Bozkurt
 975-391-034-7 [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

ARBA YAYINLARI :73



Tarih/Anı Dizisi



:28



BOZKURT KEMAL ATATÜRK'ÜN YAŞAMI



Birinci Baskı: İstanbul, Ağustos, 1996 Altıncı Baskı: İstanbul, Mayıs 1998



H.C. ARMSTRONG Ayyıldız Matbaacılık Ltd. Şti. (0212) 482 15 06



Emil Lengyel'in Sunuşu ile



Çev. Gül ÇAĞALI GÜVEN



ISBN 975-391-034-7



.



ARBA Araştırma Basım Yay. Tic. Mühürdar Cad. Akmar Pasajı No: 70/29 B Kadıköy-İstanbul Tel: (0216) 349 23 28



TURKEY adlı kitabın yazarı olan Emil Lengyel, en yenisi THE CHANGING MIDDLE EAST (Değişen Ortadoğu) olmak üzere Ortadoğu hakkında pek çok yapıta imzasını atmıştır. Uzun yıllar "The New York Times" gazetesinde muhabirlik yapmıştır. Şu anda (1961) Fairlaigh Dickinson Üniversitesi Tarih kürsüsünde öğretim üyesidir.



Burada kişisel bilgilerini hizmetime sunmaktan kaçınmayan, ancak, isimlerini veremeyeceğim kadar çok sayıdaki dostlarıma ve tanıdıklarıma olduğu kadar; The Times The Royal Institute of International Affairs (Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) The Oriental School of Languages (Doğu Dilleri Okulu) The Royal Central Asian Society (Kraliyet Orta Asya Cemiyeti)'ne verdikleri çok sayıdaki malzeme ve gösterdikleri sonsuz iyi niyetten ötürü teşekkür borçluyum. H. C. A.



Bu kitabın çevirisi 3. Binyıl'ın şafağında, Bilgiye Erişme Hakkı ve Özgürlüğüne adanmıştır. YAZARIN NOTU Bana BOZKURT'ta yer alan diyalogların gerçek mi, yoksa hayal ürünü mü olduğu sorusu defalarca soruldu.



Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.



BOZKURT'taki tüm alıntılar ve diyalogların -kanıtların çok kesin olmadığı ve fazla önem taşımayan iki istisna dışında- her biri ya Mustafa Kemal'in kendi ifadesinden ya da doğruluk ve değerlerinin titizlikle sınanıp dikkatle tartıldığı belgesel ya da sözel kaynaklardan elde edilmiştir.



eğildi, durdu.



Doğaldır ki, tüm çevirilerde olduğu gibi, sözcüklerin seçiminde bir parça serbestiye başvurulması olağan sayılmalıdır.



ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak *



Yürüdü uçurumun başına kadar, Bıraksalar ince, uzun bacaklarının üstünde yaylanarak Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı. *



VI Nazım Hikmet Kurtuluş Savaşı Destanı'ndan. ÇEVİRENİN ÖNSÖZÜ Bozkurt, daha Mustafa Kemal'in sağlığında yayınlanan ilk Atatürk biyografisidir. 1932'de yayınlandığında bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de büyük yankılar uyandırmış, İsmet İnönü başkanlığındaki bakanlar kurulu kararıyla yurda girişi yasaklanmıştı. Menderes hükümeti döneminde Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun'un çıkarılmasından sonra (1951) Vll



bu yasak adeta katmerlendi. Bu yüzden olsa gerek, aradan geçen bunca zamana karşın Türkçeye çevrilmesi mümkün olmadı. Bütün bunlar kitabın ilgi odağı olmasını önleyemedi; İngilizce bilip de bir şekilde Bozkurt'a ulaşmayı başaranlar kitabı okudular. Aralarından bazıları Atatürk aleyhinde kulaktan kulağa yaygınlaştırmaya çalıştıkları propagandalarına onu basamak yaptılar. Böylece geçen yıllar içinde kitabın çevresindeki sır halesi genişledi, genişledi ve bugünkü boyutlarına vardı. Çeviri faaliyetini bir sanat olmaktan öte, bir misyon olarak değerlendirdiğimden, Türkiye'nin hâlâ ilgi odağı olmayı sürdüren ölümsüz lideri hakkındaki bir biyografinin, toplumun yalnızca ayrıcalıklı kesimine özgü bir oyuncak gibi kalmasının haksızlık olacağı inancındaydım. Kimi zaman son derece tarafgir, öznel değerlendirmeleri barındırsa da, Bozkurt'un çevresindeki gizem çemberinin kırılmasının Mustafa Kemal imgesine hiçbir şekilde zarar vermeyeceği gibi, yazarın da teslim ettiği yeteneklerini bir kez daha sergileyeceğine inanıyordum. Bu kitabı yayınlamak konusunda bizi teşvik eden bir başka etken, Kılıç Ali'nin anılarında Mustafa Kemal'in de bu kitabın yayınlanmasında bir sakınca görmediğine ilişkin şu paragraf oldu: "Armstrong ismindeki meşhur bir Türk düşmanının yazdığı kitapta, Atatürk'ün aleyhinde bazı kısımlar vardı ve bunun için de hükümet tarafından memlekete sokulması menedilmişti. Atatürk merak etti. Kitabı getirtti. Bir gece sofrada geç vakte kadar tercüme ettirerek okuttu, dinledi. Armstrong, Atatürk'ün herkesçe malûm olan içkisinden bahsediyor ve bunlara garazkârâne mütalâalarını da ilave ediyordu. Fakat bunları sayıp dökerken de, memleketin herhangi bir felâketi veyahut memleketini ve milletini alâkadar edecek



VIII



herhangi mühim bir hadise zuhur etti mi, onun içkisini de, eğlencesini de bir tarafa bırakıp pençesini hadiselerin üzerine atarak arslan gibi kükrediğini de belirtip yazmayı ihmal etmiyordu. Atatürk kitabı sonuna kadar dinledikten sonra; 'Bunun ithalini menetmekle hükümet hataya düşmüş. Adamcağız yaptığımız sefahati eksik yazmış, bu eksiklerini ben ikmal edeyim de kitaba müsaade edilsin ve memlekette okunsun!' diye latife etmişlerdi." (2) Yalnızca bu sözler bile Bozkurt'un çevirisini haklı kılmaya yeter. Dahası, Mustafa Kemal'in sözünü tutup, kitaba ilişkin kimi düzeltmeleri yaptığı ve bunların Necmeddin Sadak'ın kaleminden Akşam gazetesinde yayınlandığı (3) gözönüne alındığında, bu "lâtife"nin adeta "vasiyet" e dönüştüğü söylenebilir. -Elinizdeki kitabın sonunda bu düzeltmeleri bulacaksınız- (4) Son yıllarda toplumsal dönüşüm eksenin laiklik/şeriatçılık çatışmasında odaklanması, Milli Mücadele günlerinin ve Atatürk'ün yeni bir gözle değerlendirilmesi modasını da başlattı. Özünde olumlu bir gelişmeydi bu. Ancak, söz konusu çatışmanın aktörlerinden kimi çevreler, 12 Eylül döneminde doruğuna ulaşmış içi boş "Atatürkçülük" kampanyası sonucu oluşan toplumsal bezginliğin beslediği unutkanlıktan yararlanmaya giriştiler. İşte, kitabı yayınlama kararımızdaki bir başka etken de, Mustafa Kemal Atatürk'ün, sözleri özdeyişleşip kitaplara yazılan, heykelleri okul bahçelerini, fotoğrafları resmi dairelerin duvarlarını süsleyen siyasal bir kişilik olmaktan öte, etten kemikten yapılmış, zaafları ve hataları da olan bir insan olduğunu anımsatmak. Dokunaklı ağıtlarla çocuk beyinlerine kazınmaya çalışılan sahte Atatürk sevgisinin yerini, inanılmaz azmi ve tartışılmaz cesaretiyle ülkesini içine düştüğü felâketten



IX



kurtarmayı başarmış, günahları ve sevaplarıyla canlı, gerçek bir Mustafa Kemal Atatürk'e duyulan akılcı bir sevginin alması, ancak bu şekilde mümkün olabilir. Bozkurt'un bu noktada işlevsel olacağı, yani ölümünden bu yana içi boşaltılan Atatürk imajının ete kemiğe bürünmesini sağlayarak, Türkiye'nin önemli dinamiklerinden birini oluşturan Kemalizm'i tazeleyeceği inancındayım. Tam da bu nedenlerden dolayı aslında Bozkurt'un eksiksiz yayınlanmasından yana olmakla birlikte, yazarın Atatürk'ün çok özel yaşamına ilişkin, kanıtlanması olanaksız kimi iddialarına yer verilmesinin, kitabı çevirmekteki amacıma ters düşeceği kanısına vardığımdan, yayınevinin bunların çıkarılması yönündeki kararını onayladım. Nitekim, Bozkurt'un yayınlandığı günlerde Sunday Times, "Mr. Armstrong sanki elinde portatif bir mikrofon olduğu halde, Mustafa Kemal Paşa'yı otel odalarında takip etmiş, hususi mükâlemelerini bile dinlemiştir. Bu kitap müverrihler için mehaz diye kullanılamaz" diye eleştiriyordu. (5) Eksikliği pek bir boşluk yaratmasa da, çıkarılarak yerleri boş bırakılan kelimeler toplamı bir paragrafı bulmamakla birlikte- için okuyucudan anlayış bekliyorum.



1 - Kitabın şimdiye kadar yalnızca üçte birinin, kimi bölümleri de atlanarak yapılan bir çevirisi yayınlanmış durumdadır. Bkz. Bozkurt, çev. Peyami Safa. İstanbul, 1955. 2 - Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri. İstanbul, 1955. 3-Akşam, 7 Aralık 1932. 4 - Armstrong'dan Bozkurt, Mustafa Kemal ve iftiralara Cevap, der. Sadi Borak. İstanbul, 1955. 5 -a.g.e., s. 15.



X



• GİRİŞ İsa'dan sonra on üçüncü yüzyılda Büyük Kuraklık meydana geldi. Çin Seddi'nden Orta Asya'ya kadar bütün topraklar susuzluktan çatlamayıp kavruldu ve bu topraklarda yaşayan kabileler sürüleri için yeni topraklar aramak üzere yollara düştüler. Bunların arasında, sancaklarının üzerinde bir Bozkurt başı olan, Süleyman Şah önderliğindeki Osmanlı Türkleri de vardı. Geniş Moğol suratlarındaki çekik gözleri ve hayvanca güçleriyle, bu Osmanlı Türkleri zalim ve ilkeldiler. En azından vahşi Orta Asya topraklarının uçsuz bucaksız steplerinde avlanan bozkurtlar kadar acımasız ve gaddardılar. Gene de, göçebe yaşamlarının sunduğu tehlikeler ve risklere karşı, önderlerine kayıtsız şartsız boyun eğecek kadar disiplinliydiler. Yüzyıllar boyu Gobi Çölü'ne değin tüm Sungaria (Cungarya, Zhungaerpendi: Bugünkü Sincan Özerk Bölgesi) ovalarında karakıl çadırlarını kurdular. Su ve otlakların kıtlığının dayatmasıyle, Süleyman Şah halkını batıya göç ettirdi. Göç halindeki Tatar kabilelerinin kuzeyden bastırması sonucu güneye yöneldi ve Ermenistan üzerinden Küçük Asya'ya gelerek Çağdaş Tarih'in kapsamına girdi. Süleyman öldü ve yerine Ertuğrul hükümdar oldu ve onun ardından Emir Osman ve Sultan Orhan geldi ve bundan sonra babadan oğula on sultan kuşağı birbirini izledi. Hemen hepsi gaddar ve kindar, çoğu da adaletsiz ve vahşi olan bu sultanlar hükümdardılar; halkın önderleri ve serdarlarıydılar. Önlerinde can çekişmekte olan imparatorluklar buldular: Yozlaşmış Selçuklu İmparatorluğu, Bağdad ve Halifelerin yıpranmış Arap İmparatorluğu ile köhnemiş Bizans. Bu imparatorlukları paramXI



parça edip fethettiler. Süleyman Şah'ın ölümünden sonraki üç yüzyıl içinde, onun onuncu halefi olan Kanuni Sultan Süleyman, Adriyatik kıyılarındaki Arnavutluk'tan İran İmparatorluğu sınırlarına ve Mısır'dan Kafkasya'ya dek uzanan koskoca bir imparatorluğu adalet ve dirayetle yönetmeye başlamıştı bile. Macaristan ve Kırım O'na bağlı prensliklerdi. Avrupa hükümdarları getirdikleri değerli armağanlarla huzuruna çıkarak, aralarındaki anlaşmazlıklar konusunda O’nun hakemliğine başvuruyorlardı. Orduları Doğu'ya giden yol üzerinde yerleşmişti. Filosu tüm Akdeniz'e egemendi. Kuzey Afrika hükümranlığını tanımıştı. İstanbul O’nundu. Bütün bunlardan sonra dünya egemenliğini elde etmek için uğraştı. 15 80'de Viyana kapılarına dayandı ve Hıristiyan alemini kıskıvrak yakalamaya çalıştı. Başaramadı ve ölümünden sonra yozlaşma başladı. Halefi Ayyaş (ikinci) Selim'di. Selim'in bir Ermeni uşağın piçi olduğu ve saltanat kanının onunla değiştiği söylenir. Bir istisna dışında, ondan sonra gelen yirmi yedi padişahın her biri bir öncekinden daha da dejenere idi. Yönetimi saray haremi, iç oğlanları ve hadım ağaları ele geçirdi. İyi bir önderden yoksun kalan Türkler, tüm insanlıkla aynı sıraya girdi. Yapılarındaki çelik doku yok olmuştu. Enerjilerinden ve canlılıklarından eser kalmamıştı. Soy ve ahlak açısından çürümüşlerdi. Egemenlikleri altındaki bağımlı halklar, onlara başkaldırdılar. Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan etti. Muhteşem Süleyman'ın görkemli saltanatından sonraki üç yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğu müflis, mefluç ve çürümüş bir hale gelmişti. Bu imparatorluğun artık dağıtılması gerektiğine kani olan Hıristiyan güçler, onu baskı altına alıp, cesaret edebildikleri parçalarına el koymaya başladılar. Kırım'ı ve Kafkasya'yı ele geçiren Rusya, İstanbul ve Akdeniz'e açılan yolu olan Boğazlar üzerinde hak iddia etmeye başladı. Fransa, Suriye ve Tunus'a el attı. İngiltere, Mısır ve Kıbrıs'ı işgal etti. Yeni ve genişlemekte olan Almanya, diğer rakiplerini saf dışı eder etmez ülkeyi kendi başına ele geçirme ümidiyle, tüm Avrupa'ya karşı Sultan'ın , yani II. Abdülhamit’in yanında saf tuttu. Bu ulusların hepsi Osmanlı'dan özel haklar ve ekonomik ayrıcalıklar



XII



talep etmekteydi. Birer akbaba kadar açgözlü olan Hıristiyan Güçler, büyük bir iştahla imparatorluğun sonunu gözlemekteydiler. Birbirlerinden çekinerek de olsa, tohumlarını ektikleri akla ziyan Dünya Savaşı felaketi öncesinde, her birinin haset dolu gözleri, diğerlerinin üzerindeydi. Bu güçlerden hiçbiri ülkeyi işgale cesaret edemedi. Kızıl Sultan Abdülhamit Boğaziçi'ndeki sarayından kurnazca bir ulusu diğerine karşı kullanırken, can çekişmekte olan Osmanlı İmparatorluğu da yaşamını böylece sürdürmekteydi. 1877 'de bütün bunlara bir son vermek kararına varan Rusya, savaş ilan etti ve İstanbul'un onbeş kilometre yakınına dek ilerledi. Disraeli'nin başkanlığındaki Berlin Kongresi'nde tüm Avrupa, Rusya'dan geri çekilmesini talep etti: Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğü korunmalıydı. Dört yıl sonra Ege Denizi'nin kuzeyindeki Selanik kentinde bir Türk olan Ali Rıza ve karısı Zübeyde'nin Mustafa adını koydukları oğullan dünyaya geldi.



XIII



ÖNSÖZ Emil LENGYEL Güneşin doğduğu topraklardaki Basra'dan Uzak Batı'da, Mağrib'deki (Cezayir) Biskra'ya dek tüm topraklar büyük bir durgunluğun pençesinde öylece uzanıyordu. Bugün bu alan Ortadoğu olarak adlandırılıyor; fakat bir zamanlar adı Osmanlı İmparatorluğu idi. Halkı çok çeşitli ırklardan -Araplar, Rumlar, Ermeniler, Kartlar ve Yahudiler- geliyor idiyse de, imparatorluğun egemen sınıfını Türkler oluşturuyordu. Ataları yüzlerce yıl önce bir öncü grubun karşı durulmaz enerjisiyle batıya doğru önlerine çıkan her şeyi silip süpürerek, Orta Asya'nın derinliklerinden çıkıp gelmişlerdi. Bunlar dünyanın en büyük su yolu olan Boğazlar'ın kıyısına yerleştiler ve burayı, dünyayı yönetmeye çalışacakları imparatorluklarının başkenti yaptılar. Osmanlı Türkleri, Avrupa kıtasının büyük su yolu olan Tuna boyunca batıya doğru coşup taşarak saldırdıklarında, bir afet karşısında baştan aşağı dehşete kapılmış bir dünya ile karşılaştılar. Buradan önemli bir stratejik nokta olan Viyana'ya ulaştılar. Bu kent, Akdeniz'le Baltık Denizi'ni birleştiren kuzey-güney eksenindeki Amber Yolu’nu doğu-batı ekseninde kesen yol üzerindeydi. Her gittikleri yerde "Türk" adı nefretle anılıyordu. Artık Batı, dizlerinin üzerine çökmüş, "Merhametli Tanrım bizi Osmanlı'nın gazabından koru!" diye yalvarmaya başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümdarı, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olan Padişah idi. O aynı zamanda Sultan idi. Son olarak, Peygamber Muhammed'in halefi ve devlet dini olan İslam'ın reisi olarak XV



Halife unvanını taşıyordu. Böylelikle hem dünyevi hem de ilahi güçleri kişiliğinde birleştirmiş durumdaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun eksenini halkı, ulusu değil, Padişah ile saltanat ailesi oluşturuyordu. Ne ki, milliyetçilik çağının şafağında Osmanlı İmparatorluğu çağ dışı kaldığından, hanedanlar verimsiz çiçekler üretmeye başladılar. İmparatorluk halkı kendisini kaderciliğe kaptırdı ve tüm sefaletinin nedenini kadere yükledi. Lakayd kitleler üç vahim koşulun pençesinde kıvranıyordu: Hastalık, cehalet ve yoksulluk. Devlet yozlaşıp çürüdükçe, başta kuzeydeki dev ülke (Rusya) olmak üzere, tüm komşuları ülkeyi tırmalamaya başladılar. Rusya'yı sıcak denizlere ve ihtişama ulaştıracak tek stratejik deniz yolu olan Marmara ve Çanakkale boğazlan Türkler'in elindeydi. Böylece Osmanlı ve Çarlık imparatorlukları arasındaki çekişmeler, hemen her kuşakta bir savaş çıkacak şekilde kronik bir hal aldı. Bu savaşlar Türk'ü yıpratıp dünyanın "hasta adamı"na dönüştürecekti. Böylesine aç gözlü varislerle çevrili iken, bu adamın cenazesi neden kaldırılmadı? Çünkü bu mirasçılar, kıskançlıktan birbirlerini yiyorlar ve bir diğerinin hasta devden koparacağı parçanın kendisininkinden büyük olacağından kaygı duyuyorlardı. Böylelikle birbirlerini dengede tutuyorlar ve Osmanlı İmparatorluğu da hayatta kalabiliyordu. Ardından yirminci yüzyılın başında, sonraki kuşakların "Birinci" olarak adlandıracakları Dünya Savaşı patlak verdi. Türkler bu kez kendilerini kurtaracak fırsatı yakaladıklarını düşündüler. Ve kaderlerini olağanüstü bir askeri beceriye sahip olan dinç, mert ve saldırgan ulusun -Alman Reich'ının- kaderiyle birleştirdiler. Artık Türkler nefret ettikleri Ruslar'dan başka İngilizler ve Fransızlarla da savaş halindeydi. Askeri yetkinliklerine karşın Almanlar-savaşı kaybettiler ve Osmanlı İmparatorluğu da onlarla birlikte battı. Son saat çalmıştı ve hasta adam ölüyordu. Paris'in banliyölerinden birinde -Sevres'de- Osmanlı İmparatorluğu parçalara bölündü. En semiz lokmalar İngiliz ve Fransızlarca paylaşıldı. Diğer değerli parçalar İtalyanlar ve Yunanlılar'a dağıtıldı. Gücünü yitiren Türkler'in elinden sökülüp alınan şanlı İstanbul ve dünyanın en büyük su yolu olan Boğazlar, uluslararası bir statüye sokuldu. Eski Osmanlı İmparatorluğu'nun Araplarca meskun olan kısımları Büyük Devletler'in vesayeti altına alındı. Ermenistan ve Kürdistan gibi Türk XVI



olmayan halkların yaşadığı bölgelere bağımsızlıkları verildi. Sevres Antlaşmasıyla Türkler yalnızca Boğazlardan değil, aynı zamanda Akdeniz ve Ege'den de çıkarılmışlardı. Türklere yalnızca Anadolu'nun kışın ayazından ve yazın sıcağından kavrulan sarp dağlık arazisinin küçük bir bölümü bırakılmıştı. Bacakları ve kollarından yoksun olarak bu parçalanmış ülke, ne kadar yaşayabilecekti? Artık bir ülke olmaktan çıkma yolundaydı. Bu sarsıcı olaylar karşısında Türkler'in tepkisi ne oldu?Kendi Müslüman inançlarının tanrısı olan Allah'ın gözünde insan neydi? İnsan bir toz zerresinden başka bir şey değildi. Yaşam fani bir andan ibaretti; oysa mezar büyük sonsuzluğun eşiği anlamına geliyordu. O halde bırakın Allah'ın dediği olsun! Ne var ki, "Bozkurt"un görüşü bu değildi. Ona Mustafa adını vermişlerdi: Allah'ın seçtiği (savfet'ten:ıstıfa edilmiş, seçilmiş- çev.). Selanik'teki Askeri Okul'da öğrenciyken, matematik öğretmeni onu kendisi kadar parlak olmayan Mustafalar'dan ayırmak için Kemal —Yetkinlik— adını vermişti. Türkler için tehlikelerle dolu yıllar akıp geçti ve büyük savaşların çağı başladı. Mustafa Kemal adamları arasında büyük bir lider olarak tanınmış bir asker oldu. 1919'dan itibaren başlayan Türkler'in karanlık yıllarında olanaksız olanı, batmakta olan bir ülkeyi kurtarma hedefini gerçekleştirmeye girişti. Eski Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer milliyetlerinden değil, Türkler'den oluşan bir ulustan başka bir şey istemiyordu. Böylece devrim çağı başladı: Devrim ve hepsinden önemlisi, diriliş çağı. Hastalık, cehalet ve yoksulluk topraklarının, sağlık, bilgi ve bollukla dolup taşan Batılı uluslara karşı üstün gelmesi mümkün müydü? Evet, bu mümkündü. Mustafa Kemal kazandı ve mucize gerçekleşti. Minnettar yurttaşları ona Gazi sıfatını verdiler. Bundan sonra Batı'nın doğruluğu sınanmış yöntemlerini izlemek yönüyle, yeni cumhuriyetin temellerini kurarken, kendini Osmanlı İmparatorluğu'ndan miras kalan süprüntüleri temizleme amacına hasretti. Artık yurttaşları onu Büyük Önder olarak adlandırıyordu. Soyadı kullanmayı benimsemek, Batılılaşma sürecinin bir parçasıydı ve halkı ondan Atatürk unvanını kabul etmesini diledi. Henüz altmışına bile gelmeden, bu dünyadan ayrıldı ve bedeni toprak altına



xvII



defnedildi; ancak,. O ölmemişti. Halkı o Ebedi Şef yaparak, O'na ölümsüzlük niteliği tevcih etti. O'nun yardımıyla uyuşuk Türkler miskinliklerinden silkinip, alın yazıları olan bu adamın misyonunu gerçekleştirmesinde, ona yardımcı oldular. Tanrının seçimi (Mustafa), Yetkin kişi (Kemal), Gazi, Büyük Önder, Atatürk, Ebedi Şeflerinin yolunu izlediler. Mustafa Kemal bu yarı mucizeyi nasıl gerçekleştirebilmişti? Atatürk tarafından gerçekleştirilen bu büyük dönüşümü ortaya koyabilmek için izlenecek en doğru yol, Osmanlı İmparatorluğu ile onun yarattığı Türkiye Cumhuriyeti'nin düsturlarını karşılaştırmak olacaktır. Osmanlı İmparatorluğu'nda halk, "kader" derdi. Kemal'in cumhuriyetindeyse, kaderciliğin bu içi geçmiş düsturları pek az işitilmekteydi. Nasıl olduklarını sorduğunuzda halk, "Çalışıyoruz" diye cevap vermekteydi. Bağdad Halifesi Harun Reşid zamanından bu yana Yakın Doğu'da Atatürk kadar göz kamaştırıcı kariyere sahip bir başka lider çıkmadı. Yaptıkları zaten yeterince muazzam iken, bir de efsaneler aracılığıyla iyiden iyiye putlaştırıldı. Yalnızca bir süpermen olmakla kalmadı, mitolojik bir kişilik de kazandı. Gerçek yaşamda bir çok insani hataları olan biriyken, efsanelerde zaaflarla kirletilemeyen bir insan haline dönüştürüldü. İsmi öylesine parlıyordu ki, çevresi Ortadoğu'nun her yerinden gelip O'na, ülkelerindeki reform hareketlerini yönetmesi ricasında bulunan kişilerle sarılmıştı; fakat bütün bunlara karşı O'nun değişmez cevabı "Ben bir Türk'üm, benim ülkem de Türkiye'dir" oluyordu. Yalnız Ortadoğu'da değil, Sahra'nın kuzeyinde ve güneyinde olmak üzere Afrika'nın yeni ülkelerinde de Atatürk’ün taklitçileri çıkmaktadır. İlk havarisi olan İran kralı Şehinşah Rıza Han Pehlevi, uyruklarına gözlerini Batı'ya çevirmelerini buyurduğunda, O henüz hayattaydı. Şehinşah yorgun İran topraklarının yeni sanayiler, çağdaş konutlarla donatılmasını, halkının Batılı giysiler giymesini emretmişti. Ancak, Şehinşah Atatürk'ün güçlü kişiliğinden yoksundu ve başlattığı geniş reform hareketi tökezledi. İran'ın doğu komşusu olan Afganistan da, Atatürk'den esinlendi. Çağdaş düşüncelere sahip bir kral olan Amanullah da, Afganlılar'in babası olmaya hak kazanmak için halkını batılılaştırma XVIII



yönünde çabalara girişti. Ancak, ne o liderlik konusunda yeterliydi, ne de halkı onu izleyecek beceriye sahipti. Böylece onun kaderi de sürgün edilmek oldu. Arap dünyasının yeni ülkeleri de -Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün ve diğerleri- batılı ufukları taramak üzere gözlerini dört açmışlardı. Yeni önderlerinin bıraktığı gösterişli izler, bu ülkelerin şemalarında birbirine karıştı. Halkları, "Acaba bizim Atatürkümüz bu mu" diye sordular her defasında. Özellikle Ortadoğu'nun göbeğindeki Suriye'de potansiyel Atatürkler'in yarattığı idiham korkunçtu. Yüzyılın ortasında çok sayıda "ülkenin kaderi olan adam" ortaya çıkmıştı: Hüsnü ez-Zeyn, Edib Çiçekli ve diğerleri. Ancak, hepsi de başarısızlığa mahkum oldu. Bundan sonra Nil topraklarında Cemal Abdül Nasır doğdu. Milyonlar onu "Mısır'ın Atatürk'ü" olarak selamladı ve b da, geniş bir reform hareketi başlattı. Suriye ve Mısır'ı birleştirerek Birleşik Arap Cumhuriyeti'ni yarattı. Birçok Arap bu olayı gelecekteki daha büyük gelişmelerin başlangıcı olarak' kabul etti. Nasır da Araplar'ın "Ebedi Şefi olacak mı? Bu sorunun cevabını tarih verecek .(1) Bugün bile Afrika'nın uzun kuzey kıyısı boyunca, uzak Batı Müslümanları'nın yaşadığı topraklarda aynı soru işitilmekte: "Bu adam bizim Atatürkümüz mü?" Akdeniz kıyısındaki yeni Müslüman ülkelerden birinin, Tunus'un batılı zihniyetli cumhurbaşkanı Habib Burgiba da Kemalist bir program hazırlamakla meşguldür. Onun kurduğu ve tam adı Nev Düstur olan Anayasa Partisi, Batı ideolojisinin kokusunu taşımaktadır. Daha da batıda, Akdeniz ve Atlas Okyanusu sularının birbirine karıştığı noktada yer alan ve bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkelerden biri olan Fas'ta şu sıralarda Mustafa Kemal'in reformist siyasalarının uygulanacağı bir girişim başlatıldı. Büyük Afrika çölünün güneyinde, özellikle Senegal ve Mali'de de Kemal'in milliyetçi programı çok yakından gözlenmektedir. Mustafa Kemal'in adı bir darbımesel olmuştur. Bu ad, yalnız Türkçe'ye değil Arap diline de iyice yerleşmiş durumdadır. Bu ismin tünü, Türkler'in Babası kapsamını da aşmıştır. Kuzey Afrika'daki l 1970'de ölen Cemal Abdül Nasır, Andre Malroux'un deyişiyle, "Mısır'ın Bonaparte'ı" olarak kabul edildiği gibi, tüm dünyanın gözünde siyasal eylemiyle arap alemini sarsmış ve etkilemiş büyük bir politikacıdır da(çev.). XIX



tooraklan aracılığıyla Baü Afrika uygarkklanyle kurdukları ılışküerde Fransızlar, merhum Mustafa Kemal'in ismini sözlüklerinde ölümsüz kılmışlardır. Ortadoğu'da "Herkül'ün zorlu çabasından bahsederken "C'est un travail d'Atatürk" deyişini kullanmaktadırlar. Ancak bu kısa girişten sonradır ki, Mustafa Kemal'in yapıtını kendi tarihsel bağlamı içinde incelemek, ve bunu diğer çağlardaki ve dünyanın diğer yerlerindeki büyük reform hareketleriyle karşılaştırmak mümkün olacaktır. Çağımızın ünlü tarihçisi Arnold Toynbee şu sıralarda Rusya'nın Büyük Petro'su ve Japonya'nın Meıjı Restorasyonu ile Atatürk'ün yapıtı arasında bir karşılaştırma çalışması yapmaya girişmiştir. Rusya'nın reformist Çar'ı da muazzam bir transformasyon hareketi başlatarak halkının gözlerini batıya çevirmelerini sağlamaya çalışmıştı. Bununla birlikte, ne o ne de halefleri bu hareketi tamamlamayı başaramadılar. Aslında geniş reform hareketlerinin uygulanmasında Rusya'nın Türkiye'ye göre büyük avantajları vardı. Nüfusu, batı uygarlığının yuvasında, Avrupa'da yoğunlaşmıştı. Türkiye ise doğudaydı. Rusya, doğal kaynaklar açısından zengin olduğundan böyle bir denemeyi mali olarak karşılayabilecek güce sahipti. Rus köylüsünün devrim öncesi uyuşukluğu da, Türkler'in yaygın kaderciliğine göre daha az köklüydü. Ondoküzuncu yüzyılın altmışlı yıllarının Japonya'sındaki Meıjı Re'storasyonu'na gelince; bu hareket durağan bir feodal sistemi dinamik,bir sanayi ekonomisine dönüştürmüştü. Ne ki, Türkiye ve Japonya arasındaki farklılıklar da çok fazlaydı. Büyük restorasyon hareketi başladığında, Japonya yıkılmaya yüz tutmuş bk ülke değildi. Beri yandan, Osmanlı İmparatorluğu çöküşün pençesine düşmüştü. Denizci bir ulus olan Japonlar, batık eğilimlere tamamiyle açıklardı. Öte yandan, Türkiye'nin dağlık Anadolu arazisi Batılı Dünya'mn iplikleriyle örülmemişti. Kemal'in Türkiye'sinin başarısı, Rusya ya da Japonya'nınkinden çok daha etkileyiciydi.



yucu, sonuç kısmını bu kitabın 75. (LXXV) bölümünde bulacaktır. Türk Cumhurbaşkanının yaşamının bu son yılları, Türkiye'nin birleşme çağını temsil etmektedir. Atütürk fiziksel rahatsızlıklar ve bazı başka nedenlerle göz önünden gittikçe uzaklaşmaktaydı; bununla birlikte, neredeyse sonuna dek hükümetin iplerini kendi elinde tutmayı sürdürdü. Bu kitabın son bölümleri Atütürk'ün dış politikası, ekonomisi ve özel yaşamına ilişkin gerçekten aydınlatıcı bilgiler sunmaktadır. Bedeni mezarın altına girmesine karşın, Atatürk, ülkenin reisi olmayı sürdürdü. Kurulan yeni partiler ve benimsenen yeni ideolojiler, yeni çözümler hazırlamak gereğini doğurdu. Gene de programlan ne olursa olsun, bütün partiler Atütürk'ün mirasının koruyucusu olduklarını ileri sürdüler.' Kemal'in yerini tarih tayin etmiştir. O, yalnız Türkler'in babası değil, dünyanın geri kalan kısmının büyük bölümü için de temel reformların esin kaynağıdır. Gerçekleştirdikleri, başka başarıları ölçmede kullanılan bir gösterge haline'gelmiştir. Yeni Türkiye'nin simgesidir, ama aynı zamanda Doğu'nun kendi kendi yaratan Batı zihniyetli insanının dinamizminin de simgesidir.



* * * * H.C.Armstrong'un "Bozkurf'un yaşamını aktaran yapıtı, 1932'de son bulur. Aslında Atatürk, bir ,altı yıl daha yaşamıştır. Oku-



XX



XXI



BİRİNCİ BÖLÜM I Ali Rıza ve Zübeyde Osmanlı Türk'ünün yoksulluğa düşmüş, gene de onurlu olan basmakalıp yaşamını sürdürüyorlardı. Evleri Yahudilerle dolu küçük bir ticaret kenti ve Balkanlar'in dış ticaretini sağlayan bir liman olan Selanik'e tepeden bakan Türk mahallesinin orta kesiminde, eski kale duvarlarının yanında yer alıyordu. Ali Rıza hiçbir derin inancı ya da dikkat çekici yönü olmayan silik bir adamdı. Küçük bir çocukken Sırbistan sınırındaki Arnavutluk dağlarından gelmiş, sonraları Selanik limanındaki Osmanlı Düyun-u Umumiye İdaresi'nde katip olarak bir iş bulmuştu. Türk hükümetinin diğer bin katibi gibi, o da işini coşku duymaksızın ve özel bir yeteneği olmadan, öylesine sürdürüyordu. Ücreti yetersizdi ve ödemeler sık sık gecikiyor ya da yapılmıyordu. Bu yüzden yuva kurmak ve ailesinin geçimini sağlamak için boş zamanında ticaret yapmak zorunda kalmıştı. Yaşadıkları sokak, asmaların bir çatı gibi üzerine örttüğü, arnavut kaldırımlı bir ara sokaktı. Üst katı sokağa doğru çıkma yapmış olan ev, oldukça eskiydi. Türk mahallesindeki tüm evler, daima kapalı duran kapıları ve dikkatle kafeslenmiş pencereleriyle, kör. ve sağır gibi dururdu. Ne bir hareket, ne de bir yaşam belirtisi olurdu. Kimi zaman birkaç çocuk ağırbaşlı bir tavırla sokakta oynar, ya da birkaç erkek kahvenin önünde pinekleyip, kahve ve sigara içip laflayarak vakit geçirirlerdi. Bunun dış-ında, sokakta uyuşuk bir sessizlik hüküm sürerdi. Sık sık camie^giden bir hoca geçer, ya da şekilsiz siyah çarşafının içinde evinden çıkan bir kadın kapıyı dikkatle kapar, yalnızca tek gözünü açıkta bırakan siyah peçesiyle yüzünü örter ve güneş



ışığı altında siyah bir hayalet gibi çeşmeye doğru süzülürdü. Her ev, komşularına karşı demir parmaklıklar ve sürgülerle korunmuştu. Ahırdan biraz iyi durumdaki bu evlerde kadınlar, göz kamaştırıcı saraylarda yaşayan zengin paşaların, ve hadraıağalarınca korunan harem ve gözdelerin yaşadığı geçmiş ve ölü bir çağa ait, kapalı ve kasvetli bir hayat sürüyorlardı. Zübeyde de, diğerleri gibi kapalı yaşıyordu. Mustafa doğduğunda neredeyse otuzunda olmakla birlikte, ta yedi yaşından beri çarşafa girmişti. Çok seyrek ve ancak yanında biri olursa dışarı çıkardı. Ailesinden ve komşu evlerde oturan birkaç kadından başka kimseyle görüşmezdi. Oldukça eğitimsizdi, ne okuyabilir, ne de yazabilirdi; ayrıca, evi dışındaki dünyada olup biten en sıradan olaylar konusunda bile tümüyle cahildi. Bununla birlikte, ailesine hükmeden oydu. Tahrik olunduğunda gazaba dönüşebilen buyurganlığıyle mütehakkim tavırlı bir kadındı. Tam bir köylüydü. Babası Arnavutluk'un güneyinden küçük bir çiftçi, annesi de bir Makedonyalı idi. Uzun boyu ve güçlü gövdesiyle, mavi gözleri ve lepiska gibi san saçlanyle, gürbüz bir bedenin tüm hayatiyetine sahipti. İçinden çıkmış olduğu verimli topraklar gibi, basit ve sağlam bk yaşam anlayışı vardı ve bir köylünün tüm erdemlerine sahipti. Derin dindarlığının yanı sıra vatanperver ve tutucuydu. Yaşamın basit gerçeklikleri karşısında keskin bk zekaya ve muhakemeye sahipti. Bütün Türk kadınları gibi bütün yaşamını erkek çocuğuna hasret mişti —doğarken ölen bir erkek çocuğundan başka, ismi Makbule olan bk kız çocuğu daha vardı. Mustafa'yı sınırsızca şımartmasına karşın, o bundan pek az etkilendi. Açık mavi gözlü, kum rengi saçlı, zayıf, kemikli yapıda, sessiz ve vakur bk çocuktu. Annesinin okşama larını doğal bk şey olarak karşılar, sözüne karşı gelk ve her türlü ceza ya şiddetle karşı durarak, ona olan .sevgisini pek ender gösterirdi. Da ha çok kendi başına, ağır başlı oyunlar oynayan, başka çocuklarla pek ender arkadaşlık eden, anormal denebilecek derecede kendine yeterli : olan bk çocuktu. Ali Rıza, Düyun-u Umumiye'deki memuriyetinden ayrılmış ve kereste ticaretine başlamıştı.M^stafa'nm tüccar olmasını istiyordu. Zübeyde ise, onun bk din adaMı olarak yetişmesininden yanaydı. Onu



ilk olarak, Arap harflerini öğrenmesi ve Kur'an'dan pasajlar okuyabilmesi için mahalle mektebine, ardından da öğrenci olarak iyi bk gelişme göstereceği Şemsi Efendi Okulu'na gönderdiler.



Ali Rıza ansızın öldü. Kereste işinden de zaten pek para kazana-. mamamıştı. Aile beş kuruşsuz vaziyetteydi. Zübeyde evini kapatıp, Selanik yakınlarındaki Lazasan adlı köyde çiftçilik yapan erkek kardeşinin yanına sığındı. Burada Mustafa'ya ahırları temizlemek, inekleri otlatmak, kar gaları kovalamak ve koyunlara göz kulak olmak gibi görevler veril mişti. Bu yaşamı sevmişe benziyordu. Açık havada yapılan bu ağır işler ona yaramış, güçlenmiş, sağlık ve dayanıklılık kazandırmıştı. Fakat büyüdükçe daha da çekingen, yalnız ve bağımsız biri oluyor du. ' . İki yılın sonunda, Mustafa onbk yaşına geldiğinde, Zübeyde kızkardeşlerinden bkini,oğlunun okul masraflarını karşılaması konusunda ikna etti. Tarlalarda çalıştığı bu aylar boyunca yabanıl ve dikbaşlı olan oğlu üzerindeki denetimini kaybetmiş, ona sözünü geçkemez olmuştu; oğlunun büyüdüğünde sıradan bk çoban ya da çiftlik işçisi olmasını da istemiyordu. Böylece Mustafa Selanik'teki bk okula gönderildi. Artık büyük bk sıkıntının pençesindeydi. Açık havada geçkdiği özgür günlerinden sonra yeniden disiplinli yaşama hapsedilmişti. Öğretmenlerine karşı vahşice davranıyordu. Diğer çocuklarla olan ilişkilerindeyse inatçı ve kendini beğenmişçesine davrandığından, sevilmiyordu. Onların oyunlarına katılmayı reddediyor, kendisine karışmaya kalkanlarla da sürekli dövüşüyordu. Günün bkinde büyük bk kavgaya karıştı. Öğretmenlerinden bki, onu sürükleyerek kavgadan ayırırken tekmeler sayurararak kurtulmaya çalıştığından, sıkı bk dayak .yedi. Öfkeden çılgına dönen Mustafa, okuldan kaçtı ve bk daha oraya dönmeyi kesinlikle reddetti.



n Bk kez daha Mustafa'nın sorumluluğu Zübeyde'nkı omuzlarına yüklenmişti. Kızkardeşi, Mustafa'nın başka bk okula gitmesi için pa-



ra vermiyor, Mustafa'ysa aynı okula dönmeyi reddediyordu. Zübeyde onun aklını başına getirmeye çalıştıkça,o, gitgide inatçılaşıyordu. Öfkelenip oğluna bağırdıkça, o da annesine aynen karşılık veriyordu. Dayısı da onu asker yapmayı önerdi: Geçimsiz bir çocuk olması ticarette başarılı olmasını engelleyecekti, en iyisi onu Selanik'teki Askeri Mekteb'e göndermekti. Devlet okulu olması nedeniyle, para ödemek de gerekmeyecekti. Zekasını ortaya koyabilirse subay çıkabilirdi; yok eğer koyamazsa da, er olacaktı. Her iki şekilde, geleceği kurtulmuş oluyordu. Zübeyde bunları dinlemek bile istemedi; ama Mustafa kararım vermişti. Dayısının önerisine aklı yatmıştı. Yan komşularının oğlu Ahmed daha yeni bir askeri mektebe girmişti ve gösterişli üniformasıyle herkese caka satıp duruyordu. Mustafa'nın hoca (din adamı) olmaya niyeti yoktu. Esnaflık ise bir Türk'e değil, Rumlar, Ermeniler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve bunun gibi reayaya yaraşır bir işti. O asker olmak niyetindeydi; bir subay olmak', üniforma giymek ve adamlarına emir vermek istiyordu. Hiç kimseye haber vermeden; babasının arkadaşlarından emekli bir -subay a gidip askeri okul yöneticileri nezdinde kendisine kefil olmasını istedi. Annesinin kendisine engel olmasına fırsat vermeden sınava girdi ve başarılı oldu. Askeri okulda kendi yerini bulmuştu. Başarılıydı, fakat hala sevilen bir çocuk olamamıştı Alıngan yaradılışda olduğundan, eleştirildiğinde veya kaba konuşmalara muhatap plduğunda hemen kırılıyor, ters davranıyordu. Bütün bunlar onun içine kapanmasına, kimseyle arkadaşlık kuramamasına yol açıyordu. Gene de, her zaman dikkat çekmek ve sıradan olmayan biri olarak sivrilmek arzusundaydı. Kavgaya hazır olması yüzünden hiçbir çocuk onunla dalaşmayı göze alamıyordu. Kendilerine katılması için uğraştıklarında ya da neden böyle davrandığım sorduklarında, hemen onları tersliyerek: "Ben sizler gibi olmak niyetinde değilim, ben önemli biri olacağım" diyor ve kendi yoluna gidiyordu. Matematik ve tüm askeri derslerde gösterdiği üstün zekası, geçit resmindeki yeteneği okulda başarılı olmasını sağladı.



Okuldaki ikinci yılında öğretmenlerinden Yüzbaşı Mustafa, ona sevgi ve .yakınlık gösterdi. Onu yardımcı öğretmen yaparak, alt sınıfın sorumluluğunu Mustafa'ya verdi. Onu kendisinden ayırmak için de, ikinci bir isim olarak ona Kemal ismini yakıştırdı. Bu tarihten sonra, 6 artık Mustafa Kemal olarak tanınacaktı. Askeri Rüşdiye'de sınavlarda gösterdiği büyük başarılar ve hatta diğer çocuklara öğretmenlik yapması sonucu hızlı bir ilerleme gösterdi. Diğer çocuklara bir şeyler öğretmek, böylece üstünlüğünü onlara kabul ettirmekten çok hoşlanıyordu. Ayrıca kendisinden daha başarılı ' olan herhangi bir çocuğa karşı giderek haince bir nefrete dönüşebilen büyük bir kıskançlık da gösteriyordu. Hiç kimsenin karşısında gölgede kalmaktan hoşlanmıyordu. Herhangi biri onunla rekabete girişse, hemen kabalaşıyordu. O en dikkat çekici kişi olmalıydı; aksi halde ö ortamda hiç bulunmamayı tercih ediyordu. Yüzbaşı Mustafa'nın dostluğu ve koruması ona hiçbir şey sağla- • madı. Bu dostluk sağlıksızdı. Bedenen çok gelişmişti. Ondördünden | önce çocukluk çağını arkasında bıraktı.



On yedisinde Askeri Rüşdiye'yi başanyle bitirdi ve Manastır'daki Askeri İdadi'ye gönderildi.



İKİNCİ BOLÜM III Manastır yürüyen birliklerin tozlan ve gürültüsü ile silahların gümbürtüsüyle sarsılıyordu. Yunanistan Girit'i ele geçirmişti. Türkiye savaş ilan etti ve askeri birlikler cepheye koştular. Gün büyük zorlukların ve mücadelelerin yaşandığı, savaşlar ve savaş söylentilerinin her yana yayıldığı günlerdi. Osmanlı İmparatorluğu son nefesini vermek üzereydi. Onun kıvranan bedenine pençelerinim geçirmiş olan ve birbirlerine hırlayan Hıristiyan güçlerin her biri ise, imparatorluğun iri bir parçasını koparabilmek için hazır bekliyorlardı. İmparatorluğu yiyip bitiren bir başka güç de hoşnutsuzluktu. Yönetsel örgütlenmesi tıpkı Osmanhlar'ın onaİtıncı yüzyılda parlak günlerindeki gibi Padişah'ın çevresinde toplanmıştı, fakat artık eli ayağı tutmaz, köhne bir hale gelmiş çürümüştü. Her yerde yoksulluk ve yetersizlik, ve bunlarla birlikte hoşnutsuzluk egemendi. Bütün genç insanlar reform yapılması için feryad etmekteydi. Padişah, yani Kızıl Tilki Abdülhamid, yabancılardan olduğu kadar uyruklarından da korkuyordu. Tüm yenilikçi düşünceleri yasaklamıştı; her türlü reformu reddediyordu. Bütün imparatorluğu bir hafiye ağıyle örmüştü; böylece nerede olursa olsun ne zaman üç kişi bir araya gelip konuşsa, konuştuklarım gizlice dinleyip gizli polise rapor eden biri oluyordu. Ortada ne özgürlük, ne de can güvenliği kalmıştı. Hapishaneleri Türkler'le doldurmuş, Hıristiyanlar'ı toplu kıyıma uğratmıştı. Ülke ayaklanma ve devrim ruhuyle doluydu; özellikle de "fesad



ateşinin" her zaman sıcaklığını koruduğu, tutuşmaya hazır olduğu Balkanlar'da ve Manastır'da. Yeni düşünceler burada ortalığa dökülmüştü. Mustafa Kemal gençliğinin verdiği büyük tutkuyla bütün bunları özümsedi. Tüm Arnavutlar ya da Makedonyalılar gibi o da içgüdüsel olarak her türlü otoriteye başkaldırıyordu. Yürekten bir devrimciydi. Kendini bir devrime önderlik eder, despotun egemenliğine son verir, ülkeyi kurtarır ve temizlerken hayal ediyordu. Bu hayallerin hepsinde, kendisini daima herkesin baş eğdiği ve saygı duyduğu bir lider olarak, daima merkezde görüyordu. Tatillerinde Selanik'e dönüyor, fakat annesinin evinden olabildiğince uzak duruyordu. Annesi Rodoslu hali vakti yerinde bir tüccarla evlenmişti. Mustafa Kemal bu evliliğe karşı olduğunu çok kaba bir dille annesine söylediğinde aralarında büyük bir tartışma çıkmıştı. Bundan sonra da üvey babasını tanımayı ve onunla görüşmeyi reddetmişti. Selanik'deyken zamanının çoğunu ona Fransızca öğreten bir Dominiken tesisiyle geçiriyordu. O şuralar kendisi gibi Makedonyalı (Ohrili) hoş ve utangaç bir genç olan Fethi'yle arkadaşlık kurmuştu. Fethi*, Fransızca'yı gayet iyi biliyordu. Ele geçirebildikleri tüm devrimci literatürü birlikte, hırsla ve çabucak okudular. Bunlar Voltaire, Rousseau, tüm Fransız yazarları ve Hobbes'un ekonomi politiği ile John Stuart Mill'in yapıtlarıydı. Hepsi de yasaklanmış yayınlardı. Bunlarla yakalanmaları hapse girmeleri anlamına gelecekti. Bu tehlike, bunları okumayı daha da keyifli hale getiriyordu. Mustafa Kemal, hitabet sanatı alıştırmaları yapıyor, diğer askeri öğrencilere tumturaklı söylevler veriyordu. Bu söylevler Türkiye'nin, onların Türkiye'sinin yabancıların pençesinden ve Padişah'ın Jkokuşrhuşluğundan kurtarılması gereğini dile getirmekteydi. Özgürlük üzerine makaleler ve denemeler kaleme alıyor, uzun ve ateşli şiirler yazıyordu. Derslerinde Manastır'da Selanik Askeri Rüşdiyesi'nde olduğu kadar başarılıydı. Dosyasına " Zeki fakat asabi ve samimi olunması imkansız bir genç" şeklinde bir not düşülmüştü. İstanbul'daki Genel * Fethi Okyar.



Kurmay Okulu'na (Harbiye) seçildiği resmi gazetede asteğmen oluşuyla birlikte duyuruldu ve oraya gönderildi.



IV Yirmi yaşına gelmiş olan Mustafa Kemal sağlam yapılı, sağlam karakterli, sınırsız canlılığa sahip bir gençti. Hiçbir yaşam deneyimi yoktu. Selanik yalnızca küçük bir liman kenti, Langaza bk köy, Manastır ise sıkıcı bk taşra kentiydi. Kendisini ayakta ve mazbut tutacak ilkelere ya da annesinin derin dinsel inançlarına sahip değildi.



Kadınların hiçbirine aşık olmadı. Onlarla ilişkileri duygusal ya da romantik düzeyde değildi. Vicdan azabı duymaksızın çabucak birinden öbürüne geçiyordu. İştahını doyuruyor ve bırakıyordu. Bu konuda tam bir doğulu gibi düşünüyordu: Cinsel iştahını doyurmak dışında, yaşamında kadının yeri yoktu. Böylece kentin şehevi yaşamına iyiden iyiye kendini kaptırdı. Ansızın bütün bu sefahatten tiksindi ve aynı enerjiyle okuldaki çalışmaları üzerinde yoğunlaştı. Başarısı tümüyle kendisine bağlıydı. Türkiye'de her insan en alt basamakta başlayarak kendi yeteneğiyle yükselmeliydi. Belirli bir hakim sınıf, zengin ve soylu ailelerin çocuklarına özgü okullar ol-



madığı gibi, yalnızca babaları başarılı veya soylu olduğu için hiçbk çocuğa özel ayrıcalıklar verilmiyordu. Bu nedenle yeterü zeka ve uygun karatere sahip olduğu takdkde, köylü bk aileden gelmesi Mustafa Kemal için bk engel oluşturmamaktaydı. Mustafa Kemal bütün sınavlarını parlak bk başarıyla verdi. Kurmay Okulu'na seçildi. Bu okuldaki dersleri de başarıyla tamamladı ve 1905 Ocak'ında hızlı bk terfiyle yüzbaşılığa yükseltildi. Göreviyle politikayı iyice harman etmişti. Manastır'dayken diğer çocuklar arasından sivrilmişti. Kurmay okulundaysa kendisi gibi özel olarak seçilmiş, yetenekli genç subaylarla çevriliydi. Bu gençlerin hepsinin de devrimci olduklarını gördü. Gerçekten değerli her genç subay, Padişah'in manen çökerten bu despotizmine ve yabancı milletlerin açık müdahalelerine başkaldırıyordu. Onlar Osmanlı İmparatorluğu'nün mirasçılarıydılar ve bu mkas göz göre göre yok ediliyordu. Öğretmenleri kadar, yüksek rütbeli subayların çoğu da onlara yakınlık duyuyordu. Genç meslektaşlarının yaptıkları işleri görmezlikten gelmelerine karşın, ne düşüncelerini açıkça ortaya koymaya ne de onlara önderlik, etmeye cesaret gösterebiliyorlardı. Erkan-ı Harbiye Mektebi'nde, gizli toplantılarda siyasal tartışmalar yapan ve elden ele dolaşarak okunan el yazması tek.yaprakhk gazeteler dağıtan Vatan adlı devrimci bk cemiyet de bulunuyordu. Cemiyet, Türkiye'deki yaşamın tüm yerleşmiş kurumlarına, olgularına saldırıyordu. Eski rejime, yani Padişah'ın ehliyetsiz memurlarına, zorba yönetime ve tüm özgürlükçü düşünceleri bastırmasına karşı şiddetle hücum ediyordu. Hocalardan nefret ediyordu. İslam'ın tüm yeniliklerini engelleyen yapışkan elini, halkın kanını emen camileri ve tekkeleri; akıl dışı ve köhnemiş yasaları barındıran Kur'an'a dayalı yasal sistemi lanetliyordu. Üyeleri Padişah'ın zorba yönetimine son vermek ve yerine halk tarafından seçilmiş bk parlamentoya dayalı anayasal hükümeti getirmek; halkı hocaların elinden ve kadım peçe ve haremden kurtarmak için ant içerek cemiyete giriyorlardı. Türkiye, Padişah ve casuslarının elleriyle boğuluyordu; damarlarına yenilikçi düşünce kanı akıtılmaz-



sa, Türkiye ölecekti. Mustafa Kemal de Vatan'a katıldı. Cemiyetin broşürü için şiddetli makaleler, galeyana getiren ateşli şiirler yazmaya başladı. Tartışmalarda olağanüstü keskin bir dille konuşmalar yapıyordu. Cemiyetin çalışmalarından Mektep Kumandam haberdardı, fakat başını öbür tarafa çevirmeyi tercih ediyordu. Padişahın casusları da işin farkına vardılar, hatta saraya jurnal ettiler. Sultan tedirgin olmuştu. Büyük bir olasılıkla bu cemiyet fazla gelişmemiş, havai gençlerin işiydi; ne ki, bu gençler gelecekte ordunun kurmay subayları ve generalleri olacaklardı. Bu yüzden Askeri Mektepler Müfettişi (Zülüflü) îsmail Hakkı Paşa'ya* Vatan adlı bu cemiyete bir son vermesini emretti. İsmail Hakkı, akademi müdürüne uluorta sövüp sayarak, cemiyetin okul içinde hiçbir şekilde faaliyet göstermemesini sağlamasını istedi. Bunun üzerine öğrenciler Vatan 'ı okul dışına taşıdılar. Ne ki, bundan sonra cemiyet İstanbul'da pek çok benzerleri gibi, tartışma yapmaktan öteye geçemeyen gizli cemiyetlerinden birine dönüştü. Sınavlarım tamamlayan Mustafa Kemal'in tayininin yapılmasından evvel, birkaç hafta boş vakti kalmıştı. Annesi artık ona düzenli aylık gönderebildiği için mali durumu sıradan bir subayınkinden epeyce iyiydi. Vatan' m yayınlanmasını üstlendi. Arka sokaklardan birinde gazeteyi hazırlarken büro olarak kullanabileceği bir oda kiraladı. Gizlice gelirken izlenmediklerinden emin olmak için sık sık dönüp arkalarına bakan üyelerin katıldığı toplantılar için çeşitli evleri ve kahvelerin arka odalarını ayarlamayı üstlendi. Gizlilik ve tehlike onu adeta canlandırıyordu. Devrimci örgütlenme teknikleri, hücre oluşturma, yeni üyelerin sadakatini sınama yöntemlerini, şifreler, parolalar, işaretler ve karşı işaretler ile antlar konusunda bilgi edinmeye başladı. Polis suçüstü yakalamak için sürekli olarak onları gözetlemekteydi. Henüz bu işlere yeni başlamış kişiler olarak bilgiden çok şevke sahip oldukları için, yakalanmaları hiç de güç olmadı. Bir ajan provokatör cemiyetin içine sızmayı başarmıştı. Bu kişi tarafından saptanan * Aslında İsmail Paşa: İkinci Abdülhamid devri Mekatib-i Askeriyye nazırlanndandır. (çev.) 10



yeni bir üyenin kabul töreni için tüm üyelerin bir araya geldiği bir günde polis eve baskın yapıp hepsini yakaladı. Vatan'ın diğer üyeleriyle birlikte Mustafa Kemal de İstanbul'un ünlü Kızıl Zindanı'na* kapatıldı. Durumu çok ciddi görünüyordu. Polisin elinde ona karşı pek çok kanıt vardı. Diğerlerinden ayrılarak tek başına bir hücreye kapatıldı. Gelecek karanlık görünüyordu. Eğer Padişah onun tehlikeli olduğuna kanaat getirirse, ortadan kaldırılabilir, yıllarca hapislerde kalabilir ya da sürgün edilebilrdi. Ondan önce bir çok kişi Kızıl Zindan'dan arkalarında en ufak bir iz bile bırakmadan ortadan kaybolmuşlardı. Zübeyde, kızıyle birlikte Selanik'ten onu görmeye geldi. Görüşme iznini alamadılarsa da, ona bir miktar para göndermeyi başardılar. Haftalarca pis ve böceklerle dolu, dar bir hücrede kapalı kaldı. Tavana yakın bir yerdeki küçük demirli pencere, hücrenin tek ışık ve hava kaynağıydı. Hücre hapsi ruhunu karartmış ve onu adeta vahşileştirmişti. Günün birinde hiçbir uyanda bulunulmaksızın, hapishanenin arkasındaki Harbiye Nezareti'nde İsmail Hakkı Paşa'nın bürosuna götürüldü. Kirli hücrede geçen haftalarına karşın, iki askeri polisin arasında dimdik bir vücutla hazırolda duruyordu. Paşa bir süre oturup onu seyretti. Bu, eski rejimin bir paşasıydı; sakallı, giysileri bol ve biçimsiz, tavırları yavaş ve azametliydi. Padişahın güvendiği, yakın adamlarındandı. Uzun süren suskunluğunun ardından, sonunda, "Şimdiye kadar büyük yeteneklere sahip olduğunu gösterdin" dedi, "eğer istersen, Padişahımız efendimiz hazretlerinin hizmetinde olarak önünde güzel bir gelecek var. Ama öte yandan, kendinin ve üniformanın şerefini lekelemiş durumdasın. Şimdiye dek en kötü şöhretli kişilerle birlikte kumar oynayıp içki içtin, kötü kadınlarla düşüp kalktın. Siyasete ve Padişahınıza karşı vatan hainlerinin yıkıcı propagandasına karıştın. Arkadaşlarını da aynı şeyi yapmaları için teşvik ettin. "Buna rağmen Efendimiz merhamet göstermeye karar verdi. * Bekirağa Bölüğü olmalı (ç.n.). 11



Genç ve akılsızsın. Gerçekten kötü olmaktan çok, dikbaşlı ve heye' canlısın. - • "Şam'daki bir süvari alayına gönderileceksiniz. Geleceğin tümüyle oradan kendisi hakkında gönderilecek gönderilecek raporlara bağlıdır. Artık bütün bu Saçmalıkları ve aptallıkları bir yana bırakıp, askeri görevinizle meşgul olacaksın. Dikkat et; ikinci bir şansın olmayacak." Aynı gece Mustafa Kemal, polis tarafından Suriye'ye giden bir vapura bindirildi. Annesini ya da arkadaşlarını görmesine izin verilmemişti. Sekiz günlük zorlu bir yoluculuğun ardından Beyrut'a çıktı ve Lübnan dağlarını atla geçerek, Şam'daki alayına katıldı. Alayım, Şam'ın güneyindeki dağlarda yaşayan ve devamlı isyan halindeki Dürziler'e karşı bir sefer hazırlığı içinde buldu. Bu sefer, Mustafa Kemal'in faal askerlik yaşamının ilk deneyimi oldu. Ancak, aslında gerçek bir asker için pek de doyurucu bir görev değildi. Ülke, suyu ve yolu olmayan, dar ve'derin derelerle bölünmüş, tümüyle çıplak kayalıklardan ibaret, kıraç bir araziden ibaretti. Dürziler ise, arazinin her karışını çok iyi tanıyan, son derece vahşi, yola gelmez dağlılardı. Türk birlikleri günlerden beri sarp kayalıklarda güçlükle ilerlemekteydi; ancak, ne düşmanı yakalayabiliyor, ne de ona yaklaşabiliyordu. Dürziler kesinlikle çatışmaya girmiyor; tehlikeyi hisseder etmez hızla uzaklaşarak dağılıyor; ardından dik kayalıklarda pusuya yatarak, gece gündüz Türk birliklerini avlıyorlardı. Dürziler'e bir ders vermek üzere, Türkler'in yapabildikleri tek şey, boş ve yoksu-l Dürzi köylerini ve ekinlerini yakmaktan ibaret kaldı. Bundan sonra kışı geçirmek üzere Şam'a döndüler. V Seferden döner dönmez, Mustafa Kemal Vatan'm bir şubesini kurmak için işe koyuldu. Hapishanede geçen haftaları ve Hakkı Paşa'mn tehditleri ne gözünü korkutmuş, ne de onu yılgınlığa düşüre12



bilmişti. Ne Tanrı'dan, ne bir kişiden ne de kurumdan çekinmeyen, tam bir devrimciydi. Onun için resmi ya da kutsal olan hiçbir şey yoktu. Hâlâ gençlik ateşiyle yanmakla birlikte, artık şaşmaz bir sakınım ve soğuk kanlı bir hesap yapma gücünü süreç içinde geliştirmişti. Şiir yazmayı ve edebiyatı bırakmıştı. Eylem ve edebiyatın bir arda yürüyemeyeceğine karar vermişti. Aslında edebiyat, irade ve kararlılığı zaafa uğratıyor, kişiyi yanlış alanlara sürüklüyor, eylem için gerekli olan zihniyetin kişide gelişmesini engelliyordu. Edebiyatı arkasında bıraktı ve bundan sonra ilgisini tümüyle somut devrimci örgütlenme ve pratik ayrıntılar üzerinde yoğunlaştırdı. Toprağın tohumlanmaya elverişli olduğunu anladı. Tıpkı İstanbul'da olduğu gibi, buradaki genç subayların da hepsi hoşnutsuz. ve daha üst rütbeliler ise, konuya yakınlık duyan kişilerdi. Aralarında Harbiye Mektebi'nden tanıdığı, eski bir arkadaşı olan Müfid Lütfi'nin* ona yardıma hazır olduğunu gördü. Kurdukları örgüt sayıca çabucak büyüdü ve bir anda Suriye'deki tüm karargahlara yayıldı. Mustafa Kemal de önemli bir konuma gelmeye başlamıştı; ancak, kısa bir süre sonra boşuna bir çaba içinde olduğunu anladı. O, Şam'da bir devrim hazırlama çabası içindeydi, ama aslında bu mümkün değildi: Aslında küçük Türk karargâhlarındaki subaylar devrim için hazırdı, ne ki, yerel halk onlara düşmandı. Arkadaşları ona devrim olayının merkezinin Balkanlar olduğuna dair malumat göndermiş ve kendisini Selanik'e naklettirmenin bir yolunu bulmasını tavsiye etmişlerdi. İzin verilse de, verilmese de, Selanik'e gitmekte, durumu kendi gözleriyle görmekte son derece kararlıydı. Suriye kıyılarındaki Yafa limanın kumandanı Ahmed Bey isminde bir subaydı. Vatan'm üyelerinden olan Ahmed, ona yardım etmeye hazırdı. Gidişinde bir güçlük çıkmaması konusunda birlikte bir plan hazırladılar.. . Birkaç günlüğüne izin alarak Yafa'ya gitti. Orada uydurma bir ısım ve tüccar giysileriyle sahte kağıtlar edindi ve Mısır'a giden bir gemiye binmeyi başardı. Buradan Atina'ya, ardından Selanik'e geçti. Lütfi Müfid Bey (sonradan Kırşehir meb'usu). Mustafa Kemal onunla Şam'da karşılaşmamış, oraya aynı zamanda tayin edilmiş ve birlikte gidip, ortak bir ev '"tmuşlardı. Aslında, birkaç ay evvel Vatan olayından dolayı birlikte '"tuklanmışlar ve Zülüflü İsmail Paşa'mn önüne, ikisi birlikte çıkarılmışlardı. (Ç-n.)



13



Gittiği her yerde hoşnutsuzluğa, gizli cemiyetlere ve devrim hazırlıklarına tanık oldu. Selanik'te doğrudan annesinin evine indi ve bir süre tümüyle sessiz kaldı. Düşüncelerinde haklı çıkmıştı. Selanik, olayların gerçek merkeziydi. En önemli alt rütbeli subaylar burada toplanmaya başlamıştı. Gerçekten büyük bir şey. hazırlanmaktaydı. Annesi ve kızkardeşi aracılığıyle Erkan-ı Harbiye Mektebi'nden kimi arkadaşlarıyle temasa geçerek, onlardan kendisine bir nakil ayarlamalarım istedi. Daha hiçbir şey yapmaya fırsat bulamadan evvel, Padişah'ın hafiyeleri onu tanımışlardı, istanbul'dan hemen yakalanması için emir geldi. Polis Müdür muavini olan Cemil, Vatan'm İstanbul'daki üyelerinden biriydi. Birini göndererek tutuklama emrini iki gün sumen altı edebileceğini, ancak elinden daha fazlasının gelemeyeceğini belirterek Mustafa Kemal'i uyardı; hemen kentten ayrılması gerekiyordu. Böylece Mustafa Kemal sınırdan kaçak olarak Yunanistan'a geçerek oradan da gemiyle Yafa'ya gitti; ne ki, tutuklama emri ondan önce Yafa'ya gelmişti bile. Gizli polis onu tehlikeli biri olarak mimlemişti. Bu kez ona merhamet göstermeyeceklerdi. Mustafa Kemal'in Kızıl Zindan'da ikinci bir şansı yoktu. Görevi emirleri uygulamak olan Ahmed Bey, onu gemide karşıladı. Mustafa Kemal'e belgelerini ve üniformasını getirmişti. Hemen sonra onu gizlice gemiden indirdi, kentin dışına çıkararak çok hızlı bir şekilde güneydeki Gazze'ye gönderdi. Bu sınır boyunda çatışma vardı ve bölgenin kumandanı Müfid Lütfi'ydi. Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu karmaşa ve düzensizlik böyle bir aldatmacayı mümkün kılmıştı. Ardından Ahmed Bey İstanbul'a ortada bir yanlışlık olması gerektiğini, Mustafa Kemal'in bütün bu süre içinde Gazze'de olduğunu ve hiçbir zaman Suriye'den ayrılmadığını bildirerek bu konudaki yeni emirleri beklediğini yazdı. • Haftalar sonra gelen yanıttan sonra Müfid Lütfi de söz konusu süre içinde Mustafa Kemal'in kendisiyle birlikte olduğunu teyit etti. Bu şekilde herikisi de tutuklama emirlerini hasır altı ettiler. 14



Bir yıl boyunca Mustafa Kemal tümüyle sakin durdu. Padişahın polislerinin onu bir kez ele geçirirlerse, bu defa gün ışığını artık bir daha göremeyeceğinin gayet açık biliyordu. Kendisini işine verdi. Üsleri oriun mükemmel ve kendini görevine adamış bir subay olduğuna ilişkin raporlar veriyorlardı. İstanbul'daki yetkililer sonunda Selanik'deki casusların büyük bir hata yapmış olduğuna ve bu genç subayın aptalca düşüncelerinden ve havailikten vaz geçip aklını başına aldığına kanaat getirdiler Fakat Mustafa Kemal Selanik'e gitmekte en az eskisi kadar kararlıydı. Memleketinde büyük olaylar hazırlanmakta iken, onun Suriye'de, bir köşede kalması olanaksızdı. Harbiye Nezareti'ndekiler de dahil olmak üzere, Vatan mensubu bütün kurmay subayları tanıyordu. Mümkün olan her çareye başvurdu. En sonunda Selanik'e nakline ilişkin emirleri aldığında, olabildiğince hızlı bir şekilde, devrimin merkezine koştu. VI Mustafa Kemâl Üçüncü Ordu kurmay heyetine gönderildi. Görevi, kısmen Selanik'de kalmasını, kısmen de teftiş için demiryolu boyunca yolculuk yapmasını gerektiriyordu. Selanik'teyken annesi ve kızkardeşiyle kalıyordu. Zübeyde'nin durumu şimdi gayet iyiydi; ikinci kocası, ona kentin merkezinde kocaman bir ev ve bir miktar para bırakarak bir süre önce ölmüştü. Mustafa Kemal karargahta Erkân-ı Harbiye Mektebi'nden tanıdığı pek çok subayla karşılaştı. Bunlarla Vatan'm yeni bir şubesini örgütlemeye çalıştıysa da, fazla bir başarı sağlayamadı. Onun anlattıklarını, tartışmaya ya da karşı olduklarını söylemeye kalkmaksızın dinlemekle yetiniyorlardı. Ondan kuşkulanıyor gibi bir halleri vardı? Bazan bunlardan birkaçı bir arada konuşarak yürürken, yanlarına gittiğinde sanki bir hafiye ya da ajanmış gibi, hemen susuyorlardı. Bir şeyler çevirdiklerinden emindi, ama onu aralarına almıyorlardı. En sonunda içlerinden biri sıkı sıkıya gizlilik sözü verdirerek kapalı kapılar ardında, .olanları ona da anlattı. Selanik'te büyük bir devrimci örgüt bulunuyordu; ismi de İttihat ve Terakki idi. Şehirde çok sayıda Yahudi vardı; bunların çoğu İtalyan uyruklu ve İtalyan Mason 15



localarına'bağlıydı. İtalyan uyrukları olarak, kapitülasyonlar ve .imtiyaz antlaşmaları uyarınca Padişahın baskısına karşı kprunmaktalardı. Evleri polis tarafından aranamıyor ve yalnızca kendi konsolosluk mahkemeleri önünde yargılanabiliyorlardı. İçlerinde Makedonyalı Fethi'nin de bulunduğu, Mustafa Kemal'in çoğunu tanıdığı bir grup subay Mason olmuştu. Mason localarının tüm yöntemlerini kullanarak ve koruması altına sığınarak İttihat ve Terakki'yi kurmuşlardı. Yahudiler'in evlerinde güvenlik içinde toplanıyor ve planlar hazırlayabiliyorlardı. Hatırı sayılır bağışlar topluyorlardı. Padişahın ülkeden sürgün ettiği ve yabancı ülkelerde yaşayan önemli siyasal mültecilerle sıkı bir temas halindeydiler. İttihat ve Terakki Cemiyeti bir süredir Mustafa Kemal'i izlemekte ve sınamaktaydı. Artık onu da kendilerine katılmaya davet etmişlerdi. Mustafa Kemal Vedata Locası'nda bir birader olarak örgüte katıldı. Kendisini hoşlanmadığı bir atmosfer içinde bulmuştu. Katıldığı loca, uluslararası Nihilist örgütün bir parçasıydı. Üyeleri arasında Yahudiler'in ezildiği Rusya hakkında son derece kötü, ama bol bol para kazanmalarına izin verilen Viyana hakkında iyi sözler söyleyen milliyetsiz kişiler vardı. Bunlar adeta gizli yaşayan, sağlıksız, üstü kapalı sözlerle konuşan, sırlarla dolu kişilerdi. Mustafa Kemal, uluslararası finans ve uluslararası yıkıcı yeraltı örgütlerinin ağına yakalanmış olduğunun bilincindeydi, ama bunların tam olarak ne tür insanlar olduklarının tümüyle anlayabilmiş değildi. Yahudiler'in uluslararası amaçlan ve sorunlarına karşı hiçbir ilgi duymuyordu. Masonlar'in ritüellerine daha da az yakınlık duyuyor, bunlardan alayla söz ediyordu. O, bir Türk'tü; Türk olmaktan gurur .duyuyor, Türkiye'yi Padişahın ehliyesizliğinden ve despotizminden olduğu kadar, yabancıların pençelerinden kurtarmakla ilgileniyordu. Daha kötüsü, bu işte sonradan gelenlerden olmasıydı. İttihat ve Terakki'yi kontrol eden kişiler, kendilerini Mason localarının karmaşık ritüellerinin perdesi ardına gizlemekteydiler. Henüz yeni başlamış bir "birader" olduğundan, ondan beklenen yalnızca emirleri uygulamasıydı. Oysa, onun yaradılışı, olayı kontrol etmek, bu olmaz16



sa hiçbir şekilde olayın içinde yer almamaktı. Sakin sakin emirlere bo- .« yun eğecek biri olmak bir yana, her zaman son derece eleştirel bir kişilikteydi. Eleştirileri son derece şiddetli olduğu gibi, kişiliğe saygıdan da uzaktı. Fikirlerine karşı çıkıldığında, hemen vahşileşiyordu. İttihat ve Terakki'yi yüzeysel ve etkisiz bir örgüt olarak görüyordu: çok fazla konuşuluyordu, eylem ise pek azdı. İstanbul Kurmay Okulu'ndaki som, dökme bir demir gibi sağlam, hevesli öğrenciden, artık çeliğe dönüşerek güçlenen bir devrimci çıkmıştı. Kuram değil, gerçek olaylar istiyordu. Titizlikle planlanmış eylem istiyordu. İttihat ve Terakki içinde Ona ters gelen, hazmedilemeyecek kadar fazla teorisyenlik faaliyeti olmasıydı. Liderlere saygı duymuyordu. Hepsiyle tartışıyordu: Enver aceleci ve savruk bir adamdı; Cavid Selanikli bir Yahudi, bir dönmeydi; Niyazi vahşi ve dengesiz bir Arnavut, bir tür Garibaldi'ydi; bir Posta memuru olan Talat ise, hantal bir ayıydı. İşte, liderler de bunlardı. Mustafa Kemal onların hepsiyle tenezzülen konuşuyordu. Hepsiyle sanki onlar dershanedeki çocuklar, kendisi de öğretmenleriymişcesine davranıyordu. Bir keresinde Kafe Gnogno (Yonyo)'da oturmuş, Cemal'in yurtseverliğinden söz ediyorlardı. Mustafa Kemal alaycı bir tavırla sözlerini kesip, gerçek büyüklük hakkında bir söylev verdi. Ertesi sabah aynı trenle işe giderlerken karşılaştığı Cemal'e onu nasıl popülerlik peşinde koşan biri olarak gördüğünü söyleyip, büyüklük hakkındaki tatsız sözlerle dolu vaazini başından sonuna dek ona da tekrarladı. Diğer "birader" subaylar onun fikirlerinde inatçı ve alaycı biri olduğunu düşünüyor, ondan hoşlanmıyorlardı. Eleştirileri daima acı ve keskindi; üstelik eleştirilerini çekilir kılacak mizah duygusundan da yoksundu. Yahudiler ise ona hiç güvenmiyorlardı. Hiçbir zaman Masonluğun üst derecelerine yükseltilmedi. Cemiyetin lider çevresinin de dışında bırakılmıştı.. Evde de aynı derecede sorunlar yaratıyordu. Eleştirilerine açık olduğu tek insan Zübeyde-'ydi; ancak, bazan gururunu zedelediği anda ona karşı bile soğuk ve haşin olabiliyordu. . Hiç kimsenin, Zübeyde'nin bile kendi hareketlerine karışmasına izin vermiyordu. Bir keresinde örgüt arkadaşlarından birkaçını eve getirmişti. Hizmetçiler konuşmalarım işitmiş ve Zübeyde'ye haber 17



vermişlerdi. Bunun üzerine sessizce Mustafa Kemal'in odasına sokulmuş, anahtar deliğinden konuşulanları dinlemişti. Gittikleri zaman, oğluna şiddetle çıkıştı. Mustafa Kemal onu ikna etmeye çalıştıysa da, bu konuda hiçbir şekilde anlaşamadılar. O, yalınkat inançları ve değişmez sadakatiyle eski kuşağa mensup bir insandı; oğlu ise, çok az şeye inanan ve hiçbir şeye saygı duymayan genç kuşağa. İkisi de fazlasıyla öfkelenmişlerdi. Sonunda Zübeyde oğluna yardım etmeye karar verdi. Ne de olsa oğlu dünyayı tanıyan biri, evin reisiydi; hem kimbilir, belki de düşüncelerinde haklı olduğu yanlar vardı. Aslında onun haksız olduğuna inanıyor, fakat evi terkedeceğinden korkuyordu. Böylece kendi yargılarına aykırı olmasına karşın,, ona yardım etti. Gene de tüm kadınlar gibi sürekli şikayet ediyor, hem Padişaha hem de dine karşı komplo kurmanın aptallık olduğunu söyleyip duruyordu. Bu anlaşmazlık Mustafa Kemal'e kararını verdiren etken oldu. Ev yaşantısının kısıtlamaları canını sıkıyordu. Evle olan bağlan, akrabaların gevezelikleri,.kadınların sonu gelmez duaları, kaçınılmaz baskılar sinirine dokunuyordu. İlişkilerde karşılıklılığı gereksiz buluyordu; her şeyi almalı, ama hiçbir şey vermemeliydi. Özgürlüğü üzerinde en küçük bir kısıtlamaya bile gelemiyordu. Bedeli ne olursa ol-. sun, daima kendi kendisinin efendisi olacaktı. Bir oda kiralayarak evden ayrıldı. Annesini sık sık ziyaret ediyordu; artık eskisi kadar birlikte olmadıkları için de, onun sözlerini daha çok dinlemeye başlamıştı. Gündüzleri askeri görevlerini görülmedik bir enerjiyle sürdürüyordu. Akşamları ise, yemek yemek ve diğer örgüt arkadaşlarıyle arka odalarda toplantı yapmak için Kafe Yonyo'ya ya da polis hafiyelerinin mütecesşis gözlerine karşı pancurlan sıkıca örtülü, kapıları kilitli bazı evlere gidiyordu. Burada mum ya da gaz lambası ışığı altında sigara ve içki içerek gece geç saatlere kadar oturuyor, yaklaşan devrim hakkında planlar kuruyorlardı. Mustafa Kemal toplantılara katılıyor ye örgüt içinde kalmaya devam ediyordu. Ancak, zamanla gitgide daha az faal bir rol oynamaya başlamıştı. Liderler hala onu yakın çevrelerine yaklaştırmamaktaydılar. Hiçbir zaman alt düzeyde kalamazdı. Ya idare etmeli ya da her şeyden vazgeçmeliydi. 18



Eskisinden de yalnız ve az konuşan biri olmuştu.



vn Bunca zamandır konuştukları devrim, hiçbir uyarı işareti vermeksizin, ansızın çevrelerinde patlayıverdi. Önceden hazırlanmış bir plan olmadan, eskisi kadar tez canlı ye yabanıl olan Niyazi, birkaç adamını toplayıp Resne dışına, Güney Makedonya dağlarına çıkarak hükümete meydan okudu. Enver de hemen bir devrim bildirisi yayınlayarak Doğu Makedonya'da aynı eylemi tekrarladı. Hiçbir şey hazırlanmış ya da örgütlenmiş değildi. İttihat ve Terakki'nin kendi içindeki faal üyelerin sayısı üçyüzü aşmıyordu bile. Askeri birliklerin alacağı tavır da kesin olarak bilinmiyordu. Mustafa Kemal sakin kalıp, askeri görevlerini yerine getirmeyi sürdürdü. Böylesine çılgın ve planlanmamış serüvene girecek kadar gözü kara bir kumarbaz değildi. Eğer eyleme geçecek olsaydı, bu ancak belirli bir başarı şansı olan dikkatle hazırlanmış bir planla gerçekleşirdi. Ne ki, "çılgınca serüven" başarıya ulaştı. Bunu izleyen birkaç ayın tarihi, fantastik olduğu.kadar karışık bir rüyayı andırıyordu. Başkaldıran birkaç yüz asker dağlardaydı. Bastırmak üzere yollanan birlikler de isyancılara katılıyorlardı. Askerler yıllardır ihmal edilmiş ve aylıkları ödenmemişti. Subayları tarafından yönlendirilen alaylar, birbiri ardına ayaklanmayı bastırmayı reddediyorlardı. Türkiye'nin içlerinden gönderilen özel birlikler de aynı şeyi yaptılar. Herkesin, en başta da Cemiyet'in şaşkın bakışları önünde, Padişahın kudreti rüzgar önünde sürüklenen yapraklar gibi yok olmuştu. İstanbul'daki Yaşlı Tilki, aldığı seri bir kararla geri adım attı ve geçmişteki kötü yönetimin tüm suçunu çevresindekilere yükleyerek anayasal hükümeti ilan etti, hafiyeliği kaldırdı ve devrimcilere kucak açtı. Niyazi ve Enver, kazandıkları büyük zaferden duydukları büyük gururla dağlardan indiler. Türk ve Hıristiyanlar'dan oluşan coşkulu kalabalıklar sonunda kutsal kitapta sözü geçen bin yıllık huzur devrinin (millenium) geldiğine inanarak, sevinç içinde onları Selanik'de karşıladılar. 19



Devrimde kendisi gibi etkin bir rol oynamamış diğer Cemiyet mensuplarıyla birlikte Mustafa Kemal de onları karşılayanlar arasın daydı. Enver, yeni anayasayı Selanik'in ana meydanında bulunan Olimpus Palas Oteli'nin balkonundan okudu. Arkasındaki subay grubu arasında, alt düzey ve önemsiz bir örgüt üyesi olarak sadece birkaç kişiden başka kimsenin tanımadığı ve farketmediği Mustafa Kemal de vardı.



Abdülhamid'in son yirmi yıldır sürgüne göndermiş olduğu politikacılar, bulundukları yabancı ülkelerden akın akın dönmeğe başlamışlardı. Bunlar arasında prensler, eski sadnazamlar, her düzeyden nazırlar vardı. Genç subayları dirsekleyip kenara iterek, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kontrolünü ele geçirdiler ve iktidardan pay kapmak ve entrikalar çevirmek üzere İstanbul'a doluştular. Niyazi, Amavutluk'a döndü ve orada öldürüldü. Enver, askeri ataşe olarak Berlin'e gönderildi. Mustafa Kemal Trablusgarp'deki Türk karargâhlarını denetlemek ve haklarında rapor hazırlamak üzere Kuzey Afrika'ya gönderildi. Kargaşalıkları kargaşalıklar izliyordu. Hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Avusturya Bosna-Hersek'i ilhak etti; Yunanistan Girit'i ele geçirdi; Rusya tarafından desteklenen Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. İçerde tepki başladı. Arnavutluk ve Arabistan'da ayaklanmalar başgösterdi. Hıristiyanlarca Müslümanlar, birbirlerine saldırmaya başladı. Bütün bu karmaşanın ortasında yaşlı Padişahı destekleyenler iş başına geldi. İstanbul'daki askerleri satın aldılar, hocaları halka gönderip yeni yöneticilerin Paris'ten getirdikleri yeni moda düşüncelerinin dinsizlik olduğunu, bunların Türk ve Müslüman değil, Yahudi ve Mason olduklannıİslam'ı ve hilafeti yıkmak için işbaşına geldiklerini söylettiler. Din elden gidiyor kışkırtmasıyle taşkınlaşan İstanbul'daki asker ayaklandı. Subaylarını öldürüp ya da hapsedip İslam dinine, Padişaha ve İslam halifesine bağlılıklarını ilan ederek istanbul'u ele geçirdiler. Cemiyet üyelerini yakalamaya başladılar. 20



Cemiyet, Makedonya'daki ordunun yardımına başvurdu. Eğer başarısız olurlarsa, Abdülhamid ve avenesi tüm kötülükleriyle yeniden iktidara geleceklerdi. Makedonya'daki ordunun kumandam, bir Arap ve Abdülhamid'in gözdelerinden olan Mahmud Şevket Paşa'ydı. Bu, uzun boylu, kuru, hadımağası gibi kadavraya benzer biriydi. Asker olarak parlak bir subaydı, ancak, kumandan olarak müteredditti. Ne yapması gerektiği konusunda duraksadı. Kurmayları arasında Trablus'tan yeni dönmüş olan Mustafa Kemal de dahil olmak üzere Cemiyet mensubu pek çok subay vardı. Neredeyse onun isteğine karşı olarak, Mahmud Şevket'i harekete geçmeye zorladılar. Böylece . İkinci ve Üçüncü orduları İstanbul üzerine yürüttü. Öncü kuvvet Birinci Birleşik Fırka'dan oluşuyordu. Fırkada bir süvari birliğinin kumandanı olarak Berlin'den alelacele dönmüş .olan Enver ve kurmay başkam olarak Mustafa Kemal de yer almıştı. Karşı devrimi ezip Abdülhamid'i tahttan indirdiler, Makedonyalı Fethi'yi gardiyanı yaparak Selanik'deki Alatini Köşkü'ne hapsettiler .* Abdülhamid'in eli ayağı tutmaz ihtiyar kuzenini** tahta çıkarıp Cemiyet'in iktidarını yeniden perçinlediler. Kamuoyu, Cemiyet'in içinden en çok Enver'i tanıyordu. Böylece Enver bir halk kahramanına dönüştü. Makedonya'da isyan bayrağını açmıştı ve şimdi de işi tamamlamak üzere öncü kuvvetlere komutanlık ediyordu. Enver'de bir parıltı, canlılık, göz alıcı bir meydan okuyuş, ünlü olma yönünde doğal bir yetenek vardı ki, bunlar onun hemen göze batmasını sağlıyordu. Onun yanında asık suratlı, alaycı ve çekingen yapıdaki Mustafa Kemal son derece silik kalıyordu. Böylece halk tarafından farkedilmeyen ve liderler tarafından da istenmeyen biri olarak kaldı. Cemiyet onu herkesi eleştiren fakat hiç kimseye boyun eğmeyen yetenekli, ancak, huysuz biri olarak mimlenmişti: Hiç kimsenin 'sevmediği ve arkadaşsız, tek başına, kendini beğenmiş, huysuz bir adamdı. Böylece geri plana itildi ve askerlik * Abdülhamid'in gözetim subaylığını Fethi (Okyar) den sonra, Salih (Bozok) yapmıştır. Salih, bu göreve Balkan Savaşı öncesinde Selanik'de, savaş sonucu bu kentin kaybıyla Abdülhamid'in ölümüne dek de, Dolmabahçe Sarayı'nda sürdürmüştür (ç.n). ** Sultan Besinci Mehmed Reşat (1909-1918). 21



görevine geri gönderildi.



VIII Mustafa Kemal görevine bütün enerjisiyle sarıldı. İçgüdüsel olarak bir askerdi: Adamları için çevrede atlı tatbikatlar, seminerler düzenliyor, askeri tarih -Moltke ve Napolyon'un seferleri üzerindeçalışıyordu. Bu, yeni bir heyecan ve yükselme dönemiydi. Otuzundan önce Makedonya'da Üçüncü Ordu'nun kurmay başkanı oldu. 1910 da Ali Rıza Paşa'nın Fransa gezisinde yaveri olarak maiyetine atandı. Önce birkaç günlüğüne Paris'e gitti ve ardından yıllık manevraları izlemek için Picardie'ye geçti. Ali Rıza, onun hakkmda-'üikkate değer yetenek ve muhakemeye sahip olan, "çağdaş yöntemleri uygulamada etkin ve açık görüşlü bir subay" olduğu raporunu verdi. Dönüşünde Selanik'deki subay okulunun başına getirildi. Okulu büyük bir başarıyla yeniden düzenlediyse de düş kırıklığına uğramış ve hoşnutsuz bk ruh hali içindeydi. İçgüdüsel olarak bir asker olmakla birlikte Mustafa Kemal daima politikanın özlemini duymaktaydı; ne ki, politika.içinde kendisine yer yoktu. Devrim hiçbir şeyi düzeltmemişti. Selanik'de Cemiyet'in adamları olarak tanıdığı Enver, Talat ve Cemal artık yönetici konumuna gelmişlerdi. Dönme bir Yahudi olan Cavid, Maliye Nazırı 'ydı. Mustafa Kemal hepsini kendinden aşağı görüyordu. Onlar aslında yöneticiliğe layık olmayan küçük adamlardı. Görüşlerini hiç kimseden gizlemiyordu da. Hatta bunları okulda ve topluluk arasında savunmaktan çekinmiyordu. Büyük Güçler'in* eskisinden de aç gözlü olduklarını söylüyordu: Almanya'nın elleri Türkiye'nin gırtlağına sarılmış durumdaydı. Maliyecileri yeni yeni ayrıcalıklar ve haklar elde etmişlerdi; halen Bağdad Demiryolu onların kontrolü altındaydı; çünkü Cavid büyük bir ihanet içinde, demiryolunu onlara peşkeş çekmişti. En iyi Alman diplomatları İstanbul'da görev yapıyordu. Türkiye yabancılara, özellikle de Almanlar'a satılıyordu; Türkler kendi kendilerini dış yardım ve müdahale olmaksızın yönetmeliydiler. Türkiye'de her şey eskisi kadar kötüydü: Maaşlar, idari organizasyon ve genel koşullar Abdülhamid döneminde ki kadar kötüydü. Yoksulluk yaygındı; her * Düvel-i Muazzama (ç.n.) 22



yerde, özellikle ordu içinde hoşnutsuzluk vardı: bir şeyler yapılmalıydı, hem de derhal! Mustafa Kemal artık -yüksek rütbeli bir subay olmuştu. Erkânı Harbiye'de çalışmaktaydı. Yetenekleri ve ehliyeti yönündeki şöhreti gittikçe büyüyordu. Karargâhta hoşnutsuz olan ve sorun çıkarmaya hazır durumda çok sayıda subay vardı. Bunlar Mustafa Kemal'i dinlemeye, onun çevresinde gruplaşmaya başladılar. Artık hali tavrı bile değişmişti. Merkezde olmak, sözlerinin önemsenmesi, kendine güvenini artırmıştı. Her zamanki kadar katı ve ezici olmakla birlikte, onu destekleyenlere karşı daha anlayışlı, hatta güleryüzlü olmuştu. Artık önemli biri ve bir hareketin önderi haline gelmeye başlamıştı. • Durum artık İstanbul'da Harbiye Nazırı olan Mahmud Şevket Paşa'ya bildirildi. Adamını gayet iyi tanıyordu ve Selanik ile Balkanlar'daki huzursuzluğun nasıl bir tehlike arzettiğinin farkındaydı. Mustafa Kemal'i oradan uzaklaştırması gerekiyordu. Böylece onu Selanik'deki 38 nci Süvari Alayı kumandanlığına getirdi. Ancak, bu atama, durumda hiçbir değişiklik yaratmadı. Çünkü Mustafa Kemal, askeri görevlerini kusursuzca yerine getirmeye devam ediyordu ve artık eskisinden de çok sayıda subay onu desteklemeye başlamıştı. Mustafa Kemal bir coup d'etat. (darbe) için bir eylem planı hazırlamaya koyuldu. Bir kez daha akşamlarını kapalı kapılar arkasında yapılan gizli toplantılarda geçirmeye başladı. Fakat bu kez denetim kendisindeydi; karşıtları ise artık iktidara gelmiş olan Cemiyet mensubu eski devrimcilerdi. Siyasası, içerde daha etkin bir hükümet ile yabancıların kovulmasından oluşuyordu. "Türkiye Türklerindir!" onun savaş çığlığıydı. Hükümet ajanları onun tehlikeli olduğuna ilişkin raporlar verdiler. Cemiyet de onun cezalandırılmasını istedi. Mahmud Şevket Paşa, onu askeri birlikleri hükümete karşı ayaklanmaları yolunda teşvik etmekle suçladı. Mustafa Kemal'in cevaplarını doyurucu bulmamakla birlikte, tutuklanması için yeterli kanıta sahip olmaması nedeniyle, onu alay kumandanlığından uzaklaştırmakla yetindi ve İstanbul'a getirtip Harbiye Nezareti'ne yerleştirdi. Ona ne türlü muamele edilmesi gerektiğini hiç kimse kestiremiyordu. Mustafa Kemal'in korkusuzluğu karşısında uyarılar ve tehdit23



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM LK Mustafa Kemal politikayı bir yana itti. Artık yapılması ger,eken bir işi vardı. Kuzey Afrika'ya gidip İtalyanlar'la savaşmalıydı. Suriye ve Mısır'dan geçen uzun kara yolu dışında Türkiye'nin Kuzey Afrika'yla bağlantısı kesilmişti. İtalyanlar denizin denetimini ellerinde tutuyorlardı; filoları Çanakkale Boğazı'nın da çok yakınındaydı. Türk donanması iki savaş gemisi ve birkaç kruvazörden ibaretti.. Bunların da kazanları paslanmış durumdaydı; mürettebatı ortadan kaybolmuştu; gemiler yanyana Halic'in çamurlu sularında öylece yatıyordu. Askeri birlikleri göndermek olanaksızdı. Gitmek isteyen subaylar Afrika'ya kendi olanaklarıyla gitmeliydi. Her genç subay gitmeyi planlıyordu. Enver derhal gitmişti bile. Paris'de askeri ataşe olan Fethi de, Marsilya'dan bindiği bir Fransız balıkçı teknesiyle oraya koşmuş ve Tunus'da karaya çıkmıştı. •



Mustafa Kemal diğer iki arkadaşıyla birlikte kara yolunu seçti: Demiryolu geçen yerlerde trene binip, yolun kalan büyük bölümünü at sırtında ya da arabayla aşarak, Küçük Asya'dan aşağıya, Surıze ve Filistin'e gittiler. İskenderiye'ye vardıklarında İngilizler'in Mısır'ı tarafsız ilan edip, sınırı kapattıklarını gördüler. Mustafa Kemal öfkeden köpürdü. Mısır Türk egemenlik alam içinde bulunan bir ülkeydi; İngilizler'in burada hiçbir hakkı olmadığı *Diğer iki subay, her ikisi de yüzbaşı rütbesinde olan Fuat (Bulca) ile Nuri (Conker)'di (ç.n.).



26



halde, sının kapatarak Türk subaylarının ve birliklerinin Türk topraklarında yaşayan Türkler'in yardımına koşmasını engellemek küstahlığını gösterebilmeleri tam bir rezaletti. Ancak, yapılabilecek hiçbir şey yoktu: Devam etmek zorundaydılar. Üç arkadaş orada ayrılıp, her birinin kendi başının çaresine bakmasına karar verdiler. Mustafa Kemal bir Arap kılığına girerek batıya işleyen hafif raylı demiryolundaki bir trene bindi. Yalnızca birkaç kelime dışında Arapça bilmediği gibi, açık renk saçları ve mavi gözleriyle Arap'a benzemiyordu da. Sınır karakolundaki subay bir Mısırlı'ydı. iskenderiye'deki İngiliz kumandanından Mustafa Kemal'in eşkalini ve onun tutuklanıp kendisine gönderilmesine ilişkin bir emir almıştı. Mısırlı subay bir Müslümandı ve tüm Hıristiyanlardan olduğu gibi İngiliz ve İtalyanlar'dan da -hiç ayrım yapmaksızın- nefret ediyordu. Tüm yakınlığı ve sevgisi Türkler'den yanaydı. Gene de aldığı emirleri tümüyle gözden uzak tutması mümkün değildi. Mustafa Kemal'in bir Türk olduğundan emin olunca, mavi gözlü bir başka yolcuyu tutuklayarak, Mustafa kemal'i dualarla uğurladı.* Mustafa Kemal Deme Limanı'ndan 25 kilometre kadar içerde yer alan Ayn el-Mansur'daki Türk karargahına doğru yola koyuldu. *Bu Mısırlı zabitle geçen olayı Kılıç Ali (Atatürk'ün Hususiyetleri, İstanbul, 1955) şöyle aktarıyor: "Hududa yakın ve demiryolunun sonu olan Ahar Terkip istasyonuna yaklaştıkları sırada kontrol memuru Mısırlı zabit bunları tevkif etmek istemiş. Mustafa Kemal Bey, zabitin hissiyatı diniyesini kışkırtacak sözlerle işi açıklamaya mecbur olmuş. Zabiti ikna etmiş. Fakat Mısırlı zabit gene de: "Oraya bir an evvel gitmesi lazım gelenler gitsin. Fakat vaziyetiniz o kadar nazarı dikkat celbetti hiç olmazsa içinizden oraya gitmesine beis olmayanlardan birkaçını bize teslim ediniz," diye işi pazarlık mevzuuna sokmuş. Bu görüşmeler neticesinde çarnaçar kafileye katılan Bingazili topçu zabiti ile tüfekçi ustasının ve bir de Kahire'den kendilerine yol göstermek için terfik edilen kılavuzu teslime mecbur olmuşlar. Fakat Mustafa Kemal bunların ne yapıp yapıp kendilerine iltihak ettirilmelerini Mısırlı zabitten rica etmiş, Mısırlı zabit de: "Müsterih olun kendi atım ile onları da mücahedenize yetiştireceğim," cevabını vermiş. Hakikatten de müddet sonra arkadaşlarını tekrar serbest bırakıp kafileye kavuşturmuş." (s.34).



27



Karargâhta çok iyi karşılandı. Büyük bir subay kıtlığı çekilmesinden başka, bir önceki yıl yaptığı incelemelerden ötürü bölgeyi ve halkını iyi tanıması onu daha değerli yapıyordu. Binbaşı rütbesine yükseltildi ve kendisine Deme yönündeki bölgenin kumandanlığı verildi. Karargâhı.Ayn-el-Mansur'dâydı. Burada tüm cephenin kumandanı olarak Enver de vardı. Donanmayı arkalarına alan İtalyanlar, kıyı kentlerini ele geçirmiş ancak, içerilere sokulamamışlardı. Türkler İtalyanlar'ın üzerine yürüdüler. Silahlanmış tüm Kuzey Afrika top.yekun Türkler'in arkas'ındaydı. Kutsal Savaş, Cihad ilan edilmişti. Hocalar halkı heye- ' canlandıran Vaazlar vermekteydi. Libya'nın her yanından, Sahra Çölü ve Kufrah Vahası'ndan kabileler Hıristiyan işgalcilere karşı Türkler'in, Müslüman kardeşlerinin yanında yer almak üzere toplanmaktaydılar. Dinsel fanatiklikle tutuşarak, Enver'i görmek üzere karargâha koşuyorlardı. Enver, ilgi odağı konumundaydı. İstanbul'daki Padişah ve tüm Müslümanların halifesinin temsilcisi olarak gelmişti. Sünusi Şeyhi, onu "birader" olarak çağırıyor ve savaşçılarını yolluyordu. Uzak bölgelerdeki Turesler ve Pessaniler bile gönüllülerini göndermekteydiler. Ve Enver onlarla nasıl ilişki kurulması gerektiğini iyi biliyordu. Yerleri halılarla, çevresi ipek kumaşlarla süslenmiş büyük bir çadır kurdurdu. Burada büyük bir debdebeyle şeyhlerle görüşmeler yapıyor ve yerde bağdaş kurmuş oturan vahşi Bedeviler'! dinliyordu. Dağınık durumdaki adamları kırk kişilik gruplar halinde çadırlara koydurup, onlara yemek pişirip işlerini görecek birer kadın tahsis etti. Her gruba üç Türk subayı verdi. Bedeviler'e iyi para veriyor, onları besliyor ve ölenlerin dul karılarına armağanlar yolluyordu. Sonsuz bir sabır, şefkat ve tükenmez bir enerjiyle, onlara savaş esini vermeye çalışıyordu. Bütün bunların bir sonucu olarak İtalyanlar.kıyıya çivilendiler ve bir adım bile ilerleyemedîler. Mustafa Kemal, Enver'le sürekli temas halindeydi. Enver'den bir yaş büyüktü, ama rütbe olarak onun astıydı. İki adam bir türlü geçinemiyorlardı. Devamlı olarak kavgalıydılar. Her ikisinin damarlarında da kavgacı Arnavut kanı dolaşıyordu. 28



İlcisi de gururlu, alıngan ve irade gücüne sahip kişilerdi. İkisinin de muhalefete ya da eleştiriye tahammülleri yoktu. Ve her ikisi de zininse[ ve fiziksel olarak korkusuz ve düşündüğünü açıkça söyleyen jcişilerdi. Ama aralarındaki ortak noktalar bundan ileri gitmiyordu. Enver daima çok büyük projeler, son derece geniş ihtiraslardan esin alıyordu. Büyük düşünceler onu adeta büyülüyor, kendine çekiyordu. Ayrıntılar, somut gerçekler ya da rakkamlar onu asla ilgilendirmiyordu. Mustafa Kemal ise temkinliydi. Parlaklık onu ihtiyatlı olmaya sevk ediyordu. Büyük, belirsiz düşünceler onu heyecanlandırmıyordu. Hedefleri sınırlıydı ve bunlan ancak uzun ve dikkatli incelemeler ve hesaplamalardan sonra belirliyordu. Olguları ve rakkamlan kesin olarak saptıyordu. Ne Araplar, ne de başka yabancılarla iyi ilişkiler kurma konusunda istekli olmadığı gibi, yeteneksizdi de. O bir Türk'tü, Türk olmaktan da gurur duyuyordu; dünyanın geri kalanını ise aşağı görmekteydi. Selanik'deki ilk günlerinden beri Enver'den hoşlanmamıştı. Şimdiyse ona karşı nefret duymaya başlamıştı; bunu açıkça göstermekten de geri durmuyordu. Nefreti kıskançlıkla beslenmiş, acı- j laşmıştı. Mustafa Kemal her zaman en iyisi, en iyi asker olduğuna i inandırılmışken, Enver'den daha büyük olmasına karşın, şimdi onun ! peşinden sürükleniyordu. Daima Enver kumandanken Mustafa Ke- i mal onun astı konumundaydı. Şık çadırında maiyetinde dalkavuklarla yaşayan, şevkle parıldayan, gösterişli, kibar ve çekici Enver'in gözünde, gri yüzü, alaycı tavırları, ters sözleriyle Mustafa Kemal, adeta ziyafetteki kafatası gibiydi. Bedevilerin cesaretini kırıyordu. Her planı eleştiriyordu. Her projeye dudak büküyordu: Tavrı daima kusur bulucu ve eleştireldi, ama hiçbir zaman işi itaatsizlik noktasına vardırmıyordu. Zaman ilerledikçe ilişkileri daha da güçleşmeye başladı. Aşın sıcak altında kayalarla çevrili arazide pusuya yatma ve atlı saldırılardan ibaret olan bu usanç verici çatışmalar, en güçlü karakteri bile yaratabilirdi. Hepsinin sevimli ve hoş bulduğu Fethi, aralarındaki açıklığı kapatmaya çalıştıysa da başaramadı. Mustafa Kemal kendi kampında kalmaktaydı. Küçük bir çadırda, adamları kadar zorlu koşullarda, basit bir biçimde yaşıyordu. 29



Eğlencelere gitmeyi ya da Enver'in maiyetinin bir parçası olmayı kesinlikle reddetmekteydi. Savaşın birinci yılının sonunda, pek az sonuç alınabilmişti. İtalyanlar kıyıya yeni birlikler çıkartmışlar, kumsalda kendilerine siperler kazmışlar, ama daha ileri gidememişlerdi. Türkler ve Araplar da onları siperlerinden söküp atamamışlardı. Ansızın ve yine önceden uyarmaksızın 1912 Ekimi'nde Karadağ savaş ilan etti. Tüm Hıristiyan Balkan devletleri, tarihlerinde ilk kez olmak üzere, birleştiler ve Türkiye'ye saldırdılar. Türk hükümeti İtalya ile alelacele barış yaparak Trablusgarb'e acil emirler gönderdi: Türk birlikleri Mısır'a çekilmeliydi; ülke bağımsız ilan edilmişti. Subayların hepsi mümkün olduğu kadar çabuk eve dönmeliydi. Düşman kapıdaydı. Türkiye kendini tümden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulmuştu.



X Kumandayı devreder etmez Mustafa Kemal yola koyuldu. En kısa yol olduğunu düşündüğü için Fransa'ya geçtiyse de, burada daha kısa yolun Avusturya ve Romanya'dan geçtiğine karar vererek yönünü değiştirdi ve Karadeniz'e indi. Sürekli yardım gördüğü için daha Aralık'ın ilk haftasında İstanbul'a ulaşmıştı bile. Her şeyi karmakarışık bir halde buldu. Türk orduları tüm sınırlarda ezilmişti. Kuzeyden Sırplar kontrolsüz bir biçimde ilerlemişlerdi. Güneyden saldıran Yunanlılar Selanik'i ele geçirmişler, yirmibeş bin tutsak almışlardı. Bulgarlar İstanbul'a doğru ilerleyerek, toplarıyle kentin sadece 25 kilometre dışındaki Çatalca'da bulunan istihkâmları dövmeye başlamışlardı. Başkentin birkaç kilometre dışı ve Bulgarlar'ca kuşatılmış olan büyük Edirne istihkamları haricinde Türkler Avrupa'dan süpürülüp atılmışlardı. Tüm bu felaket ortasında bir tek aydınlık nokta vardı. Rauf* isminde genç bir deniz subayı, kumandanı olduğu yaşlı "Hamidiye" *RaufOrbay(ç.n.) 30



10-uvazörüyle Çanakkale Boğazı'nın hemen ağzındaki blokajı aşıp geçmişti. Düşman savaş gemileri peşindeyken, Ege Denizi'nde dolanıp şurada ya da burada ortaya çıkarak bir limanı bombalıyor, ya da bir nakliye gemisini batırıyordu. Ulusal bir kahraman haline gelmişti ama bu yiğitlik gösterilerinin genel yenilgi üzerinde hiçbir etkisi olmuyordu. İstanbul yaralılarla dolup taşmıştı: Hastahaneler, kiliseler, camiler, evler hep onlarla doluydu. Ülke baştan aşağı düzensiz mülteci kalabalıklarının oluşturduğu kamplarla dolmuştu. Yiyecek organizasyonu tamamen ortadan kalkmıştı. Binlerce insan kolera ve tifüsten ölüyordu; binlercesi de açlık ve soğuktan. Politikacılar hâlâ iktidarı kapmak için aralarında ağız dalaşı yapmakla meşguldüler. Kısacası ortada olayları denetim altına alabilecek ya da yönlendirebilecek istikrarlı bir hükümet kalmamıştı. Mustafa Kemal büyük bir kay gıy le ailesinden haber almaya çalışıyordu. Selanik'den gelen pek çok göçmeni buldu. Ona kentin büyük bir zorbalığa uğradığını anlattılar: Yunanlılar yakalayabildikleri tüm sivil Türkler'i öldürmüşler çevredeki tüm köy ve kasabaları da yağmalamışlardı. Sonunda annesini ve kızkardeşi Makbule'yi mülteci kamplarından birinde buldu. Bir oda kiralayarak onları İstanbul'a getirdi. Zübeyde altmışının üstündeydi. Geçen yıllarla şişmanlamıştı, gözleri de iyi görmüyordu. Selanik'den kaçışları sırasında Makbule'yle birlikte açlık ve soğuktan çok acı 'çekmişlerdi. Yaşlı kadın bu süre içinde hızla kocaınıştı. Oğlunu görmek onu fazlasıyle memnun etti. Onun kendilerini İstanbul'a götürmesine sessizce boyun eğdi; ama orada hiç huzur bulamadı. Bütün gün boyunca odadaki divana bağdaş kurup oturuyor, öne arkaya sallanarak Allah'a dua ediyordu. Selanik kafir Yunanlılar'ın elindeydi, akrabaları katledilmişti; evi elinden gitmişti; sahip olduğu her şeyi kaybetmişti: Tam anlamıyle mahvolmuştu. Ailesini yerleştirir yerleştirmez Mustafa Kemal Harbiye Nezareti'ne durumunu bildiren bir yazryle başvurdu. Gelibolu yarımadasının daraldığı boğazda, Anadolu kıyısında yer alan Bolayır önlerindeki istihkâm hattını tutan tümenin kurmay başkanlığına atandı. Bu çok Önemli bir mevkiydi. Bulgarlar buradan hücum edecek olurlarsa Boğazlar'ın kontrolünü ele geçirerek Asya'dakİ topraklara giden yolu açabilir ve İstanbul'un dış dünyayla bağlantısını kesebilirlerdi. 31



HARİTA: Balkan devletlerinin 19I2-1913"deki I.Balkan Harbi'ndeki hücum hatlarını gösteren harita. NOT: AA veBB olarak işaretlenen hatların arası Türkiye'nin Avrupa topraklarının 1911'deki konumunu göstermektedir. CC işaretiyle İstanbul arasındaki küçük alan ise, savaştan sonra bu topraklardan Türkiye'ye kalan kısmı göstermektedir. 32



Mustafa Kemal, General Sava Savof komutasındaki Bulgar birlilderinin. saldırısından hemen önce Bolayır'a ulaşabildi. Buradaki istihkâmlar elli yıl önceki Kırım Harbi sırasında İngiliz mühendislerin inşa ettiği hattın alelacele onardan kalıntılarından ibaretti. Bulgarlar hatta hiç durmaksızın saldırıyorlar, Türkler'se inatçı bir sabırla bu hattı tamir ediyorlardı. Çatışmalar son derece şiddetli cereyan eden bu çatışmayı, sadece tüm cephelerde geçerli bir ateşkes bu çatışmayı durdurabildi. . Bundan sonra olaylar hızla gelişti. Büyük Devletler bir barış konferansı yapılması çağrısında bulundular. Balkan Devletleri İstanbul dışında Avrupa'daki tüm Türk topraklarının aralarında bölüşmeleri için kendilerine verilmesini talep ettiler. Bulgarlar da Edirne'nin derhal kendilerine teslim edilmesinde ısrarlıydı. Türkler kendi aralarında bölünmüşlerdi. Titrek bir ihtiyar olan Sadnazam Kâmil Paşa'nın önderliğindeki bir grup, her ne pahasına olursa olsun, barıştan yanaydı. Diğerleri, özellikle de genç subaylar hiçbir yerin teslim edilmemesini istiyorlardı. Ayaklanmalar, politikacıların entrikalan, kaos almış yürümüştü ve ortada olaylara yön verebilecek hiçbir güç bulunamıyordu. Bütün bu kargaşanın ortasında Enver Trablusgarb'den döndü. Hiç zaman kaybetmedi. İttihat ve Terakki Cemiyetini toplantıya çağırdı, genç subayları çevresine alarak bir heyet-i vükela toplantısı .sürerken Bâb-ı Ali'ye girdi.* Kendisini durdurmaya çalışan Harbiye Nazın Nazım'ı vurdu, Kâmil Paşa ve diğer nazırlan rövolveriyle kovalayarak Cemiyet'ten Talat ve Cemal'in yanı sıra Sadnazam yaptıkları Mahmud Şevket Paşa ile birlikte kontrolü ele geçirdi. Hiçbir şekilde zaafa izin vermedi. Politikacıların bir kesimi ona muhalifti: Onları astı. Ayaklanmaları bastırdı ve Balkan Devletleri'yle banş görüşmelerine girmeyi kesin şekilde reddetti Ancak, Bulgarların kuşatması altındaki Edirne'yi kurtarmak önündeki temel' sorun olarak henüz duruyordu. Düşmana mevzi değiştirtmek için büyük bir manevra planladı. Bu, kendisine göre çok iyi bir plandı: Haliç'ten donanmayı çıkarıp Ege'ye gönderecek, donanmanın ateş gücünün desteğindeki Onuncu Ordu birlikleri B olay ir'in biraz kuzeyindeki *230cakl913: Babıali Baskım (ç.n.) 33



Şah Kuyu'ya* çıkacak; Bolayır birlikleri düşmana hücum edince, Şarköy birlikleri de düşmanı sağ cenahtan yakalayacaktı; bundan sonra iki kol birleşerek kuzeye doğru en kısa yoldan geçerek Edirne'ye gidecekti. Bu harekat düşmanı şaşırtıp bozguna uğratacak ve onları Çatalca hatlanyle Edirne'den vazgeçmeye zorlayacaktı. Savaş gemilerinden birinde yapılan bir kurmay toplantısında Mustafa Kemal de hazır bulunuyordu. Eleştirilerinde çok acımasız davrandı: Askeri istihbarata göre Şarköy'e hakim tepeler Bulgarlar'ca ele geçirilmişti ve bu koşullarda yapılacak bir çıkartma son derece tehlikeli olacaktı. Bolayır birliklerinin Bulgarlar'ı sürüp çıkarması olanaksızdı. Bunu yapacak olurlarsa iç hatlara sahip olan düşman, karşılarına son derece üstün kuvvetler çıkarabilirdi. Plan iyi gibi görünüyordu ama, ayrıntılar üzerinde iyi çalışılmamıştı; pratik geçerliliği yoktu. Enver'in canı sıkıldı. Komutan kendisiydi. Mustafa Kemal'e daha az konuşmasını belirterek, sadece kendisinden isteneni yapmasını söyledi. Harekat planlandığı şekilde yürütüldü. Bolayır birliklerinden iki kolordu 8 Şubat'ta şafak vakti .saldırıya geçti. Mustafa Kemal de bu saldın birliğindeydi. Bir on kilometre kadar ilerlediler ve çok kalın bir sis tabakası karşısında durmak zorunda kaldılar. Bulgarlar sol yandan sokularak ateş açtılar. Kolordulardan biri yarıldı ve geri çekilmeye başladı; Mustafa Kemal'in kurmay başkanı olduğu ikincisi de savaşarak geri çekilirken güçlerinin yarısını kaybetti. Şarköy'e çıkartma yapmaya başlayan Onuncu Ordu, Bulgarlar'ca yakalandı ve altı bin askerine kayıp verdirilmiş olarak yeniden gemilerine dönmek zorunda kaldı. Harekat tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bir ay sonra Edirne düştü ve Enver'in önderliğindeki hükümet, Kâmil Paşa ve hükümetince önerilen barış şartlarının aynını imzalamak zorunda kaldı.



patlak verdi. Bulgaristan Sırbistan ve Yunanistan'a saldırdı; ancak, yenik düşerek sınırlarına dönmeye mecbur oldu. Eski müttefikler Türkler'i unutmuş, çılgınca birbirlerinin boğazına sarılmışlardı. Enver bu fırsatı kaçırmadı. Yerinde bir cesaretle, ve savaş ilan et meksizin, bulabildiği tüm kuvvetleri yola çıkarttı. Bunlar geride kalan birkaç küçük Bulgar birliğini ezerek ilerlediler ve doğru Edirne'ye girdiler, öncü birliklerin süvari kumandanı olarak, bando çalınır, bay raklar dalgalanır ve yerli halk zeytin dallarıyle yolunu süslerken, Enver at üstünde Edirne'ye "Muzaffer" sıfatıyle girdi. f Kente giren asker kollarından birinin kurmay heyetinde Enver'in f bu gösterisi yüzünden kapıldığı tiksinti ve öfke içinde, kendi kendine f homurdanan, az tanınmış ve dikkat çekmeyen biri olarak, Mustafa } Kemal de yer almaktaydı. ;



Mustafa Kemal İstanbul'a döndü. Yenik ve bitkin düşen Türkiye, yaralarını sarmaya çalışıyordu. Düşmanları onun bıraktığı toprakların paylaşımı konusunda çekişiyorlardı. Ansızın aralarında savaş



* Şarköy olmalı; bundan sonraki yazımlan böyle olacaktır (ç.n.).



34



Zübeyde: Mustafa Kemal'in annesi



35



XI Mustafa Kemal bir kez daha işsiz olarak, annesi ve kızkardeşiyle birlikte istanbul'daydı. Edirne'nin alınışından sonra kaymakamlığa yükseltilmişti. Tatmin olmamış, ancak, belirgin hedeflere sahip biri olarak aşağı gördüğü ikinci sınıf politikacılarla yemden ahbabhğa başlamıştı. Fakat artık devir değişmişti. Yeni hükümet güçlü ve sağlamdı. Talat, Enver ve Cemal -Mahmud Şevket öldürülmüştü- üçlü bir bir yönetim kurmuşlardı ve ülkeyi son derece baskılı bir biçimde idare ediyorlardı. Eski çeteler ve hizipler tümüyle dağıtılmışlardı. Politikacılar Mustafa Kemal'i aralarında görmeyi eskiden olduğundan da az istiyorlardı. Siyaset sahnesinin tümüyle dışında bırakılmıştı. Selanik'deki cemiyetten eski arkadaşları onun çok ilerisine geçmişlerdi. Talat ve Cemal kabinedeydi. Enver ise uluslararası bir kişilik haline gelmişti. Harbiye Nazırıydı. Bir sultanla evlenmişti ve Boğaziçi'ndeki bir sarayda ihtişam içinde yaşıyordu. Tüm Müslümanları Halife-Sultan'ın bayrağı altında bütünleştirmek; Türkçe konuşan bütün halkları Türkiye çevresinde birleştirmek ve böylece Osmanlı İmparatorluğu'nün büyük zaferlerini yeniden canlandırmak gibi son derece büyük projeleri vardı. Almanlar onu müttefikleri olarak görüyorlardı. Mustafa Kemal ise devamlı homurdanan ve hoş olmayan tavırlar sergileyen alt rütbeli bir subaydan başka bir şey değildi. Üçlü yönetim ve İttihat ye Terakki Cemiyeti'nce sevilmeyen biri olması dolayısıyle son derece kötü bir tanış olarak kabul ediliyordu. Enver'le tartışmıştı. Sadece Cemal onun hakkında iyi şeyler söylüyordu, bunun nedeniyse her ikisinin de Almanlar'a duyduğu ortak nefretti. Büyük projelerini gerçekleştirmek için Enver ilk adım olarak ordunun yeniden düzenlenmesi gereğine karar verdi. Bu işi hayata geçirmek üzere Prusyalı General Liman von Sanders'i davet etti. Haberi duyduğunda Mustafa Kemal, kapıldığı korkunç öfkeyle homurdanmaya başladı. Tüm politikacıların başına bela kesildi. Açıkça ya da gizli olarak, "birader" subaylarını yakalayıp konuşarak, gösterişli söylevler vererek, hepsinin durumu protesto etmek üzere 36



birleşmeleri gerektiğine ikna etmeye çalıştı. "Almanlar'ın orduyu, yaşamımızın temelini denetlemelerine izin vermek çılgınlık olur" diyordu, "Biz Türkler kendi işimizi kendimiz görmeliyiz. Bu iş için bu Prusyah'nın çağrılması milli bir hakarettir." Cemal'le görüşüp konuyu onunla tartıştı. Enver onu görmeyi reddettiğinde de, ona acı bir mektup yazdı. Üçlü yönetim onu bir baş belası olarak görüyordu. Tehlikeli değildi: Hiç kimse ona yardım etmediği gibi, onu dinleyen de yoktu; kimsenin onunla yapacak işi yoktu. Gene de baş belasının biriydi. En iyisi yoldan çekilmesi olacaktı. Fethi elçi olarak Sofya'ya gitmişti. Mustafa Kemal'le o, eskiden beri iyi arkadaştılar. Mustafa Kemal de Sofya'ya gitmeliydi. Askeri ataşe olarak atandı ve görevim tanımlayan belgeyi bir an evvel Fethi'ye götürme emrini aldı. Mustafa Kemal Sofya'daki görevini bir sürgün olarak kabul etti. İstanbul'daki yaşamla bağlan koparılmıştı; askeri ataşelik mevkii profeyonel bir asker için gerçekten etkin görev 'yapabilme olanağım sağlamıyordu. Yapılacak ne iş varsa hepsini mükemmelen yapıyordu. Bulgar Başkumandanı Kitcheff ve Genelkurmayıyla arkadaşlık ediyor, tören ve tatbikatlara katılıyor ve gözlemlerini Fethi'ye rapor ediyordu. En iyi arkadaşının Bolayır'dan. kendi kolordusunu püskürtmüş general olan Sava Savoff'un olması, Mustafa Kemal'in kendine özgü bir yönünü göstermekteydi. Rakip "birader" subaylardan ve politikacılardan nefret ediyordu; cesur bif düşmana ise saygı duyuyordu. Sava Savoff, Bolayır önlerinde eşine az rastlanır bir yiğitlik göstermişti. Bu yüzden Mustafa Kemal Sofya'ya gidince onu arayıp bulmuş ve onunla yakın arkadaşlık kurmuş'tu. Ancak, yapacak pek az işi vardı, bunlar da sevdiği şeyler değildi. Hiçbir şey yapmadan oturacak türden bir adam değildi. İşte olsun, eğlencede olsun bir şeyle meşgul olmak, yaptığı işe bütün güç ve dikkatini vermeliydi. Yapacak çok az iş varsa, bu kez ilgisini eğlencede yoğunlaştırıyordu. Askeri ataşelik konumu ona bir diplomatın ayr'• 37



ıcalık ve muafiyetlerinin yanı sıra bir askerin çapkınlıkları için de fırsatlar sağlamaktaydı. Görevinin avantajlarını her iki yönden dve akrabalarının cesetlerinin bulunduğu evlerinin külleri üzerinde otururken, Avrupa'nın bir ülke mi, yoksa bir insan mı olduğunu güç bela öğrenmişlerdi" diye yazmıştı. Fakat onun Türkiye'deki sayısız dertlerin sebebi olduğunu biliyorlar ve tekrar tekrar söylüyorlardı: "Zavallı Türk köylüsü Avrupa denen adama, ne yaptı ki, bize böyle eziyet ediyor?" Mustafa Kemal'in ülkesinde mücadele ettiği, işte bu tür bir cehaletti. Yönetimi üzerine aldığı zaman, Türkiye'nin 40.000 köyünde yalnızca 350.000 çocuk okula gidiyordu. Osmanlılar'ın zamanında Standard okul, camilere bağlı olan medrese idi. Çamurla kaplı tepelerde oyulmuş mağaralar "okul" olarak hizmet verir ve çocuklar çıplak döşemede otururlardı. Kullanılan öğretim donanımları basit, her şeyden "önenılisi de, ucuzdu. Bu donanımlar lekeli, eski bir Kur'an, açlıktan ölmek üzere bir öğretmenle değneğinden ibaretti. Öğretmen, Kutsal Kitap'tan bir cümle; bir sure okur, çocuklar da hep birlikte tekrar ederlerdi. Yeterince yükses sesle bağıramayanlar değneği kafasına yerdi. Öğrenciler Türk, okunanlar ise anlamadıkları bir dil olan Arapça idi. ' Cumhuriyet Türkiye'sinin yönetiminde ikinci adam olan İsmet İnönü, Atatürk'ü Profesör olarak adlandmyorken, diğerleri ona Başöğretmen adını veriyorlardı. Kemal, "Halk eğitimi" demişti, "devletin en verimli ve önemli görevidir." Ardından çok anlamlı bir şekilde şunu eklemişti: "Gerçeği içine işleyen bakışlarla incelemeli ve deney dünyasında onu iyice kavramıuyız." Bilginin yalnız sağlık ye^olluğun değır^ayni zamanda ulusal yücelişin de kapılarını açanken, cehaletin hastalık ve yoksulluğa yol açtığını söylemişti. En tanınmış reformlarından olan şapka reformu bile aslında onun halkın eğitimine yönelik derin ilgisinin bir tezahürüydü. Türkler'i feslerini bırakmaya zorlayışı, onun eğitsel şok tedavisinin bir parçasıydı. Aslında bir adamın kafasının üstüne ne 246



giydiğiyle değil, kafasının içindekilerle ilgileniyordu. Kemal'in Türkiye'sinde eğitim yolunu tıkayan çok sayıda engel vardı. Onun sahip olduğu ulus öğretmen ve öğrencilerden değil, yönetici ve cengaverlerden oluşmaktaydı. Her zamanki gibi, büyük bir acele içinde, ancak ölümünden sonra tamamlanacak olan. bir eğitsel reform programı hazırladı. Köy enstitüleri çevresinde odaklasan bu program benzersizdi. Başlangıçta sayıları pek azkeri, kısa sürede sayıca büyüdüler. Ülkenin bütün stratejik bölgelerinde kurulan bu enstitülerde küçük çocukları eğitmek üzere, daha büyük yaştaki zeki çocuklar öğrenim görüyorlardı. Sistemin işleyişi böyleydi. Beş yıllık ilköğrenim döneminden sonra zeki çocuklardan oluşan gruplar öğretmen eğitimine • seçiliyorlardı. Seçilenler yine beş yü boyunca öğrenim görecekleri köy enstitülerine gönderiliyorlardı. Olağan müfredatın yanı sıra en iyi öğretim yöntemleri, hıfzısıhha ilkeleri ve çiftçilik öğreniyorlardı. Mezuniyetlerinden sonra, çok amaçlı işlevler görmek üzere köylerine dönüyorlardı. Birinci işlevleri, çocuklara öğretmenlik yapmaktı. Aynı zamanda, yetişkinlere de örneğin, bir adam değilse, "Avrupa"nın ne olduğuna ilişkin ve buna benzer faydah bilgileri veriyorlardı. Eğitmenler yine hijyen ve gelişkin çiftçilik yöntemleri konusunda bilgiler veriyorlardı. Halkın ve devletin ortak çabalarıyla okullar da inşa edildi. Çamurdan yapılmış sarıya bakan kurşuni ve son derece kasvetli eski okulların tamamen zıttı, beyaz hatta çekici görünümlü bu yapılar, yeni çağı temsil ediyorlardı. Bu okullar çağdaşlaşma araçları ve büyük ulusal emeğin simgeleriydiler. Okullar genellikle birkaç köye' birden hizmet veriyorlardı; çevre köylerden çocukların bu okullara ulaşabilmeleri için yolların yapılması gerekiyordu. Onbeş yıl içinde köy enstitülerinden mezun olan 3.000 eğitmen, inşa edilen 10.000 okulda görev yapmaya başlamıştı bile. Bu gerçekten de tüm eski sistemi çatırdatan bir programdı. Hem yüksek öğretim hem de yetişkinlerin eğitimi, Kemal'in dikkatini yönelttiği konulardı. Entellektüel elitin öneminin farkındaydı. Ulusal çağdaşlaşma süreci içinde eğitim görmüş kişiler, bir tür elektrik santralı olarak işlev göreceklerdi. Aradığı fırsatı ona, Orta Av rupa'd aki oto riter eğilim, özellikle de Hitler . 247



Almanya'sındaki karanlık çağlara dönüş sağladı. Almanya'da Üçüncü Reich, aklın değil adalenin, süpermenin çağıydı. Hitler 1933'de iktidara gelişinden hemen sonra şunu ilan etmişti: "Alman anavatanı çok fazla bilgiye sahiptir ve bu onun fiili sıçramalarına engel olmaktadır. Bizim asıl ihtiyaç duyduğumuz şey, İrade, İrade ve gene İrade'dir!" Alman bilimi, ülke dışına göçe başladığında, Kemal göçmen profesörlere ülkesini açtı. Yabancı profesörlerin yardımıyla İstanbul'da bir Tıp Fakültesi kurdu, Ankara'da bir Siyasal ve Sosyal Bilimler Okulu oluşturdu ve mühendislik, tarım ve ticaret üzerin eğitim verecek okullar açtı. Aynı zamanda diğer ulusların yaratıcı öğretim yeteneklerini de ülkesine çekti. Okul sıralarında oturmak için fazla yaşlı olanların eğitim sorunlarını görmezlikten gelmedi. Batı Anadolu .köylüsünün Avrupa'nın bir insan olduğunu düşünmesini istemiyordu. Kafasında bu düşüncelerle, bütün ülkede halkevleri ve daha küçük yerleşim birimlerinde de halkodalarını kurdu. Bu toplumsal merkezler çeşitli etkinliklere yönelik olarak çalışmaktaydılar. Bazılarının yetişkinlere okuma, yazma ve hesap öğretme imkanları vardı. Halk odaları ve evlerinde gazeteler ve kitaplar mevcuttu. Bu merkezlerdeki radyolar kırsal kesim halkına çok daha geniş ufuklar açtı. Daha büyükçe olan halk evlerinde dispansenne-yüzme havuzları vardı. Kemal, bunlar aracılığıyle kahvelerin aptallaştırıcı etkilerini ortadan kaldırmayı umuyordu. Nihai olarak, öğrenme, okuma, spor yapma coşkusunun sağlayacağı doyumun, halkın geleneksel kadercilik ve uyuşukluğunu aşındıracağını umuyordu. Genç kuşağın eğitilmesi alanında Mustafa Kemal'in hoşnutluğunun iyi bir nedeni vardı. Genç, meraklı bir kuşak, yalnız Türkiye'deki olaylarla değil tüm dünyayla ilgilenen yeni bir kuşak yetişmeye başlamıştı. Bunların kimisi .hükümet hizmetine alınabilirdi, ve diğerleri de eğitme görevine başlayacaklardı.Yine bunların bazıları Rum ve Ermeni azınlıkların girmeleriyle bıraktıkları boşlukları doldurarak tüpeaTTsermayedar ve "entellektüel"ler olacaklardı. İyi eğitimlrTürk profesyonelleri, ulusun entellektüel ufkunu değiştirmeye başladılar. Bununla birlikte, daha yaşlı kuşağın, Batılı bir ateş zerkedilmiş Vaadedilmiş Yeni Türk Ülkesi'ne doğru yönlendirilmeleri kolay olmuyordu. Eski zaman adamlarının çoğu, kendilerini hiçbir sonuca 248



ulaşmayan düşüncelerde kaybetmek üzere kasvetin zehirleyici boşluğuna atarak kahvelere gitmeyi sürdürüyordu. Kemal, yaşlı nüfusun eğitimine ilişkin çabalarının sonucu konusunda düş kırıklığına uğramış mıydı? Uğramıştı, çünkü o daima aceleciydi; sabırsız bir insandı. Daha az sabırsız davranmış olsaydı, genç kuşağın içindeki canlanma ona cesaret verebilirdi. Bu, aslında yeniden diriltilmiş Türkiye'nin en büyük umudu ve Mustafa Kemal'in de en büyük başarısıydı. III Kemal'e göre, Batının bir sembolü de fabrika bacalarından tüten dumandı. Kendi pamuğunu elbiseye ve kendi demir filizini çeliğe dönüştürmeyi başanncaya dek, Türkiye müstemleke köleliğinden kurtulamayacaktı. Osmanlı imparatorluğu köylü bir imparatorluk olduğu için zayıftı ve yalnızca makine bir ulusu zenginleştirebilirdi. Kemal dümenin başına geçtiğinde, Türkiye resmi kayıtlara göre 65.246 "sınai kuruluşa" sahipti. Ne yar ki, sınainin tamamında yüzden fazla işçi çalıştıran kuruluş sayısı yalnızca üçtü. Türk, hiçbir zaman makinelere hizmet etmeyecekti.Türk tüccar ve sermayedarlarının sayısı gerçekten çok azdı. Böyle aşağılık işler Ermeniler'e, Rumlar'a ve Yahudiler'e bırakılmıştı. Yurtdışında araştırma yapan eğitimli Türkler bile, onlara çok sıkıcı bir bilim olarak görünen ekonomiyle hemen hiç ilgilenmiyorlardı. Bunun nedeni, geleneğin Doğulu düşünce tarzında saldığı derin köklerdi. Eski olan her şey, saygıdeğer atalar tarafından kutsallaştırılmıştı ve bu yüzden de iyiydi. Güneşin altında oturup dinlenmek bu kadar keyifliyken, çevrede koşuşturup durmanın ne yararı vardı? Kaderciliğin vekarı ve sükuneti Doğulu yaşama derinlemesine nüfuz etmişti. Aynı zamanda, her yerde hazır ve nazır vergi memurlarının özel dikkatine yol açmasından dolayı da, ticaret kârsız bir uğraştı.Yeni moda düşünceler şeytan işiydi. Elektrik ışığı da şeytan işiydi, mum ise cennetin armağanıydı. Ne var ki, Kemal, yalnız aydınlanmak için değil, enerji kaynağı olarak kullanmak için de elektrik istiyordu. Bu açıdan, da çılgınca bir 249



acele içindeydi. Fakat Türkiye bu yepyeni yolda sermayeyi, teknik yöntemleri ve bu öncülük itkisini nereden sağlayacaktı? Osmanlı İmparatorluğu "sanayi", nakliye ve kamu hizmetleri için fonları temel olarak dış kaynaklardan sağlamıştı. Kuşkusuz, faizler fahiş, kazananlar da yabancı efendiler oluyordu. Kemal, Osmanlı Düyûn-u Umumiye İdaresi'nin işleyişine aşinaydı.Yabancı borçlar, devlete sokulan müdahale hançerleri ve yabancı denetiminin araçlarıydı: Mısır, bu yüzden bir İngiliz sömürgesine dönüşmüştü. Kemal, bu tarihi sürecin yeniden başlamasını istemiyordu. Ayrıca, iflas etmiş durumdaki Türk'ün, Batılı yabancı sermayeyi elde etmesi zaten mümkün değildi. Yabancı sermayeye ulaşamadığına göre, Türkiye'nin sanayileşmesini başlatmak için yerli sermaye bulmak mümkün müydü? Türkiye'de bazı zengin insanlar vardı; fakat bu varlığı kendine özgü yatırım alanlarına yöneltiyorlardı. Türk varsılı parasını ya altına ve emlake yatırıyor, ya da hisse senediyle çoğaltıyordu, ama çoğunlukla Batı'daki güvenilir yabancı hisse senetlerine yatırmayı tercih ediyordu. Sanayi için gerekli sermayenin elde edilmesi imkansızdı. Bunun yanı sıra, ataları çelik fabrikalarına ya da kimyasal fabrikalara hiç^ıatınm yapmamışlardı ve baba için iyi olmayan, oğul için de kötüydü. Öyleyse, Türkler'in Baba'sı makineleri çalıştıracak parayı nereden bulacaktı? Bunun için bir yol, ve aslında biricik yol olarak hükümet desteği görünüyordu. Bir ülke ne kadar yoksul olursa olsun, devletin kaynakları bireyleriıf kaynaklarının toplamından daha boldur. En yoksul ülkelerde bile vergi gelirleri vardır. Öyleyse bırakın da Türkiye üretsin, daha çok üreterek daha az tüketsin ve artı değeri yeniden üretime döndürsün. Yoksul bir ülkenin sanayileşmesinin tek yolu buydu. İşleri hükümetin başlatması gerekiyordu. Ayrıca, yeni sanayilerinin bir çpğuna sahip olup, işletmesi de gerekiyordu. Bununla birlikte, bir iktisatçı olmadığı ve iktisada özel bir ilgi duymadığı halde, Kemal, işlere başlatmak için özel girişim dürtüsünden daha güçlü bir manivela olmadığını bilecek kadar bu kasvetli bilimden anlıyordu. Kemal'in gözlerini diktiği nokta olan Batı laissez faire, bırakınız yapsınlar düşüncesiyle, zenginleşmişti. Mali kaynaklardan yana yoksul ama tutumdan yana varsıl olan 250



Kemal'in Türkiye'si özel ve kamusal girişimin bir karışımı olan yeni bir tür melez ekonomi yarattı. Kemal'in Devletçilik adını verdiği bu sistem, ülkesinin anayasasında yerini aldı. Türkiye'nin israfı engellemesi ve en temel projeler üzerinde yoğunlaşması gerekiyordu. Bu, önceliklerin saptaması ve planlamayı gerektirmekteydi. Son birkaç yıldır Kemal, Sovyet Rusya'nın cesur girişimim, Piatiletka, Beş Yıllık Plan operasyonunu dikkatle gözlemlemişti. Sovyet Beş Yıllık Planının belirli bazı özellikleri Kemal'e çekici gelmemişti. Rusya ağır sanayi üzerinde yoğunlaşmıştı. Kemal'in, halkın giyeceğini üretecek makinelerin üretilmesini bekleyecek vakti yoktu. Paçavralar içindeki halkını giydirmek ve midelerine daha fazla yiyecek girmesini sağlamak için acele ediyordu. Böylece tüketim maddelerinin. üretimine ve tekstil, pamuk, suni ipek, kağıt, kimyasallar, gübre ve evlerle fabrika binaları için çimento üretimi yapacak hafif sanayiye öncelik verdi. Ayrıca elektrik santrallerini, demir dökümhanelerini ve maden filizi rafinerilerini de geliştirmek istiyordu. Mustafa Kemal.Türkiye'nin ekonomik gelişmesine ilişkin düşüncelerini kaleme aldı; yazdıkları şunlardı: "Türkiye, daha yüksek yaşam standardını sağlayacak sanayileri geliştirmelidir." Aynı zamanda, ileri derecede sanayileşmiş ülkelerin kusurlarından da kaçınmak istiyordu. Ulusu üstün imtiyazlı ve düşük imtiyazlı bölgelere ayrılmamalı ve bu yüzden de sanayiler tüm ülke yüzeyine yayılmalıydı. Karteller ve tröstler gibi dev oluşumların doğuşunu izlemek de istemiyordu; İş anlaşmazlıkları arabuluculuk ve hakemlik kurumları aracılığıyle çözülmeliydi, lokavt ve grevlerle değil. "Tüm ülke bir tek ekonomik birim gibi işlemeliydi." İlk yabancı borcu, Sovyetler'den aldığı 18 milyon dolarla elde etti. Bu, Ruslar'ın da uluslararası ekonomik alandaki ilk girişimiydi. Yıllar sonra yabancı ülkelere trilyonluk borçlar ve teknik yardım önerecek duruma geleceklerdi. Kemal de, Ruslar'dan teknik yardım aldı ve bu yine Sovyetler'in tarihinde ilk örneği oluşturdu. Kemal, ülkesinin ilk Beş Yıllık Planın'nı 1934'de yürürlüğe koydu. Ruslar tarafından tanıtılan bir aracı kullanan ilk ülke Türkiye'ydi. Fakat şurası' unutulmasın ki, Kemal ne bir komünist hatta ne de bir 251



sosyalistti; bu konudaki düşüncelerini açıkça belirttiği gibi, o aslında bir anti komünistti. Fakat dogmatik biri değildi ve kelimelerden korkmuyordu. Devletçilik ona Türkiye'nin özel koşullarına en uygun sistem olarak görünmekteydi. İlk Sovyet borcundan üç yıl sonra büyük ölçekli sulama projelerini içeren Dört Yıllık Tarım Planını başlattı. Hükümeti de, elindeki büyük ölçülerdeki ekilmemiş tarım alanlarını devlet çiftliklerine ve köylüler için küçük toprak mülklerine dönüştürdü. Türkiye'nin toprak reformu ilerlemekteydi. Kemal'in ölümünden sonra, halefleri ikinci bir İBeş Yıllık Planı başlattılar ve bir sanayi bankası kurdular. Birleşik Devletler'in ve Birleşmiş Milletler'in yardımıyla, Türkiye büyük bir ekonomik gelişme programını uygulamaya girişti.



IV "Ve Musa Moab ovalarından Nebo dağına doğru tırmandı, Jeriko'ya tepeden hakan Pisgah tepesine çıktı. Ve Tanrı Dan'a kadar tüm Gilead topraklarını gösterdi." - Türkler'in Musa'sı Mustafa Kemal'di. Aralık 1934'de, Türkler'in kendilerine verilen isimlere ek olarak aile adları almasına ilişkin bir yasa çıktı. Halkı Kemal'e kendileri ve gelecek kuşaklar için Türkler'in Baba'sı olmasını, Atatürk adını kabul-etmesini istedi; çünkü o halkını Moab'a, Nebo dağına ve Pisgah tepesine dek çıkarmıştı. Atatürk de şunları söylemişti: "Kendi ayaklan üzerinde durabileceği ve yolu öğrendiği zamana dek, halkımı elinden tutup ben götüreceğim. Ancak ondan sonra kendileri için iyi olanı seçebilirler ve kendi kendilerini yönetebilirler. O zaman eserim tamamlanmış olacaktır." . Halkı 2 Mart 1935'de başkanı ve önderi olarak gene onu seçti. Böylelikle onu seçme şansını soıvkez kullanmış oluyorlardı. Başka seçecekleri yoktu çünkü o ve yalnızca o, kendilerinin Büyük Önder'iydi. Bunu halkı da biliyordu, kendisi de. Mustafa Kemal Atatürk, büyük bk heyecanla çalışıyordu ve bu ona dehşet verici bir irade gücü ile olağanüstü bir kavrayış pırıltısı sağlıyordu. Bu, onun başkalarının farkedemediği şeyleri algılama ve 252



halkı çalışmaya sevketme gücüne sahip olmasını da sağlıyordu. Fakat sahip olduğu bu coşku, halkının onda olağanüstü bir güç olduğuna ilişkin inancına karşın, mucizeler yaratmasını sağlayamadı. Örneğin, Türkiye'nin küçük köylerden ibaret olan görüntüsünü değiştirip, resimli kitaplardaki Normandiya'ya benzemesini sağlayamadı. Ve Anadolu yaylalarını Almanya'nın örgütlü sanayi bölgesi olan Wupperthal gibi bir yere dönüştüremedi. Ve ülkesinde yaşayan tüm insanlara Avrupa'nın bk adam değil, bk kıta olduğunu öğretemedi. Halkına karşı olduğu gibi, zamanın ağır akışına karşı da sabırsızdı, ama'bu konuda da elinden bk şey gelmedi. Gene de, kendi istediği kadar hızlı olmasa da ,bir başlangıç olarak gayet iyi denebilecek düzeyde Türkiye'nin yaşam standardlarını yükseltme sürecini başlattı. Kılavuz meşalelerin ateşini tutuşturdu; bugün bu sayede yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin eski kentlerinin bazılarında yeni semtler kuruldu ve bugün ülkede bu sayede sanayi oluştu. Fakat hepsinden öte, bugün bu sayede beyinleri geçmişin örümcek ağlarından temizlenmiş yepyeni bk Türk kuşağı var. "Düşmanı yendim" demişti. "Ülkeyi fethettim, fakat halkı fethedebilecek miyim?" Kendine göre kuşkuları vardı. Milyonlarca Türk'ü sel gibi şiddetle akan enerjisinin önüne katıp harekete geçirmeyi umuyordu. Harekete geçmedikleri zaman düş kırıklığına uğradı. Türkiye milyonlarca Kemal'den oluşan bk ülke değildi. Böyle düşkırıklığına uğrayınca, kendisini yıllarca sosyal yaşamdan soyutlardı. Bu süre içinde ara sıra kapalı yaşamından çıkıp, sesini tüm ülkeye yayan cihaz olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde ex cathedra (tam yetkiyle) boy gösterdi. Çeşitli konularda konuştu, ama en ünlü mesajı, eserini sürdürme görevini Türk gençliğine devrettiği konuşması oldu. Bu hitapla, ülkesinin gençliğini reformlarının bekçisi olarak atadı. Ve bundan sonra, ülkeyi tepeden tırnağa dikkatle inceleyip yapacağı başka bir şey kalmadığını gördü. Kemal yaşamını yazları Ankara'nın dışındaki bk semtte, kışları Bursa civarıyla İstanbul'da bir tür emeklilik konumunda sürdürdü. Çankaya'daki bağ evi, başkentin yaklaşık altı kilometre dışında, o günlerde kent kalabalıklarından uzak ve egzotik bk büyüye sahip, ağaçlıklı bir tepede yer alıyordu. Ve kuzeyin soğuk rüzgarları. 253



Anadolu yaylasını kapladığı zaman, o da ovalara, Bursa yakınlarındaki kaplıcalarıyla ünlü Yalova'ya iniyordu. İstanbul'da, Boğaziçi üzerinde, Pera semtinin kuzeyinde bulunan eski Padişah Sarayı, Dolmabahçe'ye çekildiği de oluyordu. Bu saray, şahane bir lüksle donatılmış olarak 1850'lerde yapılmış ve eşsiz taht odasıyla bütün Avrupa'ya nam salmıştı. Bu demir adam, Kemal, özel yaşamında yabanıl dürtülerine karşı direnmeyi başaramayan, zayıf bir adamdı. Aşk yaşamı oldukça aykırıydı ve zorlu bir içkiciydi. "Külhanbeyleri" adını verdiği şen dostlanyle çevrilmişti. Sevdiği alkollü içki çeşidi pek azdı. Türkler'in üzümden damıtarak yaptıkları ulusal içkiyi, rakıyı severdi. Yine çilek, muz, mandalina ve kirazdan yapılan egzotik Türk likörlerini de severdi. Bununla birlikte Batı içkilerini de tümüyle reddetmezdi. Kadınlarla ilişkilerinde kendi ahlak kurallarını uygulardı. Onları kullanır ve sonrajırlatır atardı. Önün uluslararası ünü, erkekliği, hoş görünümü, delici bakışları uzaktan yakından bütün kadınları kendisüıe-çekerdi. Ateşe koşan pervaneler gibi, ona doğru koşarlardı. Yalnızca bir kere evlilik bağına girdi. Karısının ismiyle daha önceki bölümlerde karşılaşmıştık. Heyecan verici, Batılılaşmış ve zengin birkadın olan karısının adı, Latife Hanım'dı. Onu cilveyle baştan çıkarmış, sonra da kendisini ona vermemişti. Bu, büyük fatihin başına ilk kez geliyordu. Latife onu en yüksek-ücreti ödemeye mecbur etti. Kemal zorunlu olarak, onunla evlendi. Bununla birlikte, evliliğe yattan biri değildi. Kemal'in kaldırdığı Şeriat yasasına göre, bir adamın karısını boşaması kadar kolay hiçbir şey yoktu. Erkeğin yapacağı tek şey, "Seni boşuyorum" sözlerini tanıkların gözü önünde yüksek sesle üç kez tekrarlamaktan ibaretti. Ve O, Mustaf^JKernal, Türkiye'nin büyük batılılaştırıcısı, Latife'yi Doğunun eski yasalarruyarınca boşadı. Yıllar sonra pişmanlığını dile getirdiğinde artık çok geçxolmuştu. Kendisini tümüyle içgüdülerine terkederek pervasızca yaşadı. Yaşama karşı duyduğu başıbok hazlar ve kaderini ayartmak için duyduğu karşı konulmaz itki, onun intihara benzer yaşam tarzını açıklamaktadır. Ona göre sorun tehlikeli yaşamak, aksi halde hiç yaşamamaktı. Bu tür yaşamın çok uzun-sürmeyeceği açıktı. 1938'in Cumhuriyet Bayramı -29 Ekim- İstanbul'da donanma 254



şenlikleriyle kutlandı. Ne Osmanlı İmparatorluğu'nün eski başkentinin ne de bütün Türkiye Cumhuriyeti'nin halkı, Türkler'in Babası'nın ne kadar hasta olduğunun farkındaydı. Oysa, Boğaziçi'ndeki o muhteşem sarayda, Dolmabahçe'de O, yatağa düşmüştü. Çok zayıflamış,- iskelete dönmüş, yiyeceklerini sindiremez hale gelmişti. Sarılık olmuştu; tedavisi imkansız bir hastalığın dehşet veren dedikoducu belirtileri, vücudunu sarmıştı. Doktorlar bu belirtilere vascular spider adını verirler -yani damar genişlemesi. Kemal karaciğer sirozuna yakalanmıştı. Son ve ölümcül belirti, sonun habercisi oldu. Bu, zihinsel uyuşukluktu. Bilinçsizleşti, 10 Kasım sabahı, dokuzu beş geçe Mustafa Kemal Atatürk öteki dünyaya göçtü. . Bu trajik olayın haberi, Türk halkının üzerinde bir bomba gibi patladı; milyonlarcası ağlayarak, kendilerini yerlere atarak sokaklara aktılar. Dolmabahçe Sarayı'nın taht odasında duran Kemal'in naaşım, başında bekleyen dört ordu kumandanı koruyordu. İstanbul kentinin dört bir yanından, halk sarayın yaldızlı kapılarından geçip, cenazenin bulunduğu taht odasına doğru akıyordu. İzdiham ölyesine büyük ye karşı konulmazdı ki, cenazeye saygı ziyaretinde bulunmak için gelenlerden birkaç kişi ciddi bir biçimde'ezildi. Artık Türkler'in Babası hayatta değildi ve tüm ulus kendisini öksüz kalmış gibi hissediyordu. Daha sonra naaş Kemal'in yarattığı başkente, Ankara'ya nakledildi; cenaze kortejine bir çok ulusun temsilcileri katıldı. En büyük çağdaş lider olarak tanımlandı. Türk hükümetinin resmi açıklamasında, "Ulus, öğretmenini, büyük şefini ve insanlık en büyük evlatlarından birini kaybetti" deniliyordu. Birkaç yıl sonra Cumhuriyet Türkiye'sinin başkentine hakim bir tepede Kemal Atatürk'ün naaşı için çok büyük bir mozole inşa edildi. Türkler burayı yalnız ülkelerinin en büyük evladının kabri olarak değil, aynı zamanda ulusun yeniden doğuşunun, Atatürk'ün eserinin bir simgesi olarak görmektedirler.



255



V Ardından haleflerinin çağı geldi. Atatürk'ün en yakın silah ve iktidar arkadaşı, kendisinden üç yaş küçük olan İsmet İnönü'ydü. Hem bir asker, hem de devlet adamı olarak, İsmet iyi bir ad yapmıştı. Osmanlılar döneminde, yirminci yüzyılın başındaki Balkan savaşlarında sivrilmişti. Padişahlar imparatorluğunun ölümcül yaraları ne o zamanki adıyla İsmet Paşa*'nın, ne de diğer seçkin askerlerin suçuydu. İsmet Dünya Savaşı'nda İngilizler'le hayati önemdeki Suriye cephesinde savaşmıştı. Daha sonra tüm orduların kumandanı blarak çok daha önenili bir görev©,getirildi. "Bozkurt" Padişah'm Haliç'deki sarayındaki dalkavuklar çetesine karşı çıktığı zaman, Mustafa Kemal'e ilk katılanlardan oldu. O sırada imparatorluğun başkenti, müttefiklerin Türkiye'yi parçalama girişimlerine karşı milli bir devrim başlatabilecek olan. Türkler'e karşı kapıları kapalı tutan muzaffer müttefiklerin denetimi altındaydı. Müttefiklerin gözünden kaçmayı başaran İsmet, serüvenli bir yolculukla Kemal'in karargâhına ulaştı. İstanbul'da bir er giysisi içinde gizlice ayrılmıştı. Sonunda Mustafa Kemal'in -sonradan ismi Ankara'ya çevrilecek olan- Angora'daki karargahına kadar ulaşabildi. Daha-o zamanlar, İsmet Paşa'nın Türkiye'nin yeniden dirilişinde önemli bir rol oynayacağı belliydi. Yünanhlar'a karşı yürütülen askeri operasyonlarda gerçekten de önemli bir rol oynadı. En tehlikeli cephe olan Batı cephesinin başkumandanıydı. Düşmanın en büyük yenilgilerinden biri olan zaferi, İnönü kasabasında kazanmıştı ve Türkler aile adı kullanmaya başladığında adı General İsmet İnönü oldu. Cumhurbaşkanı Kemal, İsmet Paşa'yı başvekili yaptı. İyi bir pazarlıkçı olarak ün kazandığı önemli uluslararası konferanslarda Türkiye'yi temsil etti. İsmet'in içişlerinde oynadığı rol, üzerine Kemal'in devasa gölgesi düştüğü için pek az bilinmektedir. Kemal'in, diğer bir çok kişiyle olduğu gibi, İsmet'le de geçimsizliği olmuştu; Atatürk'ün son yılında İsmet İnönü başbakan değildi. Makamını devralma sorunu ortaya çıktığında, İnönü bu konuma en *İsmet Bey (ç.n.) 256



uygun aday olarak kabul edildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi onu ülkenin ikinci cumhurbaşkanı seçti. İkinci Dünya Savaşı İnönü'nün başkanlığının ikinci yılında patlak verdi. Alman Reich'ı o zamana kadar Balkanlar'a iyiden iyiye nüfuz etmiş ve etkisi Türkiye'nin sınırlarına değin uzanmıştı. Türkiye'nin savaştaki rolü her zaman bir anlaşmazlık konusu olmuştur. Müttefik Güçler'in bu konudaki görüşleri birbirinden farklıydı. İngilizler, Türkiye'yi Müttefikler'in tarafında savaşa çekmek isterken, Amerikan hükümetinin bu konuda biraz tereddütlü davrandığı görülüyordu. Hemen hemen savaş süresince Almanlar Türkiye'den çok daha güçlü ülkeleri birkaç gün içinde istila edebilmişlerdi.Acaba Türkiye'yi boyun eğmeye zorlasalardı ne olurdu? Bu durumda, bütün heybetli petrol çıktısıyla Ortadoğu Almanlar'ın ellerine düşebilirdi. Naziler'in ihtiyacı olan bir tek hammadde varsa, o da petroldü. Bu yüzden Türkiye'nin tarafsız kalmasına izin vermek ve böylelikle Almahlar'ı Ortadoğu'nun petrol kuyularından uzak tutmak daha iyi Olmaz mıydı? İsmet İnönü öncelikle Türkiye'nin çıkarlarını gözetmek durumundaydı. Ülkesi, Birinci Dünya Savaşı'nda diğer uluslardan çok daha uzun süre savaşmıştı. Türkiye için bu savaş aslında 1912'deki ilk Balkan Savaşı ile başlamış ve Mustafa Kemal'in Yünanhlar'a karşı kazandığı nihai zafere değin on yıldan fazla devam etmişti. Ardından acılı bir süreç olan, Doğulu despotizmi Batılı bir Cumhuriyete dönüştürebilmek için yeniden yapılandırma ve gelişme dönemi gelmişti. Türkiye, yenilgi nedir bilmez Üçüncü Reich'e karşı duracak kadar güçlü müydü? Bir savaş alanı haline gelmesi, onun çıkarına olur muydu? Bu, Türkiye'nin her iki tarafa da stratejik hammaddeleri satarak büyük kârlar etmesi için en iyi fırsat değil miydi? Türkiye savaşa katılmadı. Bununla birlikte, yaralı devin dize getirilmesinden hemen önce Almanya'ya karşı savaş ilan etti. İnönü'nün ülkesi böylelikle Birleşmiş Milletler'in ilk üyeleri arasına katılmaya hak kazandı. Rusya İkinci Dünya Savaşı'nın muzafferleri arasındaydı. Zaferin gel gitsel dalgasıyla yükselen Rusya, sıcak denizlere olan daimi susuzluğunu gidermek için bir girişimde bulunmayacak ve 257



Boğazlar'a açılan kapıyı zorlamayacak mıydı? Sovyetler Birliği'nin yaptığı da bu oldu. Doğu ve Batı devlerinin arasında soğuk savaş başlamıştı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ülkesini büyük bir maharetle Batı kampına şevketti. 12 Mart 1947'de Başkan Harry S.Truman, devrimci nitelikteki Amerikan siyasasını ilan etti: Totaliter rejimler özgür halklara uluslararası barışın temellerini çökertecek ve bu anlamda Birleşik Devletler'in güvenliğini zedeleyecek şekilde baskı yapmaktaydılar. Türkiye ve Yunanistan, açgözlü Sovyetler'e karşı birer ileri karakoldu. Birleşik Devletler, Ruslar'a karşı durmaları için bu ülkelere yardım edecekti. "Truman Doktrini" doğmuştu. Gördüğümüz gibi, Atatürk Sovyetler'le iyi ilişkiler içindeydi. Bu dönemde hayatta olsaydı, acaba "Moskoflar"la iyi komşuluk ilişkilerini sürdürür müydü? Ya da, Türkiye'nin Rusya'yla ilişkilerinde ve dünyadaki güç dengeleri içinde seçtiği yerde bir değişiklik yapar mıydı? Türkiye artık özgür dünyanın bir siperiyken, acaba kendisi özgür müydü? Kemal'in kendi eseri, Cumhuriyet Halk Partisi'nin kendisi, siyasal alanda bir tekeldi. Lord Acton, "İktidar yozlaşır, mutlak iktidarlarsa mutlaka yozlaşır" demişti. Cumhuriyet Halk PartlsTde^ iktidara, ve aslında mutlak iktidara yenik düşmüştü. İktidar, yalnızca sahip olduğu önem için yürütülüyordu. Parlamentodaki Türk kamuoyunu dile getiren önderler ve basın, Kemal adına, siyasal sistemde bir değişiklik yapılması için hükümeti uyarmaya başladılar. Parlamentodaki bir grup milletvekili Demokrat Parti'yi kurdu. Türkiye artık iki ana siyasal partiye sahipti. . Demokrat Parti artık gerçek Kemalist siyasaların temsilcisinin kendisi olduğu iddiasında bulundu. Karşıtı olan Cumhuriyet Halk Partisi, buna büyük bir şiddetle karşı koydu. Sonunda, 1950'deki Büyük Millet Meclisi seçimleri özgür bir şekilde yapıldı. Türk seçmenleri kanaatlerini yanılgıya yer bırakmayacak şekilde dile getirdiler. Demokrat Parti seçimi Cumhuriyet Halk Partisi karşısında büyük bir çoğunlukla kazandı. Böylelikle Kemal'in ölümüyle Türk halkının elinden tutan ve büyük ulus yaratıcısının eserini sürdürmesine yardım eden İnönü'nün oniki yıllık rejimi son bulmuştu. Geriye bakıldığında, İsmet İnönü deneyimli bir diplomat 258



ve yetenekli bir siyasal lider, ancak, merhum Atatürk'ün kıvılcımından ve yaratıcı insanın pırıltısından -yoksun biri olarak görünmektedir. . Türk liderleri yine Atatürk adına konuşuyorlardı.Bu kez . muzaffer Demokrat Parti'nin basındaydılar. "Biz Kemalist geleneğin gerçek varisleriyiz" demekteydiler, "ve Ebedi Şef'in "ruhu, adımlarımızda kılavuzluk edecektir." Türkiye'nin üçüncü cumhurbaşkanı, Kemal'in Beş Yıllık Planı'mn sorumluluğunu verdiği eski bir bankacı olan Celal Bayar'dı. Başbakan, şiddetle Batı yanlısı bir toprak sahibi olan Adnan Menderes'ti. Her ikisi de Kemal'in okulunun parlak öğrencileriydiler. Yönetimdeki yerini sağlamlaştırma sırası Demokrat Parti'ye gelmişti. Ebedi Şef'in adımlarını izlediği iddiasıyle, muhalefeti Kemal'in vasiyetine sadakatsizlik olarak değerlendirdi. Cumhuriyet Halk Partisi ve basına karşı sıkı önlemler aldı. Bunun yanı sıra, Kemalizıh'in kimi temel ilkeleri bu dönemde yeniden gözden geçirildi. Ekonomik sorunlarda, özgür girişim her şeyin üstüne çıktı. Sayısız sanayi kuruluşları özelleştirildi. Kemal'in devletçiliği gölgelendi. Bütün bu süre boyunca Türkiye, ülkenin savunmasını güçlendirmek için Birleşik Devletler'le işbirliği yaptı. Oniki yıl içinde Amerika Türkiye'ye yaklaşık üç milyar dolar akıttı. Hükümet sanayileşme sürecini hızlandırmakta Ebedi Şef'in izinden gittiğini ileri sürdü. Ne ki, ülkenin bu hızlandırılmış tempoya hazırlıklı olmadığı açıktı. Fiyatlar yükseldi, enflasyon başladı, paranın değeri düştü. Bir Amerikan iktisatçısı, "Türkiye'nin iflasına giden yol" diyordu, "dolar banknotlarıyla döşenmektedir." Ülkenin büyük kentlerinde düş kırıklığı aldı yürüdü. Mütehakkim Demokrat yönetimine karşı en şiddetli muhalefeti gösteren, merhum Kemal'in mirasını emanet ettiği Türk gençliğiydi. Atatürk'ün vasiyeti adına Ankara'da ve İstanbul'da rejime karşı harikulade gösteriler yaptılar. Ardından, ansızın darbe geldi. 27 Mayıs 1960'da askeri bir cunta, Cumhurbaşkanı ve Başbakan da dahil olmak üzere önde gelen bir çok üyesini tutukladığı Demokrat Parti'yi iktidardan indirdi ve yeni hükümet olarak yönetime geçti. Cunta'nın başkanı Türk ordusunun 259



eski genel kurmay başkanı olan General Cemal Gürsel'di. Azledilen politikacıların, Kemalist geleneğe ihanet ettikleri gerekçesine dayanarak mahkemede yargılanmalarını sağladı. Gürsel, "Bizi harekete geçken," diyordu, "Mustafa Kemal'in ruhu ve eylemleri olmuştur." Böylece Türkiye'deki tüm siyasal grupların esin kaynaklarının Atatürk olduğunu savunmaya devam ettikleri görülüyordu. Bu C.H.P. ve D.P. için olduğu kadar, kendilerine "Milliyetçiler Birliği" adım veren şovenist grup ya da dinsel değerlerinden ilham aldığını ileri süren "Kutsal Nur" grubu da olsa, hiç değişmeksizin, ilerici, tutucu veya irtica yanlısı diğer tüm partiler için de geçerliydi. ' Türkiye için, Cumhuriyet'in kurucusu tarafından kendisine emanet edilen hedeflere doğru yürümesinin büyük bir zorunluluk halini aldığı gittikçe daha da belirginleşmişti. Ülke, büyük bir meseleyle karşı karşıyaydı: Türkler'in Babası'mn halefliğine layık kişiyi nereden bulacaklardı? VI Kemal, kendi yaptıklarını nasıl değerlendirmişti? Ve çağdaş dünya Atatürk'ün tarihsel rolünü nasıl değerlendirmektedir? Çağımızda Ortadoğu'nun en başarılı lideri olan Mustafa Kemal, kendisini başarılı biri olarak görmemekteydi. Onu zamansız ölümüne sürükleyen pervasız yaşamı, belki de onun kendine yönelik kişisel hoşnutsuzluğunun bir ifadesiydi. Kendi tarihsel rolünün ve adının bütün dünyada ünlenmiş olduğu gerçeğinin farkında mıydı? Bu gerçeklere tümüyle vakıftı -alçakgönüllü biri değildi. Ancak, aynı zamanda Cumhuriyet Türkiye'sinin küçük bir ülke olduğunun ve kendisinin devler çağında yaşamadığı gerçeğinin de farkındaydı. Büyük İskender, Jul Sezar ve Napolyon'un dünya imparatorlukları çağında yaşamış olsaydı, böylesine düş kırıklığına kapılmazdı. ÇağdaşTürkiye'yi yarattığı ve başka hiç kimsenin Ortadoğu'da böylesine kalıcı bir büyü yaratamayacağı bir gerçek olmakla birlikte, o, gerçek görevinin büyük imparatorluklar kurmak ve dünyayı dönüşüme uğratmak olduğunu hissediyordu. Ona, başarılı olamadığını düşündüren, yine kendisinin olağanüstü yükseklikteki 260



standardlarıydı, Ve onun hakkında dünyanın düşüncesi nedir? Tarih, onun Türkiye'nin gizil gücünü ortaya çıkartmış olduğunu teslim etmektedir. Ayrıca, onun hipnotik güce sahip ve korkusuz, olağandışı ve çok büyük bir adam, melekle şeytanın bir karışımı olduğunu da biliyordu. Dünya sahnesinde görüldüğü zaman, Ortadoğu'da yalnzca bir hanedan vardı ve o, bir ulusa -Türkiye'ye- ihtiyaç duymuştu. Doğuyu incelemiş ve gördüklerinden hoşlanmamıştı: Geçmişin batağına saplanmış ülkeler, geçmişMlişkin boş hülyalar, bedenin ve zihnin rahatsızlıklarıyle çürümüş hasta^ve tembel bir dünya. Ardından Batıyı incelemiş ve bundan da çok hoşlanmamıştı.. Gene de, halkın daha çok yemek yiyeceği, okula ve ilaca sahip olduğu ve daha uzun yaşadığı ve daha güçlü olduğu için, Batı daha uygun bir tercih olarak kabul edilebilirdi. Mustafaı Kemal, zayıf bireylerden güçlü bir ulus yaratılamayacağını ve bir/ulusun hastalık, cehalet ve yoksullukla boğuştuğu sürece güçlü-oimayacağını biliyordu. Mustafa Kemal'in Batıda özellikle sevmediği nokta, uluslararasında.yarattığı vahşi rekabetti. Bu rekabet bir ulusu diğer ulusların zararına olarak, mümkün olanın sınırlarına hatta sınırın ötesine sevk ediyordu. O, Türkiye'sinin yok edici olmasını değil, yaratıcı olmasını istiyordu. Batının en büyük uluslarının bile, -kendilerini diğer uluslardan üstün -hem de çok üstün- gördükleri için, kendi açılarından daima soylu olan amaçlarla da olsa, .sık sık yok ediciliğe yöneldiklerini görmüştü. Türkiye'nin başkalarından daha iyi olmasını değil, kendi çapında -daha ötesinde değil- iyi -olmasını istiyordu. Osmanlı imparatorluğu dünyayı ele geçirmek peşine düşüp, güvenliğini benimsediği son çareye bağlayarak devamlı daha ileri gitmiş ve bundan sonra yine güvenliğini güvenceye almak için ilerlemeye devam etmek zorunda kalmıştı. Padişahın egemenliğine ne olduğunu görmüştü, ve o, ülkesi için, Türkler'in yaşadığı Türkiye'nin güven içinde ve müreffeh olmasından başka hiçbir şey istememişti.



261



EK: KRONOLOJİ



1288 Osmanlı Türkleri'nin Sungarya yaylaları ve^fobi Çölü'nden gelişleri 1453 29 Mayıs İstanbul'un Türkler'ce fethedilişi 1517 Sultan Selim'in halife oluşu 1520 Muhteşem Sultan Süleyman: Osmanlı İmparatorluğu'nün doruğa ulaştığı dönem 1528 Süleyman'ın Viyana kuşatması 1700-1800 Rusya'nın yükselişi 1821 Yunan ayaklanması 1876-1909 II. ABDÜLHAMİD'in saltanatı 1876 Bulgar ayaklanması 1877 Rusya'nın Türkiye'ye savaş.ilanı: Edirne'nin kuşatılması ve zaptı: Ruslar Ayastefanos'ta. 1878 BERLİN KONGRESİ 1881 Mustafa Kemal'in Selanik'de dünyaya gelişi 1882 İngiliz birliklerinin Mısır'a çıkması 1889 İlk Ermeni olayları. Bunu 1894 1896, 1915 ve!920'de Türkiye'deki Ermeniler'in varlığına tümüyle son verecek olan diğerleri izleyecektir. 1889 Almanya'nın Türkiye'nin hâmisi olması. Kayzer'in Sultan Abdülhamid'i ziyareti 1897 Girit Ayaklanması. Türkler'in Prens Konstantin kumandasındaki Yunanlıları yenmesi 1903 Mustafa Kemal Manastır Askeri Okulunda 1905 Mustafa Kemal İstanbul Erkan-ı Harbiye Mektebi'nde. 263



1906 Selanik'de İttihat ve Terakki'nin kuruluşu 1908 Mustafa Kemal Selanik'de 3 üncü Ordu Kurmay heyetinde 1908 İttihat ve Terakki Cemiyetinin Devrimi 1908 Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilan edişi 1909 İstanbul'da İ.T.Cemiyetine karşıdevrim girişimi ve ezilişi. Abdülhamid'in hal'i ve hapsedilmesi. 1910 Mustafa Kemal tatbikatı izlemek üzere resmi görevle Fransa'da. 1911 Trablusgarb'de İtalyan — Türk Savaşı. 1912 Ekim İlk Balkan Savaşı: Karadağ, Sırbistan Yunanistan ve Bulgaristan, Türkiye'ye karşı. 1913 Ekim ikinci Balkan Savaşı: Yunanlılara Sırplar'a ve Romenlere karşı Bulgarlar. Türklerin Edirneyi geri alışı. Mustafa Kemal Sofya Askeri Ataşesi. 1914 DÜNYA SAVAŞI 1915 Şubat İngilizler'in denizden Çanakkale'ye hücumu. 1915 8 Ağustos Mustafa Kemal'in Anafartalar kumandanlığına getirilişi. 1916 Mustafa Kemal'in Kafkasya ordusuna atanması. 7 ACİ Orduya nakli ve istifası. 1917 Mustafa Kemal Veliaht ile birlikte Almanya'da. 1918 Mustafa Kemal'in Suriye'deki 7 inci Orduya tayini. 1918 30 Ekim Türkiye ve Müttefikler arasındaki ATEŞKES 1918 Kasım: Mustafa Kemal'in İstanbul'a dönüşü 1919 15 Mayıs Yunanlılar'ın İzmir'i işgali 1919 19 Mayıs Mustafa Kemal'in Kuzey Ordusu umum müfettişi olarak Samsun'a çıkışı. 1919 23 Temmuz Erzurum Kongresi 1919 13 Eylül Sivas Kongresi 1919 Aralık Fransızlar'ın Suriye'yi İngilizlerden devralışı. 1920 28 Ocak İstanbul'da Meclis'in açılışı ve Misak-ı Milli'yi kabul edişi. 1920 16 Mart Müttefiklerin İstanbul'u işgali ve belli 264



başlıca milliyetçileri tutuklayıp Malta'ya sürgün edişi. 1920 23 Nisan Büyük Millet Meclisi'nin Ankara'da toplanması. 1920 22 Haziran Yunan ordusunun hücumu. 1920 Temmuz Yunanlıların İstanbul çevresini milli kuvvetlerden temizlemesi. 1920 Sonbahar Kazım Karabekir'in Ermeniler'i ezmesi. 1920 Kasım Bolşevikler'in Wrangel'in Beyaz Rusya ordusunu yenmeleri. 1920 KasımVenizelos'un Yunanistan'dan sürülüp . Kral Konstantin'in çağrılışı 1920 Aralık Kuvve-i Seyyare ile sorunlar. Mustafa Kemal'in onların ezilmesi emrini vermesi. 1921 11 Ocak İnönü Meydan Muharebesi 1921 10 Temmuz Büyük Yunan Taarruzu 1921 19 Temmuz Yunanlılar'ın Eskişehir'i zaptetmesi 1921 25 Temmuz Türkler'in Sakarya Irmağı'nın doğusuna çekilişi. 1921 5 Ağustos Mustafa Kemal'i olağanüstü yetkilerle başkumandan olması. 1921 14 Ağustos Sakarya Meydan Muharebesi. 1921 20 Ekim Fransızların Türkler'le yaptığı gizli Ankara Antlaşması. 1922 26 Ağustos Mustafa Kemal'in Yunanlılar'a Büyük Taarruzu ve . Zaferi. 1922 9 Eylül Türkler'in İzmir'e girişi 1922 Eylül Türkler'in Çanakkale'de İngilizlerle karşı karşıya gelişi. 1922 29 Eylül Mudanya Mütarekesi. 1922 l Kasım Saltanatın ilgası 1922 17 Kasım Padişah'in İstanbul'dan ayrılması Abdülmecid'in Halife oluşu. 1922 21 Kasım Lozan Konferansı'nın başlaması. 1923 24 Temmuz Lozan Antlaşması. 1923 2 Ekim Yabancı birliklerin Türkiye'den tamamen çıkartılmaları. 265



1923 13 Ekim Ankara'nın başkent olması. 1923 29 Ekim Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanı. Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanı olması. 1924 3 Mart Hilafetin Kaldırılması. Türkiye'nin laikleştirilmesi. 1925 Mart Kürt ayaklanması 1926 Temmuz Mustafa Kemal'e karşı İzmir suikastı. Mustafa Kemal'in muhalefeti ezmesi1926 Yaz Şapka Reformu. Alman, İtalyan ve İsviçre kanunlarının kabulü. 1928 3 Kasım Latin alfabesinin benimsenmesi 1929 İkinci Kürt isyanı 1930 Ağustos Fethi önderliğinde Serbest Fırka'nı muhalefet denemesi. Menemen ayaklanmaları. 1931— Mustafa Kemal'in yine yeniden yönetime dönmesi. 1932 — Mustafa Kemal'in yeni siyasası Bundan sonraki gelişmeler için: bkz.: Epilog (S önsöz)



266



A



Abdülhalik (Renda) 216 Abdülhamid II, XII, XIII, 6, 10,20,21,22,63,78,81, 171, 172,173,174,175, 177,216 Abdülmecid 63, 161 Acton(Lord) 258 Adana 76 Adapazarı 102 Adlon Oteli 66 Adnan (Adıvar) 100, 108, 172,192 Adriyatik XII Afganistan XVIII, 109, 118 131, 152,243 Afrika 26, 152,207,241 Afyon 111, 117, 118, 124, 136 Ağa Han 173, 174 Ahar Terkip 27 Ahmet Bey 13, 14 Ahmet Nesimi 55, 56 AlagözKöyü 127, 129 Ali 196,216,217,218 Ali Fuad Paşa 70,71,74, 90,91, 101, 112, 115, 155,156,166,191 Ali Galip 97 Ali Kemal 157 Ali Rıza XIII, 1,2,3 Ali Rıza Paşa 22,98 Ali Şükrü 186 Alman Ticaret Kanunu 208



DİZİN Almanya 22, 45, 107, 109, 253,257 Alsas 65 6 ncı Nort Lancashire Tb. 53, 54 Akaretler 61, 87 Akdeniz XII, XV, XVII, XIX, 136 Aksin (Sina) 75, 77 Amanullah XVIII Amasya 90, 92, 155, 196 Amber Yolu XV Amerika 109, 131, 132, 139,205, 252 Amerikan Mandası 79 Anadolu XVII, XX, 31, 51, 57, 84, 86, 88, 93, 100, 105, 107, 110, 111, 134, 137, 140, 184,200,223, 244,254 Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti 162 Anafarta 51,53,54,76 Ankara 57, 90, 92, 98, 103, 104, 105, 106, 114, 115, 116, 117 119,123, 125, 126, 127, 128,132, 138, 145, 146, 149,153, 154, 155, 157,164, 169;171, 172,173,174, 178, 179, 181,183,184, 185, 186, 189,193,195,198,206, 211,220, 224, 235; 253, 256,259 267



Antalya 235 Antep 99 Arabistan 20, 75, 78, 79, 113, 152, 207 Arıbunıu 43,44 Arif (Miralay) 82,83,85, 87, 90, 95, 103, 120, 128, 179, 195 Armstrong, H. C. XX; 218 Arnavutluk XII, 1,2,20, 133 Asya 110 Aşar Vergisi 187 Atina 4,11, 118,131,135, 145 Atlas Okyanusu XIX Avusturya 20, 30, 207 Ayasofya 172 Ayn elmansur 27, 28 Azerbaycan153 B Baalbek 70,74 Babıâli 33 Bağdad XI, XVIII, 60, 158 Bağdad Demiryolu 22 Balkan Paktı 243 Balkan Savaşı 21,84 Balkanlar 1,7, 13 Baltik XV Baku 220 Baron Oteli 73 Basra XV Barış Konferansı 153, 163 268



Batı Anadolu 124,248 Batı Asya 245 Batı Cephesi 112, 115,256 Bayar (Celal) 259 Bekirağa 11,84,87,95,97, 102, 108, 118,121 Bekir Sami 108, 121 Beşinci Wiltshire Tb. 53, 54 Berlin 20,21,66, 198 Berlin Kongresi XIII Beşiktaş 61 Beyrut 12,74 Biarritz 141 I. Balkan Harbi 32 1. Dünya Savaşı 257 1. Kolordu 110 Birleşmiş Milletler 257 Biskia XV Bitlis 57,59 Boğaziçi XIII, 36, 123, 172, 220, 223,254 Boğazlar XII, XVII Bolayır 31,33,34,37,42, 51,52 Bolu, 101 Bonaparte XIX, 22 Bornova 142, 142, 145, 148, 149 Bosna-Hersek 20 Bozkurt XVII, XX, 193, 198, 209, 219, 238, 256 Bozok, Salih 21,218 Britanya 109, 148



Buhara 132 Bulgaristan XII, 35, 45, 110 Burgiba, Habib XIX Bursa 102, 145, 210, 235, 254, Bükreş 58 Büyük İskender 260 Büyük Petro XX



c Cafer Tayyar 91, 108, 110 Cavid 17,22,78, 1.84, 185, 194, 197, 198, 200 Cemal 17,22,24,33,36, 55,61,63,75,78,80,91, 216 Cemil (Polis Md. Mua.) 14 Cenevre 214 Cenevre Gölü 214 Cengiz Han 238 Cenup Cephesi 117 Cevat Abbas Bey 73 CevatPaşa 87 Cezayir XV Clemenceau 107, 109, 110 Conk-Bayın 43,44,45,49, 51,53,54 Cüda Dağı 70 Cumhuriyet Bayramı 254 C.H.F. 214,224,225,230, 237, 258, 260 Curzon 164



Ç



Çanakkale 80, 100, 107, 145 Çanakkale Boğazı XVI, 26, 31,45,50,78,145 Çanakkale Savaşı 57 Çankaya 123,133, 149, 167, 168, 177, 179,180, 181, 185, 186, 189, 194, 195,198,200,203,212, 213,218,219,215,253 Çatalca 30,34 Çerkeş Ethem 102, 114, 115, 116, 117,118 Çiçekli, Edip XIV Çin 152,227,244 Çin Şeddi XI Çocuk Bayramı 225 D Damad Ferid 68, 81, 82, 85, 86, 87, 89, 97, 98 Deli Halit Paşa 186 D.P. 258,259,260 Deraa 70,73 Derne 27,28 Derviş Mehmed 234 Dionis 138 Diyarbekir 57,61,90,91, 189, 190 Dolmabahçe 22,255 Dolmabahçe Sarayı 21 Doğu Akdeniz 244 Doğu Asya 244 Doğu Makedonya 19 269



9ncuOrdu 86 9ncuTümen 43,46,50 4ncüOrdu 60,71,73,74 4 ncü Süvari Alayı 235 Dumlupmar 136 Düyûn-u Umumiye l, 2, 250



E Edip Servet 207 ' Edirne 30,33, 34, 35, 36, 91, 110 Ege XIII, XVII, 31, 33 57 nci Alay 44 Emir Ali 173 Emir Faysal 71 Emir Hüseyin 71 Emir Osman XI Enver 17,20,21,22,24,25, 26, 28, 29, 30, 33, 34, 35, 36,39,40,41,47,48,49, 54,55,56,57,58,60,61, 62, 63, 64, 65, 66, 67, 68, 69, 74,-78, 79, 80, 81, 86, 132,194, 195, 197 Ermenistan XVI, 118 Ertuğrul XI Erzurum 57, 92, 94, 96, 98, 196, 206, 235 Erzurum Kongresi 99 Eskişehir 105, 111,116, 117, 124,130,164,165, 225 Etopya 244 270



F FalihRıfkı 62 Falkenhein 60,70 Fas XIX Fatih 61, 172 Fessaniler 28 Fethi 7, 16,21,26,37,38, 39, 75, 77, 108, 132,134, 187,192,194, 226,228, 229,237 Fevzi Paşa 51,52,70,75, 77,84,87, 100, 105, 108, 114, 116,119,120,124, 129, 131, 134, 135, 153, 166, 181, 168, 174,203, 209,215,225 Fikriye Hanım 123, 124, 133, 135, 142, 149, 180, 195 Filistin 26, 60, 70, 75, 178 Franklin-Bouülon 132, 148 Fransa XII, 22, 30, 83, 106, 109, 118, 131, 132, 139, 145, 148 Fransız Mandası 244 Fransız malübler Cemiyeti 79 Frunze 152 Fuat (Bulca) 26 G



Galata 78



Garibaldi 17 Gazze 14,88 Gelibolu 31,40,42,47,48, 82, 128 George, Lloyd 83, 107, 109, 110,146,157 Gilead 252 Girit 6, 20 Giresun 186 Gobi Çölü XI Gregoryen Takvimi .210 Grey 107 Güney Makedonya 19 Gürsel, Cemal 260 •



H Hacianestes 138 Hakkı Paşa 13 Halep 70, 75 Haliç 26,33,61,236,243, 256 Halide Edip 100, 101, 120, 121, 135, 136, 153, 192, 246 Halil Bey 55,186 Halk Fırkası 162, 163, 165, 166,169, 170, 174, 175, 188, 192, 202, 203, 208 Hamidiye 30, 84 Hamilton, İan 52 Harbiye 13 Harbiye Mektebi 209 Harbiye Nezareti 11,15,23, 24



Hari Tan Köyü 76 Harput 189 Harrington, Charles 146, 147, 148, 160, 167 HarunReşid XVIII Hatay 244,245 Havza 89 Hendek 102 Heridil XX, 1-25 Hicaz Demiryolu 70, 71 Hilafet Ordusu 102, 104, 106,118 Hindistan 109, 118, 131, 152, 173, 176, 207 Hindenburg 64, 65 Hiyaneti Vataniye Kanunu 176 Hobbes 7 Hocaçimen (Koca Çimen) 49,50,51,52,54 Holtzman 214 Hüsnü ez-Zeyn XIX I Irak 152, 191,243,245 İ İç Anadolu III İkinci Dünya Savaşı 257 İkinci Ordu 21,57 İngiliz Muhibler Cemiyeti 79 İngiliz Yüksek Komiserliği . . 271



.



88 İngiltere XII, 118,135, 139,^ 145, 146, 148, 173, 182, 188, 191 İnönü Meydan Savaşı 118 İran XII, XVIII, 118; 124, 152,189, 243 İrlanda 109 İskenderiye 26,27 İskenderun 77,245 İskenderun Sancağı 244 İslam Konferansı 207 İsmet (İnönü) 59,70,71, 73, 74, 77, 84, 87, 100, 101, 108, 114,115,116, 117,118, 120, 124, 125, 131, 134, 135, 148, 153, 163,164, 165, 166, 168, 169, 174, 176, 181, 183, 184, 185, 186, 187, 199, 203,209,215,218,219, 221,222,225,226,227,. 228,230,231,232,234, 235,246,256,257,258 İspanya 244 İsviçre 177,214,244 İsviçre Medeni Kanunu 208



İsmail Paşa 10,11 İsmail Hakkı Paşa 10, 11 İstanbul XII, XIII, 8, 11, 14, 15,17,19,20,21,22,23, 24, 28,30, 32, 33, 34, 36, 39,41,45,49,56,57,58, 59,60,61,62,66,67,76, 272



77, 78, 83, 84, 91, 92, 94, . 95, 97, 98, 99, 100, 102, . 105,106,108,109,110, 111,1*6,117, 118, 122, 123,133,139,142,145, 146, 147,154,157,160, 167, 172, 174, 175, 177, 184,185,188,194,209, 214,220,221,224,225, 226,243,253,254,255, 259 İstanbul Hükümeti 157 İstiklâl Mahkemeleri 190, 192, 193, 195, 207 İtalya 25,83,109, 118, 131, 132, 139, 244 İtalyan Ceza Kanunu 208 İtalyan Muhibler Cemiyeti . 79 İttihat ve Terakki 15, 16, 17, 19,20,23,36,55,67, 68,78,80,81,84,86, 132, 185, 193, 1.94, 195, 233,234 İzmir 90,92, 102, 107,110, 111,113, 135, 136,137, 138, 139, 140, 141, 142, 143, 145, 148, 149, 166, 174, 177,178, 184,186, . 195, 207, 229,234,235, 236 İzmit 102,108,109,111, 157 İzmit Körfezi 226 İzzet Paşa 67,75,77,79,



84,116, 117 J Jansen (Prof.) 211 Japonya XX Jodipore Süvari Birliği 76 Jul Sezar 260 K Kafe Gnogno (Yonyo) 17, 18 Kafkas Cephesi 57 Kaskasya XII, 71 Kahire 27,41,58 Kamil Paşa 33, 34 Kanuni S. Süleyman XIII Karabaş 102 Karacabey 124 Karadeniz 30,75,79, 87, 89, 122, 186, 187,205, 275 Kara Tepe 43 Karslbad 67 Kastamonu 205 Kaunengeiser (Gnr.) 46, 50 Kayzer 65 Kazım 49,221 Kazım Karabekir 59, 84, 90, 91,92,94,191,192,223, 227 Kazım Paşa 87,198,199 Kel Ali 186,190,196,197, 198, 199,200,230



198,199, 200, 230 Kemaleddin 168 Konstantinopolis 110 Konya 91,101, 102, 105, 117,135,235, Körebe Divân-ı Harbi 235 Köy Enstitüleri 247 Kıbrıs XV Kılıç Ali 27,61, Kırım XII, 100 Kırım Harbi 33 Kırşehir 13 Kitcheff 37 Kitma 76 Kubilay.234,236 Kufrah Vakası 28 Kuvayı Seyyare 113 Kuzey Afrika XII, XIX, 20, 25,26, 28 Kuzey Suriye 99 Küçük Asya 26 Kürdistan XVI, 189 Kütahya 114, 117, 118, 124 L



Langaza 8 Latife Hanım "l39, 141, 142, 143, 145, 148, 150,-177, 178,179,187,254 Lavvrence, T.E. 71,73,75, 191 Lazasan 3 Libya 28 Londra 134,135, 147 273



Lozan 157, 164; 165,183 Lozan Antlaşması 230 Lübnan XIX, 12 M MaanGölü 70 Macaristan XII, 152 Mahmut II 196 Mahmut Şevket Paşa 21, 23, 24, 33,36 Makbule 2,31,224,228 Makedonya 2,21,22,88 Malatya 97 Malay 152 Malezya. 207 Mali XIX Malroux, Andre XIX Malta 85, 86, 100, 106, 108, 132 Mamuretü'l Aziz 189 Manastır 5, 6, 7, 8, 92 Mahchester 210 Maraş 105,206 Marmara Boğazı XVI Marmara Denizi 214, 215 Marsilya 26 Maydos 41,43,51 Meclis-i Mebusan 80, 81, 82, 97, 98, 105 Medine 70 Mehdi 234 Mehmet Reşat V, 21 Meiji XX Mekke 207 274



Menderes, A. 259 Menemen 234,236 Mezopotamya 60 Mısır XII, XIX, 13, 26, 27, 30,40,41,60,78, 118, 176,250 Mili, John Suart 71, 184 Misak-ı Milli 97, 99;-151 Moltke 22 Mondros 7.6 Mondros Mütarekesi 230 Moskova 59,60,132, 152, 155,156 Montreux 24 Mustafa (Kemal) XIII, XVII, XVIII, XIX, XX, XXI, 2,3,4,5, 7, 8,9, 10, 11. 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19,20,21,22,23,24, 25,26,27,28,29,30,31, 33, 34, 35, 36, 37, 38, 39, 40.41,43,44,45,46,47, 48,49,50,51,52.53,54, 55.56,57,58,59,60,61, 62, 63, 64, 65, 66, 67, 68, 69,70,71,73,74,75,76, 77,78,79,80,81,82,83, 84,86,87,88,89,90,91, 92, 93, 94, 96, 97, 98,'99, 100, 101, 102, 104, 105, 106,107, 108, 109, 110, 111,112, 115,116, 117, 118,119, 120, 121, 122, 123, 124, 125, 127, 128, 129, 130, 131, 132, 133,



140, 141, 143, 145, 146, 147, 148, 149, 150, 151, 152, 153, 154, 155, 156, 157, 158,.159, 161, 162, 163, 164,165, 166,167, 168, 169, 170, 171, 172, 173, 174, 175, 176, 178, 179, 180,181,182,183, 184, 185, 186, 187,189, 190, 192, 193, 195,197, 198, 199,200,201,202, 203, 204, 205, 206, 207, 208,209,210,212,214, 215,216,217,218,220, 221, 222, 223, 224, 225, 226, 227, 228, 229, 230, 231,233,234,235,236, 237,238,241,242,243, 245,247,249,250,251. 252, 253, 254, 255,258, 259, 260 Mudanya 148,164 Muhammed XV Musa 252 MusaMoab 252 Musul 60, 188, 191,245 Muş 57, 59 • MüfitLütfi 13, 14, 216 Münih 142, 149, 186 Mütareke 78,82,84 Müttefik Yüksek Komiserliği 108 Mysore Süvari Birliği 76



N Nablus 70,71 Napolyon 43,260 Nasır XIX Nazım Paşa 33 Nebo Dağı 252 NewYork 197 Nev Duştur XIX Nikola 58, 59 Niyazi 17, }9, 20 Noel 191 Normandiya 253 Nurettin 166 Nurettin Paşa 206,207 Nuri (Conker) 26,216 O



Olimpus Palas Oteli 20 Ohri 7 15 inci Tümen 102 Oetiey(Prof) 211 11 nci İng. Süvari Tugayı 73 18 nci Alay 47,48 19ncuTümen 41,48,52 12 nci Kolordu 117 Onuncu Ordu 34 Orhan (Sultan) XI Orion 200 Orta Asya XI, XV, 179, 207, 220, 228 Ortadoğu XX, 245, 260 Osmanağa 122,123, 186 275



Osm. İmp. XVI, XVIII, 14 Ouseuz 227 P Pangaltı 8 Paris 20, 83, 87, 107,108, 109, 134, 140, 142,197, 224 Pera 8,78, 142, 254 Pera Palas 61,85 Piatiletka 251 Picardie 22 Pisgah Tepesi 252, Pozantı 108 R Rahmi 166, 192, 196 . Rauf (Orbay) 30, 75, 77, 84, 87, 91,95,96, 97,98, 99, 100, 108, 132, 133,154, 156, 161, 162, 164, 166, 167, 172, 175, 185, 187, 191, 192,194, 196 Rayak 70,71,74 Refet 70, 71, 87, 88, 90, 91, 118,121, 151,155,156, 157,160,162,166,177 Reisch 257 Resne 19 Rıza Han XVIII Rodos 7 Roma 216 Romanya 30,45, 243 276



Rothchilds 198 Rousseau 7,184 Rum Ortodoks Kilisesi 243, Rusya XII, XVI, XIX, 45, 131, 148, 152, 166, 242 Rüştü 199 ' S Saadabat Paktı 243 Saffet 237 Sahra 28 Sait Halim Paşa 55 Sakarya 126, 127, 128, 130, 131,132,148,196 Salip Paşa 234 Samsun 89, 102, 166, 196 Sanders, Liman Von 36, 40, 41,42, 43,48,49, 50, 51, 53, 60, 70, 71, 73, 74, 76, 86, 126 Sarraut 198 Savof, Sava 33, 37 8 nci Ordu 70,73 8 nci Tümen 53 Selanik XIII, XVII, 1,3,4, 7,8, 11, 13,15, 19,20. 21,22,23,24,29,30,31, 64,82,88,216 Selçuklu İmp. XI Selim II XII Senegal XIX Serbest Cumhuriyet Fırkası 228, 229



Sevr XVI, XVII, 191 Sevr Antlaşması 107 Sincan XI Sırbistan XII, l, 35, 110 Sivas 87,90,91,94,95, 122, 166,206, 235 Sivas Kongresi 96 Sofya 37, 38, 39, 55, 67,75, 112 Sovyet Rusya 220,251, 257, 258 SungariaXI Suphi Bey 199 Suriye XII, XIX, 12, 13,26, 55,59,60,64,69,70,72, 75,78,79, 82, 109, 113, 216, 245, 256 Suvla Koyu 50, 51, 52, 54 Süleyman Şah XI, XII Süleyman Şevket Paşa 100 Sünusi 28 Süveyş Kanalı 60 Ş Şah Kuyu 34 Şam 12, 13,70, 74 Şarköy 34, Şemsi Efendi Okulu 3 Şeyh Mehmed 236 Şeyh Said 189, 190, 191 Şişli 82,85 .



T Tahsin Bey 71 Takrir-i Sükûn 192 Talat (Paşa) 17,22,23, 36, 55,63,64,68,75,78,79, 80, 194 Tanrı Dan 252 Taşkent 227 Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası 185 Tevfık Paşa 77,78,79, 80, 82,157 Tevfik Rüştü 200 Timurlenk 180,238 Topal Hakkı Paşa 39,40 Toros Dağları 70, 75 Toynbee, Arnold XX Trablus 241 Trablusgarp 20,21,25,30, 33,216 Trakya 110, 145, 146, Tricoupis 138 Truman Doktrini 258 Tuna XV Tunus XII, XIX, 26 Turegle 28 Türkiye 9, 10,45,65,68, 75,77,78,79, 87,91,94, 96,103,107,108,109, 118, 132,135,148, 151, 153,154,162..168, 169, 170, 172, 174,175, 176, 177, 183, 184,191,192, 277



197,202,209,213,214, 226, -229, 232, 235, 239, 240, 243, 245, 247,253, 257,258, 260 T.C. XVIII T.B.M.M. 106, 113, 117, 119,157, 159 257 U Urfa 99 Uşak 138 Ü 3 ncü Kolordu 87 Üçüncü Ordu 15,21,22 Üçüncü Reich 248,257 Ürdün XIX, 70 Ürdün Nehri.73 ' Üsküdar 172 V Vahideddin 61,62,63,64, 65,66,67,68,77,80,81, 82, 99, 157, 158, 160, 161,191 Vatan 9, 10,11,12,13,14, 15, 193, 209 Van 57, 59, Vedata Locası 16 Venizelos 110, 118 Viyana XII, XV, 16,67, 198,223 ' 278



Voltaire 7 W Wangherıheim 24,25 Wilson 107, 109, 110 Wupperthal 253 Y Yakup Cemil 56 Yafa 13, 14, 70 Yalova 226, 235, 254 7nciOrdu 70,73 Yencke 214,215 Yeşil Ordu 114, 118 Yeni Zelanda 53 20 nci Kolordu 90 24 ncü Tümen 102 22 nci Kolordu 70, 73 Yugoslavya 243 Yunanistan XII, 6, 14, 20, 35,45, 110,243,258 Yunus Nadi 117, 118 Z Ziraat Mektebi 101, 112' Ziya Hurşit 195 Ziya Saffet 203 Zübeyde Hanım XIII, 1,2, 3,4,11,15,17,31,87, 133,177



ARDA TARİH ANI-DİZİSİ ANADOLU İNKILABI "Ayıcı Arifin Anılan" İBRAHİM TEMO'NUN ANILARI MAHMUT ŞEVKET PAŞA'NIN GÜNLÜĞÜ AHMET RIZA BEYİN ANILARI ANADOLU BAĞDAT DEMİRYOLLARI Dr. Murat ÖZYÜKSEL ANADOLU'DAKİ AMERİKA



'



Dr. Uygur KOCABAŞOĞLU DOĞMAYAN HÜRRİYET Hasan AMCA NİZAMİYE KAPISI VE YARIDA KALAN İHTİLAL Hasan AMCA PAŞA KAZIMİN SERÜVENLERİ KEMALİZM VE ÎS'LAM DÜNYASI İskender GÖKALP ve François GEORGEON MUSUL ve KERKÜK OLAYI Bülent DEMİRBAŞ KIRPINTI Fazıl AHMET LÜTFİ FİKRİ BEYİN GÜNLÜĞÜ KAMİL PAŞA'NIN ANILARI İTTİHAT TERAKKİ NE İDİ Leskovikli Mehmet RAUF



'



Sadrazam ve Harbiye Nazın NAZIM PAŞA'NIN ANILARI MEVLANZADE RIFAT'IN ANILARI İTTİHATÇILARIN GURBET MACERALARI Arif CEMİL BEDEVİ,



MAHMUT ŞEVKET PAŞA'nm GÜNLÜĞÜ



LAVRENS, ARAP, TÜRK Orhan ĞOLOĞLU ALİYE DİVANA HARB-İ ÖRFİSİ Dr. REŞİT BEY'İN HATIRALARI FİLİSTİN RİCATI MEHMET TEVFİK BEY'İN ANILARI 1-2 cilt TEŞKİLATI MAHSUSA Dr. P. STOÜDARD CEMİL ZEKİ'NİN ANILARI SEKSEN YILLIK HATIRALARIM .



Cemil



TOPUZLU SEYAHATNAME Şirvanlı Ahmet Hamdı Efendi BALKAN SAVAŞLARI Leon TROÇKİ BATI TRAKYA SORUNU Bülent DEMİRBAŞ BOZKURT H.CARMSTRONG HAYBER'DE TÜRK CENGİ Kuşçuba$ı EŞREF BEY.



ARDA



ARBA YAYINLARI TARIK ZAFER TUNAYA



TÜRKİYE'DE SİYASİ PARTİLER 1859 -1952



TIPKI



BASIM



ARDA