeriye g i r i p , hazırlanmış olan sofra­ ya oturdular. Y e m e k l e r yendi, içkiler içildi. Konuşul­ du, gülündü. M i s a f i r l e r sabah saat beşe d o ğ r u motor­ larla



ayrıldılar. Başka



bir



bir toplantı



gün Beylerbeyi



Sarayı'nda yine böyle



oldu. M e c l i s oldukça kalabalıktı.



Ses ve



saz sanatçıları, müzisiyenler de konuklar arasındaydı. M e c l i s Başkanı K â z ı m Özalp, M i l l î E ğ i t i m



Bakanı



V a s ı f Çınar başta g e l i y o r l a r d ı . Şişli sosyetesinden toplanmış on kadın toplantıya çeşit katıyordu. G e r ç i genç, güzel denemez, f a k a t o l ­ g u n kadınlardı. Ç o k pahalı ve şık giyinmişler, boyan­ mışlardı.



Kadın



konusunda



biraz



kıskanç



olan



Ata­



türk, kadınların tırnaklarının bile boyanmasını hoş k â r şılamazdı. B o y a l ı kadın gördü mü, boyalarını sildirir, y ı k a n m a l a r ı n ı ister, « O l d u ğ u gibi g ö r ü n ü n . . . » derdi. Bunlara da aynı şeyi yaptı. K a d ı n l a r sildikten



sonra



soyundular.



Sıcak



bir



boyalarını



Ağustos



gece­



siydi. Beylerbeyi Sarayı'nın beyaz m e r m e r l e r i üzerin­ de yürüyerek salonun ortasındaki g ö z kamaştıran ha­ v u z a girdiler.



Atatürk



kadınların yürüyüşüne



dikkat­



le bakıyordu. Bu eğlence saatlerce sürdü. B i r yanda Cumhurbaşkanlığı Orkestrası, bir y a n ­ da alaturka m ü z i k . . . B a ğ d a ş ı r mı, b a ğ d a ş m a z mı, onu b i l m e m ama, o g e c e a y n ı çatı altındaydılar. H e r za­ man



gelen



sazendeler



arasında



Deniz



S a f i y e A y l â , N u b a r T e k y a y , Selâhattin fız



Yaşar



Kızı



Eftelya,



Pınar, H a ­



bulunuyordu.



Y a z süresince h e r akşam bu



toplantılar



yapıldı.



Sofrada misafirlerin sayısı ise y i r m i d e n hiç aşağı düş­ medi...



GİZLİ



DEFTERİ



45



İÇKİSİNE K A R I Ş A N L A R



A T A T Ü R K ' Ü N içki içmesine karşı olanların başında U m u m î K â t i p H i k m e t B a y u r geliyordu. B a y u r -herhalde A t a t ü r k ' ü hepimizden çok sevdiğinden türlü



olacak-



bahaneler



O'nu



bulur,



içkisinden



fakat



hiç



caydırmak



birini



için



başaramazdı.



A r a l a r ı n d a sık sık t a r t ı ş m a l a r a tanık olurdum. H e m e n her



sabah



tekrarlanan



bu



tartışmalardan



Bayur'un



y e n i l g i y e u ğ r a d ı ğ ı n ı üzülerek görürdüm. Bayur,



e r k e n saatlerde



A t a t ü r k ' e gelir,



o günkü



ajans bültenlerini g e t i r i r ve kendisinden direktif alır­ dı. A t a ' n ı n y o r g u n halini g ö r e n B a y u r d a y a n a m a z : — P a ş a m yine renginiz y e r i n d e değil, çok y o r g u n ve bitkinsiniz. Şu i ç k i y i bu k a d a r çok içmeseniz daha i y i olur. D e r d i . Bu belli



karışmaya



etmemeğe —A



Atatürk'ün



canı



sıkılır



ama,



hiç



çalışarak:



Hikmet



Bey,



ben



rakıyı



içerdim.



şimdi



Bugüne



değil,



daha



Harbiye



talebesiyken



kadar da hiç.



zararını



g ö r m e d i m . D i y e karşılık verirdi. Bayur bu­



nun da altında k a l m a z d ı : —



Muhterem



mediğinizi



Paşam,



sanırsınız,



fakat



bugün belki z a r a r ı n ı g ö r ­ yarın



göreceksiniz.



Siz



bu m e m l e k e t e lâzımsınız. K e n d i n i z e acımıyorsanız ba­ ri bu m i l l e t e acıyın. Bu m i l l e t sizin v a r l ı ğ ı n ı z l a k a i m . . .



46



A T A T Ü R K ' Ü N UŞAĞININ



A t a t ü r k bu sözleri hep gülümsiyerek karşılardı. F a k a t bir gün canına t a k demiş olacak ki, H i k m e t Ba­ y u r y i n e içkiyi kötüleyen konferansına başladığı sı­ rada birden bire: — H i k m e t B e y , seni Kabil'e sefir y a p a l ı m . Git, oraları g ö r ; hatta icap ederse Hindistan'a k a d a r g i t O r a l a r hakkında bilgi edin... Oku, tetebbu et ve ilim g e t i r . B i z e bu yolda f a y d a l ı ol... Dedi. Bu suretle H i k m e t Bayur'un Kabil Büyükelçiliğine a t a n m a emri v e r i l m i ş oluyordu. B a y u r birkaç gün sonra a y r ı l a r a k Kabil'e g i t t i . Bana ö y l e g e l i y o r ki, bu atanma, Bayur'un yurda h i z m e t kaygusu, yalansız o l a r a k A t a t ü r k ' e içki içmemesi öğüdü ve içmesine engel olma hareketinden ileri geliyordu. O H i k m e t B a y u r ki, sevgisini, saygısını hiç eksik e t m e d i ğ i Bü­ yük A d a m a « İ ç m e P a ş a m » sözünü ilk s ö y l e y e b i l m e k cesaretini göstermiş, f a k a t bunu çok sevdiği A t a ­ türk'ün yanından uzaklaştırılma cezasiyle ödemişti. N i t e k i m H i k m e t B a y u r haklı çıkmış, A t a t ü r k te sonunda içkinin fenalığını anlamış, f a k a t iş işten g e ç ­ mişti.



GİZLİ DEFTERİ



47



UYKUSUZLUK



ATATÜRK ler, hiç



düşünmüşler



tiyenler, bu



için



acaba midir?



üç



Büyük dum.



O'na



bırakamaz»



gelip içkiyi



diyen-



aldanacaklarını bıraktırmak



is-



o z a m a n kimbilir nasıl şaşırmışlardır. E v e t ,



kadar içki kullanan



adam,



«içkiyi



bir g ü n



REKORU



ay hiç



Nutkunu



Akşamları



ve



ondan



ayrılamaz görünen



rakı içmeden de durabiliyor... yazarken



yine



sofra



ben



bunun



kuruluyor,



tanığı



ol­



herkes karşı­



sında y i y o r , i ç i y o r ; fakat O, a ğ z ı n a bir damla bile iç­ k i k o y m u y o r d u . H a t t â y e m e k y e r k e n herkesin içişini gülümsemeyle seyredişi hâlâ gözümün önündedir. O y ­ sa ben, den



alışkın



insanların



bir gün



duramıyacaklarını



içkiye



sanırdım.



Atatürk'ün



ay kendi bütün



isteğiyle



içme­



tam



üç



i ç k i y e boykotuna benimle b i r l i k t e



çevresindekiler



O'nun g ö r e v



bile



aşkını



de



ve



şaşıp



kalmışlardı.



sorumluluğunu,



nın ve beğenilerinin de üstünde



Bu



da



alışkanlıkları­



tuttuğunun en g ü z e l



örneklerinden biridir. Büyük N u t k u n u gibi,



k ı r k s e k i z saat



hazırlarken,



hiç içki



te ettirişini de hatırlarım. Ö y l e ki, y a z ı yorulan değişiyor,



içmediği



hiç gözünü kırpmadan y a z ı dik­ f a k a t O,



binlerce



belge



yazmaktan arasından



ayırdığı n o t l a r ı y l a büyük eserini t a m a m l a m a k için u y ­ kusunu bile v e r m e k t e n çekinmiyordu. B ö y l e z a m a n l a r -



48 da, yine



ATATÜRK'ÜN yazdıklarını



sofrada



eski köşkün



arkadaşlarına



UŞAĞININ



okutur,



çalışma odasına geçer,



sonra



kâh otura­



rak, k â h a y a k t a çalışmalarını sürdürürdü. N u t u k , ça­ lışmanın, insan gücünün nasıl üstüne çıkışını g ö s t e r ­ d i ğ i için, a y r ı bir önem de taşımaktadır. A t a t ü r k ' ü n hiç uyumadan üç gün durabildiğini de, g ö r m ü ş ve inanamamıştım. Cephede değildik, savaş ta yoktu. da



Uykusuzluğu



karşı



karşıya



gerektirecek



önemli



bulunmuyorduk. F a k a t



a m a ciddi bir işe başladı mı



bir O,



olayla bir işe,



onun sonunun g e l d i ğ i n i



g ö r m e d e n asla rahat e d e m e z d i . Tarihle



uğraştığı



sıralardı.



Atatürk



içerde



çalı­



şıyor, ben kapıda oturmuş bekliyordum. S a a t sabahın begine g e l i y o r d u . U y k u y u d a ğ ı t m a k için e l i m e bir k i ­ tap



almıştım. A d ı « İ z m i r ' i n İ ş g a l i » idi.



Çok meraklı



olan bu kitaba kendimi k a p t ı r d ı ğ ı m halde, bütün uğ­ raşım boşa gitmiş, şafak sökerken dayanamamış, y o r ­ gunluğun



etkisiyle uyuya



kalmışım.



Bu sırada A t a t ü r k z i l e basmış, fakat ben k o l t u k t a derin bir uykuya d a l d ı ğ ı m için u y a n a m a m ı ş ı m . Z i l l e uyandıramayınca,



kendisi



çağırmak



zorunda



kalmış.



B i r de b a k t ı m ki, k a p ı y ı a r a l a m ı ş : —



Çelebi,



Çelebi!.. D i y e sesleniyor.



H e m e n yerimden f ı r l a d ı m : —



Paşam... Emriniz... Diyebildim.



A m a bendeki korkuyu v a r ı n siz hesap edin. Ba­ ğıracak,



parlıyacak



diye



ödüm



kopuyordu.



Ellerimi



önüme kavuşturmuş, b e k l i y o r d u m . F a k a t nedense k ı z ­ madı. G a y e t sakin y ü z ü m e —



bakarak:



Bana bir k a h v e g e t i r i n i z . Dedi.



H e m e n koştum. O r t a şekerli bir k a h v e y a p ı p g e ­ t i r d i m . Daha k a h v e y i i ç m e d e n : —



Senin



tahammülün



A r k a d a ş l a r ı n gelsin... D e d i .



kalmamış,



haydi g i t



yat!



GİZLİ DEFTERİ



49



Söyliyecek hiç bir şey kalmamıştı. Sadece k e k e liyerek: P a ş a m uyumadım. miş... D i y e b i l d i m .



Kitap



okurken içim



geç­



Gidip arkadaşları kaldırdım. H i z m e t i d e v r e t t i m ve yatmıya gittim. A k ş a m nöbet sırası yine bana gelmişti, üçüncü gecedirki, A t a t ü r k gözünü kırpmıyordu. Yüzü hafif süzülmüş g i b i g e l d i bana. Sofra kuruldu. Bu, onaltı kişilik bir sofraydı. Misafirler g e l e r e k yerlerini aldı­ lar. Sabahki uyku olayını unutmuştum bile... T a m içki faslı başladığı zaman misafirlere dönerek: — Bu çocuk dün g e c e sabaha kadar beni bekledi, Dedi. Birden k o l t u k l a r ı m kabardı, önüme baktım. Misa­ firler bana biraz da kıskançlıkla bakarken A t a t ü r k : — Öyle ama, sabaha karşı uyumuş. D e m e z m i ? Sonra «Senin uykusuzluğa tahammülün y o k » d i y e alay e t m e ğ e başladı. Canım çok sıkılmıştı. Misafirler de hep birden g ü l m e ğ e başladıklarından utanç içinde kıvranıyordum. İ ç i m d e n kendi kendime nasıl da k ı z ı ­ yordum. Saat sabahın beşine k a d a r uyuma da, on­ dan sonra uyu... Bu olay bana ders oldu. A t a t ü r k ' ü n o tarihten sonra üç gün süren büyük bir uykusuzluk geçirdiğini hatırlamıyorum. F a k a t g e ç saatlere kadar kaldığı v a ­ kitler de bütün d i k k a t i m i kullanarak uykuyu aklıma bile g e t i r m e m e ğ e çalışmışımdır. O bir kaç dakikalık Uyku, bende unutulmaz bir anı bıraktı. Büyük adama hizmetin zor olduğunu bir kez daha anlamış oldum.



F. 4



50



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



SOFRAYI T E R K E D İ Y O R



R E Ş İ T Galip ile A t a t ü r k arasında g e çen oldukça ilginç bir t a r t ı ş m a v a r d ı r ki, bir



çokları



tarafından



yanlış



bilinmektedir.



Sofrada



g e ç e n bu tartışmayı Y a k u p K a d r i K a r a o s m a n o ğ l u da bir



yazısında y a z m ı ş ,



sonunu



da bilenler tamamlasın



demişti. Bilenlerden biri olarak üstadın bu makalesini tamamlamağa



çalışacağım.



A t a t ü r k asla kin tutmazdı. B i r k i m s e y e ne k a d a r k ı z a r s a kızsın



bir



z a m a n sonra onu



affeder,



olanları



unuturdu. Bu yüzden çevresindekilerden bir çokları za­ man zaman g ö z d e n düşer, sonra yeniden affedilir, eski yerlerini alırlardı. İ ş t e Dr. R e ş i t Galip te g ö z d e n dü­ şüp,



sonra



itibara



kavuşanlardandı.



Dolmabahçe Sarayı'nın H a r e m K ı s m ı n d a (Hususî D a i r e ) akşam sofrasını henüz kurmuştum. M e v s i m l e r ­ den yazdı. M i s a f i r l e r birer ikişer geldiler. Y e m e k sü­ resince herkes, her konuda konuştu. Gece yarısına ka­ dar süren toplantı sonunda Reşit Galip'in a y a ğ a kalk­ t ı ğ ı n ı gördüm. O z a m a n ı n M i l l î E ğ i t i m B a k a n ı E s a t Hoca'yı kastederek: — Y a ş l ı insanlara v e k i l l i k y a p t ı r m a m a l ı . M e m l e ­ kete fayda y e r i n e z a r a r g e t i r i y o r . Dedi. Bunun



üzerine



Atatürk:



M e m l e k e t t e M a a r i f V e k i l i y o k mu?



GİZLİ







DEFTERİ



5l



V a r ya... Esat Hoca mükemmeldir.



D e y i n c e R e ş i t Galip h a y ı r anlamında başını sallıyarak: — Çok i y i ama, çok ta ihtiyar. A r t ı k ondan g e ç ­ miştir. Bu m e m l e k e t i n M a a r i f V e k i l i o adam değildir. Dedi. Bunun üzerine A t a t ü r k ' l e R e ş i t G a l i p arasında şu tartışma —



geçti:



Yahu



nasıl



olur?



Bu



adam



beni



okutmuştur,



nasıl M a a r i f V e k i l i o l a m a z m ı ş . — D e ğ i l seni okutmak, senin A l l a h ı n ı okutsa yine bu adam M a a r i f V e k i l i olamaz. O devirde dalkavukların yanında b ö y l e medenî ceııaret



sahibi,



vardı. F a k a t üyesi



sözünü



sakınmaz



cinsten



bu derece ileri g i d e c e ğ i ,



hakkında



bu



derece



sert



kimseler



de



bir H ü k ü m e t



konuşacağı



kimsenin



aklından bile g e ç m e z d i . A t a t ü r k tarifsiz şekilde k ı z ­ mıştı. F a k a t duygularını belli etmeden, çok sakin şu emri v e r d i : —



Lütfen sofrayı terkediniz!



— Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Gerçi biz saraydayız ama, hocanız H a c e - i Sultanî değildir. C u m huriyette serbesttir... D i y e başlayınca A t a t ü r k y a v a ş ­ ça yerinden k a l k t ı . K u c a ğ ı n d a k i p e ç e t e y i m a s a y a bı­ raktıktan



sonra:



— Ö y l e y s e müsaade dedi ve



salondan



çıkıp



ederseniz ben



terkedeyim.



gitti.



H e m e n arkasından koştum. D o ğ r u H a r e m kısmındaki yatak odasına g i r m i ş t i . B e n de arkasından g i r dim.



H e r z a m a n olduğu gibi kapıları kilitledim. A t a -



türk soyunana k a d a r bir kelime henüz yatışmamıştı. belki de hiç



kimse



konuşmadı.



Cumhurbaşkanı



O'nunla



böyle



olduktan



Sinirleri sonra



konuşmamıştı.



52



ATATÜRK'ÜN —



Çelebi Efendi, desene



büyütüyormuşuz.



ki,



yılanı



UŞAĞININ koynumuzda



Dedi.



C e v a p v e r m i y e r e k yavaşça k a p ı y ı açıp dışarı çık­ tım.



Oradaki



görevim



bitmişti.



Y e m e k salonuna dönünce bir de ne g ö r e y i m . R e ­ şit



Galip



rakı



kadehini



hırsından



dişlerinin



arasına



almış k e m i r i y o r . B a ş ucunda da R e c e p Zühtü ve K ı l ı ç A l i duruyorlar. R e ş i t



Galip



başını



kaldırıp



beni g ö ­



rünce: — Çelebi, bana bir kadeh r a k ı ver, d i y e bağırdı. — Efendim, kilerci uyumuş. D i y e a t l a t m a ğ a ça­ lıştım. —



Demek



bana



verecek



bir



kadeh



rakın



bile



kalmadı desene... D i y e acı acı söylendi. Ne



yalan



söyliyeyim,



bu



olaydan



çok



üzüldüm.



Çünkü R e ş i t Galip'i g e r ç e k t e n çok seviyordum. A r a ­ larının açılmasına gönlüm razı değildi. F a z l a içip te daha



kötü



bir



olaya



meydan



verilmemesini



istemiş,



bu yüzden de r a k ı y o k demiştim. R a h m e t l i y e bir k a ­ deh rakıyı e s i r g e y i ş i m içimde eziklik o l a r a k kaldı. Ertesi küserek



gün



Reşit



Ankara'nın



Galip,



yolunu



Atatürk'e



tuttu.



Hattâ



ve



İstanbul'a



cebinde



on



lirası bile o l m a d ı ğ ı için tren parasını U m u m î K â t i p T e v f i k Beyden b o r ç aldığını hatırlarım. A r a d a n bir a y geçmişti. B i z yine İstanbul'daydık. Y e m e k salonuna g e l e n A t a t ü r k bir a r a bana: —



Çelebi



efendi,



şimdi A n k a r a ' d a R e ş i t



Galip



B e y bir konferans verecek, onu d i n l i y e l i m . Dedi. Daha



şaşkınlığım



geçmeden



koşup



radyoyu



aç-



tım. R e ş i t Galip'in T ü r k o c a ğ ı salonunda v e r d i ğ i kon­ feransı



sessizce



gözlerinde —



dinledi.



Radyoyu



kapattıktan



bir sevinç pırıltısı yanıp söndü:



Kendisini affettirdi. Dedi.



sonra,



GİZLİ



53



DEFTERİ



Onbeş g ü n kadar sonra da biz A n k a r a ' y a g i t t i k . Ertesi akşam R e ş i t Galip'i s o f r a y a çağrılmış g ö r d ü m . Sanki



aralarında hiç



ediyorlardı.



Bir



kaç



bir şey g e ç m e m i ş gibi h a r e k e t gün



sonra



da



Reşit Galip'in Millî E ğ i t i m Bakanı



Anadolu



Ajansı,



olduğunu haber



veriyordu. O g e c e sofra oldukça kalabalıktı. R e ş i t Galip'in üzerinden



sevinç akıyordu.



anında A t a t ü r k



Toplantının en



kapıda duran



kıvamlı



askerlerden ikisini



ça­



ğ ı r d ı ve g ü r e ş t i r m e ğ e başladı. Çoğunluk böyle yapar, gezilerinde olsun,



köşkte



lerden



yanına



çağırarak



yettiğini



gözleriyle



bir



gücünün



kaçını



nelere



olsun,



yiğit



mehmetçik-



güreştirir, görmek



Türk isterdi.



H a t t â yanında bulunan çok sevdiklerini, bu m e h m e t çiklerle



-istemeseler



bile- güreşe tutuşturur,



onların



hırpalanışını hazla seyrederdi. B i r k a ç keresinde mehmetçikleri kendisiyle güreşe de d a v e t etmiş, f a k a t hiç biri «Senin sırtını yedi düvel y e r e getiremedi, biz mi g e t i r e c e ğ i z » d i y e güreşe yanaşmamışlardı. Güreş çok tatlıydı. H e p i m i z büyük bir dikkat v e merakla



sonunun



nasıl



g e l e c e ğ i n i bekliyorduk.



Reşit



Galip'in ise m e r a k ı son haddini bulduğu bir sıra, A t a ­ türk askerlere işaret ederek yeni bakanı « a l t ı o k k a » yapmalarını emretti. H e p i m i z şaşırmıştık. B a k a n da ö y l e .



D a h a şaş­



k ı n l ı ğ ı m ı z g e ç m e d e n o babayani iki asker, R e ş i t G a lip'i k a r g a tulumba kucaklayıverdiler. H a v a y a k a l k a n bakan, önce bir iki çırpınmayı denedi; fakat ne had­ dine... D e v gibi muhafızların birer çelik pençeyi an­ dıran elleri



arasında k ı p ı r d a m a k ne mümkün...



Mecliste



bulunanlarda



heyecan



son



haddini bul­



muştu. Sonunun ne olacağını m e r a k ediyorlar, adeta nefes



bile



almaktan



korkuyorlardı.



ğukkanlı ve tabii görünüyordu.



Atatürk



ise



so­



54



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



A s k e r l e r , R e ş i t G a l i p ' i i k i üç sefer h a v a y a kal­ dırdılar.



T a m y e r e v u r a c a k l a r ı sırada A t a t ü r k ' ü n bir



işaretiyle v u r m a k t a n v a z g e ç i y o r l a r , t e k r a r v a r hızla­ r ı y l a h a v a y a sallıyorlardı. Birkaç



k e z tekrarlanan bu hoş oyundan



sonra



( b i z çocukluğumuzda ç o k o y n a r d ı k ) A t a t ü r k sofradakilere döndü. G ü l e r e k : — B i z istersek böyle de hareket edebiliriz. Dedi. Acaba Atatürk, hakaret



eden



Reşit



v e r m e k istemişti?



bu



oyunla,



Galip'e



vaktiyle



centilmence



A m a ben,



bunun



kendisine bir ders mi



şaka çerçevesini



hiç bir z a m a n a ş m a d ı ğ ı n ı sanıyorum. A t a t ü r k , R e ş i t G a l i p ' i sevmeseydi, o olaydan sonra onu ne bakan y a ­ pardı, ne de altı okka ettirirdi. Reşit birkaç



ay



Galip'in M i l l î geçtikten



Eğitim



sonra



Bakanı



İstanbul



oluşundan



Üniversitesi'nde



« İ n k ı l â p T a r i h i » için bir kürsü g e r e k m i ş t i . O gün sof­ rada, d e v r i m l e r i m i z i n tarihçesini yapacak kişinin kim olabileceği görüşülüyordu. A t a t ü r k , revin



kendisine







düşmesi g e r e k t i ğ i



hararetle bu g ö ­ tezini



savunuyor:



Bu işi ancak ben yapabilirim. G e r ç i inkılâbı



beraber yaptık, f a k a t bu kürsüyü ben işgal edebilirim, y o k s a bu m a a r i f vekilinin işi değil.



O l m a z s a benim



n a m ı m a k ı z ı m A f e t y a p a r . Diyordu. R e ş i t Galip ise i t i r a z ı basıyor: — receğiz.



P a ş a m , her şeyi siz yaparsanız, biz ne iş g ö ­ Diyordu.



Fakat Atatürk'te —



dediğim dedikti:



Ya ben, ya A f e t H a n ı m . D i y o r da, başka bir



şey söylemiyordu. R e ş i t Galip buna da cevabı y e t i ş t i r i y o r : —



Paşam, A f e t H a n ı m kızınızsa, b i z l e r de oğlu-



nuzuz. A r a m ı z d a f a r k v a r mı ki. Bu işi M a a r i f V e küinin yapması l â z ı m d ı r .



B i z de oğlunuz olarak bu



GİZLİ



DEFTERÎ



vazifenin



55



kendimize verilmesini



istiyoruz.



Diye



söy­



leniyordu. Bu iş sonuçlanmadan, aynı günler içinde bir baş­ ka o l a y a daha dokunmak isterim. B i r kaç gün sonra sofrada, K ı l ı ç Ali, Recep Zühtü, A t a ' n ı n etrafını ç e ­ virmişler,



şurdan



burdan konuşuyorlardı. B i r a r a R e ­



cep Zühtü, A t a t ü r k ' e : — P a ş a m , dedi. R e ş i t G a l i p ' e biri demiş k i : H i t l e r bugün



konuşacak.



cevabı v e r m i ş : Atatürk larla



bu



Bunun



üzerine



Reşit



Galip



te



şu



B i z i m H i t l e r her gün konuşur. lâfa kızmak



şöyle



dursun,



kahkaha­



gülmüştü.



Aradan



günler g e ç t i .



Reşit



Galip



hâlâ



İnkılâp



T a r i h i kürsüsü için çalışıyor, A t a t ü r k ' ü uygun bir za­ manda kandırabilir m i y i m , diye düşünüyordu. T a m



o



sırada M i l l î E ğ i t i m Bakanlığından d a affedildi. Y e r i ­ ne H i k m e t B a y u r geldi. Bakanlıktan memişti.



ayrılması



Reşit



Galip'e



uğurlu



gel­



B i r g ü n M o d a ' d a denize düşmüş, z a t ü r r i e y e



yakalanmış. İ k i ay kadar tedavi oldu. Garip rastlantı, Hikmet



Bayur,



v e r d i ğ i gün, muştu.



İnkılâp



Kürsüsünde



ilk



konferansını



R e ş i t Galip te h a y a t a gözlerini



yum­



56



A T A T Ü R K ' Ü N



U Ş A Ğ I N I N



K O N T E S İ ŞAŞKINA ÇEVİRDİM



A T A T Ü R K d o ğ r u söze bayılır, dobra dobra konuşanları severdi. gururluydu.



Hizmetkâr



neferleriyle



arkadaşça



olmamıza konuşur,



Kibirli rağmen



sorular



değildi, bizlerle,



sorar,



şaka-



laşır, dertlerimizle a y r ı a y r ı ilgilenir, her fırsatta bi­ ze



konuşma özgürlüğü



tanırdı,



— Çelebi, ne dersin bu işe? Diye



sık



sık



benim



fikrimi



aldığını



hatırlarım.



O'nun bu huyunu b i l d i ğ i m için, sorduğu her şeye hiç çekinmeden, ucu zülfi y â r e de dokunsa, cesaretle c e ­ v a p v e r m e ğ e g a y r e t ederdim. Bunun ödülünü de, ölün­ ceye



kadar



hizmetinde



A t a t ü r k beni,



her



şeyi



kalmak



suretiyle



açıkça konuştuğum,



gördüm. yalancı­



l ı ğ a v e dalkavukluğa k a ç m a d ı ğ ı m için tutmuş olmalı. B i r g ü n yurdumuza Fransa'dan konuk bir m a d a m geldi.



Adını



hatırlıyamadığım



bu



madamı



«Kontes»



d i y e çağırıyorlardı. Y a ş l ı , t e m i z g i y i m l i , asil görünüş­ lü bir kadındı. A t a t ü r k D o l m a b a h ç e Sarayı'nı, m a d a m a



kendisi



gezdiriyordu. Gezintide F e t h i Okyar, K â z ı m Özalp t a v a r d ı . A r k a l a r ı n d a n , üzerimde s m o k i n g olduğu halde ben de yürüyordum. Saray'ın kabul salonunda N a p o l e o n ' a ilişkin



üç



tane masa vardır. Bunların üzerlerinde bir takım r e -



GİZLİ



DEFTERİ



57



simler, N a p o l e o n ' u n Damdonörleri, annesi ve k ı z k a r deşinin adları yazılıydı, Boş z a m a n l a r ı m d a sarayı g e z ­ m e ğ e çıkınca her zaman bu masalara bakar, üstündeki y a z ı l a r ı o k u m a ğ a dalardım. mıyarak



ezberlemişim.



O k u y a okuya farkında ol-



Oraya



gelince



fırsatı



kaçır­



madım. H e m e n atıldım. N a p o l e o n ' u n aile kişilerinin adlarını



sıralamağa



Kontes



başladım.



şaşırmıştı.



Hem



Napoleon



hizmetkârın ezbere bilmesinden, devlet



başkanının



atılarak



karşısında,



serbestçe



sülalesini



bir



h e m de koskoca bir



hizmetkârının



ortaya



konuşmasından...



Kontes Atatürk'e dönerek: — lar,



Sizin için d i k t a t ö r diyorlar.



sizden



hiç



çekinmeden,



O y s a bu



korkmadan



adam­



konuşabili­



yorlar... A t a t ü r k şu —



karşılığı v e r d i :



B e n i m için d i k t a t ö r diyorlar. E v e t , ben dikta­



törüm ama, kalpleri kazanarak d i k t a t ö r oldum. Bunlar benim v e r d i ğ i m e m i r l e r i y a p a r l a r . Benden ne di­ ye



korksunlar?... B i r g ü n sonra... İ z i n l i olduğum için o g e c e sofrada hizmet e d e ­



memiştim.



Atatürk,



izinli



olduğumu



yar'a



dönerek:







şefimiz



söylemiş.



İbrahim'e



beni



sormuş,



Bunun üzerine F e t h i



Ok-



N a p o l e o n ' u n annesini, kızkardeşini ne sen bi­



lirsin, ne de ben. B i z i m Çelebi z e k i çocuktur. H e l e bugün çok hoşuma g i t t i . T ü r k l e r i n hizmetkârları bile Napoleon'un f a m i l y a s ı ile alâkalı... Beni d i k t a t ö r ta­ nıyan insanlardan bir



tanesi bu v a z i y e t i g ö r m ü ş ol­



du. Onun için memnunum. D e m i ş . Ertesi günü bunu İbrahim'in a ğ z ı n d a n duyduğum zaman



kabıma



sığamıyordum.



58



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



SERVETLERİNİZİ VERİNİZ



1930-1931 bir



YILLARINDA



ekonomik



yurdumuzda büyük



bunalım



başgöstermişti.



Ü r ü n fiatları düşüyor, D e v l e t bütçesindeki açık geniş­ ledikçe genişliyordu. Genel bir ulusal e k o n o m i sefer­ berliği



olmadıkça



bu



hal



düzelemezdi.



H e r gün bir



y a d a birkaç tüccarın iflâs e t t i ğ i duyuluyordu. H u z u r suzluk



son



haddini bulmuştu.



Bu durumu



g ö r e n bü­



tün milletvekilleri, A t a t ü r k ' t e n bu hastalığa bir çare bulmasını istediler. H a t t a N u r i C o n k e r : —



P a ş a m , v a z i y e t kütüdür. B ö y l e giderse, m e m ­



leket mahvolur. D i y o r d u . O



gün



sofrada bulunan



Yunus N a d i ve



Hikmet



Bayur: —



P a ş a m , bu işe ancak siz çare bulabilirsiniz...



D e y i n c e A t a t ü r k şu



cevabı v e r d i :



— Ben askerim. V a z i f e m olan şeyleri bilirim. G e ­ risine mezun



karışmam.



Bu



memlekette



dünya k a d a r g e n ç



dan seçin bir tanesini,



Yüksek



yetişiyor.



İktisat



Ticaretten



Bunların



arasın­



Vekili yapın...



F a k a t H i k m e t Bayur'un dediği d e d i k t i : —



Paşam, bizim hiç bir işe sizin k a d a r a k l ı m ı z



e r m i y o r . Onun için her şeyi siz yaparsınız. Buna da siz çare bulacaksınız. Atatürk



bir



iki



C o n k e r ' e dönerek:



Dedi. saniye



düşündükten



sonra



Nuri



GİZLİ —



59



DEFTERİ Bu



millet



bilmek l â z ı m .



çok



çabuk



İsterseniz



kurtulur



sizi misâl



ama,



usulünü



alalım. Siz Sela­



nik'ten T ü r k i y e ' y e gelirken A n k a r a ' y a n e g e t i r d i n i z ? Tabii hiç bir şey. Şimdi neniz v a r ? Yüzbin liralık bir apartman,



Kütahya'da



ikiyüzbin



liralık



bir



kiremit



fabrikanız. H e p i n i z bütün mallarınızı millete verirse­ niz, na



bu



dâva kendiliğinden



kurtuluş Sonra —



ceği



İ ş t e sa­



Yunus N a d i ile H i k m e t Bayur'a d ö n e r e k :



Ne buyrulur? D i y e sordu. D a h a onların v e r e ­



cevabı — Ben



dım ve millet



halledilmiş olur.



yolu...



beklemeden askerdim.



çalışmasiyle artık



ekledi:



Allahın



inayeti,



milletin



yar­



bugüne ulaşabildik. M e m l e k e t ve



kurtulmuştur.



Ben



bir



şey



yapmadım



ki... Benim v a z i f e m çekilip bir y a n a oturmak olmalı­ dır. Reisicumhurluğu bile üzerime a l m a m a m lâzımdı. Ne çare ki, hiç istemediğim halde bu v a z i f e her yıl benim



üzerimde



kalıyor.



Benim



kalmam



bu



millet



için belki z a r a r l ı olur. Dedi. B i r yıl Genel



k a d a r sonra 9 E y l ü l



Müdürü



çağırıldı.



olan



Atatürk



Celâl



1932 de İş Bankası



Bayar



Çankaya



Köşküne



Bayar'a:







Seni İ k t i s a t Vekili y a p ı y o r u z . D e y i n c e B a y a r :







P a ş a m , beni af buyurun. B e n yalnız İş B a n ­



kasında k a l m a k istiyorum. Bu iş bile bana f a z l a geliyor. D i y e r e k üç sefer de yapılan isteği g e r i çevirin­ ce



Atatürk: —



Hem



İş



Bankası



Müdürlüğünü



yapacaksın,



hem de İ k t i s a t Vekilliğini. Dedi. B a y a r bu isteğe uy­ mak



zorunda kaldı. Bunu



duyunca



çok



sevindik.



Sevincimiz



daha



çok şu bakımdan ileri geliyordu. B a y a r eli açık, bol bahşiş verirdi.



Hatırımızı



sorar,



yakınlık



gösterirdi.



60



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



ÇALLI İBRAHİM'LE ARKADAŞI



A T A T Ü R K Cumhurbaşkanı olduğu tam çıkmış



olan



bir



halk



adamıydı.



bu



büyük



insan,



maktan,



halkın



içinde



dolaşmaktan,



yerlerde



oturmaktan



büyük



kalabalık



de



o



halde içinden



içinde



halkın



bir haz duyardı.



e ğ l e n d i ğ i n i g ö r m e k t e n hoşlanır, kendini



Halkın



yaşa­ gittiği



Halkın



eğlencenin içine



sokardı.



Beyoğlu'nda



Türkuvazın



yanında



bir l o k a n t a vardı. B i r g ü n de



Eden



adında



oraya gitmiştik.



Saat



g e c e n i n onbiri. Garsonlar e t r a f ı m ı z d a f ı r d o l a y ı dönü­ yorlar,



Atatürk'ü



hoşnut



A t a t ü r k ' ü n oturduğu a r k a d a ş oturmuşlar, ne



dalmışlar,



yorlardı. —



çalışıyorlardı. ilerisinde



iki



r a k ı içiyorlardı. K e n d i â l e m l e r i ­



bizim



Atatürk,



etmeğe



masanın b i r a z



varlığımızdan



bana



habersiz



görünü­



seslenerek:



H e m e n git, beyleri ç a ğ ı r ! D e d i .



Masalarına g i d i p kendilerine e m r i bildirdim. O n ­ lar da derhal toparlanıp bizim m a s a y a geldiler. Bun­ lardan biri tanınmış ressam Çallı İ b r a h i m , yanındaki de H ü s a m e t t i n adında bir arkadaşıydı. A t a t ü r k , sonra ikisine de şu —



biraz



sordu:



Siz r a k ı y ı niçin içersiniz?



Çallı —



soruyu



İbrahim'in



arkadaşı



Bendeniz r a k ı y ı



herkes



Hüsamettin: gibi



midemi



doldur-



GİZLİ



DEFTERİ



m a k için değil,



61 kafamı



öldürmek için içerim.



Diye



cevap verdi. Atatürk —



bu



hazır



Bravo...



Daha



cevaplıktan



çok



hoşlanmıştı:



D i y e bu



yabancı misafiri kutladı.



misafire



hangi



sonra



sormuş, H ü s a m e t t i n de hiç



partiden



olduğunu



çekinmeden Serbest F ı r -



ka'dan olduğunu söylemişti. A t a t ü r k bundan da m e m ­ nun oldu. İ k i n c i bir defa d a : —



Bravo!..







Çallı İbrahim, Çallı İ b r a h i m . . . A v r u p a ' d a n bir



D e d i k t e n sonra Ç a l l ı ' y a



dönerek:



çok ressamlar, heykeltraşlar g e l i y o r , benim resimleri­ mi, büstlerimi, Çalılara







heykellerimi y a p ı y o r .



gömüldünüz



de,



hiç



Siz nerdesiniz?



görünmüyorsunuz?



Bu kadar tanınmış bir ressam o l m a n ı z a r a ğ m e n sizin hiç



sesiniz



çıkmıyor.



memleketlerine



Onlarsa



binlerce



lirayı



alıp



gidiyorlar.



Deyince Çallı İ b r a h i m



gülümsiyerek



şu



cevabı



verdi: — mi)



P a ş a m , P a ş a m . . . F ı n d ı k l ı Sarayında



benim y a p t ı ğ ı m



bunu



duymamışsınız.



değilsiniz,



bir portreniz v a r d ı r . Gidip



onu



görün.



(Akade­ Anlaşılan



Atatürk



siz



asıl odur...



Atatürk



bu



cevaptan



da



çok



memnun



kalmıştı.



O gece sabaha k a d a r sofrada sanat sohbetleri yapıldı. Çallı



İbrahim'den



uzun



boylu



natçının



bilgi



Türk aldı.



resmi



Bunları



korunması ve sanatın



tin yardımcı olacağına



ve



sanatı



hakkında



d i k k a t l e dinledi. gelişmesi



Sa-



için D e v l e -



söz verdi. A t a t ü r k ' ü n bu ko­



nuyla bu k a d a r ilgileneceğini hiç a k l ı m a g e t i r m e m i ş tim.



Saat



erdi



ve



sabahın



dördüne



gelmişti.



Toplantı



sona



saraya döndük.



Çallı İ b r a h i m ' e ilişkin bir anı daha: İkinci D ü n y a Savaşı'ndan sonra g a z e t e c i l i ğ e baş­ layan



Ordu'dan e m e k l i İhsan



Boran,



Bükreş Ataşe-



62



ATATÜRK'ÜN



militerliği reş'e



sırasında



g e l e n Çallı



bir



UŞAĞININ



sanatçılar topluluğuyla Bük­



İbrahim'le



bir görüşme



yapmıştı.



Sohbet sırasında A t a ş e m i l i t e r , Çallı İ b r a h i m ' e : — Üstad, hâtıra olarak lütfedip bir şey çizer m i . siniz? D i y e sormuş, Çallı İ b r a h i m de kendine konuşma



— Ne gibi —



özgü



diliyle: bir



şey?



M e s e l â A t a t ü r k ' ü hayalinizden



çizebilir m i ­



siniz? —



Ben O'nu



kalbime



resmetmişim...



Ve sihirli k a l e m darbeleriyle, birkaç saniye içinde Atatürk'ün şimdi



İhsan



maktadır.



eşsiz



bir



Boranın



portresini eşi



çizmiştir.



Adviye



Bu



Boran'da



resim bulun­



GİZLİ



63



DEFTERİ



KAYSERİ'DEKİ ATATÜRK



SÜRÜ SAHİBİ



sık sık halkı v e m e m l e k e t i g ö r -



m e d i k ç e rahat edemez, zın g e z i l e r e



çıkardı.



Balolara,



de gidişi ansızın olur,



bu



yüzden ansı­



eğlencelere, d a v e t l e r e



okullara haber vermeden bas­



kın yapar, derslere katılırdı. Bu yüzden birçok k i m ­ se



gafil



avlanır,



hazırlıksız



olduklarından



şaşkına



dönerlerdi. Y u r t g e z i l e r i n d e de çoğunlukla b ö y l e olurdu. Ön­ ceden



hazırlanmış



sofrada,



ertesi



bir



gün



gezi



programı



falanca



yere



yoktu.



Gece



gidilmesi



istenir,



sabah olur o l m a z da hareket edilirdi. Ç o k z a m a n g i ­ dilen gün



yerin



ilgilileri



olmıyan



tiştikleri



bizi



kıyafetlerle



için



Atatürk,



yüzleri



traşlı,



karşılamağa



bunların



yahut



dara



düz­



dar



telâşlarıyla



ye­



inceden



inceye alay ederdi. 1931 yılındaydık. Y i n e böyle ansızın çıkılmış y u r t gezilerinden birinde



bulunuyorduk.



istasyonundan k a l k m a k üzereydi. ban



kıyafetli



ğumuz



bir



vagona



adam,



araladım.



Beni



kalabalığı



yaklaşmağa



B i r olay g e ç t i ğ i n i kapıda



Trenimiz Kayseri



B i r de baktım, yararak



ço­



bulundu-



çalışıyor.



anlamıştım. gören



V a g o n u n kapısını



çoban



kıyafetli



adam:







A t a t ü r k ' ü g ö r m e k istiyorum, nerededir? Dedi.







Y a v e r l e r d e n izin almadan A t a t ü r k ü g ö r e m e z -



siniz. D i y e c e v a p v e r d i m .



64



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



A d a m ısrar ediyor, ben bırakmıyordum. A r a m ı z ­ daki



tartışma



gittikçe



kızışıyordu.



Adam



da



inatçı



m ı , inatçı... B i z böyle çekişe duralım, A t a t ü r k b i z i m konuş­ malarımızı muş.



bulunduğu



Başını







vagonun



penceresinden



duy­



uzatarak:



Çelebi, ne i s t i y o r bu a d a m ? D i y e sordu.



— E f e n d i m i z i g ö r m e k istiyor, P a ş a m . D e d i m . —



A l g e l efendiyi ö y l e y s e . . .



Adam



önüme



düştü,



ben



arkada,



beraberce



va­



g o n d a n içeri g i r d i k . B e n i m çoban sandığım adam m e ğ e r d a v a r sahibiymiş.



Başladı



Atatürk'e



B e ş y ü z koyunu mağa



Ankara'ya



«Kayseri'de



serencamını



götürürken



hastalık



anlatmağa:



ile d a v a r ı v a r m ı ş . var,



baytar



Bunları yolunu



hayvanları



sat­



kesmiş.



götüremezsin.»



demiş. Bunun üzerine a d a m c a ğ ı z b a y t a r a y a l v a r m a ğ a başlmış: —



Efendim, K a y s e r i n i n her yerinde mi hastalık



v a r ? H e r yerinde o l m a z ya... B u şehrin g a r b ı var, şarkı var.



Hiç



olmazsa buralardan bana bir



yol



versinler.



H a s t a l ı k olmıyan bir y o l d a n g e ç i r e y i m . D e m i ş . A m a bir türlü b u hayvanlara yol v e r i l m e m i ş . D a ­ v a r sahibi,



hayvanlariyle



eli



böğründe



kalmış.



Ne



yapsın, neylesin, derdini k i m e açsın. Validen umudu­ nu



kesince,



birden A t a t ü r k ' ü n K a y s e r i ' y e



geldiğini



duymuş. — ki



V a r ı p g i d e y i m , A t a ' y a derdimi i l e t e y i m . B e l ­



O'nun



sayesinde



Hayvanları



feraha



otlağa bıraktığı



çıkarım. gibi



Diye



soluk



düşünmüş.



soluğa



istas­



y o n a yetişmiş. D a v a r sahibini büyük bir dikkatle dinliyen A t a türk,



trenin hareketini



geciktirdi.



Vali



ile



baytarı



GİZLİ



DEFTERİ



çağırttı. İkisine



İkisi



de



birden







Bu



65 zaten



istasyonda



bulunuyorlardı.



dönerek:



arkadaşın



sürüsüne



neden



mâni



oldunuz?



D i y e sordu. Baytar kekelemeğe



başladı. N e c e v a p v e r e c e ğ i n i



şaşırmıştı: —



Şey



efendim,



bu



mıntakada



hastalık v a r



da,



ondan müsaade etmedik. D e y i n c e bu defa da V a l i y e döndü: —



Siz ne dersiniz V a l i B e y ?



D i y e sordu.



Vali



ezile büzüle: —



Efendim,



d o k t o r haklıdır.



Deyince



Atatürk



kızdığını belli e d e r e k : —



Demek



beraber ölsün.



bu



sürü



Siz de



sahibi



seyirci



burada



kalın...



hayvanlariyle



Sizin maksadı­



nız malûm, anlaşıldı. Dedi. Sonra daha fazla ö f k e l e ­ nerek : — şarka,



Şu



köylü k a d a r da olamadınız.



garba



mübarek



aklı



adamlar ?



Vali



ile



Baba,



şafak



sürü



şimdi



da,



sizin



Bu



neye



adamın



ermiyor



a



Dedi.



baytarda



yorlardı. Hemen —



eriyor



atmıştı.



Önlerine



bakı­



sahibine d ö n e r e k :



sürünü



topla.



Şehrin



tam



göbe­



ğinden A n k a r a n ı n yolunu tut. E ğ e r sana mâni o l m a k isterlerse,



hiç



çekinmeden bana



t e l g r a f çek. B e n se­



nin olduğun y e r e yetişirim. Dedi. Adam dıktan



teşekkür



edip,



sonra yanımızdan



l i y e dönerek



şu



soruyu



Atatürk'ün ayrıldı.



ellerine



sarıl­



A t a t ü r k tekrar Va­



sordu:







N e d i r bu hal. Bu saçma hali g ö r m e d i n i z m i ?







Paşam







Tabii sen farketmezsin, o f a r k e t m e z . M e m l e ­



ketin



serveti



Vali dişleri



ile



vardı



farketmedik... de



böylece



baytarın ki...



harcanır



önlerine



gider.



bakarak



öyle



bir g i ­



66



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



HASTA ÇOBANI ZİYARETİ



OKUMA.



kitaplarına



kadar



geçen



Sığırt-



maç M u s t a f a ile A t a t ü r k ' ü n karşılaşması çok



enterasandır: 1930 yılında A t a t ü r k ,



bir g ü n atla Y a l o v a d a ğ ­



larında g e z i n t i y e çıkar. Y o l u n üzerinde bir sığırtma­ ca rastlar: —



Bu yol çıkar m ı ? D i y e sorar.



Çoban, eliyle yolu gösterir. A t a t ü r k , yoluna g i ­ d e c e k yerde



atını



durdurur. Çobanla aralarında



şu



konuşma g e ç e r : —



A d ı n ne senin?







Mustafa...



— Bu



koyunlar



kimin?



— Ağanın... —



Peki



sen



kaç



p a r a y a çalışıyorsun?..



— Üç liraya. —



Sana daha fazla p a r a versem, benim çiftliği-



m e g e l i r misin? — A ğ a razı olursa g e l i r i m . A ğ a n ı n rızasını alın da



ondan



sonra...







Senin anan,







Yalnız anam var.



baban y o k m u ?



— B a k a l ı m r a z ı olur mu?



GİZLİ DEFTERİ —



67



Onun da rızasını alırsanız r a z ı olur. O z a m a n



ben de



çalışır,



ona bakarım.



A t a t ü r k bu sırada cebinden b i r sigara çıkarıp ç o ­ bana uzatır. Çoban onbir-oniki yaşlarındadır. S i g a r a ­ y ı almaz. —



Sigara



içmiyor



musun?



— D a h a sırlaşmadım



(alışmadım).



Bunun üzerine A t a t ü r k cebinden bir 10 l i r a ç ı ­ karıp v e r m e k ister. Çoban bunu da almaz. Bu g ü z e l hali g ö r e n A t a t ü r k , parayı alması için ısrar eder. Ç o ­ ban: — A l ı r ı m ama, bir şartla, der. Sen de benim v e ­ receğim



cevizleri



Atatürk,



alırsan paranı alırım.



çobanın



cebinden



çıkarıp,



kendisine u-



z a t t ı ğ ı c e v i z l e r i alır, p a r a y ı v e r i r . . . İş maç



bu



k a d a r l a kapansa i y i . . .



Mustafa,



ha ne



jandarma



olduğunu



Atatürk



anlamağa



Köşküne



E r t e s i gün



tarafından



getirilir.



vakit



apar



bulamadan



Çoban daha



Sığırt­



topar,



da­



Yalova



Atatürk'ün



k i m olduğunu bilmemektedir. S ı ğ ı r t m a ç M u s t a f a ' y ı işte ben,



ilk



k e z o gün,



orada t a n ı m ı ş t ı m . Salonda bir çok misafir vardı. Ç o ­ ban, elinde sopası olduğu halde oturuyor, başına g e ­ leceğinden



habersiz ürkek bakışlarla



çevresine



bakı-



nıyordu. — K o n u ş t u ğ u n adam k i m d i ?



D i y e sordum. Ç o ­



ban: —



B i l m e m . . . D i y e karşılık verdi.



Bunun tarak, — okutur,



üzerine



elimden



çocuğa



geldiği



bulunduğumuz y e r i



kadar



öğütte



D i k k a t l i ol ve hiç ç e k i n m e . . . D e d i m . adam



Çocuk



olursun.



artık



köşke



Bu



gördüğün



getiriliş



anla­



bulundum: Seni



Atatürk'tür.



nedenini



öğrenmiş



bulunuyordu. Yüzünde memnunluk hali belirmişti.



68



ATATÜRK'ÜN Derken



fa'yı



Atatürk



tepeden



salona



tırnağa



girdi.



süzdükten



UŞAĞININ



Sığırtmaç sonra



Musta­



suratı



asıldı.



M i s a f i r l e r e dönerek: — nasıl



Çocuğa k i m olduğumu söylemişler.



konuşması, Bunu



çıkacak



duyar d u y m a z



diye



korkudan



Sığırtmaç



dolayı



rüldü



Şişli



altına



söylediğim oradan



meydana



sıvıştım.



köşke getirildikten



karnının Çocuk



Baksana



Dedi.



benim hemen



Mustafanın



sıtmadan ve



t a v r ı değişti...



davul gibi



Hastanesine



sonra



şiş olduğu



gönderilip



gö­



tedavi



alındı.



Y a l o v a ' d a n İ s t a n b u l ' a dönmüştük. B i r g e c e yarı­ sı



Atatürk'ün



aklına



geldi,



Çoban



Mustafa'yı



sordu.



« Y a t ı y o r ! » dedik. « G i d i p g ö r e l i m » dedi. Saat gecenin ikisinden sonra



kalkıp



Şişli



Çocuk Hastanesi'ne



git­



tik. Gelişimiz bir uyandılar. tan



öbür



da



Çoban



çocuklar



M u s t a f a ile



sıhhatini



çocukların hiç



Atatürk, istemiyordu.



Bütün



Çoban



çocukların



süre içinde



sordu.



âlemdi.



Atatürk,



uykudan



beraber,



sordu.



ya­



Kaldığımız



biri uyumadı.



Mustafa'nın



yanından



ayrılmak



Onunla ö z e l olarak



konuştu.



Hatırını



Sabaha karşı



hastaneden



ayrıldık.



E r t e s i akşam sofrada konu, yine bu Çoban M u s ­ t a f a üzerindeydi. H e r k e s onun için bir şey söylüyordu. Lehinde



ya da aleyhinde...







Paşam,







Niçin?



bu



çocuğa



B â z ı misafirler: boşuna



emek



vereceksin?



— Efendim, çoban hiç okur m u ? A d a m olur m u ? Bu



saçmaları



büyük



bir



dikkatle



dinliyen



Ata­



türk: — Yahu, ne u z a ğ a



gidiyorsunuz.



B e n de



bir



z a m a n l a r tarlada k a r g a l a r ı bekledim. D a y ı m ı n çiftli-



GİZLİ ğinde



69



DEFTERİ



onun koyunlarını g ü t t ü m . B e n i biraz z e k i g ö ­



ren d a y ı m : — beni



Bu



çocuğu



askerî



okutmalı...



mektebe



Dedi.



yazdırdılar.



gördüğünüz m e v k i e geldim. bir n a z a r i y e yoktur. Bu



Ben



Çobanlar



Bundan de



sonra



okudum,



okumaz d i y e



çocuk ta okur. Belki



büyük



bir adam da olur. Onu da z a m a n g ö s t e r i r . . . Dedi. Çoban M u s t a f a Kuleli'de iken İ s t a n b u l ' a her g e ­ lişimizde saraya gelir, A t a t ü r k ' l e görüşür ve mübayaa memuru yüzbaşı emeklisi R ı z a K ö s e ' d e n aylığını, ya­ ni harçlığını alır, bazı defa y e m e k t e alıkonulurdu. Y ı l l a r g e ç t i ve zamanla bu çocuğun okuyup adam olduğunu



gördük.



Çoban



Mustafa



binbaşılığa



kadar



yükselmiş ve e m e k l i olmuştur. Şimdi Y a l o v a ' d a otur­ maktadır.



ATATÜRK'ÜN



70



UŞAĞININ



AYAKLARINA KAPANAN KADIN



A T A T Ü R K ,



her y a z dinlenmek



için



Yalo-



v a ' y a g e l i r ve burada üç ay k a d a r kalır­ dı.



Yalova'nın



insana



adeta.



huzur veren havasına,



ğine



âşıktı



Burada



tabiatla



tan,



büyük bir haz duyduğunu,



başbaşa



sessizlikalmak­



ferahladığını her ha­



linden belli ediyordu. Y i n e bir yaz, Y a l o v a K a p l ı c a l a r ı n d a y ı z . Y a z ay­ ları



kendine ö z g ü bir tembellikle



sıcak ve a ğ ı r g e ç i p



g i t m e d e . . . Günlerden bir gün, ansızın köşkün kapısın­ da bir kadın belirdi. Bu sırada A t a t ü r k , köşkün m e r ­ divenlerinden i n m e k t e y d i . atıp,



Atatürk'ün



Fakat



K a d ı n birden kendini y e r e



ayaklarına



kapandı,



A t a t ü r k buna hemen engel



öpmek



oldu,



istedi.



«Estağfurul­



l a h » diye g e r i g e r i çekildi. Önce mahcup olmuş gibi bir t a v ı r takınmıştı. F a ­ k a t az sonra k ı z d ı ğ ı n ı anladım. Sert bir şekilde: —



Ne



istiyorsun?







Üç



çocuğum



Diye var,



sordu.



mektebe



vermek



istiyo­



rum... —



P e k i , siz ne iş yaparsınız?



Kadın —



ezile



büzüle,



adeta utanırcasına:



Ö ğ r e t m e n i m . . . Diyebildi.



Atatürk'ün



canı



t ı . B i r öğretmen,



adamakıllı



sıkılmağa



başlamış-



« Y e n i nesli sizler yetiştireceksiniz,



GİZLİ



DEFTERİ



71



yeni nesil s i z i n eseriniz o l a c a k » d e d i ğ i bir ö ğ r e t m e n gelsin,



onun



ayaklarına kapansın...



Olur



şey



değil!



— Siz böyle yaparsanız, sizin yetiştirdiğiniz tale­ beler ne y a p a r ? B ö y l e bir h a r e k e t fani insanlara y a ­ pılır m ı ?



H a y d i istediğin neyse



çabuk söyle. Y a l n ı z



şunu i y i bil ki, k i m olursa olsun, elini a y a ğ ı n ı ö p m e k hiç te doğru değildir. Kadın



öğretmenin



okula v e r m e k ,



isteği,



iki



çocuğunu



okutmaktı. A t a t ü r k e m i r



yatılı



verdi. Ç o ­



cukları hemen y a t ı l ı okula yolladılar. Kadıncağız



o



an



ne



yapacağını,



nasıl



teşekkür



edeceğini bilemiyordu. A y r ı l ı r k e n g ö z l e r i yaşlarla d o ­ lu « A l l a h uzun ömürler v e r s i n » diyebildi. Yalova'da



o



gün



ayaklarına



olayı A t a t ü r k ' ü n çok canını



kapanan



sıkmış ve



öğretmen



neşesini



kay­



bettirmiştir. O, her z a m a n kadına toplum içinde g e ­ reken



önemin



Türk



kadını



amacıydı.



verilmesini arasındaki



Türk



kurtarılmalıydı. vunmuştur.



kadını



istemiştir.



Batı



kadını



ile



farkı



kaldırmak



en



bütün



aşağılık



duygulardan



Ömrünün



büyük



sonuna k a d a r da bunu



sa­



ATATÜRK'ÜN



72



UŞAĞININ



CUMHURBAŞKANI SALONUNDAKİ ATLAR



ÇOK kuvvetli bir iradeye sahip olan A t a ­ türk'ün duygu yanı da çok zengindi. Son d e r e c e merhametliydi. Z a y ı f l a r a acır v e y a r d ı m a k o ­ şardı.



Hayvanları



çok



severdi.



Kurban



kestirmezdi.



At ve köpek en sevdiği hayvanlar arasındaydı Ç i f t l i k hayvanlarından



ruam



hastalığına



yakalanan



bir



tayı



öldüreceklerini duyduğu z a m a n çocuk g i b i a ğ l a m ı ş ve ellerine lâstik eldiven g i y e r e k birkaç k e z okşamadan öldürmelerine Bir gece



izin v e r m e m i ş t i . sofrada otururlarken A t a t ü r k ,



yaverler­



den birini çağırdı ve şu e m r i v e r d i : —



İki



gün



önce



bizim



atların biri doğurmuştu.



A l ı p onları buraya g e t i r i n i z . . . H a y v a n l a r ı n getirilmesinin istendiği



yer



Çanka­



y a , e m r i v e r e n d e bir Cumhurbaşkanı idi. Yaverler rin le



ve



misafirler



duraksadılar.



Sofradakile-



şaşkınlığı henüz g e ç m e d e n yine A t a t ü r k ' ü n sesiyirkildik: —



Sevelim, g ö r e l i m , o k ş ı y a l ı m . . .



Köşke, miydi?



hem de



şeref salonuna hiç



hayvan



girer



F a k a t e m i r e m i r d i işte... Y e n i d o ğ a n t a y v e



annesi Y ı l d ı z , hemen K ö ş k e getirildi. A m a h a y v a n l a r



GİZLİ bir



DEFTERİ



türlü



ayakları



73



salonda



yürüyemiyorlar,



cilâlı



yerlerde



kayıyordu.



H e m e n y e r i m d e n fırladım. A k l ı m a bir çare g e l mişti. Y e r l e r e serili seccadeleri topladım. T a y v e an­ nesinin g e ç e c e ğ i y e r e serdim. H a y v a n l a r rahatça sa­ lona girdiler. F a k a t şunu da s ö y l i y e y i m ki, h a y v a n l a r salona çok Atatürk



yakışıyorlardı. bir



süre



salona



alınan



hayvanların



ya­



nında kaldı. E l i y l e ikisine de şeker yedirdi, ayrı a y r ı sevdi, okşadı. Bundan sonra h a y v a n l a r salonu tiler. van



H e r k e s memnundu. sokmak



gelir.



Cumhurbaşkanı olmuştur.



Belki



salonuna



Kimin de



bir



girişi,



terket-



aklına salona hay­ atla



yavrusunun



yeryüzünde



ilk



kez



74 ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ



KÖPEĞİ



FOKS'UN



ÖLDÜRÜLÜŞÜ



A T A T Ü R K ' ü n e n sevdiği hayvanın a t o l duğunu b i l i y o r u m .



Fakat k ö p e ğ i de



çok



severdi. Bu v e f a k â r i k i h a y v a n a a y r ı a y r ı s e v g i bes­ ler,



onlara çok acırdı. Birinci D ü n y a



sevdiği



iri



bir



Savaşı



köpeği



sırasında



varmış.



Alp



adında ç o k



Atatürk'ün



kapısında



nöbet bekler, hiç k i m s e y i içeriye b ı r a k m a z m ı ş . K u r ­ tuluş



Savaşı sırasında



Yunanlılardan a l ı n m ı ş b e y a z -



sarı karışık bir av k ö p e ğ i vardı. A l b e r



adındaki



köpeği



boylu



çok



severdi.



Ölümüne



de



uzun



bu



üzül­



müştü. Atatürk'ün köpeği liraya



bunlardan



daha v a r d ı . satın



almıştı.



başka



Foks



Yalova'da Hasan O



zaman



da



adında Efendiden



50 l i r a



bir 50



oldukça



önemli bir paraydı. F o k s uzun süre k ö ş k t e kaldı. B i r Cumhurbaşkanı



köpeği



olarak



hayatta



kendi



cinsle-



rinin hiç birine k ı s m e t o l m a y a n rahat ve mutlu bir yaşantı



sürdü.



A t a t ü r k , Foks'un yaşantısıyla y a k ı n d a n ilgilenir­ di.



Bir



gün



Ankara'da,



Köşkün



bahçesinde



dolaşır­



ken, köpeğinin hareketlerini dikkatle izliyordu. F o k s ' ­ un tembelliği mi üzerindeydi, n e y d i ? B i r k ö ş e y e çe­ kilmiş, boş g ö z l e r l e sahibine bakıyordu. A t a t ü r k h a y ­ v a n a uzun uzun b a k t ı k t a n sonra, bana döndü:



GİZLİ



DEFTERİ



75







Bu h a y v a n aç... Dedi.







Y e m e ğ i n i az önce yedi. D i y e karşılık v e r d i m .







Yese



böyle







Bir



tencere



bir pilâv ki,



olur m u ? pilâvı



elimle



verdim.



Hem



öyle



fukaranın evinde dört kişi doyar.



H i ç sesini çıkarmadı önce... Ç ı k a r m a d ı ama, ak­ lına F o k s g e l m i ş olacak ki, y e m e k t e n sonra sözü y i ­ ne



ona g e t i r d i : —



Bu k ö p e k çiftleşti m i ?



D i y e sordu.



Anlaşılan F o k s ' u n keyifsiz halini, bu k e z de cin­ sel



durumuna



yoruyordu.







K o n y a ' d a iki ay önce çiftleşmişti... D e d i m :







O orada kaldı. B e n burada bir şey oldu mu,



diye



soruyorum. —



Henüz olmadı Paşam...



O zaman A t a t ü r k şöyle konuştu: —



Hayvanlar



muayyen



zamanlarda



çiftleşirler.



Onların hiç değilse bir z a m a n ı var. Onlar kadar ola­ mıyoruz... Atatürk'ün



bu



sözlerine



için



için



ne k a d a r gül-



müşümdür. B i r kaç çın



bir



yıl



A t a t ü r k ü n yanında kalan F o k s ,



köpekti.



başka bir gün



Misafirlerden



de



Atatürk'ün



hır­



bir



çoğunu



ısırdıktan



elini



ısırmış.



Hem



de



oldukça derin bir yara açmış. O gün elini sarılı g ö ­ rünce hepimiz ği



meraklanmıştık.



K ö ş k t e n uzaklaştırdılar,



kınlarından hayır



bir



kaç



gelmez»



diye



kişi



Foks



o günlerde



«Sahibini



öldürülmesi



ettiler. İ z i n v e r d i mi,



Bunun üzerine k ö p e ­



çiftliğe



ısıran



için



vermedi mi



öldürüldü.



götürdüler.



Ya­



köpekten



Atatürk'e



ısrar



bilmiyorum



ama,



Baytarlar Atatürk'e



ya­



ranmak için özenle köpeğin derisini yüzmüşler. İ ç i n i samanla doldurup,



g ö z yerlerine



cam g ö z



takmışlar.



76 Bir



ATATÜRK'ÜN camekân



Atatürk'ün



içine



haberi



oturtmuşlar.



Tabii



UŞAĞININ bunlardan



yok.



B i r gün g e z i n t i sırasında çiftliğe de u ğ r a d ı ğ ı za­ man, camekânda Foks'u görünce duraklar. İçi a c ı y l a burkulur. —



Üzgün



bir



halde:



S e v d i ğ i m bir mahlûku böyle g ö r m e k i s t e m e m ,



kaldırın onu. D e r . A t a t ü r k ' ü n , elini ısıran köpekten « s e v d i ğ i m » d i y e bahsetmesi, oradakileri okuyan —



şaşırtır.



Ata



şunları



söyler:



Her



ısırana



kızılmaz.



Bunu



yüzlerinden



F o k s fenalık



yapmak



için ısırmamıştır. E r t e s i gün Foks'un doldurulmuş derisi c a m e k â n dan kaldırılmış ve bahçenin bir köşesine gömülmüştü. A t t a n ve köpekten başka A t a t ü r k kuşları da çok severdi. Kuşçu N u r i U s t a n ı n b a k t ı ğ ı bir çok g ü v e r ­ cinleri ve güvercinliği v a r d ı . Onların uçuşlarını hazla g ö z l e r d i . B i r gezisinde kendisine a r m a ğ a n edilen büdırcınları



yememiş,



bahçede



kafeste saklanmasını is­



temişti. F a k a t n e y a z ı k k i , A t a t ü r k ' ü n y e m e ğ e k ı y a m a d ı ğ ı kuşlar, bir k a ç gün sonra bir k e d i tarafından y e n m i ş . K a f e s t e sadece



t ü y l e r i bulundu.



GİZLİ DEFTERİ



77



ÇUBUKABAD ÇAMLIĞINDA



BİR



gece



sofrada otururken A t a t ü r k yine



birden bire bir g e z i istedi. Bu da önceden kararlaştırılmamış,



hazırlıksız, sürprizli gezilerden bi­



riydi. D a h a sofra faslı bitmeden misafirlere dönerek: — herkes —



H a z ı r m ı s ı n ı z ? Seyahate çıkıyoruz... D e y i n c e şaşırdı.



Sonra:



H a z ı r ı z . . . D i y e cevap v e r d i l e r .



Otomobillere hazırlanma e m r i verildi. A n k a r a y a ­ kınlarında Çubukabad denilen çamlık, güzel bir y a y l a vardır.



T a b i î manzarası



çok g ü z e l olan bu y a y l a n ı n



yolu oldukça tehlikelidir. D a r a c ı k yolun altı, g ö z ka­ rartan uçurumlarla kaplıdır. Ö y l e bir y o l ki, otomobil g e ç e r ama, en küçük bir d i k k a t s i z l i k t e hemen uçuru­ ma



uçabilir. İçişleri



Bakanı



tarafından



lip yollar temizletildi. rumlu



araziye



ladık.



Şoförler bütün



gelince



hemen haber gönderi­



A r a b a l a r y o l a koyuldu. U ç u sarsıla



sarsıla i l e r l e m e ğ e



dikkatlerini,



önlerinde



baş­



uzanan



daracık bozuk şeride vermişlerdi. T i t r e k farların



ye­



tişemediği simsiyah, ölüm saçan bir uçurum bir yanı­ mızda; öbür y a n ı m ı z d a sivri, g r a n i t tepeciklerle y ü k ­ selen bir d a ğ parçası. B e n v a z i y e t i görünce yokuşun başında otomobil­ den indim. D a r a c ı k yoldan uçurumu s e y r e t m e ğ e baş-



78



ATATÜRK'ÜN



ladım.



Bulunduğum



arabada



oturan



UŞAĞININ



Nuri



Conker



ile



H a c ı M e h m e t Beye, yolun buradan ilerisinin daha teh­ likeli



olduğunu



söyledim.



Çünkü gündüz bir k a ç k e z



bu tehlikeli yolu g e ç m i ş t i m . N u r i C o n k e r : —



Y a n i ne y a p a l ı m Çelebi, ö l ü m d e n mi korku­



yorsun? — sonra



Dedi. Herkes



yayladan



başının



çaresine baksın. B e n iniyorum,



dönüşte



beni



alırsınız.



Diye



karşılık



verdim. F a k a t milletvekilleri otomobilden inmediler. B e n i m aşağı indiğimi g ö r e n K ı l ı ç A l i v e İ s m a i l H a k k ı T e k ­ çe, k ı z a r a k şöyle dediler: — N i ç i n indin otomobilden, niye k o r k t u n ? B i z i m canımız yok mu? —



A t a t ü r k ' ü n canı y o k m u ?



Sizin de canınız v a r ama, hepinizin kafasında



birer şişe



D i m i t r o k o p o l o v a r . Bende



ise hiç bir şey



y o k . Onun için ben inmede, siz inmemede haklıyız. Sabaha karşı saat dörde doğru Çubukabad'a v a r ­ dık. B i r kaç çadır kurulmuştu. H e p i m i z rerek



yorgunluktan



ve



uykusuzluktan



çadırlara g i ­ battaniyelerin



üstüne k ı v r ı l ı v e r d i k . E r t e s i gün A t a t ü r k uyandıktan sonra h a r e k e t em­ rini verdi. Gece g e ç t i ğ i m i z yoldan dönerken A t a t ü r k ' ­ ün



şaşkınlığını —



bir



görmeliydiniz:



Yahu dün g e c e biz buradan mı g e ç t i k ? D i y o r ,



şaşkınlığı iyiden i y i y e artıyordu. Önce bana kızanlar, g e c e g e ç t i k l e r i sırat köprüsü­ nü andıran yolu g ö z l e r i y l e görünce h a k verdiler.



GİZLİ



DEFTERİ



79



B E K İ R Ç A V U Ş ' U N HİZMETİ



BEKİR bir



Çavuş A t a t ü r k ' e ç o k hizmet e t m i ş askerdi.



Cumhuriyet



devrinde de



u-



zun süre A t a t ü r k ' ü n yanında kaldı. Ç o k sevdiği h i z ­ metkârlarından biriydi. Birinci D ü n y a Savaşında, Ç a ­ nakkale'de



yanında



bulunmuş,



Mütareke



yılları



sinde o da her asker g i b i terhis olmuş, baba Ç a n k ı r ı ' y a dönmüş.



A r a d a n uzun



içer­ ocağı



bir zaman g e ç t i ğ i



halde B e k i r Çavuş annesinin yanından ayrılmaz.



Bir



gün G a z i M u s t a f a K e m a l P a ş a ' n ı n A n k a r a ' y a g e ç t i ğ i ­ ni duyan annesi hemen oğluna: — H a y d i çocuğum, eşyalarını topla. Senin kuman­ danın



A n k a r a ' y a g i t t i . Orada asker



kuracakmış.



topluyormuş,



ordu



Senin de orda o l m a n l â z ı m . D e r h a l ha­



zırlan ki, y a r ı n sabah yola çıkasın... Bekir



Çavuş



bu



işe



pek



istekli



değildir.



Barut



kokusu, ateş ve şarapnel y a ğ m u r u , yoksunluk onu y ı l dırmıştır. — A n n e , daha kaç gün oldu askerden g e l e l i . . . D e ­ yince



annesi:



— E ğ e r g i t m e k istemezsen sütümü sana helâl e t ­ m e m . D e r h a l gideceksin, anladın m ı ? D e r . Annesinin bu sözünü e m i r sayan B e k i r Ç a v u ş : —



D e r h a l anneciğim... D i y e r e k ertesi sabah A n ­



kara'nın



yolunu



tutar.



O z a m a n tren falan y o k . . . D a ğ t e p e demez, Çan-



80



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



k ı r ı - A n k a r a arasını y a y a olarak alır. A t a t ü r k ' ü n otur. duğu Çankaya'daki o z a m a n k i adıyla P a p a z ı n köşkü­ ne g e l i r . Atatürk,



eski askerini g ö r ü n c e :



— B e k i r Çavuş, nasıl oldu da sen buraya g e l d i n ? D i y e sorar. —



P a ş a m , sizin A n k a r a ' y a geldiğinizi



duyunca



h e m e n heybemi o m u z l a y ı p koştum. F a k a t A t a t ü r k , B e k i r Çavuşu çok y a k ı n d a n tanı­ maktadır: —



Sen kendiliğinden gelmemişsindir. Seni annen



göndermiştir. Y o k s a sana kalsa zor g e l i r d i n . . . A t a t ü r k , B e k i r Çavuşun bu sözlerden gücendiğini anlayınca şöyle —



konuşmuş:



Çok iyi etmişsin de gelmişsin... A f e r i n sana...



A t a t ü r k bundan sonra B e k i r Çavuşun gözlerinden öper. Geldiğinden d o l a y ı h e m teşekkür eder, hem de Birinci



Dünya



yanında



Savaşı'nda



kalmasını



olduğu



gibi



Çavuş



olarak



ister.



— F a k a t bu sefer m a ğ l u b i y e t y o k ha... Ona g ö r e , Der.



Ertesi



karargâh



gün



kurarlar.



Yunanlılar



Eskişehir'e Bir



hareket



z a m a n burada



Eskişehir'e



ederler.



Orada



kalırlar.



yaklaşmaktadırlar.



Bu



sı­



rada ters bir rastlantı, S a k a r y a ' d a cepheyi t e f t i ş eder­ ken, yanındakilerden birisi A t a t ü r k ' ü n sigarasını yak­ m a k için kibrit çakar. Bundan hayvan ü r k e r v e A t a ­ türk attan düşerek k a b u r g a k e m i k l e r i davisi yapıldıktan sonra r ö n t g e n i ra'ya



döner.



Kırılan



kaburga



kırılır.



İlk



te­



alınsın d i y e A n k a ­



kemiklerinden



birinin



ucu, ciğerini zedelediği için A t a t ü r k çok acı duymak­ ta, nefes bile a l m a k t a güçlük çekmektedir. K ı r ı k ke­ mik



plasterle



tutturulduktan



sonra



biraz



rahata



ka­



vuşan A t a t ü r k , d o k t o r l a r ı n dinlenme öğüdünde bulun­ masını hiçe sayarak hemen otomobiline a t l a r ve cep-



GİZLİ



DEFTERİ



81



heye koşup S a k a r y a savaşını yönetir. Orduya sonun­ cu taarruz emrini



verdiği



gün



Atatürk'ün



kırık



ka­



burgaları da i y i olmuştur. Atatürk'ün köşkte



hizmetinde



görevli



bulunan



bulunduğum



Bekir



Çavuş



ilk



bu



günlerde



olayı



hem



anlatır, hem g ö z l e r i yaşarırdı. B e n de bu h i k â y e l e r i ona t e k r a r l a t t ı r m a k t a n haz duyar. « H a y d i a n l a t ! » di­ ye ısrar ederdim. Çavuş ta dayanamaz,



başlardı



an­



l a t m a ğ a . . . A t a t ü r k ' l e İlgili b i l m e d i ğ i m birçok şeyleri B e k i r Çavuştan öğrenmişimdir. —



Atatürk



hasta



olduğu



zaman



nasıl



bakardın



Çavuş? — H i ç unutmam Çelebi... A t a t ü r k attan düştükten sonra



çok



hastalanmıştı.



Yatakta



yatıyordu.



Oysa



her sabah b a n y o yapmadan duramazdı. F a k a t bu ban­ yoyu bildiklerimizden sanma. O z a m a n duş falan ne arar?



Bir



kova



soğuk



suyu



başından



aşağı



döker­



dim. İ ş t e b a n y o d e d i ğ i m budur. A m a attan düşüp kaburgaları çatladığı için a r t ı k su dökünemiyordu. Sabunlu su ve süngerle vücudunu o v a r d ı m . Günlerce A t a t ü r k ' ü bu şekilde banyo y a p ­ tırdım. B i r d e keçinin



boynundan ç ı k a r d ı ğ ı m bir



çıngı­



rağın ucuna ip b a ğ l ı y a r a k sofaya uzatmıştım. Ç ı n g ı ­ r a ğ ı n altında oturur, nöbet beklerdim. Hasta, olduğu halde bir şezlonga uzanır, önünde bir S a k a r y a hari­ tası,



hep



onunla uğraşır dururdu.



Bir



şey istiyeceği



zaman da ipi çeker, beni çağırırdı. Derken



Yunan



kuvvetleri



a ğ ı r b a s m a ğ a başladı­



lar. B i z de Eskişehir'i b ı r a k m a k zorunda kaldık. A t a ­ türk'ün önceleri düşüncesi,



A n k a r a ' y ı da



bırakıp



da­



h a içerlere g i t m e k v e düşmanı t a m y o k e t m e k t i . F a ­ k a t sonra bu düşüncesini değiştirdi. « A n k a r a ' y ı t e r k e dersem T ü r k milletinin m a n e v i y a t ı bozulmaz



mı?»



82 diye dar



ATATÜRK'ÜN düşünüyordu.



Bu



yüzden A n k a r a ' y ı



UŞAĞININ sonuna ka­



boşaltmadık. B e k i r Çavuş bir k e z coştu mu, a ğ z ı n ı k a p ı y a m a z -



sın. B i r sor, on cevap al ondan. —



Atatürk



Cumhurbaşkanı



olduktan



sonra



bir



d e ğ i ş i k l i k oldu mu O'nda? D i y e sordum. —



T a b i i ! . Dedi. Eskiden kavhaltı z e y t i n peynirdi.



Şimdi ise ince kahvaltı istiyor. ( K a v u n , g ü l reçeli ve beyaz peynir)



Eski halini galiba unuttu.



A t a t ü r k , çok z a m a n g e c e sofradan misafirler ayr ı l d ı k t a n sonra B e k i r Çavuş'u ç a ğ ı r ı r ve şu k a h v a l t ı y ı isterdi: —



P e y n i r l i sulu omlet,



bir dilim k a v u n ve gül



reçeli... B e k i r Çavuş, A t a t ü r k ' ü n istediği en i y i



omleti



y a p m a k l a ün salmıştı. Z a t e n kendisi L â t i f e H a n ı m ta­ rafından



gayet



iyi



yetiştirilmişti.



Bütün elbiselerini,



g ö m l e k l e r i n i o hazırlar, papyonlarını -kaba



olduğu



halde- çok iyi bağlardı. B e k i r Çavuş'un ayrılışı da hayli i l g i n ç olmuştur: Çavuş bir gün T e p e b a ş ı Gazinosu'nda içkisini iç­ mektedir. tuşmuşlar.



İlerdeki



masada



Kavgacılardan



iki biri



arkadaş



kavgaya



Galatasaraylı



tu­



boksör­



lerden. Çavuş bunları a y ı r m a k istiyor. D i n l e t e m e y i n c e d e fors ( ! ) k o y u y o r : —



Sen benim k i m olduğumu b i l i y o r musun? Ba­



na B e k i r ! . . derler. D e y i n c e boksör bunu A v r u p a ' d a n g e l e n futbolcu B e k i r sanarak hemen elini s ı k ı y o r ve y a n a k l a r ı n ı öpüyor.



GİZLİ



DEFTERİ



83



Bu o l a y ı o d e v r i n İçişleri B a k a n ı Şükrü K a y a ile B a ş y a v e r Rüsuhi bulunuyorlar.



Bey,



Bundan



Atatürk'e sonra



Bekir



bildirip



şikâyette



Çavuş polislikten



komser olarak e m e k l i y e ayırtılıp, yanına da bir mik­ t a r para v e r i l e r e k köyüne g ö n d e r i l i y o r . Çavuş sonra­ dan k e m i k v e r e m i n e yakalanmış. Onbeş y ı l kadar önce Çankırı'nın D i k e n l i köyünde öldüğünü öğrendik.



84



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



ŞAİR V E E D İ P L E R ARASINDA



ATATÜRK,



sanatı sever,



çağının rirdi.



H e r zaman



sanatçıyı



sayar,



şair ve ediplerine çok d e ğ e r



onları



sofrasına



oturtur,



ve­



düşüncele­



rini ö ğ r e n m e k ister, kendi düşüncelerini o r t a y a k o y a r ­ dı. Onların kollarına g i r d i ğ i n i , arkadaşça konuştuğunu, yakınlarından hiç



ayırt



etmediğini



çok k e r e



görmü-



şümdür. A t a t ü r k devrimlerini vunan



Yakup



Kadri



yazıları



ve



Karaosmanoğlu,



yapıtlarıyla Ruşen



sa­



Eşref



Ü n a y d ı n , F a l i h R ı f k ı A t a y gibi ünlüler, Ç a n k a y a d a k i eski köşkün hemen her akşam davetlileri arasındaydılar.



Öbür



misafirler ise her akşam değişirdi.



Edebi



sohbetler sabaha dek sürerdi. B a z ı edipler de A t a ' y ı , yurdun aydın t a k ı m ı y l a tanıştırmak için can atarlar­ dı. Bu yüzden sofrasında, tanınmış ya da tanınmamış bir çok yeni yüzü her z a m a n görebilirdik. 1934 y ı l ı n n bir sonbahar akşamıydı. Ç a n k a y a ' d a k i y e m e k salonundaki her z a m a n k i sofrayı hazırlıyordum. Bu y i r m i kişilik k a d a r bir sofraydı. M i s a f i r l e r arasın­ da çok genç birisi d i k k a t i m i çekti. Sordum.



«Behçet



K e m a l Ç a ğ l a r » dediler. O Suphi



gece



zamanın B ü k r e ş Büyükelçisi



Tanrıöver



ile



şair



Yahya



Kemal



Hamdullah Beyatlı



da



d a v e t l i l e r arasındaydı. Bütün konukları t a n ı d ı ğ ı m hal-



GİZLİ



DEFTERİ



85



d e Y a h y a K e m a l ile Behçet K e m a l ' i tanımıyordum. Y a l ­ nız adlarını işitmiştim. B i r de Y a h y a K e m a l ' i n bir iki şiiri ezberimdeydi. Ona karşı uzaktan bir h a y r a n l ı ğ ı m vardı. Bu iki şair de bizim sofraya ilk kez g e l i y o r l a r ­ dı. Zaten Y a h y a K e m a l , H a m d u l l a h Suphi ile R o m a n ­ ya'dan yeni O Kemal



gelmiş



akşam



bulunuyordu.



sofra şair ve ediplerle doluydu. Y a h y a



Beyatlı,



Hamdullah



Suphi



Tanrıöver,



Behçet



K e m a l Ç a ğ l a r ' d a n başka Y a k u p K a d r i K a r a o s m a n o ğ l u , Ruşen E ş r e f Ünaydın, F a z ı l A h m e t A y k a ç gibi edebi­ y a t dünyasının kalburüstü kişileri de g e l m i ş bulunu­ yorlardı.



Öbür



konuklar,



her



zaman



bulunan



Tevfik



Rüştü A r a s , Şükrü K a y a gibi devlet adamlarıydı. Yemek



başladı.



Atatürk'ün



keyifli



gecelerinden



biriydi. İ l k soruyu Behçet K e m a l ' e sordu: —



Yahya



Kemal'i



tanıyor musunuz?



Genç şair henüz bir lise öğrencisiydi. T ü r k o c a ğ ı n d a (Ankara Halkevi)



oynanan



Faruk Nafiz



Çamlıbel'in



« Ç o b a n » piyesinde rol aldığı için oradan görüp tanı­ mış ve g e t i r t m i ş t i . A t a t ü r k ' ü n sorusu onu biraz h e ­ yecanlandırmıştı : — P a ş a m , eserlerini okudum... Şimdi ilk defa g ö ­ rüyorum. A t a t ü r k o z a m a n Y a h y a K e m a l ' i , Behçet K e m a l ' l a tanıştırdı: — Yahya Kemal,



memleketimizin



tanınmış



şair­



lerindendir. Senin de bunun gibi yükselmeni istiyorum. Sizin gibi gençlerin yükselmesine Y a h y a K e m a l



yar­



dım etsin. D e d i k t e n sonra Y a h y a K e m a l ' e d ö n e r e k : — Nasıl



Beyefendi, y a r d ı m ı n ı z ı



rica e d e r i m . . . —



Emredersiniz



Paşam...



esirgememenizi



86



ATATÜRK'ÜN



Bunun üzerine A t a t ü r k B e h ç e t dönerek: —



Şu



sofraya



bak



ve



bir



şiir



UŞAĞININ



K e m a l Çağlar'a



yaz.



Dedi.



B e h ç e t K e m a l derhal cebinden portföyünü ve ka­ lemini



çıkardı.



Hiç



düşünmeden



bu



ısmarlama



şiiri



bir kaç dakika içinde bitirdi ve okudu. Atatürk



şiiri



can



kulağıyla



dinledi.



Çok



hoşuna



g i t m i ş t i . O kadar sevindi ki, yerinden doğruldu. B e h ç e t K e m a l ' i alnından öptü. B i r lise öğrencisi için bu ne erişilmez



bir



onurdu...



Atatürk



onu



sofrasına



çağır­



sın, ilk soruyu ona sorsun, sofrası için şiir yazdırsın, beğensin ve kalkıp alnından öpsün... B e h ç e t K e m a l , bu öpüşü de bir anda şiirleştiriverdi. H a t ı r ı m d a kaldığına g ö r e bu mısra ş ö y l e y d i : « A l n ı m d a n öpen A t a m . Bu ö p m e y i cehennemler si­ lemez.» A t a t ü r k bundan sonra —



çevresine



dönerek:



Bu genci İ n g i l t e r e ' y e gönderelim. O r a d a İ n g i ­



liz edipleriyle tanışsın ve i y i bir şair o l a r a k m e m l e ­ k e t e dönsün... Bundan sonra H a m d u l l a h Suphi T a n r ı ö v e r ' i n , İs­ tanbul'un işgali yıllarına ilişkin bir konuşması başladı. A k l ı m d a kaldığına g ö r e şöyleydi : İstanbul'un, işgal edildiği gün... H a m d u l l a h Suphi, K a n l ı c a ' d a k i evinden Şirket-i H a y r i y e ' n i n B o ğ a z i ç i v a ­ purlarından



birine



biniyor.



Köprüye



varınca



bir



de



ne görsün? İngilizler, Fransızlar, A m e r i k a l ı l a r . . . B ü ­ tün işgal devletlerinin askerleri... Köprüüstünden Sul­ tanahmet'e doğru i l e r l i y o r . K a n l ı ç ı n a r ' a arkasını d a y ı y a r a k çınarın y a r d ı m etmesini bekliyor. O r a d a n A y a sofya'ya g i d i y o r . F a k a t Bizans'a



ait



bu yapıt,



onun



GİZLİ DEFTERİ



87



sesini duyar mı sanıyorsunuz? D a h a i l e r i y e doğru, Sinan'ın S ü l e y m a n i y e Camiine doğru yürüyor. Kubbesi­ ne sesleniyor: « B i z i halâs'a g ö t ü r e c e k y o l ve adamın n e r e d e » olduğunu soruyor. Kubbeden gelen ses: « K o r k ­ ma, sizi şarktan bir T ü r k y i ğ i t i



kurtaracak» diyor.



H a m d u l l a h Suphi de kalp r a h a t l ı ğ ı içinde evine dö­ nüyor. Bu konuşma A t a t ü r k ' ü çok hoşnut etmişti. M e c ­ lis, o g e c e sabaha karşı saat beşe k a d a r sürdü. D a ­ ğılırken bile herkes, konuşmanın etkisi altında kalmış, g ö z y a ş ı döküyordu. Bana gelince, h e m ağlıyor, hem r a k ı sunuyordum...



88



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



NİŞANCILIĞI



ATATÜRK



eski v e tecrübeli bir askerdi O ' -



nun iyi bir nişancı



olduğunu



duymuştum.



H a t t a bir g ü n Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesinde y a ­ kınlarına nişan a l m a hakkında bilgi v e r d i ğ i n i hatırla­ rım. B i r g e c e sofradan y e n i kalkılmıştı. S ö z nişan, atış üzerineydi. D a v e t l i l e r d e n Şükrü K a y a , bir a r a başıyla t a v a n a doğru işaret e d e r e k : —



E l e k t r i k ampullerine nişan a l m a k zordur. H e ­



defe isabet o l m a z . . . Şeklinde bir şey söyledi. A t a t ü r k , hemen k a p ı d a k i nöbetçiyi ç a ğ ı r t t ı : —



Şu gördüğün ampulü vurabilir m i s i n ? D e d i .



A s k e r hiç düşünmeden: — Emret Paşam... D i y e r e k hemen silâhını çekti ve duvarda asılı bu­ lunan



aplikteki üç ampulü



t e k e r t e k e r t a m isabetle



vurdu. A t a t ü r k , konuklara dö nerek: — Gördünüz ya T ü r k askeri b ö y l e vurur... Dedikten sonra tabancasını çekerek tavandaki a v i ­ zenin ampullerini başladı t e k e r teker t a m isabet vur­ mağa. Eski köşk ahşap olduğundan tavan d e l i k deşik o l ­ du. Bu kadarla kalsa y i n e iyi. Y u k a r d a k i y a t a k oda­ sının gardrobunda ne k a d a r g ö m l e k , don, fanila varsa delik



deşik



olmuş.



k i m s e yoktu.



Bereket



yatak



odasında



o



anda



GİZLİ



DEFTERİ



89



YALNIZLIĞI BİR sonbahar gecesi... Ç a n k a y a Köşkü'nde a k ş a m sofrasındalar. H a v a biraz sıcak o l ­ duğundan A t a t ü r k sofrayı dışarı k u r m a m ı e m r e t t i . On­ l a r sofradayken, ikinci bir s o f r a y ı da bahçeye hazır­ ladım. —



Sofra h a z ı r P a ş a m . . .



D e y i n c e ö n c e A t a t ü r k a y a ğ a kalktı. Sonra birer birer bütün misafirler kalktılar. G r a m o f o n d a Z e y b e k havası çalıyordu. Meclisin en keyifli z a m a n ı y d ı . Bu bu­ lunmaz ahengi b o z m a m a k için g r a m o f o n u kucakladı­ ğ ı m g i b i onların önüne düştüm. Misafirler, kucağımda taşıdığım g r a m o f o n u n ahengine kendilerini k a p t ı r m ı ş ­ lar, o y n ı y a r a k ilerliyorlardı. B ö y l e c e bahçedeki sofraya v a r d ı k . H e r k e s y e r l e rini aldılar. Y e d i l e r , içtiler, ç a l g ı çalıp eğlendiler. Gül­ düler, oynadılar... A t a t ü r k ' ü n sofrada uzun süre içtikten sonra hora tepip dans e t t i ğ i , Z e y b e k o y n a d ı ğ ı görülürdü. En sevdi­ ği müzik p a r ç a l a r ı arasında R u m e l i türkülerinden son­ ra Z e y b e k h a v a l a r ı gelirdi. arkadaşları



ve



davetliler



de,



O'nu



neşelendirmek için



kendisinin



pek



sevdiği



Zeybek oyunlarını oynarlardı. Güzel bir ay ışığı vardı. Sabaha karşı herkese bir mahzunluk çöktü. Sesler, ç a l g ı l a r y a v a ş y a v a ş kesildi. H a v a adamakıllı serinlemişti. H e r k e s başladı üşüme­ ğe... M i s a f i r l e r ellerini öperek ayrıldılar. A f e t H a n ı m : — P a ş a m , s o ğ u k başladı, g i d e l i m . . . D e d i .



90



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



F a k a t A t a t ü r k , bu insanı iliklerine d e k ürperten serin havadan a y r ı l m a k istemiyordu.



Bunun üzerine



kızkardeşi ile Sabiha Gökçen, A f e t İnan, R u k i y e , N e bile, Z e h r a H a n ı m l a r hep beraber izin isteyerek a y r ı l ­ dılar. Bütün gecelerini uykusuz g e ç i r e n A t a t ü r k sıh­ hatine p e k düşkün değildi. Yerinden bile kıpırdamadı. O r a d a benden başka kimse kalmadı. B i r de v e r l e r d e n Celâl B e y v a r d ı . A t a t ü r k üzülüyordum.



Fakat



vazifem



ya­



üşüyecekti. Ç o k



yüzünden



orasını



bıra­



kamazdım. G r a m o f o n d a güzel valsler çalıyor,



ben hâlâ rakı



veriyordum. Bir an geldi: — R a k ı istemez...



Yeter!



A r t ı k yalnız gramofon



Dedi.



dinliyor v e düşünüyordu.



B i r a z önce burasını neşeye boğan misafirler, y i y i p iç­ mişler,



birer ikişer başlarını



alıp



çekilip g i t m i ş l e r d i .



Hepsinin evinde bir bekleyeni vardı. Çoluğu, çocuğu, eşi, anası, babası... A t a t ü r k ise sadece düşünceleriyle başbaşaydı. K o ­ ca



köşkte



yapayalnızdı.



Bu



hal



bana



çok



dokundu.



Y a l n ı z l ı ğ ı öylesine hüzün v e r i c i y d i ki... B i r g e c e kendisini odasına çıkaracak bir adamı bile o l m a d ı ğ ı n d a n acı acı yakınmış, ne k a d a r bedbaht olduğunu a n l a t m a k istemişti. Sabah olmuştu. A t a t ü r k hâlâ çenesini, yumruğuna d a y a m ı ş , olduğu y e r d e y d i . Y a v a ş y a v a ş doğrulduğunu, a ğ ı r adımlarla köşke doğru ilerlediğini g ö r d ü m . Ben de arkasından



ağır



ağır



yatak



odasına k a d a r



yürüdüm.



Sessizce odaya g i r d i . B i r anahtarın döndüğünü işittik­ ten sonra g e r i döndüm. S o f r a y ı topladıktan sonra y a t ­ m a ğ a g i t t i m . A t a t ü r k belki



yapayalnızdı ama, bütün



benliği T ü r k m i l l e t i y l e doluydu. Bütün m i l l e t i n



de



kalbinde y a t ı y o r d u . A i l e mutluluğunu, m i l l e t i n i n sev­ gisiyle



değişmişti.



GİZLİ



91



D E F T E R İ



CİĞERLERİMDEN HASTALANDIM ATATÜRK



her g e c e ç o k geç, sabaha



karşı



y a t t ı ğ ı için ben de ayni saatlerde y a t m a k z o ­ rundaydım. S a r a y d a k i öbür sofracılardan benim bu z o r m e v k i i m l e yerini hemen değişecek olanlar çoktu. F a ­ kat A t a t ü r k ' e olan sonsuz bağım, s e v g i m , saygım, bu sıkıntılı h a y a t a beni kuvvetli b a ğ l a r l a



bağlamıştı.



O'­



nun yanından a y r ı l m a m a k için izinli günlerimi bile f e ­ da e t m e k t e n çekinmez, köşkte kalır, sofrasını hazırlar, hizmetini eksik e t m e z d i m . B i r k a ç y ı l sonra bu sevginin mükâfatını (!) g ö r m e k ­ te g e c i k m e d i m . Ciğerlerimden hastaydım. D o k t o r l a r ar­ tık



çalışamıyacağımı



söylediler. Sanatoryuma y a t m a m ı



istediler. D e n i z havası a l m a m g e r e k i y o r m u ş . Bu yüzden 1936'da h a v a değişimi için E r t u ğ r u l



yatına



A t a t ü r k , hem a y l ı ğ ı m ı , hem elbiselerimi



verildim



Ankara'dan



göndertiyordu. H i ç b i r sıkıntım y o k t u . R a h a t t ı m . A n ­ kara'nın



sert



havasından



da



kurtulmuştum.



Üstelik



m e m l e k e t i m d e , aile o c a ğ ı m d a y d ı m . Y a l n ı z beni O'ndan a y r ı k a l m a m üzüyordu. H a v a değişiminden sonra y e ­ niden A n k a r a ' y a döndüm. H a s t a l ı ğ ı m geçmemişti. D o k t o r l a r g e c e çalışmamı menettiler. B a ş k a y a p a c a k çare y o k t u . K e n d i m i halsiz hissetmesem, her şeye r a ğ m e n d o k t o r l a r ı dinlemiyecek, yine çalışmağa d e v a m edecektim. Ayrılık



gelip



çatmıştı. Bu seferki büyük a y r ı l ı ğ a



benziyordu. Çaresiz boynumu büküp, ayrılmadan önce A t a t ü r k ' e v e d a e t m e k üzere yanına çıktım. G ö z l e r i m ­ deki



yaşları



zor



tutuyordum.



Boğazıma



bir



hıçkırık



92



ATATÜRK'ÜN



t a k ı l ı p kalmıştı.



Konuşamıyordum.



UŞAĞININ



A t a t ü r k halimi



görünce üzüldü. Sonra teselli e t m e k istercesine: — K o r k m a Çelebi E f e n d i . . . B i z i m Sabiha ve R u h i ­ ye de ayni şekildeydiler. D o k t o r l a r onlara da c i ğ e r l e r i ­ niz hasta dediler, hava değişimi yaptırdılar. A m a , hiç­ bir şey çıkmadı. Sende birşey y o k t u r . İstanbul'da kendi­ ni



adamakıllı



d o k t o r l a r a göster.



İcabederse



seni



is­



v i ç r e ' y e de göndeririz. — lar.



P a ş a m , doktorlar benim çalışmamı menediyor-



Benimse



işim



gece



sofraya hizmet



etmektir.



O



s o f r a y a h i z m e t edemedikten sonra neye y a r a r ki, D ü n ­ ya... D e y i n c e o hassas adam bir an durakladı. A y r ı l ı ş ı m ­ dan O'nun da üzüntülü olduğu belliydi. Ö y l e ya, o güne k a d a r on yıl geceli gündüzlü hizmetini



görmüştüm.



Dertli



beni



sına



zamanlarında,



yalnızlık



anlarında



karşı­



alıp dertleşmiş, g i t t i ğ i her y e r e beraberinde g ö ­



türmüştü. O bir Cumhurbaşkanı, ben bir h i z m e t k â r da olsak,



nihayet



omuzuma —



birbirimize



ısınmış,



alışmıştık.



Elini



vurarak:



Gene o sofraya h i z m e t edersin, b ö y l e k a l m a z . . .



— H i z m e t ederim ama, bundan sonra y a p a c a ğ ı m h i z m e t sığıntı gibi olur. —



Birkaç zaman b ö y l e olsun... Ne ç ı k a r bundan?



Söyleyecek başka b i r şey kalmamıştı.Elini öperek yanından ayrıldım, İstanbul'a geldim. T a m iki ay kalkmamacasına



y a t a k t a y a t t ı m . On yıl A t a t ü r k ' ü n h i z m e ­



tinde g e c e sabahlara d e k çalışmamın sonucu işte b ö y l e olmuştu. B i r süre sonra A t a t ü r k İstanbul'a gelmiş, ben de b i r a z iyileştiğim için t e k r a r yanına dönmüştüm. F a k a t a r t ı k sağlık durumum, geceleri çalışmama elverişli d e ­ ğ i l d i . Benim değil, A t a t ü r k ' ü n de sıhhatinin eskisi gi­ bi olmadığını üzülerek



gördüm.



GİZLİ



93



DEFTERİ



Ö Z S O Y » OPERASI N A S I L YAZILDI?



A T A T Ü R K , T ü r k - İ r a n dostluğunun g e l i ş mesine büyük önem verirdi.



Bunu, İ r a n



Şahı'nın T ü r k i y e ' y e y a p t ı ğ ı z i y a r e t sırasında daha i y i anladım.



Ş a h ı n g e l e c e ğ i kesinleştiği



sıralarda,



Türk­



lerle İranlıların soy ve kültür bakımından kardeş oldu­ ğunu, sırf bir mezhep savaşması yüzünden ayrıldıkla­ rını belirleyen bir p i y e s yazılıp, bunun opera olarak oynanmasını



istedi.



A n k a r a ' d a bütün müzisiyenler seferber edildi. İ z ­ mir'e



gitmekte



olan bestekâr A h m e t A d n a n



Saygun



trenden indirilip A n k a r a ' y a getirildi. İ ş t e « Ö z s o y » O p e ­ rası böyle m e y d a n a geldi. H e m de ne g e l i ş . . . Y i r m i günde yazılıp,



bestelenip,



oynanması



şartiyle...



9 4



A T A T Ü R K ' Ü N



U Ş A Ğ I N I N



İ R A N Ş A H I ' Y L A SOFRADA



İRAN



Şahı T ü r k i y e ' y i z i y a r e t edecek... B u



haber duyulur duyulmaz Şah şerefine he­ p i m i z e yeşil f r a k l a r yaptırdılar. düğmeli, o zamanın modası



K a d i f e yakalı, sarı



olan fraklar...



Şah A n ­



k a r a ' y a gelmeden iki a k ş a m önce A t a t ü r k , T e v f i k Rüş­ tü A r a s ' a sordu: —



Şah hazretleri içki vesaire kullanıyor mu aca­



ba? Malûmatınız var m ı ? — Zannedersem



akşamları iki



üç



kadeh



konyak



içermiş... Şah, Samsun'a



önce



Trabzon'a



geçmiş.



gelmiş,



Atatürk'ün



Y a v u z zırhlısıyla



1919'da



vatanı



kurtar­



m a k için Samsun'da a y a k bastığı iskeleye döşenen halılar üzerinde y ü r ü y e r e k trene binip A n k a r a ' y a g e l m i ş ­ ti. A t a t ü r k , Şahı istasyonda karşıladı. O sahneyi hiç fi unutamam... ucuna basarak



K a l a b a l ı ğ ı n arasından görmüştüm.



parmaklarımın



Şah trenden iner i n m e z



öpüştüler. Şahı, A n k a r a P a l a s oteline bıraktıktan son­ ra köşke döndük. A k ş a m saat beş sularında Şah haz­ retleri köşke geldi. R e s m î kabul yapıldı. M u s i k i M u a l ­ l i m M e k t e b i talebeleri daha önce köşke gelip, yerlerini almışlardı. Önce İ r a n M i l l î M a r ş ı çalındı. Bunu b i z i m İ s t i k l â l M a r ş ı izledi.



GİZLİ



DEFTERİ



95



Tören biter bitmez İbrahim'le



ben



Şah'a sunul­



m a k üzere elimizde vermut, likör, k o n y a k tepsisi oldu­ ğu halde salondan içeri girdik. İ b r a h i m tepsiyi tutu­ yordu. Tepsiden bir kadeh k o n y a k alıp,



Şah'a d o ğ r u



g ö t ü r m e ğ e hazırlanırken, misafirlerin içki içmediğini daha önce ö ğ r e n m i ş olan A t a t ü r k , bana eliyle « D u r » işareti y a p t ı . T a m y ü z g e r i e t m e ğ e " hazırlanıyordum ki, Şah bu v a z i y e t i gördü ve eliyle beni çağırdı. Y ü z ü m e bakarak elini uzattı, kadehi aldı. A r k a s ı n d a n bir k a ­ deh, bir, bir daha...



D e r k e n « Ş e r e f e » diye d i y e ka­



dehleri y u v a r l a d ı . A t a t ü r k , ömründe hiç içki i ç m e y e n Şah'ın kadeh­ leri dikişine hayretle bakıyordu. Şah, T ü r k i y e ' d e g ö r ­ düğü büyük konukseverlikten mi, y o k s a ilk içkinin r e ­ havetinden mi nedir, g a y e t memnundu. A t a t ü r k te, Şah i ç t i ğ i için memnun... Dışarda talebeler « Y u r d u m tan yerini aştı ü l k ü m ü n » marşını söylüyorlardı. Saat ona doğru y e m e k salonuna inildi.



Herkes



sofradaki y e r i n e oturdu. A t a t ü r k t a m sofranın ortasındaydı. S a ğ ı n d a Şah vardı. Serviste ilk y e m e k çorba, av eti, sebze ve şaraptı. Şah, hayatında ilk kez olarak burada şarap ta içti. Ondan sonra nutkunu y a z ı l ı o l a r a k okudu. Y e m e k çok samimî bir hava içinde



geçmişti.



Y a l n ı z sofrada hiç kadın misafir y o k t u . Daha y e m e k sona ermeden Şah'ı, rahatsız olduğunu düşünerek A n ­ k a r a P a l a s ' a uğurladık. E r t e s i sabah P r o f . A f e t İ n a n : — N a s ı l , g ü z e l oldu m u ? D i y e sordu. — Üçüncü y e m e k t e n sonra paydos oldu... D e y i n c e Afet



Hanım: — N e d e m e k bu? D i y e t e k r a r sordu. B e n de a k ş a m k i v a z i y e t i başından sonuna k a d a r



a n l a t t ı m . K a h k a h a l a r l a güldü...



ATATÜRK'ÜN



96



UŞAĞININ



İKİ A S L A N BİR POSTA SIĞMAZ



İRAN



Şahı'nın



gelişinin



ertesi günü beni



İ s t a n b u l ' a gönderdiler. G ö r e v i m S a r a y ı h a z ı r l a m a k t ı . A t a t ü r k Şah'la beraber Balıkesir, U ş a k , İ z m i r v e Çanakkale'ye g i t t i k t e n sonra İ s t a n b u l ' a geldi. M i s a f i r l e r beklene dursun, S a r a y mensuplarını bir dü­ şüncedir almıştı: A c a b a iki d e v l e t adamı d a D o l m a bahçe'de m i oturacaklar, y o k s a A t a t ü r k B e y l e r b e y i ' n e mi gidecek? İstanbul Valisi



Muhittin



Üstündağ



ile



Saraylar



Müdürü Sezai Selek başbaşa vermişler, görüşüyor, fa­ k a t bir çözüm yolu bulamıyorlardı. — Bunda düşünecek ne v a r ?



İki



aslan bir posta



s ı ğ m a z , dedim. Şah misafirdir, Dolmabahçe'de oturur, A t a t ü r k te Beylerbeyi'nde... Deyince: — A f e r i n Çelebi... D e d i l e r . B e n i m d e d i ğ i m i y a p t ı ­ lar. Şah'ın gönlünü hoş e t m e k için A t a t ü r k ' ü n y a t t ı ğ ı oda



verilmişti.



Fakat



Şah,



karyolada



yatmayı



sev­



m e d i ğ i için hizmetkârına kendi y e r y a t a ğ ı n ı g e t i r t t i . Bu yatak, hallaca attırıldı, y e r e y a y ı l d ı . Ü z e r i n e de bir cibinlik kondu. F a k a t Şah'ı bir türlü uyku tutmu­ yordu. H a l k , Şah şerefine denizde



donanma şenlikleri



y a p ı y o r , m o t o r gürültüleri ve havaî fişekler, uyuması­ na e n g e l oluyordu.



GİZLİ



DEFTERÎ



97



Şah'ın h i z m e t k â r ı M a h m u t H a n y a n ı m a g e l e r e k : — Bu sesin kesilmesi için ne y a p a l ı m Cemal H a n ? D i y e sorunca, Y a v e r C e v d e t B e y ' e telefon ederek du­ rumu



anlattım.



Hemen



gönderildi.



Bütün



elektrikler söndürüldü. F a k a t eğlencelerin ardı



donanmaya



bir m o t o r



arkası



kesileceğe benzemiyordu. Şah'ın y a t t ı ğ ı odanın önünde stop eden bir araba vapurunun içinde halk davul, zur­ na çalarak



çılgınca



eğleniyordu.



Şah çok fazla



yor­



gundu ve dinlenmeğe ihtiyacı vardı. Şah'ın h i z m e t k â r ı tekrar yanıma gelerek: —



Bunları da durduramaz m ı s ı n ı z ? D e d i ğ i z a m a n :



— Biz bu eğlenceyi A t a t ü r k ' e bile yapmadık. Şah H a z r e t l e r i için yapılıyor. Bu halkın eğlencesidir, s e v gisidir. Buna e n g e l o l a m a y ı z . . . Ve



gece



zurnasını



saat



çaldı.



yirmidörde



kadar



Çılgınca eğlendi.



halk



davulunu,



Sonunda da vapur,



demir alarak g i t t i . . . Ben,



Şah'ın



bu



sevgi



gösterisine



engel



olmak



istiyeceğini hiç sanmıyordum. N i t e k i m , ertesi gün, bu­ nun hizmetkârının bir işgüzarlığı olduğunu anladım. Ş a h ı n çamaşırlarının yıkanması için hizmetçi ka­ dına verdik. Şah, geleneklere sadık bir insandı. Örne­ ğ i n g i y d i ğ i don uzun paçalıydı. Şah şerefine en kusur­ suz



bir



sofra



hazırlamayı



üzerime



almıştım.



Saraya



T o k a t l ı y a n ' d a n y e m e k l e r g e t i r t i p , P e r a Palas'tan büfe düzenlettirmiştik. göstermedi.



Yatak



özenli sofrada Şah'a



Fakat



Şah,



odasında



bunların



hiçbirine



y e m e ğ i n i yedi. Bu



ilgi ağır,



sadece y a v e r l e r ve misafirler ağırlandı.



göstermek



için



bir



de



film



getirmişlerdi.



F a k a t bunu bile g ö r m e k istemedi. İstanbul'da k a l d ı ğ ı günler,



akşamları



değiştirmedi.



saat



dokuzda



y a t m a k alışkanlığını



98



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



B A N A CEMAL H A N DEYİNİZ



İRAN



Şahı'nın



maiyetini İstanbul'da g e z -



d i r m e k g ö r e v i bana verilmişti, ö n c e İ r a n parası R i y a l ' ı , T ü r k parasıyla değiştirdim.



Sonra m i -



safirleri alıp d o l a ş t ı r m a ğ a başladım. Misafirler, İ s t a n ­ bul'daki İranlıları g ö r m e k istediler. Onları a l d ı ğ ı m g i b i çaycıların



yanına



g ö t ü r d ü m . Çaycılar,



çok



yakınlık



gösterdiler. T a z e çay d e m l e y i p üst üste k o n u k l a r a sundular.



Yanlarından



İranlı



konuklar:



— Bizim



çok



buradaki



samimî



bir



şekilde



halk çok fakir,



ayrıldık,



b a k s a n a çay­



cılık y a p ı y o r . . . D e y i n c e bu defa da onları bu b e ğ e n m e d i k l e r i fa­ k i r çaycıların yanından alıp, zengin halıcıların yanına g ö t ü r d ü m . Bunlar d a özbeöz İ r a n l ı y d ı . F a k a t m e m l e ­ ketlerinden kalkıp, b u r a y a kadar g e l m i ş o l a n y u r t t a ş l a r ı n ı n yüzlerine dönüp bakmadılar b i l e . . . K o n u k İ r a n l ı l a r ı Tünel'e götürdüm. Ç o k kısa buldular. Müzeleri g e z d i k t e n sonra otomobille E m i r g â n ' a g i t t i k . Ç a y i k r a m e t t i m semaverle. O r a d a n a r g i l e içen leri g ö r d ü l e r : — Bu nedir? D i y e sordular. Onlara bunun bir çeşit sigara olduğunu memlekette



t i r y a k i l e r i n i n çok bulunduğunu



ve bizim söyledim.



GİZLİ



DEFTERİ



99



— B i z bunları i ç m e y i z . . . Şampanya,



finkonyak



içiyoruz. Dediler. B e n d e : — B i z nargile içiyoruz. T ö m b e k i s i de İsfahan'dan g e l i y o r . D e y i n c e saşırdılar. Şah'ın gelişinin ikinci y i n d e sofracılara kızmış.



günü



Atatürk, Beylerbe­



«Çelebiyi



getirtin.»



demiş.



E m r i alır a l m a z T e v f i k Rüştü A r a s ' l a beraber m o t o r a binip, B e y l e r b e y i



Sarayı'na



gittik.



Sarayda



Sabiha



Gökçen: — Şah ne y a p ı y o r ? D i y e sordu. Ben de Şah'ın rahatının çok yerinde olduğunu söy­ ledikten



sonra:



— Y a l n ı z a r t ı k beni « E f e n d i » diye



çağırmayın.



B e n « H a n » oldum. Bütün İ r a n l ı l a r beni « H a n » d i y e çağırıyor. Siz de ö y l e yapın. D e d i m . Bunu hemen A t a t ü r k ' e yetiştirmişler. Beni çağırt­ tı: — Çelebi,



duyduğuma



göre



Han



olmuşsun.



Şah



hazretleri yine k o n y a k içiyor m u ? — Bir şişe şampanya fin k o n y a k v e r i y o r u m . A c a ­ ba hepsini mi, yoksa yarısını mı içiyor, bilmiyorum. Ş a h , ilk içkiyi bizde içti ama, maiyetindekilerden. hiçbiri perhizi bozmadılar. N e k a d a r uğraştımsa. a ğ ı z ­ larına bir k a t r e i ç k i d e ğ d i r t e m e d i m . Y a l n ı z N u r i Con­ ker bir ara A t a t ü r k ' e , ağzından şu sözleri k a ç ı r d ı : — Efendim, h i z m e t k â r l a r dolu şişeleri hâtıra ola­ rak



saklıyorlar... Atatürk



bu



sözlere



kahkahalarla



gülmüştü.



100



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



ŞAH'IN İSVİÇRE'YLE K O N U Ş M A S I



DOLMABAHÇE Sarayı'nda yine bir akşam y e m e ğ i sırasındaydı. A t a t ü r k misafirlerini neşelendirmek için uğraşıyor, fakat Şah bütün misafir­ lerin i ç t i ğ i sofrada içki i ç m e m e k t e direniyor, m a z u r görülmesini istiyordu. Şah'ın dalgınlığı ve düşünceli hali A t a t ü r k ' ü n gözünden k a ç m a m ı ş olacak ki bir şeye üzülüp üzülmediğini sordu. Şah ta hiçbir üzüntüsü o l m a d ı ğ ı n ı , hayatının en güzel dakikalarını yaşadığını, y a l n ı z İsviçre'de öğrenimini y a p m a k t a olan ve çok­ tandır görüşemediği oğlu aklına g e l d i ğ i için bir ara daldığını söyledi. Bunun üzerine A t a t ü r k yaverine işaret etti. B i r ­ k a ç dakika sonra İ s v i ç r e ile telefon hattı b a ğ l a n m ı ş ve Şah, A t a t ü r k ' ü n bu inceliğine hayran kalmıştı. Oğlu R ı z a P e h l e v i ile y a p t ı ğ ı görüşme sırasında telefon santralındaki kızlar, Şah'ın sesini duyabilmek için ara­ ya girdiklerinden, bir türlü konuşma yapılamıyordu. Sonunda Y a v e r C e v d e t B e y e m i r verdi de, santraldaki k ı z l a r aradan çıktılar. Şah tâ o ğ l u y l a konuşabildi. T e l e f o n konuşması sırasında yanında



bulunuyor-



dum. Oğluna okulunu, derslerini, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu. Seyahatinin iyi g e ç t i ğ i n i söyledi. O ğ ­ luyla



görüşen



Şah'ın



m a s a y a döndüğü



zaman



üze-



GİZLİ DEFTERİ rindeki



dalgın



101



halin



kaybolduğunu



ve



neşelendiğini



gördük. Önce i ç m e k istemediği kadeh elindeydi ve şe­ refe



kalkıyordu. Ertesi akşam



Beylerbeyi



Sarayı'nda çok a ğ ı r bir



y e m e k verildi. Güzel sesli hafızlar, Şah'a



unutulmaz



bir gece yaşattılar. Ö y l e sanıyorum ki, Şah, T ü r k i y e ' d e k a l d ı ğ ı süre içinde en çok B e y l e r b e y i Sarayı'ndaki e ğ ­ lenceden memnun kalmıştır. Yurdumuzdan Yakacık'a



ayrılmadan önce



k a d a r otomobille



Şah'a, P e n d i k



bir g e z i n t i



ve



yaptırıldı.



Şah, M a r m a r a ' y a bakan sayfiye semtlerine hayran kal­ mıştı. A t a t ü r k ' e buraların çok g ü z e l olduğunu ve a y ­ r ı l m a k istemediğini söyledi. A t a t ü r k : — U f a k ufak k ö y l e r . . . D i y e c e v a p verince Şah: — Bunun neresi köy, hepsi birer büyük şehir ha­ l i n e gelmiş, dedi.



102



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



A F G A N K R A L I N I N GELİŞİ



A T A T Ü R K siyasî dostluklara büyük önem verirdi. Bu yüzden yurdumuza g e l e n y a ­ bancı devlet büyüklerinin ağırlanması için hiçbir şey­ den kaçınılmamasını isterdi. 1928 yılında eski A f g a n i s ­ tan K r a l ı A m a n u l l a h H a n ' ı n gelişinden önce de günler­ ce A f g a n tarih ve c o ğ r a f y a s ı n ı



incelemiş, o z a m a n k i



U m u m i K â t i p H i k m e t Bayur'u da bu konuda bir etüt hazırlamakla



g ö r e v l e n d i r m i ş t i . Öteden beri âdetiydi.



Y a b a n c ı bir devlet adamı mı g e l e c e k ? H e m e n o ülke­ nin tarihi, coğrafyası, sosyal hayatı hakkında bilgi top­ lar, onların bile b i l m i y e c e ğ i şeyleri öğrenir, misafirle­ rini



şaşkına çevirir, h a y r a n bırakırdı. A m a n u l l a h H a n , A n k a r a ' y a gelişinde eşi g ö r ü l m e ­



miş bir g ö s t e r i y l e karşılanmıştı. Ç o k şaşaalı bir de t ö ­ ren yapılmıştı. H e r t a r a f donanmış, y e r yerinden oynu­ yor.



P e k a z devlet



adamına yapılan b u



içten g e l e n



s e v g i gösterisi karşısında A m a n u l l a h H a n ç o k duygu­ lanmıştı. A r a d a n altı a y g e ç m i ş , A m a n u l l a h H a n K r a l l ı k t a n düşmüş,



eşi



S ü r e y y a ' y ı da



yanına



alarak t e k r a r yur­



dumuza gelmişti. F a k a t değerbilir A t a t ü r k , K r a l ı y i n e ayni yerde, G a z i İstasyonu'nda karşılamış, otomobili­ n e bindirerek A n k a r a P a l a s Oteline m i s a f i r etmişti.



GİZLİ



DEFTERİ



103



O g e c e A m a n u l l a h H a n şerefine köşkte y i r m i d ö r t kişilik bir y e m e k verildi. K ö ş k , eski Ç a n k a y a K ö ş k ü y ­ dü. Görüşmeler uzadıkça uzadı. H o ş beşten sonra ni­ h a y e t A t a t ü r k , K r a l ' a sordu: — N a s ı l oldu sizin bu işiniz?



Sizi düşürdüler ve



m e m l e k e t i n i z i t e r k e t m e k zorunda kaldınız... A m a n u l l a h H a n ' ı n üzüntü içinde anlattığına g ö r e , kendisi T ü r k i y e ' d e y k e n P e ç e Saki adındaki a m c a z a d e ­ si, bir t a k ı m dedikodular çıkarmış. A f g a n K r a l ı m e m ­ leketine döndüğü zaman bir de b a k ı y o r ki, a m c a z a d e ­ si i k t i d a r ı ele g e ç i r m i ş . Onun çevresi K r a l ' ı tehditle Afganistan'dan ç ı k m a ğ a zorluyor. Zaten çok nazik olan K r a l , savaşmadan kaçınarak bir uçakla memleketinden ayrılıp İ t a l y a ' y a g i d i y o r .



104



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



AĞLAYAN KRALDAN N A S I L KAÇTIK?



A F G A N Kralı,



hem ağlıyor,



türk'e b a k a r a k



hem d e A t a -



üzüntüsünü a ç ı ğ a vuru­



yordu. V a z i y e t çok nazikti. Bu yaslı h a v a y ı d a ğ ı t m a k g e r e k t i . Çok z e k i ve kurnaz olan A t a t ü r k , bu maklı



durumu



önlemek



için



olmalı,



hemen



ağla­



bir



gezi



o r t a y a attı. K r a l ı n bu k a d a r g ö z ü yaşlı olduğunu bil­ seydi, hiç sorar m ı y d ı ? . . —



Y a r ı n biz y u r t t a bir inceleme seyahatine çıkı­



yoruz. Dedi. A m a n u l l a h H a n , g e z i y e k a t ı l m a k ricasında bulun­ du. F a k a t A t a t ü r k : — Memnuniyetle...



F a k a t bizim İç A n a d o l u ' d a



y o l l a r ı m ı z çok bozuktur. Zatıâliniz rahatsız olursunuz. Dedi. Fakat razı



Kral



olduğunu



ğini



israr



ediyor,



her



şeye



katlanmağa



söylüyordu. A t a t ü r k ' ü r a z ı e d e m i y e c e -



anladıktan



sonra:



— H e r türlü sıkıntıya d a y a n ı r ı m . . . D e y i n c e , A t a türk: — B i z i m m e m l e k e t t e her y e r e tren yoktur. Birçok yerlerimize ya da



otomobil



katırlarla



bile



seyahat



işlemez. etmek



D a ğ l a r a ya eşek,



mecburiyeti



vardır



H a y v a n üstünde hasta olursunuz. D e d i . A r t ı k K r a l d a israr edecek hal k a l m a m ı ş t ı .



Sofra



GİZLİ



DEFTERİ



105



g e ç v a k t e k a d a r sürdü. Saat üçe d o ğ r u K r a l ve misa­ firler a y r ı l m a k üzere kalktılar. K r a l , A t a t ü r k ' l e öpü­ şerek



vedalaştı.



Ertesi günü g e r ç e k t e n böyle bir g e z i oldu. F a k a t bizim o güne k a d a r haberimiz y o k t u . H e r zaman seya­ hat olacağı belli olmazdı. A m a böyle g e c e yarısı se­ yahat



kararını



Ertesi



hatırlamıyorum.



sabah



herkes



eşyasını



alıp



istasyona



git­



mişti. K ö ş k t e bir ben, bir A f e t H a n ı m d a n başkası kal­ mamıştı. A t a t ü r k ' e y e m e ğ i n i v e r i r k e n şöyle bir soruy­ la



karşılaştım: — Çelebi E f e n d i . . . Dün akşam sofrada K r a l a k a r ­



şı a y k ı r ı bir hal oldu m u ? ya?



Y a n l ı ş bir şey y a p m a d ı k



Dedi. Bu soruyu bana niye sorduğunu bir türlü anlıya-



madım. Karşılık olarak: — Ç o k güzeldi P a ş a m . . . D e d i m . Sonra nereden aklıma geldi bilmem, durduk y e r d e bir soru da ben O'na sordum: — P a ş a m , K r a l ' ı n ağlaması



benim çok gücüme



g i t t i ve çok üzüldüm. Büyük adamların düşmesi çok z o r oluyor, d e ğ i l m i ? K ı s a bir duraklamadan sonra A t a t ü r k , bu sözlere şöyle karşılık v e r d i : — Krallar öyle olur... Bu cümlenin anlamını çok sonra, düşüne düşüne anladım. Bugün daha iyi anlıyorum y a . . . F a k a t o z a ­ man



bu



gereksiz



soruyu



neden



sorduğuma



sonradan



pişman oldum ve üzüldüm. B e n i m neme g e r e k t i . . . Bu konuşmadan sonra köşkten en son biz çıktık. T r e n e binip K o n y a ' n ı n yolunu tuttuk. A f g a n K r a l ı A manullah H a n da ayni g ü n İstanbul'a h a r e k e t etti. O r a ­ da birkaç g ü n kaldı.



106



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



V E N İ Z E L O S ' U N GELİŞİ



YUNANİSTAN tanbul'a



Başbakanı Venizelos'un İ s -



gelişi



oldukça



enteresan



oldu.



D a h a birkaç y ı l önce T ü r k i y e ' y i almak, A n k a r a ' y ı ken­ di ülkesine k a t m a k isteyen bu adama, T a n r ı , A n k a r a ' y a g e l m e y i nasip etmişti. F a k a t yenildikten sonra, asker­ leri denize döküldükten sonra, misafir olarak, acı du­ yarak. .. Venizelos'un g e l d i ğ i g ü n A t a t ü r k



kendisini eski



köşkte kabul etti. Bu z i y a r e t dolayısiyle arkadaşlarıyle herhangi bir fikir yürüttüğünü h a t ı r l a m ı y o r u m . Y a l ­ nız sabah g i y i n i r k e n



berber M e h m e t ' e



takıldı:



— M e h m e t , bugün Venizelos'un a y a ğ ı n a g i d e c e ğ i z . K e n d i s i y l e görüşeceğiz. Buna ne dersin? A t a t ü r k , berberiyle sık sık şakalaşırdı. M e h m e t bir an düşündükten sonra: — P a ş a m , ben sizin yerinizde olsam ne gider, ne de



görüşürüm.



Çünkü



o



millet



bizim



Selânik'imizi



(berber S e l â n i k ' l i y d i ) , toprağımızı, y e r i m i z i aldı. Bu y e t m i y o r m u ş gibi bir d e A n k a r a ' m ı z ı a l m a ğ a k a l k t ı . Bütün



bunlardan



sonra



siz



onlarla dost g i b i



konuşa­



caksınız. Ben olsam y a p a m a m . Atatürk,



berberinin



safça



sözlerini



dinlerken



hiç



k ı z m a d ı . H a t t â onun samimiyetinden m e m n u n bile kaldı.



107



GİZLİ DEFTERİ



— Bu m e m l e k e t iyidir.



Bu yüzden dost



olmağa,



dost g ö r ü n m e ğ e mecburuz. H e m bunu yapmazsak, ta­ rih bizi a f f e t m e z . Atatürk, lerini



işte



o gün



iki saat



ilk T ü r k - Y u n a n dostluğunun t e m e l ­



atmıştı. Venizelos'la



kadar



devam



etti.



Ertesi



köşkteki g ö r ü ş m e gün



Gazi



Orman



Çiftliği'nde misafir şerefine otuz kişilik bir y e m e k v e ­ rildi. Y e m e k çok samimî bir h a v a içinde geçti. Y u n a n Başbakanı, A t i n a ' d a n gelirken bir sandık şarap h e d i y e getirmişti. bir kafes



Atatürk içinde



kedisi hediye Yunanistan süre



sonra



te



misafir



b e y a z renkli



Ankara'dan çok g ü z e l



ayrılırken bir A n k a r a



etti. Başbakanı



devrin



Venizelos'un



Başbakanı



g i d e r e k g e r i çevirmiştir.



İsmet



ziyaretini,



İnönü,



bir



Atina'ya



108



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



Y U G O S L A V K R A L I N I N GELİŞİ



l933



yılında



Yugoslav



Kralı



Aleksandr



bir



torpidoyla İ s t a n b u l ' a gelmişti. K r a l g e l ­ d i ğ i gün Dolmabahçe Sarayı'nda A t a t ü r k ' ü z i y a r e t et­ ti.



Atatürk,



S a r a y ı n ünlü salonlarından biri olan S o ­



m a k i salonunda K r a l ı kabul etti. Görüşmede o zaman Dışişleri



Bakanı



olan T e v f i k Rüştü A r a s ' l a



Umumî



K â t i p Hasan R ı z a S o y a k t a bulunuyordu. Krala



önce



bir



alaturka



kahve



sundum.



Biraz



sonra da limonata ve bisküvi g e t i r d i m . K r a l çok m e m ­ nun



kalmıştı.



Teşekkür



ederek



ayrıldı,



torpidosuna



Atatürk,



Sakarya



motoruyla



döndü. Yarım



saat



sonra



torpidoya g i d e r e k K r a l ı n ziyaretine karşılıkta bulundu. B i z de



torpidoya



beraber gitmiştik. Onlar y a r ı m saat



k a d a r k a m a r a d a görüşürlerken, biz de dışarda bekli­ y o r d u k . İçerde A t a t ü r k ' e şampanya i k r a m ettiler. B i z ­ l e r e de dışarda birer kadeh şampanya, bisküvi, likörlü çikolata v e h a v y a r l ı kanapeler verdiler. A t a t ü r k görüş­ meden memnun o l a r a k çıktı. T e k r a r m o t o r a



binerek



Saraya döndük. O g e c e Sarayda k ı r k kişilik kadar bir z i y a f e t verildi. K r a l ı n ziyaretine büyük ö n e m verildi­ ğinden midir nedir, T o k a t l ı y a n Oteli'nden garsonlar ve y e m e k l e r gelmişti. Yenildi, içildi. Bilinen nutuklar ç e ­ kildi. H a t ı r l a r ı m çok hoş bir g e c e y d i . H e r k e s i n yüzün-



GİZLİ DEFTERİ



109



den neşe akıyordu. Saat i k i y e d o ğ r u K r a l bir m o t o r a binerek Saraydan ayrıldı. M i s a f i r g i t t i k t e n sonra arkadaşları A t a t ü r k ' e : — K r a l ' ı nasıl buldunuz?



D i y e sordular.



— Ç o k nazik, çok zeki bir adam. M e m l e k e t i için çalışmış, çalışıyor. Makûl görüşlü... Kendisini çok b e ­ ğendim. D i y e hoşnutluğunu gösterdi. Yugoslav



Kralı



bir süre



sonra



Fransa'ya g i t t i ğ i



sırada M a r s i l y a limanında suikastçılar tarafından öldü­ rülmüştür.



ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ



110



KONYA'DA BİR OLAY



K O N Y A ' d a ilk akşamımız... R e c e p Zühtü, mebuslar



telâşla g e l d i l e r :



— A m a n P a ş a m , ç o k fena... Dediler. —



F e n a olan n e y m i ş ?



Onlar yine ayni h e y e c a n l a : —



Gidiş çok fena, çok berbat P a ş a m . . .







F e n a olan n e d i r ?



— Burada K o m ü n i z m almış, yürümüş. Bütün lise talebeleri



ve



başlarındaki



öğretmenleri



baştan



başa



komünist olmuş. E ğ i t i m de o yolda. Bu hal ne o l a c a k ? Atatürk —



gülerek:



Canım, P a d i ş a h l ı ğ ı i s t e m i y o r l a r y a . . . İşin ö t e ­



ki tarafı düzelir. Bunun korkulacak nesi v a r ? D i y e on­ ları



yatıştırmağa



çalıştı.



K o n y a ' d a bir iki g ü n kalıp incelemelerde bulun­ duktan



sonra A d a n a ' y a ,



oradan G a z i a n t e p ' e uğradık.



D a h a sonra da Y a l o v a ' y a g e l d i k . Bu arada, bir süre T ü r k i y e ' d e n a y r ı l a n A m a n u l l a h H a n , t e k r a r İstanbul'a g e l m i ş v e A t a t ü r k ' ü z i y a r e t e t ­ m e k istemişti. O gün Dolmabahçe Sarayı'nda y a p ı l a c a k buluşmada hazır bulunmak için t o r p i d o y l a Yalova'dan, h a r e k e t edip



İstanbul'a



geldik. Bu



g ö r ü ş m e i k i saat



GİZLİ



DEFTERİ



111



kadar sürdü. M i s a f i r A m a n u l l a h H a n , kalması için a y ­ rılan y e r e g i t t i . B i z d e t e k r a r Y a l o v a ' y a döndük. B u Y a l o v a ' d a n İstanbul'a gidiş g e l i ş sırasında ilginç bir olay da oldu. İstanbul'a gelirken, k ı r k m i l sürat y a p ı ­ yorduk. B u süratin y a p t ı ğ ı d a l g a l a r l a A d a k ı y ı l a r ı n d a bulunan bazı sandallar



parçalanmışlardı. Bunu A t a ­



türk'e duyurdular: — B i z randevuya y e t i ş m e k için süratli geldik. On­ ların ne kabahati v a r . D e r h a l a r a t ı p buldurun. T a z m i ­ nat v e r m e k suretiyle zararlarını karşılayın. B i z i m yü­ zümüzden z a r a r a uğramasınlar... E m r i n i verdi.



112



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



M U H S İ N E R T U Ğ R U L ' L A SOFRADA



BİR gün R e ş i t Galip yanına Muhsin E r tuğrul'u alarak Ç a n k a y a ' y a gelmişti. Sof­ rada



henüz herhangi



bir konuda konuşma açılmadan



A t a t ü r k , Muhsin E r t u ğ r u l ' a dönerek: — Faruk Nafiz



Çamlıbel'in y a z d ı ğ ı



« A k ı n » piye­



sini nasıl buldunuz? D i y e sordu. O sıralarda devrimi y a y a c a k ve y e r l e ş t i r e c e k ulu­ sal eserlere şiddetle ihtiyaç vardı. D e v r i m c i yazarlar, edebiyatçılar kollarını sıvamışlar, gece gündüz uğraşı­ yor, modern T ü r k i y e ' n i n devrimlerini



destanlaştırma-



ğ a çalışıyorlardı. İşte F a r u k N a f i z ' i n T ü r k tarihini ko­ nuşturan « A k ı n » piyesi d e « K a h r a m a n »



piyesi gibi



A t a t ü r k ' ü n e m r i y l e yazılmış, A n k a r a T ü r k o c a ğ ı bina­ sında, İbrahim N e c m i Dilmen, Halil V e d a t F ı r a t l ı v e M ü n i r H a y r i E g e l i ' n i n g ö z e t i m i n d e İ s m e t p a ş a K ı z Ens­ titüsü v e G a z i E ğ i t i m Enstitüsü öğrencilerine o y n a t t ı rılmıştı. Sahne eserleriyle ilgilenen A t a t ü r k , ulusların kendi tarihlerine önemli y e r l e r a y ı r m a l a r ı g e r e k t i ğ i n i söyler ve çok köklü bir g e ç m i ş e sahip olan T ü r k tari­ hinin



destanlaştırılmasını



isterdi. Behçet K e m a l Ç a ğ -



l a r ' ı n « Ç o b a n » piyesi de, bu amaçla yazılmıştır. İşte M i l l î Temsil A k a d e m i s i Kanunu'nun ç ı k a r ı l ı ş ı n ı v e D e v ­ l e t Tiyatrosu'nun kuruluşu bu görüşün ürünüdür,



GİZLİ



DEFTERİ



113



A t a t ü r k , A k ı n piyesinin A n k a r a ' d a k i temsilini g ö r ­ müş, ve pek beğenmişti. Muhsin E r t u ğ r u l ise henüz g ö r memişti. Kendisine senaryosu Ertuğrul'dan —



şunu



verildi. A t a t ü r k Muhsin



istedi:



B i z bu piyesi sizin sahneye k o y m a n ı z ı ve sizin



sahnenizde oynanmasını istiyoruz. — E s e r i henüz t e t k i k e t m e d i m , ama, baş sayfa­ larına şöyle bir g ö z g e z d i r d i m . — Ö y l e y s e hemen bu eserde y a z ı l ı olan mısralardan en güç konuşulanı, bize sahnedeymiş g i b i l ü t f e ­ diniz... Muhsin E r t u ğ r u l ' u n



üzerinde bir sıkılganlık mı



vardı, n e y d i : — Paşam, mazsa,



biz de



nasıl



balıklar



sudan



çıkınca



sahneden başka y e r d e



ne



yaşıya-



konuşabilir,



ne y a ş ı y a b i l i r i z . . . D i y e karşılık v e r d i . Bu söze R e ş i t G a l i p de k a t ı l ı ­ yor, sözlerini



o n a y l a r gibi başını sallıyordu. Muhsin



Ertuğrul, R e ş i t Galip'ten de k u v v e t alınca: —



Bendeniz hiç bir sosyetede konuşmuş insan de­



ğ i l i m . Bütün konuşmalarım sahnededir. E v i m d e n t i y a t ­ roya, t i y a t r o d a n e v i m e g i d i y o r u m . Y e m e k boyunca sahnede en g ü ç söylenen en z o r kelime



üzerinde



duruldu.



Saat



gece



yarısını



çoktan



geçmişti. H e r k e s i n gözünden uyku akıyordu. Sonunda Muhsin Ertuğrul, sahnede en z o r söylenen g ı r t l a k t a n konuşmak olduğunu



cümlenin



söyledi ve buna örnek



olarak ta piyeste geçen « A l ç a k l a r » kelimesini göster­ di. Bu kelime, b o ğ u k bir sesle söylenmişti. A t a t ü r k : —



Oturunuz!...



Dedi.



Muhsin E r t u ğ r u l oturdu. A r t ı k muştu. Giderlerken A t a t ü r k , Muhsin nerek:



sofra paydos



ol-



E r t u ğ r u l ' a dö-



114



ATATÜRK'ÜN —



UŞAĞININ



Sen bu eserde m u v a f f a k olamıyacaksın... D e d i .



Muhsin E r t u ğ r u l g ü l ü m s e y e r e k : —



M u v a f f a k o l m a ğ a çalışırım P a ş a m . . . D i y e el­



lerini öptü ve ayrıldılar. M i s a f i r l e r g i t t i k t e n sonra A t a t ü r k , salondan y a t a k odasına çıkarken İ b r a h i m ' l e bana döndü. A n l a ş ı l a n ko­ nuşulan konunun halâ etkisi altındaydı: —



Bu eseri size v e r s e m daha i y i yaparsınız. Bu



adam, bu işi y a p a m a z . . . D e d i . — P a ş a m , bu a d a m bu işi yapar, d i y e c e v a p v e r ­ d i m . H e m bu m i l l e t Muhsin Ertuğrul'u sever... D e y i n c e bana k ı z a r a k sertçe: —



M a s k a r a l ı ğ ı n ı sever... D e d i ve daha f a z l a bir



şey konuşmadan y a t m a ğ a çıktı. A t a t ü r k y a t m a ğ a ç ı k t ı k t a n sonra arkadaşım İ b r a ­ h i m bana dönerek: —



Cemal, işin mi y o k , ister m u v a f f a k olsun, ister



olamasın,



sana n e . . .



D i y e s ö y l e n m e ğ e başladı. A m a



ben o düşüncede d e ğ i l d i m ve ç o k g e ç m e d e n h a k l ı oldu­ ğ u m u anladım.



GİZLİ



DEFTERÎ



115



G Ö Z Ü N D E N YAŞ G E T İ R E N P İ Y E S



M U H S İ N E r t u ğ r u l olayının üzerinden ü ç a y geçmişti...



Bir



kış



dan İstanbul'a gelmiştik. Şehir



mevsimi



Ankara'­



Tiyatrosu'nda F a r u k



N a f i z Çamlıbel'in « A k ı n » piyesi temsil ediliyordu. T i ­ yatronun



şeref



locasında



Atatürk'ün



arkasında



idim.



İ s t e m i rolünde Muhsin E r t u ğ r u l oynuyordu. « K ı t l ı k v a r şehirde, Bütün halk



isyan



başgöstermek



üzere.



K u r u l t a y kuralım, K r a l ı n huzurunda» d i y e



konuşuyordu. O r a d a K r a l ı n çok g ü z e l bir seslenişi v a r d ı : « T a n r ı su vermezse, H a k a n ne yapsın b u n a ? » Deyince



Atatürk'ün gözlerinin



yaşardığını g ö r ­



düm. G e r ç e k t e n ç o k güzel bir temsildi.



Heyecandan



ürperdiğimi hatırlarım. A t a t ü r k , temsilin başından so­ nuna k a d a r serapa his, büyük b i r haz ve ulusal gu­ ruru a y a ğ a k a l k m ı ş bir halde oyunu seyretti. Temsilden sonra A t a t ü r k , Muhsin E r t u ğ r u l ve üç arkadaşını l o c a y a çağırtıp kutladı. Muhsin Ertuğrul'un yüzünü bir mutluluk halesinin çevirdiğini



farkettim.



Ç o k heyecanlıydı. A t a t ü r k ' ü n « M u v a f f a k o l a m ı y a c a k s ı n » dediği bir p i y e s t e n yüzünün a k ı y l a çıkmıştı. N a s ı l sevinmesin ? Atatürk,



E r t u ğ r u l ve



arkadaşlarını



kutlarken



bir



an arkasına dönüp benim yüzüme baktı. Bu bakışlarda haklı ç ı k t ı ğ ı m ı d o ğ r u l a y a n bir d a v r a n ı ş sezer g i b i ol­ dum.



116



ATATÜRK'ÜN



ARTİSTLER



1928 Y I L I N D A



Ankara'da



Türk



açılıyordu. H a m d u l l a h



UŞAĞININ



ARASINDA



Ocağı



Suphi



binası



Tanrıöver,



T ü r k Ocakları dâvası uğruna herşeyini v e r m i ş t i . D â v a ­ nın gerçekleştiğini g ö r m e k l e en büyük mutluluğu tadı­ yordu. T ü r k O c a ğ ı sahnesinde oynanacak ilk piyes için İstanbul'dan Darülbedayi



(Şehir



T i y a t r o s u ) getirtil­



mişti. A y n a r o z K a d ı s ı ' n ı temsil ettiler. B ü y ü k bir al­ kış topladılar.



A t a t ü r k , piyes bittikten sonra



Darül­



bedayi artistlerini M a r m a r a Köşkü'ne d a v e t etti. A r ­ tistler



kadınlı,



erkekli



büyük



bir



kalabalık



halinde



geldiler. O akşamki toplantıda A t a t ü r k kadehini artist­ l e r e doğru k a l d ı r a r a k : — H e p i n i z günün vekil, başvekil hattâ



birinde birer mebus, reisicumhur



müsteşar,



olabilirsiniz. F a k a t



ben bir artist o l a m a m . Çünkü bu A l l a h vergisidir. Ne tesadüfle, olunamaz.



ne



de



Bu,



yıllarca Allah'ın



dirsek ender



çürütülerek kullarına



sanatkâr



verdiği



bir



nimettir. İ ş t e a r a m ı z d a k i f a r k bundan ibarettir... D e ­ di. Türk medie



Ocağı'nda



Française



Bunların



arasında



ikinci



artistleri o



devrin



temsili



vermek



Türk'ye'ye en



büyük



için



Co-



gelmişlerdi. sanatçısı



olan



M a r i e Belle de bulunuyordu. A t a t ü r k , misafirlerin g ö s -



GİZLİ



DEFTERİ



117



terilerini seyretti. P i y e s b i t t i k t e n sonra t a m k a p ı d a n ç ı k a c a ğ ı z a m a n artistlerin hepsi m a k y a j l ı



halleriyle



kapıya hücum edip, A t a t ü r k ' ü g ö r m e k istediler. A t a ­ türk,



bunlara



kapıda



y a k ı n l ı k gösterdi.



Ellerini



sık­



tı, hatırlarını sordu, kutladı. F a k a t bir z i y a f e t e ç a ğ ı r ­ madı. T ü r k sanatçılarını temsilden sonra y e m e ğ e d a v e t e t t i ğ i halde, yabancı sanatçıları ç a ğ ı r m a y ı ş ı uzun z a ­ man bende bir soru olarak kaldı. Düşüne düşüne an­ c a k şu kanaata v a r a b i l d i m :



A t a t ü r k , T ü r k sanatçısı­



nın çağdaşlarından kat kat üstün olduğuna inanan b i r insandı.



Türk'ün her işte



olduğu



gibi



sanat alanında



daima en önde gitmesini isterdi. Bu a y ı r ı m da, işte bu düşünceden ileri g e l m i ş olabilir.



118



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



KURBAĞALI ZİL



Y İ N E



İstanbul'dayız.



yı'nda



büyük



Dolmabahçe



hazırlıklar g ö z e



Sara-



çarpıyor.



F r a n s ı z Meclis Başkanı M . . H e r r i o t , yurdumuzu z i y a r e t e t m e k t e d i r . M i s a f i r g e l m e d e n önce A t a t ü r k bana dö­ nerek: —



Çelebi, dikkatli bulun...



Fransız Meclis Reisi



g e l e c e k . . . D i y e tembihte bulundu. O y s a şimdiye



k a d a r böyle bir şey s ö y l e m e m i ş t i .



D e m e k gelenler çok önemli kişilerdi. H i z m e t i m i z d e gelenlere göre değişmeliydi. —



T a b i î . . . E m r e d e r s i n i z . . . D i y e cevaplandırdım.



A k ş a m saat onaltıya doğru M . H e r r i o t , Saraydan içeri giriyordu. B e n de ç o k şık bir m ö s y ö g e l e c e k d i y e k e n d i m e oldukça çeki düzen vermiş, s m o k i n g i m i ayna­ nın karşısında



birkaç



k e r e düzeltmiştim. H e y e c a n d a n



elim, a y a ğ ı m tutmaz bir halde beklerken, babayani ta­ v ı r l ı bir adam ç ı k a g e l m e s i n m i ? M . H e r r i o t , s a n d ı ğ ı m g i b i çok önemli bir



d e v l e t adamıydı. Ç o k sayılıp, d e ­



ğ e r veriliyordu. Misafirlere k a h v e emredildi. K a h v e l e r i



getirdik,



içildi. K o n u ş m a l a r çok samimî bir h a v a içinde geçi­ yordu. A t a t ü r k ' ü n önünde kurbağa şeklinde bir z i l v a r ­ dı. Bu zili çalarak beni



çağırdı. B ü y ü k çapta bir m i ­



safir g e l d i ğ i z a m a n beni ç a ğ ı r m a k için ç o k z a m a n bu z i l i kullanırdı.



GİZLİ



DEFTERİ



119



H e m e n koştum. Kendisinin y a z d ı ğ ı Büyük N u t u k ve



dokümanları



istedi.



Bunları



Fransız



Devlet



Baş­



kanına hediye edecekti. O z a m a n Hususî K a l e m M ü ­ dürü o l a n H a s a n R ı z a S o y a k ' a gidip, A t a t ü r k ' ü n N u t ­ kunu istediğini söyledim. Derhal N u t u k bulundu, f a k a t dokümanları



yoktu.



Atatürk'e



durumu



anlattım.



— Z a r a r ı yok, N u t u k v a r ya k â f i . . . Dedi. D e r k e n bir zil daha çalındı. Bu seferki kurbağalı zilin sesi değildi. M. H e r r i o t benden Fransızca bir şe­ kerli kahve daha i s t i y o r : — Sansürlü kahve... D i y o r d u . A n l a ş ı l a n T ü r k kahvesinin tadı hoşuna g i t m i ş ola­ caktı. — E m r e d e r s i n i z . . . D i y e c e v a p v e r d i m . Ve hemen şekerli k a h v e y i yine özene bezene pişirerek misafire götürdüm. Sansürlü kahve diye



her halde tek şekerli



k a h v e y i kasdetmiş olacaktı. —



Mersi...



Diye



karşılıkta bulundu.



Döndüm,



gidiyordum ki, t e k r a r zile basarak beni çağırdı. A ş a ğ ı ­ da çantasının olduğunu ve alıp g e l m e m i rica etti. Ç a n ­ tayı getirdim.



T e k r a r d a n teşekkür etti. Bu babayani



kılıklı d e v l e t a d a m ı üzerimde çok hoş bir etki bırak­ mıştı. Misafir devlet d a r kaldı.



adamı



Sarayda



birbuçuk saat ka­



Görüşmelerden çok memnun olarak ayrıl­



dı. M e m l e k e t i n e gidince duyduğumuza g ö r e A t a t ü r k ' ü çok övmüş. Bu arada biz h i z m e t k â r l a r a da bir ilgi k ö şeciği



a y ı r m a y ı unutmamış:



« Ö n ü n d e k i kurbağa şek­



lindeki zili çalıyor. H e m e n çok zeki bir h i z m e t k â r g e ­ l i y o r . Derhal verilen emirleri harfi harfine yerine g e t i ­ r i y o r » demiş...



120



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



IRAK K R A L I F A Y S A L I N GELİŞİ



I R A K K r a l ı I . F a y s a l ' ı n A n k a r a ' y a gelişind e y i n e hareketli günler



geçirmiştik. Üç



g ü n k a d a r yurdumuzda konuk kalan K r a l , A t a t ü r k ta­ rafından i l g i y l e



karşılanmıştı.



K r a l şerefine M a r m a r a Köşkünde bir z i y a f e t v e rildi. B u z i y a f e t t e M e c l i s B a ş k a n ı K â z ı m Özalp, Baş­ bakan İ s m e t İnönü, U m u m î K â t i p T e v f i k Bey, B a ş y a ­ ver, B a k a n l a r hazır



bulunuyorlardı. Z i y a f e t çok sa­



m i m i bir hava içinde g e ç t i . Y e m e k t e n sonra, K r a l , G a z i O r m a n Çiftliği'nde gezdirildi. Ü ç günlük resmî z i y a r e t t e n sonra K r a l , trenle İstanbul'a h a r e k e t etti. I r a k K r a l ı , hiç t e I r a n Şahı'na benzemiyordu. A k ş a m ­ ları birkaç kadeh viski y a d a k o k t e y l i ç m e y i unutmu­ yordu. Özel hayatı ç o k sakindi. K e n d i halinde görünü­ y o r d u . K i b a r tavırlıydı. B o ğ a z ı n a düşkün değildi. Ör­ neğin A f g a n Kralı gibi pilâv merakı yoktu.



GİZLİ



121



D E F T E R İ



JAPON VELİAHDINA V E R İ L E N DERS



J A P O N Veliahdı A n k a r a ' y a kendisini



garda



g e l d i ğ i gün



karşılamak için



Dışişleri



Bakanı T e v f i k Rüştü A r a s , Cumhurbaşkanlığı U m u m i Kâtibi mülkî



Tevfik erkân



Bey,



Başyaver



Rüsuhi



Bey ve



askerî,



istasyona g i t m i ş l e r d i .



Japon Veliahdı trenden inince yalnız Mareşal F e v ­ zi



Ç a k m a k ' l a Dışişleri



ellerini



sıkmış,



Bakanı



öbürlerine



pek



T e v f i k Rüştü ilgi



Aras'ın



göstermemiş.



Bu



hal T e v f i k ve Rüsuhi B e y l e r i n çok canını sıkmış. Çan­ k a y a K ö ş k ü ' n e geldikleri z a m a n A t a t ü r k , B a ş y a v e r i v e T e v f i k B e y ' i holde karşıladı. T e v f i k B e y ' e : — Japon Veliahdı'nı nasıl buldunuz? D i y e sorunca T e v f i k B e y birden boşandı. İ s t a s y o n ­ da u ğ r a d ı k l a r ı muameleyi aynen



anlattı:



— P a ş a m , Veliahd bizi a d a m yerine koyup, elleri­ m i z i bile sıkmadı. Dedi. Bunun üzerine —



Atatürk:



Çok m a ğ r u r olmasınlar. Gurur i y i bir şey d e ­



ğildir. D i y e hem kanaatini belirtti, hem de ileri görüş­ lülüğünün bir örneğini daha verdi. N i t e k i m aradan y ı l ­ lar g e ç t i k t e n sonra o gururlu, kibirli veliahdın k o s k o c a



122



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



Japon İmparatorluğu, M ü t t e f i k l e r i y o k edeceği düşün­ cesiyle savaşa girmiş, f a k a t sonunda büyük bir y e n i l g i ­ ye uğramıştı. Veliahdın gelişinden bir saat sonra M a r m a r a K ö ş kü'nde bir öğle y e m e ğ i verildi.



Veliahd'a G a z i O r m a n



Ç i f t l i ğ i gezdirildi. A t a t ü r k , Veliahd'a çok nazik davra­ nıyordu. Bu hali beni epeyce üzmüştü. Ö y l e ya, kendi­ sini karşılamağa giden i l g i l i devlet a d a m l a r ı m ı z ı hiçe sayarak ellerini bile sıkmak inceliğini g ö s t e r m e y e n bir insana, ister Veliahd olsun bu iltifatlar n i y e y d i ? H â l â bu nezakete bir anlam v e r e m i y o r d u m . A t a t ü r k , Japon Veliahdının kabalığına iyiden i y i y e içerlemişti. Ö y l e ya, Dünyanın öbür ucundan kalk, dost bir m e m l e k e t e g e l de, seni karşılıyanların elini sıkma... Bu



kabalığa incelikle



cevap v e r m e k ve



onu utandır­



m a k g e r e k t i . B u yüzden A t a t ü r k , V e l i a h d ' a çok nâzik davranıyor,



iltifat



ediyordu.



Hattâ



ziyafet



sofrasının



özenle hazırlanmasıyla kendi uğraşmıştı. Yemek



arasında



açmıştı. Veliahd'a cevap



vermesine



Atatürk,



çeşitli meydan



Japon



tarihinden



sorular soruyor, bırakmadan



söz



daha onun



sorusunun



kar­



şılığını yine kendisi v e r e r e k Veliahd'ı h a y r e t t e n h a y r e t e düşürüyordu. sıralıyor,



Atatürk,



k a d a r Japonya'nın Veliahd



tarihte



Japon mitolojisinden adamakıllı



ünlü



Japon



söz ediyor,



savaşlarını bir Japon



coğrafyasından ö r n e k l e r veriyordu. şaşırmıştı.



O y s a Japonlar z e k i olurlar derler. B i z i m misafirin a ğ z ı açık, A t a t ü r k ' ü n ezbere okuduğu Japon şairlerinin şiirlerini dinliyordu. Ö y l e sanıyorum ki, V e l i a h d kendi m e m l e k e t i n e ve milletine dair bir çok şeyleri, o g e c e yabancı bir m e m l e k e t t e , o m e m l e k e t i n d e v l e t başkanı­ nın ağzından ö ğ r e n m i ş t i .



GİZLİ



DEFTERİ



123



Japon Veliahdını şaşırtan o l a y şöyle olmuştu: A t a ­ türk herkesi kendine hayran bırakmasını bilen insan­ dı. Japon Veliahdının gelişinden birkaç gün önce Ja­ ponya'ya mişti.



ait



bir



hayli



V e l i a h d ' a bunları



kitap



karıştırmış,



bilgi edin­



s ö y l e m e ğ i düşünürken,



istas­



yondaki o can sıkıcı olay m e y d a n a g e l m i ş . A t a t ü r k te Japon



misafirimize



yukarda



anlattığımız



şekilde



ilgi



gösterip m e m l e k e t i n e ait birçok soru sormuş ve c e v a ­ bını yine kendisi vererek, ona h a k e t t i ğ i dersi incelikle anlatmıştı.



124



A T A T Ü R K ' Ü N



EMİR



1937



YILINDA



Ürdün



Emiri



U Ş A Ğ I N I N



ABDULLAH'ıN Y A T L A GEZİSİ



Abdullah,



yurdu­



muzu z i y a r e t ediyordu. E m i r önce A n k a ­ r a ' y a gelmiş, sonra da A t a t ü r k ' l e birlikte özel trenle İstanbul'a hareket



etmişlerdi.



E m i r ' i karşılamak için



İstanbul'da



büyük bir ha­



z ı r l ı k g ö z e çarpıyordu. T a k l a r kurulmuş, caddeler Ü r ­ dün ve Türk b a y r a k l a r ı y l a donatılmıştı. E r t u ğ r u l y a t ı hazırlanmış, H a y d a r p a ş a İki lak



rıhtımında bekliyordu.



büyük devlet a d a m ı H a y d a r p a ş a Garında par­



bir



karşılama



törenle



karşılandı.



hazırlıklarıyla



karşılamalarda



alışılmış



Vali



kendisi her



şey



Muhittin



Üstündağ



uğraşmıştı. yerine



Bu



tür



getirilmişti.



E m i r Abdullah, E r t u ğ r u l y a t ı y l a D o l m a b a h ç e rıh­ t ı m ı n a çıktı. D o l m a b a h ç e Sarayında özel dairede mi­ safir edildi. D a h a sonra da F l o r y a Köşkü'ne gidildi. O sırada Ertuğrul y a t ı n a bir e m i r g e l d i : — F l o r y a köşküne



gidiniz...



Deniliyordu.



Y a t t a g e r e k l i h a z ı r l ı k l a r ı bitirdikten sonra F l o r y a K ö ş k ü ' n e g i t t i k . E m i r Abdullah y a t a mihmandarı, y a ­ v e r i ile geldi. Y a l o v a ' y a doğru yola çıktık. E m i r ' i n y a t ­ la yapılan bu M a r m a r a gezisi çok hoşuna



gitmişti.



U z u n zaman y a t ı n denizde bıraktığı köpükten izlere



GİZLİ



DEFTERİ



125



daldı. Y a p a y a l n ı z yemeğini yedikten sonra biraz y a t ­ m a k üzere



k a m a r a y a indi.



Bana d a :



— A d a önüne gelince beni kaldırın... verdi.



Diye emir



Y a t A d a önlerine g e l m i ş t i . E m i r ' i uyandırmak üze­ re k a m a r a y a inince bir de ne g ö r e l i m ? E m i r hazretleri soyunmadan da



yatmış.



keyfiyesini



Ayağında



reye



pantolon,



çıkarmış. K ı r ç ı l sakallı



Emir,



başın­ aslında



çok güzel bir yüze sahipti. F a k a t onu güzel ve heybetli gösteren



başındaki



keyfiyesi imiş. Onu çıkarınca, saç­



sız başı cascavlak m e y d a n a çıkmış. B i r süre onu bu haliyle s e y r e t t i m . Uyandırıp uyandırmamak



arasında



kısa



bir



duraklama



geçirdikten



sonra emrini yerine g e t i r d i m . E m i r keyfiyesini başına koyduktan



sonra A d a l a r ı s e y r e t m e k üzere



güverteye



çıktı. Saat



onaltı



Yalova Emir'i



sıralarında



Yalova'ya



k a r ş ı l a m a ğ a çıktı.



geldik.



Başta



Bütün



şehir bando­



su olduğu halde ellerinde b a y r a k l a r sallıyan öğrenciler ve kalabalık bir halk topluluğu,



büyük



şenliklerde bu­



lundu. A l k ı ş l a r arasında otomobiline bindi ve b a n y o ­ ların bulunduğu y e r e hareket ettik. Burada



Atatürk'ün



fir edildi. E m i r



kendisine



ait



köşkünde



misa-



şerefine bir gün önce saz ve musiki



heyeti olarak F l o r y a Köşkü'ne gönderilen Münir N u rettin idaresindeki kemanî R e ş a t E r e r , R e f i k ve F a h i re Fersan. Vecihe



D a r y a l , C e v d e t K o z a n o ğ l u ve iki



hanende. E m i r ' i n isteği üzerine Y a l o v a ' y a getirtilmişti. E m i r , müzik faslından o kadar memnun Ürdün'e



döndükten



sonra



larda T ü r k musikisi den



Atatürk'e



kalmıştı



yazdığı



ki,



mektup­



hakkındaki beğenilerini bildirme­



yapamamıştır. E m i r şerefine



Yalova'da



v e r i l e n alaturka m ü z i k



126



A T A T Ü R K ' Ü N



U Ş A Ğ I N I N



z i y a f e t i çok güzel oldu. Gerçekten eşsiz bir g e c e ya­ şadık. Saz ve şarkılar g e c e yarısına k a d a r sürüp g i t t i . T ü r k müziğinin ahengine kendini kaptırarak huşu içinde m ü z i k dinleyen Ürdün E m i r i , o g e c e M ü n i r N u r e t ­ tin



Selçuk'a bir hayli Gece



yarısından



iltifatta bulunmuştu. sonra müzik faslına son



verildi.



M e c l i s de dağıldı. H e r k e s y a t a k odalarına çekildi. M i s a ­ f i r l e r sabah geç kalkar diye düşünmüştüm. F a k a t E m i r hazretlerinin sabah k a r a n l ı ğ ı kalktığını görünce şaşır­ d ı m . Sabah namazını, Y a l o v a ' n ı n zümrüt g i b i göründü­ ğü



balkonda



işaret



ederek



olduğunu



kılmıştı. beni



Namaz



çağırmış,



bittikten



zevkin



sonra



sabah



eliyle



namazında



söylemişti.



Emir



hazretlerine



Y e m e k t e n sonra



güzel



bir



kahvaltı



hazırladım.



otomobile binerek B a l t a c ı v e M i l l e t



çiftliklerini gezdi. Bu Y a l o v a gezisi öyle sanıyorum ki, Emîr'in



çok hoşuna g i t m i ş t i . T e k r a r E r t u ğ r u l Y a t ı n a



binerek



İstanbul'a



döndük. O g e c e y i D o l m a b a h ç e Sa-



rayı'nda geçiren E m i r , bir gün sonra m e m l e k e t i m i z d e n a y r ı l a r a k Ürdün'e döndü,



127



GİZLİ DEFTERÎ



İNGİLTERE KRALI N A H L İ N YATINDA



İNGİLTERE



K R A L I 8. E d w a r d ' ı n yurdu-



m u z a gelişi 1936 yılına rastlar. K r a l , N a h lin y a t ı y l a İstanbul'a gelmişti. Z i y a r e t , özel nitelikte olduğu için W i n d s o r Dükü unvanını taşıyordu. B ö y l e olduğu



halde



kendisine



çok büyük



karşılama töreni



yapılmıştır. Atatürk,



konuk K r a l ı T o p h a n e rıhtımında karşı­



ladı. Tepebaşı'ndaki İ n g i l i z Sarayı'na k a d a r kendi o t o m o b ' l i y l e götürdü. Y o l d a halk tarafından g ö r ü l m e m i ş g ö s t e r i l e r yapıldı. T ü r k i y e Cumhurbaşkanı ile A n a f a r talarda dize g e t i r d i ğ i İ n g i l i z devletinin



alınyazısını



elinde tutan hükümdarının y a n y a n a otomobilde g ö r ü ­ nüşü, a y r ı bir anlam, a y r ı bir önem taşıyordu. A t a t ü r k , büyük misafiri saat onaltı sularında D o l ­ mabahçe Sarayı'nın Somaki salonunda kabul etti. G ö ­ rüşme



sırasında



Tevfik



Rüştü



İ n g i l i z Büyükelçisi, Aras



ta



hazır



Dışişleri B a k a n ı



bulunmuştu.



O



akşam



Dolmabahçe'de verilen akşam z i y a f e t i çok parlak o l ­ muş, A t a t ü r k ' ü n , İ n g i l i z Sarayı'nda verilen z i y a f e t l e r i yakından bilen birisine h a z ı r l a t t ı ğ ı sofra. K r a l ı sanki büyülemiş,



A t a t ü r k ' ü n zekâsına ve



inceliğine



hayran



kalmıştı, ö y l e ki, bir punduna g e t i r i p K r a l , kendisini İ n g i l t e r e ' d e sandığını bile söylemişti.



ATATÜRK'ÜN



128



UŞAĞININ



Y e m e k sırasında hoş mu, yoksa nahoş d e m e k mi lâzım



kestiremiyeceğim



bir olay g e ç t i .



Garsonlardan



biri fazla heyecanlandığı için mi nedir, elindeki büyük porselen tabakla y e r e yuvarlandı. Sofradakilerin utanç içinde şey



önlerine b a k t ı k l a r ı anda



olmamış gibi



Atatürk,



K r a l ' a doğru e ğ i l e r e k



her şeyi ö ğ r e t t i m ,



f a k a t uşaklığı



sanki hiçbir «Bu



millete



öğretemedim» diye



hem meseleyi kapattı, hem de o r t a l ı ğ ı neşeye boğdu. Yurdumuzda üç gün kalan İ n g i l t e r e K r a l ı , birçok g e z i n t i l e r yapmış, misafirler onuruna bir de deniz g e ­ zisi düzenlenmişti. K o n u k Hükümdardan M o d a ' d a dü­ zenlenen bir deniz y a r ı ş ı n ı görmesi rica edilmiş, spor­ sever İ n g i l i z l e r de bu isteği seve seve kabul etmişlerdi. Ertesi günü K r a l v e maiyeti N a h l i n y a t ı y l a M o d a y a r ı ş alanına geldi. B i z de A t a t ü r k ' ü n bulunduğu E r tuğrul



yatıyla



ayni



yere



vardık.



Az



sonra



Kral



ve



çevresi bizim y a t a g e l e c e k l e r i için hepimiz heyecanlıy­ dık. E r t u ğ r u l yatında o zamanın Başbakanı Celal Bayar, İ s m e t İnönü, F e t h i O k y a r bulunuyordu. Biz de­ mir



attıktan



sonra



uzaktan



Kralın



motoru



göründü.



M o t o r d a n İ n g i l i z K r a l ı 8 . E d w a r d v e M a d a m Sipmson çıktılar. madam



Arkalarından



da



daha g e l i y o r d u .



İngiliz



Büyükelçisi



ile



iki



129



GİZLİ DEFTERİ



M A D A M SİMPSON'A SUNDUĞU KAHVE İ N G İ L T E R E K R A L I 8 . E d w a r d v e öbür mi­ safirler Türk



kahvesi



Ertuğrul verildi.



değil, ev sahibinden



yatındayken Servis,



başlıyordu.



kendilerine



usulen Bu



misafirden



yüzden önce iki



kahve g e t i r d i m . A t a t ü r k ' ü n yüzüne b a k t ı m . B ö y l e za­ manlarda O'ndan m i m i k l e emir a l m a y ı alışkanlık ha­ line g e t i r m i ş t i m . Başının değil, gözünün en küçük bir hareketiyle de ne d e m e k istediğini h e m e n anlar, ona göre hareket ederdim. A t a t ü r k hemen g ö z ü y l e K r a l ı işaret etti. Götürüp k a h v e y i K r a l a sundum. İkinci k a h v e y i d e A t a t ü r k ' e g ö ­ türdüm.



F a k a t nedense



kahveyi



içmedi.



Ayağa



kal­



k a r a k M a d a m Simpson'a kendi eliyle sundu. A t a t ü r k , kadınlara karşı her z a m a n nazik v e s a y g ı l ı y d ı . T o p l u m içinde kadının rolünün önemini, fırsat buldukça savu­ nurdu. K a h v e y i m i s a f i r e v e r d i k t e n sonra da bana dö­ nerek: — B a n a da bir sade kahve g e t i r . . . d i y e e m i r bu­ yurdu. İşte



Atatürk'ün



eliyle



kahve



sunduğu



kadının



« M a d a m S i m p s o n » olduğunu o z a m a n öğrendim. K r a l da m a d a m l a çok f a z l a ilgileniyordu. F a k a t nedense çok düşünceliydi. P e k keyifli olan A t a t ü r k ' ü n neşesine istem i y e r e k k a t ı l ı r g i b i bir hali vardı. Onu neşelendirmek ve kederini d a ğ ı t m a k için A t a t ü r k bütün zekâsını kul­ lanıyordu denebilir. M a d a m Simpson, b i r ara elindeki dürbünle yerin-



130



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



den kalkınca, K r a l d a başıyla A t a t ü r k ' t e n izin i s t e y e ­ rek



yerinden kalkıp,



ayrılış



biraz



madamın



uzayınca,



Atatürk



arkasından fısıltı



gitti.



Bu



halinde:



— K r a l ı n m a d a m a karşı zaafı olduğunu g ö r ü y o ­ rum. K o r k a r ı m ki, t a h t ı n ı bu kadın yüzünden kaybede­ cek... Dedi. N i t e k i m zaman, İ n g i l t e r e tahtının akıbetini daha önceden gören A t a t ü r k ' ü h a k l ı çıkaracak, kısa bir süre sonra yirminci yüzyılın en büyük aşklarından biri or­ t a y a çıkmış olacaktı. D i l l e r e destan olan bu macera, İ n g i l i z K r a l ı 8. E d w a r d ' ı n taht ve tacından ç e k i l m e siyle mutlu bir sonuca erişecek, M a d a m Simpson, W i n d sor Dükü'nün eşi olacaktı. O gün y a t t a k i g ö r ü ş m e çok samimi bir h a v a için­ de geçmiş, K r a l , A t a t ü r k ' ü n g ö n d e r d i ğ i i k i sandık si­ g a r a için teşekkür e d e r e k : — İ ç i m i çok g ü z e l . . . A l ı ş m a k t a n korkuyorum. İ n ­ giltere'ye gittikten



sonra bunlardan



bir m i k t a r d a h i



g ö n d e r m e n i z i rica e d e c e ğ i m . . . D e m i ş , Atatürk —



ise:



Emredersiniz... D i y e



Kral



da



Atatürk'e



iki



karşılıkta sandık v i s k i



bulunmuştu. göndermişti.



A t a t ü r k , bu viskilerden çok hoşlandığını, içerken daima onu h a t ı r l ı y a c a ğ ı n ı söylüyordu. M o d a ' d a yelken y a r ı ş l a r ı başlamıştı. K r a l , çok sev­ d i ğ i bu deniz sporunu z e v k l e seyretti. Oradan F l o r y a ' y a doğru hareket ettik. M a r m a r a k ı y ı l a r ı boyunca İstanbul c a m i siluetlerinden K r a l bir türlü g ö z l e r i n i a y ı r a m ı y o r ­ du. Konuşulan konu da minare, A y a s o f y a üzerinde g e ­ çiyordu. Onları F l o r y a ' y a bırakıp döndük. Kral



şerefine



sonra F l o r y a ' d a



bir



kokteyl



parti



verildi. Deniz köşküne ve plajın kumuna hayran kalan K r a l , ilerde birkaç z a m a n k a l m a k için g e l e c e ğ i n e söz v e r e r e k İstanbul'dan ayrıldı.



GİZLİ



DEFTERÎ



131



ROMANYA KRALI K A R O L ' Ü N GELİŞİ



R O M A N Y A K r a l ı K a r o l , 1933 yılında, İ n ­ g i l t e r e K r a l ı 8 . E d w a r d ı n İstanbul'a g e l ­ d i ğ i N a h l i n y a t ı y l a yurdumuza g e l m i ş t i . Y a t ı İ n g i l t e r e ' deki bir konttan kiralamıştı. K r a l yurdumuzu resmen ziyaret etmiyor,



İ n g i l t e r e ' y e y a p t ı ğ ı y a r ı resmi



bir



geziden dönerken uğruyordu. Y a t y i n e Dolmabahçe ön­ lerinde d e m i r l e m i ş t i . K r a l , A t a t ü r k ' ü z i y a r e t isteğinde bulunmuş « K a b u l buyururlar m ı ? » d ' y e haber göndermişti. A t a t ü r k t e rahatsız olduğunu ileri sürerek « M u k a b i l z i y a r e t t e n af ederlerse buyursunlar» demişti. A t a t ü r k , K r a l ı sürekli olarak istirahatte bulunduğu Savarona y a t ı n d a kabul etti. R a h a t s ı z olduğu halde, hastalığını K r a l a belli e t m e m e k için bütün



dikkatini



kullanıyordu. K r a l l a Cumhurbaşkanı,



Savarona'nın İskelesinde



karşılaştılar. Y a t a k odasının yanındaki kabul salonuna kadar beraberce v e görüşerek g e l d i l e r . R o m e n K r a l ı n ı n Savarona y a t ı n d a A t a t ü r k ' l e g ö ­ rüşmesi sırasında yanlarında D r . N e ş e t Ö m e r de bulu­ nuyordu. A t a t ü r k , hastalığı nedeniyle doktorun sürek­ li olarak kontrolü altında tutuluyor, y e m e k l e r d e p e r h i z



132



ATATÜRK'ÜN



yapmasına



elden g e l e n bütün



dikkat



UŞAĞININ



gösteriliyordu,



i ç k i içmesi kesin o l a r a k yasak edilmişti. A t a t ü r k ' ü n R o m e n K r a l ı K a r o l ' u a ğ ı r l a d ı ğ ı sofra­ ya bu yüzden -içer korkusuyla- içki konmamış, çeşitli m a d e n suları sıralanmıştı. Misafire p r o t o k o l g e r e ğ i hiç değilse bir kadeh içki sunmak gerekiyordu. F a k a t K r a l içerken,



ev



sahibinin içmemesi



tuhaf kaçacaktı. Onu



s a y m a m a k gibi bir şeydi. Atatürk,



durumu



olanca kuvvetiyle



Neşet



Ömer'e



açınca,



doktor



buna karşı koydu. P r o t o k o l g e r e ğ i



bir devlet hükümdarına içki sunmamanın ne k a d a r ayıp kaçacağını N e ş e t Ö m e r çok iyi biliyordu.



Fakat



ne



v a r ki, A t a t ü r k ' ü n sağlığı, ondan çok daha önemliydi. Hastalığı hatırı



artmasın d a



varsın R o m e n



Fakat doktoru



Atatürk



çabucak



olağanüstü



razı



etti.



kandırma



fakat A t a t ü r k ,



kuvvetiyle



A r a l a r ı n d a kısa süren pa­



z a r l ı k sonunda şuna k a r a r v e r i l d i : cak,



hükümdarının



kalsındı.



S o f r a y a içki kona­



kendi kadehinden ancak bir par­



m a k içecekti. D o k t o r bunu bizlere de bildirdi. K a d e h ­ lere içkiyi koyarken fazla



Atatürk'ünkine bir



parmaktan



kaçırmıyacaktık.



S o f r a y a çeşitli i ç k i l e r gelmişti. A t a t ü r k ' ü n kade­ hini doldurmağa hazırlanırken p a r m a ğ ı n ı yanlamasına d o ğ r u değil de, dikine doğru tutarak bize doğru dön­ dü. N e ş e t Ömer'in ve hepimizin h a y r e t dolu bakışları arasında: — Doktor,



bir p a r m a k



içeceksin,



dememiş miy­



d i n ? D i y e sordu. Romen Kralıyla



görüşme iki saat k a d a r sürdü.



A t a t ü r k , konu B a l k a n A n t a n d ı n a g e ç t i ğ i İçin hastalı­ ğını



unutmuş, konuştukça konuşuyor,



bu



hal de onu



GÎZLÎ



DEFTERÎ



133



halsiz düşürüyordu. A t a t ü r k ' ü n jestleri, mimikleri, se­ sinin tonu karşısında K r a l , büyülenmiş gibiydi. T e r c ü ­ manın sözlerinden çok A t a t ü r k ' ü n jestlerine ve sesi­ nin ahengine d a l d ı ğ ı belli oluyordu. Sonunda g ö r ü ş m e bitti. A t a t ü r k , hastalığına rağmen, y i n e zinde bir hal­ de K r a l ı Savarona'nın iskelesine k a d a r g e t i r i p , uğur­ ladı. Bu sırada A t a t ü r k ' ü n g a y r e t sarfettiğini gördüm. Sonradan anlattıklarına g ö r e K r a l K a r o l , hayatı­ nın son günlerini y a ş a y a n bir büyük insan karşısında çok büyük üzüntüye kapılmış ve y a t ı n merdivenlerini inerken: « S i z i n için bilmem ama, bizim için daha iki y ı l yaşaması l â z ı m » demiş.



134



ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ



İLK



T Ü R K F İ L M İ N İ N A S I L GÖRDÜ?



OZAMANLAR



yılda ancak b i r k a ç tane



T ü r k filmi ç e v r i l i r ve bunlar



haftalarca



sinemaların afişlerinde kalırdı. İzinli bir günümde si­ n e m a y a g i t m i ş t i m . T ü r k filmciliğinin y e n i yeni parla­ m a ğ a başladığı günlerdi. Muhsin Ertuğrul'un « İ s t a n b u l S o k a k l a r ı » filmi oynuyordu. A k ş a m dönüşte A t a t ü r k ' l e karşılaştım. — N e r e y e g i t t i n ? D i y e sordu. S i n e m a y a g i t t i ğ i m i söyledim. — Güzel m i y d i ? —



F e v k a l â d e . . . D i y e cevap v e r d i m .



A t a t ü r k e m i r v e r d i . H a z ı r l ı k yapıldı. V e o g e c e « İ s t a n b u l S o k a k l a r ı » filmine g i t t i . Saat y i r m i ü ç sıra­ larında döndüğü z a m a n : — Çelebi Efendi, i y i v a k i t g e ç i r d i k . D e d i . A t a t ü r k ilk T ü r k filmini işte b ö y l e benim tavsi­ y e m üzerine g ö r m ü ş ve hoşuna g i t m i ş t i . İsteseydi o f i l m i K ö ş k e g e t i r t i r , oturduğu y e r d e n



seyredebilirdi.



A m a A t a t ü r k bir halk çocuğuydu. H a l k ı n içinde yaşa­ m a k t a n hoşlanıyor,



onun g i t t i ğ i y e r l e r e g i t m e k için



vesileler arıyordu. S i n e m a y a gidiş te sadece bir vesi­ leden başka bir şey değildi. Sinemada halkla beraber film



görmek,



onun



daha



çok



hoşuna g i t m i ş t i .



GİZLİ



135



DEFTERİ



F E N E R B A H Ç E ' Y E BAĞIŞI



F E N E R B A H Ç E Kulübü i ç i n A t a t ü r k ' t e n uygun bir bağış istemişler. O da beşyüz l i ra bağışta bulunmuştu. A t a t ü r k , F e n e r b a h ç e ' y e özel bir i l g i beslerdi. R e ş i t G a l i p hemen haberini g e t i r d i : — Çelebi... Çelebi... Gazi,



F e n e r b a h ç e ' y e beşyüz



lira teberruda bulundu. D i y e müjdeyi v e r d i O zamanın beşyüz lirasının bugünün beşbin lirası­ na karşılık olduğunu s ö y l e m e ğ e b i l m e m lüzum v a r mı?



136



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



S A M S U N ' A N İ Ç İ N ÇIKMIŞ?



P R O F E S Ö R A f e t H a n ı m , bir gün tarih d e r . sinde bir ö ğ r e n c i y i derse k a l d ı r ı y o r . K o n u M i l l î Mücadele T a r i h i d i r ve A t a t ü r k ' ü n kurtuluş hare­ ketine başlamak üzere Samsun'a a y a k basışına ilişkin bölümdür. Çocuğa soruyorlar: — A t a t ü r k Samsun'a niye



çıktı?



H e r k e s « V a t a n ı kurtarmak, bizi hürriyete kavuş­ t u r m a k » gibi bir ş e y l e r beklerken, çocuk ne desin: — M e n f a a t i icabı... E ğ e r Samsun'a çıkmamış, ol­ saydı, O'nu öldüreceklerdi... A f e t İnan'ın tepesinden sanki k a y n a r su boşanmış. Çocuğu



azarlamakla



kalmamış,



bir de sıfır numara



v e r m i ş . F a k a t çocuk inandığı düşünceden dönecek cins­ t e n değil. Özür bile d i l e m e m i ş . . . A f e t İnan o k a d a r sinirlenmiş ki, t a r i f edemem. Y a n a k l a r ı k ı z a r m ı ş . H i d d e t l e salonda dolaşır buldum. B i r a z sonra A t a t ü r k geldi. Onu bu halde görünce bir o l a y ı n g e ç t i ğ i n i anladı ve sordu. A f e t İ n a n da o gün t a r i h dersinde g e ç e n o l a y ı A t a t ü r k ' e anlattı. A n l a t ı r ­ ken hırsından tırnaklarını koparıyordu. A t a t ü r k g ü l ü m s e y e r e k bütün



söylenenleri dinle­



d i k t e n sonra: — H a k l ı çocuk... D e d i . Sen ona sıfır değil, tam numara v e r m e l i y d i n . Bu



da



Atatürk'ün



hoşgörü sahibi



olduğunu



tenkitler karşısında göstermektedir.



ne



kadar



GİZLİ



DEFTERİ



137



RUSLARLA



BİR E Ğ L E N C E GECESİ



CUMHURİYETİN



Onuncu



Yıldönümü g e -



cesiydi. O gece a r a m ı z d a İki M o s k o v a ' l ı misafir de



bulunuyordu.



V o r o ş i l o f ve



ara Rusya'nın e n yüksek m e v k i i n d e



Budyni...



«Sovyet



Bir



Yüksek



Şûrası Presidium B a ş k a n ı » olarak g ö r e v yapan M a r e ­ şal Voroşilof ve arkadaşı, o z a m a n Rus Ordusunda g e ­ neraldiler v e İ s m e t İnönü ile R e c e p P e k e r ' i n M o s k o ­ v a ' y a y a p t ı k l a r ı g e z i y e karşılık v e r i y o r l a r d ı . Onuncu Y ı l g e ç i t törenini i z l e y e n konuklar, o ak­ şam Cumhurbaşkanlığı köşkünde verilen akşam y e m e ­ ğinde hazır bulundular. Sofra ellidört kişilikti. Budyni, A t a t ü r k ' ü n solunda,



V o r o ş i l o f sağında y e r almışlardı.



Voroşilof ve Budyni'nin üzerlerinde özenle dikilmiş askeri üniformalar vardı. Y e m e k masası V i y a n a l ı ünlü odun ustasına



(Hosmaister)



ısmarlanmıştı.



birbirine eklenince Gazi'nin baş harfi



Masalar



( G ) harfi çıkı­



yordu. Y e m e k büyük bir neşe içinde sürüyordu. V o r o ş i ­ lof, her konuşmasının başında: —



Recep



Peker



yapar...



Recep



P e k e r bilir...



D i y e söze başlıyordu. R e c e p P e k e r , o z a m a n « C u m h u r i y e t H a l k Fırkası U m u m î K â t i b i » idi. Rusya'da her işi F ı r k a U m u m î K â ­ tibi



( S t a l i n ) y a p t ı ğ ı için, bizde de U m u m î



Kâtibin



138



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



y a p t ı ğ ı n ı sanıyor v e R e c e p P e k e r ' e ö z e l bir i l g i g ö s ­ teriyordu. K i m s e işin farkında değildi. A t a t ü r k hemen duru­ mu anladı ve Stalin t a r z ı bir idarenin bizde de v a r m ı ş duygusunu misafirlerin üzerinden k a l d ı r m a k için t o p ­ l a n t ı y ı d a ğ ı t m a k lüzumunu duydu. A t a ' n ı n bir işareti üzerine y e m e k sona e r m i ş olan toplantı dağıtıldı. H e p beraber kalkılıp H a l k e v i balosuna gidildi. Şahane bir baloydu bu... edildi,



dansa



kalkıldı.



B i r süre a y a k t a sohbet



Atatürk



te



misafirlere



uyup



dans etti. A t a ' n ı n en sevdiği dans, V a l s t i . H a l k e v i n d e n Orduevi'ne gidildi. A s ı l eğlence bu­ radaydı. Gelenler asker olduğuna g ö r e askerce bir e ğ ­ lence daha y a k ı ş ı k almıştı. Orduevinde bütün ordu za­ bitanı,



generaller de



hazır bulunuyordu.



Saat üç sularında eğlencelerin en hararetli olduğu sıra



Atatürk



emretti.



Bütün



subaylar



Voroşilof



ve



Budyni'yi elleri üzerine alıp salonda g e z d i r m e ğ e başla­ dılar.



M ü z i k « M a v i T u n a » valsiydi. R u s g e n e r a l l e r i



alkışlar



arasında



omuzlarda



taşınıyorlardı.



D e r k e n bizim zabitan coşarak A t a t ü r k ' ü de eller üzerinde taşımak istedi, A t a t ü r k , g ü l ü m s e y e r e k e l i y l e İsmet İnönü'yü gösterdi. omuzlara Omuzlara



alınarak alınan



Bir



havada



üç



saniye



içinde İnönü,



gezdirilmeğe



kişinin dolaşması,



başlandı.



m ü z i k bitene



k a d a r sürdü. Eğlencelerden çevresinde



sonra bütün g e n e r a l l e r A t a t ü r k ' ü n



toplandılar.



M i s a f i r l e r O'ndan bazı



şeyler



ö ğ r e n m e k niyetindeydiler. Zaten gelişlerinin asıl nede­ ni de, bu amaca dayanıyordu. F a k a t A t a t ü r k , bu us­ t a c a düzenlenmiş oyuna düşmedi. V o r o ş i l o f a: — B i z asker insanlarız. Siyasete a k l ı m ı z S i y a s e t i siviller konuşsun... D i y e kestirip attı.



ermez.



GİZLİ



DEFTERİ



139



S o v y e t g e n e r a l l e r i onuruna v e r i l e n o g e c e k i z i y a ­ fette, Orduevi'ndeki eğlenceler sırasında bir ara konuk­ l a r arasında bulunan General İ z z e t t i n Çalışlar'ın g e r ­ danının R e c e p P e k e r



tarafından



gıdıklandığı, A t a ­



türk'ün gözünden kaçmadı. R e c e p P e k e r bir ara sa­ londa dolaşmış ve masasında oturan İ z z e t t i n Çalışlar'ın gerdanını g ı d ı k l a m a k istemişti. R e c e p P e k e r i n rütbesi ise



yüzbaşıydı. A t a t ü r k ' ü n bu duruma çok canı sıkılmış olacak ki,



ertesi günü İ s m e t İnönü'yü ç a ğ ı r a r a k : — R e c e p P e k e r i n dün akşam y a p t ı ğ ı n ı gördünüz m ü ? B i r yüzbaşı efendisi olan R e c e p P e k e r , nasıl olur da bir P a ş a ' n ı n yüzünü okşuyor. D i y e r e k İnönü'den bu işi önlemesini ve R e c e p B e y ' i n istifa etmesini emretti. İ ş t e R e c e p P e k e r i n istifasına sebep, bu hareketi­ dir. Cumhuriyet H a l k Partisi, bu tarihten sonra F ı r k a Kâtibi Umumiliğinden mıştır.



alınarak Başbakanlığa bağlan­



140



A T A T Ü R K ' Ü N



U Ş A Ğ I N I N



SAMİ P A Ş A ' N I N E Ş İ N İ N SÜSÜ YIL 1931.



Dolmabahçe



S a r a y ı ' n d a çok



parlak bir düğün oluyor, generallerden bi­ rinin k ı z ı evleniyordu. Yurdun bütün tanınmış kişileri düğüne çağrılıydılar. H e r yanda şık elbiseli g ü z e l ha­ nımlar, g e n ç kızlar, yakışıklı erkekler g ö z e ç a r p ı y o r ­ du. T ü r k i y e ' n i n B e r l i n



Büyükelçisi



olan K e m a l e t t i n



S a m i P a ş a ve eşi de konuklar arasındaydı. E l ç i ve eşi d i k k a t i çekecek kadar şık g i y i n m i ş l e r ­ di. K e m a l e t t i n Sami P a ş a ' n ı n eşi A r a p dünyasında ta­ nınmış bir prensesti. N e kadar mücevheri v a r s a hepsi­ ni t a k m ı ş t ı denebilir. Yürüdükçe pırıl pırıl y a n ı p sö­ nen mücevherlerle herkesin bakışlarını üzerinde toplu­ yordu. Sanki ışıklardan yapılı bir sütunu andırıyordu. Prensesin bu aşırı süsü, çok g e ç m e d e n A t a t ü r k ' ü n de dikkatini çekti. Canının sıkıldığını a n l a m a k t a g e ­ c i k m e d i m . Bütün neşesi b i r anda uçup g i t m i ş t i . Dans b i t e r b i t m e z K e m a l e t t i n S a m i P a ş a ' y ı y a n ı n a çağırdı. A y a k t a şu şekilde konuştu: — L ü t f e n e t r a f ı n ı z a bir bakın. N e k a d a r g ü z e l v a r ­ sa hepsi tabii... H i ç bu k a d a r elmaslısına



rastlıyor



musunuz? Sizin hanımefendi bujular içinde. K e n d i çir­ kinliğini k a p a m a k için kuyumcu dükkânına benzemiş. K e m a l e t t i n Sami P a ş a , eşiyle beraber salonda da­ ha çok kalamadı. H e m e n Saray'dan ayrıldı. Eşinin bu k a d a r süslenmesine ve hoş o l m a y a n bu durumu y a r a t ­ masına o da çok üzülmüş ve pişman olmuştu. Ç o k şık g i y i n e n A t a t ü r k , süsten, g ö s t e r i ş t e n t i k ­ sinir, böyle şeylerden u z a k



dururdu. T a m bir salon



a d a m ı olduğu halde, tabiilikten hiç bir z a m a n ayrıl­ m a z , göründüğü g i b i o l m a y ı y e ğ tutardı.



GİZLİ



DEFTERİ



141



SAKARYA KÖPRÜSÜNDE



BİR



gece



saat



Köprüsünün ben ve trende



iki



sularındaydı.



üzerinden trenle



çalışan R ı z a adındaki



Sakarya geçerken,



arkadaşla A t a ­



türk'ün y e m e k yemesini bekliyorduk. T r e n i n tekerlek­ lerinin ç ı k a r d ı ğ ı t i k taklardan başka hiçbir ses duyul­ muyordu. İ k i m i z i n de gözünden uyku akıyordu. U z a k ­ ta, siyah, simsiyah bir gece boşlukta uzanıyor, ara sı­ ra bir a ğ a c ı n g ö l g e s i ,



bir saniyenin



onda



biri k a d a r



bir zaman için penceremize düşüp kayboluyordu. A t a ­ türk, y e m e k t e n başını kaldırıp b i z e : — N e r e d e n g e ç i y o r u z ? D i y e sordu. —



Paşam,



Sakarya



Köprüsünün



üstünden...



Di­



y e karşılık v e r d i m . — P e k i . . . D i y e kesti attı. Konuşmanın daha u z a y a c a ğ ı n ı sanıyordum. Y a n ı l ­ m a m ı ş ı m . A r a d a n kısa bir süre g e ç i n c e A t a t ü r k , yaşı­ mın kaç olduğunu sordu. Yirmi olduğunu söyledim. Ba­ şını



salladı.



Sonra



trende



çalışan arkadaşa da



yaşını



sordu. Onun y a ş ı da y i r m i değil m i y m i ş ? A t a t ü r k , y a ş ­ larımızı öğrenince: — Siz çocuksunuz. Yunanlıların burasını işgal et­ t i ğ i n i bilmezsiniz...



142



ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ



D e y i n c e i k i m i z d e bir a ğ ı z d a n : — Paşam biliriz. Siz olmasaydınız Yunanlıları bu­ radan kim ç ı k a r a c a k t ı ? Siz kurtardınız. Siz y a p t ı n ı z . . . D i y e başladık konuşmağa. B i z g e r ç i içimizden g e l d i ğ i gibi çok samimi bir şekilde



konuşuyorduk. F a k a t y a p t ı ğ ı m ı z , dalkavukluk­



tan başka bir şey değildi. A t a t ü r k ' ü n de dalkavukluğa n e k a d a r kızdığını çok yakından biliyorduk. F a k a t bi­ z i m s a m i m i y e t i m i z e inandığı için sözlerimize k ı z m a d ı . Ve şu olağanüstü k a r ş ı l ı ğ ı v e r d i : — Ben hiç bir şeyi k u r t a r m ı ş d e ğ i l i m . Y a l n ı z bu t o p r a ğ ı Y u n a n kumandanlarından daha i y i tanıyordum. Onun



için onlar m a ğ l û p oldular.



GİZLİ



DEFTERİ



143



Y A K I N L A R I N A V E R D İ Ğ İ DERS



ATATÜRK'ün



her g e c e k i sofralarından b i -



r i . . . Sofrada C e v a t



Abbas, R e c e p Zühtü,



K ı l ı ç A l i , R e c e p P e k e r , T a h s i n Ö z e r gibi y a k ı n arka­ daşları,



sofrasının g e d i k l i



konukları



bulunuyordu.



C e v a t Abbas, hanımı tarafından A t a t ü r k ' e ş i k â y e t edilmiş olacak ki, bir süre onu süzdükten sonra sofradakilere şu dersi verdi. Cebinden



sigara



tabakasını



çıkardı.



İçinden



iki



s i g a r a seçti. B i r tanesini kendi y a k t ı . B i r tanesini de C e v a t Abbas'a



attıktan



sonra



şunları söyledi:



— B i r z a m a n l a r g e n ç bir subaydınız.



Hanımları­



nız da g e n ç kızlardı. Sevişip evlendiniz. O z a m a n f a ­ kirdiniz. Şimdi h e m zenginsiniz, hem de mebussunuz. O zaman güzel kart geliyor.



olan aileleriniz



Aklınızı



şimdi



size



çirkin



ve



başınıza alınız ve o kadınlara



kötü m u a m e l e e t m e y i n i z .



144



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



GİT M E K T U B U GETİR



A T A T Ü R K ' ü n yanında çalıştığım oniki y ı l içinde



başımdan



çok ilginç o l a y l a r g e ç ­



miştir. F a k a t onlardan hiçbiri, adıma g e l e n bir m e k ­ tup nedeniyle tarafından sorguya çekilmem k a d a r beni heyecanlandırmamış,



korkutmamıştır.



H â l â hatırladık­



ça bir ürperti g e ç i r i r i m . A t a ' n ı n m a n e v î e v l â d ı N e b i l e H a n ı m ı n Darüşşaf a k a Lisesi



orta



k ı s m ı altıncı sınıfında



okuyan



Mu­



v a f f a k Reslan adında bir kardeşi vardı. Ç o c u k bir gün S a r a y a ablasını g ö r m e ğ e geldi. A k ş a m y e m e ğ i n i abla­ sının yanında beraberce yediler. Y e m e k t e n sonra çocuk benden g i z l i c e bir bira istedi. Buzluktan birayı alarak g e t i r d i m . Ablasından g i z l i o l a r a k birayı içti, teşekkür e t t i . B i r gün sonra çocuk okula, biz de A n k a r a ' y a g i t ­ tik. B i r süre geçince çocuk bana bir m e k t u p gönder­ miş. Mektubu A t a t ü r k a r m a l ı bir k â ğ ı d a yazıp, A t a ­ türk armalı bir z a r f a k o y m u ş . P o s t a idaresi bu m e k ­ tubu bana g ö n d e r m e y i p , Hususî K a l e m Müdürü H a s a n R ı z a S o y a k ' a u l a ş t ı r m ı ş . B e n i m tabiî bunların hiç bi­ rinden haberim yok. H a s a n R ı z a S o y a k mektubu d o ğ ­ ruca A t a t ü r k ' e götürür. Z a r f ı belli etmeden açıp, içindekileri A t a t ü r k ' e okur. Sonra nın üzerine



koyar.



O



özenle



k a p a t a r a k masa­



sırada o d a y a g i r e n



arkadaşım



GİZLİ



DEFTERİ



145



sofracı Tahsin Efendi, benim a d ı m a y a z ı l m ı ş mektubu görünce



alır,



görünce



vermez,



fakat



Atatürk



saklar.



armasını



Mektup,



zarfın



üstünde



masanın üstünden



y o k olunca t a b î herkes benim a l d ı ğ ı m ı sanır. O akşam sofrada hiç bir şeyden haberim o l m a d ı ğ ı halde mektubu benim a l d ı ğ ı m ı sanan A t a t ü r k , konuk­ ların önünde bana dönerek: — Çelebi Efendi, dün g e c e seni rüyamda g ö r d ü m . B e n i m a r m a m l a sana bir m e k t u p g e l m i ş . Bu m e k t u p nerede? D e y i n c e birden şaşırdım. K a f a m ı yordum. N e r e d e n gelebilirdi ki... Fakat



Atatürk'ün



Önce önem v e r m e d i m .



söylediği,



alt



tarafı



rüya



idi.



Mektubu A t a t ü r k t e k o y m u ş



olabilirdi. — Bana m e k t u p g e l m e m i ş t i r e f e n d i m . . . H e m tu­ haf değil mi? Bendeniz de sizi dün g e c e rüyada g ö r ­ düm... D e y i n c e . — N a s ı l g ö r d ü n ? D i y e sordu. —



Sizin elbisenizi bana



g i y d i r i y o r l a r d ı . Ben de



g i y m e d i m . B i r k ö p e k gelip, üstümdeki



elbiseyi y ı r t t ı .



Dedim. —



Y a a . . . D e d i . Sonra yeniden:







G i t mektubu g e t i r . . . D i y e tutturdu.



M e k t u p t a n haberim o l m a d ı ğ ı n a A t a t ü r k ' ü bir tür­ lü inandıramıyordum. Sonunda sofradaki konuklar, işe karıştılar: — Çocuğum, g i t odana. Bavuluna bakıver. D e y i n ce: — E f e n d i m , y o k böyle bir şey... D i y e b i l d i m . H e y e c a n ve üzüntüden b i t k i n bir hale g e l m i ş t i m . N e söylesem, n e yapsam karşımdakileri inandıramıyac a ğ ı m ı anlamıştım. A t a t ü r k , b o c a l a d ı ğ ı m ı görünce: F . 10



146



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



— Ç a ğ ı r bana H a s a n R ı z a B e y i . . . D e d i . H e m e n y a v e r l i ğ e telefon



edildi. H a s a n R ı z a S o -



y a k ı n S o v y e t Büyükelçiliğinde k o r d i p l o m a t i ğ e v e r i l e n z i y a f e t t e olduğunu söylediler. B e n de A t a ' y a durumu anlattım. — Rus Sefaretine telefon edilsin. H e m e n g e l s i n . . Dedi. T e l e f o n edildi v e b i r a z sonra H a s a n R ı z a S o y a k geldi.



Beni ve sofracıları dışarı çıkardılar. M i s a f i r l e r



içerde kaldı. B i r k a ç d a k i k a sonra da H a s a n R ı z a So­ yak



salondan —



ayrıldı.



Hemen



arkasından koşup:



K u z u m m e k t u p k i m d e n ? D i y e sordum.



S e r t ç e bir d i l l e : — N e b i l e H a n ı m ı n kardeşi M u v a f f a k Reslan'dan. D e y i n c e rahatladım. Salona g i r d i ğ i m z a m a n A t a ­ türk bana: — Çelebi Efendi. Sen namuslu bir çocuksun, bili­ y o r u m . Dedi. — P a ş a m , sizin rüyanız hakikat. F a k a t bana mek­ tup falan gelmedi. D i y e ilk ifademde israr e t t i m . E r t e s i günü sabahleyin Hasan R ı z a



Soyak'ın



şo­



förü N e c m i Efendi, daha ben y a t a k t a y k e n mektubu g e ­ tirdi. O gün ö ğ l e y e m e ğ i n d e mektubu A t a t ü r k ' e v e r ­ d i m . M e k t u p t a selâmdan başka şey y o k gibiydi. A n n e ­ anneye selâm, A f e t H a n ı m a selâm, R u k i y e



Hanıma



selâm... F a k a t yine d e A t a t ü r k : — Mektubu v e r H a s a n R ı z a B e y e . T a h k i k a t y a p ­ tırsın. Dedi. Ben d e mektubu H a s a n R ı z a S o y a k ' a v e r ­ d i m . Sonra okulda çocuğu sorguya çektiklerini ö ğ r e n ­ d i m . B e n d e böylece t e m i z e ç ı k t ı m . . .



GİZLİ



DEFTERİ



147



YÛŞA HAZRETLERİNİN DERGÂHI



ATATÜRK



Harbiye'de



ö ğ r e n c i y k e n hafta



tatillerinde B e y k o z ' d a Y û ş a Efendi D e r g â hı'nın Şeyhine konuk gider,



Şeyh te O'na ve beraber



g e l e n öbür gençlere



bırakmamalarını,



büyük adam unutmamış.



okulu



olmalarını Boğaz'dan



okuyup



öğütlermiş. A t a t ü r k bunu hiç her g e ç i ş i m i z d e



başını



Bey­



koz'un üstündeki D e r g â h a doğru ç e v i r e r e k eski anıları tazeler v e b i z e : — E ğ e r bize Şeyh H a z r e t l e r i o k u m a aşkı v e r m e seydi, halimiz nice olurdu? D e r dururdu.



148



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



E R T U Ğ R U L Y A T I N I BATIRIRIM



ATATÜRK



İstanbul'da



bulunduğu



Boğaz'da ve Marmara'da



sıralar



yatla gezmeğe



bayılır, yorgunluğunu a n c a k bu şekilde çıkarırdı. B i r yaz



günü



akşam



üstü



yine



B o ğ a z ' a doğru



bir



gezi



düzenlettirmişti. A t a t ü r k önemli bir şeye k ı z m ı ş ola­ c a k ki, yanına g i r d i ğ i m d e : —



E r t u ğ r u l y a t ı n ı b a t ı r ı r ı m . . . D i y e sertçe konu­



şuyordu. O sırada K a v a k ' l a r ı n önüne gelmiştik. A k ı n t ı n ı n e t k i s i y l e y a t başladı beşik gibi sallanmağa. H e r k e s : — P a ş a m , h a v a fena, dönelim... D i y o r . A t a t ü r k : —



H a y ı r olmaz, B o ğ a z ' d a n çıkalım. D i y e d i r e t i y o r ­



du. B o ğ a z ' d a n ç ı k a r a k Zonguldak'a g i d i l m e s i isteni­ yordu. T a m o sırada y a t ı n güvertesinde Seyrüsefain İ d a ­ resinin Müdürü Sadullah B e y ' e r a s t l a d ı m : —



B e y i m , hava çok kötü. Bu şartlar altında g i d e ­



m e y i z . . . D e y i n c e bana g ü l d ü : — Bir



B i z A t a ' y a söyledik, kızdı. Sen söyle. D e d i . an



durakladım.



Atatürk,



dediği



dedik



bir



adamdı. B i r şeye k a r a r v e r d i mi, onun üzerinde di­ r e t m e k boştu. F a k a t bir huyu da v a r d ı ki, a k l a y a t k ı n



GİZLİ



149



DEFTERİ



dilekleri y e r i n e g e t i r m e k t e n çekinmezdi.



Cesaretimi



toplayıp hemen salonun kapısı önüne g e l d i m . A t a t ü r k ' e damdan düşer g i b i : — P a ş a m , ilerki burundan dönelim mi ? D e y i n c e : —



P e k i dönelim... Dedi.



Doğrusu



bu



kadar k o l a y l ı k l a A t a t ü r k ' ü razı ede­



bileceğimi a k l ı m a g e t i r m e m i ş t i m bile. Onun için bir­ den bire şaşırıp kaldım. B i r yandan da seviniyordum. Hemen



merdivenin



dibinde



heyecanla



benden



cevap



bekleyen Sadullah B e y ' i n yanına k o ş t u m : — P a ş a H a z r e t l e r i ilerki burundan dönmemizi em­ retti... D e y i n c e Sadullah B e y ' i n sevinçten g ö z l e r i yaşardı. Bana



ödül



olarak



bir



maaş



ikramiye



verilmesi



için



kamara müdürü M u z a f f e r B e y ' e e m i r verdi. O z a m a n almış olduğum a y l ı k y i r m i y e d i liraydı. Ömrümde aldı­ ğ ı m t e k ödül de işte bu paradır.



150



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



A N K A R A LİSESİ'NDE



BİR gün Ç a n k a y a Köşkünden otomobile bi­ nip y o l a koyulduk. G i d e c e ğ i m i z y e r bilin­ miyordu. Çoğunluk ö y l e olur, y o l a çıktıktan sonra ka­ r a r verilirdi. A t a t ü r k şoför R e m z i E f e n d i y e : —



A n k a r a L i s e s i ' n e . . . D i y e seslendi.







Başüstüne



Paşam.



Diye



cevap



verip A t a t ü r k



Lisesine gittik. A t a t ü r k , çeşitli sınıflara girdi. Dersleri izledi. Sı­ ralarda



öğrencilerle



yanyana



oturdu.



Öğretmenlerin



ders anlatışlarını yakından gördü. K i t a p l a r ı karıştırdı. T a h t a y a kaldırılan öğrencilere



başladı çeşitli sorular



sormağa. Çocukların hepsi kırmamağa vermek



kolay



landırmak



h e y e c a n içindeydiler. B i r pot



çalışıyorlardı. değildi.



ta



Atatürk, cevaplardan



Öyle



ya



iki



Atatürk'ün



başlıbaşına çocukların



bir



sınav



kendi



çok memnundu.



sınav



birden



sorularını



cevap­



gibiydi.



çaplarında



verdikleri



T a m okuldan ç ı k a c a ğ ı ­



m ı z sırada genç bir ö ğ r e t m e n : —



P a ş a m , sizden bir r i c a m var... D i y e yaklaştı.



Atatürk:



var.







P e k i anlatınız... D e y i n c e şunları s ö y l e d i :







Burada



Öğle



pek



zamanı



çok bunları



zengin hususi



ve



vekil



çocukları



otomobilleri



gelip



GİZLİ



DEFTERİ



151



alıyor, y e m e ğ e götürüyor. Y a h u t t a sefertasları içinde g a y e t g ü z e l çeşit çeşit y e m e k l e r g e l i y o r . Bunları öbür çocukların yanında y i y o r l a r . ların y i y e c e k e k m e k l e r i bile hocalar



pek



çok



üzülüyoruz.



Oysa öbür çocuk­



y o k . Bu durumdan b i z Ama



elimizden



hiçbir



gey g e l m i y o r . Ç o k k r i t i k bir konuydu bu. A t a t ü r k ' ü n yüzü dü­ şünceli bir hal aldı. Ne d i y e c e ğ i n i O da şaşırmıştı. Bir



an



düşündükten



sonra:



— Bunlar z a m a n l a düzelir. kirdir...



D i y e c e v a p verdi.



Şimdi



m e m l e k e t fa­



152



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



AMERİKALI GAZETECİ



ANKARA



PALAS



büyük



balolara



Oteli



sahne



salonları



olur



ve



sık



sık



bunların



bazılarında şeref konuğu o l a r a k A t a t ü r k te ç a ğ r ı l ı bu­ lunurdu. B i r g e c e y i n e



böyle



büyük balolardan



biri



v e r i l i y o r d u . K ı z ı l a y eliyle düzenlenen baloda A t a t ü r k dans



ederken,



elinde



viski



kadehiyle



dolaşan



uzun



boylu bir a d a m a yaklaştı. Duruşundan bir y a b a n c ı ol­ duğu



anlaşılıyordu.



Atatürk, — Aras



yanında



bulunan



Tevfik



Rüştü



Aras'a:



Bu m ö s y ö k i m d i r ? D i y e sordu. T e v f i k Rüştü ta:







P a ş a m , A m e r i k a n gazetecisidir... D e y i n c e ta­



nıştırılmasını istedi. Tanıştırıldılar. A t a t ü r k ' l e yabancı g a z e t e c i arasında F r a n s ı z c a o l a r a k şu konuşma g e ç t i : Önce konuk A m e r i k a l ı y a : —



H a n g i ırktansınız? D i y e sordu.







A m e r i k a l ı y ı m . . . C e v a b ı n ı alınca d a :



— H a y ı r siz A m e r i k a l ı d e ğ i l karşılıkta



A m e r i k a l ı önce mazlık



Türksünüz. D i y e



bulundu.



olduğunu



şaşırmıştı.



sanarak yine



A r a l a r ı n d a b i r anlaş­ ilk sözünde



diretince



Atatürk: — K r i s t o f K o l o m b ' t a n elli yıl e v v e l T ü r k l e r A m e k a ' y ı keşfetmişler. D i y e başladı a n l a t m a ğ a . A m e r i k a l ı can



kulağiyle



dinliyordu.



GİZLİ



DEFTERÎ



153



A t a t ü r k , buna örnek o l a r a k müzelerimizde c e y l a n derisinden



yapılmış



haritaların



bulunduğunu,



Ameri­



k a ' y a g i d e r k e n rastlanan K a y ı k A d a l a r ı n ı n T ü r k ç e ol­ duğunu, T ü r k ç e d e k a y ı ğ a sandal da dendiğini, K a n a r ­ y a A d a l a r ı n ı n adının ( K a n a r i ) o l a r a k yazıldığını, K a nari'nin bizim Türkçede K a n a r y a olduğunu anlattıktan sonra



Amerikalıya:







Siz A m e r i k a l ı l a r O r t a A s y a ' d a n hicret ettiniz.



Olsanız



olsanız T ü r k olabilirsiniz.



D i y e sözlerini b i ­



tirdi. A m e r i k a l ı A t a t ü r k ' ü g i t t i k ç e artan bir heyecan v e şaşkınlıkla dinliyordu.



Bunca



yıllık



meslek hayatında



ülkesi hakkında bu denli ilginç bilgileri olan k i m s e y e hiç



rastlamamıştı.



Atatürk'ün



çekiciliğinden



kendini



bir türlü k u r t a r a m ı y o r , daha çok konuşması için tür­ lü bahaneler buluyordu. Görüşme saatlerce sürdü. B i r ara



Amerikalı —



şimdi



birkaç



çevresindekilere:



tanıdığım



karşı k a r ş ı y a y ı m . . .



Amerikalı sonra



gazetecinin,



Hayatımda



gazeteci günlüğüne



en



harikulade



adamla



D e d i ğ i n i hatırlıyorum. Atatürk'ün geldiği



ilgisini



gördükten



Türkiye'deki



kalışını



uzattı. Günlerce müzelerimizde incelemeler yaptı, ça­ lıştı, n o t l a r aldı. —



A m e r i k a ' y a gidince d e :



B i z A m e r i k a l ı l a r T ü r k t e n başka bir şey d e ğ i ­



liz... Diye yazılar yazmış. Bizim Türk gazeteleri de A m e r i k a l ı n ı n yazılarını çevirmişlerdi.



154



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



SON HALİFE'NİN GÖZYAŞLARI



CUMHURİYET'İN



kuruluşundan



sonra



H a l i f e l i k t e kaldırılmış, son H a l i f e A b ­ dülmecit bin-i Abdülaziz E f e n d i yurttan kovulmuştu. 1924 y ı l ı M a r t ayında A b d ü l m e c i t E f e n d i ' y i bir g e c e birdenbire



yurttan



ayrılmağa



zorlamışlar,



onun



iki



gün hazırlık y a p m a k için istediği izni bile, B ü y ü k Millet Meclisi'nden çıkan kanunu kendisine gösterip, « d a ­ kika



tehiri



mucibi i d a m d ı r »



gerekçesiyle



kendisine



vermemişlerdi. Abdülmecit



Efendi'yi



Çorlu



istasyonuna



kadar



otomobille götüren şoförü Mustafa, o o l a y ı sonradan bana anlatmıştı. Ben burada y a z ı l a r l a i l g i s i bulundu­ ğundan anlatmadan Abdülmecit sonra



«millî



geçemiyeceğim:



Efendi,



iradeye



emri



üzüntüyle



dinledikten



boyun e ğ e r e k d ö r t karısı,



bir



odalığı, çocukları Dürrüşvar v e Ö m e r F a r u k ' l a p e r d e ­ leri inik üç a y r ı kapalı otomobile bindirilip Ç o r l u ' y a götürülüyor. H e r hangi bir olayın çıkmaması için de Sirkeci'den trene bindirilmiyor.



Yolda



Abdülmecit



E f e n d i şoförüne: — Mustafa, sen de benimle g e l i r m i s i n ? D i y e so­ ruyor.



GİZLİ



155



DEFTERİ



Mustafa,



efendisinin



gidişinden



çok



üzüntülüdür.



F a k a t onu k ı r m a k t a i s t e m i y o r . Ö y l e ya, birbirlerini bir daha hiç g ö r e m i y e c e k l e r . — G e l m e k ç o k isterdim ama, burada doğdum, ç o ­ luk çocuğum karşılık



burada.



Bunlardan



ayrılamam...



Diye



veriyor.



M e c i t E f e n d i b u sözlerden çok duygulanmıştır. Ü züntüsünü belli e t m e m e ğ e çalışıyor a m a b o ş : — A h , ne olurdu, beni de bu v a t a n ı n bir köşesinde g ö z a l t ı n d a bıraksalardı... D i y e b i l i y o r . O anda M e ­ cit Efendi'nin gözlerinden bir dizi



yaşın



süzüldüğünü



görüyor. A r a d a n ç o k z a m a n g e ç t i ğ i halde şoför hiçbir z a m a n



bu



konuşmayı



aklından



Mustafa,



çıkaramadığını



söylemektedir. Halife



Türkiye'den



nırında büyük güçlüklerle



ayrıldıktan



sonra İ s v i ç r e



karşılaşmış.



sı­



D ö r t karısı o l ­



duğu için oranın kanunlarına g ö r e içeri sokulmak i s ­ tenmemiş. A n c a k d e v l e t başkanının özel izniyle İ s v i ç ­ re'ye



girebilmiştir.



156



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



MASRAFINI CEBİNDEN ÖDERDİ



1930 Y I L I N D A Y D I K . Büyük M i l l e t



Meclisi



y a z tatiline g i r m i ş t i . H e r y a z olduğu g i bi bu y ı l da tatili İstanbul ya da Bursa'da g e ç i r e c e k ­ tik. Programda



önce



Bursa



yer



almıştı.



Derince'de



E r t u ğ r u l y a t ı y l a M u d a n y a ' y a gidilecek, oradan o t o m o ­ billerle Bursa'ya geçilecekti. B e n a y r ı o l a r a k B i l e c i k K a r a k ö y ü n d e n otomobille B u r s a ' y a gidip, bu tarihi y e ­ şil



şehrin



türk'e



sayfiyesi olan Ç e k i r g e ' d e Bursalıların A t a ­



armağan



ettiği



köşkün hazırlanması için



çalı­



şacaktım. Böyle önce şitli



gezilerde



Çankaya



Köşkünden



çıkılmadan



son akşamlar sofraya hep paşalar çağırılır, yurt



meseleleri



Bursa'ya



çe­



görüşülürdü.



hareketimizden



önce



de



son g e c e



yine



paşalar çağrılıydı. Başta M a r e ş a l F e v z i Ç a k m a k oldu­ ğu



halde yüksek rütbeli bütün subaylar toplanmışlar­



dı. G e c e saat 24'e doğru sofra dağıldı. K o n u k l a r b i r e r ikişer g i t t i l e r . E r t e s i g ü n d e y o l a çıktık.



GİZLİ



157



DEFTERİ



Önce o t o m o b i l l e r kılavuz t r e n e konmuş, daha son­ r a polis v e muhafız kıtası bindirilmişti. T r e n D e r i n c e ' y e varınca otomobiller E r t u ğ r u l y a t ı y l a M u d a n y a ' y a gelen



Atatürk'ü



karşılayıp



Bursa'ya



götürmek



için



harekete g e ç i r i l d i . O sırada ben Bursa'da V a l i ve B e l e d i y e Başkanıyla Köşkün y a t a k ve



sofra takımlarını hazırlıyor, hasır­



ları t e m i z l e t i y o r d u m . Burada



sırası



gelmişken



şunu



da



söyliyeyim



A t a t ü r k hiçbir y e r d e Belediyelerin konuğu



ki,



olmamış,



her yerde masrafı cebinden ödemiştir. Y a l n ı z 1927 y ı ­ lında



İstanbul'a



ilk



gelişinde



İstanbul



Belediyesi'nin



konuğu olarak kaldığını hatırlarım. Öbür y ı l l a r İstan­ bul'a gelişinde m a s r a f ı hep kendi ödemiştir. H i ç bir otelcinin, gazinocunun etkisinde k a l m a m ı ş t ı r .



Onlar



her ne k a d a r p a r a a l m a k istemezlerse de A t a t ü r k : —



Bir



daha



gelmem



sonra...



Diyerek



parasını



öder v e b a ş y a v e r e sorardı; — Gazinocu parasını aldı m ı ? V e r i l d i cevabını almadan d a g a z i n o d a n çıkmazdı.



158



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



OTOMOBİLLERİ



B U R S A ' d a bir hafta kaldıktan sonra o t o ­ mobillerle Y a l o v a ' y a g i t t i k .



Otomobiller



deyince sanmayın yüzlerce otomobil vardı. Sadece se­ k i z tane. B i r i açık y a z l ı k , biri kapalı i k i L i n c o l n , üç Buick, bir Benz M e r c e d e s . . . İ k i n c i Cumhurbaşkanı zamanında bu sayı onsekize çıkmıştır. Oysa İ s m e t İnönü, R u s y a ' y a y a p t ı ğ ı g e z i d e n döndüğü zaman, S o v y e t yönetiminin etkisinde kalarak Bakanların



altından



arabalarını



aldırmak



istemişti.



T e v f i k Rüştü A r a s ' l a Şükrü K a y a K ö ş k e g e l e r e k A tatürk'e —



durumu



anlattılar.



Atatürk:



B e n i m o t o m o b i l l e r i de kaldırıyor m u ? D e y i n ­



ce: — H a y ı r P a ş a m , sizinkilere dokunmuyor. Cevabı­ nı aldı. Bunun üzerine: — Yahu, böyle şey olur m u ? B i r v e k i l i n altından o t o m o b i l alınır m ı ? Bu ne biçim iş... D i y e söylendi. Şükrü K a y a : —



B i z de kabul e t m e y i z . . . Dedi.



O sıralar İ s m e t İnönü, bir yıl kadar resmi araba­ y a binmedi. K e n d i hususi otomobiliyle M e c l i s ' e v e B a ş ­ bakanlığa



gidip



geldiydi



GİZLİ



159



DEFTERİ



«ELBİSELERİMİ YAKIN» YALOVA'DA



uzun süre kaldık. A k ş a m l a r ı A -



tatürk'ün sofrası yine konuklarla dolup taşı­ y o r , birçok y u r t sorunları bu sofrada görüşülüyordu. B i r akşam y e r l i m a l ı kullanılması üstüne bir konuş­ ma oldu. H e r k e s düşüncesini söylüyor,



yurtta yerli



endüstrinin g e l i ş m e s i için büyük bir k a m p a n y a açıl­ ması, herkesin y e r l i m a l ı yemesi, y e r l i malı g i y i n m e ­ s i isteniyordu. Y e r l i M a l ı bugünlere



H a f t a s ı ' n ı n açıklanışı d a



rastlar.



A t a t ü r k , herkesin öne sürdüğü zamanki



dikkatiyle



— Bundan



dinledikten



sonra



önder



düşünceleri, her



sonra:



olarak



benim



de



yerli



malı k u l l a n m a m l â z ı m . G a r d r o p t a k i elbiselerimi g e ­ tirin. Köşkün önünde y a k ı n . . . E m r i n i v e r d i . H e r k e s t e bir sessizlik.... O şen, g ü ­ rültülü sofra sanki bir anda m e z a r sessizliğine bürün­ müştü. H e r k e s birbirinin yüzüne bakıyordu. Sessizliği İlk



önce



konuklar



arasında



bulunan



Ulus



Gazetesi



başyazarı F a l i h R ı f k ı A t a y b o z m a ğ a cesaret edebildi: — Paşam,



bu



elbiseleri y a k m a y ı n ,



birer tanesi­



ni bizlere verin. B i z de hâtıra o l a r a k saklayalım... D e ­ yince A t a t ü r k hafifçe, gülümsedi: — P e k i , dedi. Orada hazır bulunan herkese b i r e r k a t elbise v e ­ rildi. Bunların a r t ı k o elbiseleri hâtıra olarak mı sak­ ladıklarını, y o k s a g i y e r e k m i eskittiklerini bilemem. Bir



gün



sonra



Beyoğlu'nun



tanınmış



terzilerin­



den A r m a n Y a l o v a ' y a getirildi. A t a t ü r k , K ö ş k t e k i l e r i n g ö z l e r i önünde



yerli



kumaştan



diktirdi. O olaydan sonra



elbisesini



kestirdi ve



A t a t ü r k , elbiselerini hep



y e r l i kumaştan o l a r a k A r m a n ' a diktirmiştir. B i r da­ ha da İ s v i ç r e ' d e n kumaş g e l m e d i .



160



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



HÂZIM'I N A S I L GÜREŞTİRDİ?



H A Z I M A t a t ü r k ' ü n e n sevdiği aktördü. A n k a r a ' d a n İstanbul'a g e l d i ğ i z a m a n l a r H â z ı m ı sofrasında g ö r m e k ister v e temsil sonrası otomobilini göndererek bu büyük sanatçıyı Saray'a getirtir, karşılıklı sanat sohbetleri yapardı. N e ş e , espri havası içinde g e ç e n toplantı sırasında çeşitli konular üzerinde görüşülür, tartışılırdı. Y i n e bir gece, g e ç saatlerde H a z ı m , A t a t ü r k ' ü n sofrasındaydı. K o n u spora gelmişti. A t a t ü r k , sanat­ ç ı y a şöyle sordu: — H a z ı m , hiç spor y a p t ı n mı ö m r ü n d e ? Hazım, A t a t ü r k ' ü n güreşi sevdiğini v e Çoban M e h m e t ' i de koruduğunu bildiğinden : — Gençliğimde biraz güreş y a p t ı m Paşam... D i ­ ye a t m a s i y o n bir karşılık verdi. A r a d a n beş - altı saat g e ç m i ş , spor konusu unu­ tulmuştu. Bu arada A t a t ü r k ' ü n , yaverinin kulağına e ğ i l e r e k bir şeyler söylediği g ö z d e n kaçmadı. Y a v e r hemen uzaklaştı ve daha beş dakika bile g e ç m e d e n yanında Muhafız A l a y ı n d a n seçme yarı beline kadar çıplak leventendam on pehlivan erle beraber göründü. H e r k e s şaşkınlık içinde ne olacağını m e r a k l a bek­ liyordu. A z önce söylediklerini unutan H a z ı m , başına



GİZLİ



DEFTERİ



161



geleceklerden habersiz,



gelenlere



b i r a z da



şaşkınlıkla



bakıyordu. A t a t ü r k keyifli k e y i f l i : — Kuzum



Hazım,



şunlarla



güreş



te,



marifetini



görelim... D e m e z m i ? H â z ı m ' d a bir anda şafak atmıştı. ni



toparlayıp,



işin



içinden



sıyrılmağa



H e m e n kendi­ çalıştı:



— A m a n P a ş a m , ben g e n ç l i ğ i m d e güreştim... G ü ­ reşi falan ç o k t a n unuttum. Bunlar benim pestilimi çı­ karırlar... A m a A t a t ü r k kararlıydı.



İ l l e d e H â z ı m ' ı güreş-



tirecekti. G ü l ü m s e y e r e k : — Sen Bunlar



neşenle



senin



kalpleri,



karşında



tuşa g e t i r m i ş adamsın.



dayanır



mı?



D e y i n c e g ö z l e r i yaşaran H a z ı m , A t a t ü r k ' ü K ı r a ­ m a y a c a ğ ı n ı a n l ı y a r a k çaresiz ceketini çıkardı. K o l l a ­ rını sıvayarak pehlivanların yanına sokulup



yavaşça :



— Bak, ben pehlivan falan d e ğ i l i m . B i z i m şimdi v a z i f e m i z P a ş a ' y ı e ğ l e n d i r m e k . . . S i z kendinizi boş b ı ­ rakın. Ben sizi t u t a c a ğ ı m . Diye



onların



saflıklarından



yararlanıp,



masanın



önüne kadar g e t i r d i . Başta duran pehlivanın bir anlık dalgınlığından yararlanarak, hemen el - ense yere dü­ şürmeğe



çalışınca



Atatürk:



— B r a v o ! . . Y a ş a H a z ı m . . D i y e bağırdı. Salon kah­ kahadan



kırılıyordu.



Sabaha karşı sofra d a ğ ı l ı r k e n H a z ı m çevresinde­ kilere :.. — M e ğ e r Paşa'nın



önünde



g ü r e ş m e k ne



kadar



zormuş. K u y r u k sokumuma k a d a r terledim... Diyordu.



F . 11



162



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



A D A L I AYŞE H A N I M Ç A N K A Y A K ö ş k ü n d e yine bir a k ş a m zi­ y a f e t i . . . İstanbul sosyetesinin tanınmış kişilerinden A d a l ı A y ş e H a n ı m v e eşi A s a f bey d e konuklar



arasında bulunuyordu.



Saat g e c e n i n ikisine



y a k l a ş m ı ş t ı . P i s t t e k i çiftler a z a l d ı ğ ı bir sıra A t a t ü r k , A y ş e H a n ı m ı dansa kaldırdı. H a t ı r ı m d a kaldığına gö­ re



bir v a l s



çalıyordu.



A y ş e H a n ı m ı n eşi A s a f B e y i n bir ara elinde ta­ bancayla a y a ğ a k a l k m a k istediği görüldü. M e d e n î K a ­ nun



ç o k t a n alınmıştı.



Türkiye,



çağdaş u y g a r l ı k dü­



z e y i n e y ü k s e l m e k için d e v adımlarla ilerliyordu. Ba­ tının bütün yeniliklerini benimsiyorduk. D a n s t a n tabii bir şey v a r m ı y d ı ?



Ü s t e l i k A d a l ı A y ş e H a n ı m v e eşi



d e sosyeteden g e l m e y d i l e r . A s a f B e y i n tabancasının A t a t ü r k ' ü hedef tutaca­ ğ ı n ı hiç sanmıyorum. Onun olsa olsa sarhoşluğun etki­ siyle bu kat



daha



tabancayı ç e k m i ş olduğu düşünülebilir. F a ­ ayağa



kalkmadan



yanında



bulunan



Sinop



m i l l e t v e k i l i R e c e p Zühtü'nün onu bir y u m r u k t a y e r e sermesi bir oldu. R e c e p Zühtü, A s a f B e y i n elindeki küçük tabanca yı bana verdi. B e n de sofra d a ğ ı l d ı k t a n sonra başyav e r Celal B e y e g ö t ü r d ü m . A t a t ü r k ' ü n bütün bunlardan haberi yoktu. Dansı­ nı bitirdikten sonra konukların yanına oturmuştu. D u ­ rumu



ancak ertesi günü



a k ş a m sofrasında A t a t ü r k ' e



anlattılar. K ı z a c a ğ ı n ı sanıyorduk. G ü l e r e k : — Y a h u ne v a r bunda çekinecek. A d a m c a ğ ı z k e y ­ f e g e l m i ş , c a m tabanca a t m a k istemiş... D i y e c e v a p verdi.



GİZLİ



D E F T E R İ



163



RİFAT H O C A ' N I N B A Ğ I Ş I



MİLLİ Mücadele'ye katılmış A t a t ü r k ' ü n y a ­ kınlarından birinin a ğ z ı n d a n d i n l e m i ş t i m : 19



Mayıs



1919.



Atatürk



Kurtuluş



Savaşı'na



baş­



l a m a k üzere Samsun'a a y a k basmıştır. B i r yandan iç ve dış düşmanlarla savaşırken, lıklarla



bir y a n d a n da hasta­



uğraşmaktadır.



Böbreklerinden hasta olan A t a t ü r k , B a f r a y a k ı n ­ larında I l ı c a ' d a v e H a v z a ' d a t e d a v i altına alınmıştır. Sivas v e E r z u r u m



K o n g r e l e r i n d e n sonra A n k a r a ' y a



dönüyor. B u sırada A l i F u a t Cebesoy, bâzı y a r d ı m l a r ­ da



bulunmuştur.



Vahidettin'in



duğu



y o l l u k l a r ı n da



para



kalmamıştı. Nereden



para



sonu



kendisine



gelmişti.



bulunacağı



vermiş



Elde



ol­



avuçta beş



düşünülürken



Diyanet



İşleri Başkanı R i f a t H o c a ç ı k a g e l i y o r . H e m e n cebin­ den bin l i r a ç ı k a r ı y o r ve A t a t ü r k ' e : — Paşam,



şimdi sizin p a r a y a ihtiyacınız vardır.



Bugünlük bu k a d a r t e m i n edebildim. Kusura bakmayın... D i y e p a r a y ı u z a t ı y o r . — B u p a r a y ı hiç unutmam... D e r v e R i f a t H o ca'dan



sırası g e l d i k ç e



öğünerek sözederdi.



ATATÜRK'ÜN



164



UŞAĞININ



KARABEKİR'E SİNİRLENİYOR



B İ R gün A n k a r a ' d a G a z i O r m a n Ç i f t l i ğ i ' ndeki M a r m a r a Köşkünde sofracı Saip'le oturmuş, konuşuyorduk. Can sıkıntısından konudan ko n u y a atlıyorduk. K a p ı aralıktı. Salonda A t a t ü r k , C e ­ v a t Abbas'la derin bir konuşmaya dalmıştı. Onlar ken­ di âlemlerinde, biz kendi âlemimizdeydik. Saatler iler­ liyor, z a m a n ı n nasıl g e ç t i ğ i anlaşılmıyordu. Saip h e r fırsatta A t a t ü r k ' ü sevdiğini, O'nun için her şeyi g ö z e alabileceğini ileri sürüyor, bense ona : — Sen



Gazi'yi



pilavıyla



hoşafı



için



seviyorsun



Bense kafasına, düşüncelerine, başardığı işlere h a y r a ­ nım... D i y e takılıyor, v a ş t a y a r a r l ı k gösteren



sonra şöyle e k l i y o r d u m : bir



sürü paşayı



Sa­



sevmiyorsun



d a y a l n ı z A t a ' y ı seviyorsun. B u doğru m u ? A r k a d a ş ı m aksini ileri sürüyor, bense onun dalı­ na b a s m a k için kızışına



kıs



adamakıllı



sesimi



yükseltiyor,



sonra



kıs g ü l e r e k bakıyordum.



B i z böyle t a r t ı ş m a y a dalmış çekişe duralım, A t a ­ türk



sesimizi duymuş,



girdim:



zile



bastı,



bizi



çağırdı.



İçeri



GİZLİ







DEFTERİ



165



İ ç e r d e kahvehane mi kurdunuz? N e d i r bu g ü ­



rültü... D i y e çıkıştı. H i ç sesimi çıkarmadan başımı önüme e ğ i p b i r a z bekledim. dışarı



O



tekrar



konuşmasına



dalınca da



sessizce



süzüldüm.



A t a t ü r k , konuşmamızı duyup ta beni ç a ğ ı r d ı ğ ı za­ m a n hiç durmadan K a r a b e k i r P a ş a ' y ı öğüyordum. B i l ­ m e m ama, çocukluğumda ö ğ r e n d i ğ i m bir şarkının et­ kisiyle bu askere kalben b a ğ l a n m ı ş t ı m . Şarkının, daha doğrusu



marşın



ğına g ö r e



mısralarının



tekrarı,



aklımda



kaldı­



şöyleydi:



« Ç e l i k g i b i kollu, T u n ç t a n bilekli - T ü r k hiç yı lar mı, T ü r k hiç y ı l a r m ı ? » A r a d a n y ı l l a r g e ç t i ğ i halde bu şarkı hiç aklımdan çıkmamıştı.



Aklıma



geldikçe



mırıldanmadan



yapa­



mazdım. O akşam



Ç a n k a y a K ö ş k ü ' n e döndüğümüzde A t a ­



türk bana : — Sen benim Büyük N u t k u m u okudun m u ? D e ­ di. — O k u m a d ı m efendim. D i y e karşılık v e r d i m . S o n ­ ra t e k r a r —



sordu :



Kütüphanenin



neresinde



biliyor



musun?



— B i l i y o r u m , bir pırlanta m a h f a z a içinde olacak. —



Ö y l e y s e al getir...



H e m e n y u k a r ı koştum. K ü t ü p h a n e y e g i r e r e k eta­ jerin camını sürüp, N u t k u mahfazasından çıkardım, aş a ğ ı y a indirdim. İ ç i m d e ne yalan s ö y l i y e y i m , bir k o r ­ ku v a r d ı O sırada sofrada bulunan Ruşen E ş r e f Ü n a y d ı n ' a Nutku



verdim.



Ruşen Eşref, N u t k u n



sayfalarını



çe­



virdi, çevirdi, K â z ı m K a r a b e k t r ' e ilişkin bölüme g e l i n -



166



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



ce durdu. A t a t ü r k ' ü n yüzüne baktı. B e n y u k a r ı g i d i n ­ ce, o günkü olayı konuştuklarını anlamıştım. Sonu ne olacak, altından ne ç ı k a c a k d i y e m e r a k l a bekliyordum, A t a t ü r k , Ruşen E ş r e f Ü n a y d ı n ' a dönerek : —



Oku... Dedi. Sonra bana b a k t ı :







Sen de dinle... D i y e ekledi.



Ruşen



E ş r e f Ü n a y d ı n ' ı n okuduğu



bölümleri



bü­



y ü k bir dikkatle dinliyordum. A t a t ü r k t e a y n ı i l g i y l e dinliyor, sanki o günleri yeniden y a ş a r g i b i oluyordu. Gözleri değişmeyen bir noktaya



saplanmıştı.



Okuma



işi b i t t i k t e n sonra bu konu üzerinde A t a t ü r k ' l e R u ­ şen E ş r e f Ü n a y d ı n arasında bir konuşma başladı. Can kulağıyla



dinlediğim



Savaşı'na



başlayışının



konuşma,



Atatürk'ün



Kurtuluş



hikayesiydi.



A t a t ü r k , son P a d i ş a h Vahidettin tarafından Sara­ y a çağırılmıştı. K a b u l sırasında Vahidettin i l k o l a r a k ona şu — sıl



soruyu sormuştu : Şu gördüğünüz düşman g e m i l e r i n i buradan na­



çıkarabilirsiniz? —



O gördüğünüz z ı r h l ı l a r karada yürümez.



— P e k i bu işi nasıl yapabilirsiniz? — Emredersiniz. — Ne



yaparsanız



yapın,



fakat



bunları



buradan



kovun... Ve kendisine şu g ö r e v i v e r i y o r : —



Yanınıza



Samsun'a



hareket



çalışabileceğiniz m a i y e t i n i z i ediniz.



Yarın



Bandırma



alınız. vapuru



h a r e k e t i n i z e hazırdır. Ş a r k v i l â y e t l e r i askerî müfettişi o l a r a k y o l a çıkın. A l l a h y a r d ı m c ı n ı z olsun... P a d i ş a h A t a t ü r k ' ü n elini sıkıyor. O da S a r a y d a n ayrılıyor.



GİZLİ



DEFTERİ



167



Çürük B a n d ı r m a teknesi K a r a d e n i z ' i n a z g ı n d a l ­ g a l a r ı arasında y o l



alırken işgal



k u v v e t l e r i işi haber



almış, f a k a t ç o k g e ç kalmıştır. İ n g i l i z zırhlıları B a n ­ dırma



vapuruna yetişemeden



Atatürk



Samsun'a a y a k



basmıştır. Konuşmanın



burasına g e l i n c e



A t a t ü r k bana dön­



dü. Anlaşılan o gün K a r a b e k i r hakkında Saip'le y a p t ı ­ ğ ı m konuşmayı unutmamıştı : — Onun



yerine



Samsun'a çıkıp,



askeri elbisele­



rimi yırtıp, üniformamı attıktan sonra K a r a b e k i r P a ­ şa benim



t a y ı n ı m ı kesmiştir.



Millî



Mücadele'ye



olan



hizmetlerini de bu zaviyeden i n c e l e m e k lâzımdır... A r a d a n y ı l l a r geçmişti. O sırada g a z e t e l e r d e K a ­ rabekir P a ş a ' n ı n anıları yayınlanıyordu. K a r a b e k i r bu yazılarında y a p t ı ğ ı hizmetleri sıralıyor « H e r şeyi ben y a p t ı m . Ben olmasaydım T ü r k m i l l e t i kurtulamazdı...» gibisinden sözler ediyordu. A t a t ü r k ' e de az bir p a y b ı ­ rakıyordu. O sıralar biz İstanbul'da, D o l m a b a h ç e Sarayındaydık. A t a t ü r k , g a z e t e l e r d e k i bu y a z ı l a r a biraz sinirlen­ m i ş olacak ki, birden şunları söyledi : — Bu şekilde iddiada bulunan adamları akıl dok­ torlarına g ö n d e r m e k lâzım...



E ğ e r bu m e m l e k e t i bir



K a r a b e k i r ' l e bir M u s t a f a K e m a l kurtardıysa çok y a zık...



Oturup a ğ l a m a k l â z ı m !



168



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



SAVARONA YATININ HİKAYESİ



ATATÜRK



sık sık deniz y o l u y l a d a y u r t



gezilerine mur



bir



yata



Ertuğrul



yatı,



niz'de



batma



sakıncalı du,



deniz



mu



onun



ihtiyaç bir



gün



tehlikesi



bulunuyordu. aşıkıydı. denizden



çıktığı



için



vardı. sert



Eski bir



geçirdiği Atatürk Son



dört



başı



devirden



havada için



denizi



ma­



kalma



Karade­ kullanılması



çok



seviyor­



zamanlarda s a ğ l ı k duru­



uzaklaşmasının



doğru



olmadığı­



nı da o r t a y a koyduğundan, bütün bunları gözönünde bulunduran Hükümet, O'na ulusun bir a r m a ğ a n ı ola­ rak A m e r i k a l ı m i l y o n e r bir kadından ç o k ucuza bul­ duğu



S a v a r o n a y a t ı n ı almıştı.



Y a t ı n İ n g i l t e r e ' d e n alınışı sırasında ben de



bu­



lunduğum için kısaca Savarona'nın hikâyesini b u r a y a k o y m a k yerinde o l a c a k t ı r : 1938 M a r t ı n d a L o n d r a ' y a üç saat u z a k l ı k t a S a v santin limanına g i t t i k . B u r a d a S a v a r o n a ' y a büyük bir törenle T ü r k b a y r a ğ ı çekildi. B a y r a k çekme töreninde İ n g i l i z bahriyesinden a m i r a l v e komutanlar, şehrin i leri gelenlerinden birço k k i m s e vardı. L o n d r a B ü y ü k ­ e l ç i m i z F e t h i O k y a r ile e l ç i l i k ileri gelenleri h a z ı r bu­ lunmuştu. Geminin



alınmasında Cumhurbaşkanlığı



Umumi



GİZLİ



DEFTERİ



169



K â t i b i H a s a n R ı z a Soyak, U l a ş t ı r m a B a k a n l ı ğ ı M ü s ­ teşarı



Sadullah Güney,



Nakliyat



Şefi



Burhanettin,



mühendis N a c i A r k ile k o m i s y o n e r olarak A v r u p a ' ­ da bulunan Z e k i adlı bir kişi ve B a l M a h m u t v a r d ı . L i m a n d a bir ay kadar kaldık. Y a t ı n dış kısmı b e ­ y a z a boyandı. İçersinde y a p ı l a c a k değişiklikler için İ n ­ g i l i z l e r çok p a r a istediklerinden İ n g i l t e r e ' d e n a y r ı l ı p Hamburg



limanına



gittik.



Zaten



Blonios tezgâhlarında yapıldığı şiklik



konusunda



hiç



zorluk



yat



için



Hamburg'ta



Almanlar



deği­



çekmemişlerdi.



S a v a r o n a yatını 1931 yılında A m e r i k a l ı bir kadın y a p t ı r m ı ş t ı . M i s i s K a t v e l l e r , A l m a n tezgâhlarına t a m beş m i l y o n dolar saymıştı. Y a t l a a l t m ı ş üç g ü n D ü n y a ­ y ı dolaştıktan sonra Misis K a t v e l l e r A m e r i k a ' y a v a ­ tanına döndü. F a k a t A m e r i k a H ü k ü m e t i , beş m i l y o n dolar g ü m r ü k v e r g i s i isteyince t e r s yüzü edip t e k r a r A v r u p a ' n ı n yolunu tuttu. Bu sırada K a t v e l l e r kocasını k a y b e t m i ş ve h a y a t ­ t a y a p a y a l n ı z kalmıştı. Y a t t a n hevesini aldığı v e A m e r i k a ' y a d a s o k a m ı y a c a ğ ı n ı a n l a d ı ğ ı için satılığa çı­ kardı. Y a t a i l k d e f a o z a m a n k i A l m a n Başbakan Y a r ­ dımcısı V o n P a p e n istekli olmuştu. F a k a t b i z i m k o ­ misyoncular türk'e



açıkgöz



satmak



Atatürk'e



davranıp,



istediklerini



kadına



söylediler.



bu



yatı



Ata­



Amerikalıların



s e v g i l e r i fazla olduğundan y a t ı bir m i l y o n



ikiyüz bin dolara sattılar. Bu suretle H i t l e r ' i n istedi­ ğ i y a t ona k ı s m e t olmadı. Savarona'nın satış işlemi ziranda İstanbul'a



geldik.



b i t t i k t e n sonra 1



Ha­



F l o r y a önlerinde bizi polis



170



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



v e g ü m r ü k m o t o r l a r ı karşıladı. Dolmabahçe S a r a y ı ön­ lerine g e l d i ğ i m i z sıra A t a t ü r k bir m o t o r l a y a t a geldi. A t a t ü r k ' ü t a m ikibuçuk a y g ö r m e m i ş t i m . H e y e c a n ­ l a v e ö z l e m l e merdivenleri çıkmasını b e k l i y o r d u m . H e ­ m e n yanına koştum. F a k a t daha ilk bakışta hasta o l ­ duğunu sezdim. Y ü z ü solmuş, incelmiş, karnı şişmişti. Atatürk'e kaygıyla ve dikkatle baktığımı gören K ı ­ lıç A l i : — N e d e n bu k a d a r d i k k a t l i baktın Ç e l e b i ? M e r a k e t m e bir şey y o k . D i y e benim h a y r e t i m i y a t ı ş t ı r m a k istedi. A m a beni kandıramadı. Y a t a hemen yerleşildi. G e r e k l i eşyalar taşındı. A tatürk, y a t ı n mobilyasını, A m e r i k a n z e v k i n i çok be­ ğ e n m i ş t i . Çünkü y a t ı n sahibi, ince z e v k l i y d i . Y a t ı n içindeki



eşyaların bir kısmı,



Fransa'daki



müzelerden



aslı gibi t a k l i t olunarak yaptırılmıştı. B i r ç o k köşele­ ri tarihi eşyalarla bezenmişti. P l â n l a r ı n ı gördüğü z a m a n y a t ı çok b e ğ e n e n A t a ­ türk,



ne y a z ı k ki,



ona kavuştuğunda ölüme y a k l a ş ­



m ı ş a ğ ı r bir hastaydı.



Savarona'nın



safasını



süremi-



y e c e ğ i n i o d a anlamış v e üzülerek « B u te kne y o k s a b e n i m m e z a r ı m m ı o l a c a k ? » d i y e hazin h a z i n sormuş­ tu. A t a t ü r k onbeş g ü n k a d a r y a t t a kaldı. K ü ç ü k g e ­ z i n t i l e r yaptı. D e n i z havası yaramış, yüzü b i r a z düzel­ m e ğ e yüztutmuştu.



GİZLİ



171



DEFTERİ



İKİ



K A D I N GAZETECİ



1933 Y I L I N D A P a r k Otel'de o r t a yaşlı, fa­ k a t çok güzel iki kadın A t a t ü r k ' ü n dikkatini çekti. M a v i gözlü, sarışın bu kadınlar bir k ö ­ şeye



çekilmişler,



sessiz sedasız oturuyorlardı.



Hususi



K a l e m Müdürü Süreyya B e y e : — K i m d i r bu k a d ı n l a r ? D i y e sordu. Süreyya Bey, Metrdotel Karabet Efendiye kadın­ ların k i m olduklarını sordu ve A m e r i k a n g a z e t e c i l e r i olduklarını ö ğ r e n e r e k A t a t ü r k ' e bildirdi. Bunu d u y a n Atatürk : — Acaba



masamıza davet



etsek



gelmezler m i ?



Dedi. Metrdotel Amerikalıların



yanına



giderek



Ata­



türk'ün çağrısını bildirdi. K a d ı n l a r « m e m n u n i y e t l e » di­ y e hemen yerlerinden kalkıp A t a t ü r k ' ü n y a n m a g e l ­ diler. O g e c e g e ç v a k t e kadar A t a t ü r k , konuk g a z e t e ­ cilerle ilgilendi. G e z d i k l e r i y e r l e r i sordu, çalışma p r o g ­ ramlarını



dinledi.



Tercümanlığı



Süreyya



Bey



yapı­



yordu. A t a t ü r k , daha sonra konuklara şunu sordu : —



Siz T ü r k i y e ' d e nereleri g ö r d ü n ü z ?



G a z e t e c i l e r şu karşılığı v e r d i l e r : — İstanbul'u gördük, m ü z e l e r i gezdik, tarihî y e r ­ leri dolagtık...



172



ATATÜRK'ÜN —



UŞAĞININ



T ü r k i y e y a l n ı z İstanbul değildir. Sizi onbeş gün



m e m l e k e t i m d e misafir e t m e k istiyorum. Bu z a m a n için­ de



istediğiniz



Türkiye'yi



yerleri



görmekte



daha y a k ı n d a n



serbestsiniz,



tanımak



böylece



fırsatını



elde



et­



m i ş olursunuz. K a b u l e d e r m i s i n i z ? —



T e ş e k k ü r ederiz. M e m n u n i y e t l e kabul ediyoruz.



Bunun



üzerine



Süreyya



Bey



konukçu



olarak A-



merikalı



g a z e t e c i l e r i n y a n ı n a v e r i l i y o r . İ z m i r , Efes,



Antalya,



Belkıs yıkıntılarını dolaştıktan sonra A n k a ­



r a ' y a g i d i y o r l a r . B i r k a ç g ü n de orada kaldıktan son­ ra



İstanbul'a



dönüyorlar.



A m e r i k a l ı g a z e t e c i l e r İ s t a n b u l ' a dönüşlerinde D o l ­ mabahçe



Sarayı'nda



bul edilip, y e m e ğ e



yeniden



Atatürk



alıkondular.



tarafından



Sofra g e c e



midörde kadar sürdü. K o n u k l a r g e z d i k l e r i y e r l e r i lattılar.



Atatürk



büyük



bir



dikkatle



ka­



saat y i r -



bunları



an­



dinledi.



E k s i k edindikleri bilgileri tamamladı. B i r gün sonra konuklar, bir m a n e v r a y a götürüldü­ ler. A s k e r î m a n e v r a l a r ı hayranlıkla seyrettiler. B i r ara,



manevra



Amerikan



alanına



bağlanan



Başkonsolosuyla



da



bir bir



telefon



hattıyla



görüşme



yaptılar.



B i r k a ç gün sonra A m e r i k a l ı g a z e t e c i l e r m e m l e k e t ­ lerine döndüler. Bu iki



kadın,



yüz



altmış beş g a z e t e y e



birden g i t t i k l e r i yerden y a z ı y a z a r l a r m ı ş . T ü r k i y e i z ­ l e n i m l e r i günlerce A m e r i k a n basınında y e r aldı. Bun­ ları bizim g a z e t e l e r d e n d e b a z d a n çevirip yayınladılar. A m e r i k a l ı g a z e t e c i l e r yazılarında A t a t ü r k ' t e n h a y ­ ranlıkla sözetmekte, çok n a z i k v e centilmen bir d e v ­ let



başkanı



olduğunu



söylemekte,



Dolmabahçe



Sara­



yı'nın çiçekler içindeki g ü z e l l i ğ i n i ö ğ m e k t e y d i l e r . A tatürk'ün,



konukların



bulunduğu



sofraya s m o k i n g g i ­



yerek geldiğini yazıyorlardı. Oysa Atatürk'ün o g e c e düz bir l â c i v e r t elbise v a r d ı üzerinde.



GİZLİ



DEFTERİ



173



TAYYARE



PİYANGOSU



BİR akşam sofrada içki üzerine konuşuluyordu.



K a d e h l e r h a v a y a k a l k t ı k ç a çeşitli



görüşler o r t a y a atılıyor, içki y a p a n y e r l i f a b r i k a l a r ı n kurulması düşüncesi savunuluyordu. Önce bir bira fab­ rikasının kurulması



tartışılmağa



başlandı.



Bira



fab­



rikası yapılsın, g ü z e l . . . A m a g e r e k l i y a t ı r ı m ı nereden bulacağız ? Atatürk,



sermaye



konusunda



leri g ü l ü m s e y e r e k dinliyordu.



ileri



sürülen



istek­



Sonunda hiç birini g ö ­



zü t u t m a m ı ş olacak ki, son umut o l a r a k bir « T a y y a ­ re



Piyangosu»



bileti



Y a v e r l e r , sofracılar, Bütün



biletlerin



— Kimin



(!)



alınmasına k a r a r



ahçılar



parasını



şansına



da



verildi.



onar liralık bilet aldılar. Atatürk



çıkarsa,



verdi:



bununla



bira



fabrika­



sı kuracağız. D e d i . O g e c e o t u z - k ı r k k a d a r bilet alınmıştı. B i r k a ç g ü n sonra p i y a n g o çekildi. F a k a t - A t a t ü r k ' ü n aldı­ ğı da içinde -



biletlerin



hiç



birine bir şey çıkmadı.



Y a l n ı z benim biletime a m o r t i çıkmıştı. A t a t ü r k , yine bir g e c e sofrada biletlerin ne olduğunu sordu.



Sonu­



cu öğrendikten sonra da : — En şanslı adam hepinizi geride bıraktı...



Çelebi'ymiş,



dedi.



Bu y a r ı ş t a



ATATÜRK'ÜN



174



UŞAĞININ



«SİZ S E N Y Ö R S Ü N Ü Z » ÇANKAYA partisi çok



zaman



Köşkü'nde



olur



kazanırdı.



ve



Bir



ara sıra d a p o k e r



Atatürk akşam



oyun



yine



sonunda



Köşkte



yeşil



çuha masanın çevresinde on - onbeş kişi k a d a r top­ lanmışlar,



poker oynuyorlar. D e r k e n p a r a b i t i y o r .



z a m a n l a r üzerlerinde



kurt



resmi



olan



yeşil



O



bir lira­



lıklar v a r d ı . Meclis dağılırken, bakanlar, m i l l e t v e k i l leri A t a t ü r k ' ü n elini öpüyor, çıkıp g i d i y o r l a r d ı . A t a ­ türk elindeki dağıttı.



paraları,



Ama



para



antrede çıkanlara kendi e l i y l e



bitmemişti.



Kalan



demeti



bana



uzatarak: — K a l a n l a r ı say... D e d i . H e m e n saydım: — Oniki efendim... Paraları



bize v e r e c e k



sanmıştım.



Orada İbra­



himle i k i m i z kalmıştık. F a k a t ö y l e y a p m a d ı : — Ona



Ver... D i y e g e r i aldı. Sonra İ b r a h i m ' e u z a t t ı . da:







Say!.. D i y e e m i r v e r d i . O sırada İ b r a h i m se­



vinmiş, p a r a l a r ı ona v e r e c e ğ i n i sanmıştı. P a r a l a r ı say­ dıktan —



sonra: Oniki efendim... D e d i .



P a r a l a r ı çekip



ondan d a g e r i almasın m ı ? . . Son­



ra bize dönerek : —



B e n bu p a r a l a r ı size verebilirim, a m a v e r m e m .



Onlar birer l i r a y a aldılar. H e p s i vekil, mebus. İ h t i y a ç içindeler.



Fakat



senyörsünüz.



sizin



Gazi'nin



durumunuz sofrasında



iyi



onlardan.



yeyip



Siz



içiyorsunuz.



N e aile geçindiriyorsunuz, n e d e masrafınız var... Dedi. A t a t ü r k y a t m a ğ a g i t t i k t e n sonra İ b r a h i m ' e d ö n ü p : —



M e ğ e r biz senyörmüşüz de haberimiz y o k m u ş .



K e ş k i senyör olmasaydık da, o p a r a l a r bizde kalsaydı.. D i y e takıldım.



GİZLİ



DEFTERİ



175



«REİSİCUMHURLUK NURİ Conker, şakalarına



YAPAMAZSIN»



Atatürk'ün



katlandığı



nazını



bir



çektiği,



çocukluk



ar-



kadaşıydı. Onun aşırı giden hareketlerine k ı z m a z , p a ­ tavatsızca k ı r d ı ğ ı potları hoşgörür, en koyu tenkitleri­ ne bile katlanırdı. N u r i C o n k e r A t a t ü r k ' e takılır, k ı z ­ d ı ğ ı z a m a n damarına basar. O da punduna g e t i r i p , bu çocukluk arkadaşına y a p m a d ı ğ ı n ı bırakmaz, adeta onu deli ederdi. N u r i Conker arada bir: — tursak...



Paşam, Diye



çekilsen de, takılırdı.



o k o l t u k t a b i r a z biz o-



Bir



akşam



yemeği



sırasında



sofranın en neşeli anında A t a t ü r k , yine bu şekilde şakalaşan N u r i Conker'e dönüp: —



Sen Reisicumhur olabilir







Olurum... H e m senden daha i y i idare ederim..



misin?



D i y e sordu.



— Öyleyse p r o v a edelim... G e ç otur bakalım k o l ­ tuğa.



Şimdi sen Reisicumhursun. Söyle b a k a l ı m önce



ne y a p a c a k s ı n ? . . N u r i C o n k e r hiç istifini bozmadan k e y i f l e A t a ­ türk'ün koltuğuna oturdu. Çevresini şöyle bir tepeden bakışla —



süzdükten



sonra



bana



dönüp :



Hayvanlar, yemek getirin. Dedi.



H e r k e s i n yüzünde bir g ü l ü m s e m e . A t a t ü r k t e gü­ lüyor. B a n a dönüp : —



Çelebi Efendi... B e n böyle m i s ö y l ü y o r u m ? D i ­



ye sordu. — H a y ı r . . . D i y e cevap v e r s e m bu biraz da dalka­ vukluk o l a c a k t ı . deyip,



K e n d i m i topladım.



h e m e n taşı g e d i ğ i n e



F ı r s a t bu



fırsat



yerleştirdim:



— A ş a ğ ı y u k a r ı böyle o l u y o r Paşam... Bunun üzerine A t a t ü r k , N u r i Conker'e dönüp : — Anlaşıldı...



Sen Reisicumhurluk y a p a m ı y a c a k -



sın... D u r ben yine y e r i m e g e l e y i m . . . D e d i .



176



A T A T Ü R K ' Ü N



U Ş A Ğ I N I N



K A F E S E GİRDİ



A T A T Ü R K ' Ü N bütün isteği ö z g ü r olmak, halkın Cumhurbaşkanı mın



özlemini



aristokrat



arasında



olduktan çekmişti...



sofrasından



onlar



sonra



hep



Resmî



sıkıldığını,



gibi



yaşamaktı.



böyle



kişilerin bâzı



bir



yaşa­



arasında



kereler



kendi



a ğ z ı n d a n duymuşumdur. H a l k ı n içinde şöyle b i r kol­ tuk meyhanesinde, dileğince içebilmek, onun için ne v a z g e ç i l m e z bir tutkuydu. B i r gün yine A t a t ü r k , h a l k ı n yaşadığı g i b i yaşa­ y a m a m a k t a n acı acı y a k ı n ı y o r : — Şöyle K a r a k ö y ' d e k i meyhanelerde oturup, hal­ k ı n arasında içmek, sonra aklına esince bastonunu al ı p A v r u p a ' y a g i t m e k ne i y i olurdu. B ı k t ı m bu resmî hayattan,



törenli



şekilde



yaşamaktan...



D i y e hür o l m a isteğini o r t a y a k o y u y o r v e şöyle ekliyordu : — rafını



T o k a t l ı y a n ' d a oturuyorsun. B i r sürü insan etç e v i r m i ş . . . N e r a k ı y ı , n e suyu



rahat



içebilir-



sin... Salih B o z o k , A t a ' n ı n bu içten y a k ı n m a l a r ı n ı ba­ şıyla onayladıktan sonra



şöyle



karşılık v e r d i :



— P a ş a m , herkese h ü r r i y e t verdiniz, kendiniz kafese girdiniz...



GİZLİ D E F T E R İ



177



B E N İ OY VERMEĞE YOLLUYOR



S E R B E S T F ı r k a ' n ı n kurulduğu çim öncesi A t a t ü r k , lamak



yıldı.



Se-



halkın nabzını y o k -



için karşısına çıkan herkese hangi p a r t i y i tut­



tuğunu soruyor, alacağı karşılığı değerlendirerek, yur­ dun politik tansiyonunu ö l ç m e ğ e ğilimini



anlıyordu.



mekteydi. —



çalışıyor, halkın e-



içindeydik.



A t a t ü r k ye-



Sofracı A l i Bebek'e :



Hangi



fırkadansın?



Sofracı hiç —



1930 y ı l ı



Diye



sordu.



çekinmeden:



Serbest Fırka'danım... D e d i . Bu karşılık A t a ­



türk'ün çok hoşuna g i t m i ş t i : — P e k â l â . . . B r a v o ! . . Dedi. Sonra baçsofracı İ b r a him'e de a y n i soru : — Ya



sen



hangi



fırkadansın?



İbrahim, ne olur, ne o l m a z d i y e politik bir k a r şılık



vermeği



uygun



görmüş



olacak



ki:



— O k k a l ı ğ ı k i m büyük verirse, ondan yanayım... D e r k e n o sırada içeri ben g i r i y o r d u m . H e m e n bana



seslendi: — Sen —



Serbest



Fırka'dansın...



Değilim...



F. 13



ATATÜRK'ÜN



178



UŞAĞININ



A t a t ü r k bana üç defa « S e r b e s t F ı r k a ' d a n s ı n » d e ­ miş, ben de üç defa « D e ğ i l i m » k a r ş ı l ı ğ ı n ı v e r m i ş t i m . Bu k e z : —



H a l k Fırkası'ndan... Dedi.







Ondan da değilim..



Bunun cevabı şu



oldu :



— H a y v a n a n l a m a z ki... E r t e s i gün seçim v a r d ı . Yeniden beni çağırdığını duydum: — Halk



Sen H a l k Fırkası'na



Fırkası'ndansın.



Yarın



g i t , reyini



at!...



— Peki... D i y e karşılık v e r d i m . A m a ertesi günü g i d i p t e oyumu kullanmadım. N e işim v a r d ı . . . Atatürk'ün, m e m yolundaki getirdim.



Halk



emrini



kırkbeş



Belediye



e v i m i n önüne Başkanına



Cumhuriyet tam



seçimlerinde



elektrik



Partisi'ne yıl



Yalova



oy



ver­



sonra yerine sırtlarındaki



getiren H a l k Partili



Belediye



gidip o y v e r d i m . N u r v e r i y o r e v i m i n y a ­



nına, bir o y v e r i l m e z m i hiç?..



GİZLİ



179



D E F T E R İ



«PROFESÖR D E Ğ İ L S İ N İ Z »



Ç A N K A Y A ' D A K İ K ö ş k t e bir akşam sofrasın­ da H u k u k Fakültesi profesörü Sadri Maksudî de konuk olarak bulunuyordu. Çeşitli konular üzerinde görüşüldükten sonra s ö z



sırası D e n i z y o l l a r ı n a g e l d i .



T ü r k D i l Kurumu'nun d e y i m l e r i üzerinde duruluyor­ du. A d ı n ı n D e n i z c i l i k Bankası m ı , y o k s a D e n i z B a n k m ı olarak Bank'ın



k a l m a s ı tartışıldı.



gramer



kurallarına



S a d r i Maksudi D e n i z aykırı



olduğunu



savunu­



y o r ve bu düşüncesinden bir adım bile g e r i g i t m i y o r ­ du. O konu o r a d a kapandı. A r a d a n b i r iki saat ka­ d a r g e ç m i ş t i . A t a t ü r k bir ara, bir şeye sinirlenmiş olacak ki, Sadri M a k s u d î ' y e dönüp : —



Siz p r o f e s ö r değilsiniz... D e d i .



Bu



beklenmedik sesleniş,



herkesi



şaşırtmış,



pro­



fesörü de can evinden vurmuştu. H e p i m i z put gibi y e ­ r i m i z d e dona kalmıştık. B i r an süren şaşkınlığından kurtulan Sadrî M a k sudî'nin



kendini



toparlıyarak



Atatürk'e



şu



karşılığı



v e r d i ğ i görüldü : — Hâşa,



ben



profesörüm..



Hem



de



Türkiye'de



değil.... İ s v i ç r e ' d e de bana kürsü v e r m i ş l e r . O l m a z s a g i d e r orada dersimi v e r i r i m . Şimdi ben kalkıp burada « S i z kumandan d e ğ i l s i n i z » dersem n e olur?.. K u m a n ­ danlığınız kürsü



elinizden



vermediler



alınır



mı?



Ama



kumandanlara



daha...



Sadri Maksudî'nin elinde şarap kadehiyle söyledi­ ğ i b u sözlere A t a t ü r k karşılık v e r m e d i . A z sonra d a sofra dağıldı.



Bir



milletvekilliğinden



süre



sonra da



ayrıldığını



Sadri



duyduk.



Maksudî'nin



180



A T A T Ü R K ' Ü N



U Ş A Ğ I N I N



«BİRBİRİMİZDEN AYRILMAYALIM»



A T A T Ü R K , yanında çalışan bizlerle s ı k sık ilgilenir, sofrada,



uşak



konukların arasında



olduğumuza yaptığı



bakmadan



şakaların,



takıl­



m a l a r ı n dışında y a l n ı z g ö r d ü ğ ü z a m a n l a r da bir ek­ s i ğ i m i z , i s t e ğ i m i z olup o l m a d ı ğ ı ısrarla sorardı. — Sağolun P a ş a m , hiç bir e k s i ğ i m i z y o k . . . K a r ­ şılığını alınca da düşünceli bir halde uzaklaşırdı. 1928



yılında



İstanbul'dan A n k a r a ' y a ilk



gidişim­



de bir g ü n A t a t ü r k : —



Çelebi efendi, y e r i n d e n memnun musun? D i y e



sordu. Köşkte



şoförler,



müstahdem için a y r ı l m ı ş y e r l e r



vardı. Üç - dört kişi bir arada yatardı. B i z de başsofr a c ı İbrahim, İ k i A l i ' l e r v e ben dördümüz a y n i y e r d e kalıyorduk.



P e k rahat



t a sayılmazdık. B ö y l e



olduğu



halde : — Ç o k memnunum P a ş a m . D i y e karşılık v e r d i m . A t a t ü r k , bu sözlerimi duymamış, g i b i konuşması­ na şöyle d e v a m e t t i :



GİZLİ



DEFTERİ



— Burada



belki



181 rahat



değilsiniz.



B e n de



rahat



değilim... A m a h e r şey z a m a n l a düzelir... Ben yeniden: — Rahatım tatürk :



Paşam...



Dedim.



Bunun üzerine A -



— K a ç p a r a alıyorsun? D i y e sordu. — E l l i lira... — Y a r ı n y ü z lira alırsın. A m a z a m a n gelecek, ben Reisicumhurluktan çekileceğim. O z a m a n belki bu pa­ r a y ı alamıyacaksın. B e l k i beş lira alacaksın. O z a m a n da birbirimizi bırakmıyalım... Bu sözler, A t a t ü r k ' ü n h i z m e t k â r l a r ı n a bile ne ka­ d a r bağlı olduğunu v e onlardan a y r ı k a l m a k isteme­ d i ğ i n i açık seçik gösteriyordu.



182



ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ



KİMSE O N U N K A D A R GÜZEL « A L L A H » DİYEMEZ



DİN konusunda A t a t ü r k ' ü n t a m a n l a m i y l e lâik olduğu



söylenebilir. K i m s e n i n inan-



cına karışmaz, dindar kişilere saygı gösterir, yobaz­ lara, softalara çok kızar, din k a v r a m ı n ı n sömürülme­ sine izin v e r m e z d i . A l l a h v e P e y g a m b e r konuları, A tatürk'ün yanında t a r t ı ş m a konusu y a p ı l a m a z d ı . O'nun için dindar bir adam denemez. B i r g e c e sofrada P e y ­ g a m b e r üzerine bir konu açılmıştı. A t a t ü r k ' ü n dindar o l m a d ı ğ ı n ı bilenler, O'na y a r a n m a k için P e y g a m b e r ' i küçültür şekilde konuşmalar y a p ı y o r l a r d ı . A t a t ü r k , bu konuşmalardan sıkıldığını belli etti. E l i n i m a s a y a in­ direrek : —



Bu bahsi kapatın... P e y g a m b e r ' l e r i küçültmek



isterseniz kendiniz küçülürsünüz... D e d i . A t a t ü r k H a r b i y e ' d e okurken, abdestsiz o l a r a k top­ tan n a m a z a giderlermiş. Ordu'ya katıldıktan sonra da cepheden



cepheye



koşmaktan



namaz



kılmağa



vakit



bulamamış. A n l a t t ı k l a r ı n a g ö r e I I . A b d ü l h a m i t ' e genç subaylar el ö p m e ğ e g e l i r m i ş . P a d i ş a h el v e r m e z , bir p a ç a v r a sallar, g e l e n l e r onu öperlermiş. B i r g ü n hu­ zura g e n ç bir subay çıkmış.



P a ç a v r a falan ö p m e m i ş .



B i r selâm çakıp, soldan g e ç m i ş . P a d i ş a h : — K i m bu a d a m ? » D i y e sormuş.



GİZLİ



DEFTERÎ



183



— M u s t a f a K e m a l . . . Demişler. —



Sürün



bu



adamı...



Abdülhamid O'nu sürünce bir Cuma namaza g i d e r . H e m d e alayla. Sultan H a m i d ' i n Y ı l d ı z Sarayına g i ­ dişi gibi... Cumhuriyet'in ilânından sonra din ve devlet işle­ rini birbirinden ayırınca liği



çevresindekilere



yanında



bulunduğum



rahat bir nefes



de



aşılamağı



süre içinde



almıştı.



başarmıştı. hiç



Lâik­ Benim,



n a m a z kılmadı.



Oruç ta tutmadı. R a m a z a n l a r d a içki içer, f a k a t K a d i r gecesi a ğ z ı n a katresini k o y m a z d ı . K a d i r geceleri sofra bile kurdurmazdı. Saygısı büyüktü. B a z a n M e v l û t din­ lediği de olurdu. M i r a ç bölümünde « G ö k l e r e çıktı Mus­ t a f a » denince g ö z l e r i



yaşarırdı.



O z a m a n hemen k o ­



lonya götürürdük. İnanışı s a m i m i y d i . Bence A l l a h ' a inanıyordu. Ö y l e « A l l a h » derdi ki y a l n ı z kalınca, O'nun g i b i kimse d i y e m e z . H e r k e s çekilip y a p a y a l n ı z kalınca g ö k ­ yüzüne bakar, kendi kendine « A l l a h » derdi. B ö y l e gü­ zel « A l l a h » d i y e n adam yoktur.



184



ATATÜRK'ÜN



RUS



UŞAĞININ



MİLLÎ



MAÇINDA



A N K A R A ' D A Türk-Rus millî m a ç ı oynanıyor. gelen



şutleri



Millî



Takım



kalecisi



Hüsamettin



g e r i ç e v i r i y o r . Santrfor V a h a p , R u s ka­



lesine g o l l e r i sıralıyor, ö n c e 2—0 dık. Sonra 2—1 ol­ duk. M a ç ı n bitimine on dakika kala, ne olduysa oldu, Ruslar iki g o l atıp



2—2



oldular. Yenilince



çok üzül­



düm. Y ı l 1928. O z a m a n s t a d y o m f a l a n y o k . Muhafız A l a y ı n ı n sahasında oynanıyor. K ö ş k e döndüm. R e n g i m atmış.



Atatürk'le



karşılaştım.



— Ne o Çelebi E f e n d i ? D i y e sordu. — —



Yenildik... Nasıl



yenildik?... Anlattım.



Can



kulağıyla



dinledi.



Atatürk



maça



g i t m e z ama yakından ilgilenir, futbol karşılaşmalarını g a z e t e l e r d e n izlerdi, maçta



yine



hatırlarım.



hâdise Rus



İstanbul'daki çıkmış»



maçıyla



da



maçlarla da «Bak,



diye



ilgisini



fazla



ilgilenmiş,



belirttiğini durma­



dan: — — dan...



N e d e n y e n i l d i k ? D i y e soruyordu. Bizimkiler



onların ayarına gelememiş; te



on­



D i y e karşılık v e r d i m .



O da benim kadar üzüldü. T a m kazanmışken, son dakikada yenil... Olur iş d e ğ i l . . . A t a t ü r k bir süre dü­ şündükten —



sonra:



G a l i b i y e t t e n m a ğ l u b i y e t e g e ç m e k çok zoruma



g i t t i . . . Dedi.



GİZLİ DEFTERİ



185



Y U N A N M A Ç I N D A N SONRA



İ Z İ N L İ olarak İstanbul'a g e l m i ş t i m . O sırada Fenerbahçe kazanıyor.



ile



atıyor.



da



kaleciyi Daha



var.



Sağ açık Fikret



m a k isterken, ruk



Yunanlıların A p o l l o t a k ı m ı maçları



Fenerbahçe



1—O



k a l e y e g i r e n topu



çıkar­



bir



yum­



bu yenilişe içerleyen kaleci,



Bunun



gelmiş,



maçı



üzerine sahaya



atlayan



bir subay



dövüyor. stadyom



yok.



Baraka



gibi



eski



Taksim



Kışlası'nda oynanıyor. O l a y l ı maç iki gün sonra yeni­ lendi. Yunanlıları 2-0 yendik. Çok heyecanlı bir m a ç ­ tı A l l a h için. B i z i m çocuklar çok g ü z e l



oynadılar.



S a ğ a ç ı ğ L e b l e b i M e h m e t topu ortalıyor, santrfor N e c ­ det



sol vurup,



topu



Yunan



kalesine



sokuyor,



R e b i i ortalıyor, t o p Y u n a n ağlarında.



soldan



Böylece maç



2 — 0 bitiyor. Ankara'ya maçı



yüksek



döndüğümde sesle



tartışırken,



arkadaşlarla Atatürk



oturmuş,



sesimizi



duy­



muş. Y a n ı m ı z a g e l i p bana: — M a ç hâdiseli g e ç m i ş , ö y l e m i ? D i y e sordu. Ballandıra ballandıra anlattım. M i l l î hislerim aya­ ğa k a l k m ı ş subayın Y u n a n kalecisini anlatıyordum.



nasıl dövdüğünü



186



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ







Subayı kimbilir ne y a p t ı l a r ? D e d i .







H a p s e t m i ş l e r . . . D i y e karşılık v e r d i m .



— Y e r i n i değiştirmişlerdir... Dedi. A t a t ü r k ' ü n yanında serbestçe konuştuğumuz



ve



O'nun da bizimle sık sık şakalaştığı için şımarmıştık. O'nun keyifli halini görünce herşeyi olduğu g i b i söy­ lerdik. O da bundan hoşlanırdı. O gün de b i r coşkun­ luğuma gelmiş olmalı ki: —



Yunanlılar ö y l e perişan oldu ki, kaç p a r a eder



senin S a k a r y a H a r b i n . . . D e d i m . A t a t ü r k , g e r ç i bir şey demedi ama, sonra söyle­ d i ğ i m e , s ö y l e y e c e ğ i m e bin pişman oldum. İnsan ken­ dini böyle unutuyor bazan.



GİZLİ



DEFTERİ



187



L Ü S Y E N H A N I M I ÖPÜŞÜ



T A R İ H Kurumu v e D i l Kurumu toplantıla­ kalkarak



rında A t a t ü r k , A b d ü l h a k H a m i d ' i a y a ğ a « Ü s t a d » d i y e selâmlayıp y e r verir, kendisine



özel bir i l g i gösterirdi. M a r m a r a Köşkü'nde bir de y e r vermişti. A n k a r a ' y a geldiğinde orada otururdu. Sonra­ dan da m i l l e t v e k i l i



olmuştu.



« Ş a i r - i  z a m ' ı n askerî



H â m i d ' i n ölümünde



merasimle



kaldırılması»



de için



e m i r verdirmiş, büyük şairin cenazesi de top arabasıy­ la kaldırılmıştır. Y a l o v a ' d a Büyük Otel'de bir b a l o veriliyordu. O çağın lar



g a z e t e c i l e r i n d e n İ z z e t M e l i h v e eşi d e konuk­



arasındaydı.



Atatürk,



bu



hanımla



bir



süre



dans



edip konuştuktan sonra büfeye doğru g i t t i . Abdülhak H a m i d v e eşi L ü s y e n H a n ı m d a oradaydı. L ü s y e n H a ­ nımı dansa kaldırdı. de



yanağına B i r süre



yine



Şair-i



bir



D a n s bitince



öpücük



yerine



oturturken



kondurdu.



sonra A n k a r a ' d a k i b i r d a v e t t e Âzam'la



dansa kaldırmıştı.



karşılaşmış



ve



Lüsyen



Atatürk Hanımı



Onlar pistte dönerlerken Abdülhak



Hamid, K ı l ı ç A l i ' y e dönüp şöyle d e d i : — Onlar gençtir, bırak eğlensinler. Sen bana A n tep'i



nasıl kurtardın, onu



anlat...



188



A T A T Ü R K ' Ü N



U Ş A Ğ I N I N



KAFA ÖLÇÜSÜ



ŞAPKA



D e v r i m i n d e n sonra fes bir kenara



atılmış, tı...



Şapkayla



herkes



beraber,



şapka g i y m e ğ e



bunu



giyecek



başlamış­



olanların



kafa



ölçüleri de o r t a y a çıkmıştı. 1930 yılında A n k a r a ' d a y ı z , o zamanın M i l l î E ğ i t i m B a k a n ı olan D r . R e ş i t Galip, elindeki



bir



makineyle



herkesin



kafatasını



ölçüyor.



Dolikosefal mi, Brakisefal m i ? Y a n i biz h i z m e t k â r l a ­ rın



konuşmalarına g ö r e hayvan mı, y o k s a insan m ı ?



Hatırımda



kaldığına



göre



77—79



g e l e n k a f a l a r doli­



kosefal, 81 den ileri olanlar da F o r d m a n Brakisefal... Atatürk'ün sıraya



başı



girmişler,



ölçüldü ve



başlarının



81



geldi.



ölçülmesini



Odadakiler bekliyorlar.



A t a t ü r k Reşit Galip'e: —



Çelebi'ninkini



ölç...



Dedi.



Öbürlerinden önce başım ölçüldü. 81 çıktı. Sevin­ meğe —



başlamıştım



ki Atatürk:



O l m a z ! . O h a y v a n kafasıdır. B i r yanlışlık ol­



masın... D e d i . N e r d e y s e a ğ l ı y a c a k t ı m . A l ı n d ı ğ ı m ı anlayınca g ü l ­ meğe —



başladı.



Tekrar



dalıma



basarak:



Baksana Çelebi'nin kafasına...



n ı n benimkiyle ilgisi v a r m ı ? Dedi.



O melon kafa-



GİZLİ



D E F T E R İ



189



« B E N D E SİZİN G İ B İ İNSANIM» M O D A koyundayız... Sıcak bir y a z akşa­ mı.



Büyük



bir



kalabalık



çevremizi



sar­



mış. H a l k , A t a t ü r k ' ü yakından g ö r e b i l m e k için t o p ­ lanmış,



birbirinin üstüne



çıkıyor.



S a k a r y a motorunu



çağırdı: —



Rakı,



şarap



ne



varsa



hepsini



halka



dağıt...



Bana. da bir şişe bırak. Dedi. B e n de ne



kadar içki varsa, orada bulunan her­



kese d a ğ ı t t ' m . Y a r ı m bardak k a d a r r a k ı kaldı. O sı­ rada futbolcu F a z ı l gelmişti. Kalanını da ona v e r d i m . Ç o k sevindi: — G a z i bize r a k ı v e r d i . . . Y a ş a s ı n b e . . . D i y e ba­ ğırmağa



başladı.



K a l a b a l ı ğ ı n çemberi g i t t i k ç e daralıyordu. A t a t ü r k halka —



dönüp: Alaturka mı,



alafranga mı istersiniz?



Diye



sordu. D e n i z k ı z ı E f t a l y a gelene k a d a r müzik çala­ caktı.



Herkes



ayrı



bir



istedi.



gidiyor.



O



sevgi



gösterisi



y a p a n halka d o ğ r u



rak



şöyle —



zaman



şey



gırla



Atatürk,



Bağırış,



çağırış



karşısında



coşan,



kadehini



kaldıra­



derler.



Vaktiyle



konuştu:



Vatandaşlarım...



Buna



rakı



padişahlar g i z l i içerlerdi. Ben açık i ç i y o r u m . Siz de benimle beraber içiyorsunuz. K a r ş ı l ı k l ı içiyoruz. H e ­ p i m i z eşitiz. B e n i m için rakı içer, şunu bunu y a p a r diyorlar. Ben bunların hepsini y a p a r ı m . . . H e p s i d o ğ ­ rudur. N e t i c e d e unutmayın ki, ben de sizin gibi in­ sanım. Sizinkinden bir f a z l a d e ğ i l d i r y a p t ı k l a r ı m . .



190



ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ



« M A R İ F E T M İ Ş GİBİ E V L E N M İ Ş İ Z BİR



gün meler



sofrada kadınlar üzerine



yapılıyor,



kadın



görüş-



konusunda



orta­



y a atılan düşünceleri A t a t ü r k dikkatle dinliyordu. B i r erkeğin sonra



beraber



onun



yaşadığı



için



bir



yakışıksız



kadından



sözler



ayrıldıktan



söylemesinin



Ata­



türk aleyhindeydi ve israrla bu düşünceyi savunuyordu. A t a t ü r k ' ü n e v l i l i ğ i kısa sürmüş v e L â t i f e H a n ı m ­ dan a y r ı l d ı k t a n sonra bile, y e r i g e l d i ğ i z a m a n ondan s a y g ı y l a söz e t m e ğ i — bilir,



Bizim sefir



alışkanlık haline



Lâtife



ağırlar,



Hanım



sosyetik



edeceğini bilir, kültürlü,



getirmişti.



kraliçe



gibidir.



misafirleri



Lisan



nasıl



aydın kadındır...



kabul



Şeklindeki



öğücü sözleri çok kişinin kulağından g i t m e m i ş t i r . Bir gün Atatürk'e diler. K i t a b ı okuyunca



Armstrong'un kaşlarının



kitabını



getir­



çatıldığını g ö r d ü m .



Okuduğu sayfa, O'nun özel h a y a t ı y l a i l g i l i bölümdü. — Bu İ n g i l i z benim e v i m e g i r e m e z . . . Hususî ha­ y a t ı m a nüfuz edemez. B i z i m L â t i f e H a n ı m A v r u p a ' d a tahsil etmiştir. Ona bunları olsa olsa o y a z d ı r m ı ş t ı r . İngiliz,



hususî



hayatımı



bilir



ama bir



yere



kadar



bilir. Dedi. D a h a sonraları e v l e n m e konusu türk'ün



şöyle



konuştuğunu



açıldığında A t a ­



hatırlarım:



— B i z de bir z a m a n l a r m a r i f e t m i ş g i b i evlenmiş­ tik.



M e r a s i m l e r l e e v l e n m e y i bir m a r i f e t Atatürk'ün



Medenî



Lâtife



Kanunun



Hanımdan



çıkışına



da



yol



ayrılışı,



sanmıştık... 1926



açmıştır.



da



Eskiden



boşanma çok kolaydı. B o ş ol, dedi m i , k a r ı k o c a a y rılıverirdi...



GİZLİ



DEFTERİ



191



K Ö Y L Ü N Ü N EŞEĞİ G Ü Z E L b i r sonbahar günü E t i m e s u t Ç i f t ­ liğine gitmiştik.



Atatürk



otomobilden



inip, biraz y ü r ü m e k istedi. B i z de arkasından g i d i y o r duk. O sırada karşı patikadan e ş e ğ i y l e bir köylü b e ­ lirdi. A t a t ü r k ' ü n k ö p e ğ i F o k s , yabancıyı g ö r ü r g ö r ­ mez



havlayarak



istedimse



de



üzerine



saldırdı.



Hayvanı



tutmak



başaramadım.



B i r anda ne olduğunu a n l ı y a m a y a n köylü, elindeki sopayı olanca h ı z ı y l a F o k s ' a d o ğ r u salladı. B e ­ reket sopa h a y v a n a g e l m e d i . H e m e n köylünün yanına koştum: —



Sen çıldırdın mı be a d a m ? . . D i y e çıkıştım. Şu



sopa f ı r l a t t ı ğ ı n k ö p e k y o k m u ? . . . K i m i n biliyor m u ­ sun ?... K ö y l ü dikleşerek sordu: —



Ne







O köpek Gazi'nin köpeği...



olmuş



sanki?



Bunu duyunca köylünün korkudan oradan sıvışa­ c a ğ ı n ı sanmıştım. İ s t i f i n i bile bozmadı. Sonra şu bek­ lenmedik karşılığı v e r d i : —



O Gazi'nin köpeğiyse, bu da benim e ş e ğ i m . . .



G a z i bir k ö p e k daha bulur ama, ben b i r eşek daha alamam... O sırada, geçenlerden habersiz,



yürüyüş yapan



Atatürk, uzaktan köylüyle tartıştığımızı duymuş: —



N e o l u y o r o r d a ? D i y e seslendi.







E ş e ğ i n kendisine ait olduğunu



söylüyor bu



köylü... D e d i m . Y a n ı n a gelince de o l a y ı başından so­ nuna dek anlattım.



Atatürk,



söylediklerimi d i k k a t l e



dinledi. K ı z a c a ğ ı n ı sanmıştım. Başını s a l l ı y a r a k : —



Köylü



doğru



söylemiş...



Dedi.



öyle. B i r daha nerden eşek bulacak?...



Gerçekten



de



ATATÜRK'ÜN



192



UŞAĞININ



SİLİNDİRLİ ÇOBAN



AMERİKAN



Büyükelçisi,



Atatürk'le



bera-



ber ç i f t l i k t e . . . F o x M o v i t a n , A t a t ü r k ' ü n f i l m i çekilecek. Ç i f t l i k t e koyun, kuzu, k e ç i . . . nün arasında silindir şapkalı,



Sürü­



ceketataylı iki adam...



B i r i d e v r i n Cumhurbaşkanı, öbürü A m e r i k a n B ü y ü k ­ elçisi...



Çoban



bırakmış,



onları



ortadan



görünce



Böylece film çekiliyor... elçisinin



sürünün



korkudan



sürüsünü



kaybolmuş... arasındaki



Atatürk'le, hareketleri



Amerikan filmde



yer



alıyor. B i r süre sonra Ç a n k a y a



Köşkü'nde



filmi A t a ­



t ü r k ' e gösterdiler. B i z de a r k a tarafta ne o y n ı y a c a k diye



merakla



bekliyorduk.



Işıklar



söndü,



film



baş­



ladı. B i r de ne g ö r e l i m ? K o c a sürünün ortasında iki silindir



şapkalı



adam,



yürüyor;



eğriliyor,



doğrulu­



y o r . . . Öylesine g a r i b i m e g i t t i k i . . . H e r k e s , A t a ü r k ' ü n ne



diyeceğini



sonra



merakla



bekliyor.



Işıklar



yandıktan



Atatürk:



— Aman



bu



filmi



göstermeyin... E m r i n i verdi.



B e n ne yapmışsam Sefir de aynini y a p m ı ş .



Sürünün



içinde



görme­



şapkalı çobanlara benzemişiz.



sin. B i z burda g ö r d ü k y e t e r . . . D e d i



Kimse



GİZLİ



193



DEFTERİ



RUM



BİR



yaz



1936 bir kalabalık yaptı. bir



akşamı



yılıydı.



karşıladı.



Splandit



otomobil



KADINIYLA KAVUNCU



Büyükada'ya



İskelede



İçten



gitmiştik.



Atatürk'ü



büyük



gelen



sevgi gösterileri



Oteli'ne gidilecekti.



Vapur iskelesine



yanaştırmışlar.



Ata'nın



binmesi



için...



O y s a A d a l a r d a tekerlekli, motorlu araçlarla g e z i l m e ­ si yasak... A t a t ü r k , otomobili görünce şöyle sordu: —



A d a d a otomobille d o l a ş m a k yasak d e ğ i l m i ?



Sorusunun —



karşılığını



Kaldırın



bu



daha



otomobili...



beklemeden: Dedi.



Sonra iki dizi



halinde sıralanıp kendisine y o l açan kalabalığın ara­ sından y ü r ü y e r e k otele geldi. H e r k e s yolda A t a t ü r k ' e çiçek atıyor,



k a l a b a l ı ğ ı y a r a n l a r eğilip elini öpüyor­



lardı. Otelin a l t k a t terasında çok güzel bir sofra ha­ zırlanmıştı.



F a k a t Atatürk,



halkın



coşkunluğunu



gö­



rünce bu s o f r a y a p e k iltifat e t m e d i . B i r servis masası üzerindeki r a k ı y l a leblebiden alıp, elleri arkasında bir aşağı



bir y u k a r ı



dolaşmağa başladı. F . 13



ATATÜRK'ÜN



194



UŞAĞININ



Balkonun önü çepeçevre insanla doluydu. H e r ç e ­ şit insan A t a l a r ı n ı g ö r m e k için toplanmış, birbirlerinin başları üzerinden b a k m a ğ a çalışıyorlardı. A t a t ü r k m e r d i v e n l e r e doğru yürüyünce kalabalık arasında yeni bir



kaynaşma



oldu. Y u k a r ı sıçrayıp yeniden başladı­



l a r el ö p m e ğ e . . . G ö z y a ş a r t ı c ı bir m a n z a r a y d ı bu... K a l a b a l ı ğ ı n arasında s i y a h dekolte bir elbise g i y ­ miş, uzan boylu, dolgun vücutlu çok güzel bir R u m ka­ dını, oradaki herkes g i b i A t a t ü r k ' ü n de dikkatini çek­ ti. K a d ı n ı n yanında kocası, ya da y a k ı n ı olduğunu san­ d ı ğ ı m bir e r k e k vardı. A t a t ü r k kadını yanına çağırdı. İ ç k i içip içmediğini sordu. « H a y ı r » cevabını alınca onu dansa kaldırdı.



O sırada y u k a r ı salonda o r k e s t r a ça­



lıyordu. O devirde rında dolaşan babayani



sırtlarındaki



küfelerle



mahalle



s e y y a r kavuncular vardı.



kılıklı,



kırçıl



sakalı



göbeğine



böyle bir kavuncu da sırtındaki küfeyle arasına



Uzun



arala­ boylu,



k a d a r inen kalabalığın



sokulmuş, A t a t ü r k ' ü g ö r m e ğ e çalışıyordu.



R u m kadınıyla dansını bitiren A t a t ü r k , birden g ö ­ züne çarpan sakallı kavuncuyu eliyle işaret ederek y a ­ nına çağırdı. Kavuncu, bir Cumhurbaşkanı tarafından çağırılacağını



aklının



ucundan



bile



geçirmediği



için



yerinden kıpırdamadı. « A c a b a k i m i ç a ğ ı r ı y o r ? » g i b i ­ sinden



sağına



« B e n mi, başıyla yeniden



soluna bakındı. Y a n ı n d a k i bir iki g e n ç



ben m i ? » d i y e



«hayır»



işareti



kavuncuyu



o r t a y a fırladılar. A t a t ü r k ,



yaptıktan



işaret



sonra



K a v u n c u bir anda kendini pistin verdi.



Ne



olduğunu



parmağıyla



etti.



anlıyamadan



ortasında çevresine



buluşaşkın



şaşkın bakınıyordu. A t a t ü r k , kavuncunun sırtındaki küf e y i çıkarttırdı. Sonra R u m kadınına, kavuncuyla dans etmesini söyledi. K a d ı n ç o k g ü z e l dans biliyor, pistte döndükçe k ı v r a k h a r e k e t l e r i y l e g ö z



kamaştırıyordu.



GİZLİ



195



DEFTERİ



Pejmürde



kıyafetli



kavuncuysa



hayatında



hiç



dans



etmemişti. Bu iki ayrı t o p l u m katının insanının bir­ birine



sarılarak dansedişleri



g ö r ü l e c e k şeydi...



Dans



bittikten sonra A t a t ü r k , ellerini çırparak; — B r a v o , b r a v o . . . D e d i . Ç o k güzel



dans oldu.



Sonra R u m kadınıyla g e l e n e r k e ğ e beraber dans e t m e ­ lerini söyledi. Bu kez onlar dansa başladılar. O r k e s t r a hiç durmadan çalıyor, toplanan halk alkış tutuyordu. Atatürk,



Büyükada'daki



o



eğlence



akşamında



zengin bir R u m kadınıyla y o k s u l bir kavuncuyu dans e t t i r m e k l e acaba neyi a n l a t m a k istemişti? « İ m t i y a z ­ sız,



sınıfsız bir k i t l e » olduğumuzu



göstermeyi mi?



Y o k s a o z e n g i n kadına « B e n istersem seni bir C u m ­ hurbaşkanıyla da, bir küfeciyle de dans



ettirmesini



b i l i r i m » d e m e ğ e m i getirmişti. Bunu bir türlü ç ö z e m e ­ dim.



196



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



« T Ü R K TİYATROSU İŞTE O D U R »



BİR I r a k heyeti yurdumuza gelmiş, ekono­ m i k ve kültürel görüşmelerde bulunuyor­ du. A n k a r a ' d a yapılan toplantılarda A t a t ü r k , iki ülke arasındaki kültür ilişkilerinin geliştirilmesini istiyor « I r a k ' l a T ü r k i y e kardeş memleketlerdir. Y ı l l a r c a bir arada yaşamıştır. Behemahal münasebetlerimizi artt ı r a l ı m » diyordu. T o p l a n t ı n ı n sonunda A t a t ü r k , orada bulunan M i l l î E ğ i t i m Bakanına: — B a ğ d a t ' a T ü r k Tiyatrosu'nu gönderelim... D i y e emir verdi. B a k a n b i r an ne d i y e c e ğ i n i şaşırdı. D e v l e t T i y a t r o ­ su henüz kurulmamıştı. Y a b a n c ı bir ülkeye yollana­ cak b i r sahne gücümüz yoktu. Gidip orada mahcup ol­ m a k v a r d ı . Y a v a ş bir sesle : — sordu.



H a n g i tiyatroyu g ö n d e r e c e ğ i z P a ş a m ? . . D i y e



— A n k a r a ' d a bir H a l k e v i v a r m ı ? — E v e t var... — —



O r d a bir temsil o y n a n ı y o r m u ? Oynanıyor...



— İ ş t e T ü r k T i y a t r o s u odur. B a ğ d a t ' a onu g ö n ­ deriniz... Bu konuşmadan kısa bir süre sonra R a ş i t R ı z a T o p l u l u ğ u B a ğ d a t ' a g i t m i ş v e orada temsiller v e r m i ş ­ tir.



GİZLİ



DEFTERİ



197



ÇELENGİ N E R E Y E KOYARSANIZ K O Y U N



18



MART



Çanakkale



Zaferinin



yıldönümü



nedeniyle Gelibolu Y a r ı m a d a s ı n d a k i hitliklerin bulunduğu



yerde



düzenlenen



şe­



anma töre­



nine A t a t ü r k te çağrılı bulunuyordu. T ö r e n e , Çanak­ kale'de dövüşen ve onbinlerce kurban veren d e v l e t l e r i n temsilcileri de gelmişlerdi. O r t a l ı k çelenkten g e ç i l m i ­ yordu. F r a n s ı z v e İ n g i l i z meçhul asker anıtlarına ç e lenkler konulmuş, ulusal, m a r ş l a r çalınmış, f a k a t henüz bir T ü r k anıtı olmadığından M e h m e t ç i k konacağı



yer



Çanakkale



konusunda



bir



Savaşları



duraksama



sırasında



çelenginin olmuştu.



düşmana



atılan



m e r m i l e r d e n m e y d a n a g e t i r i l m i ş p i r a m i t şeklinde bir de T ü r k anıtı v a r d ı ki, z a m a n l a bozulmuş,



kalıntıları



da kaybolmuştu. A t a t ü r k ' ü n o z a m a n l a r bu anıta ç e ­ lenk k o y a r k e n çekilmiş bir f o t o ğ r a f ı d a H a r b i U m u ­ mî Mecmuası'nın kapağında yayınlanmıştı. O günkü törende çelengi k o y a c a k bir y e r bulama­ yınca h e m e n A t a t ü r k ' e koştular: —



P a ş a m , b i z i m çelengi nereye k o y a l ı m ?



Diye



sordular. T a r i h i n en korkunç müdafaa ve hücumunun g e ç ­ tiği



alanda,



Anafartalar



o



günleri



yaşar



Kumandanı,



gibi



d a l g ı n ufka b a k a n



kendisinden c e v a p



bekleyen



Vali, k o m u t a n v e beraberindekilere dönüp: — T ü r k k a n ı y l a sulanmış bu toprakların h e r k ö ­ şesi,



bir



Türk



o r a y a koyun,



abidesidir. farketmez...



Çelengi Dedi.



nereye



isterseniz



198



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



VİYANA'DAN GELEN KOLTUK



VİYANA'LI



odun



uzmanı



Horsmayster'in



yaptığı mobilyalar Viyana'dan A n k a r a ' y a gelmiş,



Çankaya'da



yeni



H e p s i birbirinden güzel



yapılan şeylerdi.



k a d a r g ü z e l duruyorlardı k i . . . nın



havasıyla



Ankara'nın



köşke



konmuştu.



Pembe



Köşkte o



N e y a z ı k ki, V i y a n a ' -



havası



için g e l e n m o b i l y a l a r bozulmuş.



birbirine Kuru



uymadığı



hava,



geçme



m o b i l y a l a r ı n ek yerlerini açmış. M a s a l a r kulanılamadı. T e s t e r e y l e pimlerini kestilerse de sonunda bir işe yaramadığı



görüldü.



Viyana'dan



gelen



eşyalar



arasında



Atatürk'ün



oturması için özenle y a p ı l d ı ğ ı belli olan bir de kol­ tuk vardı. Bu büyük koltuğu k a p ı y a koyduk. A t a t ü r k uyuyordu. U y a n ı n c a ona sürpriz yapacaktık. A t a t ü r k ' ü n uyumasını fırsat bilip hemen k o l t u ğ a kuruldum. N e güzel, n e rahat koltuktu ö y l e . . .



Sanki



k e m i k l e r i m dinlendi. K a l k m a k bile i s t e m i y o r d u m . A t a t ü r k uyanınca koşup, yeni koltuğunun g e l d i ğ i ­ ni söyledim. Gelip k o l t u ğ a oturdu. A m a oturmasıyla k a l k m a s ı bir oldu.



Yüzünü



ekşiterek:







H i ç rahat d e ğ i l . . . D e d i .







P a ş a m , biraz önce



tecrübe



e t m e k için



otur­



muştum. B a n a rahat g i b i geldi. D e d i m . —



B i z i m eski



k o l t u k l a r daha rahattı.



Ne v a r d ı



bunu u z a k yerlerden g e t i r t e c e k . . . Dedi. K o l t u ğ u k a l ­ dırdık. B i r daha da oturmadı.



GİZLİ



199



DEFTERİ



BERBER



RIDVAN'I



KOVUŞU



B E R B E R Rıdvan, A t a t ü r k ' ü her gün traş e t m i ş adamdır. A t a t ü r k , Selânikli olan Rıdvan'ı çok sever, her zaman takılır, şakalaşır, o da A t a ' y ı neşelendirmek için türlü bahaneler bulur, sa­ bunlu f ı r ç a y ı ağzına sokarak şaklabanlık yapardı. K a h v e d e bilardo oynuyordum ki, R ı d v a n g e l d i : — H a d i kalk, g i d e c e ğ i z . . . Dedi.



beraberce



berber H a m i ' n i n



evine



— B e n t a n ı m a d ı ğ ı m adamın evine g i t m e m . . . — Ne ç ı k a r ? H e m orda içki de var. B o l bol içeriz. — İçki de i ç m e m . . . R ı d v a n ' l a gidersin, g i t m e m diye uzun uzun çekiş­ tik. A m a sonunda d a k a l k t ı k g i t t i k . . . E v d e F a h r e t t i n Paşa'nın y a v e r i d e varmış. K e n ­ disini t a n ı m ı y o r u m . İ ç k i faslı başladı. H e r k e s sarhoş. Bir ben i ç m i y o r u m . . . Y a n i o meclisin t e k a y ı k ada­ m ı y ı m . G r a m o f o n d a pilâk çalıyor. A t a t ü r k şöyle, Şük­ r ü K a y a böyle o y n a r diye t a k l i t yapılıyor. D e r k e n berber M e h m e t geldi. Selâm sabahtan sonra: attı



— Vasfiye'yi ortaya...



sana



yapayım



mı?



Diye



bir



soru



Vasfiye, A t a t ü r k ' ü n k ı z ı d i y e anılan Ülkü'nün annesiydi. Duldu ve K ö ş k t e A t a t ü r k ' ü n hikmetine ba­ kıyordu. « B u da nerden ç ı k t ı » gibisinden; — Başkasını bulamadın mı y â n i ? D i y e sordum. — Senin evlenmen l â z ı m . H a d i bu işe « h e » de...



P a ş a ' y a da



söylerim.



ATATÜRK'ÜN



200 Bizim —



konuşmayı



duyan



berber



UŞAĞININ



Rıdvan:



Bu babalığı bana y a p . . . B e n alırım... D e d i .



B e r b e r M e h m e t ' i n dediğine g ö r e kadın beni p a r a ­ lı biliyor, derli toplu buluyormuş. O günkü konuşma, V a s f i y e ' n i n kulağına g i t m i ş . R ı d v a n ' ı n kendisine talip için bir



fırsatını



Atatürk'e Bir



bulup



Söylentiye



göre



Vasfiye,



olduğunu duyunca a t l a t m a k



« S i z i n taklidinizi y a p t ı » d i y e



söylüyor. sabah K ö ş k t e n



çıkmağa



hazırlanan



Atatürk,



ç o k sinirli bir halde a y a k k a b ı l a r ı n ı b a ğ l a y a n R ı d v a n ' ­ ın başına çekecekle v u r a r a k : —



D e f o l g i t buradan... Dedi.



R ı d v a n n e olduğunu anlıyamadı. A ğ z ı d i l i tutul­ du. B i z de taş g i b i donup kaldık.



Kovuluşunun nede­



nini ö ğ r e n e m e d e n R ı d v a n eşyalarını topladı. K e n d i s i n i istasyona kadar ben götürdüm. A k ş a m trenine bindir­ dim: — İstanbul'da kimsen v a r m ı ? D i y e sordum. —



Annem







İnşalah



var



Cemal...



orada istikbalin i y i olur, kazancın a r ­



tar, anana da bakarsın. D e d i m . O



gece



Atatürk



sofraya inmemiş,



yemeğini



kü­



tüphanede t e k başına y e m i ş t i . A k ş a m Ç i f t l i k t e n K ö ş k e dönünce



Rüsuhi



Beye



sormuş:







Rıdvan gitti mi?







Gitti Paşam...







K i m geçirdi?







S a m i m î arkadaşıdır,



Bunu öğrendi ya, dum



ki,



ayni soruları bu k e z bana da s o r m a ğ a baş­



ladı: —



Çelebi geçirdi.



t a m y e m e ğ i n i önüne k o y u y o r ­



R ı d v a n g i t t i mi?



GİZLİ



201



DEFTERİ







G i t t i efendim...



Kendisini trene



bindirirken



teselli ettim. Ç o k üzgündü. O r a d a daha çok para ka­ zanırsın, d e d i m . . . — Cezasını çeksin... Bunu haketmişti. Geçenlerde içki içerken benim taklidimi y a p m ı ş . . . —



Paşam,



kimsenin



o



taklidi



m i n haddine?.. zetmeğe geçti...



yemekte



yapıldı. Rıdvan



çalıştı... Şimdiye



Hem kadar



ben



Ama sadece bu



de



vardım.



sizinkini sizin



olayın



Birçok



yapmak



gülüşünüzü



üzerinden



neredeydi



o



ki­ ben­



altı



adamlar?...



ay Bir



şey değil, R ı d v a n ' ı n b a k t ı ğ ı bir de a n a c ı ğ ı v a r . . . Ö y l e d e y i n c e g ö z l e r i n i kapadı... Ü z ü l d ü ğ ü belliy­ di. R ı d v a n A n k a r a ' d a olsa d e m e k k i g e r i alacaktı. Bir yıl



sonra İstanbul'a g e l d i ğ i m i z d e



Salih B e y e



söylettik. R ı d v a n ' ı yeniden işe alması için... A t a t ü r k ' ­ t e n bu konuda izin almış olacak ki, hemen bana: — P a ş a a f f e t t i . . . G i t R ı d v a n ' ı bul... Dedi. Araba dım, ki



Rıdvan



ederek —



tutup



bulamadım.



Rıdvan'ı



orada.



şöyle



berber



dükkânlarında



S a r a y a döndüğümde Atatürk,



başıyla



ara­



bir de b a k t ı m Rıdvan'ı



işaret



dedi:



Çelebi



Efendi,



Rıdvan



dışarda



çok kazanmış



ama, yine de bizi tercih e t t i . . . Bir yıl



önce



söylediklerimi unutmamıştı.



ölünceye kadar A t a t ü r k ' ü n hizmetinde



Rıdvan



çalıştı...



ATATÜRK'ÜN



202



Ç A N K A Y A ' D A eski lonunda zaman



kilitli



Köşkün



camekânlı



bir



büfenin



içinde



tutulan



UŞAĞININ



misafir



büfe



sa­



vardı.



Her



Padişahlara



ait



m a d a l y a ve nişanlar bulunuyordu. V i t r i n camının üze­ rinde



çaprazlama



asılı,



kabzaları, pırlantalı, iki



kılıç



dururdu. B i r sabah baktım ki A t a t ü r k , bu v i t r i n ca­ mının önünde durmuş, görünce



inceden inceye bakıyor.



Beni



seslendi:



— Çelebi E f e n d i . . . Bu kılıçların üzerindeki pırlan­ talar



çıkarılmış.



H a y r e t l e büfeye y a k l a ş t ı m . . .



A t a t ü r k ' ü n dedikle­



ri doğruydu. Gerçekten de kılıçların üzerindeki pırlan­ t a l a r alınmıştı. — Ne oldu p ı r l a n t a l a r ? . . . D i y e sordu. —



Bilmiyorum



efendim...



Dedim.



D e d i m ama, içim hiç te rahat değildi. O r d a bizden başka kimse metkârlar



yoktu.



Kim



çalacak?



Çalsa



çalsa



hiz-



çalardı...



B i r yandan da k a f a m ı



çalıştırıyor,



elmasları ki­



m i n çaldığını ç ö z m e ğ e uğraşıyordum. Bütün tanıdıkla­ r ı m gözümün önünden bir şerit gibi g e ç i p g i d i y o r d u . İki üç hafta k a d a r önce bizde çalışan Ş a m l ı H ü ­ seyin



adlı



görmüştüm.



bir



çocuğun



Hüseyin,



kılıçlara d i k k a t l e üstelik



kumara



da



baktığını düşkündü.



K u m a r o y n a r kazanırdı. B i r seferinde kumardan altın kordon



getirmişti.



Şüphelerimi



söyledim.



şünmüşler.



Soruşturma



bir şekilde



sorguya



Yaverlerde



başladı.



Şamlı



ayni



şeyi dü­



Hüseyin



sıkı



çekildi. B i r süre sonra da K ö ş k ­



t e n ayrıldı. L e k e l i o l a r a k g i t t i . . .



GİZLİ



203



DEFTERİ



Birkaç a y sonraydı. K a r a c a o ğ l a n Caddesinde H ü ­ seyin'e



rastladım.



olduğumu



Ayaküstü



konuştuk.



O



gün



izinli



öğrenince:



— B i z e g i d e l i m . . . Dedi. Eski gittik.



arkadaş...



Yemek



tanıştırdı.



Hoş



Hayır mı



çıkardı. beş



Bu



ettik.



diyeceksin?...



arada evlenmiş. Akşam



ayrılıp



Kalktık Karısıyla



köşke



dön­



düm. Atatürk'ün çıktığımızda



yanında



nereye



çalışanlar,



gidiyoruz,



yani



bizler



kimlerle



dışarı



görüşüyoruz,



takip edildiğimizi biliyordum. O gün Hüseyin'lere g i t ­ t i ğ i m haberi v e r i l m i ş olacak ki,



sofrada A t a t ü r k bir­



den bire bana: —



Sen H ü s e y i n ' i g ö r ü y o r musun?







Evet... Dedim. Evine gittim.



D i y e sordu.



— Konuş, konuş çekinme... — Ç e k i n m i y o r u m efendim... N a s ı l rastladığımı, sonuna —



dek



evine nasıl Bunun



g i t t i ğ i m i başından



üzerine:



Onun bu işte kabahati yok. B i r oyuna gelmiş.



Kılıçların almış,



anlattım.



üstündeki



Hüseyin'e



pırlantaları



verip



bizim



sattırmış.



kızlardan



Hüseyin'le



biri



görüş­



mende bir m a h z u r yok. A l t ı n d a n ne çıkacak diye bekliyordum. R a h a t bir nefes aldım. O sırada yanımızda bulunan C e v a t A b b a s : — Çelebi, m a d e m ki, o seni evine çağırdı. Sen de onu M a r m a r a Köşküne davet et, ağırla... D e y i n c e şaşırdım: — A m a n e f e n d i m . . . Burası benim e v i m d e ğ i l k i . . . H e m H ü s e y i n gelse bile elin nikâhlı karısı g e l i r m i ? Dedim...



ATATÜRK'ÜN



204



UŞAĞININ



EDVAR B İ Y A N G O ORKESTRASI 1929 Y I L I N D A A n k a r a ' y a



A r j a n t i n ' d e n bir



m ü z i k topluluğu gelmişti. E d v a r B i y a n g o Orkestrası



adını



taşıyan bu



toplulukta iki



erkek,



bir



k ı z vardı. Sıcak kanlı, cana y a k ı n insanlardı. Ç i k o l a t a rengi



kız



şarkı söylüyor,



çocuklarsa k e m a n v e



gitar



çalıyorlardı. Bir



gece



Köşkü'ne



Edvar



gelmiş,



Biyango



Atatürk'ün



Orkestrası önünde



Marmara



bir



konser



ve­



riyordu. B i r ç o k g ü z e l melodiler çalındı. O sırada V a ­ sıf Çınar, L â t i n A m e r i k a l ı müzisiyenlere: — Diye



Bizim



İstiklâl



Marşı'mızı



çalabilir



misiniz?



sordu.







Deneyelim...



Dediler.



K e m a n çalan genç, üç k e z dinledikten sonra İ s ­ tiklâl M a r ş ı ' n ı başladı k e m a n ı y l a ç a l m a ğ a . . . çalış...



H e m ne



H e r k e s d i k k a t kesilmiş, kemanın ç ı k a r d ı ğ ı si­



hirli n a ğ m e l e r i dinliyor. İ s t i k l â l M a r ş ı ' n ı hiç te k e ­ m a n d a n dinlememiştim.. N e d e güzel oluyormuş. G ö ­ züm



Atatürk'teydi.



uzaktan



O'nun



hareketlerinden



da



çok



hoşuna



gittiğini



seziyordum.



Arjantin tangoları o zaman pek modaydı. Karşı­ mızda



ise



bir



Arjantin



biri bitiyor, öbürü varmıştı.



Şimdi



Orkestrası



başlıyordu.



adı



hatırımda



vardı.



Tangoların



Coşkunluk son haddine kalmadı.



Çok



ahenkli



bir t a n g o y u dinleyen A t a t ü r k : — lar



Ç o k güzel, çok g ü z e l . . . Dedi. B i r daha çalsın­



söyle... Hemen



baştan



lerdi onlar... zer?...



koşup



Atatürk'ün



başladılar ç a l m a ğ a . . .



emrini



ilettim.



N e güzel, n e



Yeni



eşsiz gün­



B i r daha g e r i g e l i r m i h i ç ? . . . N e g e ­



GİZLİ



205



DEFTERİ



İNSANLAR



T R A K Y A gezilerinden



ŞAHTADIR



birinde



Atatürk,



K ı r k l a r e l i ' n d e k i bir ilkokula uğramış, sı­ nıfları g e z i y o r d u . tapta



şaka



Öğrencilerden birinin önündeki ki­



k a l k m ı ş at



resimleri



vardı.



Atatürk,



cuğun önünde durduktan sonra şöyle bir soru —



Bunlar







Şaha







Atlar



ço­



sordu:



nedir?



kalkmış şaha



atlardır... kalkar,



peki



güzel,



insanlar



da



k a l k a r mı ? Gözü p e k bir çocuktu süzdü.



Sonra



hiç



ürkmeden



bu...



Atatürk'ü



şu



umulmadık



şöyle bir karşılığı



verdi: —



Z a t e n insanlar şahtadır,



Çocuğun bu



kalkmaz...



zekice cevabı A t a t ü r k ' ü n çok hoşu­



na gitmişti. G ü l ü m s e y e r e k : -



A f e r i n ! . . . D e d i k t e n sonra, k i m i n çocuğu oldu­



ğunu sordu. Ç o c u k : —



Meyhanecinin...



Deyince



Atatürk



daha



çok



keyiflendi: — Dedi.



T e v e k k e l i meyhaneci çocuğu b ö y l e zeki olur...



ATATÜRK'ÜN



206



MASAJ ATATÜRK, bir



UŞAĞININ



YAPTIRIYOR



vücut yapısı olarak m u n t a z a m



insandı.



Boyu



1,76,



kilosu



76



dıydı.



B a k ı ş l a r ı kendisini çok daha heybetli g ö s t e r i r d i . Ç o k z a m a n sabaha karşı y a t t ı ğ ı v e uykusunu a l a m a d ı ğ ı halde,



t a m olarak



zindeliğinden hiçbir şey y i t i r m e z d i .



H a y a t ı n ı n son zamanlarında hastalığı nedeniyle otuz k i l o z a y ı f l a m ı ş v e k ı r k a l t ı k i l o y a kadar düşmüştü. Suya karşı düşkündü. bahları



masaj



Rıdvan,



Vasfiye



tanbul'a



geldiği



çok



tanınmış



H e r g ü n b a n y o a l ı r ve sa­



yaptırırdı.



bir



ve



Masajı



Ülfet



zamanlar, masör



berber



hanımlar sabah



Mehmet



yaparlardı.



banyosundan



olan A r a p



Şahver



ve İs­



sonra



masajını



yapardı. H e r sabah sakal traşı olurdu. B â z ı g e c e l e r baloya g i t m e s i g e r e k t i ğ i z a m a n akşamları d a ikinci k e z traş olduğu



olurdu.



Ç o k t e m i z adamdı. H e r g ü n çamaşır elbise d e ğ i ş ­ tirirdi.



B i z i sakallı görürse kızardı. Bu yüzden g i y i ­



m i m i z e d i k k a t eder, h e r gün olurduk.



centilmenler g i b i traş



GİZLİ



DEFTERİ



Cumhuriyetten



207 sonra



daha bıyık bırakmamıştı. nuşmaları



arasında



yakınlarına bir eskidiği



kesmiş



ve



bir



duymuştum.



Fakat



bıyık



bırakan



şey demezdi.



En çok l â c i v e r t bise



bıyıklarını



B ı y ı ğ ı sevmediğini b â z ı k o ­



halde



çizgili elbisesini atmıyor,



ördürüp



severdi. yine



Bu



el­



giyiyordu.



Gömleklerinin hepsi beyaz renkteydi. Ölçüsü bilindiği için İsviçre'de y a p ı l ı r ve hazır gelirdi. Elbiselerini İs­ tanbul'a



gelince



Beyoğlu'ndaki



terzi



Arman'a



dikti­



rirdi. P r o v a s e v m e z v e y a p t ı r m a z d ı . B i r k e z ölçü a l ı n ­ dı mı, bütün elbiseler o ölçüye g ö r e dikilir ve yolla­ nırdı.



ATATÜRK'ÜN



208



UŞAĞININ



BİZİM VİLLAMIZ YOK



C U M H U R B A Ş K A N L I Ğ I Umumi milletvekili türk'ün sofrasından hiç konusu



Kâtibi,



Ruşen Eşref Ünaydın,



Ata-



eksik olmazdı. B i r gün ölüm



açılmış. A t a t ü r k , Ruşen E ş r e f Ü n a y d ı n ' a :







Yahu, A l l a h muhafaza,



olursa bu



çocukların hali



ne



bir gün bana bir şey olur?



D i y e bizi işaret



ederek sormuş. Ruşen E ş r e f te şöyle demiş: —



Paşam



Bugün Paris'te



biz v a r ı z



ya?...



Napoleon'un



Seine



nehri



uşaklarının



torunlarının



kıyısında villaları,



bile



köşkleri v a r .



V a r l ı k içinde yüzüyorlar. Bütün m e z i y e t l e r i de, N a p o leon'a hizmet eden uşakların torunlarının torunu oluş­ ları... A t a t ü r k , sanki bizim soruyu



sormuş.



g e l e c e ğ i m i z i okumuş g i b i o



B i z e d e ğ i l villa; su



bile v e r m e d i l e r .



Y a l o v a Kaplıcalarındaki m ü b a y a a memurluğundan sekizyüz



lirayla



emekliye



ayrıldım.



Gördüğüm,



bundan ibaret. O d a y ı l l a r c a v e r d i ğ i m mamın



servet



emeğin, çalış-



karşılığı...



Atatürk'ün



ölümünden



sonra vasiyetnamesi



açık­



l a n d ı ğ ı z a m a n bir ikinci vasiyetnamenin daha bulun­ duğu,



bunda



Ata'nın



çok



sevdiği



hizmetkâr,



berber,



odacı gibi özel hayatında beraber olduğu kişilere iliş­ kin maddeler bulunduğu, namenin



yok



edildiği



f a k a t sonradan bu



yolunda



A r k a d a ş l a r araştırmışlar,



söylentiler



f a k a t bu



vasiyet­ çıkmıştı.



söylentileri doğru­



l a y a n bir ize rastlıyamamışlardı. Oysa A t a t ü r k , bizler­ le



çeşitli zamanlarda y a p t ı ğ ı



konuşmalarda g e l e c e ğ i ­



m i z i n g a r a n t i altına alınacağı yolunda sözler etmişti.. Hepimizin b i r soru



kafasında



o



kayıp



olarak kalmıştır.



(!)



vasiyetname



hâlâ



GÎZLÎ



209



DEFTERİ



YANINDA



E M R İ N D E çalışarak edenleri şu şekilde



ÇALIŞANLAR



Atatürk'e



hizmet



sınıflandırmak



yerin-



de olacaktır: B a ş y a v e r Rüsuhi B e y , ikinci y a v e r Sami B e y , ü çüncü y a v e r C e l a l Ü n e r . Y i n e ikinci y a v e r l e r d e n N a ş i t , Şükrü, C e v d e t B e y l e r . . . Umumî K â t i p Tevfik Bey, Hasan Rıza



Soyak,



Ö z e l K a l e m Müdürü Sabit B e y , Ö z e l K a l e m M ü d ü r yardımcısı



ve



m e m u r l a r ı . . Kütüphane



memuru



Nuri.



Başsofracı İ b r a h i m Güven, C e m a l Granda, H ü s e ­ yin, A l i Bebek, A h m e t , N u r i . . . Odacılar



Ekrem,



Suat, iki



Tahsin'ler,



Hüseyin,



Mustafa. Başşoför Abdullah, şoförler S a i t ( ö l d ü ) , iki R e m zi'ler, N i y a z i . D o k t o r K e m a l , Celal Tahsin, N e c m i , B a k i R e i s . Berberler: Mehmet ve Rıdvan. Öbür



hizmetkârlar:



Bekir



Çavuş,



Arap



Nesip



E f e n d i ( K a p ı c ı b a ş ı ) Sofracı R e c e p ' i n oğlu küçük R e ­ cep. Kadın hizmetçiler:



Famdöşambr Ülfet



Hanım



( İ n c e zayıf, nahif A n k a r a ' l ı bir k a d ı n d ı ) . Ülkü'nün an­ nesi Selânikli V a s f i y e H a n ı m , Y u g o v l a v g ö ç m e n i F a t ­ m a H a n ı m ( Ü t ü , çamaşır işleri y a p a r d ı . ) F . 14.



ATATÜRKÜN



210



UŞAĞININ



RÜŞVET VERDİĞİMİ D U Y U N C A



D I Ş A R D A A t a t ü r k ' ü n yanında ç a l ı ş t ı ğ ı m ı çok z a m a n saklar, meğe



çalışırdım.



k i m olduğumu



k i m l i ğ i m i belli e t m e -



Trende, vapurda, y â r e n l i k edip te



soran çıkarsa, ticarethanelerde çalıştı­



ğ ı m ı söylerdim. Çünkü A t a t ü r k adını duyanlar, b e n i m ­ le



serbestçe



konuşmağa



çekiniyorlar,



ortalıkta resmi



bir h a v a esmeğe başlıyordu. B i r gün eniştemle A n k a ­ ra'dan



İstanbul'a izinli



o l a r a k Beşiktaş'ta bir



ev



al­



m a ğ a g i d i y o r d u m . T r e n d e k i b a r g i y i m l i bir adam, n e ­ reden nereye g i t t i ğ i m i , k i m olduğumu sordu. N a k l i y e işi y a p t ı ğ ı m ı söyledim. İ n a n m a y a n g ö z l e r l e bana bak­ tı. Sonra: —



Ö y l e ama ben sizi G a z i Çiftliğinde A t a t ü r k ' ü n



arkasında g ö r d ü m . . .



Dedi.







E v e t , bâzı k e r e l e r çiftliğe giderdim.







H a y ı r , her z a m a n O'nun arkasındasınız...



M e c b u r oldum —



sonunda:



Gazi'nin h i z m e t k â r ı y ı m . . .



İstanbul'a



gelince



Demeğe...



Beşiktaş'taki



evle



ilgili



tapu



işini y a p t ı r m a k için T a p u Dairesinde beş l i r a istedi­ ler. M e c b u r oldum v e r m e ğ e . Oysa, A t a t ü r k ' ü n h i z m e ­ tinde



olduğumu



Ankara'ya



söyleseydim,



gelince



bir



v a n ' a anlattım. O da sabah mış...



bunu



konuşma



alamazlardı



ya...



sırasında bunu



Rıd­



traşında



A t a t ü r k ' e anlat­



GİZLİ



211



DEFTERİ



A k ş a m sofrasında A t a t ü r k , M a l i y e Bakanına d a m ­ dan



düşer —



gibi



şöyle



sordu:



Ç e l e b i d e n rüşvet almışlar. N e biçim i ş ? . . .



B a k a n bir anda ne d i y e c e ğ i n i



şaşırmış:



— B i r yanlışlık olacak P a ş a m . . . D i y e k a p a t m a ğ a çalışmıştı. A t a t ü r k durumu benden ö ğ r e n m e k istedi. H e p s i n i bir bir a n l a t t ı m . T r e n d e k i k o n u ş m a y ı da n a k l e t m e y i unutmadım. Bunun üzerine A t a t ü r k , şu anısını anlattı: B i r g ü n İ t t i h a t ç ı l a r zamanında Selanik'ten F r a n ­ sa'ya k a ç ı y o r . karşılaşıyor.



B i n d i ğ i vapurda y a b a n c ı bir



kadınla



K a d ı n , A t a t ü r k ' e soruyor:







Ne







Gazeteciyim...



iş yaparsınız?







H a n g i g a z e t e d e çalışıyorsunuz...



B i r g a z e t e adı uyduruveriyor o anda. K a d ı n inanm ı y a n g ö z l e r l e süzüyor A t a ' y ı : —



Sende sivil h a r e k â t y o k ,







Neden?



— değil,



Elbisenin altında pandufla.



askersin... Bu sivil a d a m işi



askersin...



Bunun üzerine A t a t ü r k kadını k a m a r a y a g ö t ü r ü ­ y o r , asker elbiselerini g ö s t e r i y o r . A t a t ü r k bu anısını a n l a t t ı k t a n sonra bana seslen­ di: —



Çelebi Efendi, senin de sivil o l m a d ı ğ ı n ı anla­



mışlar, dedi. N a s ı l F r a n s ı z d ı ğ ı m ı anladığı g i b i . . .



kadın



b e n i m sivil o l m a ­



ATATÜRKÜN



212



UŞAĞININ



K A F A N I TARİHE YORMA



T Ü R K



Tarih



Kurumu'nun



çalışmalarıyla



A t a t ü r k y a k ı n d a n ilgileniyor, her fırsatta T ü r k Tarihi'nin resine



telkinde



en g e n i ş şekilde y a z ı l m a s ı için çev­ bulunuyordu.



B o ş zamanlarında A t a ­



türk'ün elinde tarihle i l g i l i k i t a p l a r ı n düşmediğini ha­ tırlarım. B i r gün yine A t a t ü r k , tarihle i l g i l i kalın b i r k i t a p okuyordu. Öylesine d a l m ı ş t ı ki, çevresini g ö r e c e k hali yoktu.



B i r sürü y u r t meselesi dururken d e v l e t başka­



nının kendini tarihe v e r m e s i , V a s ı f Çınar'ın b i r a z ca­ nını sıkmış olacak ki,



Atatürk'e



şöyle dediğini duy­



dum: —



Paşam!...



T a r i h l e uğraşıp k a f a n ı y o r m a . . . 19



M a y ı s ' t a k i t a p o k u y a r a k m ı Samsun'a ç ı k t ı n ? A t a t ü r k , V a s ı f Çınar'ın bu çok samimi yakınma­ sına



gülümseyerek



şöyle



karşılık v e r d i :



— B e n çocukken f a k i r d i m . İki kuruş elime g e ç i n ­ ce



bunun bir kuruşunu



kitaba verirdim.



Eğer



böyle



olmasaydı, bu y a p t ı k l a r ı m ı n hiç birini y a p a m a z d ı m . . .



GİZLİ



213



DEFTERİ



«FELÂH YERİNDE KALSIN»



Y E P Y E N İ bir T ü r k i y e yandan savaşın y a r a l a r ı



kurulmuştu.



Bir



sarılıyor,



bir



yandan d e v r i m l e r birbirini k o v a l ı y o r d u . Şapka d e v r i ­ mi, harf d e v r i m i derken, dilin sadeleştirilmesi v e y a ­ bancı



sözcüklerin



gelmişti.



Bu



T ü r k dilinden



arınması



işine



sıra



arada E z a n ' ı n da T ü r k ç e okunması ü-



zerinde duruluyordu.



Bu d e v r i m



de



başarılmıştı s o ­



nunda. A r t ı k m ü e z z i n l e r minarede « A l l a h - ü E k b e r » y e ­ rine « T a n r ı U l u d u r » d i y e sesleniyorlardı. Ezanın sında



T ü r k ç e okunmasının kararlaştırılışı sıra-



din adamlarıyla, hafızlarla çeşitli



görüşmeler



yapılmış, onların da düşünceleri alınmıştı. E z a n ' d a k i bütün A r a p ç a sözcükler a t ı l d ı ğ ı halde « F e l â h » a bir karşılık bulunamamıştı... ın nasıl



değiştirileceği



tartışılıyor,



«Haydi felâh»fakat



kimse



bu­



nun karşılığını bulamıyordu. F e l a h kurtuluş anlamına geliyordu. « H a y d i kurtuluş» dense, bu d e y i m çok g a ­ rip kaçacak,



dinin kudsallığıyla da bağdaşmayacaktı.



Kurtuluş denince akla hemen



İstanbul'da



Rumların



çoğunlukta bulunduğu eski T a t a v l a semti g e l i y o r d u . Son çare o l a r a k A t a t ü r k ' e başvurdular. Bu konuda ileri sürülen düşünceleri t e k e r t e k e r dinleyen A t a ­ türk t e « F e l â h » a bir karşılık bulunmamış olacak k i : — Bu da F e l a h kalsın... D i y e bu işi sonuca b a ğ ­ ladı.



ATATÜRKÜN



214



UŞAĞININ



MADAM VERA BEYOĞLU'NDAKİ gitmiştik. P a p a z l a r ı n Yirmidört



Eden



Lokantasına



toplantısı



kişilik bir m a s a d a birbirlerine



vardı.



ziyafet



çe­



kiyorlardı. M a l sahibi M a d a m V e r a g ü z e l bir kadındı. A s l e n Beyaz



Rus'tu.



Ç o k t i t i z v e düzenli bir



servisi v a r d ı .



A t a t ü r k , y e m e k sırasında M a d a m V e r a ' y ı m a s a y a çağırttı: — L o k a n t a n ı z çok g ü z e l . . . D i y e övücü b i r k a ç söz e t t i k t e n sonra: B i r şeye ihtiyacınız v a r m ı . S i z e y a r ­ d ı m c ı olabüir m i y i z ? D i y e sordu. Madam Vera, ummadığı



anda



başına konan bu



d e v l e t kuşundan son derece keyiflenmiş, ellerini oğuşturarak: —



Evet var Paşam...



D i y e sıkıntı içinde bulun-



duklarını, bir m i k t a r k r e d i y e ihtiyaçları olduğunu s ö y ­ ledi.



Bunun üzerine



Atatürk:







Ne kadar?



D i y e sordu.







10 bin lira kadar...



— İş Bankası'na s ö y l e y e l i m . Mümkünse bir çare­ sine baksınlar...



D e d i k t e n sonra B a ş y a v e r Rüsuhi Be-



ye bu konuda t a l i m a t verdi. Ertesi



günü Eden



i n c e y e t e t k i k ettirildi.



L o k a n t a s ı ' n ı n durumu



inceden



B a k t ı l a r k i borç içinde...



Bir



süre oyaladılar... Bu olayın tanıklarından D r . Reşit Galip, k r e d i işi­ ne ç o k içerlemişti: — B i z bu kadar t a r i h y a z ı p çalışıyoruz... B e ş p a ­ ra



bile



Diye



aldığımız



yok.



Rus



başladı s ö y l e n m e ğ e . . .



değildi.



karısına p a r a v e r i l i y o r . . . Oysa para falan verilmiş



GİZLİ



DEFTERİ



215



ÜÇ DONDURMA YEDİ



«ATATÜRK'ün Kızı» adını alan Küçük Ülkü, A t a ' n ı n hususî hayatında önemli bir y e r tutar. A t a t ü r k Albümünde Ü l k ü ile çekilmiş çe­ şitli resimlerine rastlanır. Çocuğu o l m ı y a n A t a t ü r k için Ü l k ü , başlıbaşına bir s e v g i k a y n a ğ ı olmuştur. Ülkü'nün annesi Selânikli V a s f i y e H a n ı m A t a ­ türk'ün annesi Zübeyde H a n ı m tarafından büyütül­ müş. Ankara'ya gelmiş. A t a t ü r k ' ü n izniyle de Gazi O r ­ m a n Ç i f t l i ğ i İ s t a s y o n M e m u r u ile evlenmiş. Bu evli­ likten bir k ı z çocukları oluyor. A t a t ü r k bu çocuğun adının Ü l k ü konmasanı istiyor. Çocuk büyüdükçe A t a ­ türk te onunla daha çok i l g i l e n m e ğ e başlıyor. T a t i l l e ­ rinden bir çoğunda Ülkü'nün de yanında bulunmasını istiyor. B ö y l e c e halk tarafından Ü l k ü ' y e « A t a t ü r k ' ü n K ı z ı » adı takılıyor. Ülkü, A t a t ü r k ' e h a y a t t a nazını en çok geçiren in­ sanlardan biriydi. B i r çok kimsenin A t a ' y a korkudan s ö y l e m e ğ e cesaret edemediği şeyleri o, hiç çekinme­ den büyük bir samimiyetle söylemesini bilirdi. A t a t ü r k te Ü l k ü ' y e k ı z m a z , onun bütün söylediklerini büyük bir dikkatle dinlerdi. Ülkü'nün O'na «Atatürkçüğ ü m » d i y e incecik sesiyle seslenişi hiç gözümün önün­ den g i t m e z .



216



ATATÜRKÜN



UŞAĞININ



A t a t ü r k ' ü n son y a z m e v s i m i y d i . B i r g e c e



Sava­



rona y a t ı n d a Ü l k ü dondurma yiyordu. Sıcak bir g e c e y ­ di. Z a t e n perhiz olan A t a t ü r k dondurmayı canı



görünce



ç e k t i ve k a m a r o t R ı z a ' y a hemen bir dondurma



g e t i r m e s i n i emretti. Kamarot



R ı z a hiç



kimseye



sormadan A t a t ü r k ' e



g i d i p b i r dondurma g e t i r d i . B ü y ü k bir iştahla dondur­ mayı yiyen Atatürk: — Ç o k hoşuma g i t t i . B i r tane daha g e t i r . . . E m r i n i verdi. İ k i n c i dondurma da geldi. Onu da yedi.



B i r üçüncüsünü



istedi.



A t a t ü r k ' ü n içi yanıyordu. Ü ç dondurma, harareti­ n i söndürmeğe y e t m e m i ş t i ! A r k a s ı n d a n b i r b a r d a k d a suğutulmuş



su içti.



D e r k e n g e c e yarısına d o ğ r u y a t t a i l k k r i z g e l d i . Orada h a z ı r bulunan D r . N e ş e t Ö m e r İ r d e l p derhal u yandırıldı. N e ş e t Ö m e r A t a ' n ı n hususî doktoruydu. İ l k t e d a v i y i y a p t ı . F a k a t v a z i y e t i tehlikeli g ö r ü y o r d u . D ü n y a çapında bir a d a m ı n tedavisinde bu dakika­ dan sonra a r t ı k sorumluluk a l a m ı y a c a ğ ı n ı s ö y l e d i v e A v r u p a ' d a n hemen sını



istedi.



bir



mütehassıs



doktor



çağırılma-



GİZLİ



D E F T E R İ



217



BUZ SANDIKLARINI ATTIRIYOR A T A T Ü R K ' ü n hususî doktoru N e ş e t Ö m e r İrdelp istedikten Fsenjan



sonra



çağırıldı.



D r . Fsenjan şu —



Yatak



Avrupadan



dünyaca İlk



doktor



tanınmış



getirtilmesini



Fransız



doktoru



konsültasyon y a p ı l d ı k t o n sonra



öğütlerde bulundu:



odasında dolaşabilir.



Dışarıya çıkmak



yasaktır. M e r d i v e n inip binmiyecektir. H a v a tertibatı kâfi



gelmediği



için



duvarlara



buz



sandıkları



konula­



cak. Ve daha buna benzer bir çok y a s a k l a r k o y d u k t a n sonra F r a n s ı z doktoru Savarona'dan ayrıldı, şehre indi. O g i d e r g i t m e z de A t a t ü r k beni ç a ğ ı r d ı : —



Çelebi Efendi, bu sandıklardaki buzların f a y ­



dası v a r m ı ? Diye baktım. —



sordu. Ne



Buz



faydası



sandıklarının olabilirdi



yanına



giderek



ki:



H i ç faydası yok. P a ş a m . . .



D i y e cevap verdim. —



Doktor gitti mi?



D i y e y a v a ş b i r sesle sordu. —



Evet Paşam,



şimdi m o t o r a bindi.



— Öyleyse hemen buz kutularını çıkarın. B u z ku­ tuları



buraları



Hemen tatürk'ün



buz



kirletmesin... kutularını



Fransız



muhakkaktı.



Fakat



duvarlardan



doktorunun onun



çıkardım.



yasaklarına



yanında



itiraz



A-



içerlediği



e t m e k iste­



m e d i ğ i anlaşılıyordu. Sadece buz kutularını ç ı k a r t m a k ­ la



kalmadı.



Kendini



biraz



serbest



y a t a h a r e k e t e m r i n i verdirtti.



hissedince



hemen



ATATÜRKÜN



218



UŞAĞININ



Savarona M a r m a r a ' y a doğru y o l aldı. E r t e s i günü Ş a r k ö y ' e vardık. Ç o k güzel bir y a z günüydü. A t a ' n ı n canı y u k a r ı ç ı k m a k istiyordu. B ö y l e havada h ü r r i y e t aşığı bir insan için k a m a r a d a kapalı k a l m a k ne d e m e k ­ t i ? F a k a t doktorlar ona dışarı çıkmasını kesin o l a r a k yasaklamışlardı. B ö y l e olduğu halde. — Çelebi Efendi, şezlongu g ü v e r t e y e çıkar... E m r i n i verdi, i s t e r i s t e m e z emrini yerine g e t i r d i m . B i r taraftan d a ü z ü l ü y o r d u m



Y a hastalığı g e ç m e z s e ,



a r t a r s a d i y e k a y g ı içindeydim. Atatürk güverteye



çıktı.



Şezlongta



z a n d ı k t a n sonra t e k r a r a ş a ğ ı y a indi.



bir



süre



u-



A ç ı k h a v a onu



f a z l a s ı y l e yormuştu. O g e c e y i Ş a r k ö y ' d e g e ç i r d i k . A tatürk'ün



şerefine



gece



halk



sahilde



bir



fener



alayı



düzenlemişti. F a k a t A t a t ü r k ' ü n dışarı ç ı k m a d ı ğ ı n ı g ö ­ rünce



üzüldüler.



Ne



çare



ki,



hastanın



a y a k t a dura­



c a k hali yoktu. Bunu h a l k a d u y u r m a m a k g e r e k t i . M i l ­ let



Ata'sının



hastalığını biliyordu.



Fakat



bu



derece



a ğ ı r bir hal aldığı saklanıyordu. O g ü n y a t l a M a r m a r a ' d a dolaştık. Bu



süre için­



de A t a t ü r k kâh kamarasında dinlendi, kâh y a s a k ka­ rarını dinlemiyerek g ü v e r t e y e çıktı. E r t e s i günü D o l ­ m a b a h ç e önlerine demirledik. T a m 56 g ü n y a t t a istirahat e t t i k t e n sonra bir g e c e A t a t ü r k ' ü koltuğa oturttular. K o l t u k başta K ı l ı ç A l i , Muhafız A l a y



Kumandanı



İsmail Hakkı Tekçe, Polis



memuru F a i k Çelen, B a ş y a v e r Celâl Üner, bir de ka­ pıdaki nöbetçi askerin elleri üzerinde S a v a r o n a y a t ı n ­ dan alınarak a ğ ı r a ğ ı r m e r d i v e n l e r d e n indirildi. İ s t a n ­ bul motoruna bindirilerek Dolmabahçe S a r a y ı n a g ö t ü rüldü. Bu



gidiş



Atatürk'ün



son



gidişi



S a v a r o n a y a d ö n m e k k ı s m e t olmadı.



oldu.



Bir



daha



GİZLİ



219



DEFTERİ



MAREŞAL



ÇAKMAK'LA YATTA



A T A T Ü R K daha S a v a r o n a yatında hastayk e n A n k a r a ' d a n o z a m a n Başbakan bu­ lunan Celâl B a y a r ile G e n e l k u r m a y B a ş k a n ı olan M a ­ reşal F e v z i Ç a k m a k t a sık sık İstanbula g e l i r v e A t a ­ türk'ü z i y a r e t ederlerdi. A t a t ü r k M a r e ş a l Ç a k m a k ' ı n ziyaretine çok önem v e r i r ve hiç k i m s e y e g ö s t e r m e d i ğ i s a y g ı y ı ona g ö s ­ terirdi. Ç a n k a y a davetlerinde bile öyleydi, Mareşalin bulunduğu z i y a f e t l e r d e m a s a y a içki konmaz. A t a t ü r k de o g e c e y e m e k t e i ç k i perhizi y a p a r ya da b i r i k i kadeh içer, sofra en g e ç g e c e saat 11 de dağıtılır, sa­ bahlara k a d a r d e v a m eden şölenlere v e d a edilirdi. M a r e ş a l F e v z i Çakmak, Savarona yatına g e l e ­ c e ğ i z a m a n A t a t ü r k hasta olduğu halde y a t ı n iskele­ sine çıkar, bir i k i saat süren toplantılardan sonra y i n e iskeleye k a d a r g e t i r i p m o t o r a bindirirdi.



220



ATATÜRKÜN



UŞAĞININ



A t a ' n ı n hastalığı sırasında eski Başbakan v e A t a ­ türk'ün



Kurtuluş



geldiğini merak



Savaşı



hiç g ö r m e d i m .



adamakıllı



aralarında



içimi



arkadaşı



İsmet



İnönü'nün



A r a d a n günler g e ç t i k ç e kemirmeğe



bir d a r g ı n l ı k m ı v a r d ı ?



başladı.



bu



Acaba



Sonunda dayana­



m a d ı m . B i r g ü n B a ş y a v e r Celâl B e y e sordum: —



İ s m e t P a ş a A t a t ü r k ' ü çok severdi. N i ç i n g e l i p



görmüyor? —



Cemal, bir k a ç d e f a g e l m e k için t e l e f o n etti.



A t a t ü r k e haber verdik. İ s m e t P a ş a g e l i p sizi z i y a r e t e t m e k istiyor, dedik.



«Ankara'dan ayrılmasın.» diye



c e v a p v e r d i . B i z d e İ s m e t İnönüye A t a t ü r k ' ü n sözle­ rini



aynen tekrarladık. Bunun tepkisinin ne olduğunu



bilmiyorum... A r t ı k bu k a r ı n şişmesi tehlikeli bir hal y a r a t t ı ­ ğından su a l m a yoluna g i t m e k t e n başka çare g ö r e m i y o r l a r d ı . F a k a t d o k t o r l a r su alma işlemini elden g e l ­ d i ğ i kadar g e c i k t i r m e k k a r a r ı n d a görünüyorlardı. A t a ­ türk



te



gün



doktorlara: —



mi?



durumun



ciddiliğinin



farkındaydı.



Hatta



bir



Su a l m a k a m e l i y e s i tehlikeli midir, a c ı v e r i r



diye



sormuştu.



Fakat



doktorlar



onu



kaygılan­



d ı r m a m a k için çok basit olduğunu, hatta bu işi ken­ dileri dı.



değil,



asistanlarına



A s l ı n d a bu,



l i k e l i bir şeydi.



yaptırdıklarını



söylüyorlar­



d o k t o r l a r ı n sakladıklarından da teh­ Barsaklardan



biri de delinebilirdi.



GİZLİ DEFTERİ



221



VASİYETNAMESİNİ EMİRLE YAZDIRDI



H A S T A L I K g i t t i k ç e ilerliyor, karın g i t t i k ­ çe şişiyordu. A t a t ü r k çevresindekilere neşeli g ö r ü n m e k istediği halde acı içinde kıvrandığı belli oluyordu.



Yorgunluk



ve



halsizlik



yüzünü



inceltmiş,



onu bitkin bir hale getirmişti. K a r n ı n ı n su toplaması yüzünden



artık



Bu



yüzden



ğe



başladı.



yatakta



arkasına



dik



oturamaz



yastıklar



hale



gelmişti.



koyuyorlardı.



Sonunda A t a t ü r k bütün d a y a n ı k l ı l ı ğ ı n ı k a y b e t m e ­ Artık



acıya



dayanamaz



hale



gelmişti...



Doktorlara: —



Karnımdaki



suyu



bir



an



evvel



alın...



Diye



e m i r verdi. F a k a t hiç birinde buna cesaret yoktu. Da­ ha bir



süre



suyun



Atatürk'ün da



alınmamasını u y g u n görüyorlardı.



suyun



F r a n s ı z doktorunun



alınması



için



ikinci



gelişine



diretmesi,



tam



rastladı,



Dok­



tor, A t a t ü r k ' ü daha i y i bulacağını u m u t ettiğini söy­ lemişti.



Fakat



Bunun



üzerine



gelir



gelmez



Atatürk'e



düş



bakan



kırıklığına Türk



uğradı.



doktorlariyle



222



ATATÜRKÜN



Fransız



doktoru



arasında



uzun



oldu ve A t a t ü r k ' ü n karnından



süren



suyun



UŞAĞININ bir



görüşme



alınmasına



karar



verildi. Y o k s a acısını hafifletecek başka hiç b i r çare kalmamıştı



ve



h a s t a l ı k daha Atatürk,



bunu kötüye



yapmağa doğru



zorunluydular.



gitmeğe



karnından i l k kez



su



Yoksa



başlamıştı.



alınmasından bir



süre önce vasiyetnamesini hazırlamış ve kendi e l i y l e notere



vermişti.



Çünkü



y a v a ş y a v a ş öleceğini



artık



O da anlamıştı. Karnının



gittikçe



Avrupa'lardan



şişmesi,



getirilen



idrarının



doktorların



kesilmesi,



hastalığının



kar­



şısında elleri kolları b a ğ l ı kalması, O'na ölümün kaçı­ nılmaz



bir



şey



olduğunu



anlatmıştı.



H a s t a l ı ğ ı n ı n « S i r o z » olduğunu biliyordu, Vasiyetnamesinin hazırlanması için U m u m î K â t i p Hasan



Rıza



Soyak'ın



yardımını



istediğini



duymuş­



tuk. B i r gün S o y a k ' ı ç a ğ ı r d ı . M a l o l a r a k nesi varsa bir



listesini



çıkarmasını



istedi.



Umumî



Kâtip



buna



hiç l ü z u m olmadığını, kendilerine



yapılacak



operas­



yonun basit ve



olduğunu,



bundan



tehlikesiz



b i r şey



k a y g ı l a n a c a k hiç bir şey bulunmadığını söylüyorsa da dinletemiyordu... — Bunu



behemahal



yapalım...



Diyorsa.



Emir



emirdi. Hem



daha



f a z l a ısrar



etmesi,



zaten



hasta



olan



A t a t ü r k ' ü üzebilirdi. U m u m î K â t i p bürosuna g i d e r e k k a y ı t l a r d a n iste­ d i ğ i listeyi çıkarıyor. Bu liste esas tutularak K o c a e l i M i l l e t v e k i l i Selâhattin Y a r g ı ile bir v a s i y e t n a m e ha­ zırlanıyor. A t a t ü r k vasiyetnamesinde bütün m a l v e mülkünü yine



millete



yakınlarına,



bırakmaktaydı. sevdiklerine



Şahsî



servetinden,



a y l ı k bağlanıyordu.



çok



GİZLİ



223



DEFTERİ



Vasiyetnamede



yaşadıkları



sürece



kızkardeşi



Makbule A t a d a n ' a ayda 1 0 0 0 , P r o f . A f e t İnan'a 800, t a y y a r e c i Sabiha Gökçen'e 600, Ü l k ü ' y e 200, R ü k i y e v e N e b i l e ' y e d e 100 e r l i r a bırakıyordu. A y r ı c a Sabi­ ha Gökçen'e bir ev alabilecek p a r a verilecek, M a k b u ­ le



A t a d a n ' ı n da



kadar



emrinde



Ç a n k a y a ' d a oturduğu kalacaktı.



Bunlardan



ev



ölünceye



başka



İsmet



İnönü'nün çocuklarına yüksek ö ğ r e t i m l e r i n i bitirince­ ye



kadar



gereken



yardımın



yapılmasına



ilişkin



bir



madde de v a r d ı . U m u m î K â t i p H a s a R ı z a Soyak, A t a t ü r k ' ü n em­ r e t t i ğ i gün yatmakta götürüyor. sırtında,



Altıncı N o t e r İsmail olduğu



üst



Atatürk



traş



olmuş



kattaki



onları



Kunter'i



denize



pijaması



vaziyette



Ata'nın



bakan



ve



karşılıyor.



odaya



robdöşambrı Sigara



ve



kahveler içildikten sonra bir süre şundan bundan k o nuşuluyor;



f a k a t hastalığından



nunda U m u m î



Kâtip'le Noter,



hiç sözedilmiyor. So­ g i t m e k üzere



ayağa



k a l k ı p izin istedikleri zaman, masanın üzerinden al­ d ı ğ ı kapalı bir z a r f ı N o t e r e d o ğ r u u z a t a r a k : —



Bu benim v a s i y e t n a m e m d i r . İ c a b e t t i ğ i z a m a n



açarsınız. D i y o r d u . H a s a n R ı z a S o y a k sonradan bun­ ları



anlatırken



miştim.



gözlerinin



yaşlarla



dolduğunu



farket-



224



ATATÜRK'ÜN



ARTIK



DUA



UŞAĞININ



EDİYORDUK



B Ü T Ü N m e m l e k e t A t a t ü r k ' ü n hastalığıy­ la i l g i l i y d i . H e r k e s sabah gazetesini açınca iyi bir haber alır umuduyla heyecanlanıyor, b e k l e d i ğ i müjdeyi g ö r e m i y o r d u . M i l l e t t e n



fakat



hastalığın



g i d i ş i saklandığı için henüz işin tehlikeli hali m e m l e ­ kete yayılmamıştı. Avrupadan doktorlar gelmişti, el­ bette



ki



bu



hastalığa



türk'ü eski s a ğ l ı ğ ı n a şekilde



da



bir



çare



bulacaklar,



kavuşturacaklardı.



Ata­ bu



avutuluyordu.



O y s a biz işin



içindeydik.



Her



saat



h e r d a k i k a k u l a ğ ı m ı z a bir başka haber gece



Halk



uykularımızda



şünemez olmuştuk.



bile



Atatürk'ten



Yarabbi,



ne



değil,



hatta



ç a l ı n d ı ğ ı için başka



buhranlı



şey



dü­



günler



ge­



çiriyorduk. H e r g e c e O'nun yaşaması için A l l a h a dua ediyordum. lam



Çok zaman



ıslanıyordu.



haber



Günler



y a s t ı ğ ı m g ö z y a ş ı n d a n sırsık­ geçiyor,



f a k a t beklenen i y i



bir türlü g e l m i y o r d u .



A t a t ü r k ' ü n karnından ilk olarak b i r t e n e k e y e y a ­ kın



su



alındıktan



sonra O'nun



birden



çöktüğü,



çok



225



GİZLİ DEFTERİ



zayıf



düştüğü



haberi



geldi.



Böyle



mizde yine bir umut belirmişti. düzelir da



diye



fikir Su



düşünüyor,



olduğu



halde



içi-



Sudan kurtuldu, belki



birbirimizle



hastalık



hakkın­



yürütüyorduk. alındıktan



sonra



Atatürk



biraz



sakinleşmiş



diye duyduk. F a k a t g e c e inlemeleri kesilmedi denilin­ ce,



yüreğim O



Yatı



a ğ z ı m a g e l i r gibi oldu.



sıralar neden



ben,



göndermişlerdi Saraya rumu



Savarona



Dolmabahçe



geliyor, hakkında



yatıyla



önlerinden



bilmiyordum.



Fakat



arkadaşlarımdan bir



şeyler



Bebek'e kaldırıp hemen



Ata'nın



öğrenmeğe



gittim. Bebek'e her



gün



sağlık



du­



çalışıyordum.



Y a t t a k i personel de g ö z l e r i yolda, akşam benim d ö n ­ memi



sabırsızlıkla



yor, fakat olmadığını



bekliyor,



beni



güvertede



karşılı­



a ğ z ı m ı a ç m a d ı ğ ı m ı görünce, bir değişiklik anlıyarak



susuyorlardı.



F . 15



226



ATATÜRKÜN



UŞAĞININ



ÇOK ACI Ç E K İ Y O R D U



ATATÜRK



hasta y a t t ı ğ ı son günlerinde g e -



rek Savarona yatındayken, mabahçe dolaşır



Sarayı'nda



ve



uzanırdı.



gecelik



kıyafeti



Fransız



gerekse Dololan



doktorunu



entariyle



sevmeyişine



karşı, hiç bir z a m a n başucundan a y r ı l m a y a n D o k t o r Ş a k i r A h m e t v e Z i y a N a k i ' y e karşı derin bir s e v g i besliyordu.



Türk



doktorlarına



daha



çok



güvendiği



K o l t u k l a Savarona'dan D o l m a b a h ç e ' y e



taşındık­



her halinden belli oluyordu. tan sonra A t a t ü r k , daha önce neden S a r a y ' a g e l m e d i ­ ğ i n e üzülür bir hal takınmıştı. Çünkü y a t t a k i cehennemi



andırır



odaları



daha



sıcaktan serinceydi.



burada



eser



yoktu.



Saray'ın



H e m burada buz sandıkları



gerekmiyordu. A t a t ü r k ' ü n karnı günden güne şişiyordu. Bu yüz­ den nefes a l m a k t a güçlük ç e k t i ğ i n i görüyorduk. Bizi a r t ı k p e k yanına b ı r a k m ı y o r l a r d ı . P e k önemli bir g ö ­ r e v için doktorların i s t e d i ğ i bir şeyi g ö t ü r m e k üzere kapısına g i d i y o r , çoğu z a m a n da içeri g i r m e d e n d ö ­ nüyorduk.



Ancak



kapının



aralığından ne g ö r e b i l i r s e k



o kadar... Ata'nın hastalığı hepimizin kolunu kanadını kırmış,



S a r a y derin bir ölüm sessizliğine bürünmüştü.



GİZLİ DEFTERİ



227



SON BAYRAMI



ATATÜRK'ÜN



durumu a ğ ı r l a ş ı y o r v e y a -



pılan iyileştirme çalışmaları sonuçsuz k a ­ lıyordu. Günden güne bir m u m gibi eridiğini g ö r ü ­ yorduk.



Bir



ara



Atatürk'ün



Ankara'ya



gitmek



için



israr ettiği, « O r a d a y a p a c a k ç o k m ü h i m işlerim var. Beni derhal A n k a r a ' y a götürün,» d i y e e m i r



verdiği



söylentileri çıktı. H e p i m i z i bir heyecan dalgası kap­ ladı. G i d e r m i g i d e r . . . ne



olur?



düşer



mi,



Trenin yoksa



D i y e düşünüyorduk.



sarsıntısından daha



büyük



G i t m e z s e kurtulur m u ? D i y e



daha



bir



çok



Giderse



kuvvetten



felâket gelir



mi?



aramızda tartışmalara



başlamıştık. Bütün günümüzü bu tür konuşmalar a l ı ­ yordu. Sonunda d o k t o r l a r ı n e l b i r l i ğ i y l e v e r d i k l e r i ka­ r a r her şeye yere



üstün



oldu. A t a t ü r k ,



Saraydan hiç bir



çıkarılmayacak, g e r e k t i ğ i k a d a r A n k a r a y o l c u ­



luğu konusunda Hastalık



oyalanacaktı.



ilerledikçe



kaygılar



da



artmağa



başla­



dı. B e l k i y a r a r l ı olur umuduyla A v u s t u r y a v e A l m a n ­ ya'dan b i r e r



tanınmış p r o f e s ö r g e t i r t i l d i .



nuç değişmedi.



F a k a t so­



Bunlar da ayni hastalığı buldular ve



a y n i t e d a v i y i u y g u l a m a ğ a başladılar.



228



ATATÜRKÜN



UŞAĞININ



Bebek'le Dolmabahçe arasında nasıl gidip g e l d i ­ ğ i m i şimdi düşündükçe o günleri y a ş a r gibi oluyorum. Heyecandan Bazan



bitkin



korkudan,



bir



hale



kötü,



gelmiştim



o



günler...



a c ı haberin korkusundan Sa­



r a y ' a g i d e m e d i ğ i m z a m a n l a r d a telefonla D o l m a h ç e ' nin santralını bulup ürkek ürkek santral m e m u r u K e ­ m a l B e y ' e « D e ğ i ş i k l i k v a r m ı ? » diye soruyordum. O n ­ dan « H a y ı r » cevabını alınca içime su serpiliyor, he­ men



yattaki



arkadaşlarımın



yanına koşup



kür daha y a ş ı y o r » diyordum. den



«İnşallah Böylece



kurtulur»



1938



yılının



«Çok



Ondan sonra hep



diye



başlıyorduk



şü­ bir­



duaya.



Cumhuriyet B a y r a m ı gelip



çattı. H a l k a bir şey d u y u r m a m a k v e şehirde y a s ha­ vası



estirmemek için şenliklerin eskiden olduğu g i b i ya­



pılması



uygun



görüldü.



Yine



taklar



kuruldu,



parlak



bir g e ç i t töreni yapıldı, g e c e fener a l a y l a r ı düzenlen­ di. H a t t a Kuleli'liler Sarayın önüne vapurla g e l i p g ö s ­ teri



yaptılar.



şenlikler



Gece



sürüp



sabaha



kadar



havayi



fişeklerle



gitti.



B i z Cumhuriyet B a y r a m ı ' n ı n onbeşinci y ı l şenlik­ lerine Hep likleri



candan Büyük



katılamadık.



Ata'yı



g ö r e m e d i ğ i için



milletinin yemiştir.



arasına



İçimiz



düşünüyorduk. ne



kan



ağlıyordu.



Kimbilir



k a d a r üzülmüştür.



katılamadığı



için



kendi



O,



şen­



Sevgili kendini



GİZLİ



DEFTERİ



229



SON DAKİKALARI



C U M H U R İ Y E T Bayramı'nın



ertesi günü



A t a t ü r k ' ü n ateşinin birden bire yükseldi­ ğ i n i duyduk. İ ç i m i z i derin bir üzüntü kapladı. K i m ­ senin a ğ z ı n ı bıçak açmıyordu. D e r k e n , bir haber daha g e l d i : A t a t ü r k k o m a y a g i r d i . . . Bütün S a r a y ileri g e ­ lenlerini,



iğne



kır ksekiz saat konuştuğunu Hepimizi



bir



üstünde uykusuz tutan bu sürdü. K o m a d a n



öğrendik. ferahlık



Artık



ilk



koma,



sonra birkaç k e l i m e sakinleşti,



kaplamıştı.



deniyordu.



Bayağı



umutlan-



mıştık. T e h l i k e y i a t l a t t ı d i y e düşünüyorduk. Atatürk,



a t l a t t ı ğ ı tehlikenin farkındaydı. Ç e v r e ­



sindekilere: « B a n a n e o l d u ? » d i y e sormuş v e « D e r i n bir uyku uyudunuz» karşılığına p e k inanmamıştı. F a ­ k a t i n a n m a d ı ğ ı n ı beli



etmek



istemiyor



görünmüştü.



B i r i n c i k o m a d a n sonra a r t ı k d o k t o r l a r A t a t ü r k ' ü n başından a y r ı l m a z olmuşlar d i y e duyduk. D r . N e ş e t Ö m e r her z a m a n başucunda, öbürleri de ikişer ikişer nöbetteymişler. Birinci k o m a d a n kurtuluşun



verdiği



sevinç uzun sürmedi. A t a t ü r k ' ü n karnındaki su y i n e ç o ğ a l m a ğ a başladı. Y a t a k t a o t u r a m a z ; uz ana maz o l ­ du. Ç e k t i ğ i acı a r t t ı k ç a arttı.



F a k a t öylesine d a y a -



230



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



n ı k l ı y d ı ki, herkesi bu hali şaşkına çeviriyordu. H e r sabah



g a z e t e l e r i başından sonuna kadar okuması eski



halini hatırlatıyordu. A t a t ü r k a r t ı k nefes



a l m a k t a d a güçlük



çekiyor­



du. Bu yüzden yeniden karnından su alınmasında is­ r a r e t m e ğ e başladı.



D o k t o r l a r önce buna k a r ş ı çık-



tılarsa da, sonunda o y b i r l i ğ i y l e suyun alınması konu­ sunda birleştiler. İ k i n c i su da alındı. F a k a t bu o p e ­ rasyon, A t a ' y ı iyiden i y i y e halsiz b ı r a k m a ğ a y e t m i ş t i . Sonunda 8 K a s ı m günü k a y ettikten sonra ikinci k o ­ m a y a g i r d i ğ i n i duyduk. A t a t ü r k ' ü n berberi M e h m e t , birden bire fenalaş­ t ı ğ ı n ı v e k a y e t m e ğ e başladığını haber verince, H a s a n R ı z a Soyak, K ı l ı ç A l i , N e ş e t Ö m e r v e A b r a v a y a , A tatürk'ün



başucuna



koşmuşlar.



Atatürk



onlara



«Saat



k a ç ? » d i y e sormuş... 9 K a s ı m ' ı d a l g ı n bir halde g e ç i r e n A t a t ü r k , daki­ kadan göre



dakikaya artık



umut



sönmeğe



başlamış.



kalmamıştı.



Gelen



Doktorlarda



haberlere da



umut



y o k t u . G ö z y a ş l a r ı m ı z ı tutamıyorduk. A r t ı k h a y a t bi­ ze zindan g i b i g ö r ü n m e ğ e başlamıştı. O g e c e y i uyku­ suz g e ç i r d i m . Y i n e de dua e t m e k t e n k e n d i m i alamı­ yordum.



GİZLİ DEFTERİ



231



SALİH BOZÜYÜK KENDİNİ VURUYOR



A T A T Ü R K ' E oniki yıllık hizmetim bir f i l m g i b i g ö z l e r i m i n önünden



geçti.



Boğazı­



ma bir şey tıkanmıştı. K â b u s içinde, sırsıklam t e r l e miştim.



Sabahı g ü ç e t t i m . Şafakla beraber biraz d a ­



l a r gibi olmuştum. U y k u s u z gecenin sabahında vücudum ezilmiş g i ­ bi y a t a ğ ı m d a n çıktım. B i r a z sonra Saray'a gider, v a ­ z i y e t i ö ğ r e n i r i m d i y e düşünüyordum. Yatta



işlerimi



lunun b a y r a ğ ı n ı n gördüm.



bitirirken



yavaş



yavaş



Bebek



Polis



y a r ı y a doğru



Karako­ indiğini



Bütün vücudum sanki karıncalanıyordu. B i r



anda şiddetli bir ürperti sardı her y a n ı m ı . . . O anda acı g e r ç e ğ i anlamıştım. D e m e k ki, A t a ­ türk y a ş a m ı y o r d u artık. O m a v i g ö z l e r bir daha parl a m a m a k üzere



sönmüştü.



B i r an duygusuz,



taş g i b i



kaskatı k a l d ı m . Ne ağlıyabiliyor, ne de bir ses çıka­ rabiliyordum. B i r süre içim ü r p e r m e dolu ö y l e duraksadım. N e d e n sonra kendimi t o p a r l a y ı p a ş a ğ ı y a k o ş ­ tum. A r k a d a ş l a r ı m a : « Ö l m ü ş . . . » D i y e b i l d i m . O



anda



yatta



bir



feryat



figandır



başladı.



Hiç



kimse g ö z y a ş l a r ı n ı tutamıyordu. Benim de o ilk duy­ gusuz,



taş g i b i h a l i m geçmiş,



süzülmeğe



başlamıştı.



yanaklarımdan yaşlar



232



ATATÜRK'ÜN



UŞAĞININ



K e n d i m i toparladıktan sonra rıhtıma çıktım. H e ­ m e n telefona sarılarak Saray'ın santral memuru K e ­ m a l B e y i aradım. H â l â inanamıyor, inanmak i s t e m i ­ yordum. Sesimi duyunca tanıdı. Sadece « D o ğ r u » d i y e ­ bildi. B a ş k a bir şey söylemedi. H e m e n bir taksi ç e v i r i p Dolmabahçe'nin yolunu tuttum. R ü y a d a y m ı ş gibi g i d i y o r d u m . B e y n i m z o n k luyordu. S a r a y ' a nasıl v a r d ı m bilemem. Orası görüle­ cek



şeydi.



Boşalmıştı



H e r y a n derin denebilir.



Hiç



bir sessizliğe kimse



bürünmüştü.



kalmamıştı.



Hemen



oradakilere: — Ne oldu, ne v a r ? D i y e sordum. A l d ı ğ ı m cevap Bu rını



sessizlikten başka bir şey d e ğ i l d i .



arada A t a t ü r k ' ü n b â z ı ç o k yakınlarının durumla­ sağlamlaştırmak



için



Ankara'ya



koşuştuklarını



öğrenince üzüntüm bir k a t daha arttı. F a k a t bunlara karşı A t a t ü r k ' e b a ğ l ı l ı ğ ı m h a y a t ı y l a ödeyen k i m s e l e r de vardı. O'nun ölümüne d a y a n a m a y ı p acıdan kendiıü t a b a n c a y l a vuran



Bilecik milletvekili



kanlar içinde bir köşede



Salih



Bozüyük



yatıyordu.



Bu m a n z a r a y ı görünce b i r a z daha fenalaştım. Sa­ lih



Bozüyük



etkisiyle



bir



o



anda



yıl



ölmemiş,



sonra



ama



hayata



aldığı



gözlerini



yaraların kapamıştı.



A t a t ü r k ' e bu denli aşkla b a ğ l ı bir insanın daha olabi­ leceğini



sanmıyorum.



Salih



Bey



gösterdiği



fedakâr­



lıkla, h a y a t ı m boyunca g ö z ü m ü n önünden g i t m i y e c e k kişilerdendir.



GİZLİ



233



DEFTERİ



YÜZÜNDEKİ TÜLBENTİ KALDIRIP BAKTIM



A T A T Ü R K



Dolmabahçe



r e m Kısmında,



Sarayı'nda



Ha-



her z a m a n y a t t ı ğ ı odada



y a t ı y o r d u . A r t ı k bu odaya bakamıyor, fenalaşıyordum. Yaldızlı



mobilyalar,



üzeri



yaldızla



süslü



mavi



tavan



bir ölüm rengine bürünmüştü. A t a t ü r k bu odada son­ suz



uykusunu



tıkta



uyuyordu.



yatıyordu.



Geniş



Hayattayken



bir



yatakta, t e k



gülkurusu



rengini



yas­ se­



verdi. Y i n e ö y l e bir renk içinde sonsuz uykusuna d a l ­ mıştı. Saray'da



Rıza



adlı



bir



sofracı



arkadaşım



daha



vardı. Onunla beraber y a v a ş ç a odadan içeri süzülmüş­ tük. du.



Çenesi



bağlanmış



İ k i g e n ç subay



Atatürk



öldükten



vaziyette



hareketsiz duruyor­



a y a k ucunda nöbet bekliyorlardı.



bir



saat



kadar



sonra



İstanbul'daki



Ordu Müfettişi, A n k a r a ' d a n v e r i l e n emirle cenaze t ö ­ reni



için



hazırlıklara



tarafından İşte insan,



başucunda ölümüne



bir



geçirilmiş, nöbet türlü



H e r gelip



subaylar



başlanmıştı.



inanamadığım



o koskoca tarih biraz



şekilde y a t ı y o r d u .



üniformalı



tutulmağa



o



büyük



ilerde



çenesi bağlanmış



geçici



insan



gibi o da



göçmüştü. F a k a t O, dünya durdukça y a ş a y a c a k ender insanlardan —



Bir



biriydi. türlü



yüzünü. D e d i m .



öldüğüne



inanamadım.







bakalım



234



ATATÜRKÜN Yüzündeki tülbenti



akıtarak



yüzüne,



açtırdım.



bir daha



Gözyaşlarımı içime



sadece



c e ğ i m yüzüne uzun uzun b a k t ı m . morarmış —



UŞAĞININ



resimlerinde



gibiydi.



H a k i k a t e n şimdi inandım... Dedim.



O günü nasıl g e ç i r d i ğ i m i bilmiyorum. sahip



göre­



Y ü z ü hafif siyahtı,



değildim.



Saraydan



O anda y a t t a k i



bir



görevi kim



türlü



Kendime



ayrılamıyordum.



düşünür.



S a r a y ' d a o güne k a d a r görülmemiş bambaşka bir çalışma vardı. tı.



Bunun



da



oturup



A b a n o z ağacından bir tabut



içini



A k ş a m üstü geldi.



sofracı



dertleşirken



İbrahim'le



— di.



bana



İbrahim'le İsmail



Sonra



Selâmlık



Hakkı



kısmın­



Tekçe



(Paşa)



dönerek:



Son v a z i f e m i z i de



Dedi.



yapılmış­



kurşunluyorlardı.



nöbet



yaptık.



sırası



Yıkandı,



geldi,



kefenlen­



diyerek



ünifor­



m a l a r ı n ı g i y i p nöbete g i t t i . Giderken arkasından şöy­ le dedim: —



Beyler, Paşalar,



şimdi hepiniz geldiniz. A t a ­



türk'ü bekliyorsunuz. Y ı l l a r c a onu iki cahil sofracının eline bıraktınız da şimdi mi g e l d i n i z ? Cenaze nuz.



töreninin bütün



Cenaze,



Sarayburnu'ndan



ayrıntılarını Zafer



biliyorsu-



Torpidosu'yla



Y a v u z ' a alınıp, İ z m i t ' e d o ğ r u y o l alırken, onu i z l e y e n yabancı de



donanmanın



bulunuyorduk.



gerisinde



Donanmayı



Savarona Adalara



yatıyla



kadar



biz



izledik.



Ö n c e cenaze töreni p r o g r a m ı n a biz alınmamıştık. F a k a t Savarona'nın



o dönemde



süvarisi bulunan



Sait K a p ­



tan, y a t ı protokole sokabilmek için S a r a y ' a g i t m i ş v e çekişe —



çekişe Büyük



etmelidir...



istediğini adamları



yaptırmıştı. ölümünde



Onun: a t ı ile



Sözünü hiç u n u t m ı y a c a ğ ı m .



yatı



takip



GİZLİ DEFTERİ



235



Ö L D Ü K T E N SONRA



A T A T Ü R K



öldükten



sonra



Cumhurbaş-



kanı olan İ s m e t İnönü, Savarona y a t ı n ı hiç g ö r m e m i ş . G ö r m e ğ i istemiş. Y a t ı İnebolu'ya ça­ ğırdılar. B i z d e Savarona ile İ n e b o l u ' y a g i t t i k . Orada



öyle



rıhtım



falan



yok.



Kıyıdan



demirledik. İ s m e t İnönü m o t o r l a y a t a



uzakta



geldi. H e r ta­



rafını g e z d i v e beğendi. K ı s a bir yolculuk yapıp i n e ­ bolu'dan Z o n g u l d a k ' a g i t t i k . İnönü orada y a t t a n ine­ rek



trenle Aradan



A n k a r a ' y a hareket üç



yıla



yakın



etti.



bir z a m a n geçmiştir.



Yıl



1941, H a z i r a n 22... A t a t ü r k ' ü n ölümünden sonra ben yine D e m i r y o l l a r ı İşletmesi kadrosunda Savarona y a ­ tında g ö r e v l i y d i m . A r t ı k eski i m t i y a z l ı durumum kal­ mamıştı.



Y a n i T ü r k i y e Cumhurbaşkanının h i z m e t k â r ı



değildim. O z a m a n ı n Başbakanı olan R e f i k S a y d a m l a , D ı ş ­ işleri İsmet



Bakanı



Şükrü



İnönü'yle



Gelibolu'ya



doğru



İ s m e t İ n ö n ü ile



Saraçoğlu



beraber bir



Refik



İstanbul'a



Savarona



gezi



yatına



yapıyorlardı.



gelmişler. binmişler. Güvertede



S a y d a m başbaşa v e r m i ş l e r k o ­



nuşuyorlardı. K o n u , İ k i n c i D ü n y a Savaşı v e T ü r k i y e ' ­ nin nazik durumuydu. O z a m a n ç o k z o r durumda bu­ lunuyorduk. çıktı.



Derken



salondan



Cumhurbaşkanıyla



düşünür v a z i y e t t e görünce i



güverteye



Başbakanı



Saraçoğlu



böyle



başbaşa



236



ATATÜRK'ÜN —



Y a h u ne



var



bunda



duğumuzu ilân ettik, çatar,



düşünecek?



anlattık.



harp yaparız.



UŞAĞININ Tarafsız



ol­



Buna r a ğ m e n çatarsa



Ç a t m a z s a zaten mesele



yok...



Bu görüşmeden sonra Çanakkale B o ğ a z ı n a doğru h a r e k e t ettik. R e f i k S a y d a m ve Şükrü S a r a ç o ğ l u İs­ tanbul'da



kaldılar.



O z a m a n dört bir y a n ı m ı z ateşle sarılmıştı. İ k i n c i Dünya



Savaşı



bütün



hızıyla



sürüyordu.



Almanlar,



S t a l i n g r a d v e M o s k o v a kapılarına dayanmışlardı. H e r an



başımızda



tehlike



çanları



çalıyordu.



g ö z l e r i m i z i , kendimizi ateşin içinde



Her



sabah



bulabileceğimiz



bir güne açıyorduk. H e p i m i z i n sinirleri bozulmuştu. Gelibolu'da genelkurmay memleketin



bir



subayı



çok



general



yata



geldiler.



durumu



ve



savaş



ve



gücü



yüksek



rütbeli



Güvertede



yine



konuşuluyordu.



İnönü herkesin düşüncelerini dinliyor ve not alıyordu. B i z d e hizmeti düzenli y a p m a ğ a , bir p o t k ı r m a m a ğ a çalışıyorduk. K o n u k l a r ı en i y i şekilde a ğ ı r l a m a k isti­ yorduk. İnönü, genç bir k u r m a y subayına şöyle sordu: —



A l m a n l a r l a harp



edersek



muvaffak



olur mu­



yuz? Subay düşünmeden şu cevabı v e r d i : —



Paşam,



bizi



Almanlar



Trakya'da



yenerler,



f a k a t Anadolu'da başlarına belâ oluruz... Bunun üzerine İ s m e t İ n ö n ü « Y a a a » d i y e r e k baş­ ladı kendi —



anlatmağa:



Şimdi A l m a n l a r saatte seksen k i l o m e t r e iler­



l i y o r l a r . Bu durum karşısında Ruslar bir buçuk ayda m a ğ l û p olurlar. Bu b i z i m için de büyük k a z a n ç olur. Kafkasları milyon



alırız.



olur.



(O



Türkiye'nin zaman



nüfusu



nüfusumuz



da



otuz



sadece



sekiz



onsekiz



m i l y o n d u ) . A y n i z a m a n d a B a k u petrollerine d e k a v u ­ şuruz.



GİZLİ DEFTERİ İnönü



sevinç



237 içindeydi.



Kabına sığamıyor,



adeta



gelecekteki T ü r k i y e ' y i yaşar gibi oluyordu. Bu sırada yanında



bulunan



Amiral



Şükrü



O k a n ' a dönerek:



— Rus donanması ne olur? D e y i n c e : —



P a ş a m , B e y k o z önlerinde demirler. G e m i l e r i n



kamalarını



alır,



harbin



sonunu



bekleriz...



Cevabını



aldı. Bu Paşa,



görüşme



sırasında



yatta



bulunan



Fahrettin



İnönü'ye:







Paşam



sormuş ve —



harbe



karşılığı



İran'a



Bunları çırırım



İran



şu



harp



mi?



Diye



bir



soru



yok...



duyunca,



diye



girer



almıştı:



ileride



korktum.



belki



Daha



ağzımdan



fazla



lâf



ka­



konuşulacakları



d u y m a m a k için k a m a r a m a çekildim. Ne olur, ne ol maz...



F a k a t aksilikler k o r k t u k ç a üzerime geliyordu.



Baktım İsmet İnönü'nün yirmi yıllık hizmetkârı Osman



Efendi,



kamaramın



kapısını



aralamış:



— C e m a l , şimdi H i t l e r R a d y o d a Rusların bir bu­ çuk ayda y ı k ı l a c a ğ ı n ı söyledi... D e y i n c e ben d e : — Y ı k ı l ı r s a yıkılsın, bize ne?.. D e d i m . B i r a z sonra yine ayni arkadaş g e l d i : —



Göbels R a d y o d a Rusların birbuçuk ayda y ı k ı ­



l a c a ğ ı n ı söyledi... D e y i n c e ben de g a y e t safiyane: — U l a n aptallığın âlemi yok. Bu iş birbuçuk a y d a olmaz... Bizim



bu



ruk not eder



konuşmalarımızı dururmuş.



meğer



kamarot



F a r k ı n d a bile değildim.



Fa­



ATATÜRKÜN



238



UŞAĞININ



YATAK ÇARŞAFLARI



S A V A R O N A y a t ı ertesi günü eski M e c ­ lis Başkanı Abdülhalik R e n d a ile



çocuk-



larını a l m a k için B a n d ı r m a ' n ı n yolunu tuttu. Bandır­ m a y a g e l m e d e n bir saat önce B a y a n M e v h i b e İnönü beni



çağırdı: —



Renda'nın



kamarasının



yatak



çarşaflarını



de­



ğ i ş t i r i n . . . Dedi. —



Hanımefendi,



çarşafları



pis mi



buldunuz?



Deyince: — H a y ı r , f a k a t değiştirin, bizim çarşaflardan ol­ sun...



D i y e karşılık verdi.



B i z i m çarşaflar dediği, yine benim L a z z a r i F r a n ko'dan



yaptırdığım



patiska



çarşaflardı.



— P e k i emredersiniz... D e y i p e m i r v e r d i m ve çar­ şaflar



değişti...



Kamarama geldiğim



zaman Dr.



Fazıl



Beyle



çarkçıbaşı Hüseyin v e ikinici çarkçı M u h i t t i n Ö z e g e vardı. —



Ne o Cemal, canın sıkılmış senin?



D e y i n c e kendimi t o p a r l a d ı m : — B i r şey y o k . . . D i y e cevap v e r d i m . F a k a t onlar israr



ediyorlardı:



GİZLİ



239



DEFTERİ







Evet



Deyince —



ben



canın



sıkılmış



senin,



nen



var



söyle?..



de:



Çarşafları



beğenmediler.



Sanki



babalarının



evinde böyle g ü z e l çarşaf g ö r m ü ş l e r gibi. K e t e n çar­ şaflar



ne



kadar



da



güzeldi



görseniz...



Diye



cevap



verdim. Bunun üzerine: — Aldırma geçer... Dediler. Bu



konuşma marot



Faruk



sırasında



ben



yine



oradaymış.



farkında



değilim.



Benim



bu



sonra



İstanbul



Ka­



ikinci



ko­



nuşmamı da ganimet bilmiş. Hemen jurnal etmiş. Aradan



onbeş



Müdürü



gün



geçtikten



Selahattin



Bey'le



iki



sivil



polis



Polis



memuru



ve



D e n i z y o l l a r ı U m u m Müdürü K e m a l B a y b o r a iki m o t o r l a gelip,



kamaramı



aradılar.



Allahtan



beni



bütün polis



tanıyordu: —



Sen



bir



kitap



okuyormuşsun,



o



kitap



nerede?



Dediler. Beni g ö t ü r m e l e r i için bir bahane lâzımdı. Bu ba­ hane de, okuduğum bir Rus eseri...



Onunla suçlandı-



racaklardı. — E v e t , dedim. K i t a p benim değil, daha da oku­ madım.



Güneş



salonunun



rafında



duruyor.



P o l i s l e r hemen o r a y a koştular.



R a f t a n kitabı in­



dirdiler. B a k t ı l a r ki, M a k s i m Gorki'nin « A y a k t a k ı m ı » adlı Şehir T i y a t r o s u ' n d a oynanan piyesi.



D e r k e n bizi



y a k a paça alıp, E m n i y e t Müdürlüğüne götürdüler. Birinci



Şube'nin



üst



kattaki



misafirhanesinde



g a y e t güzel bir loca. A l l a h t a n k i y a t a k l ı . P o l i s l e r ba­ na: —



Tek



yataklıda







yatmak



istersin,



yoksa



ç i f t yataklıda m ı ? D i y e sordular. B e n d e : —



T a b i i t e k y a t a k l ı d a diye



karşılık v e r d i m .



ATATÜRKÜN



240



UŞAĞININ



A l l a h razı olsun o devrin polislerinden. Y o k s a ha­ l i m yamandı. T a m ü ç gün g a y e t nazik muamele g ö r ­ düm.



Üçüncü gün sorgular t e k r a r başladı.



Fakat



bu



k e z soru sahipleri E m n i y e t Müdürü, Vali, İçişleri B a ­ k a m , S ı k ı y ö n e t i m K o m u t a m gibi önemli kişilerdi. B u idare a d a m l a r ı y l a aramda şöyle bir konuşma g e ç t i : —



Senin







A l t ı n c ı sınıfa



tahsilin







Nerelisin?







İzmir'liyim.







Baban







O da oralı...



Derken



ne



kadar?



kadar.



Salihli'de doğdum.



nereli?



damdan



düşercesine







Senin



Ruslardan







Türklerden dahi



şu



tanıdığın yok.



soruyu filân



sordular:



var



mı?



Ben yılarca A t a t ü r k ' ü n



hizmetinde kaldım. T a n ı d ı ğ ı m kimseler y a sofracı, y a şoför, ya da milletvekili, bakan gibi kimseler. Y a b a n ­ c ı m i l l e t t e n kimseleri t a n ı m a m . B i z l e r d a i m a t a k i p t e olduğumuz



için



kendi



arkadaşlarımdan



başkasıyla



il­



İçişleri



Ba­



gilenmedim. Beni — kanı



Faik —



beni



sorguya



Serbest



çekenlere:



miyim?



Öztrak,



Diye



sordum.



P o l i s Müdürüne:



Bu adamı niçin g e t i r d i n i z ? D i y e sordu. S o n r a



serbest Benimle



bırakıldı.



bıraktılar. beraber



gelen



sekiz



arkadaş



F a k a t hepsi B a k a n l ı k emrine



ta



serbest



alınmıştı.



Bu



v a z i y e t tam k ı r k gün sürdü. B i r gün İsmet İnönü'nün İ s t a n b u l ' a g e l d i ğ i n i duyunca U m u m î K â t i p K e m a l G e deleç'e telefon e t t i m : —



B i r adamın ifadesiyle sekiz-on aileyi nasıl sü­



ründürürsünüz? —



Diye



sordum.



Ben y a p m ı y o r u m , kanun y a p ı y o r . . . D e d i .



GİZLİ —



241



DEFTERİ Hangi



kanunla



tevkif



ettiniz,



hangi



kanunla



serbest b ı r a k t ı n ı z ? P o l i s beni aradı, taradı, ne buldu? Benim



ihtiyacım



yoktur,



fakat



öbür



arkadaşlarım



çoluk çocuk sahibidir. H i ç o l m a z s a onların işlerini v e ­ riniz. D e d i m . —



P e k â l â , onların işlerini v e r i r i z . . . Dedi.



A r k a d a ş l a r işlerine alındı, a m a S a v a r o n a ' y a değil, başka g e m i l e r e . B a n a gelince, t a m sekiz y ı l polisin g ö z hapsinde



kaldım.



Beşiktaş'taki



evimi



sattım.



İzmir'e



g i t t i m . Orada d a g ö z hapsi d e v a m etti. B a k t ı m , ola­ cak gibi değil.



Kalktım



A n k a r a ' y a g i t t i m . Çankaya'­



da K e m a l Gödeleç'le görüştüm. Kendisinden bu v a z i ­ y e t i n düzeltilmesini v e t e k r a r D e n i z y o l l a r ı n a dönme­ m i istedim. N e y s e b u i s t e ğ i m kabul edildi. Y e n i d e n g e ­ milere



kumanyacı



olarak alındım.



Bu anlatmış olduğum n o t l a r k o n u k olarak kaldı­ ğım



Emniyet



Müdürlüğü'ndeki



dosyamda



bulunmak­



tadır.



—SON—



F



16



İ Ç İ N D E K İ L E R



Önsöz



7



Başlarken



9



Saraya



çağırıldım



13



«Açınız Perdeleri



16



Adımı



değiştiriyor



18



N e yer, n e içerdi . . .



23



Çevresindeki asalaklar



27



Selanik'ten



29



ne



çıkar



Gözüm görüyor, a y a ğ ı m da Mısırlı



yerinde



32



Muganniye



35



B e n i imtihan e d i y o r Havuzdaki İçkisine



40



çıplak kadınlar



43



karışanlar



45



U y k u s u z l u k rekoru



47



Sofrayı



50



terkediyor



Kontes"i şaşkına çevirdim



56



Servetlerinizi veriniz



58



Ç a l l ı İ b r a h i m ' l e arkadaşı



60



K a y s e r i ' d e k i sürü sahibi



63



Hasta



çobanı z i y a r e t i



66



A y a k l a r ı n a kapanan kadın



70



Cumhurbaşkanı salonundaki a t l a r



...



72



K ö p e ğ i Foks'un öldürülüşü



74



Çubukabad çamlığında



77 —



242







B e k i r çavuş'un h i z m e t i



79



Şair ve edipler arasında



84



Nişancılığı



88



Yalnızlığı



89



Ciğerlerimden hastalandım



91



« Ö z s o y » operası nasıl yazıldı



93



İ r a n Şahı'yla sofrada



94



İ k i arslan bir p o s t a s ı ğ m a z



98



Bana Cemal H a n deyiniz



98



Şah'ın İ s v i ç r e ' y l e konuşması



100



A f g a n Kralının



102



gelişi



A ğ l a y a n K r a l d a n nasıl k a ç t ı k



104



Venizelos'un g e l i ş i



106



Y u g o s l a v K r a l ı n ı n gelişi



108



K o n y a ' d a bir o l a y



110



Muhsin E r t u ğ r u l ' l a sofrada



..



112



Gözünden y a ş g e t i r e n p i y e s



115



A r t i s t l e r arasında



116



Kurbağalı zil



...



118



I r a k K r a l ı F a y s a l ' ı n gelişi



120



Japon Veliahdına v e r i l e n ders



121



E m i r Abdullah'ın y a t l a g e z i s i



124



İ n g i l t e r e K r a l ı N a h l i n yatında



...



M a d a m Simpson'a sunduğu k a h v e



127 129



R o m a n y a K r a l ı K a r o l ' u n gelişi



131



İ l k T ü r k filmini nasıl gördü



134



Fenerbahçe'ye b a ğ ı ş ı



135



Samsun'a niçin ç ı k m ı ş



136



Ruslarla bir eğlence gecesi



...



137



Sami P a ş a ' n ı n eşinin süsü



140



S a k a r y a köprüsünde



141



Yakınlarına v e r d i ğ i ders



143



G i t mektubu g e t i r



144



Yûşa H a z r e t l e r i n i n D e r g â h ı



147



—-



243







Ertuğrul y a t ı n ı batırırım



148



A n k a r a Lisesi'nde



150



...



Amerikalı gazeteci



152



Son H a l i f e ' n i n g ö z y a ş l a r ı



154



M a s r a f ı n ı cebinden öderdi



156



Otomobilleri



158



«Elbiselerimi yakın»



159



H â z ı m ' ı nasıl güreştirdi



...



160



Adalı Ayşe Hanım



162



R i f a t H o c a ' n ı n bağışı



163



K a r a b e k i r ' e sinirleniyor



164



Savarona Yatının hikâyesi



168



İki



172



kadın g a z e t e c i



T a y y a r e piyangosu



173



« S i z Senyörsünüz»



..



....



174



«Reisicumhurluk yapamazsın»



175



Kafese girdi



175



Beni oy vermeğe yolluyor



177



« P r o f e s ö r değilsiniz»



179



«Birbirimizden ayrılmıyalım» ... K i m s e O'nun kadar güzel « A l l a h » d i y e m e z . . . R u s millî maçında



180 ..



182



...



185



...



Y u n a n maçından sonra



181



L ü s y e n H a n ı m ' ı öpüşü Kafa



187 Ölçüsü



188



« B e n de sizin gibi i n s a n ı m »



.



« M a r i f e t m i ş gibi e v l e n m i ş i z » K ö y l ü n ü n eşeği



189 190



...



191



Silindirli çoban



...



R u m k a d ı n ı y l a kavuncu



192 193



« T ü r k T i y a t r o s u işte o d u r »



198



« Ç e l e n g i nereye k o y a r s a m z k o y u n »



197



V i y a n a ' d a n gelen koltuk . . .



198



B e r b e r R ı d v a n ' ı kovuşu



199







244







Çalınan



Pırlantalar



202



E d v a r d Biyango Orkestrası İnsanlar Masaj Bizim villamız yok



204



Şahtadır



205



yaptırıyor



206



...



208



Yanında çalışanlar



209



R ü ş v e t v e r d i ğ i m i duyunca



210



K a f a n ı tarihe y o r m a



212



« F e l a h yerinde



kalsın»



213



Madam Vera



214



Ü ç dondurma y e d i



215



B u z sandıklarını a t t ı r ı y o r



217



Mareşal Ç a k m a k l a y a t t a Vasiyetnamesini emirle



219 yazdırdı



221



A r t ı k dua e d i y o r d u k



224



Ç o k acı çekiyordu



225



Son B a y r a m ı



227



Son dakikaları



229



Salih B o z ü y ü k kendini v u r u y o r



231



Yüzündeki tülbenti kaldırıp b a k t ı m



...



233



Öldükten sonra



235



Y a t a k çarşafları



238



_—



245