MAHMUT ESAT BOZKURT Anısına Armağan
 9789944234184 [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...

Table of contents :
İÇİNDEKİLER......Page 5
Av. Osman KUNTMAN*......Page 9
İstanbul Barosu Başkanı......Page 15
DEVRİM VE DEVRİMCİ HUKUK:......Page 21
1923 DEVRİMCİLERİ:......Page 22
ÇAĞDAŞ VE LAİK HUKUK SİSTEMİ:......Page 23
MAHMUT ESAT’IN KARAKTER YAPISI:......Page 24
İZMİR İKTİSAT KONGRESİ:......Page 25
MÜDDEİUMUMİ - CUMHURİTET SAVCISI:......Page 27
MAHMUT ESAT VE SOSYALİZM:......Page 28
ANKARA HUKUK OKULU:......Page 29
1924 ANAYASASI VE MAHMUT ESAT:......Page 30
SONUÇ VE GÖREV:......Page 31
Zeki ARIKAN......Page 33
Sonuç......Page 47
Anadolu’da Yeni Gün, 25 Mayıs 1922/1338, 879–501......Page 48
İzmir Mebusu Mahmut Esat......Page 51
Halkçılık Görüşüyle Tahlil......Page 52
İzmir Mebusu Mahmut Esat......Page 54
Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü......Page 55
Mesleki Temsil......Page 65
Karl Marks'ın Kapital’inin Türkçe'ye Çevrilmesi......Page 69
Mesai (İş) Kanunu......Page 71
Marx, Sosyalizm ve Komünizm......Page 72
Sermaye Sınıfının Tekel Oluşturması......Page 74
Sonuç......Page 78
Prof. Dr. Sina AKŞİN......Page 79
Medenî Kanun Devrimi......Page 80
Av. Osman KUNTMAN......Page 83
MAHMUT ESAT BOZKURT:......Page 85
"ETRÂK-İ BÎ İDRAK" NEDİR?......Page 86
2007 SAYILI KANUN NEDİR?......Page 89
NEREDEN NEREYE!......Page 90
Av. Hüseyin ÖZBEK*......Page 91
(Mahmut Esat Bozkurt’un kızı)......Page 99
Av. Muammer AYDIN......Page 103
ESBABI MUCİBE LÂYİHASI......Page 107
Mahmut Esat......Page 112
ADLİYE VEKİLİ MAHMUT ESAT BOZKURT'UN 1926 YILINDA YAZDIĞI MEDENİ KANUN GENEL GEREKÇESİ(ESBABI MUCİBE LÂYİHASI) GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİ1......Page 113
ATATÜRK'ÜN ADALET BAKANIMAHMUT ESAT BOZKURT’UN SÖYLEVİ1......Page 119
TÜRK MÜDAFAASI......Page 121
Fransa Cumhuriyeti Hükümeti ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti......Page 123
Karar Numarası 9......Page 156
Karar Numrosu: 9......Page 157
VAK'A......Page 162
HUKUKİ MAHİYET......Page 163
MADDE 6......Page 165
2......Page 166
3......Page 168
4......Page 171
Divan:......Page 178
Divan:......Page 179
Prof. Dr. Mahmut Esat BOZKURT......Page 181
ATATÜRK İHTİLALİ1......Page 184
Oscar Wilde Ne Diyor?......Page 185
Atatürk'ün Seyyit Beye Cevabı......Page 186
Hilafet İslamlar Arasında Birlik Sebebi Olamadı......Page 187
Ulusal Duygunun Düşüşü......Page 188
Naima Ne Diyor?......Page 189
Milli Türkülerde Milli Acı......Page 190
Abdülhak Hâmid Ne Diyor?......Page 191
Türk ve İnsanlık......Page 192
Hurafe ve Batılıların Devlet işlerine Tesiri......Page 193
Hilafetin Türklüğe Zararları......Page 194
İkinci Teşkilatı Esasiye Hazırlanırken......Page 195
Türklük ve Laiklik......Page 196
İslamda Din ile Dünya......Page 199
Fatimilerin İhaneti......Page 200
Bir İstatistik......Page 201
İnönü Ne Diyor?......Page 202
Müverrih Hüsameddin'in Bir Görüşü......Page 203
Neden İnkılapçıyız?......Page 204
Münafıklar......Page 205
Fikirlerin Hazırlanması......Page 206
Türk İhtilali......Page 207
Tanzimat ve Islahat Fermanı......Page 208
Son İhtilalin Başarı Sebepleri......Page 210
Makaleler......Page 213
Konferans ve Demeçler......Page 226
TBMM Konuşmaları*......Page 228
Av. Faruk EREM......Page 233
Mustafa EKMEKÇİ......Page 239
Tanzimat ve sonrası......Page 241
İleriye bakış......Page 242
(Aydın Barosu)......Page 243
(Aydın Barosu)......Page 247
Faruk NAFİZ......Page 249
Murat ÇINAR......Page 251
Mahmut Hıfzı NALBANDOĞLU......Page 253
Ali Agâh DINEL......Page 257
Anadolu Gazetesi 27/12/943......Page 259
Dr. K. Fikret ARIK......Page 261
Falih Rıfkı ATAY......Page 269
Fahri ECEVİT......Page 271
Ulus Gazetesi 23-12-943......Page 273
Eski Aydın Milletvekili......Page 275
06.01.2003......Page 277
Oktay AKBAL......Page 283
Türkiye Ekonomi Kur. Vak. Müd.......Page 285
Ya Mahmut Esat?......Page 289
Yeni bir işaret......Page 290
(Felsefe Öğretmeni, Hukukçu/Fethiye)......Page 293
LAİKLİĞİN SİMGESİ1......Page 297
“LAİKLİK ZORUNLULUKTUR”......Page 298
MİLLİ KUVVETLERDE MAHMUT ESAT......Page 301
BATI CEPHESİ NASIL KURULDU......Page 302
KONGRELER DÖNEMİ......Page 304
MAHMUT ESATIN **DOKTORA TEZİ......Page 306
MAHMUT ESAT'IN RUHUNDA VE KARAKTERİNDEKİ DERİN İZLER......Page 307
MAHMUT ESAT İLK KEZ MECLİS'TE......Page 309
BİRİNCİ TEŞKİLÂT-I ESASİYE KANUNU'NUN MÜZAKERESİNDE BAZI MÜNAKAŞALAR......Page 310
BİRİNCİ TEŞKİLÂTI ESASİYE KANUNU......Page 312
MEVADD-I ESASİYE (ESASLI MADDELER)......Page 313
DIŞİŞLERİ BAKANI BEKİR SAMİ BEY VE MAHMUT ESAT!......Page 314
MANDACILAR- BEKİR SAMİ'NİN SONU......Page 315
İSTİKLÂL MADALYASI VERİLMESİNE İLİŞKİN DÜZENLEME......Page 316
MAHMUT ESAT'A TEVCİH OLUNAN RÜTBE......Page 317
MAHMUT ESAT BAKAN OLUYOR......Page 319
İZMİR İKTİSAT KONGRESİ......Page 320
MAHMUT ESAT'IN İKTİSAT VEKİLLİĞİ GÖREVİNDEN AYRILMASI......Page 322
ATATÜRK'ün CUMHURİYET SAVCILARINA SESLENİŞİ, 9 Ekim 1925......Page 323
ADLİYE TEŞKİLÂTINDA DÜZENLEME - ATILIM......Page 326
TÜRK ADLİYESİ -- HÂKİM VE SAVCILARI—ÜZERİNE İsmet İnönü'nün Lozan'da en çok çektiği zahmet?......Page 328
MAHMUT ESAT'IN TÜRK ADLİYESİ HÂKİM VE SAVCILARI ÜZERİNE SÖYLEDİKLERİ......Page 329
DEVRİMİ YÜCELTEN HUKUK DEVRİMİ ANKARA ADLİYE HUKUK MEKTEBİ (ANKARA HUKUK FAKÜLTESİ)......Page 332
ATATÜRK'ÜN, ANKARA HUKUK MEKTEBİNE YAZDIĞI TELGRAF......Page 334
ATATÜRK'ÜN, AÇILIŞDAKİ TARİHİ SÖYLEVİ......Page 335
SÖYLEV ÜZERİNDE ANLATIM......Page 338
ADLİYE VEKİLİ MAHMUT ESAT'IN AÇILIŞTAKİ SÖYLEVİ......Page 339
5. İkinci Teşrin İlk Yıldönümü,......Page 341
İslam Hukukunu şöyle düşünüyordu :......Page 342
Hukuk Devrimi sırasında, Atatürk'ün Mahmut Esat Bozkurt'la Görüşmelerinden;......Page 343
Bunu da görmekte yarar vardır?......Page 345
ÖĞRETİM ÜYELERİ VE DERSLER......Page 346
FAKÜLTEYİ BİLFİİL KURUP GELİŞTİREN CEMİL BİLSEL *Öğretim üyesi, Devletler Umumi Hukuk Profesörü ve Reis Vekili*......Page 348
GİRİŞ......Page 350
LAİK DEVLET- LAİKLİK DİNSİZLİK DEĞİLDİR......Page 352
DEVRİMCİ (MAHMUT ESAT BOZKURT) VE TÜRK HUKUK DEVRİMİ......Page 354
Hukuk İnkılâbının Şekilleri Tartışması- Kestirme Yol......Page 355
Bu sözler, Mahmud'un bütün şahsiyetini belirtmiş oluyor.......Page 359
BU KANUNLAR NASIL HAZIRLANDIDEĞERLERİ, BOŞLUKLARI NEDİR?......Page 362
CEZA MEVZUATIMIZ VE MAHMUT ESAT BOZKURT......Page 368
CEZA HUKUKUNDA YENİ DÜZENLEME......Page 372
Değiştirilen ve Yürürlükten Kaldırılan Hükümler......Page 373
İCRA VE İFLÂS KANUNU......Page 374
GERÇEKLEŞTİRİLEN DİĞER DEVRİMLER......Page 375
ŞAPKA İKTİSASI HAKKINDA KANUNU......Page 376
TEKKELERİN, TÜRBELERİN ve ZAVİYELERİN KAPATILMASI......Page 377
ULUSLARARASI ZAMAN ÖLÇÜLERİNİN KABULÜ......Page 378
DENİZ TİCARETİMİZLE İLGİLİ YASAL DÜZENLEMELER......Page 379
866 SAYILI TİCARET KANUNUNUN SURETİ TATBİKİ HAKKİNDA KANUN......Page 380
KABOTAJ KANUNU......Page 381
EMLAK VE EYTAM BANKASI......Page 383
TÜRK HARFLERİNİN KABUL VE TATBİKİ HAKKINDA KANUN......Page 384
Kısım I......Page 386
MAHMUT ESAT BOZKURT'UN ADALET BAKANLIĞINDAN AYRILMASINA KADAR......Page 387
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU......Page 389
GENEL AF......Page 392
Devrimi Tökezletme Girişimleri......Page 393
Paris Büyükelçisi Fethi Bey'e verilen cevap......Page 395
MAHMUT ESAT ADALET BAKANLIĞINDAN AYRILIYOR......Page 397
LAİKLİK:......Page 401
HALKÇILIK:......Page 402
YÜREKLER ACISI (ÖLÜMÜNDEN ÖNCE YAZDIĞI SON MAKALESİ)......Page 403
KUŞADALI MAHMUT ESAT BOZKURT'A YÖNELİK SON DEĞERLENDİRME......Page 404
24 Temmuz 2007 Kuşadası......Page 405
FOTOĞRAFLAR......Page 407
ANKARA HUKUK FAKÜLTESİ’NE MAHMUT ESAT BOZKURT BÜSTÜNÜN KONULMASI......Page 418
KAYNAKÇA......Page 425

Citation preview

MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN (1892 - 1943)



2008



İSTANBUL BAROSU YAYINLARI İstiklal cd. Orhan Apaydın sk. Baro Han Beyoğlu - İstanbul Tel.: 0212 251 63 25 Faks: 0212 293 89 60 [email protected]



4



Genel Yayın Sıra No: 115 2008/07 ISBN: 978-9944-234-18-4



Yayına Hazırlayan: İstanbul Barosu Yayın Kurulu Baskı ve Cilt: Davutpaşa Cad. Emintaş Kazım Dinçol San. Sit. No: 81/21 Topkapı/İstanbul Düzenleme: Legal Yayıncılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Tel: (0216) 449 04 85-86 Faks: (0216) 449 04 87 www.legal.com.tr [email protected] Birinci Basım: Mart 2008



Bu kitap, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu’nun kararıyla 1000 adet basılmıştır.



İÇİNDEKİLER ARMAĞANA GİDEN YOL Av. Osman KUNTMAN .........................................................9 MAHMUT ESAT BOZKURT AYDINLIĞI Av. Kazım KOLCUOĞLU....................................................15



1. BÖLÜM ARMAĞAN İÇİN GÖNDERİLEN YAZILAR DEVRİMCİ VE ATATÜRKÇÜ MAHMUT ESAT BOZKURT Av. M. İskender ÖZTURANLI..............................................21 MAHMUT ESAT BOZKURT’A GÖRE OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN EKONOMİK VE SİYASAL ANLAMI Zeki ARIKAN.....................................................................33 MAHMUT ESAT BOZKURT'UN ULUSAL DİL VE KÜLTÜR ANLAYIŞI Yrd. Doç. Dr. Şaduman HALICI ..........................................55 MAHMUT ESAT BOZKURT VE SOL DÜŞÜNCE Yrd. Doç. Dr. Hakkı UYAR .................................................65 HUKUK DEVRİMÎNİN KAHRAMANLARINDAN MAHMUT ESAT BOZKURT Prof. Dr. Sina AKŞİN .........................................................79 TÜRKLÜĞÜ İLE ÖVÜNEN, VATANINI VE HALKINI YÜREKTEN SEVEN MAHMUT ESAT BOZKURT Av. Osman KUNTMAN .......................................................83 MAHMUT ESAT BOZKURT VE TÜRK’ÜN HUKUKU Av. Hüseyin ÖZBEK ..........................................................91 BABAM MAHMUT ESAT BOZKURT Gün BOZKURT TEKANT ....................................................99 O MAHMUT ESAT BOZKURT’TU Av. Muammer AYDIN....................................................... 103 4



3



3



2



2



1



1



789



4



İÇİNDEKİLER



6 2. BÖLÜM MAHMUT ESAT BOZKURT’UN YAZILARI



TÜRK KANUNU MEDENİSİ ÖNSÖZÜ.......................................... 107 ADLİYE VEKİLİ MAHMUT ESAT BOZKURT'UN 1926 YILINDA YAZDIĞI MEDENİ KANUN GENEL GEREKÇESİ (ESBABI MUCİBE LÂYİHASI) GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİ............ 113 ATATÜRK'ÜN ADALET BAKANI MAHMUT ESAT BOZKURT’UN SÖYLEVİ........................................................ 119 BOZKURT - LOTUS DAVASI - TÜRKİYE SAVUNMASI ADALET DİVANI KARARI ..................................................... 121 ATATÜRK İHTİLALİ .................................................................... 181 MAHMUT ESAT BOZKURT’UN YAYINLARI (ÖN LİSTE)................ 213



3. BÖLÜM MAHMUT ESAT BOZKURT HAKKINDAKİ YAZILARDAN SEÇMELER 50. YIL VE MAHMUT ESAT BOZKURT Av. Faruk EREM ............................................................. 233 HIRSIZLAR TESLİM OLUN! Mustafa EKMEKÇİ .......................................................... 239 KADINLARIMIZ VE MEDENİ KANUN Prof. Dr. Gülten KAZGAN................................................. 241 MAHMUT ESAT BOZKURT VE TÜRK KADINI Av. Nilgün ÖĞÜNÇLÜ....................................................... 243 ANADOLU İHTİLÂLİNİN MİLLİYETÇİSİ: MAHMUT ESAT BOZKURT Av. Mucize ÖZÜNAL ........................................................ 247 MAHMUT ESAT BOZKURT ÖLDÜ Faruk NAFİZ ................................................................... 249 M. ESAT BOZKURDUN ÖLÜMÜ VATAN MAHZUN, BİZ MAHZUN Murat ÇINAR................................................................... 251 MAHMUT ESAT BOZKURT Mahmut Hıfzı NALBANDOĞLU ......................................... 253 7



6



6



6



5



5



İÇİNDEKİLER



7



M. E. BOZKURT'UN TABUTUNUN ARKASINDAN GİDERKEN Ali Agâh DINEL ............................................................... 257 PROFESÖR MAHMUT ESAT BOZKURT VE BİR YABANCI GÖZÜ İLE TÜRK HUKUK DEVRİMİ Dr. K. Fikret ARIK .......................................................... 261 BİR DEVRİMCİNİN ÖLÜMÜ Falih Rıfkı ATAY ............................................................. 269 ÖLÜMÜ DOLAYISİYLE: MAHMUT ESAT BOZKURT Fahri ECEVİT.................................................................. 271 MAHMUT ESAT BOZKURT UNUTULMADI M. Kemal YILMAZ ........................................................... 275 9 EYLÜL ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ DEKANI PROF. DR. HAKAN PEKCANITEZ’İN KONUŞMASI ................ 277 BOZKURT’UN ÖNSÖZÜ NERDE? Oktay AKBAL .................................................................. 283 TÜRKİYE İKTİSAT KONGRESİ Prof. Dr. Erdinç TOKGÖZ ................................................ 285 MAHMUT ESAT KİM, OSMAN ŞİRİN KİM? Altemur KILIÇ ................................................................ 289 HANGİ TARİHLE BARIŞILACAK İbrahim TÜRKEŞ............................................................. 293 LAİKLİĞİN SİMGESİ ....................................................................... 297 SÖKE BÖLGESİNDE KUVÂ-YI MİLLİYE Mehmet AKZAMBAK....................................................... 301 NİÇİN MİLLİYETÇİYİM? Nail TOPAL ..................................................................... 401 8



8



8



9



9



1



1



1



1



FOTOĞRAFLAR.................................................................... 407 KAYNAKÇA .......................................................................... 425



ARMAĞANA GİDEN YOL.. Av. Osman KUNTMAN * İstanbul Barosu Yayın Kurulu Sayın Başkanlığına, ÖZÜ: Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşunda, Kuvâ-yi Milliye'den başlayarak milletvekili, bakan, yazar, öğretmen ve avukat sıfatlarıyla çok büyük hizmetleri geçen MAHMUT ESAT BOZKURT'a karşı çıkanların kötüniyetlerini sergilemek ve onu unutmadığımızı göstermek amacıyla MAHMUT ESAT BOZKURT ARMAĞANI yayınlanması önerisidir. 11 Şubat 2005 günlü Cumhuriyet gazetesinde "Geçmiş dönem sona eriyor" başlığı ile bir habere yer verilmişti. Yazının başında, Yargıtay Konferans Salonunda yapılan "Yeni Türk Ceza Yasası'nın Genel Hükümleri ve Yansımaları" panelinde Yargıtay Başkanvekili Osman Şirin'in bir konuşma yaptığı belirtildikten sonra, onun: "...Geçmiş dönemi sonlandırıyoruz ve yeni bir sayfa açıyoruz. Dönemine bir hukukçu olarak adını vermiş bulunan Mahmut Esat Bozkurt, bütün saygınlığıyla 79 yıl boyunca hükümranlığını sürdürdü. Bu ülkede büyük bir disiplin yarattı, şimdi yeni bir dönem, uygar dünyaya açılım adı altında başlıyor. Tam 50 gün sonra 1 Nisan 2005 tarihinde yeni bir ışık yakılacak. Bu ışık pratikte sizlerin ortaya koyacağı üstün gayretlerle artacak ". Dediği yazılıydı. 18 Şubat 2005 günlü Cumhuriyet gazetesinde çıkan "Köşk'ten Şirin'e laiklik mesajı" başlıklı yazıda ise: Cumhurbaşkanı Sezer'in Mahmut Esat Bozkurt'un yazdığı Medeni Yasa'nın gerekçelerinin günümüze ışık tuttuğuna işaret ettiği belirtilmiş; onun: " Atatürk devrimleri, onun ilkeleriyle birlikte, lâik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin ayakta kalmasını, gelişmesini sağlayan en önemli yapı taşlarıdır. Bu gün daha çok özgürlük istenebiliyorsa, Cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle örtüşen açılımlar tartışılabiliyorsa, bunun Atatürk devrimlerinin sağladığı özgürlükçü ortam sayesinde yapılabildiği unutulmamalıdır". Sözlerine yer verilmiştir. *



İstanbul Barosu Yayın Kurulu Üyesi.



10



Av Osman KUNTMAN



Mahmut Esat Bozkurt'a karşı davranışlar, hatta saldırılar, daha 1 Ocak 2002 günü yürürlüğe girmiş bulunan 22 Kasım 2001 günlü ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun Meclis görüşmeleri sırasında, 1926 tarihli 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi'nin Mahmut Esat Bozkurt tarafından kaleme alınmış mükemmel ESBABI MUCİBE LÂYIHASI'nın yeni Kanuna konulup konulmaması tartışmalarının yapıldığı sırada ortaya çıkmıştır. Sayın Av. İskender Özturanlı'nın, Cumhuriyet gazetesinin 10 Ocak 2002 günlü sayısında yayınlanan "1923 Devrimcileri ve Yurttaşlar Yasası" başlıklı yazısında belirttiği üzere: " 24 ve 25 Ekim 2001 tarihlerindeki Meclis çalışmalarında genel gerekçe, komisyondan ve Adalet Bakanlığından geldiği biçimiyle kabul edilmiştir. Topu topu üç sayfadan oluşan Mahmut Esat'ın gerekçesinin yarısından çoğu çıkarılıp atılmış, Türk devriminin gerekçesi kuşa benzetilmiştir. Bundan üç beş yıl önce tasarıyı hazırlamakta olan komisyona zamanın Adalet Bakanı tarafından "1926 gerekçesindeki dinle ilgili kısımların çıkarılması" buyruğunun verildiğini bilmeyen yoktur... Türk devriminin aydınlığını bir türlü anlamayan ve anlamak istemeyen bu çarpık düşünceliler, ne yazık ki bu kadarla da yetinmeyerek Meclis kürsüsünden 'geri zekâlı' ve 'aşağılık' deyimlerini de kullanmaktan çekinmemişlerdir...". Acaba, Adalet Bakanlığınca düzenlenen ve Bakanlar Kurulunun 20 Aralık 1925 günlü toplantısında görüşülüp Büyük Millet Meclisi Başkanlığına takdim edilen TÜRK KANUNU MEDENİSI LAYİHASI'nın ESBABI MUCİBE LAYİHASINDA Mahmut Esat Bozkurt, Adalet Bakanı sıfatıyla ne demişti? "...Hali hazırda Türkiye Cumhuriyetinin müdevven bir Kanunu Medenisi yoktur. Yalnız, akitlerin küçük bir kısmına temas edebilen Mecelle vardır. 1851 maddedir. 8 Muharrem 1286 tarihinde yazılmağa başlanmış ve 26 Şaban l293 tarihinde ikmal edilerek mevkii mer'iyete vaz olunmuştur. Denilebilir ki; bu kanunun ihtiyacı hazıraya tevafuk eden(uyan) ancak 300 maddesidir. Mütebakisi memleketimizin ihtiyacını ifade edemiyecek kadar iptidai bir takım kaidelerden ibaret olduğundan tatbik edilmemektedir. Mecellenin kaidesi ve ana hatları, dindir. Halbuki, hayatı beşer, hergün hattâ her ân esaslı tahavvüllere maruzdur. Bunun tahavvüllerini, yürüyüşünü hiç bir zaman bir nokta tarafından tesbit etmek ve durdurmak mümkün değildir. Kanunları dine müstenit olan devletler kısa bir zaman sonra memleketin ve milletin mutalebelerini tatmin edemezler. Çünkü dinler, lâyetegayyer (değişmez) hükümler ifade ederler. Hayat yürür; ihtiyacat sür'atle değişir, din kanunları, mutlaka ilerleyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir kıymet, bir manâ ifade edemezler. Değişmemek, dinler için bir zarurettir. Bu itibarla dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması, asrı hazır medeniyetinin esasatından ve eski medeni-



ARMAĞANA GİDEN YOL



11



yetle yeni medeniyetin en mühim farikalarından (başkalıklarından) birisidir. Esaslarını dinden alan kanunlar tatbik edilmekte oldukları camiaları nazil oldukları (indikleri) iptidai devirlere bağlarlar ve terakkiyata (ilerlemeye) mâni belli başlı müessir ve âmiller sırasında bulunurlar. Türk milletinin mukadderatını asrı hâzır içinde dahi Kurunu Vusta (orta çağ) ahkâm ve kavaidine raptetmekte, dini layetegayyer ahkâmından mülhem olan ve ulûhiyetle daimi temas hâlinde bulunan kanunlarımızın en kuvvetli müessir olduklarına şüphe edilmemelidir...". Dinlerin değişmeyen hükümler ifade ettiğini, esaslarını dinden alan kanunların, uygulandığı toplumları indiklari ilkel devirlere bağlayarak ilerlemeye engel olduklarını söylemek yanlış mıdır? Dinlerin sadece (vicdan işi olarak kalmasını) istemek doğru değil midir? Yargıtay Başkanvekili Osman Şirin'in "1.Nisan.2005 tarihinde yeni bir ışık yakılacak..." diye övündüğü 26 Eylül 2004 günlü ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununa gelince... Yargıtay Başkanı Osman Arslan, konuyla ilgili olarak: " Yeni TCY'de eksiklikler ve yanlışlıklar vardır. 2 aylık sürede de yeni bir çalışma başlattık, aciliyeti olan konuları tespit edip Adalet Bakanlığına sunacağız...". Demiştir. (Cumhuriyet gazetesi, 8 Nisan 2005) Yargıtay Başkanı Osman Arslan'ın bu açıklamasından önce, 31 Mart 2005 günlü ve 25772 mükerrer sayılı R.G.tede yayınlanan 31 Mart 2005 günlü ve 5328 sayılı Kanunla; daha yürürlüğe girmemiş bulunan 5237 sayılı TCK'nın (59, 62, 85, 86, 87, 88, 90, 116, 235)'inci maddeleri hükümleri değiştirilmiş; TCK'nın, CMK'nın ve Kabahatler Kanununun (1 Nisan 2005) olan yürürlük tarihleri (1 Hazira'n 2005) olarak değiştirilmiştir. Gene, 29 Haziran 2005 günlü ve 5377 sayılı Türk Ceza Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 5237 sayılı T.C.K.nun (4, 7, 13 30, 31, 43, 61, 66, 82, 84, 87, 103, 105, 107, 125, 145, 150, 155, 158, 168, 184, 188, 190, 191, 218, 221, 245, 252, 263, 268, 269, 288, 292, 293, 299, 302, 304 ve 305)inci maddelerinde -kimileri çok önemli-değişiklikler yapılmıştır. Gene, 19 Aralık 2006 günlü ve 26381 sayılı R.G.tede yayınlanan 6 Aralık 2006 günlü ve 556O sayılı "Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunla. 5237 sayılı TCK'nın (61, 73, 80, 87, 89, 142, 191, 221, 227, 234 ve 245'inci) maddelerinde: 5252 sayılı 'Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun'un (4, 5 ve 6. maddelerinde değişiklik yapılmış; aynı Kanunun Geçici 1. maddesinde yer alan: "31 Aralık 2006" ibaresi "31 Aralık 2008" olarak değiştirilmiş; keza 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun (6, 100, 102, 109, 146, 150, 171, 231, 253, 254, 309 ve 325)inci maddelerinde -kimileri çok önemli- değişiklikler yapılmıştır.



12



Av Osman KUNTMAN



Yukarıdaki açıklamalar, "1 Nisan 2005 tarihinde yeni bir ışık yakılacak" diyenlerle, kanunları yapmakla görevli-yükümlü Yasama Organının ne duruma düştüklerini göstermektedir. Daha gerilere gittiğimizde, Sayın Ercan Dolapçı, Mahmut Esat Bozkurt'un ölümünün 60. yıldönümünü anmak amacıyla 21 Aralık 2003 günlü ve 857 sayılı Aydınlık Dergisinde yayınlanan yazısında: "...Devrimin ideoloğu olan Bozkurt'un Türk Devrim Tarihi'nde önemli bir yeri vardır. O'nu anmanın ayrı bir anlamı vardır. Bozkurt'u atlayarak Türk Devrimi'ni anlayamazsınız. Öylesine önemli bir isimdir Bozkurt... Kimilerine göre o devrimin 'ideologu' kimilerine göre 'bir yanardağ'. İşte böylesi bir insandı Bozkurt.. Bizzat halka da inerek onlara da devrimi anlatır. İşte bu çerçevede İzmir Hakevinde 25 Şubat 1939 yılında verdiği konferanstan bazı satırlar. Bu konuşma gerçekten Türk Devrimini anlatan bir içerik taşır. Bozkurt'un fikirlerinin ne kadar sağlam bir ayağa dayandığını görürsünüz. "Türk ulusunun inaniyle büyük ihtilali yapan, Büyük partinin prensiplerinden birisi de biliyorum ki (Milliyetçiliktir) ...Ben diyebilirim ki Türk olmasaydım kendimi dünyanın en bahtsız adamı sayardım...". Demektedir. Vefa duygusunun bir sonucu olarak Mahmut Esat Bozkurt için Ankara Barosunca düzenlenen panelde konuşan Başkan Vedat Ahsen Coşar şunları söylemiştir: "Gerek Medeni Yasanın gerekse Cumhuriyetimizin ve hukukumuzun çağdaş ve laik anlayışına göre yapılanmasında hiçbir halkın geriye gitme hakkı yoktur diyen ve topluma hukuk bağlamında önder olan eşsiz bir insan vardır. Vefa duygusu nasıl erdemli insanların bir özelliği ve niteliği ise erdemli toplumların da vefalı olma zorunluluğu vardır. İşte bu gün hepimizi buraya toplayan duygu vefa duygusudur ve Mahmut Esat Bozkurt'a vefa borcu duymuyanlara karşı erdemli insanların protestosudur. Büyük devrimci Mahmut Esat Bozkurt’tan ödünç alarak sözlerimi tamamlamak istiyorum. "Biz tarihle beraber tarihin gerçekleriyle beraber yürüyoruz, biz gerçekçiyiz, nereye kadar gideceğiz ve nerede duracağız, tarih nerede durursa orada, fakat tarih durmayacaktır, çünkü durmak ölmek demektir hayat ise ilerlemedir". Hepinizi saygıyla selamlıyorum ". Panele katılanlardan Av. Veli Devecioğlu'nun, Mahmut Esat Bozkurt 'u ilk önce nerede tanıdığını açıklayan konuşması, bu büyük insanın (hakların korunmasıyla ilgili konularda) ne kadar hassas ve vicdan sahibi olduğunu gösterdiğinden, değinmeden geçemiyeceğiz.



ARMAĞANA GİDEN YOL



13



Sayın Devecioğlu, 1960 yılında Hukuk Fakültesini bitirip Adalet Bakanlığına başvurduğunu, kur’a çekimi sonunda belirlenen Gümüşhane'nin Torul İlçesi C. Savcılığı görevine başlamak üzere 31 Ağustos 1960 günü ilçeye gittiğini açıkladıktan sonraki olayları şöyle anlatıyor: " Ben makam koltuğuna oturdum ve hemen Abdullah Tuncer'in kitabını açtım. Baktım kitabın baş tarafında, Mahmut Esat Bozkurt'un savcılara genelgesi var. Nasıl heyecanlandım, başladım okumaya, içinizde bilemiyenleriniz olabilir. Ben isterseniz kısaca bir tekrar edeyim. "Cumhuriyetin Savcıları: Meriç kıyısında çalışan Türk köylüsünün, sabanını kaybetmiş Türk köylüsünün ve bu vatanda en küçük bir haksızlığa maruz olan insalarımızdan, Bingöl dağlarının kuytularında, ıssız kuytularında nafakasını bekleyen öksüzlere kadar herkesin herkesin göz yaşından siz sorumlusunuz!". Şimdi düşünebiliyormusunuz. Bingöl dağların ıssız kuytularında yaşayan öksüzlerin göz yaşlarından ben sorumluymuşum. İşte bunu okur okumaz gözlerimden yaşlar boşandı. Birden aklıma geldi ki, kapı açık ben de orada savcıyım. Hemen kalktım, kapıyı kapattım ve kilitledim. Biraz sonra kendime gelince gözlerimin yaşını sildim. Tekrar açtım, işte Mahmut Esat Bey'i o büyük hukukçuyu, o idealist insanı, o gerçekten herkesin hayranlık duyması gereken dürüstlükte büyük kahramanı, ben işte ilk kez böyle tanıdım. Aradan kırk beş yıl gibi, bir ömür sayılabilecek kadar uzun zaman geçti. Ama hâlâ o ânı hiç unutamam...". Mahmut Esat Bozkurt'un Cumhuriyet Savcılarına genelgesi, panel tutanağında kısmen yanlış yer aldığından, doğrusu, gene Devecioğlu'nun Cumhuriyet gazetesinin 24 Ağustos 2000 günlü sayısında çıkan bir yazısında yazdığı gibi: "Cumhuriyet Savcıları! Meriç kıyılarında çalışan Türk köylüsünün kaybolan sapanından tutunuz da, bu vatanda yaşayanların uğrayacağı en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında bekleyen öksüzlerin göz yaşlarından siz sorumlusunuz". şeklindedir. SONUÇ: 21 Aralık 1943 günü yaşamını yitiren ve 2000'li yıllarda haksız ve çirkin saldırılara uğrayan büyük insan Mahmut Esat Bozkurt'un aziz hatırasını anmak üzere, MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA bir kitap yayınlanmasını Kurulumuzun takdirlerine sunuyorum. Saygılarımla.



MAHMUT ESAT BOZKURT AYDINLIĞI Av. Kazım KOLCUOĞLU İstanbul Barosu Başkanı Cumhuriyet Savcıları Meriç kıyılarında çalışan Türk köylüsünün kaybolan sapanlarından tutunuzda, bu yurtta yaşayanların uğrayacakları en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından siz sorumlusunuz! Mahmut Esat BOZKURT 1. Dönem Adalet Bakanı



Her devrim, kendi kuşağını yaratır. Doğaldır ki, kendi yönetim kadrosunu da. Böylece liderin çevresinde kadroyu oluşturan yöneticiler sayesinde, devrimler tabana yayılır ve geniş halk kitlelerince özümsenir. Liderin geniş görüşlülüğü ve devrim kadrolarının anlayışı çerçevesinde girişilen özverili çaba sayesinde halk, devrime bağlanır. Yapılan köklü reformlar ve getirilen yeni kurumlar halk nezdinde itibar görür. Kemalist devrimin gerçekleşmesinde Mustafa Kemal Atatürk'ün dehası önde gelir. O'nun sayesindedir ki, asırlardır imparatorlukla yönetilen, padişahın dudaklarından çıkan bir çift sözle insanlara hükmettiği bu topraklara, Cumhuriyet yönetim şekli olarak yerleşmiş, "akıl dinden, bilim inançtan sıyrılarak" laiklik devlet yönetimince temel ilke olarak benimsenmiştir. Kuşkusuz laikliğin yerleşmesi hiç de kolay olmamıştır. Atatürk'ün ve yakın çevresinin başından beri aklında olan "laiklik," ilk anayasada yer alamamış, toplumun alışma süreci düşünülerek bir süre beklenilmiştir. Cumhuriyet'in ilanından beş yıl sonra yani 1928 yılında Anayasa'dan, devletin dini bölümü çıkarılmıştır. Laiklik sözcüğünün Anayasa'ya girmesi daha sonralara, 1937 yılına denk gelir. Kılık kıyafetten toplumsal düzene dek laikliğin gerekleri toplumca her alanda hissedilmeye başlanmış ve küçük bir azınlık dışında toplumda geniş kabul görmüştür. Cumhuriyet'i kuranların en önemsedikleri konu hukukta laikliğin biran önce gerçekleşmesiydi.



16



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Bilindiği gibi Osmanlı'da Mecelle uygulanıyordu. Kadının tanıklığı geri plandaydı. Mirasta erkek bir pay alıyorsa, kadın bunun yarısını alabiliyordu. Erkeğin boşanma hakkı vardı. Hatta tek sözcükle "Boşol" diyerek bu hakkını kullanıyordu. Bunu yaptığı zaman kimse erkeğin yakasına yapışamıyor, başta onca yıllık karısı olmak üzere hiç kimse erkeğe bu hareketinin hesabını soramıyordu. Kadın, şeriat hukukunun bir gereği olarak bir başına ya babasının evine dönüyordu, ya da kelimenin tam anlamıyla ortada kalıyordu. Laikliğin toplum nazarında benimsendiğinin en önemli kanıtı, Cumhuriyetle gelen Medeni Yasanın kabulüydü. Cumhuriyet aydınlanması, hukuk devrimi ve nihayet Türk Medeni Yasası denince akla ilkin Atatürk gelir. Sonra da Bozkurt!.. Peki, kimdi bu Bozkurt?.. 1912 yılında İstanbul Hukuk Mektebi'nden mezun olan Bozkurt, İsviçre'de Kapitülasyonlar üzerine yazdığı tezle hukuk doktoru olur. 1919'da İsviçre'nin Lozan kentinde kurulan Türk Talebe Cemiyeti'nin başkanlığına seçilen Mahmut Esat Bey, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinden sonra Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere yurda döner ve Kuşadası'nda Kuvayi Milliye'yi kurarak Kurtuluş savaşında aktif olarak yer alır. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, mecliste milletvekili olur ve fikrinde her zaman var olan hukuk devrimini gerçekleştirmek için eşsiz bir çabaya girişir. Daha sonra yeni kurulmuş Cumhuriyet'in uluslararası yargıya taşınan Bozkurt-Lotus davasında Türkiye Cumhuriyeti'ni M. Esat Bozkurt adında genç bir Adalet Bakanı temsil eder. Bozkurt bizzat kendisi tarafından hazırlanan savunma sayesinde bu davayı kazanır. Ve Mustafa Kemal Atatürk tarafından kendisine bu davada geçen geminin adı olan Bozkurt, soyadı olarak verilir. Bozkurt'un önemli başarısı kuşkusuz ki bu kadarla sınırlı değildir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi şer'i hukuk kurallarından oluşturulmuş Mecelle yerine, İsviçre'den alınan Türk Medeni Yasası'nın Türk Hukuk sistemine uydurulması da onun özverili çabalarıyla gerçekleşir. Onun Türk Medeni Yasasının önsözüne yazdığı metin, yalnızca Atatürk devrimlerinin kuramsal özünü oluşturmaz aynı zamanda laikliğin gerekliliğini de vurgular. Önsözde yer alan cümlelerden bir kısmına burada yer vermek yazının amacına ulaşması bakımından kaçınılmazdır: "Gelenek ve göreneklere kesin olarak bağlı kalmak davası, insanlığın en ilkel durumundan bir adım dahi ileri götüremeyecek kadar tehlikeli bir kuramdır. Hiçbir uygar ulus böyle bir inanç çevresinde kalmamış ve yaşamın gereklerine uygun hareketle zaman zaman kendini bağlayan gelenek ve görenekleri yıkmakta duraklamamıştır. (...) Türk Medeni Yasası'nın Türkiye Cumhuriyeti'nde uygulama ortamı bulamayacağı düşüncesi sakattır. Bu tez, Türk Ulusunun uygarlık yeteneğine sahip bulunmadığını belirten bir mantık dizisine varılmasıyla sonuçlanabilir. Halbuki olayların gerçeği, durum ve tarih bu iddi-



MAHMUT ESAT BOZKURT AYDINLIĞI • Av. Kazım Kolcuoğlu



17



anın tamamen tersidir. Türk yenileşme tarihi tanık tutularak denilebilir ki, Türk Ulusu yüzyılımızın gereklerine uygun olarak vücuda getirilen kabul edilebilir ve sağlam ve akıl ve zekâ ile yoğrulmuş yeniliklerden hiçbirine karşı çıkmamıştır." 17 Şubat 1926'da oybirliği ile kabul edilen Medeni Yasanın mimarı olan Bozkurt, yasanın altı ay gibi kısa bir süre sonra kesin olarak uygulanmasını ısrarlı talepleriyle kabul ettirmiştir. Bu sürenin çok kısa olduğunu ileri süren ve İsviçre'de bile 4 yıllık geçiş döneminin öngörüldüğünü dine dayalı hukuk sisteminin kolay kolay değiştirilmeyeceğini öne sürenlere karşı da Türk Hukukçularına güvendiğini ve bu güven ve inançla altı aylık sürenin yeterli olacağını bildirmiştir. Medeni yasayı sırasıyla, diğer temel yasalar izlemiştir. Yusuf Ziya Ortaç, onun için İsviçre dağlarından Anadolu dağlarına silah omuzda koşan hukuk doktoru diyerek tanımlamakta, ve vatan hududundan fikir hududuna dek her cephede dövüşe dövüşe elinde kalemle yaşama veda ettiğini vurgulamıştır. Bozkurt'un üzerinde durduğu çağdaşlık konusunun ne derece önemli olduğu günümüzde yaşanan kimi olaylardan açıkça görünmektedir. Bu altın değerindeki satırlar, bugün de geçerliliğini korur. Ancak günümüzde Cumhuriyet Aydınlanmasından rahatsız olan çevrelerin homurtularını da duymazlıktan gelemeyiz. Aydınlanma devrimini gerçekleştirenler bugünkü manzarayı görseler ne düşünürlerdi acaba? Kadınların mecellede adı yoktu. Türk kadını, haklarına Türk Medeni Yasası sayesinde kavuştu. Mirastan eşit pay aldılar. Mahkemelerde tanıklıkları erkeklerle aynı seviyeye geldi. Dahası, kadınlar eskiden tanık olarak bile itibar görmedikleri mahkemelere Atatürk Devrimiyle birlikte yargıç olarak atandılar. Şimdi kimi kadınlar, erkek baskısına boyun eğerek, başlarını örtüyorlar ve bunu topluma dayatarak üniversitelerde okuma haklarından vazgeçiyorlar, işin acı olan tarafı, yüz yıl önce kız öğrenciler, Osmanlı'da okullara gönderilmiyorlardı. Oysa Mahmut Esat Bozkurt, çağdaşlık ve gelişimin önemini, "Çağdaş uygarlığı almak ve benimsemek kararıyla yürüyen Türk Ulusu, çağdaş uygarlığı kendisine değil, kendisi çağdaş uygarlığın gereklerine her neye mal olursa olsun ayak uydurmak zorundadır" diyerek, ortaya koymuştu. Baro Yönetim Kurulu olarak bu büyük hukuk ve aydınlanma savaşçısı adına, bir hukuk ödülü verilmesini de kararlaştırdık. Aldığımız kararla, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu, laik hukuk devrimimizin mimarlarından, seçkin hukukçu Mahmut Esat Bozkurt adına, her yıl hukukun üstünlüğünü Cumhuriyetin kazanımlarını, çağdaşlaşmayı savunan bu alanda önemli çalışmalar yapan bir hukukçuya Mahmut Esat Bozkurt Hukuk ödülü verilmesini kararlaştırdı, İstanbul Barosu olarak, Cumhuriyetin ve çağdaşlığın çerçevesini oluşturduğu laik, çağdaş hu-



18



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



kuk düzenini, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, laik demokratik cumhuriyeti Mahmut Esat Bozkurt'un devrimci anlayışı çizgisinde sürdürüleceğini bir kez daha açıklamak istediğimiz belirttik. Laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti varlığını sürdürdüğü sürece Mahmut Esat Bozkurt adı ve adına verdiğimiz ödül de sürecektir. Bozkurt adına hazırlanan bu değerli eser için kaleme aldığım yazıma son vermeden önce, Baromuzun Cumhuriyet dönemi başkanlarından Halil Hilmi Bey'in, 1929 yılındaki baro kuruluş yıldönümünde söylediği sözlere de vurgu yapmak istiyorum: "Memleketimizde avukatlığın bir meslek halinde teşekkülü, tarihi eski değildir. Bu tarih, 1292 1876 dan başlarsa da Cumhuriyet devrine gelinceye dek mesleğimiz hiçbir zaman seyri tekamülünü takip edememiştir. Kuruluşunu kutladığımız Baromuz, bugünkü varlığını ve mevcudiyetini ancak Cumhuriyet devriyle kazanabilmiştir." Halil Hilmi Bey'in sözlerine yansıyan konu, laik hukuk devriminin önemini ortaya koyar. Bir Hukuk Kurumu olarak İstanbul Barosu, dün olduğu gibi bugün de hukuk devrimini gerçekleştiren Kemalist devrimin aydınlanma savaşçılarına, olan minnettarlığını sonsuza dek sürdürecektir.



1. BÖLÜM



ARMAĞAN İÇİN GÖNDERİLEN YAZILAR



DEVRİMCİ ve ATATÜRKÇÜ MAHMUT ESAT BOZKURT Av. M. İskender ÖZTURANLI



1



Bugüne değin dünyamız dört hukuk sistemiyle karşılaşmıştır. Günümüzde de bu sistemler yürürlüktedir. 1) Anglosakson hukuk sistemi 2) Roma-Germen hukuk sistemi 3) Hıristiyan hukuk sistemi 4) İslam hukuk sistemi. Bunlardan ilk ikisi akla ve bilime, öteki ikisiyse din kurallarına dayanan sistemlerdir. Osmanlı İmparatorluğu kurulduğu günden beri İslam hukuk sistemini benimseyen ve bu sistemi uygulayan bir devlettir. Ancak Atatürk devrimiyledir ki bu sistem terkedilmiş, Roma-Germen sistemine dönülmüştür. İsviçre Yurttaşlar Yasası örnek alınarak çağdaşlığın özü yakalanmıştır. Hiç kuşkusuz bu, hukuk alanında yapılan büyük bir devrimdir.



DEVRİM VE DEVRİMCİ HUKUK: Devrim, bir düşüncede, bir sistemde ufak tefek değişiklikler yapmak değil, bir düşünceyi bir sistemi bırakıp başka bir düşünceye, başka bir sisteme geçmektir. İşte Türk hukuk devrimiyle bu yapılmış, yeni bir düşünceye, yeni bir sisteme geçilmiştir. Türk ulusu yeni bir hukuk sistemine kavuşmuştur. Roma hukuku denilince aklımıza gelen kişi Justinianus’tur. Justinianus, o güne kadar bölük pörçük olan Roma hukukunu, bilimsel bir yarkurul oluşturarak düzene sokmuş, bu suretle dünyaya bir hukuk sistemi bağışlamıştır. Bu kurallar bütününe de Codex Justinianus adı verilmiştir. Fransız Yurttaşlar Yasası denilince akla gelen Napolyon Bonapart’tır. Napolyon da bir yarkurul oluşturarak bir taslak hazırlatmış, tüm ağırlığını kullanarak bu taslağı tasarı haline dönüştürmüş ve Meclis’ten geçirerek Fransa’ya bir Yurttaşlar Yasası armağan etmiştir. Code Civile adı verilen bu düzenlemeye Code Napolyon da denilmektedir. Türk Yurttaşlar Yasası denince de, önce büyük devlet adamı Atatürk, sonra da onun Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt akla gelir. Mahmut Esat, bu konuda ilhamını büyük dev-



1



İzmir Barosu Eski Başkanı.



22



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



rimciden aldığını söylemiştir. Hiç kuşkusuz büyük devrimci dediği Atatürk’tür.



ÇAĞDAŞLAŞMA GİRİŞİMLERİ: Yurdumuzda batılılaşma ve çağdaşlaşma girişimleri, Tanzimat’la birlikte gelmiştir. 1839 Tanzimat Fermanı ile kişisel haklar benimsenmiş, Batı kurallarına geçiş dönemi başlamıştır. Eldeki yasaların toplumu yönetmeye yetişmeyeceğini gören Tanzimatçılar, yeni yasalar yapmışlar, bu yasaların yanında yeni okullar da açmışlardır. Bu okullar arasında Mühendishane, Tıbbiye, Mülkiye ve Hukuk okulları sayılabilir. Ne var ki bu arada eski medreseler de yaşatılmıştır. Bu suretle “Mektep - Medrese” ikiliği doğmuştur. Eğitim, ilmiye sınıfının tekelindedir. Bu düalist, ikici görüş, adalete de yansımıştır. Şer’iye mahkemelerinin yanında Nizamiye mahkemeleri kurulmuştur. Şer’iye mahkemeleri dinin, Nizamiye mahkemeleri devletin mahkemeleridir. Aynı zamanda çıkarılan yeni yasaların şeriata uygun olması gerekmektedir. Şeriata uygun olmayan bir yasanın yürürlüğe girmesi olanaksızdır. Devlet, siyaset, eğitim ve hukuk, teokrasinin egemenliği altındadır. Kültür ve uygarlık sorunu da bu düalist görüş açısından ele alınmıştır. Tanzimatçılar, “kültür bizde var” demişlerdir,“kültürü dışardan alamayız.” Kültürden anladıkları, ahlak, hukuk, din ve dil gibi manevi değerlerdir. Uygarlığı ise “bilim ve teknoloji” biçiminde algılamışlardır. Bu yaklaşımla uygarlığın dışardan alınabileceği, ama kültürün alınamayacağı sonucuna varmışlardır. İkinci Meşrutiyet döneminde de bu düalist görüş benimsenmiştir. Ziya Gökalp, “maddi medeniyet – manevi medeniyet” diye ikiye ayırmıştır konuyu. Hars dediği kültür manevi, medeniyet dediği uygarlık ise maddi bir değerdir. Kültür, ulusal bir kavram, uygarlık uluslararası bir kavramdır. Bu suretle Gökalp de Tanzimatçılar gibi kültürün dışardan alınamayacağı, uygarlığın alınabileceği kanısındadır.



1923 DEVRİMCİLERİ: 1923 devrimcileri bu düalist görüşü aşmak için büyük çaba harcamışlardır. Örneğin, yazı devrimi sırasında, yazının bir kültür sorunu mu, bir uygarlık sorunu mu olduğu tartışması çıkmıştır ortaya. O zamanın Türkçüleri, Arap yazısının terk edilmesini istemelerine karşın, yazının bir kültür sorunu olduğunu savlayarak, Uygur ya da Orhon yazısının benimsenmesinde direnmişlerdir. Ne var ki Atatürk’e karşın yazının bir kültür sorunu olduğunu kanıtlayamamışlardır. Hukuk alanında da aynı güçlüklerle karşılaşılmıştır. Cumhuriyetten sonra bir Yurttaşlar Yasası çıkarılması düşünülmüştür. Adalet bakanı Seyit beyin başkanlığında bir yarkurul oluşturulmuştur. Bu yarkurul, “hukuk bir kütür işidir” ilkesinden hareketle, bir kısım



DEVRİMCİ VE ATATÜRKÇÜ BOZKURT • İ. Özturanlı



23



Hanefi, Maliki ve Hambeli fıkıh kurallarının karışımı bir taslak hazırlamıştır. Bu taslak, eski dinsel kökenli Mecelleden de geridedir. Aynı zamanda yarkurul, taslağın bazı maddelerini Fransa’dan, Almanya’dan, bazı kısımlarını da Mecelleden ve şeriat hukukundan almıştır. Bu nedenle maddeler arasında bir uyum da yoktur. Kadın – Erkek eşitsizliğini koruduğu gibi, çok kadınla evlenmeyi de olağan saymıştır. İşte o zaman Atatürk ve Türk devrimcileri, “kültür ve uygarlık kafalarımızda ayrılsa bile, değişmekte olan bir toplumun sorunlarında birbirinden ayrı, birbirine karşıt olamaz. Çünkü böyle bir ayrım, toplumun değişmesini durdurur” demişler ve kültürle uygarlığın birbirinden ayrılamayacağını belirtmişlerdir. Atatürk, şöyle noktalamıştır sorunu: “Kültür dediğimiz zaman” demiştir, “bir insan topluluğunun devlet yaşamında, düşünsel ve ekonomik yaşamda yapabileceği şeylerin bileşkesini anlıyoruz ki uygarlık da bundan başka bir şey değildir.”



ÇAĞDAŞ VE LAİK HUKUK SİSTEMİ: Mahmut Esat o günlerde konuyu şöyle getirmiştir gündeme: “Çağdaş uygarlık bir küldür. Ya aynen alınır, ya alınmaz. Hiçbir değişikliğe tahammülü yoktur. Ve uygarlığın vatanı da yoktur. Her yere ya aynen girer ya da girmez” Ortaya konulan taslağı “Babil Kulesi” ne benzetmiş ve bu durumu şöyle açıklamıştır: “İsviçre Medeni kanununu yorumlayan redingotlu Curti’nin başına silindir şapka yerine yeşil sarık sararak kıyafetinin üst tarafı olduğu gibi bırakılmış, yine İmam Hanefi’nin yeşil sarığı çıkarılarak başına silindir şapka giydirilmişti... Evlenme boşanma faslında çok evlilik yasaklanamamış... Moral ve kamu düzeni göz önünde tutulmamış... İş bu kadarla da kalmamıştı. Medeni Kanun Taslağı Hıristiyanlar için ayrı, Museviler için ayrı kurallar getiriyordu. Şu halde Türk hakimi, karşısında Müslüman görünce molla, Hıristiyan görünce papaz, Yahudi görünce haham olacaktı.” Bu nedenle Atatürk’ün görüşü de alınarak kurul çalışmalarına son verilmiştir. Bunun sonucunda İsviçre Yurttaşlar Yasası modeline dönülmüş, çağdaş, uygar ve laik bir yasaya kavuşmuştur toplumumuz. Bu düşünce dizgesinden hukuk ve adalet birliği doğmuş, en önemlisi eğitim ve öğretim birliği gerçekleşmiştir. Mektep -medrese ikiliği ortadan kalkmıştır. Dışardan yasa alınmasının sakıncalarını ileri sürenlere Atatürk şu çarpıcı yanıtı vermiştir: “Dünyanın tüm uygar devletlerinin medeni kanunları hemen hemen birbirine pek yakındır. Bizim milletimizin ve hükümetimizin adalet düşüncesi hiçbir uygar toplumdan aşağı değildir. Belki tarih bu noktada yüksek olduğumuza tanıklık eder. Bu nedenle hukuki mevzuatımızın uygar devletlerin kanunlarından noksan olması düşünülemez.”



24



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Türk Yurttaşlar Yasası Atatürk’le Mahmut Esat’ın çabaları sonucunda TBMM’den geçerek yasalaşmıştır. Mahmut Esat, Atatürk’ün kadrosunda çalışmış bir devrimcidir ve büyük bir hukukçudur. Bu kadro, akla, bilime ve ulusal egemenliğe dayanarak cumhuriyetçi, halkçı, ulusçu, devletçi, devrimci ve laik ilkeler doğrultusunda çağdaş uygarlığı amaçlayan bir kadrodur. Bu kadro içinde yer alan Mahmut Esat’ın ülkemizin hukuk devrimindeki çabaları unutulmayacak değerdedir. Yurttaşlar Yasası’ndan sonra çıkarılan öteki devrim yasaları sırasıyla Ceza Yasası, Ticaret Yasası, İcra İflas yasası, Yargılama Usulü Yasaları, Avukatlık Yasası ve Kamu Hukukuyla ilgili yasalardır. Bu arada adalet personelinin özlük haklarıyla ilgili düzenlemeleri de getiren Mahmut Esat’tır. Bilindiği gibi aynı gerekçeyle Ceza Yasası İtalya’dan, Ticaret Yasası Fransa’dan, İcra İflas Yasası da Almanya’dan alınmıştır.



DEVRİM VE MAHMUT ESAT: Mahmut Esat, devrimin ne olduğu üzerinde düşünceler üretmiş ve yaşamı boyunca Atatürk devrimini savunmuştur. Şöyle konuşmaktadır: “Bir milletin ihtilal hakkı, zorbaların bulanık suda balık avlamaları değildir. Bir milletin ihtilal hakkı demek şu ya da bu adamın post kavgası demek değildir. İhtilal hakkı demek, bir milletin yaşama davası demektir. Bir milletin büyük çıkarlarının harekete geçmesi demektir.” Kemalizm’in ulusal bir devrim olduğunu vurgulayan Mahmut Esat, şöyle sürdürmektedir düşüncesini: “Kemalizm, dini, diyaneti bir devlet işi değil, kişilerin vicdanlarıyla ilgili bir olay olarak tanır. Ve bu halde kaldıkça onu korur. Kemalizm, bağımsızlığı bütün ulusa hak olarak kabul eder. Faşizm, demokrasiyi, ulus egemenliğini açıkça reddeder. Kemalizm ise ulus egemenliğini baş ilke olarak ileri sürer.” Devrimin ilk gününden itibaren Mahmut Esat’ın öne çıkardığı ilke ulusal egemenlik olmuştur. Demokrasiyle eş anlamda kullandığı ulus egemenliğini halkçılığın bir gereği görmüştür. Cumhuriyeti benimsemeyen, laikliği temel almayan bir sistemin ulusal olamayacağını savlamıştır. Sürekli bir gelişmeyi amaçlamıştır. Halkla birlikte ve halk için kurulan bu sistemde halkın mutluluğunu sağlamak için, ekonomik ve toplumsal alanda devletçiliğin benimsenmesi gerektiğini, bunun da ancak sosyal devlet ve sosyal adaletle gerçekleşeceğini açıklamıştır. O günkü koşullarda Türkiye’yi ancak devletçiliğin düze çıkaracağı kanısındadır. Kemalizm’in ulusal sol bir ideoloji olduğunu ortaya koymuştur.



MAHMUT ESAT’IN KARAKTER YAPISI: Mahmut Esat, İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra İsviçre Friborg Üniversitesi Hukuk Fakültesini tamamlamıştır. Doktora



DEVRİMCİ VE ATATÜRKÇÜ BOZKURT • İ. Özturanlı



25



tezi Osmanlı Kapütilasyonlarıdır. Yıl 1918’dir. Bir yıl sonra ülke düşman saldırısına uğramıştır. Mahmut Esat, vakit geçirmeden yurda dönmüş, Kuşadası’nda 120 kişilik Kuvayı Milliye birliğinin başına geçmiş, Aydın ve çevresinde ulusal güçleri örgütlemiştir. 1920’de İzmir milletvekilidir. Bir yandan da Hakimiyeti Milliye ve Yenigün gazetelerinde yazılar yazmaktadır. O yıllarda kendisine Adalet ve Milli Eğitim Bakanlıkları önerilmiştir. İkisini de kabul etmemiştir. Mustafa Kemal’e yazdığı özel bir mektupta, “ülkedeki yasalarda ve adliyede radikal değişiklikler yapılması” gereğinden söz etmiş, “dönemin Bakanlar Kurulu ile bu işin gerçekleşemeyeceğini” vurgulayarak özür dilemiştir. Milli Eğitim Bakanlığını kabul etmeyiş nedeni ise, “Milli eğitim işlerinin yabancısı olduğu, bu bakanlığın bir uzman kişiye verilmesi” dir. Bunların dışında “her hangi bir görevde çalışmaya hazır olduğunu” eklemiştir sözlerine.



İZMİR İKTİSAT KONGRESİ: 1922 – 1924 yılları arasında İktisat Bakanıdır. İzmir Birinci İktisat Kongresini düzenlemiştir. Hatırlanacağı üzere kongrenin açılış konuşmasını yapan Atatürk, ekonominin önemi üzerinde durmuş ve “ekonominin süngüden daha güçlü olduğunu” vurgulamıştır. Atatürk’ten sonra kürsüye gelen Mahmut Esat, ulusal egemenliği “ulusal ekonomi egemenliği” olarak algılamakta ve ulusal ekonomiyi canlandıracak olan faktörün Türkiye’nin toplumsal yapısına uygun bir eğitim politikası olduğunu dile getirmektedir. Kongrenin sonunda 12 maddeden oluşan bir “Misakı İktisadi” bildirisi yayınlanmıştır. Bu bildirinin önemli maddelerini şöyle sıralayabiliriz: &) Türkiye, milli sınırları içinde bağımsız yaşamıyla dünyanın barış ve ilerleme öğelerindendir. &) Türkiye halkı ulusal egemenliğini kanı ve canı pahasına elde ettiği için, onu hiçbir şeye feda edemez. &) Türkiye halkı tahribat yapmaz, imar eder. Tüm çabası ülkeyi ekonomi alanında yükseltmektir. &) Türk halkı, tüketeceği eşyayı mümkün mertebe kendi yetiştirir. Çok çalışır. Vakitte, servette ve dış alımda israftan kaçar. Ulusal gelirini sağlamak için geceli gündüzlü çalışır. &) Türk halkı ormanlarını evladı gibi sever, bunun için ağaç bayramları yapar, yeniden orman yetiştirir. Madenlerini kendi ulusal üretimi için işletir, &) Türk, dinine, milliyetine, toprağına, hayatına ve kurumlarına düşman olmayan uluslara daima dosttur. Yabancı sermayeye karşı



26



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



değildir. Ancak kendi yurdunda kendi diline ve kanununa uymayan kurumlarla ilişkide bulunmaz. &) Türk kadını ve öğretmeni çocuklarını İktisadi Misak’a göre yetiştirir. Mahmut Esat, 1924-1930 yıllarında Adalet Bakanıdır. Ve yeni yasaların çıkarılmasını sağlamıştır. Bu arada Bozkurt adlı bir Türk gemisini batıran Fransız Lotus gemisiyle ilgili davayı La Haye Adalet Divanına taşımış, orada Türk tezini savunarak büyük bir başarı elde etmiş, Türk hukukunu tüm dünyaya tanıtmıştır. Bu nedenle kendisine Bozkurt soyadı verilmiştir. 2 Ağustos 1926 tarihinde, Ege denizinin uluslararası sularında “Bozkurt” adlı kömür yüklü Türk gemisiyle “Lotus” adlı Fransız gemisi çarpışmıştır. Bozkurt gemisi batmış, 8 Türk gemicisi de kaybolmuştur. Yapılan yargılama sonucunda Türk kaptanla Fransız kaptan dikkatsizlik ve tedbirsizlikle ölüme neden oldukları için hapis ve para cezalarına çarptırılmışlardır. Fransa, kendi vatandaşının Türk mahkemelerinin yargılamasına karşı çıkmış ve kaptanın serbest bırakılmasını istemiştir. Türk hükümeti Türk yargısının bu davaya bakma hakkı bulunduğunu ve bağımsız mahkemenin aldığı kararın değiştirilemeyeceğini ileri sürmüştür. Daha sonra her iki ülke anlaşarak konunun La Haye Uluslararası Adalet Divanına götürülmesini kararlaştırmışlardır. Davayı La Haye’de Mahmut Esat savunmak istemiştir. Olayı da şöyle anlatmıştır: “Bir gün Atatürk beni nezdlerine çağırdılar. Meseleyi bir daha izah etmemi istediler. Anlattım ve sözlerimi şöyle tamamladım. – Paşam La Haye Adalet Divanı’na gidelim. Kimin haklı olduğu orada meydana çıksın. Ben hakkımızdan eminim. Müsaade ederseniz davamızı ben müdafaa edeyim. Kaybedersem memlekete bir daha dönmem. Fakat kazanacağız. Hem Adalet Divanı önüne gitmeden Fransızların dediğini yapacak olursak, Fransız devletinin tehditleri karşısında boyun eğmiş olacağız. Bu da onlara diğer meselelerde aynı tehditleri öne sürmek cesaretini verecektir. Halbuki La Haye Adalet Divanına gidersek davayı kaybetsek dahi şeref ve haysiyetimiz zedelenmez. Zira milletlerarası bir mahkemenin hükmüne uymak şerefsizlik değil, bilakis bir şereftir. Bu sözler üzerine Atatürk bana, Güle güle git. Kazanacaksın. Kazanmasan da memleket seni bağrına basacaktır, dedi.” Mahmut Esat Adalet Divanı önündeki davayı kazandı. Ve bu dava, uluslararası hukuk için örnek bir dava oldu. Bu olaydan sonra “devletlerin yargı yetkisini açıkça sınırlayan bir kural olmayan konularda devletler, yargı yetkisine sahip olduklarını ileri sürebilirler” görüşü geçerlik kazandı. Bu savunma, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dünya ulusları önünde eşitliğini de kanıtlamış oldu.



DEVRİMCİ VE ATATÜRKÇÜ BOZKURT • İ. Özturanlı



27



LAİK DEVLET - LAİK TOPLUM: Bilindiği gibi Atatürk devrimi laik bir devlet kurmuş, laik hukukun temellerini atmıştır. Ne var ki laik toplumu yaratamamıştır. Bu, kolay bir iş değildir. Laik devleti kurmak ve işletmek için inanmış devlet adamlarının parlamentodan bir yasa çıkarmaları yeterlidir. Ama laik toplumu yaratmak çok güçtür, çok zordur. Bunun için öncelikle toplumun eğitim ve kültür düzeyinin bir yerlere ulaşması gereklidir. Bu da zamana bağlıdır. Dünyanın en büyük kültür devrimcilerinden biri olan Atatürk’ün yaşam süresi buna izin vermemiştir. Daha sonraki devlet yöneticileri de akıl almaz bir aymazlık ve bağnazlıkla Atatürk ilkelerini uygulama alanından kaldırmışlar, yapıtlarını teker teker yıkıp atmışlardır. Birer devrim kalesi olmasını düşlediği Halkevleri ve Halkodaları 1950’lede acımasızca kapatılmıştır. Bu suretle gençlik boşlukta bırakılmıştır. Köye ışık ve aydınlık götürecek olan Köy Enstitüleri insafsızca yıkılmıştır. Bu suretle köylü boşlukta bırakılmıştır. Atatürk gibi bir devlet kurucusunun vasiyetnamesi 1980’lerde bir yasa ile iptal edilerek Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu yok edilmiştir. Bu hukuk ayıbını 24 yıldan beri hiçbir parti, hiçbir siyasetçi ve hiçbir devlet adamı düzeltmeyi düşünmemiştir. Bu ayıbı kaldırmak bir yana, Atatürk’ün üzerine titrediği laiklik ilkesi de büsbütün örselenmiş, törpülenmiş, yıpratılmıştır. Bu nedenle laik toplumu gerçekleştirmek şöyle dursun, laik devlet ve laik hukuk da tehlikelere atılmıştır. Türk ulusu, Türk gençliği devlete karşı laikliği savunma noktasına getirilmiştir. Mahmut Esat, Atatürk’ün kültür ve eğitim politikasına gönülden bağlı bir devrimcidir. Gençlik yıllarından beri eğitim konusunda duyarlı olan Bozkurt, daha o dönemlerde ilköğrenimin zorunlu olması gereğini savunmuş, ilköğrenimden yoksun bırakılan çocukların, gelecekte ülke için büyük bir sorun olacağını belirlemiştir. Halkın okutulamadığına dikkat çekmekte ve okul programlarının ülke gerçeklerine göre düzenlenmesini savunmaktadır. Halk okumak istiyordu. Mahmut Esat, Türk ulusunun tarihinin hiçbir döneminde yeniliklere karşı olmadığını düşünüyordu. “Doğunun ve batının yalnız sistem ve yöntemleri alınarak, ülkenin sosyal ve ekonomik koşullarına uygun programlar oluşturulduğunda, yeni ve çağdaş olan her şeye kapısını açık tutan Türk halkını yönlendirmekten daha güzel, daha zevkli bir şey olmadığı” inancındaydı. Bu nedenle Atatürk’ün kültür devriminin en büyük destekçisi olmuştur.



MÜDDEİUMUMİ - CUMHURİTET SAVCISI: Mahmut Esat, bir zamanlar müddeiumumi denilen savcı sözcüğünün başına cumhuriyet sözcüğünü ekleyen bir devrimcidir. “Devrimin bekçileri” dediği cumhuriyet savcılarına “Türkiye cumhuriyeti sizin çelik omuzlarınız üstünde yükselecektir” diye seslenmiştir. Şu tümceler de onundur: “Cumhuriyet savcıları ! Meriç kıyı-



28



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



larında çalışan Türk köylüsünün kaybolan sabanından tutunuz da, bu vatanda yaşayanların uğrayacağı en ufak haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafaka bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından siz sorumlusunuz.” “Bu kadar kutsal görevleri omuzlarına yüklenmiş olan savcılar, gurura kapılmayacak, gururun pençesi altında, görevlerini yapmak tehlikesine düşmeyecektir. Sizler gurura tenezzül etmeyeceksiniz. Gurur aldanma demektir. Aldanan mutlaka düşer.” Hakimler hakkında da söyledikleri şunlardır: “Türk hakimleri ! Sizler Türk devriminin demir elle kurulan yeni uygarlığın kıskanç bekçileri olmak zorundasınız. Göreviniz, geçmişin dirilmesine, yeniliğin acı çekmesine zaman ve imkan vermemektir.” Ve Türk devrimini yargıçların ve savcıların koruması gereğine değinen Bozkurt, devrim yasalarının değerini şu sözlerle getirmektedir gündeme: “Yeni kanunlarımız, ulusun, ülkenin, devrimin yüksek ilkelerinin kayıtsız şartsız ifadesinden başka bir şey olmayacaktır.” “Türkiye cumhuriyeti adaletinden ve yasalarından kurtulmak için tek bir yol vardır: Suçsuz olmak. Hakimlerimizin ve mahkemelerimizin karşısına çıkacak bir suçlu, mutlaka cezasını çekeceğini bilmelidir.” “Devrimler, insanlığı mutluluğa götüren araçlardır. Devrim için hazır olmak ve onu savunmak rolü, Türk yargısının biricik övünç kaynağıdır.”



MAHMUT ESAT VE SOSYALİZM: 1941 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Max Beer’in “Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin Umumu Tarihi” adlı kitabının çevrisini yaptırmış, önsözü Mahmut Esat’ın yazmasını rica etmiştir. Bu önsözde, “hemen hemen her ülkede Karl Marksın Kapitalinin çevirisi olduğunu” belirten Bozkurt, şunları söylemektedir: “Düşünceler işkence ile ortadan kaldırılamaz. Tek çare, her hangi bir düşüncenin karşısına daha kuvvetli bir düşünce ile çıkmaktır.” Milli Eğitim Bakanlığının kitabı dilimize çevirmekle bu gerçeği görüp bildiğinin açık bir göstergesi olduğunu belirten Bozkurt, önsözü şu tümcelerle noktalamaktadır: “Klamenso, dokuz konferansında cumhuriyetçi ve demokrat olarak doğdum ve öyle öleceğim. Ama itiraf etmeliyim ki, demokrasinin haykıran ıstırabını Marksı okuduktan sonra duyabildim. Klamenso gibi milliyetçiliğiyle öğünen bir adam böyle düşünmektedir. Ve demokrasiyi yaşatmak için çareyi sosyalizmde aramaktadır.” Mahmut Esat, komünizmin bir tehlike olarak görülmesine ve öğrenilmesinin engellenmesine karşıdır. Milliyetçi olmanın sosyalist ve komünist düşünceleri öğrenmeyi yasaklamadığı kanısındadır. Ve şöyle konuşmaktadır: “Ben Türküm ve milliyetçiyim. Dünya uygarlığına eş olmuş bir kuşağın çocukları sosyalistleri, komü-



DEVRİMCİ VE ATATÜRKÇÜ BOZKURT • İ. Özturanlı



29



nistleri okumaktan korkmazlar. Ben şuna inanıyorum ki düşünceleri okumadan, incelemeden, eleştiriden kaçanlar yalnız zayıf düşüncelilerdir. Dünyada düşünceleri yenecek bir kuvvet yoktur. Bir kuvvet vardır, o da daha kuvvetli bir düşüncedir.



ATATÜRK İHTİLALİ: 1922-1924 yılları arasında Ankara Hukuk Fakültesinde Devletler Hukuku dersleri vermiş, Devrim tarihi okutmuştur. Devrim tarihi derslerinden bir kitap çıkmıştır ortaya: Atatürk İhtilali. Kitabın başında şu tümceler vardır: “Bu kitapta eserini anlatmaya çalıştım. Yapabildim mi? Ummuyorum. Sen ve eserin o kadar yüksek ki, erişilmesi çok güç.” Ayıca kitapta şu unutulmaz tümce ile de karşılaşırsınız: “Nasıl bir devlet, kuvvetlinin zayıfı ezmemesi için Ceza Kanunu ile cezalandırmayı görev edinmişse, edinmek zorunda kalmışsa, ekonomik bakımdan da zayıfı sömüren kuvvetliyi önlemesi, haksızlığa, soyguna meydan vermemesi gereklidir.” Mahmut Esat, Atatürk halkçılığını ve devletçiliğini başarıyla savunan bir kişidir. Ve şöyle konuşmaktadır: “Devletçi sistem komünizme şu yoldan üstündür. Komünizm, gerçekleşmeyecek bir dava peşindedir. Devletçi sistemse, gerçekleşmesi her zaman mümkün ve verimli bir tez ardındadır. Devletçi sistem, sosyal haksızlıkları, insanın insan tarafından sömürülmesini tam olarak kaldıracak mı? Hayır. Şu halde ne yapacak? Soygunculuğu en az duruma indirecektir. Biz tarihle beraber, tarihin gerçekleriyle birlikte yürüyoruz. Biz gerçekçiyiz. Nereye kadar gideceğiz ve nerede duracağız? Tarih nerede durursa. Ama tarih durmayacaktır. Durmak ölmek demektir. Hayat ilerlemektedir. Faşizm hayatı tarihin gerisinde arıyor. Ölecektir. Komünizm hayatı tarihin de ilerisinde arıyor. Düşecektir. Hayatın gerisinde kalacaktır.” “Dünya komünizmde mi karar kılacak, faşizmde mi” diye soran Bozkurt, bu soruya şu yanıtı vermektedir: “Bana öyle geliyor ki Kemalizm’de. Çünkü Kemalizm XX. Yüzyıldır.” Ve konuyu Atatürk devletçiliğine getirerek şöyle tamamlamaktadır düşüncesini: “Atatürk devletçiliği, insanın insan tarafından sömürülmesini önleyecek tüm tedbirlerin devletçe alınmasından ibarettir.”



ANKARA HUKUK OKULU: Mahmut Esat, çağdaş yasaların yanında onları uygulayacak genç bir hukukçu kuşağının yetiştirilmesi için bir okul açılmasına da öncülük etmiştir. Bu okul Ankara Hukuk Okuludur. Daha sonra fakülte olmuştur. Bir gün Mustafa Kemal, “bir çok yasa tasarısı hazırlıyorsun. Onları uygulayacak yargıçların var mı” diye sormuştur



30



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Mahmut Esat’a. “Onları da yetiştireceğim” yanıtını veren Bozkurt, 5 Kasım 1925’^te Ankara Hukuk Mektebini açmıştır. Açılış konuşmasını Mustafa Kemal yapmıştır. Bu konuşma bir hukuk yapıtıdır. “Eski ve köhnemiş bir hukukun ülkemizde ne gibi yıkımlara neden olduğu” nu belirten konuşma, şu tümcelerle sona ermektedir: “Büsbütün yeni yasalar düzenleyerek eski hukuk ilkelerini temelinden yıkma girişimindeyiz. Yeni hukuk ilkeleriyle alfabesinden okumaya başlayacak yeni bir hukuk kuşağı yetiştirmek için bu okulu açıyoruz. Cumhuriyetin yapıcısı ve kollayıcısı olacak bu büyük kuruluşun açılışında duyduğum mutluluğu hiçbir davranışımda duymadım. Bunu böylece belirtip açıklamaktan da ayrıca sevinçliyim.” Atatürk’ten sonra Mahmut Esat da bir konuşma yapmıştır. Son tümceleri şöyledir: “Türk cumhuriyeti hukukunu inceleyecek ve araştıracak olan Ankara Hukuk Okulu, çalışma alanında hiçbir kaynakla bağlı değildir. Onun en büyük kitabı koşulsuz olarak Türk ulusunun yüksek yararları ve XX. Yüzyıl hayat ve uygarlık ilkelerinin mahzeni olan çağdaş bilimlerdir... Devrim için hazır olmak ve onu savunmak rolü, Türk adaletinin biricik övünç dayanağıdır. Devrimler insanları mutluluğa götüren araçlardır. Karşı koyanların sonu, ne olursa olsun tam bir bozgundur.”



1924 ANAYASASI VE MAHMUT ESAT: 1924 Anayasasının oluşturulmasında Mahmut Esat’ın büyük katkıları olmuştur. Zaten bir anayasa hukukçusu olan Mahmut Esat, bir çok konularda Meclis’i aydınlatmış, kimi konularda yol ve yön göstermiştir. En önemli konu cumhurbaşkanına yasaları veto ve Meclisi feshetme hakkının verilip verilmemesidir. Mecliste Mahmut Esat’la birlikte Şükrü Saraçoğlu bu alanda karşı görüştedirler. Tartışmalar günlerce sürmüştür. Mahmut Esat tezini şu tümcelerle savunmaktadır: “Kim temin edebilir ki hükümet daima ve her vakit devrimcilerin elinde kalacaktır. Devrim tarihlerinin çok nankör, çok çileli, çok vefasız görüntüleri vardır. Her şeyi hesaba katmak, tedbirleri göz önünde tutmak lazımdır. Bugünün çoğunluğu yarının azınlığı olabilir. Bugün iktidarda bulunanlar gelecekte yerlerini terke mecbur kalabilirler. Devrim, her hangi bir günde çıkması muhtemel düşmanlarına eliyle satır veremez.” Encümen başkanı Yunus Nadi, fesih yetkisine karşı olan milletvekillerine, özellikle de Mahmut Esat’a yanıt vererek, temsil makamının cumhurbaşkanlığı olduğunu, dünyanın hemen her ülkesinde meclisi fesih hakkının kabul edildiğini, bu yetkinin verilmesinin kötü olmayacağını vurgulamıştır. Bu tartışmalara tanık olan Falih Rıfkı Atay bu konuyu bakınız nasıl anlatmaktadır: “Bir ara Cumhurbaşkanına



DEVRİMCİ VE ATATÜRKÇÜ BOZKURT • İ. Özturanlı



31



veto ve fesih hakları verilmesi çıktı. Meclis’te tartışmalar günlerce sürüp gitti. Veto ve fesih haklarına karşı koyanlardan ikisi Şükrü Saraçoğlu ve Mahmut Esat Bozkurt’tu. Bir akşam Atatürk, (çağırınız onları buraya) dedi. Geldiler. Sabaha kadar kendileriyle tartıştı. Ve sabahleyin fesih hakkından vazgeçti. Ama hiçbir kırgınlığı kalmadığı sonradan ikisini de bakan yapmasından anlaşılabilir. Bu diktatörce bir tutum değildi.”



MAHMUT ESAT VE ŞİMDİKİLER: 17 Şubat 1926 tarihinde TBMM’nce oy birliğiyle kabul edilen Türk Yurttaşlar Yasasının gerekçesini Mahmut Esat kaleme almıştır. Bu gerekçe bir anıtyazı niteliğindedir. Ne var ki 1 Ocak 2002’ de yürürlüğe giren yeni Türk Yurttaşlar Yasası bu gerekçenin kolunu kanadını kırmıştır. Dinin softaların ve bilgisizlerin elinden kurtarılması ve “makamların en yükseği olan vicdanlarda yer almasını” vurgulayan gerekçe, Türk devrimine ve devrimcilerine saygı nedeniyle olduğu gibi bırakılabilirdi. Çünkü o gerekçede Türk devrimcilerinin sesi, nefesi ve inancı vardı. Nasıl her hangi bir kitapta, ikinci ve üçüncü baskıların önsözleri yanında birinci baskının önsözüne de yer veriliyorsa, burada da öyle yapılabilirdi. Ne yazık ki bu yöntem uygulanmamış, Mahmut Esat’ın gerekçesi yeni gerekçe içinde eritilmiş, bir çok önemli kesimleri çıkarılıp atılmıştır. Çıkarılanların bir bölümü şunlardır: “Kanunları dine dayalı olan devletler, kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun isteklerini karşılayamazlar. Çünkü dinler değişmez kuralları içerir. Yaşam yürür, istekler hızla değişir. Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu nedenle dinlerin yalnız bir vicdan işi olarak kalması, çağımız uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın farklarından biridir... Çağdaş devlet, dini dünyadan ayırmakla insanlığı tarihin en kanlı girişimlerinden kurtarmış, dine gerçek ve devamlı bir taht olan vicdanı ayırmıştır... Yasalar dine dayalı olursa, vicdan özgürlüğünü benimsemesi gereken devlette, çeşitli dinlere bağlı vatandaşlar için ayrı ayrı yasalar yapmak gerekir. Bu durum, çağdaş devlette esas olan politik, sosyal, ulusal birliğe tamamen karşı olur.”



SONUÇ VE GÖREV: Yeni Türk Yurttaşlar Yasası çıkarılırken Meclisteki müzakereler sırasında bazı milletvekilleri, 1926 gerekçesinde İslam’a küfredildiğini söylemişlerdir. Böyle bir küfür kesinlikle söz konusu değildir. Gerekçeden çıkarılan bir bölümünü dikkatinize sundum. Bunun neresinde küfür vardır? Gerekçenin tümünü okuduğunuz zaman görürsünüz ki, hakaret ve küfür diye bir şey yoktur. Ama asıl küfürcüler kimlerdir biliyor musunuz? Asıl küfürcüler, yeni Yurttaşlar Yasası yapılırken



32



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Meclis kürsüsünden Bozkurt için “geri zekalı” ve “aşağılık” gibi deyimleri kullanan o günün milletvekilleridir. Şimdi genç hukukçuklara sesleniyorum. Biz yaşımızı başımızı almış kişileriz. Görev daha çok sizlere düşmektedir. Atatürk’e, onun bilinçli ve devrimci kadrosunun gerekçesine sahip çıkmalısınız... O tarihsel gerekçenin Yurttaşlar Yasasının başına altın harflerle yazılması için gerekli savaşımı vermelisiniz... Bir zamanlar, “ihtilalin nasibi irticaın elinde oyuncak olmak değildir” diye haykıran Mahmut Esat’ın gerekçesini çiğneyenleri saf dışına atmalısınız. Atatürk devrimini korumanın başka yolu yoktur. Kaynakça Mahmut Esat BOZKURT. Atatürk İhtilali Falih Rıfkı ATAY. Çankaya Falih Rıfkı ATAY. Atatürkçülük Nedir? Niyazi BERKES. Türkiye’de Çağdaşlaşma Niyazi BERKES. Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Gerçeklerimiz Hilmi Ziya ÜLGEN. Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi Macit GÖKBERK. Felsefe Tarihi Afet İNAN. M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım Sabahattin SELEK. Anadolu İhtilali Şevket Süreyya AYDEMİR. Tek Adam Tarık Zafer TUNAYA. Atatürkçü Laiklik Politikası Hakkı UYAR. Sol Milliyetçi Bir Türk Aydını Mahmut Esat Bozkurt Mehmet AKZAMBAK. Atatürk’ün Devrimci Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt Doç. Dr. Şaduman HALICI. Yeni Türk Devletinin Yapılanmasında Mahmut Esat Bozkurt



MAHMUT ESAT BOZKURT’A GÖRE OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN EKONOMİK ve SİYASAL ANLAMI Zeki ARIKAN Osmanlı’nın son yıllarında yetişen ve Cumhuriyet dönemine damgasını vuran Mahmut Esat Bozkurt (1892–1943) büyük bir hukukçu, devlet adamı, düşünür ve yazardır. Medeni kanunun mimarı ve Cumhuriyet’in dayandığı temel ilkelerin de güçlü bir fikir babasıdır. Kemalizm’in kaynakları arasında Mahmut Esat’ın yazıları önemli bir yer tutmaktadır. Atatürk ihtilalini Türk halkına, üniversite öğrencilerine anlatmak için görevlendirilen bilim adamları arasında o da vardı. Mahmut Esat, daha sonra bu derslerin notlarını derledi ve ilk cildini bastırdı. Karalama halinde kalan ve eski yazıyla tutulmuş olan ikinci cilt de tarafımdan yayına hazırlanarak bastırıldı 1. Mahmut Esat, 1892 tarihinde Kuşadası’nda doğdu. İzmir idadisini bitirdi. İstanbul Hukuk Mektebi’ne yazıldı. Daha o zaman genç bir yazar olarak adını İzmir gazetelerinde duyurdu 2. Dayısı Ubeydullah Efendi’nin yönlendirmesiyle İsviçre’ye gitti. Fribourg Üniversitesi Hukuk Fakültesine yazıldı. Fakülteyi bitirdikten sonra doktorasını hazırladı. Doktora tezi, güncel bir konuyla, Kapitülasyonlar rejimiyle ilgiliydi 3. Çünkü I. Dünya Savaşı başladığı sırada Osmanlı imparatorluğu tek taraflı olarak Kapitülasyonları kaldırmış, bu ise ilgili devletlerce tepkiyle karşılanmıştı. Mahmut Esat, bu tezinde tek yanlı olarak Türkiye’nin kapitülasyonları kaldırabileceğini savunmuştur. Lozan’daki Türk Yurdu Derneği içinde de etkin bir rol oynayan Mahmut Esat, İzmir’in işgali üzerine ülkesine geri döndü. Kuva-yı Milliye’nin bir neferi olarak yurdunu savundu. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisine İzmir milletvekili olarak katıldı ve İktisat vekilliğine seçildi. Mahmut Esat, bu dönemde gerek Anadolu’da Yeni Gün’de gerek Hakimiyetimilliye’de sürekli yazılar yazıyordu. Bu yazıların



1



Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, I-II, Kaynak yay., İstanbul,2003.



2



Zeki Arıkan, İzmir Basınından Seçmeler, İzmir, 2001, I, 165–172.



3



Mahmud Essad, Du régime de Capitulations Ottomanes, Stanboul, 1926.



34



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



önemli bir bölümü doğrudan doğruya güncel olaylarla ilgilidir. Ancak önemli bir bölümü de Türkiye’nin tarihsel sürecini derin bir tarih, hukuk, ekonomi ve sosyoloji bilgisine dayanarak ele alan, çözümleyen araştırmalardır. Bu önemli araştırmalar, yeni kurulmakta olan çağdaş Türkiye’nin arka planına ışık tutmaktadır. Mahmut Esat’ın bu yazılarının 4 gün ışığına çıkarılması ve üzerinde önemle durulması gerektiği kanısındayız. Biz bu incelememizde, Mahmut Esat’ın Anadolu’da Yeni Gün’de çıkan, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik ve siyasal anlamını araştıran bir yazı dizisi üzerinde duracağız 5. Aslında bu yazılar, Hakimiyetimilliye’de çıkan bir yazı dizisinin 6 genişletilmiş ve tamamlanmış biçimidir. Bu yazıların savaşın sürdüğü bir sırada yazılmış olması anlamlıdır. Ancak Mahmut Esat’ın kurtuluşa olan inancı tamdır. Bu yüzdendir ki yeni devletin hukuksal ve ekonomik varlığına ağırlık veren bir tutum içindedir. 1914–1918 yılı “sonlarına kadar süren ateşli ve kanlı bir badireden, bir yaşam cidalinin yıldırımlı boralı kasırgalar içinden saçakları yıkık dökük çıkan memleketimiz ve bunun kalbinde kucağında yaşayan Türklük kendisini, ucu bucağı ve sonu görülemeyen bir yangın çölünde buldu…” sözleriyle başlayan bu yazı dizisi, öncelikle “kendimize asrımızın ifade ettiği mâna dahilinde bir varlık” vermemizi savunmaktadır. Çünkü bizde sosyal ve ekonomik yapımızı, yüzyılımıza uygun bir konuma getirmek ve bir toplum (camia) haline gelmek zorundayız. Bunun içinde çalışmak durmadan çalışmamız gerekir.. “Memleketin herhangi bir içtimai müessesi hakkında asra layık bir ıslahatı düşünmek, Türk köylüsünün istihsal ve tevzii vaziyetini termim çarelerini aramak yine doğrudan doğruya harp vaziyetimiz lehinde bir harekettir. İçinde bulunduğumuz cidal, bir Yeniçağ harbi meselesi değildir. Bir hayat ve hürriyet hareketidir”... Bu hareketler son derece karmaşık parçalardan oluşmaktadır ki, bunlar teker teker düşünülmedikçe, birer birer işlenmedikçe anlaşılmaz. Ayrıca şunu düşünmek gerekir: Türkiye bugünkü düşmanını kovarken içeride kendisine mesut bir hayat hazırlamak istiyor. Bunun için kutsal kanını döküyor. Hiç değilse, yedi yüzyıldır inleyen Türkiye halkı ve başta Türk üreticileri bu inleme devrine artık bir son 4



Şaduman Halıcı, Yeni Türkiye’nin Yapılanmasında Mahmut Esat (1892–1943), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2004; Şaduman Halıcı, Mahmut Esat’ın bütün yazılarını derleyip yayınlamak için yoğun bir çaba harcamaktadır. Hakkı Uyar, “Sol Milliyetçi” Bir Türk Aydını: Mahmut Esat Bozkurt (1892– 1943), İstanbul, 2000, 135–157.



5



Mahmut Esat, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihinin İktisadi ve Siyasi Manası”, Anadolu’da Yeni Gün, 12 Mayıs–15 Haziran 1338 (1922), no: 868–490, 894– 517.



6



Mahmut Esat, “Yeni Türkiye’nin Mânası”, 9 Teşrinisani 1337 (1921)-16 Teşrinisani (1921), 348–354.



BOZKURT’A GÖRE OSMANLI İMPARATORLUĞU • Zeki Arıkan



35



vermek istiyorlar. Ne var ki düşmanın anavatandan çıkarılması bu isteği sağlamaz: “Dahili idaremizin halk idaresine göre temsili suretiyledir ki bu gayeye vusul imkânı tahassül edebilir. Bizim için hakiki milli devir de bu olabilir”. Mahmut Esat, gelecekte üretim alanında Türkiye halkını mutlu edecek bir yönetimi yaşatacak sistemlerin kurulmasını savunmaktadır 7. Bu bağlamda Mahmut Esat, ulusun kendisini temsil etmek üzere Ankara’ya gönderdiği üç yüzden fazla milletvekilinin sorumluluğunu anımsatmaktadır: “…Bunlar halkın muhtaç olduğu tesisatı vücuda getirerek onun haklarını almakla mükellef değil midir?” Mahmut Esat’a göre bugün “alelâde” bir savaş yapmıyor, Osmanlı Türkleri tarihinde üçüncü defa olmak üzere yeni bir devlet kuruyoruz. Devletin ikinci kurucusu Çelebi Sultan Mehmet, eski yönetim biçimini olduğu gibi korumuş: “Bugün kendisini kurtarmaya çalışan Yeni Türkiye bir halk saltanatı devletidir. Teşkilatını da ona göre yapacaktır”. Mahmut Esat, son yıllarda Türkiye’nin “büyük ihanet” içinde bulunduğunu öncelikle belirtmektedir. Mondros Mütarekesinin altına imza atan Avrupalılar Türkiye’yi hiçe saydı. “Esasen elde edilmiş olan padişah da bunlara” katıldı 8. Yunan ordusu “hilafet ordusu” adını alıyor, ülkenin her tarafı parça parça düşmanın eline düşüyordu. Türkiye pençeli kolunun birini onu öldü sananların yüzüne vurdu. “Bu garp milletlerini değil, fakat yalnız emperyalist ve kapitalist sınıfı temsil eden Avrupa camiasının azim ve kahir ekseriyetine tahakküm ve tegallüp eden garp diplomasisinin zalim ve zalim çehresiydi”. O zaman her şey alt üst oldu. “Diğer pençeli kolunu da büyük bir kanaat ve imanla kendisini mukaddes hilafet maskesi altında dahilde yeniden vurmak isteyenlere çarptı… maskelerini yere düşürdü .”Şu küçük çö7



Bu konuda Mahmut Esat yalnız değildir. Milli Mücadelenin başlangıcında Ankara’da bulunmuş olan eski Tanin başyazarı Muhittin Birgen (1885–1951) de benzer görüşleri savunmaktadır.



“…Anadolu mücadelesinin muvaffakiyetle neticelenebilmesi askeri cidalin aynı zamanda mutlaka içtimai bir hareketle müttefikan idare edilmesine mütevakkıftır. Ankara’ya bazı arkadaşlarla beraber bu fikirleri müdafaa etmek üzere geldik…” Bk. Bülent Varlık, “Muhittin Birgen ve Türk Kooperatifçisi Dergisi”, İletişim, 4 (1982), 168; Krş. Zeki Arıkan, Tarihimiz ve Cumhuriyet Muhittin Birgen (1885–1951), Tarih Vakfı, İstanbul, 1997. 8



Anadolu’da Yeni Gün, 14 Mayıs, 1338 (1922), Milli Mücadelenin sona ermeden Mahmut Esat’ın, padişahın hainler safında yer aldığını söylemesi çok anlamlıdır. Bilindiği gibi Mustafa Kemal Paşa, Meclisin 25 Eylül 1920 günkü oturumunda Vahdettin’in hain olduğunu söylemişti: “Eğer maksat, bu günkü halife ve padişaha muhafaza-ı merbutiyet ve sadakat edildiğini ifade ve teyit etmekse, bu zat haindir. Düşmanların vatan ve millet aleyhinde vasıtasıdır (Tarih IV, Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul, 1934, 84).



36



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



zümleme bize şunu göstermektedir: “Yeni Türkiye bugünkü vaziyetini, gerek dahilde hâlâ son izleri İstanbul kıyılarında yaşamakta olan eski teşkilat, eski idare, eski zihniyete karşı gerek harice karşı aziz ve mukaddes bir ihtilal darbesiyle kurdu. Milli hareket memlekette tam bir vaziyet dahilinde yalnız yabancılara karşı Milli varlığı kurtarmak için yapılmış olsaydı, eski idarenin ve ona hakim olan zihniyete daha bir müddet göz yumulabilirdi…” Olduğu gibi yaptığımız bu alıntı son derece önemli ve anlamlıdır. Mahmut Esat, Mustafa Kemal’in dışında Türkiye’nin nereye doğru gittiğini görebilen ve kavrayabilen ender aydınlardan biridir. Meclisin çatısı içinde bulunan siyasetçiler bile İzmir’in kurtulmasıyla eski düzene dönülebileceğini sanıyordu. Milli Mücadeleden sonra Mustafa Kemal’e karşı çıkanlar işte bu gidişi göremeyenlerdir. Mahmut Esat, çözümlemelerini şöyle sürdürmektedir: “Bugünkü genç mefkûreli Türkiye bir ihtilal darbesiyle bütün tefessüh etmiş eskiliklerini yıkarak istilacı yabancıların önüne en meşru ve en meşrutiyet manalı yeni bir devlet, yeni bir hükümet kurarak çıktı. Bize gelir ki yeni Türkiye muvaffakiyetle neticelenmiş olan bu ihtilalin son kademesindedir”. Bütün bunlar göz önüne alınırsa şu sonuca ulaşabiliriz: Yeni bir örgütlenmeye ve halk gözetimine, bunu tutacak esaslara bir an önce sahip olmalıyız. “Yoksa, inkılabımız zayıf düşer, onu ikinci bir irtica ihtilali takip eder…” Çünkü biz zararlı bütün gelenekleri yıkarak ortaya yeni bir devlet kavramı koyduk. Şimdi milli hareketin toplumsal, ekonomik, siyasal anlamına uygun olarak yapılacak yenilikler, ülkenin içe ve dışa karşı savunma ve direnme gücünü sağlamlaştıracaktır. Mahmut Esat, bu anlamlı girişten sonra sözü Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişmesine ve bu bağlamda temel yapısına getirmektedir 9. Osmanlı tarihinin siyasal bir çerçevesini çizen Mahmut Esat, gelişmeleri Yavuz Sultan Selim zamanına kadar getiriyor. Devletin bir din devleti kimliği kazanmaya başladığını belirten yazar şunu vurgulamaktadır: “Yalnız din üzerine müesses siyasi bir camianın beka ifade edebileceğini tarih söylemiyor”. Osmanlı imparatorluğu her şeyden önce bir din devleti olarak tanındığı halde savaşın sonunda Türk olmayan dindar kitleleri bile kendiliğinden parça parça ayrılmış gördü. Elde yalnız Anadolu’daki Türk birliği kaldı. “Din ancak manevi sahada bir birlik temin edebiliyor… yoksa yalnız başına bir amil olarak siyasi vahdet için kâfi gelemiyor. Çünkü kefenin öbür başında duran milliyet ve bunu yapan harsi (kültürel), iktisadi, mefkûrevi (ülküsel), tarihi müşterek menfaatler maddi sahada ağır basıyor…”



9



Anadolu’da Yeni Gün, 16 Mayıs, 1338 (1922).



BOZKURT’A GÖRE OSMANLI İMPARATORLUĞU • Zeki Arıkan



37



Halifeliğin Türklere geçmesine 10 kadar yapılan ya da başarılan en büyük iş Anadolu’da ve Rumeli’de Türkiye’nin bütünlüğünün sağlanmasıdır. İmparatorluk yıkılınca da bu bütünlük yalnız Anadolu ile sınırlı kaldı. Mahmut Esat, şunu tekrar tekrar vurgulamak gereğini duymaktadır: “Biz ne emperyalist ne de kapitalist değiliz, Türkiye halk devletiyiz. Biz ilmin manası dahilinde bugüne göre varlığımızı inkişaf ve terakki ettirmek isteriz…” Anadolu’da Batı Türkçülüğü ve bütünlüğü vücuda getirilirken öte yandan da bir imparatorluk eğilimlerinin temelleri atılıyordu 11. Bu zihniyet Türk bütünlüğüne üstün geldi. Batıya yürüyüş ise çok çabuk gelişti. Öyle ki devletin kuruluşu üzerinden bir yüzyıl bile geçmeden orduları Tuna boylarında göründüler. Mahmut Esat, bundan sonra devlet zihniyeti sorununa ağırlık vermektedir. “İmparatorluğun içtimai bünyesine en çok ve giderek İran, Bizans gibi devletlerin umumi müesseseleri derin izlerle nüfuz etti. En ziyade taklit olan müesseseler İslam’dan alındı…” 12. Mahmut Esat haklı olarak bu kurumların Osmanlıya özgü nitelikler aldıklarını ve büyük ölçüde tasfiyeye uğradıkları üzerinde durmaktadır. “Ancak bütün bu taklit alınan müesseseler o kadar tasfiye gördü, Osmanlılar bunları kendi bünyelerine o kadar temessül (benzeşme) ettirdiler ki bütün bu müesseseler menşelerindeki müteharriz (asıl) benliklerini zayi ettiler. Osmanlı İmparatorluğu’na has yeni bir şekil aldılar, yeni ve mütekamil tarza girdiler” 13. Mahmut Esat’ın bu konudaki görüş ve çözümlemelerini sürdürelim. Ona göre bu süreç kaçınılmazdı. Çünkü böyle bir durumda, Osmanlılar taklit ettikleri devletin bir devamı olurlardı. Nitekim yine Osmanlılar Roma İmparatorluğunun, eski Yunanistan’ın hukuk ve kimi toplumsal kurumlarını da kendine özgü bir kalıba dökerek kendi gereksinimlerine uydurdular. 10



11 12



13



Yavuz’un Mısır seferinden sonra halifeliğin Osmanlılara geçtiği konusundaki görüşün tarihsel bir temele dayanmadığı bilinmektedir. Ancak 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasında, ilk kez uluslar arası bir belgede Osmanlı Padişahının halife olduğu doğrulanmıştır. Bk. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, TTK, Ankara,1964,I / 2, 258-259. Mahmut Esat, daha sonra yazdığı Atatürk İhtilali (İstanbul, 1940, 325–326) başlıklı eserinde şöyle der: “Yavuz, Mütevekkili İstanbul’a getirdi deniyor. Ve fakat hilafeti teslim aldığına dair bir kayda tesadüf edemiyoruz”. Anadolu’da Yeni Gün, 18 Mayıs 1338 (1922). Yusuf Akçura, “Türk Milliyetçiliğinin İktisadi Meselelerine Dair”, Anadolu’da Yeni Gün, 28 Nisan 1339 (1923). Burada da Akçura’nın Mahmut Esat’ın görüşleriyle örtüşen düşüncelere yer verdiği görülmektedir. Akçura için bk. François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri - Yusuf Akçura - (1876– 1935), çev. Alev Er, Ankara, 1986. Anadolu’da Yeni Gün, 21 Mayıs 1338 (1922).



38



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Mahmut Esat’ın ve elbette Yusuf Akçura’nın Osmanlı’nın oluşumunda yabancı etkilerini sağlıklı olarak belirlemeleri ve bunu dile getirmeleri üzerinde durulması gereken bir konudur. O yıllarda Batı tarihçiliği, Osmanlı’nın her şeyi Bizans’tan aldığı üzerinde duruyor ve Osmanlı İmparatorluğu = Doğu Roma İmparatorluğu gibi bir denklem kuruyordu. 1930’lu yıllarda Fuat Köprülü’nün çıkışı bu tür iddialara karşı bir tepki idi 14. Konuya bu açıdan yaklaşınca Mahmut Esat Bozkurt’un 1920’li yıllardaki açıklamalarının çok daha büyük bir anlam taşıdığı görülür. Üzerinde durulması gereken bir konuda şudur: O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal, ekonomik yapılarıyla ilgili araştırmalar henüz başlangıç aşamasında bile değildi. Böyle olmakla birlikte Mahmut Esat’ın konuya getirdiği açıklamalar gerçekten şaşırtıcıdır. Kaynak bilgisi inanılmayacak kadar da zengindir. Mahmut Esat önce, İmparatorluğun başlangıcındaki veraset sistemi üzerinde durmakta ve bunun eski Türk devletlerinde uygulanan bir geleneğe dayandığını savunmaktadır 15. Yine ona göre bu veraset sistemi, Osmanlı’nın çağdaşı olan Avrupa devletlerinde yürürlükte olan Saltanat Hakkı’ndan çok farklıydı ve daha “mütekâmil bir” durumda bulunuyordu. Yine onun tezine göre: “Bu devir içinde hakanlar, devleti idare salahiyetini tam mânasıyla memleketin asıl sahibi olan halktan alıyorlar”dı. Fakat o sırada Batıda devlet zihniyetine egemen olan tanrısal öğretiler (rabbani akideler = doctrines théocratiques) gereğince devlet, hakanlara Tanrının bir bağışı değildi. “Batıda hükümdar, kırallığını Tanrıdan, kılıcından alır” atasözü o inançların dayandığı ilke idi. “Bizde ise milli ve dini hukukiyatımıza gelince hakan saltanatı halktan camiadan alacaktı”. Şer’i hükümler ve Oğuzlar töresi 16 bir tarafta sayfaları açık dururken, diğer tarafta Osmanlı Devleti Batı kuramlarından başka bir nitelikte bulunuyor ve ülke sultanların malikanesi haline gelmeye başlıyordu. Ancak sürekli ihtilaller olduğu için işler bir türlü düzelmiyordu. Çünkü ekonomik durumu “ihtilallerin manasına” göre bir yönteme bağlamak, amaca uygun yeni uygulamalara gitmek düşünülemiyordu. 14



Köprülüzade Mehmet Fuat, “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar”, THITM (Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, I (1931), 165–313; Aynı yazar, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara, 1957.



15



Krş, Halil İnalcık, “Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisiyle İlgisi”, SBFD (=Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi), XIV/1 (1959), 69–94.



16



Mahmut Esat’ın Oğuzlar töresiyle anlatmak istediği örfi hukuktur. Örfi hukuk, sultanların şer’i kurallar dışında koydukları kanunnameler yasaknamelerle belirlenen kurallardır. Krş, Halil İnalcık, “Osmanlı Padişahı” SBFD, XIII/4 (1958), 68–79.



BOZKURT’A GÖRE OSMANLI İMPARATORLUĞU • Zeki Arıkan



39



Osmanlı Devleti giderek hükümet-i mutlaka haline dönüştü 17. Hakan mutlak yetkilere sahipti. Devletin yönetimini elinde bulundurması gereken halkın, en ufak bir denetim hakkı bile kalmamıştı. Kanunlar, toplumun iradesinin ifadesi değildi 18. Yasa ya da yasa niteliğinde uygulamalar padişahın, devlet ricalinin ülkeyi kendi görüşlerine göre, istedikleri gibi yönetebilmeleri için yaptıkları düzenlemelerdi. Oysa Batıda devletin esasları başlangıçtaki tanrısal inançlar sisteminden çıkmaya başlamıştı. Yine Mahmut Esat’a göre “zamana göre şüphesiz en demokratik ve çok yüksek ahkâmı ihtiva eden dini müdevvenatımız (bir araya getirilmiş kurallar) ve milli âdetlerimiz kâğıt üzerinde yazılı kaldı”. Bu yönetimin en çok zararını da Türk birliği gördü. Bu dönem içindeki ekonomik gelişme dinsel ve ulusal hukukun anlamına uyamadı. Sonra bütün önemli yasaların işlemesi topluma değil bir kişiye kaldı. Gerçekten örgüt ve kurumlarımız tam anlamıyla bir halk yönetimi değildi. Ama Mahmut Esat şunu da vurgulamaktadır: “Ancak yaşadıkları zamanlarda diğer devletlerin teşkilat ve müesseselerine nisbeten en (demokratikleri) idi”. Yalnız onun üzerinde durduğu temel konu şu idi: Devletin genel kurumları ne kadar demokratik, halkçı olursa olsun bunun yönetimi bir kişiyle sınırlı kaldığı sürece sapma ve ayrılma kaçınılmazdı. Artık koca bir Türklük (şahıs idaresi)nin kurbanı oluyordu. Mahmut Esat, bu yönetim değişikliği ile ekonomi arasında da bağlantı kurmaktadır. Bu da genel ekonominin halk ekonomisi olmayışı idi. Üretim ve dağıtımın dizginleri toplumun elinden bir kişiye geçince halkçı kurumlarımız gücünü yitirdi. Sarayın ve mütegallibenin 19 eline geçmiş olan ekonomik güç halkçı hukuk ve ulusal geleneklerle eğlenir oldu. Çünkü toplumun hareket mekanizması kurumlarımızla çelişen bir sınıfın eline geçti. Bunu devirmek için ihtilal gerekliydi. O da oldu. Fakat başarıya ulaşamadı. Bedrettin Simavi başını yitirdi. Çünkü ihtilal, ekonomiyi devlet örgütünü istediği amaca göre düzenleyemedi. Görüldüğü gibi Mahmut Esat, Şeyh Bedrettin hareketini, ekonomiyi halkın yararına dönüştürmek isteyen bir çıkış olarak göstermekte fakat bunun başarılamadığı üzerinde durmaktadır. Bu başarısızlığın temelinde ekonominin halkın çıkarlarına dönüştürülememesi yatmaktadır. Dönemin yani kuruluş yıllarının belirgin özelliklerinden biri de sosyal sınıfların bulunmayışıdır. Hatta sosyal sınıflar bütün imparatorluk yaşamında var olmadı denebilir. Dahası siyasal bir sınıf da yoktu. Mahmut Esat, bunu olumlu bir yapı olarak değerlendirmekte17



Anadolu’da Yeni Gün, 23 Mayıs 1338 (1922).



18



Jean Jacque Rousseau’nun ünlü “volonté”générale” ilkesi.



19



Ayan ve eşraf. Ancak bu deyimler kuruluştan çok daha sonraki yüzyılların gelişmesine uygun düşer.



40



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



dir: “Garptan bizi ayıran şerefli ve aynı zamanda devletimizin uzun zamanlar büyük bir kuvvet ve miknet (güç, kudret) içinde yürüyebilmesinin saiklerinden (nedenlerinden) birisi ve belki birincisi bu olmuştur”. Derebeylik, feodalite düzeniyle Osmanlı düzenini karşılaştıran Mahmut Esat, ikinciyi daha demokratik bulmaktadır. Çünkü, devletin kapıları ülkenin bütün çocuklarına açıktı. Komutanlar, devlet adamları halk çocukları idi. Yalnız, Sultanların gittikçe genişleyen büyük ölçüde yetkilere sahip olmaları bu genel durumdan toplumumuzun gereği gibi yararlanmasını engelliyordu. Giderek işbaşına geçenler, ulusun değil sarayın çıkarlarının koruyucusu oldular. Bütün millet, saltanat devletin hizmetçisi oldu. Devlet yapımız halkçı olmaktan çok cihangirlik amacını hedef aldı. Bu bağlamda geçmişte devletimizi esas olarak askeri ve siyasi istila kurumu olarak kabul etmek daha doğrudur. Bu kurum, toplumun durumunu iyileştirecek önlemlere de başvurmaktan geri kalmadı. Maddi ve manevi kültür (hars) çok yükseldi. Kaldı ki imparatorluğu başka türlü tutmak ve yürütmek olanağı da kalmadı. Türk birliğini kuvvetli ve toplu bulundurmak gerekiyordu. Fakat bu yön ihmal edildi ve denge bozuldu. İmparatorluk dağılmaya başladı. Her şey yayılma politikasının buyruğuna verilmişti. “Bu iktisadi değil, fakat içtimai demokrasi içinde bir nevi mütemadi diktatörlük, mütemadi bir örfi idare idi”. Aslında toplumun ve devletin yapısı demokratik idi. Fakat donanımı onu temsil ettirebilecek nitelikte değildi. Mahmut Esat, devletin daha kuruluş yıllarında “Türkleştirme” politikasının izlenmeyişinin olumsuz sonuçlar doğurduğuna değinmektedir. Nitekim daha Orhan Gazi, ele geçirdiği yerlerde yönetimi Rum tekfurlarına bıraktı. Bunlar devletin komutanları ve memurları sırasına geçtiler. Türkleştirme politikasının izlenmemesi yeni olumsuzluklar ortaya çıkardı. Gayrimüslimler, yabancılar için ayrı hukuksal düzenlemeler yapıldı ki Kapitülasyonların kökeni buralara kadar çıkmaktadır. Gayrimüslim topluluklar bundan çok yararlar gördü. Benliklerini ve bütün ulusal kurumlarını korudular. Günü gelince de kaybolmamış bir kitle halinde bağımsız parçalar halinde İmparatorluktan ayrıldılar. Asıl ülke, kazalar, sancaklar, eyaletler halinde geniş bir özerklikle yönetiliyordu. Mülkiye memurları da asker idi. Esasen herkes askerdi. Fakat bu askeri bir sınıf değil, neredeyse bütün ülke bir ordu kadrosu halinde idi. Padişah da bu örgütün başkomutanı idi 20.



20



Mahmut Esat, Osmanlı İmparatorluğu’nda sivil ve askeri hizmetlerin iç içe bulunduğunu çok iyi kavramıştır. İmparatorlukta bütün bu hizmetleri yerine getirenler “askeri” olarak adlandırılıyordu. Askeri sınıfla reaya arasındaki en önemli ayırım vergi alanında kendini gösteriyordu. Askeri sınıf, reayanın ödediği vergi ve resimlerden tamamen bağışık tutulmuştu. Bk. Halil İnalcık,



BOZKURT’A GÖRE OSMANLI İMPARATORLUĞU • Zeki Arıkan



41



Mahmut Esat verdiği bütün ayrıntıları yeniden ve daha derli toplu olarak sonraki yazılarında da ele almaktadır 21 ki bu bölümü bir bütün olarak ekte vermeyi uygun buluyoruz. Mahmut Esat, bu yazı dizisinin önemli bir bölümünü de “iktisat siyaseti”ne ayırmış bulunmaktadır. Çünkü diğer sosyal ve siyasal kurumların gerçek değerini ancak bu cepheden gösterilmek olanağını elde etmiş oluruz 22. Halkın ekonomisi, devletin siyaset ve yasaklarında ağır basmadıkça diğer yönetim, siyasal örgütün bütün yüksekliklerine karşın bir göz boyası olmak niteliğinden kendilerini kurtaramıyorlar. Mahmut Esat, eldeki tarihlerden yola çıkarak, daha Orhan Gazi’den başlamak üzere Timar sisteminin uygulanmış olduğu üzerinde durmaktadır. Sistem tımar, zeamet ve has olarak üçe ayrılmış ve giderek en gelişmiş düzeye ulaşmıştır. Toprağın daha doğrusu toprak gelirlerinin bu yolda üçe bölünerek askerilere dağıtılması Batı’nın o zamanki feodalitesiyle karşılaştırılmamalıdır 23. Sistem, altı yüzyıl devam eden mutlak yönetimin ve “cihangirlik” siyasetinin dayanağı oldu. Zayıf düştükçe kendisine dayanan yönetim de güçsüzleşti. Sonunda bu çetin ekonomik kurum iktisat dünyası önünde anlamını yitirerek sarsıntılar içinde bocalarken, sultanlar yönetimi de imparatorlukla birlikte sallanmaya ve parça parça yıkılmaya yüz tuttu. Yine dünya ekonomik sistemi içinde anlamını yitirmiş olan diğer bir kurum da lonca – Corporation örgütü idi. Mahmut Esat, timarla feodalite arasında derin farklar olduğu üzerinde durmaktadır. Feodalitenin Batıda ortaya çıkmasına ortam hazırlayan koşullarla timar sisteminin oluşması arasında çok büyük farklar vardır. Amaç bakımından da farklılıklar söz konusudur. Batıda kırallık ya da imparatorluk sınırları içindeki baronlar, dükler vb. sorguçlu “mütegalibeler” hukukça hem toprağın sahipleri hem de toprak üzerinde çalışan insan sürülerinin efendileri idi. Yönetimleri altında yaşayanlara vilain (=soylu olmayan)denirdi. Baron ya da dükün vilain’leri öldürmek, istediği gibi yönetmek hakkına sahip olduğu görülmektedir. Oysa timar, zeamet, has sahipleri olan sancakbeyleri, vezirler, vakıf mütevellileri vb. yasal olarak tasarruf ettikleri yerlerin sahipleri değillerdi. “Bunlar devletin hukukan almak hakkını haiz olduğu öşür gibi vergi ve resimleri, ordu ve devlet hizmetindeki imkânlarına mukabil doğrudan doğruya halktan tarh eden bir takım müesseseler, askerler, memurlardı”. Timar, zeamet, has hakları yasal olarak kuşaktan kuşağa giden bir sınıf ayrıcalığı Osmanlı İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi, Eren, İstanbul, 1993, 49, 188, 195, 323, 336. 21



Anadolu’da Yeni Gün, 25 Mayıs 1338 (1922).



22



Anadolu’da Yeni Gün, 4 Haziran 1338 (1922).



23



Krş, Ömer Lütfi Barkan, “Timar”, İA (İslam Ansiklopedisi), XII/1, 286–333; Aynı yazar, “Feodal Düzen ve Osmanlı Timarı”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri (yay, Osman Okyar – H. Ünal Nalbantoğlu), Ankara, 1975, 1–32.



42



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



bile değildi. Bu, devletin genel hizmetlerinde çalışan, memurlara, kurumlara, (dirlik) olmak üzere devlet hazinesinin hakkından ayrılmış hisselerdi. Hatta yasal olarak (dirlik) sahipleri, tasarruf ettikleri araziyi satın almak yetkisinde bile değillerdi. Çünkü bu durumda, yasa koyucu, giderek bütün imparatorluk arazisinin beş on nüfuzlu şahsın elinde toplanacağını ve bunun ülkede git gide sosyal bir zaaf, bir feodalite düzeni getireceğini düşünmüştü. Bundan ötürü has sahibi olan sultanlar bile hasları içindeki toprakları satın almak yetkisinde değillerdi. Boş arazinin bir başkasına geçmesi durumunda ödenmesi gereken tapu resim ve harcını da devlet dirlik sahiplerine bırakmıştı. Devlet bu sistem ile yalnız memurların ödeneklerini sağlamış olmazdı. Okullar, kervansaraylar, hastahaneler, camiler, yollar, vakıflar ve diğer toplumsal kurumları ortaya koymak için bu yöntemden çok yararlanıldı. Mahmut Esat, timar sahiplerinin kendi gelirlerini artırabilmek için bulundukları yerde reayanın tam bir güven içinde çalışmalarını sağladığını da eklemektedir. Kaldı ki bunlar tasarruf ettikleri dirlik içinde “zabıta ve mülkiye memurları idi”. Böylece bütün imparatorluktaki timarlar arasında bir rekabet de uyanıyordu. Üretimin artırılması için yollar yapılması, çağın elverdiği ölçüde çalışılıyordu. “Herhalde o devirde bizim imparatorluk hakkı Garptaki bedbaht insanlara nisbet kabul etmeyecek kadar maddi ve manevi bir saadete malik bulunuyorlardı”. Mahmut Esat, devletin maddi anlamını, gerçek niteliğini ortaya koyabilmek için onun ekonomik yapısını çözümlemenin gerekli olduğu üzerinde durmaktadır 24. Sistem, Türk köylüsünün üretime daha fazla katkıda bulunmasına olanak veriyordu. Çünkü “Osmanlı Türk camiası bugünkü gibi haricin iktisadi istilasına, iktisadi esaretine henüz düşmemiş idi. İktisat tarihi, hirfet yanı küçük sanatlar ve bir ölçüde de aile ekonomisi düzenini aşmamıştır. Sermaye bugünkü evrensel biçimde bir baskıya dönüşmemişti. İktisat tarihinde şu da bir gerçektir ki sermaye şimdiki sisteme dönüşmeden önce aynı toplum içindeki üreticiler haklarından bugünkü kadar yoksun bırakılmamışlar, çağımızdaki kadar mağdur edilmemişlerdir. “Bilhassa ve bilhassa bizde!” Gayrimüslim reayaya gelince: Mahmut Esat’a göre gayrimüslimlerin durumu Avrupa devletleriyle karşılaştırma yapılamayacak kadar iyi idi. “Halbuki bu devirlerde garptaki yerlilerin, Musevi ve Müslümanların iktisadi ve siyasi hali pek ziyade merhamete layık bir çehre arz ediyordu. Kocaman bir beşer kitlesi kan, yangın ve kıtal içinde imha ediliyordu”. Osmanlı İmparatorluğu ise kapılarını açmış o günün bilinen milletlerine buyurun bize diyordu. Saray ve çevresi Türk ve Müslüman’dı. Fakat işte o kadar. Devletin yazgısı, devletin genel siyasetinin dizginleri Türk ve Müslüman 24



Anadolu’da Yeni Gün, 7 Haziran 1338 (1922)



BOZKURT’A GÖRE OSMANLI İMPARATORLUĞU • Zeki Arıkan



43



toplumun elinde değildi. Bu nedenle Türk toplumu, yazgısının yönetiminde ne kadar yetkili ise gayrimüslim toplum da ondan daha çok aşağıda değildi. Bütün bu nimetler karşılığında külfet olarak yalnız şer’i cizyeyi ödemekle yükümlüydüler. İki yüz yılı aşkın bir süre devam eden sonsuz savaşların kan vergisi de yalnız Türk halkının omuzlarına yüklenmişti. Gerçi, Çandarlı Halil Efendi’nin düzenlediği bir Devşirme yasası vardı. Fakat bu yasa hükmünce gayrimüslimlerden alınan askerin yekûnu bizce devede kulak idi. Mahmut Esat, devşirme sisteminin “pek milli maksatla kabul olunan bu güzel Türkleştirme siyaseti” olumsuz bir sonuç vermiş “devletin tamamen Türk unsurundan çıkmasına ve yabancıların eline geçmesine giden yolu açmıştır”. Timar, zeamet, has sahipleri Türkler Müslümanlar idi 25. Fakat bu Türk için imparatorluk içinde yaşayan diğer “milletlerden” daha seçkin daha çok himaye gören bir durumda olduğu anlamına gelmemektedir. Dirlik sahipleri aldıkları maaş ya da gelir karşılığında hizmetlerini hemen her gün savaşlarda kanla ödemek, devletin mülki, askeri vb. genel hizmetlerini yerine getirmek zorunda idiler. “İşte Türk’ün kendi adını taşıyan bir imparatorluğun yapısındaki nüfuz ve egemenliği bu kadardı. Görülüyor ki yalnız ekonomik açıdan değil fakat uygulamada siyasal hukuk görüşüyle de gayrimüslim toplumlar, Türk-İslam toplumundan aşağı bir düzeyde bulunmuyordu. Her iki toplumda yani gayrimüslimler de Türk ya da Müslümanlar da devlet işlerini denetleyemiyordu. Türk unsuru çok hırpalanıyordu. Elbette çağdaş anlamda bir devlet söz konusu değildi. Mahmut Esat, devlet hazinesinin durumunu da incelemektedir. Buna göre, vergi olarak hazineye giren gelirler, kapıkulu askerine, ulema ve diğer görevlilere ayrılıyordu. Bundan başka sosyal hayır işlerine ait binalar, savaş malzemesi de bu vergilerle karşılanıyordu. Ancak unutmamak gerekir ki devletin genel hizmetlerine ayrılan gelirler savaşlarla dışarıdan elde ediliyordu. Yıldırım Bayezit’in saltanatı zamanında kadıların geçimlerini sağlamak amacıyla ilamlar için bir resim konuldu. Avarız adı altında da zaman zaman esnaftan, tüccardan ufak tefek vergiler alındı ki bu olağanüstü dönemlerle sınırlı kaldı 26. Her ne olursa olsun, üretim bugünkü kadar çok değildi. 25



Osmanlı Devleti’nin kuruluşu aşamasında, Balkanlarda, sözgelimi Arnavutluk’ta eski Hıristiyan senyörlerin dinlerini dahi değiştirmeden timar sahibi oldukları ve askeri kadro içine alındıkları görülmektedir. Halil İnalcık, Hicri 835 Tarihli Suret-i Defter-i Sancak-ı Arvanid, TTK, Ankara, 1954. Ancak bu durum yakın zamanlarda Osmanlı arşivinin sistemli olarak tasnif edilmesi ve yapılan araştırmalarla ortaya çıkmıştır.



26



Avarız, olağanüstü durumlarda ve özellikle savaş giderlerini karşılamak üzere, hükümdarın buyruğu ile halkın devlete mal, hizmet ve nakit olarak ödemek zorunda olduğu vergidir. (bk. Ömer Lütfi Barkan, “Avarız”, IA, II, 13–19.



44



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Vergi ile üretim arasında bir denge kurulmuştu. Vergiler, devletin genel idari hizmetlerine, vatan savunmasına, okullara, sosyal yaşam kurumlarına özgülenmişti. Çağımız maliye bilimine göre gelirlerin harcanacağı yerler de burasıdır. Mahmut Esat, Osman Gazi’nin bir takım haksız pazar vergilerini kaldırmasını da bu bağlamda değerlendirmektedir. Mahmut Esat, herhangi bir devletin, bir yönetimin gerçek yüzünü, niteliğini görebilmek için genel halk ekonomisinin dayanağını bilmenin zorunlu olduğu üzerinde durmaktadır 27. Şüphesiz ki bir toplumun yaşamında, genel davranışlarında mutluluğun temeli yalnız ve yalnız onun ekonomisinin düzgünlüğüdür. Buna manevi ve siyasi birçok nedenler de eklemek gerekir. Fakat yine herhalde en başta halkın genel iktisadı belirleyicidir. Mahmut Esat, burada Bordo Üniversitesi anayasa hukuku profesörü Leon Duguit’nin görüşlerini paylaşmaktadır. Yine buna göre, halkın genel ekonomisi devletin ve onun siyasetinin hareket noktası olmadıkça, her hangi hukuki şekil olursa olsun böyle bir devletin durumu da toplumsal ya da halk yönetimi olmaktan uzak kalır. Halk ekonomisini genel siyasetiyle uzlaştırmayan bir devlet demokratik olabilir, daha ileri gider sosyalist de olabilir, komünist de olabilir. Fakat her zaman adıyla sanı arasında bir ilişki bulunamaz. Zamanımızda bütün bu parlak adlara, resmen ilan edilen anayasalara, başta bandolarla ulusun mutluluğunu, varlığını, görkemli bir şekilde duyuran meşruti yönetimlere karşın, ortada her şeyi tekeline almış zalim bir sınıf baskısından başka bir şey yoktur. Sözün kısası hangi yönetim altında olursa olsun devletin gerçek niteliğini halk ekonomisinin düzgünlüğü belirler. Öyle görkemli isimler, bir alay doğaüstü felsefelerle bir devleti anlamaktan sakınmak isteriz. Bu gibi gösterişlerle bütün bir tarihinde aldatılan ve aldanan insanlık, bugün de gözümüzün önünde sefilliğine ve perişanlığına ağlamaktadır. İnsanlığa mutluluk ve varlık vaat eden eski ve yeni doğaüstü felsefeler hatta XVIII. yüzyıl devlet felsefeleri bile, başta Jean – Jacques Rousseau ve okulu olduğu halde suya düştü. Epeyce başarısına karşın ne bir demokrasi kurabildi, ne de sınıf baskısına engel oldu. Halkın ve toplumun sefilliği ve sürekli artan yoksulluğu önünde yazık ki bu felsefe de sefil oldu. Yalnız zulmün ve tutsaklığın biçimi değişti. Bu mudur demokrasi? Mahmut Esat, bu konuyla ilgili sözü burada keserek daha ileride ayrıntılı bilgiler vereceğini belirtmektedir 28. Mahmut Esat, demokrasi kavramına yeni açılımlar getirmektedir. Demokrasiyi yalnız bir yönden incelemeyi, hele onu doğaüstü felsefeler arasında gezinerek yargılamayı yanlış ve bilimsel açıdan 27 28



Anadolu’da Yeni Gün, 12 Haziran 1338 (1922). Bu konuda onun şu yazılarına bakılabilir: Mahmut Esat, “Halk Devleti Düsturları”, Anadolu’da Yeni Gün, 24 Kânunusani 1923- 2 Şubat 1923, no: 1083–706–1091–714.



BOZKURT’A GÖRE OSMANLI İMPARATORLUĞU • Zeki Arıkan



45



tehlikeli bulmaktadır. Demokrasi soyut bir kavram değildir. Ekonomik, toplumsal vb. açılardan incelenmelidir. Onu yalnız bir yüzüyle görmek niteliğini kavramaya yetmez, sanırız. Ona göre, gerçekten çağdaş demokratik devletler, ne sınıfların ekonomik, toplumsal baskısına engel olabildi, ne de hatta siyasal toplum egemenliğini sağlayabildi. Mahmut Esat, bugünkü devleti, adları zulüm ve baskısıyla özdeşleşmiş kimselerin yönettiği eskiçağ devletleri kadar değilse bile, birçok noktalardan, onlar kadar halkın yüksek çıkarlarına karşı baskı ögesi olarak görmektedir. Bunun, “millet devri” olamayacağını da vurgulamaktadır. Yine soruyor, “Bu mudur şaşaası dünyayı tutan demokrasi?” Mahmut Esat sözü, araştırma konusuna getirmekte Osmanlı İmparatorluğu’nun demokrasinin amaçlarından “birçoğuna temas etmektedir” demektedir. “Nitekim bu devirde o zaman garpta olduğu gibi bizde imtiyazlı sınıflar yoktur.Herkes kanun önünde eşittir. “Devletin iktisadiyat siyaseti halkın menfaatlerini az çok kavramaktadır”. Bütün bunlarla şunu demek istemektedir. Osmanlı İmparatorluğu iki yüzyıldan fazla süren bu dönemde amaç gibi görünen demokrasiyi uygulamış mıdır? Buna şu yanıtı vermektedir: “Hayır! Bunu düşünemeyiz bile…” Ama o yinede eski hukukumuzda “bizde demokrasi esaslarını görebiliriz ” demektedir. Ancak uygulamada bu tam anlamıyla ortaya çıkmamıştır. Mahmut Esat, bu incelemenin sonunda şu değerlendirmeyi yapmaktadır: Osmanlı Devleti kuruluşu döneminde yayılmacı bir politika izliyordu. Akından akına yürüyen Osmanlılar, anavatana dönerken önlerinde katar katar dünya hazinelerini aktarıyorlardı. Bu ganimetler ülkenin bayındırlığına, yer yer sosyal ve bilimsel kurumların ayakta kalmasına harcanıyordu. Ganimetler eşit ve düzenli dağıtılmasa bile herhalde memlekete büyük servetler getiriyordu. Askeri zümrenin gereksinimleri için halka yük olmaya gerek yoktu. Zaman zaman hazinenin zayıfladığı da oldu. Fatih döneminde Karamanlı Mehmet Paşa’nın uyarısıyla evlerden vergi alınmak ve mukataa gibi yöntemlere başvuruldu. Fakat halkın tepkisi üzerine kısa bir süre sonra bundan vazgeçildi 29. Her türlü sanat korunuyor ve gözetiliyordu. Bursa’da Çelebi Sultan Mehmet’in yaptırdığı cami ve türbedeki ünlü çiniler Deli Mehmet adındaki bir Türk ustası tarafından üretilmiştir. Padişahlar sefere



29



Aşıkpaşazade ve Neşri Tarihlerindeki kayıtlara göre İstanbul’un alınmasından sonra boş kalan evler taşradan gelenlere verildi. Fakat bir süre sonra bu evlerden “mukataa” adı altında kira bedeli istendi. Bu halkın tepkisine yol açtı. Mukataa kaldırıldı. Fakat yeniden kondu. Neşri’nin belirttiğine göre bu vergi XVI. yüzyıl başlarında bile alınıyordu. Mahmut Esat’ın bu konuya dikkat çekmesi oldukça önemlidir. Bk. Aşıkpaşazade Tarihi(yay. Nihal Atsız), İstanbul,1947,193; Neşri, Cihannüma(yay. M.A. Köymen – F.R. Unat,TTK, Ankara, 1957, II,709-710.



46



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



çıktıkça birçok bilgin ve sanatçıları İstanbul’a getiriyorlardı. Gün geçtikçe imaretler, camiler, medreseler çoğalıyor, birçok sosyal amaçlı eserler yükseliyordu. En güzel sanat eserleri Türk mimarların elinden çıkıyordu. Fatih’in İstanbul’da kurduğu medresede zamanının en önemli bilginleri ders veriyordu. Devlet ricalinin önemli bir bölümü buradan diploma almıştır. Ülkenin her yerine yayılmış medreseler parasız eğitim veriyorlardı. Bedrettin Simaviler bu medreselerde okudu ve okuttu. Edebiyat da ilerliyordu. Ancak gelişen fikir ve kültür hareketleri “milli” olmaktan çok “dini” idi. Bununla birlikte Acemin ve Arabınkinden farklı olarak kendine özgü bir inceliği vardı. Devletin genel politikasının şer’i kurallara göre yönetilmesinde bunun büyük bir payı ve etkisi vardı. İmparatorluk içinde İslam nüfusun arttırılması temel bir politika idi. Rumeli’ye yapılan sürgünler, buralara yerleştirilen aşiretler, İslamlaştırma politikasının uzantısı olarak görülmektedir. Ancak devlet Türkleştirme politikasını ihmal etti. Bundan ötürü imparatorluk, “müttehid ve milli bir mefkûreden” yoksun kaldı. Saati çalınca yalnız dinde bir, fakat ülküde ayrı olan bu toplum parçalara ayrıldı. Yeni ekonomik ve milliyet dönemleri de, bunda belirleyici rol oynadı. Şer’i kuraların gayrimüslimlerle ilgili hükümleri olduğu gibi uygulandı. Bu bakımdan gayrimüslim reaya şer’i kurallardan çok yararlandı. Bu politika onların sosyal ve ekonomik gelişmelerine, Türk toplumunun zararına olarak, çok hizmet etti. Şeriatın koruyuculuğu altında dillerini, dinlerini, geleneklerini, aile ve miras hukuklarını korudular. Tasarruf ve mülkiyet hakları bile Türklerden ve Müslümanlardan farklı değildi. Mahmut Esat Bozkurt, bu araştırmasında şu sonuçlara varmaktadır: Devletin dayandığı temel hukuk “milli ve dinidir”. Devlet esas olarak bir Türk ve İslam toplumudur. Fakat devlet, denetimsiz bir mutlak idare’ye dayanmaktadır. Medeni hukuk, mülkiyet, miras, aile vb. hukuku tamamen İslamidir. Aile hukuku açısından gayrimüslimler kendi cemaat yasalarına bağlıdırlar. Ceza yasası, şer’i olduğu kadar kısmen millidir. Burada milli hukukla anlatılmak istenen şüphesiz örfi hukuktur. Ekonomik yönden halkın düzeyi yüksektir. Büyük üreticiler, üretime egemendir ve onu denetleyebilmektedir. Dışarının ekonomik nüfuzundan uzaktır. Küçük üreticilerin durumu da iyidir. Oysa Avrupa’daki halk siyasal ve ekonomik tutsaklık içindedir. Vergiler, üretimle ve gelirle orantılıdır, hafiftir. Fakat devlet kişisel bir yönetim altındadır. Zaman zaman bu denetimsiz hükümetin vergileri suiistimal ettiği de görülmektedir. Yönetim toplumun elinde değildir. Halk kendi yazgısına razıdır. Büyük seferlerde halkın varlığı dahi tehlikeye düşer, varlığı da yağmalanırdı.



BOZKURT’A GÖRE OSMANLI İMPARATORLUĞU • Zeki Arıkan



47



Türkler ekonomide egemen bir konumda olmakla birlikte asıl yük de onların omuzları üstündedir. Devlet anlayışında kimsenin birbirinden farklı ayrıcalıkları yoktur. Gayrimüslimler genellikle kendi cemaat yasalarına bağlıdırlar. Mahmut Esat, Osmanlı İmparatorluğunda batıdakine benzer ihtilaller olmadığını belirtmekte bunu da “iktisadi ve içtimai bünyemizde ” aramaktadır. Ancak bizde de yönetim çığırından çıkınca kanlı ihtilaller görülmüştür.



Sonuç Milli Mücadele’yi destekleyen basının oldukça zengin bir içeriği vardır. Yapılan çalışmalar, henüz yeterli olmamakla birlikte bunu açıkça göstermektedir. Mahmut Esat, bu dönemin seçkin kalemlerinden ve fikir adamlarından biridir. Onun yazdıkları, yalnız Milli Mücadele’nin karşılaştığı sorunlara ışık tutmakla kalmıyor, aynı zamanda Türkiye’nin tarihsel sürecini bir bütün olarak ele alıp işliyordu. Mahmut Esat’ın o genç yaşına karşın, birikimi, derin bilgisi, olayları ele alışındaki bilimselliği, ürettiği çözümlemeler insanı şaşırtacak kadar kapsamlıdır. Bu önemli yazıların şimdiye kadar gazetelerin tozlu sayfaları arasında kalmış olması daha da şaşırtıcıdır. Bu yazılardan yararlananların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır yada hiç yoktur. Üzerinde durulması gereken bir konu da şudur: Milli Mücadele’nin başarıya ulaşmasından sonra eski düzenin devam edeceğine inanan yığınla kimse vardı. Elbette böyle düşünenler mecliste de bulunuyordu ve sayıları epeyce kabarıktı. Osmanlı İmparatorluğunun tarihe karıştığını, yepyeni bir Türk devletinin kurulmakta olduğunu sezen birkaç kişi vardı. İşte bunu gören ve açıkça dile getirenlerden biri şüphesiz Mahmut Esat Bozkurt’tu. O tarihin nereye doğru gittiğini bilinçli olarak kavrayan ender kafalardan biriydi. Atatürk büyük bir öngörüyle Mahmut Esat ve onun gibi gençleri zamanında “keşf” etmiş ve onlara ağır sorumluluklar yüklemiştir. Bu sorumlulukların da bu gençlerin yetişmesindeki payını unutmamak gerekir. Mahmut Esat, Osmanlının tarihe karıştığını gördüğü için böyle bir araştırma yapmak gereğini duymuştur. Bu araştırma, yukarda değinildiği gibi sağlam kaynak ve yöntemlere dayanmaktadır. Elbette vardığı sonuçlarda kimi yanlışlıklar ve yanılgılar olabilir. Bunu da, sosyal bilimlerin sürekli ilerlemesi ve gelişmesi karşısında doğal karşılamak gerekir.



EK 1 OSMANLI İMPARATORLUĞU TARİHİNİN İKTİSADİ VE SİYASİ MANASI Anadolu’da Yeni Gün, 25 Mayıs 1922/1338, 879–501 Bugünkü yazılarımıza takaddüm eden (5)inci ve (6)cı makalelerimiz etrafında biraz daha tevakkuf edeceğiz. Tahlillerimizdeki görüşümüzü kâfi derecede lüzumla inkişaf ettirebilmek için bunu lazım telakki etmekteyiz. Ahmet Rasim Bey (Osmanlı Tarihi)nde: Osman Gazi’nin padişahlığa intihabı hem istihkakının hem de rey’i ümeranın neticesidir. Anlar dahi rey’i hodlarıyla hareket etmişler ve Oğuz kanununa riayet eylemişlerdir” 1. Her Türkiyeli bu rivayeti nakşeden satırları dikkatle okumalı hafızasına almalıdır. Bu tarihi hadise (hukuk-ı âmmece) büyük bir ehemmiyeti haizdir. Halksızlık ve halk hakimiyeti nokta-ı nazarında pek kıymetli bir hukuk vesikasıdır. Görünüyor ki dini hukukiyatımızda olduğu gibi, imparatorluk (hukuk-ı esasiye) mizin büyük bir kısmını teşkil eden milli hukukiyatımıza göre de (saltanat hakkı veya hakimiyet-i milliye: souvraineté ne Nationale) esasen camiaya aittir. Hakan ve halife halk tarafından gayrı mahdut bir zaman için seçilmektedir. Bunlar iyi idare etmekle mükellef oldukları malum işlerinden halka karşı mesuldürler. Kadim hukukiyatımızın manasına göre sanki hilkat ve tarih kendi eliyle Türk halkının başına hakimiyet sorgucunu takmıştır. Asıl sorguçlu sultan halktır. Hakan ve halife bunun mümessilleridir. Nassın maslahâtını idarede istihkak ve liyakat göstermezlerse yine asıl (sahib-i devlet) olan cumhurun kararıyla millete ait tahtı terk etmeğe mecburdurlar. Eski garp (hukuk-ı esasiye) siyle bizim kadim (hukuk-ı esasiye)mizin mahiyetini, cevherini ayıran yüksek zirveli hudutlar, açıklıklar buradadır. Garpta (rabbani hukuk nazariyeleri) memleketi ve milleti, her şeyi prensin malı farz ediyordu. O istediği gibi hareket edebilirdi. Layüsel (sorumsuz) idi. Bizde (rabbani hukuk ve (milli töre) her şeyi camiaya ait olmak üzere telakki etti. Bu manaya göre hakan veya halife (sahib-i devlet) bir (müekkel) huzurunda bulunuyordu. Ona idaresinden hesap vermekle mükellefti. Hesap veremeyince, idarede aczi tahakkuk edince veya salahiyetini kötü istimal edince sıfat ve mevkiini terk etmesi icap ederdi. Zira (sahib-i devlet veya müekkel) bizim hukukiyata göre halktır. İki hukuk arasındaki farkın hükmü ve pek mümkün neticesi şudur ki, Türk halkı kanunlarını (icab-ı maslahata göre) tadil etmek, devlete bir 1



Ahmet Rasim Bey, Osmanlı Tarihi cilt 1, s. 43–44



BOZKURT’A GÖRE OSMANLI İMPARATORLUĞU • Zeki Arıkan



49



idare tarzı, yeni bir teşkilat vermek isterse ve lüzum tahakkuk ederse hakan veya halife bu işe müdahale edemez. Halk, vaziyet ve haline evfak olan ahkâmı kanunlarına yazar ve (teşkilat-ı esasiye)sini yapar. Hakan ve halife cemaatin iradesine ve menfaatlerine mutavaat ve riayette mükelleftir. Ümmetin icmaı hilafına hareket edemezler. Ederlerse âsi olurlar. Eski darb-ı meseldir: (Sürüden ayrılanı kurt kapar). Şu kadar ki kanunlarını yapmak iradesini tanzim etmek hakkı yalnız halka münhasır bir salahiyet değildir. Onun hukuki esasatına ve menfaatlerine tevafuk etmek şartıyla hakan da teşkilat vücuda getirebilir. Bu hukuki vaziyetin kısaca ifadesi ve hükmü şudur ki halk mukaddesatına sahiptir. Umumi salahiyetlerin zilyedidir. Memleket ve saltanat kendisinindir. Bunu istediği kimselerle idare ettirir. Malumdur ki garpta vaziyet nazariyatta dahi bu şekilde tecelli etmedi. Orada bizimkinin aksine olarak bir halde belirdi. Memleket malikâne, belki âdi bir çiftlik, halk esir, prenste esirler ve malikâneler efendisi idi… Ve bu hakkı ona Tanrı ve kılıcının kudreti bahşetmişti. Kimseye sormaya lüzum görmeksizin, kimsenin menfaatlerini düşünmeye mecbur olmaksızın istediğini yapardı. Astığını asar, biçtiğini biçerdi, (gayr-i mesul) idi 2. Eski hukuk vaziyetini kısaca ifade için denebilir ki, bizde hakan ve halife vekildir, mümessildir. Bunların hükümleri de (hukuk-ı şahsiye)den hayli farklı olmakla beraber esas itibariyle bu mâna dahilindedir. Garpta prens asildir, müekkel değildir. Nazariyatta bu suretle beliren ve altı asır yalnız kitaplarda yaşayan eski (hukuk-ı esasiye)miz tatbikatta nasıl göründü? Ve vaziyetimiz ne idi? Teessüsten bir müddetçik sonra dini ve milli hukukiyatımızın (hukuk-ı âmme) ye taalluk eden ve bilhassa Türk bir köşeye atıldı. Milli Töre de masal mealinde söylenmeye başladı. Müslümanlara ait olan büyük bir parçası fiiliyattan kalktı. Hukuk kitapları kâğıt yığını gibi bir hale geldi. Taliin hazin bir tecellisi de şu oldu ki şer’i (hukuk-ı âmme) nin kendilerine taalluk eden kısımlarından (gayrimüslimler) lüzumundan fazla istifade ettikleri halde, Türkler, İmparatorluğun asıl sahipleri ve banileri, dini ve milli (hukuk-ı esasiye)nin kendilerine tanıdığı hukuktan mahrum kaldılar!... Çünkü bunların (hukuk-ı esasiye)sine lazım olduğu veçhile riayet edilse tahtı işgal eden şahsın saltanat hakkı, nihayetsiz salahiyeti tahdit edilmiş olacaktı. Bu mahrumiyet ikinci devir başladığı zaman giderek memleketin öz efendilerini esir, esirlerini de maddi neticeleri itibariyle efendilik makamına is’ad etti (çıkardı). Bu elim vaziyeti ve neticelerini ikinci devir içinde daha çıplak göreceğiz. Bir halde yeni devirler açıldıkça Türk vahdeti kül halinde daha kara günlere doğru yürüdü. İmparatorluğun Türk olarak yalnız adı kaldı. Hakikatta ise Türk’ün esaret yatağı, belki de başında tarihin ağladığı musalla taşı oldu! Hukuk müessesattan inhiraf edilmiş olmasına, şahsi 2



Duguit, Hukuk-ı Esasiye,



50



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



idarenin başlamış bulunmasına rağmen iktisadi ve içtimai kıymetiyle ölçersek halkın manen ve maddeten en çok mesut olduğu zaman – nisbeten – bu birinci devirdir. Bu devir içinde mütehakkim hakan ve etbaı idi. Bir zümre idi. Halbuki devirler değiştikçe tahakküm edenlerin adedi de arttı. Bunlar ve bunların ne gibi iktisadi sebeple tahtında husule geldiğini ileride tahlil edeceğiz. Bu devirde neden devletin (teşkilat-ı esasiye) sinden çıkılarak şahsi bir idare teessüs etti? Ve bu idare hergün biraz daha kuvvetlenerek nihayet en korkunç bir istibdada müncer oldu? Şüphe yok ki hukuk esasatı (sahib-i devlet) halkı tanımıştı. Ancak onu sahib-i devlet mevkiinde bulundurabilecek teşkilatı ihtiva etmiyordu. Nihayet her işin idaresini mesuliyet kaydıyla beraber bir şahsa tevdi ediyordu. Mesele itimat üzerine müessesti. Fakat iş başına geçen şahıs, (hakan veya halife) bir kere kılıcı beline kuşatınca, işi yolunda götürmek, sözünde vefa göstermek namusuna kalmış bir işti. Aksi hale mütemadi bir kontrole tabi olmadığından onu mutlaka ihtilal ile kanla, demirle yola getirmek lazımdı. (Hukuk-ı esasiye) ahkâmının teyid, kuvveti ancak bu olabilirdi. Hele hakan, iktisadi vaziyeti de mevkiini tarsin (güçlendirecek) edecek hale getirince, esasattan ne kadar inhiraf ederse etsin halkta kendisine karşı koyacak hal bırakmazdı? Mamafih birinci devir içinde (şahıs idaresi) teesssüs etmekle beraber hakanlar Türk kitlesini devirlere nisbetle hayli korudular. İşte çok güzel olan (hukuk-ı âmme) esaslarımız halk kontrolünü temin edici teşkilatın noksanlığından fiiliyata geçemedi. Milletleri intihap usüllerine tabi kalmaksızın (Güzideler idaresi) denilen ve bilmen daha ne isimler verilen devlet tarzında idare etmek isteyenlerin bu tarihi hakikat da kulaklarına küpe olsun!. Hukukiyatımız pek ahrarane (LİBÉRAL) olmakla beraber herhalde yine bir (mutlakiyet-i idare) manâsını müfid idi. Yalnız bir (âdil idare-i mutlaka) esasına tabi idi. Fakat hadiseler ve tarih gösteriyor ki böyle idareler kısacık bir zaman için iyi neticeler verebilirler, fakat bu da iyi şahısların eline geçmek şartıyla… Fakat her zaman halkın irade ve menfaatlerini gören ve ona uyan iyi şahısları yetiştirmekte zamanlar, heyhat pek kısırdırlar. Bir camianın mukadderatını şahıslara teslim etmek çok tehlikelidir. Böyle idareler uzayınca zulme ve esarete münkalip oluyorlar. Çünkü onları tutan iktisat usulü zaruri olarak yine bir tahakküm nizamıdır. Şu ciheti de ayırtmak icap eder ki devletimizin (hukuk-ı esasiye) sinin büyük bir kısmı rabbani idi. Yalnız garptaki (rabbani hukuk) kralın şahsında tecelli ettiği, onun memleket ve insanlar üzerindeki tahakkümüne bir vasıta ve bir âlet olduğu halde İslami camianın hukukunu teshir ve temin maksadıyla nazil olmuştu. Fark çok derindir. İmparatorluk tarihimizin bu kısmında tatbikatta tecelli eden (idare-i mutlaka)nın hareket cihazları başında hakan bulunuyordu. Etrafında vezirleri, kazaskerleri, defterdarları, nişancıları vardı. Bu, imparatorluğu idare eden kafa, meşhur (divan) idi. Askeri, siyasi, adli, mali, idari gibi mühim umurun büyük ve son mercii burası idi. Burası bu işi milli töreye, şeriat



BOZKURT’A GÖRE OSMANLI İMPARATORLUĞU • Zeki Arıkan



51



ahkâmına göre tedvirle mükellefti. Taşraya doğru çıkıldıkça eyaletler, sancaklar, kazalar ve muhtar beylikler halinde memlekette bir idare teşkilatı vardı3. Bunlar hep birden sultana bağlı idi. Sultan da sözde milli töreye şeriata!... Fakat kontrolü kim yapacaktı? İhtilal!. (Osman Gazi) zamanından itibaren umumi idare cihazlarımızın merkeziyet dizginleri hergün biraz daha fazla saraya doğru toplanıyordu. Filhakika idare her vakit ta Tanzimat’a kadar geniş bir (adem-i merkeziyet) idi. Fakat esasen asker olan idare memurları bir askeri kıt’a kumandanı kadar – bu idari sistem muktezası yeni kanunlarla muayyen – vasi bir salahiyete maliktirler. Fakat aynı zamanda da yine bir asker kadar sıkı bir merbutiyetle başkumandan mevkiinde bulunan hakana tabi idiler. Binaenaleyh hakan için (adem-i merkeziyet) sistemi bir zaaf teşkil etmiyordu. İlk vezirli hakan (Orhan Gazi) oldu. (Birinci Sultan Murat), (Birinci Sultan Yıldırım Bayezit) teşkilatı tedricen tevsi ettiler. Bu teşkilat (İkinci Fatih Sultan Mehmet) zamanında yukarıda tersim ettiğimiz şeklini aldı. Osman Gazi’nin kanunlarından ve vasiyetnamesinden sonra4 Alaettin Paşa ile Cendereli Halil Efendi’nin ilk kanunları 5 zamanın idrak ve zekasına göre nisbeten hayli âdil ve çok kuvvetli bir askeri devletin temellerini atıyordu. Bu vasiyetler, bu kanunlar ve daha birçok âdetler bir araya toplanarak Fatih’in saltanat günlerinde bir (Kanunname-i Mehmedi) tertip olundu. Bu kanunun hülasası, saray merasimine, divan teşkilatına, arazi taksim ve tevziatına, askeri hususata, idare teşkilatına, maliye umuruna taalluk ediyordu 6. Bütün bu müessesat gittikçe bir (idare-i mutlaka) esaslarıyla tebellür ediyordu. O günkü teşkilat-ı iktisadiye de bunu icap ettiriyordu. İdare, iktisat izleri üzerinde yürüyordu. Bu idare tek halkın ekseriyetine karşı maddi kıymeti, faidelerle zararları ne idi? Bunu müteakip makalemizde sırf iktisadi vaziyeti tahlil ederken göstermeğe çalışacağız.



İzmir Mebusu Mahmut Esat



3



Feridun Bey Münşeatı c. 1; Ahmet Rasim Bey, Osmanlı Tarihi, , cilt 1.



4



Aşıkpaşazade Tarihi; Atâ tarihi, cilt 8.



5



Tacü’t-tevarih, cilt 1.



6



Hammer tarihi.



EK 2 TÜRKİYE DEVLETİNDE ESKİ SİYASET, YENİ SİYASET Anadolu’da Yeni Gün, 3 Temmuz 1922, 909–532



Halkçılık Görüşüyle Tahlil Osmanlı İmparatorluğu tarihinde Türk halkı, beş asrını Sultanlar hâkimiyetinde yıprattı. İmparatorluk tarihimiz zaman zaman yükseldi, vakit vakit düştü. İtila da, sukut da hakanlar hesabına oldu. İmparatorluk orduları mehterhanelerini Viyana surları önünde, kayserlerin saray duvarları etrafında, firavunların payitahtlarında, Çaldıran sahralarında, Karabağlar’da, Bahr-i Muhit atlası kenarlarında eğlediler. Altın(Altay) dağlarından çıkan Türk’ün gücünü arzımızın sakinlerine nakl ettiler. Osmanlı donanması imparatorluğun satvetini Akdeniz’in kıyılarından ta Hind deryalarına kadar dalgaları yırtarak, boraları fırtınaları delerek ölçtüler. Beyazlı, yeşilli, allı, sarılı Yeniçeri bayrakları daima yükseklerde süzülen atmacalar gibi burçtan burca kondu. Sırma tuğlu vezirler, zümrüt sorguçlu sultanlar elden ele yürüdüler. Şark ve garp tamam dört yüzyıl diz üstünde Türk’ün destanını dinledi. Akropoller, Ehramlar, Babil’in viraneleri, Bizans’ın sarayları, Tuna suları asırlarca bu destanı duydu. Mabetler, kiliseler, havralar Altındağlıların destanına makes oldu. Bütün dünya tamam dört asır İmparatorluğun menkıbelerini huzû(gönül alçaklığı) ve ihtiramla ayakta dinledi ve söyledi. Tacidarların cizyeleri, Mısır’ın hazineleri sultanların ayakları altına döküldü. Osmanlı İmparatorluğu zaferden mamul bir varlık halinde tecelli etti… Lakin bu zafer mamulatının içinde iniltiler eksik olmadı. Gün geçtikçe iniltiler arttı. Zaman oldu ki imparatorluğun neresi tutulsa Türk kanı sızdı. Neresine bakılsa sürü sürü öksüzler, kafile kafile dullar göründü. Dağlı kızları, Türklüğün bu temiz sütlü büyük anneleri yalın ayak, sırtı açık kaldı. Sultan zaferleri terennüm edilen imparatorluğun özü kemiriliyor, bundan her gün bir parça daha kopuyordu. Sabanlar elsiz kaldı, gül bahçelerinde, zümrüt bağlarda, yeşil tarlalarda bülbüllerin ırmak sularına karışarak akıp giden şakrak sesleri kesildi. Mesut ve şen yuvalardan duman tütmez oldu. Büyük imparatorluğu pak sütüyle emziren köylü kızı kiremitlerine varıncaya kadar (vergi) diye alınan çatısız, çatlak duvarlı kulübeciğinde başına bağladığı bir tek yemenisiyle, şehit çocuğu yetim yavrucuğuyla kara bahtını düşündü… Fakat o, ağlarken de hanımlığından bir şey kaybetmedi. Mehmetçik başına sardığı siyah çevresiyle çamlı bellerde, sular başında talihini kavalında ağlarken efendiliğinden yine bir şey unutmadı. Ruhu ve şuuru yine ve daima yüksek kaldı. O, gıdasını hep yükseklerden aldı. Bir gün geldi, zaferler imparatorluğu Türk’ün mezarlığı, Türk’ün ıssız ve yıldızsız gecelerde baykuşlar ötüşen bir harabesi, ucu bucağı görünmeyen



BOZKURT’A GÖRE OSMANLI İMPARATORLUĞU • Zeki Arıkan



53



bir yıkıklığı oldu. Bu yıkıklığın şurasında, burasında beliren onun son varlığından da hâlâ kendini duyurmak, kendisine hisse çıkarmak isteyen kıvılcımlı bir kasırga esiyor, ortalığı yakıp kavuruyordu. Bu o günkü idarenin halk üzerindeki ihtirası idi. Yangınlar ikad ederek yükselen imparatorluk, yangınlar içinde her gün düşüyordu. Bu ateşli yel beş yüz yıl esti. Ve Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi tarihi buna (mutlakıyet idaresi) dedi. Bütün bu haşmetli velveleli devir içinde kâr, zarar tartılırsa son gününde Türk halkının vaziyeti bu çizdiğimiz tablo içinde görülebilir. Kendi adını taşıyan Osmanlılar Devletinde hakikatta Türk halkı manen maddeten bir esirler camiası idi. Ortada iktisadi, siyasi, fikri manasıyla bir Türk camia saltanatı değil bir zümre idaresi vardı. Hırs, servet, fikir her şey buna münhasır gibi idi. Bunun da başında sorguçlu sultanlar sahipkıran oldular. İmparatorluğun en yüksek günlerini yaşadığı hikaye olunan, Fuzulilerin, Bakilerin, Nef’ilerin, Nedimlerin şehnamelerini mersiyelerini yazdıkları bu büyük devir Türk halkının (iki büklüm bir inkıyat) ile ezilip süründüğü, kanayıp kan kustuğu günlerdir. Osmanlı İmparatorluğu tarihleri halkın umumi vaziyetine dair cidden (demokrasi) ile birçok yerlerde bulunabilecek içtimai ve iktisadi müessesattan haber vermiyorlar. Fakat biz bütün bu gibi müessesatın kıymetlerini tatbikat sahasında tecelli eden neticeleriyle ölçmek isteriz. Nerede kaldı ki (demokrasi) dahi bizce beşeriyetin âli menfaatlerini siyanet edici bir idare tarzı olmaktan hayli uzaktır. Filhakika hattâ Tanzimat’a kadar bizim imparatorluğumuzda halka karşı devlet mefhumu garbın birçok memleketlerinden daha çok ileri, çok müterakki bir surette anlaşıldı. Fakat Türk halkı hiçbir gün muhadderatına hakim olamadı. Sayine hiçbir gün tesahup edemedi. O, daime kendi menfaatlerinden uzak bir zümrenin ihtiras aleti, köprüsü oldu. Çiğnendi. Ezildi. Giderek şeriat namına da, meşrutiyet adına da daima ve her gün çalıştı. İmparatorluğun altı asrına baştan başa hakim olan bu devir içinde dahi şeriatın hadimi olduğunu iddia eden bir zümre elinde zebun ve esir kaldı. Esasen zümre siyaseti onu aslen düşünmedi. Halkın sağmal inek gibi yaşaması zümrenin mide ve ihtiyaç meselesi idi. On dokuzuncu asır açılırken bütün milletler yeni hayat kabiliyetlerini gösteriyorlardı. (Yakın Şark)ta (Şarkî Avrupa)da Türk kavminin milli varlığı yerlerde kalmıştı. Kaldıran bulunmuyordu. Halkın, başında uçuşan baykuşlar gibi onu mütemadiyen kemiren mahuf idare kan ve duman içinde ondan son paylarını koparmaya çalışıyordu. İmparatorluk korkunç sarsıntılar içinde parça parça koparken Türk halkının cihan değer varlığı şimdi bir serap bir efsane diye dinleniyordu. Altı asır süren bu halk esareti karanlığında bir fikir yıldızı parladı. Bu Vak’a-i Hayriye idi. Halk için hayırlı neticeler veremedi. Çünkü bu sarayın yeniçerilere tefevvuku ve galebesi idi. Sonra bir yıldız daha doğdu. Dualarla, tekbirlerle, bandolarla karşılandı. Vaadlerle dolu idi. Buna Tanzimat dediler. Yıllar geçti Türkün yüzü gülmedi. Manen biraz kazandıysa bile maddeten eskisinden daha perişan oldu. Şimdi halkın dahili felaketlerine garbın ihtirasatı inziman etmişti. O, siyasi istilasına, iktisadi istilasını da ilave



54



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



etti. Vatandaş namı verilen ve Türk’ün mevcudiyetini dinamitlemekle kendilerini vazifedar kılan gayrimüslimler, emperyalistlerin imparatorluk içindeki bu tahrip orduları şimdi Türk’ten fazla hak sahibi olmuşlardı… Saray ve onun hükümeti takip ettiği siyasetle hakikatta Türk’ün esaretine bir kanbur daha ilave eden Avrupa sermayesinin jandarmalığını yapıyordu. 93 (1876) Kanun-ı Esasini 324 (1908) meşrutiyeti takip etti. Büyük ihtilalcilerimiz samimi maksat sahipleri idi. Fakat, asrın manasına göre Türk halkı için şuurlu bir inkılap programından mahrum idiler. Esasen asırların biriktirdiği ve imparatorluğumuzun çok zayıf düşen sırtına yüklettiği seyyiat yeniden bir program hazırlamağa ve onu tatbik etmeğe müsaade etmedi. Memleketimizin fikir kafası da garbın fikir kafasına nisbetle zayıfdı. Türkiye Devletinde halkın seciyesinden başka her şey bir zaaf ifade ediyordu. 1908 ihtilali istidadına rağmen tekemmül etmeğe vakit bulamadı. Sarsıntılar içinde halka karşı Tanzimat’ın bir zeyli olarak kısır kaldı. Halk yine bedbaht ve perişan göründü. Yalnız Cihan Harbi Türkiye’mizin aleyhine neticelendiği gün Türk milleti 1908 ihtilalinden haksızlıklara karşı milli bir isyan bir istiklal ve hareket duygusu tevarüs etmişti. Tanzimat’tan beri beslene beslene bugünkü halini alan bu fikir ve milli seciyedir ki bütün bir hakanlar ananesine, bütün bir garba karşı Türk halkını hakkı için isyan ettirdi. Bir asırlık teceddüt tarihimizin Türk camiasına bırakabildiği yarım miras ancak bu olabilir. Bunun da dörtte üçü 1908 ihtilalinindir. İmparatorluk ve tarihimizde maksat tahtında halkla alakadar bundan başka bir eser yoktur. Filhakika halkın maddi varlığı, iktisadi vaziyeti hatta fikir hayatı bütün bir Osmanlı tarihinde halk siyaseti olarak değil hattâ ona yanaşacak bir mahiyette bile görünmedi. Yeni Türkiye teceddüt tarihimize bugün Teşkilat-ı Esasiye devrini aşıyor. Bu, halk saltanatını küşada en müsait bir sahadır. Fakat bugüne kadar fiiliyat sahasına henüz feyzini isar (cömertlik) etmiş değildir. Halkın vaziyeti hâlâ eski hamam eski tastır. Fark ancak vatan müdafaasıdır. Çok ümidler bağladığımız bu yeni devrin geçmiştekilere eş olmamasını arzu ederiz. Manası kanun yaprakları arasında kısıp kalan inkılâplar halk için pek tehlikeli aldatmalardır. Yeni Teşkilat-ı Esasiye yılları milli halk fikirciliği ve iktisadiyat müesseseleriyle, asri bir siyaset bir idare zihniyetledir ki Türkiye’ye karşı vaadini incaz (yerine getirme) edebilir. Geçen teceddütlerimizin sukutuna hep bu cihetlerin ihmali saik oldu. Yine bu gibi müessesat ve siyasettir ki bugünkü istiklal muharebelerine en kuvvetli ve canlı kudretleri bahşedebilir. Türkiye halkı bunları bekliyor ve günü gelince alacaktır da. Başka türlü yaşayamaz. Türk’ün mukadderatını ellerinde tutanların bu incelikleri görmekte olduklarına ve bu aşkı yaşadıklarına inanmak isteriz. Yaşasın Türk milleti!... İzmir Mebusu Mahmut Esat



MAHMUT ESAT BOZKURT'UN ULUSAL DİL ve KÜLTÜR ANLAYIŞI Yrd. Doç. Dr. Şaduman HALICI Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü



Yeni Türkiye Devleti; altıyüz yılı aşan bir imparatorluğun siyasal, kültürel, ekonomik ve toplumsal birikimi ile yoğrulmuş; dünya görüşleri, yaşam biçimleri, kültür düzeyleri farklı, ama ülkesinin bağımsızlığı, ulusunun mutluluğu uğruna her türlü tehlikeyi göze almış ihtilâlci bir kadro tarafından kuruldu. Mahmut Esat bu kadro içinde devlet adamı, gazeteci, öğretim üyesi kimlikleriyle etkin bir yer aldı. Milli Mücadele'de ülke savunmasına eylemsel olarak katıldı. Otuz yaşında üstlendiği İktisat Bakanlığı görevinde, yanmış yıkılmış bir ülkede ekonomik bağımsızlığın nasıl kazanılacağı, ulusal ekonominin nasıl kurulacağı konularında yol gösterici oldu. Adalet Bakanlığı döneminde çıkardığı yasalarla laik devlet ve toplum yapısının temellerini attı. Bu süreçte gerek mecliste yaptığı konuşmalar gerekse yazdığı makalelerle yeni devletin hangi ilkeler üzerinde kurulması gerektiği yolunda düşünceler üretmeyi de sürdürdü. Bakanlıktan ayrıldığı 1930'dan ölüme dek kaleme aldığı yazılarını ise ulus devlet yapısının güçlendirilmesi için atılması gereken adımlara, toplumsal sorunlara ve kültürel konulara ayırdı. Üniversite kürsülerinde verdiği derslerle, konferanslarla "Atatürk İhtilâli"nin ortaya koyduğu ilkeleri savundu. Gerek ülke sorunlarına yönelik saptamalarında ve bunlara getirdiği çözüm önerilerinde, gerekse geleceğe ilişkin ideallerinde ulusalcı tavrı hep ön plânda oldu. Mahmut Esat'ta, Türklük bilinci ve milliyetçilik duygusu Mora'dan göçmek zorunda kalan aile büyüklerinden dinlediği öykülerle başladı. Gençlik yıllarında, kültürel ve siyasal Türkçülüğün filizlendiği İstanbul'da, hukuk eğitimi aldığı yıllarda gelişti. Yüksek eğitimini tamamladığı Lozan'da, burada yeniden örgütlediği, başkanlığını yürüttüğü Türk Yurdu Derneği'nde ve bağımsızlık mücadelesinde olgunlaştı. Mahmut Esat, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasını "milliyet prensiplerinin" zaferi olarak gördü 1. Millet ve milliyet tanımlamalarında Alman şairi Schiller'i örnek aldı. Milleti; "aynı dili söyleyen, aynı tarihe 1



Mahmut Esat, "Türk İhtilâlinde Milliyet Prensipleri", Anadolu, 25 Eylül 1934, No: 6022.



56



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



mensup olan kültürü, dileği, duygusu bir, bir insan camiası", milliyetçiliği ise "kültürü, tarihi, dili ve âdetleri bir olan bir insanlık kütlesi" olarak tanımladı 2. İnsanın insan olarak, ailenin aile olarak maddî ve manevî varlığını milliyette bulabileceğini söyleyerek de Durkheim'cı bir yaklaşımı benimsedi. Vatan ve milliyet duyguları O'nda ayrılmaz bir bütündü. Bu bütünlüğü "Kalbine girmemiş hissi vatan/Anı sen kâle alma bari utan!/Kız köpekler bile vatanperver/Vatanı sevmiyen acep ne sever" diyen Abdülhak Hamit'te buldu. Devletin güçlü ve meşru temellere oturabilmesi için ya tek bir ulustan oluşmasını ya da rıza ve ortak çıkarlarda birleşmesini zorunlu gördü. Türk milliyetçiliğinin ise dil ve kültür olmak üzere iki büyük dayanağı olduğunu ısrarla vurguladı. Kurtuluş yolunun "Öz Türkçe"de olduğunu, benliği bulmanın çaresinin "Öz Türkçe" konuşmak ve yazmaktan geçtiğini savunan Mahmut Esat edebiyat, yasa ve ibadet dilinin "Türk'çe"leştirilmesini, gündelik yaşamda Türkçe'nin egemen olmasını istedi. İzmir Halkevinde "... Ana dilimizle konuşmak istiyoruz. Bütün inceliklerimizi bütün varlığımızı bu dille belirtmek istiyoruz..." diyerek duygularını açıklayan Mahmut Esat, dilin milliyeti var etmek, yaşatmak ve yükseltmek için yaşamsal bir zorunluluk olduğuna işaret ederken Ernest Renan'ın düşüncelerini benimsedi. Hatta dilin "bir milletin hepsi, her şeyi" olduğunu savladı. Türkçe'yi "en zengin", "en köklü" ve "en güzel" dil olarak niteledi. Halk-aydın dili ayırımına karşı çıktı. Düşünceler farklı olabilirdi. Ancak dil aynı olmalıydı. Zira, ulusun birbirini anlamasının, birbirini hissedebilmesinin ön koşulu, aynı dili konuşmaktan ve yazmaktan geçiyordu. "Deştü fenada mürg hava durmayıp döner/Tıgın hüda yolunda sel etti" diyen Baki'yi, "Mar ise adüv bez yeddü beyzae gelmez/Tufan ise dünya gamı biz keştei Nuhuna" diyen Ruhiî Bağdadi'yi Türk köylüsünün anlaması olanaksızdı. Oysa "Varsın otursun istiyenler dört dıvardan evinde/Kartal kayalardan seyredelim biz/Kanayan gönüllerin göğe vuran rengini" diyen Nazım Hikmet, "Ben yürürüm yana yana/Aşk boyadı beni kana/Ne âkilim ne divane/Gel gör beni aşk neyledi" diyen Yunus Emre "hem münevver olan hem de olmayan"a seslenebiliyordu. Dili Türkçe olmadığı, "bir avuç insana" seslendiği için karşı çıktığı Divan Edebiyatı örneklerinin ortaöğretim programlarından bile çıkarılmasını zorunlu buldu. Tanzimat Edebiyatı ile Edebiyat-ı Cedide'ye Batı kültürünü benimsedikleri için, Fecr-i Âti'ye ise Osmanlıca'dan öteye gidemediği, yerinde saydığı için karşı çıktı. Bu düşünceleri ile hem Batı hem de Osmanlı özlemciliğine karşı çıkan Mahmut Esat'ın ilkesi, dilde "Türk'çe"cilikti. Bu ilke ile yasa dilinin Türkçeleştirilmesini de zorunlu buldu. Herkesin anlayabileceği, açık, anlaşılır bir dil kullanılmasını, hükümlerin kısa cümlelerle ifade edilmesini gerekli gördü. Adalet Bakanlığı döneminde 2



Şaduman Halıcı, Yeni Türkiye Devleti'nin Yapılanmasında Mahmut Esat Bozkurt (1892-1943), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2004, s. 493 vd.



BOZKURT’UN ULUSAL DİN VE KÜLTÜR ANLAYIŞI • Ş. Halıcı



57



çıkardığı yasalarla bu yönde ilk adımları da kendisi attı; "vacibat" yerine "borçlar", "murafaa" yerine "davaya duruşma", "kaziyei muhkeme" yerine "davanın kat'ileşmesi", "derdest" yerine "yakalama", "müddei şahsi" yerine "davacı", "hali sabıka irca" yerine "eski haline getirme", "şahitlerin istimaı" yerine "şahitlerin dinlenmesi" gibi Türkçe sözcüklerin hukuk dilimize girmesini sağladı. Ancak bunları da yeterli bulmadı. Yetişmekte olan neslin hak dilini anlayabilmesi için kanunların yalnız kural bakımından değil, kelime ve terimleriyle de Türkçe yazılması gerektiğini savundu 3. Zira halk, kanunu bilmek zorundaydı. Yargıç önünde "bir aydınla bir çoban" arasında fark yoktu. Kimsenin "ben kanunu anlamadım" deme hakkı bulunmuyordu. Bu nedenle yasa koyucuların görevinin herkesin anlayabileceği kanunlar yapmak olduğuna dikkati çekti. Tanzimat ve Islahat fermanlarından, Mecelle'den kimi hükümleri Türkçeleştirerek yasa dilinin nasıl anlaşılır kılınabileceğini örnekledi. "Şek ile yakın zail olmaz" yerine "Şüphe ile hak kaybolmaz", "Defi mefasit, celbi menafiden evlâdır" yerine "Fesadı savmak faydalanmaktan üstündür", "Ehveni şerreyn ihtiyar olunur" yerine "Kötünün hafifine katlanılır" denilerek Türklerin anlayabileceği cümleler kurulabileceğini göstermeye çalıştı 4. Ceza yasasında yaptığı Türkçeleştirme örneklerinde "cinayet" yerine "kıya", "cürüm" yerine "suç", "teşhir" yerine "gösterme", "rütbe" yerine "erece", "mücazatı terhibiye" yerine "ağır ceza", "müebbeden" yerine "sonsuz", "muvakkaten" yerine "iğreti" sözcüklerini kullandı 5. Kanun-ı Esasi ya da Teşkilât-ı Esasiye terimlerine karşı çıktı. Yerine Türkçe'de "yoluna koymak", "kanun yapmak" anlamına gelen ve "yasamak" fiilinden türetilen "yasa" sözcüğünün kullanılmasını yeterli buldu. Böylece dile öz Türkçe bir sözcük daha kazandırılmış olacaktı. "Ana yasa" demek de gerekli değildi. Yasa'da geçen "hukuku âmme" yerine "kamusal haklar", "yemin" yerine "andiçme", "Millet Meclisi" yerine "Kamutay", "mebus" yerine "saylav", "Divanı Muhasebat" yerine "Sağıştay", "Şûrayı Devlet" yerine "Danıştay", "Mahkemeyi Temyiz" yerine "Yargutay" sözcüklerini kullanmayı yeğledi. Yasa dışındaki hak metinleri içinse Süryanice "ölçü" anlamına gelen ve artık Türkçeleşmiş olan "kanun" sözcüğünün kullanılmasında sakınca görmedi 6. En güzeli değil, herkesçe anlaşılır 3



Mahmut Esat, "Kanunlarımızı Türkçeleştirme", Ulus, 16 İkinciteşrin 1941; "Türk Kanunlarında Dil İşi", Ulus, 4 Birincikanun 1941.



4



Mahmut Esat, "Tanzimat ve Islâhat Fermanlarında Üslûp ve Türk Dili", Ulus, 17 Birincikanun 1941; "Mecelle Üslûbu ve Türk Dili", Ulus, 19 Birincikanun 1941. Mahmut Esat "kötünün hafifine katlanılır" hükmünden Atatürk'ün hiç hoşlanmadığına, yalnız üslubu bakımından değil anlam olarak da "iğrenç" bulduğuna ve "bu miskinliktir" dediğini işaret ediyor.



5



Mahmut Esat, "Eski ve Yeni Ceza Kanunlarında Türkçe", Ulus, 28 Birincikanun 1941.



6



Mahmut Esat, "Türkçe Karşısında: Teşkilât-ı Esâsiye", Ulus, 31 Birincikanun 1941; "Türkçe Karşısında: Teşkilât-ı Esâsiye ve Bazı Terimler", Ulus, 1 İkincikanun 1941.



58



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



olanı yaşatmayı, yaşamın her alanında Türk'ün kullandığı Türkçe'yi egemen kılmayı ilke edinen Mahmut Esat, ibadet dilinin de Türk'e özgü kılınması gerektiğini savundu. "Hiçbir din anlamadan, bilmeden samimiyetle, vicdanla benimsenemez. Onu önce anlamak ve bilmek lâzımdır" diyen ve Türk'ün anlamadığı yabancı bir dil ile Allah'a kalbini açamayacağını savunan Mahmut Esat, İslâm dininin ilk ilkesinin önce anlamak sonra inanmak olduğuna dikkati çekti. "Koyun kaval dinler gibi" dinlemeye, dinletmeye, böylece "Allah'ın huzurunda safsatacılık" yapmaya son verilmesi gerektiğini savundu. "Cahil softaların bu tuhaf ibadet tarzında kutsiyet görmeleri(nin) fertle Allah arasına girerek cerrarlık menfaatlerini korumak istemelerinden" kaynaklandığını, oysa Türk gençliğinin Allah'a "doğrudan doğruya ve kendi öz dili ile" ulaşmak istediğini, Allah'a söylediğini ve söyleyeceğini bilmek anlamak arzusunda olduğunu, Öz Türkçe'yi Allah'ın evine koymak, orada onu egemen kılmak istediğini belirtti. Yalnız ezanın değil, ibadetlerin de Türk'çe olmasını istedi. Türk gençlerinin bu yoldaki eylemlerine destek verdi. İrticaa yöneltilen bu başkaldırıyı "kıpkızıl milliyetçiliğin" gereği olarak gördü. "Din Arap'ça telkin edildikçe Türk milliyetçiliği için daima bir zaaf olacaktı.." "Üfürükçülerin, sihirbazların oyuncağı" olmak istemeyen Türk ulusu "yobazların, sahtekârların haraçgüzarlığından" kurtarılmalıydı 7. Mahmut Esat ihtilâlin getirdiği yeniliklerin tutunabilmesi için bunlara karşıt olan eskinin "yalnız cisimlerile değil, isimlerile beraber yokedilmesi(ni), ayaklar altında çiğnenmesi(ni)" gerekli ve zorunlu buluyor, geçmişle bağını koparmak istemeyenlerin dirençlerini, Türk gençlerinin yıkacağına inanıyordu. Bu nedenle İzmir gençliğinin vapur iskelesinde ve tramvaylardaki "Reşadiye" levhalarını indirerek yerine Cumuhriyet Yalısı8 tabelalarını asmaları ile sonuçlanan eylemlerini destekledi9. "Milliyetçiyim" diyen herkesin Türkçe söylemesini, Türkçe yazmasını hatta Türkçe isimler alması gerektiğini savundu. İhtilâl, Tanzimat ve Meşrutiyet zihniyetini de yıkmıştı. "Rum, Rum. Ermeni, Ermeni. Yahudi, Yahudi. Kürt, Kürt. Arap, Arap kalarak öz Türkle kardeş olamazdı.10" "Öz Türk"ü ise "Türklüğü samimiyetle benimsemiş, harsını kabul etmiş, kendisine mâledinmiş" kişi11 olarak tanımladı. "Türk haklarından istifade edebilmek için Türklüğü benimsemeyi, "Türk harsını" kabul etmeyi, Türklüğü duymayı, Türk menfaatlerini kendi menfaati yap-



Mahmut Esat, "İhtilâl Heyecanları", Anadolu, 16 Şubat 1933, No: 5538; "Türk'çe İbadet", Anadolu, 20 Mart 1933, No: 5564.



7



8



Bugünkü Güzelyalı.



9



Mahmut Esat, "Yaşasın İzmir Gençliği!", Anadolu, 14 Şubat 1933, No: 5536; "Bir Türk Gencinin Mektubu", Anadolu, 22 Şubat 1933, No: 5542.



10 11



Mahmut Esat, "Türk Hâkimiyeti 7", Anadolu, 4 Eylül 1931, No: 5097. Mahmut Esat, "Öz Türkler Hâkimiyeti", Halk Dostu, 31 Kanunuevvel 1930, No: 28.



BOZKURT’UN ULUSAL DİN VE KÜLTÜR ANLAYIŞI • Ş. Halıcı



59



mayı, ona hürmet etmeyi gerekli gören, bunları samimiyetle benimseyenleri ve yapanları "kim olursa olsun" Türk sayan12 Mahmut Esat, azınlıkların da Türkçe konuşması, yazması ve Türkçe duyması gerektiğini savundu 13. Aksi davranışların ulusal birliğin önünde büyük bir engel oluşturacağını savladı. Yeni Türk rejiminin "gönülden gelen birlik dileklerine" kapılarını her zaman açık tuttuğuna işaret etti. Beklentisi, azınlıkların gündelik yaşamlarında Türkçe konuşmaları ve Türk adlarını benimsemeleriydi 14. Benzer şekilde Türk diline girmiş olan Arapça kelimelere ve "Arap isimleri"ne de karşı çıktı. "Hasan, Hüseyin, Şakir yerine Kılıç Aslan, Alp Aslan, Al Demir.."gibi Türkçe isimler kullanılmasını diledi15. Bu düşünceleri ile Hükümetin iç politikada güttüğü "Vatandaş Türkçe Konuş!" politikasına da destek veren Mahmut Esat, isimlere kadar yansıyan Arap kültürünün ve dilinin Türk kültürünü yok ettiğini, Tanrı ile kul arasında olması gereken dinin, devlet ve toplum düzenine yerleşmesinin ise bu yok edişin önünü açtığını savladı 16. Ona göre, Selçuklu geleneklerine bağlı kalan İmparatorlukta başlangıçta Türk "harsı" etkindi. "Hacı Bektaş'ın duasile" açılan Yeniçeri Ocağı "pürüzsüz bir Türkleştirme makinesi", bu orduyu "Viyana kapılarına" götüren güç ise ona verilen Türk "harsı" idi. Türk "harsı"ndan kopuş ise Fatih’le, İstanbul'un alınmasıyla başlamıştı. "Bizans'ın yumuşak, cazip hayatı Fatihleri fethetmeye başlamış, ... Türk devlet ricalinin Bizanslılardan farkı yalnız isimlerde kalmış(tı)!.." Hilafetin Türklere geçişinin ise Türk "camiasını" kültüründen kopardığını belirtti. Bu tarihten sonra Türklüğün, "bütün bir Hıristiyan dünyasına karşı İslâm davasının eli kılıçlı avukatlığını kabul" ettiğine, dinin, Türklerin "içtimaî hayatını" da kuşattığına, dilin Arap kelime, sarf ve nahiv kurallarının "yağmur gibi" saldırılarına uğradığına dikkati çekti. Devlet işlerine karışmakla yetinmeyen dinin, kişi ve aile hukukunu da düzenlemeye başlamasıyla Türk varlığının yerini, Arap medeniyetinin aldığını belirtti. Devletin güttüğü İslamcılık politikasının ise Türkçülüğün gelişmesini engellediğini vurguladı. "İslâmda ayrılık, gayrılık yok davası, idarenin başına Türklerden başkalarını geçirdi. Yalnız ırkan değil, -bu bence ikinci derecede bir mes'eledir- zihniyetçe, kafaca, görüşçe, duyuşça, harsça başkalarını geçirdi." diyen Mahmut Esat devlet siyasetinin de Türk çıkarlarına göre değil, "İslâm telakkilerine göre bir çığır takibine" başladığını, "Hicaz'a şimendifer sokabilmek sevdası(nın), Sivas'a tercih" edildiğini, 12



Mahmut Esat, "Türk Hâkimiyeti 7", Anadolu, 4 Eylül 1931, No: 5097.



13



Mahmut Esat, "Herkes "Öz Türküm!" Diyecek", Anadolu, 7 Teşrinievvel 1932, No: 5428.



14



Mahmut Esat, "Gizli kastlar.. Ekalliyetler Hakkında", Anadolu, 7 Mart 1933, No: 5553; "Azınlıklar İşi 1", Son Posta, 16 Şubat 1936; No: 1991; "Azınlıklar İşi 2", Son Posta, 17 Şubat 1936; No: 1992.



15



Mahmut Esat, "Türk İhtilâlinde Milliyet Prensibi 3", Anadolu, 26 Eylül 1934, No: 6023.



16



Mahmut Esat, "Türk Hâkimiyeti", Anadolu, 23 Ağustos 1931, No: 5086.



60



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



İmparatorluk içindeki Müslümanlar arasında birlik sağlayamadığı halde, bütün dünya Müslümanlarını birleştirmek gibi "ahmakça bir siyaset" güden saltanatın, geniş Müslüman sömürgelerine sahip olan büyük devletleri Türkler aleyhine çevirdiğini, Türk edebiyatının, Türk dilinin, Türk egemenliğinin, Türk varlığının küçük görüldüğünü, sonuçta "her şeyi yapan Türk olduğu halde, her şeye konan(ın) ondan başkası" olduğunu belirtti. Ona göre İmparatorluğu yönetenler "şeriat siyaseti"nin millet siyaseti olamayacağını kavrayamamış, "asrın silahını", "Türk milliyetçiliği"ni kullanmayı akıl edememişti17. Türk milletine çağdaş yaşamın gereklerine göre yön vermek fetvahanenin iznine bağlı kılınmış, "yenilik düşmanı cahillerin" elinde olan bu kurumdan Türklük adına olumlu bir karar çıkarmak mümkün olmamıştı. Yeniliklere yalnız "taassupları değil, mideleri, keseleri de" uygun olmayan bu grup "din elden gidiyor" diye çıkardığı/desteklediği ayaklanmalarla da gelişmenin önünde hep engel olmuştu. Milli Mücadele günlerinde yayınlanan fetvaları hatırlatarak şeriatın/dinin Türklüğün ve Türk vatanının aleyhine, düşmanların lehine kullanıldığına işaret eden Mahmut Esat, laik olmadan ulusal bir politika izlenemeyeceğini vurguladı 18. "Atatürk İhtilâli' 'nin hem bir "zihniyet" değişikliği yarattığını hem de Türk'ün öz kültürüne dönüşünü sağladığını savundu. Ulusun benliğini bulması, ulusal birliğini güçlendirebilmesi için ulusal kültürün önemini vurgulayan, Cumhuriyetin en temel verimlerinden birinin de bu yönde atılan adımlar olduğu inanında olan Mahmut Esat, Cumhuriyet öncesi kültürü daha yüksek bulan çevrelere karşı da tepkiliydi. Özellikle Cumhuriyetin kültürü ile moral/ahlak değerlerinin yittiğini düşünenlere, sarıldıkları bu değerlerin Türklük için ne düşündüğünü ortaya koyarak yanıt vermeği yeğledi. Baki gibi "bir öz turan dehası" divanında "Türk ehlinin başı kayadır" demişti. Osmanlı'nın resmî tarihçisi/vakanüvisti Naima, tarihinde, Türkler için sık sık "etrak-ı bi idrâk/idraksiz Türkler" sıfatını kullanmıştı19. Çünkü, Osmanlı'nın Türklük politikası "edeb" gereği Türklüğünü saklamaktı. Türklüğü "unutturmak" için bulunan yöntemlerden biri de adın başına "esseyit" sözcüğünün getirilmesi idi20. Oysa, "Çerkes, Çerkesim.. Arnavut, Arnavutum, Arap, şüphesiz Arabım, kavmi necibim demekte" duraksamıyordu. Türk'e milli17



Mahmut Esat, "Türk Hâkimiyeti 2", Anadolu, 24 Ağustos 1931, No: 5087; "Türk Hâkimiyeti 3", Anadolu, 25 Ağustos 1931, No: 5088.



18



Mahmut Esat "Aziz Türk Genci"ne şöyle sesleniyordu: "Düşün bir kere!. Din kimlerin elinde nelere vasıta yapılıyordu?!. Hain halifelerin keyfine. Düşmanların faidesine.. Fakat memleketle beraber öz Türk milletini batırmak için kullanılıyordu.." Bkz. Mahmut Esat, "Türk Hâkimiyeti 5", Anadolu, 2 Eylül 1931, No: 5095; "Türk Hâkimiyeti 6", Anadolu, 3 Eylül 1931, No: 5096.



19



Mahmut Esat, "Moral Bakımından Kültürümüz", Ulus, 27 Sonkanun 1939; Anadolu, 31 İkincikanun 1939.



20



Mahmut Esat, "Öz Türklerin Hakları 1", Anadolu, 19 Eylül 1932, No: 5412.



BOZKURT’UN ULUSAL DİN VE KÜLTÜR ANLAYIŞI • Ş. Halıcı



61



yeti sorulunca "Elhamdülillah Müslümanım" ya da "Muhammed ümmetimdenim" diyordu. Yüzyıllar öncesinde Âşık Paşa, "Türk diline kimese bakmaz idi./Türklere her kez gönül atmaz idi./Türk dahi bilmez idi bu dilleri./İnce yolu, o ulu menzilleri!" diyerek "Türkün bahtını sarmakta olan tehlikeyi" haber vermişti. Türklüğü "bu kadar hakir gören moral çağında" yabancıların Osmanlı ülkesinde söz sahibi olması da kaçınılmazdı. Tokatlı Lâli "Acemin her biri ki ruma gelür,/Ya vezaret ya sancak umma gelür." diyerek bu gerçeği dizelerine taşımıştı. Türk'e Türklüğünü unutturma politikası sonucunda "Türklüğü itiraf artık "cesaret" gerektiriyordu. Kemal Paşazade Lâstik Said'in, Arapça istiyen urbana gitsin/Acemce istiyen İran'a gitsin, Frenkçe istiyen Firengistana gitsin/Ki biz Türküz bize Türkçe gerektir", Mehmet Emin'in, "Ben bir Türküm dinim cinsim uludur/Sinem, özüm ateş ile doludur" mısraları bu dönemde "parmakla gösterilebilen yiğitlerin isyanı" idi ve "Cumhuriyetten önceki moralin bataklığında çırpınanların tek teselli ışıkları" olmuştu. Cumhuriyet kültürü ise çocuklarını "Türküm doğruyum!.. Ve Türklükle övünürüm! Küçüklerimi korur, büyüklerimi sayarım! Varlığım, Türk varlığına armağan olsun" dizeleri ile yetiştiriyordu. Bu dizeler, ulusal kültürü yaşatmanın temel dayanağıydı. Zira, "ulusal moralin yere vurulduğu bir çağda ferdin morali (de) yüksek olamazdı."21 Mahmut Esat, ulusal kültürü yaşatmada tarih alanında yapılacak çalışmalara da büyük önem verdi. Daha on yedi yaşında İttihad gazetesine yazdığı makalelerinde Türklük bilincinin ve Türk kültürünün yaşaması için ulusal tarihin önemini vurguladı22. Lozan'da geçirdiği yıllar süresince Türk Yurdu Derneği çatısı altında, Türkleri yalnız "Türk" oldukları için hor gören, "medeniyet düşmanı", "barbar" olarak niteleyen çevrelere karşı Türk uygarlığı ile ilgili konferanslar verdi. Bu iddiaları taşıyan kitaplara reddiyeler yazılmasında öncü oldu. "Bir milletin tarihi, onun var olma, yaşama tapusudur. Hele bu, köklerini, tıpkı Türk tarihi gibi, geçmişin derinliklerine salmış bulunuyorsa, o zaman, yalnız yaşama değil, yaşatma iksiri de olur." "Tarihsiz milletler, yeni doğmuş çocuklara benzerler ki mânâları yok gibidir." diyen Mahmut Esat, konferanslarıyla Türk Tarihini Sümerlerle başlatan tarih tezinin savunusunu yaptı 23 Türk tarihinin "en eski" ve "en zengin" tarih olduğunu, Türk tarihi anlaşılmadıkça, dünyanın da anlaşılamayacağını savladı. Türk Tarih Kurumu öncülüğünde yapılan çalışmaları "Türklük dünyasına açılan yeni ve geniş pencereler" olarak niteledi, ancak yeterli bulmadı. Yapılacak çalışmalarda çeviri eserlere de yer verilmesini istedi. Zira, "Çince, Lâtince, Rusça, Fransızca, Almanca, İngilizce eserler arasında Türk milleti için hazine sayılabilecek" eserler vardı. Wooley'in "Sümerliler", Leon Cahun'un "Asya Tarihine Methal", Şemsettin 21 22



23



Halıcı, a.g.e, s. 491; Mahmut Esat, "Moral Bakımından Kültürümüz". Halıcı, a.g.e, s. 18; Kuşadalı Mahmut Esat, "Mesâil-i Tarihiye 'Tarihin Lüzumu' Tarih Okumalıyız", İttihad, 12 Mayıs 1909. Türk İhtilâlinde Milliyet Prensipleri 1", Anadolu, 18 Eylül 1934, No: 6016.



62



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Altay'ın "Mufassal Türk Tarihi" kitaplarını, çeviri listesinin en başına koydu. Böylece, "doğmakta olan Türk kültür birliği(nin), Türk benlik birliği(nin) bu tarihin kubbesinde büyüyece(ğini), yarınlara söz söyliyece(ğini)" düşünüyor, aynı zamanda kültürün devamlılığı ve yeni nesillere aktarılmasının da önemini vurguluyordu 24. Milliyetçiliğin gelişmesinde ulusal kültürü ön plana çıkaran Mahmut Esat, Türk milliyetçiliğinin yayılmacı bir nitelik taşımadığını, ancak "harsî Türk birliğini" sağlamayı hedeflediğini de düşünüyordu. 1920'de yazdığı "Kızıl Elma" makalesinde 25 özenle işlediği bu düşüncesini sonraki yıllarda da savundu. Emperyalizmle sonuçlanacağı için siyasal Türkçülüğe karşı çıktı. Ancak dil ve tarih birlikteliğine dayanan "Türk birliğinin" sağlanmasını yaşamının sonuna dek savundu ve bekledi26. Zira O, Türk dünyasında yaratılacak dil ve kültür birliğinin, ulusal kültürün geliştirilmesine de katkı sağlayacağını düşünüyordu. Ulusal kültürü geliştirmenin yolunu ise ulusal eğitimde buldu. Cumhuriyetle birlikte ülke sorunlarının bilincinde gençler yetiştiren bir eğitim anlayışının benimsendiğine, bu dönüşümü sağlayanın ise Latin harfleri olduğuna dikkati çekti. Yeni harflerle ulusal kültür hızla yayılma ve yükselme dönemine girmişti. Modern uygarlığı hızla benimseme olanağı yakalanmıştı. Daha da önemlisi, kaytaklık/irtica yolları kapatılmıştı. Bu nedenle "Atatürk İhtilâli"nin, belki de en büyük eserinin Lâtin harfleriyle Türk dilini okuma ve yazma kararı olduğunu savundu 27. Bu sayede "yedisinden yetmişine" bütün Türklerin, sorgulama dönemine geçtiğine işaret etti. Kendi yaşamından örnekler verdi. Yüksek okulu bitirdiğinde "hâlâ dosdoğru yazamıyordu.... eli(n)e verilen kitapları-ilmî mânâsıyle-anlayamıyor..., anlatamıyor(du)." Oysa şimdi, "elli yaşında aşçıbaşılar, bu yaştaki hizmetçi kadınlar" kitap, gazete okuyor, ülke sorunları üzerinde konuşuyor, tartışabiliyordu. "Tren yollarını bekleyen" çocukların tek istekleri "bir gazete" ya da "bir kitap"tı. Bu düşünceleri, Latin harflerinin kabulü ile geçmiş dönemle bağların koparıldığını, "kültürün yok edildiğini" ileri sürenlere yanıt niteliğindeydi. Onları "hastalığa tutulmuş zavallılar" olarak tanımladı 28. Yeni nesillerin, yeni harflerle geçmişi, geçmiş nesillerden daha iyi bileceklerini, bu bilginin "bir sınıfa değil, memlekete şâmil olaca(ğını)", "Türkler vatanında" okuma yazma bilmeyen tek bir insan 24



Mahmut Esat, "Türk Tarih Kongresi", Yeni Sabah, 15 İkinciteşrin 1943, No: 1970.



25



Mahmut Esat, "Kızıl Elma", Anadoluda Yeni Gün, 20 Teşrinievvel 1336 (1920), No: 442-62.



26



Mahmut Esat, "Türk Birliği", Anadoluda Yeni Gün, 17 Mayıs 1337 (1921), No: 611-231; "Türk Milliyetçiliği", Türk Yurdu, C. 21-7, S. 195-1, Kanunusani 1928; "Muasır Milliyetçilik", Anadolu, 11 Kanunusani 1928.



27



Mahmut Esat, "Bir Kongreden Sonra", Ulus, 12 Mayıs 1939.



28



Mahmut Esat, "Cumhuriyetten Önce ve Sonra Kültürümüz", Ulus, 21 Sonkanun 1939.



BOZKURT’UN ULUSAL DİN VE KÜLTÜR ANLAYIŞI • Ş. Halıcı



63



kalmayacağını savundu. Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel'i de savunusunun garantisi olarak gösterdi29. Mahmut Esat Türk kültürünün geliştirilmesi konusunda da son derece duyarlıydı. Türkleri uygarlık yaratıcısı olarak görüyor, bu nedenle Türklerin "medeniyet tarihi"nin ve "Türk Edebiyatı Tarihi" ile "Antolojisinin yazılmasını gerekli buluyordu. Hatta geç kalındığını düşünüyordu. Zira, "Bugün, (Benim!) demeye ancak hak kazanmış uluslar bile bu yolda eserler" yazmıştı. Türklerin "uygarlık" izlerinin pek çok dilde yazılmış eserlerde bulunabileceğine dikkati çekti 30. Yazılacak edebiyat tarihi ve antolojisinin "Türk dilinin, Türk şiirinin, Türk nesrinin" gelişim ve olgunlaşma aşamalarını göstermesi, Türk edebiyatının "bin yıllık" bütün örneklerini içermesi gerektiğini savundu. "Mevlânalar, Sultan Veletler, Yunus Emreler, Süleyman Çelebiler, Âşık Paşazadeler, Hacı Bayramlar, Lütfi Paşalar, Rabia Hatunlar.. ve Âşık Keremler.. Dadalar, Köroğulları, Karacaoğlanlar ... Mehmet Eminler, Faruk Nafizler, Nazım Hikmetler..." bu tarih ve antolojiye girmesi gereken isimlerdi. Yazılacak edebiyat tarihi ve antolojisinde, "Türk" adını taşıyabilmesi için, Türk ulusunun acılarını, mutluluklarını yansıtan, rüyalarını besleyen, ona dinginlik veren, Türk ulusunun kendisi olan örneklere yer verilmesi gerektiğini belirtti 31. Ulusal kültürü geliştirmeye ve yaşatmaya dönük yeni eserler verilirken eski ve nadir eserler de unutulmamalıydı. Eğitim Bakanlığı'ndan bu tür eserlerin yeni basımlarını yapmasını istedi. Böylece nadir eserler yitmeyecek, Türk "harsı" ve "uygarlığı" gelecek nesillere aktarılacak, halka ucuza kitap okutma olanağı sağlanmış olacaktı32. "Halkla beraber halk için" düşüncesini benimseyen Mahmut Esat, ulusal kültürün en önemli unsurlarından birinin de folklor olduğunu savundu. "Bir milletin, ulusal seviyesinin yükseklik ve genişliğinde" bir ölçü olarak ele aldığı folklorun, yalnız halk türkülerinden ibaret olmadığına dikkati çekti. Manilere, hikâyelere ve atasözlerine ayrı bir önem verdi. Her birinin kitaplaştırılmasını gerekli gördü. Türk Dili Tarama Dergileri'nin hazırlanmasında izlenen yöntemin örnek alınmasını istedi: Eğitim Bakanlığı, vereceği ilânlar ile ulusundan bu konuda bildiklerini isteyebilir, gelen maniler, atasözleri, öyküler uzmanlarınca incelendikten sonra bir kitapta toplanabilirdi. Böylece, Nasrettin Hoca ve Bekri Mustafa gibi hazinelerini gelecek kuşaklara aktaran Türk ulusunun hem ulusal kültürünü koruyacağına, hem de ulusa okuma alışkanlığı kazandırılmış olacağına dikkati çekti. Güzel sanatlarda da "Sanat Türklük içindir" anlayışını



29



Mahmut Esat, "Bir Kongreden Sonra", Ulus, 12 Mayıs 1939.



30



Mahmut Esat, "Türk Medeniyeti Tarihi-Türk Edebiyatı Tarihi", Yeni Sabah, 16 Temmuz 1918, No: 9912.



31



Mahmut Esat, "Edebiyat Tarihimiz ve Antolojimiz", Ulus, 12 Birincikanun 1939.



32



Mahmut Esat, "Değerli Kitaplar Arasında", Anadolu, 7 Mart 1941, No: 8462.



64



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



benimsedi. Romanların, şiirlerin yanı sıra müziğin, resmin hatta yapılacak olan binaların bile "Türkü söyleme(si), onu ifade etme(si)" gerektiğini savundu 33. Mahmut Esat, bu düşüncelerini özellikle üniversite çatısı altında verdiği Devrim Tarihi derslerinde, Türk Ocağı'nda ve Halkevleri'nde uygulamaya döktü. Bilgi birikimini ve düşüncelerini yalın bir Türkçe ve ihtilâlci bir üslupla aktardı. Kürsüde kimi zaman "vatan düşmanlarını yenmek için; cesaret, cesaret daima cesaret" diyen Danton'u, kimi zaman "ah hürriyet, senin adına ne cinayetler işleniyor" diyen Madam Rolan'ı canlandırdı. Şeyh Bedrettin'in ve Namık Kemal'in yaşam öykülerini kullandı. Laik toplum ve devlet yapısının gerekliliğini vurgularken "Batıl her vakit batıldır. Felaket, onun hak suretinde görünmesindedir" diyen Bakiye atıf yapıp "kaytaklığın" tehlikelerine işaret etti. Türklük, Türkçecilik aşkını Ali Şir Nevai'nin, Fuzuli'nin beyitleriyle; Lastik Sait'in, Karacoğlan'ın, Köroğlu'nun ve Yunus Emre'nin dörtlükleriyle örnekledi. Mehmet Emin'in, Nazım Hikmet'in şiirlerinde gerçek milliyetçiliği buldu. Bozkurt-Lotus davasını Lahey Adalet Divanı'nda savunurken de bu ulusalcı bakışı etkin oldu. Zira Mahmut Esat, Hukuk Mektebi'nde okurken İstanbul'dan İzmir'e yolcu taşıma hakkı yalnızca Romanya ve Masejeri Maritim vapurlarına aitti. Hiçbir zaman birinci mevkide bilet alamadığı Masejeri Maritim Şirketi'ne ait vapurda iki Türk askerinin kılıçlarına "vapur Fransız toprağıdır" denilerek el konulması ise onda derin izler bırakmış, "kamarasında hıçkıra hıçkıra ağlamasına" neden olmuştu. Lahey'de yaptığı savunmanın, karşı tarafın tüm tezlerine yanıt verebilecek yetkinlikte olmasının yanı sıra aynı derecede "ateşli" olmasının nedeni de Lotus'un Masejeri Maritim şirketine ait olması idi. Mahmut Esat, diline ve kültürüne sahip çıkacak genç nesillerin yetiştirilmesi ile ulus olma bilincinin yerleşeceğini, ulus-devletin güçleneceğini ve Türk Devrimi'nin çağdaş dünyada kanı ile kazandığı onurlu ve haklı yerini koruyacağını düşünüyor, Kemalizm'in gelecek için de ışık olacağına dikkati çekiyordu.



33



Mahmut Esat, "Topyekûn Türkçülük", Yeni Sabah, 23 Birincikanun 1943, No: 2008.



MAHMUT ESAT BOZKURT ve SOL DÜŞÜNCE Yrd. Doç. Dr. Hakkı UYAR * Türk Devrimi'nin önde gelen eylem adamlarından ve Kemalizm'in belli başlı teorisyenlerinden biri olan Mahmut Esat Bozkurt, çok farklı özellikleri ve renkli kişiliği ile günümüzde de güncelliğini korumaktadır. Savunanları ve karşıtları sürekli olarak O'nun farklı yönlerine dikkat çekmektedir. Milliyetçiliğini, sol kimliğini ön plana çıkaranlar olduğu gibi, O'nun Hukuk Devrimi'nin mimarı olmasına vurgu yapanlar da bulunmaktadır. Kimileri de Mason karşıtlığını vurgulamaktadır. Tüm bu yönleriyle Bozkurt'u "Sol Milliyetçi" olarak tanımlamak mümkündür 1. Bu yazıda Bozkurt'un sol kimliği üzerinde durulacaktır.



Mesleki Temsil Bozkurt, Birinci Meclis'te Mesleki Temsil düşüncesini savunan milletvekilleri arasında yer aldı. Mesleki Temsili savunanlar genel olarak toplumu 9 meslek grubuna ayırmaktaydı: 1. Çiftçiler ve çobanlar 2. Tüccarlar 3. Denizciler 4. Madenciler 5. Irgatlar 6. Serbest meslek sahipleri 7. Sanatkarlar 8. Memurlar 9. Askerler Birinci Meclis'teki Mesleki Temsil savunucuları, ılımlı sosyalist milletvekilleriydi. Meclis'te Mesleki Temsil düşüncesi red edilse de (1921) Bozkurt, İktisat Bakanı olduğu dönemde toplanmasını sağladığı İzmir İktisat Kongresi (Şubat-Mart 1923) temsilcilerinin seçiminde ve



* 1



Dokuz Eylül Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. Hakkı Uyar, “Sol Milliyetçi” Bir Türk Aydını: Mahmut Esat Bozkurt, Büke yay., İstanbul, 2000.



66



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Mesai (İş) Kanunu hazırlığı sırasında bu düşünceyi - başarısız olsa dauygulamaya koymaya çalıştı 2. Bozkurt, Ocak 1921 tarihinde BMM'de yaptığı konuşmada Mesleki Temsil düşüncesini" şu gerekçelerle savunmuştu 3: "Muhterem Efendiler, Bendeniz mesleki temsilin memleketimin selameti için lüzumuna o kadar kailim ki, bunu bir ikinci defa daha huzuru alinizde müdafaa etmekle, Türk tarihi önünde vazife-i tarihiyemi yapmakta olduğuma kaniim. Bu meseleyi iki noktadan tahlil etmeğe çalışacağım. Birincisi; mesleki temsile karşı şimdiye kadar yürütülen itirazlara cevap vermek, ikincisi; hakkındaki nazariyatı umumiyeyi söylemektir. Muhterem Efendiler, bu mesleki temsil en evvel bizim memleketimizde mevzuu bahis olmuş değildir ve en evvel bizim memleketimizde tatbik edilecek sistem de değildir. Mesleki temsil garpta uzun uzadıya münakaşa edilmiş, hakkında bir çok ulema, yalnız bir memleketin uleması değil, fakat bütün dünyanın alim dediği ulema arasında münakaşa edilmiş ve doğruluğu kabul edilmiştir. Fransa'da hukuk ulemasından (Dögi) mesleki temsili en evvela müdafaa etmiştir. Fakat bundan evvel Garbi Avrupa'da mesleki temsil İtalya'nın bir çok memleketinde, mesela ezcümle Floransa'da uzun müddet tatbik edilmiş... (...) Efendim, Hazreti Peygamber diyor ki; ilim düşmanlarınızda dahi olsa alınız (Bravo alkışlar), İlmin memleketi yoktur (Bravo sadaları). Binaenaleyh hukuku amme ulemasından (Dögi) bunu uzun uzadıya müdafaa etmiş ve mesleki temsil bir memlekette tatbik edilmedikçe Monteskiyö'nün eski nazariyeleri ile, müşavere usuliyle parlamanterizm usulü ile memleketin bihakkın müdafaa olunamayacağını beyan eylemiştir. Yalnız buna karşı verilen cevaplar, mesleki temsilde memleketin bazı tabakasının Meclise girmemesi tarzında cereyan etmiştir. Fakat esas itibariyle hakkı teslim olunmuştur. Yine efendiler! Fransa 'nın en büyük adamlarından (Hanoto) buna dair bir kitap yazmış. Bu kitapta; vaktiyle Floransa'da mesleki temsilin tatbik edildiğini ve Floransı'nın bundan pek çok müstefit olduğunu söyledikten sonra; Fransa'da bulunan ahali en liberal olduğu halde, Fransa'da memleket menafiinin ve Fransa'nın Meclisi millide temsil edilmemekte olduğunu ve bunun memleketi felaketten felakete sürüklemek ihtimali olduğunu söylemiş ve Cumhuriyetten beyanı şikayet eylemiştir. Efendiler, memleket demek; siyasiyat, edebiyat ve münevverler demek değildir. Bir memleket iktisadiyatından teşekkül eder. Çiftçiliği, mimarisi, demirciliği, saraçlığı ilah... Bir takım meslekler erbabı o memleketi kurarlar, yaparlar. Bu meslekler yapılmadığı gün memleketten eser kalmaz. Malumu aliniz İbni Haldun Mukaddime'sinde cemiyetleri tavsif ederken, memleketlerin iktisadiyatından ibaret olduğunu ve bir takım mesalik erbabının memleketleri husule getirdiğini bundan asırlaca evvel beyan etmiş, bizim kulaklarımıza bağırmıştır.



2



Uyar, age., s. 22 vd.



3



TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 1, İçtima Senesi: 1, c. 7, Ankara, 1944.



MAHMUT ESAT BOZKURT VE SOL DÜŞÜNCE • H. Uyar



67



Mesleki temsilde Meclise kimler girecek efendiler? Bir takım arkadaşlarımız diyorlar ki: Mesleki temsilde, cahiller girecek, memleketi anlamıyan adamlar girecektir. Hayır efendiler; ilim demek; yalnız okumak, yazmak demek değildir. Meclisi Aliye asırlardan beri bu memleketi kılıçları ile, sabanları ile müdafaa eden çiftçiler girecektir. (Alkışlar) Efendiler; bu memleketi asırlarca müdafaa eden, yalnız kılıçla değil, sanatlariyle dünyaya karşı müdafaa eden sanatkarlar gelecektir, onların menafii müdafaa edilecektir. Binaenaleyh bunlara cahil demek, bütün bir mukaddesatı, kanaatıma göre, tahkir demektir. Efendiler! Görüyorum ki, kolay kolay, bir çiftçiye bırak şu cahili diyorlar. Fakat ben diyorum ki, böyle değildir. O adam bana çiftçilikten bahsederse ve anlar mısın derse, ben ona cevap veremem. Kanaati acizaneme göre meslek erbabı olup ta dünyada cahil denilebilecek bir kimse yoktur. O adam kendi mesleğini, okuyup yazmak bilmese bile okuyup yazandan daha iyi müdafaa edebilir. (...) Efendiler; devri fütuhatımız tetkik edilirse görülür ki, bizim memleketimiz daima sanayii himaye etmiştir. Viyana önlerine kadar Osmanlı bayrağını esdiren orduları yalnız kılıç yürütmemiştir. Lonca teşkilatını tetkik ediniz, devri fütuhatımızda görürsünüz ki, saraçların kendilerine göre bir tertibatı vardır. O suretle saraçlık ilerlemiştir. Çiftçileri tetkik ediniz, onlar himaye edilmiştir. Demircileri tetkik ediniz, onlar da himaye edile edile albayrak dünyanın her tarafından ün salmıştır. Binaenaleyh yalnız kılıçla yürümemiştir. Bu itibarla sanayi erbabının, meslekler erbabının, Meclise girmesi ve Mecliste mesleklerini Hükümete himaye ettirmesi, memleketimizin hayatı iktisadisi itibariyle bir zarurettir. O meslekler erbabının sanatları muhafaza edilmediği, himaye edilemediği günden itibarendir ki, bu memleket parça parça kopmağa başladı. Efendiler, Avrupa sanayii, Avrupa iktisadiyatı memlekete tahakküm etti ve bu memleket yıkıldı. Bu memleketi yeniden korumak istiyorsak her halde memleketin sanayiini temsil etmek, onu himaye etmek mecburiyetindeyiz. Bunun için bir yol vardır, o da; sanayi erbabının memleketin mukadderatına iştirak etmeleridir. Onlar memleketin mukadderatına iştirak etmedikçe, onların menafii umumiyelerinin bihakkın himaye görmesine de imkan yoktur. Hiç şüphesizdir ki, bir çiftçiyi çiftçi kadar benim düşünmemin imkanı yoktur ve bir demirciyi demirci kadar benim düşünmekliğimin imkanı yoktur. Demirci olmayanının onun kadar iş görmesi ihtimali yoktur ve olmayınca bu memleketin sanayiinin ileri gitmesinin imkanı yoktur. İntihabatımızın hali hazırına gelince; bu hal meslekleri, sanayii himaye etmekten uzaktır. Çünkü: burada sanatlar temsil edilmiyor ve bu sanayi burada temsil edilmedikçe onları düşünmek imkanı da yoktur, var ise de pek azdır. İkinci bir itibarla zamanımızda bu kabul ettiğimiz sistem, şu şekli intihap, şayanı tenkittir. Çünkü intihapta gaye, memleketi temsil etmektir. Bu tarzı intihap ile kim iddia edebilir ki, memleketimiz temsil edilir? Doğrudan doğruya halk bu sistemle -buradaki Meclisi Aliyi tenkit etmek değil, sistemi tenkit ediyorum- bu sistemle halk hangi suretle menafiini şimdiye kadar bu Mecliste, bu sistemde müdafaa edebilmiş ve Hükümete sözünü dinletebilmiştir? Çok rica ederim, halkın idaresininde, halkın menafii umumiyesinde ne gibi tahavvüller görebildik? (Hiç sadaları) yine eskisi gibidir. Yalnız bizim memlekette değil efendiler, bu, dünyanın her tarafında böyledir ve dünyanın her tarafında böyle olduğu için zaman



68



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



zaman ihtilaller, büyük büyük inkılaplar önünde kalıyoruz. Bu inkılapların, bu ihtilallerin manası hep burada saklıdır. Yani halkın doğrudan doğruya memleketin mukadderatını doğrudan doğruya ellerine alamamasında ve binaenaleyh menafii umumiyenin bihakkın düşünülmemiş olmasındandır. Memleketimizde temsili meslekiyi kabul etmekle millete en büyük bir eser bırakacağız. Esasen Teşkilatı Esasiye Kanununun birinci ve dördüncü maddeleri tayyedilirse diğer tarafının ehemmiyeti yoktur ve Meclisi Ali bu memlekete en büyük hizmeti, tarihlerin, ilimlerin söylediği hizmeti, istediği büyük vazifeyi, birincisini kabul etmekle. tarih önünde yükselmiştir. İkincisini kabul etmekle bir kat daha yükselmiş olacaktır. Efendiler; cümlenize malumdur ki, memleketimizin inhitatı, memleket mukadderatının memleketin sahibi olanların eline düşmemesi teşkil etmiştir.(...) Bu, bir tarihi yaradır, daima kanıyor, artık dinmek istiyor ve bu kanaya kanaya bu memleketi öldürmesi pek mümkündür. (Allah saklasın sadaları) Bunun önüne ancak Büyük Millet Meclisi geçmekle bu büyüklüğünü dünya önünde bir daha ispat etmiş olacaktır. Muhterem efendiler; müsaadenizle birkaç arkadaşımızın itirazlarına cevap vereceğim. Erzurum mebusu Hüseyin Avni Beyefendi iki defa bu mesele için söz söylediler. Fakat bendeniz kanaati acizaneme göre sözlerinde tenakuz buldum. Yani benim noktai nazarıma göre yanlıştır. Birincisi şudur: Buyurdular ki, eski Kanunu Esasi iki dereceli intihabı kabul etmiştir, bu defa tadil etmekle elli sene sonra bir dereceli intihabı kabul ediyoruz. Binaenaleyh kanunu tekamüle riayet ediyoruz. Binaenaleyh sonra bu memlekete mesleki temsil veriyoruz. Neticei mantıkiyesini intaç etti, bendeniz bunu hatalı gördüm. Çünkü, mesleki temsilin dereceli intihaplarla alakası yok. Mesleki temsil bir dereceli intihaba da girer, iki dereceli intihaba da girer. Yani memleketin seviyesi dun ise, ki, bendeniz bunu kabul etmiyorum, çiftçi bizim tanıdığımızdan çok yüksektir. Hem memleketi müdriktir, hem vatanperver, hem zekidir. Efendiler, o çiftçidir ki, bu memleket tehlikeye düştüğü gün sapanını bıraktı, kılıcını çekti ve bu memleket için yedi yüz yıldan beri akıtmakta olduğu kanını yine akıttı. Binaenaleyh ona cahil diyemeyiz efendiler. Binaenaleyh iki dereceli... (...) Hayır, Avni Bey demedi. Fakat Mecliste öyle bir kanaat var, onun için söylüyorum. Binaenaleyh bir dereceli intihapta mesleki temsil yapılabilir. İki dereceli intihapla da mesleki temsil yapılabilir. Yani mesleki temsilde halkın doğrudan doğruya gelmesi tecviz edilemez. Mesleki temsilde halkın doğrudan doğruya gelmesi imkanı yoksa iki dereceli de kabul edilebilir. Binaenaleyh bununla alakası yoktur. Sonra, bir şey daha buyurdular. Avni Beyefendi, ikinci çıkışlarında, o da bu idi: Buyurdular ki; mesleki temsili kabul etmekle hukuku esasiyenin milletlere tanıdığı hukuki, meşruti bir hakkı, tamamen Mecliste bulunan bir hakkı nezedelim. Onun için tenakuz var. (...) Sonra Hüsrev Beyefendi arkadaşımız, bunda kabiliyeti tatbikiye görmediler. Doğru olabilir. Lakin kabiliyeti tatbikiyesi yok deyince o noktayı bize izah buyurmadılar. İzah buyurmuş olsalardı belki kendilerine o nokta-



MAHMUT ESAT BOZKURT VE SOL DÜŞÜNCE • H. Uyar



69



dan cevap vermek mümkün olabilirdi. Yoktur dediler. Bendenizin anladığıma göre bu olsa olsa memlekette loncalar olmaması dolayısiyle bunda kabiliyeti tatbikiye görmediler. Yani memleket cahildir diye değil. Efendiler doğrudur. On sekizinci asırdan beri zavallı memleketimizin garp iktisadiyatından yediği darbelerle meslek erbabı hurdehaş oldu ve onun için bu memlekette ashabı sanayi darmadağın olmuştur. Loncalarımız yoktur. Fakat loncacılık ruhu vardır. Bugün Anadolu'nun herhangi bir memleketine giderseniz esnaf kahyalarına, şunlara bunlara tesadüf edersiniz ki, bunlar lonca teşkilatının, yani lonca teşkilatı kadimesinin izleridir. Bunları yeniden canlandırmak imkanı da mevcuttur. Yeter ki Meclisi Aliniz bunu Kanunu Esaside kabul etsin ve şu kayıtla kabul etsin, desin ki: Lonca teşkilatı tatbik edilecektir. Belki bu iki seneye tevakkuf eder. Fakat mütehassısları bize bir senede yapabileceklerini söylüyorlar. Onlar vücude getirildikten sonra kabiliyeti tatbikıyeden maksatları bu ise kendilerine bu yolda cevap vereceğim. Muhterem Hoca Vehbi Efendi Hazretleri de buyurdular ki, mesleki temsil doğrudur. Binaenaleyh efendiler, esasta Hoca Vehbi Efendi Hazretleri ile münakaşa edecek değiliz. Yalnız teferruatta münakaşa edeceğiz. O da mesleki temsil doğrudur ve bu Meclis çiftçilerden, demircilerden ve meslek erbabından müteşekkildir dediler. Bendeniz kendilerine diyeceğim ki; mademki mesleki temsil şu şekilde Meclisi Alide mevcuttur, o halde Kanunu Esasiye kayıtta ne mahzur vardır? Son sözlerimi söyliyeyim. (...) Binaenaleyh bu Meclisi Ali meslekler erbabından müteşekkil ise bunun Kanunu Esasiye kaydi evleviyetle sabit olur ve doğru olur. Çünkü onu bir kere daha tesbit etmiş oluyoruz. Son söz olmak üzere bunları ilave edeceğim: Mesleki temsil ilmin ve Osmanlı tarihinin bu Büyük Meclise kabulünü teklif ettiği bir sistemdir. Hiçbir hatibin teklif ettiği sistem değil, tarihin asırlardan beri haykırdığı sistemdir. İlmin asırlardan beri anlatmak istediği bir sistemdir. Memleketimizin selameti buradadır. Memleketin sahipleri ancak bu suretle memleketin mukadderatına hakim olacaklar ve memleketi yapan iktisadiyat ta ancak bu suretle himaye edilecek ve asırlardan beri ağlayan çiftçi, köylü ancak bu suretle gülecektir. Bunu Büyük Millet Meclisinde (10) milyonluk Anadolu halkı bekliyor. Halk hakkını istiyor efendiler".



Karl Marks'ın Kapital’inin Türkçe'ye Çevrilmesi Bozkurt, İktisat Vekilliği döneminde, Karl Marx'ın "Kapital"ini çevirtme girişiminde bulundu. Yarım kalan bu girişim hakkında Kerim Sadi'nin (A. Cerrahoğlu) bir kitabında değinildiğine göre; Haydar Rıfat, planladığı gibi 1934'te Kapital'i çevirmeye başlasaydı, (Haziran) 1937'de üçüncü cildini bitirmiş olacaktı. Haydar Rıfat'ın düşünceden uygulamaya geçiremediği planından önce de "Kapital"i Türkçe'ye çevirme girişimleri olmuştu: Mahmut Esat'ın İktisat Vekilliği zamanında, "yanılmıyorsak, sosyalist Vehbi (Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi profesörlerinden Vehbi Sarıdal) ile (Haydelberg Darülfünundan felsefe ve iktisat doktoru ve Berlin Mühendis mektebi âlisinden mezun) Nizamettin Ali, dolgun



70



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



ücretle, bu işi üzerlerine almışlardı 4. Bundan başka Ahmed Cevad'ın (Darülfünun sabık lisaniyat muallimi, Dil Encümeninden ve Çanakkale saylavı) Kızıl Mekke halini alan Moskova'da birinci cilt üzerinde hararetle uğraştığını (1924) ve yine birinci kitaba ait ilk mephasların Dr. Şefik Hüsnü tarafından da ayrıca çevrildiğini biliyoruz " 5. Milli Mücadele yıllarında M. Kemal tarafından "danışıklı" olarak kurdurulan Resmi Türkiye Komünist Fırkası'nın üyelerinden biri olan Bozkurt; 20 Ekim 1920 tarihinde, Anadolu'da Yeni Gün gazetesinde yazdığı "Yeşil Elma" adlı başyazıda, "Komünizm Türkler için bir ideal değil, bir vasıtadır. Türklerin ideali Türk milletinin birliğidir, altın elmadır" diyordu 6. Buradan, Resmi TKF'nin Sovyet Komünizmi'nin önünü kesmek için kurulduğunu anlamak da mümkündür. Hasan İzzettin Dinamo'nun anılarında anlattığına göre; Milli Mücadele'nin en yoğun yaşandığı yıllarda (1920-21) Bozkurt, M. Kemal'in genel karargahı olan Ziraat Mektebi'nde, "koltuğunun altında Marx'in kapitalini taşır, bundan kendisi bir şeyler öğrendiği gibi Mustafa Kemal'e de anlatırdı. Lider, bütün çevresinin sollarla sarıldığını, yeryüzünün sola gittiği kaygısına kapılarak, ne olur ne olmaz, Marx üstüne bilgi edinmeye çalışmış, Bozkurt'tan yararlanmıştı". Mahmut Esat'ın 1920'li yıllardan kalma "sosyalizm sempatisi" daha sonraki yıllarda da devam etti 7. Bozkurt, 1935 yılında yayınlanan "Karl Marx ve Türkler" adlı yazısında, "Marx'ın ‘Kapital’ adli büyük eseri bütün dillere çevrildi. Onu bizim dilimizde ne zaman okuyacağız? Ne zaman göreceğiz? " diyordu: Marx edebiyatının dilimize çevrilmesini istiyorum. Marx'ın eserlerinin dilimize çevrilmesi "sağa ve sola doğru bulanık sularda balık avlamak isteyenlerin takkesini düşürecektir"; ortada hak ve gerçek ege4



Nizamettin Ali (Sav) ve Mehmet Vehbi (Sarıdal), 1920 yılında Ankara'da çıkmaya başlayan Anadolu'da Yeni Gün gazetesinde birlikte yazılar yazmaktaydılar. Bu gazetenin siyasal çizgisini Uygur Kocabaşoğlu şöyle saptamaktadır: Kurtuluş Savaşı'nın haklılığına ve zafere olan kesin inanç; Saltanat ve Halifeliğe karşı kesin tavır; Emperyalizme karşı olma ve sosyalizme yatkın bir eğilim; Uluslar arası planda mazlum milletlere, ulusal planda ise çalışan insanlara (işçi ve köylü) yakın bir tutum. Bkz: Uygur Kocabaşoğlu, "Milli Mücadele Sözcülerinden: Anadolu'da Yeni Gün", Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Atatürk Özel Sayısı, Ankara, 1981, ss. 179-203.



5



Kerim Sadi, Kapital Tercümesi Hakkında, İnsaniyet Kütüphanesi: 30, Burhaneddin Basımevi, (İstanbul), 1937, s.1.



6



Mahmut Esat "Yeşil Elma", Anadolu'da Yeni Gün, 20.10.1920, aktaran Fethi Tevetoğlu, Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, Ankara, 1967, ss. 313, 318-319.



7



Hasan İzzettin Dinamo, İkinci Dünya Savaşında Edebiyat Anıları, de yay., İstanbul, 1984.



MAHMUT ESAT BOZKURT VE SOL DÜŞÜNCE • H. Uyar



71



men olacaktır. Ancak, Marx' tan söz açılınca akla hemen "Komünistlik" gelir. Halbuki o kadar telaşa da gerek yoktur. Marx'ın filozofluğu iktisatçı yanından çok üstündür; "onun bilinmemesi kültür bakımından bir eksikliktir. Büyük bir eksik.” Özellikle de "devletçi" bir rejimde bunun eksikliği daha da belirgindir 8. Bozkurt, Max Beer'in Zühtü Uray tarafından Türkçeye çevrilen ve Maarif Vekâleti tarafından yayınlanan "Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Umumi Tarihi" adlı kitabına yazdığı "Önsöz"de de Kapital'in çevirisi konusuna değinmektedir: "Hemen her memlekette, hatta Yunanistan ve Bulgaristan gibi komşu memleketlerde bile müteaddit tercümeleri ve şerhleri mevcut olan Karl Marx'in Kapitalinin bizde anlaşılmaz bir iki broşüründen başka bir şey yoktur. Nerede kaldı ki biz, Ana Kanunumuzda devletçiliği kendimize mal etmiş bulunmaktayız. Bunun anlamı devlet sosyalistliğini kendimize mal etmiş olmaklığımızdır. Şu halde kısmen olsun sosyalizmin ve sosyal mücadelelerin umumi tarihi yeni Türk Devleti Prensiplerinin sebeplerini ve edebiyatını teşkil eder" 9.



Mesai (İş) Kanunu Bozkurt, hem milletvekilliği hem de İktisat Vekilliği sırasında, Mesleki Temsil esasına dayalı sendikaların kurulmasını savundu. Ona göre, ülkedeki tüm iktisat amilleri teşkilatlanmalıydı. İzmir İktisat Kongresi'nde "Hülasa teşkilat yapınız; bu, Türkiye iktisat amillerinin haklarını harice ve dâhile karşı koruyacak en kuvvetli siper, kalkandır. Bunu yalnız Türkiyeliler için değil, bütün dünyanın mazlum iktisat amilleri için de temenni ederim " demişti 10. Mahmut Esat'ın İktisat Vekilliği görevinden ayrılması konusunda farklı görüşler bulunmaktadır: İstifa gerekçesi olarak kendisinin "fikren ve bedenen" yorulması 11 gösterilmekle beraber, Halk Fırkası TBMM Grubu'nun Bozkurt'a "itimatsızlık asarı göstermiş" olması da asıl neden olarak ileri sürülmektedir 12. Kemal Sülker de, özgür sendikalardan yana hareket eden ve işçileri koruyacak bir "Mesai Kanun" hazırlayan İktisat Vekili Bozkurt'ın istifa etmek zorunda-bırakıldığı görüşünü



8



Mahmut Esat Bozkurt, "Karl Marx ve Türkler", Tan ,26 Temmuz 1935, s.1, 5.



9



Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Umumi Tarihi (çev. Zühtü Uray), Maarif Vekaleti yay., İstanbul Üniversitesi Ana İlim Kitapları Tercüme Serisi, İstanbul, 1941, s. XVI.



10



A. Gündüz Ökçün (Hazırlayan), Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir, Haberler-Belgeler-Yorumlar, AÜ SBF yay., Ankara, 1981, s. 266.



11



Türk Sesi, 27 Eylül 1923.



12



Vatan, 24 Eylül 1923.



72



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



savunmaktadır 13. 24 Eylül 1923 tarihinde Bozkurt'ın yerine İktisat Vekilliği'ne Hasan (Saka) Bey getirildi. Bu tarihten bir ay kadar önce, 26 Ağustos 1923 tarihli TBMM toplantısında İktisat Encümeni'nin Birinci Meclis'ten devren İkinci Meclis'e aktardığı kanun tasarıları arasında birinci sırada, "Mesai kanunu layihası" bulunmaktadır. Meclis gündemine alınan bu tasarılardan altıncısı, "'Türkiye köy bankaları hakkında layiha-i kanuniye" dir 14. İktisat Encümeni'nin Meclis gündemine getirdiği tasarılar -Mesai Kanunu tasarısı başta olmak üzere-, Halk Fırkası içinde tartışmalara neden olmuş ve Bozkurt'un istifasına neden olmuş olsa gerektir 15.



Marx, Sosyalizm ve Komünizm Bozkurt, Halk Dostu gazetesinde yazdığı "Memleketin Istırapları" adlı yazıda da şunları söylemektedir: "Komünist değiliz ama medeniyet tarihini bir iktisat meselesi olarak tespit ve izah eden Karl Marks'ın



13



Kemal Sülker, 100 Soruda Türkiye'de İşçi Hareketleri, Gerçek Yayınları, İstanbul, 1978, ss. 46-47.



14



TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 2, İçtima Senesi: 1, Cilt 1, (2 Ağustos 1339 tarihli Birinci içtimadan 8 Eylül 339 tarihli On Beşinci içtimaa kadar), Ankara, 1961, ss. 302-303.



Türkiye'de mesai/iş kanunu çıkarılması hakkındaki girişimler için ayrıca bkz. Mesut Gülmez, Türkiye'de Çalışma İlişkileri (1936 Öncesi), Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Yay. Ankara, 1983. Bozkurt'un 1930'lu yılların başında en çok savunduğu şeylerin başında işçi ve köylü hakları gelmektedir. Onun öncülük ettiği İş Kanunu tasarısının işçilere geniş haklar tanımış olması muhtemeldir. Bozkurt'un iktisat Vekilliğinden ayrılmasından sonra işçi örgütlerinin başına gelenler ve 1936 tarihli İş Kanunu, O'nun bakanlıktan neden ayrıldığını sanırım açıklayabilir. 15



Bozkurt'un iktisat vekilliği görevinden ayrılmasında, 1923 yılında çıkan İzmir-Aydın demiryolu grevinin önemli bir etkisi olduğuna ve grevin iş kanunu tasarısının Meclis gündemine geldiği tarihlere rastlamasına dikkat çeken Erkan Serçe, şu tespiti yapmaktadır: "İşte tam bu sıralarda meydana gelen grev, tasarının sahibi ve ateşli savunucusu İktisat Vekili M. Esat (Bozkurt) Bey'i son derece zor bir duruma düşürmüştür. Halk Fırkasının 22 Eylül tarihli grup toplantısında "amele meselesinden dolayı" İktisat vekili Bozkurt Bey sorguya çekilmiş (İkdam, 23 Eylül 1923), ertesi gün devam eden "fırka muzakeratında muhtelif meselelere dair, bilhassa amele mesaili hakkında müteaddit suallere maruz kalan" Mahmut Esat istifa etmek zorunda kalmıştır (Tanin, 24 eylül 1923). Böylece büyük ölçüde sahipsiz kalan tasarı, Meclis gündemine bir daha ancak 1924'de girebilecek, dönemin İktisat Vekili Hasan (Saka) Bey tarafından acele hazırlandığı gerekçesiyle geri çekilecektir." Bkz. Erkan Serçe, "1923 İzmir-Aydın demiryolu grevi: Siyasal İktidar, Sermaye ve İşçi Sınıfı üçgeni üzerine bir deneme", Toplum ve Bilim, Sayı 66, Bahar 1995, ss. 86-105.



MAHMUT ESAT BOZKURT VE SOL DÜŞÜNCE • H. Uyar



73



anlayışları öyle bir kalem darbesiyle yıkılacak şeylerden değildir" 16. Bir başka yazısında ise, "Ben komünist değilim. Bununla beraber (Karl Marks)ın * ve büyük Komünist şeflerden (Lenin)in ** düşüncelerinde milliyetçilik ve demokrasinin noksanlarını tamamlamak için istifadeli bir çok noktalar vardır" 17 diyordu. Mahmut Esat, birçok yazısında Marx'a olan hayranlığını açıkça belirtiyordu. Marx, uzak görüşlüydü. Onun görüşleri, "dâhiyane" ve "heybetli" idi. Bozkurt'un belirttiğine göre, Marx 1854 yılında şunları söylemişti: "Bu gidişle Türkler, Avrupa'da tutunamayacaklardır. Fakat ne yapılırsa yapılsın Türk devleti ortadan kaldırılamayacaktır. Türkler belki bir gün Anadolu içlerine kadar sürüleceklerdir. Fakat onlar, hakiki varlıklarını orada bulacaklar; orada yeniden güçlü, kuvvetli bir Türk devleti kurulacaktır." Marx'ın bugünü (1935), 81 yıl önceden (1854) gördüğünü belirten Bozkurt; uzun yıllardır Marx'ı okuduğunu, Onu "tam" olarak anlayamadığını, anlamaya çalıştığını belirterek, şunları söylemektedir: "Marx'ı bu kadar derin, çetin buluyorum." Marx'ın fılozofısi hakkında çok şey yazıldığını; ancak, bu yazılanların hepsinde birbirinden farklı görüşlerin olduğunu ve herkesin Marx'ı farklı anladığını söylemektedir: "Şunu hemen söylemeliyim ki: Marx'in anlayabildiğim yerlerini çok yüksek buldum. Baş dönmeden erişilmesi zor denecek kadar yüksek!" Bozkurt'a göre; Marx, bize değer ve iş; değer artığı; tarihsel maddecilik; merkezleşme ve özellikle de sınıflaşma kavramını, tüm insanlık tarihini aydınlatacak bir şekilde açıklamaktadır. Marx'ın felsefesi bir "mihenk taşı"na benzemektedir. Tarih ona vuruldukça, insanlığın bahtı görülür. Marx'ın felsefesi, yüzyıllardır karanlıkta kalmış gerçeklerin, insanlığın kara bahtının üzerine tutulmuş bir "projektör "dür. "Bunsuz tarihi anlamak ve görmek yolunu ben bulamadım" 18.



16



Mahmut Esat, "Memleketin Istırapları", Halk Dostu, 10.12.1930; Mete Tuncay, T.C. 'de Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Cem Yay., İstanbul, 1989, s.519. Mahmut Esat, birçok yazısında komünist olmadığını sık sık vurguluyor; Engels'e atıfta bulunarak, işçilerin haklarını vermeyen liberal ekonomiyi benimseyen devletlerin tarihe karışacağını belirtiyordu: "Ben Komünist değilim. Siyasal inançlarım Kemalist prensiplerdir. Türk doğdum, Türk ulusçusu olarak öleceğim. Fakat tarihin yürüyüşünde ise değer payını vermeyen devletin sonu, Engels'in dediği gibi olacaktır" Bkz. M. Esat Bozkurt, "Ulusçuluk Prensipleri ve İş Hakkı", Tan, 19 Haziran 1935.



*



Sermaye, Karl Marks.



**



Emperyalizm ve Sermayenin Son Safhası, Lenin.



17



Mahmut Esat, "Bir Hasbihal: Dünya Nereye Gidiyor? 3", Yeni Asır, 8.8.1933.



18



Mahmut Esat Bozkurt, "Karl Marx ve Türkler", Tan , 26 Temmuz 1935, s. 1, 5.



74



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Bozkurt, birçok yazısında komünizmin yıkılacağını ileri sürdü. Örneğin, "Türk İşçilerinin Hakları" adlı yazısında şunları söylüyordu: "Komünizm, ilim ve son tatbikat karşısında mağluptur. Tamamen sola dönmese bile tutunabilmek için çok fedakârlık yapacaktır. Bir çeşit sol demokrasi olacaktır. Buna mecburdur. 18. asrın serbest demokrasileri de sola doğru dümen kıracaklardır. Bu tutunabilmeleri için bir zarurettir". Komünizm niçin yenilgiye uğrayacaktır? "Kısaca diyebiliriz ki, komünizmin müstakbel mağlubiyeti kendi davasının içindedir. Bu da, maddi hayatta mutlaka müsavatı icap ettirmesidir. Maddi hayatta mutlak müsavat demek; kabiliyetleri zekâları fazla çalışmak kudretinde bulunanları ilah ilah az kabiliyetlerle, az çalışabilenlerle, zekâsı dun olanlarla müsavi paylara mazhar etmek demektir. Bu insanlığın hilkatine, cibilliyetine muhaliftir. Nihayet unutmamak lazımdır ki bir devlet rejimi insanlar içindir. Esasında insanlığın tabi olduğu ruhi kanunlara uymayan bir sistemin tutunamaması mağlup olması riyazi kat'iyyet kabilinden bir şeydir". Komünizm sınıf savaşını ortadan kaldırmak, istiyor. Hâlbuki savaş hayat için bir zorunluluktur. Savaşın ortadan kalktığı gün hayat kurur; insanlığın ilerlemesi durur. Yalnız sermaye değil, işçi de yok olur. Hatta insanlık bile ortadan kalkabilir. İşçi sınıfı ile sermaye uzlaşmak zorundadır. Gerçek milliyetçi, inkılâpçı ve uygar bir ulus olabilmek için Türk işçilerinin hakları tanınmalıdır 19.



Sermaye Sınıfının Tekel Oluşturması Bozkurt, "Bir Hasbihal: Dünya Nereye Gidiyor? Bu Gidişin Arasında Biz Ne Olacağız? 1-16", adıyla Yeni Asır gazetesinde 6-27 Ağustos 1933 tarihlerinde yayınlanan yazı dizisinde, özelde Dünya Ekonomik Buhranı (1929) sonrasında ve genelde de 20. yüzyılda sermaye sınıfının gelişimi sonucunda ortaya çıkan gelişmelerin ışığında şu değerlendirmeleri yapmaktadır: "(K. Marks) diyor ki sermaye git gide muayyen ellerde toplanıyor. Mesela evvelce kumaşı dokuyan başka, satan başka, diken başka iken git gide yapan da, satan da diken terzi de aynı müessese oluyor. Hatta daha ileri gidebiliriz. Kumaş için lazım olan mevadı iptidaiyeyi evvelce başkaları tedarik ederken git gide pamuk bile doğrudan doğruya fabrika hesabına dikiliyor. Yün bile fabrika hesabına açılan büyük çiftliklerde yetiştirilen koyunlardan istihsal olunuyor. Evvelce kumaşa lazım olan çeşitli boyaları hususi müesseseler, fabrikalar hesabına yapıyordu. Şimdi buna lüzum yok. Fabrikanın hususi dairelerinde boya yapılıyor. Bu misal çok tevsi olunabilir. Fakat bu kadarı maksadı anlatmaya yeter sanırım. Şimdi bu misalden anlaşılan nedir? Seni bil19



Mahmut Esat, "Türk İşçilerin Hakları", Anadolu, 20 Ağustos 1931.



MAHMUT ESAT BOZKURT VE SOL DÜŞÜNCE • H. Uyar



75



mem. Fakat ben şunu anlıyorum: Evvelce kumaşçılık yüzünden geçinenler efendi olarak geçinenler, pamukçular koyuncular, boyacılar, terziler, ilah esnaflar vardı. Sermaye, büyük sanayi erbabının elinde toplanmış ve bunları ortadan kaldırmıştır" 20. Bozkurt, Yeni Asır gazetesinin sahibi İsmail Hakkı (Ocakoğlu) Bey'e hitaben yazdığı bu yazılarda sermayenin tekelde toplanması konusunda şu görüşleri de ileri sürmektedir: "Sermayenin (Karl Marks)ın keşfi gibi muayyen bir kaç elde toplanması, dünkü mes'ut ocakları bugün söndürmüş bulunuyor. Dünün tüten bacaları bugün birer baykuş yatağıdır. Şimdi bunların sakinleri cihan sermayesini ellerinde toplıyanların emrinde, keyfındedir. Fakat koskocaman bir beşeriyet, fakat her gün bilgisi, idraki artan hissiyatı inceleyen bir beşeriyet bir kaç sermayedarın arzu ve iradesine ne güne kadar baş eğebilir? İnsanlık eski ve orta zamanların tahakküm ve istibdadını, yirminci asrın zulmünü yaşamak için mi devirdi? İsmail Hakkı Bey! Sakın bana sosyalist mi oldun? Deme! Ben bugün her zamandan fazla bir Türk milliyetçisiyim. O kadar ki gönlüm yirminci asır tarihinde şu cümleleri okumak istiyor: 'İki memleket var. Birisi Rusyadır. Bu memleket kıp kızıl komünistdir. İkincisi Türkiyedir. Bu memleket kıp kızıl milliyetçidir. Anlatabildim mi Aziz İsmail Hakkı Bey!' ne kadar ve nasıl milliyetçiyim? Bundan başka ben demokrat doğdum, demokrat öleceğim. Ancak kupkuru bir milliyetçilikten, sipsivri, dar kafalı bir demokratlıktan hiç bir vakit hoşlanmadım ve hoşlanamam. Niçin Demokratız? Niçin milliyetçiyiz? Her halde bize demokrat densin, yine hükümetimize demokrat densin ve mutlaka ulu orta bu nam altında bütün devlet cihazları faaliyette bulunsun diye demokrat değiliz, sanırım. Bunda şüpheye mahal yok değil mi? Öyle ise demokrasiyi zamanımızın icaplarına uydurmak, bu icaplara göre teçhiz etmek lazımdır. Onun noksanlarını dolduralım ki Komünizm, Sosyalizm, Faşizm cereyanları karşısında mukavemet kabiliyetini yükseltelim" 21. "Başı boş sermaye yalnız şahıslara mı tahakküm ediyor? Hayır.. Bundan başka kül halinde bütün bir beşeriyetin mukadderatı bugün başı boş sermayenin emrindedir. Bu da gayet mahdut ellerde temerküz etmektedir. Demek oluyor ki bugün beşeriyetin siyasi, içtimai, iktisadi mukadderatı birkaç yüz kalın zenginin elindedir. Bir milyar yedi yüz milyonu bulan bir insan kütlesi birkaç yüz zenginin emrinde, keyfinde ne güne kadar kalabilir? İş bu kadar da değildir. Şahıslar, insanlık, hükümet, devlet hep bu başı boş sermayenin hesabına harekettedir. 20



Mahmut Esat, "Bir Hasbihal: Dünya Nereye Gidiyor? 3", Yeni Asır, 8 Ağustos 1933.



21



Mahmut Esat, "Bir Hasbihal: Dünya Nereye Gidiyor? Ve Biz Ne Olacağız? 4", Yeni Asır, 9 Ağustos 1933.



76



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



En büyük Sosyalist şeflerden (Engels) diyor ki: "Bugünkü hükümetler, devletler zengin sınıf hesabına çalışkanları istismar ettiren, onları esir kütleleri halinde çalıştıran eli silahlı birer kavastır. Fakat bir gün gelecek, insanlık hakikati görecek, bugünkü devletin yerine sâyin hakkını veren insanlığın istismarına müsaade etmiyen, medeni devleti kuracaktır. O gün kapitalistler, Emperyalistler devleti ortadan kalkacak. Gelecek nesiller bugün müzelerde kurunu vustaya ait işkence aletlerini nasıl seyrediyorlarsa, bunu da öyle temaşa edeceklerdir ***. 22 Komünizm ve Kemalizm Bozkurt'a göre, Komünizm ile Kemalizm arasındaki farklar şunlardır: Komünizm uluslararasıdır, Kemalizm milliyetçidir. Komünizm emperyalisttir, Kemalizm anti-emperyalisttir. Komünizm proletarya diktatörlüğüne dayanır. Türk rejimi her türlü diktatörlüğü reddeder. Komünizm bireye mülkiyet hakkı ve ekonomik girişim hakkı tanımaz. "Fert" yok, "kamun" (toplum) var, der. Türk rejimi bireye mülkiyet hakkı ve ekonomik girişim hakkı tanır. Komünizm ile Kemalizm'in uzlaştığı tek nokta ise, devlet şekli olan Cumhuriyet'tir 23. Yolsuzluk Bozkurt'a göre, toplumların en çok razı olmadıkları şeylerden biri iktidar gücü ile zengin olmaktır: "Sana (İsmail Hakkı Ocakoğlu), işin apaçık cihetini söyliyeyim mi?! Amma, bu cihet bana, benim şahsi telakkilerime aittir: İnsanlık manen bir çok müsavatsızlıklara göz yumar da, maddi müsavatsızlıkları affetmez. Mesela işin içine paraca, malca faikiyet karışmamak şartile, benim bilmem ne olmamı millet kabul eder de, dün fakir çocuğu iken, bugün en yüksek mevkilerde beni cebi dolu görmek istemez!.. Buna tahammül edemez!.. Dayanamaz! Ne kadar tuhaf bir şey ki bütün milletler pek çok şeylere tahammül ediyor!... Dün hiç iken, bugün manen her şey olması kabul ediyor da fakat dün züğürt iken, bugün birdenbire zengin olmana göz yumamıyor!.. Hele bu zenginlik hükümete geçmek, hükümet nüfuzunu vasıta kılmak suretile olursa..." 24 Demokrasi'nin Sorunları *** 22



23 24



Mülkiyet, aile, devlet, Engels. Mahmut Esat, "Bir Hasbihal: Dünya Nereye Gidiyor? Ve Biz Ne Olacağız? 7", Yeni Asır, 13 Ağustos 1933. Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali I-II, Kaynak yay., İstanbul, 2003. Mahmut Esat, "Bir Hasbihal: Dünya Nereye Gidiyor? Ve Biz Ne Olacağız? 6", Yeni Asır, 11 Ağustos 1933.



MAHMUT ESAT BOZKURT VE SOL DÜŞÜNCE • H. Uyar



77



Bozkurt, İsmail Hakkı Ocakoğlu'na hitaben yazdığı yazıda şunları söylemektedir: "Şimdi bana sen, veya bu mektubumu lütfen okuyanlar, haklı olarak diyebilirsiniz ki: 'Demokrasinin noksanları vardır. Pek âlâ! Buna diyeceğimiz yok. Fakat faşistlik, komünistlik, sosyalistlik yahut ta müfrit bir devletçilik bu noksanları telâfi edebilir mi?' Peşin olarak, şimdiden söyliyeyim ki ben bu sistemlerin hiç birinin muvaffak olacağına inananlardan değilim. Bunun niçinini izah çok uzun gider. Kısaca diyebilirim ki bu sistemlerin en sakat noktası siyasi hürriyetleri tehdit etmesidir. Hatta bunlardan bazıları tahdidinde ileri gidiyorlar. İstibdada kadar varıyorlar. Vakıa iktisadi sahalarda halkı mesut etmeğe çalışıyorlar. (...) Fakat unutmamak lâzımdır ki insan denilen mahluk yalnız mideden ibaret bir varlık, değildir. Onun manevi ciheti de vardır. İzzeti nefsi vardır. Buda en çok kollanılacak cihetlerdendir. Halbuki saydığım sistemler bunu çok ihmal ediyorlar. Bana öyle geliyor ki bu sistemler, insanı beygir gibi yer içer ve kişner bir mahluk gibi görüyorlar. (...) Evet bugün bir kaç yerde bu gibi moda rejimlere tesadüf ediyoruz. Fakat bunlar ne zamana kadar devam edeceklerdir? İşin şüpheli yeri burasıdır. Beşeriyet mukadderatını şüphelere, tereddütlere değil kat'iyetlere bağlamak istiyor. Siyasi hürriyetleri tanımayan bir rejimi bir nevi idare-i örfiyedir. (...) Bence faşistlik siyasi hürriyeti inkâr edip gittikçe, zaafa duçar olacaktır. Bu zaaf, günün birinde onun yıkımı olabilir. Binaenaleyh bizce bu hususta imrenmeğe lâyık bir ciheti yoktur. Rus komünistliği; o, (K. Marks)ın ortaya koyduğu prensiplerden çok ayrıldı. Çok sağladı. Tatbikat, hakikatleri en iyi gösteren bir mihenktir. (K. Marks)ın **** dediklerinde birçok hakikatler mevcut olmakla beraber sakat ve tatbiki kabil olmayan cihetlerin de bulunduğu anlaşıldı. Bundan bizim hesabımıza istifade edilmesi icap eden cihet demokrasinin iktisadi sahadaki açıklarını kapamak için zaruretler miktarınca devletin müdahalesidir. Mesele burada, demokrasinin yarası burada, yirminci asrın derdi de, dermanı da buradadır'' 25. "Demokratlar farkında değillerdir ki, bindikleri dalı kesiyorlar" diyen Bozkurt, en büyük eksiğin ekonomik sahada olduğuna dikkat çekmektedir: "Ben en büyük eksiği iktisadi cephede görüyorum. Bu eksik yine bence devletin müdahalesile doldurulacaktır. Fakat dikkat nazarını tekrar celbederim: Bununla her şeye müdahale anlamıyorum. Ferdi inkara kadar



**** 25



Sermaye, Karl Marks; Fransada Dahili Harp, Karl Marks.



Mahmut Esat, "Bir Hasbihal: Dünya Nereye Gidiyor? Ve Biz Ne Olacağız? 16", Yeni Asır, 27 Ağustos 1933.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



78



varan bir devletçilik kasdetmiyorum: işin, işçinin, bütün çalışkanların ve zekanın hakkını yerine koyan bir devlet müdahalesi istiyorum. Demokrasinin selameti için bunu bütün dünyadan bekliyorum. İş, işçi, çalışkanlar ve zekalar yırtık bir paçavra gibi yerlerde kalmamalıdır"26.



Laiklik Bozkurt, 1933 yılında Bursa'da meydana gelen olaylar sonrasında Türkiye'de laiklik alanında atılması gereken adımların olduğunu belirtmekte ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili olarak, bugün hâlâ önemini koruyan şu öneride bulunmaktadır: "Bence bugün dahi halli lazım gelen bir cihet vardır. Diyanet işlerinin yavaş yavaş devlet bütçesinden ayrılması, yalnız devletin yüksek nezareti altında, fakat hususi varidatla, mesela Kanunu Medeniye uygun tesisatla idare edilmesi icap eder. Vaizlerin büyük şehir imamlarının Darülfünun ilahiyat şubesi mezunları olması ve lisan bilir kimseler arasından seçilmesi lazımdır. Küçük şehir imamlarının ise mevkilerile mütenasip bir tahsil görmeleri Layikliği anlamaları çok faidelidir"27.



Sonuç Gençlik yıllarında İttihat ve Terakki'ye büyük bir sempatiyle bağlı olan Bozkurt, kendini 1920 yılının sonlarında İttihat ve Terakki Fırkası'nın "sol cenahına kanaat-ı tamme ile merbut" olarak tanımlıyordu28. 1930'lu, 1940'lı yılların Türkiye ve dünyası göz önüne alındığında Bozkurt'un Marx'tan hayranlıkla ve övgüyle söz etmesi dikkat çekicidir. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki, bu hayranlık ve övgülere rağmen29 Bozkurt, komünizm aleyhtarıdır. Bozkurt komünist olmamakla beraber, farklı yazarlarca "ılımlı sosyalist" 30, "küçük burjuva sosyalisti" 31 ve "Tarihi Materyalist ya da Ekonomik Determinist" 32 olarak da tanımlanmaktadır.



Mahmut Esat, "Bir Hasbihal: Dünya Nereye Gidiyor? Ve Biz Ne Olacağız? 14", Yeni Asır, 24 Ağustos 1933. 27 "Laiklik Nedir? Mahmut Esat B. Diyor ki", Yeni Asır, 23 Mart 1933. 28 Uyar, age., s. 35. 29 Bozkurt, komünizmi eleştirirken bile ondan övgüyle söz etmektedir: Komünizm, 50. yüzyılı 20. yüzyılda önlemeye çalışıyor. Bu beş yaşındaki bir çocuğa kırk yaşındaki bir adamın vazifesini yüklemeye benzer. Bu da çocuğun ezilmesine yol açar. "Sistemleri zamanların, hadiselerin icabatı yapar. Ve bunlar öldürür". Bkz. M Esat, "Kemalizm 2", Anadolu, 4.11.1932, s. 1. 30 İhsan Güneş, Birinci TBMM'nin Düşünce Yapısı (1920-1923), Türkiye İş Bankası Kültür yay., Ankara, 1997, s. 222. 26



31



Kitaigorodsky'den aktaran Mete Tuncay, Türkiye'de Sol Akımlar (19081925), Bilgi yay., Ankara, 1978, s. l75.



32



Seha L Meray'dan aktaran Mete Tuncay, (Tarih ve Toplum, sayı 99, Mart 1992), s. 5.



HUKUK DEVRİMÎNİN KAHRAMANLARINDAN MAHMUT ESAT BOZKURT * Prof. Dr. Sina AKŞİN Mahmut Esat 1982 yılında Kuşadası'nda doğdu. Babası "büyükçe" bir çiftlik sahibi ve tüccar olan Hasan Bey, Kuşadası Belediye Başkanlığı ve İzmir İl Genel Meclisi üyeliği yaptı. M. Esat liseyi İzmir'de okuduktan sonra, 1908'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girip 1912’de mezun oldu. Ardından İsviçre'ye gitti, Fribourg Hukuk Fakültesinde yedi yıl lisans ve doktora eğitimi yaptı. Doktora tezinin konusu "Osmanlı Kapitülasyonlar Düzeni" idi (1919). Avrupalılara karşı yüreklilikle savunduğu görüş, kapitülasyonların taraflardan birinin yaşamsal çıkarlarına aykırı düşerse ya da koşullar değişirse tek yanlı olarak sona erdirilebileceği idi. Nitekim I. Dünya Savaşı başında (1914) İttihat ve Terakki hükümeti aynen bunu yapmış, fakat Avrupa Büyük Devletleri, aralarında başlamış olan kanlı Dünya Savaşını unutup derhal ortak bir davranışa girerek bunu tanımadıklarını topluca bildirmişlerdi. Konu çok duyarlı ve önemliydi. Ama Bozkurt'un tezi kabul edildi. Yunan işgali başlayınca, Şükrü Saraçoğlu ve Kâzım Nuri ile yurda dönüp 120 kişilik bir Kuva-yı Milliye müfrezesinin başına geçti. Milletvekili seçildi ve Eylül 1920'de TBMM'de göreve başladı. Hakkı Uyar, M. Esat'ın TBMM'deki çalışmalarını anlatırken meslekî temsil yandaşlığı, resmî Türkiye Komünist Fırkası ve Birinci Grup üyelikleri, Londra Konferansına katılan Bekir Sami heyetinde murahhaslık gibi etkinliklerine dikkat çekiyor. 1922'de M. Esat İktisat Vekili oldu. Bu görevdeyken Türkiye Köy Bankaları, kooperatif tüzüğü örneği, Marx'ın Kapital'inin çevrilmesi, tarım makine ve aletlerinin sağlanması, İzmir İktisat Kongresi gibi girişim ya da uygulamaları oldu. M. Esat'ın İzmir İktisat Kongresinde meslekî temsil esaslarına göre çiftçi ve işçilerin ağırlıklı olarak temsil edilmeleri yönünde çabaları boşa gitti. Kongre egemen çevrelerin denetimi altında geçti. Bu, ve M. Esat'ın işçileri yine meslekî temsil ilkelerine göre sendikalaştırma girişimi (Mesai Kanunu) TBMM'nin tepkisine yol açmış ve 22 Eylül 1923'te istifa etmek durumunda kalmıştı. Anlaşılan, Meclis M. Esat'ı fazla solcu, fazla devrimci bulmuştu. *



Bu yazıyı yazarken Hakkı Uyar'ın Mahmut Esat Bozkurt yapıtından büyük ölçüde yararlandım.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



80 M. Esat Adalet Bakanı



Bir yıl kadar sonra Fethi (Okyar) hükümetiyle birlikte M. Esat Adalet Bakanı oldu (1924). Hem bir Türk, hem bir İsviçre Hukuk Fakültesi'ni bitirmiş, üstelik doktora yapmış bir insan olarak bu görevi yapmak ve devrimci kişiliğiyle Hukuk Devrimini başlatmak için Esat biçilmiş kaftandı. Bu görevde altı yıl kaldı. 1925'te Ankara Hukuk Mektebi (Fakültesi) kuruldu. Atatürk bu girişim için şöyle konuşacaktı: "...Cumhuriyetin müeyyidesi olacak bu büyük müessesenin açılışında hissettiğim saadeti hiçbir teşebbüste duymadım..." Esat Hukuk Mektebi Profesörler Meclisi başkanlığını da yaptı ve kısa bir süre "İhtilaller Tarihi" dersini okuttu. Burada Batıda, Rusya'da ve Türkiye'deki devrimleri anlattı. Daha sonra üniversitelerde okutacağı Devrim Tarihi için bir başlangıç çalışması oldu bu. Esat'ın bakanlığı zamanında şu yasalar kabul edildi: Türk Medenî Kanunu (İsviçre'den, 1926), Türk Ceza Kanunu (İtalya'dan, 1926), Ticaret Kanunu (1926), Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (1926), Ceza Muhakemeleri Kanunu (1929), İcra İflas Kanunu (1929), Deniz Ticaret Kanunu (1929). Esat şöyle diyordu: 'Türk İhtilali'nin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine maletmek, benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar. Bu prensip bakımından, kanunlarımızı olduğu gibi Batı'dan almak mecburiyetindeyiz. Böylelikle Türk Ulusu'nun iradesine uygun harekette bulunmuş olacağız." İtalya'dan o sırada yürürlükte olan ceza yasasının değil de eski 1889 Ceza Yasasının benimsenmesini eleştirenlere, "Faşist değiliz ki onu alıp bizde tatbike kalkışalım. Bu pek gülünç olmaz mı?" diyordu. Alınan 1889 yasası ise demokratik bir devlet düzeninin yasasıydı.



Medenî Kanun Devrimi Fakat Hukuk Devriminin büyük adımı kuşkusuz Medenî Kanunun kabulü idi. Osmanlı Devleti de Avrupa'dan ceza ve ticaretle ilgili yasalar almıştı. Ama her toplumun temel yasası medenî kanundur. Osmanlının medenî kanunu Şeriattı. Sonradan yapılan ve borçlar hukukunu düzenleyen Mecelle dahi Şeriata dayanıyordu. Osmanlının medenî hukuku çağdaşlık yönünde değiştirmek için girişimi ancak I. Dünya Savaşı sırasında, 1917'de gerçekleşebildi -Hukuk-u Aile Kararnamesi çıkarıldı. Bu, yine de Şeriata dayanıyordu, fakat çeşitli İslam mezheplerinin en serbest hükümlerinden derlenmişti. Ve, dikkat edilirse, kararnameydi, kanun değildi. İttihatçı hükümeti için Meclis dikensiz gül bahçesi olduğu halde, oraya gönderip yasa biçiminde çıkartmaya cesaret edemedi. Zaten Mondros'un ardından Damat Ferit Hükümeti 1919'da Kararnameyi yürürlükten kaldırdı. Medenî Kanunun kabulü (26 Şubat 1926) başlı başına bir devrimdir. Çünkü Şeriatın yürürlükten kaldırılması demekti. Böylece Türkiye Şeriata, ortaçağın hukuk sistemine veda ediyordu. Laikliğin, kadın-erkek eşitliğinin temel taşları döşenmiş oluyordu. Türkiye orta-



HUKUK DEVRİMİNİN KAHRAMANLARINDAN MAHMUT ESAT BOZKURT • S. Akşin



81



çağın dışına doğru büyük bir adım daha atıyordu. Bu, çok önemli bir olaydı. Fakat Atatürk okuryazarlığın ancak %10 olduğu (1928) çok geri bir toplumda Devrimi davul zurnayla değil, sessiz sadasız, sükûnetle gerçekleştirmeyi her zaman ihtiyata uygun bulmuştu. Saltanatın kaldırılması sanki barış konferansına İstanbul hükümetinin de çağrılması pürüzüne bir çözümdü. Cumhuriyet de sanki TBMM hükümet kurmakta zorlanıyor olmasına bir çözümdü. Oysa aslında feodalizmin kafası uçurulmaktaydı. İşte Medeni Kanun da çağdaş herhangi bir yasanın kabulü, sanki basit bir yasalaştırma işlemiydi. Esat'ın görüşüne göre, Atatürk yazmaktan değil, yapmaktan hoşlanıyordu. Yazarsa da, yaptıktan sonra yazıyordu (Nutuk'u yazması gibi). Ama, dediğim gibi, bence bu, yalnızca bir hoşlanma değil, bir taktikti, herhalde zorunlu bir taktik. Burada Esat'ın Bozkurt soyadını nasıl aldığına da değinelim. 1926'da Ege'nin uluslararası sularında Türk bandıralı Bozkurt gemisiyle Fransız Lotus gemisi çarpıştılar. Bozkurt battı ve sekiz gemici kayboldu, İstanbul'da her iki geminin kaptanları yargılandılar ve ikisine de hapis cezaları verildi. Fransa, olay uluslararası sularda cereyan ettiği için Türk mahkemesinin yetkisinin bulunmadığını ileri sürdü. Konu Lahey Adalet Divanına götürüldü. Türk tarafını Esat temsil etti ve Divan Türkiye'yi haklı buldu. Uluslararası bir mahkemede Türkiye'nin bu hukuk başarısı çok yankı uyandırdı. Soyadı Kanunu çıkınca Atatürk Esat'a Bozkurt soyadını verdi (1934). Biraz da Bozkurt'un Atatürk İhtilali (1941?) yapıtı üzerinde duralım. Bu, üniversitede verilmeye başlanan Devrim Tarihi dersleri dolayısıyla hazırlanmış bir kitaptı. Devrime ayak uyduramadı, nitelikçe düşük düzeyde diye Darülfünun kapatılıp İstanbul Üniversitesi açılmakla birlikte bu dersler de başladı. Gençliğin faşizm, komünizm gibi akımlara kapılmaması için düşünülmüştü bunlar. Bozkurt Türk Devrimini başka devrimlerle karşılaştırarak inceleyecekti. O, tarihi kahramanlar yapar kuramını savunmuş olan ingiliz filozofu Carlyle gibi düşünüyor ve "Atatürk İhtilali" diyordu (inkılap da değil). Oysa yine üniversitede Devrim Tarihi dersi veren Recep Peker'in kitabında (1935'te, Atatürk'ün sağlığında çıkan kitabı) hep "Türk İnkılabı" denmekteydi. Bozkurt'un "Atatürk İhtilali" demesi başka bakımdan da anlamlıydı. Atatürk, Şevket Süreyya Aydemir'in dediği gibi, gerçekten "Tek Adam"dı. Bu bakımdan o ölünce, insanlar çeşitli güdülerle, bir bakıma alışkanlıklarla, yerine gelen adamı da "Tek Adam" olarak görmek istediler. İsmet İnönü buna ne kadar direndi bilmiyoruz. Ama bu tür bir baskıya dayanmak da kolay değildir. Böyle bir durumda Bozkurt "Atatürk İhtilali" diyerek İnönü'nün Millî Şefliği sırasında ihtilalin "Tek Adam"ını hatırlatmış oldu. Daha sora Aydemir'in "Tek" ve "İkinci" nitelemelerinin yapacağı gibi. Ama bunu 1940' larda yapmak daha özgün bir işti, daha çok yürek isterdi. Bozkurt, ateşli ve ödünsüz bir devrimcilik yaşamı sonunda 1943'te bu dünyadan ayrıldı.



TÜRKLÜĞÜ ile ÖVÜNEN VATANINI ve HALKINI YÜREKTEN SEVEN MAHMUT ESAT BOZKURT Av. Osman KUNTMAN Vahap Coşkun, 08.05.2005 günlü Radikal gazetesinin ekinde yayınlanan "BOZKURT DÖNEMİ BİTMELİ" başlıklı yazısında: "Mahmut Esat Bozkurt, 'laik' olduğu kadar 'ırkçı' dır da. Ve onun lâyıkıyla anlaşılması, bu yönünün de bilinmesi ve tartışılmasıyla olur. 1930 yılında Ağrı ayaklanması sırasında Ödemiş'te seçmenlere yaptığı konuşmada Bozkurt'un ırkçı ve faşizan zihniyetini açıklıkla ortaya koyar. Cumhuriyet gazetesinin 19 Eylül 1930 tarihli nüshasında yer alan konuşmada Bozkurt şöyle der: 'Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamıyacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!. Böyle nice inciler döktüren bu Türk büyüğüne göre, Türk'ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir. Devlet işlerini kimlerin yapması gerektiği konusunda da son derece nettir Bozkurt: 'Türk Devleti işlerini Türklerden başkasına vermeyelim. Türk Devleti işlerinin başına Öz Türk'lerden başkası geçmemelidir. Yeni Türk Cumhuriyetinin devlet işleri başında mutlaka Türkler bulunacaktır!. Bozkurt'un bu sözlerinin kâğıt üstünde kalmadığını, uygulanan politikalarla sistemli bir şekilde yaşama geçirildiğini belirtmek gerekir. Bu arkaik ırkçı bakışın sorunları çözmekten çok yeni sorunlar yarattığı tecrübeyle sabittir. Bu itibarla, fikrimce Bozkurt döneminin bir an önce kapanması hepimiz için daha hayırlı olacaktır".



84



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Demektedir. Yukarıdaki satırlar, Sayın Vural Savaş'ın, 22 Mayıs 2005 günlü Aydınlık dergisinde yayınlanan "Mahmut Esat Bozkurt'un 'milliyetçilik' anlayışı" başlıklı yazısından alınmış olup, Sayın Savaş gerek "bu yazısında, gerekse aynı derginin 29 Mayıs 2005 günlü sayısında yayınlanan yazılarında Atatürk ve yakın silâh arkadaşlarının (milliyetçilik anlayışları ve uygulamaları) hakkındaki düşüncelerini açıklayarak Vahap Coşkun'a gerekli cevapları vermiş, Dr.Hakkı Uyar'ın "Sol Milliyetçi Bir Türk Aydını Mahmut Esat Bozkurt" ve Yrd. Doç. Şaduman Halıcı'nın "Yeni Türkiye Devleti'nin Yapılanmasında Mahmut Esat Bozkurt" adlı eserlerinden alıntılara dayanmıştır. Önce şunu belirtmekte yarar var ki; Sayın Savaş'ın anılan yazısında değindiği gibi: " Her şeyden önce, söylenen her sözü söylendiği şartlara ve ortama göre değerlendirmek gerekir". Mahmut Esat Bozkurt'un konuşmalarını anlayıp doğru bir şekilde değerlendirebilmek için, onun (milliyetçilik anlayışının nasıl doğup geliştiği) hakkındaki olguları bilmek gerekir. Bu bakımdan yukarıda anılan Yrd.Doç.Dr.Şaduman Halıcı'nın eseri bizleri aydınlatmaktadır: "Kimi yazarlarca 'müfrit milliyetçi' 2425 olarak tanımlanan Mahmut Esat'a, Türklük bilinci ve milliyetçilik duygusunun ilk izleri çocukluk yıllarına kadar inmektedir. Mora'dan göçmek zorunda kalan aile büyüklerinin yurt hasreti ile dolu öyküleri ile büyüyen Mahmut Esat'ın, gençlik yılları da kültürel ve siyasal Türkçülüğün gelişmeye başladığı İstanbul'da geçmiştir. .... Hukuk Mektebi'nde öğrenci iken, İstanbul ile İzmir arasında işleyen Türk vapurlarının olmadığı yıllarda Mesajeri Maritim ya da Romanya vapurları ile ancak ikinci mevkide yolculuk yapabilmiş ve "her vakit Türk diye hakarete" uğramıştır. Yine bir gün Mesajeri Maritim kumpanyasına ait vapurda bir Rum görevlinin Türk subaylarının taşıdığı kılıçları almasına karşı çıkmış, ancak; " Vapur, Fransız toprağıdır... Burada sizin zabitleriniz kılıç takamaz" cevabını alınca "başından vurulmuşa" dönmüş ve kamarasında ağlamıştır 2427. Türk'lerin "Etrâk-i bî-idrâk" olarak görüldüğü, bir annenin okula gitmeyen çocuğuna "kalın kafalı Türk, haylaz Türk" diyerek hakaret ettiği 2423, Çerkez'in Çerkez'im, Arnavut'un Arnavut'm, Arap'ın Arap'ım demekte duraksamadığı halde bir Türk'e milliyeti sorulunca; "Elhamdülillah Müslümanım! yahud; "Muhammed Ümmetindenim" dediği "moral bataklığında" teselliyi şiirlerde bulmuştur 2429..".



VATANINI VE HALKINI YÜREKTEN SEVEN BOZKURT • Av. Osman Kuntman



85



(Eserin 491. sayfasındaki: "2.2.2.Milliyetçilik başlıklı bölümden alınmıştır). Aşağıdaki fıkra, "Yeni Osmanlılar"ın da Milliyetçilik kavramını anlamadığını göstermek bakımından ilginçtir: "MİLLİYET KAVRAMI BELİRSİZ VE KARIŞIK Durumu anlatmak için, Abdülhamit zamanında Avrupa'da bulunan bir Jön Türk'ün anılarında naklettiği bir hikâyeyi zikredeyim. Bir kaç arkadaşı ile Paris' te bir kütüphaneye dadanmış. Oraya bakan memur veya müdür, bunları ilgi ile izlermiş. Nihayet bir gün sormuş: -Siz nesiniz? demiş. Bizimkiler bakmışlar, hepsi birden: - Müslümanız, demişler. Fransız: - Bu sizin dininiz. Milliyetiniz ne? Bizimkiler cevap vermişler: - Biz Osmanlıyız, demişler. Adam gene tatmin olunmamış; - Bu sizin tabiiyetiniz. Fakat milliyetiniz nedir? - ... - Bakın, demiş, şuradakini görüyor musunuz. Ona sordum, (Ermeniyim.) dedi. Bir de şurada oturan var; o da Rum olduğunu söyledi. Siz de Rum veya Ermeni olamazsanız ya! Jön Türk, bu ya hayali ya da gerçek hikâyeyi anlattıktan sonra: - İşte o zaman Türk olduğum aklıma geldi, der". (NİYAZİ BERKES, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, Yön Yayınları, 1965, S.53)



Jön Türklerin bile hangi milliyette olduklarını bilmedikleri veya anlayamadıkları bir dönemde yurtsever Mahmut Esat Bozkurt'un millet ve milliyetçiliği en iyi ve doğru bir biçimde anlayıp değerlendirdiğini kabul etmek gerekir.



MAHMUT ESAT BOZKURT: "...Milliyetçilik cereyanları maddî olduğu kadar asla hatırdan çıkarmamalısınız ki psikolojiktir. İstibdadın, saltanatın, başka milletler mukadderatında hâkim olmak isteyenlerin milliyetçilik cereyanından korkusunu kolaylıkla anlamanız lâzımdır, çünkü milliyetçilik en dürüst manasıyla Cumhuriyeti ifade eder... Ben, benim gibi bir dili söyleyen. Benim gibi bir tarihe bağlı. Benim gibi âdeti örfü bir, manevî saadet



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



86



için milliyetçiyim. Bu hâle göre, Türk milletinin yüzde 80 inden fazlası köylü ve işçi olunca köylü ve işçinin haklarını düşünmek, onları korumak ve istemek (Milliyeçiyim) diyen bir Türkün ilk ödevidir. Modern milliyetçiliğin belli başlı farikası da budur..." Diyordu. (Yrd. Doç. Dr. Şaduman Halıcı, AGE.S.494,495)



"ETRÂK-İ BÎ İDRAK" NEDİR? " Tarihçi Bernard Lewis (1988), Osmanlı ile Türk'ün ilişkilerini dışardan daha net görüyor: "Osmanlı düşüncesinde Osmanlı: Türk özdeşliği yoktur" diyordu. Çünkü Osmanlı sıfatı yalnız hanedan için kullanılırdı: Emevi, Abbasi, Selçuklu İmparatorluklarının mirasçısı olan Osmanlı Devleti! Osmanlılar, "Türk" adını, önceleri göçebe Türkmenlerle Yörükler için; daha sonraları, kaba-saba Türkçe konuşan Anadolu köylüleri ile taşralılar için kullandılar. Osmanlı Efendisine "Türk" demek hakaret sayılır; Türklerin algılama ve anlama yeteneğinden yoksun "Etrâk-i bi idrâk" (İdrâksiz Türkler) olduğu söylenirdi. Bu ünlü deyim, Selçuklu'dan miras kalmıştı. Konya Selçukluları da, Türkleri, barbar ve uslanmaz savaşçılar olarak nitelerdi (Cahen 1955)...". (BOZKURT GÜVENÇ, Türk Kimliği Kültür Tarihinin Kaynakları, Kültür Bakanlığı Yay. 1993 Ankara, S.22)



Mahmut Esat Bozkurt'un milliyetçiliğe bağlılığını anlayabilmek açısından "Etrâk-i bi idrâk" üzerinde durmakta yarar vardır. Bakınız, bu konuda Emekli Türk Dili ve Yazım Öğretmeni Sayın Cemil Yener, 23 Kasım l989 günlü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan "Türkçülük, Milliyetçilik ve Osmanlı" başlıklı yazısında neler söylemektedir: " Günümüzde Türkçü ve milliyetçi geçinenler, tutucu ve gericilerle ağız birliği yaparak Osmanlıyı yüceltip bir Osmanlı özlemi yaratma çabası içindeler. Oysa, Osmanlı, özellikle İstanbul’un fethinden sonra Türkü hep küçümsemiş, aşağılamış ve ezmiştir. Bu küçümseme ve aşağılama: "Etrâk-i bi idrâk" (bilinçsiz Türkler), "Etrâk-i bed lika (çirkin suratlı Türkler)" vb. gibi deyimlerde yankılanır, şairlerin dizelerinde, yazarların tümcelerinde açıkça anlatılır. Ünlü divan şairi Nef'i:"Türke hak çeşmei irfanı haram etmiştir (Tanrı, Türke bilim çeşmesini yasak etmiştir)", Mahdumi de: "Cahilim Türki merkep etvarım-Hari lâ yefhemim alef harım" (cahilim, eşek davranışlı TürkümAnlayışsız eşeğim yem/ot yerim) dizelerini döktürürler.



VATANINI VE HALKINI YÜREKTEN SEVEN BOZKURT • Av. Osman Kuntman



87



XVI. yüzyılın ünlü tarihçisi Mustafa Ali de görgü üzerine yazdığı bir yapıtının bir çok yerinde Türkü aşağılar: "Anadolu, Karaman ve Rum ülkesi adlarını alan pasaklılar ülkesi halkı elbette kır adamlarıdır. Bunlar, arasında güzel ve sevimli olan az görülen çeşitli biçimlerde çirkin kimselerdir", "Yarı aç, yarı tok yetişmiş şeytanlardan doğruluk ummak, sicil ve hüccet(tanıt)akçesiyle varlıklı olmuş Türk kadılarından namus beklemek..."diye konuşur...". Konya Selçuklularından başlayarak Osmanlı Devleti döneminde süregelen ve yöneticiler tarafından yapılan bu çirkin karalamalara, divan şairlerine kadar san'at adamlarının da katılmasını anlamak mümkün değildir. Şimdi, bu horlanan Türklerin Osmanlı Devletindeki yerini ve ne kadar acıklı bir durumda olduklarını açıklayan bir yazıdan alıntılar almak istiyorum: " Atatürk Uluslararası Barış Ödülü'nün bu yılki sahibi tarihçi Bernard Lewis, görünüşte bir "sanat" "siyaset" ve "bilim" savı olarak ileri sürülen "tarihle barışma-tarihle uzlaşma" önerilerinin, aslında laik cumhuriyete hiç acımasızca saldıranların dilinde bir "argüman" olacağını sanki önceden görmüşçesine, şu saptamayı yapar: "Türkler, Osmanlı boyunduruğundan kurtulan son ulustur". İlk bakışta, "Türk" ve "Osmanlı"yı özdeş sayan "tarih bilinci"içinde bir paradoks (çözümsüzlük) olarak algılanabilecek bu savın, gerçekte "ampirik" bir temele ve "doğrulanabilir" verilere dayandığı, "şoven", "ümmetçi" tarih yorumlarına, "akılcı" bir seçenek oluşturduğu, Türklerin, Osmanlı yönetim ve üretim erki içindeki durumunun bilinip ortaya kanulması ile açıkça anlaşılabilir. İmparatorluk içinde, kendisine "ticaret" ve "sanat"ın (zanaatın) her türlüsü yasaklanan "toprağa" ve "savaşa" bağımlı kılınarak "yaratıcılığı" kısırlaştırılan, ürettikleri ile ilişkisi kesilerek gittikçe yoksullaşan, "kul" teslimiyetçiliği ile "kimlik" ve "kişiliğini" yitiren Osmanlı Türkü’nün, bu "statü" çerçevesinde oluşan "hak" ve "özgürlük"leriyle "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı" olarak sahip olduğu "kazanımlar" karşılaştırıldığında, gerçekleşen olayın, tam anlamıyla "boyunduruktan kurtulma" olayı olduğunu görmemek olanaksızdır. Şimdi, sorulması gereken şudur: "Kimilerince" 'artık barışma zamanı geldi' denilen tarih. 'ulus'un 'asli' öğesini prangaya vurup 'yönetim' erkini 'Hristiyan devşirme'lere, 'üretim erkini' Türk olmayanlara bırakan, 'ümmetçi' 'koşullanma ile' 'ulus



88



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



kimliği' ni ve bunun ifadesi olan 'ad'ı reddeden, 'İslamiyet öncesi' binlerce yıla ilişkin 'Türk tarihi' evrelerini 'yok' sayarak, onu 'islam tarihi' içinde eriten 'tarih süreci'nde somutlaşan bu 'tarih'midir?..". (İBRAHİM TÜRKEŞ, Hangi Tarihle Barışılacak? Cumhuriyet gazetesi, 26 Haziran 1998)



Mahmut Esat Bozkurt, yukarıdaki alıntıda kimlik ve kişiliklerinin nasıl yitirildiği açıklanan Türklerin ülkenin efendisi olmasını düşündüğünden ve yönetici sıfatıyla kendisine görev düştüğü bilincinde olduğundan bu konudaki görüşlerini dile getiriyordu: "Şeyh Sait isyanının bastırılmasının ardından Türkiye Cumhuriyeti'nde efendi olarak yaşama hakkı Türklerin ve Türk olanlarındır" diyen Mahmut Esat, Osmanlı tarihinin "en derin yaralarından biri, belki birincisinin "Türk'ün geleceğinin Türk olmayanlara bırakılması olduğunu; "yüreğimizin eski acıları daha geçmedi", "Türk'ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir" diyerek de ulusal işlerde Türk'ten başkasına inanılmaması gerektiğini öğütledi. Türk vatanında "hak sahibi olmak için tek yol" un Türk olmaktan geçtiğini, Türk olmanın ve Türk olarak ölmenin "bir şeref" olduğunu düşünen Mahmut Esat, bu düşüncelerini Ödemiş'te yaptığı konuşmada daha net bir şekilde ortaya koydu. Anayasa gereğince Türk olup da Türk'ten başka milliyet iddia edenleri eleştiren, Türk olmak için "Türk harsını" samimi bir şekilde kabul etmeyi zorunlu bulan Mahmut Esat, bu konudaki düşüncelerin de açıkça ortaya konulmasından yanaydı. "Osmanlı imparatorluğu yerini, Osmanlı cumhuriyetine değil, Türk cumhuriyetine bıraktı. Teşkilâtı Esasiyeye göre Osmanlı yok, Türk vardır. Türklük vardır. Açık olmalıyız. Açık söylemeliyiz. Bu işlerde açık ve tereddütsüz yürümeliyiz. Bizim için tereddüt devirleri çoktan geçmiştir. Bu yerlerde öz Türk haklarına malik olmak isteyenler Türk olmalıdır. Türklüğü kabul etmez, onu küçük görür, ona ihanet eder, sonra da Türke tanınan haklardan, hatta onlardan fazlasını ister bu olmaz. Buna (Yağma Yok) derler. Türk haklarından istifade edebilmek için Türklüğü benimsemek, Türk harsını kabul etmek, Türklüğü duymak, Türk menfaatlerini kendi menfaati yapmak, ona hürmet etmek, Türküm demek, Türklüğü harsile, hissiile kabul etmek lâzımdır. Bunları samimiyetle benimsiyenleri, yapanları Türk sayarız. Kim olursa olsun..." (YRD. DOÇ. DR. ŞADUMAN HALICI, a.g.e. S.500-501.)



Mahmut Esat Bozkurt'un bu beyanlarının 1925 yılında gerçekleşen Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra yapıldığı unutulmamalıdır. Yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyetinin varlığına karşı yabancıla-



VATANINI VE HALKINI YÜREKTEN SEVEN BOZKURT • Av. Osman Kuntman



89



rın tahrikiyle gerçekleştirilen isyana karşı Türklüğün, Türk menfaatlerinin korunmasını istemenin devlet yöneticisinin görevlerinden olduğunun kabulü, gerekir.



2007 SAYILI KANUN NEDİR? Mahmut Esat Bozkurt'un 22 Eylül 1930 günü Adalet Bakanlığı görevinden istifasını Başbakan İsmet Paşa'ya sunmasından takriben iki yıl sonra, 16 Haziran 1932 günlü ve 2126 sayılı Resmi Gazetede, 11 Haziran 1932 günlü ve 2007 sayılı "Türkiye'de Türk vatandaşlarına tahsis edilen sanat ve hizmetleri hakkında Kanun" yayınlanmıştır. Bu Kanunun 1’inci maddesinde.: " Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde aşağıda gösterilen sanat ve hizmetler münhasıran Türk vatandaşları tarafından yapılır. Bu sanat ve hizmetlerin Türk vatandaşı olmayanlar tarafından yapılması memnudur: A) Ayak satıcılığı; çalgıcılık; fotoğrafçılık; berberlik; mürettiplik; simsarlık; elbise, kasket ve kundura imalciliği; borsalarda mübayaacılık; Devlet inhisarına tâbi maddelerin satıcılığı; seyyahlara tercümanlık ve rehberlik; inşaat, demir ve ahşap sanayi işçilikleri; umumi nakliye vesaiti ile su ve tenvir ve teshin ve muhabere işlerinde daimi ve muvakkat işçilik; karada tahmil ve tahliye işleri; şoförlük ve muavinliği; alelumum amelelik; her türlü müesseselerle ticarethane, apartman, han, otel ve şirketlerde bekçilik, kapıcılık, odabaşılık; otel, han, hamam, kahvehane, gazino, dansing ve barlarda kadın ve erkek hizmetçilik (garson ve servant); bar oyunculuğu ve şarkıcılığı. B) Baytarlık ve kimyagerlik...". Denilmektedir. Bu Kanun, yukarıda yazısından alıntı yaptığımız Felsefe Öğretmeni ve Hukukçu sayın İbrahim Türkeş'in belirttiği gibi; kendisine ticaretin, sanatın ve zanaatın yasaklandığı Osmanlı Türküne karşılık, Cumhuriyetin Türk vatandaşlarına kazanımlar sağladığının kanıtıdır. Bunun gibi: 29 Nisan 1926'da çıkarılan 815 sayılı Kanunla, deniz taşımacılığının yanında, "limanlar dahilinde hangi mahiyette olursa olsun, çekme ve kılavuzluk gibi bilcümle liman hidematını (hizmetlerini) ifa etmek" ve her türlü liman araçlarıyla "seyrüsefer ve nakliyat icra etmek suretiyle ticaret hakkı Türkiye tebaasına münhasır" sayılmıştır ". (MÜMTAZ SOYSAL, Limansız Kabotaj, Cumhuriyet gazetesi-AÇI 2 Temmuz 2007)



Yukarıda bahse konu ettiğimiz 11 Haziran 1932 günlü ve 2007 sayılı "Türkiye'de Türk vatandaşlarına tahsis edilen sanat ve hizmetleri hakkında Kanun", 6 Mart 2003 günlü ve 25040 sayılı Resmi Gazetede



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



90



yayınlanan 27 Şubat 2003 günlü ve 4817 sayılı "YABANCILARIN ÇALIŞMA İZNİ HAKKINDA KANUN" un 35rinci maddesi hükmiyle yürürlükten kaldırılmıştır.



NEREDEN NEREYE! 4817 sayılı Kanunun 4-23'üncü maddeleriyle yabancıların Türkiyedeki çalışma/izni hakları en küçük ayrıntılarıyla düzenlenmiş, 24-32. maddeleriyle bir çok kanunda yabancıları lehine değişiklikler yapılmıştır. Kendi vatandaşlarına çalışma alanı yaratmada yıllardan beri başarıya ulaşamamış bir yönetimin yabancılar için (bazı koşullarda SÜRESİZ ÇALIŞMA İZNİ VEREN, md.6) bir düzenleme yapması siyasal ve bilimsel alanda tartışılmaktadır ve bundan sonra da tartışılacağı kuşkusuzdur. Bu yazıda, siyasal hayatında ekonomik açıdan tarih boyunca hakları yenmiş köylü ve işçilerin yaşam seviyelerini yükseltmeyi amaçlayan Cumhuriyetin devlet adamlarından Mahmut Esat Bozkurt'a yapılan saldırıların ne kadar haksız, yersiz ve dayanaktan yoksun bulunduğunu anlatmaya çalıştım. Başarabildimse ne mutlu bana!..



MAHMUT ESAT BOZKURT ve TÜRK’ÜN HUKUKU Av. Hüseyin ÖZBEK * Mahmut Esat Bozkurt (1892 - 1943) İlk mektepten İdadi (Lise) bitimine kadar İzmir’de öğrenim gördü. 1908’de kaydolduğu Darülfünun Mekteb-i Hukuk’tan (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi) 1912’de mezun oldu. Mahmut Esat’ın çocukluk ve gençlik yıllarının İzmir’inde, Batının ekonomik ve kültürel etkisi fazlasıyla hissedilir. 19. yüzyıl sonları, yirminci yüzyıl başlarının İzmir’inde Levanten kesim ve gayrimüslim komprador burjuvazinin damgası çok belirgindir. Emperyalizmin pençesine çoktan düşmüş Osmanlı’nın bu kozmopolit liman kentinde Türklerin kendilerini yabancı hissettikleri bir dönemden bahsediyoruz. Batılı şirketlerin temsilcilikleriyle, acenteleriyle tutulan köprübaşı sonrasında, genişleyen ticari ve ekonomik ilişkilerle oluşan kolonilerin, toplumsal, kültürel etkilerinin gelişmesinin yarattığı, yerelliği, milliliği çürüten liman kozmopolitizmi yükselmektedir artık. İşbirlikçi, gayrıtürk burjuvazi, emperyalist acenteliğini sürdürürken, batılı değerlerin ülkeye sokulmasıyla oluşturulan sömürge kültürünün en fazla liman kentlerinde görülmesi olağan karşılanmalıdır. Bu dönemde tefeci bezirganlarca kanı iliği sömürülen Egeli Türk köylüsü hızla mülksüzleşirken, topraklar ve ekonomik güç, İngilizler başta olmak üzere yabancıların ve Osmanlı uyruğu gayrimüslimlerin eline geçmektedir. Osmanlının asli unsuru Türkler için yoksulluk ve kırım yılları, birileri için mutluluk yüzyılı olabilmektedir. Çocukluğundan lise bitimine dek Aydın Vilayetinin Kuşadası’nda ve İzmir’inde tanığı olduğu bu sürecin Mahmut Esat üzerindeki etkileri ömür boyu sürecektir. Mahmut Esat, Türklerin yoksulluğunun ve sefaletinin nedeninin, emperyalizm ve ona bağımlı haldeki çürümüş, işbirlikçi, ulusuna yabancılaşmış çağdışı idare olduğunu bilmektedir. Ulusun refahının ve geleceğinin milli, antiemperyalist bir kurtuluş savaşı ve düşünsel temelini bu savaştan alacak halkçı bir ihtilal olduğunu da bilmektedir. Anlattığımız ortamın etkisiyle oluşan ulusçu, halkçı, emek yanlısı ihtilalci kişiliğini ve heyecanını ölünceye kadar da yitirmez. Milli bir duyarlılıkla sarmallaşan devrimci kişiliğinin oluşmasında büyük etkisi olan dayısı Ubeydullah Efendi’nin yardımıyla gittiği İsviçre’de Frioburg Üniversitesi’nde tekrar lisans eğitimi alır ve doktora *



İstanbul Barosu Genel Sekreteri.



92



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



yapar. Mahmut Esat’ın doktora tezi, “Du Regimes des Capitulations Ottomanes – Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi ” dir. Sözün burasında okurlarımıza bir hatırlatma yapalım: Birinci Dünya Savaşına Alman emperyalizminin saflarında sürüklenmek zorunda kalan Osmanlı hükümeti bu fırsattan yararlanmak ister: Kapitülasyonları kaldırdığını ilan eder. Babıalinin bu tavrına en şiddetli tepki, savaştaki müttefikimiz, Mehmetlerin kanlarını uğruna sebil ettiğimiz Almanya’dan gelir. Alman büyükelçisi Baron Von Wangenheim savaşta hasımları olan batılı devletlerin diplomatlarıyla İstanbul’da bir toplantı düzenler. Toplantı sonunda alınan kararları, huzuruna çağırıp bir güzel haşladığı Osmanlı Sadrazamına tebliğ eder: “Uluslararası sözleşmeler - kendilerinin onayı olmadıkça - tek taraflı irade beyanıyla ortadan kaldırılamaz! ” İşte böyle bir dönemde, Birinci Dünya Savaşı sürerken bir Avrupa Üniversitesinde, Osmanlı İmparatorluğunun kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırma hakkına sahip olduğunu Mahmut Esat bilimsel bir tezle ispat etti ve doktora tezi kabul edildi. Doktora tezinin sonuç bölümünde Mahmut Esat’ın yargısı şudur: “Kapitülasyonlar ister tek taraflı, ister karşılıklı anlaşma sayılsın, taraflardan birinin hayati çıkarlarına aykırı düşerse veya tabi oldukları şartlar değişirse tek taraflı olarak ilga edilebilirler!” 15 Mayıs 1919’da İzmir’ in Yunanlılarca işgal edildiğini duyan Mahmut Esat, Frioburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı tarafından verilen, doktora tezinin “Cum Laude “derecesiyle kabulüne ilişkin belgeyi alarak ülkesine döner. Ege’de işgale karşı direnişin örgütlenmesinde görev alır. Demirci Mehmet Efe’yle karargahı olan Nazilli’ye giderek görüşür. İşgale karşı oluşturulan cephenin Kuşadası bölümündeki 120 kişilik Kuvayı Milliye müfrezesinin başına geçer. Temmuz 1919’dan, TBMM’de milletvekili ve bakan olarak uğraş vereceği ana kadar geçen sürede onu Ege dağlarında elde silah milli müfrezelerin başında görmekteyiz. Mahmut Esat, Ege’de sürdürdüğü mücadeleden ötürü, 23 Nisan 1920’ de açılan TBMM’ye 1920 yılı Eylül ayı başlarında katılabilecektir. Mahmut Esat TBMM’nin en hareketli vekillerindendir. İhtilalci kişiliği, ezilenlerden yana tavrı, seçkin bir hukukçunun akıl prizmasından konuşmalarına yansımaktadır. Milletvekillerinin mesleki temsil esasına göre seçilmeleri gerektiğini savunur. Kurtuluş Savaşı’na en büyük katkının üretici köylü tarafından yapıldığına işaret eder ve her sınıfın yaptığı katkı oranında elde edilen başarıdan pay almasını savunur. 1920 yılı sonlarında TBMM’ye Maarif ve Adliye Vekilliği için aday gösterilir. 15 Aralık 1920’de, bu önerilerle ilgili olarak Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta Heyet-i Vekile’ de çalışmasının imkanı olmadığını, kendisinin “İttihat ve Terakki Fırkası’nın- tabiri caiz ise- sol ce-



BOZKURT VE TÜRK’ÜN HUKUKU • Av. Hüseyin Özbek



93



nahına kanaat-ı tamme ile merbut “olduğunu belirtir. Adliye Vekilliğini red gerekçesi, gördüğü hukuk eğitiminin Adli sistemde ve yasalarda köklü değişiklikler yapmayı gerektirmesi, bunların gerçekleştirilmesinin mevcut hükümetle mümkün olamayacağı düşüncesinde olmasındandır. Birinci İnönü zaferinden sonra Londra’ya çağrılan Bekir Sami heyetinde murahhas üye olarak bulunur. İşgalci Yunanistan’ın ardındaki asıl gücü, emperyalist sistemi bu konferans vesilesiyle bir kez daha görmüştür. Başarısızlıkla sonuçlanan Londra Konferansına ilişkin görüşlerini TBMM’nin 5 Mart 1921 tarihli gizli oturumunda açıklar: “Efendiler, önünde bulunduğumuz dava kanaati acizaneme göre bir Yunan meselesi değildir. Bir Şark davasıdır. Bu Şark DavasıDoğu sorunu- önünde İngilizlerin bizimle kolay kolay uyuşabilmek imkanı yoktur.” TBMM’nin ilk döneminde 12 Temmuz 1922 – 27 Ekim 1923 arası İktisat Vekili olarak görev yapar. Bu dönemde küçük çiftçilerin ve küçük esnafın ihtiyaç duydukları kredinin daha çabuk ve kolayca temini için Türkiye Köy Bankaları Kanunu tasarısını hazırlatır. Köylülerin ekonomik ve sosyal durumlarının düzelmesi, üretimin artması amaçlanmaktadır. Mahmut Esat’ın bu girişimi kanunlaşamaz. İktisat Bakanlığınca 1923 yılında İstihsal ve Alım ve Satım Kooperatif Nizamnamesi hazırlatır ve yayınlanır. Türk kooperatifçiliğinde yeni bir dönem başlamaktadır. Esnafın, küçük üreticilerin üretim, alım satım ortaklıklarının kurulmasıyla ekonomik canlılık amaçlanmaktadır. Kurtuluş Savaşı sonrasında, Lozan konferansının başlamasının ertesi günü 21 Kasım 1922’de Mustafa Kemal’e İzmir’den gönderdiği telgrafta; “Memleketin iktisadiyatı uzun senelerden beri unutulmuştur. İktisat amilleri dinlenmemiştir. Bu meslek adamlarını dinlemek ve onların dileklerine göre bir iktisat programı oluşturmak, doğrudan doğruya memleketin vicdanını ve kalbini dinleyerek bir program vücuda getirmek lazımdır.” demektedir. Cumhuriyet sonrası ekonomi politikalarının belirlenmesinde birinci derecede etkisi olan İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat – 4 Mart 1923) Mahmut Esat’ın İktisat Bakanlığı döneminde, onun önerisiyle gerçekleşti. Kongrede yaptığı konuşmada Türk ulusunun asırlarca Firavunların ehramlarına taş çeken esirlerden daha acılı bir yaşam sürdükten sonra egemenlik hakkını geri alabildiğini belirttikten sonra şöyle devam eder: “Egemenlik gerek çağdaş hukukta ve gerek milli ve dini hukukiyatımızda doğrudan doğruya millete ait bulunduğundan, Sultanlar, Halifeler milletin iradesinden, arzusundan bir karış ileri geçmek hak ve yetkisine sahip değildirler. Bunun aksine hareket edenler Türk milleti nezdinde ya başlarını kaybederler veya kaçışın utancıyla memleketi terk ederler ve giderler.”



94



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Konuşmasının devamında milletlerin medeni, yarı medeni ve barbar olarak sınıflandırılıp buna göre haklar tanınması anlayışına karşı olduklarını, bütün milletleri istisnasız bir şekilde özgür ve bağımsız görmek istediklerini, özgürlük ve bağımsızlığın bütün milletlerin hakkı olduğunu belirtir. 1924 Anayasa tasarısında Cumhurbaşkanına TBMM’yi fesih yetkisi veren 25. maddedeki düzenlemenin yanlışlığına işaret eder, eleştirir, değişik ülkelerden örnekler vererek hukuksal açıklamalarda bulunur. TBMM’nin 23 Mart 1923 tarihli oturumunda uzun tartışmalardan sonra bu madde reddedilir. 1924 -1930 yılları arasındaki Adalet Bakanlığı döneminde gerçekleşen hukuk devriminin mimarıdır. 1925 yılında bu devriminin genç kadrolarını yetiştirmek üzere Ankara Adliye Hukuk Mektebinin kuruluşunu gerçekleştirir. Kurtuluş Savaşıyla kurulan ulus devletin, çağdaş Türkiye’nin devrimci kuşaklarını eğitmek için bakanlığın yoğun mesaisine akademik çalışmalarını da ekler. Hukuk Fakültesinin Profesörler Meclisi başkanlığını yürütür ve İhtilaller Tarihi dersini okutur. 1941 yılına kadar değişik fakültelerde Devletler Genel Hukuku, Anayasa Hukuku, Devrim Tarihi Dersleri okutur. Bakanlığı ve milletvekilliği süresince, son nefesine kadar, Kuşadası dağlarında İşgalci Yunan ordularına kurşun sıkan adamın heyecanını hiç kaybetmedi. İhtilalci, yoksuldan yana, milliyetçi, halkçı özelliğinin, kabına sığmayan coşkusunun eserlerine yansıdığı açıkça görülür. Milli Mücadelenin öncü kadrolarından bazılarının kurtuluştan sonraki yaşamlarında siyasal nüfuzlarını kullanarak ekonomik çıkar elde etmelerine, bazı şirketlerin yönetim kurullarına girmelerine, arsa spekülasyonu girişimlerine şiddetle karşı çıktı. Bakanlığında olsun, ölümüne kadarki milletvekilliği sürecinde olsun, dönemin gazetelerine yansıyan Bozkurt’un polemikleri günümüz için de ilgi çekici derslerle doludur. Bu bahsi kapatırken Halk Dostu Gazetesinde yazdığı makalelerden birinin başlığını vermek konuya yaklaşımına ilişkin yeterli fikir verecektir: “Hırsızlar Teslim Olunuz !” Yasal hak sahibi olduğu halde devlet olanaklarından yararlanma konusundaki titizliğine bir örnek verelim: Yunan Ordusu işgal döneminde, Kuşadası’nda Bozkurt ailesinin evlerini, dükkanlarını yakar. Kurtuluş Savaşından sonra işgal bölgelerinde resmi heyetlerce zarar tespitleri yapılmaktadır. Ortaya çıkan zarar da devletçe karşılanmaktadır. Yapılan inceleme sonucu Bozkurt için de 50 bin liralık zararı olduğuna ilişkin belge (Harikzede Mazbatası) düzenlenir. Bozkurt nüfuzunu kullanarak devletten çıkar sağladığı yargısına varılabileceği düşüncesiyle belgeyi bakanlığı süresince devlete ibraz etmez ve hükümsüz bırakır…



BOZKURT VE TÜRK’ÜN HUKUKU • Av. Hüseyin Özbek



95



Ulusların ihtilal yapmaya haklarının olup olmadığı konusunu inceleyen, İngiliz, Fransız, Alman düşünürlerinin değişik görüşlerine yer veren Bozkurt, ihtilalin bir hak olduğu yargısına varır. Türk Devrimi karşılığı olarak Türk İhtilali sözünü kullanır. 1932 yılından itibaren Kemalizm deyimini de kullandığını görmekteyiz. Kemalizm’ i Türkiye için olduğu kadar, diğer ulusları da bunalımdan kurtaracak bir ideoloji olarak tanımlar. O’na göre Kemalizm; milliyetçi, cumhuriyetçi, parlamenter ve barışçıdır. Bozkurt, 18.yüzyılda ortaya çıkan liberalizmin bireyci özelliği ve sosyal devlet anlayışını reddetmesiyle 20. yüzyılda insanlığın gereksinimlerini karşılayamayacağını söylemektedir. Ülkemizin Tanzimat’tan bu yana uygulanan liberal politikalar nedeniyle geri kaldığına ve yarı sömürge haline geldiğine işaret etmektedir. “Liberallik Masalı ” - “Liberalliğin Ölümü ” -”Serbestçiliğin Kanlı Tarihi ”- “Serbestçilik Hailesi ” makalelerinde liberalizmi inceler, Fethi Okyar’ ın Serbest Cumhuriyet Fırkası’ nı liberal anlayışı nedeniyle eleştirir, devletçiliği savunur. Bozkurt, canileri, soyguncuları cezalandıran devletin, binlerce kişiyi ekonomi politikalarıyla soyan, sömüren tüccar ve tefecileri de cezalandırmasını istemektedir. 1933 – 1943 yılları arasında Anadolu Gazetesi’ ndeki bazı makalelerinin yalnızca başlıklarını vermek bu konuda bir fikir vermeye yetecektir: “Kravatlı Eşkıyalar ” – “Haydut ” – “Haydut Muhtekirler ” – “Haydut Tefeciler ”. Kurtuluş Savaşı’nda en büyük özveriyi gösteren köylülerin sefalet içindeki yaşamları Bozkurt’un vicdanını sızlatmaktadır. 1929 dünya Ekonomik buhranının en çok bu kesimi etkilediğini, köylünün tüccar ve simsar tarafından sömürüldüğünü belirtmektedir. İzmir’in Yemiş Çarşısı’ nda incir-üzüm üreticilerinin birkaç ihracatçı ve simsarın elinde bulunduğunu söyleyerek bu durumu facia olarak tanımlamakta, tüccar ve simsarların kravatlı eşkıya olduğunu yazmaktadır. Türk köylüsünün elinden tutulup radikal bir şekilde yükseltilmedikçe, Türk ulusunun gerçek yükselmesinin mümkün olamayacağını vurgulamaktadır. Derebeyliğin, mütegallibeliğin tasfiye edilmesini olumlu bir ilerleme diye kaydetmekte, fakat tefeci ve faizcinin kuduz gibi ayakta durduğundan yakınmaktadır. Türk işçisini Türk tarihinin en mazlum çehresi olarak tanımlayan Bozkurt, ülkede her şeyi işçinin yaptığını, her türlü yokluğa katlandığını, ülkeyi işçinin kanının koruduğunu, gerekirse yine koruyacağını, Türkiye’nin Türk işçisinin emeği üzerinde yükseldiğini söyler. M. Esat ; “Türkiye nüfusunun % 80’den fazlasının emekçiden, yani köylü ve işçiden oluştuğunu, bunların haklarını savunanlara Komünist yahut sosyalist damgasını yapıştırma gayesini güdenler şahsi menfaatlerini çalışan kitlelerin zararlarında arayanlardır ” demektedir.



96



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Mahmut Esat ülkesinin, ulusunun, ezilenlerin hukukunu savunan Müdafaa-i Hukuk’çu ve Kuvayı Milliyeci özelliğini ölünceye kadar kişilik ve kimlik olarak üzerinde taşımıştır. Derin bir hukuk kültürü ve sosyal adaletçi anlayışla bütünleşen bu kimlik, onun şahsında Cumhuriyetin Devrimci Adalet Bakanına dönüşecektir. La - Hey Adalet Divanında görülen Bozkurt - Lotus davasının hayranlık uyandıran seçkin hukukçusu, bakanlık sonrası artık sade bir milletvekili ve üniversite hocasıdır. 1937 yılında Fransız Tramvay Şirketi devletleştirilir. Şirket Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine dava açar. Bozkurt’u ziyaret eden Fransız heyeti çok yüklü bir vekalet ücreti teklifiyle davayı üstlenmesini ister. Fransızların teklifini hiç düşünmeden reddeden Bozkurt bu davada Türkiye’nin vekilliğini üstlenecek, davayı kazanacak, bir kuruş vekalet ücreti de talep etmeyecektir. Bozkurt’un karısı Hatice Feheda hanım, Mareşal Fevzi Çakmak’ın; “Kızım bu kadarı da fazla, namuslu, dürüst, fedakar, fakat bu kadarı da…” dediğini, Mahmut Esat Beye naklettiğinde; “Ne var ki ne alacağız? Hazinede bir şey yok ki! Milletin nesi var ki alalım” cevabını alacaktır. Osmanlı döneminde paraları peşin ödenen 6 gemi ve mühimmat bedelleri ile ilgili olarak Fransa’nın beynelmilel hukuka göre karma mahkemede açtığı davada Türkiye’yi M. Esat savunur ve dava kazanılır. Fransa’yı savunan Avrupa’nın en namlı avukatları ise ülkelerine elleri boş dönerler… Adalar Denizinde, sahillerimizden 3 mil uzaklıkta olup ta, hangi ülkeye ait oldukları Lozan Antlaşmasında belirtilmemiş olan 14 ada hakkında İtalya ile Türkiye arasında çıkan uyuşmazlığı sona erdirmek üzere, bu iki devlet aralarında anlaşarak meseleyi La Hey Adalet Divanına götürmüşlerdir. 1929 Haziranında görülen davada Türkiye’yi Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey temsil eder. Dava Türkiye’nin aleyhine sonuçlanır. İtalyanlara ait olduğuna karar verilen 14 ada, Antalya, Finike, Kaş ve Fethiye’ nin karşılarında bulunan; Beş adalar, Küçük adalar (iki adet) Meis ve Valos adalarıdır. İkinci Dünya Savaşından sonra bu adalar ile bütün Ege adaları Yunanistan’a verilmiştir. Bize öyle geliyor ki, mesele toprak meselesi olunca, batılı bir ülke karşısında, batılı ülke yargıçlarından oluşan bir Mahkemede Türkiye’nin hiçbir şansı yoktur. Bu dün de böyleydi, bu gün de böyledir. Kıbrıs konusunda Rumları açıkça kollayan AİHM kararları da bunu göstermiyor mu? Fakat itiraf etmek gerekir ki, o dönemin Avrupalı yargıçları bu günkülere göre çok daha adil imişler… Ne yazık ki yaşadığımız süreçte artık emperyalizmin çizmeleri altından kurtardıkları ülkesinin ve ulusunun kurtuluşunun, kuruluşunun heyecanını içinde bir kor gibi hisseden devrimci Bozkurt’lar yoktur. Olsa da devletin tüm kademelerinde yıllardır sinsice, günümüzde açıktan sürdürülen bilinçli bir tasfiyenin mağdurlarıdırlar.



BOZKURT VE TÜRK’ÜN HUKUKU • Av. Hüseyin Özbek



97



Bağımsızlıktan, Atatürk ilkelerinden, ulus devlet anlayışından, laiklikten verilen ödünler, Cumhuriyetle kapanmamış hesabı olan dış ve iç çıkar çevrelerini, hilafet ordusu artıklarını, İslam Teali Cemiyeti ve Kürt Teali Cemiyeti’nin günümüzdeki mirasçılarını fazlasıyla heyecanlandırmakta ve daha fazlasını talep etme konusunda cesaretlendirmektedir. Anti-emperyalist bir kurtuluş savaşıyla kurulan, kuruluş felsefesini Bozkurt’un tanımıyla Atatürk İhtilali’den alan Türkiye Cumhuriyeti’nin günümüzde geldiği aşamayı belki de en iyi ifade eden sözler ne yazık ki yakın dönemin bir Yargıtay başkanına aittir: “Mahmut Esat Bozkurt dönemi artık kapanmıştır ”. Bu sözler, Türkiye Cumhuriyetinin ulus devlet niteliğinin, çağdaşlığının, devrimlerinin dayanağı olan bir anlayışa, bir değer söylemle Cumhuriyetin hukuk temeline, kuruluş felsefesine karşı, en üst düzeyde dillendirilen bir manifesto, bir meydan okumadır! Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyayı değiştirip, dönüştürüp, yapay etnik lokmalara bölüp yutma girişimini geçmişte mazlumların direnme hakkının meşruiyet kaynağı olan hukukumuzu müdafaa ederek – müdafaayı hukuk-, milli kuvvetlere – kuvayı milliye - dayanarak boşa çıkarmıştık. Küresel emperyalizmin GOP’ unu, BOP’ unu boşa çıkarıp, sömürgenleri bir kez daha aynı coğrafyada mağlup etmek için gereken manevi miras, Atatürk başta olmak üzere, Mahmut Esat Bozkurt’ ların döneminde fazlasıyla bulunuyor. Kurtuluşun, kuruluşun o milli, devrimci, halkçı, dünyaya meydan okuyan atmosferini içimizde duymanın, koklamanın gerektiği bir süreci yaşıyoruz hep birlikte…



Kaynak: Dr. Hakkı Uyar ‘ Sol Milliyetçi’ Bir Türk Aydını MAHMUT ESAT BOZKURT, Büke Yayınları 2) M. Esat Bozkurt Atatürk İhtilali 1-2 Kaynak Yayınları 3) Av. Hanifi Atlaş Türk Milletinin Hukukunu Korumak Mahmut Esat Bozkurt ve Cumhuriyetin Savcıları Yeni Hayat 136-137 Şubat-Mart 2006



BABAM MAHMUT ESAT BOZKURT 1 Gün BOZKURT TEKANT (Mahmut Esat Bozkurt’un kızı)



Babam Mahmut Esat Bozkurt'un Cumhuriyetin 75. yılında, Medeni Kanun'un TBMM'de kabulünün 72. yıldönümü olan 17 Şubat 1998' de, Kuşadası'nda, Aydın Valiliği ve Aydın Barosu öncülüğünde yapılan büyük bir toplantı ile anılması, bana yıllarca önce okuduğum bir yazıyı hatırlatmıştı. 1944 yılı 1 sayılı Adliye Dergisi "Mahmut Esat Bozkurt" nüshasında, Cumhuriyet Başsavcısı sayın Fahrettin Karaoğlan şöyle diyordu: "Bu ilk kuruculuk vasfı, öyle her ölenin ardından söylenen rahmetle anmalar kabilinden bir söz değil, gerçeğin ta kendisidir. Mahmut Esat, Cumhuriyet adaletinin gerçekten ilk kurucusudur. Medeni kanun, icraat alanında onun müstesna himmetinin, müstesna enerjisinin bir eseridir, bir yadigarıdır. Bozkurt-Lotus davasındaki başarısıyla memleketinin hak ve şerefini yabancı illerde yükselten odur. Cumhuriyet Müddeumumilerinin adları ile, bugünkü canlı mevkilerini ona borçluyuz. Ankara Hukuk Mektebi, açıldığı zamanın gereklerine göre onun en yerinde ve zamanında yaptığı işlerden biridir. Hele Medeni Kanun o kadar onundur ki, adeta her ikisinin adı birbirinin müradifi iki mazmun gibidir. Medeni Kanun'un sözü geçtiği yerde Mahmut Esat ve Mahmut Esat'ın anıldığı yerde Medeni Kanun'u hatırlamamak mümkün olamaz ve olmayacaktır." Falih Rıfkı Atay da aynı şekilde "Bir İnkılapçının Ölümü" isimli yazısında "Mahmut Esat adı ilk duyuluşta hatıra, Medeni Kanun'u ve Bozkurt-Lotus davasını getirir." diyordu. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Fakat babam ise daima şöyle demiştir: "Ortada muvaffak bir eser varsa, her zaman söylediğim gibi, bu Mahmut Esat'ın değil, Türk Milletinindir." (1927 Adliye Ceridesi) 17 Şubat 1926' da, TBMM'de ayakta alkışlanarak oy birliği ile kabul edilen Medeni Kanun'un oylanmasına geçilmeden önce babamın yaptığı konuşmanın son bir bölümünü aktarmak istiyorum: "Medeni Kanun'u onaylayıp kabul buyurduğunuz anda, Türk Devrimine ve Türk tarihine, Türk yaşamına yeni bir yön vermiş olacaksınız. Bu kanunu 1



Atatürkçü Düşünce (Anılar), Ocak 2001, s. 36-37.



100



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



kabul için ellerinizi kaldırdığınız an, daha önceki on üç yüzyıl duracak; Türk milletine, Türk toplumuna yeni ve verimli, medeni bir hayat yolu açılacaktır. Devrim ve onun öz sahibi olan Türk Milleti bu tarihi karanınızı bekliyor.. Türk tarihinin benim kanaatime göre en hazin siması Türk kadınıdır. Medeni Kanun tasarısının aile topluluğu ve miras kuralları, şimdiye kadar istenildiği zaman kolundan tutularak, bir köle gibi, yerden yere vurulan; fakat ta ezelden hanım olan Türk annesini layık olduğu yere getirecektir." Babam, bilindiği gibi Atatürk'e çok büyük bir saygı ve sevgi ile bağlıydı. Atatürk'ün isteği ile "İhtilalin Hukuk Tarihi"ni Türk gençliğine anlatması için, 1934 yılının 8 Mart günü İstanbul Üniversitesi konferans salonunda başladığı İnkılap derslerinin önsözünde şöyle diyordu: "Gazi Mustafa Kemal, Türk milletinin önünde ilerleyen bir zafer bayrağıdır. Bu bayrak, bugün de, yarın da, öbür gün de, bütün güçlükler üstünde yükselecek ve hep yenecektir." Atatürk'ün de, Hukuk Devrimi ve Bozkurt-Lotus hadisesinde ve başardığı diğer işlerde babama gösterdiği güven ve destek, O'nun da Mahmut Esat'a duyduğu sevgi ve güvenin önemli bir göstergesidir. Babam Türk gençlerini, talebelerini kendi çocukları gibi severdi. "Bana bütün dünyayı verseler, karşılığı olarak bir Türk gencinin burnunun kanamasını isteseler rızamı vermem." dediği zaman en içten duygularını dile getirmekteydi. Zaten maddiyata, paraya hiç önem vermezdi. Milli Mücadele'de düşman Kuşadası'nda ona ait ne varsa yakıp yıktığı zaman, kendisine verilen elli bin liralık Harikzede Senedi'ni kullanmayarak hatıra olarak saklamış ve zaman aşımına uğratmıştı. İzmirli avukat Murat Çınar Bey, babamı kaybettiğimiz zaman yazdığı bir yazısında (Adliye Dergisi, 1944) şöyle bir hatırasını anlatıyordu: "Bir gün Selçuk'ta babasının çiftliğinde dolaşıyorduk. Tanıdığı bir köylü ile karşılaştı. Hal ve hatır sordu. Hava çok soğuktu. Köylünün üstü başı yırtıktı; zavallı üşüyor, titriyordu. Mahmut Esat sırtındaki yakası lutr kürklü paltoyu çıkarıp o hemşehrisinin sırtına geçirdi. Kendisi paltosuz İzmir'e gelerek hazır elbisecilerden 20 liraya bir palto alıp giydi. Köylüye verdiği paltonun bir hatırası vardı. Bozkurt-Lotus davasına gittiği zaman devlet kendisine vermişti. Bu paralardan yalnız bu paltoyu, bir de dört, beş cilt kitap almış; arta kalan parayı "Yedim , içtim, kitap ve palto aldım. Bunlar da arttı." diyerek Maliye Hazinesi'ne iade etmişti." Babam ailesine çok düşkündü. Annemizi çok sayar ve severdi. Benden başka şimdi hayatta olmayan iki çocuğu daha vardı; küçük kızı Ay ve en küçük kardeşimiz, oğlu Yüksel. Kardeşleri ile de yakın bir ilişki içindeydi. Hukuk bilgisi yanında, engin bir tarih ve edebiyat kültürü bulunuyordu. Türk tarihinin önemli olaylarını ondan dinlediğimiz zaman hiç unutamazdık. O kadar güzel şiir okurdu ki büyük şair Yahya



BABAM MAHMUT ESAT BOZKURT • Gün Bozkurt Tekant



101



Kemal Beyatlı "Şiirlerimi sizden dinlediğim zaman daha çok beğeniyorum." demiş. Şiir okurken annemin dinlemesini isterdi. Onun fikirlerine çok önem verirdi. Babamın özelliklerinden birisi de çok şakacı olmasıydı. Atatürk’ün devrimci Adalet Bakanı evde eşi ve çocuklarıyla şakalaşan, gülen, neşeli bir insandı. Arkadaşlarıyla da, bilhassa Saracoğlu Şükrü Bey'le, devamlı zarif espriler yaparlar ve hepimizi güldürürlerdi. Bunun yanında Mahmut Esat çok merhametli, hassas ve mütevazı bir insandı. İçişleri bakanı Şükrü Kaya Bey'in Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazısında (23.12.1943) değindiği gibi “Bir çocuğun ağlamasına, bir hastanın inlemesine, fakirlik ve zaruretin önümüze serdiği acıklı manzaralara gözleri yaşarmadan bakamazdı.” Ercüment Ekrem Talu da Yeni Sabah'ta “İnsan ve dost Mahmut Esat” isimli yazısında (22.12.1943) aynı özelliklerini vurguluyordu. Babamın merakları arasında avlanmak, ata binmek, nişan talimleri yapmak, çift sürmek vardı. Çok güzel zeybek oynardı. Kaval sesini, davul ve zurnayı severdi. Bahçeye meraklıydı, koyu kırmızı gülleri severdi. Kuşadası'na geldiği zaman zeytinlikte çift sürer, atış talimleri yapardı.Görenler kırk adımdan bıçağı ince tarafından vurduğunu söylerlerdi. Bir özelliği de nerede olursak olalım, İstiklal Marşı'nı duyduğu zaman saygıyla ayağa kalkar ve hepimizi kaldırırdı. Ben, Atatürk devrim ve ilkeleri içinde, Mahmut Esat'ın kızı olarak büyüdüm. Aldığım bu sağlam değerleri kendi çocuklarıma da aşıladım. Dileğim, Türkiye Cumhuriyeti'nin nesilden nesile Atatürk Devrimi değerlerini taşıması ve onlara sahip olmasıdır. Sözlerimi, babamın 16 Mart 1933 yılında İzmir, Anadolu gazetesinde çıkan “Soyguncuların elinde Din” isimli başmakalesinin sonunda çok sevdiği Türk gençlerine seslenişi ile bitirmek istiyorum: "Büyük Türk Genci, Türk ihtilali, yobazların dinsizlik dediği laikliği, şu sana birer birer saydığım rezaletlerin ve bunlara benzer maskaralıkların önüne geçmek için ileri sürdü. Laiklik, dini, din soyguncularının elinden alarak, en temiz yere, Türklerin vicdanlarına koydu. Allahın dinini, soyguncuların elinde, millet ve memleket aleyhinde kullanılan alet olmaktan kurtardı. Sen laikliği can pahasına müdafaa ederken, bileceksin ki vicdanları koruyor, din soyguncularını yok ediyorsun."



O MAHMUT ESAT BOZKURT’TU Av. Muammer AYDIN 1 O, yeryüzüne gelmiş en büyük devlet ve siyaset adamlarından biri olan Atatürk’ün henüz daha Kurtuluş Savaşı’nın başında zihninde tasarladığı Türkiye Cumhuriyeti’nin genç bir neferiydi. O vatanseverdi. Yurt dışında eğitim gördüğü halde bu eğitimini yarıda bırakıp yurda gelerek Bağımsızlık Ateşi’ni genç elleriyle kucakladı. Bu ateşi benliğinde eriterek aydınlık bir ışığa dönüştürdü. O ışık Türkiye Cumhuriyeti’ni aydınlattı ve aydınlatmaya da devam ediyor. O siyasetçiydi. Siyaseti kendi çıkarları için değil, ülkenin yararları için araç olarak gördü. “Kişisel çıkar” sözü onun sözlüğünde yoktu. Ne varsa ne yapılacaksa hep vatan uğrunaydı. O hukukçuydu. Hukukun değişmez din kurallarının boyunduruğundan kurtarılmadığı sürece toplumsal beklentilere yanıt veremeyeceğini biliyordu. Bunu dile getirdiği dönemde din bezirgânlarının oklarına hedef olacağını bile bile bu uğurda bir an bile dönmeyi düşünmedi. Emperyalist güçlere karşı cephede, gerici ve bağnaz güçlere karşı da siyaset alanında savaştı. Döneminde çıkarılan yasalar alt alta dizildiğinde sayfaları aşıyordu. Kuşkusuz bu yasalardan en önemlisi ve vazgeçilmezi Türk Medeni Yasasıydı. Bu yasaya yazdığı önsözü dinin insanla Tanrı arasında bir bağ olduğunu aracıya gereksinim duymadığı, değişmez ve değiştirilemez kurallar getirdiği için sürekli gelişme içinde olan toplum yapısına yanıt veremeyeceğini, bu nedenle insanların vicdanlarına bırakılması gerektiğini vurguluyordu. Onun kaleminden çıkan ve Medeni Kanunu’nun gerekçesinde de yer alan bilimsel yazısı, 2002’nin Türkiye’sinde milleti temsil ettiklerini savunan bazı kimseler tarafından eleştiri konusu yapıldı. Yazısından kimi bölümler çıkarıldı. Değiştirilen Medeni Yasadan çıkarılan bu metinlerin yoksunluğu yalnız yeni Medeni Yasa’nın yaralanmasına yol açmadı aynı zamanda Türkiye’nin bugün içinde olduğu bağnazlığı da gözler önüne serdi. Onun daha 20. yüzyılın başında ne kadar aydınlık görüşlere sahip olduğunu görüp, şimdiki bazı siyasetçilerin onun ne kadar gerisinde olduklarını acı biçimde gördük. Türkiye’nin Fransa ile anlaşmazlığa düştüğü Bozkurt-Lotus davasında yaptığı savunma sayesinde Türkiye Uluslararası Adalet Di1



İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi



104



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



vanı’nda haklı olduğunu kanıtladı. Türkiye’nin haklı sesini bu davayla tüm dünyaya duyurunca dava konusu geminin adı olan Bozkurt soyadını aldı. O çağdaştı. Çağının gereklerinin ne olduğunu en iyi biçimde tespit edebilen bir insandı. Onun döneminde çıkan yasalar yalnız çağını aydınlatmakla kalmadı aynı zamanda Türk toplumunu bin yıllık bağnazlık ve taassuptan kurtardı. O Türk’tü. Atatürkçüydü. Osmanlı İmparatorluğu döneminde eski Rum dönmelerinin egemen olduğu saray çevresinde aşağılanan kaba saba anlamında sözcüklerle birlikte kullanılan Türk sözcüğünün Osmanlıdan da önce şanlı bir tarihin adı olduğunu biliyordu. Kafatasçı değildi. Vatanında yaşayan insanların bir arada yaşama azimlerini artırmalarını istiyor, bunu herkes için diliyordu. Yabancı güçlerin Türkleri bölmek için ne derece çaba içinde olduklarını ondan daha iyi bilen olamazdı. Yurt dışındaki eğitimi sırasında buna tanıklık etmişti. Bu nedenle Türk sözcüğü etrafında toplanılmasının altını çiziyordu sürekli eserlerinde. Onu anlamak istemeyenler Türkçü yönünü zaafıymış gibi göstermeye çalıştılar. Onu ırkçılıkla suçlamaya kalkıştılar. Onun Türklük anlayışı İmparatorluktan yeni çıkmış ve kendini ümmet bilen bir toplumu ulus olma bilincine yöneltmek için girişilen çabayı temsil ediyordu. O laikti. Dine dayalı bir ülkede gelişim ve değişimin mümkün olmayacağını biliyordu. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasının yararlarına her zaman vurgu yaptı. Dini ticaret aracı olarak kullanan bir kesimin varlığı yüzünden, Türklerin yıllardır diğer dünya toplumlarının gerisinde kaldığını, din tüccarlarının bu durumdan nemalandıklarını çok iyi biliyor ve görüyordu. Laikliğin dini siyasete alet etmek isteyenlerin emellerine engel teşkil edeceğinin bilincindeydi. Türklerin ancak laik yaşam tarzını benimseyerek, çağdaş ulusların önde gelen bir üyesi olacağını biliyordu. Onun yolunda yürüyen hukukçular olarak bizler “Bozkurt devri kapandı,” diyenlere en güzel yanıtı, onu daha yakından tanıyıp tanıtarak vereceğiz. Çünkü onu tanımak ve düşüncelerini paylaşmak demek geçmişten gelen ışığı, geleceğe yansıtmak demektir.



2. BÖLÜM



MAHMUT ESAT BOZKURT’UN YAZILARI



TÜRK KANUNU MEDENİSİ ÖNSÖZÜ Türkiye Cumhuriyeti Başvekâleti Kalemi Mahsus Müdüriyeti



Adet 6 6336



BÜYÜK TÜRK MECLİSİ RİYASETİNE Adliye Vekâletince tanzim ve tevdi olunan ve İcra Vekilleri Heyetinin 20 Kanunu evvel 1341 tarihli içtimaında tezekkür ve Meclisi Âliye arzı tasvip edilen Türk Kanunu Medenî lâyihası takdim olunmuştur. Muktezasının, müstaceliyet karar ile, ifasına ve neticesinin iş'arına müsaade buyurulmasını rica eylerim efendim.



Başvekil İSMET ESBABI MUCİBE LÂYİHASI Hali hazırda Türkiye Cumhuriyetinin müdevven bir Kanunu Medenîsi yoktur. Yalnız, akitlerin küçük bir kısmına temas edebilen Mecelle vardır. 1851 maddedir. 8 Muharrem 1286 tarihinde yazılmağa başlanmış ve 26 Şaban 1293 tarihinde ikmal edilerek mevkii mer'iyete vazolunmuştur. Denilebilir ki; bu kanunun ihtiyacı hazıraya tevafuk eden ancak 300 maddesidir. Mütebakisi memleketimizin ihtiyacını ifade edemiyecek kadar iptidaî bir takım kaidelerden ibaret olduğundan tatbik edilmemektedir. Mecellenin kaidesi ve ana hatları, dindir. Halbuki, hayatı beşer, hergün hattâ her an esaslı tahavvüllere maruzdur. Bunun tahavvüllerini, yürüyüşünü hiç bir zaman bir



nokta tarafında tesbit etmek ve durdurmak mümkün değildir. Kanunları dine müstenit olan devletler kısa bir zaman sonra memleketin ve milletin mütalebelerini tatmin edemezler. Çünkü dinler, lâyetegayyer hükümler ifade ederler. Hayat yürür; ihtiyacat sür'atle değişir, din kanunları, mutlaka ilerliyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir kıymet, bir mânâ ifade edemezler. Değişmemek, dinler için bir zarurettir. Bu itibarla dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması, asrı hazır medeniyetinin esasatından ve eski medeniyetle yeni medeniyetin en mühim farikalarından birisidir. Esaslarını dinlerden alan kanunlar tatbik edilmekte oldukları camiaları nazil oldukları iptidaî



108 devirlere bağlarlar ve terakkiyata mâni bellibaşlı müessir ve âmiller sırasında bulunurlar. Türk milletinin mukadderatını asrı hazır içinde dahi Kurunu Vusta ahkâm ve kavaidine raptetmekte, dinin lâyetegayyer ahkâmından mülhem olan ve ulûhiyetle daimî temas halinde bulunan kanunlarımızın en kuvvetli müessir olduklarına şüphe edilmemelidir. Millî hayatı içtimaiyenin nâzımı olan ve yalnız ondan mülhem bulunması icap eden müdevven bir Kanunu Medenîden Türkiye Cumhuriyetinin mahrum kalması ne asrı hazır medeniyeti icabatile ne de Türk ihtilâlinin istilzam ettiği mâna ve mefhumla kabili telif değildir. Asrı hazır devletini iptidaî siyasî teşekküllerden ayıran farikalardan birisi de, camianın mukadderatında tatbik edilen kavaidin taknin edilmiş olmasıdır. Bedavet devirlerinde, ahkâm müdevven değildir. Hâkim, örf ve âdetle hüküm verir. Mecellenin maruz 300 maddesi istisna edilmek şartile Kanunu Medenî mebhasinde Türk Cumhuriyeti hâkimleri derme çatma fıkıh kitaplarından ve din esasatından istinbat ve istihraç suretiyle icrayi kaza etmektedirler. Türk hâkimi hükümlerinde muayyen bir içtihat, bir kavil ve bir esas ile mukayyet değildir. Binaenaleyh herhangi bir mesele etrafında memleketimizin bir mahallinde verilen bir hüküm ile ayni şerait tahtında tahaddüs eden ayni meselede diğer mahallinden verilen hükümler birbirinden ekseriya farklı ve mütenakız bulunmaktadır.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Netice itibarile Türkiye halkı, adaletin tatbikinde ittiratsızlığa ve mütemadî tezebzübe maruz kalmaktadır. Halkın mukadderatı muayyen ve müstakâr bir adalet esasına değil, tesadüfe ve talihe bağlı ve bir birini mütenakız kurunu vustaî fıkıh kaidelerine merbut bulunmaktadır. Cumhuriyet Türk adaletinin bu keşmekeşten, yokluktan ve pek iptidaî vaziyetten kurtarılmasını inkılâbın ve asrı hazır medeniyetinin icabına muvafık yeni bir Türk Kanunu Medenîsinin sür' atle vücude getirilmesini ve takninini zarurî kılmıştır. Bu maksatla ihzar olunan Türk Kanunu Medenîsi kavanini medeniye sırasında en yeni, en mükemmel ve halkçı olan İsviçre Kanunu Medenîyesinden ahiz ve iktibas olunmuştur. Bu vazifeyi Adliye Vekâletince verilen direktifler dahilinde memleketimizin güzide hukukşinaslarından mürekkep hususî bir encümen ifa eylemiştir. Asrı hazır ailei medeniyetine mensup milletlerin ihtiyaçları arasında esalı bir fark yoktur. İçtimaî ve iktisadî daimî temaslar beşerin büyük ve medenî bir kütlesini bir aile haline getirmiş ve getirmekte bulunmuştur. Prensipleri yabancı bir memleketten iktibas edilmiş olan Türk Kanunu Medenîsi lâyihasının mevkii mer'iyete vaz'ı ndan sonra memleketimizin ihtiyacatiyle kabili telif olmaması müddeası varit görülmemiştir. Bahusus İsviçre Devletinin muhtelif tarih ve an'anata mensup Alman, Fransız ve İtalyan ırklarını ihtiva etmekte olduğu



TÜRK KANUNU MEDENİSİ ÖNSÖZÜ



malûmdur. Bu kadar, hattâ hars itibarile dahi yekdiğerinden farklı bir muhitte tatbik elastikiyetini gösteren bir kanunun Türkiye Cumhuriyeti gibi yüzde doksan itibarile mütecanis bir ırkı ihtiva eden bir devlette tatbik kabiliyetini bulabilmesi şüphesiz görülmüştür. Bundan başka mütemeddin bir milletin mütekâmil bir kanununun Türkiye Cumhuriyetinde câyi tatbik bulamayacağı noktai nazarı sakat görülmüştür. Bu tez Türk milletinin medenî kabiliyeti haiz olmadığını ifade eden bir mantık silsilesine müncer olabilir. Halbuki hâdiselerin hakikati, hal ve tarih bu müddeanın tamamen zıddınadır. Türk teceddüt tarihi şahit tutularak denebilir ki: Türk milleti asrı hazırın mukteziyatına mutabık olarak vücude getirilen makul ve salim ve akıl ve zekâ ile müterafık yeniliklerden hiç birisine muarız kalmamıştır. Bütün bu teceddüt tarihimizin seyrinde âmmenin menafîi mülâhazasile vücude getirilen yeniliklere yalnız, menfaatleri muhtel olan zümreler mücadil vaziyetinde kalmışlar ve halkı din namına, sakim ve bâtıl itikadat namına idlâl ve ifsat eylemişlerdir. Unutmamak lâzımdır ki Türk milletinin kararı muasır medeniyeti bilâ kaydü şart tekmil prensipleri ile kabul etmektir. Bunun en bariz ve canlı delili inkılâbımızın kendisidir. Muasır medeniyetin Türk câimiasile kabili telif olmıyan noktaları görülüyorsa bu, Türk milletinin



109 kabiliyet ve istidadındaki noksandan değil, onu fuzulî bir surette ihata eden kurunu vustaî teşkilât ve dinî müdevvenat ve müessesattandır. Nitekim muasır medeniyetle Mecelle ahkâmı şüphe yok ki, kabili delif değildir. Fakat Mecelle ve buna makis sair müdevvenat ile Türk milleti hayatının müterafık olmadığı da aşikârdır. Adliye Vekâleti en yeni ve en mükemmel olan İsviçre Kanunu Medenisini milletimizin şimdiye kadar bağlı kalan vâsi zekâ ve kabiliyetini tatmin edecek ve ona hakikî bir cevelângâh ve bir saha olabilecek bir eseri medenî olarak görmektedir. Bu kanunda milletimizin duyguları ile istinas etmiyecek hiç bir nokta tasavvur etmemektedir. Şu ciheti de işaret etmek lâzımdır ki: muasır medeniyeti almak ve benimsemek kararile yürüyen Türk milleti, muasır medeniyeti kendisine değil, kendisi muasır medeniyetin icabatına her ne bahaya olursa olsun ayak uydurmak mecburiyetindedir. Yaşamak kararında olan bir millet için bu, şarttır. İhzar olunan lâyiha bu icabatın aksamı mühimmesini ihtiva etmektedir. Örf ve âdete ve göreneklere sureti mutlakada bağlı kalmak dâvası beşeriyeti en iptidaî vaziyetinden bir adım ileri götüremiyecek kadar tehlikeli bir nazariyedir. Hiç bir mütemeddin millet böyle bir akide etrafında kalmamış ve hayatın icabatına tevfiki hareketle zaman zaman kendini bağlıyan örf ve âdetleri yıkmakta tereddüt etmemiştir.



110 (Hakikatlar karşısında âbâ ve ecdadından mevrus itikatlara behemehal bağlı kalmak akıl ve zekâ icabatından değildir.) Esasen ihtilâller bu hususta en müessir bir vasıta olarak istimal edilmişlerdir. Alman Kanunu Medenîsinin tatbikinden evvel Almanya, hukukî ahkâm noktasından merkezde Bizansın (1500) sene evvel yapılmış Roma hukukuna tâbi idi. Bu hukuka, bir de millî hukukun millî ve mahallî metinleri inzimam ediyordu. Şarkta ve şimalde Roma hukuku ve mahalli metinlerle karışık bir halde Prusya hukuku vardı. Mütebaki aksamda Fransa hukuku mer'i idi. Alman ahalisinin %33'ü Roma hukukuna, %43'ü Prusya hukukuna, %7'si Saksonya hukukuna, %17'si Fransa hukukuna tâbi idi. Alman Kanunu Medenîsinin tatbikinden evvel Alman hukuk lisanı Lâtince, Fransızca, Yunanca ve mahallî Alman lisanlarınca idi. Bavyerada yalnız nikâh mukavelesi hakkında 70 ilâ 80 usul vardı. Hâkim için bu metinlerin hepsinden ayrı ayrı haberdar olmak imkânı yoktu. Alman Kanunu Medenîsinin neşrinden evvel Almanya'da bir adamın herhangi bir hâdisede hangi ahkâma tâbi olacağını bilmesi imkânı mevcut değildir. Almanya hukukşinasları bu binbir çeşit ve asırlardan müdevver hukuktan, Kanunu Medenî ile memleketlerini bir hamlede kurtardılar ve bütün Almanya için tek bir Kanunu Medenî yaptılar. Kanun 3 Temmuz 1896'da neşrolundu ve Millet Meclisince



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



toptan kabul edildi. Örf ve âdetçilere göre Alman Kanunu Medenî lâyihası pek nazarî; ve amelî noktadan kıymetsiz telâkki olundu. Halbuki tetkik neticesinde bu kanundan kendileri dahi bir tek esası oynatmak imkânını göremediler. Fransız Kanunu Medenîsi de bir inkılâp mahsulüdür. O da eski ahkâmı, örf ve âdetleri çiğneyerek yeni düsturlar vazetti. Sınıf ve arazi imtiyazlarının lağvı ve hukuku ailenin Kilisenin elinden alınması bu kanunun bellibaşlı yeniliklerinden oldu. Kanunu Medenîsinin neşrinden evvel Fransa mahallî ve mektup ve birbirinden çok farklı örflerle idare ediliyordu; cenubda Roma zamanından kalma ahkâm, şimalde Cermen menbalarından gelme kaideler vardı. Fazla olarak medeniyede her münasebatı mıntıkanın kendisine mahsus ahkâmı mevcut idi. Fransız ihtilâlinin itikadı batılıya kahir bir darbesi olan Kanunu Medenî bütün eskilikleri sildi ve yerine yeni ahkâm ve kaideler vazeyledi. Fransa Kanunu Medenîsinin en çetin hasmı Kilise olmuştu. Çünkü bu kanun Katolikliğin münasebatı medeniyede bilhassa aile hukukundaki hâkimiyetini selbediyordu. İsviçre, Kanunu Medenîsinin neşrinden evvel kantonlarının adedi kadar kanunlara sahip idi. İsviçre Kanunu Medenîsi muhtelif örf ve âdetleri ihtiva eden bu kanunların hepsini birden hükümden iskat etti ve yerlerine, bambaşka, tek bir Kanunu Medenî koydu. Bu üç



TÜRK KANUNU MEDENİSİ ÖNSÖZÜ



büyük hareket bütün hayatı ölü an'aneler bağlamak isteyen (Tarihi Mekteb)in son kahhari hezimeti oldu. Bu misalleri vermekten maksat, zamanın icabatına ve medeniyetin mukteziyatına göre milletlerin örf ve âdetlerine bir hamlede nasıl veda ettiklerini ve bu vedaın zannedildiği gibi mazarrat ve tehlikeyi değil, büyük menfaatler istilzam eylediğini canlı bir surette göstermektir. Hayatın icabatına uymıyan örf ve âdatta ısrardır ki milletler için baisi felâket olur. Bu saydığımız kanunlarda esas, din ile devletin mutlak surette ayrılığıdır, İsviçre, Almanya, Fransa siyasî ve millî vahdetlerini iktisadî, içtimaî halâs ve inkişaflarını Kanunu Medenîlerini neşretmekte tarsin ve takviye eylemişlerdir. Bu hayatî zaruretler karşısında eski örflerin, mahallî ve me'lûf ahkâmın ve dinî itiyatların idamesi bu memleketlerden hiç birinde hattâ İsviçre gibi arayı âmmenin en vâsî derecesinde hüküm sürdüğü bir memlekette bile istenmemiş, istenememiş, hâtıralara gelmemiştir. Şüphe yoktur ki: kanunların gayesi herhangi bir örf ve âdet veya yalnız vicdanla alâkadar olması icap eden ahkâmı diniye değil, siyasî, içtimaî, iktisadî, millî vahdetin her ne bahaya olursa olsun temin ve tatminidir. Asrı hazır medeniyetine mensup devletlerin ilk farikası din ile dünyayı ayrı görmektir. Bunun aksi, devletin kabul ettiği din esaslarını kabul etmeyen kimselerin vicdanlarına tahakküm olur.



111 Bunu asrı hazır devlet telâkkiyatı kabul edemez. Din, devlet nazarında vicdanlarda kaldıkça muhteremdir ve masundur. Dinin hüküm halinde kanunlara girmesi tarihin seyrinde ekseriya tacidarların, mütegallibenin, kavilerin keyif ve arzularını tatmine vasıta olmasını istilzam etmiştir. Dini dünyadan ayırmakla asrı hazır devleti, beşeriyeti tarihin bu kanlı beliyesinden kurtarmış ve dine hakikî ve müebbet bir taht olan vicdanı tahsis etmiştir. Bahusus muhtelif dinlere mensup tebaayı ihtiva eden devletlerde tek bir kanunun bütün camiada tatbik kabiliyetini ihraz edebilmesi için bunun din ile kat'ı münasebet etmesi hâkimiyeti milliye için de bir zarurettir. Çünkü kanunlar dine müstenit olursa vicdan hürriyetini kabul mecburiyetinde bulunan devlete, muhtelif dinlere salık tebaası için ayrı ayrı kanun yapmak icap eder. Bu hal asrı hazır devletinde şartı esası olan siyasî, içtimaî, millî vahdete külliyen münafıdir. Hatırlamak icap eder ki: devlet yalnız tebaası ile değil; ecnebilerle de temastadır. Bu takdirde onlar için de kapitülâsyon namı altında ahkâmı istisnaiye kabul etmek zarureti hasıl olur. Lozan muahedesi ile ilga olunan kapitülâsyonların memleketimizde ipkası için ecnebiler tarafından sarfedilen esbabı mucibenin en mühim ciheti bu nokta olmuştur. Bundan başka Fatih Sultan Mehmet devrinden son zamanlara kadar gayrimüslim tebaa hakkında tatbik edilen



112 ahkâmı istisnaiyeye de bilhassa bu dinî vaziyet bais olmuştur. Halbuki yeni Türk Kanunu Medenî lâyihasının ihzarı vesilesile memleketimizde mevcut ekalliyetler Lozan muahedesinin kendilerine kabul ettiği haklardan sarfınazar ettiklerini Adliye Vekâletine bildirmişlerdir. Teceddüt tarihimizde kıymeti olan bir hâdiseyi şuracıkta zikretmek isteriz. Âli Paşa, Fransız Kanunu Medenîsinin Türkiye için aynen kabulünü vaktile Sultan Aziz'e teklif etmiş, fakat Cevdet Paşanın müdahalesile bu büyük teşebbüs akim kalarak yerine Mecelle ikame olunmuştur. Esasen tekmil endişesi şahsî menfaatlerinden ibaret olan ve riyayı şiar ittihaz edinen Saltanat idaresi için milletin hakikî menfaati icabatını nazarı dikkate alarak karar verilmezdi. Asrı hazırın medenî milletlere tanıdığı tekmil hukuku, cihanı medeniyetten bilâ kaydüşart talep ederken bu



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



hukukun istilzam ettiği vezaifi medeniyeyi de Türk milleti yeni Kanunu Medenîsi ile kendi elile kendisine tahmil etmiş bulunuyor. Bu kanun lâyihasının mânalarından birisi de budur. Türk milletinin mümessili âlisi olan Büyük Meclisin nazarı tasvip ve tasdikine arzedilen Türk Kanunu Medenî lâyihası mevkii mer'iyete vazedildiği gün milletimiz on üç asrın kendisini çeviren itikadatı sakimesinden ve tezebzüblerinden kurtulmuş, eski medeniyetin kapılarını kapıyarak hayat ve feyiz bahşeden muasır medeniyetin içine girmiş bulunacaktır. Adliye Vekâleti bu kanunu hazırlamakla inkılâp ve tarih huzurunda millî vazifesini ifa ve Türk milletinin hakikî menfaatlerini ifade etmiş olduğunda şüphe etmemektedir.



Adliye Vekili Mahmut Esat



ADLİYE VEKİLİ MAHMUT ESAT BOZKURT'UN 1926 YILINDA YAZDIĞI MEDENİ KANUN GENEL GEREKÇESİ (ESBABI MUCİBE LÂYİHASI)



GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİ1 Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti'nin tedvin edilmiş ve Medeni Kanunu yoktur. Yalnız, sözleşmelerin küçük bir kısmına değinebilen Mecelle vardır. 1851 maddedir. 20 Nisan 1869 tarihinde yazılmaya başlanmış ve 16 Ağustos 1876 tarihinde tamamlanarak yürürlüğe konulmuştur. Denilebilir ki: Bu Kanunun günümüzün ihtiyaçlarına uyan ancak 300 maddesidir. Geriye kalanı ülkemizin ihtiyaçlarını ifade edemeyecek kadar ilkel bir takım kurallardan oluştuğundan uygulanamamaktadır. Mecelle'nin kuralı ve ana çizgileri dindir. Halbuki insanlık yaşamı, hergün hatta her an esaslı değişikliklerle karşı karşıyadır. Bunun değişikliklerini, yürüyüşünü hiçbir zaman bir nokta çevresinde saptamak ve doldurmak mümkün değildir. Kanunları dine dayalı olan devletler kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve istekleÇünkü rini karşılayamazlar. 1



1http://www.belgenet.com/yasa/m



edenikanun/gerekce_1926.html



dinler değişmez hükümler belirtirler. Yaşam yürür; ihtiyaçlar hızla değişir, din kanunları, kesinlikle ilerleyen yaşamın önünde biçimden ve ölü sözcüklerden fazla bir değer, bir anlam ifade edemezler. Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu bakımdan dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması günümüz uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden birisidir. Esaslarını dinlerden alan kanunlar uygulanmakta oldukları toplumları indikleri ilkel dönemlere bağlarlar ve ilerlemeye engel bellibaşlı etken ve nedenler arasında bulunurlar. Türk ulusunun kaderini yüzyılımız içinde bile ortaçağ hükümleri ve kanunlarına bağlamakta, dinin değişmez hükümlerinden esinlenilen ve tanrısallıkla sürekli ilişki içinde bulunan kanunlarımızın en güçlü etken olduklarından şüphe edilmemelidir. Ulusal toplum yaşamının düzenleyicisi olan ve yalnız ondan esinlenilmesi gereken tedvin edilmiş bir medeni kanun-



114 dan Türkiye Cumhuriyeti'nin yoksun kalması ne yüzyılımızın uygarlığının gerekleriyle ne de Türk devriminin hedeflediği anlam ve kavramla bağdaştırılabilir. Yüzyılımızın devletini ilkel siyasal kuruluşlardan ayıran niteliklerin birisi de toplumun kaderine uygulanan kanunların akılcı bir zihniyetle hazırlanıp tedvin edilerek konulmasıdır. Göçebe dönemlerde hükümler tedvin edilmiş değildir. Hakim gelenek ve göreneklere dayanarak hüküm verir. Mecelle'nin anılan 300 maddesi bir yana bırakılmak koşulu ile Medeni Kanun içine giren sorunları çözmek için Türkiye Cumhuriyeti hakimleri derme çatma eski hukuk kitaplarından ve din esaslarından çıkartılan bilgilerle yargı işini görmektedirler. Türk hakimi hükümlerinde belli bir içtihat, bir söz ve bir esasla bağlı değildir. Bundan dolayı herhangi bir sorunu çözmek için Ülkemizin bir yerinde verilen bir hüküm ile aynı koşullar altında doğan aynı sorunda diğer biryerde verilen hükümler ekseriya birbirinden farklı ve çelişkili bulunmaktadır. Sonuç olarak Türkiye halkı, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısındadır. Halkın kaderi belli ve yerleşmiş bir adalet esasına değil, raslantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ dinsel hukukun kurallarına bağlı bulunmaktadır. Cumhuriyet, Türk adaletinin bu karışıklıktan, yokluktan ve pek ilkel durumdan kurta-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



rılmasını devrimin ve yüzyılımız uygarlığının gereklerine uyan yeni bir Türk Medeni Kanununun hızla vücuda getirilmesini ve uygulamaya konulmasını zorunlu kılmıştır. Bu amaçla hazırlanan Türk Medeni Kanunu, medeni kanunlar içinde en yeni, en eksiksiz ve halkçı olan İsviçre Medeni Kanunundan alınmıştır. Bu görevi Adalet Bakanlığı tarafından verilen direktifler içinde Ülkemizin seçkin uzman hukukçularından oluşan özel bir komisyon yerine getirmiştir. Yüzyılımızın uygarlık ailesine mensup olan ulusların ihtiyaçları arasında esaslı bir fark yoktur. Toplumsal ve ekonomik sürekli ilişkiler insanlığın büyük bir uygar bölümünü bir aile durumuna getirmiştir ve getirmektedir. İlkeleri yabancı bir ülkeden alınmış olan Türk Medeni Kanunu Tasarısının yürürlüğe konulmasından sonra yurdumuzun ihtiyaçları ile bağdaşmayacağı iddiası geçerli görülmemiştir. Özellikle İsviçre Devletinin çeşitli tarih ve geleneklere mensup Alman, Fransız ve İtalyan ırklarını içerdiği bilinmektedir. Bu kadar, hatta kültür bakımından bile birbirinden farklı bir ortamda uygulanma esnekliğini gösteren bir kanunun Türkiye Cumhuriyeti gibi yüzde doksanı bakımından aynı ırka sahip bir devlette uygulanma yeteneğini bulabilmesi kuşkusuz görülmüştür. Bundan başka, uygar bir ulusun gelişmiş, ileri bir kanunun Türkiye Cumhuriyetinde



MEDENİ KANUN GENEL GEREKÇESİ VE GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİ



uygulama ortamı bulamayacağı düşüncesi sakat görülmüştür. Bu tez, Türk ulusunun uygarlık yeteneğine sahip bulunmadığını belirten bir mantık dizisine varılmasıyla sonuçlanabilir. Halbuki olayların gerçeği, durum ve tarih bu iddianın tamamen tersidir. Türk yenileşme tarihi tanık tutularak denilebilir ki: Türk ulusu yüzyılımızın gereklerine uygun olarak vücuda getirilen kabul edilebilir ve sağlam ve akıl ve zeka ile yoğrulmuş yeniliklerden hiçbirine karşı çıkmamıştır. Bütün bu yenileşme tarihimiz sürecinde kamunun yararı düşüncesiyle vücuda getirilen yeniliklerle yalnız çıkarları bozulmuş olan gruplar mücadele etmek durumunda kalmışlar ve halkı din adına, yanlış ve geçersiz inançlar adına kandırıp düzensizliğe sürüklemişlerdir. Unutmamak gerektir ki Türk ulusunun kararı çağdaş uygarlığı kayıtsız ve koşulsuz bütün ilkeleri ile kabul etmektir. Bunun en açık ve canlı kanıtı devrimimizin kendisidir. Çağdaş uygarlığın Türk toplumu ile bağdaşmayan noktaları görülüyorsa bu Türk ulusunun beceri ve yeteneğindeki eksiklikten değil, onu gereksiz bir biçimde sarıp sarmalamış ortaçağ örgütü ve dinsel bazı düzenlemeler ve kurumlardandır. Gerçekten çağdaş uygarlıkla Mecelle hükümleri kuşkusuz bağdaşamaz. Fakat Mecelle ve buna benzer diğer düzenlemeler ve Türk yaşamının uyuşmadığı da açıktır. Adalet



115



Bakanlığı en yeni ve en gelişmiş olan İsviçre Medeni Kanunu ulusumuzun şimdiye kadar bağlı kalan geniş zeka ve yeteneğini doyuracak ve ona gerçek bir yarış yeri ve alan olabilecek bir uygarlık yapıtı olarak görmektedir. Bu Kanunda ulusumuzun duygularına ters düşecek hiçbir nokta düşünmemektedir. Şu yanı da belirtmek gerektir ki: çağdaş uygarlığı almak ve benimsemek kararıyla yürüyen Türk ulusu, çağdaş uygarlığı kendisine değil, kendisi çağdaş uygarlığın gereklerine her neye mal olursa olsun ayak uydurmak zorundadır. Yaşamak kararında olan bir ulus için bu şarttır. Hazırlanan Tasarı bu gereklerin önemli bölümlerini içermektedir. Gelenek ve göreneklere kesin olarak bağlı kalmak davası, insanlığın en ilkel durumundan bir adım dahi ileri götüremeyecek kadar tehlikeli bir kuramdır. Hiçbir uygar ulus böyle bir inanç çevresinde kalmamış ve yaşamın gereklerine uygun hareketle zaman zaman kendini bağlayan gelenek ve görenekleri yıkmakta duraklamamıştır. (Gerçekler karşısında babalardan ve atalardan gelen inançlara her ne olursa olsun bağlı kalmak akıl ve zeka gereklerinden değildir.) Aslında devrimler bu konuda en etkili bir araç olarak kullanılmışlardır. Alman Medeni Kanununun uygulanmasından önce Almanya, hukuksal hükümler



116 noktasından merkezde Bizans'ın (1500) yıl önce yapılmış Roma hukukuna bağlı idi. Bu hukuka bir de ulusal hukukun ulusal ve yerel metinleri ekleniyordu. Doğuda ve kuzeyde Roma hukuku ve yerel metinlerle karışık bir durumda Prusya hukuku vardı. Geri kalan bölgelerde Fransa hukuku yürürlükte idi. Alman halkının % 33'ü Roma hukukuna, % 43'ü Prusya hukukuna, % 7'si Saksonya hukukuna, % 17'si Fransız hukukuna uyruk idi. Alman Medeni Kanununun uygulanmasından önce Alman hukuk dili Latince, Fransızca, Yunanca ve yerel Alman dillerinde idi. Bavyera'da yalnız evlenme sözleşmesi üzerinde yetmişten seksene kadar yöntem vardı. Hakim için bu metinlerin hepsinden ayrı ayrı haber sahibi olmak imkanı yoktu. Alman Medeni Kanununun yayınlanmasından önce Almanya'da bir adamın herhangi bir olayda hangi hükümlere bağlı olacağını bilmesi imkanı bulunmuyordu. Almanya uzman hukukçuları bu binbir çeşit ve yüzlerce yıldan devrederek gelen hukuktan, medeni kanun ile ülkelerini bir adımda kurtardılar ve bütün Almanya için tek bir medeni kanun yaptılar. Kanun 3 Temmuz 1896'da yayınlandı ve Millet Meclisince toptan kabul edildi. Gelenek ve görenekçilere göre Alman Medeni Kanunu Tasarısı pek kuramsal ve uygulama noktasından değersiz sayıldı. Halbuki inceleme sonucunda bu Ka-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



nundan kendileri bile bir tek esası oynatmak imkanı göremediler. Fransız Medeni Kanunu da bir evrim ürünüdür. O da eski hükümleri, gelenek ve görenekleri çiğneyerek yeni ilkeler ve kurallar koydu. Sınıf ve arazi ayrıcalıklarının kaldırılması ve aile hukukunun kilisenin elinden alınması, bu kanunun belli başlı yeniliklerinden oldu. Medeni Kanunun yayınlanmasından önce Fransa yerel ve yazılı ve birbirinden çok farklı geleneklerle yönetiliyordu. Güneyde Roma zamanından kalan hükümler, kuzeyde cermen kaynaklarından gelen kurallar vardı. Fazla olarak her bölgenin kendisine özgü hükümleri bulunuyordu. Fransız ihtilalinin çürük ve bozuk inançlara ezici bir darbesi olan medeni kanun bütün eksiklikleri sildi ve yerine yeni hükümler ve kurallar koydu. Fransa Medeni Kanununun en çetin düşmanı kilise olmuştur. Çünkü bu kanun katolikliğin özel hukuk ilişkilerinde, özellikle aile hukukundaki egemenliğini ortadan kaldırıyordu. İsviçre, medeni kanununun yayınlanmasından önce kantonların sayısı kadar kanunlara sahipti. İsviçre Medeni Kanunu çeşitli gelenek ve görenekleri içeren bu kanunların hepsini birden hükümden kaldırdı ve yerlerine bambaşka tek bir medeni kanun koydu. Bu üç büyük hareket bütün yaşamı ölü geleneklere bağlamak isteyen tarihçi okulun son ve geri



MEDENİ KANUN GENEL GEREKÇESİ VE GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİ



dönülmez bozgunu oldu. Bu örnekleri vermekten amaç, zamanın gereklerine ve uygarlığın zorunluluklarına göre ulusların gelenek ve göreneklerine bir adımda nasıl veda ettiklerini ve bu vedanın sanıldığı gibi zarar ve tehlikeyi değil, büyük çıkarları gerektirdiğini canlı bir biçimde göstermektedir. Yaşamın gereklerine uymayan gelenek ve göreneklerde isrardır ki, uluslar için felakete neden olur. Bu saydığımız kanunlarda esas din ile devletin mutlak biçimde ayrılığıdır. İsviçre, Almanya, Fransa siyasal ve ulusal birliklerini, ekonomik, toplumsal kuruluş ve gelişmelerini medeni kanunlarını yayınlamakta sağlamlaştırmış ve desteklemişlerdir. Bu yaşamsal zorunluluklar karşısında eski geleneklerin, yerel ve alışılagelmiş hükümlerin ve dinsel alışkanlıkların sürmesi bu ülkelerin hiç birinde, hatta İsviçre gibi kamuoyunun en geniş biçimde egemen olduğu bir ülkede bile istenmemiş, istenememiş, hatırlara gelmemiştir. Kuşku yoktur ki, kanunların amacı herhangi bir gelenek ve görenek veya yalnız vicdanla ilgili olması gereken dinsel hükümler değil, siyasal, toplumsal, ulusal birliğin her neye mal olursa olsun güvencesi ve tatminidir. Yüzyılımız uygarlığına mensup devletlerin ilk ayırıcı nitelikleri din ile dünyayı ayrı görmektedir. Bunun tersi, devletin kabul ettiği din esaslarını kabul etmeyen kimselerin vicdanlarını baskı altına



117



almak olur. Bunu yüzyılımızın devlet anlayışı kabul edemez. Din, devlet gözünde vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir. Dinin hüküm halinde kanunlara girmesi tarihin akışında çoğu kez hükümdarların, zorbaların, güçlülerin keyif ve isteklerini tatmine aracı olması sonucunu getirmiştir. Dini dünyadan ayırmakla yüzyılımızın devleti, insanlığı tarihin bu kanlı sıkıntısından kurtarmış ve dine gerçek ve sonsuz bir taht olan vicdanı ayırmıştır. Özellikle çeşitli dinlere mensup uyruklara sahip devletlerde tek bir kanunun bütün toplumda uygulanma yetkinliğini kazanabilmesi için bunun dinle ilişkisini kesmesi ulus egemenliği için de bir zorunluluktur. Çünkü kanunlar dine dayanırsa, vicdan özgürlüğünü kabul zorunluluğunda bulan devlete, çeşitli dinlere girmiş uyrukları için ayrı ayrı kanun yapmak gerekir. Bu durum yüzyılımız devletinde temel koşul olan siyasal, toplumsal, ulusal birliğe tamamen aykırıdır. Anımsatmak gerekir ki devlet yalnız uyrukları ile değil yabancılarla da ilişki içindedir. Bu durumda olanlar için kapitülasyon adı altında ayrı hükümler kabul etmek zorunluluğu doğar. Lozan Andlaşması ile kaldırılan kapitülasyonların ülkemizde sürmesi için yabancılar tarafından dile getirilen gerekçenin en önemli yönü bu nokta olmuştur. Bundan başka Fatih Sultan Mehmet döneminden son zamanlara kadar müslüman olmayan uyruk-



118 lar hakkında uygulanan ayrı hükümlere de özellikle bu dinsel durum neden olmuştur. Halbuki yeni Türk Medeni Kanunu Tasarısının hazırlanması nedeni ile yurdumuzda mevcut azınlıklar, Lozan Andlaşmasının kendilerine kabul ettiği haklardan vazgeçtiklerini Adalet Bakanlığına bildirmişlerdir. Yenilenme tarihimizde değeri olan bir olayı şuracıkta belirtmek isteriz. Âli Paşa Fransız Medeni Kanununun Türkiye için aynen kabulünü vaktiyle Sultan Aziz'e önermiş, fakat Cevdet Paşa'nın karışmasıyla bu büyük girişim çıkmaza girmiş, yerine Mecelle konulmuştur. Zaten bütün kaygısı kişisel çıkarlarından başka bir şey olmayan ve ikiyüzlülüğü kendilerine yol tutmuş saltanat yönetimi için ulusun gerçek çıkarları gereğini dikkate alarak karar verilemezdi. Yüzyılımızın uygar uluslara tanıdığı bütün hukuku uygarlık dünyasından kayıtsız



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



koşulsuz isterken, bu hukukun yerine getirilmesi gereken uygarlık görevlerini de Türk ulusu kendi eliyle kendisine yüklemiş bulunuyor. Bu Kanun tasarısının anlamlarından birisi de budur. Türk ulusunun yüksek temsilcisi olan büyük Meclis'in uygun bulmasına ve onayına sunulan Türk Medeni Kanunu Tasarısı yürürlüğe konulduğu gün ulusumuz onüç yüzyılın kendisini çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan kurtulmuş, eski uygarlığın kapılarını kapayarak yaşam ve verimlilik getiren çağdaş uygarlığın içine girmiş bulunacaktır. Adalet Bakanlığı bu Kanunu hazırlamakla devrim ve tarih önünde ulusal görevini yapmış ve Türk ulusunun gerçek çıkarlarını dile getirmiş olduğunda şüphe etmemektedir.



ATATÜRK'ÜN ADALET BAKANI MAHMUT ESAT BOZKURT’UN SÖYLEVİ1 Sayın Cumhurbaşkanı! Sayın dinliyenler! Ankara'mızın Adliye Hukuk Mektebi, Türk'ün şanlı ve çok şerefli kurtarıcısını, büyük Cumhurbaşkanını öğretim kurulunun başkanlığında ve başında görmekle şu anda en derin ve ancak ifadesi çok güç heyecanla, sevinçlerle doludur. Bu vesile ile Türk devriminin büyük liderine öğretim kurulunun genç hukuk adaylarının ve okulun saygı ve şükranlarını açıkça sunar, bunun lütfen kabulünü kendilerinden rica ve niyaz ederim. Okulumuzun Türk Hukuk Tarihi onursal profesörlüğünü lütfen kabul buyuran büyük Başbakan Sayın ismet Paşa'ya da teşekkürleri sunmayı bir vazife ve borç sayarız. Sayın Cumhurbaşkanı! Sayın Dinliyenler! İzin verirseniz okulumuzun temel ilkelerini birkaç cümle içinde bildirmek isterim. İslâm hukukunun zamanımıza kadar sürüklene sürüklene gelen en esaslı fakat en sakat ve aksak bir dayanağı vardır ki, ona arapça deyimiyle (Kale) derler. Güzel türkçemize (dedi ki) diye çevrilen bu temel yüzyıllarca 1



1



M, E. Bozkurt'un konuşması Prof. Coşkun Ücok tarafından günümüz Türkçesine uyarlanmış olup «Ankara Hukuk Fakültesi 40. Yıl Armağanı» adlı eserden alınmıştır. Ankara Barosu Dergisi, Atatürk ve Cumhuriyet Özel Sayısı, 1973.



ve yüzyıllarca Türk ulusunun mukadderatını ortaçağa bağladı, onu ortaçağda verilen kararlarla yönetmeğe etken oldu. İslâm uygarlığından olan hukukşınaslar çok yazık ki anlayışlarını bu temelden kurtaramadılar. Bizdeki Mecelle ve buna benzer kimi kanunlarımız bu anlayışın en açık bir katıştırması (enmuzeci) dir. (Dedi ki) deyimi (Kale) nin kelime çevrisidir. Ancak (Kale) nin gerçek anlamı, bilinçsiz ve anlayışsızım, ortaçağ ölülerinin düşünülerinden başka birşey düşünemem, ölülerin kararlarıyla yürürüm ve düşünmeğe gücüm yoktur demektir. Bunun yirminci yüzyılda açık anlamı ben yokum, ben ölüyüm demektir. Sayın Dinleyenler! Bu (Kale) kuralı, bilinç ve etkinliğince tarihin alanı bile dar bir dolaşma yeri durumunda kalan soylu ırkımızın bütün varlığını kalın ve kara bir kölelik zinciri hâlinde ortaçağa, ortaçağ düşünülerine bağladı, Yüzyıllar ve yüzyıllarca önce bilmem hangi çöller içinde verilen kararların (Kale)'siyle yirminci yüzyıl ortasında yürümek, bilinç ve anlayışdan yoksun olduğunu fiilen açıklamaktan başka neyi gösterir? Bu gibi ilkelere artık olarak bir de (Rabbani) nitelik' bağlamak anlayışsızlığın en açık bir belirtisi değil midir? Ulusların dünya işlerini akıl ve mantık dışında, yalnız vicdanlarda kalması gereken din ile, din tehdidiyle



120 yürütmeğe olanak var mıdır? Ortaçağ içinde herhangi bir Arap hukukçusunun, çevresinin ve günün gereklerine göre koyduğu bir kuralı, Arap (dedi ki) diye sonuna kadar Türk Ulusuna yararlı olmak üzere kullanmak olanağı var mıdır? Bunda direnmenin Türk'ü Hak adına ne büyük haksızlıklarla, düşünülmesi güç ne baskı ve ne kıyıcılıklarla karşı karşıya bıraktığını bilmez değiliz. Mukadderatını bir Arap müçtehidinin sözlerine bağlı görecek kadar Türk ulusunun bilinçten, anlayıştan, düşünceden yoksun olduğunu kim soyliyebilir? Türk'ü böyle ağır bir suçlama altında bırakmaya kimin hak ve yetkisi vardır? Böyle bir tarih var ise, ki vardır, onun yanması ve kül olması gerekir. Fıkıh ve onun müntesipleri tarihin en büyük evrelerinde istibdat ve bozgunların gerekçesi ve etkeni oldular. Böyle sakat ve bozuk ilkelerle Türk ulusu gibi büyük bir ulusun mukadderatı yirminci yüzyıl ortasında yönetilebilir mi? Ayıp ve günah değil midir? Bugün büyük devrim liderimizin işaret ettiği yolda yürümeği çok şerefli ve çok verimli bir ilke olarak kabul eden Ankara Hukuk Okulu geçmişten kalma ilkeleri tarihe bıraktı. (Dedi ki) (Dediler ki) ile değil (Diyorum ki) özellikle (Türk olarak, bir insan olarak bilinçle, anlayışla diyorum ve düşünüyorum ki) prensibini kendisine şiar edinmiş bulunuyor. Türk Cumhuriyeti hukukunu inceleyecek ve araştıracak olan Ankara Hukuk Okulu çalışma alanında hiçbir kaynakla bağlı değildir. Onun en büyük kitabı koşulsuz olarak Türk ulu-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



sunun yüksek yararları ve yirminci yüzyıl hayat ve uygarlık ilkelerinin mahzeni olan çağdaş bilimlerdir. Ulusumuzun, devrimin ve Cumhuriyetin en yüksek yararlarını en uz dille anlatan ve açıklıyan, Türk'ün büyük başkanından gürlük ve esinlik alarak yürüyeceğiz. Gazi elimizde bir zafer bayrağıdır. Ne olursa olsun, ne yapıp yapıp başaracağız. Onun uyarmasıyla (dedi ki) yi bıraktık (diyoruz ki) yi kabul ettik. Yâni bilinçle yürüyoruz, düşünüyoruz. Şu hâlde Türk ulusunun tarihe, bütün bir insanlık tarihine söyliyeceği daha çok, pek çok sözleri vardır. Oraya vereceği pek çok yapıtları vardır. Cumhuriyetin Türk adliyecileri bu genişlik ve kapsam içinde devrimin kendilerine yüklediği geniş ve kapsamlı vazifenin ağırlığın ve anlamını kavramışlardır. Bunun bütün gereklerini yerine getirmeğe hazırdırlar. Hazırlanmış ve hazırlanmakta olan yeni kanunlarımız, önümüzde bulunan genç hukuk adayları bu kararın ilk aşamasıdır. Gerisini tarih söyliyecektir. Devrim için hazır olmak ve onu savunmak rolü Türk adliyesinin biricik Öğünç dayanağıdır. Devrimler insanlığı mutluluğa götüren araçlardır. Karşı koyanların sonu, ne olursa olsun, tam bir bozgundur. Sözlerime son verirken gelişleriyle okulumuzu şereflendiren ve devrimin her alanında olduğu gibi bizim de programımızı ve yolumuzu ve davranışımızı saptamak lûtfunda bulunan Sayın Cumhurbaşkanına ve sayın dinleyenlere en derin teşekkürleri tekrar sunarım.



BOZKURT - LOTUS DAVASI - TÜRKİYE SAVUNMASI ADALET DİVANI KARARI TÜRK MÜDAFAASI 1 Mahmud Esad Beyefendinin Beyanatı La Haye'de Sulh Sarayında 6 Ağustos 1927 tarihinde saat On'da Reis Mösyö Huber'in Riyaseti Altında Akdedilen Aleni Celse Hazır Bulunanlar: Mösyö Huber



Reis,



Mösyö Loder



Sabık Reis,



Mösyö Weiss



Reis Vekili,



Lord Finlay



Hakimler,



Mösyö Nyholm







Mösyö Moore







Mösyö De Bustamante







Mösyö Altamira







Mösyö Oda







Mösyö Anzilotti







Mösyö Pessoa







Feyzi Daim Bey Mösyö Hammarskjold



1



Milli Hakim, Divan Başkatibi



Bozkurt – Lotus Davası, M. Dalcıoğlu, E. Bozkurt, A. Kütükçü, t. Poyraz, Nobel Yayın Dağıtım, 1. Baskı, 2003.



122 Reis-Celse açılmıştır. Söz Mahmud Esad Beyefendi Hazretlerinindir. Mahmud Esad BeyefendiReis efendi, muhterem hakimler; ilk önce, muhterem azasının en mütemeddin memleketlerin en yüksek harsını, yüksek adlî vicdanını temsil ettikleri bu Âlî Divan huzurunda söz almayı büyük bir şeref olarak telakki ettiğimi söylemek isterim. Aralarındaki ihtilafı halletmek için Türkiye ile Fransa'nın, adaletinizin huzurunda yan yana ve tam bir müsavat ile hazır bulunmalarının teşkil ettiği mesûd hadiseyi de kaydetmek isterim. Muhterem hakimler, bu canlı levhanın, nâs hukukunun bir zaferini teşkil ettiğini söylemekten de kendimi menedemem. Bizi huzurunuza sevk eden hadisenin müsebbibi olan vak'aları kısaca hatırlatmama müsaadenizi rica ederim. 2 Ağustos 1926 tarihinde, Adalar Denizinde Sığrı açıklarında Bozkurt vapuru ile Fransız bayrağını taşıyan Lotus vapuru arasında bir müsademe oldu. Müsademe Bozkurt vapurunu ikiye parçaladı ve Türk vatandaşı olan birkaç gemici ile yolcunun ölümüne sebeb oldu. Müsademeden en küçük bir zarar bile görmeyen Lotus vapuru ise her zamanki yoluna ve seyahat programını takip ederek İstanbul'a doğru yolunda devam etti. Lotus vapurunun İstanbul limanına muvasalatında, dalgaların arasında kayıp olan kimselerin karıları ve çocukları Türkiye Cum-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



huriyeti müddei umumîsine müracaat ve kanunun verdiği hakkı istimal ederek bir şikayetname tevdi ettiler. Bunun üzerine İstanbul müddei umumîliği Bozkurt süvarisi Hasan ile hadise esnasında Lotus vapurunda nöbetçi kaptanı aleyhlerinde cezaî takibata başladı. Tahkikat ve tetkikatın tabii surette seyrini temin etmek maksadıyla da, kendi ihtiyarları ile Türk toprağına ayak basmış olan her iki kaptan Türk kanunlarına tevfikan ısdar edilmiş olan tevkif müzekkeresi ile muvakkaten tevkif edildiler. Muhterem Fransız ajanı iddiasını serdettiği esnada Fransa maslahatgüzarının bu tevkif aleyhinde derhal protesto ifa ettiğini söyledi. Bu doğru değildir. Fransa maslahatgüzarı, Adlî Salahiyete Mütedair Lozan Mukavelenamesinin 13. maddesine istinaden Lotus vapuru nöbetçi kaptanının nakdî kefalete rabt edilerek tahliyesini talep etmiştir ki, bu Türkiye'nin adlî salahiyetinin tanınması demektir. Bu teşebbüse kaydedilen maddeye istinad edilerek, muvakkat tevkifin idamesi yahut tahliye keyfiyetinin Türkiye'de münhasıran hakimin takdirine bırakıldığı ve hükümetin bu gibi işlere müdahale edemeyeceği cevabı verildi. Fransız maslahatgüzarının teklifinin kabul edilmemesi üstünden onbeş yirmi gün geçtikten sonradır ki Fransız hükümeti, Adlî Salahiyete Mütedair Lozan Mukavelenamesinin onbeşinci maddesi mucibince, Türkiye'nin ecnebiler hakkındaki adlî salahiyeti beynelmilel hukuk prensipleri ile mutlak surette tahdid edilmiş



BOZKURT – LOTUS DAVASI



olduğundan ve Fransız hükümetine nazaran Türk mahkemeleri Lotus'un nöbetçi kaptanı Demons aleyhinde takibat yapmağa salahiyettar olmadığından bahisle itiraz etti. Buna mukabil, bizi meşgul eden davada beynelmilel hukuk prensiplerinden hiç birinin Türk mahkemelerinin adlî salahiyetini nez' etmediğine kani' bulunan Türk Hükümeti Fransız hükümetinin görüş tarzına iştirak etmedi ve aynı zamanda, tabii Fransa muvafakat ettiği takdirde ihtilafı Beynelmilel Adalet Divanının takdirine arzetmeğe hazır olduğunu bildirdi. Sonunda iki hükümet, 12 Teşrin-i evvel 1926 tarihli Tahkimname ile tesbit edilmiş olan şartlar dahilinde ihtilafın hallini Âlî Divanınızdan rica etmek hususunda itilaf ettiler. Bu vesile ile Türkiye'de başlanmış olan cezaî takibatın tabii seyrini takip edeceği noktasında da itilaf hasıl oldu. Fransız muhtırası Bozkurt-Lotus hadisesinin muhtelif safhalarını zikrederken iki hükümet arasında vukubulan muhtelif mahkemelere dair tafsilat vermektedir. Reis efendi, muhterem hakimler, biz de tarz-ı tefsirimizi arzedebilirdik; fakat biz bu tafsilatın ihtilafın halli üzerine hiçbir tesir yapmayacaklarına kani' olduğumuzdan bunları bırakıyoruz. Hüküm ve takdirinize arzedilen nizaın mahiyeti, biraz evvel bahsettiğim tahkimnamenin mukaddemesi ile birinci maddesinde tarif edilmiştir. Mukeddeme ile birinci madde şöyle yazılmıştır:



123 Fransa Cumhuriyeti Hükümeti ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti 2 Ağustos 1926 tarihinde Bozkurt ile Lotus vapurları arasındaki müsademeden dolayı iki hükümet arasında tahaddüs etmiş olan adlî salahiyet davasını Beynelmilel Daimî Adalet Divanına arzetmek hususunda itilaf etmiş olmaları ile muntazam surette salahiyeti haiz olan aşağıdaki imza sahipleri şu Tahkimname hususunda itilaf etmişlerdir. "Birinci madde - Şu meseleler hakkında karar vermesi Beynelmilel Daimî Adalet Divanından rica edilecektir: "Türkiye 2 Ağustos 1926 tarihinde Fransız Lotus vapuru ile Türk Bozkurt vapuru arasındaki müsademe neticesinde Bozkurt' un, sekiz Türk gemicisi ile yolcusunun ölümünü mûceb olarak batmasından dolayı Fransız gemisinin İstanbul'a muvasalatı esnasında Türk vapuru kaptanı ile aynı zamanda, hadise esnasında Lotus vapurunda nöbetçi kaptan bulunan Demons aleyhinde Türk kanunları mucibince müşterek cezaî takibat yapmakla Teessüs ve Adlî Salahiyet Hakkındaki 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Mukavelenamesinin 15’inci maddesine mugayir olarak beynelmilel hukuk prensiplerine muhalif hareket etmiş midir- eğer muhalif hareket etmiş ise bu prensipler hangileridir ?" Reis efendi, muhterem hakimler tahkimnamenin mukaddemesi ile birinci maddesine nazaran Türk ajanının bu Âlî Mahkeme



124 huzurundaki vazifesi bir ümit ve intizar vazifesidir. FiIhakika Fransa hükümeti tarafından Türk adliyesinin Bozkurt-Lotus davasında ister niza' mevzuuna tevafuk eden bir muahede ahkamından isterse kanun kuvvet ve mahiyetinde bir âdetten alınmış olsun her halde mütemeddin milletler tarafından tanınmış ve tatbik edilmiş ve halen mevcut bir beynelmilel hukuk prensibine muhalif olarak hareket ettiği söylenip izah edilecek Türk ajanı da bunları işitip dinleyecektir. Bu prensibin mevcudiyeti ispat ve bu mevcudiyet Divan tarafından resmen kabul edilmedikçe Türkiye'nin BozkurtLotus hadisesinde beynelmilel umumi hukuk rejimine tabi olan bütün medeni devletler gibi hakimiyeti hakkını istimal etmiş addolunması lazım gelir. Fransa hükümeti tarafından bu Âlî Divan'a takdim edilmiş olan iki muhtıra şu şekilde hulasa edilebilir: 1) Teessüs ve Adlî Salahiyet Hakkındaki Lozan Muahedenamesinin onbeşinci maddesi, salahiyet hususunda Türkiye'ye gayet mahdud haklar vermiştir; 2) Fransız muhtırasının onbeşinci maddeye izafe ettiği mana beynelmilel hukuk prensipleri ile de teyid edilmiştir -tabii bu prensiplerin hangileri olduğunu biz bilmiyoruz-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



nâs hukuku prensiplerine muhaliftir. 5) Birkaç devlet arasında yapılmış olan anlaşma ve uzlaşmalar, Türkiye'nin Bozkurt-Lotus davasında takibat yapmağa salahiyeti olmadığını göstermektedir; mesele Türkiye'nin salahiyeti haricindedir. 6) Bazı memleketlerin hukuku ile İngiltere ile Felemenk arasındaki Costarica-Packets ihtilafında Mösyö Friedrich De Martens tarafından verilen hüküm mucibince Bozkurt vapuru ile müsademeye sebebiyet vermekten dolayı tecrim edilen Lotus kaptanını kendi mahkemelerine tevdi etmeğe Türkiye salahiyettar değildir. 7) Bu sebeple Türkiye Bozkurt-Lotus hadisesine vaz'-ı yed etmekle beynelmilel hukuk prensiplerine muhalif hareket etmiştir. 8) Bundan dolayı Türkiye Demons'a tazminat vermeğe mecburdur; istenilen tazminat 6 bin Türk lirasıdır. Evvelce takdim edilmiş olan tahrirî cevabıma birkaç kelime ilave etmekliğime müsaade etmesini, Divandan rica ederim.



3) Türkiye, bayrağın devleti kanunu prensibine muhalif hareket etmiştir;



Mevzubahs onbeşincinci madde gibi vazıh ve kat'î bir madde dahi Fransız muhtırasında olduğu surette tefsir edilebilecek olduktan sonra, bu nev'î istidlal tarzına mukavemet edilecek hiçbir muahede metni yahut madde bulunamaz.



4) Türkiye, ile sair devletler ceza kanununun kabul ettikleri ve "himaye sistemi" denilen, sistem



Fi-l-hakika bir muahedenin "kat'î şeklinde" yazılmasına takaddüm eden münakaşaları ihtiva



BOZKURT – LOTUS DAVASI



eyleyen zabıtnamelerde, metne muhalif bazı parçalar bulmak güç bir iş değildir. Fransız muhtırasında kullanılmış olan tefsir sistemi ile, bir muahede metninde en kat'î ifadelerle bildirilmiş olan bir şeyin aksini iddia etmek daima mümkündür. Bu suretle Türkiye bi-1-farz Ankara İtilafnamesinin akdi ile nihayetlenen müzakerat esnasında delegesinin vâki beyanatına istinad ederek İskenderun Limanının Fransa'ya terkine hiçbir zaman muvafakat etmediğini iddia edebilir. Profesör Mösyö Basdevant tarafından vaz'edilen kaide sayesinde bu iddianın esassız telakki edilmesi biraz güç olur. Âlî Divana arzettiğim şey, Fransız muhtırasında ikame edilen nokta-i nazarın büyük tehlikeler gizlediğini beynelmilel münasebetlere şûriş iras edecek ve münasebetleri başlıca muahedelerin hükümlerine istinad etmekte olan milletlerin aralarındaki itimadı sarsacak mahiyette olduğunu ispat ediyor. Bir nizâda davayı kazanmak endişesi bile bu derecede ileri gitmeğe müsait olmamalıdır. Kaldı ki iki taraf burada beynelmilel hukuk prensiplerini yıkmak için değil, hareketlerini bu prensiplere tevfîk etmek için bulunmaktadırlar. Muhterem hakimler, muahedelere hürmet ve riayet bu prensiplerin baş tarafındadır. Fransız muhtırasının muahedeleri tefsir için kullandığı usulü medeni alemin hukuk fakültelerinde istikbalin hukukşinaslarına tedris etmek bile kabil olacağını



125 zannetmiyorum. Fi-1-hakika Teessüs ve Adlî Salahiyete Mütedair Lozan Mukavelenamesinin onbeşinci maddesi, Lozan Muahedesinin Divan huzurunda tahlil etmek şerefini ihraz ettiğim 28. maddesi kadar vazıh ve aşikardır. Bu 15.maddenin aldığı kat'î şekil şudur: "Türkiye ile sair âkid devletler arasındaki münasebetlerde adlî salahiyet meseleleri, 16. madde ahkamı mahfuz kalmak şartı ile her hususta beynelmilel hukuk prensiplerine tevfikan tesviye edilecektir." Bundan, Türkiye'nin yabancılar hakkındaki adlî salahiyetinin beynelmilel hukuk prensipleri ile tayin edildiği istintaç olunur. Fransız muhtırası bu maddenin tatbikini Türkiye'nin milli hudutları dahilinde işlenmiş olan cürmlere hasretmek istiyor, ve nokta-i nazarını da, ilgası kabul edilmiş olan kapitülasyonlar yerine Türkiye'de tesis edilecek yeni bir rejim, beynelmilel umumi hukuk rejimi hakkında yapılmış olan ibtidai müzakerelerden topladığı delillerle tarsîn etmek istiyor. Halbuki zabıtnamelerde mevcut olan bu müzakereler nihaî surette kabul edilmiş olan metninin tamamen zıddıdır. Metnin kabul edilmiş olması, müttefikler tarafından müzakerelerin devamı esnasında yapılmış ve metne muhalif bulunmuş olan taleblerin, mükalemelerin ve tekliflerin reddini icab ettirir. Burada Lozan Mukavelenamesinin onbeşinci maddesi projesi etrafında yapılmış olan



126 münakaşaları delil olarak ikame etmekle -ki Fransız Muhtırasının muharriri bu münakaşalardan dolayı 15inci maddeye mahdud bir mana izafe etmek istemiştir- mezkûr Fransız Muhtırası, ihtilafı Âlî Divana tevdi hakkında yapılmış olan tahkimname metnine muhalif bir vaziyyete geçtiğini işaret etmek münasibdir. Metinde ancak bütün medeni ve müstakil devletlere tatbik olundukları şekillerde olmak üzere beynelmilel hukuk prensiplerinden bahsedilmektedir. Bu hususta Divan lütfen Türk mukabil muhtırasının l'den 22nci sahifesine kadarki kısmında zikredilen vesikaları tetkik etsin. Muhterem muhasımım, Demons'un, gayr-i muvakkit tevkif müzekkeresine istinaden Türk adliyesi tarafından ihtiyati olarak tevkif olunduğu esnada Paris'te Türkiye sefiri Fethi Bey'e, kendi memleketinin Hariciye Nazırı tarafından yapılmış olan beyanata muhalif bir vaziyyete geçiyor. 27 Ağustos 1926 tarihinde vâki olan bu beyanatı okumaklığıma müsaade etmesini Divan'dan rica ederim. Mösyö Briand: Lozan Muahedesinin 15. maddesine müsteniden adlî salahiyet meselesi mutlak surette beynelmilel hukuk prensiplerine tevfikan halledilmek lazım gelir." Reis efendi, muhterem hakimler, muhterem Fransız ajanı iddianamesinde kendi memleketi hariciye nazırının bu beyanatının menbaını zikr etmediğimizi söyledi, fakat Fransız ajanı Cezayir hadisesi için nasıl Cezair Müddeiumumisinden malumat aldıysa;



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



kendi memleketi hariciye nazırından da bunun doğru olup olmadığını kolayca sorabilirdi zannediyorum. Çünkü biz bu rivayeti evvelce muhtıramızda kaydetmiştik. Bundan başka Teessüs ve Adlî Salahiyet Hakkındaki Lozan Mukavelenamesinin onbeşinci maddesi de rastgele bir surette tefsire müsait değildir. Bu hususta İngiliz hukuk usulü de bizim nokta-i nazarımızı teyid eder. Cain-Hartford College meselesinde İngiliz istinaf mahkemesi demiştir ki: "Biz Parlamentonun niyeti ne olduğu, meselesiyle meşgul olamayız bizim arayacağımız nokta Parlamentonun nizamnamede ne söylediğidir; nizamname vazıhdır, ve bir nizamnamenin tarihi bunun böyle olmadığını izaha muktedir değildir." Mclain ile Kennard davasında adliye Lordu: "Şikayetçilerin maksatları ne idi? Ne düşünüyorlardı, ne zannediyorlardı? Mülakat ne oldu? Yazılı bir kontoratoya ve bu kontorato akd edildiği zaman mevcut olan hadiselere malik olduğumuzdan bunu kabul etmek bana imkansız görünüyor. Hakikatte ise imzalı bir vesikayı bazı malumat elde edildiğini beyan ederek, bir tarafa atıvermek kabil olacak olursa hiç kimse emniyetten istifade edemez." İşte Sir Frederich Pollock'a ait başka bir İngiliz nokta-i nazarı: "Yazılı mukavelenameler akdinden maksat âkid tarafların niyetini muvafık ve daimî surette beyan ve itilafın tabirleri husu-



BOZKURT – LOTUS DAVASI



sunda muahhar ihtilaflara mani olmaktır." Mukavelenamede "âkid taraflarca yazı ile ifade ve imza edilmiş olan" mazmunların şifahi bir şehadetle tayin edilebileceğini kabul etmek yalnız umumi menfaate olduğu kadar bir çok hallerde âkidlerin mukavelenameyi imza ettikleri zamandaki fikir ve kasdlarına da mugayir olur. "Tefsir, mefrûz bir kasd ve niyetin değil fakat aşikar bir niyet ve arzuyu kendine mevzu ittihaz eder. Bu sebeple âkid tarafların kendilerince intihab edilmiş olan ifade ve beyan şeklinde izhar etmedikleri bir mefrûz niyetlerinin bulunduğu kabul edilemez." Fransa'ya taalluk eden hususta Beynelmilel Mesai Bürosuna ait işler ve mezkûr büronun salahiyeti meselesinde Divan tarafından verilmiş olan istişâri rey'i lütfen tetkik buyurunuz; mesele Washington Mukavelenamelerinin ziraate teşmil edilip edilemeyeceğinin tesbiti idi. Bu nokta-i nazar, zaten Divanın Musul Meselesi hakkındaki zabıtnamelerinde de gösterilmiştir. Divanın nazar-ı dikkatini kemal-i hürmetle bu noktaya celbederim. Muhterem hakimler, işte diğer taraftan “Attorney-Genera”in1 Divanınız huzurunda söyledikleri: "Bir metnin manası vazıh, âkid tarafların niyetleri vazıh olursa, bu fikir ve niyet, lâ-yetegayyer metinden aşikar bir surette istidlal olunur. Muahedenin akdine takad-



1



Müddeiumumi



127 düm eden münakaşat bu metne mukabil olarak ikame edilemez." Fransız muhtırasında şöyle deniliyor: "Türk muhtırası mutlak surette doktrin mahiyetindeki fikirlere istinad etmektedir." Bu bir kusur ise, itizar ederiz; biraz ileride de şöyle deniliyor: "Türkiye bunu yaparken enfüsî fikirlerle mevcut hukuk arasında bir fark gözetmiyor; aynı zamanda 62 ve müteakib sahifelerde zikr ettiği müelliflerin verdiği hakimane ihtarları da unutuyor. Bundan başka Divan Nizamnamesinin sekizinci maddesi ahkamını da bilmiyor." Fransız ajanı efendiye, bu Âlî Divanın usul-i muhakemesine, Fransız muhtıralarının istinad ettikleri muahedelerin tefsiri usullerini terviç etmekten uzak olan usul-i muhakemesine bir göz gezdirmesinin âkilâne bir hareket olacağını hatırlatırım. Fi-1-hakika Beynelmilel Daimî Adalet Divanının Musul meselesinde söylediği şudur: "İmdi, Divan, âkid tarafların arzularının ne olduğunu evvel emirde doğrudan doğruya bu metinde aramaya mecburdur. İcabı takdirinde bilahare bu meselede muahede metinlerinden maada, mevzubahs olabilecek maddeleri de tetkik edebilir." Biraz ileride de şöyle söylüyor: "Divan 3üncü maddenin, meclisin ittihaz edeceği kararın 2



Bu ve mütakib sahifelerde geçen mümasil rakamlar, mevzubahs eserlerin Fransızca basılmış metinlerindeki sahifelere aittir.



128 mahiyetini tayine müsait olacak derecede bi-zatihi ve izah olduğu kanaatinde bulunduğundan bu madde müfâdınca -Lozan Muahedesinin istihzan mahiyetteki mesaisinden istinbat edilmiş mülâhazata istinad etmek suretiyle şimdi zikredilmiş olan istintacatın aynı istintacata vasıl olunup olunamayacağını bilmek meselesi, mevzubahs değildir..." Diğer taraftan Divan Wimbledon meselesinde şu fikri beyan etmiştir: "Bununla beraber Divan tahdidî bir tefsir yapmak bahanesi ile 380 nci maddenin tabirlerinin mükemmelen ifade ettiği manayı inkar edecek derecede ileri gidemez. Bir muahedeye ifade ettiği mananın tamamıyla zıddı bir mana izafe etmek pek garip bir tefsir tarzı olur. Bu karar da ispat eder ki Âlî Divan Fransız muhtırasında 15. maddenin şümulünü tayin için müracaat edilen istidlal sistemini kabule mütemayil değildir. Vattel tarafından vaz' ve umumi surette kabul edilmiş olan kaideye nazaran tefsire muhtaç olmayan tefsir muvafık değildir. Bu tefsir prensibi İngiltere ve Fransa gibi en mütemeddin memleketlerin hukuk usullerine kabul edilmiş olduğu kadar, Beynelmilel Âlî Adalet Divanı tarafından da kabule mazhar olmuştur. Fransız muhtırasının bu hükme tahdidî bir mana -bu mana, hükmü ifade eden tabirlerle mecruh ve merdûddur- izafe etmekteki ısrarı bu hususta en küçük bir şüphe bırakmamak maksadıyla, bizi bu madde üze-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



rinde, mümasil meselelerde her mütemeddin devlete olduğu kadar Türkiye'ye de vâsi bir salahiyet veren bu madde üzerinde uzun zaman durmağa mecbur etti; çünkü Tahkimnamede 15. madde ancak iki tarafı beynelmilel hukuk prensiplerine müracaata sevk etmek noktasında mevzubahsdir. Reis efendi, muhterem hakimler, bununla beraber Fransız ajanı efendinin müdafaanamesinde Fransız muhtırasında iddia edilen nokta-i nazarı daha ziyade tavzih ettiğini ve maksadını şu tabirlerle tesbit ettiğini memnuniyetle müşahede ediyorum: "Şunu biliniz ki bu suretle ben yalnız burada bizi meşgul eden farziyyeyi; salahiyet, mağdurun milliyeti esasına tabidir farziyyesini istihdaf ediyorum, diğerleri ile meşgul olmuyorum; cürmî fiillerin bizzat devlet aleyhine tevcih edildiği farziyyesini istihdaf etmiyorum, ben ancak Türk Ceza Kanununun altıncı maddesinin sahasında bulunmuyorum. İşte bu kadar" İşte bu kadar. Diğer cihetten şunu ilave ediyor; "Bi-1-farz yabancı memleketlerde işlenmiş olup devletin emniyetine taaddi mahiyetinde olan vak'alarda salahiyet meselesini nazar-ı itibara alıyorum; öyle düşünüyorum ki bu salahiyet beynelmilel hukuk üzerine müsteniddir, Türkiye'nin bu salahiyeti kullanmasına itiraz etmiyorum yalnız diyorum ki burada beynelmilel hukuka müstenid bir salahiyet vardır." Hulasa Teessüs ve Adlî Salahiyet Hakkındaki Lozan Muka-



BOZKURT – LOTUS DAVASI



velenamesinin 15. maddesi beynelmilel hukuk prensiplerine mugayir olmamak şartıyla Türkiye'nin mutlak bir adlî salahiyetini tanıyor. Türkiye'ye gelince Lozan'da kapitülasyonların her cihetinin tamamıyla ilgasını kabul ettirmeğe muvaffak olduktan sonra bu beynelmilel hukuk prensiplerine mutavaatı kabul etmiştir. Fakat bu mutavaat sair mütemeddin ve müstakil devletlerle aynı müsavat derecesinde ve hiçbir tahdid yahut fark olmamak şartı ile... Lozan Mukavelenamesinin 15inci maddesine mütedair olarak Fransız ajanı efendi tarafından Divan huzurunda vâki olan şifahi beyanatı senet ittihaz ederim. Eğer muhterem muarızım yaptığı tavizatın bir kısmını istirdad etmek istese idi bu mesele hakkındaki münakaşayı memnuniyetle kapayacaktım. Fi-1-hakika Fransız hükümetinin ajanı efendi, müdafaasında, 15inci madde meselesini yeniden mevzubahs ederken muhtırada münderic olan nukat-ı nazarı azacık tadil etti ve bundan yeni bir metâlibe meydana getirdi. Adlî Salahiyet ve Teessüs Hakkındaki Lozan Mukavelenamesine nazaran Türkiye, Fransız ajanı efendiye bakılırsa bu madde mucibince salahiyetini beynelmilel hukuk prensiplerine tevfike mecburdur. Başka bir ifade ile Türkiye her hareketini beynelmilel hukuk prensipleri ile muhik göstermek mecburiyetindedir.



129 Halbuki efendiler, biz Divana, 15inci maddenin bu derece tahdidî mahiyette bir tefsire müsait olmadığını arz ve izah etmiştik. Fransız ajanı efendi dar bir tefsir yapmadığını iddia, maddeye muhtevi olduğu manayı verdiğini ifade ediyor. Lakin öte taraftan da fikrini, reddedilmiş projeler münasebeti ile cereyan etmiş olan münakaşalara istinad ettirmeyi tecrübe ediyor ve bu münakaşalar ianesi ile 15inci maddeye, işaret ettiğimiz dar manayı izafe etmek istiyor. Diğer taraftan Türkiye'den adlî salahiyetini beynelmilel hukuk prensiplerine tevfîk etmesini talep etmek her bir hareketini hâle mahsus bir beynelmilel hukuk prensibine uydurmasını istemek iddiaları, müdafaası kabil olmayan iddialardandır. Bununla beraber bu iddiaya ben şöyle cevap veriyorum: Pek güzel, fakat böyle prensipler bulunursa; buna mukabil böyle bir prensip yoksa hayır cevabını veririm. Bu tezi kabul edemediğimize müteessifiz, bana müsaade ediniz de bu işi ayrıca mülahaza edeyim: Çünkü Türkiye her bir hareketini bir beynelmilel hukuk prensibi ile muhik göstermeğe mecbur olursa hareketsizliğe mahkum kalır, adeta kımıldanamaz. Mesela herhangi bir vak'ada Türkiye'nin adlî devairini harekete getirmek istediğini farzedelim; beynelmilel hukuk bu hususta sâkittir: Bundan dolayı eğer Fransız ajanı efendinin fikri kabul edil-



130 mek lazım gelirse Türkiye'nin kollarını kavuşturup durması icab eder. Fransız ajanı efendiye nazaran Türkiye bu şartlar dahilinde tahdidlere tâbidir; Adlî salahiyetin nâs hukuk prensiplerine mugayir olmaması lazımdır; bu prensiplerin sâkit olduğu hallerde, vak'a ne olursa olsun Türkiye herhangi bir surette hareketten fariğ olmağa mecburdur. Divan'ın bu noktayı bir misal ile tavzih etmekliğime müsaade buyurmasını rica ederim: "Bir siyah, ecnebi bir memlekette bulunuyor; bu zat şüphesiz bulunduğu memleketin kanunlarına riayet etmeğe ve hareketlerini bunlara tevfîk etmeğe mecburdur; siyah bir gün otelinden dışarı çıkıp şehirde gezmek, dolaşmak istiyor; fakat kendisine diyorlar ki sizin böyle bir harekette bulunmanıza müsaade yoktur; siyah neye istinaden böyle bir müsaadenin bulunmadığını soruyor; kendisine diyorlar ki: sizin gezmenize müsaade edecek mahiyette hiçbir kanuni hüküm yoktur." Bu tarzda muhakeme tamamıyla yanlıştır; bu muhakeme tarzını bir devlete tatbik etmek daha az mı yanlış olur. Beynelmilel hukukta daimî surette genişleyen kol budak salan milletlerin hayatına ait her vak'ada tatbik edilebilecek müsbet yahut menfi prensipler bulmak mümkün müdür? Bu cihetin takdirini de bu Âlî Divan'a terk ederim. Reis efendi, muhterem hakimler, Türkiye ile Lozan Muahe-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



denamesinin altına imzalarını koymuş olan devletler 15inci maddenin tefsirinden değil kat'î metninden şu manayı çıkartıyorlar: "Türkiye'de istisnai bir rejim mevcuttu" bu rejimin adı kapitülasyon idi, mütemeddin ve müstakil bir devletin vak' ve haysiyeti ile tevfîk edilemeyen bu rejim, Lozan Muahedesinin 28inci maddesi ile tamamen ilga edildi, adlî salahiyet hakkındaki Lozan Mukavelenamesinin 15inci maddesi, Türkiye'nin bu hususta bütün milletlerde müşterek olan beynelmilel usulden hiçbir kayd ve tahdid olmaksızın istifade etmesi hakkını tanıyor. Bu suretle Türkiye, beynelmilel hukuk nokta-i nazarından Fransa ile yahut beynelmilel müşterek hukuktan istifade eden başka bir mütemeddin devletle aynı vaziyyettedir. Lozan Mukavelenamesinin onbeşinci maddesinin manası budur. Bu mana mezkûr maddenin hiçbir tefsire müsait olmayan kat'î metninden anlaşılmaktadır. Türkiye'nin beynelmilel hukuk nokta-i nazarından vaziyyetini tayin ettikten sonra Fransa'nın bir yabancıya karşı bir tedbir ittihaz ederken, beynelmilel hukukta, kendisinin bu tarzda harekete müsaade eden bir prensip bulunup bulunmadığını aramaya kendisini mecbur mu farzettiğini sorarım? Men' mahiyetinde bir kaide bulamazsa, müsaade eden bir kaide bulamadığı için hareketinden vaz mı geçecek? Şüphesiz ki hayır. O halde Türkiye'nin aynı tarzda hareketini kabul etmeyecek mi?



BOZKURT – LOTUS DAVASI



15inci madde adlî salahiyetin beynelmilel hukuk prensiplerine münafî olmamasını istiyor. Lozan Muahedenamesi Türkiye'nin beynelmilel umumi hukuktan diğer bütün devletler gibi istifade hakkını tanımıştır. Adlî salahiyete mütedair 15inci madde Türkiye'yi beynelmilel hukuk prensiplerine riayete mecbur tutmaktadır. Hakkında beynelmilel hukukun sâmit bulunduğu herhangi bir hadisede diğer bir devletin yaptığı şeyi, Türkiye de yapmağa salahiyettardır. 15inci madde Türkiye'nin vaziyyetini alçaltmak ve haklarını azaltmak için yazılmış değildir. Reis efendi, muhterem hakimler, Fransız ajanı efendi, Türkiye'nin Lotus hadisesinde adlî takibat yapmasına mani olacak hükümlerin mevcudiyetini ispat etmedikçe Türkiye hareketinde serbestisini muhafaza edecektir. Mani olacak hükümler tabiriyle bir salahiyet meselesine mütedair ve Türk adlî salahiyeti bertaraf edecek mahiyette Türkiye tarafından imzalanmış bir mukavelename, yahut bütün devletlerce mer'î olan bir teamül kasd ediyoruz. 15inci madde ancak bu suretle teessüs eden prensiplere riayeti mecbur kılar. Âdet ve teamüle gelince alim ve muhterem profesör Anzilotti'nin dediği gibi beynelmilel teamüller devletlerin beynelmilel münasebetler sahasındaki fiillerinden istintaç edilebilir. Profesör Anzilotti izahatına şu tarzda devam ediyor: Meselenin yalnız basit delillere ait olduğunu



131 unutmamalıdır; ne bir mesele hususunda tevafuk eden dahilî kanunlar ne de müteaddide devletlerdeki Auctaritas verum similiter judijatarum beynelmilel bir teamülün mevcudiyetini ispat ve iraeye kafidir; Zira bu hal devletlerin serbestçe kabul ettikleri nokta-i nazar ayniyetinden mütevellit olabilip bu da her an değişebilir. En çok takdir edilen müelliflerin büyük bir kısmının, hâl-i mer'iyyette bulunan hukuk ile kendi enfüsî fikirlerinden ve izahen tefrik ederek, meşgul olmadıkları hatırlanırsa doktrin mahiyetindeki fikirlerin kafi gelmeyeceği anlaşılır. Teamül ancak devletlerin hakikaten karşılıklı olarak böyle yapmağa mecbur oldukları kanaati ile herhangi bir tarzda hareket etmelerinden mütevellit addolunabilir." Meşhur İngiliz müellifi Westlake aynı surette beyan-ı mütalaa ediyor. Felemenkli müellif Kosteris meseleyi tetkik ederek aynı neticeye varıyor. Bütün müellifler bu hususta müttefiktir. Bundan dolayı biz Fransız ajanı efendinin, Lotus meselesinde Türk adlî salahiyetine set çekecek, mani mahiyette bir teamülün mevcudiyetini ispat etmesini bekliyoruz. Fransız ajanının zikrettiği mütekaddim vak'alar, kendisinin bunlara izafe etmek istediği manayı mutazammın olmaktan çok uzaktır. Bu suretle Türk adlî salahiyetine mani olacak bir teamülün vücudu ispat ve Türk adlî salahiyetini nefy edecek bir prensip ikame edilmedikçe Türkiye, hü-



132 kümranlık hakkı prensibine istinaden, adalet icrası salahiyetini istimal edecektir. Türkiye mani mahiyette bir teamül ile bağlanamaz. Fransız muhtırasında zikredilen vak'alar bizzat Fransız hukuki usulüne mugayirdir. Bunlar en nihayet muhtelif devletlerin hukuki usullerinde bu hususta mevcut olan nokta-i nazar mübayenetini ispat eder. Bütün bunlar bir teamülün mevcut olmadığını ispat ve Türk nokta-i nazarını takviye etmektedir. Devletlerin hükümranlık hakkı Fransız ajanı efendi tarafından ikame edilip Consensus gentium mahiyetinde olmayan güya prensipler ile kırılabilecek kadar zayıf değildir. Fransız ajanı efendi müdafaanamesinde şöyle diyor: "Türkiye Fransız kaptanı aleyhine ikame edilen ceza davasında iddia ettiği salahiyeti kendisine verecek olan beynelmilel hukuk kaidesini hangi beynelmilel teamülden bulup çıkarıyor?" Bu suale muhtıralarımızda cevap verdik, fakat bu sual madem ki yeniden bu Âlî Divan huzurunda serdediliyor, biz de yeniden cevap vermek mecburiyetinde olduğumuzu zannediyoruz. Türkiye beynelmilel hukuk prensiplerini ihlal etmemekle mükelleftir, mevcut olan beynelmilel hukuk prensiplerine riayet etmeğe mecburdur. Lotus davasında Türkiye'nin salahiyetine mani olacak bir prensibin vücudu ispat edilmedikçe Türkiye'nin hükümranlık hakkını kullanmış telakki edilmesi lazımdır. İşte prensip. Prensibi ispata mecbur olmadığımız için hükümranlık hakkı-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



mızı iddia ve ikame ediyoruz. Zannediyoruz ki Fransız ajanı, muhtırasında ve müdafaanamesinde mükerrer surette bu meseleyi zikretmeğe sevk eden âmilin evvelemirde Türkiye'nin hareketlerinden her birini bir beynelmilel hukuk prensibi ile muhik göstermeğe mecbur olduğu hakkındaki iddiasını tekrar etmek ve bizi böyle bir prensip ikamesine imâle etmek endişesi olduğunu zannediyoruz. Biz bir tahkimnameye istinaden huzurunuzda bulunmaktayız; bu tahkimnameye nazaran Fransız ajanı mevcut bir beynelmilel hukuk prensibini Türkiye'nin ihlal ettiğini ispata mecburudur. Bu prensibin mevcudiyetine delil ikame etmek bize düşmez, Lozan Mukavelenamesinin 15inci maddesi ile tahkimname metni bize bu vazifeyi tahmil etmiş değildir; mani mahiyette bir hükmün mevcudiyetini, Fransız ajanı efendinin ispat etmesi lazımdır. Türk ajanı müsait mahiyetinde bir hükmün mevcut bulunduğu hususuna delil ikame etmekle mükellef değildir. Tahkimname ile zikrettiğimiz 15inci madde mecburiyetlerin bu suretle tebdiline müsait değildir. Bunun için biz de itizar ediyoruz. Bizden müsaade mahiyetinde bir hükmün bulunduğuna delil isteyen Fransız ajanı efendi pek iyi bilirler ki hükümranlık hakkı ancak, müteessis bir prensip, bir muahede yahut mâni mahiyetinde bir hüküm sebebi ile tahdid kabul edebilir. Eğer devletler fiillerinden her birini müsaade mahiyetinde kaidelerle mağdur



BOZKURT – LOTUS DAVASI



göstermeğe mecbur tutulsalardı, milletlerin hayatı atalet ve hareketsizlikten ibaret olurdu. Fransız ajanı efendi fı-1-vaki müdaafasmda demişti ki: Türkiye Fransız kaptanı aleyhine ikame edilen ceza davasına iddia ettiği salahiyeti kendisine verecek olan beynelmilel hukuk kaidesini hangi beynelmilel teamülden bulup çıkarıyor. Ben de mesela Fransız ajanı efendiye şunu sorabilirim: Nâs hukukunda Fransız Kanun-ı Medenisinin 14. maddesini muhik gösterecek bir hüküm bulabilir misiniz? Madem ki mâni mahiyette bir hüküm yoktur. Tabii Fransa bu maddeyi tatbik ederken beynelmilel hukukun herhangi bir maddesini ihlal ettiğini hatırına getirmiyor. Mugayir hareket ancak mevcut olan bir prensibe karşı yapılabilir. Adlî salahiyet hakkındaki Lozan Mukavelenamesinin 15. maddesine müteallik Türk nokta-i nazarını bitirdim. Reis efendi, muhterem aza, 15. maddenin tam hakiki ve sadık bir surette mefhumunu tesbit edebilmiş olduğumu ümit ediyorum; şimdi de münfail şahsiyet sistemi de denilen himaye sisteminin tahliline geliyorum. Fransız muhtırası, 15. madde münasebetiyle izah edilmiş olan nokta-i nazarın beynelmilel hukuk prensipleri ile tasdik edildiğini söyledikten sonra -ki bu doğru değildir.- şunu ilave ediyor. "Beynelmilel hukuk bir devletin, kendi toprağı üzerinde işlenmiş fiillerden dolayı yabancılar



133 hakkında cezaî salahiyetini tanıyor; bu salahiyeti kendi tebaası tarafından yabancı memlekette işlenmiş fiiller hakkında da tanıyor; yabancılar tarafından yabancı bir memlekette işlenip devletin emniyet ve itibarına tasaddi mahiyetinde bulunan fiiller hakkında da bu salahiyet tanınmıştır. Fakat himaye üzerine müstenid olan cezaî salahiyet tanınmış mıdır?". Bize gelince, biz de diyoruz ki: beynelmilel hukuk bu salahiyeti tanımayacak mı? Beynelmilel hukukun bu sistemi tanımadığını ispat etmek Fransa'ya aittir. Eğer beynelmilel hukuk bu salahiyeti tanımamazlık etmiyor ise bu meselede mâni mahiyette bir hüküm yoktur. Ve meselede mâni mahiyette bir hüküm mevcut olmadığı için mer'î olan devletin hükümranlık hakkıdır. Binaenaleyh himaye sistemini reddeden kabul etmeyen mâni mahiyette bir hüküm bulunduğunu ispat etmek Fransa'nın vazifesidir. Ve bunu ispat etmedikçe himaye sistemini iddia ve ikamede haklıyız. Fransız muhtırasının satırları dikkatle okunacak olursa Fransa hükümetinin kendisine ait olan vazifeyi Türkiye'ye tahmil etmek istediği görülüyor. Biraz evvel işaret ettiğim tahkimnamenin müfâdına nazaran himaye sistemini mevcut bir beynelmilel hukuk prensibi ile muhik göstermeğe mecbur değiliz. Himaye sisteminin mevcut bir beynelmilel hukuk prensibine münâfî olmaması bizim için kafidir.



134 Bize: "Himaye hakkı beynelmilel hukuk prensipleri ile tasdik edilmiş midir?" diye soran muhterem muarızımıza bu suali biz de tahkimnamenin metnine muvafık olacak başka bir şekilde tevcih ediyoruz: "Himaye hakkı, nâs hukukuna münâfî midir?". Eğer nâs hukukuna münâfî değilse Türkiye de sair bütün mütemeddin milletlere imtisalen ve nâs hukukunun en esaslı prensibi olan hükümranlık hakkına tevfikan kendisince mülayim ve muvafık telakki ettiği kanunları kabul eder. Fransız muhtırasının tahkimname müfâdı mucibince, himaye sisteminin beynelmilel hukuk prensipleri ile müeyyed olmadığı değil, bu sistemin mezkûr prensiplere mugayir olduğunu ispat etmesi lazımdır. Çünkü herhangi bir fiil ve hareket, nâs hukuku prensiplerince müsaade edilmiş olduğu için mezkûr prensiplere mugayir tavsif ve telkîb edilemez. Eğer Fransız muhtırası, himaye prensibinin, nâs hukukunun müsaade mahiyetinde bir kaidesine istinad etmediğini iddia etmekle bunun nâs hukukuna mugayir olduğu neticesine varmak istiyor ise ben bu istintacın doğru olmadığını beyana cüret edeceğim. Fransız nokta-i nazarım daha iyi cerh ve iptal için ilk önce vak'alar sahasına geçelim. Gözümün önünde ufak tefek farklarla himaye sistemini kabul etmiş olan devletlerin listesi duruyor. Fransız ajanı bu devletleri sayarken birçoklarını ihmal etti. Müsaadenizle bunu itmam



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



edeyim. Fransız ajanının zikretmeyi unuttuğu devletler Arjantin, Avusturya, Belçika, Brezilya, Çin, Yunanistan, Guatemala, Macaristan, İtalya, Japonya, Meksika, Norveç, İsveç, İsviçre, Türkiye, Venezüela, Monako Prensliği, Rusya, Lehistan, Zürih Ceza Kanunu, Freiburg Ceza Kanunu, Loseron Ceza Kanunu ve Kanton Ceza Kanunudur. Almanya ile Fransa bi-1-farz İngiliz sisteminde olduğu gibi, kelimenin bütün manası ile territorialist değildir. Bütün bu kanunların kâffesi nâs hukukuna mugayir bir mahiyette midir? Bu devletlerin hepsi mezkûr sistemi kabul etmekle, Fransız muhtırasındaki nâs hukukunu ihlal etmiş olmak ithamını kabul ediyorlar mı? Alim muarızımın bu suallere tasdiki mahiyette bir cevap verebileceğini zannetmiyorum. Japonya Ceza Kanunu, eğer aldanmıyorsam, daha ileri gidiyor! Yabancı memlekette bir Japon'a yapılan hakaret cürmünü bile tecziye ediyor. Fransız muhtırası İsviçre'yi territorial (kazaî hak) sistemini kabul etmiş olan devletler arasına koyuyor. Ben bir İsviçre fakültesinden neşet etmek şerefine mazharım ve hatırlıyorum ki İsviçre'de federal bir ceza kanunu yoktur. Yalnız bir federal ceza kanunu layihası mevcuttur ki beşinci maddesine himaye sistemini ithal etmiştir. Bu madde mukabil muhtıramızda zikredilmiştir. İtalya Ceza Kanununun altıncı maddesi şöyledir:



BOZKURT – LOTUS DAVASI



"4. maddede zikredilen vak'alar hariç olmak üzere yabancı memlekette İtalya devletinin zararına olarak bir cürm işler de, cürmî fiil İtalya kanununda bir seneden az olmak üzere hürriyeti tahdid eden bir cezayı müstelzim olursa, mücrim İtalya Krallığı arazisi dahilinde tevkif edilmiş olmak şartıyla İtalyan kanunlarına tevfikan cezalandırılacaktır. Fakat ceza üçte bir nisbetinde tenzil edilir. Ağır hapis yerine hapis cezası tatbik olunur" ilh. Türk Ceza Kanunu İtalyan Ceza Kanununun tam bir iktibasıdır ve 1 Haziran 1926 tarihinden beri mer'iyyet halindedir. İsviçre Ceza Kanunu layihasının beşinci maddesi aynı sistemi ihtiva eder. Nâs hukukunda müsaade mahiyetinde bir kaidenin bulunmaması meşgul olduğumuz vak'adan hiçbir tesir icra edemez. Çünkü bizce nazar-ı itibara alınacak şey himaye sisteminin nâs hukukuna mugayir olmaması keyfiyetidir. Doktrin nokta-i nazarından ise, himaye sistemini kabul etmiş olsun etmemiş olsun başta İtalyan ve Fransız alimleri, Garraue, Mancini, Triepel, Fiore, Travers Costarica-Packets meselesinde hakem olan- Friedrich De Martens, von Liszt olmak üzere bütün devletlerin hukuk alimleri tarafından müdafaa edilmiş olan himaye sisteminin beynelmilel hukuk prensiplerine mugayir olduğunu iddia etmek mümkün değildir.



135 Bu hususta Friedrich De Martens'in şu fıkrasını nakledeceğim: "Devletin kendi toprağı üzerinde tebaası ve yabancılar tarafından işlenmiş olan cürmleri cezalandırmak hususunda malik olduğu hak, mülkî hükümranlığından mütevelliddir. Devletin tebaası üzerinde haiz olduğu idare salahiyetini, kendisine hudutların ötesinde işlenmiş cürmleri için dahi tebaasını cezalandırmak hakkını bahşeder. Devlet yabancılar tarafından, kendi hudutlarıişlenmiş olan nın ötesinde cürmlerde bu cürmler kendisine nazaran milliyet, mülkiyet, devlet inhisarları gibi hususattan tahassul eden bazı adlî münasebetleri haiz eşyaya yahut şahıslara taalluk ediyorsa yabancıları da cezalandırmak hakkını kazanıyor. Fakat bu nev'îden münasebetler bulunmazsa mesela bir yabancı başka bir yabancıyı bir devletin hudutlarının öte tarafında öldürür ise, katil, devletin ceza kanunlarının şümulü dairesine dahil olamaz..." Garraue da himaye sistemini müdafaa ve Fransız Ceza Kanununun bu sistemi kabul etmemesinden şikayet ettiği gibi Fransız Ceza Kanununda bunun bir boşluk teşkil ettiğini söylüyor. Muhtıramızın 25 ve 26. sahifelerinde bu müelliflerden bu hususa mütedair bir çok fıkralar nakledilmiştir. Bundan başka Mösyö Pessoa tarafından Portekiz dili ile yazılmış olan Beynelmilel Umumi Hukuk Kanunu Layihası adlı alimane eseri zikretmeme müsaa-



136



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



denizi rica edeceğim. Bu projenin 71. maddesi şöyledir: "Devletler yabancı bir toprakta milli kanunun cinayet olarak tarif ettiği bir cürmî fiili işledikten sonra kendiliğinden memlekete gelen bir vatandaşı cezalandırmak hakkına maliktirler." 80. maddede şöyle diyor: "71. maddenin hükümleri yabancılar hakkında da tatbik olunur." Reis-celseyi tatil edip öğleden sonraya talik edebiliriz. Mahmud Beyefendi -bir parça rahatsız olduğum için mü-



dafaama Pazartesi günü devama Divan müsaade buyurur ise minnettar kalacağım. Esasen müdafaamı bir celsede bitiririm. Divan buna imkan görmez ise maruzatıma öğleden sonra devam ederim. Reis -Divan talebiniz üzerine bir karar verecektir. Karar derhal size tebliğ olunacaktır. (celse onikiyi yirmi geçe tatil edilmiştir.) La Haye'de Sulh Sarayında 8 Ağustos 1927 tarihinde saat 15'de Reis Mösyö Huber'in rivaseti altında akdedilen Umumi celse



Hazır Bulunanlar: Mösyö Huber



Reis,



Mösyö Loder



Sabık Reis,



Mösyö Weiss



Reis Vekili,



Lord Finlay



Hakimler,



Mösyö Nyholm







Mösyö Moore







Mösyö De Bustamante







Mösyö Altamira







Mösyö Oda







Mösyö Ânzilotti







Mösyö Pessoa







Feyzi Daim Bey Mösyö Hammarskjold



Milli Hakim, Divan Başkatibi.



BOZKURT – LOTUS DAVASI



Reis -Celse açılmıştır. Söz Türk hükümeti ajanı Mahmud Esad Bey'indir. Mahmud Esad Beyefendi Reis efendi, muhterem hakimler, himaye sistemini tetkike devam ediyorum. Fiilen devletlerin bir çoğu tarafından tatbik edilmiş olan himaye sistemi, demek oluyor ki doktrin itibariyle de kabul edilmiştir. Bu şerait dahilinde, serdettiğimiz fikirleri Fransız mukabil muhtırasının 6ncı sahifesinde iddia edildiği gibi bunları sadece doktrin add ve itibar ederek reddetmek kabil değildir. Delil olarak ikame ettiğimiz doktrini nihayet halihazırda mevcut bir hukuk olan himaye sisteminin ikamesinden ve muhik gösterilmesinden başka bir şey değildir. Fransız muhtırası aşağıda naklettiğimiz bir fıkrayı ihtiva etmektedir ki buna nazaran arazi sistemini mütemeddin devletler tarafından kabul edilmiştir. Divan müsaade buyursun da bu imayı sükut ile geçiştireyim. Bu fıkraya biz gayet basit bir cevap vereceğiz: Soracağız ki yukarıda tadâd ettiğimiz devletler mütemeddin olmayan milletler adâdında mıdır. Fikrimize nazaran himaye sistemini kabul etmiş olan devletler de arazi sistemini kabul etmiş olan devletler kadar ve aynı derecede muasır medeniyete hizmet etmiş siyasi taazzilerde bu iki sistemin hiç birisi beynelmilel hukuk prensiplerine mugayir değildir. Her devlet kendi mahsusi vaziyyetine ve içtimaî menfaatle-



137 rine en çok tevafuk eden sistemi intihab eder. Meşhur İngiliz müellifi Lawrence'in Beynelmilel Hukuk unvanlı telifinde gösterdiği veçhile bugün arazi sistemi prensibine sıkı surette merbut kalmış devlet yoktur. Muhtelif devletlerin ceza kanunlarında görülen bazı farklar bir tedriç meselesidir. Bu gün devletler tarafından tatbik edilmekte olan himaye sistemi her gün daha büyük bir ittisâ' doğru yürümektedir. Yeni kanun layihalarında umumiyetle himaye sistemi kabul ediliyor. Biz Fransız muhtırasında devletlerin arazileri dışarısında işlenmiş olan memnu fiiller meselesindeki salahiyetleri hususunda Cemiyet-i Akvam nezdinde bulunan beynelmilel hukukun tedricen tedvinine memur Mütehabbirler Komitesinin mesaisinden fıkralar nakletmesini beklemektedir. Bu mesainin neticesi Fransız tezini takviye etmesinden sarf-ı nazar belki bu nokta-i nazarı tahribe yarar. Bu komite 1926'daki ikinci içtimaında Oxford Darülfünununda müderris Mösyö Brierly'in bu husustaki raporuna ıttıla hasıl ettikten -ve raporu adam akıllı münakaşa ettikten sonra bizzat rapor muharririnin teklifi üzerine bu mevzûı beynelmilel bir hukuk kanunu için takdime layık olarak tavsiye etmemek kararını verdi. Hatta hükümetlerin devletler arasında bir itilafa zemin teşkil etmek üzere bir metin hazırlamalarını hükümetlere tek-



138 lif etmek fikri bile kabul edilmektedir. Fransız muhtırasında himaye sisteminin bir beynelmilel hukuk hadisesine yahut Türkiye ile Fransa arasında akd edilmiş hususi veya umumi bir mukavelenameye mugayir oluğu ispat edilmiş değildir. Türkiye Cumhuriyeti himaye sistemi ile arazi sisteminden birini dilediği gibi serbestçe intihab edebilir. Bu hususta beynelmilel bir âdetten veyahut bir mukavelename metninden tahassul eden bir mâni' hüküm karşısında değildir. Eğer açık denizde bulunan ticaret gemisi bayrağını taşıdığı devletin arazisinden ayrılmış bir parça ise himaye sisteminin tatbiki nâs hukukunun mâni' mahiyette bir teamülî ile tearuz ettiğinden dolayı himaye sistemi yabancı gemiler üzerinde işlenmiş cürmler hakkında da tatbik edilebilir. Zira himaye sistemi bu sistemi kabul etmiş olan devletin vatandaşlarından biri aleyhine yabancı memleket arazisinde işlenmiş olan cürmlerde tatbik edilebilir. Şüphesiz bayrak kanunu prensibi gemiyi bayrağını taşıdığı devletin arazisi olmak vaziyyetinden daha yoksun bir vaziyyette bulundurmaz. Noktai nazarımızı Frankfurt Darülfünununda müderris Strupp ve şöhreti malum olan Triepel ve bilhassa meşhur Fransız müderrisi Vallery ile teyid ederiz. Vallery bilhassa diyor ki:



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



"Gemiler arazinin parçalarını teşkil ederler bu sebeple arzettiğimiz nazariye bunlar hakkında kabil-i tatbiktir ve gemiler üzerinde işlenmiş olan memnu' fiilin takibi salahiyeti haiz olacak adliye dairesinin tayini için cürmün bütün müşkül anâsırının gemi üzerinde yahut başka bir yerde husule gelip gelmediğini anlamak lazımdır. Başka bir ifade ile denizde işlenen memnu' fiilleri iki kısma ayırmak lazımdır: Bir kısmı yalnız gemiyi, hamulesini ve gemide bulunan insanları alakadar eden dahilî mahiyette memnu' fiillerdir. Diğerleri harici memnu' fiillerdir. Ki bunlar tesirleri kaptanın gemisinin bayrağı altında seyahat etmek devlet tarafından kendisine verilmiş olan kudret ve salahiyeti istimal edebildiği hudutların ötesine de şamil olan veyahut devam edebilen nev'î memnu' fiillerdir. Birinci nev'î memnu' fiiller mutlak surette bu devletin adliyesine tabidir. İkinci nev'î memnu' fiiller aynı zamanda muzır fiilin gerek doğrudan doğruya gerekse bilvasıta tebaalarından birinin şahsına veyahut malına zararlar ika ettiği devletin ceza kanunlarının salahiyeti hududuna da dahil olabilir. Despagnet Beynelmilel Umumi Hukuka Dair eserinde de bu nokta-i nazarı teyid ediyor. Frankfurt Darülfünununda müderris Strupp ile Triepel'e gelince; bu müelliflerin bu husustaki fikirlerini esasen muhtıramızda dercetmiş olduğum için



BOZKURT – LOTUS DAVASI



tekrara ihtiyaç görmüyorum. Fazla olarak Fransız hukukunun bu doktrini takip ettiğini ilave edelim. Cutting meselesinde Amerika Müttehid Devletleriyle Meksika arasında arazi prensibinin mukabil surette tatbiki için ancak hadiseden onüç sene sonra bir mukavelename akdedildiğini söylemeye lüzum görüyorum. Bu mukavelenamenin imza edenleri hiçbir veçhile bağlamadığını zikre hacet bile yoktur. Meksika bugün hâlâ himaye sistemi taraftarıdır. Türkiye'yi Fransız tebaası karşısında himaye sistemine müstenid hakk-ı kazasını istimalden menedecek surette Türkiye ile Fransa arasında mün'akid bir mukavelenin bulunmadığım da biliyorum. Fransa yarın ceza kanununa himaye sistemini ithal etmek hakkını haiz değil midir? Eğer haiz ise niçin Türkiye aynı hakkı haiz olmasın. Türk hükümranlığı ile Fransız hükümranlığı arasında bir fark var mıdır. Fransız ajanı efendi müdafaatında Türkiye'nin himaye sistemini kabul etmesine itiraz olunmadığını söylüyor. Fakat istiyor ki bu sistem Fransız ve vatandaşlarına tatbik edilmesin. Türkiye'yi bu sistemi Fransız tebaasından biri hakkında tatbikten men eyleyecek bir nâs hukuku kaidesi var mıdır? Hayır! O halde Türkiye serbesttir. Bütün devletlerin itaata mecbur oldukları bir kaide teş-



139 kil edecek bir beynelmilel hukuk prensibi ya bir muahede ile yahut beynelmilel bir âdet ile teessüs eder. Himaye sisteminin bir çok muhteriz devletler tarafından kabul ve doktrin itibarıyla da tasdik ve teyid edilmiş olması prensibinin tatbiki men edecek hiçbir prensip mevcut olmadığını ispat eder. İspanya, Amerika Kongresi ile Cemiyet-i Akvam Tedvin Komitesi mukarreratı da bunu ispat eder. Türkiye ile Fransa arasında bu sistemin tatbik edilmemesini istilzam edecek bir muahede yoktur. Teessüs ve Adlî Salahiyete ait Türk Lozan Mukavelenamesi münhasıran beynelmilel hukuk prensiplerine mugayir olmaması kaydıyla Türkiye'nin adlî salahiyetini kabul etmiştir. Bundan dolayı Türkiye himaye sistemini kabul etmekle prensiplere mugayir hareket etmiş değildir. Himaye sistemine ait Türk nokta-i nazarını bu suretle bitiriyor ve bayrak kanununun tetkikine geçiyorum. Reis efendi; muhterem hakimler! Bayrak devletinin kanuni prensibi ile alem-i İngiliz müellifi Lawrence'in dediği gibi devletin dahilî kavanini bu devlete tabi olan gemiyi takip eder. Yani devletin dahilî kanunu bayrağını taşıyan gemiyi açık denizde de takip eder. Fakat Fransız muhtırasının bu prensibi kat'î mahiyette kabul etmediğine işaret ediyor. Hakikatte de gerek devletler ara-



140 sında ve gerek müellifler arasında bu hususta farklı nokta-i nazarlar vardır. Fransız ajanı efendinin müdafaatında bayrağın devleti kat'î olmadığını söylediğini işittiğimiz zaman Lotus davasının hallolunduğu hissini duyduk. Türkiye Cumhuriyeti ancak bu prensibin te'kid ve kabul-i kat'îsindendir ki tahkimnameyi imza ederek ihtilafı Âlî Divana arza gelmiştir. Türkiye Demons'u kendi mahkemelerine tevdi etmekle beynelmilel hukuku ihlal cürmüyle mücrim olduğunu ilan edebilmek için ancak bayrağın devleti hukukunun kat'î mahiyette olduğunu kabul etmek lazım gelir. Bu fikir terk edilecek olursa Türk adlî salahiyetini ispat edecek delailin pek çok olduğunu evvelce arzetmiştik. Bu yüksek adalet mahkemesi huzurunda ancak müsbet beynelmilel hukukun mübrem mahiyette kaidelerinin bunların nazar-ı itibara alınmasına mâni' teşkil ettiğini ispat eylemek şartıyla bu delililer bertaraf edilebilir. Muhasım taraf bu kaidelerin mevcudiyetini ne muhtırasında ne de mukabil muhtırasında ispat edebilmiştir. Bunu müdafaasında da ispat edememiştir. Müdafaasında Fransız ajanının açık denizde muhtelif milliyette gemiler arasında müsademe olduğu zaman müsademeyi yapan gemi kaptanının bayrağın devletinden başka bir devletin ceza hukukuna tabi olmasının nadir olduğunu iddia



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



etmesi bu hususta bayrağın devletinden başka her devletin hukukunun tatbik edilemeyeceğine dair beynelmilel bir teamülün mevcut olduğunu ispat eder. Devletleri adlî haklarını ve neticeten hükümranlık haklarını istimalden menetmek için ale-1-ıtlak imtina kafi değildir. Müteaddid devletlerin müsbet fiiller teşkil eden ve beynelmilel bir âdet tesisine müsait olan müşterek mütekabil ve mükerrer surette arzularının tezahürü lazımdır. Hususta alem-i Felemenk müellifi Kosteris'in Nâs Hukuku Esasları adlı eserinden alınmış şu bir kaç satırı okuyorum. "Emrî âdet hukuku ile emrî olmayan âdet hukukunun tefriki meselesinde müellif umumiyetle gerek emrî ünsiyyetler gerek nehyî ünsiyyetler emrî mahiyette bulunan kaidelerle bir kudret, bir salahiyet veren yahut bir şeye müsaade veren kaideler arasında tefrik yapmanın daha doğru olduğunu zannediyor. Birinci kısım kaidelerden halef etmek mümkün değildir. Ötekilerine gelince hiçbir devletin verilen salahiyet veyahut kudreti istimale mecbur olmadığını hatta bunları terk edebileceğini yalnız bir devletin diğer devletlerden bu husustaki kudret ve salahiyetini nizaa muktedir olmadığını söylemek lazımdır. Fransız muhtırasında bayrak kanunu hakkında kabul edilmiş olan müstesnaların Fransız Usul-i Muhakeme-i Cezaiyesinin beşinci ve yedinci



BOZKURT – LOTUS DAVASI



maddelerinin muhtevi olduğu istisnalar olduğuna işaret etmek faydalıdır. Fransa'da bütün bir asır zarfında mer'iyyet mevkiinde bulunmuş olan 26 Şubat 1926 tarihinden evvel yabancı memlekette işlenmiş olan cürmleri bu kadar büyük bir mikyasda takip etmiyordu. O halde Fransız kanunlarında adlî salahiyetin genişlemesindeki sebebin iki kanun arasında geçen müddet zarfında bayrak kanununa müteallik, bir beynelmilel hukuk prensibinin bu hükme müsaade eder mahiyette bir kaidesinin tesis edip etmediğini kendi kendimize sormakta haklıyız, Fransız muhtırasının muhterem muharriri yeni Fransız kanununa ithal edilmiş olan tadilatın lehinde müsaadekâr mahiyette bir hüküm zikredebilir mi? Soruyorum! Ajan efendi, nâs hukukunun müsaadekâr bir teamülüne istinad etmeğe kendini mecbur addetmiyorsa niçin Türkiye'ye böyle bir mecburiyet tahmil etmek istiyor. Yarın Fransa arazisi haricinde işlenmiş olan cürmler hususundaki terhîb hakkını tahdid etmek ihtiyacını duyar ve bundan dolayı kanunlarının hükümlerini tadil edebilir. Makus bir nokta-i nazarı kabul ederek himaye sistemini kanunlarına kabul etmek suretiyle adlî salahiyetini tevsi' edebilir. Tahdidî yahut tevsîî mahiyette bulunan bu tadilat bütün devletlere tahmil edilmiş beynelmilel hukuk prensipleri ifade ediyor diye iddia ve ikame edi-



141 lebilir mi? Diğer bir ifade ile bir devlet diğer devletlerin kanunlarını ve hukuki usullerini nazar-ı itibara almaksızın kendi kanunlarının hukuk usullerini beynelmilel hukuk prensiplerinin ifadesi olması imtiyazını iddia ve talep edebilir mi? Kendi kanunlarının hükümlerini beynelmilel hukuk prensiplerini tanımak için delil ve hacet olarak diğer devletlere kabul ettirmeğe ve kendisinin hoşuna giderek kabul etmiş olduğu bir şeye diğer devletleri de riayete mecbur ettirmeyi istemeğe hakkı var mıdır? Şüphesiz ki yoktur. Bu tarzda bir iddia beynelmilel hukukun esasını teşkil eden hükümranlık hakkını yanlış anlamaya muadildir. Himaye sistemini kabul etmiş olan devletlerin kanunları ve hukuk usulleri, herhangi bir memleketin kanunlarına ve hukuk usullerine muvafık olmadığı için beynelmilel hukuk prensiplerine mugayir telakki edilebilir mi? Fransız muhtırası tezini teyiden Costarica-Packets meselesini de zikrediyor. Bizim anladığımıza göre bu işin teşkil ettiği misal Bozkurt-Lotus meselesine tatbik edilemez; çünkü Costarica-Packets hadisesi bir vapurla açık denizde sahibi tarafından akıntıya terk edilmiş olan bir tekne arasında vukua gelmiştir. Sonra da Friedrich De Martens'in kararı davanın terkedilmiş bir enkaza ait olduğunu tasrih eder. Bu karardan



142 şu fıkraları aynen nakl ediyorum: "Denizde metruk bir halde dolaşmakta olup CostaricaPackets'in kaptanı Carpenter tarafından 1888 Kanun-ı sanisinde durdurulmuş olan teknenin Felemenk Hindistanı karasularının dışarısında müsadere edilmiş olmasına mebni;" Mezkûr teknenin hamulesinin Carpenter tarafından temliki keyfiyetinin açık denizde vâki olmaktan dolayı işin Felemenk mahkemelerine ait olmayıp İngiliz mahkemelerine ait ol-masına mebni; "Zikredilmiş olan enkaz ile Fraiser'in kaybettiği teknenin aynı olduklarının ispat edilememiş olmasına mebni;..." Bu meseleye ait İngiliz muhtırası bilhassa şu noktaya işaret eder. Bunu zikretmekliğime müsaadenizi rica ederim. Çünkü bizi suret-i mahsusada alakadar ediyor: "İngiliz kanununa ve İngiliz bahrî hukukuna nazaran tekne Kostarika tarafından vaz'ı yed edilmiş olup sahibi de pek çok zaman müracaat ve hukukunu ispat etmemiş olduğundan haşmetli Büyük Britanya ve İrlanda Kraliçesinin malı olur. Batmak üzere metruk tayfasız olan ve kurtarılması anına kadar gerek sahibi ve gerek başkaları için kayıp olmuş vaziyyette bulunan bir tekne bayraksız yalnız hüviyetini ispat edecek diğer bir işâretsiz rüzgarların ve suların keyfine göre denizde dolaşan



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



âtıl bir kitle arzeder ki hiçbir kimsenin malı olmayarak telakki edilmek vaziyyetindedir. O tarzdaki prensip..." Açık denizde bulunan bir enkaz bir arazi parçasını temsil etmez ve hiçbir bayrağa tabi değildir. Bundan dolayı bu meselede iki bayrak kanununun rekabeti mevzubahs olamazdı. Çünkü iki bayrak yoktur. Buna mukabil BozkurtLotus davasında iki bayrak mevcuttur. İki hükümranlık ve iki bayrak kanunu tearuz halindedir; Lotus'un karşısında bir enkaz değil yaşayan ve işleyen bir bina, bir Türk hükümranlığı ve bir Türk bayrağı hukuku vardır. Mesele bir enkaza müteallik değildir; bir devletin hükümranlığı bir enkaz değildir. Esasen bu nokta-i nazar aşağıdaki satırlarını okumağa ictisâr ettiğim alim müellif Calvo tarafından da teyid edilmiştir. "Taifesi tarafından terk edilmiş olan ve akıntılarla yahut dalgaların hareketiyle öteye beriye dolaşmakta olup açık denizde tesadüf edilen yahut sahillerde karaya vurmuş olan bir gemi enkaz addolunur." Frederic De Martens tarafından verilen hüküm esas itibariyle yalnız Karnebık gibi Hollandalı müellifler gibi Vallery, Jordan gibi Fransız müelliflerinin ve Alman müelliflerinin ve bilhassa salahiyeti itiraz götürmeyen Triepel'in tenkidine uğramıştır.



BOZKURT – LOTUS DAVASI



Şunu istintaç ediyorum ki Costarica-Packets ve BozkurtLotus davalarında vak'a ve hukuk şeraiti hiçbir müşabehet arzetmezler. Ondan maada bu Âlî Divanın hüküm ve kararına arzedilen meselede tesirleri bir Fransız gemisinin hudutları dahilinde hissedilmiş olan bir cürme taalluk etmez. Memnu fiil bir müsademeden zuhura gelmiştir. İki devletin bayrağı bunda alakadardır. İki bayrak kanunu karşılaşmışlardır. Türkiye-Fransa kadar açık denizde bayrak kanunu iddiasına hakkı vardır. Bu müsademenin neticeleri Türk gemisinin üzerindedir. Türkiye'nin bu meselede hiç olmazsa Fransa ile aynı zamanda takibat yapmağa da mı hakkı yoktur? Şüphesiz ki vardır. Hatta ben daha ileri gidip neticeleri Türk bayrağını hamil bir gemi üzerinde zuhur eden bir cürm mevzubahs olduğu için Türkiye kendi arazisi üzerinde umumi nizam haleldar olmuş bir devlet sıfatı ile yalnız Fransa ile aynı zamanda değil belki cürm kendi arazisi üzerinde vâki olduğu için Fransa'dan evvel bayrak prensibini iddiaya hakkı olduğunu söylemeye cesaret ederim. Fransız muhtırasındaki nokta-i nazara göre BozkurtLotus müsademesinde bayrak kanunu Fransa'ya taalluk etmesi itibariyle tatbik edilebilecek fakat kendi bayrağını taşıyan bir gemi üzerinde cürmün bütün neticelerine maruz kalan Türkiye hakkında tatbik edile-



143 meyecektir. Müsademeden sonra batan gemi bir Türk gemisidir. Felakette Türk vatandaşları canlarını feda etmişlerdir. Türk Hükümetine, hiç olmazsa müsademe neticesiyle hiçbir zarara uğramayan Fransa derecesinde olsun bayrak kanunundan istifadeyi men' için serd ve ikame edilecek prensip hangisidir? Biz buraya CostaricaPackets davasında Friedrich De Martens tarafından verilmiş olan hükmün ne derecede haklı veya haksız olduğunu araştırmağa gelmedik. Biz yalnız Fransız hükümetinin BozkurtLotus hadisesinde iddia ettiği gibi mevzubahs hükmü bir beynelmilel hukuk prensibinde esbab-ı subutiye olamayacağına işaret etmek istedik. Beynelmilel Hukuk Enstitüsü azasından olup uzun zaman Fransız Hariciye Nezaretinin Umur-ı Hukukiye-i Muhtelite Kalemi Müdüriyetinde bulunan ve haklı olarak bu gibi meselelerde salahiyeti kabul edilen Mösyö Jordan bayrak kanununa ait bir tetkikinde iddia ediyor ki: "Bu maruzattan bu hususta umumi surette tanınmış ve kabul edilmiş beynelmilel hukuk kaidesi, nâs hukuk prensibi mevcut olmadığı meselenin her devletin cezaî ve hukuki salahiyetine mütedair kanunları ahkamına tabi olduğunu, Avrupa veya Amerikalı devletlerin kısm-ı azaminin arazi salahiyeti prensibi üzerine istinad eden ve fazla olarak memnu' fiil failinin tebaaların-



144 dan birisi olması sebebiyle şahsî salahiyetleri esasına tabi olup yabancı bir memlekette yabancılar hatta kendi tebaaları aleyhinde işlenmiş cürmlerin bile cürmî fiillerin kendi mahkemelerince takibini talep etmediklerini ve bu halin bir nâs hukuku kaidesinin bir muayyen beynelmilel prensibinin mevcudiyetini zannettirdiği, fakat bunun sırf bir hayal olduğu istintaç edilir, tabii biz bu kadar ileri gitmiyoruz. Ben yalnız Fransa Hariciye Nezaretinde Umur-ı Hukukiye-i Muhtelite Bürosunun başında bulunmuş olan Mösyö Jordan'ın fikrini zikrediyorum... Bu fikre Fransa, Amerika ve İngiltere gibi devletlerin hukuk usullerine müstenid olması itibariyle daha çok kıymetlidir. Fransız muhtırası hatırımda iyi kalmış ise Mösyö Jordan'ın bir hususiyet-i ruhiye atfettiği istintacatını reddetmek istiyor. Fakat unutuyor ki bu istintaçlar mücerret bir nazariye değil beynelmilel mevcut olan teamülden alınmıştır. Bundan başka bu fikirler Fransız hukukunda mevcuttur. Meşhur İngiliz müellifi Westlake'e gelince; Kat'iyyet prensibinin muhafazası hususunda pek kıskanç olan bu müellif müsademe neticesinde bazı istisnalar kabulü ile şu satırlarda olduğu gibi idare-i kelam ediyor: "Açık denizde geçen hadiselerde gemi üzerinde işlenen cürmün cezalandırılabilmesi gemide vukua gelen evlenme,



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



doğum, ölüm, mukavele yahut diğer hukuki hadiselerin makbul tutulması lazımdır. diyor:



Biraz daha ilerisinde şöyle



"Fakat açık denizde gemiye bayrağının vermiş olduğu arazî mahiyeti hukuk nokta-i nazarından tamamıyla bir mefrûzadır. Bu mahiyet muhtelif milliyette gemiler arasında bir müsademe hasıl olup bir müşkülat zuhur edebileceği zamanlarda mevcut değildir." ilh... Bu Divan-ı Âlî Lotus davasının bir müsademeden mütevellit olduğunu bilmiyor değildir. Bir çok uzun boylu tetkikat yaptığımız halde Türkiye'nin Fransız kaptanı hakkında adalet tatbik etmesini menedecek bir beynelmilel hukuk prensibi keşfedemedik. Esasen Fransız muhtırası bayrak kanununun kat'î mahiyetini kabul etmiyor ve tabii müsademe halinde bunu evleviyetle kabul etmesi lazım gelir. Fransa bu kanunu bir gemi üzerinde işlenmiş olan bir cürm hakkında kabul etmediği halde muhtelif bayrağı hamil iki gemi arasında husule gelen müsademe için de evleviyetle kabul etmemesi lazımdır. Bu tearuz teşkil eder. Âlî muhasımımız Profesör Basdevant Franconia hadisesinde zikr ve bunu Türkiye'nin adlî salahiyeti aleyhine delil olarak ikame ediyor. Profesör Basdevant müdafaasında bayrağın devleti kanunundan bahis



BOZKURT – LOTUS DAVASI



ederken bu mesele üzerinde ısrarla durmuştur. Hatta iki üç defa bu meseleye avdet etmiştir. Bu davayı bir kere zikr ve Lotus meselesinde Fransa tezinin en ehemmiyetli esbab-ı subutiyesinden biri olarak kaydetmiştir. Bu tarzda görüş doğru değildir. Müsaadenizle Fransız ajanı efendinin Franconia davasındaki İngiliz mahkemesi kararını pek keyfi bir surette tahlil ettiğini ve karar metninden uzaklaştığını söylemeğe mecburuz. Bu Franconia meselesinde salahiyet bulunmadığına karar vermiş olan İngiliz nokta-i hareketini İngiliz ceza sitemi, İngiliz kanunları yahut İngiliz dahilî hukukunun teşkil ettiği esasa istinad ettirmiştir. İngiliz mahkemesi İngiliz kanunlarından mevzubahs fiili cezalandıracak bir hüküm bulmamıştır. Fi-1hakika İngiliz mahkemesinin kararında Clunet'nin Beynelmilel Hukuk Gazetesinin 162nci sahifesinde münderic bulunan şu fıkrayı okuyorum. "İmdi, tahkikat-ı istintakiyeden müttehimin taifesini, yolcularını ızrar etmek niyetinde olmadığı anlaşılıyor. Franconia kaptanının cürmü basiretsizlik, maharet ve mesleki malumat noksanlığı olup insanların ölmesine sebeb olan hadise ne kaptanın fiili ne de fiili müteakib ve bilavasıta neticesidir. Kaptan kuleyi terk etmemiştir ilh..." Biraz daha ileride 63üncü sahifede şu fıkrayı okuyorum: Bu veçhile bu davada İngiliz



145 mahkemelerinin ne umumi İngiliz kanunu ahkamınca ne de Âlî Amirallik Mahkemesi usul ve nizamları mucibince salahiyettar idi." İşte görüyoruz ki, mesele mutlak surette dahilî İngiliz hukukunun yahut İngiliz ceza sisteminin tatbikine taalluk etmektedir. İngiliz mahkemesi yine dahilî İngiliz hukukuna yahut İngiliz ceza sistemine istinad ederek -bu noktayı kaydetmek faidelidir-cürmün vuku mahallini Alman gemisi olmak üzere kabul etmiştir. Şu fıkralar ispat ediyor. "O halde cürmî fiilin bir yabancı memleket gemisi üzerinde işlendiği itiraz kabul etmez bir haldir. Bu fiil İngiliz mahkemeleri tarafından muhakeme edilebilir mi? Halledilecek mesele yalnız budur." 166ncı sahifeden de şunu naklediyorum: "Hulasa cinayet mahkemesinin bir Alman gemisinin üzerinde açık denizde işlenmiş olan bir cürm için, gemi sahilden üç mil mesafede bile olsa, takibat yapmağa salahiyeti yoktur. Cürm fiilin Alman kanunlarına tevfikan takip ve muhakeme edilmesi lazım gelir." Bunun neticesi şudur: İngiltere'de karasularının açık deniz telakki edildiği bir zamanda bile, ingiliz hakimi bir beynelmilel hukuk prensibi aramamıştır. Yalnız cürmün vuku' mahallini tayin için İngiliz ceza



146 sistemini tatbik etmiş, ve İngiliz karasularının açık deniz farzedildiği vakitlerde bile İngiliz hakimi kat'î ve esaslı surette dahilî İngiliz hukukunu nazar-ı itibara almıştır. Fi-1-hakika İngiliz mahkemesinin kararından sonra neşredilen 16 Ağustos 1878 tarihli İngiliz kanunu karasularının hududunu tesbit ederek bu gibi cürmleri cezalandırmağı kabul etmiştir. Bu kanunun metni şudur: "Haşmet-meâbın tebaası olsun yahut olmasın denizde haşmet-meâbın karasularında yani sahilden bir deniz mili mesafede işlenmiş olan cürm, bir yabancı memleket gemisi üzerinde yahut yabancı bir memleket gemisi tarafından işlenmiş olsa bile amirallik kazaî salahiyeti dahilindedir." Bu davadan Türkiye lehine olarak istihsâl ettiğimiz netice şudur: Uzmanlar açık deniz telakki olunan İngiliz karasularında iki muhtelif bayrak taşıyan gemiler arasında vukua gelen cerî mahiyette müsademelerde hatta cürmün vuku mahalli nokta-i nazarında bile İngiliz hakimi beynelmilel hukuktan bir hususi prensip değil, umumi İngiliz ceza prensiplerini tatbik ediyordu. Cürmün vuku' mahallinin tahsisi ise malum olduğu gibi her memleketin dahilî hukukuna tabi bir meseledir. Fi-1-hakika, bilhassa Fransız hukuk usulüne nazaran cürmün vuku mahalli ya



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



cürmün başlandığı yahut bitirildiği yer olarak tahsis edilir. Bu sistemi kabul eden Fransa hukuk usulüdür. Bu veçhile yine Fransız hukuk usulüne nazaran bu Franconia meselesinde İngiliz gemisi yerine bir Fransız gemisi batmış olsa idi, ve felaket bir Fransız'ın ölmesine sebep olsa idi Fransız mahkemeleri salahiyetlerini iddia ederlerdi. Aynı veçhile Franconia bir Fransız gemisi olsa idi Fransız mahkemeleri cürmün vuku mahalli olarak cürmün başladığı mahalli kabul edip salahiyetlerini icra etmeyi iddia ederlerdi. Bizim bu meseledeki nokta-i nazarımız Garraue tarafından da teyid ediliyor. Garraue diyor ki: "Bir cürm Fransız toprağı üzerinde işlendi diyebilmek için, cürmün Fransa toprağında başlayıp tamamıyla orada bitmiş olması lazım gelmez. Şüphesiz Fransız yahut yabancı memleket mahkemelerinin salahiyetini tayin için istihzarı mahiyette fiillerin gerek Fransa'da gerek yabancı memlekette ika edilmiş olması kafi değildir; Fakat ister başlamış isterse bu icrayı devam ettirmiş olsun, icraî bir vak'a teşkil eden her bir vak'a memnu fiili, bu vak'anın vukua geldiği yerde işlenmiş addettirir. Hulasa cürmün mevkiini tayin için sadece istihzan mahiyette bulunan fiiller ve hususi cürmler teşkil edebilen fakat memnu' fiili terkîb eden anâsırdan sayı-



BOZKURT – LOTUS DAVASI



lamayan neticelerle meşgul olmayıp bu cürmü teşkil eden vak'aları nazar-ı itibara almak lazımdır. Fransız hukuk-ı usulü de Garraue'nun nokta-i nazarını teyid etmektedir. Türkiye'ye gelince: Biz Fransız hukukunun kabul ettiği salahiyetten başka bir şey istemiyoruz. Çünkü cürmün vukubulduğu fiilin neticesi Türk Bozkurt vapurudur. Franconia davasında cürmün Alman gemisine tahsis edildiği bundan dolayı bizim de cürmü Lotus gemisi üzerinde tahsis etmekliğimiz lazım geldiği itirazı bize karşı der-miyan edilemez. Hayır, çünkü Franconia davasında İngiliz mahkemesinin karan İngiliz dahilî kanunu cürmün tahsisi nokta-i nazarından bir tatbikidir. Ve bu nokta-i nazarda bu karar beynelmilel bir prensip olarak zikredilemez. Bunun da delili şudur ki bu hususta muhtelif İngiliz ve Amerika mahkemelerinin cürmü tahsis nokta-i nazarından bu İngiliz mahkemesinin kararına muhalif bir çok kararları vardır. Mesela Sawarkar davasında İngiliz mahkemesinin kararı (M.Travers birinci cilt sahife 173'e müracaat); Massachussets nihaî mahkemesi kararı (B.Moore Digest of International Law, dediği sahife 252) Franconia davasında verilmiş olan hükmün cürmün tahsisi nokta-i nazarından İngiliz ceza sisteminin tatbikinden başka bir şey olmadığını tekrara mecburuz. Franconia davasında



147 verilmiş olan karar üzerinde uzun müddet tevakkufa mecbur olmamak sebebi muhterem Fransız ajanının bu kararı Fransız tezinin lehinde olarak ısrarla zikretmek istemesinden dolayıdır. Bundan dolayı arz-ı itizar ederim. Bu veçhile Triepel'in Franconia davasında İngiliz hakiminin dahilî İngiliz hukuka istinad etmiş olduğunu iddia etmekle nokta-i nazarında aldanmadığı sabit olur. Şu halde Fransız tezinin medâr-ı istinadı olan büyük bir delil ademe müncer olmuş ve Türk tezi lehine olarak yeniden hayata girmiştir. Bundan başka Franconia hadisesinden sonra üzerine John Anderson adlı bir İngiliz katl işlediği Amerika gemisinde S.Avenger hadisesi vukua gelmiştir. Bu hadisede İngiliz hükümeti başka bir nokta-i nazar tatbik etmiş bu münasebetle Britanya hükümeti tarafından Washington Hükümetine gönderilmiş olan takrirden bazı fıkralar zikredeceğim: Britanya hükümeti bu notasında diyordu ki: "Britanya hükümeti açık denizde yabancı bir memleket gemisi üzerinde yahut yabancı bir memleket hukukuna tabi mahallerden işlenmiş olan cinayetlerin cinayet failinin mensup olduğu milletin mahkemelerine salahiyet izafe eden bir kanunun nâs hukukuna yahut beynelmilel hukuk muvâlâtına mütedair bir prensibi ihlal ettiğini kabule meyyal değildir. İngiltere hükümetinin bilakis



148 bir çok vak'alarda adalet mefhumunun menafıine hadim olduğu ve adalet prensiplerine mükemmelen muvafık bulunduğu zannındadır. Bu tarzda bir adalet icrası iddiası cürmün arazisi üzerinde işlenmiş olduğu devletin adalet icrası hakkını tanımamak mahiyetinde değildir. Bu iddiada olsa olsa müşterek bir adalet icrası hakkının tervici görülür." Jordan'ın zikrettiği Mösyö Lene diyor ki "İngiliz hukuku bu sahada seyyal dalgalı ve mütehallifdir." Mütemeddin memleketlerin hukuku müsademe vak'alannda cürmün vuku' mahallinin tayini hususunda bizim nokta-i nazarımızı kabul etmektedir. Fauchille bu hukuk usullerini zikr ve bunları üç sınıfa tefrik eder. Birinci kısım cürmün başladığı mahalli kabul edenler; ikincisi neticenin vuku bulduğu mahal; üçüncüsü müşterek bir salahiyet kabul edenler. Zikrettiğim üç hail tarzı da Türkiye'nin lehindedir. Bilhassa Amerika ve İngiliz ve hatta Fransız hukukunu hatırlattıran ve mütemeddin devletlerce kabul edilmiş olan ikinci kısım Türkiye tezine muvafıktır. Üçüncü kısma gelince; bu kısım 1917 Union hadisesinde Brezilya nihai mahkemesi tarafından tatbik edilmiştir. Kübalı alim profesör Mösyö de Bustamante, geminin üzerinde cürmün mağdurları bulunan devletin salahiyetini kabul ediyor ve



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



beynelmilel hususi hukuk kanunu projesinin 310 ncu maddesinde şöyle diyor: "Açık denizde yahut muhtelif bayrak taşıyan gemiler arasında cürmî mahiyette bir müsademe vukuunda mağdur tarafın ceza kanunu tatbik edilecektir." Bu arzettiklerimiz iştigal mevzuumuzu teşkil eden hadisede Türkiye'nin adlî salahiyetini nez' eden bir nâs hukuku memnu'iyeti olmadığını ispata beliğ mâ-beliğ kafidir. Fransa hükümetinin muhterem ajanı Brugge mahkemesi kararını mâ-sebak olarak hükümetine itiraz etmek istemiştir. Bunu bu itirazı yaparken mevzubahs vak'ada üzerine bindirilen geminin umumî bir hizmete tahsis edilen bir fener gemisine taalluk ettiğini nazar-ı itibara almıştır. Fakat zannederim ki istifade etmek istediği hükmün esbab-ı mucibesinde kabul edilen kaidelerin hiçbir fark olmaksızın her türlü gemiye tatbik edileceğini unutmuştur. Bu hükmün esbab-ı mucibesinden birini zikrediyorum: "Şayan-ı itiraz görülen bir beynelmilel hukuk prensibi mucibince bütün gemilerin ait oldukları memleket arazisinden bir parça teşkil etmelerine ve açık denizde kendi memleketlerinin hukukuna tabi olmalarına mebni..." (West-Hinder'in sâbih işaret hizmetine tahsis edilmiş olmakla beraber hakikatte şeklî,



BOZKURT – LOTUS DAVASI



müşkil unsurları ve teşkilatıyla bir gemi olmasına mebni...) Bu cürmün hayyiz-i husule geldiği mahal Belçika gemisi üzerinde idi. Muhterem Fransız profesörünün Brugge mahkemesi kararının Brüksel divanı kararı ile nakz edildiğini iddia etmesi yanlış olduğunu zannediyorum. Brüksel divanı bu hükme mevzu teşkil eden mesele ile hiç meşgul olmamıştır. Bundan fazla Fransız ajanı efendinin telmih ettiği 19-021895 tarihli Divan kararı bir hukuk davasına müteallik olup ceza davasına müteallik değildir. Muhtıramızda zikrettiğimiz Ortighia ve Oncle-Joseph meselesinde Fransız kaptanı Renucci aleyhine yalnız inzibatî mahiyette bir dava açıldığı doğru değildir. Çünkü Fransız kaptanı Brugge mahkemesine nazaran hakiki bir cürmle müttehimdir. Ve bu sıfatla dört ay hapse ve mütemmim ceza olarak da sanatını icranın bir müddet talikine mahkum olmuştur. Bu mahkumiyetin ebedi neticesi bir İtalyan limanına girmesine müsaade edilmiş olan bir geminin kaptan Renucci tarafından kumanda edilmek memnuiyetidir. Bundan sonra Fransız ajanı efendi Fransız kaptanının İtalyan Ticaret Kanununa tevfikan mahkum edildiğini ilave etti. Fakat Fransız kaptanı dört ay hapse mahkum edilmiştir. Yani ortada İtalyan Ticaret Kanununda münderic olsa bile bir ceza vardır. Bunun



149 Ticaret Kanununda münderic olması kıymeti haiz değildir. Efendiler mesele bir devletin ceza vermek hakkını haiz olup olmadığını bilmektedir. Esasen o zamanlarda henüz İtalyan Ceza Kanunu yoktu. Fransız ajanı efendi İtalyan hükümeti tarafından Beynelmilel Hukuk Enstitüsüne tevdi edilen projede salahiyetin bindiren geminin memleketine ait olduğu musarrahdır. Biz Mösyö Basdevant'nın bu projeyi delil olarak ikame edeceğini zannetmezdik. Çünkü proje bizim tezimize müstenid olabilir. Fakat biz bu projeyi tali ehemmiyetine mebni kaydetmemek lazım geldiğini düşünmüştük. Muhterem muhasımım mezkûr projeye istinad etmek istediği için benim de yalnız birkaç kelime ile diğer bir meseleyi hatırlatmaklığıma müsaade buyurunuz. Mösyö Monleaux-Storeck 1897 tarihinde Beynelmilel Hukuk Enstitüsünde müsademelerin önüne geçmek üzere beynelmilel cezaî ahkam tesisini teklif etmişti. Bu teklif şiddetli itirazlara uğradığı için projenin sahibi nihayet Enstitünün Brüksel'de 1902 senesinde akdettiği içtimada teklifini geri almağa mecbur oldu. Evvelemirde bu teklifin kabul edilmemesi keyfiyetin Türk tezi lehinde olduğu hususuna nazar-ı dikkatinizi celbederim.



150 Saniyen müsademelere müteallik vak'alarda terhib hakkının yalnız bir devlete verilmesindeki müşkilattan dolayıdır ki Mösyö Monleaux her devlette alakadar tarafların her birinin beş mümessilinden müteşekkil ve kendilerine reis tayini ile mükellef muhtelit müsademe mahkemeleri teşkil edilmesini istiyordu. Yani bu projede Fransız tezini takip edecek hiç bir şey yoktur. Fransız hükümetinin muhterem ajanı yanlış bir manevra üzerinde tafsilat vermiştir. Zannediyoruz ki bu hususta irad ettiği tafsilatın Lotus hadisesini bir yanlış manevra meselesi haline koymak gayreti ile verilmiş olduğunu zannediyoruz. Çünkü eğer hadise bir yanlış manevra mahiyetinde olarak kabul edilirse inzibatî bir ceza mevzubahs olur. Mesele bu iddianın esaslı olup olmadığını ve mevzumuzun haricinde kalıp kalmadığını halletmektir. Fi-1hakika Âlî Divanın meseleye vaz'etmesini mûceb olan tahkimname metninden de anlaşıldığı üzere Lotus hadisesinde madde-i cürm bir yanlış manevra değildir. Tahkimnamenin bu husustaki ibaresi aynen şudur: "Sekiz Türk gemici ve yolcusunun ölümüne intaç eden Bozkurt gemisinin batması sebebi ile..." Bu suretle madde-i cürm evvelemirde Bozkurt'un batması ve bilhassa gemide bulunan Türk vatandaşların ölmesidir. Hiç şüphesiz ki meselede umu-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



mî ceza hukukuna tabi bir cürm vardır. Türkiye Lotus gemisinin nöbetçi kaptanı aleyhinde hiçbir zaman inzibatî mahiyette bir takibat yapmamıştır. Türkiye Türk gemisinin batmış ve felaket esnasında Türk vatandaşlarının boğularak ölmüş olmasından dolayı kaptan Demons ile Türk kaptanı cezalandırmağa salahiyeti olduğunu iddia etmiştir. Demek oluyor ki burada inzibatî mahiyette bir cezanın tatbiki değil hakkında umumî hukuka tevfikan verilecek bir mücazât mevzubahsdir. Yani mesele bu şekilde arz-ı vücud eder ve eğer aldanmıyorsak bilhassa Fransız hukuku tamamen bu mahiyettedir. Mesela Cezayir mahkemesi şöyle söylüyor: 24 Mart 1855 tarihli inzibat kararnamesi ancak mali ticaret bahriyesi hakkında tatbik edilebilir. Bu kaptana gelince: Kendinin Fransız tabiiyyetinde olmadığı ve kendisi ifa-yı vazife esnasında yahut ifa-yı vazifeden münbais olarak bir cinayet yahut cürm işlemiş bulunursa kendisinin umumî hukuk usulü ile muhakeme edilebileceği ve ceza kanununun tahsis ettiği cezalarla cezalandırabileceğini iddia etmek kabildir." Bu hüküm Clunet tarafından Bahriye Hukuku Beynelmilel Mecmuasının 547. sahifesinde dercedilmiştir. İşte başka bir karar sureti: Bu da Aix mahkemesince ısdar edilmiştir.



BOZKURT – LOTUS DAVASI



"24 Mart 1852 tarihli Ticaret-i Bahriye hakkındaki İnzibatî ve Cezaî Kararnameleri İkmal Eden 1891 tarihli Kanunun birkaç adet inzibatî yahut cezaî... tesbit etmesine mebni." "Bu kanunun ikinci maddesinde bu nizamname hilafında yapılan hareketler için az çok şedid cezalar vaz'etmesine mebni memnu' fiilin derece-i ehemmiyetinin tabi olduğu neticelere mebni..." "Kanunun ibtidai istihzaratına nazaran müsademe halinde cünha mahkemelerinin hiçbir vakit itiraza uğramayan salahiyeti istintaç edilmiş olmasına mebni ve daha yüksek bir ceza tesbit eder. Ceza Kanunu 319. maddesinin eşhasın emniyetini daha müessir surette himaye etmiş olmasına mebni..." Aix mahkemesi bu umumî hukuk cezayı bu inzibatî cezayı bir ecnebi kaptanı hakkında tatbik etmiştir. (Bahriye Hukuk-ı Beynelmilel Mecmuası sahife 86) Şu hale nazaran muhterem Fransız mahkemesi ve bilhassa muhterem muarızımızın büyük bir ehemmiyet izafe ettiği Aix mahkemesi ecnebi kaptanların işledikleri cürmler inzibatî mahiyette bir cezayı mûceb bile olsalar cezalandırmaktadırlar. Fi-1-hakika mahkemeler ecnebi kaptanları inzibatî bir ceza ile cezalandırmıyorlar. Fakat inzibatî cezayı ele alarak umumi hukuku, Fransız Ceza Kanununa tatbik etmektedirler.



151 Halbuki Türkiye Lotus kaptanı hakkında inzibatî bir ceza tatbik etmemiştir. Sadece kendi ceza kanununu tatbik etmiştir. O halde muhterem Fransız hükümetinin ajanı doğrudan doğruya kendi memleketinin adlî usulü tarafından tatbik edilen bir hukuka neden itiraz etmek istiyor. Şu noktayı da kaydetmek istiyoruz. Açık denizde seyr ü sefer falan veya filan kaptanın arzu ve keyfine yahut falan veyahut filan devletin kanunlarına tabi değildir. Deniz bilhassa hiçbir millete ait değildir. Deniz bütün beşeriyetin müşterek malıdır. Çünkü deniz herkesin istifadesine açık olan büyük bir iştirak yoludur. Bundan dolayı açık denizde seyr ü sefer eden gemiler müttehid'ül-şekl kaidelere tabi olup hiçbir gemi bu kaidelerden müstesna tutulamaz. Geminin bi-1-farz sağ veya sol tarafına konulan fenerlerin rengi de böyledir. Bir gemiye rastgelen gemilerin almağa mecbur oldukları istikamet hususunda da böyledir. Eğer başka türlü olsa idi her geminin yeşil fener yerine kırmızı fener takması sağdan gideceğine soldan gitmesi keyfiyetine tabi olacak ve bu suretle açık deniz beşeriyetin bir kısmı için bir mezar haline getirilecekti. Teşekküre şayandır ki mesele böyle değildir. Ve böyle olmadığının delili de Washington ve Brüksel Kongrelerinde ittihaz edilen mukarrerattır. Fransa ile İngiltere arasındaki 24 Mayıs 1848 tarihli Nizamname ile Şi-



152 mal Denizinde balık avcılığına müteallik 16 Mayıs 1882 tarihli Mukavelenameye gelince: Bu senedat-ı siyasiyeden birincisinin ancak Fransa ile İngiltere'yi taklid ettiğini halbuki diğerinin yalnız mukavelenameyi imza etmiş olan devletleri taklid ettiğini söylemek kafidir. Bundan başka bu senedat-ı siyasiyenin her ikisi de mutlak surette balık avcılarına dairdir; Fakat tekrar ediyorum. Müeddâ'ları ancak vaz'ül-imza eden devletleri mükellef tutuyor ve beynelmilel hukuk prensipleri bunların mukavelenameleri imza etmemiş olan devletlere tatbikini menediyor. Şimal Denizinde Balık Avcılığına Mütedair Muahedenin birinci maddesi bunu sarih surette kaydetmektedir. Hatta bu mesele bu kadar kat'iyyetle musarrah bile olmasa idi yine muahedename imza etmemiş olan devletler hakkında tatbik edilemezdi. Türkiye'nin altlarını imza ettiği Tahte-1-Bahriye'ye Müteallik Muahedename ile Zenci Ticaretine ait 2 Temmuz 1890 tarihli Brüksel Sened-i Siyasisine gelince Türkiye bu muahedelerle ancak muahedelerde tasrih edilmiş olan taahhüdlerin mesuliyetini deruhde etmiş olup bu senetlerde zikr edilmiş olmayan mecburiyetler kendisine tahmil edilemez. Maruf Profesör Anzilotti' nin alimane eserinde de söylediği gibi mukavele ile, taahhüd edilmiş olan mecburiyetlerin istihdaf edilmiş olan haller haricinde teşmilini beynelmilel hukuk kabul etmez.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Esasen başka türlü olamaz. Eğer iki yahut müteaddit devletler arasında akd edilmiş olan bir muahede hükümlerine işbu muahedenamenin akdine yabancı kalmış olan ve belki de bu muahedenamenin bir mazmunu ve ne de hatta vücudunu bile yalnız bir devlete tahmil etmek istenilse idi tuhaf bir neticeye ulaşılırdı. Ben bu İtilafnamelerin Türkiye'yi ne suretle alakadar ettiklerini ve Bozkurt-Lotus ihtilafında neden dolayı delil olarak ikame edildiklerin anlayamadığımı itiraf ederim: Âlî Divan bu hususu takdir eder. Efendiler; vakitlerinizi suistimal etmek istemiyorum. Ve bütün dünyaca kabul edilmiş olan beynelmilel hukuk prensiplerini şerh ve tafsil ile üzerinde durmayacağım. Yalnız Mösyö Anzilotti'nin Dahilî Hükümlerde Beynelmilel, Hukuk isimli eserinde şu fıkraları okumakla iktifa edeceğim: "...Tıpkı bir muahedenin akdine iştirak yahut bilahare muahedeye iltihak etmeyen devletler hakkında mecburi addedilemediği gibi" müdafaatıma nihayet verirken Fransız ajanı efendiye bizim burada Türkiye'nin Adlî Salahiyeti Hakkındaki Lozan Mukavelenamesinin 15. maddesinin tefsiri için bulunmadığımızı çünkü evvela Alî Divana takdim edilmiş olan tahkimname müfâdınca herhangi bir tefsir mevzubahs olmadığını bundan sonra da mevzubahs madde gayet vazıh



BOZKURT – LOTUS DAVASI



ve sarih olduğu için hiçbir tefsire müsait olmadığını hatırlatmak isterim. Fransız hükümetinin muhterem ajanına şunu da hatırlatmayı bir vazife telakki ederim ki Lozan Mukavelenamesinin 15. maddesi Türkiye Cumhuriyetinin adlî salahiyetini beynelmilel hukuk prensiplerine nazaran ve bu prensiplerin garp devletleri hakkında tatbik edildiği şekilde hall ve tanzim etmektedir. Bu Türkiye'nin zikredilen prensiplere mugayir olarak hareket edip etmediği keyfiyetinin hallini Âlî Divana tevdi eden tahkimnamenin müfâdı ile de teyid edilmiştir, Bu prensipler gerek Fransa ile Türkiye arasında mevcut bir muahededen gerekse bütün devletler tarafından umumiyetle ve serbestçe kabul edilmiş bir nâs hukuku, âdetten tevellüd edebilirler. Türkiye bu prensiplerden birine mugayir hareket etmiş midir? Mesele buradadır. Fransa ile Türkiye arasında Türkiye'de himaye sisteminin tatbiki hususunda adlî salahiyeti nez' eden, Amerika ile Meksika arasında olduğu gibi bir muahede mevcut değildir. Kezalik Türkiye'nin adlî salahiyetini inkar eden bir âdet de yoktur. Çünkü tahkimnameye nazaran mevzubahs olan mesele Türkiye'nin mevcut bir âdete mugayir olarak hareket edip etmediğini bilmekten ibarettir.



153 Şimdi Fransa muhtıra ve müdafaanamesinde Türkiye'nin adlî salahiyeti aleyhine olarak ikame edilmiş olan delilleri hulasa edeceğim. Bizi onbeşinci maddenin kadrosundan dışarı çıkmış olmakla itham ediyorlar. Bu varit değildir. Sebeplerini de muhtıralarımızda ve müdafaamızda arzettik. Lozan Mukavelenamesinin 15. maddesine nazaran Türkiye ile diğer âkid devletler arasındaki münasebetlerde adlî salahiyet meseleleri beynelmilel hukuk kaidelerine tevfikan hall ve tanzim edilecektir. Hükümranlık hukukuna sahip her devlet için her şeye hakim olan esaslı prensip serbestçe kanun vaz'etmek adlî teşkilatını yapabilmek ve bunların salahiyetlerini tesbit edebilmek hakkıdır. Hükümranlık hakkının esaslı bir rüknü olan bu hususta tahdidat kabulü bile farzedilemez. Bu tarzda bir tahdid ancak umumi yahut hususi bir muahedenamenin yahut nâs hukukunun umumi şekilde müteessis ve serbestçe kabul edilmiş bir âdeti ile müeyyed olan bir kaidesinin sarih ve vazıh bir hükmünden istintaç edilebilir. Gerek bir muahedenin mazmununda gerekse nâs hukukunun âdet mahiyetinde bir kaidesinin mevcudiyeti hakkında şüphe husule geldiği takdirde mer'î olması lazım gelen



154



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Gibi diğer cezaî salahiyet kaideleri kabul ve tatbik etmektedirler.



reken kabul ve tasdiki kat'î bir surette ispat eder ki mutlak cezaî salahiyet yoktur; Devletlerin cezaî hususlarda kanuni kaidelerinden başka salahiyetlerini tesbit eden beynelmilel hukuk kaidesi mevcut değildir. Devletlerin kâffesi tarafından bir beynelmilel hukuk kaidesinin nakz ve ihlali tasavvur edilemez. Bi-1-farz açık denizde işlenmiş fiiller gibi bazı fiiller için kanunun salahiyetini takdir etmiş olan bir devlet aynı cürmler için diğer bir devletin müşterek kanunî salahiyetini red ve inkar etmek iddiasında bulunamaz. Müşterek kanuni ve hukuki salahiyet rejimi ki devletlerin müsbet hukukunca kabul edilmiştir. Hiçbir devletin hükümranlığına zarar irâs etmez. Bilakis bu rejim herkesin hükümranlığına en iyi hürmetkar olan ve ceza kanununa tahmil edilen umumi nizamı müdafaa vazifesini en iyi temin eden bir rejimdir ve devletler arasında salahiyet kaidelerini tesbit eden bir usul vaz' oluncaya kadar bu rejim devam edecektir. Ceza Kanununun 6ncı maddesinde münfail şahsiyet kaidesini kısmen kabul etmekle, aynen iktibas edilmiş olduğu İtalyan Ceza Kanunu gibi hiçbir nâs hukuku kaidesini ihlal etmez. Bu hüküm bilakis müsbet hukukun heyet-i mecmuasından tahassul ettikleri şekilde beynelmilel ceza hukuku prensipleri ile hemahenkdir.



salahiyet Bu muhtelif düsturlarının muhtelif devletlerin hukuku tarafından müşte-



Gemilerin haric-ez-memleket olmaları hakkındaki umumiyetle kabul edilmiş olan



hürriyet prensibidir. Bizi kanunlarımızda himaye sistemi denen ve güya nâs hukukunun tasdik edilmiş olmayan sisteme cây kabul vermekle itham ediyorlar. Cevap veriyoruz. Nâs hukukunun hazır halinde devletlerin ceza kanunlarının şümulü hudutlarını tesbit eden hiçbir umumi kaide yoktur. Ceza kanunundaki arazi prensibi hükümranlık hakkına sahip her devlet için arazi üzerinde işlenen bütün fiilleri kendi ceza kanunlarına tabi tutmak hakkını ifade etmesi itibariyle bir nâs hukuku kaidesi fikrinde bulunuyor. Buna mukabil arazi prensibinin hiçbir suretle beynelmilel hukukun bir kaidesi değildir. Çünkü bu prensip her devletin terhîb salahiyetinin ancak kendi toprağı üzerinde işlenmiş olan fiillere hasr ve tahdid eder. Arazi kaidesi mutlak bir kaide değildir. Devletlerin bir çoğu arazi kaidesinin yanında fail-i şahsiyet -bu Fransız sistemidir- münfail şahsiyet bu geçen celsede Alî Divan huzurunda zikretmekle müftehirolduğum, devletlerin kabul ettikleri sitemdir. Bazen umumilik ne müştereklik yahut gayr-i kabil-i inkısam olmak Fransız hukuku tarafından ecnebiler hakkında tatbik edilmektedir.



BOZKURT – LOTUS DAVASI



155



nazariye mucibince de Lotus meselesinde Türkiye'de icra edilmiş olan taksimat-ı arazi prensibi mucibince de mazur ve meşru'dur. Fi-1-hakika bir taraftan müsebbib fiil, Türk gemisi üzerinde olduğu kadar Fransız gemisi üzerinde de tesbit edilebilir. Diğer taraftan fiillin neticesi Bozkurt üzerinde tahassul etmiştir. Türkiye'de icâd edilmiş olan bu takibat iki geminin kumandanlarının ihmallerinden mütevellit müsademeyi vasıflandıran müştereklik rabıtası gayr-i kabil-inkısâmlık sebebi ile de mazur ve meşru'dur. Bu takibat Türk adliyesinin lehinde olarak dört salahiyet kaidesinin içtimaiyle de mazur ve meşru' görülür. a) Fiilin ve neticesinin mahalline nazaran tetkik edildiği halde geminin haric-ez-memleket addedilmesini nazariyesinde cürmün mahalli kaidesi. b) kaidesi.



Mağdurun



milliyeti



c) Failin Türk arazisinde bulunması kaidesi. d) Müştereklik yahut gayr-i kabil-i inkısâmlık kaidesi. Zarar ve ziyan için hukuk davası salahiyetinden de salahiyet hakkında beşinci bir cezaî salahiyet âmili istimzaç olunabilir. Bu müteaddit düsturların muhtemel salahiyetlerden biri lehinde olarak müştereken mevcudiyeti bir salahiyet silsilesi tesis eden bir sistemde hakk-ı rüchanı buna bahşettirirdi. Reis efendi, muhterem hakimler! Türkiye büyük mil-



letler ailesi arasına dahil olmak istemiş, bunun bütün hukukunu talep ve istihsal etmiştir. Fakat Türkiye bunun icab ettirdiği mecburiyetleri de seve seve kabul etmiştir. İsviçre Kanun-ı Medenîsini, İsviçre Borçlar Kanununu, İtalya Ceza Kanununu, Alman Ticaret Kanununu memlekette mevki-i mer'iyyete koyduk. Fakat Türkiye'nin bu suretle asrîleştirilmiş olan kanunları ilk günlerden itibaren manialara çarpıyor. Türkiye beynelmilel hukuktan mütehassıl bütün mecburiyetleri ifa etmek ister. Fakat kendisinden bu mecburiyetlerin haricinde her ne olursa olsun talep edilmesine razı değildir. Siz Grotius'un memleketinde beynelmilel hukuk prensipleri namına karar ittihaz edeceksiniz kararınız Türkiye'ce muteber ve makbul olacaktır. Türkiye mukedderatını Avrupa medeniyeti mukedderatından ayırmak istemez. Reis -Fransız hükümetinin ajanı efendi cevap vermek arzu ediyor mu? Mösyö Basdevant -Reis efendi cevap vermeyi arzu ediyorum. Fakat tekmil cevabımı verebilmek için vakit çok dardır. Cevabım yarın sabahki celseden fazla devam etmez. Tercümelerle birlikte hemen iki saat kadar bir şey. Reis -Gelecek celse, yarınki 19 Ağustos 927 saat on olarak tesbit edilmiştir. Celseye hitam veriyorum. [Celse saat 17 de tatil edilmiştir.]



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



156



DİVANI ADALET KARARI Karar Numarası 9 La Haye'de Sulh Sarayında 7 Eylül 1927 tarihinde Reis Mösyö Huber'in Riyaseti Altında Akdedilen Aleni Celse Hazır Bulunanlar: Mösyö Huber



Reis,



Mösyö Loder



Sabık Reis,



Mösyö Weiss



Reis Vekili,



Lord Finlay



Hakimler,



Mösyö Nyholm



"



Mösyö Moore



"



Mösyö De Bustamante



"



Mösyö Altamira



"



Mösyö Anzilotti



"



Mösyö Pessoa



"



Feyzi Daim Bey



Milli Hakim,



BOZKURT – LOTUS DAVASI



157 LOTUS MESELESİ Karar Numrosu: 9



Paris Hukuk Fakültesinde müderris Mösyö Basdevant tarafından temsil edilen Fransa Cumhuriyeti Hükümeti ile, Adliye vekili Mahmud Esad Beyefendi Hazretleri tarafından temsil edilen Türkiye Cumhuriyeti arasında, Yukarıda kaydedildiği veçhile teşekkül etmiş olan Divan iki taraf mütalaalarını ve metalibelerini dinledikten sonra aşağıdaki kararı ısdar etmiştir: Cenevre'de 12 Teşrin-i evvel 1926 tarihinde Fransa ve Türkiye Cumhuriyetleri arasında imza ve Divan Nizamnamesinin 40 ncı ve Talimatnamesinin 35inci maddesine tevfikan 4 Kanun-ı sani 1927 tarihinde işbu hükümetlerin La Haye'deki mümessilleri tarafından Divan Katipliğine tevdi edilmiş olan bir Tahkimname ile mezkûr hükümetler, 2 Ağustos 1926 tarihinde Bozkurt ve Lotus vapurları arasında husule gelen müsademeden mütevellit adlî salahiyet meselesini Beynelmilel Daimî Adalet Divanı'na arzetmişlerdir. Tahkimnameye nazaran Divan'ın şu meseleler hakkında karar vermesi lazım gelmektedir: 1- Türkiye açık denizde 2 Ağustos 1926 tarihinde Fransız Lotus vapuru ile Türk Bozkurt vapuru arasında husule gelen müsademe sebebiyle ve Lotus



vapurunun İstanbul'a muvasalatında, Bozkurt'un sekiz Türk gemici ve yolcusunun ölümünü intaç eden batması sebebiyle Türk vapuru kaptanı ile birlikte müsademe esnasında Lotus'un nöbetçi kaptanı olan Demons aleyhinde Türk kanunlarını tevfikan cezaî tahkibat yapmakla Teessüs ve Adlî Salahiyet Hakkındaki 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Mukavelenamesine mugayir olarak beynelmilel hukuk prensiplerine muhalif hareket etmiş midir? Eğer etmiş ise bu prensipler hangileridir? 2- Cevabî tasdik mahiyetinde olduğu takdirde ve buna mümasil vak'alardaki beynelmilel hukuk kaidelerine tevfikan nakdî tazminat tertib ediyorsa, Demons'a verilmesi lazım gelen nakdî tazminat miktarı nedir? Reis iki tarafın Talimatnamenin 32nci maddesi ahkamına tevfikan Tahkimnamede müşterek bir itilaf ile yaptıkları teklifleri kabul ederek Nizamnamenin 48inci ve Talimatnamenin 33 ve 39uncu maddelerine tevfikan iki tarafın meseleye mütedair bir muhtıra ile bir mukabil muhtıra tevdi etmeleri için 1 Mart ve 24 Mayıs 1927 tarihlerini tesbit etti; iki taraf cevap vermemek arzularını bildirmiş olduklarından cevap için bir tarih tayin etmedi. Muhtıralar ve mukabil muhtıralar, tayin edilen tarih-



158 lerde usulü dairesinde Divan katipliğine tevdi edildi ve Nizamnamenin 43üncü maddesinin icab ettiği tebligat yapıldı. Divan 2, 3, 6, 8, 10 Ağustos 1927 tarihli celselerinde yukarıda zikredilen iki taraf ajanlarının iddialarını ve cevablarını ve mukabil cevablarını dinledi. İki taraf metalibelerini te'yîden ve evrak-ı davaya zamime olarak Divana zeyilde bordrosu kaydedilen bazı vesikalar takdim etmişlerdir. Mahkeme esnasında iki taraf, Divan’ın takdirine arzedilmiş olan meselelere mütedair olan nokta-i nazarlarını tesbit etmişlerdir. Bu tesbiti muvazzih metalibeler serd ve tezlerini hulasa etmek suretiyle yapmışlardır. Bu suretle Fransa Cumhuriyeti Hükümeti Divan'dan: "Lozan'da 24 Temmuz 1923'te imzalanmış olan Teessüs ve Adlî Salahiyete Mütedair Mukavelenameye ve beynelmilel hukuka nazaran bir Fransız gemisinin nöbetçi kaptanı hakkında bu gemi ile bir Türk gemisi arasında açık denizde husule gelen bir müsademeden dolayı cezaî takibat salahiyetinin münhasıran Fransız mahkemelerine ait olduğuna; Bu sebeple Türk adliye dairelerinin açık denizde Bozkurt ve Lotus arasındaki müsademe sebebi ile Demons hakkında haksız olarak takibat yapmalarının ve merkumu hapis ve mahkum etmelerinin mezkûr mukavelenameye muhalif ve



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



beynelmilel hukuk kaidelerine mugayir bulunduğuna; Bundan dolayı bu suretle Demons'un uğradığı zararın telafisi için tazminat miktarının altı bin Türk Lirası olarak tayinine ve işbu tazminatın Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından Fransa Cumhuriyeti Hükümetine verilmesine." Hükmetmesini istida ediyordu. Öte taraftan Türk hükümeti muhtırasında sadece Divan'ın "Türkiye'nin adlî salahiyeti lehine hükmetmesini" rica ediyordu. Bundan başka Fransız hükümeti mukabil muhtırasında, yazılması tarzını bir parça değiştirerek yeni birkaç unsur ilave ve bunlardan evvel bazı mülahazat der-miyan ederek muhtırasında kaydedilmiş olan metalibeleri tecdid ediyordu. Bu mülahazaları, Fransız hükümeti tezini muhtasar ve muvazzih bir surette hulasa ettiği için, aynen zikretmek münasibdir; yeni mülahaza ve metalibeler şu mahiyette idi: "Yabancılar aleyhinde ikame edilen ceza davalarını görmek hususunda yabancı konsolosluk mahkemeleri salahiyetleri yerine Türk mahkemeleri salahiyetinin ikamesi Lozan'da 24 Temmuz 1923 tarihinde imza edilmiş olan mukavelelerde bu ikameye devletlerin muvafakatleri neticesi olmasına; Yabancı memleketlerde işlenmiş cinayet yahut cürm-



BOZKURT – LOTUS DAVASI



lerden dolayı yabancılar hakkında cezaî takibat icrası için verilmediği muhakkak olan işbu muvafakatin, devletler ve bilhassa Fransa tarafından sarih bir surette reddedilmiş olmasına; Bu reddin, işbu salahiyetin ve bu hususta vâki beyanatın kabul ve teslimine meyyal bir Türk reddinden mütevellit olmasına; Bu vaziyyetler ve şartlar dahilinde tefsir edildiği halde 24 Temmuz 923 tarihli Lozan Mukavelenamesinin Türkiye haricinde işlenmiş bir cürmden dolayı Türk mahkemelerinin bir Fransız aleyhinde cezaî takibat yapmasına müsait bulunmamasına; Bundan fazla olarak, mütemeddin milletlerin mütekabil münasebetlerinde tatbik etmekte olmaları sebebiyle teessüs etmiş olan adlî salahiyetlerini nâs hukukuna göre, bir devletin, bilhassa yapılmış yahut zımni hususi itilaflar haricinde, bir devletin, mahkemelerinin, milletdaşlarından birinin mağdur olduğu sebebinden başka bir bahane bulunmaksızın bir yabancı tarafından yabancı bir memlekette işlenmiş olan bir cürme kadar teşmil etmeğe hakkı bulunmamasına; Açık denizde bir ticaret gemisi üzerinde hâdes olan vak'aların, cezaî nokta-i nazardan, ancak geminin bayrağını taşıdığı devletin mahkemelerine tabi bulunmasına; Bu meselenin denizlerin serbestisi kaidesinin bir neticesi olmasına ve buna hususi bir



159 ehemmiyet atfeden devletlerin bu hususa riayetsizlik göstermelerinin gayet nadiren vukubulmasına; ve mevcut hukuka göre; Mağdurun mensup olduğu milliyetin bu kaideyi tatbikten fariğ olmak için kafi bir sebeb teşkil etmemesine ve Costarica-Packets davasında bu şekilde mütalaa edilmiş olmasına; Müsademe halinde işbu kaidenin tatbikini istilzam eder hususi sebepler, müsademenin hataî mahiyetinin geminin tabi olduğu milli kanunlara nazaran tetkik ve muhakeme edilmesi ve işbu tetkik ve muhakemenin milli daire-i resmiyeler nezareti altında icra edilmesi lüzumundan mütevellit sebepler mevcut olmasına; Tâbi olduğu memleket mahkemelerinin salahiyetini iddia ve istintaç edebilmek için müsademenin batan gemi üzerinde tahsisi mümkün olmamasına ve böyle bir iddianın hakikate mugayir bulunmasına; Gemilerden birinin milli mahkemelerinin salahiyetini, müsademeye müşarik olan diğer birinci gemi ile aynı milliyeti haiz olmayan geminin zabitlerinden biri aleyhindeki davaya teşmil için beynelmilel hukukta bir istinad noktası bulunmamasına; Başka türlü hareketin ve müsademeye müşarik olan Fransız gemisinin nöbetçi zabiti aleyhine ikame edilen ceza davasında Türk mahkemelerinin



160 salahiyetini kabul etmenin evvelce rasîn suretde teessüs etmiş olan beynelmilel hukuk esasları ile tamamen zıddiyet halinde bulunan bir teceddüt hareketi ihdas etmek olacağına; Tahkimnamenin Divan'a, ilk mesele hakkında vereceği kararın icabı olarak Demons'a verilmesi lazım gelen tazminat meselesini arzetmiş olmasına; İşbu kararın, Divan'a arzedilmiş olmayan sair neticelerinin bu suretle mahfuz bulunmasına; Demons'un tevfikinin, hapsinin ve mahkum edilmesinin, beynelmilel hukuka nazaran salahiyeti haiz olmayan daireler tarafından ika edilmiş olmasından dolayı Türkiye tarafından kendisine bir tazminat verilmesi esasının itiraza mevzu teşkil edilmemesine; Nakdî kefalete rabten tahliyesi, Lozan'da 24 Temmuz 1923 tarihinde imza edilmiş olan Adlî İdare Hakkındaki Beyanname ahkâmına münafi olarak pek geç surette yapılmış olmasından dolayı mahpusluk müddetinin otuzdokuz gün devam etmesine; İşbu cezaî takibat, Demons'a hiç olmazsa manevi bir zarar iras etmiş olan bir mahkumiyetin velîyy etmiş olmasına; Türk resmi dairelerinin mahkumiyetinden bir gün evvel ve mahkum edilecek olduğu müddetin takriben yarısına müsavi bir müddet mahpus yatmış olduğu halde 6000 Türk



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



lirası nakdî kefalete rabten tahliyesini emretmiş olmalarına mebni..." Divan'ın Türk hükümetinin huzur yahut gıyabında şunlara hükmetmesi rica olunur: Beynelmilel hukuk kaidelerine ve Lozan'da 24 Temmuz 1923 tarihinde imza edilmiş olan Teessüs ve Adlî Salahiyete Mütedair İtilafnameye nazaran, açık denizde bir Türk gemisi ile bir Fransız gemisi arasında vukua gelen müsademeden dolayı Fransız gemisinin nöbetçi kaptanı hakkında cezaî takibat icrası salahiyeti mutlak surette Fransız mahkemelerine aittir; Bu sebeple Türk mahkemelerinin açık denizde Lotus ile Bozkurt gemileri arasında vukua gelen müsademeden dolayı Türk makamatının beynelmilel hukuka ve mezkûr mukavelenameye mugayir olarak Demons'u takip, haps ve mahkum etmeleri haksızdır. "Bundan dolayı bu suretle Demons'a yapılmış olan zararın tazminatının 6000 Türk lirası olarak tesbit ve işbu meblağ kararın ısdarından itibaren bir ay zarfında Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından Fransız Cumhuriyeti Hükümetine te'diye edilecektir. Bu tazminatın te'diyesi kaptan Demons'un yatırdığı 6000 lira kefalet akçesinin iadesine mani olmayacaktır; "Fransız Cumhuriyeti Hükümetine işbu kararın, Divan'a arzedilmiş olmayan muhtemel



BOZKURT – LOTUS DAVASI



sair neticelerinin mahfuz olduğu hususunun kaydedildiği bildirilecektir." Türk hükümeti, mukabil muhtırasında, tezinin kısa bir izahı ile birlikte eski muhtırasını tekrar ile iktifa etmektedir. Bu izahı Fransız mukabil muhtırasındaki metalibe takaddüm eden mülahazalara cevap teşkil ettiği, için buraya nakletmek münasiptir. "1- Teessüs ve Adlî Salahiyete Mütedair Lozan Mukavelenamesinin 15inci maddesi 16ncı madde mahfuz kalmak şartıyla- Türk adlî salahiyetini tamamıyla ve mutlak surette beynelmilel hukuk prensipleri üzerine istinad ettirmektedir. Bu maddenin, kendisine başka bir mana izafesi suretiyle en küçük bir istisnaya yahut tefsire tahammülü yoktur. Bu sebeple Türkiye, bu madde mucibince, yabancıları alakadar eden her meselede adlî salahiyetini kullanmakta, beynelmilel hukuk prensiplerine mugayir hareket etmiş olmaktan başka bir endişe nazar-ı itibara almaz. Türk Ceza Kanununun, harfi harfine, İtalyan Ceza Kanunundan iktibas edilmiş olan 2nci maddesi bu davada beynelmilel hukuk prensiplerine mugayir değildir. Açık denizdeki gemiler bayrağını taşıdıkları milletin arazisinin aksamı addedildiklerinden, ve mevzubahsimiz olan davada cürmün vukubulduğu mahal Türk bayrağını taşıyan Bozkurt vapuru olduğundan



161 yapılmış olan takibatta tıpkı hadise Türk toprağı üzerinde olmuşçasına Türkiye'nin salahiyeti olduğu aşikardır. Nasıl ki mümasil vak'alar da bunu göstermektedir. Bozkurt-Lotus davası bir müşterek cürm hadisesi olduğu için -Fransa'dan iktibas edilmiş olan Cinaî İstintak Kanunu Fransız kaptanının Türk kaptanı ile birlikte müşterek takibata maruz kalmasını emretmektedir. Esasen bütün memleketlerin kanunları da bunu teyid eder. Bu sebeple bu nokta-i nazardan da salahiyetini iddia etmekte haklıdır. 5- Mesele yalnız müsademe noktasından tetkik edilse bile Türkiye'nin aşikar olan salahiyetini tevkif edecek cezaî mahiyette bir beynelmilel hukuk prensibi mevcut olmadığından Türkiye cezaî takibat icrasına salahiyettardır. 6- Türkiye esas mahiyette bir salahiyetini istimal etmekte olup devletler de beynelmilel hukuk prensipleri mucibince tazminat tediyesi ile mükellef olmadıklarından Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti için Fransız muhtırasında talep edilen tazminatın mevzubahs olamayacağı şüphesizdir. Çünkü Türkiye hükümeti, bir müsademe sebebiyle, tedbirsizliğinden dolayı katl ikaı etmiş mevkiinde bulunan Fransız vatandaşı Demons aleyhinde takibat icrasına salahiyettardır. Bu sebeple Divan'ın Türkiye'nin adlî salahiyeti lehinde karar verilmesi mercûdur."



162



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Şifahi muhakeme esnasında Fransız hükümetinin ajanı Divan kararından mütevellit olup Divan'a arzedilmiş olmayan neticeler için mahfuziyet talebinin kaydedilmesi talebini tekrar ederek Fransız mukabil muhtırasında zikredilen metalibi zikretmekle iktifa etmiştir. Türk hükümeti ajanı ise iddiasında ve cevabında herhangi bir metalib der-miyanından istinkaf etmiştir. Bundan dolayı tahrirî zabt davada zikr ettiği metalibelerin teyid edilmiş addolunması lazım gelir.



VAK'A İki tarafın ajanları tarafından gerek yazılı muhtıralarla gerekse şifahi iddia ile Divan'a arzedilen izahata nazaran meselenin esasını teşkil eden vak'alar -bu noktada her iki taraf mutabıktır- şunlardır: 2 Ağustos 1926 tarihinde gece yarısına doğru İstanbul'a gitmekte olan Fransız yolcu gemisi Lotus ile kömür vapuru Bozkurt arasında Midilli civarında Sığırı burnunun beş altı bahrî mili şimalinde bir müsademe husule gelmiştir. İkiye parçalanmış olan Bozkurt vapuru batmış ve gemide bulunan sekiz Türk tebaası boğulmuşlardır. Lotus gemisi kazazedelerin imdadına yetişmek için icab eden gayreti sarf ederek bunlardan onunu kurtarmış ve yoluna devam ederek 3 Ağustos'ta İstanbul'a gelmiştir. Müsademe esnasında Lotus vapurunun nöbetçi kap-



tanı, Fransız vatandaşı mülazım Demons idi. Halbuki Bozkurt kaptan köprüsünde geminin süvarisi olup kazazedeler arasında kurtarılmış olan Hasan Bey bulunmakta idi. 3 Ağustos'tan itibaren Türk zabıtası Lotus vapurunda müsademenin nasıl vukua geldiği hakkında tahkikat yapmağa başladı; 4 Ağustos'ta da Lotus'un süvarisi Fransız başşehbenderine deniz raporunu takdim, bunun bir suretini de Liman Reisine tevdi etti. 5 Ağustos'da mülazım Demons, Türk makamları tarafından bir şehadet ifa etmek üzere karaya davet edildi. Pek uzun sürmesi sebebiyle Lotus'un hareketinin gecikmesini mûceb olan isticvabtan sonra, Fransız başşehbenderliğine evvelce haber verilmeksizin mülazım Demons ile Hasan Bey tevkif edildi. Türk memuru tarafından ihtiyatî mahiyette olarak tavsif edilen, işbu tevkifin sebebi müsademede mağdur olanların aileleri tarafından vâki şikayet üzerine müddeiumumilikçe her iki kaptan aleyhinde ihtiyatsızlıktan mütevellit katl-i nefs ithamı ile açılmış olan cezaî takibatın tabii seyrini temin etmek idi. Dava İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi tarafından ibtida 28 Ağustos tarihinde rü'yet edildi. Bu esnada mülazım Demons Türk adliyesinin salahiyeti olmadığı iddiasını serddetti. Fakat mahkeme salahiyeti olduğunu beyan etti. 11 Eylül'de muhakemenin ikinci celsesinde müla-



BOZKURT – LOTUS DAVASI



zım Demons nakdî kefalete rabten tahliyesini talep etti. Bu talep, kefalet 3000 lira olarak tesbit edilip, 13 Eylül tarihinde kabul edildi. 15 Eylül'de mahkeme kararını verdi. Bu kararın sureti tarafeynce Divan'a tevdi olunmamıştır. İşbu karara nazaran mülazım Demons 80 gün hapse ve 22 lira ceza-yı nakdîye, Hasan Bey ise biraz daha yüksek cezaya mahkum edilmişler idi. Türk Cumhuriyeti müddeiumumisi bu karar aleyhinde temyiz müracaatı yapıp icrasını tehir ettirdi; ve bu müracaat üzerine henüz temyiz mahkemesi kararını vermiş değildir. Fakat 12 Teşrin-i evvel 1926 tarihli tahkimname halen Türkiye'de mer'î olan Usul-i Muhakemet-ı Cezaiye'yi tehir etmiş değildir. Türk adlî makamlarının mülazım Demons hakkındaki hareketleri Fransız hükümeti ile Türkiye'de mümessilleri tarafından bir çok diplomasi teşebbüsleri ve sair müdahaleleri mûceb oldu. Bunlar mülazım Demons'un tevkifini protesto etmeyi, tahliyesini talep, ve davayı Türk mahkemelerinden alıp Fransız mahkemelerine tevdi maksadını istihdaf ediyorlardı. Bu teşebbüsler üzerine Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti 2 Eylül 1926 tarihinde adlî salahiyet hususundaki ihtilafın La Haye Divanı'na tevdi teklifini reddetmeyeceğini beyan etti. Fransa hükümeti, Eylül’ün 6ncı günü "teklif edilen hall şek-



163 line tamamıyla muvafakat ettiğini" bildirdiğinden her iki hükümet Divan'a tevdi olunacak tahkimnameyi tanzim etmek üzere murahhaslarını tayin ettiler; mezkûr tahkimname yukarıda da zikredildiği veçhile 12 Teşrin-i evvel 1926 tarihinde imza edildi "sahh" çıkılan suretler de 27 Kanun-ı evvelde tevdi olundu.



HUKUKİ MAHİYET Türkiye'nin Teessüs ve Adlî Salahiyet Hakkında 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Mukavelenamesi'nin onbeşinci maddesine mugayir olarak hilafında hareket ettiği beynelmilel hukuk prensiplerinin tetkikine girişmezden evvel, tahkimnameden istintaç edilen ve vaziyyeti tavzih etmek muvafıktır. Fi-l-hakika Divan, bu davaya, iki taraf arasında akdedilen bir tahkimnamenin Divan'a tebliği ile vaz'-ı yed etmiş olduğundan, Divan'ın hüküm vermesi lazım gelen noktaları tarafeynin metalibatında değil mezkûr tahkimnamenin münderecatında araması icab eder. Bu hususta şunlar müşahade edilmektedir: 1- 2 Ağustos 1926 tarihinde Türk bayrağını taşıyan Bozkurt vapuru ile Fransız bayrağını taşıyan Lotus gemisi arasındaki müsademe açık denizde vukua gelmiştir. Demek oluyor ki Türkiye ile Fransa'dan başka bir devletin kazaî salahiyeti mevzubahs değildir.



164 2- Beynelmilel hukuk esaslarının iddia edilen ihlali, mülazım Demons aleyhinde cezaî takibat icrasına münhasırdır. Yani cezaî takibatın, bir istintak yapılması, tevkif, ihtiyatî haps yahut İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi tarafından ısdar edilen hüküm gibi mahsusî bir fiili mevzubahs olmayıp Türkiye'nin cezaî salahiyetinin olduğu gibi istimali mevzubahsdir. Bundan dolayı davanın her iki safhasında iki tarafça öne sürülmüş olan tezler, beynelmilel hukuka nazaran Türkiye'nin bu davada takibat yapmağa salahiyeti bulunup bulunmadığına mütedairdir. Divan'ın, cezaî takibatın Türk kanunlarına muvafık olup olmadığının tetkiki ile mükellef olmadığını tasdik hususunda iki taraf müttefiktir. Yani Divan, salahiyet meselesinden ayrı olarak, Türk adlî makamları tarafından istinad edilen Türk kanunu hükümlerinin bu davada hakikaten tatbikinin kabil yahut mülazım Demons aleyhindeki cezaî takibatın icra tarzının adalete münâfı ve bu sebeple beynelmilel hukuku ihlal mahiyetinde olup olmadığını tetkik edecek değildir. Muhakeme safahatı münhasıran bu meselede adlî salahiyetin bulunup bulunmaması üzerinde cereyan etmiştir. 3-Cezaî takibat Bozkurt'un sekiz Türk gemici ve yolcusunun boğulmasını intaç eden batması sebebi ile yapılmıştır. Bir taraftan müsademenin bu akibeti mevzubahs cezaî takibatın icrası için başlıca bir âmildir; öte taraftan; iki tarafın iddialarından her iki vapurun manevrasından mesul



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



olan zabitlerden hiçbirine cinaî bir niyet ve maksat atfedilemeyeceği anlaşılıyor; o halde mesele ihtiyatsızlık yahut ihmal neticesi nefs katli hadisesidir. Fransız hükümeti bahrî seyr ü sefer nizamlarına riayetsizliğin, bayrağın temsil ettiği devletin kanunları dairesinde muamele göreceğini iddia ediyor. Fakat iki gemi arasında vukubulan müsademenin katl fiili hakkında câri olan müşterek cezaî müeyyidelerin tatbikine sebeb olamayacağını iddia etmiyor. Fransız muhtırasının müsademe hadiselerine mabih-üt-tatbik olmak üzere istiane ettiği emsalin cümlesi böyle müeyyidelerin tatbik edilebileceği ihtimalini mutazammın olup itiraz yalnız başka bir devletin bu hususta müşterek veya münhasır bir kaza iddia edebilmesini mutasavverdir. Mukaddema işaret edildiği veçhile Divan-ı Daimî Türk kanunu mucibince takibatın meşru olup olmadığını tetkik edecek değildir; takibatın haklı olup olmadığına ve binnetice mülazım Demons'un hareketiyle sekiz Türk tebaasının ziyaı keyfiyeti beyninde bir Mexus eousalis mevcut bulunup bulunmadığına dair olan hukuk-ı ceza mesaili Divan-ı Âlî için nazar-ı itibara alınacak nukat değildir. Esasen Divan'a arzolunan müdafaat bu eşhasın ne suretle vefat ettiklerini göstermemektedir; ancak vefatlarının müsademeden doğrudan doğruya mutahassıl olduğuna şüphe olmadığı gibi Fransız hükümeti tarafından da sebeble bunun tesir ve neticesi arasında münasebet olmadığı iddia edilememiştir. 4-Takibat-ı cezaiye aynı zamanda mülazım Demons ile Türk vapurunun süvarisi aleyhlerinde mütenazıran icra edilmiştir. Hatt-ı zatında tenazur



BOZKURT – LOTUS DAVASI



mefhumuna gelince; Türk Hükümetinin ajanı mukabil muhtırasının iddianamesinde, ahkamı Fransız kanunundan muktebis olan Türk "Esteriksiyon Krimtel" kanunnamesine istinad etmiştir. Halbuki Fransız husumeti sairler meyanında, ve hiddet-i zaman ve mahale mübteni tenazuru kabul eder. Binaberin kaziyyemizde, Divan, tenazur mefhumunu şu tarzda tefsir eyler: Türk kazasına itiraz olmamış olan Türk süvarisi aleyhindeki takibat ile mülazım Demons aleyhindeki takibat Türk makamatınca, vak'anın tahkikatı nokta-i nazarından bir küll addedilmiştir; çünkü iki vapurun müsademesi Türk hukuk-ı cezasına göre bir tek mahkemeye havalesi lazım gelen cümle-i hadisat addedilmiştir. 5-Takibat-ı cezaiye Türk mevzuat-ı kanuniyesine tevfikan icra edilmiştir. Tahkimname bu mevzuattan (bir mi, bir kaçı mı) âmil olduğunu izah etmiyor. Divan'a takibatın Türk Ceza Kanunu'nun hangi maddesine müsteniden icra edildiğini tayine medar olacak hiçbir vesika ibraz edilmemiştir; yalnız Fransa hükümeti ağır ceza mahkemesinin salahiyet-i kazaiyesini Türk Ceza Kanunu'nun 6ncı maddesine ibtina ettirdiğini beyan ediyor ve Türkiye, bunu reddetmek şöyle dursun, mukabil muhtırasının iddianamesinde mezkûr maddenin hukuk-ı düvel prensiplerine muvafık olduğunu temin ediyor. Cereyan-ı muhakemeden takibata mücerret mezkûr madde



165 ahkamına müsteniden mi ibtidar edilmiş olduğu anlaşılamamaktadır. Türk Ceza Kanununun 6ncı maddesinin metni 1 Mart 1926 tarih ve 765 numrolu kanunnamede (Ceride-i Resmiye'nin 13 Mart 926 tarih ve 320 numrolu nüshası) bervech-i zîrdir:



MADDE 6 "Dördüncü maddede yazılı cürmlerden başka bir ecnebi Türk Ceza Kanununca asgari haddi bir seneden eksik olmayan ve şahsî hürriyeti tahdid eden bir cezayı müstelzim cürmü memlekette Türkiye'nin veya bir Türk'ün zararına işlediği ve kendisi Türkiye'de bulunduğu takdirde Türk Ceza Kanunu mucibince ceza görür. Fakat bu cezanın üçte biri indirilir ve idama bedel yirmi sene ağır hapis cezası tatbik olunur. Ancak bu bab'da takibat icrası Adliye Vekili'nin talebine veya mutazarrır olan şahsın şikayetine bağlıdır. Eğer cürm diğer bir ecnebinin zararına işlenmiş ise fail Adliye Vekili'nin talebi üzerine aşağıdaki şartlar dairesinde birinci fıkrada beyan olunan ahkama göre cezalandırılır: 1-Türk kanununca hürriyeti tahdid eden asgari haddi üç seneden aşağı olmayan cezayı müstelzim bir fiil olmak; 2-İade-i mücrimîn muahedesi bulunmamak veyahut iade keyfiyeti ne cürmün irtikab edildiği mahallin ve ne failin



166 mensup olduğu devletin hükümeti tarafından kabul edilmemiş bulunmak." Türk makamatının mülazım Demons aleyhindeki takibatı mar'üz-zikr 6ncı maddeye ibtina ettirmeğe lüzum gördükleri Divan-ı Daimî Adalet'çe kabul edilse bile kendisine tevcih ile sual-i maddenin hukuk-ı düvel prensipleri ile kabil-i telif olup olmadığı keyfiyeti değildir; bu sual daha umumidir. Divan hukuk-ı düvel prensiplerinin Türkiye'yi kendi kanunlarına binaen mülazım Demons aleyhinde takibat-ı cezaiye icrasından menedip etmediğini tayinen davet olunmuştur. 6ncı maddenin şekli hazırıyla hukuk-ı düvel prensiplerine uygun olması ve ne de bu maddenin Türk makamatı tarafından tatbik edilmiş olması bu davanın mevzuuna dahil değildir. Fransa indinde hukuk-ı düvele muhalif olan takibata tevessül edilmiş olmasıdır. Nitekim Fransız hükümeti Türkiye'nin yaptığı takibatı kanunlarından hangisinin hükmüne müsteniden meşru göstermek isteyeceğini nazar-ı itibara almaksızın yekten protesto etmiştir. Esnâ-yi davada Fransa Hükümetince serdedilip fikrine göre açık denizde seyr ü sefainin nazımı bulunan prensiplere müstenid olan delail de gösteriyor ki hükümet mülazım Demons aleyhine yapılan takibat Ceza Kanununun altıncı maddesinden gayri bir maddeye binaen edilmiş bile olsaydı yine Türkiye'nin kazasını inkar edecekti: Mesela cürm hasıl ettiği



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



neticeler itibariyle Türk toprağında ika edilmiş gibi addedecek diğer bir madde hükmüne istinad edilseydi.



2 Tahkimnamede mütehassıl vaziyyeti tayin ettikten sonra Divan-ı Daimî mülazım Demons aleyhinde yapılan takibatın hukuk-ı düvelin hangi prensipleriyle tearuz ettiğini tetkik etmelidir. Tarafeyni kendi kaza-i adlîlerinin hududunu tahdid zımnında hukuk-ı düvel kavaidine irca' eden 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan İkamet ve Salahiyet-i Kazaiye Ahidnamesinin onbeşinci maddesidir. Mezkûr madde aynen bervech-i âtidir: "Türkiye ve âkid devletler münasebatında, onaltıncı madde ahkamı mahfuz kalmak şartıyla salahiyet-i kazaiye mesaili bilumum hususatta hukuk-ı düvel prensipleri dairesinde hall ve tanzim edilecektir." Fransa hükümeti mezkûr maddedeki "hukuk-ı düvel" ibaresinin manasını ahidnamenin ruhunu tahlil etmek suretiyle aramak lazım geldiğini iddia ediyor. İspat-ı müddea zımnında Türkiye'nin müzakerat-ı mütekaddime projede mebhusün-anh maddeyi muaddil bir teklif der-miyan ettiğini ve bununla Türk kanunlarına binaen Türk mahakiminin daire-i kazası dahiline giren cinayetlere, başka yer toprağında ika edilmiş olsalar



BOZKURT – LOTUS DAVASI



bile, Türk salahiyet-i kazaiyesini teşmil etmek istemiş olduğunu ileri sürüyor. Fransa ve İngiltere murahhaslarının kuyud-ı ihtiraziye ile karşıladıkları bu teklif İngiliz murahhası tarafından kat' iyyetle reddedilmiştir; ve mesele bilahare tahrir encümenine havale edildiğinden encümen proje metninde "salahiyet-i kazaiyenin hukuk-ı düvel prensiplerine göre" halledileceğini dercetmekle iktifa etmiştir. Fransız hükümeti bu hadisattan mülazım Demons'un taht-ı muhakemeye alınmasının Lozan Ahidnamesini tanzime saik olan fikre mugayir olduğu neticesini çıkarıyor. Divan bu vâdîde, daha evvel ita ettiği karar ve mütalaalarında söylediğini tekrar eder şöyle ki: Bu mukavelenin metni derece-i kifayede vazıh ise ihzarı müzakeratı nazaı-ı itibara almağa lüzum yoktur. Halbuki Divan'ın fıkrince: "hukuk-ı düvel prensipleri" ibaresinin manası, ammenin tarz-ı istimâline nazaran cemiyet-i amme dahil milletlerarasında câri hukuk-ı düvelden başka bir şey değildir. Bu tefsir aynı maddenin kısm-ı ahirinde daha ziyade mütecellidir; maddenin kısm-ı ahirinde hukuk-ı düvel prensiplerinin âkidleri meyanında kazaî salahiyetleri (Yalnız ceza işlerinde değil hukuk işlerinde de) tayin edecekleri ve bu hükümden yalnız 16ncı maddenin müstesna kalacağı muharrerdir. Bundan maada ahidname dibacesi tarafeyn-i âliyeyn-i âkideynin "asrî hukuk-ı düvele muvafık" bir şekl-i halli derpiş etmekte



167 olduklarını ve ahidnamenin tezyil edildiği Lozan Muahedenamesinin 28inci maddesi de kapitülasyonların "her hususta" mefsuh bulunduğunu beyan etmiştir. Bu şerait dahilinde sarih madde olmadıkça "hukuk-ı düvel prensipleri" ibaresini umum müstakil devletler beyninde câri olan ve dolayısıyla âkidlerden her birine aynı veçhile mabih-üttatbik olan prensiplerden gayri bir manada tefsir caiz değildir. Esasen İkamet ve Salahiyet-i Kazaiye Ahidnamesinin tanzimine takaddüm eden mesai-i istihzariye 15inci madde hükmünün zaruri kıldığı tefsiri ref edecek hiçbir esası ihtiva etmemektedir. Fransa İtalya ve İngiltere mümessillerinin mebhus-ün-anh Türk madde-i muaddelesini reddettikleri vâkîdir. Ancak bunlardan yalnız İngiliz murahhası "o da ceza işlerinde memleketinin kanunları mülkî kaza sistemini kabul etmiş bulunduğundan" Türk tadiline muhalefetin esbabını izah etmiştir; Fransa İtalya'nın dermiyan ettikleri kuyud-ı ihtiraziyenin ve tahrir encümenince ihtiyaca karşı hakk-ı kazanın hududunu tayine matuf herhangi bir sarahati proje metninden tayyedilmiş olmasının esbabı meçhul olup esbab-ı mezkûre Fransa'nın şimdi serdettikleri ile hiçbir veçhile alakadar olmayabilir. Mülahazat-ı ânifeye şunu da ilave etmek lazımdır ki mar' üz-zikr; maddenin Türk salahiyet-i kazaiyesini yalnız Türki-



168



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



ye'de ika edilen cinayetlere hasreden metn-i ibtidaisi dahil tahrir encümenince bir tarafa bırakılmıştır: Bu nokta ahidnameyi tanzim edenlerin kazayı mezkûru hiçbir suretle tahdid etmeyi düşünmediklerini aynı kuvvetle zannettirebilir. Türk Ceza Kanunlarının saha-yı tatbikini vazıh bir surette tayin etmek üzere her iki tarafça yapılan teklifler bertaraf edildiğinden onbeşinci maddede nihayet' ül-emr kabul edilen formül olsa olsa hukuk-ı düvel' in salahiyet-i kazaiyeye dair olan prensiplerini derpiş eder.



3 Divan Türk kanunu mucibince mülazım Demons aleyhinde cezaî tatbikatta bulunması ile ihlal edilen hukuk-ı düvel kaideleri olup olmadığı keyfiyetini tetkik ederken evvelbe-evvel gerek birinci muhtıraların ve gerek mukabil muhtıralarla şifahi müdafaat esnasında bütün ehemmiyetle meydana çıkan bir prensip meselesi ile karşılaşmıştır. Fransa hükümetinin "tez"ine göre Türk mahakimi salahiyettar olabilmek için hukuk-ı düvelin Türkiye'ye bahşettiği bir salahiyet esasına istinad edebilmelidir. Diğer taraftan Türk Hükümeti onbeşinci maddenin bir hukuk-ı düvel prensibine karşı gelmediği, her noktada Türk kazasını kabul etmekte olduğu yolunda bir nokta-i nazar serdediyor. İşte bu son nokta-i nazar bizzat Tahkimnameye uygun



görünüyor, zira Tahkimnamenin birinci maddesi Türkiye'nin hukuk-ı düvel prensiplerine mugayir hareket edip etmediğini ve etmişse bu prensiplerin hangileri olduğunu sormaktadır. Binaenaleyh Tahkimname mucibince yapılacak şey hangi prensiplerin Türkiye'ye takibat icrası için salahiyet bahşettiğini tavzih etmek değil icabında işbu takibat dolayısıyla ihlal edilmiş olması lazım gelen prensipleri göstermektir. Sualin bu tarzda iradı hukuk-ı düvelin mahiyeti ve şerait-i hazırası dolayısıyla da icab etmektedir. Hukuk-ı düvel müstakil devletler beynindeki münasebatı tanzim eder. Binaberin işbu devletleri ilzam eden ahkam-ı hukukiye bizzat bu devletlerin niyet ve arzularından doğar: Devletler bu arzularını ya müstakil cemiyetlerin hayat-ı müştereklerini tanzim yahut müşterek gayelerin istihsali zımnında akdettikleri muahedelerde ve hukuk prensiplerini kâfil olmak dolayısıyla umumen kabul edilen teamüllerde izhar ederler. Şu suretle devletlerin istiklaline yapılan tahdidat karine ile caiz hüküm değildir. Halbuki hukuk-ı düvelin bir devlet istiklaline vaz'ettiği başlıca tahdid (hilafına harekete müsait kaideler mevcut olmadıkça) nüfuz ve kudretinin başka bir devletin toprağında imâlini menetmesidir. Bu nokta-i nazardan hakk-ı kaza elbette mülkîdir; bu hakk teamülî hukuk-ı düvel



BOZKURT – LOTUS DAVASI



veya muahededen mütevellit bir kaide-i müeyyide olmadıkça ülke haricinde istimal edilemez. Fakat bundan hukuk-ı düvelin, ol bab'da müsait bir kaidesinin hükmüne istinad etmesi bile bir devletten, kendi toprağı üzerinde kazasını fiilen ecnebi toprağında hadis olacak vukuata teşmil etmek hakkını nez' ettiği manası çıkarılamaz. Şayet hukuk-ı düvel umumiyet itibarıyla devletlerin kanunları vasıtasıyla ülkeleri haricindeki emval ve ef âle temas etmelerini menetmiş olsaydı ve bu memnû'iyet kaide-i umumiyesinden devletleri yalnız muayyen bazı ahval ve şerait dairesinde istisna etmiş bulunsaydı o zaman ancak böyle bir "tez" der-miyan edilebilirdi. Halbuki hukuk-ı düvelin halihazırı kat'iyyen bu merkezde değildir. Devletlere kendi kanun ve kazalarını topraklan haricindeki emval ve eşyaya teşmil etmeyi menetmek şöyle dursun onlara bu hususta ancak bazı ahkam-ı tahrimiyenin ara sıra tahdid ettiği büyük bir serbesti bahşeder; kalanlar hakkında her devlet en iyi ve en münasib addettiklerini takip etmekte serbesttir. İşte hukuk-ı düvelin devletlere bıraktığı bu serbesti dolayısıyladır ki bunlar sairlerinin itiraz ve iştikasını mucib olmaksızın mütenevvi kaideler kabul eylemişlerdir; ve yine böyle bir tenevvüün dâî olduğu mahsurlara çaresâz olmak içindir ki senelerden beri gerek Av-



169 rupa ve gerek Amerika'da hukuk-ı düvelin bu noktada devletlere bıraktığı serbestiyi bir taraftan fıkdan-ı kazayı telafi etmek diğer taraftan devletlerce müttehaz usullerin tenevvüünden mütehassıl rekabet-i kazaiyeyi ortadan kaldırmak suretiyle tahdid eylemeğe sarf-ı gayret olunmaktadır. Binaenaleyh bir devletten istenecek şey olsa olsa hukuk-ı düvelin onun salahiyet-i kazaiyesine vaz'ettiği hududu tecavüz etmemektir; bu hududun dahilinde hakk-ı kazasını istimal için muhtaç olduğu mesned kendi hakimiyetinde mündemicdir. Hususat-ı ânifeden şurası müstebân olur ki Türkiye'nin her defasında kazasını hukuk-ı düvelin ol bab'daki müsaadesine ibtina ettirmek mecburiyetinde olduğuna dair Fransa Hükümetince der-miyan edilen "tez" Lozan Ahidnamesinin onbeşinci maddesiyle irca' ettiği hukuk-ı düvel-i ammeye mugayirdir. Mezkûr 15inci madde ve Divanın buna verdiği manaya nazaran böyle bir "tez" gerek hukuk ve gerek ceza mesailine teşmil edilebilecek ve Türkiye ile âkid devletler beyninde tam bir mütekabiliyet esası üzerine tatbik edilebilecek olsa o zaman mahkemelerin ekser evkâdde faaliyetini felce uğratmakla neticelenecektir. Çünkü hakk-ı kazanın istimalini bina edecek bütün ilimce tanınmış bir kaide bulmak imkanı olmayacaktır.



170 Mamafih yukarıdaki mülahazaların ceza işlerinde varit olup olmayacağını yahut bu zümrenin gerek cezaî kaza ile devlet mefhumu beyninde öteden beri mevcut olan sıkı rabıta ve gerekse cezaî kazanın beşerin şahsı üzerinde haiz olduğu ehemmiyet-i mahsusa dolayısıyla başka bir kaideye tabi olup olmadığı araştırma icab eder. Hukuk-ı cezadan mülkiyet prensibinin bütün mevzuat-ı kanuniyelerin esasını teşkil ettiği ne kadar doğru ise bunlardan hemen cümlesinin bir devletten diğerine göre değişen sistemler dahilinde kazalarını memleket haricinde ika olunan cürmlere teşmil etmekte oldukları o kadar doğrudur demekle hukuk-ı cezanın mülkiyeti hukuk-ı düvelin kat'î bir prensibi olmadığı gibi hakimiyet-i mülkiye ile de hiçbir veçhile memzûc değildir. Bu vaziyyet tarafeynin iltizam eyledikleri nukat-ı nazara göre iki suretle derpiş edilebilir. Bu sistemlerden birincisine göre bir devletin hukuk-ı düvelde mevzu bir tahdide maruz kalmadıkça mevzuat-ı kanuniyesini dilediği gibi tanzim etmek hakkına malik olduğunu kabul eden serbesti prensibi mevzuat-ı kanuniyenin ceza umuruna taalluk eden kısmına da kabil-i tatbiktir. İkincisine göre mevzuat-ı kanuniyenin ceza işlerinde mülkî mahiyette olması devletlerden sarih istisnalar olmadıkça, kazalarını hudutlarının haricine teşmil etmek hakkını başlı başına nez' ede-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



cek bir âmildir; bu suretle mevzubahs istisnalar mesela: Devletin kendi tebaası üzerinde hudut aşırı kazası ve devletin müteveccih cinayetlerden münbais hakk-ı kaza gibileri hukukı düvelin cümle-i aksamından madud ahkam-ı müsaide-karaneye mübtenidir. İzah-ı mesele için, bu sistemlerden ikincisinin nokta-i nazarı kabul edilse doğru olup olmadığını tayin edebilmek için müesses bir kaide-i ahdiyenin fıkdanı hasebiyle, hukuk kuvvetinde ve onunla müeyyed bir makama istinad etmesi lazım geleceğini teslim etmek lazım gelir. Sonra bu sistemin doğru olduğu farzedilse kabiliyet-i tatbikiyesini tayin etmek icab edince aynı ihtiyaç kendini gösterecektir. Demek ki bu nokta-i nazardan bile, Türkiye'ye Türkiye haricinde ika ettiği bir fiilden dolayı bir ecnebi aleyhinde takibat icrasına cevaz veren hukuk-ı düvel prensibi mevcut olup olmadığını araştırmadan evvel bizzat sistemin doğruluğunu ve bu zeminde kabil-i tatbik olduğunu evvel-beevvel ispat etmek lazım gelecektir. İmdi bunlardan birincisini ispat için bâlâda görüldüğü veçhile ceza işlerinde devletlerin serbesti-i tayinini tahdid eden bir hukuk-ı düvel prensibi mevcut olduğunu irae edebilmelidir. Şu halde bu sistemlerden ister birincisi veya ikincisi kabul edilsin, varacağımız netice aynıdır: Yani hukuk-ı düvelin Türkiye'yi ister mülazım Demons aley-



BOZKURT – LOTUS DAVASI



hinde şerait-i malume dairesinde takibat icrasından meneden bir prensibi cami olup olmadığının araştırmak zarureti ve keza her iki ihtimalde de bunun taharrisi kaziyye ile sıkı bir mutabakat arzeden emsalin taharrisi suretiyle icra edilmelidir. Çünkü davaya kabil-i tatbik umumi bir prensibin mevcudiyeti ancak bu nev' emsal meyanında kendisini gösterebilir fı-1-hakika mesela devletler beynindeki teamüle nazaran açık denizde mütehaddis bir müsademe halinde sancak devletin kazası hukuk-ı düvelce mutlak addedilmemiş olduğu anlaşılsa artık daha umumi bir şeklide tahdidkâr bir kaidenin câri olup olmadığını araştırmağa hacet kalmaz zira böyle bir kaidenin vücudu farzolunsa bile buna nazaran açık deniz müsademeleri ile alakadar herhangi bir memnu'iyetin fıkdanı husus-ı mezkûrun kaziyyemizde caiz olduğunu işrâb edecektir.



4 Divan şimdi şunu tetkik edecektir: Lozan Ahidnamesinin 15inci maddesiyle irca' olunan hukuk-ı düvelde Türkiye'yi mülazım Demons aleyhinde takibat icrasından menedecek bir kaide var mıdır? Divan bunlar için evvelemirde Fransa Hükümetinin serdettiği iddiaların kıymetini tahlil edecektir: Maahaza meselenin, kaziyyeye tatbik edilebilecek bir tahdid mevcudiyetini müsbet olan sair safahat-ı



171 mümkinesini de ihmal etmeyecektir. Fransa hükümetinin serdettiği delailden bâlâda tezekkür edilmiş olanlardan maadası, üç noktada temerküz eder: 1-Hukuk-ı düvel tebaadan birinin aleyhinde olduğu ileri sürülerek ecanibin ecnebi toprağında ika ettikleri cürmlerden dolayı takibine müsait değildir; kaziyyemizde vaziyyet bu merkezdedir. Çünkü cürmün Fransız gemisi dahilinde ika edilmiş addolunması lazım gelir. 2- Hukuk-ı düvel gemi dahilinde açık denizde iken cereyan eden bütün vak'alar için münhasıran sancak devletinin kazasını tanır. 3- Bu prensip müsademe mevzubahs oldukça evleviyetle lazım'ül-riayedir. Birinci delil hakkında Divan evvel-be-evvel şunu derhatır ettirmeyi vecibe addeder ki; icra edeceği tetkik yalnız kaziyyedeki vaziyyete mahsur kalacaktır. Çünkü kendisinden talep edilen karar bu vaziyyete dairdir. Bâlâda beyan olunduğu veçhile cereyan-ı hadisenin karakteristik âmilleri şunlardır: Ortada bir müsademe vardır, bu müsademe başka milliyette iki gemi arasında vâkidir, bunlardan birinin içinde mücrim olduğu iddia olunan şahıs bulunmaktadır, diğerinde de facianın kurbanları. Vaziyyeti böylece tayin ettikten sonra Divan, bir devletin



172 ecanib tarafından ecnebi toprağında ika olunan cürmleri mücerred kurbanların milliyetine müsteniden tecziye edemeyeceği yolundaki "tez"i tetkik etmeğe lüzum görmemektedir. Zira bu "tez" yalnız devlet kaza-yı cezaiyesine esas olmak üzere kurban olanın milliyetini kabul eden şıkkı istihdaf eder "tez" umumiyetle doğru olsa bile -ki Divan bu hususta dahi kuyud-ı ihtiraziye-i tamme vaz'ederkaziyyemizde ancak bir şartla serdi mümkün olurdu: Hukuk-ı düvel Türkiye'yi hadisatın Türk gemisinde ve binnetice Türk hukuk-ı cezasının tatbiki ecanib tarafından ika edilmiş fiillerden madud olsa dahi gayr-i kabil-i itiraz olacak bir mahalde cereyan ettiğini nazar-ı itibara almaktan menetmiş olsaydı! Halbuki böyle bir hukuk-ı düvel kaidesi yoktur. Divan devletlerin birbirine karşı mücrimin esnâ-yi cürmde bulunduğu mahalli nazar-ı dikkate almağa müteahhid olduklarını gösterecek hiçbir delile agâh bulunmamaktadır. Bilakis bir çok memleketler mahakiminin, hatta mevzuat-ı cezaiyelerine tamamen mülkî bir mahiyet vermiş olanlar da dahil olmak şartıyla, ceza kanununu şöyle tefsir ettikleri görülmektedir: Failleri esnâ-yi cürmde başka bir devletin toprağında bulunsa bile cürmün avamil-i esasiyesinden biri ve bilhassa tesiri milli toprakta hasıl olduğu takdirde böyle cürmler milli toprak



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



üzerinde irtikab dedilmelidir.



edilmiş



ad-



Fransız mahakiminin içtihadı dahi muhtelif vaziyyetler karşısında mülkî prensibin bu tarz-ı tefsirini kabul etmiştir. Diğer taraftan Divan devletlerin bir ceza kanunu böyle mevaddı ihtiva etti diye yahut da filan memleket mahakimi mevzuat-ı cezaiyesini o suretle tefsir etti diye protesto ettiklerine agâh değildir. Binaenaleyh madem ki cürm tesirini Türk gemisinde icra etmiştir, şu halde mücrimin bir Fransız gemisinde olmasına müsteniden Türkiye'yi mülazım Demons aleyhinde takibatta bulunmaktan meneden hukuk-ı düvel kaidesinin mevcudiyetini iddia eylemek mümkün değildir. Mukaddema basd edildiği veçhile tahkimname takibatın icrasına saik olan Türk Ceza Kanunu madde-i mahsusasına istihdaf etmeyip bilakis takibat ile hukuk-ı düvel prensipleri arasında mübayenet olup olmadığını araştırdığından hiçbir şey Divan-ı Dâimî'yi bu kaziyyede takibatın mülkiyet prensibi nokta-i nazardan dahi meşru addedilebileceğini ifade etmekten menedemez . Mamafih Divan Türk Ceza Kanununun 6ncı maddesinin hukuk-ı düvel ile kabil-i telif olup olmadığı noktasını tetkik etmeğe davet edilmiş olsaydı ve maktulün milliyeti ait olduğu devletin salahiyet-i cezaiyesini her daim müstelzim olamayacağına hükmetmiş olsaydı bile varacağı netice -esbab-ı ânife-



BOZKURT – LOTUS DAVASI



den nâşi- aynı olacaktır. Çünkü Türk Ceza Kanununun 6ncı maddesi ne kadar hukuk-ı düvele mugayir addedilirse edilsin madem ki takibat Türk Ceza Kanunun başka bir maddesine istinad edebilir ve bu madde de diğeri gibi hukuk-ı düvele mugayir olmayabilirdi, demek yalnız 6ncı maddenin hukuk-ı düvel ile telif kabul etmediğinden takibatın dahi hukuk-ı düvele mugayir olması icab ettiği neticesine varılamaz. Makamat-ı adliyenin kaziyyede tatbik edilecek maddei kanuniyenin intihabında ve onun hukuk-ı düvel ile kabiliyeti te'lifi noktasında bir hata irtikab etmiş olmaları ancak hukuk-ı dahiliyeyi alakadar eder: Hukuk-ı düveli alakadar edip etmediği keyfiyeti muahedattan mütehassıl bir kaide veya icra-yı kazadan imtina şıklarından biri dolayısıyla varit olabilir. Bilâ-ihmal katl maddesinin mevtin tahassul ettiği mahalle mahsur bırakılamayacağı çünkü bu neticenin taammüd edilmemiş olduğunu ve binaberin maznunun netice-i mevtin nümayan olduğu ülkeye müteveccih bir niyet mücrimanesi gayr-i mevcut bulunduğunu ileri sürmek isteyenler olmuştur. Bu "tez"e karşı denilebilir ki netice (tesir) bilâ-ihmal katl maddesi gibi fiillerde bir ehemniyet-i mahsusayı haizdir. Zira bu gibi cürmler maznunun vaziyyet-i mahsusasından ziyade fiilin icra ettiği tesir itibariyle tecziye edilir. Ancak Divan Türk Ceza Kanununun tefsirini



173 alakadar eden bu meseleyi tetkike kendini mezun addetmemektedir. Divan yalnız şu kadarını kayd ile iktifa eyler ki: Hukuk-ı düvelin devletleri bilâihmal kıtal maddesini bu şekilde tefsire mecbur ettiğini müsbet hiçbir şey bulunmamış, serdedilmemiştir. Fransa hükümetince serdedilen ikinci delil açık denizde bir tüccarın gemisinde her ne hadis olursa münhasıran sancak devletin kazasına tabi olacağı merkezindedir. Şurası muhakkaktır ki Hukuk-ı düvelde muayyen bazı ahval-i mahsusadan maadasında- açık denizdeki gemiler taşıdıkları sancak hükümetinden başkasının kazasına tabi değildirler. Denizlerin serbestisi yani, açık denizde herhangi mülkî hakimiyetin fıkdanı hasebiyle hiçbir devlet ecnebi gemileri üzerinde dilediği gibi icra-yı kaza edemez. Bu sebepledir ki bir harb gemisi açık denizde bulunurken kendi milletinden bir gemi ile bir ecnebi gemisi müsademe etseler ve mezkûr harb gemisinden tahkikat icra etmek ve ifade almak üzere ecnebi gemisine zabitandan biri gönderilse böyle bir hareket hukuk-ı düvele münâfi addedilirdi. Ancak bundan, bir devletin açık denizde ika edilen fiillerden dolayı kendi toprağında bir ecnebi gemisi üzerinde kazasını istimal edemeyeceği manası hiçbir veçhile çıkmaz. Serbesti-i ebhâr prensibinin neticesi geminin açık denizde taşıdığı sancağın devletine ait toprakla tev'em



174 addedilmesidir. Zira mezkûr devlet, tıpkı toprağında olduğu veçhile nüfuz ve kudretini gemide istimal eder ve başka devletler bunu yapamazlar. Söylenebilecek şey olsa olsa serbesti-i ebhâr prensibine binaen bir geminin devlet ülkesi vaziyyetinde olduğudur. Fakat sancak devletinin haiz olduğu hukukun kendi toprağında istimal ettiği hududun ilerisine gidebileceği merkezindeki iddiayı müeyyed bir şey yoktur. Binaenaleyh bir gemi dahilinde açık denizde cereyan eden vak'alar sancak devletinin toprağında hadis olmuş addedilmelidir. Demek ki bir gemi dahilinde açık denizde iken ve ika olunan fiil tesirini başka bandıralı bir gemi yahut başka bir devlet, toprağında icra ederse iki ayrı devlet toprağında ika edilmiş cürm mevzubahs imiş gibi aynı prensiplerin tatbiki lazım olup tesirin hasıl olduğu gemi devletini sanki bu fiil kendi toprağında vâki olmuş gibi fail aleyhinde takibatta bulunmaktan menedecek hukuk-ı düvel prensibi olmadığını kabul etmek icab eder. Bu netice-i mantıkiye ancak bir suretle bertaraf edebilir: O da teamülî hukuk-ı düvelde mebhus-ün-anh prensip hududundan çıkarak münhasıran sancak devletinin kazasını istilzam eden bir kaidenin vücudunu ispat etmek!. Fransa hükümeti, ulemanın içtihadına, milli ve beynelmilel mahakimin kararlarına ve bilhassa bir devletin harb ve polis sefinelerine başka devletlere ait ticaret gemileri üzerinde hakk-ı nezaret ve murakabe bahşetmek su-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



retiyle serbesti-i ebhâr prensibinden çıkmakla beraber kaza hakkını yine sancak devletine terk eyleyen muahedelere müsteniden böyle bir kaidenin mevcut olduğunu ispata uğraşmıştır. Divan'ın fikrine göre delail-i mesrûde kanaatbahş değildir. Evvelemirde, ulemanın içtihadı bahsinde (teamülî bir hukuk kaidesinin vücud veya adem-i vücudunu ispat sadedinde kıymeti ne olursa olsun) müelliflerin cümlesinin veya kısm-ı azaminin açık denizdeki geminin münhasıran sancak devletinin kazasına tabi olduğunu teslim ettikleri bir hakikattir. Fakat en mühim nokta bunların bu prensibe atf eyledikleri manadır; halbuki müelliflerin bu prensibe bâlâda teşrih edildiğinden başka ve daha geniş bir şümul atfettikleri umumiyetle vâki olmayıp bir devletin açık denizde gemiler üzerindeki kazasının o devletin öz toprağı üzerindeki kazası vüs'atinde, olduğunu beyan etmeğe münhasır kalmıştır. Buna mukabil bir kısım müellifler de vardır ki bir devletin ecnebi bir gemide açık denizde iken ika olunan cürmleri takip edip edemeyeceği meselesini yakından tetkik ettikten sonra böyle cürmlerin sancak devleti ülkesinde işlenmiş addedilmesi lazım geleceği ve binaberin her devlet mevzuat-ı kanuniyesi içinde ecnebi toprağında işlenen cürmlere mütedair olan kavaid-i umumiyenin tatbik edilebileceği kanaatine varmışlardır.



BOZKURT – LOTUS DAVASI



Emsale gelince, evvel-beevvel şunu nazar-ı dikkate almalıdır ki ileride ayrıca bahsi geçecek olan müsademe vak'aları bir tarafa bırakılmak şartıyla, bunlardan hiçbiri başka milliyette iki gemiyi birden alakadar eden cürmlere dair olmayıp binnetice Divana mevdu' kaziyyede haiz-i ehemmiyet olamazlar. "Costarica-Packets" davası bir istisna teşkil edemez çünkü ef’âl-i cürmiyeye sahne olan kayık bandırasız taifesiz cereyana kapılmış gidiyordu, belki bu noktada hükmün kararı üstünde bir dereceye kadar icra-yı tesir etmiştir. Bilakis bir devletin ecnebi gemisinde işlenen cürmü kendi kanunları mucibince şayan-ı tecziye add ile takip eylemek hakkını der-miyan ettiği vâkidir. Bu cümleden olarak İngiltere bir Amerikan gemisinde bir katl fiilinden maznun "John Anderson" namında bir İngiliz taifesini Müttehide-i Amerika Hükümetine iade etmekten imtina etmiş ve bu bab'da Amerikan kazasını inkar etmediğini şu kadar ki aynı zamanda kendi kazasını istimal etmek hakkını haiz olduğunu iddia etmiştir. Daha başkalarını da ilave edebileceğimiz bu misal "John Anderson"un İngiliz tabiiyyetine rağmen vazıh olup sancak devletinin kazasını müeyyed prensibin bütün alemce kabul edilmiş olmadığını gösterir. Sancak devletinin kazası kabul edilen emsal daha ziyade ecnebi devletinin cürme kurban olanın sırf milliyeti itibarıyla



175 alakadar olduğu hadiseler gibi görünüyor: Halbuki bu kadarı o devletin kanunları ve kazaî kararlarınca ecnebi toprağından ecnebi tarafından işlenen bir cürmü takibe cevaz verecek ehemmiyette addedilmemişti. Sancak devletinin kazasını sarahaten hıfzeden ahidnamelere gelince bu kaydın hukuk-ı mer'iyyenin ibkası manasına alıp işbu ahidnamelerin muayyen bir devlete diğerinin açık denizdeki gemileri üzerinde bahşettiği fevkalade hakk-ı kazayı tevzîn edecek manada telakki edilmesi icab edeceği mutlak değildir. Bundan maada şurasını da ilave etmelidir ki mezkûr ahidnamelerde esir ticareti taht-el bahr kabloların hasarı, balıkçılık ve ilh... gibi denizler polisi ile sıkı bir surette alakadar olan hadisat-ı mahsusa mevzubahs olup hukuk-ı umumiye cürmleri yoktu. Bilhassa derhatır etmelidir ki mar'üz-zikr ahidnamelerde derpiş olunan cürmler yalnız bir gemi hakkındadır; binaenaleyh iki gemi ve binnetice iki muhtelif devlet kazasının karşılaşmasına sebeb olan hadiselere tatbik edilebilecek neticeler çıkarılamaz. Binaenaleyh Divan Fransa Hükümetince serdedilen ikinci delilin tıpkı birincisi gibi Türkiye'yi mülazım Demons aleyhinde takibat icrasından menedecek bir hukuk-ı düvel kaidesinin mevcudiyetini kabul ettirmediği neticesine varmıştır. Şu suretle Fransız hükümetince serdedilen üçüncü delili



176 tetkik ile müsademe işlerinde takibat-ı cezaiye salahiyetinin münhasıran sancak devlete aidiyeti merkezinde bir kaide-i mahsusa tesis edip etmediğini araştırmak kalır. Fransa Hükümeti ajanı bu bab'da müsademe vak'alarında salahiyet-i kazaiye mesailinin hukuk mahkemelerinde kesretle mevzubahs olduğu halde ceza mahkemelerinin önünde nadiren tebâdür ettiği hakkında Divan'ın nazar-ı dikkatini celbetmiştir. Müşarünileyh bundan ceza davasının yalnız sancak devleti mahakiminde mevzubahs olduğu neticesini çıkarıp bunun devletlerce zımnen rızaya iktiran etmiş olduğunu binaberin müsademe mesailinde müsbet hukuk-ı düvelin tezahürü demek olduğunu beyan etmiştir. Divan'ın fıkrince bu netice esaslı değildir kazaî kararlar koleksiyonunda bulunacak hükümlerin nedreti Fransız hükümeti ajanınca serdedilen iddianın kafi bir delil olsa bile bundan sade anlaşılır ki devletler ekseriya takibat-ı cezaiye icrasında müstenkif davranmışlar. Yoksa kendilerini böyle hareket etmeğe mecbur addetmemişlerdir; halbuki istinkafın bir vazife-i vicdaniye addedilmesi şartıyladır ki beynelmilel teamülden bahsetmek mümkün olur. Verilen misal devletlerin böyle bir vazifeyi müdrik olduklarına hükmettirecek mahiyette değildir; bilakis ileride görüleceği veçhile bunun aksine imtina edebilecek esbab mevcuttur.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Divan'ın bildiğine göre mevzu hakkında beynelmilel mahakimin bir kararı sebkat etmemiştir. Fakat milli mahakimin bazı kararları zikredilmiştir. Beynelmilel bir kaidenin mevcudiyeti tesbit etmek mevzubahs iken milli mahakimin kararlarına ne dereceye kadar kıymet atfetmek lazım geldiğini araştırmaksızın şunu kayd ile iktifa edeceğiz ki irae edilen kararlar kâh bir mütalaayı kâh diğerini müeyyeddir. "Aix" istinaf mahkemesinde rü'yet edilen "Ortighia-Oncle Joseph" davası ile İngiltere Kraliyet Divan-ı Hâs'ında rü'yet edilen "FranconiaStrathclyde" davası Fransız hükümetince sancak devletinin hakk-ı kazasını ispat için nasıl serdedildiyse İtalyan mahakiminde rü'yet edilen "Ortighia-Oncle Joseph" davası ve Belçika mahakiminde rü'yet edilen "Ecbatana- West-Hinder." davası da mukabil "tez"i ispat için ileri sürülmüştür. İşbu davadaki kararların ehemmiyeti hakkında tarafeyn uzun uzadıya münakaşada bulunmuştur. Tafsilatı için Divan tarafeynin verdikleri birinci ve mukabil muhtıraları tezkâr ile iktifa eder. Divan bunlar üzerinde tevakkuf etmeğe lüzum görmemektedir. Divan yalnız bunlardan milli mahakim içtihadının görüldüğü veçhile inkısam etmiş olduğunu ve binnetice Fransız hükümetinin "tez"ine esas teşkil edebilecek yegane nokta olan tahdidkâr mahiyette hukuk-ı düvel kaidesi-



BOZKURT – LOTUS DAVASI



nin vücuduna dâll olacak bir emare görülmediğini anlamıştır. Buna mukabil Divan alakadar devletlerce müsademeye ait takibat-ı cezaiyenin sancak devletinden gayri bir devletin mahakimi tarafından rü'yet olunmasına itiraz edildiği veya bu keyfiyetin protesto edildiği sebk eylememiş olduğu mütezahir idüğünü kayd eyler: Mezkûr devletlerin hareketleri bilumum rekabet-i kazaiye hadiselerinde ittihaz etmekte oldukları hatt-ı hareketten farklı görülmüyor. Bu nokta Fransız ajanının ceza mahkemeleri önünde salahiyet-i kazaiye davası ender olmasından istinbat ettiği bir nazariyeye, yani devletlerin sancak devletinin kazasını zımnen kabul etmiş bulundukları tezine taban tabana zıttır. Fransa Hükümeti "Ortighia-Oncle Joseph" ve Almanya Hükümeti "Ecbatana- West-Hinder" davalarında İtalya ve Belçika mahakiminin cezaî kazalarını istimal etmiş olmasını hukuk-ı düvele mugayir addetmiş olsalardı protesto etmeyi ihmal etmezlerdi: Aksi ne melhuz ne devletler arasında câri usule muvafıktır. Fransız hükümeti ajanının hassaten ısrar ettiği "Franconia" davasına gelince kararın kaziyyemizde en yakın olan tarafı cürmün işlendiği mahal olarak çarpan gemiyi tayin eden kısmı olduğunu kaydetmek lazım gelir. Halbuki bu noktada hakimlerin ekseriyetle kabul ettikleri prensibin kıymeti ne olursa olsun, eğer onların indinde sebeb hukuk-ı düvel kai-



177 desinden neşet ettiği ise bu vadide yani hukuk-ı düvelde İngiliz mahakiminin nokta-i nazarınca kabul edilmiş olmaktan uzaktır. Hatta (Common Law) memleketlerinde de vaziyyet bu merkezdedir. Telakkiyenin böyle olduğu şöyle de sabittir ki cürmün faili bir devletin toprağında ve tesirleri de diğer bir devletin toprağında hasıl olunca nerede vâki olduğunu tayin etmek mevzubahs olduğunda Fransız müdafaasının ileri sürdüğü kararı veren ekseriyet hükkamın nokta-i nazarı son İngiliz mahakimi mukareratında terk edilmiştir. (Nillins 1884, 53 L.J. 157-Godfrey, L.R. 1923, 1 K.B. 24) İngiliz mahakimindeki içtihadın inkılabı ve tahvili de gösterir ki hukuk-ı düvelin devletlere bu hususta serbesti-i tam bıraktığı yolundaki "tez" doğrudur. Müsademelerde salahiyet-i cezaiyenin münhasıran sancak devletine aidiyetini iddia eden "tez"i ispat için maksadın her devlet bahriyesinde câri nizamata riayet olduğu ve binaenaleyh kaptanı birkaç ay hapse mahkum etmek kendisinden kumandanlığının nez'i demek olan ehliyetnamesinin istirdadı kadar müessir bir ceza teşkil edemeyeceği iddia edilmiştir. Bu nokta hakkında Divan, takibatın bir disiplin muhalefeti dolayısıyla değil bir hukuk-ı umumiye cürmünden dolayı yapılagelmekte olduğuna nazarı dikkati celbeder. Ne idari bir nizamnameyi nazar-ı itibara almak (hatta bu gibi nizamat bey-



178 nelmilel bir konferans neticesinde devletlerce aynı şekil dairesinde tedvin edilmiş olsalar bile) zarureti ne de bazı disiplin cezalarının tatbikine imkan elvermemesi ceza kanununun ahkam-ı cezaiyenin, tatbikine mani teşkil edebilir. Binaenaleyh Divan şu neticeye varmıştır ki müsademelerde takibat-ı cezaiyeyi münhasıran sancak devletinin bir hakkı addeden hukuk-ı düvel kaidesi gayr-i mevcuttur. Esasen müsademe vak'asının iki ayrı devlet kazasını nasıl karşı karşıya koymakta olduğu nazar-ı itibara alınırsa bu netice kolaylıkla tezahür eder. Mülazım Demons'un takibata maruz kalmasını intaç eden cürm (ihmal yahut tedbirsizlik) tezahürat-ı ibtidaiyesi Lotus'da ve netayici (tesiratı) Bozkurt'da kendini gösteren bir fiildir. Bu iki âmil hukuken gayr-i kabil-i tefrik ve taksimdir, o derecede ki şayet tefrik edilseler ortada cürm kalmaz. Ne bir devlet veya diğerinin münhasır kazası ve ne de beher devlet kazasının sancağını hamil gemide cereyan eden kısım hadiseye tahsis-i adaletin mukteziyatını tatmin ve her iki devlet menafıini layıkıyla temin edemez. Her devletin kazasını istimal etmesi ve bu hakkının cürmün heyet-i umumiyesine şamil olması kadar tabii bir şey yoktur. Binaberin önümüzde bir rekabet-i kazaiye hadisesi vardır.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Divan: Fransa Hükümetince serdedilen delailin kaziyyemizde kısmen kanaatbahş olmadığı ve kısmen de Türkiye'yi mülazım Demons aleyhinde takibat icrasından menedecek bir hukuk-ı düvel prensibinin mevcudiyeti sabit bulunmadığı neticesine vardıktan sonra böyle bir prensibin mevcut olup olmadığını bizzat araştırmağı uhdesine mevdu' vazifenin icrası muktezasından addetmiş ve bu bab'da yalnız mebhus-ün-anh tetkikiyle iktifa etmeyerek bu tetkiklerini edinebildiği ve tahkimnamenin ima ettiği prensibinin vücuduna dâll olur addettiği bütün emsal, içtihat ve hadiselere teşmil etmiştir. Fakat bu taharriyat müsbet bir netice vermemiştir. Şu halde 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Ahidnamesinin 15inci maddesinin murad ettiği manada ve takibat icrasına mani hiçbir prensip mevcut değildir. Binaenaleyh Türkiye, mevzubahs takibat-ı cezaiyeyi, hukuk-ı düvelin her müstakil devlete bahşettiği serbestiye güvenerek, icra etmekle, mar'üz-zikr prensibin adem-i vücuduna nazaran, tahkimname hükmü dairesinde hukuk-ı düvel prensipleri hilafına hareket etmemiştir. Nihayet'ül-emr Divan mülazım Demons aleyhinde yapılan takibatın Bozkurt süvarisine yapılan ile mütenazır olmasının Türk kazasını tevsi' edecek mahiyette olup olmadığını tetkik etmeğe ihtiyaç görmemektedir. Bu mesele ancak bir şartla



BOZKURT – LOTUS DAVASI



mevzubahs olabilirdi. Şayet Divan bir hukuk-ı düvel prensibinin Türkiye'yi mülazım Demons aleyhine takibattan menettiğine kanaat getirmiş olsaydı. İşte ancak o zaman mezkûr prensibin tenazur-ı cürm dolayısıyla hükmü olup olmayacağı varit olabilirdi. Divan tahkimnamenin birinci maddesi ile tevcih edilmiş olan suale menfiyyen cevap verdiğinden icabında mülazım Demons'a verilecek tazminata dair olan ikinci sual ile iştigal etmeyecektir, Esbab-ı ânifeye binaen:



Divan: Hususat-ı âtiyeye vicahen ve ârânın inkısamı neticesinde Reisin rey'-i munzammına binaen ekseriyetle karar vermiştir şöyle ki: 1- 2 Ağustos 1926 tarihinde Fransız Lotus vapuru ile Türk Bozkurt vapurları beyninde vukua gelen müsademe neticesinde ve Fransız vapurunun İstanbul'a vusulünü müteakib Türk kanunlarına tevfikan Lotus vardiyasında kumanda eden mülazım Demons aleyhine Bozkurt râkeblerinden sekiz Türk tebaasının ölümü dolayısıyla takibat-ı cezaiye icra etmekle Türkiye 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan İkamet ve Salahiyet-i Kazaiye Ahidnamesinin 15inci maddesi hilafında Hukuk-ı Düvel prensiplerine mugayir hareket etmemiştir;



179 2- Binaberin Türkiye'nin mülazım Demons aleyhine takibat icra etmekle hukuk-ı düvel prensipleri hilafına hareket ettiğinin tahakkuku şartıyla mumaileyhe itası tezekkür edilecek olan tazminat hakkında ita-yı karara lüzum görmemektedir. İşbu kararname Divan Daimî Nizamname-i Esasisi'nin 39uncu maddesi birinci fıkrasının 2nci cümlesi hükmüne tevfikan Fransızca olarak tahrir ve tanzim edilmiş olup bir kıt'a İngilizce suret-i mütercimesi tezyîl edilmiştir. Bir nüshası Beynelmilel Divan-ı Daimî Adalet mahzen evrakında hıfz edilmek ve diğer iki nüshası tarafeynin her birine tevdi edilmek üzere işbu kararname 1927 senesi Eylül' ünün 7nci günü La Haye'de Sulh Sarayında tanzim ve imza kılındı. Katip Reis Hammarskjold Max Huber Loder, Sabık Reis. Weiss, Reis-i sani, ve azadan Lord Finlay, Mösyö Nyholm, Altamira, Divan-ı Dâimî'nin ita ettiği hükme iştirak etmediklerini beyan ve Divan-ı mezkûr Nizamname-i Esasiyenin 57nci maddesi ile haiz oldukları salahiyete binaen redlerinin esbab-ı mucibesini münferiden ve ber-vech-i zîr tahrir ve teşrih etmişlerdir. Münhasıran kaziyyede mevzubahs takibat-ı cezaiye ile Türk Ceza Kanununun altıncı maddesi beynindeki cihet-i taalluka binaen mütalaası Divan'ın kararından



180 ayrılmış olan Mösyö Moore şahsi mütalaasını zîrde dercetmiştir:



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Paraflar M.



E



M



E. H



ATATÜRK İHTİLALİ ESERİNDEN1 BAŞLANGIÇ2 Prof. Dr. Mahmut Esat BOZKURT Bu kitabı, Osmanlı İmpraratorluğunun düşüşüyle başlayan Atatürk İhtilalini, Türk ulusuna safha safha anlatmak için yazdım. Olguları, olayları elimden geldiği kadar, oldukları gibi anlatmaya çalıştım. Olgular ve olaylar oldukları gibi çıkarılıp ortaya konmadıkça, Atatürk İhtilalini, yahut Kemalizm'i sentetize etmek, prensiplerini tespit ile belirli bir duruma sokmaya imkan yoktur. İmkanı elde etmek içindir ki, bu usulü kabul etmiş bulunuyorum. Olguları, olayları anlatarak gerçekleri tespitten ne çıkar? Çıkan ve çıkacak olan şudur: 1. Osmanlı İmparatorluğu nasıl düştü? 1 2



1



Atatürk İhtilali, Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt, Tüpraş, 2003 İstanbul.



2



Atatürk İhtilali, Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt, Tüpraş, sf. 37-39, 2003 İstanbul.



2. Yeni Türk devleti nasıl kuruldu? 3. Bir devlet nasıl yıkılır? 4. Yenisi nasıl kurulur? 5. Esirlik kemendi boynuna atılan bir millet, kemendi nasıl koparır? 6. Bir millet özgürlük ve bağımsızlığına yeni baştan nasıl kavuşur? İşte ortaya konacak gerçekler, bize bunları göstereceklerdir. Eğer, bu ödevi başarabilirsek, az bir şey öğrenmiş olmayacağız. En başta kendimizi, Türk ulusunun anlamını, içinden, kendi içimizden bilmiş, öğrenmiş olacağız. Kitabı üçe böldüm. Birinci bölüm: Atatürk'e, önsöz, başlangıç ve bir girişi içine almaktadır ki; giriş, yalnız Atatürk ihtilaline değil, genel anlamıyla, bütün ihtilallere kısa bir felsefedir. İkinci bölüm: Türk milleti ayağa kalkıyor, Erzurum ve Sivas Kongreleri, Yeni Türk devleti, Kurtuluş savaşları gibi bölümlerden meydana gelmiştir ki; kitabın yalnız en heye-



182 canlı değil, fakat, en insanüstü olaylarının ifadesidir. Üçüncü bölüm: Türk Cumhuriyeti, yeni kamusal ve özel haklar, ekonomik, sosyal, siyasal sistemler vb. konularıdır. Bugün çıkan birinci bölümü, durmadan diğer bölümler izleyecek, bu suretle okurlarımıza, son büyük Türk ihtilalinin tam ve olgun analitik ve sentetik bir tarihini kısa bir zaman içinde vermeye çalışacağız. Kanunların yaptırma gücü, devlettir. Daha açık bir deyimle: Kanun, devletin polisi, jandarması, ordusudur. Fakat bunun, bunların da üstünde bir yaptırma gücü vardır ki, bu da milletin kendisidir, kendi varlığıdır. Bu varlığa, yaptırma güçlerinin gücü demek çok yerinde bir şey olur. İnsanlığın birtakım kutsal yapıları vardır ki, (vatan, özgürlük, bağımsızlık, anayasa, milli namus gibi) bunları ancak, bu yaptırma gücü ayakta tutabilir. Saati çalınca; bu yeteneği, bu güzel huyu göstermekte güçsüz kalan herhangi bir millete, ölmüş gözüyle bakmak yanlış bir şey olmaz. Milletler, bu yoldaki yeteneklerini, ancak ve yalnız ihtilal haklarını kullanmakla gösterebilirler. Milletler, bu güçlerini göstermekte ne kadar diri ve çevik davranırlarsa, o nispette



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



"Varım!" demek hak ve yetkisine sahip olurlar. İhtilal, o aziz silahtır ki, bir milletin bütün kutsal varlıklarının üstünde, bir kartal gibi yakından uçar... Süzülür ve dolaşır. Bütün bunları kanatlarının altında esirger. Zararlı kurumları birer kanat vuruşuyla atar, yenilerini yuva yapar gibi toplar ve kurar. İhtilal, hayatın gereğidir. Doğal hakların en başında gelir. İhtilal, milletlere insan gibi yaşama olanaklarını veren en yüce bir kuvvettir. Başka bir ifadeyle, ihtilal, tarihin alın yazısıdır. Red ve inkârı kabil olmayan bir olgudur. İhtilal nasıl patlak verir? Fransız düşünürlerinden Mathiey diyor ki: 3 "İhtilaller, bunların yalnız siyasal şekilleri ve hükümet adamlarını değiştirmekle yetinmeyip, kurumları ve mülkiyeti değiştirenleri; uzun zamanlar görünmeden, gizliden gizliye yürürler ve tesadüfi bazı olaylar neticesinde patlak verirler. "Aniliğiyle, karşı konamamasıyla, gafillerini, istifade edenlerini ve kurbanlarını şaşkınlığa düşüren Fransız İhtilali, yüz yıldan fazla bir zaman, kendi kendini hazırladı. 3



Fransız Mathiey.



İhtilali,



s.



1,2,



c.1,



183



ATATÜRK İHTİLALİ



Bu ihtilal, her gün derinleşen bir ayrılma, bir boşanmadan çıktı. Bu boşanma, ya da ayrılma, mevcut gerçeklerle kanunlar, kurumlarla âdetler, kelime ile öz arasında oluyordu. "Toplum hayatının temeli olan üreticiler; her gün, güç ve otoritelerini artırıyorlardı. Fakat iş, kanunda bir değer ifade etmiyordu. İş para etmediği ölçüde soyluluk da artıyordu. "Doğuma dayanmak ve çalışmamak bazı imtiyazlar gerektiriyordu. Bu imtiyazlar ise, serveti yaratanlara ve ona sahip olanlara pek ağır geliyordu. "Teori bakımından yeryüzünde tanrının temsilcisi olan hükümdar, mutlak idi. İradesi kanundu. Lex Rex. Gerçekte ise, sözünü memurlarına bile geçiremiyordu. O kadar gevşek hareket ediyordu ki, kendisi bile haklarından şüphe etmişe benziyordu. Onun üstünde, yeni ve ortak bir güç gelişiyordu ki, bu, kamuoyu idi. Kurulmuş düzeni, kişiliğe saygı ile dinamitliyordu. "Eski feodalite sistemi, esas itibariyle toprak mülkiyetine dayanıyordu. Derebeyi, mülk sahibinin haklarını, yöneticinin görevlerini, hâkimliği ve askeri şefliği şahsında toplamış bulunuyordu. Halbuki, derebeyi, çoktandır toprakları üzerinde yetkilerini yitirmişti. Bunlar kralın memurlarına



geçmişti. Kölelik hemen her yerde kalkmıştı... Vakıflar birkaç dinsel kurumun tekelindeydi. Plep: artık derebeyine bağlı değildi vb.” 4 Büyük Fransız İhtilali hakkında ufak bir bilgiye sahip olanlar, Mathiey'in görüşlerini kavramakta güçlüğe uğratmazlar. Mathiey, ihtilal prensibini tespitten sonra örneğini Fransa'dan vermekle yetinmiştir. Esasen konusu Fransa İhtilalidir. Fakat biz şu prensibi bütün ihtilallere tatbik edebiliriz. Son Türk İhtilalini 5 ele alırsak, aynı prensibin hâkim olduğunu görmekte zorluk çekmeyiz. Bağımsızlık savaşları tesadüfi bir olaydır ki, bunu, esasen anlamını bitirmiş olan hilafet ve onun gereği olan bütün kurumlar; -ekonomik, sosyal, siyasal- bir ihtilal vuruşuyla, yerlerini yenilerine bıraktılar. Bu bir zorunluluktu. Ekonomik, sosyal, siyasal Türk durumu bunu gerektiriyordu. O kadar ki, kurtuluş savaşları olmasaydı bile, bu değişiklik yine olacaktı. Son Rus İhtilalini ele alırsak, aynı gözlem ortaya çıkar. Dünya Harbinde Rus Çarlığının uğradığı yenilgi, 4



Plep (Derebeylik usulünde) demirbaş insanları bulunan ekili toprak.



5



Söz konusu olan 1919 ihtilalidir.



184



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Çarlığı ve ona bağlı kurumları temellerinden sarsınca, yerini komünizm alıverdi. Fakat Dünya Harbi olmasaydı başka bir olay, anlamını yitirmiş olan Çarlığı devirecek, bunun yerini yeni bir rejim mutlaka alacaktı. Demek istediğimiz sudur ki, ihtilalin sebebi ve etkeni kendisidir. Yoksa tesadüfi olaylar değildir. İşte böyle anlarda, ihtilal haklarını kullanan milletlerdir Altı ok şu suretle ifade olunabilir. Saltanatın kaldırılması, tarihi ve hayati bir zorunluluktu. Saltanat kurumu dejenere olmuş, vatana, millete ihanet etmişti. Ve Türk milletini idareden acizdi. Son sultan halife Vahdettin, Sevr anlaşmasıyla milleti ve memleketi düşmanlara teslim etmiş, düşmanlara silahlara karşı koyan savaşçıların katlini Müslümanlara farz kılmıştı. Kurtuluş savaşlarından sonra, dejenereliği ve ihaneti sabit hanedanı, bir saltanat ve hilafet kurumunu Türk ihtilali yerinde bırakamazdı. Böyle bir hal ihanet olurdu. Bu, ihtilalin kendi kendisine ihaneti sayılırdı. Bu yüzden tarihin hükmü yerini buldu. 1



1



Atatürk İhtilali, Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt, Tüpraş, sf. 184202, 2003 İstanbul.



ki, yaşama ve yaşatma davasını güdebilirler. Hüner odur ki, bu hak, gerektiği zaman kullanılsın. Bu satırları takip edecek sayfalar, ihtilal hakkını kullanan Türk milletinin bir tablosudur.



ATATÜRK İHTİLALİ1 Osmanlı hanedanı düşürüldü ve saltanat kaldırıldı. Celali isyanları esasen bu hanedana karşı milli bir tuğyandan başka bir şey değildi. Bu kaldırılmış kurumun yeniden ihdasına, işi gücü bir yana bırakarak yeni bir hanedan araştırmaya lüzum yoktu. Esasen bir milletin mukadderatının bir hanedanla idaresi modası çok geçmiş, hak bakımından anlamını kaybetmişti. Cumhuriyet çağdaş devletin en modern kurumu olarak benimsendi ve Türk Cumhuriyeti ilan olundu. (29 Ekim 1923) Artık Türk milleti kendi kendini idare edecekti. Vasiye ihtiyacı yoktu. Cumhuriyetin fazilet idaresi olmasının bir sebebi de budur, reşit milletler idaresini ifade eder. Cumhuriyet "reşidim!" diyen milletlerin idaresidir. Türk milleti Cumhuriyeti kurmakla, kurtuluş savaşlarıyla



185



ATATÜRK İHTİLALİ



ispat ettiği rüştünü teyit etmiş oluyordu. Nihayet şahıs kimdir?



sultan



denilen



Oscar Wilde Ne Diyor? Bunun en kestirme, en güzel cevabını bence Salome piyesinde Oscar Wilde vermiştir. Kraliçe, krala: "Deve kasabının oğlu!" diye haykırır. Ne kadar yerinde bir hitap! Hakikaten, düşünülünce hükümdar nedir? Ona izafe edilen kutsallıkların, rütbelerin, insan üstü şereflerin sebebi nedir? Nihayet hükümdar da bir insan, bir kasap oğlu, bir çiftçi oğlu, vs. değil mi? Şu halde bir milletin, bir memleketin mukadderatında, çiftlik idare eder gibi miras yolu ile tahakküme ve kullanmaya nereden hak kazanmıştır? Hükümdarlık bir hak değil, zorla alınmış bir kurumdur. Hükümdar, Oscar Wilde'in kraliçeye söylettiği gibi sadece bir deve kasabı oğlu değildir. Hükümdarlık, başlangıçta bir eşkıyalıktır. Sonraları da kardeş ve millet katilliğidir. Size bir hükümdar örneği: Bakınız tarih ne diyor? "Sultan Üçüncü Murad'ın ölümünde adet olduğu üzere Manisa'da bulunan büyük



şehzade Mehmed Sultan darüssaade ağasının gizlice gönderdiği haber üzerine Mudanya yoluyla İstanbul'a gelüb merasimi mutedei mateme -zahiren- iştirak ve daha pederinin emri tedfini icra edilmeden hiçbir cürüm ve kabahatleri olmayan 19 biraderini derhal idam ettirerek mezarı fenaya gönderilen tabut pedere, o biçareleri peyrev etmek suretiyle kulübü ammayi gamnak eyledi. "Bundan maada hemşirelerinden yirmi dördünü de üç ayda bir kere valdeleriyle görüşmek kaydıyla eski saraya tağrip eyledi. "Bu münasebetsiz ahvalin vicdan umumi üzerinde büyük bir tesir husule getireceğini takdir eden Sultan Mehmed salis (Mehmed III) efkarı askeriyeyi elde etmek için yeniçerilere 1 milyon 100 bin duka altunu atiye, ve vüzera ve ricalden bazılarına da birer hediye ihsan eyledi." 24 kardeşi kız olduklarından ve kendisine rakip olamayacalarındandır ki, başlarını eski sarayda hapsedilmekle kurtarabildiler. Eğer bunlar da erkek olsaydı, ya da eski Türk adeta veçhile hükümdar olabilmeleri ihtimal dahilinde bulunsaydı, bir günde katledilen kardeşlerin adedi 43'ü bulacaktı! Bu hal yalnız Mehmed III'e has değildir. Kendisine ön gelen ve kendisini takip edenler tarafından da işlendi. Örneğin yine tarih diyor ki:



186 "Selimi saninin (Selim III) vefatı üzerine büyük oğlu olup Manisa'da bulunan ve o zaman 28 yaşında olan III. Murad Sadrazamın arizesini alır almaz İstanbul'a gelip tahta çıktı. "Lakin müşarülileyhin tahta çıkışı diğer padişahların tahta çıkışı kadar sevindirici olmadı: Çünkü kendisi İstanbul'a akşam üzeri vararak karşılanmış ise de vaktin darlığı yüzünden tahta çıkış merasiminin icrası ertesi güne bırakılmıştı. Halbuki Murad'ı şalisin sarayı hümayu'na girer girmez yani daha resmen tahta çıkmadan verdiği ilk irade, saltanatı rakipsiz idare etmek üzere beş küçük biraderinin idamına dair idi. Bu ise halka pek fena tesir etmişti. "Ertesi gün (8 Ramazan 982) bilcümle vüzera ve rical ber mutad- matem elbiselerini labis oldukları halde sarayı hümayuna gitmişler ve yine alaimi matemi haiz olan padişahı cedide biat eylemişlerdi." Fatih Mehmed H'nin tatbikata koyduğu kardeş öldürme kanunu giderek, saltanat müessesesini kardeş kanarası haline getirmiştir. Hala zamanımızda bile, bazı bilim mensuplarının bu faciaları haklı göstermek için ileri sürdükleri sebepler insanı, insanlık namına, bilim adına utandıracak kadar çirkindir. Güya bu kanunun konma sebebi, şehzade isyanlarının önüne geçmek, memleket ve milleti zarardan korumak içinmiş.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Yani nerede ise, kardeş katilliği vatan ve milletseverlik gereği sayılacak. Zaman oldu ki, saray, dökülen kardeş ve masum devlet ricali kanından bir kanara gibi kokmaya başladı. yüzü!



İşte



hükümdarlığın



iç-



Ve işte bütün bunlardan dolayı hükümdarlık kaldırıldı ve Cumhuriyet ilan olundu. Hilafetin ilgası sebebine gelince; saltanatın kaldırılmasından sonra İslam hukuku bakımından esasen bunun manası kalmamıştı. Çünkü hilafet sadece ruhani bir kuvvet değildir. İslamlık ruhbanlık kabul etmez. Hilafet dünya işlerinden el çekmiş bir rahipler kurulunun temsili değildir. Hilafet cismani ve ruhani hükümet ifade eder. Fertlerin hakkını, hukukunu, memleketin muhafazasını amir bir kuvvettir. Bu hükümete ve bu kuvvete istediği şekli vermek milletin irade ve arzusuna bağlıdır." Saltanat ilga edilince, egemenlik kayıtsız şartsız ulusa intikal etti. Ve Türk ulusu Cumhuriyeti seçti. Halife Mecit Efendinin şahsında ise hilafet mana ifade edemezdi.



Atatürk'ün Seyyit Beye Cevabı Parti toplantısında Adliye Vekili Seyyid Bey tarafından hilafet Atatürk'e teklif edildiği



ATATÜRK İHTİLALİ



vakit, Atatürk sadece şu cevabı vermişti. "Tenezzül etmem..." 1924 tarihinde pek haklı olarak hilafet de ilga olundu. Hilafetin ilgası başka bakımlardan da mütalaa olunabilir. Bir defa hilafetin Osmanlılara geçmesi kesinlik ifade eden tarihi vesikalarla sabit değildir. Vakıa Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethetti. Emanatı mukaddeseyi Mekke şerifi Bereket'ten tesellüm etti.



Mübarek Emanetler Örneğin: Sancağı şerif, halife Osman zamanından kalma Kur'an-ı Kerim, Peygamberin bazı dişleri, sakal kılları vb. Fakat bunların Yavuz Selim'e gönderilmesi hilafetin intikalini ifade etmez. Hilafetin intikal muamelesi bu değildir. Nitekim bu emanetler Mekke şerifinde olduğu halde o zaman Abbasi halife Mısır'da idi. Yavuz Sultan Selim Mütevekkil alellah'ı İstanbul'a getirdi deniyor. Ve fakat hilafeti teslim aldığına dair bir kayda tesadüf edemiyoruz. Abdülhamid I zamanına kadar bu müesseseden bahis bile yoktur. Yalnız bu devirde, Kaynarca antlaşmasıyla, terk ettiğimiz Kırım üzerinde hilafetin manevi nüfuzundan bahsedilmektedir. Gerçi Tanzimat'tan



187 sonraki tarih yazarlarının hemen hepsi hilafetten bahsederlerse de bu hususta bir mesnet göstermemektedirler. Eski müverrihler ise bundan bahsetmezler. Konunun çözümünü tarihçilerimize bırakalım. Öyleyse, bir bakımdan denebilir ki, hilafet bize geçmediyse kaldırılması da söz konusu olamaz. Fakat hilafetin bize geçtiğini kabul edince kaldırılması da zorunlu olur. 1) Hilafet İslamlar arasında ortak bir kurumdur. Milletçilik duygularını uyuşturuyordu. 2) Osmanlı saray politikası bu ortak kurumu güçlendiriyordu. 3) İslam tebaası olan Hıristiyan devletler ise bütün bir Hıristiyan dünyasını bize düşman kılıyordu. 4) Laik devlet sistemine aykırı idi. 5) Hilafet gerilik kaynağı idi. Hilafet İslamlar arasında ortak kuruluştu. Böylelikle milliyetçilik duygularını uyuşturuyordu. Halbuki Türk ihtilali milliyetçilik prensibini kabul etmişti. İkisinin bir arada birleşmesine imkan yoktu.



Hilafet İslamlar Arasında Birlik Sebebi Olamadı Biliriz ki, Müslümanlıkta Arap, Çerkeş, Arnavut, Gürcü



188 vb. yoktur. Müslümanlığı kabul edince hepsi Müslüman kardeştir. Halbuki hilafet kurumu bu dileği, bu birliği çeşitli kavimlerden meydana gelmiş olan Müslümanlar arasında kurmak şöyle dursun, bizzat Araplar arasında bile bir birlik kurmayı başaramadı. Hülafayı Raşidin, unvanını taşıyan; Ebubekir, Ömer, Osman, Ali'den sonra, işbaşına geçen Emeviler zamanında Araplar arasında müthiş kavgalar başladı. Hatta Ali'nin bile hilafetini Muaviye tanımadı. Aralarında Cemel ve Sıffın savaşları oldu. Ali'nin oğlu, Hazreti Peygamberin torunu Hüseyin Kerbela'da, Zübeyir oğlu Abdullah ise Mekke'de Emevi sultanlarının orduları tarafından mağlup edilerek öldürüldüler. Emevi hilafeti, Ebu Müslimi Horasani ihtilaliyle ortadan kaldırıldı. Emevi hanedanı kılıçtan geçirildi. Ölülerinin kemikleri mezarlarından çıkarılarak yakıldı. Abbasiler saltanat ve hilafeti kuruldu. Aynı zamanda Endülüs'e kaçan Emevi hanedanından Abdurrahman orada halifeliğini ilan etti. Lafın kısası, bu çağda yer yer hilafetler kuruluyordu. Ve birbirini tanımıyorlardı. Diğer taraftan da Şia (Şii) mezhebi, Osmanlı saltanatının yıkılışına kadar Sünni hilafeti kabul etmedi. Osmanlı hilafetine gelince, bu ancak bizim İslam dünya-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



sınca tanınmıştı. Fas, İran vb. da Tanıyanlar tanımıyordu. manen tanıyordu. Katolik Hıristiyanların Papa'yı tanımaları gibi. Osmanlı saltanatı din ve ırk bakımlarından birçok milletlerden kurulmuştu. Rum, Ermeni, Yahudi, Gürcü, Kürt, Arnavut, Arap, Çerkeş vb. Bunların hepsine Osmanlı deniyordu. Müslüman unsurlar ise birbirine hem Osmanlı, hem de Müslüman kardeşler idiler. Osmanlılığın ve islam dininin bu emirlerini samimiyetle benimseyen, imparatorluk içinde yalnız Türkler idi.



Ulusal Duygunun Düşüşü Osmanlı edebiyatı baştan başa İslâmiyetten, Arap, Acem edebiyatından ilham almıştı. Her şey ve her şey bu açıdan görülüyor bu ölçü ile ölçülüyordu. Zaman oldu ki, "Türküm!" demek ayıp sayıldı, çünkü "Türk..." hakaret makamında ve bizzat Türkler tarafından birbirine karşı kullanılır oldu. Hiç unutmam... İstanbul Hukuk Fakültesinde talebe bulunduğum zamanlarda bir kış sabahı fakülteye giderken, Şehzadebaşında, çarşaflı bir anne, on yaşlarında oğlunun kolundan tutmuş onu sürükleyerek zorla okula götürüyordu. Topaç gibi yavrucak tepiniyor, çantasını yerlere atıyor... ağlıyor, gitmek istemiyordu.



ATATÜRK İHTİLALİ



Çocuğuna kızan anne, onu; "Kaba Türk, geri Türk" diye azarlıyordu. Düşününüz ve düşünelim bir kere... Bir anne ve çocuk Türk idiler, çocuk ise Türk diye tahrik ediliyordu. Ve bu hadise meşrutiyetin ikinci yılında cereyan ediyordu! Ulusal duygunun düşüş derecesine bakınız!



Naima Ne Diyor? Naima gibi devletin resmi bir tarihçisi bile, tarihinin birçok yerlerinde Türkten bahsederken, "idraksiz" Türk (Etraki bi idrak) deyimini kullanır ve bunu kullanmakta bir sakınca görmez. Ulusal duygu, bundan başka daha nasıl yok edilebilir. Ve sultanlar, utanmadan bu gibi tarihleri okuyorlar, ve yazanları hediyelere boğuyorlardı. Dejenereliğin bu derecesi nerede görülmüş? Zaman oldu ki, Rumu, Ermenisi, hatta Yahudisi bile Osmanlılığı benimsedi. Ne oldukları sorulduğu zaman, Rum' um, Ermeni'yim, Yahudi'yim, hatta Çingene'yim! Demekten çekinmediler. Fakat Türk, milletlerin en an soylusu olan bu varlık, "Türküm! diyemiyor. O sadece; "Osmanlıyım! Elhamdüllillah Müslümanım!" diyebiliyordu.



189 Türk'ün dindaşları olan; Arnavut'a, Arap'a, Çerkese gelince bunlar da Müslümanlığı benimsemiyorlardı, bunlar da kendilerine ne oldukları sorulunca: "Arnavudum, Arabım, Çerkesim!" diye göğüslerini gererek cevap veriyorlardı. Hiç unutmam, meşrutiyette sadrazam İbrahim Hakkı Paşa, henüz Türk süngüsüyle bastırılan Arnavut isyanından Osmanlı meclisinde söz ederken şöyle demişti: "Arnavutlar, Osmanlı İmparatorluğu tacının en kıymetli bir pırlantasıdır!" Acaba Türkler bu tacın nesi idi? Onu düşünen, akla getiren bile yoktu. Araplar ise Kavmi necip Arap unvanını taşıyorlardı. Meşrutiyet ilan olunur olunmaz, İstanbul'un Divanyolunda bir alay kulüpler belirmişti; Kürt Yardımlaşma Cemiyeti, Çerkeş Yardımlaşma Cemiyeti, Arnavut Baskım Kulübü, Arap Birliği.., vb. Beyoğlu'nda; Etinikieterya, Adelfiya Taşnaksutyon kulüpleri Rum ve Ermenileri temsil ediyorlardı. Yahudilerin bile Alyaus İzraelitleri vardı. Türk kulübü, Türk Birliği diye bir şeye tesadüf olunmuyordu. Sadece İttihad ve Terakki Cemiyeti vardı. Fakat ne ittihadı, ne terakkisi bunu bilen



190



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



bile yoktu! Mevhum Osmanlılığın İttihadı ve Terakkisi!



Türkçülük Hareketi Ancak Balkan savaşından sonra Hamdullah Suphi Tanrıöver gayretiyledir ki, Türk Ocakları açılmaya başladı. Ve hemen, Türk olmayan unsurların müthiş itirazlarıyla karşılandı! İşin asıl acı tarafı, bu itirazlara bazı öz Türk seslerinin karışmasıdır. Yara, yar elinden olunca acısı fazla olur. Bununla beraber, Türk Ocakları memleketin dört bir uçunu kaplamakta gecikmedi.



Kont Sforza Ne Diyor? Kont Sforza'nın Avrupa'nın Yeni Yapıcıları adlı kitabında dediği gibi, bu milli harekettir ki, Türklüğü büsbütün yok olmaktan, yıkılmaktan kurtardı. Türklük duygusu azaldıkça, Türk zayıf düşüyordu... Türk zayıf düştükçe imparatorluğun yabancı unsurları iki kat kuvvetleniyordu. Çünkü: Osmanlı devletinde son iki asır içinde, Türk unsurunun hakiki durumu jandarmalık ve polislik idi. Ardı arkası gelmeyen isyanları bastırmak, yine ardı arkası kesilmeyen savaşları başarmak, yalnız ve sadece Türk'ün sırtına yükletilmiş ödevler idi.



Milli Türkülerde Milli Acı Milli bir türkümüzde: İzmir çekilir



kışlasında



kuram



Anamın babamın belleri bükülür Davulla mü sandın?



zurnayı



düğün



Al yeşil bayrağı gelin mi sandın? Askere sandın?



gideni



gelir



mi



vb. Diğer milli bir türküde ise; Ey gaziler, yol göründü Yine garip serime Dağlar taşlar dayanamaz Benim ahü zarime deniyordu. Bütün bunlar, Türk milletinin imparatorluk içinde yanık bahtından durmadan şikayet eden mersiyeler idi. Biraz önce dediğimiz gibi, askerlikten muaf tutulan yabancı unsurlar, rakipsiz olarak ekonomik alanda kuvvetleniyorlardı. Ve milli duygularını besleyerek yükseliyorlardı. Türk'ün bu iki kuvvetten uzak kalarak zayıf düşmesi, yabancı unsurların onu hırpalayarak imparatorluktan kolaylıkla ayrılmalarını ve yeni devletler halinde ortaya çıkmalarını kolaylaştırıyordu.



191



ATATÜRK İHTİLALİ



Şahidi olduğum bir hadiseyi hüzünle anmak isterim. 1928 yılında Adliye Vekili sıfatıyla Cumhuriyet Adliyesini teftiş ediyordum. Denizli'de bir aralık hastaneyi ziyaret etmek istedim. Ziyaret ettim, hem hediyelerimi dağıtıyor, hem de hastaların hatırlarını soruyordum. Bir hasta ile aramızda şöyle bir konuşma oldu: "Hemşeri nasılsın?.." Saçı sakalı karışmış, perişan bir hal gösteren hasta, dökük dişleri arasından bana bir şeyler söyledi. Fakat ben bunları anlayamadım. Arapça mı, Farsça mı, Türkçe mi? Anlaşılmıyordu. Hasta başını salladı ve sustu. Doktordan öğrendim ki, bu adamcağız Denizli'nin Sarayköy kazasından imiş. Henüz Yemen'den gelmiş. Sarayköy'de akrabalarından kimseyi bulamamış. Kendi memleketinin havasıyla uyuşmamış ve hastalanarak, hastaneye düşmüş. Hasta elli yaşlarında vardı. Aşağı yukarı Yemen'de 30 yıl kalmış... Orada unutulmuş. Cumhuriyet kurulunca İmam Yahya'nın yardımıyla memlekete dönebilmiş. Fakat ne dönüş! Anadili Türkçeyi unutacak hale gelmiş ve öz memleketinin havasıyla uyuşamayarak hastanelere düşmüş.



Kim bilir bu gibi kardeşlerden daha nicelerinin haberlerini, ak saçlı ana ve babalan fersiz gözleriyle uzak yollara bakarak, hala beklemektedirler.



Yemen'de Ölenler Vaktiyle İstanbul'da, Abdullah Cevdet tarafından çıkarılan İçtihad mecmuasında görmüştüm: Bir İngiliz istatistiğine göre 25 yıl içinde Yemen'e 2 milyon Türk askeri gönderilmiş, bunlardan ancak 500 bini dönebilmiş. Demek ki, 25 yıl içinde Türk'ün en genç, en dinç kısmından yalnız Yemen'de 1 milyon 500 bin adam kaybetmişiz.



Abdülhak Diyor?



Hâmid



Ne



Abdülhak Hâmid'in dediği gibi; 7 "Bir ordu çıkardı bir neferden!" Bu işler neden böyle oldu? Bunu benden değil, hilafet ve saltanat denilen kurumdan sorunuz. Fakat sakın maksadım, askerlikten bir şikayet olarak anlaşılmasın. Tarih bizleri, askerlik sanatının icatçısı olarak tanımaktadır. Kaşgarlı Mahmud'un dediği gibi, "Tanrı Türk'ü, insanlığı, şerirlerin şerrinden esirge-



192



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



sin diye, kendine has asker olarak yarattı." Bundan benim anladığım şudur: Türk = Tanrının has askeri! Gerektiğinde Türk'ün en küçük şerefi, namusu, Türk ilinin bir çakıl taşı için milyonlarca Türk feda olalım. Fakat Yemen çölleri için, amansız idealist hilafet kurumu için değil, bütün bir dünya için dahi tek bir Türk gencinin burnunun kanamasına milli rıza yoktur. Ve olmayacaktır. Bütün bir dünya tek bir Türk delikanlısının burnunun kanamasına değmez.



Türk ve İnsanlık Bütün bir insanlıktan bir şey duymuyor musun? İnsanlığı sevmiyor musun? Çok ve pek çok şeyler duyuyorum ve seviyorum. Fakat ıssız dağlar başında koyunlarını güden yarım çarıklı Türk çobanı, bana daha çok şeyler duyuruyor, daha çok sevgiler sindiriyor! O kadar ki, insanlık eski Mısırlarıyla, Yunanistanlarıyla, Romalarıyla ve bunlar bütün estetik eserleriyle ayağa kalksalar ve yanı başlarında bugünün kendi verimleri olan bütün medeniyeti, musikisiyle, şiirleriyle, sanatlarıyla ve bütün eserleriyle gözümün önüne dikseler, dikilseler, benim gözüm, benim duygum, benim sevgim, yine ıssız dağlar başında yanık



kavalını üfleyen, yarım çarıklı Türk çobanındadır. O, bunların hepsinin üstündedir. Hilafet ve onun müeyyidesi olan Osmanlı saltanatı bütün bir Hıristiyan dünyasını yok yere bize düşman ediyordu. İngiltere, Fransa gibi, büyük bir kısım İslam kurumundan kuşkulanıyorlar ve Osmanlı Devletini bir ayak önce taksim etmek, parçalamak politikasını takip ediyorlardı. İslam tebaaya sahip olmayan Hıristiyan devletler dahi İslamlık ve Hıristiyanlık diye bize karşı bir ikilik duyuyorlar ve bu suretle bütün bir Hıristiyan dünyasında başta bizim Hıristiyan tebaa olmak üzere Türklük aleyhinde müthiş propagandalar yapılıyordu. 20. asırda, Aylılar ve Haçlılar davası sürüp gidiyordu. Hilafet kurumu, Türk ulusunun, Türk toplumunun geri kalmasına sebep oluyordu. Biliriz ki, dinler, değişmez kaidelere dayanırlar. Hilafet kurumu da bu kaidelere istinat ettiğine göre, değişiklik kabul etmiyordu. Her yeniliğe bid'at, her terakki hamlesine küfür deniyordu. Din gericilerin elinde bir silahtı. Bu yüzden hiç değilse, Batı Türkleri Avrupa'dan 3 yüzyıl geri kaldılar. Birkaç örnek: Bizde Murad III zamanında matbaa açılmasına karar



ATATÜRK İHTİLALİ



verilmişti. Fakat açılamadı. Dini görüş engel oldu. Ahmed III zamanında açılabildi. Patrona Halil isyanında yıkıldı, yakıldı. Ancak Mahmud I zamanında işlemeye başladı. Halbuki basın harflerini Türkler, Sümerliler zamanında icat etmiş bulunuyordu. Bütün milletlere ön gelmeleri lazımdı. Matbaa vaktinde açılsa idi, eğitim ona göre yayılırdı. Her yeniliği bid'at, küfür sayan Şeriat Türk askerliğinin de hiç değilse yüz yıl geri kalmasına sebep oldu. Ta Osman I zamanında istenen ıslahat Mahmud II devrinde başarı sağladı. Eğer bu ıslahat vaktinde ve zamanında yapılabilseydi, Osmanlı Devletinin mukadderatı değişebilirdi. Hiç değilse Türklerle meskun olan Kırım gibi yerler elden gitmez, yeni yeni Türk ülkeleri elde edilerek Türk birliğine doğru büyük hamleler yapılmış olurdu. Bilhassa dinin birtakım hurafelerle karışması devlet işlerinde, Türk milletinin mukadderatında pek feci neticeler doğurdu.



Hurafe ve Batılıların Devlet işlerine Tesiri Mustafa III, Selim III gibi en yenici geçinen padişahlar bile devletin mukadderatını bu hurafelerle idare etmek bahtsızlığında kaldılar. Bakınız nasıl?



193 Mustafa III Ahmed Resmi Efendi'yi, Büyük Frederik'e gönderdiği zaman, ondan usta müneccimler istemişti." Prusya kralı Büyük Frederik Türk elçisine; "Benim müneccimlerim şunlardır: 1) Çok tarih okumak, 2) Hazineyi dolu tutmak, 3) Askere, her vakit, muharebede imiş gibi, barış zamanlarında dahi savaş manevraları yaptırmaktır. Padişah hazretlerine de bu müneccimleri tavsiye ederim." demişti. Cehaletin derecesine bakınız ki, Mustafa III, onun devlet erkanı, Büyük Frederik'in o zamanki başarılarını, mutlak mevcudiyetini farzettikleri müneccimlerinin hünerine veriyorlardı. Selim III'ün, Osmanlı tarihlerinde diğer bir adı da müceddidi bünyanı saltanat'tır. Bu padişahın birçok yenilik hareketlerinin yanında açıklanması mümkün olmayan birtakım hurafelerle hasta olduğunu da görüyoruz. Örneğin: Yusuf Ziya Paşa sadaretten çekildikten sonra yerine bir sadrazam bulmak kaygısına düşülmüş, bir türlü bulunamamış! Nihayet devlet erkanı şuna karar vermişler: Sultan Halife hazretleri istihareye yatacak ve rüyasında kimi görürse sadaret o adama verilecek. Selim III abdest alarak istihareye yatmış. Fakat rüyasında kimsecikleri görememiş.



194 Sultanı tekrar yatırmışlar, bu defa da rüyasında Cenaze Hasan Paşa adında birisini görmüş. Zamana bakınız ki, tarihin aciz, cahil diye vasıflandırdığı bu adamcağız, herkesten iyi haddini bilir bir kimse imiş ki, sadaret gibi bir mevkiye lâyık olmadığını, bu işi başarmak kudretinde bulunmadığını yana yakıla anlatmaya çalışmış, fakat meramını kimselere dinletememiş. Yaka paça, zorla işbaşına getirilmiş. İşin sonu ne oldu? Bunu kestirmek zor değildir. Kırım'ı geri alalım derken Ruslara dünya kadar yer kaptırdık ve imparatorluk temellerinden sarsıldı. Bu haller Fransız ihtilali sıralarında, yani, insanlık son çağlara girerken vukua geliyordu.



Hilafetin Türklüğe Zararları Hilafet laiklikle uzlaşamazdı. Yeni Türk Cumhuriyetini laik kılmak birkaç bakımdan zorunlu idi. 1) Dinle devleti birbirinden ayırarak modern bir cumhuriyet kurmak için. 2) Dini Türk'ün ilerleme adımlarının önünde engel olmaktan çıkarmak için. 3) Ve nihayet modası ve manası yok olmuş, bütün bir tarih içinde Türk'e, yalnız ve sadece zararı dokunmuş böyle bir kurumu yok etmek için.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



4) Ulusal duyguyu uyuşukluktan korumak, ona hızım vermek için. Laiklik, bazılarının anladığı veya anlatmak istedikleri gibi dinsizlik değildir. Devletin dinle ayrılığıdır. Esasen devlete din izafe etmek kadar yanlış bir şey düşünülemez. Biliriz ki, dinler o dine girenlere bazı ödevler yükler. Örneğin: İslam dininin şartı beştir: 1) Kelime-i şahadet getirmek, 2) Namaz kılmak, 3) Hacca gitmek, 4) Oruç tutmak, 5) Zekat vermek. Devlet ise tüzel kişiliktir (hükmi bir şahsiyet). Bu ödevleri yerine getiremez. Nasıl anlatayım. Bir devlet düşünebilir mi ki, hacca gitsin de hacı devlet efendi olarak dönsün? Yine bir devlet tasavvuru mümkün müdür ki, abdest alarak beş vakitte namaz kılsın? Ramazanlarda oruç tutsun? Osmanlı Kanunu Esasisi (Anayasa) ve birinci ve ikinci teşkilatı esasiyelerimiz, "devletin dini İslâmdır. Ahkamı şeriyenin tenfizine Büyük Millet Meclisi memurdur" gibi birtakım maddeleri ihtiva ediyorlardı ki, bu hem gülünç, hem de zararlı idi. Gülünç olmasının sebeplerini biraz önce göstermeye çalıştık. Fakat bu hükümler aynı zamanda zararlı idiler.



195



ATATÜRK İHTİLALİ



Çünkü, dinle devlet birbirinden ayırt edilmedikçe din devlete direktiflerini veriyor ve zalim hükümdarlarla onların emir kullarının elinde bir baskı aracı oluyordu. Hükümdarların ve onların hükümetlerinin en fena hareketleri dinle meşru gösteriliyordu. Bir-iki örnek:



Mecmaüledep Kitabı Mecmaüledeb adında bir risalede deniyor ki; "Padişah, halife zalim olsa da ona itaat gerektir.



den kurulu özel bir kurum tarafından Atatürk'ün başkanlığında Ankara istasyonundaki Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü binasında konuşulurken, dinle ilgili maddelerin projeden çıkarılmasını ben teklif etmiştim. Dinle devlet işlerinin birbirine karışması Türk milletinin felaket sebebi olduğunu ileri sürmüştüm. Yalnız bizim değil, hatta Roma devletinin dahi yıkılış sebebinin Hıristiyanlık olduğunu iddia etmiştim. Kazım Karabekir



Çünkü her millet layık olduğu idareyi bulur kaidesi şeriat esasıdır. Bunun aksine hareket edenler kafir olurlar."



General Karabekir fikirlerime asabiyetle hücum etti. Fethi Okyar



Görülüyor mu? Pespayelerin elinde din nelere vesile ve vasıta oluyor?



"Canım böyle şeyleri karıştırmayalım. Biz ihtilalci miyiz? Yoksa devlet idarecileri miyiz?" diyerek meseleyi kapatmak istedi.



Mahmud II. zamanında Mora'yı kaybettiğimiz vakit, bunun din bakımından terki gerektiğine dair bir de fetva çıkarılmıştı. Fetvayı vaktin Şeyhülislamı Dürrüzade Abdülvehab vermişti. İdaresizlik kolayca Şeriatın sırtına yükletiliyor ve akan sular durduruluyordu. Bizdeki isyanların, kaytaklıklarm hemen hepsi Şeriata arka verdi.



İkinci Teşkilatı siye Hazırlanırken



Esa-



Hiç unutmam, İkinci Teşkilatı Esasiye (Anayasa) projesi vekillerden ve milletvekillerin-



Bay Fethi Okyar:



Atatürk Ne Dedi? Atatürk "Zamanı gelir..." deyince maddeler projede bırakıldı. Fakat gün geçtikçe hakikat kendisini göstermeye başladı. 1926 yılında Millet Meclisi'nin tasdikine iktiran eden Türk kanunu medenisinde (Medeni Kanun) "Reşit, dinini intihapta serbesttir" maddesi vardı. Diğer taraftan Anayasa'da sözü edilen maddeler duruyordu. Bu müthiş çelişiklik devam edemezdi. O maddeler Teşkilatı Esasiye'de kaldıkça bir



196



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



gün irticaın, yakasından tutarak inkılabı sorumlu tutması onun hak ve yetkileri gereği olurdu. Çünkü Teşkilatı Esasiye' ye aykırı hareket olunamaz.



İnönü'nün Bir Takriri Nihayet 1927 yılında İsmet İnönü ve arkadaşlarının bir takririyle meclis mahut maddeleri, oybirliğiyle Anayasadan çıkarttı. Ve Türk Cumhuriyeti laik cumhuriyet oldu. Yani insanlarca kutsal olan din, hükümdarların ya da herhangi bir şefin elinde oyuncak olmaktan kurtarılarak, el değmeyen ve ebedi olan vicdanlara mal edildi. Din ancak vicdanlar içinde emin ve masundur.



Türklük ve Laiklik Türklerde laik devlet: Laik devlet, Türklere yabancı bir devlet sistemi değildir. Devletlerarası hak yazarlarından Nys meşhur eserinin başlangıcında bu sistemin turanlı bir kurum olduğunu kaydetmektedir ki, reddi imkanı olmayan birçok deliller ve uygulama bu görüşü teyit etmektedir. Nys'e göre laiklik Türklerden Hıristiyanlara geçti. Cengizliler devletinde bu cihet apaçık görülmektedir. Örneğin, Cengiz hanedanına mensup kadın ve erkeklerden bazıları Şaman, bazıları Hıristiyan bulunuyorlardı. Papazlara,



lamalara, imanlara vesaireye eşit bir saygı göstereliyordu. Hatta Cengiz'in, Hulâgü' nun boş zamanlarında Hıristiyan, Budist, İslam alimlerini bir araya toplayarak, huzurlarında din söyleşileri yaptırdıkları pek meşhurdur. Bu bilginlerin Moğol sarayı usul ve adetlerine göre uymak zorunda oldukları bir nokta vardı. O da Kaan'ın huzurunda fazla bağırmamaktı. Aksi hareket eden kim olursa olsun dışarı alınır ve temiz bir sopa atılırdı. Cengiz'e ön gelen büyük Asya'daki Türk devletlerinde geçer sistemin laiklik olduğunda şüphe yoktur. İslâmdan sonra; doğuda, ve batıda kurulan Türk devletleridir ki, dünya işlerinden halifenin elini kestiler. Ve hilafet otoritesini sırf moral bir kurum haline koydular. Holagü Bağdat'ı fethettikten ve halife Mustasaım'ı öldürdükten sonra, Abbasi hilafeti 35 yıl açık kalmıştı... İslam milletleri kendi başlarının kaygusuna düştüklerinden hilafet meselesiyle uğraşmadılar ya da uğraşamadılar. Hulâgü'nün bütün Abbasi hanedanını kılıçtan geçirmesine rağmen Ahmed adında biri Mısır'da Türk kölemenlerine başvurarak Abbasi hanedanından olduğunu söyledi. Bir alay adamlarla bunu ispat etti. Tarih vakayı şöyle anlatıyor:



ATATÜRK İHTİLALİ



"35 seneden beri meydanda halife unvanını haiz bir zat olmadığı halde 609 yılında Mısır'a Araptan bir cemaat geldi. Yanlarında siyahi bir adam olup anın Ahmed İbni İmam Elzahiriddinimam Elnasır idiğini söylediler. "Sultan Baypars, Devlet ileri gelenlerinden kurulu bir meclis akt ile Araplar, minval meşruh üzere anın nesebine şehadet eylediler! Anların ifadelerine göre bu zat İmam Müsteferin biraderi ve Müstansırın ammi olmak lazım gelip kadı dahi şuhut ile anın Beni Abbas'tan olduğuna hükmetti. Bu hüküm bir nevi tevatür beyyinesine dayanıyordu. Anın üzerinde Muştansın billah Ebulkasım Ahmed deyu telkip olunarak Baypars ve sair nas, ana hilafetle biat eylediler. O dai kafei umuru müslimini ala melainnas Baypars'a tevfiz eyledi. İkinci defa olarak, Abbasi hilafeti bu suretle kurulmuş oluyordu. Fakat yine Cevdet Paşa diyor ki: "Nas bunca yıllardan beri Hülefayı Abbasiyeye alışmış olduklarından bu halifei nev cah, canibi Irak'a giderse halk onun başına toplanır ve Bağdat istilas olunur diye Baypars onun ordusunu tanzim ile ani canip Irak'a gönderdi. O dahi Aneye kadar gitti. Lakin bir fırka Tatar askeri gelip onu ve maiyyetindeki kalabalığın ekserini katlettiler." Dikkat ediliyor mu, hilafet ne hale düşmüş bulunuyor?



197 Türk Sultanı Baypars, halifeye bir ordu hediye ediyor ve onu Irak üzerine memur ediyor. Tarih bundan sonrasını daha dikkati çeker bir tarzda anlatıyor: "Baypars Mısır'a avdetinde yine Ali Abbasdan halife Müsterişte müntehi olduğu mervi olan Ahmed namında biri zuhur ile 660 senesi evahirinde ispatı nesep etti ve hakim biemrillah Ahmed deyu telkip olunarak ona da hilafet ile biat olunduysa da Baypars onu kalenin bir burcunda iskan ile dairesinin tanzimi için masraf etmedi. Fakat hutbelerde namı Baypars namıyla beraber zikr olunurdu. "Devlüi Fatimiye münkariz ve Mısır'da Galatı Şia mezhebi zail olmuş ise de gerek Mısır'da, gerek diyan Afrikiyede şia bakayası mevcut olduğundan onların zuhuruna mani olmak üzere Mısır'da resmi bir halifei Abbassi bulunmaması kölemenlerin efkarı siyasiyelerine muvafık idi. Lakin halifei Nevcahın adamları şehre inip umuru devlete dair söz söyler olduklarından iki sene sonra Baypars onu Nas ile ihtilattan menetmiştir. Bu zat ise çok yaşadı: Kırk sene halife namını taşıdı. Andan sonra Mısır'da halife unvanını alan Abbasiler, hep onun neslindendir." İşte Selim I'e hilafeti teslim ettiği söylenen Mütevekkil Alellah III, bu ne idüğü belli olmayan adamın soyundandır.



198



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Tarih diyor ki; "Mısır'da resmi bir halife bulunması kölemenlerin efkarı siyasiyelerine muvafık idi." Belki de bu zaruret yüzünden Abbasi hilafeti ikinci defa uyduruverilmiş bir şeydi. Çünkü, Müstansırı billah Ebulkasım Ahmed zamanında böyle bir adam ortada yoktu. Yine dikkate değer ki, halife, devlet işlerine dair söz söyleyince Baypars'ın emriyle hapis edilivermişti. Önemi bu kadardı. Şu cihet de kayda değer ki, Türkler İslâmı kabul ettikten ve devlet işlerini ellerine aldıktan sonra hilafetle saltanatı daima ayırt etmişlerdir. Denebilir ki, hilafeti sırf moral bir kurum haline koymuşlardır. Bu hal Kısası Enbiya yazan Cevdet Paşa tarafından da teyit olunarak deniyor ki: "Mütevekkil hadisesinden sonra hilafet sözde Abbasi halifelerde idi. Fakat hüküm ve hükümet Türk beylerinin eline geçmişti." Mütevekkil I hadisesi şu idi: Mütevekkilin oğlu Müstansır ile aralarında bir hakaret işinden dolayı dehşetli bir düşmanlık baş göstermişti. Bu hal nihayet Mütevekkilin öldürülmesiyle sonuçlandı. Bu işi, Türk beylerinden Vasıf ve Boğa ve Küçük Boğa gibi kimseler üzerlerine almışlardı. Bir çarşamba gecesi Mütevekkil sarhoş iken cellatlar üzerine hücum ederek halifeyi



öldürdüler ve oğlu Müstansır'ı hilafete geçirdiler: İşte bu hadiseden sonradır ki, Hicret yılının 250'sine doğru, artık Abbasi devlet işleri Türklere geçmiş bulunuyordu. Halife Müstansır 6 ay hilafetten sonra öldü. Ya da zehirlendi. Müstansır'dan sonra hilafete gelen Mutez askerin maaşını vermediğinden Türkler tarafından hakaretle hilafetten kovuldu. Hapsedildi. Ve nihayet öldürüldü. Bu ve bundan sonraki halifeler zamanında şurada burada boyuna hilafet davası güden adamlar da eksik olmuyordu. Hicret yılının 325 senelerinde üç hilafet kurumu mevcut bulunuyordu. 1) Bağdat'ta, Türkler idaresinde Abbasi halifeler. 2) Endülüste, Emevi halifeler. 3) Fas'ta Alevi halifeler. Halife Müstekfi'nin atılmasından ve Mutîullahın hilafete getirilmesinden sonra vaziyeti Cevdet Paşa şu yolda izah eder: "Müstekfi'nin berveçhi bala hali günü muktedirin oğlu Mutîullaha biat olundu. Lâkin Müstekfi'nin hiç olmazsa resmen bir veziri vardı. Mutî'de o da yoktu. Yalnız bazı havayicine karşılık olmak üzere Mazeldule tarafından tahsis olunan mutad işlerini görmek ve dairesinin irat ve masraf defterini tutmak için bir kâtibi vardı ve artık



ATATÜRK İHTİLALİ



halifenin şan ve itibarı kalmayıp bir hususta kendisine müracaat olunmaz oldu."



İslamda Din ile Dünya İslamda din ile dünya işleri ayrı şeyler miydi? Cürci Zeydan, Seyvit Ali Emir, Seyvit Bey, Abdurrezzak gibi tarihçiler hilafetin din ve dünya işlerinin düzenleyicisi olduğu fikrindedirler. Fakat, tarihte tesadüf edilen bazı olaylar bu görüşlere az çok aykırıdırlar. Hazreti Peygamber Mekke'yi fethettikten sonra Hüneyn savaşına giderken devlet işlerine yirmi yaşlarında olan Attap'ı, diyanet işleri için de Maaz'ı bırakmıştı. Hilafet din ve dünya işlerini içine almış olsa bile peygamberin hayatında caiz gördüğü bu ayrılık ya da bu iş bölümü din ile dünya işlerinin ayrılabileceğine işaret sayılamaz mı? Bizce bunda şüpheye mahal yoktur. Osmanlı tarihinde bir hadise bu görüşümü doğrular. Selim I bir gün iç oğlanlarına fena halde kızmış, kırk kadarının öldürülmesini emretmiş. Erkan telaşa düşmüş, fakat kimse aksini söylemeye cesaret edememiş. Nihayet Zenbilli Ali Efendi'ye haber vermişler. Müfti gece Selim I'in yanına gelmiş. Aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:



199 Selim I: "Hayır ola hoca, bu vakitte ziyaretten maksadın ne ola ki?" Zenbilli Ali Efendi: "Öldürülmelerine ferman buyurulan kırk kadar adamınızın affını delalete geldim." Selim I: "Hoca sen artık dünya işlerine de karışır oldun. İstersen sana bir vezerat vereyim. Zenbilli Ali Efendi: "Hayır efendimiz. Dünya işlerine karışmaya değil, ahiretinizi kurtarmaya geldim." cevabında bulunmuş. Uzun bir görüşmeden sonra Selim emri geri almış ve kırk kişi ölümden kurtulmuş. Şu konuşma Osmanlı saltanatında dünya ile din işlerinin hem de birinci halife olduğunu söyleyen Selim zamanında bile ayrı ayrı şeyler telakki edildiğini göstermez mi? Bizce bunda da şüpheye mahal yoktur. Fikrimiz şudur ki: Türkler İslamiyeti kabul ettikten ve devlet işlerini ellerine geçirdikten sonra hilafetle saltanatı, başka bir deyimle, din ve dünya işlerini birbirinden ayırmışlar ve hilafet makamını dini bir kurum haline koymuşlardır. Ve bunda, Türk ulusal kurumların yani laik devlet sisteminin, muhakkak ki, etkisi olmuştur. Bunların bazen o kadar etkisi görülüyor ki, şaşmamak mümkün değildir.



200



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Örneğin: Mısır'da bir taraftan Fatimi halifeler hilafeti yaşatırken, aynı yerde ve aynı zamanda Türk kölemenler hükümet sürüyor ve İslam hukukunun hiçbir suretle kabul edemeyeceği bir şahsı tahta oturtuyorlar ve taçlandırıyorlardı. Bu şahıs: Bir Türk kadını olan Şecrüddür= İnci Ağacı'dır. Malumdur ki, kadınların devlet, hükümet reisliğini İslam dini kabul etmez. Halbuki Şecrüddür, IX. Louis gibi, Hıristiyanların kutsal diye tapındığı kralı yenmiş ve esir etmiş, 80 bin altın kurtuluş akçesi almıştı. Bu büyük yiğitliği ve ustalığından dolayı Mısır tahtına oturtuldu. Yine Türk olan Hanife ve İnanç hatunların Halep ve Şam hâkimelikleri malumdur. Görülüyor ki, her bakımdan Türkler, Arapların hilafet kurumuna verdikleri anlama uymamışlar, İslam oldukları halde milli usullerine göre, devlet ve hükümet şekillerini devam ettirmişlerdir. Mısır ulemasından Abdurrezzak, İslamda Hükümet adlı eserinde, hükümet ve devlet şeklini tayinde İslamların serbest olduğunu iddia etmektedir. Bundan dolayı Camiülezher ulemasınca afaroz edilmiştir. Netice: 1) Politik bakımdan, hilafet, İslam tarihinin herhangi bir çağında İslamlar hatta bizzat Araplar arasında birlik sağla-



yamamıştır. Tam tersine, karışıklığa yol açmıştır. 2) Birçok halifeler aynı zamanda hüküm sürmüşlerdir. Abbasiler, Irak'ta, Fatimiler Mısır'da, Ubeydi Aleviler Fas'ta, Emeviler Endülüs'te. Osmanlı hilafetini ne Fas, ne de İran tanımadı. 3) Türkler İslamiyeti kabul ettikten ve devlet işlerini ele aldıktan sonra hilafetle devleti birbirinden ayırdılar ve halife bugünkü Papa halini aldı. Şu halde üçüncü halife Osman'ın öldürüldüğünden beri İslamlar arasında bile kanlı ve korkunç anlaşmazlıklara yol veren ve İslam birliği maskesi altında bir imparatorluk kurulması gibi imkanı olmayan hayali dava güden hilafeti, Anadolu Türklüğünün başına musallat etmekte mana ve sebep ne olabilirdi? Hiç! Sadece zarar.



Türklerin Kurtarması



İslamiyeti



Cevdet Paşa'nın da dediği gibi, bir yandan Haçlıların diğer yandan Moğolların hücumuna uğrayan İslamiyeti Türklerdir ki; kurtardılar ve ona yaşama imkanını sağladılar. Ben diyeceğim ki, İslamiyet Türk zekasının, Türk kılıçlarının gölgesi altındadır ki, yücelebildi. Yoksa yerinde yeller eserdi.



Fatimilerin İhaneti Nitekim Nurettin Şehit Haçlıları, Filistin'den sürüp at-



201



ATATÜRK İHTİLALİ



maya çalışırken Mısır'daki Fatimi halife, peygamber torunlarından olduğu iddiasında bulunan halife, Haçlılarla Nurettin'e karşı ittifak yapıyordu. Tıpkı 1914-18 Dünya Savaşında Mekke Emiri ve peygamber torunu Şerif Huseyn'in biz Türklere karşı düşmanlarla birleşerek Müslüman Arapların Türklere silah atması gibi. Fakat işin yanık ve hazin ciheti şudur ki, Türk, İslam yolunda varını yoğunu verdiği halde Türk olmayan hemen bütün Müslümanların, büyük bir nankörlükle Türkten şikayetçi olmalarıdır! Hıristiyan Osmanlılar ise büsbütün ayrı.



Hükümet Başındaki Arnavutlar ve Araplar Hele biz Batı Türkleri, yalnız varımızı yoğumuzu bu yolda vermiş değiliz. İşlerin başına da Türkten başkalarını getirdik, uzak gitmeye ne hacet? 1908'de Meşrutiyet ilan edildiği vakit, işbaşında Sadrazam olarak Avlonyah Arnavut Ferit Paşa bulunuyordu. Sarayın en sözü geçer adamları, izzet Holalar, Selim Melhameler idi. Balkan muharebesinde Osmanlı devletinin hariciye nazırı Nura Dunkyan idi. Avusturya hariciye nazırı Baron Erental bu sıralarda Yunanistan hakkında Osmanlı hükümetine bazı bilgi vermek istemiş, fakat Viyana büyükel-



çimiz Mavro Kordato olduğundan işi ona açamamış. "Nasıl açayım? Rumdur. Yunanistan'a haber verir" demiş. Halimizi düşününüz bir kere.



Bekir Sami Hatırası Hiç unutmam, bağımsızlık savaşları sırasında, Londra konferansına Ankara hükümeti tarafından gönderilen murahhas heyeti arasında İzmir milletvekili sıfatıyla ben de bulunuyordum. Reisimiz olan Çerkes Bekir Sami'nin işi gücü Kafkasya'da bir Çerkes devleti kurdurmak olmuştu. Halbuki biz Türk istiklalini kurmaya memur idik. Türk devleti işlerini Türkten başkasına vermeyelim. Türk devleti işlerinin başına öz Türkten başkası geçmemelidir.



Bir İstatistik Ali Seydi rahmetli merak etmiş, Devleti Osmaniye Tarihi'nde bir istatistik çıkarmış, buna göre 200 kadar sadrazamdan yüzde 10'u Türk olup üst tarafı yabancı milletlerdendir. Bu hallere göre, kötü idareden şikayet biz Türklerin hakkı iken, talihin ne hazin cilvesidir ki, fenalıkların belli başlı müsebbibleri, Türk olmayanlar, Türkten şikayetçi kesilmişlerdir. Tarih diyor ki: Devlet işlerinin başına devletin kurucusu olan kavimden başkaları geçince o devlet



202



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



inkıraz bulur. Yani millet, istiklalini kaybeder. Örnek mi istersiniz? İşte Abbasiler, işte Endülüs ve işte Osmanlılar! Yeni Türk Cumhuriyetinin devlet işleri başında mutlaka Türkler bulunacaktır. Türkten başkasına inanmayacağız.



Türk Milliyetçiliği Atatürk ihtilalinin belirli yönü Türk milliyetçiliğidir, Türk olmaktır. Geçmişi bu prensip temizledi. Yeniliği bu prensip getirdi. Bütün Türk ihtilali bütün eserleriyle bu prensibe dayanıyor. Bundan en küçük bir yan çizme geriliğe dönüştür. Ve ölümdür. İşte bütün bunlardan dolayı Bizanslaşan saltanatın, Türk olmayan Osmanlı, saltanat ve hilafet idaresinin asırlar içinde kısaca anlamı şudur: Türkten başka unsurların kuvvetlenmesine yarayan, bunlarla beraber ve yaşatmak, yaşamak için Türkü sömüren bir varlık. İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, Atatürk ihtilali, Bizanslaşan saltanatı, vatansız ve milletsiz hilafeti kaldırdı. Ve bütün bunlardan dolayıdır ki, milliyetçiyiz. Cumhuriyetçiyiz. Laikiz.



Niçin Milliyetçiyiz? İhtilalin büyük şefi Atatürk, buna cevap olarak şunları söylüyor.



"Bizim vuzuh ve tatbik kabiliyeti gördüğümüz mesleki siyasi, milli siyasettir. Dünyanın bugünkü umumî şeraiti ve asırların dimağlarımızda ve karakterlerde temerküz ettirdiği hakikatler karşısında hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin ifadesi budur. İlmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir. "Milletimizin kavi, mesut yaşayabilmesi için devletin tamamen milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin, teşkilâtı dahiliyemize tamamen mutabık ve müstenit olması lâzımdır. Milli siyaset dediğimiz zaman kastettiğim mana ve medlul şudur: Hududu milliyemiz dahilinde her şeyden evvel kendi kuvvetimize müsteniden muhafazai mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakikî saadet ve umeranına çalışmak. Alelıtlak tulu emeller peşinde milleti işgal ve ızrar etmemek. Medenî cihandan medenî ve insanî muameleye ve mütekabil dostluğa intizar etmektir.”



Hilafet ve Saltanat Neden Kaldırıldı Hilafet ve saltanatı niçin kaldırdık? Ve... Niçin Cumhuriyetçiyiz?



İnönü Ne Diyor? İsmet İnönü, 22 Kasım 1339'daki parti toplantısında eski başvekillerden Rauf Orbay'a karşı şu beyanatta bulunuyordu.



203



ATATÜRK İHTİLALİ



"Halifeyi ziyaret meselesi, halife meselesidir. "Devlet adamı olarak, hiçbir zaman hatırımızdan çıkaramayız ki, hilafet ve saltanat orduları bu memleketi baştan başa harabeye çevirmişlerdir. Hilafet orduları vücuda getirmek ihtimalini daima gözden uzak tutmayacağız. Türk milleti en acı ıstıraplarını halife ordusundan çekmiştir. Bir daha çekmeyecektir. "Bir hilafet fetvasının, harbi umumi (Birinci Dünya Savaşı) tehlikesine bizi attığını hiçbir vakit unutmayacağız. Bir hilafet fetvasının millet ayağa kalkmak istediği zaman, ona düşmanlardan daha iğrenç bir surette hücum ettiğini unutmayacağız. "Tarihin herhangi bir devrinde bir halife zihninden bu memleketin mukadderatına karışmak arzusunu geçirirse o kafayı mutlaka koparacağız! "Herhangi bir halife gelenek, fikir, şekil olarak, açık veya kapalı, Türkiye mukadderatında alakadarmış gibi bir durum almak isterse, Türkiye devlet ileri gelenlerini mükafatlandırmış gibi bir zihniyet ile düşünürse, bunları memleketin hayatiyle, varlığı ile tam zıt sayacağız... Hareketlerini ihanet sayacağız."



Halkçıyız Halkçıyız ve inkılapçıyız. Modern laik Cumhuriyeti, milliyetçiliği ve devletçiliği tari-



hin zaruri bir verisi olarak benimsedikten sonra, halkçılığı da bunların pek tabii bir neticesi olarak kabul etmek gerekirdi. Kabul edildi.



Tarih Ne Diyor? Biz Türklere, laiklik gibi, halkçılık da yabancı bir kurum değildir. Demokratik Türklerin milli seciyelerinin zorunlu sonucudur. İngiliz Wels, bu noktayı ne kadar güzel ifade eder. Der ki: "Türkler memleketinde, her Türk efendidir, beydir. Bunun için aralarında geçimsizlik eksik değildir. Çünkü hiçbiri kendini diğerinden aşağı tanımaz. Türkler kendi memleketlerinden çıkıp da yabancı illere vardıklarında padişah olurlar. Tıpkı denizin dibindeki incilere benzerler. Bunlar denizin dibinde iken bir şey değildirler. Çıkınca en yüksek değeri kazanırlar."



Müverrih Hüsameddin'in Bir Görüşü Amasya Tarihi yazarı rahmetli Hüsameddin'den işitmiştim. Bir gün Abbasi halifelerinden Memun şairleri toplamış. Hepsine, milliyetleriyle övünmeleri için emretmiş: Arap şair, Hazreti Peygamberin Arap olduğundan, Kur'an'ın Arap diliyle geldiğinden, Arap soyluluğundan söz etmiş.



204



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Acem şair, kisraların saraylarından, Acem ihtişam ve daratından dem vurmuş. Rum şair, eski Yunanın sanat, mimari vb. büyüklüğünü anlatmış. Sıra Türk şaire gelmiş. Memun, "Sen de övün bakalım" demiş. İsmi geçen şairler, şaşkınlıkla bizimkine bakmaya; bu da ne söyleyebilir ki, söyleyecek neyi vardır ki, gibi bir davranışla bakmaya başlamışlar. Türk şair demiş ki: "Benim doğduğum Türk illerinde, gerçi, ne Arabın, ne Acemin, ne de Yunanlının övündüğü şeyler yoktur. Fakat bu topraklarda Tanrı köle yaratmaz!” Romanya başvekillerinden profesör N. Yorga, Osmanlı Türklerinden bahsederken diyor ki:



Yorga'nın Görüşü "...Geniş demokrasi, din ve cinsiyet farkı gözetmeksizin, bütün zeki, atılgan ve değerli insanlara, sokağın toz ve çamurları içinden, debdebeli vezir atına binmeye kadar imkan bahşediyordu." Osmanlı saltanatı bile, milli karakterimizin belirli yönü olan demokratlığı bir türlü yerinden oynatamamıştır. Kâtip Çelebi'nin biraz önce kaydettiğimiz şahadeti de göz önünde tutulunca halkçılığın Türklük bakımından da bir zorunluluk olduğunu anlamakta zorluk çekilmez.



Modern Devletin Amacı Bütün bunlardan sonra, hatırlamak gerektir ki, modern devletin amacı kendisini vücuda getiren insan toplumunun manevi ve maddi mutluluğunu elde etmektir. Bu amacı şöyle, kısaca ifade mümkündür: Her şey halk için ve halkla beraber. Bunun içindir ki, Cumhuriyetin birinci Anayasasında; "Hakimiyet bilâ kayt ve şart milletindir. İdare usulü halkın bizzat ve bilfiil mukadderatını idare etmesi esasına müstenittir" deniyordu. Türk Cumhuriyetinin hareketi ve bütün uğraşları, kendisini ancak Türk milletinin çıkarları için ifade etmelidir ve edecektir.



Türk Anlamı



Demokrasisinin



Ulus egemenliği, kayıtsız ve şartsız halk egemenliğidir. Bu egemenlik, bu irade ancak Türk ulusunun, Türk halkının çıkarları için belirir ve görünür. Türk demokrasisinin anlamı budur. Türk ihtilalinin verisi olan halkçılık prensibi budur.



Neden İnkılapçıyız? İnkılapçıyız. Evet inkılapçıyız. Zira hayat sürekli bir değişikliktir.



205



ATATÜRK İHTİLALİ



Durmak ölümdür. Yaşamak ve yaşatmak istediğimiz için inkılapçıyız.



İhtilal ve Ödev Her şeyde, her işte olduğu gibi, yenilik davası güden herhangi bir ihtilalin başarı şartlarının başında ödev gelir. Konfüçyus mezhebinde Allahın bir sıfatı da (niteliği) vazife idi. Ödevini yapmayan, Allahmı tanımayan bir suçlu, bir günahkar olurdu. Ödev bu kadar kutsal bir şeydi. Basit bir hakikat olmakla beraber, ödevini başarandır ki, mutlaka yücelir ve mutlaka hayatta başarı sağlar. Ödevini başaran milletler ise, bütün milletlerin üstünde olanlar, hiç değilse, "Ben varım!" diyebilenlerdir. Bence, medeni milletlerin belirli niteliği, düzenli bir tarzda vazife bilincidir. Bu nitelik ne kadar artarsa medeni kabiliyet de o ölçüde artmış, gelişmiş olur. Geri milletlere bakınız, orada bu niteliği de geri bulacaksınız. İlerlemişlere göz atınız. Yine bu niteliği de (vasfı) ilerlemiş göreceksiniz. Vazifeyi bütün mukaddesatın üstünde tutan milletler, her şeyin üstündedirler. Japonları, İngilizleri, Almanları bu sırada anabiliriz. Konfüçyus'a göre; bu gibilerin başarı sırrı, ödevi (vazife)



Allah yapmak, Allah olarak saymaktır. Ödevi benimseyebilmek için, önce onu inanla, aşkla sevmek gerekir. Türk İstiklal savaşlarını göze alanlar, o yolda ölenler, daha doğrusu yaşayan ve yaşatanlar ve sonra Atatürk ihtilalini yapanlar hep böyle vatan aşkıyla, inanla çalıştılar ve başardılar. İşte bu adamlardır ki, insanüstü oldular, yapılamaz denilen işleri başardılar. Ne güzel bir ata sözü vardır: "Olmaz, olmaz deme beyim... olmaz, olmaz!" Bu söz bir şartla yerini bulur. Ödevi kaydettiğimiz şartlar altında başarmakla. Almanların uçaklarla Girid'i alması bunun en güzel bir örneğidir. Biz Türklerin 17. asırda ve 27 yılda 200 bin şehit vererek inatla Girid'i fethetmemiz ödev denilen Allah’ın bir görüntüsüdür. Ödevini başaran ihtilalin eskiliği yenmemesine imkan yoktur.



Münafıklar Dikkat edilmelidir ki, yenilik davası güden ihtilalin ve ihtilalcilerin arasında bazı münafıklar türeyebilirler. Bunlar sureti haktan görünürler.



206



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Sizden fazla yenilik taraftarıdırlar.



sek, maksadım daha açık bir surette ortaya konmuş olacaktır.



Her yapılanı, her şeyi alkışlarlar.



Örneğin Medeni Kanunu, örneğin Şapka Kanunu'nu, Latin harflerini ele alıyorum:



Bunlara sakın inanmayınız. Yeniliklerin en düşmanı bunlardır.



büyük



Bütün bir insanlık tarihinde yaratılan yenilikler bunlardan çok zarar görmüşler, çok acı çekmişlerdir. Hatırlamaya değer ki, önce İsa'yı alkışlayan ve sonra ihbar eden Havarilerden Şemun'dur. Bu gibi Şemun'lar her ileri hareketlerde vardır. Her işin başında bunları tepelemek lazımdır ki, yenilik yolları engellerden temizlenmiş olsun. Hazreti Muhammed, bu gibi münafıklarla çok uğraştı ve nefes aldırmadı. Bunlar kaytaklardan (mürteciler) daha tehlikelidirler. Bunların yüzünden İslamlık doğarken büyük tehlikelere maruz kaldı. Fransız İhtilalinin birinci sürçmesine ve Napolyon imparatorluğunun kurulmasına sebepler arasında bu gibi münafıkların rolü büyük oldu. Atatürk ihtilalinde bazı münafık tipleri mütalaa eder-



Kanunlar kabul edilince münafıklar derhal melon şapkayı başlarına geçirirler. Latin harflerini öğrenmeye çalışırlar, sakallarını, bıyıklarını keserler, modem bir adam olarak gözükmek için ne yapmak lazımsa yaparlar. Hep sizden görünürler. Maksatları yerlerinde tutunmak, menfaatlerini korumaktır. Fakat gözünüzden uzaklaşınca, önlerine gelene yapılan işlerin yolsuzluğundan, doğru olmadığından, bunların sonu gelmeyeceğinden, zorla kabul ettiklerinden, ilk fırsatta bunların kaldırılması gerektiğinden dem vurur dururlar. Bunlar insafsız, menfaat düşkünleridir. İhtilali bunlardan temizlemek, başarının birinci şartlarındandır. Bunların yalancılıkları yüzlerine vurulmalı, teşhir olunmalıdır.



Fikirlerin Hazırlanması Fikirlerin hazırlanması. Ve milletçe mal edilmesi... İhtilal adını verdiğimiz yeniliklerin uygulama alanını kolaylıkla bulabilmeleri için, fikirlerin hazırlanması pek yerinde bir şey olur.



207



ATATÜRK İHTİLALİ



Bu ne kadar iyi hazırlanmış ise başarı da o ölçüde çabuk ve esaslı olur. Çünkü bu suretle, gelmekte olan yeniliği millet kendine mal etmiş bulunur. Ona inanla sarılmış olur. İnan milletin moralinde yer aldıktan sonra, yenilik kendine lazım olan kuvvetin en büyüğünü kazanır. Bu hususa önem vermeyen veya vermeye vakit bulmayan yenilik hareketleri zorluklara, büyük güçlüklere uğrar. Hele zamanı da kollayamamışlar ise, düşmek bunlara mukadderdir.



Fransız İhtilali ve Fikirler 1789 Fransız İhtilalinin birkaç defa sürçmesine rağmen en nihayet tutunmasında, hazırlanmış olan fikirler en büyük rolü oynamıştır. Voltaire'in piyesleri, filozofi yazıları, hatta Rasine'lerin, Kornelle'lerin vatanperverane piyesleri ve nihayet Rousseau' lann hatta Montesquieu'lerin eserleri ve Fransız ansiklopedisi, ihtilalin düşününü (fikriyatını) hazırlamaya yardım etmiş olduklarını kim inkar edebilir?



Şeyh Bedreddin İhtilali Düşünü (fikriyatı) yeter derece hazırlamayan ve zamanını kollayamadıklarından düşen ihtilaller arasında bizim Şeyh Bedreddin hareketini kaydetmek pek yerinde bir şey olur. Gerçi Bedreddin zamanını tam



kolladı. Saltanatın en zayıf bir gününde ihtilal patlak verdi. Fakat ihtilalin fikriyatı aydınlarca benimsenmiş değildi.



Paris Komünü ve Rus İhtilali Karl Marks 1871 Paris Komünü hareketinin düşüş sebepleri başında bilhassa zamanın uygunsuzluğunu kaydeder. 1917 Rus ihtilalinde, halkçı edebiyatın, başta Maksim Gorki ve Tolstoy gibi mistikler olduğu halde, en büyük rolü oynadığında ve hazırladığında şüphe yoktur. Şair, tarihçi ve düşünürleri bir yana bırakıyorum.



Türk İhtilali 1918'de başlayan Türk ihtilali de bilhassa aydınları bakımından fikriyatsız değildir. 1839 Tanzimatı ve buna ön gelen düşünce; örneğin Reşit Paşa ve onun okulu. 1876 Mithat Paşa meşrutiyeti ve bunun edebiyatını yapan Namık Kemal, Abdülhak Hamit, Şinasi, Ebuzziya, Edebiyatı Cedide okulunun Batılı fikirleri yayması. Sonra 1908 meşrutiyetini kabul eden Batılı fikir hareketlerinin 1919 Cumhuriyet ihtilalini hazırladıklarında onu beslediklerinde şüphe yoktur. Demek oluyor ki, 1919 ihtilali arkasında aşağı yukarı bir asırlık kültüre dayanıyordu. İstiklal savaşlarının ardı sıra Türkiye'nin en modern ku-



208



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



rumlara kolaylıkla alışmasında şüphe yok ki, bu kültür büyük etken oldu.



olan yeni kurumların sebepleri, arkamızda kalan asırlardır. Ve hiç değilse üç asırdır.



Türk İhtilalinin tunma Sebepleri



Tanzimat Fermanı



Tu-



ve



Islahat



Türk ihtilalini hazırlayan ve tutunduran sebepler:



Tanzimat ve Islahat Fermanı inkılapları şu durumun ürünüdür:



Türk ihtilalinin sebeplerini kısaca, küçük bir çerçeve içinde toplamak mümkündür. Fakat burada kaydedeceğimiz esaslar, gelişigüzel şeyler değildir.



1) Derebeylik ve bunu takip eden eşkıyalık.



Theophile Lavallee'nin Düşüncesi Theophile Lavallee, Türkiye Tarihi'nin başlangıcında der ki: "Doğuda bugün cereyan etmekte olan olaylar, dünyanın bu kısmını harekete getiren ve birkaç asırdır sürmekte olan ihtilallerin arkası ve verimidirler." Yazar, bu satırları 1859' da yazıyordu. Ve 1839 Gülhane Hattı Hümayunu, 1856 Islahat Fermanı sonunda Türkiye'de meydana gelen yeniliklere işaret ediyordu.



desi



Atatürk İhtilalinin İfa-



Biz, Atatürk ihtilaliyle onun tutunma sebeplerini ne ile açıklar ve ifade edebiliriz? Şüphe yok ki, dünya ihtilalleri içinde büyük bir özelliği olan son Türk ihtilali, gelişigüzel sebeplerin bir verimi değildir. Buna ön gelen, ekte söylediğimiz gibi, bu ihtilalin ve verimi



Can, ırz, mal güveni yoktu. En adi eşkıya, ta padişahına kadar, herkesin canında, ırzında, malında sahip olmak hak ve yetkisini kendinde bulunuyordu. Osmanlı tarihine dair yazılan bütün eserler, resmi, gayri resmi, bu hususu doğrulamaktadır. Naima, ta, Cevdet Paşa, Ebulfaruk gibi tarihler. 2) Mezhep anlaşmazlıkları. Sünnilik, Alevilik ve kökleri bunlara bağlı birçok tarikatlar İslam unsuru arasında müthiş bir geçimsizlik nedeni oluyordu. Millet, padişahına kadar, resmen Sünni idi. Ve Sünnilikten gayri İslam mezhep ve tarikatlarını gavurlukla, küfürle töhmet altında bulunduruyordu. Ayaklanmalar ve bastırmalar birbirini kovalıyor, kan gövdeyi götürüyordu. Kurtulmak isteyenler şehirleri boşaltıyor, dağlara sığınıyor ve bu suretle yeni yeni eşkıyalık ocakları kuruluyordu. Cumhuriyet devrinde tepelenen Dersim isyanı bile eski rejimin son izlerinden birisidir. Bir cümle ile durumu belirtmek gerekirse,



ATATÜRK İHTİLALİ



denebilir ki, vicdan hürriyeti, düşünce hürriyeti yoktu. Bu yüzden İslâm, hatta Türk unsuru arasında bile derin bir ayrılık vardı. Alevilik, Sünnilik gibi. 3) İslâmlarla Hıristiyanlar arasında din anlaşmazlığı vardı. Rahipler, bunu İslâmlara karşı çok istismar ettiler. Ve bu hal Osmanlı İmparatorluğunda dirlik vermeyen bir kargaşalık kaynağı oldu. 4) İsyanlar. Türkten başka unsurlar; Arap, Arnavut, Bulgar, Sırp, Rum, Romen, lafın kısası İmparatorluğu meydana getiren bütün unsurların önü ardı gelmeyen ayrılık isyanları, Türk'ü son derece yorgun düşürüyordu. Bunlara bir de saraya karşı Türk Celali İsyanları eklendi. 5) Yine önü arkası gelmeyen dış savaşlar İmparatorluğu parça parça koparıyor, bütün bu felaketler yine Türkün sırtına yükleniyordu. 6) Eski devlet örgütlerinin dejenere olması, ekonomik, sosyal, siyasal bakımlardan yeni zamanların gerekimlerini karşılayamaması. Bu yolda verilmiş layihalar, ileri sürülmüş düşünceler bu hakikati pek güzel ortaya koymaktadır. 7) Vergi alınmasındaki zulümler, angaryalar. 8) Sefer (savaş) ilanında halkın boyuna soygun ve talanlara uğraması.



209 9) İdaredeki karışıklık, rüşvet ve irtikap halkı devletten o kadar soğuttu ki, "Allah mahkemeye düşürmesin", "Beylik çeşmeden su bile içme" sözleri mesel oldu. Tanzimatı ilan eden Gülhane Hattı Hümayunu ve Islahat Fermanı bütün kaydettiğimiz bu yolsuzlukları gerçeklendiren belgelerdir. Ve bütün bunlardan dolayı Tanzimat ve onu takip eden Islahat Fermanı yeni kurumlar vücuda getirdi. Mithat Paşa, 93 Anayasası ile, Tanzimat ve Islahat Fermanının getirdiklerini fazlasıyla kanun haline koydu. Ve devlet işlerinde millet gözetlemesini getirdi. Osmanlı-Rus seferinden sonra Abdülhamid II’nin hükümet darbesi, uğraşıla uğraşıla vücuda getirilen bu yenilikleri yok etti. Ve bu dehşetli kaytaklığı korkunç bir baskı takip eyledi. Otuz üç yıl sürdü. İç ve dış dertler, Türk unsurunu ve Türk vatanını o kadar zayıf düşürdü ki, 10 Temmuz 1908 ihtilali bile Osmanlı İmparatorluğunu bekleyen feci sonucu önleyemedi. 10 Temmuz 1908 İhtilali tam manasıyla bir ortaçağ devleti teslim almıştı. Bütün kurumlarıyla, dejenere olmuş bir ortaçağ devleti. Bu ihtilali takip eden 1914-1918 Dünya Savaşı, İm-



210



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



paratorluğu hızlandırdı.



bekleyen



sonucu



Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması o kadar korkunç ve tehlikeli oldu ki, az kalsın Türklüğü de beraber sürükleyecekti.



Atatürk İhtilali - Nitti ve Hitler İşte o vakit, eski İtalyan Başvekillerinden Nitti'nin dediği gibi, dünyanın en büyük ayaklanmalarından biri oldu. Bu hareket, yine Hitler'in güzel ifadesiyle tekrarlayalım; "Bu ayaklanma Türk ulusunun, mazlum milletlere muhteşem bir örnek olan heybetli direnişi idi ki, başında Atatürk bulunuyordu." Bizce bu ayaklanmanın sebepleri iki bakımdan mütalaa olunabilirler. 1) Dış tehlike. 2) İç tasfiye zarureti. Dış tehlike, Batı Türklüğünü ve Batı Türklerinin vatanını tehdit ediyordu. Düşmanlar ta vatanın bağrına dayanmışlar, Sakarya önlerine kadar sarkmışlardı. İç tasfiye, bu defa radikal olacaktı. Hilafet ve saltanat kurumları atılacak, mutlaka yıkılacak ve en modern anlamıyla, ekonomik, sosyal, siyasal bakımlardan asrımızın gereğine uygun milli bir Türk Cumhuriyeti kurulacaktı. Bunu zorlayan sebep, Ek: 17'de kaydedildi.



Görülüyor ki, son Türk ihtilali, akla esiveren bir kapris eseri değildir. Geçmişin ekonomik, sosyal, siyasal sebeplerine dayanan ve manasını tarihi kaderden alan bir harekettir. Bu bahiste, önemli noktalardan birisi şudur:



Son İhtilalin Sebepleri



Başarı



Bu kadar radikal bir yenilik Yeni Fransız Ansiklopedisi'nde denildiği gibi, birçok Avrupa memleketlerine üstün olan bu yenilik, daha düne kadar ortaçağ kurumlarıyla idare edilmeye alışmış bir millette, Türk milletinde nasıl tutunabildi? Avrupalıların ve bizde aydın geçinen tatlı su frengi kafalıların anlayamadığı da budur. Bunlara göz yumabiliriz. Bunlar Türk milletini ve Türk tarihini anlamamışlardır. Ve anlayamayacaklardır. Burada ileri sürülen sorunun karşılığı şudur: Türk milletinin her milletten üstün bir geçmişi vardır. Bu zengin gelenekler, bu zengin anekdotlar onu görgüce, ruhça her zaman ve her vakit yüksek ve zengin tutmuştur. Büyüklüğe alışkın bir millet küçüklük içinde yaşayamazdı. Tıpkı gün görmüş, büyük yaşamaya alışmış bir insan gibi. "Böyle insanlar fakir de düşseler ruhi asaletlerini, karakterlerini daima muhafaza ederler." Yeni büyük



ATATÜRK İHTİLALİ



bir durum içine girince şaşırmazlar. Namık Kemal bu hakikati ne güzel ifade etmiştir: Fakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma. Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadrü kıymetten. İşte son Atatürk ihtilalinin getirdiği en modern kurumlar karşısında Türk milletinin durumu budur. Yeni kurulan Türk milletinin bu hasleti, soyluluğudur ki, yadırgamadı. Onları her vakit benimsedi. Biz Türk milletinin bu durumunu şu suretle de sembolize edebiliriz: Fakir düşmüş, fakat asil, görgülü, terbiyeli bir adam düşünelim. Ve yine görgüsü kıt, terbiyesi eksik, sonradan görmüş diğer birini düşünelim. Bunlar büyük, muhteşem, resmi bir ziyafete davetlidirler. Göreceksiniz ki, sonradan görmüş milyoner zengin, frakını giymesini, silindir şap-



211 kasını tutmasını bilmeyecek, salona girerken telaşa kapılacak, nihayet şaşkınlıktan ev sahibinin elini sıkarken ayağı halıya takılacak, yüzüstü kapanacaktır. Herkese gülünç olacaktır. Görgülü soyluya gelince, eski fakat tertemiz elbisesini kendisine yakıştırmasını bilecek, sofrada mütevazı ve vakur durumu herkesi imrendirecek ve muhteşem yer ona asla yabancı gelmeyecek, pek tabii görünecektir. Bu tabloya hakim olan psikoloji, olduğu gibi Türk milletine uymaktadır. En aşağı elli asır dünya tarihinin mukadderatında söz söylemiş bir millete, Türk ulusuna Atatürk ihtilalinin yenilikleri ağır gelemezdi. Vaktiyle buna olamazdı diyenler, şimdi de hayretlere düşenler, önce, Türk milletinin kim olduğunu ve tarihinin manasını anlamaya çalışmalı ve öğrenmelidirler.



MAHMUT ESAT BOZKURT’UN YAYINLARI1 (ÖN LİSTE) * Kitaplar Beynelmilel Bozkurt-Lotus Davasında Türk-Fransız Müdafaaları, Ankara, 1927 (Bu kitabın adından da anlaşılacağı üzere, içerisinde Bozkurt-Lotus davasındaki her iki tarafın savunmaları vardır. M. Esat Türkiye'nin savunmasını hazırladığı için yayınlar arasına aldım). Mahmoud Essad, Du Recime des Capitulations Ottomanes Leur Caractare Juridique d'apres l'historie et les textes, Stamboul, 1928. Mahmut Esat, Türk İihtilali’nde Vatan Müdafaası, İzmir, 1934. Mahmut Esat Bozkurt, Hukuku Düvel,Yardımcı Talebe El Notu, Ankara, 1939. Mahmut Esat Bozkurt, Türk Köylü ve İşçilerinin Hakları, İzmir, 1939. Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, İstanbul, 1940 ** Mahmut Esat Bozkurt, Devletler Arası Hak, "Hukuku Düvel", Ankara, 1940. Mahmut Esat Bozkurt, Aksak Demir'in Devlet Politikaları, İstanbul, 1943.



Makaleler Kuşadalı Mahmut Esat, "İlm-i İktisad Nasıl Teessüs Etdi", Hizmet, 03.02.1908 Kuşadalı Mahmut Esat, "Bend-i Mahsus, İttihadın Lüzumu" İttihad, 23.04.1909. Kuşadalı Mahmut Esat "Mesail-i Tarihiye, Tarihin Lüzumu, Tarih Okumalıyız", İttihad, 12.05.1909. Kuşadalı Mahmut Esat, "Deştibanlık" Köylü, 17.11.1910.



1



Dr. Hakkı Uyar’ın “Sol Milliyetçi Bir Türk Aydını Mahmut Esat Bozkurt (1892 - 1943)” kitabından alınmıştır.



*



Mahmut Esat Bozkurt'un kitap, makale ve konuşmalarının tamamının veremediğimiz için “Ön Liste" deyimini kullandık. Bozkurt'un topladığımız yüzlerce yayınının bazılarını bizzat kendim topladım, bazılarını da çeşitli kaynaklardan derledim. Bu liste elbette eksiktir, ileride tamamlamayı umuyorum.



**



M. Esat'ın "Atatürk İhtilali" sonraki yıllarda da Altın Kitaplar ve Kaynak yayyınevlerince yayınlandı. Bu kitap, Bozkurt'un yazmayı tasarladığı üç ciltlik kitabın ilkidir. Kitabın devamına ilişkin Osmanlıca olarak yazılmış metinler kızı Gün Tekant'ta bulunmaktadır.



214



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Kuşadalı Mahmut Esat, "Fas" Ahenk, 30.8.1910. Kuşadalı Mahmut Esat, "Tekemmül" Ahenk, 12.9.1910. Kuşadalı Mahmut Esat, "Nikah Maalikrah-ı Sahiha mı, Değil mi?" Ahenk, 15.10.1910. Kuşadalı Mahmut Esat, "Hakayık-i Tarihiyeden: Parlamenter" Ahenk, 17.11.1910. Kuşadalı Mahmut Esat, "Cengiz'in Önünde" Köylü, 17.11.1914. Mahmut Esat, "Memleketin Büyük Derdi: İdari ve İçtimai Hayat", Anadolu'da Yeni Gün, 12.9.1920. Mahmut Esat, "İdare Sanatı", Anadolu'da Yeni Gün, 21.9.1920. Mahmut Esat, "Osmanlı Tarihinde İdare 1", Anadolu'da Yeni Gün, 9.10.1920. Mahmut Esat, "Maarif Siyaseti", Anadolu'da Yeni Gün, 18.10.1920" Mahmut Esat, "Maarif İşleri", Anadolu'da Yeni Gün, 20.10.1920. Mahmut Esat, "Yeşil Elma", Anadolu'da Yeni Gün, 20.10.1920. Mahmut Esat, "Büyük Millet Meclisinde Halkçılık", Anadolu'da Yeni Gün, 27.10.1920. Mahmut Esat, "Bedel-i Nakdi Kanunu Münasebetiyle: Büyük Millet Meclisinde Halkçılar", Anadolu'da Yeni Gün, 28.10.1920. Mahmut Esat, "Büyük Millet Meclisinde Mesleki İntihab", Anadolu'da Yeni Gün, 24.11.1920. Mahmut Esat, "Osmanlı Tarihinde Anadolu Köylüleri 1", Anadolu'da Yeni Gün, 6.12.1920. Mahmut Esat, "Osmanlı Tarihinde Anadolu Köylüleri 2", Anadolu'da Yeni Gün, 8.12.1920. Mahmut Esat, "Bugünkü Anadolu Köylüsü", Anadolu'da Yeni Gün, 10.12.1920. Mahmut Esat, "Türkiye Halk Devleti 1", Anadolu'da Yeni Gün, 10.1.1921. Mahmut Esat, "Türkiye Halk Devleti 2", Anadolu'da Yeni Gün, 11.1.1921. Mahmut Esat, "Devletimizin 1336 Senesi Bütçesi", Anadolu'da Yeni Gün, 14.1.1921. Mahmut Esat, "Revandizlilerin Mücadelatı", Anadolu'da Yeni Gün, 18.1.1921. Mahmut Esat, "Adliyemizde Teceddüt", Anadolu'da Yeni Gün, 20.1.1921. Mahmut Esat, "Hukuk Saltanatı", Anadolu'da Yeni Gün, 1.2.1921. Mahmut Esat, "Sağ ve Sol Nedir 1", Anadolu'da Yeni Gün, 8.3.1921. Mahmut Esat, "Sağ ve Sol Nedir 2", Anadolu'da Yeni Gün, 9.3.1921. Mahmut Esat, "Sağ ve Sol Nedir 3", Anadolu'da Yeni Gün, 10.3.1921. Mahmut Esat, "Maarif Siyasetinde Anadolu Rumları", Anadolu'da Yeni Gün, 3.5.1921. Mahmut Esat, "Dahili Rum Meselesi", Anadolu'da Yeni Gün, 5.5.1921.



215



MAHMUT ESAT BOZKURT’UN YAYINLARI



Mahmut Esat, "Mehmetçiğin Hakkı: Türk Tarihinde Askerliğin Yeri", Anadolu'da Yeni Gün, 8.5.1921. Mahmut Esat, "Türkiye Devleti'nde İdare Siyaseti", Anadolu'da Yeni Gün, 12.5.1921. Mahmut Esat, "Yeni Camia idaresi", Anadolu'da Yeni Gün, 15.5.1921. Mahmut Esat, "Türk Birliği", Anadolu'da Yeni Gün, 17.5.1921. Mahmut Esat, "Yeni Vekiller Heyeti", Anadolu'da Yeni Gün, 22.5.1921. Mahmut Esat, "Sultanların Hukuku", Anadolu'da Yeni Gün, 26.5.1921. Mahmut Esat, "Halk Saltanatı 1", Anadolu'da Yeni Gün, 31.5.1921. Mahmut Esat, "Halk Saltanatı 2", Anadolu'da Yeni Gün, 1.6.1921. Mahmut Esat, "Halk Saltanatı 3", Anadolu'da Yeni Gün, 5.6.1921. Mahmut Esat, "Yeni Türkiye Adliyesi", Anadolu'da Yeni Gün, 7.6.1921. Mahmut Esat, "Halk Maarifi", Anadolu'da Yeni Gün, 15.6.1921. Mahmut Esat, "Türkiye'deki Çiftçinin Siyasi İktisadi Hakkı", Anadolu'da Yeni Gün, 17.6.1921. Mahmut Esat, "Türkiye Devleti'nin Çiftçilik ve Siyaset Hukuku", Anadolu'da Yeni Gün, 19.6.1921. Mahmut Esat, "İdare Siyaseti", Anadolu'da Yeni Gün, 8.7.1921. Mahmut Esat, "Halk Meşrutiyeti", Anadolu'da Yeni Gün, 10.7.1921. Mahmut Esat, "İleri", Anadolu'da Yeni Gün, 11.7.1921. Mahmut Esat, "Bayram Çıkarken", Anadolu'da Yeni Gün, 19.8.1921. Mahmut Esat, "Türkiyeli Köylüler", Hakimiyet-i Milliye, 27.9. 1921. Mahmut 7.10.1921.



Esat,



"Yeni



Türkiye'nin



Davası



1",



Hakimiyet-i



Milliye,



Mahmut 9.10.1921.



Esat,



"Yeni



Türkiye'nin



Davası



2",



Hakimiyet-i



Milliye,



Mahmut 10.10.1921.



Esat,



"Yeni



Türkiye'nin



Davası



3",



Hakimiyet-i



Milliye,



Mahmut 9.11.1921.



Esat,



"Yeni



Türkiye'nin



Manası



1",



Hakimiyet-i



Milliye,



Mahmut 10.11.1921



Esat,



"Yeni



Türkiye'nin



Manası



2",



Hakimiyet-i



Milliye,



Mahmut 11.11.1921



Esat,



"Yeni



Türkiye'nin



Manası



3",



Hakimiyet-i



Milliye,



Mahmut 13.11.1921



Esat,



"Yeni



Türkiye'nin



Manası



4",



Hakimiyet-i



Milliye,



Mahmut 14.11.1921



Esat,



"Yeni



Türkiye'nin



Manası



5",



Hakimiyet-i



Milliye,



Mahmut 15.11.1921.



Esat,



"Yeni



Türkiye'nin



Manası



6",



Hakimiyet-i



Milliye,



Mahmut 16.11.1921.



Esat,



"Yeni



Türkiye'nin



Manası



7",



Hakimiyet-i



Milliye,



216



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Mahmut Esat, "Şura İntihablan", Anadolu'da Yeni Gün, 24.11.1921. Mahmut Esat, "Vekillerin Vazife ve Mesuliyeti 1", Hakimiyet-i Milliye, 5.12.1921 Mahmut Esat, "Vekillerin Vazife ve Mesuliyeti 2", Hakimiyet-i Milliye, 6.12.1921 Mahmut Esat, "Vekillerin Vazife ve Mesuliyeti 3", Hakimiyet-i Milliye, 7.12.1921 Mahmut Esat, "Vekillerin Vazife ve Mesuliyeti 4", Hakimiyet-i Milliye, 8.12.1921 Mahmut Esat, "Vekillerin Vazife ve Mesuliyeti 5", Hakimiyet-i Milliye, 9.12.1921 Mahmut Esat, "Kara Bahtlı İnsanlar", Hakimiyet-i Milliye, 22.12.1921. Mahmut Esat, "Halkın Alın Yazısı", Hakimiyet-i Milliye, 23.12.1921. Mahmut Esat, "Türkiye'nin Hakkı: Yabancı Milletler Önünde", Anadolu'da Yeni Gün, 8.2.1922. Mahmut Esat, "Emperyalistler 1: Hukuk-u Düvel ve Türkiye'nin Mukadderatı3, Anadolu'da Yeni Gün, 12.2.1922. Mahmut Esat, "Emperyalistler 2: Hukuk-u Düvel ve Türkiye'nin Mukadderatı", Anadolu'da Yeni Gün, 13.2.1922. Mahmut Esat, "Emperyalistler 3: Hukuk-u Düvel ve Türkiye'nin Mukadderatı", Anadolu'da Yeni Gün, 14.2.1922. Mahmut Esat, "Emperyalistler 4: Hukuk-u Düvel ve Türkiye'nin Mukadderatı", Anadolu'da Yeni Gün, 15.2.1922. Mahmut Esat, "Emperyalistler 5: Hukuk-u Düvel ve Türkiye'nin Mukadderatı", Anadolu'da Yeni Gün, 16.2.1922. Mahmut Esat, "Hazır Ol, Çünkü: Savaşın Başlama İhtimali", Anadolu'da Yeni Gün, 22.2.1922. Mahmut Esat, "Irkımın Yaslan", Anadolu'da Yeni Gün, 26.2.1922. Mahmut Esat, "İstanbul Hükümeti ve Hukuk Vaziyeti", Anadolu'da Yeni Gün, 12.3.1922. Mahmut Esat, "Mütareke Meselesi", Anadolu'da Yeni Gün, 27.3.1922. Mahmut Esat, "Mütarekenin İç Yüzü", Anadolu'da Yeni Gün, 29.3.1922. Mahmut Esat, "Türkler Tarih Önünde", Anadolu'da Yeni Gün, 6.4.1922. Mahmut Esat, "Yeni Nota", Anadolu'da Yeni Gün, 18.4.1922. Mahmut Esat, "Notalar Etrafında", Anadolu'da Yeni Gün, 20.4.1922. Mahmut Esat, "Büyük Günler", Anadolu'da Yeni Gün, 25.4.1922. Mahmut Esat, "Sevr'den Sonra 1", Anadolu'da Yeni Gün, 28.4.1922. Mahmut Esat, "Sevr'den Sonra 2", Anadolu'da Yeni Gün, 30.4.1922. Mahmut Esat, "Cevabları Ne Olacak", Anadolu'da Yeni Gün, 3.5.1922. Mahmut Esat, "Sarayın Günahları", Anadolu'da Yeni Gün, 5.5.1922. Mahmut Esat, "Yakın Şark Sulhu", Anadolu'da Yeni Gün, 8.5.1922.



MAHMUT ESAT BOZKURT’UN YAYINLARI



217



Mahmut Esat, "Osmanlı İmparatorluğu Tarihinin İktisadi, Siyasi Manası 1", Anadolu'da Yeni Gün, 12.5.1922. Mahmut Esat, "Osmanlı İmparatorluğu Tarihinin İktisadi, Siyasi Manası 2", Anadolu'da Yeni Gün, 14.5.1922. Mahmut Esat, "izmir için", Anadolu'da Yeni Gün, 15.5.1922. Mahmut Esat, "Osmanlı İmparatorluğu Tarihinin İktisadi, Siyasi Manası 3", Anadolu'da Yeni Gün, 16.5.1922. Mahmut Esat, "Osmanlı İmparatorluğu Tarihinin İktisadi, Siyasi Manası 4", Anadolu'da Yeni Gün, 18.5.1922. Mahmut Esat, "Osmanlı İmparatorluğu Tarihinin İktisadi, Siyasi Manası 5", Anadolu'da Yeni Gün, 21.5.1922. Mahmut Esat, "Osmanlı İmparatorluğu Tarihinin İktisadi, Siyasi Manası 6", Anadolu'da Yeni Gün, 23.5.1922. Mahmut Esat, "Osmanlı İmparatorluğu Tarihinin İktisadi, Siyasi Manası 7", Anadolu'da Yeni Gün, 25.5.1922. Mahmut Esat, "Osmanlı İmparatorluğu Tarihinin İktisadi, Siyasi Manası 8", Anadolu'da Yeni Gün, 4.6.1922. Mahmut Esat, "Osmanlı İmparatorluğu Tarihinin İktisadi, Siyasi Manası 9", Anadolu'da Yeni Gün, 7.6.1922. Mahmut Esat, "Osmanlı İmparatorluğu Tarihinin İktisadi, Siyasi Manası 10", Anadolu'da Yeni Gün, 12.6.1922. Mahmut Esat, "Osmanlı İmparatorluğu Tarihinin İktisadi, Siyasi Manası 11", Anadolu'da Yeni Gün, 15.6.1922. Mahmut Esat, "Türkiye Devletinde Eski Siyaset, Yeni Siyaset: Halkçılık Gözü İle Tahlil", Anadolu'da Yeni Gün, 3.7.1922. Mahmut Esat, "Halk Devleti Düsturları 1", Anadolu'da Yeni Gün, 24.1.1923. Mahmut Esat, "Halk Devleti Düsturları 2", Anadolu'da Yeni Gün, 25.1.1923. Mahmut Esat, "Halk Devleti Düsturları 3", Anadolu'da Yeni Gün, 28.1.1923. Mahmut Esat, "Halk Devleti Düsturları 4", Anadolu'da Yeni Gün, 29.1.1923. Mahmut Esat, "Halk Devleti Düsturları 5", Anadolu'da Yeni Gün, 30.1.1923. Mahmut Esat, "Halk Devleti Düsturları 6", Anadolu'da Yeni Gün, 31.1.1923. Mahmut Esat, "Halk Devleti Düsturları 7", Anadolu'da Yeni Gün, 2.2.1923. Mahmut Esat, "Türkiye Halk Meşrutiyeti Nazariyesi", Anadolu'da Yeni Gün, 29.4.1923. Mahmut Esat, "Cumhuriyet Kanun-u Esasisi", Vatan, 21.2.1924. Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nin Düsturları 1", Saday-ı Hak, 25.5.1924. Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nin Düsturları 2", Saday-ı Hak, 26.5.1924.



218



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nin Düsturları 3", Saday-ı Hak, 27.5.1924. Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nin Düsturları 4", Saday-ı Hak, 28.5.1924. Mahmut Esat, "Türk İhtilali’nin Düsturları 5", Saday-ı Hak, 29.5.1924. Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nin Düsturları 6", Saday-ı Hak, 30.5.1924. Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nin Düsturları 7", Saday-ı Hak, 1.6.1924. Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nin Düsturları 8", Saday-ı Hak, 2.6.1924. Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nin Düsturları 9", Saday-ı Hak, 3.6.1924. Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nin Düsturları 10", Saday-ı Hak, 4.6.1924. Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nin Düsturları 11", Saday-ı Hak, 5.6.1924. Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nin Düsturları 12", Saday-ı Hak, 6.6.1924. Mahmut Esat, "Hilafet Döküntüleri", Hakimiyet-i Milliye, 13.11.1924. Mahmut 14.11.1924.



Esat,



"Türkiye'nin



Mukadderatı",



Hakimiyet-i



Milliye,



Mahmut Esat, "Türk Hakimlerine", Karl Strupp, Avrupa ve Amerika Umumi Hukuku Düvel Mebdeleri) istanbul, 1929 *. Halk Dostu, "Memleketin Istırapları", Halk Dostu, 10.12.1930 ** Mahmut Esat, "Bazı Cevapçıklar", Halk Dostu, 12.12.1930. Mahmut Esat, "Hırsızlar Teslim Olunuz!.. 1", Halk Dostu, 13.12.1930. Mahmut Esat, "Hırsızlar Teslim Olunuz!.. 2", Halk Dostu, 14.12.1930. Bozkurt, "Notlar", Halk Dostu, 15.12.1930. Halk Dostu, "Borç Hapsi", Halk Dostu, 20.12.1930. Boz Kurt, "Notlar: Günün Meseleleri", Halk Dostu, 20.12.1930. Halk Dostu, "Hırsızlar Kim?!", Halk Dostu, 21.12.1930. Bozkurt, "Notlar: Bir Dıram", Halk Dostu, 23.12.1930. Bozkurt, "Notlar: Bir Mukayese", Halk Dostu, 24.12.1930. Bozkurt, "Ateş İçinde İnkılap", Halk Dostu, 25.12.1930. Halk Dostu, "Kara Bekir Paşa", Halk Dostu, 25.12.1930. Bozkurt, "Notlar", Halk Dostu, 26.12.1930. Halk Dostu, "Türk Genci!..", Halk Dostu, 28.12.1930. Halk Dostu, "Dervişler Baskını...", Halk Dostu, 29.12.1930. Halk Dostu, "İnkılabın Istırapları", Halk Dostu, 30.12.1930. Bozkurt, "Muhalefetin Armağanları", Anadolu, 6.8.1931.



Mahmut Esat kitaba yazdığı sunuş yazısında 1927 yılındaki Bozkurt-Lotus davasında bu kitaptan La Haye Adalet Divanı'nda yararlandıklarını belirtmektedir. Bir çok kaynakta bu kitabı M. Esat'ın çevirdiği belirtiliyorsa da o kitaba sadece bir sunuş yazısı yazmıştır. Kitabın birçok hukukçu tarafından ortaklaşa çevrildiği anlaşılmaktadır. *



Mahmut Esat, Adliye Vekilliği görevinden ayrıldıktan sonra Halk Dostu ve Anadolu gazetelerindeki bazı yazılarını takma adla yazdı. Kullandığı takma adlar şunlardır. Halk Dostu, Bozkurt ve M.E. **



MAHMUT ESAT BOZKURT’UN YAYINLARI



219



Bozkurt, "Muhalefetlerin İçyüzü", Anadolu, 7.8.1931. Mahmut Esat, "İnkılap İçinde Muhalefet", Anadolu, 9.8.1931. Mahmut Esat, "Demokraside Fırkalar 1", Anadolu, 11.8.1931. Mahmut Esat, "Demokraside Fırkalar 2", Anadolu, 12.8.1931. Mahmut Esat, "Birlik Bayrağı Altında", Anadolu, 13.8.1931. Mahmut Esat, "Türk İşçileri", Anadolu, 14.8.1931. Mahmut Esat, "Birlik Olacaktır", Anadolu, 19.8.1931. Mahmut Esat, "Türk İşçilerin Haklan", Anadolu, 20.8.1931. Mahmut Esat, "Türk Hakimiyeti 1", Anadolu, 23.8.1931. Mahmut Esat, "Türk Hakimiyeti 2", Anadolu, 24.8.1931. Mahmut Esat, "Türk Hakimiyeti 3", Anadolu, 25.8.1931. Mahmut Esat, "Fırka Blançoları", Anadolu, 25.8.1931. Mahmut Esat, "İnkılabın Eksikleri", Anadolu, 26.8.1931. M(ahmut) E(sat), "Muarızlara Notlarım", Anadolu, 27.8.1931. Mahmut Esat, "Türk Hakimiyeti 4", Anadolu, 27.8.1931. Mahmut Esat, "Türk Hakimiyeti 5", Anadolu, 2.9.1931. Mahmut Esat, "Türk Hakimiyeti 6", Anadolu, 3.9.1931. Mahmut Esat, "Türk Hakimiyeti 7", Anadolu, 4.9.1931. Mahmut Esat, "Yakın İhtilaller 1", Anadolu, 6.10.1931. Mahmut Esat, "Yakın İhtilaller 2", Anadolu, 7.10.1931. Mahmut Esat, "Masonluğa Dair", Hürriyet, 7.10.1931. Mahmut Esat, "Masonluk Meselesi 2", Hürriyet, 8.10.1931. Mahmut Esat, "Yakın İhtilaller 3", Anadolu, 8.10.1931. Mahmut Esat, "Yakın İhtilaller 4", Anadolu, 9.10.1931. Mahmut Esat, "Türk Yunan Dostluğu", Anadolu, 11.10.1931. Mahmut Esat, "Masonluğun Aforozu", Anadolu, 13.10.1931. Mahmut Esat, "Masonluk Meselesi, Sabık Adliye Vekili Mahmut Esat Beyin Masonlara Cevabı 1", Anadolu, 18.10.1931. Mahmut Esat, "Masonluk Meselesi, Sabık Adliye Vekili Mahmut Esat Beyin Masonlara Cevabı 2", Anadolu, 19.10.1931. Mahmut Esat, "Masonluk Meselesi, Sabık Adliye Vekili Mahmut Esat Beyin Masonlara Cevabı 3", Anadolu, 20.10.1931. Mahmut Esat, "Masonluk Meselesi", Anadolu, 22.10.1931. Mahmut Esat, "Farmasonlar Dinleyiniz", Anadolu, 22.10.1931. Mahmut Esat, "Farmasonluğa: Son ve Kısa Cevaplarım 1", Anadolu, 25.10.1931. Mahmut Esat,"Farmasonluğa: Son ve Kısa Cevaplarım 2", Anadolu, 26.10.1931. Mahmut Esat,"Farmasonluğa: Son ve Kısa Cevaplarım 3", Anadolu, 27.10.1931.



220



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Mahmut Esat,"Farmasonluğa: Son ve Kısa Cevaplarım 4", Anadolu, 28.10.1931. Mahmut Esat,"Farmasonlar Dinleyiniz 2", Anadolu, 29.10.1931. Mahmut Esat,"Farmasonlar Dinleyiniz 3", Anadolu, 30.10.1931. Mahmut Esat,"Ne Yapmalı 1", Anadolu, 13.9.1932. Mahmut Esat,"Ne Yapmalı 2", Anadolu, 14.9.1932. Mahmut Esat,"Yananların Hakları", Anadolu, 15.9.1932. Mahmut Esat,"C.H.Fırkası ve Hasımları", Anadolu, 18.9.1932. Mahmut Esat,"Öz Türklerin Haklan 1", Anadolu, 19.9.1932. Mahmut Esat,"Öz Türklerin Hakları 2", Anadolu, 20.9.1932. Mahmut Esat,"Milletin Hali 1", Anadolu, 21.9.1932. Mahmut Esat,"Milletin Hali 2", Anadolu, 22.9.1932. Mahmut Esat,"Fırka Prensipleri ve Şahıslar", Anadolu, 26.9.1932. Mahmut Esat,"Liberallik Masalı 1", Anadolu, 2.10.1932. Mahmut Esat," 'Milliyet' Diyor ki!", Anadolu, 3.10.1932. Mahmut Esat,"Liberallik Masalı 2", Anadolu, 4.10.1932. Mahmut Esat,"Liberallik Masalı 3", Anadolu, 6.10.1932. Mahmut Esat,"İktisat Vekili Diyor ki", Anadolu, 6.10.1932. Mahmut Esat,"Herkes 'Öz Türküm!' Diyecek", Anadolu, 7.10.1932. Mahmut Esat,"Liberalliğin Ölümü 4", Anadolu, 9.10.1932. Mahmut Esat,"Serbestçiliğin Kanlı Tarihi", Anadolu, 11.10.1932. Mahmut Esat,"Devletçilerin Hesapları", Anadolu, 12.10.1932. Mahmut Esat,"İncirlerin Hali", Anadolu, 13.10.1932. Mahmut Esat,"Liberalliğin Ölümü 5", Anadolu, 13.10.1932. Mahmut Esat,"Muhalifler Diyor ki", Anadolu, 14.10.1932. Mahmut Esat,"Haftada Bir Muhterem Muhaliflere", Anadolu, 16.10.1932. Mahmut Esat,"Yarı Açlar 1", Anadolu, 18.10.1932. Mahmut Esat,"Yarı Açlar 2", Anadolu, 19.10.1932. Mahmut Esat,"Yarı Açlar 3", Anadolu, 20.10.1932. Mahmut Esat,"Matbuat Hürriyeti", Anadolu, 23.10.1932. Mahmut Esat,"Farmasonluk Dağılmalıdır 1", Anadolu, 24.10.1932. Mahmut Esat,"Farmasonluk Dağılmalıdır 2", Anadolu, 25.10.1932. Mahmut Esat,"Farmasonluk Dağılmalıdır 3", Anadolu, 26.10.1932. Mahmut Esat,"Farmasonluk Dağılmalıdır 4", Anadolu, 27.10.1932. Mahmut Esat,"Farmasonluk Dağılmalıdır 5", Anadolu, 28.10.1932. Mahmut Esat,"Mahmut Esat Bey Ateş Püskürüyor! Bu Kılıçlar, Bu Rütbeler Nedir? Bilmek isteriz!", Vakit, 28.10.1932. Mahmut Esat, "Başı Alevli Dağ", Anadolu, 30.10.1932. Mahmut Esat, "Anane Dostluğu Modern", Anadolu, 1.11.1932.



MAHMUT ESAT BOZKURT’UN YAYINLARI



221



Mahmut Esat, "Kemalizm 1", Anadolu, 3.11.1932. Mahmut Esat, "Kemalizm 2" Anadolu, 4.11.1932. Mahmut Esat, "Acılar İçinde", Anadolu, 14.11.1932. Mahmut Esat, "Öz Türk Köylüleri 1", Anadolu, 15.11.1932. Mahmut Esat, "Yaşasın İzmir Gençliği", Anadolu, 14.2.1933. Mahmut Esat, "İhtilal Heyecanlan", Anadolu, 16.2.1933. Mahmut Esat, "Bir Türk Gencinin Mektubu", Anadolu, 22.2.1933. Mahmut Esat, "Yobazlar Elinde Din 1", Anadolu, 24.2.1933. Mahmut Esat, "Türk Gençliği İleri", Anadolu, 3.3.1933. Mahmut Esat, "Yobazlar Elinde Din 2", Anadolu, 6.3.1933. Mahmut Esat, "Gizli Kastlar", Anadolu, 7.3.1933. Mahmut Esat, "Kızıl Milliyetçilik", Anadolu, 8.3.1933. Mahmut Esat, "Yalancılar", Anadolu, 10.3.1933. Mahmut Esat, "Soyguncular Elinde Din", Anadolu, 16.3.1933. Mahmut Esat, "Türkçe İbadet", Anadolu, 20.3.1933. Mahmut Esat, "Laiklik Nedir?", Yeni Asır, 23.3.1933. Mahmut Esat, "En Az Haklar 1", Anadolu, 23.3.1933. Mahmut Esat, En Az Haklar 2", Anadolu, 24.3.1933. Mahmut Esat, "İki Konferans", Anadolu, 18.7.1933. Mahmut Esat, "General Balbo", Anadolu, 24.7.1933. Mahmut Esat, "Yemiş Çarşısı Faciası", Anadolu, 4.10.1933. Mahmut Esat, "İncir Üzüm Hesaplan", Anadolu, 5.10.1933. Mahmut Esat, "Serbestçilik Hailesi", Anadolu, 6.10.1933. Mahmut Esat, "Kravatlı Eşkiyalar 1", Anadolu, 9.10.1933. Mahmut Esat, "Kravatlı Eşkiyalar 2", Anadolu, 10.10.1933. Mahmut Esat, "Bana Dediler ki 1", Anadolu, 22.10.1933. Mahmut Esat, "Bana Dediler ki 2", Anadolu, 23.10.1933. Mahmut Esat, "Bana Gücenenlere", Anadolu, 26.10.1933. Mahmut Esat, "Sanayileşen Türkiye", Son Posta, 17.8.1934. Mahmut Esat, "Silahlanacağız! Silahlanacağız!", Son Posta, 23.8.1934. Mahmut Esat, "Türk Dili İçin", Halkın Sesi, 30.8.1934. Mahmut Esat, "Türk Dili İçin", Halkın Sesi, 1.9.1934. Mahmut Esat Bozkurt, "Önen: Türk Devrimi Bakımından (Türk İhtilali Bakımından Hukuk), (Le Droit au point de vue de la Rcvolution Turque)", Hukuk Gazetesi, sene 1, no. 8, 31 Mart 1935, ss. 2-3, 16-17 (Türkçe-Fransızca). Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Demokrasisi ve Ekonomsal Sistemi", Tan, 21.5.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Demokrasi ve Ekonomsal Liberallik", Tan, 22.5.1935.



222



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Mahmut Esat Bozkurt, "Toptama Alanında (1) Demokrasiler", Tan, 24.5.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Kamalizm'in İdeolojisi 1", Tan, 27.5.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Kamalizm'in İdeolojisi 2", Tan, 28.5.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Yeni Türk Rejimi ve Diktatörlük", Tan, 29.5.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Egemen (1) Olmak İstiyoruz", Tan, 1.6.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Ulusçuluk Prensipleri ve İş Hakkı 1", Tan, 19.6.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Ulusçuluk Prensipleri ve İş Hakkı 2", Tan, 20.6.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Ağaoğlunun Dedikleri", Tan, 23.6.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Ailesi", Tan, 25.6.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Ağaoğlunun Anlattıkları", Tan, 7.7.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Ağaoğlu Ne Yazdı?! 1", Tan, 8.7.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Ağaoğlu Ne Yazdı?! 2", Tan, 9.7.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Karl Marx ve Türkler", Tan, 26.7.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Haydutlar Kovalanıyor 1", Anadolu, 19.9.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Haydutlar Kovalanıyor 2", Anadolu, 20.9.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Haydutlar Kovalanıyor 3", Anadolu, 21.9.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Hürriyet Yollarında Yalınayak", Yeni Asır, 5.11.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Atatürk'ü Öldüreceklerdi", Yeni Asır, 6.11.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "Azlıklar İşi", Son Posta, 16.2.1936. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Ceza Kanunu; Türk Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (Le Code Penal Turc; et le Code Turc d'instruction criminelle)", Hukuk Gazetesi, sene 2, no. 14, 10 Haziran 1936, ss. 2-3, 16-17 (Türkçe-Fransızca). Mahmut Esat Bozkurt, "Kendisini Arpa Ambarında Sanan Bir Aç Tavuk", Son Posta, 9.6.1936. Mahmut Esat Bozkurt, "Ordu, Gene Ordu, Hep Ordu!", Son Posta, 18.8.1936. Mahmut Esat Bozkurt, "Antakya ve İskenderun İçin Çıkar Yol", Son Posta, 1.10.1936. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Orduları", Son Posta, 24.10.1936. Mahmut Esat Bozkurt, "Jüri Meselesi Etrafında", Yeni Asır, 10.11.1936. Mahmut Esat Bozkurt, "Kanunu Medeni İçin (Pour le Code Civil)", Hukuk Gazetesi, sene 3, no. 23-24, 16 Eylül 1937, ss. 2-5 (Türkçe-Fransızca). Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Kanunu Medenisi Hakkında: Kritikler", Hukuk Gazetesi, sene 3, no. 25-26, 6 Birinci Kanun 1937, ss. 3-4.



MAHMUT ESAT BOZKURT’UN YAYINLARI



223



Mahmut Esat Bozkurt, "Serbest Boşanma Hakkında (Du Libre Divorce)", Hukuk Gazetesi, sene 6, no. 43-44, ss. 1-2, 15-16 (Türkçe-Fransızca). Mahmut Esat Bozkurt, "Serbest Boşanma Aleyhinde (Contre le Libre Divorce)", Hukuk Gazetesi, sene 7, no. 47-48, ss. 3-5, 17-19 (Türkçe-Fransızca). Mahmut Esat Bozkurt, "Yine ve Daima... Serbest Boşanma Aleyhinde", Hukuk Gazetesi, sene 7, no. 49-50, ss. 2-3. Mahmut Esat Bozkurt, "Kanunu Medeni İçin", Yeni Asır, 2.10.1937. Mahmut Esat Bozkurt, "18 Yıl Hatay Davası Ardında", Yeni Asır, 12.7.1938. Mahmut Esat Bozkurt, "18 Yıl Hatay Davası Ardında 2 " , Yeni Asır, 13.7.1938. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Medeniyet Tarihi, Türk Edebiyat Tarihi", Yeni Asır,16.7.1938. Mahmut Esat Bozkurt, "Ellerimiz Tefecilerin Yakalannda 1", Yeni Asır, 18.8.1938. Mahmut Esat Bozkurt, "Ellerimiz Tefecilerin Yakalannda 2", Yeni Asır, 19.8.1938. Mahmut Esat Bozkurt, "Celal Bayar'ın Hizmetleri", Yeni Asır, 21.8.1938. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Denizcileri", Yeni Asır, 4.9.1938. Mahmut Esat Bozkurt, "Yine Türk Denizcileri İçin", Yeni Asır, 6.9.1938. Mahmut Esat Bozkurt, "Atatürk İçin, Türk Orduları İçin", Yeni Asır, 9.9.1938. Mahmut Esat Bozkurt, "Harb Olacak mı? 1", Anadolu, 16.9.1938. Mahmut Esat Bozkurt, "Harb Olacak mı? 2", Anadolu, 17.9.1938. Mahmut Esat Bozkurt, "Milliyet Prensiplerinin Zaferi", Yeni Asır, 4.10.1938. Mahmut Esat Bozkurt, "Atatürk", Ergenekon, yıl 1, sayı 3, 10.1.1939, ss. 26-28. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Köylülerin Davası", Ulus, 19.1.1939. Mahmut Esat Bozkurt, "Cumhuriyetten Önce ve Sonra Kültürümüz", Ulus, 21.1.1939. Mahmut Esat Bozkurt, "Moral Bakımından Kültürümüz", Anadolu, 31.1.1939. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Hakimleri", Ulus, 14.2.1939. Mahmut Esat Bozkurt, "Ahlak Düşkünleri", Ulus, 7.3.1939. Mahmut Esat Bozkurt, "Şef Söylüyor", Ulus, 10.3.1939. Mahmut Esat Bozkurt, "Kemalist Demokrasi", Ulus, 20.3.1939. Mahmut Esat Bozkurt, "Bir Kongreden Sonra", Ulus, 12.5.1939. Mahmut Esat Bozkurt, "Akıl Politikası", Ulus, 16.5.1939. Mahmut Esat Bozkurt, "Barış Politikamızın Anlamı", Ulus, 26.5.1939. Mahmut Esat Bozkurt, "Bir İki Düşünce", Ulus, 4.7.1939.



224



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Mahmut 10.12.1939.



Esat



Bozkurt,



"İnönü'nün



Etrafında



Kaya



Gibi",



Ulus,



Mahmut Esat Bozkurt, "Edebiyat Tarihimiz ve Antolojimiz", Ulus, 12.12.1939. Mahmut 5.1.1940.



Esat



Bozkurt,



"İnönü'nün



Resimlerine



Bakarken",



Ulus,



Mahmut Esat Bozkurt, "Savaşın Amacı", Anadolu, 2.9.1940 Mahmut Esat Bozkurt, "Refik Saydam", Anadolu, 16.9.1940. Mahmut 19.9.1940.



Esat



Bozkurt,



"İngiltere



Mutlaka



Yenecektir",



Anadolu,



Mahmut Esat Bozkurt, "Yükselen Türkiye", Anadolu, 1.10.1940. Mahmut Esat Bozkurt, "Çalışan Türkiye", Anadolu, 5.10.1940. Mahmut Esat Bozkurt, "Üçler Anlaşması", Anadolu, 6.10.1940. Mahmut Esat Bozkurt, "Önsöz", Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Umumi Tarihi, (çev. Zühtü Uray), Maarif Vekaleti yay., İstanbul Üniversitesi Ana ilim Kitapları Tercüme Serisi, İstanbul, 1941. Mahmut Esat Bozkurt, "Faşistlik Yıkılacaktır", Anadolu, 10.2.1941. Mahmut Esat Bozkurt, "Kılıç Elde", Anadolu, 6.3.1941. Mahmut Esat Bozkurt, "Değerli Kitaplar Arasında", Anadolu, 7.3.1941. Mahmut Esat Bozkurt, "İnön(ü)lerde", Ulus, 2.4.1941. Mahmut Esat Bozkurt, "Çalışkan Asil Türk Milleti", Ulus, 22.7.1941. Mahmut 16.11.1941.



Esat



Bozkurt,



"Kanunlarımızı



Türkçeleştirme",



Ulus,



Mahmut Esat Bozkurt, "Haydut Muhtekirler", Anadolu, 1.12.1941. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Kanunlarında Dil İşi", Ulus, 4.12.1941. Mahmut Esat Bozkurt, "Tanzimat ve Islahat Fermanlannda Üslup ve Türk Dili", Ulus, 17.12.1941. Mahmut Esat Bozkurt, "Mecelle Üslubu ve Türk Dili", Ulus, 19.12.1941. Mahmut Esat Bozkurt, "Türklük Davası", Anadolu, 14.6.1942. Mahmut Esat Bozkurt, "Bir Milletin Yıkılışı", Anadolu, 18.6.1942. Mahmut Esat Bozkurt, "Şükrü Saraçoğlu İçin", Anadolu, 14.7.1942. Mahmut Esat Bozkurt, "Lozan Barışı Önünde", Anadolu, 24.7.1942. Mahmut Esat Bozkurt, "Şükrü Saraçoğlu'ya: Başvekilimize", Yarım Ay, c. VIII, sayı 154, 1 Ağustos 1942, s. 6. Mahmut Esat Bozkurt, "Milliyetçilerin Cevabı!", Gök-Börü,.yıl 1, cilt 1, sayı 4, 1.1.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Hakkı Baha Pars İçin", Anadolu, 23.1.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "İki Bando Sesi", Anadolu, 24.2.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Jiro-Dögol Anlaşmazlığı", Anadolu, 13.5.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Köylüsü Zengin Olmuş!", Anadolu, 19.5.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Avare Çocuklar", Anadolu, 23.5.1943.



225



MAHMUT ESAT BOZKURT’UN YAYINLARI



Mahmut Esat Bozkurt, "Moskof Politikası", Anadolu, 1.6.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Yine Bizim Türk Köylüleri", Anadolu, 10.6.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Herşey Türk Köylüsü İçin", Anadolu, 17.6.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Demiryolu Politikamız", Yeni Sabah, 29.6.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Denizleri", Yeni Sabah, 1.7.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Türklük Davamız", Yeni Sabah, 10.7.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Vazife Duygusu, İhmal Cezaları", Yeni Sabah, 12.7.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Saylavlıktan Düşürme", Yeni Sabah, 15.7.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Yollarımız", Yeni Sabah, 19.7.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Haydut Tefeciler", Anadolu, 26.7.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "CHP", Ulus, CHP 20. Yıl Özel Eki, 9.9.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Tefeci Baskını", Yeni Sabah, 8.11.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Tarih Kongresi", Yeni Sabah, 15.11.1943. Mahmut 18.11.1943.



Esat



Bozkurt,



"Büyük



Partinin



Eksikleri",



Yeni



Sabah,



Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 1", Yeni Sabah, 21.11.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 2", Yeni Sabah, 22.11.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Kaybolan Haklar", Yeni Sabah, 22.11.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 3", Yeni Sabah, 23.11.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 4", Yeni Sabah, 24.11.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 5, Yeni Sabah, 25.11.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 6", Yeni Sabah, 26.11.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Kimsesizler", Yeni Sabah, 26.11.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 7", Yeni Sabah, 28.11.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 8", Yeni Sabah, 29.11.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 9", Yeni Sabah, 30.11.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 10", Yeni Sabah, 1.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 11", Yeni Sabah, 2.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Silahlı Türk", Yeni Sabah, 2.12.1943.



226



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 12", Yeni Sabah, 4.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk-İngiliz İttifak Muahedesi", Yeni Sabah, 4.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 13", Yeni Sabah, 5.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 14, Yeni Sabah, 6.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 15", Yeni Sabah, 7.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 16", Yeni Sabah, 8.12.1943. Mahmut 8.12.1943.



Esat



Bozkurt,



"Türk-İngiliz İttifak



Muahedesi",



Anadolu,



Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 17", Yeni Sabah, 9.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 18", Yeni Sabah, 11.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 19", Yeni Sabah, 12.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 20", Yeni Sabah, 13.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Aksak Demir'in Devlet Politikası 21", Yeni Sabah, 14.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Yürekler Acısı", Yeni Sabah, 22.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Topyekün Türkçülük", Yeni Sabah, 23.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Örnek Nahiyeler: 1, Toprak İşi", Yeni Sabah, 26.12.1943. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Medeni Kanunu Nasıl Hazırlandı?", Medeni Kanunun XV. Yıl Dönümü için, İstanbul Üniversitesi yay., İstanbul, 1944, ss. 7-20.



Konferans ve Demeçler "İktisat Vekili Mahmut Esat Beyin 1923 Türkiye İktisat Kongresi'nin Toplanma Amacı ve Niteliği Hakkında Basın Temsilcilerine Verdiği Demeç", Hakimiyet-i Milliye, 9.1.1923, aktaran A. Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi, 1923-İzmir, AÜ SBF yay., Ankara, 1981, ss. 2-3. "İktisat Vekili Mahmut Esat Beyin Türkiye İktisat Kongresi Açış Konuşması", Ökçün, age., 257-266. "İktisat Vekili Mahmut Esat Bey'in 1923 Türkiye İktisat Kongresi ve İktisadi Siyasetimiz Hakkında İzmir'de Yayınlanan Anadolu Gazetesine Demeci", Vakit, 25.2.1923, aktaran Ökçün, age., ss. 7-10. "İktisat Kongresi, Faideleri, Neticeleri (İktisat Vekili Mahmut Esat Bey)", Anadolu'da Yeni Gün, 20.3.1923, aktaran, Ökçün, age., ss. 331-335.



MAHMUT ESAT BOZKURT’UN YAYINLARI



227



"Mahmud Esad Bey Bize Diyor ki: 'Türk İktisadiyatı Tarihinin En Parlak ve En Kıymetli Bir Pırlantası Çiftçiliği Olduğunda Şübhe Yokdur' ", Hakimiyet-i Milliye, 6.4.1923. "Mahmut Esat Beyle İkinci Mülakat", Saday-ı Hak, 10.4.1924. "Ankara Hukuk Mektebi Açılış Nutku", 5.11.1925, aktaran Ahmet Mumcu, Ankara Adliye Hukuk Mektebi "den Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi "e, Ankara Hukuk Fakültesinin Yarım Yüzyıllık Tarihi, AÜ Hukuk Fakültesi yay., Ankara, 1977, ss. 84-87. "İstiklal Mahkemelerinin İlgasından Sonra Adliye Vekilimiz 'Mukarrer Zafere Yürümekte Olan Meslektaşlarıma Muvaffakiyetler Dilerim' Diyor", Anadolu, 8.3.1927. "Matbuat Hürriyeti ...", Ceride-i Adliye, sayı 64-65, Kanunuevvel 1927. "Adliye Vekilimizin Mühim Beyanatı", Milliyet, 11.2.1929. "Adliye Vekilimizin Çok Mühim Nutku", Milliyet, 16.10.1929 (Belvü Palas Nutku). "Adliye Vekilinin Nutku, Mahmut Esat B. Dün açılan kursta Cumhuriyet müddeiumumilerine bir hitabede bulundu", Cumhuriyet, 23.1.1930 (Müddeiumumiler Kursu). Mahmut Esat, "Muasır Demokrasilerin Istırapiarı”, Ayın Tarihi, cilt 21, No. 71, Şubat Nüshası (1930), ss. 5555-5568 (Ankara Hukuk Mektcbi'nde verdiği konferans). “Adliyc Vekilimizin Mühim Nutku, M. Esat Bey Diyor ki", Anadolu, 18.9.1930. " İ h t i l a l i n Felsefesi, Mahmut Esat Beyin İnkılap Enstitüsünde İlk Dersi", Hakimiyeti Milliye, 9.3.1934 (Gazetenin Mart, Nisan ve Mayıs 1934 tarihli sayılarında diğer konferansları da bulunmaktadır). Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nde Vatan Müdafaası", Anadolu, 4.9.1934 (İzmir Halkevi'nde verilen konferans). Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nde Vatan Müdafaası", Anadolu, 14.9.1934. Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nde Milliyet Prensipleri", Anadolu, 18.9.1934 (İzmir Halkevi'nde verilen konferans). Mahmut Esat, "Türk İhtilali'nde Milliyet Prensipleri", Anadolu, 25-26 Eylül 1934. Mahmut Esat Bozkurt, "İnkılab Kürsüsünde: Türk'ün Medeni Hakları ile Şeriat Arasındaki Farklar", Varlık Birlikle Yaşar (Erzurum), 25.2.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "İnkılab Kürsüsünde: Türk'ün Medeni Hakları ile Şeriat Arasındaki Farklar", Varlık Birlikle Yaşar, 28.2.1935. Mahmut Esat Bozkurt, "İnkılab Kürsüsünde: Türk'ün Medeni Hakları ile Şeriat Arasındaki Farklar", Varlık Birlikle Yaşar, 4.3.1935. CHP'nin tek parti yönetimi hakkında..., Cumhuriyet Halk Partisi Üsnomal Büyük Kurultayının Zabtı, 26.XII.1938 Ankara, 1938, ss. 47-52. Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Köylü ve İşçilerinin Hakları", Fikirler (İzmir), c. VIII, sayı 185, 15 Mart 1939 (İzmir Halkevi'nde verdiği konferans). Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Köylü ve İşçilerinin Hakları", Fikirler, c. VIII, sayı 186, 1 Nisan 1939.



228



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Mahmut Esat Bozkurt, "Türk Köylü ve İşçilerinin Hakları", Fikirler, c. VIII, sayı 187, 15 Mayıs 1939.



TBMM Konuşmaları * Birinci Dönem (1920-1923) "Teşkilatı Esasiye Kanunu layihası encümeni mahsus münasebetiyle sözleri", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 5, s. 388, 390.



mazbatası



“Teşkilatı Esasiye Kanunu münasebetiyle sözleri", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 7, s. 305, 306, 307, 308. "İdarei kura ve nevahi kanunu layihası münasebetiyle", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 13, s. 15. "Heyeti Vekilenin vazife ve mesuliyetine dair kanun teklifi münasebetiyle", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 14, s. 377. "Yunan mezalimi hakkında milletlere çekilen protesto notasına dair, TBMM Zabıt Ceridesi, c. 20, s. 563, 564. "İcra Vekillerinin sureti intihabına dair Kanun münasebetiyle", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 21, s. 301-304, 322, 323-325, 328, 330, 334. "Vebayı bakari hastalığı hakkındaki sual münasebetiyle", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 23, s. 367, 368. "Memaliki müstahlasadaki müşahadatına dair sözleri", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 26, s. 106-114, 117-120 "Istihlas edilen mahallerdeki Ziraat Bankaları varidat ve masarifatına dair Kanun münasebetiyle", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 26, s. 327, 328, 329. "Hariçten ithal edilecek çift ve damızlık hayvanat ile ziraat makinalarında istimal edilecek benzin, benzol, petrol, mazot ve sairenin Gümrük Resminden istisna edilmesine dair layiha ve teklifi kanuni hakkında", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 26, s. 492,493. "Gazianteb Mebusu Yasin Beyin, Baltalık Kanunu Hakkındaki Sualine Cevabı", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 27, s. 56, 57. "Bolu Mebusu Şükrü Beyin, Muhtelif İktisadi Meseleler Hakkındaki Sualine Cevabı", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 27, s. 58-59. "Trabzon Mebusu Ali Şükrü Beyin, İzmir İktisat Kongresi hakkındaki sualine cevabı", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 27, s. 170-175, 176-178, 181. "Kayseri Mebusu Osman Beyin, Mister Kenedi ile akdedilen Alatı Ziraiye Mukavelesine dair suali münasebetiyle", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 28, s. 147-153. "Şarki Anadolu Demiryollarına dair Kanun münasebetiyle", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 28, s. 509, 510, 511. Londra Konferansı hakkında..., TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. 1, s. 388389.



*



Burada M. Esat'ın bazı önemli konuşmalarına yer verdim. Listede tüm konuşmaları yer almamaktadır.



MAHMUT ESAT BOZKURT’UN YAYINLARI



229



Cephedeki gelişmeler hakkında hazırlanan rapor hakkında..., TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. 2, s. 142-144. İkinci Dönem (1923-1927) "Muhtacini Zürraa Verilecek Tohumluk Hakkındaki Kanunun Müzakeresi Münasebetiyle Sözleri", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 2, s. 91, 93, 94, 96, 115, 116, 118, 119, 134. "Teşkilatı Esasiye Kanunu Hakkındaki Sözleri", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 7, s. 272, 273, 274, 275. "Eytam ve Emlak Bankası Kanunu Dolayısıyla Sözleri", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 25, s. 389, 390, 394, 395, 396, 413, 416. Üçüncü Dönem (1927-1931) "Mardin Mebusu İrfan Beyin, 3 Haziran 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki Yazı Hakkında Suali ve Vekil Mahmut Esat Beyin Şifahi Cevabı", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 20, s. 46, 51, 53. Dördüncü Dönem (1931-1935) "İcra ve İflas Kanununun Tadiline Dair Kanun Münasebetile Sözleri", TBMM Zabıt Ceridesi, c. 9, s. 77, 80. "İzmir Mebusu Mahmut Esat Beyin, İtalya Başvekilinin Nutku Münasebetile ..." Yaptığı Konuşma, TBMM Zabıt Ceridesi, c. 21, (5 Nisan 1934 tarihli oturum) s. 14-17. "Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 45 nci Maddesini Değiştiren Kanun Münasebetiyle Sözleri", TBMM Zabıt Ceridesi, c 23, s, 404.



3. BÖLÜM



MAHMUT ESAT BOZKURT HAKKINDAKİ YAZILARDAN SEÇMELER



50. YIL ve MAHMUT ESAT BOZKURT Av. Faruk EREM Atatürk'ün emrinde Mahmut Esat Bozkurt, Türk Hukuk Devriminin büyük mimarıdır. Bu devrimin nasıl başarıldığı hakkında genç kuşaklarca az bilinen bazı konulara dokunmak yararlı olabilecektir: Cumhuriyet’in 50. yılı kutlanırken anılması gerekenlerin başında Mahmut Esat BOZKURT gelir: Bozkurt, daha öğrenci iken memleketinin kaderine eyilmişti. Mahmut Esat Bozkurt'un doktora tezinin adı «Osmanlı kapitülâsyonları rejimi» (Du regime des capitulations ottomanes) dir. Tezinin son bölümünde (sh. 116) Bozkurt şu sonuca varmıştır: Kapitülâsyonlar, ister tek taraflı, ister karşılıklı antlaşma sayılsın, taraflardan birinin hayatî menfaatlerine aykırı düşerse veya tâbi oldukları şartlar değişirse, tek taraflı olarak ilga edilebilirler. Bu doktora tezinin (Friboug) tarihi 1918'dir. Tanzimat Devrinin iyi niyetli, fakat bir açıdan başarısız Âli Paşa'sının çabaları ile Mahmut Esat Bozkurt'un mücadelesi arasında bir bağlantı kurmak mümkündür. Sadrıazam Âli Paşa, Sultan Abdülazize Fransız Code Civil'inin Osmanlıcaya tercümesi ve Osmanlı Kanunu Medenisi olarak benimsenmesi hususunda bir «ariza» sunmuştu. Bu düşüncesini kuvvetlendirmek



için de Mısır'da Mehmet Ali Paşa'nın böyle hareket ettiğini, Mısır'da Arapçaya tercüme edilmiş Fransız Medeni Kanununun çevirisinden istifade edilebileceğini öneriyordu. Âli Paşa'nın önerisi Ulamayı telaşlandırdı. Abdülaziz inançlı değildi. Âli Paşaya karşı akımı Cevdet Paşa temsil ediyordu. Neticede Cevdet Paşa başarı kazandı. Bir aralık bütün mezhepleri bağdaştıran anlayışta bir Medeni Kanun Tasarısı düşünüldü. Sonra bundan vazgeçildi. Bu defa şöyle bir karara varıldı: «Mezhebi Hanefide yetişmiş olan fukahanın sahih ve muteber kavileri»ne istinat edilecekti. Böylece batı hukukunun benimsenmesi" gecikmiş oldu. Görülüyorki hukukta batılılaşma isteği memleketimizde Cumhuriyet döneminde ortaya atılmış değildir. Bunu Atatürk şöylece açıklar: «Türk Milletinin muasır medeniyetin vasıtalarından ve feyizlerinden müstefit olmak için, lâakal üçyüz seneden beri sarf ettiği gayretlerin ne kadar elemli ve ızdıraplı mevani karşısında heba olduğunu kemali teessür ve intibah ile göz önüne alarak söylüyorum». O halde batılılaşma akımı Atatürk'ten evvel de vardı. Fakat bu akım, karşısındaki direnci yenemiyordu. Âli Paşa'dan sonraki hamleyi Mahmut Esat Bozkurt'un



234 başarılı çabası temsil etmektedir. Ortaya atılan ilk fikir, Fıkıh esaslarına değil, batı hukuku anlayışına uygun, fakat belli bir kanunu almak şeklinde olmayan, batı hukukunun esaslarına bağlı, yeni metinler hazırlamak idi. Fakat kurulan komisyon bir türlü sonuca varamıyordu. Hatta bu komisyonda geriye dönüş eyilimi seziliyordu. Bu durumda kesin bir karar verilmesi, son sözün Atatürk tarafından söylenmesi gerekiyordu. Konuyu Bozkurt, Atatürk'e arzetti ve Ana Kanunlarımızın batının ün kazanmış kanunlarının «iktibas»ı şeklinde olması lüzumunu belirtti. Atatürk şunu sordu: Bu kanunları uygulayacak hukukçularınız var mı? Bozkurt, hiç düşünmeden şu cevabı verdi: Yetiştireceğim. Bu konuşmadan sonra Atatürk 28 Şubat 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisinde verdiği demeçte «yeni esasatı hukukiye» den söz etti ve şunları söyledi : «Mühim olan nokta, adlî telâkkimizi, adlî kanunlarımızı, adlî teşkilâtımızı, bizi şimdiye kadar şuurî veya gayrî şuuri tesir altında bırakan asrın icabatına gayri mutabık revabıttan kurtarmaktır». Bu suretle fikirce hazırlık başlamıştı. Mahmut Esat Bozkurt fıkıhın son dönem uygulamalarının tutuculuğunu, sakıncalarını belirten konuşmalar yapıyordu. «Ankara Hukuk Mektebi» nin açılışında Atatürk'ün konuşmasına, Bozkurt'un verdiği cevapta şunları söylediği görülmektedir: «Fıkıh ve onun müntesipleri, tarihin en büyük



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



safahatında istibdadın ve hezimetlerin mucip sebebi ve âmili oldular». Şöyle devam etti «...Cumhuriyetin Türk Adliyecileri bu vüsat ve şümul dahilinde inkılabın kendilerine tahmil ettiği vâsi ve şamil vazifenin ağırlığını müdriktirler. Bunun icaplarını ifaya hazırdırlar. İnkilâp için hazır olmak ve onu müdafaa etmek rolü Türk Adliyecisinin yegâne medarı iftiharıdır. İnkilâplar, beşeriyeti saadete götüren vasıtalardır. Karşı koyanların akibeti behemahal bir hüsranı mutlaktır». Atatürk ile Mahmut Esat Bozkurt arasında tam bir inanç birliği vardı. Atatürk «zihniyeti, içtimaî hayatın temeli olan yeni hukuk esaslarını tesbit ve teyit etmek çaresine tevessül eylemek» direktifini verdi ve inançlı uygulayıcısı Bozkurt'u görevlendirdi. Atatürk bir nutkunda «Büsbütün yeni kanunlar vucude getirerek eski esasatı hükukiyeyi temelinden kal’etmek teşebbüsündeyiz» dedi ve ilerisini görerek şunları ilâve etti: «Yeni esasatı hukukiye ile elifbâsınden tahsile başlayacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek lâzımdır». «Ankara Hukuk Mektebi»nin açılması uygulamada ilk adım oldu. Bu mektep, Cumhuriyet döneminin ilk yüksek öğretim müessesesidir. O tarihte «İstanbul Hukuk Mektebi» yılda 40-50 mezun verirdi. Halbuki mahkemelerdeki hakimlerin pek çoğu, «mektepsiz» lerdendi. O halde bir Hukuk Fakültesi gerekli idi. Mektebin açılması Mecliste tartışmalı geçti. Ancak 4 oy farkla



50. YIL VE MAHMUT ESAT BOZKURT • F. Erem



Meclis öneriyi kabul etti. Mecliste Bozkurt şunları söylemişti: «Merkezi Cumhuriyette bulunuyoruz. Buranın bir Hukuk Mektebine behemahal ihtiyacı vardır. Yapılacak mektepten bu muhit de istifade edecektir. Yalnız talebe değil. Dünyanın en güzel inkılabını yapmış bir memlekette asrın hukukiyatı okunmaz olurmu, efendiler? Biraz da İstanbul'un ettiği istifade kadar Anadolumuz da maariften hissement olsun». Mektebin açılışında Atatürk, öğretim üyelerine şöyle hitap etti: «Cumhuriyet Türkiyesinde eski kavaidi hayat, eski hukuk yerine yeni kavaidi hayatın ve yeni hukukun kaim olmuş bulunması bugün gayrı kabili tereddüt bir emri vakidir. Bu emri vaki sizin kitaplarınızda ve malühüttatbik olacak kanunlarımızda ifade olunacaktır». Mahmut Esat Bozkurt'un Medeni Kanunun Russel çevirisinin önsözünde yazdıkları Atatürk'ün emirlerini nasıl gerçekleştirdiğini göstermektedir: «Asrı hâzır garp kanunlarının layiki veçhile tatbik edilebilmesi her şeyden evvel onların müstenidi olan hukuk zihniyetinin icabatına tamamiyle tebayetle kabildir». Mahmut Esat, her yıl 23 Nisan'da anılır. Bunun bir anlamı vardır. Türk Hukukunun egemenliğini dışa karşı LotüsBozkurt dâvası vesilesiyle kabul ettirebilmek kolay olmamıştır. Batılı Devletlere, onlarınkinden farksız, bir hukuk sistemi ve anlayışı ile, bu egemenliği teslim ettirmek unutulması imkânsız bir hizmettir.



235 Bozkurt-Lotüs dâvası savunması 1928 tarihinde Ankara'da Türk Ocakları Matbaasında basılmış ve «Beynelmilel BozkurtLotüs dâvasında Türk-Fransız müdafaaları» adı altında yayımlanmıştır. Bu olayda Fransız Hükümeti, Fransız kaptanı hakkında Türkiye'de ceza takibi yapılmasını Lozan Antlaşmasının 15. maddesine aykırı bulmuştu. Bahse konu 15. maddeye göre: «...Türkiye ile sair âkit devletler arasında tehaddüs edecek adlî selâhiyet mesaili beynelmilel hukuk esaslarına tevfiken halledilecektir», ihtilâfın Lahey Adalet Divanına sunulması hakkındaki tahkimname «Hukuk meselesi»ni şöylece ortaya koyuyordu: «Türkiye, açık denizde Fransız vapuru Lotus ile Türk vapuru Bozkurt arasında 2 Ağustos 1926 tarihinde husule gelen müsademe sebebiyle Fransız vapurunun İstanbul'a muvasalatı hininde Türk kaptanı ile birlikte Lotus'ün müsademe esnasında vardiyada kaptanı bulunan Demon aleyhinde sekiz Türk yolcu ve tayfasının ziyaı sebebi ile Türk Kanunları mucibince cezaî takibat yapmakla ... Lozan mukavelesinin 15.maddesine mugayir olarak beynelmilel hukuk esaslarına muhalif surette hareket etmişmidir, eğer etmiş ise bu esaslar hangileridir?». Adalet Divanı Türk Devletini haklı gördü. O halde bu dava pek çok deniz kazasından biri olmasına rağmen neden Türk Hukukunda büyük bir başarı sayılmaktadır? Nedenini Adalet Divanının 7 Eylül



236 1927 tarih ve 9 sayılı kararının sonuç kısmında yer alan cümlede bulabiliriz: «... Türkiye, mevzuu bahis takibatı cezaiyeyi, hukuku düvelin her müstakil Devlete bahşettiği serbestiye güvenerek, icra etmekle... hukuku düvel prensipleri hilâfına hareket etmemiştir». O halde konu, bu gün bize pek olağan gözüken «Bağımsız Devlet» onurunun, Milletlerarası Yüksek bir Divan kararı ile, milli mücadeleden sonra ilk defa tescil ve kabul edilmiş olmasıdır. Mahmut Esat Bozkurt «Devletler arası hak» (Ankara, 1940) İsimli kitabının İnönü'ye ithaf kısmında şunları yazmıştı. «Lozan'daki zaferin anlamı, Türk Ulusunun modern medeni dünya ile müsavi olmasıdır». Bozkurt'un Atatürk'ün direktifleri ile yepyeni bir hukukçu kuşağı yetiştirmiş olması, yaşımız ne olursa olsun, hepimizin bu kuşakta yer alması, biz hukukçular için ortak görev bağıdır. Atatürk'ün hukuk devriminden en ufak bir sapmaya göz yummak, büyük sorumlulukları gerektirir. Geriye dönüş isteklerine, zaman zaman, rastlanmıştır. Bu isteklerin altında karanlık duygular yatar. Bu isteklerin bazıları korkunç denecek kadar sinsi ve kurnazdır. Atatürk'ün şu sözlerinin hiç unutulmaması gerek: «Hukuku Medeniyede, hukuku ailede takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır», «Hukukta idarei maslahat ve hurafelere merbutiyet, milletleri uyanmaktan men eden ağır kabustur. Türk milleti üzerinde kâbus bulunduramaz».



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Bu yazımı, Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulunun 23 Nisan 1973 günü Aydın bildirisi ile sonuçlandırmak istiyorum: «Cumhuriyetimizin 50. yılını kutlamanın büyük gururunu ulusça paylaşmak amacı ile, geniş ölçüde çalışmaların yapılmakta olduğu bu günlerde, yarım yüzyıllık ulusal başarımızın başlıca güvencesi olan Hukuk Egemenliğimizin yaratılmasında unutulmaz çabaları bulunan Mahmut Esat Bozkurt'u Millî Egemenlik Bayramımızda anmayı mutlu bir görev sayan Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu, bu amaçla 23 Nisan 1973 günü Aydın'da toplanarak O'nun kişiliği hakkındaki görüşlerini açıklamış ve Bozkurt'un Kuşadasındaki kabrini ziyaret etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, giderek artan bir gürbüzlük içinde 50 yılı geride bırakırken, hiç kuşkusuz tüm gücünü, hukuka bağlı bir devlet yönetiminden ayrılmamaktan almıştır. Bizde hukuka ve hukukçuya verilen büyük değer, Cumhuriyetimizin oturduğu «Hukuk Devleti» temelinin bir gereğidir. Mahmut Esat Bozkurt, Cumhuriyetimize bu niteliği kazandıran uğraşları ile Tüm Türk Hukukçusunun saygısını kazanmıştır. O'nun soyadının arkasında, devlet egemenliğinin temel koşullarından olan «ceza verme» hakkına dokunulamayacağını yansıtan bir anıt görüntüsü vardır. Türkiye Cumhuriyeti, Bozkurt-Lotüs davası zaferinde, hukuk egemenliğini kanıtlamış, «Millî egemenlik»in dışa karşı sınavını vermiştir.



50. YIL VE MAHMUT ESAT BOZKURT • F. Erem



Yönetim Kurulumuz, ulusal hukukumuzun bugünkü aşamaya ulaşmasında savaş vermiş ve hukuk egemenliğimizi zafere götürmüş büyük devrimci Mahmut Esat Bozkurt'a karşı saygı ve şükran hislerini belirtmek amacı ile onun bir büstünü Ankara Hukuk Fakültesine armağan etmeğe karar vermiştir. Fakülte yöneticilerince de olumlu



237 karşılanan önerimiz tüm Türk Avukatlarının katkısı ile gerçekleşecek ve anıt Ankara Hukuk Fakültesine Türk Avukatlarının armağanı olacaktır». Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulunun bu dileği, Fakülte öğretim üye ve yardımcılarının yakın ilgileri ile, yerine gelmiş bulunmaktadır.



HIRSIZLAR TESLİM OLUN!



1



Mustafa EKMEKÇİ Bugünün hırsızları daha cesur, şebekeleri daha geniştir... Bunlar çete halindedirler. Yıllar var, bu başlıkla bir yazı yazmayı düşünüyordum. Buna nereden mi esinlendim? Bir duyuma göre, İsmet Paşa, tek parti döneminde hırsızlıklardan, çetelerden bunalmış, "Hâkimiyet-i Milliye" gazetesine bu başlıkla bir yazı yazmıştı. Günlerce böyle bir yazıyı aradım, bilebileceklere sordum. Iıh, bulamadım! Umudumu artık yitirmiştim. Bir olay gözümü açtı. 20 Aralık 1996 Cuma günü Ankara Adliyesi Konferans Salonu'nda, Atatürk'ün adalet bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt'un ölümünün 53. yılı dolayısıyla bir anma toplantısı düzenlenmişti. Konuyla, özellikle Mahmut Esat Bozkurt'un devrimci çabalarıyla yakından ilgiliydim. ...Toplantıyı Ankara Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Ramazan Aslan yönetiyor, Ankara barosu savunmanlarından Atilla Elmas ile Önder Sav, konuşmacı olarak katılıyorlardı. Önder Sav, konuşması sırasında Mahmut Esat Bozkurt'un, döneminin bir 1



1



Cumhuriyet Gazetesi (Ankara Notları Hırsızlar Teslim Olun!..(1)), 16 Şubat 1997.



bakanının yolsuzluğunu açıklayan "Hırsızlar Teslim Olun!" başlıklı bir yazıyı yayımlamaktan çekinmediğini anlatıyordu. Toplantıdan sonra, Önder Sav'a teşekkür ettim. Bir olayın ipucunu yakalamıştım. Sıra yazıyı bulmaya gelmişti. Mahmut Esat Bozkurt'un kızlarından Ay Bozkurt' u telefonda tanımıştım. ...Bir rastlantı sonucu, yine telefonla arayan Gün Tekand (Bozkurt) ... araştırmacı Hakkı Uyar'la -yine telefonda- tanıştırdı. Hakkı Uyar, Ege Üniversitesi'nde, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü'nde görevliydi. Ondan, "Hırsızlar Teslim Olun!" başlıklı yazının nerede, ne zaman yayımlandığını öğrenecektim. Yazı, 13 Aralık 1930 günlü "Halk Dostu" gazetesinde çıkmıştı. Yazıyı bulmak güç olmadı. TBMM Kitaplık Müdürlüğü'ne yeni atanan Ali Rıza Cihan, sıpınişi yazıyı buldurttu. Mahmut Esat Bozkurt'un istediğim öbür yazılarını da. Derin bir soluk aldım! “Hırsızlar Teslim Olunuz!” başlıklı yazı şöyle başlıyordu: “İlim alemindeki otoritesine ne denirse densin; herkesçe tanınmış bir Fransız yazıcısı vardır: Gustav Lebon (1841-1931). Bu muharrir,



240 “Arap medeniyeti tarihi"nin “Arapların varisleri” faslında, “Türkler hiçbir Avrupa kavminden aşağı kabiliyette insanlar değillerdir. Türkten maksadım, öz Türklerdir. Fakat bütün Şark'ta olduğu gibi bu milleti de yakıp kavuran müstevli (salgın) bir hastalık vardır: Bahşiş!” der. Burada bahşişten murat rüşvettir. Devlet malını çalmaktır. Devlet, millet zararına hırsızlıktır. Gustav Lebon bu zengin görüşlerini yazalı otuz seneden fazla oluyor. Türk milleti yine o asil ve yüksek ırktır. Fakat Fransız muharririn bahşişe ait hükmü acaba bugün dahi isabetinden çok kaybetti mi?..” “Halk Dostu” gazetesinde, üç sütun üstüne “Halk Dostu” imzasıyla çıkan yazının sonunda Mahmut Esat Bey, şöyle diyor: “Bugünün hırsızı ile eski zaman hırsızlarının anlayış, vaziyet ve usulleri çok farklıdır. Bugünküler çok daha maharetlidirler. Daha cesurdurlar. Şebekeleri daha geniştir. Daha tehlikelidirler. Mesela meşrutiyette -istibdatta olduğu gibi- ricalden (mevki sahiplerinden) hırsızlar vardı.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Bunlar milletin en dar ve sıkıntılı zamanlarında hükümet kuvvetiyle vagon almak, memleketin ihtiyaçlarından ihtikar etmek suretiyle zengin olurlardı. Hariçte ve dahilde bugünkü idarenin yüksek şerefini, kuvvetini kullanarak ceplerini doldurmaya çalışanlar, bunlara önayak olanlar vardır. Bunlar çete halindedirler. Başlarında Hamidiye tezkereli Türkler vardır!.. Türk milleti bunları dize getirinceye kadar uğraşacaktır. Bunlar neler yaparlar, nasıl hareket ederler, korkmadan milletin şerefiyle nasıl oynarlar? Yarın anlatmakta devam edeceğiz. Şimdilik şunu tereddütsüz kaydetmeliyiz ki inkılâp (devrim) bunları er ya da geç teslim alacaktır. Ceza günü uzak değildir. Gustav Lebon'un Türk milleti hakkında yüksek görüşleri arasındaki o “bahşiş” kaydı da silinecektir.” Mahmut Esat Bey'in yazdıkları bugün de geçerlidir. Hırsızlar, çeteler cirit atmaktadır. Bunlar, yakalarınısıyırmış görünseler de, halkın bunları bilmediğini mi sanıyorlar? Bunlar, iplikleri pazara çıkmış birer budaladan başka bir şey değildirler!



KADINLARIMIZ ve MEDENİ KANUN1 Prof. Dr. Gülten KAZGAN Mahmut Esat Bozkurt'un ismini bugünün genç kuşakları arasında kaç kişi biliyor acaba? Oysa, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra sürdürülen çağdaşlaşma ve demokratikleşme girişimlerinden biri onun damgasını taşıyor, 2 Eylül 1926'da kabul edilen Medeni Kanun. Türkiye'nin hem laikleşmedeki hem demokratikleşmedeki dev adımlardan birisi de, kadın-erkek eşitsizliğini kaldıran bu kanundur. Başka ülkelerde, herhalde, böyle bir yola baş koyan kişinin heykelleri parkları donatır, yaşamı ve çalışmaları üzerine cilt cilt kitap yazılırdı. Oysa, bizde, suların akış yönünü değiştirmek yolunda türlü-çeşitli, rengarenk akımlar Cumhuriyet'in getirdiği reformlar; karalarken, bu arada Medeni Kanunu da tabii unutmuyorlar. Ancak bu akımların şerian geri getirmeyi hedefleyen bir tanesinde baş hedef bu kanunun kalkması. 1



Tanzimat ve sonrası Gerçekte, Türkiye'nin çağdaşlaşması girişimleri. 19. yüzyılın ikinci yansındaki dönü-



1



Yeniyüzyıl Gazetesi, sahife 10, sütun 7.



şümlere kaynaklık eden Tanzimat Hareke-ti'yle başlar. Bunun bir göstergesi kadınların yavaş yavaş, küçük sayılarla da olsa toplum yaşamına katılması ve eğitilmesidir. Ne var ki. Medeni Kanun yürürlüğe girinceye kadar, kadınların toplumsallaşma sürece cılız kaldığı gibi. hareket de ikili bir sayısal yapı oluşturmaktan öteye gidemedi. Bir yanda hukuksal çerçevede sosyal eşitsizlik sürerken, gelir düzeyi yüksek aileler içinde başlayan kadının toplumsallaşması bir yanda geleneksel yapıda hiç değişmeden yaşamını sürdüren kadın çoğunluğu. 20. yüzyılın başına gelindiğinde kadın dergileri, kadın yazarlar, kadın öğretmen okullarının açılması gibi özellikle 2. Meşrutiyet ile yoğunlaşan hareketler kadınları toplum yaşamından soyutlayan yasal ve dinsel yapıda açılan gedikleri oluşturdu. Bu süreç, izleyen Birinci Dünya Savaşı yıllarında işgücü kıtlığı çekilirken, yeni gediklerle devam etti. Kurtuluş Savaşı yıllarıysa, bu gediği iyice genişletti. Cumhuriyet yönetimi toplumu demokratikleştirmek yolunda en önemli adımların atılmasıyla başladı ve bunu Medeni Kanun'un kabulüyle sürdürdü.



242



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Bu kanun, kimilerinin iddia ettiği gibi hiç de "tepeden inme"mişti; 60-70 yıllık bir toplumsal değişimin sonunda gelmişti. Bugün, "şeriat"ı geri getirmek savında onlara karşı direnecek çok sayıda sivil toplum örgütü oluştuysa, bunun nedeni, Medeni Kanun gibi sağlam bir hukuksal temelin 70 yıllık süredir yürürlükte bulunmasıdır.



İleriye bakış Türk toplumunda kadının bugün geldiği nokta, kanun karşısında kadın erkek eşitsizliğinin sürdüğü toplumlar arasında Türkiye'yi çok özgün bir konuma yükseltmekte. Toplumsal çerçevede hâlâ kadın-erkek eşitliğinin tam gerçekleştirilemediği acı ama doğru: Kimi aileler hâlâ kız evladı mirastan yoksun bırakıyor, kadın hâlâ kocasından dayak yiyor. Kız çocuklar hala okula gönderilmeyip, küçük yaşta imam nikahıyla evlendiriliyor. Ne var ki, bu toplumsal olaylar kanun karşısında suç olduğu için isterse haklarını savunabiliyor ve alabiliyor artık kadınlar.



Medeni Kanun nasıl geçmişteki 60-70 yıllık toplumsal değişimin sonucunda geldiyse, aynı şekilde, kendisi de peşinden yeni toplumsal dönüşümleri sürükledi. Yasa karşısındaki eşitsizlik kalkınca. Batı toplumlarında dahi sık sık rastlanmayan noktalara tırmanabildiler kadınlar. TÜBA ya da İKV gibi saygın kurumların başkanları ya da İTÜ'nün rektörü seçimle iş başına gelmiş kadınlarsa bugün, bu ancak her birinin kişisel değerleri bir yasal engele çarpmadığı için mümkün olabilirdi. Oysa RP'nin onca kadın "militan" mensubunun bir teki dahi milletvekili olmaya değer görülmedi bu partinin erkeklerince. Türk kadınlarının çoğunluğu bugün artık yürürlükteki Medeni Kanun'un birçok maddesinin değişmesini talep etmekte: toplumsallaşma sürecinde geldiği nokta çünkü kanundaki bazı eşitsizliklerin aşılması gereğini yaratıyor. Küçük yaştan itibaren kuran kurslarında şartlandırılan ve azınlıkta kalan kadınlarımızın "şeriat" talebine destek vermesiyse şaşırtıcı ama ne yazık ki günümüzün bir gerçeği.



MAHMUT ESAT BOZKURT ve TÜRK KADINI1 Av. Nilgün ÖĞÜNÇLÜ (Aydın Barosu)



İIçemizin büyük gururu Mahmut Esat Bozkurt hukuk öğrenimini İsviçre'de Hukuk Doktoru olarak bitirdiğinde, İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmişti. O, bunu öğrenir öğrenmez, derhal Türkiye'ye dönmüş ve İzmir'de Kuvva-i Milliye'ye katılmıştır. Bir hukuk doktoru iken ve İsviçre'de rahat bir yaşamı varken, vatanı için bu ünvanını ve rahatını bırakmış, cephede düşmanla fiilen savaşmıştır. Yazımın konusu "Mahmut Esat Bozkurt'un öncülüğünde gerçekleşen Türk Hukuk Devriminin Türk kadınına sağladıkları" olmasına rağmen, onun yukarıdaki özelliğini sizlere aktarmayı bir sorumluluk saydım. Cephedeki savaşın başarı ile bitirilmesinden sonra Mahmut Esat Bozkurt bir hukuk doktoru olarak Büyük Önder Atatürk'ün desteği ile Türk Hukuk Devrimi için girişimlere başlamış, en acil saydığı toplumsal hayatın uygar bir yasaya kavuşması için çeşitli uygar devletlerin yasalarını ince1



1



Mahmut Esat Bozkurt ve Türk Kadını, 02.02.1997, sayfa 12 ve 14.



lemiştir. Bu yasaların içinde en gelişmiş kuralları içeren İsviçre Medenî Yasası'ndan alınan Türk Medenî Yasası 17 Şubat 1926 günü, Mahmut Esat Bozkurt'un yapmış olduğu bir konuşmanın ardından, oybirliği ile kabul edilmiştir. Bu yasanın getirdiği diğer yeniliklerin yanısıra, özellikle Türk kadınına sağladığı olanaklar bakımından bir devrimi gerçekleştirmiştir. Medenî Yasa öncesi Türk kadını, cinsel bir nesne ve bir hizmetkâr idi. Ne toplumsal yaşamda ne de aile yaşamında yeri vardı. Mutlak bir erkek egemenliği altında idi. Kadınların eğitim hakları ve kamu hizmetlerinde çalışma hakları bulunmuyordu. Kendi doğurduğu çocuklarının velisi olma hakkından dahi yoksun idiler. Miras hakları ise, erkek evlâda göre yarı yarıya idi. Eğitim ve çalışma hak ve özgürlüğü bulunmayan kadının elbette ki ekonomik özgürlüğünden sözetmek de mümkün değildi. Ekonomik özgürlüğü elinden alınmış olan kadın, aile yaşamında erkeğine kayıtsız şartsız boyun eğmek



244 durumundaydı. Kadın gerek evde, gerekse tarımsal alanlarda bir köle gibi çalışıyor, ama bunun sonucu olan kazanımlar erkeğe ait oluyordu. Eğitim hakları olmadığından, bu sisteme başkaldırı bilincine dahi ulaşamamışlardı. Kısaca özetlenmeye çalışılan bu toplumsal yapıda kadınlar, birey olma bilincinden çok uzakta idiler Böyle bir ortamda, tamamı erkek olan milletvekillerinin, kadınlar üzerindeki kendi egemenliklerinin sona ermesi sonucunu doğuran Medenî Yasayı oybirliği ile kabulleri, daha ziyade Mahmut Esat Bozkurt'un çabasının ürünüdür. Mahmut Esat Bozkurt'un Medenî Yasanın T.B.M.M.'de görüşüldüğü gün yaptığı konuşmanın, Türk kadını için derin anlam taşıyan bölümünü, kısmen günümüz dili ile sunuyorum: "Türk tarihinin, fikrime göre en hazin siması, Türk kadınıdır. Medenî Kanun Tasarısının aile topluluğu ve miras kuralları, şimdiye kadar istenildiği zaman kolundan tutulup bir köle gibi yerden yere vurulan, ama taa ezelden beri hanım olan Türk anasını lâyık olduğu saygın konuma getirecektir." Bu şekilde kabul edilen Medenî Yasa ile Türk kadınının kölelikten kurtulması ve toplumsal bir birey olması yolunda hukuksal altyapı oluşturulmuş, Türk kadınının erkekle hemen



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



hemen aynı haklara sahip olması sağlanmıştır. Türk Medenî Yasası, "Kadın Hakları" bakımından Türk toplumunda bir dönüm noktasıdır. Özellikle evlilik ve boşanma konularında kadına eşit haklar verilmiş, bu konudaki erkek hâkimiyeti sona ermiştir. Kadın için bir güvence olan resmî nikâh kabul edilmiş, o zamana değin erkeğin tek taraflı hakkı olan boşanma zorlaştırılmış, aile bütünlüğünün korunması esası benimsenmiştir. Erkeğin çok kadınla evliliğine ise, en azından hukuksal olarak yasaklama getirilmiştir. Aile yaşamının eşler tarafından birlikte yürütülmesi, çocuklar üzerindeki velayet hakkının anne ve baba tarafından birlikte kullanılması öngörülmüştür. Miras hukukunda ise kadın, erkekle eşit hakka kavuşmuştur. Türk kadını eğitim hakkını da, kamuda çalışma hakkını da, Mahmut Esat Bozkurt'un öncülüğünde gerçekleşen Türk Hukuk Devrimi ile elde etmiştir. Türk Hukuk Devriminin Türk kadınına sağladığı belki de en önemli hak olan seçme ve seçilme hakkı da yine Mahmut Esat Bozkurt'un çabaları ile ve diğer uygar devletlerden çok daha önce, 1930 yılında belediye seçimlerinde, 1934 yılında da milletvekili seçimlerinde tanınmıştır. Medenî Yasanın kabulünün 72. yılını kutladığımız bu-



MAHMUT ESAT BOZKURT VE TÜRK KADINI



gün, hâlâ Mahmut Esat Bozkurt'un bizi getirdiği düzeyden fazla ileriye gidebilmiş değiliz. Cumhuriyet dönemi boyunca Türk kadını lehine yapılmak istenen her türlü hukuksal değişiklik, çok büyük engelle karşılaşmıştır. Küçük bazı değişiklikler dışında, Türk kadını için bir devrim gerçekleştiren Türk Medenî Yasası'nın ileriye götürülememesi, ülkemizin ayıbıdır. Hukuksal altyapı olarak Türk Medenî Yasası, Türk kadınına önemli haklar sağlamıştır. Ancak bu hakların kullanılması ve uygulanabilmesi açısından, toplumun eğitim düzeyinin yükseltilmesi gerekmektedir. Kanunlarla tanınan hakların uygulamaya konulması, yazılı metinlerde



245 kalmaması için yapmamız gereken çok şeyler vardır. Medenî Yasa ve bununla kadına haklar tanınmasının üzerinden 72 yıl geçmesine rağmen, Türk kadını, haklarını kullanma bakımından içler acısı bir durumdadır. Oysa toplumsal ilerleme, toplumu oluşturan kadın ve erkeğin müştereken ilerlemesi ile sağlanacaktır. Büyük Önder Atatürk'ten aldığı ilhamla Türk kadınını köle olmaktan çıkarıp, toplumun eşit haklara sahip bireyi haline getirecek hukuksal düzenlemeyi bizlere sağlayan büyük hukukçu Mahmut Esat Bozkurt'u Türk kadını adına minnet ve şükranla anıyorum. 02.02.1997



ANADOLU İHTİLÂLİNİN MİLLİYETÇİSİ: MAHMUT ESAT BOZKURT



1



Av. Mucize ÖZÜNAL (Aydın Barosu)



Bundan birkaç yıl önce bir toplantıda, Mahmut Esat Bozkurt için özel bir anma günü düzenlenmesini önerdiğimde, toplantıya katılanlardan biri, soyadına ilişkilendirerek, "Bozkurtlar" için böyle bir öneride bulunmamı dehşetle karşıladığını söylemişti. Orada bu şahsa, uzun uzun Bozkurt - Lotus Davası ile; genç Cumhuriyetin Milletlerarası Adalet Divanı'nda Mahmut Esat Bozkurt'un başarılı savunmasıyla kapitülasyonları hâlâ fiilen uygulamak hevesinde olan Fransa'ya karşı kazandığı başarının yalnızca bir davayı kazanmak değil, bunun çok ötesinde ulusal egemenlik hakkını Avrupa'ya ve Batı Dünyasına kabul ettirişinin de bir zaferi olduğunu; bu nedenle, batan vapurumuzun adını kendisine soyadı olarak aldığını anlatmıştım. Mahmut Esat Bozkurt çok genç yaşta İsviçre'deki öğrenimini yarıda keserek, Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarında Türkiye'ye dön1



1



Anadolu İhtilalinin Milliyetçisi: Mahmut Esat Bozkurt, sayfa 11 ve 14.



müş ve Millî Mücadele'ye katılmıştır. Bu mücadele içinde yetkinleşerek Anadolu ihtilâlinin genç öncülerinden biri olmuştur. Atatürk'ün önderliğindeki devrimci kadro, gerçekçi bir strateji çizerek Misak-ı Millî ile yaptığı seçme ve sınırlamayla, Anadolu'yu Türkiye yapmıştır. Atatürk'ün tanımladığı anlamda «millet», "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkı"dır. Bu tanımın unsurlarından biri, yeni bir devletin kurulmasına yol açan 1923 Devrimi; diğeri Türkiye coğrafyası; sonuncusu da Türkiye halkıdır. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu kadrosunun milliyetçilik anlayışı bu tanımında içindedir. Mahmut Esat Bozkurt, bütün eylemlerinde, yapıtlarında, bu tanıma bütün unsurlarıyla sahip çıkmıştır. Devrimi savunmuştur. Baha Arıkan'ın kitabından şu alıntıları burada belirtmek isterim: «Türk inkılâbı yükseliyor, yürüyor, yaşıyor ve yaşıyacaktır. Türk milleti orada demokrasi namına çekilmiş bir kılıç gibi beklemektedir.» (sh.9), «Biliriz ki inkı-



248 lâp, öksüz - dul, erkek- kadın, genç - ihtiyar, bütün Türklüğün ilâhî mesaisi mahsulüdür.» (sh.8), «Türk inkılâbı, tacı; fertlere, hanedanlara değil, topluma lâyık gördü, toplumu tacidar kıldı.» Arıkan'ın, Mahmut Esat Bozkurt'un kendi sözlerinden derlediği bu kitaptan rastgele alınmış bu deyişler, Mahmut Esat Bozkurt'un milliyetçilik anlayışı ile Türk Devriminin milliyetçilik anlayışının tam olarak örtüştüğünü ortaya koymaktadır. Bu milliyetçilik anlayışı, sömürgeciliğe ve yayılmacılığa karşıdır. Bu milliyetçilik anlayışı halkçıdır. Yani ülkenin bütün olanaklarının halkın yararına öngörür. Bu kullanılmasını nedenle özellikle siyasal ahlâka sıkısıkıya bağlıdır (Mahmut Esat Bozkurt'un "Hırsızlar Teslim Olun" başlıklı yazısı, siyasetçilerin ahlâksızlıklarına karşı kararlı mücadelesinin bir örneği ve özel yaşamı da bu mücadelenin somutlaşmış biçimidir). Cumhuriyetin milliyetçilik anlayışı, Ulus Devleti içerir. Atatürk'ün "Medenî Bilgiler" kitabında, Türkiye'nin tanımı, Türk halkının yaptığı devrime ve verdiği kurtuluş savaşına dayandırılmaktadır. Yurt tanımı, haklı bir mücadelenin zafer onuruna dayanmaktadır. Bu nedenle başka ulusların haklarına el atmayı reddeder. Uluslararası eşitliği ve barışı savunur. Bu milliyetçilik anlayışı; gelişmiş bir yurttaşlık bilincinin, demokrasiye olan inancın ve demokrasi kültürünün ürünüdür. Bu nedenle,



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



ırk üstünlüğüne dayanan, sömürgenlerin işbirlikcisi, uşağı olan; gerici, karşı devrimci milliyetçilikle ırkçı milliyetçiliğin tam karşıtıdır. Bu nedenle Mahmut Esat Bozkurt' un "Türk İnkılâbı, Türk milletinin eseridir" sözü bu milliyetçilik anlayışından doğmaktadır. Cumhuriyet milliyetçiliği, 19. yüzyıl milliyetçilik anlayışına getirdiği iki önemli katkı ile, halkçılık ve devletçilik anlayışıyla, iki savaş arasında ezilen insanlara sosyal devlet şemsiyesini Avrupa'lı devletlerden çok önce açmıştır. Bu nedenle dünya barışını bozan değil, ona katkı yapan bir milliyetçilik anlayışıdır. Bütün bunlardan dolayı Mahmut Esat Bozkurt'un milliyetçilik anlayışı "bozkurt milliyetçiliği" değil: 1923 devriminin milliyetçi anlayışıdır. Bunu bir kez daha yinelemek yerinde olur. O toplantıda vapurun ismine takılıp kalan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan kişinin yanlışına düşmek olasılığı, sanırım bazıları için hâlâ var... "Türk hâkimleri, sizler Türk inkılâbının demir eli ile kurulan yeni medeniyetin kıskanç bekçileri olmak mecburiyetindesiniz. Vazife ve mecburiyetiniz, mazinin dirilmesine, yeniliğin ıstırap çekmesine zaman ve imkân vermeyecektir" Mahmut Esat Bozkurt



MAHMUT ESAT BOZKURT ÖLDÜ1 Mahmut Esat Bozkurdun şahsiyetinde biz bir değil, iki cins insan kaybetmiş oluyoruz. Merhum kafasiyle garplı, kalbiyle şarklı idi, ve her iki cepheden de o büyük bir insandı. .



Faruk NAFİZ Hastalığını haber aldığım zaman içimden acı bir rüzgâr esti. Çocuklukları gençliğe doğru attıkları ilk adımda ağır hizmetlerin yükü altına giren birkaç emsalini hatırladım. Bunların hepsi, ömürlerinde ilk vazife olarak, çetin bir vatan dâvasını kabul etmişler, bütün taze kuvvetlerini büyük bir cömertlikle bu dâva yolunda tüketmişlerdi. Bu yüzden olacak ki, onları en gürbüz, en ayakta gördüğümüz zaman, birdenbire basgın eden bir hastalık, süratle bizi ordardan ayırmıya kâfi geldi. Ateşle, ölümle yıllarca yüzyüze gelen bu korkusuz gençler, böylece, hiç ummadıkları bir çelme ile yere serilmiş oldular. Bu hâtıraların tasiri altında kalarak Mahmut Esada, kara haberi henüz gelmeden, içim sızladı. Mustafa Necatinin hastalığını duyunca, afiyet temenni etmek için telgraf kişesine koşan dosttan, onun 1



1



Adliye Bakanlığı Adliye Dergisi M. Esat Bozkurt Eki, 1944.



ölüm haberiyle karşılaşmışlardı. Vasıf Çınarın hastalığı ile ölümünü bildiren iki telgraf arasında yirmi dört saatlik bir fark bile yoktu. Reşit Galibin ölümü de bize acı bir lâtife gibi geldi. Hayatlarına doymamış insanların ölümüne kanmak kolay olmuyor. Mahmut Esadın hastalığından, bu tam ve yarım hemşerilerini düşünerek, bir felâket kokusu almıştım. Mahmut Esat Bozkurt da, ötekiler gibi, görünüşte hiç ölmiyecek sanılan bir adamdı. «Adam» kelimesi onun için en yerinde bir tâbirdir. Onu masada, koltukta, sofrada ve kürsüde tam bir adam olarak tanıdım. Nerede olursa olsun, havadan sudan konuşmazdı. Vatan ve millet sevgisi kemiklerinin içine kadar işlemişti. Bu sevginin tesirile hiç bir dakika mevzusuz kaldığı yoktu. Herhalde Taşlıcalı Yahyanın: sevdiğim; Kâşki kamu halk—cihan Sözümüz cümle kıssa cânân olsa



sevse heman



250 Beyiti onun en sevdiği parçalardan biri olmalıydı. Bir deniz gibi içinde yüzdüğü bu sevgiye herkesi ortak etmek ister, dönen dolaşan sözleri hep bu sevginin üstüne getirirdi. Kuşadasının yabancılar tarafından işgalini anlatırken ağlar, istirdadını anlatırken yine ağlardı. Tabii, iki ağlayış arasında geniş bir mesafe göstererek. Bozkurt vapuruna çarpan Lotus vapuru yüzünden çıkan hukukî ve siyasî hâdise onun belli başlı gururlarından biriydi. İki devlet arasındaki dâvayı halletmek için Lâhi mahkemesine giden heyete reislik etmişti. Muvaffakiyetle döndüğü zaman, büyük bir heyecan içinde, anlatıyordu: — Mahkemenin kararı ekseriyetle verildi. Hatta lehimizdeki reylerle aleyhimizdeki reyler birbirine müsavi idi. Fakat mahkeme reisinin lehimizde verdiği rey iki rey sayıldığı için karar lehimize tecelli etti. Böyle olması daha güzel değilmi?



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Memleket menfaatini, böyle ucuca, nefes nefese temin ettiğini söylemekle mücadelenin nekadar çetin olduğunu belirtmek istiyordu. Vatan ve millet sevgisi ile dolu kalbinde, inandığı ve kıymet verdiği şahıslara da hususî yerler ayırırdı. Bir gün onu gözleri yaşarmış bir halde buldum. Adliyedeki odasından çıkan bir daire müdürünü göstererek: — Ne dürüst, ne çalışkan, ne bilgili bir adam, dedi. Fakat ne yazık ki, terfiine barem kanunu müsaade etmiyor! Mahmut Esat Bozkurdun şahsında biz bir değil, iki cins insan kaybetmiş oluyoruz: Merhum, kafasiyle garplı, kalbiyle şarklı idi, ve her iki cepheden de büyük bir insandı. Genç ölmek, ihtiyar ölmek, nihayet izafî bir zaman meselesidir. Asıl kahramanlık, temiz yaşamakta, temiz ve büyük ölmektedir. Yedi Gün Mecmuası



M. ESAT BOZKURDUN ÖLÜMÜ Vatan Mahzun, Biz Mahzun1 Murat ÇINAR Bozkurdu kaybettik. Vatan ve millet dâvalarını din haline getirmiş ve yaymış olan Bozkurt ne yazık ki artık ebediyen aramızdan ayrılmış bulunuyor. Türk kahramanlığının menkibeleri dilinde birer şiir haline gelen Bozkurdun sonsuz heyecan dolu kalbinin böyle çok erken duruvermesi onu tanıyanları şaşkına döndürdü. Dün sabah ölümünü haber alanlar —sanki o da bir fani değilmiş gibi—birbirlerine sordular: — Nasıl ölür? Bunu soranların hakkı vardı. Evet, dirilik ve heyecanın elele vererek yarattığı Mahmut Esada kimse ebedî sükûtu yakıştırmıyordu. Onda üç maşukanın kara sevdası vardı. Vatan. Millet. İstiklâl... Onu daima bu üç sevginin ateşinde yanarken bulurdunuz. Köye ve köylüye her şeysile bağlı idi. Mebus oldu. Vekil oldu. Profesör oldu. Bütün bu sıfatları taşırken ona 1



1



Adalet Bakanlığı Adliye Dergisi M. Esat Bozkurt Eki, 1944.



ne vakit kim olduğunu sorsalar, o daima şu cevabı verdi: — Kuşadalı çiftçi Hasan beyin oğlu Mahmut Esat. İstiklâl savaşında henüz tahsilini bitirmiş bir genç iken hemşehrilerinin başına geçerek dağa çıktı. Bin zorluk ve güçlük içinde yıllarca dövüştü. Cumhuriyet adliyesinde inkılâp yaptı. Medenî kanunları getirdi. Lotüs-Bozkurt dâvasını kazandı. Binlerce Türk gencinin yetiştiği ve yetişeceği Ankara hukukunu açtı. Yetimlerin parasını faydalandırmak için Emlâk ve Eytam bankasını kurdu. Mahmut Esada ne vakit bu hizmetleri sayılsa daima gözleri dolar ve: — Ben hiç bir şey yapmadım. Bu millet ve bu vatan o kadar çok sevgiye ve hizmete lâyıktır ki bizim yaptıklarımız hiçtir. Ben yaptıklarımla övünmüyorum. Daha fazla yapamadım diye yanıyorum, derdi. Bir gün Selçukta babasının çiftliğinde dolaşıyorduk. Tanıdığı bir köylü ile karşılaştı. Hal ve hatır sordu. Hava çok



252 soğuktu. Köylünün üstü başı yırtıktı. Zavallı üşüyor, titriyordu. Mahmut Esat sırtındaki yakası lutur kürklü paltoyu çıkarıp o hemşehrisinin sırtına geçirdi. Kendisi paltosuz İzmire gelererek hazır elbisecilerden yirmi liraya bir palto alıp giydi. Köylüye verdiği lutur paltonun bir hâtırası vardı. Bozkurt Lotus dâvasına gittiği zaman devlet kendisine yevmiye ve—hacırah vermişti. Bu paralardan yalnız bu paltoyu, bir de dört, beş cilt kitap almıştı. Arta kalan parayı: — Yidim, içtim, kitap, palto aldım. Bunlar da arttı. Diye maliye hazinesine iade etmişti. Millî savaşta düşman Bozkurdun Kuşadasındaki evlerini, dükkânlarını yaktı. Elinde elli bin liralık harikzede mazbatası vardı. Nüfuzunu kullandı da dalavere ile mal ve mülk aldı demesinler diye vekil bulunduğu müddetçe kullanmıyarak kasden hükümsüz bıraktığı bu mazbatayı yırtıp attı. Bozkurdu kara sevdasının ateşinden bir an kurtulmuş göremezdiniz. Mebus iken, vekil iken, avukat iken, hatla yerken ve



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



içerken o daima vatanı terennüm eder, milleti konuşur; köylüyü düşünürdü. *** Muğla ağır ceza mahkemesinde idam mahkûmu iki suçluyu müdafaa ediyorduk. Suçlulardan biri çiftlik çubuk sahibi bir zengin idi. Diğeri de bu çifligin işçilerinden bir köylü idi. Benim hazırladığım müdafaanameyi tetkik ederken: — Aman Murat dikkat edelim. Zengini kurtaracağız diye köyce gizli Abdullahı ihmal etmiyelim. Müdafaanda Abdullaha daha geniş yer ver. Demiş ve bu müdafaanamenin Abdullaha ait kısmın kendi kalemile mümkün olabildiği kadar takviye etmişti. *** Bozkurdun ölümile memleket kolay kolay yerine koyamıyacağı aziz bir evlâdını; genç hukukçular kıymetli hocalarını, biz de çok değerli bir meslektaşımızı kaybettik. Yıllarca bize vatan ve istiklâl şiirleri terennüm etmiş olan bu aşk ve heyecan timsalinin yokluğile: Vatan mahzun, biz mahzun...



MAHMUT ESAT BOZKURT



1



Mahmut Hıfzı NALBANDOĞLU Labret dedikleri karanlık dehlizin içinde yol alanların elinde tuttukları mum ziyası, söndüğü vakite dünya ona karanlık gelir. Mahmut Esat, "Hasmı kahreylemeye elde asadır hamem! diyenler gibi, Lahey adalet divanına gitti, hasmı kahreyledi. Yenilik yaratanlara öncü oldu. iyi yoldan gitmek için önderlik edenlerin izinden hiç ayrılmadı. Asrın icaplarına uyarak Medenî kanunumuzun meydan almasına bütün varlığiyle çalıştı, Millî eserler yaradanları kucakladı. Şuura, seciyeye göre inkılâbımızın asrî tecellisini yelpazeleyenlerle birlikte çalışırken rejimimizin sarsılmaz inanla en büyük müdafii ve muhafızı oldu. Azimli idi. Genç yaşında attığı metin adımları büyük İskenderin tarihte meşhur olan hatvelerile değil, Mustafa Kemalin adımlariyle attı, ve; Olsada yolum bataklı, taşlı, Atım yağız, elim çelik kırbaçlı, Yolcuyum arkadaş, bu yoldan dönmemek gerek Bu yolda gidenlerin izi pek seyrek. 1



1



Adliye Bakanlığı Adliye Dergisi M. Esat Bozkurt Eki, 1944.



Dediği zaman. Çekiverin kır atımı, bineyim. Türküsüne başlar, söyler, tekrarlar. Onun yağız atıyla kır atı ağzından eksik etmemesi atları iradeye benzetmesinden ileri geldeği gibi çelik kırbacı da azmü sebata örnek olarak göstermek isterdi. Arap şairlerinden bir filozofun ona bir şiirini okumuştum: El'ayşü nevmün velmeniyetü' yakaza Velmerü beynehüme hayali sari Fakdu mearibeküm icalen Innezzemane adüvvül ahrar. Bunun Türkcesi şuydu: Yaşamak uykudur, ölüm uyanıklıktır. İnsanlar bu iki halet arasında seyirci bir hayalden ibarettir. Bunun içindir ki bindiğiniz atları iyi terbiye ediniz. Gelişi güzel yaşıyanların zaman düşmanıdır. Bu Arap filozofunun ifadesini Mahmut Esat iyi karşıladı, isterim ki Ömer Rıza Doğrul bu filozofun adıyle, diğer şiirlerini, şark felsefesinin inceliklerini iyi takdir ettiği için, merhumun adına bu şiirin şairini ve onun başka eserlerini bize Ömer Rıza Doğrul tanıtsın.



254 Mahmut Esat'ın babası Hasan beyi yakından tanırdım. Mahallemizin ileri gelenlerindendi. Mahmut Esad'ın faal zekâsını işletmek için hukuk fakültesini bitirdikten sonra İsviçreye göndermek için çalışanların başında idim. Razı oldu. Yola çıktı, gitti. Olgunlukla geldi. Büyük Atamızın yanında. Sevgili cumhurreisimizin dizi dibinde çalıştı. Millî duygusu sarsılmaz kanaatları üzerinde kuvvetlendi. O derecedeki Ödemişte söylediği son nutuk bu duygularını ifade ediyordu. Doğru düşüncesini pervasızca söylerdi, bu mevzularda düşüncelerini pervasızca söylemek itiyadı idi. Fikirde serbestiyi son haddine vardıranlardandı. Bimahaba rah-i nârefteye gitsem de ne var? Diye söylenir, Şinasî merhumun şarap hakkında söylediklerini bana tekrarlardı: Güldürürken yüzümü çehrei gülfam-i serab Nemelâzım bana sâki-î dilârâm-i şarab Kalp eder katresi kalbimde safaya kaderi Kîmyay-i hayat demse seza nâm-i sarp. Bunu okudukça zevk alırdı. Buna karşı ben de hayat hakkında öylerdim: Arzudur beşere calibi âlâm i hayat, Ne büyük bâr, ne büyük gailedir kâm-i hayat. Velyeder birbirini namütenahi âmâl,



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Yokdur encam-i varsa da encam-i hayat.



emel,



Çalışan lütfi hayatı bulur elbette diler, Çok çalıştım yine bilmem nedir ikram-i hayat. Gel, kır ey seng-i ecel, bâr oluyor beyhude, Vermedi vermeyecek neşve bana cami hayat. Bunları okudukça haz duyar, anlımdan öperdi. Bu anlımdan öpmenin birde fıkrası vardır: Günün birinde bana dedi ki: -Nalbandoğlu, Almancadan Fransızcaya tercüme edilmiş Hitlerrizm başlığı altında bir eser intişar etmiş, seninle Karaoğlana kadar gidelim kitapçı Edip beyde varsa alalım. Eğer içinde programı bulunuyorsa kitap benim, şayet programı yazılı değilse parasını vereceğim, kitabı sen alacaksın. Bana programsız Hitlerizmin kitabının, lüzumu yok. — Ben de programsız siyasî mezhebin propagardesını yapanlara yanaşanlardan değilim. Programı yoksa bu kitabı almayız. Bırakır, geçer gideriz. — Şu halde programı varsa iki nüsha alırız. Bedelini öderim. Biri bende kalır, biri sende, — Bu duaya âmin derim . Yürüdük. Edip beyin kitapçı dükkânına girdik. Hitlerizm gelmiş. Evirdik çevirdik kitap Nazi programını ihtiva ediyordu. Bana:



MAHMUT ESAT BOZKURT



— Program var, iki nüshasını alalım, kararımızı yerine getirelim. Faşizm hakkındaki eser, programı ile beraber sol cebimdedir. Bu nüshayı da sağ cebime koyuyorum. Nasıl muvafıkmı Elimde mi taşıyayım? — Kemalizm başta oldukça diğer programlar ceplerde gezer, yavrum! Dedim. Yememiş içmemiş bu muhaverenin son fıkrasını Ebedi şefe arzetmiş. Ulu Önder bu son fıkrayı işittiği zaman: — İlk gördüğünüzde Nalband oğlunun tarafımdan alnını öpeceksin. Buluştuğumuz zaman, beni alnımdan öptü ve : — Tarafımdan bil âsle, Gazi tarafından bil vekâle alnını öpüyorum, irade buyurdular, dedi. Fırsat buldukça, anlımdan öpüyordu. Bunu adet etmişti.



255 Kerenskiyi pek beğenirdiOnun kilise kapısındaki ölümünü kaç defa bana anlattı: Namık Kemali yad ederdi. Ebedi Şefin menkibeleri ağzından eksik olmazdı. Bir gün bana dedi ki: — Bu faniler ebedileştiği zaman, alkol iptilâsından mı üful ettiler? Yoksa ecelleri ile mi öldüler? — Bu tesirleri takdir etmek haddim değildir. Siz bilirsiniz, diye cevap verdim. — Bilerek, istiyerek! dedi. Derin birsükûta daldı. Şimdi kendisi o derin sükûtun ebediliğinde bulunuyor. Biz de göz yaşlarımızla onu uğurlıyoruz. —Ankara, 24.12.1943— Vakit Gazetesi 28/12/943



M. E. BOZKURT'UN TABUTUNUN ARKASINDAN GİDERKEN



1



Ali Agâh DINEL İzmir Mahmut Esada içten gelen coşkun bir cenaze alayı yaptı. O da babası gibi, Kuşadasındaki aile çiftliğinin tarlaları içine ve babasının yanına gömülmesini vasiyet etmişti. Ay yıldızlı al bayrağa sarılı tabudu, Türk izcilerinin, yarın yurt işlerinin mesuliyet yüklerini taşıyacak olan omuzları üzerinde bütün bir halkın ve dostlarının gözyaşlarının serpildiği yollardan geçerek yavaş yavaş Alsancak istasyonuna ilerliyordu. Merhumun İzmir idadisi arkadaşı Mustafa Turgutla yanyana yürüyorduk. Titrek bir sesle bana, onun orta tahsiline ait hatıralarını anlatıyordu. Çok müteheyyiçtim. Zihnim bir noktaya saplanmıştı: Mahmut Esat babası gibi aile çiftliğinin tarlaları arasına gömülmeği vasiyet etmişti. Ve yarın o, Kuşadasının — bu yurdun her karış toprağı gibi- Türkün kanı, Türkün teriyle yuğrulmuş 1



1



Adalet Bakanlığı Adliye Dergisi M. Esat Bozkurt Eki, 1944.



toprağına gömülecek, o toprağın bir parçası olacaktı. Henüz tahsilini bitirmiş bir genç iken kurtuluş savaşının ilk günlerinde tüfek elde müdafaa ettiği bu toprağın, bu vatan parçasının öldükten sonra dahi mezariyle- bekçisi olmak istemişti. Tabutunu takip ederken bu vasiyetinin delâlet ettiği derin mânayı düşünüyordum: Doğduğumuz aile evini, o evin bulunduğu şehri-velev iki üç evli bir köyceğiz, yahut harap bakımsız, kasvetli bir şehir dahi olsa sevmek... Çocukluğunuzda içinde oynadığınız bahçenizin, gezindiğiniz sokakların havasını, teneffüs ettiğimiz ovaların, dağların hatıralarını birer mukaddes bergüzar gibi ölünceye kadar kalbinizde muhafaza etmek o şehri veya köyü, onun harap evlerini, dar sokaklarını yabancı ellerin geniş ve asfaltlı caddeleri, meydanları, yedi-sekiz katlı binalarla süslenmiş- mamur şehirlerine değişmemek.. Ve oralarda bulunduğunuz zamanlar dahi o küçük, harap, bakımsız, fakat sizin olan şehri özlemek.. Ova-



258 larınızın, dağlarınızın hür havasını ciğerlerinize doldururken duyduğunuz saadet ve sevinci dünyanın hiç bir yerinde duymamak.. Bu derin, büyük sevgiyi bütün yurda, bütün Türk şehir ve köylerine, ova ve dağlarına teşmil etmek... Bir gün bütün bu mukaddes şeylere, bu aziz yurda göz koyan olursa o gözleri kör etmek için icabederse ölmek.. İşte Mahmut Esadın coşkun ve cezbeli ruhunu çocukluğundan ölümüne kadar bir volkan gibi yakıp kavuran, bu tarzda bir sevgi idi. Kanaatimizce bir insanı doğduğu toprağın çocuğu yapan, ancak böyle bir sevgidir. Asırlarca süren savaşlar ve kötü bir idare yüzünden bakımsız kalmış, fakir düşmüş bir yurdumuz vardır. Şehirlerimiz, köylerimiz umumiyetle harap bir haldedirler. Oralarda hayat bugün bile cansızdır. Ovalarımızın, dağlarımızın büyük bir kısmı ağaçsız ve çıplaktırlar. Biz bu şehirleri, bu köyleri, bu ovaları, bu dağları bu hallerine rağmen seveceğiz. Bir ana, bir baba hasta olan çocuğunu nasıl sever ve üzerine titrer, onun iyileşmesi için bütün varlıklarını nasıl sarf ederlerse biz de yurdumuzu öyle seveceğiz. Onun üzerine öyle titriyeceğiz ve bütün gücümüzü, varımızı, yoğumuzu yurdun kalkınmasına, şehir ve köylerimizin bayındırlığına sarfedeceğiz. Mahmut Esat Türk gençliğine böyle bir (yurt sevgisi),



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



böyle bir (ülkü) vermek için bütün ömrünü vakfetti. Bizim tanzimat ve hattâ meşrutiyet devri vatanseverliğimiz ve milliyetçiliğimiz biraz nazari bir vatanseverlik ve milliyetçilik idi. Türk vatanseverliği, Türk milliyetçiliği asrın telâkkisine uyan hüviyetlerini, kurtuluş savaşında ve Cumhuriyet devrinde iktisap etmiştir. Bu mesut ve feyizli değişmede Mahmut Esadın büyük bir hissesi olduğunu tereddütsüz söyliyebiliriz. İtiraf ederiz ki, Mahmut Esat (çok müfrit ve şoven) bir milliyetçi idi. Onun (ırkî milliyetçiliği) bizim (millî bünyemize) uymıyan bir milliyetçiliktir. Fakat -evvelce de söyledik yine tekrar ederiz- Mahmut Esat bu telâkkisinde çok samimi idi. O, coşkun ruhlu ve cezbeli ruhlu bir ülkü adamı idi. Onun için çok derin olan bilgisine rağmen bu gibi ifratlara düşmekten kendisini alamamıştır. Esasen hangi ülkü adamı ifrata düşmekten tamamiyle kurtulabilmiştir. Mahmut Esat samimî bir ülkü adamı olduğu içindir ki dersleri, nutukları, konferansları, kitapları, makaleleri Türk gençliğinin ruhunda derin akisler ve izler bırakmıştır. Bunun en büyük delili vakitsiz ölümünün İstanbulda üniversiteliler ve şehrimizde genç izciler ve liseliler ve bütün aydınlar arasında uyandırdığı büyük heyecan ve teessür ve bütün bu gençlerin ve aydınla-



BOZKURT’UN TABUTUNUN ARKASINDAN GİDERKEN



rın cenazesine iştirak için gösterdikleri büyük tehalüktür. Asırlarca (ümmet) telâkkisinin uyuşturucu tesiriyle kendisini unutmuş ve bu yüzden varlığı bile tehlikeye düşmüş bir millet için Mahmut Esat gibi ülkü adamlarına ihtiyaç vardır. Bahusus ki bu memlekette bugün dahi Türk vatandaşı olduğu, Türk ekmeği ile karnı doyduğu ve mühimce mevkiler işgal ettiği halde iki üç nesil evvelki dedelerinin milliyetine intisap iddia ve bununla iftihar eden beyinsizler vardır. Onun içindir ki onun gür ve erkek sesi Türk kalplerine nüfuz etmiştir. (Topyekûn Türkçülük) muharriri şimdi hür



259



yurdumuzun Ege denizinin hür rüzgârlariyle serinlenen bir ovasında tarlalar arasında son uykusunu uyumaktadır. Ege denizinin kıyılarında tarlalar arasında iki mezar.. İki Türk mezarı... Baba ve oğul.. Bunun derin mânasını Türk gençleriyle aydınlarının pek iyi anladıklarının en kuvvetli delili, vakitsiz ölümünün uyandırdığı umumî teessür ve tabutunun arkasından dökülen göz yaşlarıdır. Anadolu Gazetesi 27/12/943



PROFESÖR MAHMUT ESAT BOZKURT ve BİR YABANCI GÖZÜ ile TÜRK HUKUK DEVRİMİ



1



Dr. K. Fikret ARIK Cumhuriyet Adliyesinin büyük kurucusu, ana kanunlarımızın inkılâkcı vazıı, LOTUS, — hayır, Türk hukuk dâvasının inanlı ve bilgili müdafii MAHMUT ESAT BOZKURT'un vücudu Türk panteonun da yer aldı. Ettiği büyük hizmetlerin efsanevî ve hakli şöhret hâlesile şimdiden süslenen hatırası önünde saygı ve huşu ile eğiliyoruz. *** Rahmetli MAHMUT ESAT BOZKURT'u ilk defa Ankara hukuk fakültesinde mukayesile esasiye hukuku ve devletler hukuku profesörü olarak tanımıştık. Yalnız dimağı değil, kalbi de doyuran dersleri yıllarca ve yıllarca, Ankara hukuk fakültesi ve inkılâp dersleri gençliği tarafından en büyük dikkatle, heyecanla, bazen göz yaşları ile takip edildi. Nefeslerimizi tutarak dinlediğimiz, bilgi ile Türk milliyet perverliğinin tarif edilmez bir sıcaklık ve aydınlık içinde dile geldiği ve birleştiği her dersin 1



1



Adalet Bakanlığı Adliye Dergisi M. Esat Bozkurt Eki, 1944.



sonunda, talebeleri kendilerini değişmiş, saf Türklüğün şuuruna erme yolunda kendilerini biraz daha ilerlemiş hissederlerdi. Tarih içinde Türk mukadderatının tâyin edileceği o karanlık ve ümitsiz günlerde millî kuvvetler safını bırakarak Yunan hatlarını aşmak üzere bulunan yakın silah arkadaşı Çerkez Edhem'e “Biz devlet ile darıldı isek bunda milletin ne kusuru var? Ben Türkün düşmanı ile birleşemem” diye haykıran Türk yiğitinin menkıbesini anlattıktan sonra. “Daima Türke, yalnız ve ancak TÜRK'e inanınız, çocuklar! Türke yalnız Türk'ten fayda vardır.” diyen heyecanlı sesini tekrar duyuyor gibiyiz. Pek büyük bir bünye ve medeniyet inkılâbı geçiren Türkiyede yüksek mektep hocalığının yalnız kuru bilgi aktaran bir sifon veya transitçi işi olmadığını çok eyi takdir ediyordu. Bunun için her fırsattâ, talebelerinin ruhunu yükseltmeğe, şuurunu bilemeğe, bir kelime ile onları yetiştirmeğe çalışmıştı.



262 Devletler arası münasebetlerin ve devletler hukukunun asıl mânasını realist ve nafiz bir görüşle kavrayordu. «KUVVETSİZ ADALET ZAYIFTIR, FAKAT ADALETSİZ KUVVET ZALİMDİR.” sözünün en çok devletler hukukuna yakıştığını, anlıyor ve anlatmağa çalışıyordu. Milletler cemiyeti ülküsünün kurnaz ve emperyalist siyasiler elinde nasıl asıl gayesinden uzaklaştığını görüyor, devletler hukukunun gayrı kabili içtinap ultima catio'su olan harbin yaklaştığını hissediyor, sulhçu ütopilerden uzak kalarak «Hazır ol cenge istersen sulhu selâh” düsturunu aşılıyor, izah ediyordu 2.



2



1929 yılında tercüme ve neşrettirdiği KARL STRUPP'un “Avrupa ve Amerika”, umumi hukuku düvel mebdeleri, adlı eserde yazdığı ön sözde şunları ifade ediyordu: “Devletlerin hukuku düvel prensiplerine müracaatları, menfaatlarını o prensip çerçevesi içinde aramaları, halletmeleri dünya sulhunun büyük çarelerinden birisi olacaktır. Menfaatları uzlaştıracak; sulhu tutacak, harpleri kitalleri uzlaştıracak tedbirleri bulup çıkarmak, bana göre, hukuku düvelin hal ve müstakbeldeki en kıymetli mesaisi olacaktır. Bütün zevahire rağmen milletlerin her asırdan fazla döğüşmeğe hazırlandıkları böyle bir günde harplerin, kitallerin bir gün yer yüzünden silinip gideceği hakkında kendime kanaat verici bir fikir edinmiş değilim. Hukuku düvelin bugünkü rolü sulhu



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



“Âlimin vatanı yoktur sözü çok yanlıştır, bilâkis her âlimin bir vatanı vardır diyen Duguit'nin düşüncesini tamamen benimsemiş gibi idi. Bir Türk hocası sıfatı ile, devletler hukuku tarihinde Türk milletine ve Türk devletine hıristiyan ve hasım bir âlem tarafından "bütün bir tarih boyunca reva görülen haksızlıkları ve yanlışlıkları, isyan eden kalbi ve şuuru ile yeniden gözden geçiriyor, ve bu mesainin zarurî bulunduğunu kendisine mahsus enerjik sözleri ile ve "kuvvetle tekrar ediyordu. Bu bakımdan, genç ve değerli bir profesörümüzün dediği gibi, devletler arası hukuk tedrisatına yeni feyizli bir renk aşıladığı söylenebilir, sanıyoruz. *** Fakat, Türk adliyesi MAHMUT ESAT BOZKURT'u her şeyden önce ana kanunlarımızın hazırlayıcısı ve hazırlatıcısı olarak anacaktır. tutarak kitali uzaklaştırmak olmalıdır.” Başka bir yerde de bilginin rolünü şöyle anlatır: “J. Westlake, Osmanlı imparatorluğu kapitülasyonlarının 1856 Paris muahedesi ile lâğvedilmiş olduğunu kabul eder. Fakat, tatbikattaki müsamahalar yüzünden muahede hükmünün tecelli edemediğini de, mer'yete girmeleri nasip olmayan muahedeler sırasında misal olarak anlatır. Bu bir hadisedir ki kazanılan hakların bilgisizlik yüzünden nasıl kaybolup gideceğini acı ve pek aşikâr bir surette gösterir.”



BOZKURT VE BİR YABANCI GÖZÜ İLE TÜRK HUKUK DEVRİMİ



Bu kanunlar nasıl hazırlandı? Değerleri, boşlukları nedir? Bir çok bilginlerimizin yazılarında bu suallerin karşılığı çoktan verilmiş bulunuyor. Fakat, başkalarının gözü ile bu meseleler nasıl görülmüştür? Türk adlî inkılâbının ilk safhalarına adlî müşavir s ı fa t ı ile şahit olan bir İsviçreli profesör 3 bu husustaki düşüncelerini uzun bir makalesinde, tesbit etmiş bulunuyor. MAHMUT ESAT BOZKURT'un inkılâpçı hatırasına tahsis edilen bu sahifelerde, onun tarihî bir cesaretle başardığı teşriî hareketin mâna ve şümulünü belirten bu yazıdan bazı parçaları nakletmeyi faydalı buluyoruz: 1926 Ankarası ve MAHMUT ESAT BOZKURT ile ilk tanışması hakkındaki intibalarını İsviçreli Profesör şu suretle alatıyor. “... Bir avuç ateşli adam bu fakirler diyarını bir hükümet merkezi haline yükseltmeğe muvaffak oldular. Bir kaç yılda başarılan işler hayret verecek kadar büyüktür. Bu netice pahalıya mal olmuştur. Ankaranın inşa masrafı takriben 150 milyon Türk lirası tahmin olunmaktadır. Fakat Türk milleti tehlikelere mâruz bir hükümet merkezini terk ederek yeni bir hükümet merkezi kurmak icap ettiğine kanaat edince bir çok masraflara katlanmak zarurî idi. Eski mektep binalarında yerleşmiş muhtetif vekâletler 3



Sauseıhalle — Reception codes curopiens cu Enguni.



des



263



şimdi geniş binalara sahip olmuştur: meclis binası, adliye sarayı, hukuk mektebi, müze, Le Corbisier üslûbunda cumhurreisi sarayı, pek lüks bir şekilde tanzim edilmiş bir tiyatro binası .. bunlar arasındadır. Yeni Türkiyenin bütün banileri, sultanların boğaz içindeki muhteşem saraylarını terk ederek eski rejimin ihmal ve teseyyübü yüzünden harap olmağa yüz tutmuş bir Anadolu kasabasında ilk kuruluş devrinin güç hayat şartlarını tahammül ve metanetle kabul ettiler. Benim gibi, Ankarada mesken yokluğundan dolayı kenara çekilmiş ve iyice ısınmamış bir vagonda sıfırın altında 15 derece soğukta derslerini hazırlamak zorunda kalan mükemmel bir ceza hukuku hocasını görenler bunun ne demek olduğunu takdir ederler. Memleketin düşman istilâsından kurtarılması için yapılan ve askerî bir zaferle bitmekle beraber Anadolunun daha çok harap olmasına sebep olan son mücadele müstesna, on dört yıl süren muvaffakiyetsiz harplerle harap olan memleket, büyük şehirler bir tarafa b ı r a k ı l ı r s a pek büyük çokluğu cahil, demokrasi ananelerinden habersiz, son derece dindar bir halk; kaderci bir tevekkül ile kabul edilen; adaletsizlik ve haksızlığa alışkanlık; Çok nazik, çok namuskâr — Bismark, Türk milletine Balkanların centilmeni demeyor muydu? — ahlâk ve âdetleri çok sade, fakat değişmez gelenekler



264 içinde mahbus, modern hayatta tam denecek kadar tecrübesiz bir millet. Hulâsa, D'ante'nin İlahi Komedyasında tasvir edilen maziye dönük çehre. Nasıl oldu da müslüman âleminin geleneklerine doğrudan doğruya zıt geleneklerle yaşayan kitleleri idare eden avrupa kanunları ve bilhassa isviçre medeni kanunun, yeni Türkiyenin idare adamları tarafından kabul ve neşredildiler ve bu kanunlar bu tecrübeye nasıl tahammül edeceklerdi. Harikül'âde bir faaliyetle Türk mevzuatının tamamen yenileştirilmesi işine teşebbüs eden genç adliye vekili MAHMUT ESAT BEY’i 12 yıl önce Ankarada adliye vekilliğinin eski binalarından birinde tanımak şerefine nail olmuştum. Genç vekil, demokrasi aşkını ve Türkiyeyi batıyâ yöneltmek arzu ve iradesini, muhakkak ki, Lozan ve Fribourg hukuk fakültelerinin eski talebesi sıfatı ile İsviçre’de iktisap etmişti. Kısa boylu, tıknazca, uzlaşma bilmez bir irade taşıyan, 1922 de yunan istilâsı esnasında çete başı olarak cesaretle çarpışmış olan genç vekil beni büyük bir nezaketle kabul etti. Ve konuşma derhal İsviçredeki eski hocaları ve gerçekleştirecek kanun islâhatı bahsine intikaI etti. “Takriben bir ay önce memleketinizin medeni kanununu kabul ettik. Kanun birkaç gün sonra neşredilecek ve altı



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



ay sonra yani bu son baharda yürülüge girecektir” dedi. Türk adliyesinin yepyeni bir kanun tanıyup kavrayabilmesi için bu müddetin çok az geleceğini, İsviçre’de dört yıllık bir intikal devresi bırakıldığını söylememe müsaadelerini rica ettiğim zaman, kısmen millî bir his, kısmen desiysi bir kanaat mahsulü olan bir kat'iyetle cevap verdi: “Biz, Türk hukukçularına altı ay veriyoruz. Bu kâfidir. Esasen, çok karı almak usulünü derhal kaldırmak istiyoruz. Eğer daha dört yıl bekleseydik çok karı almak isteyenler intikal devresinde alelacele evlenirler ve cumhuriyetin gerçekleştirmek istediği başlıca reformlardan birisi gecikmiş olurdu.” “Fakat, dedim, aile hukukunu derhal neşra ve kanunun diğer kısımlarını daha sonra tedricen yürürlüğe koyabilirdiniz.” “Fikriniz fena değil. Fakat olan olmuştur. Millî Meclis kararını vermiştir, altı ay sonra Türk milletinin bütün sivil hayatı İsviçre hukukuna göre düzenlenecektir. İsviçre medeni kanunu sade, açıktır. Bu kanunun hukukçularımız muhitinde iyi karşılanacağından eminim. Ve bu kanunun zamanla Türk milletinin ahlâkı ve adetleri üzerinde devamlı ve derin bir tesir yapacağına itimadım vardır.” Türkiye'nin nasıl radikal ve ani bir şekilde hukuki



BOZKURT VE BİR YABANCI GÖZÜ İLE TÜRK HUKUK DEVRİMİ



an'analeriyle münasebetini kesdiğine eyice canlandırmak için bu konuşmayı aynen naklettim. Vaktiyle Abdülhamidin hukuk müşavirliğini yapmış olan kont Ostrorog’un belirttiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti tarafından Avrupa hukukunun ikibaşı şark tarihinin on dört asırdan yani islâmlığın kuruluşundan beri en mühim hadiselerinden birisini teşkil etmektedir. Danténin Divine Bomédie' sinde, ezeli olarak mazinin temaşasına dalmış gösterilen çehre birden bire geleceğe doğru dönmüştür. Kanun inkılabından önce Türkiyede mer'i hukuk sistemini anlattıktan sonra profesör niçin bu derece köklü bir hareket yapmağa mecbur kaldığımızı şu suretle izah ediyor. “İslâm hukukunun tefsir ve içtihat yolu ile islâhi kabil değildi, çünkü” içtihat kapısı kapanmıştı. Mutlak, mukaddes ve el sürülmez Kur'an esaslarına dayandığı için bu hukukun tedvin yolu ile de islâhi mümkün değildi. Bu müşkül durum karşısında, bir kılıç darbesiyle Gordiyom düğümünü çözen Büyük İskender gibi hareket etmek Millî hükümetin işine pek elveriyordu. Filhakika, alınması düşünülen tedbirlerin Kuran veya Sünnet hükümlerine uygun olup olmadığı hakkında uzun uzun konuşulmaması, bilhassa bu kanunların, istenen İslâhatın yapılmasını geciktirecek surette, şarklılara has zekâ inceliğiyle münakaşa edilmemesi lâzımdır. Bu se-



265



bepten Millî Hükümet, iyi yapılmış asrı ve hemen tercüme edilmeğe hazır avrupa kanunlarına müracaat etti. Ankara hükümetinin tuttuğu yol belki de tutulacak tek yoldu. Gerçekten, tarih öğretiyor ki yeni bir kanun yapmak pek uzun bir iştir. Bir çeyrek asırdan evvel hazırlanmış tek bir büyük kanun misali yoktur. Fransız medeni kanununun o kadar sür'atle tanzimi, yazı ile tesbit edilmiş bulunan vilâyet örf ve adetlerinin olduğu gibi kanun'a alınmış olmasına izah edilebilir. Bu kadar uzun sürecek bin hukuki kararsızlık devri esnasında Türkiyede adalet nasıl tatbik ve tevzi edilecektir? Bundan başka, iyi yapılı bir kanun da kâfi değildir. İyi ve sağlam nazarî eserlerin de bulunması lâzımdır. Türklerin ne bunun için gereken zamanı, ne de bu eserleri hazırlamak için modern hukuka kâfi derecede vakıf hukukçuları vardı. Hakikatte en siyasî ve en seri hal sureti yabancı kanunları kül halinde kabul ve neşretmek, bu kanunlar hakkında yazılan şeyleri tercüme ettirmekten ibaretti, bir kere esas hakkında karar verildikten sonra iş hayret vereni bir sür'atle başarıldı; bilhassa Şarkın ne kadar sabırlı bir memleket olduğu ve zamana nekadar az kıymet verdiği düşünülecek olursa...” Bundan sonra İsviçre Medeni Kanunun kabulüne temas eden Profesör bu hadiseyi şu suretle izah ediyor:



266 “Türkiye üç yıl içinde hukuk armatürünü tamamile değiştiren sekiz büyük kanun kazandı. Tarihte bukadar kökten ve bu kadar seri bir tahavvülün emsali yoktur. Türk kanunun vazıını İsviçre medeni kanununun seçmeğe sevkeden sebepler nelerdir. Bunlardan başlıca üçü şunlardır: Hiç şüphesiz en başta, umumiyetle Lozanlılar diye anıları ve Cihan harbi esnasında hukuk tahsillerini İsviçrenin Fransızca konuşulan kısmında ekserisi Lozan bir kaçı Fribourg ve Cenevre üniversitesinde yapmış olan bu münevverler zümresinin Ankarada yapdığı tesir gelir. Adı çözülmez bir şekilde Türkiyede hukuk ronesansın merbut bulunan Adliye vekili MAHMUT ESAT BEY bıınlardan biridir. İsviçre müesseselerinin büyük hayranları bulunan bu münevverler bu müesseseleri Türk mevzuatına ithale ve nihayet iktidar mevkine gelince bu arzularınada muvaffak oldular. MAHMUT ESAT kendisinin ve Lozandaki tahsil arkadaşlarının ki daha sonra vekil ve sonra meb’us olmuşlardır - Vaud'lı mükemmel bir bayanda emekl bir muâlime - hem Fransızca, hemde demokratik siyaset dersi aldıklarını bizzat anlatır.” Bununla beraber İsviçre Medeni Kanununun teknik mahiyette kat’i faydaları olmasaydı bu cumhuriyetçi fikirler İsviçre Medeni Kanununun seçilmesine kâfi gelmezdi, isviçre medeni kanunu mantikî tertibi ve bil-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



hassa sade, açık ve kafi metni ile Türk hukukşinaslarını cezb etmişti. Bundan başka, Fransızca Türk hukukçuları arasında en çok yayılmış bir dildir, isviçre kanununun Fransızca yazılmış resmi bir metninin, keza Fransızca yazılmış doktirin eserlerinin ve içtihatlar dergisinin bulunması, bu suretle, tercüme işini sonderece kolaylaştırdı. Halbuki Alman medeni kanununun tercümesi daha zor ve daha çok zamana muhtaçtı. Nihayet Türk kanun vazıı bilhassa isviçre kanunun da aile hukukunun iyi tanzim edilmiş olmasının tesiri altında kaldı. Kanun vazıını süratle başarmak istediği başlıca islahattan birisi, aile müessesesini, kadınla erkek arasında tam hukuki müsavat ve aile birliğinde kuvvetli bir rabıta bu husus müteveffa Profesör Eugen Huber’in İsviçre medeni kanununu tanzim ederken başlıca kaygılarından birisi olmuştu esası üzerine bina etmekti. Yeni medeni kanunun kabulü esnasında mazbata muharriri Şükrü Kaya Bey eski islâm mevzuatının meşum neticelerini kuvvetle ortaya koymuş “Mahkemelerimizin sicilleri öz babasını isbat edemeyen çocukların, kocasının haberi olmadan bilmem ne sebepten boş düşmüş olan kadınların henüz beşikte iken masumları kendisine yahut; başkasına tezviç eden vasilerin ve bunlara taalluk eden davaların pürheyecan ve pürelem sergüzeştler



BOZKURT VE BİR YABANCI GÖZÜ İLE TÜRK HUKUK DEVRİMİ



ile malâmaldır.” diye haykırmıştı. Türkiyede kabul edilen yeni aile nizamı Türk cemiyetinin tamamen değişmesinde diğer bütün hukuk müesseselerinden daha çok amil olmuştur.” Bundan sonra isviçreli profesör, yeni hukukun Türkiyede mazhar olduğu iyi kabul ve isabetli tatbikat için düşüncelerini şu suretle ifade ediyor: Yeni kanunlar ve bihassa isviçre medeni kanunu ve Borçlar kanunu Türkiyede iş muhitleri ve hukukçular tarafından çok eyi karşılandı. Yeni hukukun büyük şehirlerde tatbikatı devamlı ilerleme halindedir. Adliyeciler umumiyetle hüsnü niyetlidirler, Üniversite talebeleri Batı mahkemeleri kararlarını bir nevi heyecanla takip ve tetkik etmektedirler. Hareketimden biraz evvel kendisi ile görüştüğüm Osmanlı bankasının İstanbuldaki müdürlerinden birisi Türk mahkemeleri hakkındaki intibalarını şu suretle ifade ediyordu “Netice itibarile memnun olmamız lâzımdır; Kaybetmemiz icap eden dâvaları kaybediyor, kazanmamız icap; edenleri kazanıdurum yoruz.” Vilayetlerde belki daha az memnunluk vericidir; buralarda, büyük şehirlere nazaran garp kültürüne sahip olan hâkimler daha az olduğundan, yeni hukuk daha güç hazım ve temsil edilmektedir. Türkiyede başarılan ıslahatı bir kül halinde göz önüne



267



alan bir kimsenin hayretten donmaması imkânsızdır, islâm devletlerinin en kuvvetlisi bin yıldan çok süren islâm geleneklerini altı ay içinde yıkıyor; filhakika bu tahavvülün esası, yeni medeni kanunla yeni ceza kanunu ve yeni borçlar kanununun yürürlüğe girdiği 4 ilk teşrin 1926 tarihinden itibaren gerçekleşmiştir. Hazırlanmamış bir muhitte müslüman hukuku bu kadar az bir zamanda nasıl oldu da müthiş bir şekilde çöktü? Bu toptan değişmeyi anlamak için, hukukunun yeni fikirlere halkın yeni ahlâk ve adeta intibakı bahis mevzuu olmayıp doğrudan doğruya bir inkılâp, yani fikirler ve adetlerin bundan böyle kendisine uymak zorunda kalacağı birtakım yeni müesseselerin zorla ithali keyfiyetinin bahis mevzuu olduğunu unutmamalıdır. Tarih hiç bir milletin hayatında bu kadar kökten ve bu kadar seri bir tahavvül kaydetmemiştir. Fransa ihtilâli medeni hukuk alanında bu kadar derin bir tesir ve hareket yaratmamış, yalnız imtiyazları kaldırmakla iktifa etmiştir; SAVİGNY'nin yazdığı gibi (Fransız hukuk edebiyatı ihtilâlden evvelki hukuk edebiyatına o kadar merbuttur ki araya bir kanunun kabul ve neşri gibi büyük bir hâdisenin girdiğine inanmakta insan müşkilâta uğrar; devlet hayatının bütün cüzüleri içinde ihtilâlin en az sarstığı ve en az değiştirdiği belki de medeni hukuktur. “Rus inkilâbı bilhassa sosyal bir inkı-



268 lâptır. Türk inkılâbının haiz olduğu derinliği haiz değildir. Yeni hukuku temsil kiritik hassası zamanımızda devam etmektedir. Batının bütün hukuk telâkkilerinin milletin vicdanına nüfuz etmesi ve onu değiştirmesi icabedecektir. Türk halkı kendisine empoze edilen bütün fikirleri bu yirmi yıllık devrede temsil etmek zorundadır. Şimdiye kadar bir millet üzerinde yapılan en cesur tecrübelerden birisi hakkında ancak o zaman kat’i bir hüküm vermek mümkün olabilecektir. Bununla beraber her şey bu yolda bir başarıyı tahmin ettirmektedir. Avrupa hukuk prensiplerinin kabulünde Türklerden daha ölçülü davranmış olmak ve 1808 tarihli medeni kanunun aile ve miras hukuku bahislerinde halk geleneklerine



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



dayanmakla beraber, Japonların verdiği örnek bunu ispat etmektedir. Türk milleti hukuk müesseselerini lâikleştirmekten daha çok hürriyet ve daha çok refaha kavuşacağını umuyor. Tecrübe henüz sona ermemiştir... Bu milletin arasında yaşamak mazhariyetine eren ve onun büyük nezaketini, kendisine yapılan en küçük hizmetler için duyduğu minnet ve şükran duygusunu bilenler, bu milletin ancak tam bir başarıya ermesini dileyebilirler.” Rahmetli MAHMUT ESAT BOZKURT'ın en faal bir şekilde idare ettiği hukuk inkılâbımız hakkında söylenen bu sözleri onun taze mezarı üstünde bir demet kadirşinaslık çiçeği olarak tevdi ediyoruz.



BİR DEVRİMCİNİN ÖLÜMÜ1 Falih Rıfkı ATAY kını müdafaa etmek ve kurtarmaktır.



Mahmut Esat Bozkurt'un ölümü ile, yalnız Büyük Millet Meclisi nin faziletli bir azasını kaybetmedik, kolu, kafası ve ruhu ile, vatana, halka ve rejime hizmet eden özden ve candan bir inkılâpçı aramızdan ayrılmıştır. Mahmut Esat herşeyden önce Türke ve Türklüğe inanan, Devlet ve Millet hakkını ve haysiyetini her şeyin üstünde tutan, vefalı ve cesur bir dâva adamı idi. Kuvvayı milliye çeteleri arasında silâhı ile, Meclis kürsüsünde kuvvetli hatipliği ile, mesuliyet makamlarında prensipçi ve İslahatçı kanunları ile, Üniversite kürsüsünde ilmi ile maddî mânevi bütün varyoğunu Türk kurtuluşuna vakfetmiştir, Şahsî hayatı, herkes gibi, çıkışlar ve inişler gösterir: fakat fikrî ve siyasî hayatı, Cumhuriyet gençliklerine daima örnek olarak verilebilecek, şaşmaz bir dürüstlükte kalmıştır. Mahmut Esat adı ilk duyuluşta hatıra medenî kanunu ve Bozkurt hâdisesini getirir. Yeniçağ Türk cemiyetinin temel taşlarından biri, medenî kanundur. Bozkurt, milletlerarası bir mahkemede, bir büyük Devlete karşı, Türkiye'nin hak-



Bizler, Kuvvayı Milliye ve inkılâp devirlerinin büyük kurucuları yanındaki bir avuç aydın ve imanlı dâva arkadaşlarının hâtıralarını unutamayız. Örnek gösterilebilen bir hizmet ve fazilet ömrü, ahlâk ve medenî terbiye kitaplarının bin nasihatinden daha faydalıdır.



Adalet Bakanlığı Adliye Dergisi M. Esat Bozkurt Eki, 1944.



Büyük bir evlâdını kaybettiğinden dolayı Cumhuriyet Halk Partisine başsağlığı dileriz.



1



1



Mahmut Esat, şeflerinin emrinde ve hizmetinde, onların hiçbir iyi niyetten, dürüst çalışmadan esirgemedikleri yardımları ile, fakat kendi zekâsının, bilgisinin ve inanışının mükâfatı olarak, Türk inkılâp tarihine geçmek şerefini kazanmıştır. Doğrudan doğruya rejime ve şeflere yönelmek cüretini göstermeyen kinler, hınçlar ve garazlar, bir zamanlar, Mahmut Esat'ın üstüne yığıldı: o bütün hücumları açık ve içinde bir arslan yüreği çarpan göğsü ile kabul etti. Mahmut Esat, her fâni gibi, maddeten kalka düşe hayatını bitirdi. Fakat manen daima yüceliğini tuttu. Öldükten sonra, büyümekte devam edecektir.



ÖLÜMÜ DOLAYISİYLE: Mahmut Esat Bozkurt1 Fahri ECEVİT İnsan adamdı, erkek adamdı. Şimdi teessürle yanıp aydınlanan kafamın içinde onun mâna dolu portresi beliriyor: büyük ve muntazam bir baş, arkaya doğru taranmış seyrek saçlar, boz derili ve hafif çilli bir yüz, büyükçe, kemerli burun, ufak olmasına rağmen, hayat, ifade, ısrar dolu içe işliyen gözler, sarp ruhundan vuran ışıltı ile aydınlık gözler, parlak gözler: Bunların üzerinde neşeli veya kızgın da olsa; ağır şeyler düşünürken de, hafif işlere gülerken de çatık gibi duran; gözler kadar manalı iki kaş... Mahmut Esat'ın geniş ve çıkıntılı alnının alt sınırından başlıyan bütün bu hayat ve ifade unsurları yüzün her köşesine müessir bir hâkimiyetle yayılırdı ve alın bu mükemmel dekor üstünde sağlam payandalı bir kubbe gibi parıldardı. Mahmut Esat'ın gülerken olduğu gibi ağır bir mevzu üzerinde düşünürcesine konuştuğu sıralarda dahi eli, ağzı hizasına yükselmiş ve dudakları biraz kapatmış bulunurdu.. Ağır konuşur, kelimeleri âdeta ruhunun örsünde döve döve konuşur, ve kısık sesinde muhatabını kendine çekip bağlıyan bükülmez ve tok bir



ısrar sezilirdi. O konuşurken dinlememek mümkün değildir. Dinlerken de. hissederdiniz ki size çarpan ve sizi alıp götüren kudret, kelime ve cümlelerinin maddi katılık veya yumuşaklığından ileri gelmiyor, onun ruhudur ki omuzunuza elini koymuş ve sizi fikirlerin, anut ve kuvvetli fikirlerin, fakat samimi ve ahenkli fikirlerin cazibesiyle kavramıştır. Mahmut Esat'a nadiren itiraz edilir, ekseriya fikirleri teslimiyetle benimsenir, fakat hemen daima ona hayran olunurdu. Fikirlerine ve ifadesine yayılmak değil, derinleşmek unsuru hâkimdi. Aynı düşünce üzerinde değişik tempolar ve nüanslarla döner ve o fikri sizin de kafanıza ve ruhunuza tamamen işlerdi. Sözlerine, bu sözlerin ihtiva ettiği kelimelere -hiç istisnasız- ruhu ve heyecanı yapışık bulunuyordu.. Ağzı ile değil, ruhu ile; kelimeler kullanarak değil, ruhunu dile getirerek konuşurdu. Her fikir onda içe işlemiş, sabit vasıflı, ideal çeşnili bir kuvvet halinde, belirirdi. İnanmadığını söylemediğine 1



1



Adalet Bakanlığı Adliye Dergisi M. Esat Bozkurt Eki, 1944.



272 yemin edebilirdiniz. Ne insan adamdı, ne erkek adamdı... Onu mağrur sananlar çok aldanmıştır. Belki de bazıları fikir ve karakterinin hep ön plânda duruşu ve dimdik ayakta görünüşünü gurur diye tafsir ettiler. Tersine olarak Mahmut Esat pek mütevazıdı, gururlu değil, vakarlı idi, ve hiç bir zaman, hiç bir suretle, vakarının zerresini kaybetmedi.. Ara sıra pek sevgili dostlarının bezminde zarif bir mizah şivesiyle espriler yapmağı severdi. Yıllarca ona pek yakın arkadaş oldum, kaba düşmüş bir nükte veya şaka yaptığını hatırlamıyorum. Sözlerde ifrata kaçmıyan hattâ sıkı bir itina ile kontrol edilerek damla damla sarfedilen mizah ve nükte ne güzel şey.. Mahmut Esat bu bakımdan zarafette, konuşma zarafetinde emsalsizdi diyebilirim. Hatip Mahmut Esat'ın, dost bezminde konuşan ve saatlerce dinlenilmesine doyulmıyan Mahmut Esat'tan tek farkı şu idi: heyecanın tonu biraz daha yükselmiş olur, kısık sesinin çarpışındaki kuvvet biraz daha artmış bulunur, telkin sahasını küçük bir topluluk yerine, büyük bir cemaat üzerine kolaylıkla genişlettiği hissedilirdi.. Mahmut Esat'ın her fikir ve kanaatten önce tuttuğu ve bunların hepsinden üstün sayıp taptığı ide, Türklük fikri idi... “Türk” derken bağrının alev alev yandığı, sesinin bir karaterden gelir gibi asîl ve derin sesler gürültüsiyle sarsıldığı hissedi-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



lirdi.. Memlekete bağlılık onda bir ihtirastı. Cengâver nesillerin epopesi hiç durmadan ruhunun temellerinden akar ve mütevazı gönlünde yalnız Türk ırkının büyük gururu kabarıp taşardı... Şiiri severdi. Türk klasiklerinden ve bilhassa Baki'den hoşlanır dı. Ruhii—Bağdadî'ye bayılırdı. Fakat yalnız Gazi Giray'ın söylediği: Rayete meylederiz kamet'i dilcû yerine, Tuğa dil bağlamışız zülf-ü semenbû yerine. Beytini okuduğu sıradadır ki içinin hacmi artar, Türk'ün kahraman meziyetlerini öğen mısraları bir dindar saygısı ile, gözler yaşararak tekrar ederdi. Mahmut Esat için dünyada meşru tek dâva, Türkün kendine malettiği herhangi bir dâva idi.. Tek hak Türkün hakkı idi, tek vazife Türke hizmetti. Hiç gençliğini tatmadı, yaşlanmadan da öldü, Türke hayran yaşadı. *** Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin! Lotüs-Bozkurt hâdisesi vesilesiyle Mahmut Esat öne atıldı. İnkılâpçı idealist, Türk Cumhuriyeti Adliye vekilini La Haye 'e kadar götürdü. Bütün dünyanın hayranlığını topIıyan İlmi heyecanı ve belâgâtiyle Türkün hakkını ve dâvasını müdafaa etti, Türkün hakkını ve davasını kazandı ve ilk defa



ÖLÜMÜ DOLAYISİYLE: MAHMUT ESAT BOZKURT



tevazua aykırı hareket ederek “Bozkurt” soyadını kullandı... Onun ruhunda asla ne şahsi, ne de millî bir aşağılık kompleksi yer tutmamıştır. Türkü en üstün değer ve şereflere lâyık gördüğü içindirki ona şarktan ve cenuptan gelip yapışan tesirleri silmek ister, garbın bütün kıymet ve imkânlarını bize getirmek ve bize maletmek iştiyakile yanardı. Büyüklerine gösterdiği saygı da büyüktü. Atatürk ve İnönü'den bahsederken bu mert insanın yüzü kızarır, sesi heyecanla titrer, omuzları tevazu ve minnetle çöker, kalbinin tam bir bağlılıkla çarptığı hissedilirdi. Size yemin ederim ki karşısında bu büyük isimler konuşulurken veya kendisi şeflerinden bahsederken âdeta caketinin önünü ilikliyemediğinden sıkılıyor, utanıyor gibi dururdu.. Bu tertemiz vatan çocuğu inkılâbın emrine beli silâhlı girdi ve eli kalemli hizmet etti. İnkılâbın dokunulamaz kanunlarını büyüklerinin emriyle ve büyüklerinin devrinde Mahmut Esat hazırladı. Mahmut Esat; Şeflerinin büyük işler ba-



273



şarmaya memur ettiği bir kahraman tevazuiyle ve üreğinde sevgi ateşi, yüzünde saygı kırmızılığı parlıyarak, gördüğü bütün işlerin şerefini -kendisine en ufak bir pay dahi ayırmağı düşünmeden- o işin görülmesini buyuran şefleri için sakladı. Vazifesini yapmak için didindi, uğraştı, yoruldu ve biraz dünyamızın kıyısında dinlendikten sonra büyük istirahat âlemine doğru çekilip gitti. *** Mahmut Esat, sadece çoluğunun çocuğunun sık sık hatırlıyacağı, yahut dostlarının güzel vesilelerle ara sıra faziletlerinden bahsedeceği basit ve iyi bir adam değildir, onu bir nesil de değil, bir çok nesiller saygı ile daima anacaklardır. Türk Devriminin hukuk temellerinde Mahmut Esat'ın damgası vardır, ve Devriminin hiç sönmiyecek olan ateşinde Mahmut Esat'ın ruhu buram buram yanmaktadır.



Ulus Gazetesi 23-12-943



İzmir'de anlamlı bir kültür olayı:



MAHMUT ESAT BOZKURT UNUTULMADI



1



M. Kemal YILMAZ Eski Aydın Milletvekili



Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hakan Pekcanıtez'den aldığım davetiyede, "İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından Fakültemiz yerleşkesinde yaptırılan Mahmut Esat Bozkurt heykelinin ve parkın açılış törenini onurlandırmanızı dilerim." deniyordu. 1



Mahmut Esat Bozkurt Aydınlıdır. Aydın'ın Kuşadası ilçesinde doğmuştur. Selçuk - Kuşadası yolu üzerindeki aile mezarlığında yatmaktadır. Hemşehrim Mahmut Esat Bozkurt'la ilgili iki yazım, daha önce, ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE dergisinde ve YENİ SÖKE ile Aydın'da MÜCADELE gazetelerinde yayınlanmıştı. Bu yazılarımı, 2001 Ocak ayında çıkan UMURLUDA BİR ZEYTİN AĞACI adlı kitabıma da aldım. (Sayfa 31 ve 32). Merhum Mahmut Esat Bozkurt'un anıtını, heykel sanatcısı Bihrat Mavitan yaratmış. Büstün her iki yakasında 1926 yılında yürürlüğe giren Türk 1



Aydın’da Mücadele Gazetesinde yayınlandı.



Medeni Kanunu'nun (yurtdaşlık yasasının) gerekcesi yazılı bulunuyor. ATATÜRK'ün Adalet Bakanı Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt'un bizzat kaleme aldığı bu gerekçe bir hukuk başyapıtı olup, Atatürk Devriminin, Cumhuriyetin temel felsefesini dile getirmektedir. Fakültede yetişmekte olan geleceğin hukukcularına yol gösteren bu anlamlı ve düşündürücü gerekcenin öğretici değeri büyüktür. Anıtı yaptıran İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina'ya, anlamlı konuşmaları ile törene tarihi değer kazandıranlara, Aydın'lılar olarak teşekkürlerimizi sunarız. Mahmut Esat Bozkurt'un ailesi bireylerinin, üniversite öğretim üyelerinin ve gençlerin katıldığı bu törende, Aydın Barosu Başkanı ve Kuşadası Atatürkçü Düşünce Derneği yöneticileri ile birlikte Aydın'lıları temsilen bulunduk. Büyük Hemşherimizi bir kez daha saygı, sevgi ve minnetle andık.



276 Törende Hukuk Fakültesi Dekanı Hakan Pekcanıtez, Rektör Prof. Dr. Emin Alıcı, İzmir Büyük Şehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina ve İzmir Valisi Alaaddin Yüksel öğretici, güzel birer konuşma yaptılar.



MAHMUT ESAT BOZKURT ARMAĞANI



6 Ocak 2003 tarihinde gerçekleştirilen bu kültür etkinliğinde Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hakan Pekcanıtez'in yaptığı konuşmayı aşağıda bilginize sunuyorum. 07 Ocak 2003



9 EYLÜL ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ DEKANI PROF. DR. HAKAN PEKCANITEZ’İN KONUŞMASI



1



06.01.2003 Mahmut Esat Bozkurt 1892 yılında Kuşadasında doğdu. 1912 yılında İstanbul Hukuk Fakültesinden mezun olan Mahmut Esat Bozkurt, İsviçre Freiburg Hukuk Fakültesinde "Kapitülasyonlar" isimli tezi ile doktor ünvanı aldı. Ülkesinin işgali üzerine dönerek milli mücadeleye Kuşadası ve Selçuk yöresinde katıldı. Birinci Büyük Millet Meclisine İzmir Milletvekili olarak katıldı ve İktisat Bakanı (1922-1923) oldu. Bu dönemde 1923 İzmir İktisat Kongresinin fikir ve uygulama olarak hazırlanmasında büyük rol oynadı. İkinci seçim döneminde ise Adalet Bakanlığına getirildi ve bu görevini 1924'ten 1930'a kadar sürdürdü. Bozkurt adlı Türk gemisiyle, Lotus adlı bir Fransız gemisinin Ege'de çarpışması sonucu iki ülke arasında çıkan anlaşmazlıkta Türkiye Cumhuriyeti hükümetini Lahey Uluslararası Sürekli 1



1



Sayın Pekcanıtez şu anda Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesidir.



Adalet Divanında temsil etti. Burada kazandığı zafer, cephe, silah ve dava arkadaşı modern Türkiyeyi yaratan Atatürk'ün takdirini kazandı ve bu kazandığı dava uluslar arası hukuk literatüründe Bozkurt-Lotus davası olarak anıldı. Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ve İcra ve İflas Kanunu gibi kanunlar Mahmut Esat Bozkurt'un önderliğinde kabul edilmiştir. Ankara Hukuk Fakültesi de onun önderliğinde kurulmuştur. Mahmut Esat Bozkurt, Ankara, İstanbul Hukuk Fakültelesi ile Siyasal Bilgiler Fakültesinde dersler vermiştir. Çeşitli bilimsel eserleri ve çeşitli gazetelerde yazıları bulunan Mahmut Esat Bozkurt 21 Aralık 1943 yılında İstanbul'da hayata gözlerini kapamıştır. Arkasında ölümsüz eserler, ilkeler bırakan Hocamız, hukuk devriminin mimarı Mahmut Esat Bozkurt'un ölümünden 60 yıl sonra onu birkez daha ölümsüzleştiren heykelin açılışı için buradayız.



278 Bu ölümsüzlüğü yaratanlar minnetlerimi arz ediyorum. Mahmut Esat Bozkurt Türk hukuk devriminin ölmez bir çınarıdır. Özellikle Medeni Kanun ile modern, çağdaş Türk kadınının yaratıcısıdır. Cumhuriyet öncesi boş ol denilmekle boşanmış sayılan, mirastan yarım hisse alabilen, ancak ikisi bir erkeğin tanıklığına eşit olarak görülen, kısaca ikinci sınıf olarak kabul edilen kadını, bugün modern, çağdaş Türk kadınının olarak yaratan kişilerdendir. "Türk hukuk devrimi" hukuk devrimleri içinde özel bir önem taşır. Bilindiği gibi, Atatürk devrimlerinin çekirdeği Türk hukuk devrimidir. Atatürk devrimlerinin itici gücünü hukuk devriminden alır. Ünlü tarihçi Tonybee, "Türk hukuk devrimi"ni, Batı dünyasındaki Rönesans, reform, Fransız devrimi ve endüstri devrimi çapında özel bir hareket olarak nitelemekte; ancak bir noktayı da özel olarak vurgulamaktadır: Bu devrim, bir insanın yaşamı süresinde gerçekleştirilmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından sonra, yeni Türk devletinin hukuk devletinin yaratılmasına ilişkin ilk girişimler, yabancı hukukun benimsenmesi yoluyla çağdaşlaştırılması amacına yönelik bulunmaktaydı. Cumhuriyetin kurucuları başlangıçta mevcut hukuk düzeninin yenilenmesi



MAHMUT ESAT BOZKURT ARMAĞANI



ve modernleşmesi amacını izliyorlardı. Bu nedenledir ki 1923 yılında Adalet Bakanlığı tarafından bazı komisyonlar kurulmuş ve bunlara yürürlükte bulunan kanunların değiştirilmesi ve yenilenmesi görevi verilmişti. Kurulan komisyonlardan Ahkam-ı Şahsiye Komisyonu ve Vacibat Komisyonu Cumhuriyeti kuranların dinamizmi ile bağdaşmayacak derecede ağır ilerliyordu. Komisyon üyeleri şeriat hukukunun etkisinden kurtulamıyordu. Bu arada Cumhuriyet devrimleri büyük hızla devam ediyordu. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş, 1924'te hilafete son verilmiş 1924'te yeni bir komisyon kurulmuştu. Kemalist kadroda, komisyonlar tarafından hazırlanan tasarıların, Türkiye Cumhuriyetinin ve benimsediği dünya görüşünün gereksinimlerini karşılamayacağı inancı giderek güçlenmişti. Kemalist kadro, komisyonların çalışmalarını ve hazırlıklarını yeterince radikal bulmuyordu. Bu nedenle 1925 yılında Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt), Ahkam-ı Şahsiye ve Vacibat Komisyonları önünde yaptığı konuşma ile bu komisyonların görevlerine son verildiğini bildirdi. Cumhuriyet hükümeti İsviçre Medeni Kanununu, bazı değişikliklerle tüm olarak benimsenerek iktibasına karar vermişti. Mahmut Esat Bozkurt komisyonlar önünde yaptığı konuşmada şöyle diyordu:



PROF. DR. HAKAN PEKCANITEZ’İN KONUŞMASI



"Türk ihtilâlinin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar, o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar, demirle, ateşle yok edilmeye mahkumdur. Bu prensip bakımından, kanunlarımızı olduğu gibi Batıdan almak zorundayız. Böylelikle Türk ulusunun iradesine uygun hareket etmiş olacağız." Bu kararlılık sonucu Türk hukuk devriminin temel taşlarından en büyüğü olarak nitelendirilebilecek olan "Türk Kanunu Medenisi" Türkiye Büyük Meclisi tarafından 17 Şubat 1926 tarihinde kabul edildi ve 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlandı. Türk Medeni Kanunun Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt imzasını taşıyan ve o günün diliyle ve mükemmel bir üslupla kaleme alınmış olan gerekçesi bizler için hem bir tarihi belge hem de birer ders notudur. Bu gerekçe yaptırılan Mahmut Esat Bozkurt heykelinin çevresinde levhalar halinde yer alıyor. Bunu okudukça, o dönemin daha iyi anlaşılabilmesi, bu kanunları hazırlayanların heyecanı kararlılığı inancı modern Türkiyeyi kurma ülküleri daha kolay anlaşılacaktır. Bu nedenle bahçemizde yer alacak bu heykel aynı zamanda öğretici belge, gelecek kuşaklara bir rehber olacaktır. Bugünkü Türkçe ile kaleme alınmış bu gerekçesinin bir bölümünde



279 Mahmut Esat söylüyor:



Bozkurt



şöyle



"Çağdaş uygarlığı almak ve benimsemek kararıyla yürüyen Türk ulusu, çağdaş uyarlığı kendisine değil, kendisi çağdaş uygarlığın gereklerine her neye mal olursa olsun ayak uydurmak zorundadır. Yaşamak zorunda olan bir ulus için bu şarttır. Hazırlanan tasarı bu gereklerin önemli ölçümlerini içermektedir. Gelenek ve göreneklere kesin olarak bağlı kalmak davası, insanlığın en ilkel durumundan bir adım daha götüremeyecek kadar tehlikeli bir kuramdır. Hiçbir uygar ulus böyle bir inanç çevresinde kalmamış ve yaşamın gereklerine uygun hareketle zaman zaman kendini bağlayan gelenek ve görenekleri yıkmakta duraksamamıştır. Aslında devrimler bu konuda en etkili bir araç olarak kullanılmışlardır. Yüzyılımızın uygar uluslara tanıdığı bütün hukuku uygarlık dünyasından kayıtsız koşulsuz isterken, bu hukukun yerine getirilmesi gereken uygarlık görevini de Türk ulusu kendi eliyle kendisine yüklemiş bunuyor. Bu modern kanunları iktibas eden genç Türkiye Cumhuriyeti, hukukçuları ile iktibas ettiği kanunları uygulamayı da başarmıştır. Medeni Kanunun ilk uygulandığı yıllarda Adalet Bakanlığında danışman olarak görevlendirilen



280 İsviçreli hukukçu Sauer- Hall, "Türkiye'de Avrupa Hukukunun Benimsenmesi" isimli eserinde şunları yazmıştır: "Türkiye'de gerçekleştirilmiş olan reformlar bütün olarak ele alındıklarında şaşırmamak olanaksızdır. İslam devletlerinin en güçlüsü, bin yıl geçmişe dayanan töreleri, altı aylık sürede yürürlükten kaldırıyor. Tarih, hiçbir ülkede bu kadar köklü ve ani değişikliği örnek gösteremez. Bu ülkede ve bir toplum üzerinde yapılmış bundan daha cesur bir deneyim yoktur." Hukuk devriminin en önemli başarılarından biri hukukun laikleştirilmesidir. Hukuk devrimi ile Türkiye Cumhuriyeti hukukçularına çağdaş hukuk kavramları, biçimleri ve kurumları sunulmuş; uluslar arası siyasal, ekonomik ve sosyal ilişkilerde kolayca geliştirilebilmesi, hukukun uyumlaştırılması ve birleştirilmesi akımlarına katılabilmesi ve sorunların üstesinden gelebilmeyi sağlamıştır. Türk hukuk devrimi sonunda Türk hukuku öteden beri ait olduğu dinsel hukuk çevresini değiştirmiş ve kara Avrupası hukuk sistemine katılmıştır. Hukuk devrimlerinin ardından Türkiye Cumhuriyeti laik olduğu için gelişmiş, geliştiği için laikliği korumuştur. Mahmut Esat Bozkurt, 16 Mart 1933 tarihli bir makalesinde, gençlere şöyle sesleniyor. "Büyük Türk genci, Türk İhtilali, yobazların dinsizlik



MAHMUT ESAT BOZKURT ARMAĞANI



dediği laikliği, şu sana birer birer saydığım rezaletlerin ve bunlara benzer maskaralıkların önüne geçmek için ileri sürdü. Laiklik, dini, din soyguncularının elinden alarak, en temiz yere, Türklerin vicdanlarına koydu. Allahın dinini, soyguncuların elinde, millet ve memleket aleyhine kullanılan alet olmaktan kurtardı. Sen laikliği can pahasına müdafaa ederken, bileceksin ki, vicdanları koruyor, din soyguncularını yok ediyorsun." Değerli Konuklar, Bundan sonra Fakültemizin bahçesinde heykeli bulunan Mahmut Esat Bozkurt'un savunduğu ilkeler, yetiştireceğimiz öğrencilerimize önder olacaktır. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesinin, temel amacı, akıl ve bilimin önderliğinde çağdaş ve mutlu bir top-lum için hukuk bilimini öğ-retmek geliştirmektir. Öz değerlerimiz ise, lak,



Dürüstlük, adalet ve ahSevgi ve hoşgörü,



Hukukun egemenliği,



üstünlüğü



ve



Demokrasi kültürü, İnsan haklarına saygı öz değerine sahip hukukçular yetiştirmektir. Çağdaş Türk toplumunun Atatürk ilkeleri doğrultusundaki yorulmaz mimarları ve bu ilkelerin sarsılmaz muhafızı



PROF. DR. HAKAN PEKCANITEZ’İN KONUŞMASI



olacak Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunları, Mahmut Esat Bozkurt'u ve onun bıraktığı değerlerin koruyacak ve onunla birlikte tüm hukuk devrimini gerçekleştirenleri anacaklarıdır. Ruhları şad olsun. Bahçemizdeki bu heykeli hazık elleri ile yapan Sayın Bihrat Mavitan'a, bu heykeli Fakültemize armağan eden İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Ahmet Piriştina'ya,



281 tekrar Fakültem ve şahsım adına minnet ve şükranlarımız sunuyorum. Başta Sayın Valimiz olmak üzere tüm konuklarımıza, özellikle Mahmut Esat Bozkurt'un kızı Gün Tekant Hanım'a ve Torunu Prof. Dr. Gül Güner hanıma, Aydın Barosu Başkanına ve tüm konuklarımıza davetimizi kabul edip geldikleri bizi onurlandırdıkları için şükranlarımızı tekrarlıyor ve hepinize saygılar sunuyorum.



BOZKURT’UN ÖNSÖZÜ NERDE?



1



Oktay AKBAL 17 Şubat 1926'da Türk Medeni Kanunu kabul edildi. Ardından yetmiş altı yıl geçtikten sonra, Türk insanına uygar bir düzende yaşamasını sağlayan bu yasayı değiştirdik. Daha çağdaş, daha uygar bir yasa yaptık, yapmaya çalıştık... Ama bir şeyi unuttuk, yeni yasanın başına gerekçeli bir önsöz koymayı... 1926 yılında Adalet Bakanı Prof. Mahmut Esat Bozkurt'un o önemli, o güncelliğini koruyan önsözünü! Niye cumhuriyet yönetimi 1876 tarihli Mecelle'yi kaldırmış, yerine Medeni Yasa'yı uygulatmaya karar vermiştir? Yasanın başında yer alan, yeni yasanın başında da yer alması gereken bu önsöz şöyle başlıyordu: "Mecelle'nin temeli dindir ve ana çizgileri dindir. Oysa insanlık yaşamı her gün hatta her an köklü değişimlerle karşı karşıyadır. Yasaları dine dayalı devletler kısa bir zaman sonra yurdun ve ulusun işlerini karşılayamazlar. Çünkü dinler değişmez kuralları kapsarlar. Yaşam yürür, gereksinmeler hızla değişir, din yasakları, ne olursa olsun, ilerleyen yaşamın karşısında biçimden ve ölü sözcüklerden ileri bir değer ve anlam taşıyamazlar. Değişmemek dinler 1



1



Cumhuriyet Gazetesi Hayır), 26 Mart 2002.



(Evet/



için bir zorunluluktur. Bu nedenle dinlerin yalnız bir vicdan işi olarak kalması, çağdaş uygarlığın temellerinden ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırıcı niteliklerinden biridir." Mahmut Esat Bozkurt'un bu güzel önsözü, bilmem neden bir yana itilmiş? 1926'daki çağdaşlık, uygarlık anlayışı ortadan kalktığı için mi? Dinlerin, yalnızca bir vicdan işi sayılmadığı bir döneme geçtiğimiz için mi? Kimden, neden çekinildi? Atatürkçü Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli yasasını daha iyi, daha çağdaş yapmaya kalktınız, ama neden korktunuz? "Şunu da belirtmek gerekir ki, çağdaş uygarlığı almak, benimsemek kararıyla yürüyen Türk ulusu, çağdaş uygarlığı kendisine uydurmak değil, kendisi çağdaş uygarlığın gereklerine, her ne pahasına olursa olsun ayak uydurmak zorundadır. Yaşamak kararında olan bir ulus için, bu kesin bir gerekliliktir." Hem Avrupa Birliği'ne girelim diyoruz. AB'nin koşullarına uymak için elden geleni, gelmeyeni yerine getirmeye çalışıyoruz. Böyle bir birliğe kuzu kuzu girmenin yanlışlığını belirtenlere kızıyoruz! Sonra da 1926'da Mahmut Esat Bozkurt'un, çağdaşlığın,



284 uygarlığın gereklerini anımsatan "önsöz"ünü yeni yasanın başına koymaktan çekiniyoruz?.. Bu ikili davranış şaşırtıcı değil mi? "Çağdaş uygarlığa bağlı devletlerin ilk belirgin niteliği din ile dünyayı ayrı görmektir" diyen Bozkurt, sanki günümüzde uygar olmanın, gerçek anlamda Batılı olmanın, kaçınılmaz koşullarını apaçık biçimde duyurmuş bu önsözüyle: "Din vicdanlarda kaldıkça devlet gözünde saygıdeğer ve dokunulmazdır. Dinin kural olarak yasalara girmesi tarihin akışı içinde çoğunlukla taçlı devlet başkanlarının, zorbaların, güçlülerin keyif ve isteklerini doyurma aracı olması sonucunu doğurmuştur. Çağdaş devlet dini dünyadan ayırmakla insanlığı tarihin bu kanlı bela-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



sından kurtarmış ve dine gerçek ve sonsuz bir taht olan vicdanı özgülemistir " Aradan 76 yıl geçmiş!.. Günümüzün birtakım yöneticileri nedense Bozkurt’un önsözündeki gerçekleri halkımıza duyurmaktan kaçınıyorlar! Hâlâ birtakım korkuları mı var? Hem Batılı, Avrupalı olalım derler hem de “eski uygarların kapılarını kapayıp dirilik ve gürlük getiren çağdaş uygarlığa” girmekten çekinirler! 1926’da kabul edilen Medeni Kanun’un özsözü yeni yasanın baş sayfalarında yer almadan, Avrupa Birliği’ne girmek özlemleri, istekleri bir kandırmacadan başka bir anlam taşımıyor!



TÜRKİYE İKTİSAT KONGRESİ



1



Prof. Dr. Erdinç TOKGÖZ Türkiye Ekonomi Kur. Vak. Müd.



Bazı yazar ve özel sektör temsilcileri bu eşsiz kongreden söz ederken, bilerek veya bilmeyerek "Türkiye" yerine "İzmir" âdını koymaktadırlar. Oysa kongreye katılanlar, kurulacak yeni devletin siyasal ve ekonomik bağımsızlığının sağlanması yönünde öncelikleri belirlenmek ve ön kararları almak için İzmir'de toplanmıştı. 1



Lozan Barış Görüşmeleri Konferansı gecikmeli olarak 20 Kasım 1922'de İsviçre Devlet Başkanı'nın açış konuşmasıyla başlamıştı. Ancak Batı Trakya, Boğazlar, Musul, Osmanlı Borçları ve Kapitülasyonlar konularında İngiltere ve Fransa'nın katı tutumları nedeniyle konferans 4 Şubat 1923'te kesilmişti. İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyeti yurda dönmüştü. İşte bu koşullarda ve o günlerde Anadolu'nun her il ve ilçesinden seçilen temsilcilerin günler sürecek İzmir yolculuğu baş-lamıştı. Amaçları 15 1923'te başlayacak Şubat Türkiye İktisat Kongresi'ne katılmaktı. 1



Cumhuriyet Gazetesi, 17 Şubat 2005, sayfa 2.



Olumsuz iklim ve ulaştırma koşullan nedeniyle kongre 15 Şubat yerine 17 Şubat'ta açıldı. Salonda 1135 seçilip gelen temsilci, bakan, milletvekili, askeri ve sivil üst düzey görevliler vardı. Kongreyi İktisat Vekili Mahmut Esat Bozkurt düzenlemişti. Davetliler arasında sadece Sovyet Rusya Büyükelçisi Aralof ile Azerbaycan Büyükelçisi İbrahim Abilof vardı. Kongre, çalışmalarını Kazını Karabekir başkanlığında 4 Mart'a kadar sürdürmüştü. Kongrenin "Açış Konuşmasını Onursal Başkan sıfatıyla Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın yapacağı il ve ilçelere duyurulmuştu. 17 Şubat günü saat 10.30 civarında G. Mustafa Kemal Paşa, çağını yargılayan, yarı-sömürge toplum düzeninden kurtulmanın yolunu gösteren ve evrensel önemini hâlâ koruyan o eşsiz konuşmasını yaptı. Gazi, kongrenin önemini şöyle tanımlamıştı: "Efendiler; Yüce kurulunuzla bugün başlamış olan Türkiye



286 İktisat Kongresi çok önemlidir. Çok tarihidir. Nasıl ki Erzurum Kongresi, felaket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarma konusunda, Misak-ı Milli'nin ve anayasanın ilk temel taşlarını sağlamada neden olmuş, etken olmuş, öncü olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, milli tarihimizde en önemli ve en yüksek hatırayı yaratmış ise; kongreniz de milletin ve memleketin yaşantısını sağlayarak, gerçek kurtuluşuna yardımcı olacak kanunun temel taşlarını ve esaslarını ortaya koymak suretiyle tarihte çok büyük bir ad ve çok kıymetli bir yer almış olacaktır." Gazi Mustafa Kemal Paşa bu tespiti yaptıktan sonra, iktisadi ve siyasi bağımsızlığın günümüzde de evrensel geçerliliği olan temel ilkeleri şöyle sıralamıştı: "1) Bir milletin doğrudan doğruya yaşantısı ile ilgili olan, o milletin ekonomik durumudur. Tarihin ve tecrübenin süzgecinden arta kalan bu hakikat, bizim milli yaşantımızda ve milli tarihimizde, tamamen kendisini göstermiştir. 2) Tarihimizi dolduran zaferler ve başarısızlıkların tümü, ekonomik durumumuzla yakınen ilgilidir. Yeni Türkiyemizi, layık olduğu uygarlık seviyesine eriştirmek için, her ne olursa olsun, ekonomimizi birinci



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



planda tutarken, en çok bu konuya önem vermek zorundayız. 3) Çağımız tamamen bir ekonomi devrinden başka bir şey değildir. Bir milletin hayat seviyesinin yüksekliğini, refah ve saadetini sağlayan, ekonomiye dayamaması ve buna bağlı saymaması, dikkate değer bir durum gösterir. 4) ...kılıçla fetih yapanlar, sabanla fetih yapanlara yenilmeye ve sonunda yerlerini terk etmeye mahkûmdurlar. 5) Kılıç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol, her gün daha çok kuvvetlenir ve her gün daha çok toprağa sahip olur. 6) Siyasi ve askeri zaferler, ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa kazanılacak başarılar yaşayamaz, az zamanda söner. 7) Tam bağımsızlık için şu prensip vardır: Milli egemenlik, ekonomik egemenlik ile pekiştirilmelidir. Bu kadar büyük amaçlar, bu kadar kutsal ve ulu hedeflere, kâğıtlar üzerinde yazılı genel kurallarla, istek ve hırslara dayanan buyruklarla varılamaz. Bunların bütün olarak gerçekleşmesini sağlamak için, tek kuvvet, en önemli temel; ekonomik güçtür." Bazı yazar ve özel sektör temsilcileri bu eşsiz kongreden



TÜRKİYE İKTİSAT KONGRESİ



söz ederken, bilerek veya bilmeyerek "Türkiye" yerine "İzmir" adını koymaktadırlar. Oysa kongreye katılanlar, kurulacak yeni devletin siyasal ve ekonomik bağımsızlığının sağlanması yönünde öncelikleri belirlemek ve ön kararları almak için İzmir'de toplanmıştı. Prof. Bernard Lewis'in aşağıdaki veciz sözlerini hatırlatmakta büyük yarar görüyorum:



287 "Geleceği görebilmek için tarih bilmek çok önemli. Birey için hafıza neyse, bir ulus için de ‘Tarih’ odur. Tarihini çarpıtan bir toplum nörotik bir kişi; tarihini bilmeyen bir toplum ise hafızasını kaybetmiş bir insan gibidir." Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere 82 yıl önce bu eşsiz kongreyi hazırlayanların, katkıda bulunanların ve katılanların anılan önünde saygıyla eğiliyorum.



MAHMUT ESAT KİM, OSMAN ŞİRİN KİM?



1



Altemur KILIÇ NAZLI Ilıcak, "Mahmut Esat Bozkurt “out”, Osman Şirin “in” diyor.; merhum Mahmut Esat'ın -"vesayetçi, tepeden inme laiklik anlayışı,1920'lerde kalmış" buna karşın da, Yargıtay'ın, "laiklik zorla korunmaz" diye laiklere saldırıp, irticayı savunan bir yazarı aklayan kararının başını çeken Yargıtay Başkan vekili Osman Şirin'in "uygarlık" dönemi açılmış!. Sayın Şirin; "Mahmut Esat Bozkurt dönemi kapandı. 1926'de başlayan ve kendi devrine, bir hukukçu olarak adını vermiş olan Mahmut Esat Bozkurt'a bütünnlığıyla 79 yıl boyunca hükümranlığını sürdürdü bu ülkede. Şimdi yeni bir dönem uygar dünyaya açılım adı altında, başlıyor" demiş! Nazlı kadına göre, "in", yani "muteber" olan bu Osman Şirin kim? Hasb-el kader bugünkü mevkiine gelmiş ve laiklere hakaret etmiş bir irtica savunucusunu, Yargıtay davasında, bir oy farkla aklayanların başını çeken, laikliği, laikleri irtica karşısında, savunmasız hale getirenlerin başı!



Cumhuriyetin başlıca, temel kanunları, Türk Ceza Kanunun Medeni Kanunu, Ticaret Kanunu, İcra ve iflas Kanunu, Vatandaşlık Kanunu, ve bu kanunların, başlı başına hukuk şaheserleri olan Gerekçeleri vs onun eserleri.. Bozkurt, Mustafa Kemal'in devrimlerinin bilimsel-hukuki tezini ortaya koyduğu ve savunduğu için hep hatırlanacak ve saygıyla anılacak. Ya Osman Şirin?



Ortadoğu Gazetesi (Yorum - Ufuk Turu), 15 Şubat 2005.



Mahmut Esat Bozkurt 1943'de- son yazısını, zamanın " Yeni Sabah gazetesinde yazar-



1



1



Ya Mahmut Esat? Ama gene o kadına göre "out", yani demode, çağdışı olan Mahmut Esat Bozkurt kim?. Rahmetli Mahmut Esat Bozkurt, "Atatürk İhtilali" nin baş mimarlarından, adı LotusBozkurt davasındaki başarılı savunmasıyla dünya Hukuk literatürüne geçmiş, "Bozkurt" soy adını da Mustafa Kemal bu başarısından dolayı vermiş.. Efsane bir hukuk Otoritesi. Hakkında yazılmış onlarca eser var! "İki Ciltlik" Atatürk İhtilali " eseri devrimlerin tarihini ve felsefesini, ortaya koyan muazzam bir eser.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



290 ken vefat etmişti. Ölümü üzerine Yusuf Ziya Ortaç şöyle yazmıştı; "İsviçre dağlarından Anadolu dağlarına silah omuzda koşan hukuk doktoru, serdengeçti Mahmut Esat Bozkurt , vatan hudutlarından, fikir hudutlarına kadar her cephede döğüşe döğüşe en sonunda kalem elinde Allah'ına kavuştu bir yanardağı toprağa veriyoruz!" Merhum Mahmut Esat Bozkurt Babamın çok sevdiği" devrim silah arkadaşıydı". Şimdi babasının adını, eserlerini muhafaza etmek ve yaşatmakta örnek çaba gösteren kızı sevgili Gün Tekand Bozkurt, benim gençlik arkadaşım, can dostum. Ben bu "yanardağını", ikamet ettiği Büyük Ada'da genç bir öğrenci iken, tanımış elini öpmüştüm. Ne yazık ki, yaşım müsait olmadığı için fazla irşat olamamışım. Ama bugün "Atatürk İhtilali" eseri başucu kitabım, Atatürk devrimleri konusunda en önemli referans kitabım..



Yeni bir işaret Bu olay da, geçen yazımda belirttiğim gibi, kökten dincilik "çiçeğinin", gözlerimiz önünde, fakat nasıl pervasızca büyüdüğünü ve "Atatürk İhtilalinin" Laik Cumhuriyetin, nasıl "yakın ve açık tehlike" karşısında bulunduğunu gösteriyor. ! Kanunların, zamanla ve gelişme ve ihtiyaçlara göre, tabii ki değişmeleri, değiştirilmeleri



gerekir. Ancak Osman Şirin'in şu sözlerini irdelemek lazım; "Bir dönem kapandı" demekle, Laiklik döneminin- Atatürk döneminin artık kapandığının ve şeriat döneminim açılacağının işaretini mı veriyor?. Yargıtay'ın en başına kadar yükselmiş olan ve Atatürk döneminde yetişmiş bir hukukçuyu tenzih etmek isterim böyle bir emelden! Ancak Şirin, Mahmut Esat Bozkurt gibi büyük bir Türk hukukçusunu "kendi devri kapanmış" sıradan biri olarak tanımlıyor, saygısızlık yapıyor,.. "79 yıl hükümranlığını sürdürdü" demekle "tepeden inmeci" ve "jakoben" öldüğünü ima ediyor ve sanki, onun dönemi- Atatürk dönemi -karanlık bir dönemmiş de "uygarlık dönemi şimdi başlıyor" demekle de, tüm Atatürk dönemine ve Atatürkçülüğe tarizde bulunuyor.! Nazlı "kadın" da, bu "dibek dövücünün hınk deyicisi". Mahmut Esat Bozkurt'un 1926'da Medeni Kanununu layihasında yer alan görüşlerini eleştiriyor. Bozkurt'un 1926' daki, özellikle "dinin yalnız vicdanla ilgili olması gerektiği" ve "dinin vicdanlarda kaldıkça saygın ve temiz olduğu" ve "kanunların amacının, siyasal, toplumsal, ulusal birliği, her neye mal olursa olsun güvence altına almak olduğu" iddiasının artık geçersiz olacağını ve Yargıtay'ın son kararındaki "Laiklik zorla korunamaz" gerekçesinin bu anlayışı kadük kıldığını söylüyor..



MAHMUT ESAT KİM, OSMAN ŞİRİN KİM?



Önceki yazımda söylediğim ve Kemal Yavuz Paşanın da belirttiği gibi, bütün bunlar "münferit" olaylar değil. İktidarın, Türkiye'yi kendi emellerine göre değiştirmek emellerini, yabacıların amaçlarıyla birleştirmek gayelerinin icapları! Bir yerde, "bunlara, yeter uzunlukta sicim verirseniz, sonunda kendi kendilerini asarlar" demek de var.. "Tecavüze uğrayınca, arkana yaslan keyfine bak" diyenler de olabilir!



291 Ancak İran Paşasının ikaz ettiği gibi irtica çiçeği böyle gözümüzün önünde, büyürken, bunu fark etmemek daha büyük olasılık. Fark ettiğimiz zaman çok geç olabilir! . Ben, her şeye rağmen, mürtecilerin, laiklik karşıtlarının, fazla umutlanmamalarını tavsiye ederim; her kesimde Atatürkçüler bu oyunun, "çiçeğin" büyüdüğünün farkına varmaya başlamışlardır.



HANGİ TARİHLE BARIŞILACAK



1



İbrahim TÜRKEŞ (Felsefe Öğretmeni, Hukukçu/Fethiye)



Atatürk Uluslararası Barış Ödülü'nün bu yılki sahibi tarihçi Bernard Lewis, görünüşte bir "sanat", "siyaset" ve "bilim" savı olarak ileri sürülen "tarihle barışma-tarihle uzlaşma" önerilerinin, aslında laik cumhuriyete hiç acımasızca saldıranların dilinde bir "argüman" olacağını sanki önceden görmüşçesine, şu saptamayı yapar: "Türkler, Osmanlı boyunduruğundan kurtulan son ulustur." 1



İlk bakışta, "Türk" ve "Osmanlı'yı özdeş” sayan "tarih bilinci" içinde bir paradoks (çözümsüzlük) olarak algılanabilecek bu savın, gerçekte "ampirik" bir temele ve "doğrulanabilir" verilere dayandığı, "şoven", "ümmetçi" tarih felsefesi yorumlarına "akılcı" bir seçenek oluşturduğu, Türklerin, Osmanlı yönetim ve üretim erki içindeki durumunun bi l inip ortaya konulması ile açıkça anlaşılabilir. İmparatorluk içinde, kendisine "ticaret" ve "sanat"ın (zanaatın) her türlüsü



1



Cumhuriyet Gazetesi (Olaylar ve Görüşler), 20 Haziran 1998.



yasaklanan "toprağa" ve "savaşa" bağımlı kılınarak ("yaratıcılığı" kısırlaştırılan, ürettikleri ile ilişkisi kesilerek gittikçe yoksullaşan, "kul" teslimiyetçiliği ile "kimlik" ve "kişiliğini" yitiren Osmanlı Türkü' nün, bu "statü" çerçevesinde, oluşan "hak" ve "özgürlükleriyle” "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı" olarak sahip olduğu "kazanım"lar karşılaştırıldığında, gerçekleşen olayın, tam anlamı ile bir "boyunduruktan kurtulma" olayı olduğunu görmemek olanaksızdır. Şimdi, sorulması gereken şudur: Kimilerince 'artık barışma zamanı geldi' denilen tarih, 'ulus' un 'asli' öğesini prangaya vurup 'yönetim' erkini Hristiyan devşirme'lere, 'üretim' erkini 'Türk olmayanlar'a bırakan, 'ümmet’çi bir koşullanma ile 'ulus kimliği'ni ve bunun ifadesi olan 'ad'ı reddeden, 'İslamiyet öncesi' binlerce yıla ilişkin 'Türk tarihi evrelerini yok' sayarak,onu 'İslam tarihi' içinde eriten tarih süreci’nde somutlaşan bu 'tarih' midir? Aslında tarihle barışma" söylemine "dört elle" sarılanların en büyük yanılgısı, tarihi



294 "kişi' lere ve "bireysel olaylar" dizgesine indirgeme yanılgısıdır. Bu bakış açısı içinde "tarih", bir dönemin "belirleyici" dinamiklerini oluşturan "ekonomik" ve "ideolojik" yapının "yorumlanma"sı ile anlaşılabilecek "felsefi varlık alanı" olmaktan çok, temelini insanın biyopsişik varlığında bulan kalıtsal (irsi) olanakların (potens) yönlendirdiği "savaş"lar, "fetih" ler, "yengi" ve "yenilgi"ler dizgesinden ibaret bir "kozmikzaman"dır. Oysa, Lord Bolingbroke'nin söylemiyle "Tarih, örneklenmiş felsefe ya da örneklerle felsefe öğretimidir." Bu yanılgılı yaklaşımın doğal sonucu olarak, bizde, "tarih süreci"ne anlam kazandıran "fikir" ve "evlem"ler arasındaki "içten" bağlılık hep göz ardı edilmiş, tarih, sonuçta, bir "kahramanlar resmi geçidi”ne dönüştürülmüştür. Değerli bilimcimiz Sayın Doğan Kuban'ın, 14 Mayıs 1998 günlü Cumhuriyet'te yazdığı "Osmanlı ile Barışmak" konulu yazısında, bizim, "bireyselliği" ve "kahramanlığı" esas alan tarih anlayışları ile yeterince "barışık" olduğumuz, cumhuriyet döneminin tarih kitaplarında Viyana'yı tekrar tekrar kuşattığımız, İstanbul'u her 29 Mayıs,larda yeniden fethettiğimiz, edebiyat kitaplarımızda bile Osmanlı Divan Edebiyatı'ndan ileriye geçemediğimiz ve en son, "tarihle barışma"yı, "iki mühür" ve "birkaç parça çanakçömlek" peşinde koşmaya indirgediğimiz, açık seçik ve yalın bir dil ile anlatılmıştır. O halde "geçmiş"e verilen bunca öneme ve cumhuriyetimizin, geçmişin "kültür" ve "sanat" değerlerinin korunmasında bu söylem sahiplerinden daha duyarlı olmasına



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



karşın, hâlâ "tarihle barışma"yı söylemlerle ne öneren amaçlanmaktadır. İşte sorunun açıklayıcı paradigması (görme biçimi), bu amacın ortaya konulmasında yatmaktadır. Görünen odurki, bugün "tarihle barışma" savı adı altında, hedeflenen, ekonomik yapısı ve bu yapı üzerine yükselen siyasi, hukuki, dini ve felsefi üst yapısı ile artık "aşılmış", tarihin "diyalektik süreci" içinde "geride" kalmış, ancak, kimilerinin hâlâ "özlem odağı"nı oluşturan "halife","hakan" ve "sultan" üçlemesini "kompoze" edene kadar "yönetim anlayışı" ve "görüş" varsa, hepsini "yeni sistem”e, "yeni program"lara "aşılama" çabasıdır. Duraksamadan söylenebilir ki, bu "aşılama" yöntemi, şimdilik gerilemiş, en azından kimi "mevzi"lerini kaybetmiş görünen "şeriat" ve "Osmanlı" özlemcilerinin yeni "siyasal” taktiğindir. Önceleri, Türk-İslam sentezi adı altında, Türk Milli Eğitimi'ne "aşılanan" bu anlayışın, uygulamada sağlanan "başarı"nın heyecanı ile söylem sahiplerini yeni önerilere getirdiği görülmektedir. " Tarihle barışma" önerisi de bunlardan biridir. Bir kez, önerinin "kabul edilebilirliği" sağlandıktan sonra, öngörülen amaca ulaşmak daha da kolaylaşacaktır. İlk aşamada, "yeni"ye aşılanan ne kadar "aşınmış" değer varsa, önce onların güçlenmesi sağlanacak, bunlar güçlendikçe, yeni ile



HANGİ TARİHLE BARIŞILACAK



birlikte "barış" içinde yaşama giderek "rekabet"e dönüşecek, bir süre sonra da yeni ile birlikte yaşama artık olanaksız hale gelecektir. Bu aşamada, bu barışmacı "tarih felsefesi" şampiyonları, hep birlikte, aşılandıkları yeni sistemi "değiştirme"yi deneyeceklerdir. Böylece, "barış" ve "uzlaşma" söylemi ile sisteme sokulan bütün "çağdışı" anlayış ve görüşler, bir kez bu şekilde "güvence" altına alınmış bir konum kazandıktan sonra, artık bundan böyle, "sisteme saldırı aracı" haline gelmeleri zor olmayacaktır. Ülkemizde, bu taktiğin "adım adım" uygulamaya konulduğu bir dönemin hâla belleklerimizde kalan izleri, oynanan oyunun bu olduğunu ileri sürmedeki haklılık payının dayanağı olarak değerlendirilebilir. Ancak, "Sevr'e prim veren" kimi ikinci cumhuriyetçinin, tarikatları "kutsayıp" bundan siyasal "yarar" uman kimi politikacının,



295 Türk toplumunu yeniden "kapalı" ve "ortaçağ tipi" "teokratik" toplum olmaya zorlayanların, "ümmet"i görmekten, bir türlü "millet" ve "milli devlet" olmanın ayırdına varamayanların bu söyleme dört elle sarılmaları anlaşılabilir bir durumdur. Ne var ki kimi sanat, kültür ve bilim insanımızın, "tarihle barışma" savının "fikir mimarisi"nde, "Gotik yapıya kondurulan Barok bir kule" gibi duran "çarpıklığı" gözden kaçırıp onu "hay-ranlık"la izlemesi anlaşılır gibi değildir. Öyle görünüyor ki, bu noktada bizi aydınlatacak olan, gene "aydınlanmacı tarih" anlayışıdır. Çünkü, tarihin "anlam" ve "amacı"nın, insan aklının "işlevi" ile eşgüdümlü olduğunu ondan öğreniyoruz. Akıl "aydınlık”sa, "tarih" de aydınlıktır. Akıl "bağnaz" ve "karanlık" ise "tarih" de "karanlık" ve "puslu"dur. Ve "tarih"in karşıt terimleri uzlaştırılamayan tek "antinomi"si, "aydınlığın" ve "karanlığın" antinomisidir.



LAİKLİĞİN SİMGESİ



1



Yargıtay Başkanvekili Şirin'in "Devrini kapattık" dediği Atatürk döneminin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'a, Cumhurbaşkanı Sezer sahip çıktı. Sezer, "Türk aydınlanmasının simgesi Mahmut Esat, laik yaşam ve yönetim biçimini en güzel biçimde yansıttı" dedi. Ne Demişti Osman Şirin 79 Yıllık Hükümranlık Sona Erdi YARGITAY Birinci Başkanvekili ve Ceza Genel Kurulu Başkanı Osman Şirin, 10 Şubat günü Yeni Türk Ceza Yasası'nın Genel Hükümleri ve Yansımaları Paneli'nde yaptığı konuşmada, şunları söylemişti: "Geçmiş dönemini sonlandırıyoruz ve yeni bir dönemi açıyoruz. 1926 başlayan ve dönemine bir hukukçu olarak adını vermiş bulunan Mahmut Esat Bozkurt, bütün saygınlığıyla 79 yıl boyunca hükümranlığını sürdürdü bu ülkede. (Eski TCK'nın yürürlükte kaldığı dönem) Şimdi yeni bir dönem, uygar dünyaya açılım adı altında başlıyor. Tam 50 gün sonra 1 Nisan'da (Yeni TCK'nın yürürlüğe gireceği tarih) yeni bir ışık yakılacak." 1



1



Hürriyet Gazetesi, 18 Şubat 2005.



CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer, Medeni Yasa'nın kabul edilişinin yıldönümü dolayısıyla dün yayımladığı mesajda, Yargıtay Birinci Başkanvekili Osman Şirin'in, Türkiye'nin ilk adalet bakanlarından "Anadolu Türk devriminin meşalesi" diye anılan Mahmut Esat Bozkurt döneminin kapandığı sözlerine sert yanıt verdi. Sezer, Bozkurt'un o dönemde yazdığı Medeni Yasa'nın kabul edilmesinin "Türk aydınlanmasının simgelerinden" olduğunu ifade etti. IŞIK TUTUYOR İki sayfalık mesajında, Bozkurt'un yazdığı Medeni Yasa'nın genel gerekçesinde laik hukuk sisteminin zorunluluğunun, günümüze de ışık tutacak biçimde anlatıldığım vurgulayan Sezer, mesajına bu bölümden alıntı yaptı. Sezer, "Yeni Medeni Yasa'ya da özetlenerek konulan bu gerekçe, Yüce Atatürk'ün ulusu için öngördüğü laik yaşam ve yönetim biçimini en güzel biçimde yansıtmaktadır" dedi. Sezer, Şirin'in "Laikliği artık devletin değil halkın koruması gerektiği" şeklinde gerekçe yazdığı Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun son kararına da şu sözlerle dokundurdu: TARTIŞILAMAZ "Atatürk devrimleri, onun ilkeleriyle bir-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



298 likte, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin ayakta kalmasını, gelişmesini, güçlenmesini sağlayan en önemli yapı taşlarıdır. Bugün daha çok özgürlük istenebiliyorsa, cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle örtüşmeyen açılımlar tartışılabiliyorsa, bunun Atatürk devrimlerinin sağladığı özgürlükçü ortam sayesinde yapılabildiği unutulmamalıdır. Bu nedenle, Atatürk ilke ve devrimlerinin her türlü tartışmanın üzerinde olduğu kuşkusuzdur."



“LAİKLİK ZORUNLULUKTUR” 2 Uygarlığın ayırt edici Özelliği Medeni Yasanın kabul edilişinin 79. yıldönümü nedeniyle mesaj yayımlayan Cumhurbaşkanı Sezer, "Atatürk devrimleri, onun ilkeleriyle birlikte, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin ayakta kalmasını, güçlenmesini sağlayan en önemli yapıtaşlarıdır" dedi. Bozkurt'un gerekçesinde yer alan, "Dinlerin yalnızca bir vicdan işi olarak kalması, günümüz uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden biridir" ifadelerini anımsatan Sezer, Medeni Yasa'nın Türk aydınlanma hareketinin en önemli aşamalarından biri olduğuna işaret etti. AÜ Senatosu: Şirin yargıyı zedeliyor Ankara Üniversitesi 2



Cumhuriyet Gazetesi, 18 Şubat 2005.



Senatosu tarafından alınan kararda, Osman Şirin'in kamuoyuna yansıyan sözlerinin üzüntüyle karşılandığı vurgulandı. Açıklamada, AÜ bünyesindeki cumhuriyetin ilk hukuk fakültesinin kurucusu ve ilk öğretim üyelerinden olan Mahmut Esat Bozkurt'un "Mustafa Kemal Atatürk'ün çizdiği yolda Türk hukuk devriminin öncülüğünü yaptığı" ifade edildi. Senato kararında, Şirin'in sözlerinin yargının siyasi konularda tavır alması anlamına geleceği belirtilerek "Sayın Şirin'in kapandığına işaret ettiği dönem, bağımsız laik Türkiye Cumhuriyeti dönemidir" denildi. Düzeni korumaya kararlıyız Avrupa-ADD Genel Başkanı Atılgan, Yargıtay'ın aldığı kararın laik devlet açısından olağanüstü bir tehlike oluşturduğuna dikkat çekerek "Osman Şirin'in sözlerinin iyi analiz edilmesi gerekir. Demek ki, karşıdevrim konusunda ucu bazı Yargıtay üyelerine kadar bile uzanan bir yol katedilmiştir" dedi. Kadın Araştırmaları Derneği Başkanı Prof. Arat, '"Bozkurt dönemi bitmiştir' diyenleri ve bu yaklaşımı alkışlayanları kınıyoruz" görüşünü dile getirdi. ÇYDD Genel Merkezi de laik düzenin karşı devrimciler tarafından yıpratılmasına yurtsever Türk halkının asla izin vermeyeceği vurgulandı. Sezer: Mahmut Esat Bozkurt’un yazdığı Medeni Yasa’nın gerekçesi, günümüzde hâlâ ışık tutuyor.



GAZETE HABERLERİ



Köşk’ten Şirin’e laiklik mesajı Medeni Yasa'nın kabul edilişinin 79. yıldönümü nedeniyle mesaj yayımlayan Cumhurbaşkanı Sezer, "Atatürk devrimleri, onun ilkeleriyle birlikte, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti nin ayakta kalmasını, gelişmesini, güçlenmesini sağlayan en önemli yapı taşlarıdır" dedi. ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Ceza Genel Kurulu'nun eleştirilere neden olan "laiklik" kararının yazımında etkin rol üstlenen ve "Mahmut Esat Bozkurt dönemi kapanmıştır" şeklinde açıklamalarda bulunan Yargıtay Başkanvekili Osman Şirin'e ad vermeden tepki gösterdi. Mahmut Esat Bozkurt'un yazdığı Medeni Yasa'nın gerek-çelerinin günümüze ışık tuttuğuna işaret eden Cumhurbaşkanı Sezer, "Atatürk ilke ve devrimlerinin her türlü tartışmanın üzerinde olduğunu" vurguladı. Sezer, Medeni Yasa'nın kabul edilişinin 79. yıldönümü nedeniyle mesaj yayımladı. Sezer, mesajında ad vermeden Osman Şirin'in Mahmut Esat Bozkurt'a ilişkin sözlerine atıfta bulundu. Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un yazdığı Medeni Yasa'nın genel gerekçesinde, laik hukuk sisteminin zorun-uluğunun günümüze de ışık tutacak biçimde anlatıldı-



299 ğını kaydeden Sezer, metinden de alıntılar yaptı. Bozkurt'un gerekçesinde yer alan, "Dinlerin yalnızca bir vicdan işi olarak kalması, günümüz uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden biridir" iradelerini anımsatan Sezer, Medeni Yasa'nın Türk aydınlanma hareketinin ve laik hukuk sistemine geçişin en önemli aşamalarından biri olduğuna işaret etti. Medeni Yasa'nın, Türk kadınının yaşamındaki yerine işaret eden Sezer, "Türk kadınının ekonomik, toplumsal, siyasal alanlarda, esirgenen haklarına kavuşturulmasının temel belgesidir" dedi. Sezer, mesajında laikliğin önemine dikkat çekerek şunları söyledi: "Atatürk devrimleri, onun ilkeleriyle birlikte, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin ayakta kalmasını, gelişmesini, güçlenmesini sağlayan en önemli yapı taşlarıdır. Bugün daha çok özgürlük istenebiliyorsa, Cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle örtüşen açılımlar tartışılabiliyorsa, bunun Atatürk devrimlerinin sağladığı özgürlükçü ortam sayesinde yapılabildiği unutulmamalıdır." Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da yayımladığı mesajda; Medeni Yasa'da din, dil ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın eşitlik ilkesinin temel alındığını vurguladı.



SÖKE BÖLGESİNDE KUVÂ-YI MİLLİYE



1



Mehmet AKZAMBAK Söke, Rum nüfusunun fazlalığı ile dikkati çeken ve hemen yakında Sisam adasının bulunması sebebiyle burada kayıklarla dahi gelinerek her an bu adadan gelen Rum eşkiyalarının baskınına uğrayabilecek bir konumda idi. Nitekim, bu ada Rumları yerli Rumlarla da birleşerek sık sık Söke köylerine taarruz ediyorlar, pek çok cinayet ve gasp olayları yaratıyorlardı. Söke, 17 Mayıs 1919 tarihinde Kuşadası'ndan gelen 200 kişilik bir İtalyan müfrezesi tarafından işgal edildi. İtalyanlar Rumların cinayet ve soygunlarına seyirci kalıyorlardı. 57. Tümen komutanı 16 Haziran 1919 günü Kurmay Başkanı, Kurmay Yüzbaşı Selahattin'i Söke'ye göndererek durumu tetkik edip Milli Hey'et ve Kuvâ-yı Milliye kurma girişiminde bulunmasını emretti. Yübaşı Selahattin, Söke'ye gittikten üç gün sonra verdiği raporda " Şimdilik 150 kişilik bir milli müfreze kurabildiğini ve bunun sevk ve idaresini 1



1



“Atatürk’ün Devrimci Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt”, Mehmet Akzambak, Kastaş Yayınevi, 1. Baskı, Ağustos, 2005.



Binbaşı Saip'e verdiğini ancak elde 50 silah bulunduğundan daha 100 silâha ihtiyaç bulunduğunu " bildirdi. Tümen Komutanı bu talebi karşılayabilmek için kabiliyetini ve başarısını iyi bildiği Milas Jandarma Komutanı Yüzbaşı Rifat'a emir vererek Milas deposundan 400 tüfek ve yeterli cephane getirtti. Bu girişimler kısa zamanda sonuç verdi ve Söke Hey'eti Milliyesi kurularak faaliyete geçti. Teşkil edilen Kuvâ-yı Milliyenin başına Giritli Cafer Ağa (Sökeli Caferaki) getirildi.



MİLLİ KUVVETLERDE MAHMUT ESAT Keza Söke'de Mahmut Esat Bozkurt'un milli kuvvetlerin oluşturulmasında ve faaliyetlerinde büyük emekleri geçmiştir. Bölgede o günlerde yaşamış şahıslardan Ahmet Kocaoğlu ile yapılan mülakattan: " Kuvâ-yı Milliyede idik. Evvelâ çete idik ve yer altı teşkilatında idik. Yer altı teşkilâtı Kız Mektebi denilen yerde faaliyet gösteriyordu. Burada Mahmut Esat (Bozkurt) , Feride Hanım Nurul-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



302 lah Bey ve bizler " Çalıkuşu " parolası ile hizmet ediyorduk" İsviçre'de talebe iken Cenevre'deki Başkonsolosumuz ondan belki de bu sebeple şikayet etmiştir. Çünkü o uslu, miskin bir talebe değildir, ihtilâlcidir. Nitekim Milli Savaş başlayınca arkadaşı Başvekil Saraçoğlu ile beraber bu uğurda çalışmak üzere hemen yola çıkmıştır. Venizelos, Mahmut Esat ile Saraçoğlu'nun milli Savaşta çalışmak üzere dönmekte olduklarından korku duymuş, bunun önüne geçilmesini telgrafla Roma'ya bildirmiştir. Venizelos'un bu talebine rağmen iki ateşli ve kararlı İzmirli memlekete dönmüşler Kurtuluş Savaşında rol almışlardır.



BATI CEPHESİ NASIL KURULDU Toplumsal yapısını incelediğimiz ulusun şahlandırılması kolay olmadı. Batı Cephesi de asker kuvvetlerinin azlığından ve hükümetçe kullanılmamasından kolay tutulmadı. Bu bakımlardan İzmir'in Hasan Tahsin'inden Mustafa Kemal'e değin bir çok yurtseverin bu çabada payı oldu. Şimdi, Mustafa Kemal'den biraz ayrılarak bu çabaları izleyelim. 1- Batı'da üç Albay- Bir General Yunan işgaline.karşı dayatı gösteren birçok komutan, subay, yurttaş arasında General. Ali Fuat ile üç albayın hizmeti yersel olmaktan çıkarak



bölgesel bir kaplama vardı. Bunların çabalarını istenildiğince büyük başarıya ulaştırmayan etmenler şunlar oldu. Abdürrahim Hanoğlu öğütleme kurulunun yatıştırıcı telkinleri; işgal üzerine İzmir'den kaçan halkın " ateş edilmeseydi kan dökülmeyecekti " yolunda çıkardığı yaygara, azınlığının belirli yayıntısı (şayia) , aralarında azınlıktan olanların da yer aldığı birçok devlet görevlisinin eksin ve haince davranışları. Bunların getirdiği yılgın bir ortam.[İçinde 1 Rum 1 Ermeni bulunan Hanoğlu Abdürrahim öğütleme kurulu işgalden bir süre önce bölgede dolaşmış, başımızda dünya hakanı olduğunu söyleyerek halkı rahatça işiyle uğraşmaya teşvik etmişti. Damat Ferit Başbakan olunca bir çok Hıristiyan göreve atanmıştı] Bu yayıntıya kısa zamanda başkaları da eklendi: " İşgal geçicidir." " Dikili ağacı bulunmayan subayların sözlerine kulak asmayın! ", Hakan, Yunanlılarla savaş istemiyor." Şimdi bu yurtseverlerin, yukarıda sayılan koşullar altında harcadıkları çabaları görelim. Albay Şefik (Aker) : Çanakkale savaşmalarında değerli hizmetlerde bulunan bu subay izmir'in işgali sırasında 57. Tümen Komutanı olarak Aydın'da bulunuyordu. Akıbetini gördüğümüz 17. Kolordunun toparlanması ve yöne-



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



tilmesi ona düşmekte idi. Daha erken ve daha atılgan davranış göstermiş olsaydı, ulusal savaşta Albay Kâzım (Özalp) gibi birinci sırada bir komutan düzeyine yükselebilirdi. Kurmay olmayışı bir engel olmazdı. O' nu, daha alçak gönüllüce hizmetlerle yetinir, görürüz. Nisan 1919'da tümeni bölgesinin güney kesimlerine yapılacak İtalyan çıkarmalarına karşı etkin davranmamasının buyrulmuş olması, İzmir işgali üzerine yönerge almamış almamış bulunması, olumsuz davranışlı bir çevre olan Aydın gibi bir yerde bulunması gibi etmenlerin, verdiği kararlara etki yaptığı kabul edilebilir. Albay Şefik isabetli bir görüşünü 23 Mayıs 1919'da Savaş işleri Bakanlığına verdiği raporda şöyle bir sonuçla bitiriyordu: " Durumu ıslah için ulusal kuvvet örgütleri meydana getirmek en iyi tedbir olacaktır." Genelkurmay Başkanı General Cevat (Çobanlı) raporun altına " son fıkra çok önemlidir. ivedilik gerekir " diye olumlu yorumunu koyarak, 24 Mayıs 1919'da Albay Şefik'e şöyle karşılık vermişti: "...yersel hallere göre yapılması gereken işleri siz daha iyi değerlendirirsiniz..." Böyle bir destek ve Albay Bekir Sami (Günsav) nin 17nci Kolordu komutanlığına vekil olarak gelmesiyle ölçülü bir etkinlik göstererek Aydın ve Muğla bölgesinde ulusal kuv-



303



vetler kurulmasında önemli rol oynamış; bu arada Yörük Ali Efe ve Kıllıoğlu Hüseyin Efe müfrezelerinin kurulmasını sağlamıştır. Demirci Mehmet Efenin ortaya çıkmasıyla, onun yanında hizmet almak alçak gönüllülüğünü göstermiş ve bu müfrezenin yola getirilmesine değin onunla çalışmıştır. Albay Bekir Sami (Günsav) : İşgalden sonraki Yeni Savaş İşleri Bakanı General Şevket Turgut'un güvenip, 17nci Kolordu'ya vekil olarak 56ncı Tümen komutanlığına gönderdiği bu Albay 21 Mayıs 1919'da Bandırma'ya çıkar. Marmara Denizi ile Büyük Menderes ırmağı arasını trenle ve at üstünde dolaşır. Çerkez Ethem'in ağabeysi Reşit'i kuvvet kurmaya teşvik eder. 24 Mayıs 1919'da Akhisar' dadır. Burada ileri gelenleri davasına çelemez. Salihli'ye geçer. Başarı yarıdır.. Buyru subayı Yüzbaşı Rasim (Tuğgeneral Aktuğ) i, Ödemiş, Nazilli, ve Aydın'a gönderir, " Yiğit Ordusu" adıyla Ödemiş Ulusal Kuvvet Müfrezesinin kurulmasında etmen olur. Albay Kâzım (Özalp) : Öteki ikisine göre adı daha çok parlayacak olan Keşan'daki Tümen Komutanı Kurmay Albay Kâzım, işgal öncesinde İzmir'de izinli bulunuyordu. 14 Mayıs 1919 da ziyaret ettiği kolordu komutanı Ali Nadir 'den askerle bir dayatı yapılmayacağını öğrenince, gece mitinge katılarak 15 Mayıs'da bir yük tireniyle Balıkesir'e gitti. Kimi uyarmalarda bulunduktan son-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



304 ra İstanbul'a uzandı. Genelkurmay Başkanı General Cevat'ı görüp Yunanlılarla savaşma azminde olduğunu anlattı. Ege'deki durum üzerinde bir de rapor vererek kendisinin Albay Muhittin'in yerine Bandırma, Balıkesir bölgesindeki 61 inci Tümen komutanlığına atanılmasını sağladı. Batı Cephesinin kurulması için çalışan ve ulusal kuvvetlerde hizmetleri ön sırada geçenler yalnız bu üç albay değildi. Urla'da173 A.K. Yb Kâzım Ayvalık'ta 172nci Alay k. Vekili Yarbay Ali (Çetinkaya) Albay Şefik (Aker) in 175 inci Alay komutanlığına getirdiği Binbaşı Hacı Şükrü (ince)



Ödemiş'te



J.Yüzbaşısı (Özerk)



Refik Tahir



Şevket Fethi



Denizli Sancak Beyi Faik (Öztrak) , Buranın Askerlik Dairesi Başkanı Albay Tevfik, Alaşehir Kaymakamı Bezmi Nusret (Kaygısız) ve bu ilçeden Yüzbaşı Cemil, Binbaşı Muhtar, Üsteğmen Tahsin, Binbaşı Süleyman. Balıkesir'de Yüzbaşı Kemal. Balıkesir J. Ve kara kuvvetinden bir çok subay ve görevli vardı. Yörük Ali, Kıllıoğlu Hüseyin, Demirci Mehmet Efeler ve Ç.Ethem, Galip Hoca (C.Bayar) ,



Vasıf (Çınar) Balıkesir Milli Eğitim Müdürü Sabri buranın belediye başkanı, Avrupa'daki öğrenimlerini yarıda bırakarak ve böylece geleceklerini hor görerek ulusal savaşa katılan Mahmut Esat (Bozkurt) , Şükrü (Saraçoğlu....ve daha niceleri vardı.



KONGRELER DÖNEMİ 6.Sivas Kongresi Sırasında Cepheler ........ Savaşların güdümünde Kuzeyde Albay Kâzım (Özalp) , ortada Gediz kesiminde Çerkez Ethem, Güneyde Büyük Menderes kesiminde * Albay ŞefikDemirci Mehmet Efe * ikilisi egemen durumda idiler. Ulusal Kuvvet komutanları baskıcı, bencil davranışlara başlamışlardı, Örneğin kuruntulu bir yaradılışta olan Demirci Mehmet Efe, halka yaptığı baskılar dışında aydın gençleri, hatta Avrupa'daki eğitimlerini bırakarak yurt savunmasına koşmuş olan gençleri sıkıştırıyordu. Aralarında Mahmut Esat (Bozkurt), Şükrü (Saraçoğlu) , Galip Hoca diye anılan Celal (Bayar) da vardı. İttihat'a düşmanlığı onu bir çok savaşçı genci tutuklamaya götürmüştü. Aydın Türkler tarafından zapt edilince, milli kuvvetlere mensup erlerin bir kısmı köylerine gittiklerinden, şehirde



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



1.000 kişilik bir kuvvet kalmıştı. 3 Temmuz 1919 günü, bir Yunanlı Tugayı Tire'den, bir alay da Germencik'ten Aydın istikametine ilerledi. Önemli bir direnme olmadan şehir işgal edildi. Birkaç yüz kişiden ibaret olan 57.Tümen birliği Çine'ye, Yörük Ali Efe Kuvveti de Aydın Batısına çekildi. Davas'dan gönderilen 400 kişilik kuvvet, Nazilli'de Yörük Ali kuvvetine katıldı. 6 Temmuzda da Demirci Mehmet Efe, kızanları ile Nazilli'ye geldi. Denizli Müdafaai Hukuk Cemiyeti on doğumu silah altına çağırdı. Bunlar Denizli'ye geldikçe, Müftü Efendi tarafından dini törenle uğurlanarak, Nazilli'ye gönderiliyorlardı. Çal Müftüsü Ahmet izzet Efendi de bu yolda gayret gösteriyordu. Diğer yerlerde de subaylar ve efeler müfrezeler kurmakta idiler. Böylece Aydın bölgesinde toplanan kuvvetler, şehri sarmaya başladılar. Tire karşısında Ali Efe, Onun güneyinde Durmuş Ali Efe vardı. Daha kuzeyde (Ödemiş doğusu) 4 milli müfreze vardı. Bunlar, sonra Jandarma Yüzbaşısı Zekai Bey emrinde bir grup teşkil ettiler. Söke'de milli kuvvetleri takviyeli bir bölük, Kuşadası'nda Mahmut Esat Bey'in müfrezesi vardı. Yunanistan'ın Ege bölgesini işgale başlaması ile birlikte, M.Esat, Saraçoğlu Şükrü ve Kazım Nuri ile beraber ülkeye dönerek direniş hareketi içinde yer aldılar M.Esat, derhal De-



305



mirci Mehmet Efe'nin karargâhı olan Nazilli'ye giderek, içinde bulunulan durumu inceledi. Bunun sonucunda M .Esat, işgallere karşı Temmuz 1919'da oluşturulan cephenin Kuşadası bölümünde 120 kişilik " milli müfrezenin başına geçti. Mahmut Esat Bozkurt, İstiklal Savaşındaki hizmetlerinden dolayı Kendisine Milis Yüzbaşılık rütbesi tevcih edilmiş olmakla .................., Rütbesinin binbaşı olmak lazım geldiğini ifade ile yaptığı düzeltme talebi. Yasa uyarınca 600 kişiye kumanda edenlere binbaşı rütbesinin verilmesi olanaklı bulunduğundan, Mahmut Esat Bozkurt'un müfrezesinin 250 425 mevcuttan ibaret bulunması nedeniyle kendisine Milis Yüzbaşılık rütbesi verilmesinde bir yanlışlık bulunmadığı sonucuna varılmıştır. M. Esat'ın Kuvayı Milliye hareketindeki görevini bir yıl kadar devam ettirdiğini düşünmekteyiz. Kendisinin Kuvayı Milliye dönemindeki eylemleri hakkında ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. M.Esat, 23 Nisan 1920 tarihinde açılan BMM'ye milletvekili seçilmesini takip eden ayalarda, Meclis'e katılarak milletvekilliğine başladı. İzmir'e çıkan Yunanlılar bir yandan Manisa, diğer yandan Aydın, Ödemiş üzerine yürüyorlardı. Önlerine geleni yakıp yıkarak, kaçıp vurarak ilerliyorlardı.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



306 Yunanlılar İzmir'i işgalden sonra bir kolları cenuptan Nazilliye, kadar uzanmış bulunuyordu. Buradan atıldılar ve Aydın'a çekildiler Bu sırada 57.Tümenimiz Çine de bulunuyordu. Komutanı Albay Şefik idi. Bu zatın vatan ve millet sever hizmetlerini burada şükranla anmayı kendime borç biliyorum. Aydın havalisindeki ilk ayaklanmanın ruhunu bu adam temsil ediyordu. Arkadaşları; Üsteğmen Zekai -Şimdi emekli binbaşı Yüzbaşı Faik emekli Kaymakam Binbaşı Emekli Albay



-



Şimdi



Hakkı-



Şimdi



Yüzbaşı Nuri- Şimdi Albay Denizli Başkomiseri rahmetli Hamdi, Halkı ayaklandırmak, silahlandırmak ve düşmana karşı yürütmek için büyük bir gayretle çalıştılar.



MAHMUT ESATIN **DOKTORA TEZİ Mahmut Esat..... 1908 yılında İstanbul Üniversitesi (Darülfünun) Hukuk Fakültesine girdi. 1912 yılında Hukuk Fakültesini bitirdi. Dayısı Übeydullah efendi'nin yardımıyla İsviçre'ye giderek Fribourg Üniversitesinde Hukuk alanında tekrar lisans eğitimi aldı ve doktora yaptı.



Mahmut Esat'ın doktora tezi, " Du Regimes des Capitulations Ottomanes " (Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi başlığını taşıyordu. Osmanlı imparatorluğu'nun yüzyıllarca başına dert olan ve Birinci Dünya Savaşının başlangıcında kaldırmaya giriştiği---bunun sonucunda Avrupa devletlerinden büyük tepki gördükleri— kapitülasyonlara ilişkin Birinci Dünya Savaşı devam ederken bir Avrupa Üniversitesinde Kapitülasyonların kaldırılması hakkına Osmanlı imparatorluğunun tek yanlı olarak sahip olduğunu M.Esat bilimsel bir tezle kabul ettirdi. Böylece ittihatçıların tek yanlı olarak kaldırmaya giriştikleri ve müttefik olduğu Almanya'dan bile tepki gördüğü kararlarının, İttihatçılığa en azından sempati duyduğu anlaşılan M.Esat tarafından bir Avrupa Üniversitesinde kabul ettirilmesi anlamlıdır. Birinci Dünya Savaşının yenilgiyle sonuçlanması üzerine, kapitülasyonların yeniden yürürlüğe girmesi gündeme geldi. Kurtuluş Savaşından sonra, Lozan Barış görüşmelerinde Batılı devletlerin en çok karşı çıktıkları, en yoğun tartışmaların yaşandığı konulardan biri de Kapitülasyonlardır. Mahmut Esat, Doktora tezinin son bölümünde Kapitülasyonlara ilişkin şu sonuca varmıştır.



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



"Kapitülasyonlar ister tek taraflım ister karşılıklı anlaşma sayılsın, taraflardan birinin hayati menfaatlerine aykırı düşerse veya tabi oldukları şartlar değişirse tek taraflı olarak ilga edilebilirler. M.Esat'ın Osmanlı kapitülasyonlarına ilişkin tezi, 1919 yılında Fribourg Üniversitesi Hukuk Fakültesinde savunuldu ve kabul edildi. İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edilmesinden hemen sonra Fribourg Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığından "Du Regime des Capitulations Ottomanes" başlıklı doktora tezinin "cum laude " derecesiyle kabul edildiğine ilişkin bir belge alarak, ülkesine döndü. Atatürk'ün Özel Kütüphanesinde Mahmut Esat'ın Armağanı 3929 yazar adları dizini [Bozkurt].Mahmut Esat [1892-1942] Du regime des capitulations Ottomanes leur caractere juridique d'apres l'histoire et les textes. Stamboul 1928 Soc. Anon. De Papeterie et d'lmprimerie Fratelli Haim. 133. S.+ 1 y.8° 956.0724. 327.56 3930 yazar adları dizini [Bozkurt], Mahmut Esat [1892- -1942] : Du regime des capitulations Ottomanes leur carac-



307



tere juridique dapres l'histoire et les textes. Stamboul 1928 Soc.Anon. de Papeterie et d'lmprimerie Fratelli Haim. 133 S.+ y.8° Not: Yazarın imzalı armağanıdır. 956.724. 327.56 3931 Yazar adları dizini [ Bozkurt ], Mahmut Esat [1892—1942]: Du regime des ca-pitulations Ottomanes leur caractere juridique d'apres l'histoire et les textes. Stamboul 1928 Soc. Anon de Papeterie et d'lmprimerie Fratelli Haim. 133.S.+1 y.8° Not: 11 sayfa işaretlidir.Yazarın imzalı armağanıdır 956.0724, 327.36



MAHMUT ESAT'IN RUHUNDA VE KARAKTERİNDEKİ DERİN İZLER Mahmut Esat çağdaşları bütün Türk gençleri gibi millici ve yurtseverdi..Terbiye, tahsili, görenek, gelenek onun bu duygularını artırmış, kuvvetlendirmiş olabilir. Fakat O, ilk millicilik ve yurtseverlik dersini daha çocukken dedesinin ve ninesinin hasretli ve hararetli göz yaşları ile anlattıkları kaybedilmiş vatan hikayelerinden aldığını söylerdi. Öyledir. Vatanını kaybedenler ana yurtlarının hasret ve hicranını bir türlü unutamazlar.



308 Mahmut Esat'ın ruhunda ve karakterinde en derin izleri istiklâl,. kendi tabiri ile " milli ihtilâl" savaşları bırakmıştır. Sarayın korkaklığı veya hainliği yüzünden Türk Vatanı Mütarekeden sonra istilâya başlanıldığı vakit, Mahmut Esat isviçre'de tahsilde idi. Bu felâketli haber üzerine Mahmut Esat, arkadaşları Ödemiş'li Saraçoğlu Şükrü ve Aydın'lı Kâzım Nuri ile derhal memlekete döndüler. Ve silahlanarak dağdaki Efelerle birlikte düşmanla çarpışmağa başladılar. Mahmut, Milli mücadeleye düşman husumeti kadar, istibdat ve irtica nefreti ile girmişti.. Ve ölünceye kadar bu husumet ve nefreti fikrinde ve gönlünde yaşattı. Düşmanla çarpışma, Mahmut Esat'ın ruhuna huşunet, irtica ve ihanetle uğraşma kalbine vesvese verdi. Onun felsefesinde, cehalet ve ihanete dayanan istibdat bu memleket ve millete bütün düşmanlardan daha çok kötülük yapmış ve zarar vermişti. Memleket ve milleti ancak, millicilik, medenicilik kurtarabilirdi. Bu ihtiraz ve endişe Mahmut Esat'ın yaşayışında, düşünüşünde, münasebetlerinde, işlerinde ve eserlerinde daima izlerini gösterirdi. 1916 Cihan Harbinin en alevli günleriydi İsviçre'nin her baçlıca şehrinde adetleri yüzlere varan Türk Talebelerinden



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



çoğu, sıraları geldikçe askeri hizmetlerinin başına gitmek için birer birer üniversitelerden ayrılıp memlekete dönmüşlerdi. Lozan'daki koloni de onbeş gence kadar inmişti. Zaten Cenevre Başkonsolosluğu'na çağrılarak muayeneleri yapılan bu bir avuç genç de avdet emrini bekliyordu. Bir müddet sonra emir geldi : fakat hiç beklenmedik yolda idi: O vakte kadar sırası gelmeyerek yüksek tahsile koyulmuş bu gençlerin askeri hizmetleri, memleketin artık hissedilmeye başlanılan acı " aydın " kayıplarını mümkün olduğu kadar karşılamak için -Mebusan Meclisi'nin kabul eylediği bir kanun ile- harp sonuna bırakılmıştı. Kurtuluş mücadelesini takip eden mutlu günlerin birinde çoktan beri sağlık haberinden mahrum kaldığımız bir Ağabey ansızın çıkagelmişti. Halife Hükümetinden düşmana mukavemet edilmemesi emrini aldığı anda üniformasını bir "milli kuvvet" kisvesiyle değiştirerek yanındaki bir avuç yiğitiyle müstevlilere ateş açmakta tereddüt etmeyen ve Aydın Milli Cephesinin kurucularından biri olarak sonuna kadar çalıştıktan sonra şimdi şerefi iade olunan üniforması içinde birkaç sene evvel Allah'ın rahmetine kavuşan bu kahraman subay, etrafını çeviren aile halkına, o unutulmaz günlerin menkıbelerini anlatıyordu. Birden hatırına bir şey gelmiş gibi bana döndü :



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



Orada dedi, senin gibi isviçre'de tahsil etmiş iki genç tanıdım; ateş gibi çocuklardı doğrusu, herkes gibi canlarını esirgemiyorlardı... Zaten kim esirgiyordu ki .. Ama bunlar zekalarıyla da davaya çok hizmet ettiler... Belki tanırsın dedi: Biri Mahmut Esat biri de Şükrü. Mahmut Dediği Lozandaki arkadaşlardan Mahmut Esat Bozkurt, Şükrü dediği de Cenevre'deki Türk Talebesi arasında tanıdığım şimdiki Başvekilimiz Sayın Şükrü Saraçoğlu idi.



MAHMUT ESAT'IN MİLLETVEKİLLİĞİ "BMM'nin 15 Mayıs 1920 tarihindeki oturumunda, Tetkiki Mezabıt Encümeni'nin mazbatası ele alındı. Söz konusu mazbata " izmir Mebusu Mahmut Esat, Reşit, Enver ve Doktor Mustafa Beyler'le Hacı Süleyman Efendi'nin intihap mazbatalarına dair Tetkiki Mezabıt Encümeni Mazbatası " idi. Mazbata'da " Ahvali hazıra dolayısıyla İzmir Livası namına Kuş adasından intihap edilen zevatın kabulü karargir olarak Heyeti Umumiye'ye" sunulması görüşü yer almaktaydı. Encümenin mazbatası, BMM genel kurulunda kabul edildi. M.Esat ve diğer İzmir milletvekillerinin, milletvekil-



309



liklerinin BMM'de onaylanmasından sonra, M.Esat'ın meclise hemen katılmadığını görmekteyiz. Mahmut Esat Milli Mücadelede Kuşadası Kuva'yı Milliye cephesinin silâhlı gücünde savaşçı idi. Esasen o zaman, milletvekili seçilmek cepheden geri gelmek için sebeb değildi. Ankara'da üyelik devam eder, cephede muharebeye devam edilirdi. Bir çok ordu ve cephe komutanı aynı zamanda meclisin üyesi idiler. Fakat cepheden geri gelmezlerdi. Yahut ta acele ve mühim işlerde Ankara'ya gelir ve tekrar askeri görevlerinin başına dönerlerdi. Bir kısım asker olmayan zevatın durumu böyle idi.



MAHMUT ESAT İLK KEZ MECLİS'TE Mahmut Esat'ı ilk defa olsa gerek 7 Haziran 1920 tarihli 7 numaralı kanun olan "16 Mart 1336 (1920) tarihinden itibaren İstanbul Hükümeti'nce aktedilen bilcümle mukavelât, uhudat ve sairenin keenlemyekûn addi hakkındaki kanun'un görüşülmesinde hazır bulunduğu anlaşılmaktadır. Kanun'un birinci maddesi " İstanbul'un işgali tarihi olan 16.Mart 1336 (1920) den itibaren Büyük Millet Meclisinin tasvibi haricinde, istanbul'ca aktedilmiş veya edilecek bilumum muahedat ve mukavelât ve ukudat ve mukarreratı resmiye ve verilmiş imtiyazat.ve



310 maadin ferağ ve intikalatı ve ruhsatnameleri ile mütarekeden sonra aktedilmiş bilcümle muahedatı hafiye ve doğrudan doğruya veya bilvasıta ecanibe verilmiş imtiyazat ve maadin ferağ ve intikaları ile ruhsatnameleri keenlemyekündür. Madde 2 -- İşbu maddei kanuniyenin icrasına Büyük Millet Meclisi Heyeti icraiyesi memurdur. Celâlettin Arif Bey (Erzurum) bu kanunun bir noktasına itiraz ediyordu. : "Ama pek iyi, bunlar meyanında Müslüman olan tebaa, Osmanlı Türkleri de var ki onlarınkini de demek fesh ediyorsunuz? Bendenizce, bu doğru değildir. Yalnız bir madenden bahsediliyor. Bunun için bütün hissedarların imtiyazatını feshetmek doğru değildir. Doğru bir esası olmaz. Hak ve adalet altına alınmış olur." "Müfit Efendi (Kırşehir) : Ahmet Anzavur'a da bir imtiyaz Verilmiş ise !. "Hacı Şükrü (Diyarbekir) : Ferit Paşa'da alınmıştır." Arif, MüsCelâlettin lümanlara ve Türklere verilmiş ve verilecek maden imtiyazlarının istisnasını istiyordu. Müfit Efendi ile Hacı Şükrü çok yerinde bir alayla mukabelede bulundular. Ve onu susturdular. Acaba o neden böyle istisna yapmak istiyordu?! Bu kanun lâyihasını teklif eden İstanbul hükümetinin salahiyetlerini yok ederek onu hukukan ıskat eder. İs-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



tisna ise istanbul Hükümetine az çok dargın idi. Bunda ısrara sebep ne idi?! Sebep açıktır. Celâlettin Bey, bu kanun önce istanbul'da bulunduğu sırada Lüleci Emin adında birinden Zonguldak'ta iki maden ocağı satın almış -almış mı yoksa bir muvazaa mı burası meçhuldür - ve ferağ muamelesini İstanbul Şûra-yı Devleti'ne de kabul ettirmiş, sonra İtalyan'lara satmış veya ortak olarak vermiş. Bugün milli hareket sırasında İtalyan'lar Zonguldak'a gelmişler, mesele meydana çıkmış: İtalyanlarsa geri çevrilmişler. Lafın kısası, Celâdettin Arifin tadil teklifi reddolundu. Kanun yukarıda kaydettiğimiz gibi kabul edildi. Ve o günden itibaren istanbul Hükümetlerinin salahiyetlerine hukuk bakımından da son verilmiş oldu. Mahmut Esat'ı, müzakeresine 18 Eylül 1920 tarihinde başlanan "Birinci Teşkilâtı Esasiye Kanunu üzerindeki tartışmalar", içinde buluyoruz.



BİRİNCİ TEŞKİLÂT-I ESASİYE KANUNU'NUN MÜZAKERESİNDE BAZI MÜNAKAŞALAR Bu ana kanundan önce "Mustafa Kemal" imzasıyla Meclis'e, Hükümet tarafından 31 maddelik bir program halinde gönderilmiştir. Kanuna ilişkin tezkerede şöyle deniyordu.



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



"Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyasetine heyet-i vekilenin siyasi içtimai, idari, askeri noktai nazarlarını telhis ve teşkilat-ı idaresi hakkındaki mukarreratını ihtiva eden programı Büyük Millet Meclisi'ne takdim ediyorum, işbu esasata istinaden tanzimi iktiza eden kanun lâyihalarının dahi derdest takdim olunduğu maruzdur. Büyük Millet Meclisi Reisi “Mustafa Kemal" Birinci Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun belli başlı hasmı rahmetli Celâlettin Arif olmuştu, ilk açıldığı günlerde, bu zat her türlü salahiyeti Meclis'te görüyordu. Nedense giderek onu en salahiyetli olması lâzım gelen kara günlerde bostan korkuluğu sanmaya başladı. Daha doğrusu sandırmak isteyecek kadar ileri gitti. Meselâ : Bir kanunun reye konulması sırasında Meclis'te ekseriyet olmadığını söyleyenlere karşı son Fransa Cumhurluğu'nun bir rey fazlasıyla kabul edildiği karşılığını vermişti: Yerli veya yersiz olan bu karşılığı veren bu zat Meclis'e her türlü salahiyeti tanıyordu. Sonraları fikrini değiştirdi. Ve Meclisin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nu yapamayacağını bağıra çağıra iddia etti. O ne turşu bu ne perhiz. Bu birbirini tutmayan sözleri Afyonkarahisar Mebusu Şükrü tarafından yüzüne vurulunca



311



gevelemiş, abuk sabuk cevaplar vermişti. Sonunda ikimiz arasında bir münakaşa cereyan etti. O- Kürsüden hitap ile: Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yapmak demek Kanunu Esasi'yi tadil etmek demektir. Bunun kendisi bazı usullere bağlıdır. Tadil edilen maddelerin Ayan Meclisi'nden geçmesi ve kabulüne sunulması lâzımdır. Sonra Padişahın tasdiki icap eder. Halbuki burada ne ayan var ne Padişah. Şu halde Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapamayız. Bu ise salahiyetimiz dışında kalır. Ben - Kürsüden cevap verdim. Dedim ki : Biz Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapmak salahiyetine malikiz. Hatta icabında Osmanlı Kanunu Esasisi'ni kaldırmak hakkına bile malikiz. Bu hak ve salahiyetimizin sebepleri şunlardır: a) Biz alelade bir mebuslar meclisi değiliz. Ne Osmanlı Kanunu Esasisi ve ne de Osmanlı İntihab-ı Mebusan Kanunu'na göre burada toplandık. Bir çeşit müessisler meclisiyiz Elimizdeki mazbatalar okunursa bu hal kolayca anlaşılır: Eldeki seçim Kanunu'na göre saylavları ikinci seçmenler seçer. Halbuki bizi, yalnız ikinci seçmenler seçti. Bununla beraber idare meclisi, belediye ve müdafaa-i hukuk azaları seçtiler. Mazbatalar bizde. Millet ve memleketin necatiyle ilgili her türlü geniş salahiyetlerin verilmiş olduğu da yazılıdır.



312 b) Şu hale göre milletin selâmeti bahis konusu olunca alamayacağımız bir karar, yapamayacağımız bir kanun yoktur: Bunları yaparsak değil, yapmazsak mesul oluruz. " Nasıl müessisler meclisiyiz? diyen bir ses yükseldi. Bu Celâlettin Arifti. " Bayağı... Anlattığım tarzda" karşılığını verdim. Rahmetli Hocam Celâlettin Arif düşünemiyor veya düşünmek istemiyordu, ki, Osmanlı Kanunu Esasi'si muteber olunca, biz Ankara'da toplanmak hakkına malik olamazdık. Çünkü bu Kanunu Esasi'ye göre biz ancak Padişahın davetiyle toplanabilirdik. Halbuki kendi kendimize padişaha inat intihap yapılmış ve o suretle Ankara'da toplanmıştık. Şu halde bu toplantı Kanunu Esasi'ye muhaliftir. Bundan başka, Mebuslar Meclisi başlı Ayan başına toplanamazdı. Meclisi'nin de toplu bulunması lâzımdı. Demek oluyor ki, ya Ankara Millet Meclisi vardır, yahut Kanunu Esasi! ikisi bir arada yürüyemezdi. Hocam ya bunları anlamıyor. Yahut anlamak istemiyordu. Hangisi doğru idi. Bunun cevabını ilerideki tarihlere bırakıyorum. Bütün bu düşüncelerden sonra bir soru karşısında, Türkiye halkı ihtilal halinde mi idi? Klasik fikirlere göre evet! Hatta devlet otoritesine asi idi! Meclise Fransız konvansiyonu kadar olsun bir yer verilmiyordu. Bence hayır! Ve.... Asla ! Çünkü



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Millet Meclisi tarafında bütün bir millet vardı. Ve Padişah tarafında yalnız ve sadece bendeleri, bir de İstanbul'u işgal altına almış olan düşmanları vardı. Hak ve kanun bakımlarından asıl asi padişah ve iki yüzü geçmeyen bendeleri idi. İngiliz âlimlerinden Locke'un görüşünü alarak diyeceğim ki (....) . Padişah veya devlet reisinin esas vazifesi, milletin iradesine uymak, memleketi, milletin rızasını almadıkça düşmanlara teslim etmemektir. Vahdettin bunların hiçbirini yapmadı. Her iki esasa aykırı hareket etti. Locke'a göre millet, ihtilâl, isyan yapmış değildi. Salahiyetlerini aşıp geçen padişaha ve onun hükümetine karşı koymakla o, bir çeşit haklı savaş açmıştı. Doğrusu, vakıanın en doğru ifadesi budur. Soruyu tekrarlayabiliriz: Hangi taraf asi idi? Locke'a ve bana göre, padişah ve bendeleri. Sağduyuya, aklıselime ve hakka göre de böyle. Millet ne derse o olur. Bunun zıddı gasptır. İsyandır .



BİRİNCİ TEŞKİLÂTI ESASİYE KANUNU Müzakeresine 18 Eylül 1920 tarihinde başlanan bu kanun 20.1.1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kabul edildi. Türk ihtilâli bu yönden pek büyük bir önemi haizdir.. Erzurum Kongresi'nde tespit edilen ve Sivas Kongre-



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



si'nde memleket şümul bir karakter olan prensipler, bu ana kanunla, resmi bir surette millet idaresinin ifadesi oluyordu. Bu kanunla, bütün bir eski rejim, Meşrutiyet anlamıyla beraber yıkılıyordu. Yerine kayıtsız şartsız millet ulusluluğuna dayanan yepyeni bir vatan, bir devlet, bir hükümet, bir idare sistemi kuruluyordu. Birinci Teşkilât-ı Esasiye Kanunu 23 madde idi. 1) Mevadd-ı esasiye esaslı maddeler -, 2) İdare,. 3) Vilâyet, 4) Kaza, 5) Nahiye, 6) Umumi müfettişlik ... Eski Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile hayli tadillere uğrayan bu ana kanunu büyük öneminden dolayı, olduğu gibi vermeyi faydalı buluyoruz.



MEVADD-I ESASİYE (ESASLI MADDELER) "Madde 1 - Hâkimiyet bilâ kaydüşart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. "Madde 2 - İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi'nde tecelli ve temerküz eder. "Madde 3 - Türkiye devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümet " Büyük Millet Meclisi Hükümeti" unvanını taşır." Bu üç madde içinde bütün bir eski rejimin, Meşruti-



313



yetle beraber düşürüldüğü, yok edildiği açıkça görülmektedir.. Malûmdur ki 1293/ 1876 Kanunu Esasisi'nde egemenlik kayıtsız şartsız milletin değildi. Padişahla müşterekti. Ve millet bu Kanunu Esasi ile ve yine Padişahın rızasıyla egemenliğe ortak olmuştu. Halbuki Birinci Teşkilat-ı Esasiye'nin birinci maddesiyle millet, ortaklığı kaldırmış ve egemenliği kayıtsız ve şartsız kendine almıştı. Daha doğrusu yalnız egemenlik değil, bu maddenin ikinci fıkrasına göre, kendi kendini idare edecek ilke. Hem de doğrudan doğruya vasıtasız olarak... İkinci madde ile, yukarıdaki prensipte bir kaide daha teyit ediliyor, yürütme ve icra, yasalama (teşri) salahiyetleri doğrudan doğruya millete geçiyordu. Halbuki Kanunu Esasi'ye göre icra salahiyeti padişahta idi. O, sadrazamı, şeyhülislamı tayin eder ve bu salahiyet sadrazamca seçilen nazırlar tarafından padişah adına ifa olunurdu. Bu madde ile padişahın bu salahiyeti de kendisinden alınıyordu. Ve birinci maddede kabul edilen prensip, mantıki neticesini vermiş oluyordu. Üçüncü maddeye gelince, devlet meclis'ce idare edilecek ve hükümetin sanı " Büyük Millet Meclisi" olacaktı. Bu da yukarıki her iki maddenin tabii neticesinden başka bir şey değildir. Lafın kısası, 608 yılı mutlakıyet ve istibdat, 13 yılı



314 kaydi bir meşrutiyetle geçen .621 yıllık bir saltanattan sonra Türk Milleti mutlak bir cumhurluğa kavuşuyordu. Bunun adı henüz verilmemişti. Fakat yakındı. Bir iki yıl sonra da verilecekti.......



BİRİNCİ İNÖNÜ SAVAŞI SONRASI DIŞİŞLERİ BAKANI BEKİR SAMİ BEY VE MAHMUT ESAT! İnönü'de 10 Ocak 1921 günü taarruza geçen düşman 11 Ocak 1921 günü verdirilen zayiat ve düşmanın hırpalanması sonucu üç misli kuvvetinin mağlubiyetini tevlit etmiş, ve düşman Bursa'ya kadar çekilmek mecburiyetinde kalmıştı. Savaşın galibi Albay ismet Bey, Paşa (general) lığa terfi ettirildi. Birinci inönü zaferi olarak adlandırılan bu savaştan sonra, "Paris'te toplanan itilâf devletleri barış meclisi şartlarını yumuşatmayı görüştü ve 21 Şubat 1921 tarihinde Londra'da yeniden bir konferans toplanmasına, buraya Osmanlı delegeleriyle birlikte Yunan devleti mümessillerinin de davet edilmesine karar verildi, ve durum resmen Osmanlı Sadrazamına bildirildi (20 Ocak 1921). İstanbul'dan gidecek heyete ise ancak bir milli hükümet temsilcisinin katılması kabul ediliyordu.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



İstanbul Hükümeti ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti arasında Konferansta temsil konusunda çıkan anlaşmazlık Mustafa Kemal tarafından Meclis'e intikal ettirildi ve yapılan müzakereler sonunda, "Hariciye Vekili Bekir Sami Bey başkanlığında bir delege heyeti hazırlanıp, çağrıldığı takdirde Konferansa katılmak üzere ROMA'ya gönderildi. Bu heyet İtalya'da Dışişleri Bakanı vasıtasıyla resmen davet edildiği için Londra Konferansına katıldı 27 Şubat -12 Mart tarihleri arasında 13 gün devam eden Konferansa İstanbul'dan gelen heyetin başında Sadrazam Tevfik Paşa bulunuyordu. Görüşmelerde söz sırası Tevfik Paşa'ya gelince ; "Ben sözü Türk Milletinin hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi Baş delegesine bırakıyorum." Bekir Sami Bey konuşurken Osmanlı delegelerinden Mustafa Reşit Paşa'da; "Bekir Sami Beyefendi, bütün Türkiye namına söz söylüyor" dediler. Konferans, itilâf devletlerinin istediği neticeyi sağlayamadan sona ermişti. Anadolu Hükümeti esasen bu konferanstan hiçbir şey ummuyordu. Buna katılmaktan maksat ise, milli davasını bütün dünyaya duyurmaktı. Ancak davayı bu şekilde anlamamış olan ve Milli Misak'ı, daha azı elde edebilmek için ortaya atılmış gayri



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



samimi bir blöf sanan Bekir Sami Bey, konferanstan sonra ingiltere, Fransa ve italya mümessilleriyle onların Türkiye'de elde etmek istedikleri ekonomik nüfuz bölgeleri hakkında heyet üyelerinden Tarsus milletvekili Njyazi (Ramazanoğlu) Bev'in şiddetli itiraz ve ikazına ve bunun kat'ivyen kabul edilmiveceğini, esasen bunun Milli Misak'a da aykırı bulunduğunu ihtar etmesine rağmen bazı anlaşmalar imzalamağa kalkıştı. Tabii, bu hususta bir salahiyeti olmadığından bunlar sonradan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetince kabul ve tasdike şayan görülmedi. Yalnız ingiltere'ye ait olan anlaşmanın bir kısım esirlerin mübadeleleri ile alakalı bölümü uygulandı.



BEKİR SAMİ HATIRASI Hiç unutmam, İstiklâl savaşları sırasında Londra Konferansına Ankara Hükümeti tarafından gönderilen delege heyeti arasında İzmir Mebusu sıfatıyla ben de bulunuyordum. Reisimiz, olan Çerkez Bekir Sami'nin işi gücü Kafkasya'da bir Çerkez devleti kurdurmak olmuştur. Halbuki biz bağımsızlığımızı kurmaya memur idik. Türk devleti işlerinde Türkten başkasına inanmayalım. Türk devleti işlerinin başına öz Türk'ten başkası geçmemelidir.



315



MAHMUT ESAT'IN BİRİNCİ MECLİS'TEKİ DİĞER FAALİYETLERİ M.Esat Birinci inönü zaferinden sonra, Londra'ya çağrılan Bekir Sami heyetinde "murahhas" olarak bulundu. Londra Konferansının başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, TBMM'de 5 Mart 1921 tarihindeki gizli oturumda şunları söylemişti: "Efendiler, önünde bulunduğumuz dava, kanaati acizaname göre, bir Yunan meselesi değildir.. Bir Yunan -Türk meselesi değildir Bir Şark davasıdır. Bu Şark davası önünde İngilizlerin bizimle kolay kolay uyuşabilmek imkânı yoktur.



MANDACILAR- BEKİR SAMİ'NİN SONU Gerek Kara Vasıfı gerek Rauf Orbay'ı, Sivas Kongresinde, paçaları sıvalı manda için çırpınır bir halde görüyoruz. Bu manda işinde en çok sıkılacak nokta Çerkez Bekir Sami'nin mandacı başı olması değildir. O tabii Türkler kadar duyamazdı. Nitekim Londra Konferansı'nda bunu gösterdi. Bütün murahhaslar Heyetinin itirazlarına aldırmadan O, Lloyd George ile anlaştı. Ve İtilafçılarla bir barış mukavelesi imzaladı ki bu mukavele memleketimizi aralarında taksim eden ÜÇLER anlaşmasından Fransa, İngiltere, İtalya - başka bir şey değildir.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



316 Büyük Millet Meclisi bu mukaveleyi kabul etmedi. Ve Bekir Sami'yi de Hariciye Vekilliğinden düşürdü. Asıl sıkılacak nokta, Rauf Orbay'ın Halide Edip'in de mandacı olması değildir. Bunlar arasındaki Türklerdir. İşte biz buna yanıyoruz.



İSTİKLÂL MADALYASI VERİLMESİNE İLİŞKİN DÜZENLEME İSTİKLÂL MADALYASI KANUNU Kanun Numarası : 66 Kabul Tarihi : 29.11.1920 Yayımlandığı R. Gazete: 4.4.1921 sayı :9 Düstur : Tertip: 3 c. 1 s. 111 ' Madde 1— (Değişik : 4/12/1924. 525/1)



İstiklâl madalyası bilfiil kıta başında, cephede veya dahili isyanları teskinde hamaset ve fedakâri asarı gösteren erkân, ümera ve zâbitan ve efrat ve milli kahramanlara ve cephe gerisinde ulvî maksadın husulü için mesai ibraz edenlere ve istiklâli milli uğrunda fedayı hayat eden şehitlerin büyük oğluna, yoksa büyük kızma, yoksa pederine, o da yoksa validesine, o da yoksa zevcesine verilir. Madde 2— Dâvayı muhik ve meşruumuzu ihzar ve bunu müdafaa eden Büyük Millet



Meclisi azalarına birer madalya verilir. Madde 3— Birinci madde mucibince madalya ahzine kesbi istihkak edenlerin esbabı mucibesini gösterir inhalar Heyeti Vekileye gönderilir. Heyetçe muvafık görüldükten sonra Büyük Millet Meclisince kabul ve tasdiki halinde ita olunur. Madde 4— Büyük Millet Meclisinin munakit bulunduğu mahalde Meclis huzurunda ve Meclis Reisi tarafından taşralarda en büyük kumandan ve mülkiye memuru huzuruyla merasimi mahsusa ile madalyaya kesbi istihkak eden asker ise kumandan ve mülkiyeden ise mülkiye memuru tarafından talik olunur. Madde 5— Büyük Millet Meclisi azalarına verilecek madalyanın şeridi yeşil ve cephede bulunanların kırmızı ve cephe gerisinde olanların beyaz olacak Şu kadarki mebus olup ta aynı zamanda cephede bilfiil hidematı mesbuk ve birinci madde mucibince de madalyaya kesbi istihkak edenlerin şeridi nısfı yeşil ve nısfı diğeri kırmızı olacaktır ve bu bapdaki teklifin Meclis Reisinin inhasıyla Büyük Millet Meclisince kabul ve tasdiki lâzımdır. Madde 6 ve Ek Madde 111 kayda alınmadı ***



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



Kanun Numarası : 400 Kabul tarihi: 24/1/1924 Yayımlandığı R.Gazete: 14 /2 /1924 Sayı :57 Düstur : Tertip :3 c. : 5 s. 262 Kanun başlığı "15 Mayıs 1335 tarihinden itibaren cidali milliye iştirak edip muhtelif milli cephelerde veya dahili isyanların itfasında bilfiil hizmet ederek fevkalâde yararlılık gösterenlerin takdirname veya bir derece terfi suretiyle taltiflerine ve bunları idare .eden Müdafaai Hukuk Reis ve azaları ile mücahit ve mücahidelere istiklâl madalyası itasına dair Kanun"



MAHMUT ESAT'IN İSTİKLÂL MADALYASI "Mahmut Esat, " Hamili oldukları yeşil istiklâl madalyaları cephede hizmetleri sebebiyle kırmızı- yeşil madalya ile değiştirilen TBMM üyeleri’nden biriydi. M.Esat'a verilen kırmızı-yeşil istiklâl Madalyası, hem cephede savaşan, hem de milletvekili olanlara veriliyordu. Yeşil olanı cephede savaşmayan millet vekillerine, kırmızı olanı da sadece cephede savaşanlara verildi. M. Esat, kırmızı -yeşil istiklâl madalyasını 24 Nisan 1924 tarihinde aldı.



MAHMUT ESAT'A TEVCİH OLUNAN RÜTBE Mahmut Esat'a İstiklâl Savaşındaki hizmetinden dolayı



317



Milis Yüzbaşılık rütbesi tevcih edilmiştir. Mahmut Esat, Milli Müdafaa Vekilliği'ne dilekçe ile müracaat ederek; Kanun mucibince hakkının Yüzbaşılık değil, en aşağı binbaşılık olduğu, harekatta çalışmış olan arkadaşlardan bir kısmının kanuni durumu kendisinden dun olduğu halde Binbaşı olduklarını, Milli Harekatta 57inci Fırkaya bağlı Kuşadası kumandanı olduğunu, kumandası altında binden fazla mücahit bulunduğunu, hatta maiyetinde Edip Bey adında birde yüzbaşı'nın var olduğunu ifade ederek, Milli harekatta 57inci Tümen kumandanı Şefik, eski topçu dairesi Reisi Emekli albay Hakkı'dan, Kuşadası Belediyesinden ve Başvekilimiz Saraçoğlu Bay Şükrü'den sorularak iddiam muhik görüldüğü takdirde yanlışlığın tashihi ve hakkının yerine getirilmesi dileğinde bulunmuştur. Ek.1 Mahmut Esat Bozkurt'un Dilekçesi üzerine Milli Müdafaa Vekaleti Zat işleri Dairesinden 24/8/1942 tarih ve 41583 sayılı yazı ile ; Yüksek Başvekâlete hitaben yazılan ve M.M.V. imzalı yazı 'nın tamamı aşağıya alınmıştır. Ek 2 "İstiklâl Savaşındaki Hizmetinden ötürü Milis Yüzbaşılık Rütbesi tevcih edildiği 14 /XI/940 gün ve Sv. S. 41881 Sayı ile arzedilmiş olan İzmir Mebusu M.Esat Bozkurt (Milis - 345) 'un Milis rütbesinin Bin-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



318 başı olması lâzım geldiğine dair Vekâlete Dilekçe ile müracaat etmesi üzerine yaptırılan Tetkik Sonucunda Milislik Durumunun tespit ve tevsikinde Harp Tarihi Encümeninden ve dilekçesine yazdığı Zevattan sorularak alınan Cevaplarda Müfrezesinin 250:425 Mevcuttan ibaret olduğu anlaşılmıştı. 408 Sayılı Kanunun 3.üncü maddesine göre (600) Kişiye Komuta edenlere ancak Binbaşı Rütbesinin verilmesi mümkün olabileceğinden ve Bay M.Esat Bozkurt'un Komuta ettiği müfreze Mevcudunun Bu Yekûndan Az bulunmasından ötürü Milis Yüzbaşılık Rütbesinin verilmesinde bir yanlışlık olmadığının Tebliğ buyrulmasını Saygılarımla arzederim." M.M.V. Başvekâlet Yazı İşleri Daire Müdürlüğü başlıklı olup 9.9.1942 tarihi atılmış Büyük Millet Meclisi Yüksek Reisliğine hitaben kaleme alınmış, üzerinde düzeltmeler yapılmış olmakla beraber, Başvekil tarafından imzalanmamış müsvette yazıda ; Ek. 3 "kendisine Milis Yüzbaşılık rütbesi verilmesinde bir yanlışlık bulunmadığı, müşarünileyh vekaletten bildirilmiştir. Keyfiyetin mumaileyhe tebliğine müsaadelerini arzederim".denilmektedir. No: 121— Mücahedei milliyede şehit olan gönüllü ve kuvayı milliye zâbitan ve



efrat ailelerine maaş tahsisi hakkında kanun 1 Recep 1342 ve 7 Şubat 1340 Kanun No : 408 Madde 1— Muharebatta nizamı harbe dahil kıtaat ve müessesata münferiden müracaatla ifayı hizmet eyleyenlere gönüllü; sahibi nüfuz ve hamiyet bir zatın emir ve kumandasında olarak milli müfrezelerde ifayı hizmet eyleyenlere de (erkek, kadın) milli efrat ıtlak olunur. Madde 2— Lâakal elli kişiye kumanda edenlere kuvayı milliye zabiti tesmiye olunur. Madde 3— Elli kişinin amiri: mülâzimisani, yüz kişinin amiri.mülâzimievvel, yüz elli kişinin âmiri: yüzbaşı, altı yüz kişinin âmiri binbaşı itibar olunur. Müstakilleri bir cephenin müdafaasına memur olup lâakal bin kişiye kumanda etmiş olanlara kuvayı milliye kaymakamı ve bin kişiden fazlaya kumanda etmiş etmiş olanlara kuvayı milliye miralayı namı verilir. Madde 4— Birinci ve üçüncü maddelerdeki sarahat veçhile fiilen istihdam kılındıkları alelûsul musaddak bulunanlardan malûl ve şehit olanların kendilerine, ailelerine Askeri Tekaüt Kanununun 35 ve 36 ncı maddelerine müzeyyel 14 Eylül 1330 tarihli kanun mucibince tekaüt ve aile maaşı tahsis olunur.



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



Madde 5— İşbu kanun 15 Mayıs 1335 tarihinden itibaren Mudanya Mukavelenamesinin imzası tarihi olan 20 Teşrinievvel 1338 tarihine kadar ifayı vazife etmiş olanlara şamildir.



MAHMUT ESAT BAKAN OLUYOR İlk Bakanlık görevi 28 yaşında milletvekili seçilen M. Esat 1922 yılında, 30 yaşında iken İKTİSAT VEKİLİ olmasıyla, Türkiye'nin en genç milletvekili ve bakanlarından birisi oldu. "Babası Hasan Bey'in uzaktan uzağa hatırımda kalan siması onun ingilizlerin country gentlman dedikleri tipte taşralı varlıklı kibar bir adam çehresidir. Hemşerileri onu çok severler ve sayarlardı. Haysiyet ve şerefine bağlı, mağrur başlı ve bakışlı bir adamdı. Oğlu Mahmut Esat'ta da bu karakter ziyadesiyle vardı Utangaçlığı ve çekingenliği bundan geliyordu. Hususi ve siyasi hayatında Mahmut Esat'a çok ısdırap veren bu benlik oldu. Malta'dan dönüşte onu İktisat Vekili buldum. Ziraat Bankasının ıslahı, kooperatifler, korporasyonlar, çiftçi, kredi, sigorta gibi sosyal ekonomi davalar ile meşguldü. Milli Zaferi. Müteakip İzmir'de İktisat Kongresi'ni topladı. Kongre'nin ortaya attığı meseleleri halledemeden Vekillikten çekildi.



319



"M. Esat, milletvekili olarak göreve başladığı ilk günlerden itibaren çeşitli bakanlık teklifleri almaya başladı. 1920 yılı sonlarında TBMM'ye Maarif ve Adliye Vekâletleri için aday gösterildi. 15 Aralık 1920 tarihinde, TBMM Başkanı Mustafa Kemal'e aldığı bakanlık önerileri ile ilgili olarak yazdığı mektupta, *heyet-i Vekile*de çalışmasının imkânı olmadığını; kendisinin * ittihat ve Terakki Fırkasının -tabiri caiz ise - sol cenahına kanaat-ı tamme ile merbut* olduğunu belirtiyordu. Adliye Vekâletini kabul etmeme gerekçesi olarak, hukuk alanında gördüğü eğitimin Türkiye'nin adliye ve kanunlarında radikal değişiklikler yapmayı gerektirdiğini ; bunların* kuvveden fiile çıkarılması*nın şimdiki hükümetle mümkün olmadığını ileri sürmektedir. Maarif Vekâletini kabul etmeme gerekçesi ise, Maarif işlerinin *mütehassıs* ve * müntesib*i olmamasıydı. Bu nedenle bakan adayları arasından adının çıkarılmasını istiyor; bunların dışında herhangi bir görevi kabul edebileceğini belirtiyordu. Mahmut Esat'ın İzmir Meb'usluğu Ağustos 1336



20



İzmir Meb'usluğu ve İktisat Vekilliği 18 Temmuz 1338- 23 Eylül 1339 İzmir Meb'usluğu 23 Eylül 1339-23 Teşrinisani 1340



320 İzmir Meb'usluğu ve Adliye Vekilliği 23 Teşrinisani 1340-27 Eylül 1930 İzmir Meb'usluğu 27 Eylül 1930 M.Esat, Milli mücadele döneminde, BAKAN OLUYOR Rauf (Orbay) Bey Hükûmeti'nde (IV: icra Vekilleri Heyeti : 12 Temmuz 1922- 4 Ağustos 1923) Ve Fethi (Okyar) Bey Hükûmeti'nde (V. icra Vekilleri Heyeti: 14 Ağustos 1923 27 Ekim 1923) İktisat Vekili olarak görev aldı. Fethi Bey Hükümeti sona ermeden bu görevinden ayrıldı ve yerine, Hasan (Saka) Bey İktisat vekili oldu.



İZMİR İKTİSAT KONGRESİ Birinci Lozan görüşmelerinde (20 Kasım 1922- 4 Şubat 1923) bir çok konuda anlaşma sağlanmakla beraber imtiyazlar ve diğer bazı hayati konular üzerinde anlaşma sağlanamadığı için Konferans müzakereleri kesilmiş ve (4 Şubat 1923) delegeler ülkelerine dönmüşlerdi. "Başkumandan ve Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa Lozan Konferansının inkitaa uğramasından ; On iki gün sonra İzmir'de İKTİSAT KONGRESİ'ni topladı. 17 Şubat - 4 Mart tarihleri arasında memleketin her



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



tarafından gelen 1135 delegenin katıldığı Kongre'nin iki amacı bulunmaktaydı. Yeni Türk Devleti'nin iktisadi, sosyal ve siyasi esaslarınıErzurum ve Sivas tıpkı olduğu gibiKongrelerinde tespit edip, o'nu Türk Halkı'na benimsetmek. (Bu Kongrede alınan kararlar" İktisadi Milli Misak " olarak anılacaktır.) Lozan barış görüşmelerinde anlaşmazlık nedeni olan iktisadi, hukuki ve sosyal konularla ilgili olarak Türk Milleti'nin kesin görüş ve tavrını bütün dünyaya ilân etmek. Bu görüşler kısaca Türkiye'nin tam bağımsız devlet olarak Batı Sistemi -Sovyetlerle değil - içinde yer alacağı şeklinde özetlenebilir. "İsviçre'de " Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi" adlı teziyle Hukuk Doktorası yapan İKTİSAT VEKİLİ Mahmut Esat (Bozkurt) Bey aynı Kongre için hazırlıklar yapmış ve 21 Kasım 1922 günü Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya İzmir'den telgraf çekerek izin istemişti. Başkumandan'ın olumlu direktifleri paralelinde İzmir'de I. İktisat Kongresi için hazırlıklar 21 Kasım 1922'den itibaren başladı. M.Esat'ın M.Kemal'e bir İktisat Kongresi toplanmasına ilişkin öneride bulunduğu tarihlerde, İstanbul Tüccarlarının kurduğu Milli Türk Ticaret Birliği de, Ticaret-i Hariciye Kongresi toplamaya karar vermişti. 1922 yılında kurulan ve



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



kurucuları arasında Ahmet Hamdi Başar'ın da bulunduğu Birlik, " o ana kadar Batı sermayesiyle Türkiye arasında aracılık, komisyonculuk yapan gayri Müslim ticaret erbabının ekonomik hayattan tedrici tasfiyesini sağlamak, bunun sonucu olarak doğacak 'ticari boşluğu süratle Türk tüccarlarının doldurmasını sağlamak..... bunun için Avrupa ve Amerika'nın büyük ticari müesseseleriyle doğrudan doğruya temaslar kurulmasına (çalışmak) , onlara Türk olmayan temsilciler yerine, Türk işadamları tavsiye' etmek " amacındaydı. Söz konusu amaçlarını gerçekleştirmek için, İstanbul Hükümeti'nin yerini alan Ankara Hükümeti ile yakın ilişkiler kurmak isteyen İstanbul'daki Türk tüccarlarının düzenlemeyi düşündükleri dış ticaret kongresi ; Ankara Hükümeti'nin çok daha geniş kapsamlı bir iktisat kongresi (Türkiye iktisat Kongresi) düzenleme kararıyla aynı tarihlere rastladı. İktisat Vekili M.Esat, Birliğe gönderdiği telgrafta, Birliğin düzenlemeyi düşündüğü kongreyi ertelemesini ve İzmir'deki İktisat Kongresi'ne katılmasını ister. Birlik de kendi dış ticaret kongresini erteleyerek, İzmir'deki İktisat Kongresi'ne katılma kararı alır.Bunun sonucunda MTTB, İzmir'deki Kongreye katılan "en hazırlıklı ve etkili"' grup olur.



321



Kongre'nin Başkanlığı Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa tarafından yapıldı. Mustafa Kemal Paşa Kongre'nin açış konuşmasında şu sözleriyle Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin temel esaslarını Bütün dünya'ya ilân etmekteydi. "Ülkemizi yaptıramayız"



esir



ülkesi



" Nihayet bugün, dünya bilsin ki, millet tam bağımsızlığının sağlandığını görmedikçe yürümeye başladığı yoldan bir an durmayacaktır" "Ben ulusal egemenliği, ulusal iktisat egemenliği olarak anlarım. Aksi halde varılacak sonuç açıktır; Görünüşte Türkiye bizim, fakat aslında ülkemiz iktisaden bizden çok yabancıların ülkesi, bir sömürge olacaktır" " Siyasi ve iktisadi zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, iktisat zaferleriyle taçlandırılmazlarsa, elde edilen zaferler sürüp gidemez, az zamanda söner" "Zannolunmasın ki yabancı sermaye'ye karşıyız, hayır bizim memleketimiz geniştir., çok emek ve sermayeye ihtiyacımız vardır. Kanunlarımıza riayet ve hükümranlık haklarımıza uymak şartı ile yabancı sermayeye gereken teminatı vermeye her zaman hazırız. Yabancı sermaye bizim emeğimizi tamamlasın, bizim için ve onlar için faydalı neticeler versin."



322 İktisat Vekili Mahmut Esat Bey, yaptığı konuşmada şöyle demektedir; "Biz iktisat Mektepleri tarihinde mevcut mekteplerden hiçbirine mensup değiliz. Bizim de, yeni Türkiye'nin yeni İktisadi manasına göre bir iktisadi mektebimiz vardır. Yeni Türkiye değişik bir sistem takip etmelidir. İktisadi teşebbüs, kısmen özel teşebbüs tarafından takip olunurken, büyük sermaye isteyen, riskli ve kâr marjı düşük yatırımlar devlet tarafından yerine getirilmelidir. " Bu suretle Mahmut Esat Bey Atatürk dönemi iktisat stratejisini " Karma Ekonomi " adı altında açıklıyordu. Bunun yanında kongreye çağrılan Sovyetler Birliği Ankara Büyükelçisi S.İ Aralov ile Güney Kafkasya Cumhuriyetleri temsilcisi Abilov'un yaptıkları konuşmalar delegeler tarafından ilgi ve takdirle dinlendi. Kongre çalışmaları ve alınan kararlar genelde istatistiki bilgilerden yoksun, iyi niyet temennilerinden ibarettir. İçinde bazı romantik metinlerde (Türk dinine toprağına bağlıdır.....pislikten, mikroptan, salgından ve pis havadan çekinir.....Türk Halkı tahribat yapmaz imar eder.....Hırsızlık, yalancılık, riya ve tembellik en büyük düşmanımızdır.....) mevcuttu. Ancak alınan bu kararların " İktisadi Misakı Milli "



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



adıyla, ülkenin her tarafından gelen 1135 üye tarafından onaylanıp bütün yurtta dağıtılmaları, camilerde, köy okullarında okutulmaları ülke çapında heyecan yarattı. Daha önemlisi Kongre Kararları Lozan görüşmelerinde temel esasları oluşturdu. Kongre'den 1, 5 ay sonra, 23 Nisan 1923'te ikinci Lozan görüşmeleri başladı ve 24 Temmuz 1923 günü Lozan Barış Antlaşması imzalandı.



MAHMUT ESAT'IN İKTİSAT VEKİLLİĞİ GÖREVİNDEN AYRILMASI İzmir İktisat Kongresi, delege seçiminden Kongre'nin bitimine kadar, Mahmut Esat'ın umduğu sonuçları vermedi. Mesleki Temsil Esassına dayalı delege seçimi, tam anlamıyla gerçekleşmedi. Kongre ; Ankara Hükümeti'nin siyasi kadroları ile tüccar, sanayici ve büyük arazi sahiplerinin kontrolünde geçti. Çiftçileri, büyük arazi sahipleri temsil etti; küçük çiftçi, kongrede temsil edilemedi.. Amele (işçi) kesimi ise, kendi temsilcilerini seçemedi; amele delegeleri, ya tüccarlar tarafından, ya da Ankara Hükümeti tarafından (işçi Grubu reisi seçilen yazar Aka Gündüz daha sonra milletvekili olacaktır!) belirlendi. Böyle bir delege tablosu sonucunda ; gerçek temsilciler tarafından temsil edilemeyen çiftçi ve amele grupları, kendi lehle-



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



rine karar aldıramadılar. Ayrıca hem ekonomik ve hem de siyasi egemen çevrelerin istemediği kararların kongrede alınmasının önüne geçilmiş oldu. Çünkü, delege seçimindeki usullere ciddi olarak uyulsaydı, çiftçi ve ameleler çoğunluğu oluşturacaktı.Bunun sonucunda da, kongrede onların istediği kararlar alınacaktı. M. Esat'ın çabalarına rağmen, bu gerçekleşmedi M.Esat tarafından her yıl toplanması öngörülen kongre, bir daha toplanmadı. ; M.Esat, kongrede liberal ekonomik politikaları eleştirerek, " Yeni Türkiye iktisat Mektebi'ni önerdi. Ancak kongrede aksi yönde alınan kararlar, yani liberal ekonomik kararlar, 1930'lu yılların başına kadar uygulandı. M. Esat kongrede tüm iktisat amillerinin/meslek örgütlenmesini/ gruplarının sendikalaşmasını savunmuştu. Bu, kendisinin İktisat Vekilliği görevinden ayrılmasının ana nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Mahmut Esat İktisat Vekilliğinden ayrıldığı 23 Eylül 1339 (1923) tarihinden sonra 23 Teşrinisani (Kasım) 1340 (1924) tarihine kadar İzmir Meb'usu olarak BMM'deki görevini sürdürmüştür. "22 Kasım 1924'te Başvekil olan Ali Fethi Bey'in Kabinesinde 23 Kasım 1340 (1924) Adliye Vekilliği'ne atanmıştır.



323



4.Mart 1925' te İsmet Paşa'nın üçüncü, ve 2.Kasım 1925'te işe başlayan dördüncü kabinesinde, Bakanlığını sürdürmüş, Adliye Vekilliğinden Eylül 1930'da çekilmiştir, "



25



MAHMUT ESAT ADLİYE VEKİLİ ATATÜRK'ün CUMHURİYET SAVCILARINA SESLENİŞİ, 9 Ekim 1925 Her uygar ve çağdaş devlette olduğu gibi, Türk Cumhuriyeti Adliyesinde de, Cumhuriyet Savcılarını yüksek ve son derece önemli bir görev ve makamın temsilcileri olmak üzere tanırım. Devrim Savcılarının, kendilerine verilen bu büyük görevin önemine uygun olarak gayretli ve çalışkan olmaları konusunu, adliyemizin başarı ve üstünlüğünün en önemli etkenlerinden sayarım. Laik Türk Devrimi, çağımızın uluslara yaşama ve yükselme yeteneğini veren en son ve en uygar ilkelerinin bir ifadesi ve Türk Ulusunun büyük fedakârlıklarıyla sürdürülen ve kazanılan büyük mücadelesinin eseridir. Devrimlerin gerçekleşmesi, kararları ve kanunlarıyla, ulusal irade ve ulusal egemenliğin bir görünümü, bütünü itibariyle de Türk Ulusunun bütün haklarıdır. Devrimlerin her biri, ulusun emeği ve hakkı ile gerçekleşmiştir. Cumhuriyet Savcılarımızın, devrimin gerekleri etrafında, en kıskanç ve uzakları gören hassas nöbetçiler



324 olmalarını, asıl görevlerinden sayarım. Türk Cumhuriyeti, ulusun kaderini yıllarca hastalıklı ve korkunç gelenekleriyle, zulüm ve baskının kan ve yangınları içinde sürükleyen saltanat ve hilâfet tarihini yıktı. Bu mücadelenin asıl amaçlarından biri de, zayıf olanları zorbaların baskısından ve entrikacıların aleti olmaktan kurtarmak ve ulusu kendi kaderine sahip kılmaktır. Çağdaş ve uygar bir ulusuz. Ulusumuz, Batı uygarlığını kayıtsız ve şartsız kabul etmiştir. Hayatta başarılı olmanın tek yolu budur. Yılmaz ve kesin kararlı devrimlerimiz, Türk gelen ulusunun yaradılıştan büyük yeteneğinin gelişmesi ve artırılması için gereken zemini hazırlayarak hızla ilerlemektedir. Yüksek amaca yönelik herhangi bir suikast failinin durmaksızın kovuşturulma ve kovuşturmanın, ulusun bütün hakları tatmin ve tazmin edilinceye kadar, hakim önünde de kaygı ve ısrarla sürdürülmesi ve sonuçlandırılmasını isterim. Bu düşüncelerin üzerinde olan kamu hukuku ve kamu yararının korunmasının, devlet ve hükümet gücünün mutlaka sağlanması ve korunmasıyla mümkün olabileceğini önemle hatırlatırım. Cumhuriyette devlet ve hükümet gücü, ulusal irade ve ulusal egemenliğin en kesin ve en temel ifadesi ve görünümüdür. Türk yasalarına dayanan bu yetki ve güce engel olacak en küçük bir girişimin dahi, ulusun egemenlik hak-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



kına açık bir saldırı olarak değerlendirilerek, buna yeltenenlerin mutlaka mahkeme huzuruna çıkarılmasını talep ederim. Özgürlüğü ve yasaları bir alet gibi öne sürerek, ulusun en küçük bir yararını bile tehlikeye atmak hakkına hiç kimse sahip değildir. Devlet halinde yaşayan uygar uluslarda özgürlük ulusun emrindedir, yüksek yararlarının gerektirdiği şekilde genişletilir, sınırlanır ve belirlenir. Yakın tarihimizde ve eski zamanlarda, dinlerin, zorba hükümdarların, rahipler ve çıkar sağlayanların elinde bir baskı aracı olması gibi, çağımızda kesinlikle izin verilemez ve hoş görülemez. Devrime karşı koyan muhalefetin özgürlükten ve yasadan yararlanmaya hakkı yoktur. Bireyin değil, bireylerin tamamını ifade eden toplumun ve devletin yararı her düşünce ve kaygıdan önce gelmelidir. Sınırsız bireysel özgürlük ve kişisel çıkar peşinde olanlar, kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarları özgürlüğünden üstün tutanlardır. Sınırsız kişisel özgürlükler, kişisel çıkarlar, uygar ve düzenli toplumları, devletleri yıkarak anarşiyi ve çoğunlukla da zorbalığı yaratır. Anarşi ve zorbalık doğrunun yanlışa, zayıfın güçlüye yenilmesi sonucunu doğurur. Uygar uluslarda, yasa ve özgürlük, yüksek çıkarların korunması için düzenlenir ve kabul edilir. Çağdaş devlet kurmaya ve bu kuruluştan yararlanmaya karar veren toplumlarda, bu kesin bir şart



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



ve zorunluluktur.. Birey yok, toplum vardır. Zorbalık ve monarşi ile yönetilen ülkelerde, yasa ve özgürlük bir kişinin veya sınıfın emellerini sağlamaya yarayan bir araç olur. Göçebe veya ilkel topluluklarda, toplum değil kişinin çıkarları vardır. Halkçılık esaslarına dayanarak yönetilen bir ülkede, düzenin diğer her yönetim şeklinden daha fazla önem ve ısrarla kurulması ve geliştirilmesi gerekir. Bu kuralın, çağımız uygarlığının başarı sırlarından en önemlisi olduğunu hatırlatırım. Halk yönetiminin, ancak bu şekilde başarıya ulaşacağından ve insan haklarının ancak bu yoldan korunabileceğinden asla kuşku duyulmamalıdır. Düzen ve işleyiş, halk cumhuriyetlerinde, ulusal egemenlik ve ulusal çıkarlar gibi en yüksek yetkinin bir gereğidir. En son hukuk kurallarına dayanan bu gerçekleri, Türkiye Cumhuriyet Savcılarının, bir an için bile gözden uzak tutacaklarına ihtimal vermem. Yasalarımızın uygulanmasında, bu yönlerin önemle ve mutlaka dikkate alınmasını talep ederim. Savcılarımızın, kovuşturmak ve açmak zorunda oldukları ceza davaları, mahkeme huzurunda, her türlü delille aydınlatılacaktır. Cumhuriyet Savcılarının bu konuda yapacakları açıklamaları, kamu hukuku adına istenen ceza, suç ve sanık hakkında kamuoyunun aydınlatılması için ve verilecek hükmün niteliğine



325



ilişkin açık bir fikir edinilmesini sağlamak için gerekli bulurum. Davaların Yargıtay'ca incelenmesi sırasında da bu konunun büyük kolaylık sağlayacağı açıktır. Savcılık, karar değil, dava makamıdır. Yargılama sırasında ve duruşmada, savcılarımızın kendilerini herhangi bir davanın taraflarından sayarak ısrarla açıklamaları ve görüşlerinin kabul edilmesini ve desteklenmesini sağlamak için, tüm tarihsel ve yasal araçlardan yararlanmayı ihmal etmemeleri gerekir. Kamu hukuku adına ortaya koyduğu bir talebin desteklenmesini sağlayamamanın, bir Cumhuriyet Savcısı için övünülecek bir konu olamayacağını hatırlatmak isterim. Cezaevlerinin haftada bir mutlaka denetlenerek, yargılama olmaksızın tutuklu. kalanların, kısaca nedenleriyle birlikte derhal en yakın müfettişliğe ve Adalet Bakanlığına bildirilmesi gerekir. Bir soruşturmanın başlatılabilmesi ve sürdürülebilmesi için bir şikayet veya zabıtanın bildirimi beklenecektir. Duyuma dayanarak soruşturmaya başlanarak, herhangi bir olayla ilgili olarak merciinden bilgi alınarak gerçeğin aydınlatılması ve konunun ilgi ve dikkatle izlenmesi, kamu hukuku ve kamu güvenliğinin esenliğini sağlamak bakımından çok önemlidir. Türkiye Cumhuriyetinde kimsesiz bir birey yoktur. Cum-



326 huriyet, böyle bir kavramı asla kabul edemez. İnsan hakları, yasalarımızın güvencesi altındadır. En güçsüz ve en kimsesizlerin yardımcısı devlet ve onun kamu hukuku temsilcileri olan Cumhuriyet Savcılarıdır. Kendilerini kimsesiz görenlerin, yanlarında her an haklarını aramakla görevli Cumhuriyet Savcıları bulunduğunu asla unutmamaları ve bundan emin olmaları gerekir. Zayıf ama haklı olanların en güçlü durumda olmaları, adliyemizin en belirgin özelliği ve ülküsüdür. Cumhuriyet Adliyesinin yükselmesini bir onur meselesi saydıklarından hiç kuşku duymadığım çalışma arkadaşlarıma bu onurlu görev alanında mutlak ve muhakkak olan başarılarını coşkuyla dilerim efendim. *** Atatürk'ün 1 Kasım 1925 tarihinde TBMM I. Dönem 3. Yasama Yılını açış konuşması " Sayın Baylar, Cumhuriyet adliyesinin gelişimi kıvanç verici bir yolda gitmektedir. İşlemlerde güven ve hız için alınan önlemler iyi sonuç vermektedir. Cumhuriyet adliyesine mensup olanların en küçük üyelerine kadar bilimsel yeterliliğe ve Cumhuriyet ülküsüne sahip olmaları konusunda çabalar sevindiricidir. Bir yandan, bilimsel yeterliliği sağlayan kuruluşa önem verirken diğer yandan Cumhuriyet adliyesinin dayanağı olacak kanunların bir



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



an önce yapılmasına önem verilmelidir. Geçmiş yönetimlerden devredilen yetersiz kanunlarla, geçirdiğimiz yıllarda genel hayatın karşı karşıya bırakıldığı güçlüklere göğüs gerebilmiş ise, bu, ulusumuzun cumhuriyete olan sarsılmaz olağan ilgisinden ve Cumhuriyet yönetiminin özündeki güç ve kuvvetindendir. Fakat yetersiz kanunların devamına göz yummak yüzünden, ulusun karşı karşıya bulunduğu zorlukların biran önce giderilmesi, geciktirilmeyecek zorunlu işler arasındadır. Yüce Meclise sunulacak olan Ceza Kanunu, Medeni Kanun ve Ticaret Kanununun bu yasama döneminde derlenmesi ve yayımlanmasındaki ivediliği özellikle söylemek isterim. Genel hayatımızı yeni baştan düzenleyecek olan bu önemli kanunların, çağdaş uygarlığın kanunları grubundan olması doğaldır. (Bravo sesleri) Ulusumuzun içinde bulunduğu uygar topluluğun ekonomik ve uygar gereksinmeleri bizimkilere o kadar yakındır ki, kanunlarda da aynı şekilde yakınlaşma gerekli bulunmaktadır. Çağımızın gereksinmelerine uygun kanun yapmak ve onu iyi uygulamak, ilerlemek ve yükselmek için gerekli ve çok önemlidir. (Bravo sesleri)"



ADLİYE TEŞKİLÂTINDA DÜZENLEME - ATILIM Mahmut Esat, "Adliye Vekilliğine geldiği zaman Hâkimler ne kendilerine



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



327



ne mesleğe yarayacak esaslı bir sicil teşkilâtına bağlı değildiler...



bakımda görüp anlamak mümkün oldu.



Büyük Millet Meclisinin doğumundan beri bir çok kimseler peyderpey hakimlik mesleğine alındığı halde bunlar içinde esaslı bir sicil kurmağa tabiatiyle meydan bulunamamış idi. Bu durum meslek mensupları içinde kimin ne sebeple üstün gereği gibi belirtmeğe imkân vermediğinden terfi ve terakkiler döne dolaşa ya şahısları tanınmış olmağa veya tesadüfün lûtfuna bağlı kalıyor. Bu da tabiatiyle bir çok hak ve kıdem sahiplerinin vakti zamaniyle haklarını alamayarak birer köşede mühmel ve metruk kalmalarına sebep oluyordu.



Beriden Teftiş teşkilâtı daha kendi zamanından önce vücuda getirilmişti. Vekâlete geldiği zaman bir reis idaresinde otuz müfettişin ya kendisi ya kadrosu mevcut bulunuyordu. Mahmut Esat Bozkurt bilhassa bu teşkilâtı kendi amacına vardıracak inanılır ve dayanılır bir vasıta haline koyabilmek için olanca himmetini sarf ederek mesleğin en dirayetli mensuplarından mürekkep gerçekten mükemmel bir teftiş heyeti vücude getirdi . Bunları memleketin her yerinde gruplar halinde faaliyete sevk etti, zaman zaman bunların beşini onunu yanına alarak Van, Bitlis gibi en uzak yerlere en ücra köşelere kadar bizzat gitti, gördü, hâkim ve müddeiumumilerin her biri ile ayrı ayrı temas etti, tanıştı. Bu yorgunluklar az zaman içinde semerelerini vermeye başlamış bulunuyordu. Bu sayede meslek içinde elinden tutulup iş başına geçirilecek adamların kimler olduğu inanılır vesikalar ve mesnetlerle bir bir tebarüz etmeye başladı. Bu vesikalar ve mesnetlere göre kimin kime tercih suretiyle terfi etmesi lâzım geldiği işini de, bizzat üzerinde durarak hazırlamış olduğu 766 No.lu Hakimler Kanunu ile her altı ayda bir Temyiz Hakimlerince kendi aralarından seçilerek Ankara'ya gönderilen bir



İşte ilk temasında bu hali gören Mahmut Esat, her şeyden önce hâkimi mesleğine bağlayacak çarelere başvurmak lüzumunu duyarak şahsi dosya esası üzerine mükemmel bir sicil teşkilâtı vücuda getirmek gayesiyle işe başladı.. Bunun için eskiden beri sicil işlerinde bulunmuş olup da zaman ile her biri bir tarafta bulunan işe yarar ne kadar adam varsa hepsini Ankara'ya toplayarak o zaman Başmüfettiş bulunan Temyizimizin şimdiki reisi Halil Özyörük'ün emri altına verdi. Bu teşekkülün aylarca geceli gündüzlü çalışmasıyla meydana gelen semere gerçekten mükemmel ve feyizli bir eser oldu. Bu sayede her hâkimin ne idüğünü, birinin ötekine nispetle üstünlük derecesini ilk



328 Reis ve üç azadan ve Müsteşarla Hukuk ve Ceza Zat İşleri müdürlerinden toplanan bir heyete verdirdi. Aynı zamanda yine o Kanun ile, Temyiz dairlerince yapılan tetkiklerde bir sene içinde verdiği hükümlerin kanun ve usul bakımından mükemmellik veya noksanlık derecesine göre emsali arasında temayüz eden veya muvaffak olamayan hakimlerin ayrı ayrı birer defterini de Temyiz Mahkemesinden alarak bu heyete veriyor, bu suretle hakimleri mesleki mukadderatını tayinde yalnız teftiş sonuçlarına değil, Temyizin delâlet ve şahadetine de dayanma usulünü kurmuş bulunuyordu. Zaten teftiş—temyiz, kendisi için iki dayanaktı. Hâkimlerin halû siretlerini ve ehliyet derecelerini anlamada teftişe ne kadar kuvvet vermişse Temyiz Mahkemesinin sade temyiz olunan işlere değil, bütün adlî hadiselere kanun dairesinde nâzım olabilmesini sağlamağa da o kadar önem vermişti. Tevhidi İçtihat müessesesi bu önemin bir ifadesidir. Nihayet, hâkimlerin maişet bakımından içinde bulundukları hal ile gördükleri işlerin mahiyeti ve önemi arasında imkân nisbetinin bir denkleme, bir uygunluk sağlamanın zarureti üzerinde de samimi bir inanla duran BOZKURT, o zamanki adliye bütçesinin—dişinden tırnağından arttırma tâbirine mâsadak bir didinme ile ayırabildiği paradan hâkim ve



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



müddeiumumi maaşlarına makam zammı şeklinde bir para vermenin yolunu bularak hâkimlik sıfatının başka meslek mensupları karşısındaki hususilik ve istisnailiği Barem Kanunu'na gelinceye kadar devam ettirebilmişti.



TÜRK ADLİYESİ -- HÂKİM VE SAVCILARI—ÜZERİNE İsmet İnönü'nün Lozan'da en çok çektiği zahmet? Lozan Sulh Muahedenamesi; "Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Muahedenamesiyle ikmal edildiği zannedilmiş, büyük bir suikastın inhidamını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte emsali namesbuk bir siyasi zafer eseridir!.. İnönü ne diyor Türk Hukukçularına burada bir noktayı hatırlatmak isterim İsmet İnönü bana bir gün dedi ki . *Lozan Konferansında en çok zahmeti adliyemiz için çektim. En çok kritikler adliyemize tevcih oluyordu * İnönü ve Lord Gürzon arasında Lozan Konferansında, kapitülasyonların ilgası müzakere ve münakaşalarında, Lord Gürzon bir aralık Türk hâkimlerinin cehlinden, hü-



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



kümlerindeki isabetsizlikten, tarafgirliklerinden bahs etmiş!... O sırada konferansta hazır bulunan Bay Nusret'in anlattığına göre, İnönü şu mukabelede bulunmuş : * İstanbul'un işgali senelerinde, hâkimlerinizin verdikleri hükümleri, Türk hukukçuları okurken, meslektaşlık namına saçlarından tırnaklarına kadar kızarıyorlardı! * Adlî Müşavirler'den Mösyö "Faloş=Faloche'un Türk Adliyesi İçin söylediği ; Adli Müşavirler Lozan Muahedesine mülhak Adlî Beyanname mucibince beş senelik bir istihale devresi kabul ediliyordu. Bu müddet içinde Dünya Savaşına karışmamış yansız devletlerden dört adli müşavir Türkiye adliyesi hizmetinde çalışacaklardı. Geldiler ve çalıştılar. Ayrılırken verdikleri raporlar Türk Adliyesi hakkında sevinçle kayda değerler. İspanyalı müşavir diyor ki: "Bay Vekil! Güzel memleketinizden ayrılırken şunu söylemek isterim ki Türk hâkimi, dünyanın en namuslu, en çalışkan hakimlerindendir. Bu hakikati, sesimin bütün kuvvetile her yerde haykıracağım ." Lord Gürzon sağ olup da bu yabancı şehadetini duyabilseydi!



329



MAHMUT ESAT'IN TÜRK ADLİYESİ HÂKİM VE SAVCILARI ÜZERİNE SÖYLEDİKLERİ Bozkurt İnkılâp aşkını ifade ederken bu aşkın benliğinde yarattığı heyecan sebeplerini izah ediyor. İnkılâbın Türkiye için yükselme ve yaşama vasıtası olduğunu, iman dolu bir sesle bir ruh hamlesi gibi anlatıyor. Ve bunun müeyyidesinin TÜRK ADLİYESİ olacağına inanıyor. "Türk Adliyesi, inkılâbın hiçbir mania önünde, dönmeyen ve yılmayan irade ve azmi ile mazinin riya, intikam, felç ve ölüm müessesesini yıkarak yerine medeniyetin yükselme ve yaşama vasıtalarını ikame etmiş bulunuyor" Bu imanın sebebi şudur; "Biliriz ki inkılâp öksüz, dul, erkek, kadın, genç, ihtiyar bütün bir Türklüğün ilâhi mesaisi mahsulüdür." Bozkurt için inkılapların gayesi çok ulvidir. İnkılâp mefhumu karşısında hiçbir şeyin ehemmiyeti yoktur. İnkılâbın büyük menfaatleri bahis mevzuu olunca ferdi haklar, şahsi hürriyetler, her şey durur ve susar. Böyle olunca da, bu gayeyi temin bakımından Adliye Kuvvetinin hâkimiyeti lâzımdır. "Çünkü İnkilâbı, zor, ve ceberut değil, adliye kuvveti elinde tutacak ve ilerlemesine, kökleşmesine Adliye Kuvveti âmil olacaktır. Bir memlekette adlî kuvvetin her kuvvete tefev-



330 vuku o memlekette adaletin hakimiyetini ifade eder. Beşeriyeti, muzlim safahatı hayatından kurtararak saadete ve hürriyete götüren inkılâpların, en son inkılâpların gayesi de budur. Adaletin ilk istikamete, milli kudretin bir tecellisi olan inkılâbın bütün eserleriyle, netayiç ve zaruretleriyle her ne pahasına olursa olsun siyaneti olmalıdır, İnkılâbın büyük menfaatleri, gayeleri, idealleri mevzuubahis olunca şahsi hürriyetlerin, ferdî hakların, ve endişelerin susması ve durması lâzım gelir" "İnkılâbın bükülmez kolu bizi eski bir medeniyetin içinden alarak büyük ve ilâhi bir savletle yeni medeniyetin kapılarından içeri soktu. Şimdi önümüzde ufukları vâsî bir cidal sahası var. Bunda sırrı muvaffakiyet onun tekmil icabatına ayak uydurmaktan ibarettir. Bunun güzel çehresini çok yakın bir günde tekmil vuzuhu ile iraeye adliyemiz namzettir." Yürümesini adliyenin belli başlı ödevi meyanına koyan, Genç Adliye Vekili bunu temin için, kanunlarla uğraşmak vazifesini üzerine alıyor ve bu kanunların vasıflarının ne olması lâzım geleceğini tespit ederek : "Yeni kanunlarımız, milletin, memleketin, âli menfaatlerinin, inkılâbın yüksek prensiplerinin bilâ kaydüşart ifadesinden başka bir şey olmayacak " diyor.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Bunun sebebini, mensur bir şiir denecek kadar güzel bir ifade ile şöyle anlatıyor "İnkilâp, tacı fertlerin, hanedanların başından alarak Türk'e, Türk camiasına giydirdi, Türk inkılâbı tacı, fertlere, hanedanlara değil, camiaya lâyık gördü. Camiayı tacidar kıldı. Kanunlarımız bu büyük hakikatin müeyyidesi olacaktır." İnkılâbı kıskanarak, koruyacak, muhafaza edecek olan Cumhuriyet Adliyesidir. Bunun için, elde bulundurulacak olan terazide zaif ve kavi yoktur. İnkılâba yan bakan göz kimin olursa söndürülmesi, inkılâba dil uzatacak ağız kimin olursa susturulması; inkılâbı yolundan çevirecek dimağ kimin olursa körletilmesi lâzımdır. Genç Cumhuriyetin inkılâp adliyesi yalnız masumların hamisidir. "İnkılâbın Cumhuriyet Adliyesinin kabul ettiği şiar şudur: nazarımızda haksız olan en kavi zaif, haklı olan en zaif en kavidir. Hakimlerimiz ve mahkemelerimizin huzuruna çıkacak bir mücrim, behemehal cezasını çekeceğini bilmelidir. Türk Cumhuriyeti Adliyesinden ve kanunlarından yakayı kurtarmak için tek bir yol vardır,: Masum olmak. " Bu sebepledir ki, Türk Adliyesinin uyanık ve hazır bulunması, hassasiyetinin âzami gayretini göstermesi gerekmektedir. "İnkılâplar, beşeri saadete götüren vasıtalardır. Karşı koyanların akıbeti behemehal bir



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



hüsranı mutlaktır. İnkılâp için hazır olmak ve onu müdafaa etmek rolü Türk Adliyesinin yegâne medarı iftiharıdır." Hâkimlik vasfı, Bozkurt için, istiklâl, şeref ve bilgiden ibarettir. Bu üç şart birbirini tamamlayıcı ve koruyucudur. Bilgisiz veyahut şerefsiz istiklâl, faide yerine zarar verir. Türk Hâkimi ancak, küçük Türk Milletinin kanı pahasına elde ettiği inkilâbın nigâhbanı olduğunu bilerek istiklâlini kullanabildiği takdirde faideli olabilir. Aksi takdirde, irticaa, zulme ve fenalığa alet olması her zaman varittir. Bunun içindir ki bir TÜRK HÂKİMİNİN Bozkurt'un idealinde yaşayan şekilde olması lâzımdır. "TÜRK HÂKİMLERİ sizler Türk inkılâbının, demir elle kurulan yeni medeniyetin kıskanç bekçileri olmak mecburiyetindesiniz. Vazife ve mecburiyetiniz, mazinin dirilmesine, yeniliğin ıstırap çekmesine zaman ve imkân vermeyecektir. Cumhuriyet Müddeiumumisi, genç inkılâp Vekili'nin ideal ve gaye edindiği bir kimsedir. Bu vazifenin adetâ âşıkıdır. Cumhuriyet müddeiumumiliği vazifesini gıpta ile karşılamaktadır. "Yüce vazifenizin büyük aşkına gıpta edenlerin arasında benim de bulunduğumu, iştiyakla beyan etmek isterim." Bu vazife çok şereflidir. Çünkü inkılâbı, ilk safta bekle-



331



mek vazifesi müddeiumumilerin omuzlarına yüklenmiş kudsi bir vazifedir. "Her gün yüksek kalan Türk milletinin, her gün yüksek kalması için inkılâbın yok ettiği eskiliklerin yerini alan yenilikler, kanı damarlarımızda vuran ırkımızın ve her avuç toprağında bir inkılap şehidinin mübarek kanı kokan Türk vatanının yücelme şartlarıdır." "Bütün mukaddesatı ilk safta beklemek gibi her kula nasip olmayan şerefli vazifeyi tarihin tecelliyatı sizlere yüklemiş bulunuyor " Mensubiyetile müftehir olduğumuz milletin, Türk Milleti azmini ve iradesi tecelliyatından olan inkılabın ve onun en büyük eseri Cumhuriyetin, lâyık Cumhuriyetin zamini adliyemiz ve çok kıskanç harisi olmak vazifesile mükelleftir." diyen Mahmut Esat, Cumhuriyet Müddeiumumisi'ni Şöyle Görmek istiyor. "Rütbelerimizin büyüklüğü, salahiyetlerimizin genişliği ne olursa olsun, ilim rütbesi daha Türkçe söyleyelim bilgi rütbesini, bilgi salahiyetini her şeyden üstün ve geniş gören ve görmekle yükselen bir neslin mensuplarıyız." İnkılâp Adliyesinin âşıkı Mahmut Esat da * Berlin'de hâkimler var * sözü gibi "Türkiye Cumhuriyetinde Müddeiumumi var" sözünün dillerde dolaşması en büyük gayeleri arasında bulunmaktadır;



332 "Dilerim ki sizlerin liyakatınızla, bilginize, doğan inanma'dan bu vatanda yaşayanlar kim olursa olsun, hatta haklarını uzaklardan bu vatanda arayanlar kim olursa olsun, * Türk Cumhuriyetinde Müddeiumumi var, Hâkim var kimsesiz değilim * vecizesini kendilerine iman edinsinler" Türklüğün aşkıyla bağrından, alevler fışkıran Bozkurt, müddeiumumilere Türk'ün ne olduğunu öğretiyor: " Cumhuriyet Müddeiumumileri! Türk Milleti ve onun tarihi, yüksek bir felsefe kitabına benzer ki, onu anlamak ve sezebilmek için oldukça hususi bir kabiliyetle mücehhez bulunmak ve önce Türk olmak lâzımdır. Ve anlattığı bu Türk'ün bütün elem ve ıstırabından kendilerinin mesul bulunduğunu anlatıyor: "Meriç kıyılarında çalışan küçük Türk köylüsünün, kaybolan sapanından tutunuz da bu vatanda yaşayanların uğrayacağı en ufak bir haksızlıktan, hattâ Bingöl dağlarının ıssız kuytularında bekleyen öksüzlerin göz yaşlarından siz mesulsünüz." Bu kadar kudsî vazifeleri omuzlarına yüklenmiş olan müddeiumumiler, gurura kapılmayacak, gururun pençesi altında, vazifelerini yapmamak tehlikesine düşmeyeceklerdir. "Sizler, gurura tenezzül etmeyeceksiniz. Gurur, aldanma demektir. Aldanan mutlaka düşer.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



DEVRİMİ YÜCELTEN HUKUK DEVRİMİ ANKARA ADLİYE HUKUK MEKTEBİ (ANKARA HUKUK FAKÜLTESİ) 5 ikinci Teşrin ve Mahmut Esat BOZKURT Ankara Hukuk Fakültesi 5 İkinci Teşrin 1925 Perşembe günü açıldı. O gün yalnız Fakültenin tarihinde değil, Cumhuriyetin tarihinde de Mahmut Esat BOZKURT'un hayatında da sayılı bir gündür. Çünkü ; 1— Cumhuriyet, ilk yüksek öğretim müessesesini kuruyordu. Bir ilim müessesesi kurmak dünyanın her vaktinde ve her yerinde başlı bir iştir. Kendini, en yetkeli oğlunun diliyle, ilme ve ilim adamlarının telkinlerine dayandıran genç Türkiye Cumhuriyeti için en başlı bir işti. 2— Devlet merkezi ilk yüksek öğretim kurula kavuşuyordu. İlim müesseseleri yalınız yüksek bilgi öğretmez, yalnız ilim yapmaz ve ilmi ilerletmez; kurulduğu yeri de yükseltir. Suyu ve elektriği, asfaltı, ağacı ve apartmanı olmayan, vekâletleri vilâyet ve mahkemeleriyle bir arada ve vilâyet konağına veya şehrin kiralık birkaç ahşap evine yerleşmiş tozlu ve çamurlu Devlet Merkezi memurlarının pek çoğu mektepsizdi. Hükümet Reisi daha ilk günlerde Ankara'da bir Üniversite yaptırmayı düşünmüştü.



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



3— Türk inkılâbı, Atatürk'ün güzel deyişiyle "mevcudiyetini ve zihniyeti içtimai hayatın temeli olan yeni hukuki esaslarda tespit ve teyit etmek çaresine tevessül" ediyordu. Bundan ötürüdür ki "Cumhuriyetin merkezinde bir Hukuk Mektebi açmak.... Yüksek memur ve mütehassıs âlimler yetiştirmek teşebbüsünden daha büyük bir ehemmiyeti haiz"di. Atatürk'ün ve İnönü'nün dehalarıyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti, onun idare merkezi, onun büyük inkılâbı Adliye Vekili Mahmut Esat'ın elile dir ki ilk dileklerinden birine ulaştı. Bu onun için çok mutlu ve şerefli bir eriştir. Ankara Hukukunu açmak teşebbüsünde, önceleri bu üç düşünce belki açık görünmez. Teşebbüsün asıl sebebi adli teşkilâtın yetersizliğidir. Mahmut Esat, Adliye Vekili olunca, Hâkim kadrolarının çok açık bulduğunu ve hâkimlerden çoğunun da hukuk mezunu olmadığını görmüş, istanbul Hukuk Fakültesi yılda kırk elli mezun veriyor. Bunlarla açıkları doldurma mümkün değil. Ankara'da bir Hukuk Mektebi açmayı bu sebeple zaruri bulmuş. Şeflerinin müsaadesini almış. Bütçesine bunun tahsisatını koymuş. 0 zaman ayrı kanuna lüzum olmaksızın bütçe ile teşkilât kurulabilirdi.



333



Bütçe Encümeni—o zamanki adiyle Muvazenei Maliye Encümeni - bütçeyi incelerken bunu reddetmiş, mademki maksat hukuka fazla talebe alıp yetiştirmektir; İstanbul Hukuk Fakültesine, Sıhhat Vekâletinin yaptığı gibi leyli bir yurt ilâvesiyle maksat daha elverişli ve daha az külfetli olarak emin olunabilir. Bütçe Encümeni bu düşünce ile tahsisatı İstanbul için kabul eylemiş. Ankara'da bir Hukuk Mektebi açmak için ileri sürülen sebep mezun azlığı olduğuna göre encümenin düşüncesi yerinde idi. Mahmut Esat işi meclisten isteme zorunda kaldı On beş gün önce Adliye Vekili Ali Rıza Türel, Temyiz Mahkemesine yeni üyeler ve raportörler eklenmesi işinde güçlüğe uğradı. Teklif bütçe encümenince kabul edilmiş olduğu halde bile Meclisçe şiddetli tenkitlere uğradı ve nihayet Adliye Encümenine gönderildi. Mahmut Esat'ın rolü bütçe encümeninin reddetmiş olması sebebiyle çok daha güçtü. Bununla beraber Mecliste işi iyi müdafaa etti ve mektebin açılmasına hayli münakaşadan sonra, ancak dört rey çoğunlukla karar alabildi. Bu bir başarı idi. Mücadeleci ruhlar kolay gelen başarılardan değil, çetin savaşlarla elde edilenlerden hoşlanır. Mahmut Esat o günkü müca-



334 deleden zaferle çıktığı için bunu daima keyifle anlatırdı. O gün Meclis önündeki isteklerinde Mahmut Esat çok mütevazıydı. Bir Hukuk Mektebi bir çeşit meslek mektebi istemekte idi. Bu mektep, İstanbul Hukuku gibi hemen mükemmel olmayacak, zamanla gelişecek, muallimleri Adliye erkânı olacak idi. Mecliste eğer müsait karar aldıysa sebebi bu değil, işi devlet merkezine ve inkilâba dayandırabilmiş olmasıdır; "Merkezi Cumhuriyette bulunuyoruz. Buranın bir Hukuk Mektebine behemehal ihtiyacı vardır. Yapılacak tedrisattan bu muhit de istifade edecektir, yalnız talebe değil. Dünyanın en güzel inkılâbını yapmış bir memlekette asrın hukukiyatı okunmaz olur mu, efendiler? ... Biraz da İstanbul'un ettiği istifade kadar Anadolu'muz da maariften hissement olsun... hepimiz okuyacağız... yaşa" sesleri, bundan sonra Meclis'te duyulmuştur. Mahmut Esat bundan sonra, mektebi hep inkılâba bağlamış ve artık hep ondan bahseylemiştir. Bana çektiği telgrafta bile bunu unutmamıştır: "Ankara Hukuk Mektebi Müdürlüğüne zatı âlilerini Başvekil ismet Paşa Hazretleri de ehemmiyetle tasvip buyurdular, inkilâbımızın yüksek iktidar ve faaliyetinizden istifade etmesini bekler ve görüşmek üzere Ankara'ya teşrifinizi rica ederim."



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



ATATÜRK'ÜN, ANKARA HUKUK MEKTEBİNE YAZDIĞI TELGRAF 20 Eylül 1925 Ankara Hukuk Mektebi Tedris Heyeti Reisi Mahmut Esat Beyefendiye, Ankara Hukuk Mektebinin 15 Eylül 1341 (1925) tarihinde içtima eden profesörleri tarafından mezkûr mektep Heyet-i Tedrisiyle Fahrî Riyasetini kabul etmekliğim hakkında olan teklifi, Kemal-i memnuniyetle kabul ettim. Mektebin müstakbel faaliyetinde Türk inkilâp ve medeniyetinin ruhuna muvafık tedrisatta bulunmak suretiyle vatanımıza nâfi,olmasını temenni ederim. Gazi Mustafa Kemal 20 Eylül 1925 Ankara Hukuk Öğretim Kurulu



Okulu



Başkanı Mahmut Esat Beyefendiye, "Ankara Hukuk Mektebinin 15 Eylül 1925 tarihinde toplanan profesörleri tarafından anılan okul Öğretim Kurulunun Onursal Başkanlığını kabul etmem konusundaki önerisini, büyük bir memnuniyetle kabul ettim. Okulun gelecekteki çalışmalarında Türk devrim ve uygarlığının ruhuna uygun öğretimde bulunarak vatanımıza yararlı olmasını dilerim." Gazi Mustafa Kemal İSMET PAŞA'dan Ankara'da Adliye Hukuk Mektebi Tedris Heyeti Reisi



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



335



Mahmut Esat Beyefendi Hazretlerine



nutkunu duyarak ve duyurarak okudu.



Muhterem tedris heyetinin Türk Hukuk Tarihi fahri profesörlüğüne tevcih etmek suretiyle âcizlerini tedris heyeti meyanına kabul buyurmasını fahru meserret ile tefâkki ederim ve riyaseti âliyyelerinde bulunan muhterem profesörlere ayrı ayrı hissiyatı ihtiramkâranemi takdim eylerim efendim hazretleri.



ATATÜRK'ÜN, AÇILIŞDAKİ TARİHİ SÖYLEVİ



26 Eylül 341 Türk Hukuk Tarihi—Fahri Profesör İsmet



HUKUK MEKTEBİ'NİN AÇILIŞI 5 İkinci Teşrin 1925 günü mektep tam devlet teşrifatıyla açıldı. Cumhur Reisi de Hükümet Reisi de redingot giyinmiş idiler. Bütün Vekiller bütün mebuslar, devlet erkânı, hep davetli idiler ve hep siyah giymişlerdi. Büyük Millet Meclisi'nin eski salonunda profesörler kürsü önünde yer aldılar Fahri Profesör sıfatıyla Başvekil İsmet Paşa da aralarına gelip oturdu. Talebe, salonun iki yanını doldurmuştu, çok canlı ve heyecanlı bir gündü, bir inkılâp günü idi. Reisi Cumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa alkışlar arasında kürsüye çıktı ve mektebin ebedi şeref kaynağı olan açış



5.11.1925 Bu günkü toplantımız, Cumhuriyetin yönetim merkezinde bir hukuk okulunun açılması dolayısıyledir, Bu olay, yüksek işyar (memur) ve uzman bilgin yetiştirmek çabasından daha büyük bir önem taşıyor. Yıllardır sürüp duran Türk devrimi, düşünüşünü, varlığını, sosyal yaşayışını, üzerine kurulduğu yeni hukuk ilkelerini saptamak ve sağlamlaştırmak yoluna girmiş oluyor. Türk devrimi nedir.? Bu devrim, sözcüğün birdenbire akla getirdiği * ihtilâl* anlamından ilerde ve ondan daha geniş bir değişmeyi dile getirmektedir. Bu günkü devletimizin biçimi, yüzyıllardır sürüp gelen eski biçimleri bir yana iten en olgunu, en gelişmişidir.. Ulusun, varlığını sürdürebilmek için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri sürüp gelen biçimini, niteliğini değiştirmiş; ulus bireylerini, din bağı - mezhep bağı yerine, Türk ulusçuluğu bağı ile toplamış, bir araya getirmiştir. Ulus, uluslar arası genel savaş alanında, kendisini var gücüyle yaşatabilecek aracın, ancak çağdaş çevrede, uygarlıkta bulunabileceğini, bir değişmez gerçek olarak kendisine ilke edinmiştir.



336 Kısacası, baylar, ulus, saydığım değişikliklerle devrimlerin gerekli ve doğal sonucu olarak genel yönetiminin, bunu sağlayacak bütün yasaların, ancak dünyalık ihtiyaçlarından doğacağını, bunlar değişip geliştikçe ona ayak uyduracak bir görüş ve düşünüşün kendisini esenliğe kavuşturup ölümsüz bir yaşayışa ulaştıracağını kavramış bulunuyor. Eğer, altı yıl önceki anılarınızı yoklarsanız; devletin biçiminde, halkın birbiriyle kaynaşmasında, bizi güçlendiolanaklarının ren uygarlık sağlanışında, kısacası, bütün kuruluşların ve oluşların gelişip oturmasında uygulanan ilkelerin nasıl yeni ve değişik olduğunu hatırlarsınız Altı yıl içinde büyük ulusumuzun yaşayışında beliren değişiklik, herhangi bir “ihtilâl”den daha güçlü, daha yüksek olan en büyük devrimlerdendir. Ulusların kurtuluş ve yükseliş savaşında çoğu zaman kızgın ve öfkeli oldukları görülmüştür. Ama bu kızgınlık, Türk ulusunun bilinçli öfkesine benzemez. Sözünü ettiğim büyük devrim yolunda Türk ulusunun şimdiye değin harcadığı çabalar, dıştaki ve içteki saldırılara karşı yorulmaz, yıpranmaz savaşmalar içinde, ulusal egemenliğini karşı durulmaz bir güçle uygulama yolunda, hukukçuların ellerinde ve dillerinde dolaşan, alışılıp aşınmış ilkeleri bilmezlikten gelerek yeni gerçeklerin ve gelişen olayların havasında yoğrulmuş bir yöne-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



tim biçimi, bir yeni devlet yönetimi arayıp bulmak uğrunda, geçmiştir. Şimdi kurulup ortaya çıkan bu büyük yapıtın görüşünü, düşünüşünü, isteklerini belirtip karşılayabilecek yeni hukuk ilkelerini, yeni hukuk adamlarını yaratma işine girişmek günü gelmiştir. Sanıyorum ki, Ankara Hukuk Okulu ile, Cumhuriyet Hukukunu yalnız sözüyle ve görünüşüyle değil, bilinçli ve bilgisel niteliği ile, yeni yasalarıyla, yeni hukuk adamlarıyla açıklayacak, savunacak ve uygulayacak bir davranışa baş vurmuş oluyoruz. Cumhuriyet Türkiyesi’nde eski yaşama kurallarının eski hukuk ilkelerinin yerini bugün, yeni hukuk ilkelerinin almış olduğu bilinen bir gerçektir. Bu olup bittiyi sizin kitaplarınız ve uygulanacak yasalarınız anlatacak ve açıklayacaktır. Sevgili Hukuk Öğrencileri! Sayın Hukuk Adamları! Yeni hukuk ilkelerinden, yeni kuruluşumuzun gerektirdiği yasalardan söz açarken, Her devrimin kendisine özgü dayanağı bulunmak gerekir nedenini, yalnız bu ana nedeni göz önüne koymak istemiyorum; ille boş yere sitem etmekten vaz geçerek Türk ulusunun, çağdaş uygarlığın özelliklerinden ve verimlerinden yararlanabilmesi için, en az üç yüz yıldan beri harcadığı çabaların ne kadar kaygı verici engeller karşısında araya gittiğini göz önüne alarak, bütün uyanıklı-



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



ğım ve üzüntümle söylüyorum: Ulusumuzu çöküntüye sürükleyen, zaman zaman bağrından kopup da ileri düşünceleri için savaşmayı göze almış kimseleri yıldırtıp usandıran gerici ve ezici güçler, bugüne değin elinizde bulunan hukuk kurallarıyla ona içten bağlananlar olmuştur Belki ağır düşerse de tarihe dayanan bu görüşüme, bu yüce topluluk içinde yer alanlardan ve Cumhuriyet Hükümetine çok yararlı olan seçkin kimselerden pek şaşan bulunmayacağını umarım: Yine de amacımı biraz daha açıklamama izninizi dilerim. Uluslar arası genel tarih içinde Türklerin 1453 zaferini, İstanbul'un fethini bir düşünün; bütün bir dünyaya karşı istanbul'u Türk toplumuna mal eden güç, aşağı yukarı o yıllarda bulunan matbaayı ülkeye mal etmek için o zamanki hukukçuların uğursuz direncini göğüsleyememiştir. Eskimiş hukukla dar düşünceli hukukçulardan buna izin koparabilmek için üç yüz yıl, kuşkular, kararsızlıklar, üzüntüler içinde beklemek zorunda kalmışızdır. Eski hukukun çok uzak, çok eski ve yaşama gücünü çoktan yitirmiş bir dönemini seçtiğimi sanmayın. Eski hukukla ona saplanıp kalanların bu devrim yıllarında bana gösterdiği güçlüklerden örnek vermeye kalksam başınızı ağrıtmak tehlikesine düşmüş olurum. Şu kadarını bilesiniz ki Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kuruluş günlerinde bu



337



oluşu hukuk ilkelerine ve bilimsel görüşlere aykırı bulanların başında ünlü hukukçular vardı. Büyük Millet Meclisinde egemenliğin ulusta olduğunu belirten yasayı öne sürdüğüm gün, bu ilkenin Osmanlı Anayasasına aykırılığından dolayı karşısına çıkanların başında yine eski ve bilimsel erdemi ile ün salan, ulusu aldatıp durmuş olan belli hukukçular yer alıyordu. Cumhuriyet ilân olunduktan sonra bile, baş gösteren bir acıklı olayı uyanık gözlerinizin önünde canlandırmak isterim. : En ileri, en bayındır bir kentimizin hem bizim yurdumuzda hem Avrupa'da okuyup yetişmiş seçkin uzmanlardan kurulu baro topluluğu, açıktan açığa halifeci olduğunu söyleyip duran birisini kendine başkan diye seçmiştir. Bu olay, köhne hukuka saplanmış olanların cumhuriyet anlayışına, karşı nasıl bir eğilimde olduklarını belirtmeye yetmez mi? Bütün böyle olaylar, devrimcilerin en büyük ama en sinsi can düşmanlarının çürümüş hukukla onun zavallı tutkunları olduğunu göstermektedir. Ulusun arasız ve ateşli devrim atılışları sırasında sinmek zorunda kalan eski kanun hükümleri, eski hukuk adamları, devrimcilerin ateşi ve etkisi yavaşlamaya başlar başlamaz hemen canlanarak devrim ilkelerini, ona içten bağlı olanları, bunların kutsal ülkülerini suçlayıp kötülemek için



338 fırsat beklerler ve bu fırsat, eski yasaların yürürlükte kalmasıyle, eski anlayışı sinsice kollayıp yürütmekte direnen yargıçların ve avukatların varlığı ile belirir ve beslenir Bugünkü hukuk çalışmalarımızın gerekçelerini böylece açıklamış olduğumu umuyorum. Büsbütün yeni yasalar düzenleyerek eski hukuk ilkelerini temelinden kazımaya girişiyoruz. Yeni hukuk ilkeleriyle, alfabesinden okumaya başlayacak bir yeni hukuk kuşağı yetiştirmek için bu okulu açıyoruz. Bütün bu işlerde dayanağımız ulusumuzun üstün yeteneği ve kesin isteğidir. Bu girişimlerde arkadaşlarımız, yeni hukuku, bizimle birlikte anlattığım nitelikte anlamış olan seçkin hukuk bilginlerimizdir. Yeni hukuk ilkeleri genel yaşayışımızda başarılı uygulamalarla etkisini gösterene kadar geçecek zamanı, devrimin yorulmaz ve yıpranmaz gücü kısaltacak ve zararsız kılacaktır. Öğrenciler! Yeni Türk toplumunun kurucusu ve kollayıcısı olmak amacıyla okumaya başlayan sizler, cumhuriyet döneminin gerçek hukuk bilginleri olacaksınız. Bir gün önce yetişmenizi ve ulusun isteğini yürürlüğe koymanızı hepimiz sabırsızlıkla beklemekteyiz. Sizi yetiştirecek olan profesörlerin kendilerinden beklenen ödevi hakkıyle yerine getireceklerine güveniyorum. Cumhuriyetin



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



yapıcısı ve kollayıcısı olacak bu büyük kuruluşun açılmasından duyduğum mutluluğu hiçbir davranışımda duymadım. Bunu böylece belirtip açıklamaktan da ayrıca sevinçliyim. ***



SÖYLEV ÜZERİNDE ANLATIM Atatürk'ün bu konuşması herhangi bir yoruma yer vermeyecek derecede açık ve kesindir. O her şeyden önce Hukukun devlet ve toplum içinde ne kadar önemli ve vazgeçilmez bir öğe, hatta baş öge olduğunun, gerçek bir hukuk bilgini gibi kavramıştır. Toplumları yönetenlerin ve devlet ilkelerine yön verenlerin de hukukçular olduğunu bilmektedir. Eskimiş, sistemsiz ve kendini yenileme olanağından yoksun hukuk ve bunun uygulayıcılarını, Osmanlı devletini gerileten baş nedenler olduğunu açıkça belirtmiştir. Bu nedenle eski sistem içinde yetişmiş hukukçulara güvenememektedir.. Yepyeni, uygar esaslara dayanan bir hukuk sistemi kurulacak ve bunu, eskiyle ilişkisini kesmiş, yepyeni bir hukukçu kuşağı uygulayacaktır. Ankara Hukuk Mektebinin amacı böylece yalnız uzman veya bilim adamı yetiştirmek değil, devrim hukukunu uygulayan, yorumlayan ve yayan hukukçuları yurda salmaktır. Ancak böylece modern hayat koşullarına tüm



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



ulusun alışması mümkündür. Bu nedenle Atatürk'ün Ankara Hukuk Mektebini sıradan bir yüksek okul değil bambaşka ve özel görevi olan bir kurum biçiminde görmektedir. Konuşmasının sonunda bunu bir kez daha ve içtenlikle belirterek bu kurumun açılışında duyduğu mutluluğu hiçbir girişiminde duymadığını söylemektedir. Böylece, Ankara Hukuk Mektebi'nin açılışı ile Türk Hukuk Devrimi gerçek anlamda başlamış olmaktadır.



ADLİYE VEKİLİ MAHMUT ESAT'IN AÇILIŞTAKİ SÖYLEVİ Sayın Cumhurbaşkanı!.. Sayın dinleyenler!.. Ankara'mızın, (Adliye Hukuk Mektebi) , Türk'ün şanlı ve çok şerefli kurtarıcısını, büyük Cumhurbaşkanını öğretim kurulunun başkanlığında ve başında görmekle şu anda en derin ve ancak ifadesi çok güç heyecanla, sevinçlerle doludur. Bu vesile ile Türk devriminin büyük liderine öğretim kurulunun, genç hukuk adaylarının ve okulun saygı ve şükranlarını açıkça sunar, bunun lütfen kabulünü kendilerinden rica ve niyaz eylerim. Okulumuzun Türk Hukuk Tarihi onursal Profesörlüğünü lütfen kabul buyuran büyük Başbakan Sayın İsmet Paşa'ya da teşekkürleri sunmayı bir vazife ve borç sayarız. Sayın Cumhurbaşkanı!:.



339



Sayın Dinleyenler!. İzin verirseniz, okulumuzun temel ilkelerini birkaç cümle içinde bildirmek isterim. İslâm Hukukunun zamanımıza kadar sürüklene sürüklene gelen en esaslı fakat en sakat bir dayanağı vardır ki, ona Arapça deyimiyle (Kale) derler. Güzel Türkçemize (dedi ki) diye çevrilen bu temel yüzyıllarca ve yüzyıllarca Türk ulusumun mukadderatını ortaçağa bağladı, onu ortaçağda verilen kararlarla yönetmeğe etken oldu. İslâm uygarlığından olan hukukşinaslar çok yazık ki, anlayışlarını bu emelden kurtaramadılar. Bizdeki Mecelle ve buna benzer kimi kanunlarımız bu anlayışın en açık bir katıştırması (enmuzeci) dır. (Dedi ki) deyimi (Kale) nin kelime çevrisidir.. Ancak (Kale) nin gerçek anlamı, bilinçsiz ve anlayışsızım, ortaçağ ölülerinin düşünüşlerinden başka bir şey düşünemem, ölülerin kararlarıyla yürürüm ve düşünmeğe gücüm yoktur demektir. Bunun yirminci yüzyılda açık anlamı ben yokum, ben ölüyüm demektir. Sayın dinleyenler!. Bu (kale) kuralı, bilinç ve etkinliğine tarihin alanı bile dar bir dolaşma yeri durumunda kalan soylu ırkımızın bütün varlığını kalın ve kara bir kölelik zinciri halinde ortaçağa, ortaçağ düşünülerine bağladı. Yüzyıllar ve yüzyıllarca önce bilmem hangi çöller içinde verilen kararların (Kale) 'siyle yir-



340 minci yüzyıl ortasında yürümek, bilinç ve anlayıştan yoksun olduğunu fiilen açıklamaktan başka neyi gösterir.? Bu gibi ilkelere artık olarak bir de (Rabbani) nitelik bağlamak anlayışsızlığın en açık bir belirtisi değil midir? Ulusların dünya işlerini akıl ve mantık dışında, yalnız vicdanlarda kalması gereken din ile, din tehdidiyle yürütmeye olanak var mıdır? Ortaçağ içinde herhangi bir arap hukukçusunun, çevresinin ve günün gereklerine göre koyduğu bir kuralı, Arap (dedi ki) diye sonuna kadar Türk Ulusuna yararlı olmak üzere kullanmak olanağı var mıdır? Bunda direnmenin Türk'ü Hak adına ne büyük haksızlıklara, düşünülmesi güç ne baskı ve ne kıyıcılıklarla karşı karşıya bıraktığını bilmez değiliz. Mukadderatını bir Arap müçtehidinin sözlerine bağlı görecek kadar Türk Ulusunun bilinçten, anlayıştan, düşünceden yoksun olduğunu kim söyleye bilir?. Türk'ü böyle ağır suçlama altında bırakmaya kimin hak ve yetkisi vardır? Böyle bir tarih var ise, ki vardır, onun yanması ve kül olması gerekir. Fıkıh ve onun müntesipleri tarihin en büyük evrelerinde istibdat ve bozgunların gerekçesi ve etkeni oldular. Böyle sakat ve bozuk ilkelerle Türk Ulusu gibi büyük bir ulusun mukadderatı yirminci yüzyıl ortasında yönetilebilir mi? Ayıp ve günah değil midir? Bugün büyük devrim liderimizin işaret ettiği yolda yürü-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



meği çok şerefli ve çok verimli bir ilke olarak kabul eden Ankara Hukuk Okulu geçmişten kalma ilkeleri tarihe bıraktı. (Dedi ki) (dediler ki) ile değil (Diyorum ki) özellikle (Türk olarak, bir insan olarak bilinçle, anlayışla diyorum ve düşünüyorum ki) prensibini kendisine şiar edinmiş bulunuyor. Türk Cumhuriyeti Hukukunu inceleyecek ve araştıracak olan Ankara Hukuk Okulu çalışma alanında hiçbir kaynakla bağlı değildir. Onun en büyük kitabı koşulsuz olarak Türk Ulusunun yüksek yararları ve yirmici yüzyıl hayat ve uygarlık ilkelerinin mahzeni olan çağdaş bilimlerdir. Ulusumuzun, devrimin ve Cumhuriyetin en yüksek yararlarını en uz dille anlatan ve açıklayan, Türk'ün büyük başkanından gürlük ve esenlik alarak yürüyeceğiz. Gazi elimizde bir zafer bayrağıdır. Ne olursa olsun, ne yapıp yapıp başaracağız. Onun uyarmasıyla (dedi ki) yi bıraktık (diyorum ki) yi kabul ettik. Yani bilinçle yürüyoruz, düşünüyoruz. Şu hâide Türk ulusunun tarihe, bütün bir insanlık tarihine söyleyeceği daha çok, pek çok sözleri vardır. Oraya vereceği pek çok yapıtları vardır. Cumhuriyetin Türk adliyecileri bu genişlik ve kapsam içinde devrimin kendilerine yüklediği geniş ve kapsamlı vazifenin ağırlığını ve anlamını kavramışlardır. Bunun bütün



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



gereklerini yerine getirmeğe hazırdırlar. Hazırlanmış ve hazırlanmakta olan yeni kanunlarımız, önünüzde bulunan genç hukuk adayları bu kararın ilk aşamasıdır. Gerisini tarih söyleyecektir. Devrim için hazır olmak ve onu savunmak rolü Türk Adliyesinin biricik öğünç dayanağıdır. Devrimler insanlığı mutluluğa götüren araçlardır. Karşı koyanların sonu, ne olursa olsun, tam bir bozgundur. Sözlerime son verirken gelişleriyle okulumuzu şereflendiren ve devrimin her alanında olduğu gibi bizim de programımızı ve yolumuzu ve davranışımızı saptamak lutfunda bulunan Sayın Cumhurbaşkanına ve sayın dinleyenlere en derin teşekkürleri tekrar sunarım.



MAHMUT ESAT'IN AÇILIŞ SÖYLEVİ ÜZERİNDE ANLATIM Mahmut Esat'da cevabında eski hukuka çattı. " Fıkıh ve onun müntesipleri, tarihin en büyük safahatında istibdadın ve hezimetlerin mucip sebepleri ve âmili oldular. Böyle sakat ve sakim esaslarla Türk Milleti gibi büyük bir milletin mukadderatı yirminci asır ortasında idare olunabilir mi? Ayıp ve günah değil midir?" Mahmut Esat, büyük inkilâp liderinin işaret ettiği yolda yürümeyi çok şerefli ve çok feyizli bir esas kabul eden Hukuk Mektebi'nin maziden müdevver esasları tarihe tevdi"



341



ettiğini söyledikten sonra inkilâbı Adliyeye de teşmil etti: " Cumhuriyetin Türk Adliyecileri bu vüsat ve şümul dahilide inkilâbın kendilerine tahmil ettiği vâsi ve şamil vazifenin ağırlığını ve manasını müdriktirler. Bunun tekmil icaplarını ifaya da hazırdırlar... İnkilâp için hazır olmak ve onu müdafaa etmek rolü Türk Adliyesinin yegâne medarı iftiharıdır. İnkılâplar, beşeriyeti saadete götüren vası-talardır.Karşı koyanların akibeti behemehal bir hüsranı mutlaktır"



5. İkinci Yıldönümü,



Teşrin



İlk



Hemen açış gününküne yakın canlı bir törenle kutlandı. Bu Mahmut Esat'ın açtığı müessesenin ilk meyvalarını getirdi. Baştanberi mektebin gelişmesi için ne mümkünse onu vermiş ve onu daima tutmuş ve yüceltmiş olan Milli Şef, o gün " İnkilâbın yeni müesseselerinden olan mektebin yüksek mefkureye dayanan asil ruhunu övdü " Takdirlerinde çok ölçülü olduğu bilinen bir dilden geldiği için bu övüş o gün herkesi ve herkesten çok onu sevindirdi. Ertesi gün Hakimiyeti Milliye'de yalnız gazete değil, şimdi Londra Büyükelçiliğe tayin edilmiş olan Ruşen Eşref Ünaydın güzel kalemiyle o günün başarısını övdü. Ankara Hukuk, ilk mezunlarını 1928- 8 temmuzunda verdi Mahmut Esat Teftiş serya-



342 hatinde idi. Bunu uzaktan çektiği telgrafla şöyle selâmladı:" Diyarbekir 22/7 1928 Ankara Hukuk Mektebi Reis Vekili Cemil beyefendiye Hukuk Mektebimizin ilk mezunlarını görmek benim için bir mefkure idi. Himmetinizle bugün hakikat oldu. inkilâp ve Cumhuriyet yolunda sebk eden büyük ve güzide eserlerinden dolayı zatı âlinizi ve muhterem tedris heyetini hararetle tebrik ederim, hürmetler efendim. Adliye Vekili Mahmut Esat Atatürk'ün Ankara Hukuk Mektebinin ilk mezunlarını kutlamak için yazdığı telgraf 24 Temmuz 1928 Ankara Hukuk Mektebi Tedris Heyeti Reis Vekili Cemil Beyefendiye, Ankara Hukuk Mektebinin ilk mezunlarını ve profesörlerini tebrik, ve mezun efendilerin memlekete hayırlı hizmetlerde bulunmalarını temenni ederim Reisi Cumhur Gazi Mustafa Kemal



KENDİ SÖZLERİLE MAHMUT ESAT BOZKURT Şefler, Mahmut Esadın ruhunda, inkilâbın, bir sembolü halini almıştır. İnkilâp için yapılan her yenilik onların ilhamı iledir. En büyük inkilâp hamlesi olan Ankara Hukuk



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



mektebinin açılışında inkilâp sembollerini mektebin başında görmek ona heyecan veriyor.: "Ankara'mızın Adliye hukuk mektebi Türkün şanlı ve çok şerefli halaskarını büyük reisicumhurunu tedris heyetinin başında ve yanında görmekle şu anda en derin ve fakat ifadesi çok müşkül heyecanla, sevinçlerle meşbudur. Mektebimizin Türk Hukuk Tarihi fahri müderrisliğini lütfen kabul buyuran Büyük Baş Vekil ismet Paşa Hazretlerine de takdimi teşekkürat eylemeyi bir vazife ve bir vecibe telâkki ederim. " "İnkilâplar, beşeri saadete götüren vasıtalardır. Karşı koyanların akibeti behemehal bir hüsranı mutlaktır, inkilâp için hazır olmak ve onu müdafaa etmek rolü Türk Adliyesinin yegâne medarı iftiharıdır."



İslam Hukukunu şöyle düşünüyordu : " İslâm hukukunun zamanımıza kadar sürüklene sürüklene gelen esaslı, fakat en sakat ve en aksak bir mesnedi vardır, ki ona Arapça tâbirile *kale* derler. Güzel Türkçemizde* dedi ki * suretinde tercüme edilen bu esas asırlarca ve asırlarca Türk milletinin mukadderatını kurunuvustaya bağladı. Onu, kurunuvusta da verilen kararla idare etmeğe âmil oldu. islâm medeniyetine mensup hukukşinaslar çok yazık, ki zihinlerini bu esastan kurtaramadılar. Bizdeki Mecelle ve buna müma-



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



sil bazı kanunlarımız, bu zihniyetin en sarih enmuzcidir. *Dedi ki * tâbiri * kale *nin kelime Türkçesidir. Fakar *kale * nin hakiki manası, şuursuz ve idraksizim, kurunuvusta uluslarının fikirlerinden başka bir şey düşünemem. Ölülerin kararile yürürüm. Ve düşünmekten âcizim demektir. Bunun yirminci asırda fasih mânası ben yoğum, ben ölüyüm demektir. Bu hukuk, Türk milletinin, şuurdan, idrakten mahrum olduğunu gösteren hukuktur, böyle bir tarihi yakmak ve kül emek lâzımdır: "Mukadderatını, Arap müçtehidinin kavillerine bağlı görecek kadar Türk milletinin şuurdan, idrakten, düşünceden mahrum olduğunu kim söyleyebilir. Türkü böyle bir ağır töhmet altında bırakmağa kimin hak ve salahiyeti vardır. Böyle bir tarih, mevcut ise, ki vardır, onun yanması, kül olması lâzımdır." Mahmut Esada göre, Hukuk Mektebinin açılmasındaki gaye, işte budur. Bu mekteptir, ki maziden müdevver esasları tarihe tevdi edecek, şuurla, idrâkin doğurduğu Türk hukuku prensibini şiar ittihaz edecektir. "Bugün büyük inkilâp liderimizin işaret ettiği yerlere yürümeği, çok şerefli ve çok feyizli bir esas olarak kabul eden Ankara Hukuk Mektebi, maziden müdevver esasları tarihe tevdi etti. *dedi ki



343



**dediler ki *ile değil, *diyorum ki *bilhassa *Türk olarak, bir insan olarak, şuurla, idrâkle diyoBugün büyük inkilâp liderimizin işaret ettiği yerum ve düşünüyorum ki *prensibini kendisine şiar edinmiş bulunuyor." "Türk Cumhuriyeti hukukiyatını tetkik ve tetebbu edecek olan Ankara Hukuk Mektebi sahai faaliyetinde hiçbir menbala, hiçbir mehazla mukayyet değildir. Onun en büyük kitabı, bilâkaydüşart Türk milletinin âli menfaatleri, ve yirminci asır hayat ve medeniyet desatirinin mahzeni olan muasır ilimlerdir."



Hukuk Devrimi sırasında, Atatürk'ün Mahmut Esat Bozkurt'la Görüşmelerinden; "Görülüyor ki hukukta batılaşma isteği memleketimizde Cumhuriyet döneminde ortaya atılmış değildir. Bunu Atatürk şöylece açıklar: Türk Milletinin çağdaş uygarlığın araçlarından yararlanmak için, aralıksız üç yüz seneden beri sarf ettiği gayretlerin ne kadar elemli ve ızdıraplı engeller karşısında heba olduğunu üzüntü ile göz önüne alarak söylüyorum ". O halde batılılaşma akımı Atatürk'ten evvel de vardı. Fakat bu akım, karşısındaki direnci yenemiyordu. Ali Paşa'dan sonraki hamleyi Mahmut Esat Bozkurt'un başarılı çabası temsil etmekte-



344 dir. Ortaya atılan fikir, Fıkıh esaslarına değil, Batı Hukuku anlayışına uygun, fakat belli bir kanunu almak şeklinde olmayan, batı hukukunun esaslarına bağlı, yeni metinler hazırlamak idi. Fakat kurulan komisyon bir türlü sonuca yaramıyordu. Hatta bu komisyonda geriye dönüşün eğilimi seziliyordu. Bu durumda kesin bir karar verilmesi, son sözün Atatürk tarafından söylenmesi gerekiyordu. Konuyu Bozkurt, Atatürk'e arzetti ve ana kanunlarımızın batının ün kazanmış kanunlarının iktibası şeklinde olması lüzumunu belirtti. Atatürk şunu sordu: Bu kanunları uygulayacak hukukçularımız var mı? Bozkurt, hiç düşünmeden şu cevabı verdi: Yetiştireceğim. Bu konuşmadan sonra Atatürk 28 Şubat 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisi'nde verdiği demeçte " yeni hukuk esasları'ndan söz etti ve şunları söyledi: Önemli olan nokta, adli anlayışımızı, adli kanunlarımızı, adli teşkilâtımızı, bizi şimdiye kadar bilinçli veya bilinçsiz etki alanında bırakan çağın gereklerine uygun olmayan bağlardan kurtarmaktır." Bu suretle fikirce hazırlık başlamıştı. Mahmut Esat Bozkurt fıkıhın son dönem uygulamalarının tutuculuğunu, sakıncalarını belirten konuşmalar yapıyordu. "Ankara Hukuk Mektebi " nin açılışında Atatürk'ün konuşmasına, Boz-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



kurt'un verdiği cevapta şunları söylediği görülmektedir: "Fıkıh ve fıkıhla ilgilenenler, tarihin en büyük aşamalarında zorbalık ve bozgunların gerekçesi ve nedeni oldular "Şöyle devam etti.".... "Cumhuriyetin Türk adliyecileri bu çerçevede devrimin kendilerine yüklediği geniş ve engin görevin ağırlığını kavramışlardır. Bunun gereklerini yapmaya hazırdırlar. Devrim için hazır olmak ve onu savunmak rolü Türk adliyecisinin yegâne övünme nedenidir. Devrimler, insanlığı mutluluğa götüren araçlardır. Karşı koyanların sonu mutlak bir hüsrandır" Atatürk ile Mahmut Esat Bozkurt arasında tam bir inanç birliği vardı. Atatürk "zihniyeti, içtimai hayatın temeli olan yeni hukuk esaslarını tespit ve teyit etmek çaresine tevessül eylemek" direktifini verdi ve inançlı uygulayıcısı Bozkurt'u görevlendirdi. Atatürk bir nutkunda " Büsbütün yeni kanunlar yaparak eski hukuk esaslarını temelinden söküp atmak teşebbüsündeyiz." Dedi ve ilerisini görerek şunları ilâve etti. " Yeni hukuk esasları ile abecesinden öğrenime başlayacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek lâzımdır." "Ankara Hukuk Mektebi" nin açılması uygulamada ilk adım oldu. Bu mektep, Cumhuriyet döneminin ilk yüksek öğrenim kuruluşudur.



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



ANKARA HUKUK MEKTEBİNİN AÇILIŞI TÜRK BASININA NASIL YANSIMIŞTIR? Bunu da görmekte yarar vardır? Ankara'da yayınlanan ve hükümetin yarı resmi organı olan " Hakimiyeti Milliye"=(Ulus) gazetesi-6.Kasım 1925 (6 Teşrinisani 1341 ve 1925/19 Rebiyülahir 1344) günkü nüshasına büyük bir başlık koyarak şunları yazmıştır. " Kanunlarımızın müdafaalarını hazırlayacak Mektep açılırken Büyük Gazi buyurdular ki: ". Yeni kanunlar vücuda getirerek eski esasat'ı hukukiyeyi temelinden kal etmek teşebbüsündeyiz. Ve yeni esasat'ı hukukiye ile başlayacak yeni bir Hukuk için bu müessesatı açıyoruz. " Bu ulvi hitabeden sonra Adliye Vekil'i Muhterememiz Cumhuriyet Adliyesinin mesnedini veciz bir ifade ile izah eyledi." Biraz aşağıda haber bölümünde ise şunlar yazılıyor "Ankara Hukuk Mektebi Reis'i Cumhur Hazretlerinin değil yalnız orada bulunanlar, hin'i zamanda büyük Türklük için irşadkâr ve rehakâr = (kurtarıcı) olan nutuklarıyla açıldı. Biraz aşağıda okuyacağınız bu nutuk Cumhuriyetperver Türkiye için yüksek bir fikirle açılmış olan bir irfan müessesesi kürsüsünden



345



verilmiş olan çok kıymetli bir ders, hepimizin fikrinde en derin izler ile işlenmesi lâzım gelen bir derstir. Adliye Vekil'i Muhteremi, Reisi Cumhur Hazretlerine cevaben irat ettikleri nutuk Cumhuriyet Adliyesinin çizdiği programın ne kuvvetli bir şuura istinat ettiğini gösterecektir. Elhasıl dün bize cidalimizin, emellerimizin ilk günlerini hatırlatan bir samimiyet ve azim içinde yeni bir binanın yeni temeli atıldı. Eski Büyük Millet Meclisi'nde yine o günlerde olduğu gibi saffet ve samimiyetin toplandığı, mebusundan talebesine kadar her tabakanın iştirak eylediği kalabalık bir kütle huzurunda büyük Münci= (kurtarıcı) yine aynı kürsüye çıktılar ve alkışlar, heyecanlı tezahüratla mütemadiyen kesilen nutuklarını irat buyurdular " Mustafa Kemal Paşa'nın, daha yukarıda verdiğimiz söylevi aynen basıldıktan sonra şöyle denilmektedir: "Reis'i Cumhur Hazretleri nutuklarını bitirdikten sonra ön sıralardan birine oturdular. Kürsüye Adliye Vekili Mahmut Esat Beyefendi çıktı ve hâzırunun pek büyük bir zevk ve alaka ile dinledikleri şu nutku irat eyledi Aynı Gazetenin 8 Teşrin'i Sani 1341 (1925) tarihli nüshasında Falih Rıfkı (Atay) tarafından "iki Nutuk" başlığı altında yazılan Başmakalede, bir yıl önceki kargaşanın ve " mefkûresiz " dönemin artık sona erdiği belirtilmekte, bunun habercisi olarak da Atatürk 'ün



346 TBMM, ve Ankara Hukuk Mektebini açarken yaptığı konuşma gösterilmekte ve konumuzla ilgili bölümde şöyle denilmektedir: ".... Cumhuriyet tarihinin bu yeni devresini Büyük Gazi'nin geçen haftaki nutukları açtı. Bu nutuklar genç Türk Cumhuriyeti ile Osmanlı mazisinin bütün alâkalarını kesip atmıştır. Sene başı ve Hukuk Mektebi nutuklarının hususiyetler yalnız bundan ibaret değildir. Büyük Gazi, nutuklarında Cumhuriyet Hükümetinin ve neslinin senelerce ilham alacağı müspet ve sarih prensipler ortaya attı. Bu nutuklarda yıkan büyük adamla, yapan daha büyük adamı görüyoruz. Bir eliyle zelil maziyi parçalayıp yere atan Gazi, diğer eliyle kuvvet ve heyecandan göğsü kaynayan ve azalâtı sulayan genç istikbali tutuyor." "Hakimiyet'i Milliye "Gazetesinin 15 Teşrin-i Sani 1341 (1925) tarihli nüshasında, Siirt Mebusu Mahmut imzasıyla çıkan ve "Esasat-i Adliyemizde Islahat” adını taşıyan başmakalesinde, ilk önce Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisini açarken verdiği söylevde, yeni kanunlar yapılacağı yolundaki sözleri yorumlanmakta ve eski hukuk eleştirildikten sonra şunlar belirtilmektedir. "....Geçen sene açılan ve iki ay evvel ilk mahsulünü veren Adliye Meslek Mekteplerinin memleketin hayat-i adliyesinde



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



azim faydaları mucip olacağı muhakkaktır. Bir kaç gün evvel büyük Reisi Cumhurumuz tarafından resmen küşadı yapılan Ankara Hukuık Mektebi ise Cumhuriyetin adliye sahasındaki bütün faaliyet ve mesaisini tetvic edecek = (taçlandıracak) bir şaheserdir. Cumhuriyetin merkezinde, inkılâp mücadelelerinin sinesinde açılan bu mektepten yetişecek hâkimlerin ; adliyemizin ıslah veinkişafında, cumhuriyetin adaletle takviyesinde başlı başına birer müessir olacağını kuvvetle tahmin ediyoruz. Reis-i Cumhur Hazretleri ahiren Büyük Millet Meclisinde irad buyurdukları sene başı nutkunda, cumhuriyet adliyesinin istihdaf ettiği gayenin hutut-i umumiyesinı izah buyurmuşlardı. Ankara Hukuk Mektebi'nin resmi küşadında yaptığı tarihi hitabede ise, adliyemizin istinat etmeye mecbur olduğu esasları vuzuh ve katiyetle izah buyurmuşlardır. (Atatürk'ün yaptığı konuşmadan bazı yerleri aktardıktan sonra, yazar şöyle diyor) Artık bu kadar vazıh ve bu kadar kati bir ifadeyi kendi mantık Ve ifademizle yeniden tavzihe kalkışmak kâile= (söyleyene) Ve Kâriye= (okuyana) karşı bir hürmetsizlik olmaz mı ?"



ÖĞRETİM ÜYELERİ VE DERSLER Ankara Hukuk Mektebine öğretim üyesi bulmanın son derece zor olduğunu, Türkiye Bü-



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



yük Millet Meclisinde yapılan görüşmelerde pek çok mebus söylemişti. Bunun büyük bir sorun ortaya çıkarmayacağını ise Adliye Vekili Mahmut Esat Bey Meclis kürsüsünde belirtmişti. Gerçekten de CEMİL BİLSEL'in Mektebin kuruluşu ile görevlendirilmesinden sonra 15 Eylül 1925 tarihinde yapılan ilk toplantıda bu sorun hemen hemen çözümlenmişti. Çoğunluğunu, Avrupa'da öğrenim görmüş aydın ve genç hukukçuların oluşturduğu milletvekilleri, istanbul Hukuk Fakültesi programlarına göre saptanılan dersleri aralarında paylaştırmışlardır. Genel hukuk tarihi, Türk Hukuk tarihi dersleri, istanbul Hukuk Fakültesi programında yoktu. Ama o dersler için de öğretim üyesi bulundu. İlk toplantıda Yalnız Ceza ve Ceza Yargılama Hukuku ile Medeni Hukuk derslerini verecek öğretim üyesi bulunamamıştı. Cemil Bey, İstanbul Hukuk Fakültesinden çağırdığı iki genç müderrisi, Baha (KANTAR) ve Veli (SALTIK) Beyleri bu derslere atadı İstanbul'daki kürsülerini bırakarak kendilerini yokluk içinde Ankara'ya adayan bu iki öğretim üyesinin yurtseverliği gerçekten övülmeye değer. Böylece kadro tamamlandı. Bu kadro ilk yılın sonunda şu öğretim üyelerinden oluşuyordu.



347



Ağaoğlu Ahmet Bey, Hukuku Esasiye Profesörü, Kars Mebusu Yusuf BeyTarihi Siyasi Profesörü İstanbul Mebusu Bahaeddin (Kantar) Bey-Hukuki Ceza ve Usul-i Cezaiye Profesörü, Müderrislerinden



Darülfünun



Tevfik Kâmil (Koperler) Bey- Roma Hukuku Profesörü, istanbul Mebusu Cemal Hüsnü (Taray) Beyiktisat Profesörü, Gümüşhane Mebusu Cemil (Bilsel) Bey- Hukuku Düvel Profesörü, Darülfünun Müderrislerinden Hasan (Saka) Bey- Maliye Profesörü, Trabzon Mebusu Refik (Saydam) Bey- Tıbbı Adli Profesörü Sıhhiye Vekili Saraçoğlu Şükrü Beyİktisadi Nazari Profesörü, İzmir Mebusu Şükrü Kaya Bey - iktisat Mezhepleri Profesörü, Menteşe Mebusu Şevket Memedali (Bilgişin) Bey- Hukuki Ticaret Profesörü, İş Bank Hukuk Müşaviri Sabri (Şakir Ansay) BeyUsuli Hukukiye Profesörü, Hukuk İşleri Md. Sadri Maksudi (Arsal) BeyTürk Hukuk Tarihi ve Hukuk Tarihi Profesörü Süheyp Nizami (Derbil) Bey Hukuk'i idare Profesörü, Ziraat Bankası Muamelât Müdürü



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



348 Mahmut Esat (Bozkurt) Bey- İhtilâller Tarihi Profesörü, Adliye Vekili Mustafa Şeref (Özkan) BeyHukuku Âmme Profesörü, Burdur Mebusu Mustafa Fevzi Bey- Fıkıh Tarihi Profesörü, Saruhan Mebusu Veli (Saltık) Bey- Hukuk'i Medeniye Profesörü, Hariciye Hukuk Müşaviri Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey- iktisat Profesörü, Sinop Mebusu Bu kadroda bulunan Sabri Şakir (Ansay), Mustafa Şeref (Özkan) Beyler, birinci yıl sonunda Mektepte görevlendirilmişlerdir. Zira, dersleri, İkinci yılda başlıyordu. 1926-1927 Talebe Rehberinde görülmeyen, bu nedenle 1927- 1928 ders yılında atandıklarını kabul etmek zorunda kaldığımız MAZHAR NEDİM (GÖKNİL) Bey, Deniz Ticaret Hukukunu, NUSRET (METYA) Bey, (Devlet Şurası Reisi) , Devletler Hususi Hukukunu; FAHRİ (ECEVİT) Bey, Adlî Tıp dersini okutmaya memur edilmişlerdir.



FAKÜLTEYİ BİLFİİL KURUP GELİŞTİREN CEMİL BİLSEL *Öğretim üyesi, Devletler Umumi Hukuk Profesörü ve Reis Vekili* Mahmut Esat, "Fakülteyi bilfiil kurup geliştirme işini hocası Cemil Bilsel'e teklif etmeyi düşündü ve bir telgraf çekerek kendisini



Ankara'ya davet etti. Cemil Bilsel, İstanbul Hukuk Fakültesinde Devletler Umumi Hukuku Müderrisi idi. Ayrıca Mülkiye'de, Erkânı Harbiye'de dersleri vardı. Muhtelit Hakem Mahkemesinde üye idi. Artık idari işlerde çalışmak istemiyordu. Mahmut Esat kendisinden teklifini kabul etmesini ısrarla rica etti, bunun inkılâba büyük bir hizmet olacağını söyledi, Başbakanla da görüştürdü. Neticede tam yetki ile Ankara Hukuk Mektebi'nin başına getirilmesi karalaştırıldı. Ankara Hukuk Mektebi'nin hakikaten bir fakülte hüviyeti kazanmasında büyük emekleri geçmiş olan rahmetli Cemil Bilsel, bir aralık yeni yatakhanemizde de misafir olarak kaldı. Adalet Bakanı, Fakültenin reisi idi. Profesörler kuruluna dilediği zaman gelip başkanlık ederdi. Rahmetli Cemil Bilsel Hocamız da Reis vekili idi. Reisin gelmemesi halinde Profesörler kuruluna başkanlık etmek Reis vekiline aitti. Fakültenin idaresinden de sorumlu idi. Bakanlar kurulundan çıkmış ve iradei milliyeye iktiran etmiş 11 Kasım 1341 tarihli Ankara Adliye Hukuk Mektebi talimatnamesinin 10, 11 inci maddelerinde Reis ve Reis vekili ile ilgili hükümler mevcuttur. Cemil Bilsel bıkmak usanmak bilmeden sabahın erken saatlerinden geç vakitlere kadar kendisini fakülteye vermişti. Çok çalışkan ve gayretli bir insandı. Fakültenin, hocanın ve



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



talebenin bir zabt ve rabt bir nizam ve intizam içinde çalışmasını emin için elinden geleni üşenmeden yapıyordu. Derslerin boş kalmasına gönlü razı olmuyor ve bazen gelmeyen hocaların yerine derslere bizzat giriyordu. Fakültemizin bu günkü kudretli ve haşmetli varlığında onun siluetini heran görür gibiyim. 1925 yılından 1935 yılına kadar durmadan fakülte için çalıştı. Devletler Umumi Hukuku sahasında da araştırmalarına devam ediyor ve eserler hazırlıyordu. İki ciltlik Lozan eserini de burada iken hazırlayıp neşretti. Günün birinde İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne tâyin edilerek bizden ayrıldı. Hocamızın bu ayrılışı hepimizi çok üzmüştü. Dünyaya getirip eliyle büyüttüğü öz evlâdından ayrıldığı için kendisi de çok üzgündü. İstanbul'a gittikten sonra bir açış konuşmasında "İstanbul Hukuk Fakültesini Ankara Hukuk Fakültesi seviyesine çıkarmağa çalışacağım" sözü epeyce tepki yapmış ve bir çok kimseleri sinirlendirmişti. İstanbul Üniversitesi'nin başına getirilmesinde ciddi sebepler vardı. Eksik ve bozuk gördüğü hususları düzeltmeğe kalkışınca, kızılca kıyamet koptu, aleyhine şiddetli cereyanlar baş gösterdi. Fakat Başvekil İsmet Paşa'nın müzaheretine sahipti ve neticede mücadelesinde muvaffak oldu.



349



Emekli olduktan sonra Samsun Millet vekili seçilmişti. Fakültenin ilk mezunlarından Ankara'da bulunanlar, bir vesile ile bir gün kendisini evinde ziyaret ettik; çok memnun ve mütehassis oldu, gözlen yaşardı. Çok çalışkan olduğu için bizim sınıfı sever, takdir eder ve bizden sonraki bütün sınıflara bizim kadar çalışan bir sınıf görmediğini bizim gibi çalışmaları lazım geldiğini her fırsatta söylemekten geri kalmazdı. Müessesemizin kuruluşundan birkaç sene sonra her yıl bütçe kanunlarına, mektebin adını Ankara Hukuk Fakültesi olarak dercettiği ve meclisten bu şekilde çıkarak, henüz üniversitenin mevcut olmadığı, bir teşkilât kanununun bulunmadığı bir devirde fakülte adının bu yoldan kanunlaşmasını temin ettiği bir vakıadır, ilk mezunların diplomalarında "Ankara Hukuk Fakültesi mezuniyet diplo ması" diye yazılı olmasının ma nası üzerinde durulmağa değer. Bu Cemil Bey'in himmet ve gayretiyle olmuştur. Bir de fakülte, mezunlarını vermeğe başla dıktan sonra, zamanın Başbakanı'nın huzuru ile bir diploma merasimi yapılmasını an'ane ha line sokmuş, Başbakan mezun lara diplomalarını tevdi ettikten sonra, senenin en büyük siyasi nutkunu, fakültemizde yapılan bir törenle söylemeyi âdet edinmişti. Bu an'ane Cemil Bilsel Reis Vekili olduğu müddetçe devam etti.



350



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Cemil Bilsel, Fakültemizin hocaları ile, mezunlarıyla, öğ rencileriyle bir bütün, müte selsilen karşılıklı sevgi ve say gıyla meşbu bir aile topluluğu olması noktası üzerinde çok dur du ve bunu tahakkuk ettirmek için çok çalıştı. Fakültemizin bu gün de özelliğini teşkil eden bu husus onun eseridir. Cemil Bilsel'in fakültenin başında bulunduğu müddetçe yaptığı hizmetlerin tamamını saymak ve anlatmak imkânsızdır"



Üniversitesi Rektörlüğü görevine gitmiş, Ankara Hukuk Fakültesini bırakmak istememişti.



Fakülteye Şahsiyeti ile izini bırakmış olan,



Mahmut Esat Bozkurt kendisini Ankara Hukuk Fakültesine bir yazı ile davet etmiş ve müsbet cevap vermesini rica etmiş.



İlk Dekanı- o zamanki ismi ile müdürüCemil BİLSEL'dir. Kuruluşu takip eden 9 sene Fakülteyi idare etmiştir. Fakülteye harap ve eski binalarının havası sinmesin diye aşırı bir disiplin ve Avrupai bir öğretim sistemi tatbike çalıştı. Elinde saati, profesörleri Fakülte kapısında bekler, gecikenlere hiçbir şey söylemeden saatini gösterir. Profesörler kuruluna devamı sağlamak için maaşları orada dağıtır, talebe yemekhanesinde adabı muaşeret dersi verir. Son sınıf talebesine caketatay ve melon şapka yaptırır, merasimlerde giyilen bu kıyafet dışında Fakülte öğrencilerine yeknesak lâcivert bere giydirir, imtihan devrelerinin başında ve sonunda yatılı talebeyi tarttırır ve ancak kilo kaybedenlerin iyi çalıştığına hükmederdi Cemil Bilsel 1933 senesinde istemiye istemiye İstanbul



Baha Kantar Fakülte'nin Cemil Bilsel' den sonra Dekanlığını 8 sene BAHA KANTAR yapmıştır. Baha Hoca 1925 senesinde istanbul Hukuk Fakültesinde Ceza Usulü dersini okutmakta idi.



Üç gün sonra önde Baha Kantar, arkada sırtında kitap dolu tahta bir sandık, bir hamal. Adliye Vekili'nin odasına girip " GELDİM" dediği anlatılır İstanbul'daki evini, eşyasını olduğu gibi bırakıp derhal gelmişti. BAHA KANTAR, Fakülteye geniş bir müsamaha, anlayış ve herkesin hakkında azami saygı havasını getirmiştir.



TÜRK MEDENİ KANUNU VE DİĞERLERİ GİRİŞ Mahmut Esat'ı, zerresini tutya gibi telâkki ettiği bu toprak, Türk toprağı yetiştirdi. Kader isviçre'de, tüyü bitmemiş



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



bir talebe iken kendisini inkilâbın henüz yanmak üzere olan ateşine attı. Mahmut Esat bilâhare bir alev, bir yanardağ olan bu inkilâp ateşinin içersinde oldu, yetişti ve eridi. Onun içindir ki inkilâp şefleri, Atatürk ve inönü, Mahmut Esat için yarı ilâhlaşmış mukaddes mefhumlardır. Bütün ilham menbaı bunlardır. İnkilâbın temel taşı kanunları Meclise sunarken : "Tarihe, yüksek ve vefakâr hatıranıza, bütün hakikatlerin, bütün çıplaklıklarıyla mevzuu bahis olduğu bu kürsüden küçük bir nokta etrafında tavakkuf ederek bir hakikati da tevdi etmek isterim. Bu kanunları inkilâbın büyük liderinin ilhamından aldığım feyiz ile düşünerek teklif ettim" diye haykırmaktadır. Büyük Başvekil, İnönü'yü kendisine daima yardımcı bulmuştur: "Bu kanunları hazırlarken maruz kaldığım müşkülât içinde yanı başımda daima büyük Başvekili buldum." Gazi'yi her fırsatta selamlamayı vazife bilmektedir: "Yaşamak kabiliyetini kaybeden bir medeniyetin kapılarını bir daha açmamak üzere kapayarak, yeni ve feyizli diğer bir medeniyetin içerlerine girmiş ve merhalelerini zaferle katetmekte olduğumuz şu anlarda inkilâbın büyük reisi Gazi



351



Mustafa Kemal'i Türk Adliyesi namına hürmetle selâmlıyorum." Gazi Mustafa Kemal, Mahmut Esat için yarı ilâhtan da başka bir şeydir: "Gazi her zaman söylediğim gibi Türkün elinde zafer sancağıdır. Onunla hayatın her müşkülatını geçer ve aşarız." Onun için Gazi, inkilâbın ve Cumhuriyetin en yüksek menfaatlerini en beliğ bir surette itham ve ifaza eden Türkün büyük reisidir. "Milletimizin, inkılâbın ve Cumhuriyetin en yüksek menfaatlerini en beliğ bir surette ifham ve ifaza eden Türkün büyük reisinden feyiz ve ilham alarak yürüyeceğiz. Gazi elimizde zafer bayrağıdır. Mutlaka ve behemehal muvaffak olacağız. " Türk, Türkçülük, Mahmut Esat'ta aşk derecesini geçmiş, iptila halini almıştır. Türk kelimesi geçti mi, Türklükten bahis olundu mu, yüreğinin başının sızladığını hisseder, Türk'ten, Türklükten bahis ederken irtiaşlar geçirir. Yapılan her şey, mücadeleler, inkilâplar, yenilikler, Türk içindir. O kadar ki, güneşin nurunu Türk'ten gayrılarına ne için verdiğini, yağmurun rahmetini Türkiye'den başka mahallere neden ibzal eylediğini dahi anlayamaz. Her hadisede esas, Türk milletinin menfaatleridir. "Bu gün heyeti celilenizin huzuruna Türk milletinin büyük menfaatlerini ifade etmekte



352 olduklarına kanaat getirdiğim bu kanunlarla çıkıyorum" "Türk milletinin medeni tesisler önündeki yüksek istidadına ve Türk hâkimlerinin kuvvetli zekalarına ve liyakatlerine güvenerek bu kanun lâyihasının tatbikatında muvaffak olunacağından şüphe etmiyoruz." "Arkasında mazinin geniş ve engin medeniyetini taşıyan, halde yüksek bir kabiliyetle, keskin bir zeka ile mücehhez olan Türk milleti...." " Ortada muvaffak bir eser varsa -her zaman söylediğim gibi- bu Mahmut Esat'ın değil Türk milletinindir." İnkılâba da yine Türklük dolayısiyle âşıktır, İnkılabı, Türk milletinin vücuda getirdiği için, Türk Milletinin kanı pahasına elde edildiğinden dolayı öğmektedir. O kadar ki, bu inkılâba dokunmanın en basit cezası, hayatı ile ödemektir. "Türk Milletinin büyük fedakârlığı ile vücut bulan inkılaba en ufak bir taarruz behemehal hayat ister" İnkilâba kezalik feyizlerinden Türk Milletinin istifade etmesi için âşıktır. İnkilâbın mâna ve mefhumunu tespit eden bu kanunların intişarı iledir ki Türk halkı inkilâbın feyizlerinden istifade edecektir, İnkilâp yolunda can veren ve henüz topraklar altında gözleri kapanmayan inkilâp şehitlerini bu eserler tatmin edecektir.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Mahmut Esat inkilâp için, inkilâbın selâmeti yolunda icap ederse kendisinin de bir uzvu bulunduğu, hükümete dahi hücum edecektir: "Eğer vaziyet yalnız sual ve istizah meselesi olmaktan ibaret olsaydı, yalnız bir hükümeti tenkit ve yahut ıskat gibi bir meseleden ibaret olsa idi, inkilâp namına, inkilâbı ileri götürmek namına ıskat kelimesinden ibaret olsaydı, ben müşteki arkadaşlarımdan burada daha çok büyük savletle hükümete hücum edecektim "



LAİK DEVLET- LAİKLİK DİNSİZLİK DEĞİLDİR İnkilâp âşıkı, hürriyet sever Bozkurt, bütün bunların tabii bir neticesi olarak layiktir. Çok genç yaşında Adliye Vekâleti sandalyesini işgal ettiği vakit, hava o kadar duru ve berrak değildir. Yukarıda da bilvesile söylediğimiz gibi, bulanık suda, ihtiras dalgaları kaynatmak isteyen, dedi kodu havası yaratarak sinsi emeller yaratan kimseler vardır. Bunlar laikliği, dini atmak, milleti dinsizlik uçurumuna sürüklemek suretiyle telâkki ederek telkinler yapmakta, mutaassıp kütlenin zaafından istifade emek istemektedir. Bunun içindir ki genç inkilâpçının lâyikliği pürüzsüz, tereddütsüz bir şekilde izah etmesi, tereddütlere yer vermemesi lâzımdır. "Layik devlet, layik kanunlar mefhumu, bilerek bilmeyerek en az izah ve tefsir



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



olundu. Bazıları buna kasten mâna verdiler ve propaganda yaptılar, İnkilâbın layik devlet, layik kanun mefhumu ile dinsizliği gaye edindiğini söylediler. Bütün bunlar Türklüğü, memleketi karanlıklarda bırakmak isteyenlerin bühtan ve iftiralarıdır. " Layiklik Dinsizlik demek değildir. Din, fertlerin vicdanları içerisinde meknuz, tamamen manevi tamamen vicdani bir hadisedir. Bu vicdani ve manevi hadisenin, "vasıtayı tagallüp ve tahakküm" olması vicdan denilen mefhumun ayaklar altına alınması, kutsiyetinin payimal olunmasıdır:. "Dünya işlerini dinle idare edenler, onu akibet hunriz tacidarların ayaklarını bastığı tahtlara sererek sernigûn kıldılar. Bütün bir beşeriyeti asırlarca din namına zulüm ve tahakküm altında ezerek geçindiler. Dini dünya işlerinden ayıran imkilâp, dini bir vasıtai tagallüp ve tahakküm olmaktan kurtararak ona müebbet bir tac olan vicdanı verdi. O, ancak bütün asırların ve bütün Neron'ların almağa muvaffak olamadığı bu mukaddes kale içinde taarruzdan masun kalacaktır." Din, tamamen vicdani olduğuna, ALLAH'la kul arasına kimsenin girmeye hakkı bulunmadığına göre, eski telâkki-



353



lerden, kurunu vusta akidelerinden kurtulmak, ölü nazariyelerin yerlerini yaşayan prensiplere terk etmesi lâzımdır. "Kurunu vustai prensiplerin yerlerini laik sistemlere terk eylemesi katî ve zaruridir. Bu hakikat ölülerin dirilere terki mevki etmesi kadar sarih ve vazıhtır " ***



Bozkurt'un, Adliye Vekâleti makamına gelmesi, Necati merhumun, adli inkılabı, ruhtan ziyade şekle ait idi. Seriye Mahkemeleri tarihe karışmış, İstinaflar kaldırılmış, sarıklı kadılar, mahkeme azası, mahkeme reisi unvanını almışlardı. Necati merhum, şekle ait bu inkilabını takip edecek olan esas inkilabını, ruh inkilabını icraya vakit bulmadan nöbet değiştirmiş, yerini Bozkurt'a bırakmıştı. Türk Hukukuna mecelle, ahkâmünlnikâh hâkimdi. "Türk tarihinin en hazin siması" olan "şimdiye kadar istenildiği zaman kolundan tutularak bir esir gibi yerden yere vurulan, fakat ta ezelden hanım olan Türk annesi"-" boş ol"- denildi mi boş oluyor, sokaklara atılıyor, sefil kalıyordu. Mahkeme reisi, aza unvanını alan eski kadı, yine kitabülnikah hükümlerini tatbik ediyor, yine "mihrimüeccel" "mihrimuaccel" münakaşalarıyla vakit geçiriyordu, İnkılap, büyük hamleler istiyordu.



354 DEVRİMCİ (MAHMUT ESAT BOZKURT) VE TÜRK HUKUK DEVRİMİ 1925 senesi Ağustosunda "Adliye Vekili Mahmut Esat" imzası ile aldığım bir mektupta "Bu sene Ankara'da küşadı mukarrer leyli Hukuk Mektebi hakkında bazı müzakeretta bulunmak üzere Ağustos'un ikinci Pazar günü saat on'da Vekâlete teşrifleri mütemennadır efendim" deniliyordu. O zamanki Adliye Vekili'nin mütevazı odasında toplandığımız zaman, Mahmut Esat parlak gözlerinde büsbütün başka ışıkların alevlendiğini sezmiştik, İnkilâbın bu heyecanlı çocuğu, şeflerinin sönmez ilham kaynaklarından aldığı azim ve cesaretle, İnkilâbın yeni istikametlerini bize izah etti. Tanzimat devrinin beceremediği, meşrutiyet devrinin başaramadığı bir hukuk inkilâbının arifesinde olduğumuzu ve bunun için derhal hazırlanmak ve bu inkılâbı yürütebilecek elemanları yetiştirmeğe başlamak lâzım geldiğini bize anlattı. Bu maksatla Ankara'da bir "Hukuk Mektebi" nin temelini atmak için inkilâba inanmış Türk Hukukçularının yardımını istiyordu. Hazırlıklar yapıldı... birkaç ay sonra (5 Teşrinisani 1925) Perşembe günü, Büyük Millet Meclisi'nin tarihi salonunda İnkilâbın Lideri Mustafa Kemal Paşa'nın tarihi nutku ile mektep açıldı.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Atatürk bu nutkunda "Büsbütün yeni kanunlar vücuda getirerek eski esasatı hukukiyeyi temelinden kal'etmek teşebbüsündeyiz; Ve yeni esasatı hukukiye ile bu müessesatı açıyoruz." demişti İnkilâbın büyük ve ebedi şefi, bundan daha bir sene önce, Büyük Millet Meclisinin 28 Şubat 1924 tarihli celsesinde bu davayı ortaya koymuş ve teşrih etmişti. O gün, kimselerin üzerinde durmadığı, mahiyetini kavrayamadığı bu nutukta, inkılâbın yeni bir sahifesinin açılmak üzere olduğu işaret ediliyordu. Türk Hukuk tarihinin çok ehemmiyetli bir dönüm günü olan -28 Şubat 1340 tarihli nutkunda Gazi Mustafa Kemal Büyük Millet Meclisi kürsüsünde şu sözleri söylüyordu. "Mühim olan nokta, adlî telâkkimizi, adlî kanunlarımızı, adlî teşkilâtımızı; bizi şimdiye kadar şûurî gayri şûuri tesir altında bırakan, asrın .icabına gayri mutabık revabıttan kurtarmaktır. Millet, her mütemeddin memlekette olan terakkiyatı adliyenin, memleket ihtiyacına tevafuk eden esasatını istiyor. Milletin arzu ve ihtiyacına tâbi olarak adliyemizde her güna tesirattan cesaretle silkinmek ve seri terakkiyata atılmakta asla tereddüt olunmamak lâzımdır. Hukuku medeniyede, hukuku ailede takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır.



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



"Hukukta idarei maslahat ve hurafelere merbutiyet, milletleri uyandırmaktan men eden ağır kâbustur Türk milleti, üzerinde kâbus bulunduramaz."



Atatürk'ün 1 Mart 1924 tarihinde, Meclisin II. Dönem, Birinci Toplanma Yılını Açarken Yaptığı Konuşma Adalet konusunda yeni kuruluşlara ve düzenleyişlere verdiğimiz önemin üzerinde durmak gerekecektir..Gerçi bütçenin bu günkü halinde bile adliye için önemli kaynaklar ayrılmıştır. Ve bu kaynaklar gittikçe artırılacaktır. Ama, daha önemli olan, Adalet anlayışımızı, adalet kanunlarımızı, adalet kuruluşlarımızı, bizi bilinçli bilinçsiz etkisi altında tutan ve çağdaş görüşlere hiç de uymayan bağlardan kurtarmaktır. Ulusumuz, bu günlerde her uygar ülkede görülen ilerlemelerin; bizim ihtiyaçlarımızı karşılayacak uygulamalarını, bizde de görmek istiyor. Ulusun isteklerine ve gereksinmelerine uyarak Adliyemizde her türlü eskiden korkusuzca silkinmekten ve hızlı ilerlemelere atılmaktan geri kalmamak zorundayız. Medeni hukukta, aile hukukunda yürüyeceğimiz yol ancak uygarlık yolu olacaktır. Hukukta işi oluruna bağlamak, eski masalımsı göreneklere bağlı kalmak, ulusları uyanmaktan alı koyan en ağır bir kâbustur.



355



Türk milleti, üzerine kâbus çökmesine izin veremez. "Hakiki inkılâpların, eski hukuk nizamını yıkarak yerine yeni bir hukuk nizamı kuran olduğunu bilen Büyük İnkilâpçımız, hukukiyatımızın da hangi istikametlerde gelişmesi icabettiğini sezmiş ve kavramış idi. Ona, fikirlerini ve düşüncelerini tatbik alanına koyacak bir yardımcı lâzımdı. Bunu da Mahmut Esat'ta buldu.



Hukuk İnkılâbının Şekilleri Tartışması- Kestirme Yol Bir, Çankaya'daki köşklerinde, Gazi Mustafa Kemal ile Mahmut Esat arasında şöyle bir konuşmanın yapılmış olduğunu, o toplantıda bulunanlardan işitmiştim: Türk hukukunda yapılması gereken inkılâbın şekilleri münakaşa edilirken, ortaya konulan türlü mütalaalar arasında, Mahmut Esat, kestirme yolun Avrupa Medeni Kanunlarından birisin tercüme edilip süratle tatbik mevkiine konulması icap edeceğini öne sürmüş. Bu mütalâa karşısında Atatürk kendisine diyor ki; "Çocuğum; istediğini yaparsak tercüme ettireceğimiz bu kanunları memleketimizde tatbik edebilecek elemanlarımız var mıdır?



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



356 Mahmut Esat'ta cevaben; "Paşam; bir gün Avrupa'da çok mükemmel yeni bir silah icat edildiğini işitirseniz, memleketimizde bunu kullanmasını bilen askerimiz yoktur diye o silahı almakta tereddüt mü edersiniz? Elbette ki hayır... silâhı alır ve onu kullanabilecek askerleri de yetiştirirsiniz." O sıralarda, medeni hukuk hükümlerini ıslah etmek için çalışmakta olan (Kanunu Medeni Komisyonu) ve (Vacibat Komisyonu) gibi heyetlerin çalışma tempoları ve tarzları, inkılâp düşüncelerine ve heyecanlarına hiç de uygun düşen bir manzara göstermiyordu. Bütün gayretlere ve teşviklere rağmen kısa bir zaman içinde modern bir Medeni Kanun yapılabileceği hakkındaki ümitler günden güne azalıyor... İnkılâbın seri akışlarına hukukçularımızın ayak uyduramadıkları, üzülerek müşahede ediliyordu. Atatürk, müşahedelerini ve iç üzüntülerini- 5 ikinciteşrin 1925- tarihli nutkunda acı acı teşrih ederek : "Türk milletinin, muasır medeniyetin vasıtalarından ve feyizlerinden müstefit olmak için, lâakal üç yüz seneden beri sarf ettiği gayretlerin ne kadar elemli ve ıstıraplı mevani karşısında heba olduğunu kemali teessür ve intibaı ile göz önüne alarak söylüyorum" demişti. Tarihe geçen bu vakıaları ve belgeleri olduğu gibi not et-



tim. Bunlar (Türk Kanunu Medenisini) nin tercüme edildiği günlerden önceki senelerin yakın hadiseleri idi. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin resmi ceridelerinden biri olan (Ceridei Adliye) nin (1338) tarihli ikinci sayısında neşredilen (Mecelle Komisyonunca Kitabülbuyuun tadilâtına dair ihzar edilen lâyihayı kanuniye ile esbabı mucibesi) nden anlaşılıyorki bu komisyon, kendilerine göre Hanefi mezhebine bağlı kalmayıp " taklit için bir mezhebi muayyenin iltizamı lâzım olmadığı...." Ve "mesaili muhtelifede mezahibi mütahalifiye ittibaın caiz olduğu...." Kanaatına varmıştır. Bu kanaati tevsik için bir çok ayetleri ve arap fukahasının sözlerini delil olarak kaydettikten sonra : " Nasın muamelâtını iptalden ise mehmaemkân şer'a takrip evladır kaidesi ve indezzarure mezheninin gayriyle amel eden mazurdur fetvası, cevaz cihetini takviye eden delâilden bulunduğu gibi, bir Cuma namazı için hamamda gusül ettikten ve Cuma namazını kıldıktan sonra gusül ettiği hamamın kuyusundan bir farei meyyite çıktığını haber alan einmei hanifiyeden ebu Yusuf'un cuma namazını iade etmemesi hadisenin vukuundan sonra da cevazın pek vazıh bir delili görüldü" denilmektedir. İşte bu cereyanlar karşısındadır ki inkilâpçılarımızın kökten bir karar almaları icap ediyordu.



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



357



Mahmut Esat, kestirme yolun, Avrupa medeni kanunlarından birisini Türkçe'ye tercüme ederek bu davayı kökünden halletmek isteyen genç hukukçuların başında koşan bir inkilapçı idi. *** 1925 senesi Temmuz ve Ağustos ayları içinde idi. Bazen Mahmut Esat'ın evinde bazen da Vekâlet odasında bir çok hususi toplantılarda bulundum. Türk Kanunu Medenisine kaynak olabilecek, Avrupa medeni kanunlarından birini seçmek, mü-bahase ve münakaşaların başlıca mevzuunu teşkil ediyordu. Mahmut Esat, herkesin kanaat ve mütalaalarını ayrı ayrı öğrenmeye çalışır ve meseleler açıkça münakaşa edilirdi. Fransız (Code civil) inin eskiliği, Alman Medeni Kanunun muğlak ve biraz da eski olması, o zamanki italya Medeni Kanununda bir orijinalite bulunmaması. Nazarları daha ziyade İsviçre (Code civil) ve (Code des obligations) u üzerinde topluyordu.



olmadığını takdir edemiyorum.. Her halde İsviçre'deki halkçılığı insiyakileştiren bir milletin arasında senelerce yaşayanların bu bakımdan o memlekete karşı gayri şûurî bir incizabın tesirleri altında olmaları inkâr edilemez. Şurası muhakkaktır ki o günün inkilâp seven hukukçuları, memleketimiz için bir Avrupa kanunu tercüme etmek icap ediyorsa, bu kanunun ancak İsviçre kanunu olabileceğinde ittifak etmiş bulunuyorlardı.



İsviçre Kanunu, o gün için, Avrupa'nın en genç bir (Kanunu Medeni) si olması, teknik bakımdan daha modern ve mükemmel oluşu, ve hele demokratik ve halkçı bir memleketin kanunu olması itibariyle daha cazip görünüyordu.



Aradan çok zaman, geçmeden bir gün Adliye Vekâletinden (459) sayılı ve (14-91341) tarihli ve (Umuru Zatiye Müdüriyeti) ifadesi ile bizzat Vekilin imzasını taşıyan bir tezkere aldım : "Kanunu Medenimizin İsviçre Kanunu Medenisi esas ittihaz edilerek tedvini ve ihzar edilecek lâyihanın bu sene behemahal Büyük Millet Meclisine



Mahmut Esat'ın ve bazı arkadaşlarının isviçre'de hukuk tahsil etmiş olmalarının da bu görüş tarzı üzerinde tesirli olup



Tercüme yerine, garp hukuku esaslarına dayanan yeni bir kanun hazırlamanın daha doğru olacağı prensipine muhalefet eden olmamakla beraber, böyle büyük bir eserin derhal hazırlanabilmesine imkân görülemiyordu. Kuvvetli bir inkilâp hamlesi yapabilmek için seri hareket etmek lüzumunda da herkes müttefik idi. Bu sıralarda Adliye Vekili Mahmut Esat, mütemadiyen şefleriyle temas ediyor onların da irşatlarından istifade ediyordu.



358 tevdii için teşkil kılınan komisyon azalığına intihap edildiğinizden müdavelei efkar edilmek üzere yarınki Salı günü makamı vekâlette bulunmanız mercudur efendim." Bundan sonraki içtimalar, artık resmi mahiyeti haiz olduğu gibi prensip müzakereleri yerine kanun tercümesinde takip edilecek yollar görüşülüyordu. Türk hukukçularından mühim bir kısmının bu faaliyete iştirak ettirilmesini bizzat Mahmut Esat hararetle terviç diyordu, istanbul'daki Profesör ve diğer hukukçularımızdan da istifade edilmek üzere asıl tercüme komisyonunun İstanbul'da toplanmasına karar verildi. Kalemi mahsus müdüriyeti ifadesiyle aldığım 8162 sayılı ve 24.9.1341 tarihli ve gene Adliye Vekili Mahmut Esat imzasını taşıyan bir tezkerede de. "26.9.1341 de İstanbul'da içtima edecek olan Kanunu Medeni tetkik komisyonuna iştirak etmek üzere hemen hareketiniz rica olunur efendim" deniliyordu. 26. 9. 1341 (1925) tarihinde İstanbul'da- sonradan yanan - eski adliye binasının kütüphane salonundaki uzun ve yeşil bir masanın etrafında, içlerinde mebus, hâkim, profesör, avukatlar bulunan otuz kadar hukukçu toplanmış bulunuyorduk Masanın başında oturup heyete riyaset eden (Sabık Hariciye Vekili, Menteşe mebus Şükrü Kaya) idi. Hükümetin ve inkilâp şefleri-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



nin, inkilâp ve hukuk inkilâbı hakkındaki görüşlerini izah ettikten sonra, İsviçre (Code Civil) nin tercüme edilerek memleketimizde tatbik mevkiine konulması üzerindeki mütalâalarımızı bir kere daha sordu. Heyete dahil hukukçulardan yalnız birisi müstesna, herkes böyle bir hareketin, günün ihtiyaçlarına uygun olacağında, ve İsviçre (Code Civil) hükümlerinin memleketimizde kolaylıkla tatbik edilip benimsenebileceğinde ittifak etmiş bulunuyorlardı. Tek muarız, Hıristiyan umdelerinden ilham alarak tanzim edilmiş bir garp kanununun memleketimizde kolaylıkla anlaşılıp hazım edilemeyeceğini, bizde asılardan beri tatbik edilen (Ahkâmı Şer'iye) den ayrılmanın doğru olamayacağını izaha çalıştı. Tek başına kalan bu menfi mütalâaya ve hele İsviçre Medeni Kanunu gibi Lâyık bir milletin ve dini tesirlerden uzak kalan ilmî mülâhazalar ile tanzim edilen kanunu hakkındaki bu şuursuz ve bilgisiz mütalaaya iştirak eden olmadı. Karar verilmiş bulunuyordu. Üçer kişilik tercüme komisyonları tefrik edilerek tercüme faaliyetine başlanıldı. Birkaç hafta içinde komisyonlar, tercüme ettikleri mephasleri reisliğe takdim etmiş bulunuyorlardı. Üslûp ve ıstılah farklarına mahal bırakmamak için müşterek bir komisyon seçilerek tercümeler bir kere daha



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



gözden geçirilip lâyihaya son şekil verildi. Mahmut Esat, bu husustaki iman ve kanaatlerini, bizzat kaleme aldığı esbabı mucibe lâyihasında şöyle ifade ediyor. : "Türk Kanunu Medenisi mevkii meriyete vazedildiği gün, milletimiz on üç asır kendisini çeviren itikatı sakimesinden ve tezepzüplerinden kurtulmuş, eski medeniyetin kapılarını kapıyarak hayat ve feyiz bahşeden muasır medeniyetin içine girmiş bulunacaktır."



Bu sözler, Mahmud'un bütün şahsiyetini belirtmiş oluyor. *** Türk Kanunu Medenisi ile, Tanzimat devrinin Âli Paşa' sı tarafından öne sürülüp başarılamayan bir inkilâbı başarmak mazhariyeti Cumhuriyete ve onun genç hukukçusu Mahmut Esat Bozkurt'a nasip oldu. Sadrazam Âli Paşa, Sultan Abdülâzize vermiş olduğu bir lâyihada; Ticaret ve Ceza Kanunları gibi Fransız (Code Civil) nin de Türkçe'ye çevrilmesini tavsiye diyordu. Fikirlerini kuvvetlendirmek için Mısır'da Mehmet Ali Paşa'nın da böyle hareket ettiğini ve Mısır'da Arapça'ya tercüme edilmiş olan Code civil tercümesinden de istifade edilebileceğini öne sürüyordu. Hattâ, sonraları Sadrazam Sait Paşa olan o zamanki hariciye mütercimlerinden Sait Beyi bu Vazife ile memur ettiği,



359



kendi hatıratında ifade edilmektedir. Âli Paşa'nın teklifleri, o günün ulemasını herhalde telâşa düşürmüştü; Abdülaziz fikir sahibi bir şahsiyet olmadığından de iki tarafa bocalamakta idi. Âli Paşa'nın muhaliflerini Cevdet Paşa idare diyordu. Neticede Cevdet Paşa taraftarları galebe çaldı. Hattâ, muhtelif mezheplerden hükümler alınmasına da müsaade edilmeyerek sadece "mezhebi hanefide yetişmiş olan fukahanın sahih ve muteber kavillerine" istinat edilecek bir lâyiha hazırlanması hakkında Abdülaziz'in iradesi istihsal edilmişti. *** Tarihe karışan bu mücadele safhası o vakit böylece kapandı. Aradan seneler geçti. Türk milleti türlü ıstıraplara katlandı İnkılâplar yapıldı.Fakat Cevdet Paşa ruhu, yukarda izah ettiğim gibi 1925'e kadar yaşadı.Nihayet Cumhuriyet inkılâbının ezici hamleleri bu eski dâvayı "Türk Kanunu Medenisi" ni kabul edivermekle kısaca halletti. *** Mahmut Esat Bozkurt, o bahtiyar Türk evlâdıdır ki Atatürk'ün yanında çalıştı.. ondan ilham aldı. İsmet Paşa kabinesinde Adliye Vekili sıfatiyle Türk Kanunu Medenisi altına imzasını koyarak Büyük Millet Meclisinde bu davayı muvaffakiyetle müdafaa etti. Mahmud'un her şeyi unutulabilir..Fakat bu olaylar



360 onun adı ile birlikte tarihe mal oldu. TÜRK KANUNU MEDENİSİ'NİN KABULÜ - Ankara Hukuk Mektebinin Küşadı ile iş bitmiş olmuyor Garp medeniyetine, garp hukukiyatına açılmış bir kapu olan Ankara Hukuk Mektebinin küşadı ile iş bitmiş olmuyordu. Şimdi ele kanunları almak, tıpkı Deli Petro'nun cetvel tahtasile şimendüfer güzergâhını çizdiği gibi münakaşalara, müşatemelere, daha doğrusu "mantık" oyunlarına işi dökmeden yeni mevzuatı ortaya atmak lâzım geliyordu Bunun için hummalı bir faaliyet başladı. Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Borçlar Kanunu, İcra Kanunu, Mahkemeler Teşkilâtı Kanunu birbiri ardınca, meclis ruznamelerinde görülmeye başladı. Genç Vekil, yorulmak bilmeyen bir gayretle, tezini müdafaa ediyor, sorulara cevaplar veriyor, tükenmez bir kaynak olan içinin hamlesiyle, bütün bu kanunları, tek bir madde halinde, kül olarak meclisin tasvibinden çıkarıyordu. Medeni Kanun'un mehazı, İsviçre kanunu idi. İnkilâbın her yeniliğinde olduğu gibi, bu kanunun da baş döndürücü bir süratle çıkması, ilmi dedikodulara mevzu olmuş, Türk camiasına uymadığından, benliğimize aykırı düştüğünden, Türk harsını duyuramadığından bahisler açılmıştı. Genç Vekil, hitabet kudreti kadar ateşli olan kale-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



miyle, kanunun mucip sebepler lâyihasında bütün bunlara şöyle cevap veriyordu: "Prensiplerini yabancı bir memleketten iktibas edilmiş olan Türk Kanunu Medeni lâyihasının mevkii meriyete vaz' ından sonra memleketimizin ihtiyacatıyle kabili telif olmaması müddeası varid görülmemiştir. Bahusus İsviçre devletinin muhtelif tarih ve ananata mensup Alman, Fransız ve İtalyan ırklarını ihtiva etmekte olduğu malûmdur. Bu kadar hatta hars itibariyle dahi yekdiğerinden farklı muhitte tatbik elastikiyetini gösteren bir kanunun Türkiye Cumhuriyeti gibi yüzde doksanı itibariyle mütecanis bir ırkı ihtiva eden bir devlette tatbik kabiliyeti bulabilmesi şüphesiz görülmüştür. Bundan başka müteceddit bir milletin mütekamil bir kanununun Türkiye Cumhuriyetinde çayı tatbik bulamayacağı noktaı nazarı sakat görülmüştür. Bu tez, Türk Milletinin medeni kabiliyeti haiz olmadığını ifade eden bir mantık silsilesine müncer olabilir. Halbuki hadiselerin hakikati, hal ve tarih bu müddeanın, tamamen zıddınadır.. Türk teceddüt tarihi şahit tutularak denebilir ki, Türk milleti asrı hazırın mukteziyatına mutabık olarak vücude getirilen makul ve salim ve akıl ve zeka ile müterafik yeniliklerden hiç birisine muarız kalmamıştır.



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



Bütün bir teceddüt tarihimizin seyrinde âmmenin menafi mülâhazasıyle vücude getirilen yeniliklere yalnız, menfaatleri muhtel olan zümreler mücadil vaziyette kalmışlar ve halkı din namına, sakim ve bâtıl itikat namına izlâl ve ifsat eylemişlerdir. Unutmamak lâzımdır ki Türk milletinin kararı, muasır medeniyeti bilâkaydüşart tekmil prensipleri" ile kabul etmektir. Bunun en bariz ve canlı delili inkılâbımızın kendisidir. Muasır medeniyetin Türk camiasıyle kabili telif olmayan noktaları görülüyorsa bu, Türk milletinin kabiliyet ve istidadındaki noksandan değil, onu fuzuli bir surette ihata eden kurunu vustai teşkilât ve müdevvenat müessesattandır. Şu ciheti de işaret etmek lâzımdır ki, muasır medeniyeti almak ve benimsemek kararıyla yürüyen Türk Milleti, muasır medeniyeti kendisine değil, kendisini muasır medeniyetin icabatına her ne pahasına olursa olsun uydurmak mecburiyetindedir." Görülüyor ki, mesele, kanunun, Türk camiasına uymaması keyfiyeti değil, belki maziden müdevver müessesatın kanunu tatbik edememeleri hususudur. Eğer kanun- muhal bir faraziye olarak- muvaffak olmayacak olursa kabahati İsviçre kanunun mehaz bulunmasında aramamak, belki tatbik şeklindeki muvaffakiyetsizliğe hamletmek iktiza edecektir. Fakat buna da mahal kalmayacaktır. Genç inkılâpçının



361



ruhundadır, inkılâbın yanar dağı burkanlar fışkırmaktadır. Her şey inkılâp için. Binaenaleyh inkılâp için olan, inkılâp için yaratılan bir eserin muvaffak olmamasına imkân yoktur.: "Türk Milletini medeni kabiliyetlerden azade görenler, bu kanunun camiamız için de nasıl tatbik edilmekte olduğunu gördükleri gün, düşüncelerinde ve iftira alût fikirlerinde ne kadar aldandıklarını ve sür'atle yürüyen Türk inkılâbı önünde kendilerinin ne kadar geri kaldıklarını görecekler ve umarım ki ebedi bir hicap içinde kalacaklardır. Yukarıda da bir vesile ile söylediğim gibi, layikliğe, dinsizlik telâkki eden zümre aynı noktai nazarı, Medeni Kanunda da izhar etmekte, kitabünnikahı, bırakmanın küfre kadar yol alabileceğini iddia eylemektedir. Fakat Türk inkılabının bu husustaki kararı kati ve pürüzsüzdür.. İnkilâp, dini, ALLAH ile fert arasında bir vasıta telâkki etmekte ve vicdan kanaatlerini müdahaleden azade kılmaktadır: "Dinlerle, ahkâmı diniye ile bir milletin siyasi mukadderatı, dünya işlerini devlet eliyle idare davası bütün bir tarihimizde, tekmil dünya tarihinde tahakküm, tagallup ve tasalun daiyesi yaşayanların ulühiyet davasında bulunacak kadar ceberut ve zulümlerine müntehi olmuştur. Türk inkılâbının bu baptaki kararı, dini yalnız ALLAH ile fert, arasında mukaddes bir vasıtai telâki tanımaktan ve her ferdin bu bap-



362 taki vicdani kanaatlerini her türlü müdaheleden azade bulundurmaktan ibarettir. Bu kararı millet ve inkılâp ne bahaya olursa olsun müdafaaya hazırdır." Esasen Bozkurt bu kanunun genç Cumhuriyetin bir hücceti, bir teminatı olduğuna inanmaktadır. "Türk Kanunu Medenisi lâyık ve demokratik Türk Devletinin bir hücceti, teminatı ve muasır demokratlar medeniyetinin en zengin ve en süslü tacıdır." Bütün bu iyilikleri içindir ki, bu Kanunun kabulü marazında kalkacak Millet Vekili tarih elleri, muvacehesindeki vazifelerini, gönül huzuru ile yapmış olacaklardır "Kanunu Medeniyi tasvip ve tasdik buyurduğunuz anda inkılaba ve Türk tarihine, Türk hayatına yeni bir seyir bahşetmiş olacaksınız. Bu Kanunu kabul marazında ellerinizi kaldırdığınız zaman geçen onüç asır duracak ve Türk milletine, Türk camiasına yeni, feyizli medeni bir hayat açılacak”



BU KANUNLAR NASIL HAZIRLANDI DEĞERLERİ, BOŞLUKLARI NEDİR? Birçok bilginlerimizin yazılarında bu suallerin karşılığı çoktan verilmiş bulunuyor.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Fakat başkalarının gözü ile bu meseleler nasıl görülmüştür? Türk Adli inkılabının ilk safhalarında Adli Müşavir sıfatı ile şahit olan bir İsviçre'li Profesör =Sausei Halle = bu husustaki düşüncelerini uzun bir makalesinde tespit etmiş bulunuyor. MAHMUT ESAT BOZKURT'un inkılâpçı hatırasına tahsis edilen bu sahifelerde, onun tarihi bir cesaretle başardığı teşrii hareketin mana ve şümulünü belirten bu yazıdan bazı parçaları nakletmeyi faydalı buluyoruz. 1926 Ankara'sı ve MAHMUT ESAT BOZKURT ile hakkındaki ilk tanışması intibalarıni İsviçreli Profesör şu suretle anlatıyor: ".....bir avuç ateşli adam bu fakirler diyarını bir hükümet merkezi haline yükseltmeğe muvaffak oldular. Birkaç yılda başarılan işler hayret verecek kadar büyüktür. Bu netice pahalıya mal olmuştur. Ankara'nın inşa masrafı takriben 150 milyon Türk Lirası tahmin olunmaktadır. Fakat Türk milleti tehlikelere maruz bir hükümet merkezini terk ederek yeni bir hükümet merkezi kurmak icap ettiğine kanaat edince bir çok masraflara katlanmak zaruri idi. Eski mektep binalarında yerleşmiş muhtelif vekâletler şimdi geniş binalara sahip olmuştur.



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



Meclis binası, adliye sarayı, hukuk mektebi, müze, le Corbusier üslûbunda cumhurreisi sarayı, pek lüks bir şekilde tanzim edilmiş bir.tiyatro binası... bunlar arasındadır. Yeni Türkiye'nin bütün banileri, sultanların boğaz içindeki muhteşem saraylarını terk ederek eski rejimin ihmal ve teseyyübü yüzünden harap olmağa yüz tutmuş bir Anadolu kasabasında ilk kuruluş devrinin güç hayat şartlarını tahammül ve metanetle kabul ettiler. Benim gibi, Ankara'da mesken yokluğundan dolayı kenara çekilmiş ve iyice ısınmamış bir vagonda sıfırın altında 15 derece soğukta derslerini hazırlamak zorunda kalan mükemmel bir ceza hukuku hocasını görenler bunun ne demek olduğunu takdir ederler. Memleketin düşman istilasından kurtarılması için yapılan ve askeri zaferle bitmekle beraber Anadolu'nun daha çok harap olmasına sebep olan son derece müstesna, on dört yıl süren muvaffakiyetsiz harplerle harap olan memleket, büyük şehirler bir tarafa bırakılırsa pek büyük çokluğu cahil, demokrasi ananelerinden habersiz, son derece dindar bir halk ; kaderci bir tevekkül ile kabul edilen adaletsizlik ve haksızlığa alışkanlık ; Çok nazik, çok namuskar- Bismark, Türk milletine Balkanların centilmeni demiyor muydu? -ahlâk ve âdetleri çok sade, fakat değiş-



363



mez gelenekler içinde mahbus, modern hayatta tam denecek kadar tecrübesiz bir millet. Hülâsa, Dante'nin İlâhi Komedvası'nda tasvir edilen maziye dönük çehre. Nasıl oldu da bu Müslüman aleminin geleneklerine doğrudan doğruya zıt geleneklerle yaşayan kitleleri idare eden Avrupa kanunları ve bilhassa İsviçre Medeni Kanunun, yeni Türkiye'nin idare adamları tarafından kabul ve neşredildiler ve bu kanunlar bu tecrübeye nasıl tahammül edeceklerdi. Harikulade bir faaliyetle Türk mevzuatının tamamen yenileştirilmesi işine teşebbüs eden genç Adliye Vekili MAHMUT ESAT BEY'i 12 yıl önce Ankara'da Adliye Vekilliğinin eski binalarından birinde tanımak şerefine nail olmuştum. Genç Vekil, demokrasi aşkını ve Türkiye'yi batıya yöneltmek arzu ve iradesini, muhakkak ki, Lozan ve Fribourg hukuk fakültelerinin eski talebesi sıfatı ile İsviçre'de iktisap etmişti. Kısa boylu, tıknazca, uzlaşma bilmez bir irade taşıyan, 1922 de yunan istilası esnasında çete başı olarak cesaretle çarpışmış olan genç Vekil beni büyük bir nezaketle kabul etti. Ve konuşma derhal İsviçre'deki eski hocaları ve gerçekleştirilecek kanun ıslahatı bahsine intikal etti. "Takriben bir ay önce memleketinizin Medeni Kanu-



364 nunu kabul ettik. Kanun birkaç gün sonra neşredilecek ve altı ay sonra yani bu son baharda yürürlüğe girecektir." dedi Türk Adliyesinin yepyeni bir kanun tanıyıp kavrayabilmesi için bu müddetin çok az geleceğini, İsviçre'de dört yıllık bir intikal devresi bırakıldığını söylememe müsaadelerini rica ettiğim zaman, kısmen milli bir his, kısmen de siyasi bir kanaat mahsulü olan bir kat'iyetle cevap verdi. "Biz Türk hukukçularına altı ay veriyoruz. Bu kâfidir. Esasen çok karı almak usulünü derhal kaldırmak istiyoruz. Eğer daha dört yıl bekleseydik çok karı almak isteyenler intikal devresinde alelacele evlenirler ve cumhuriyetin gerçekleştirmek istediği başlıca reformlardan birisi gecikmiş olurdu ." "Fakat, dedim, aile hukukunu derhal neşre ve kanunun diğer kısımlarını daha sonra tedricen yürürlüğe koyabilirdiniz." "Fikriniz fena değil. Fakat olan olmuştur. Milli Meclis kararını vermiştir. Altı ay sonra Türk milletinin bütün sivil hayatı İsviçre hukukuna göre düzenlenecektir, İsviçre Medeni Kanunu sade, açıktır. Bu Kanunun hukukçularımız muhitinde iyi karşılanacağından eminim. Ve bu Kanunun zamanla Türk Milletinin ahlâkı ve âdetleri üzerinde devamlı ve derin bir tesir yapacağına itimadım vardır."



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Türkiye'nin nasıl radikal ve ani bir şekilde hukuki an'analeriyle münasebetini kestiğine iyice canlandırabilmek için bu konuşmayı aynen naklettim. Vaktiyle Abdülhamid'in hukuk müşavirliğini yapmış olan Kont Ostrorog'un belirttiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti tarafından Avrupa hukukunun iki başı şark tarihinin on dört asırdan yani İslâmlığın kuruluşundan beri en mühim hadiselerinden birisini teşkil etmektedir.. Dante'nin Divine Comedie' sinde, ezeli olarak mazinin temaşasına dalmış gösterilen çehre birden bire geleceğe doğru dönmüştür. Kanun inkılâbından önce Türkiye'de mer'i hukuk sistemini anlattıktan sonra Profesör niçin bu derece köklü bir hareket yapmağa mecbur kaldığımızı şu suretle izah ediyor. "İslâm hukukunun tefsir ve içtihat yolu ile ıslahı kabil değildi. Çünkü" içtihat kapısı kapanmıştı. Mutlak, mukaddes ve el sürülmez Kur'an esaslarına dayandığı için bu hukukun tedvin yolu ile de ıslahı mümkün değildi. Bu müşkül durum karşısında, bir kılıç darbesiyle Gordiyon düğümünü çözen Büyük İskender gibi hareket etmek Milli hükümetin işine pek elveriyordu. Filhakika, alınması düşünülen tedbirlerin Kur'an veya Sünnet hükümlerine uygun olup olmadığı hakkında uzun uzun konuşulmaması, bilhassa bu kanunların, istenen



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



ıslahatın yapılmasını geciktirecek surette, şarklılara has zeka inceliğiyle münakaşa edilmemesi lazımdır. Bu sebepten Milli hükümet, iyi yapılmış, asri ve hemen tercüme edilmeğe hazır Avrupa kanunlarına müracaat etti. Ankara hükümetinin tuttuğu yol belki de tutulacak tek yoldu. Gerçekten, tarih öğretiyor ki yeni bir kanun yapmak pek uzun bir iştir. Bir çeyrek asırdan evvel hazırlanmış tek bir büyük kanun misali yoktur Fransız Medeni Kanununun o kadar süratle tanzimi, yazı ile tespit edilmiş bulunan vilâyet örf ve âdetlerinin olduğu gibi kanun'a alınmış olmasına izah edilebilir. Bu kadar uzun sürecek bir hukuki kararsızlık devri esnasında Türkiye'de adalet nasıl tatbik ve tevzi edilecektir? Bundan başka, iyi yapılı bir kanun da kâfi değildir. İyi ve sağlam nazari eserlerin de bulunması lâzımdır. Türklerin ne bunun için gereken zamanı, ne de bu eserleri hazırlamak için modern hukuka kâfi derecede vakıf hukukçuları vardı. Hakikatte en siyasi ve en seri hal sureti yabancı kanunları kül halinde kabul ve neşretmek, bu kanunlar hakkında yazılan şeyleri tercüme ettirmekten ibaretti. Bir kere esas hakkında karar verildikten sonra iş hayret veren bir sür'atle başarıldı; bilhassa Şarkın ne kadar sabırlı bir memleket olduğu ve zamana ne kadar az kıymet verdiği düşünülecek olursa...."



365



Bundan sonra İsviçre Medeni Kanunun kabulüne temas eden Profesör bu hadiseyi şu suretle izah ediyor: "Türkiye üç yıl içinde hukuk armatürünü tamamile değiştiren sekiz büyük kanun kazandı. Tarihte bu kadar kökten bu kadar seri bir tahavvülün emsali yoktur. Türk Kanun vazıını İsviçre Medeni Kanununun seçmeğe sevkeden sebepler nelerdir. Bunlardan şunlardır:



başlıca



üçü



Hiç şüphesiz en başta, umumiyetle Lozanlılar diye anılan ve Cihan Harbi esnasında hukuk tahsillerini İsviçre'nin Fransızca konuşulan kısmında ekserisi Lozan bir kaçı Fribourg ve Cenevre Üniversitesinde yapmış olan bu münevverler zümresinin Ankara'da yaptığı tesir gelir. Adı çözülmez bir şekilde Türkiye'de hukuk rönesansın merbut bulunan Adliye Vekili MAHMUT ESAT BEY bunlardan biridir. İsviçre müesseselerinin büyük hayranları bulunan bu münevverler bu müesseseleri Türk mevzuatına ithale ve nihayet iktidar mevkiine gelince bu arzularına da muvaffak oldular. MAHMUT ESAT, kendisinin ve Lozan'daki tahsil arkadaşlarının ki daha sonra vekil ve sonra mebus olmuşlardır.-Vaud'lı mükemmel bir bayan da emekli bir muallime- hem Fransızca, hem de demokratik siyaset dersi aldıklarını bizzat anlatır"



366 Bununla beraber İsviçre Medeni Kanununun teknik mahiyette kati faydaları olmasaydı bu cumhuriyetçi fikirler İsviçre Medeni Kanununun seçilmesine kafi gelmezdi, İsviçre Medeni Kanunu mantıki tertibi ve bilhassa sade, açık ve kafi metni ile Türk hukuk şinaslarını cezb etmişti. Bundan başka, Fransızca Türk hukukçuları arasında en çok yayılmış bir dildir. İsviçre kanununun Fransızca yazılmış resmi bir metninin, keza Fransızca yazılmış doktrin eserlerinin ve içtihatlar dergisinin bulunması, bu suretle, tercüme işini son derecede kolaylaştırdı. Halbuki Alman medeni kanununun tercümesi daha zor ve daha çok zamana muhtaçtı. Nihayet Türk Kanun Vazıı bilhassa İsviçre Kanunun da aile hukukunun iyi tanzim edilmiş olmasının tesiri altında kaldı. Kanun vazıını süratle başarmak istediği başlıca ıslahattan birisi, aile müessesesini, kadınla erkek arasında tam hukuki müsavat ve aile birliğinde kuvvetli bir rabıta- bu husus müteveffa Profesör Eugen Huber'i İsviçre medeni kanununu tanzim ederken başlıca kaygılarından birisi olmuştu- esası üzerine bina etmekti. Yeni medeni kanunun kabulü esnasında mazbata muharriri Şükrü Kaya Bey eski islam mevzuatının meşum neticelerini kuvvetle ortaya koymuş "mahkemelerimizin sicilleri öz babasını ispat edemeyen ço-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



cukların, kocasının haberi olmadan bilmem ne sebepten boş düşmüş olan kadınların henüz beşikte iken masumları kendisine yahut başkasına tezviç eden vasilerin ve bunlara taalluk eden davaların pür heyecan ve pürelem sergüzeştlere ile malâmaldır" diye haykırmıştı. Türkiye'de kabul edilen yeni aile nizamı Türk cemiyetinin tamamen değişmesinde diğer bütün hukuk müesseselerinden daha çok âmil olmuştur." Bundan sonra İsviçre'li profesör, yeni hukukun Türkiye'de mazhar olduğu iyi kabul ve isabetli tatbikat için düşüncelerini şu suretle ifade ediyor." "Yeni kanunlar ve bilhassa İsviçre medeni kanunu ve Borçlar kanunu Türkiye'de iş muhitleri ve hukukçular tarafından çok iyi karşılandı. Yeni hukukun büyük şehirlerde tatbikatı devamlı ilerleme halindedir. Adliyeciler umumiyetle hüsnü niyetlidirler, Üniversite talebeleri Batı mahkemeleri kararlarını bir nevi heyecanla takip ve tetkik etmektedirler. Hareketimden biraz evvel kendisi ile görüştüğüm Osmanlı Bankası'nın İstanbul'daki müdürlerinden birisi Türk mahkemeleri hakkındaki intibalarıni şu suretle ifade ediyordu.; "Netice itibarile memnun olmamız lazımdır; Kaybetmemiz icap eden davaları kaybediyor, kazanmamız icap edenleri kazanıyoruz".



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



Vilâyetlerde durum belki daha az memnunluk vericidir.; buralarda, büyük şehirlere nazaran garp kültürüne sahip olan hâkimler daha az olduğundan, yani hukuk daha güç hazım ve temsil edilmektedir. Türkiye'de başarılan ıslahatı bir kül halinde göz önüne alan bir kimsenin hayretten donmaması imkânsızdır. İslâm devletlerinin en kuvvetlisi bin yıldan çok süren İslam geleneklerini altı ay içinde yıkıyor; filhakika bu tahavvülün esası, yeni medeni kanunla yeni ceza kanunu ve yeni borçlar kanununun yürürlüğe girdiği 4 ilkteşrin 1926 tarihinden itibaren gerçekleşmiştir. Hazırlanmamış bir muhitte Müslüman hukuku bu kadar az bir zamanda nasıl oldu da müthiş bir şekilde çöktü.? Bu toptan değişmeyi anlamak için, hukukunun yeni fikirlere halkın yeni ahlak ve âdete intibakı bahis mevzuu olmayıp doğrudan doğruya bir inkılâp, yani fikirler adetlerin bundan böyle kendisine uymak zorunda kalacağı bir takım yeni müesseselerin zorla ithali keyfiyetinin bahis mevzuu olduğunu unutmamalıdır. Tarih hiçbir milletin hayatında bu kadar kökten ve bu kadar seri bir tahavvül kaydetmemiştir. Fransa ihtilâli medeni hukuk alanında bu kadar derin bir tesir ve hareket yaratmamış, yalnız imtiyazları kaldırmakla iktifa etmiştir. SAVİGNY'nin yazdığı gibi " Fransız hukuk edebiyatı ihtilâlden evvelki



367



hukuk edebiyatına o kadar merbuttur ki araya bir kanunun kabul ve neşri gibi büyük bir hadisenin girdiğine inanmakta insan müşkülata uğrar; devlet hayatının bütün cüzüleri içinde ihtilalin en az sarstığı ve en az değiştirdiği belki de medeni hukuktur." Rus inkılabı bilhassa sosyal bir inkılaptır. Türk inkılabının haiz olduğu derinliği haiz değildir. Yeni hukuku temsil kritik hassası zamanımızda devam etmektedir.Batının bütün hukuk telâkkilerinin milletin vicdanına nüfuz etmesi ve onu değiştirmesi icap edecektir. Türk halkı kendisine empoze edilen bütün fikirleri bu yirmi yıllık devrede temsi etmek zorundadır. Şimdiye kadar bir millet üzerinde yapılan en cesur tecrübelerden birisi hakkında ancak o zaman kat’i bir hüküm vermek mümkün olabilecektir. Bunla beraber her şey bu yolda bir başarıyı tahmin ettirmektedir. Avrupa hukuk prensiplerinin kabulünde Türklerden daha ölçülü davranmış olmak ve 1808 tarihli medeni kanunun aile ve miras hukuku bahislerinde halk geleneklerine dayanmakla beraber, Japonların verdiği örnek bunu ispat etmektedir. Türk milleti hukuk müesseselerini laikleştirmekten daha çok hürriyet ve daha çok refaha kavuşacağını umuyor. Tecrübe henüz sona ermemiştir...... Bu milletin arasında yaşamak mazhariyetine eren ve



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



368 onun büyük nezaketini, kendisine yapılan en küçük hizmetler için duyduğu minnet ve şükran duygusunu bilenler, bu milletin ancak tam bir başarıya ermesini dileyebilirler." Rahmetli MAHMUT ESAT BOZKURT'un en faal bir şekilde idare ettiği hukuk inkilâbımız hakkında söylenen bu sözleri onun taze mezarı üstünde bir demet kadirşinaslık çiçeği olarak tevdi ediyoruz. ***



YENİ DÜZENLEME a- -17.2.1926 kabul tarihli 743 sayılı TÜRK KANUNU MEDENİSİ, 22.11.2001 kabul tarihli 4721 sayılı TÜRK MEDENİ KANUNU'nun 1028 inci maddesi uyarınca yürürlükten kaldırılmıştır. 4721 sayılı Kanun, Resmi G. 24607 sayılı nüshasında 8.12.2001 günü yayımlanarak, 1029uncu maddesi uyarınca 1.Ocak.2002 tarihinde yürürlüğe girmiştir. b- Kanunu Sureti Mer'iyet ve biki hakkındaki kabul tarihli 864 nun,



Medeni'nin Şekli Tat29.5.1926 sayılı Ka-



3.12.2001 kabul tarihli 4722 sayılı, Türk Medeni Kanunu'nun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli hakkında Kanun'un 23üncü maddesi uyarınca yürürlükten kaldırılmıştır. 4722 sayılı Kanun 24 üncü maddesi uyarınca TÜRK



MEDENİ KANUNU ile aynı tarihte yürürlüğe girer (1.01.2002 tarihinde)



BORÇLAR KANUNU İsviçre Medeni Kanunundan aynen iktibas edilen Türk Kanunu Medenisi (4722 sayılı kanunla yürürlükten kaldırılan) gibi İsviçre Borçlar Kanunu'ndan aynen alınmıştır. "Martin'in Borçlar Kanunu şerhi, Rossel'in Borçlar Kanunu şerhi, Mahmut Esat Bozkurt'un az zamanda, İnkılâp adliyesine armağan ettiği hediyelerdendir" Borçlar Kanunu Kanun Numarası: 818 Kabul Tarihi: 22.4.1926 Yayımlandığı R.Gazete: Tarih: 29.4.1926 Sayı :359 Düstur: Tertip 3 c. 7 s. 762 Külliyat: c. 1. s. 569 ***



CEZA MEVZUATIMIZ VE MAHMUT ESAT BOZKURT Bu günkü ana kanunlarımız arasındaki Ceza ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Türk Adli İnkılâbının en büyük yapıcısı ve işçisi olan Mahmut Esat Bozkurt'a borçluyuz. Şüphesiz ki Mahmut Esat bir cezacı değildi. O her şeyden önce bir inkilâpçı idi. İsviçre'de aldığı hukuk kültürü ona inkılâbın ve Cumhuriyetin vazettiği esasların vücuda getirdiği eserlerin, kısaca inkılâp davası-



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



nın, Türk milletinin dâvasının eski devirden kalan ceza kanunu ile kâfi derecede takviye edilmediğini göstermişti. Ceza Kanunu'nun müzakeresine başlandığı 1 Mart 1926 tarihinde, Adliye Vekili ve İzmir Mebusu Mahmut Esat Büyük Millet Meclisi kürsüsünde şunları söylemişti: " Vakıa milletimizin varlığı bu eserin en büyük müeyyidesidir; fakat milletimizin yılmaz .iradesinin bir kanun çevresi halinde tecelli etmesi de Cumhuriyetin ve hukuknâsın müdafaası için ihmali mümkün olmayan bir zarurettir. Bu gün heyeti celilenizin nazarı tasvibine arz ettiğim ceza kanunu bu maksatla hazırlanmıştır, bu maksadı takip etmektedir." O zaman, yürürlükte bulunan 1274 (1858) tarihli ceza kanunu saltanat zamanında hazırlanmış, sonradan muhtelif ilâve ve tadiller görmüş, esası Fransız kanunu olan bu ceza kanunundaki hükümler birbirini tutmaz bir hale gelmişti. Yeni vakıalar karşısında hâkimler ellerindeki kanunla pek müşkül vaziyette kalmakta idiler. Memleketin; inkılâbın ve vatandaşların hukukuna tecavüz edenler ekseriya kanun noksanlığı yüzünden yakalarını adaletin pençesinden kurtarabilmekte idiler. İnkilâbı ve Cumhuriyeti ifade ve onun menfaatlerini müdafaa ihtiyacını duyan Mahmut



369



Esat mütehassıs komisyonlar kurdurarak bir taraftan ceza kanununu, diğer taraftan ceza muhakemeleri usulü kanununu hazırlattı, İnkilâptan inkılaba koşan Türk Milleti cezada inkilâp yapmakta gecikemezdi. Temyiz Mahkemesi Birinci Reisinin başkanlığındaki komisyon tarafından ceza kanununun hazırlanmasında, bilindiği gibi, 1889 tarihli İtalyan kanunu nazara alınmıştır. Bu kanun tarih bakımından eski gözükmekte ise de projenin hazırlandığı sene meri olan en yeni kanunlardan biri idi. Ondan daha yeni olarak ancak 1902 tarihli Bulgar ve 1905 tarihli Rus ceza kanunları vardı. İtalyan kanunu aynı zamanda en ileri kanunlardan biri idi. Mülhem olduğu esasların liberal bulunmasında bu kanunun örnek olarak alınmasında en büyük âmillerden bir olmuştur. Mehaz kanunun İtalya'da bir çok tenkitlere maruz kaldığı doğrudur. Hatta 1921'de Ferri projesi bile neşredilmiş bulunuyordu. Faşizmin iktidar mevkiine geçmesi üzerine bir diğer proje de hazırlanmak üzere idi. Yalnız inkılaba çok kıskanç olan Mahmut Esat müzakere ve münakaşaların neticesini bekleyemezdi. Bu sebeple mevcut kanun esas olarak alındı, fakat memleketimizin hususi şartları da ihmal edilmedi. Ve İtalyan Kanununun



370 boşlukları ve noksanları ikmal edilmeğe çalışıldı. Mahmut Esat'a kimse milli bir ceza kanunu hazırlatmadığı için muaheze edemez. Başka milletlerin misalleri de gösteriyor ki milli bir kanun üç beş senede yapılamaz. Milli bir kanun uzun emek ve tecrübelerin mahsulüdür. Mahmut Esat'ın ise beklemeğe vakti yoktu ve Türk İnkılabını bir an evvel yeni bir ceza kanunu ile desteklemek zorunda idi. Ceza Kanununun müzakeresi sırasında en fazla itiraz hedefi kanunda idam cezasının bulunması keyfiyetidir. Fakat idam, tıpkı rafta saklanan bir ilâç gibi, icabı halinde kullanılmak, tedaviye ihtiyaç gösteren bir uzuvda ameliyat yapmak gibi lâzımdır, idamı kaldıran memleketler dahi, buna ihtiyaç görmüş ve zaman zaman, başka başka vesilelerle tekrar idam fikrine rücu etmişlerdir. Bu ilaç Türk inkılâbının korunması, Türk Milletinin âli menfaatleri için kullanılacaktır. "Ceza Kanunumuz çok serttir. Çünkü inkılâba çok kıskançtır. Fakat şunu heyeti celilenize temin edebilirim ki sertliği ile beraber ilmi bir eserdir. Bundan korkacak olanlar ve korkmaları lâzım gelenler Türk Milletinin menfaatlerine, Türk Milletinin hukukuna ve inkılâba karşı tekin olmayanlardır. Bunların korkmaları lâzımdır. Mahmut Esat'ın direktifler ile hazırlanan proje adliye encümeninde gözden geçirilmiş ve



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



bazı yerlerinde hükümetle mutabık kalınarak bazı tali tadiller yapılmıştır. Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin iradesiyle vücut bulan inkilâbı, bu büyük eseri ceza kanunu ile teçhiz ve teslih etmekte tereddüt etmemiş ve kanun kül halinde alkışlarla; ittifakla kabul edilmiştir. Ceza Kanunu'nun yeniliklerinden birisi infaz sahasında kabul ettiği prensiplerdir. Eski kanunda ceza yalnız suçluya azap vermek gayesini gütmekte idi. Halbuki suçluların terbiye ve ıslahı modern ceza hukukunun artık kökleşmiş esaslarından biri olmuştur. Türk cemiyetinin her hangi bir sebeple arasından kaybettiği suçluları mümkün olan her çareye baş vurarak, tekrar Türk cemiyetine, tekrar namuslu vatandaşlar arasına iade etmeğe çalışmak. İşte 1926 ceza Kanunu ilk defa olarak cezadaki bu asil ve yüksek hedefe işaret etti. Ceza Kanununu İtalya'dan alınca usulde de yine İtalyan kanununun örnek alınması pek mantiki idi. Çalışmalarına başlayan mütehassıs komisyon İtalyan Ceza Usulü Kanununun çok nazari olduğu, bir çok hükümlerinin gayet müphem ve karışık ve heyeti umumiyesi itibarile de tahkikat ve muhakemenin süratle bitirilmesi gayesini tamamen yok edecek derecede merasimi havi bulunduğu kanaatine vasıl oldu. Tetkikat ilerledikçe bu kanaat katileşti ve İtalyan müelliflerinin de pek haklı ten-



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



kidine uğrayan bu kanunun örnek alınmasının memleket ihtiyaçlarına uymayacağı görüldü. Bunu üzerine, adli teşkilâtı İtalya'da olduğu gibi bizimkine benzememekle beraber daha basit ve daha seri olduğu cihetle Alman Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun örnek tutulması kararlaştırıldı. Komisyon kanunu hazırlarken Alman kanununun ruh ve manasına ve koyduğu yüksek prensiplere asla dokunmamak şartile memleketimiz teşkilâtını ve vasıtalarını da gözden uzak tutmayarak projeyi hazırladı. İstanbul'da hukukçulardan mürekkep bir heyetin hazırladığı proje Ankara'da Baş Müddeiumuminin Reisliğinde teşkil olunan ikinci bir heyet tarafından da tetkik olunduktan sonra Meclise sunuldu. Ceza usulünden gaye yalnız çabukluk değil fakat aynı zamanda adalettir. Bu itibarla usûl kanunlarında muayyen merasim ve formaliteler bulunması biraz da zaruridir. Yalnız, teminat namına verilen bu usuli muameleler arasında hak sıkışıp kalmamalıdır, İşte Mahmut Esat'ın Adliye Vekili sıfatile komisyonlara verdiği direktif bu olmuştur. Meclis kürsüsünde de teklif ettiği kanunu öğmesi bununla olmuştur. Mahmut Esat'ın, yine ceza sahasında, minnetle anılacak faaliyetlerinden birisi de Ceza Kanununun hemen akabinde İtalyan Ceza Kanununun bir



371



şerhini tercüme ve neşrettirmesidir. Belki acele yüzünden eserin tayininde, tercümede ve tabıda bazı hatalar olmuştur, fakat MAJNO 'nun bu eserinin halâ, bu gün bile, elimizde Türkçe olarak mevcut yegâne ceza kanunu şerhi olduğunu düşünürsek, bu eserin bilhassa kanunun ilk tatbik senelerinde hâkimlere ne kadar faydalı olduğunu teslim etmekte tereddüt etmeyiz. *** "Cumhuriyet döneminin yasası olarak Türk Hukukunda yepyeni bir çığır açan *Türk Ceza Kanunu*nun uygulanmasında ortaya çıkabilecek güçlükleri ve duraksamaları önlemek için, yasanın aslı olan İtalyan Ceza Kanunu'nun açıklamasını kapsayan yardımcı bir kitabın hukukçularımıza sunulması, daha ilk yılda düşünülmüştür. Bunu sağlamak amacıyla ünlü İtalyan hukukçusu MAJNO'nun dört ciltlik eserinin de Türkçe'ye çevrilmesi gerekli görülmüştür.. Bu çeviri, o zamanki" Adliye Vekili" Mahmut Esat (BOZKURT) ‘un sunuş yazısıyla birlikte 1927 yılında yayınlanmıştır. *** Medeni memleketlerde kanunları, onları hazırlamakta ön ayak olan nazırların isimleri ile anmak adet olmuştur. Zanardelli Kanunu, Rocco kanunu, Berarger Kanunu gibi.



372 Gönül isterdi ki Mahmut Esat yalnız Ceza Kanunu hazırlatmış olsun ve biz de ona Lotus kahramanının adını verelim ve kendisine karşı minnet borcumuzu böylece ifade edelim. Fakat onun eseri bir değil ki... O, başka bir adliye nazırı veya vekiline nasip olmayan bir mazhariyete ermiş, Türkiye Cumhuriyetinin bütün ana kanunlarını hazırlatmıştır. Mahmut Esat Kanunu'ndan değil, Mahmut Esat kanunlarından bahsedilse yeridir. Ceza usulü muhakemeleri kanunu Ceza Usulü Muhakemeleri Kanunu, Alman kanunu mehaz ittihaz olunarak yapılmıştır. Bu Kanunun müzakeresi sırasında, Garbın medeni kanunlarının kabul ettiği, jüri üzerinde durulmuştur. JÜRİ bize de lâzım mıdır? Jürinin memleketimizde ifade edeceği mana, tatbik şekli nasıl olmalıdır?. Genç Vekil, Garbın bugün, bir takım ülkelerinde tarihe karışan Jüri'yi İnkılâp Adliyesine lâyık görmemekte, hak ve adalet mefhumunun her önümüze gelen bir gayri mesulün anlayışına bırakmağa taraftar görünmemektedir. "Kısaca şunu arz etmeliyim ki, Jüri, bize göre hukuk ilminin adalet esaslarının ayrılık kabul etmez esaslarının ayrılık kabul etmez prensiplerinden birisi değildir. Eğer yanılmıyorsak tarihi manası Kurunu Vüstadaki içtimai sınıflarla, bunların o vakitki varlıklarıle ifade olunabilir. Tamamen Kurunu Vustai bir müessesedir. Eğer hukuk bir ilim ise -ki bizce bunda şüphe



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



yoktur-milletin büyük murakabesi altında onun tatbikini, onun sanatkârlarına, hukukçularına bırakmak lâzımdır. Yoksa hakkın ve adaletin mukadderatı her önüne gelen bir gayri mesulün anlayışına bırakılırsa hak ve adalet namına neler yapılabileceğini önceden kestirmek zor olamaz sanırım." Türk Ceza Kanunu Kanun Numarası: 765 Kabul tarihi: 1. 3. 926 Yayımlandığı R.Gazete: Tarih: 13. 3. 926 Sayı 320 Yayımlandığı Tertip 3. c. 7. s. 519



Düstur:



Ceza Kanununun Mevkii Mer'iyete Vaz'ına Müteallik Kanun Kanun Numarası: 825 Kabul tarihi: 26.4.1926 Yayımlandığı R.Gazete: Tarih: 5.5.1926 Sayı: 364 Yayımlandığı Düstur: Tertip 3. c.7 s. 874



CEZA HUKUKUNDA YENİ DÜZENLEME TÜRK CEZA KANUNU KANUN No. 5237 Kabul tarihi: 26.9. 2004 Resmi Gazete: 12 Ekim Salı 2004 Sayı :25611 YÜRÜRLÜK Madde 344. (I) Bu kanunun; a) İmar kirliliğine neden olma" başlıklı 181 inci maddesi, yayımı tarihinde



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



b) Çevrenin kasten kirletilmesi" başlıklı 181 inci maddesinin birinci fıkrası ile "Çevrenin taksirle kirletilmesi" başlıklı 182nci maddesinin birinci fıkrası yayımı tarihinden 2.yıl sonra c) Diğer hükümleri 1. Nisan 2005 tarihinde yürürlüğe girer ***



TÜRK CEZA KANUNUNUN YÜRÜRLÜK VE UYGULAMA SEKLİ HAKKINDA KANUN KANUN No. 5252 Kabul Tarihi: 4.11.2004 Resmi Gazete: 13.Kasım 2004 Cumartesi Sayı 25642 Madde 2. Bu Kanun, diğer kanunlarda ; yürürlükten kaldırılan 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanununa yapılan yollamaları 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlüğe girmesiyle yürürlükten kaldırılan hükümleri ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun uygulanması için diğer kanunlarda yapılan değişiklikleri, yürürlüğe girmesinden önce işlenmiş suçlar hakkında ne suretle hüküm kurulacağına ve kesinleşmiş cezaların nasıl infaz edileceğine ilişkin hükümleri kapsar. Madde. 3. (1) Mevzuatta; yürürlükten kaldırılan Türk Ceza Kanununa yapılan yollamalar 5237 sayılı TÜRK CEZA KANUNU'nda bu hükümlerin karşılığını oluşturan maddelere yapılmış sayılır.



373



(2) Mevzuatta; Yürürlükten kaldırılmış Türk Ceza Kanunu'nun kitap, bab ve fasıllarına yapılmış yollamalar ; o kitap, bab ve fasıl içinde yer almış hükümlerin karşılığını oluşturan 5237 sayılı TÜRK CEZA KANUNU'nun maddelerine yapılmış sayılır.



Değiştirilen ve Yürürlükten Kaldırılan Hükümler Madde 12.— (1) Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarih itibariyle, a) 26.4.1926 tarihli ve 825 sayılı, Ceza Kanununun Mevkii Meriyete Vaz'ına Müteallik Kanun, b) 1.3. 1926 tarihli ve 765 sayılı TÜRK CEZA KANUNU bütün ek ve değişiklikleri ile birlikte, yürürlükten kaldırılmıştır. Madde 13. Bu Kanunun, a) "İnfazın ertelenmesi veya durdurulması "başlıklı 10uncu maddesi hükmü yayımı tarihinde b) Diğer hükümleri 1.Nisan. 2005 tarihinde Yürürlüğe girer. ERTELEME: 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 1 Nisan 2005 yürürlüğe giriş tarihleri 31.03.2005 kabul tarihli 5328 Kanunla 1 Haziran 2005 tarihine bırakılmıştır. ***



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



374 CEZA MUHAKEMELERİ USULÜ KANUNU Kanun Numarası: 1412 Kabul Tarihi: 4.4.1929 Yayımlandığı R.Gazete: Tarih: 20.4.1929 Sayı 1172 Düstur: Tertip: 3. c. 10 s.312



CEZA MUHAKEMESİ KANUNU KANUN No: 5271 Kabul Tarihi: 4. 12. 2004 Resmi Gazete: 17. Aralık Cuma Sayı: 25673 Madde 334 (I) Bu Kanun, 1. Nisan. 2005 tarihinde yürürlüğe girer. ***



CEZA MUHAKEMESİ KANUNU'NUN YÜRÜRLÜK VE UYGULAMA ŞEKLİ HAKKINDA KANUN KANUN No: 5320 Kabul Tarihi: 23.03.2005 Madde 18.- (I) I Nisan 2005 tarihi itibariyle ; 4.4.1929 tarihli ve 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Bütün ek ve değişiklikleriyle yürürlükten kaldırılmıştır.



İCRA VE İFLÂS KANUNU İcra ve iflâs Kanununun gayesi genç Vekil'e göre, vatan-



daşları adalet önünde bekletmek değil, süratle istedikleri hakka kavuşturmak olmuştur: "İcra ve iflâs Kanunu lâyihamızın, bir tek cümle içinde ruhu ve esasını tespit etmek lâzım gelirse, denebilir ki, işleri mahkemeye düşürmeden çarçabuk bitirmek, hakkı yerine getirmektir. Türk adalet sistemleri adalet önünde bekleyen ve sürünen değil, fakat hakka kavuşan ve daima yükselen insanları ve vatandaşları görmek istemektedir." Bizce, İcra Kanununun ruhu, sürat temininden ziyade, mazinin kötü bir anane olarak, devirden devire miras bıraktığı borç için hapsi ortadan kaldırması olmuştur.. Adliyeci Mahmut Esat, bu hadisenin üzerinde ısrarla, kesin bir kararla durmuş, bu esaslı prensipten hiçbir feragate rıza göstermemiştir. Kendisinin teftiş seyahatinde ceza evlerini gezerken, borçtan yatan, Türk çocuklarının, medyunu bulundukları parayı şahsi parasından vererek çıkarttığı, hürriyetlerine kavuşturduğu yerler az değildir. Mütegallibeliğin belli başlı silâhlarından birisi olan borç için hapis yatmayı maziye defneden inkılâpçı Mahmut Esat, bunun sebeplerini şöyle anlatıyor: "Şu ciheti de hepinizin bilgisine arz etmek isterim ki kanun layihasının tatbikine başlanıldığı gün bütün medeni



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



memleketlerde olduğu gibi, şahsî borç için hapis, bu vatandan maziye geçen ölü teessüslerin arasına atılacaktır. Menşei Roma hukukunda bulunan Kurunuulâ ve Vustayı aştıktan sonra zamanımıza kadar yasaya gelen bu sistem, bir bakıma göre memleketimizde mütegallibeliğin belli başlı ve son silâhlarından birini teşkil etmektedir. İnkilâbın çocuğu Bozkurt bütün bu kanunları hazırlarken, içinden fışkıran bir iman ile, bütün bu mevzuatın tatbik sahasını bulacağını, muvaffak olunacağını biliyor ve buna iman ediyordu. Yeni Kanunların tatbik sahasına konmasından beri geçen kısa zaman, bu imanın yerinde olduğunu göstermeğe kâfi gelmiştir. 980 sayılı İcra Kanunu'na İlâve Edilen Maddelerle bazı Mevadının Tadili Hakkında Kanun.....R.G. 5.3.1927 sayı. 571 980 sayılı Kanunu ilga eden ; 18.4.1929 Kabul tarihli 1424 sayılı Kanunun 342 nci maddesi. 1424 sayılı Kanunu ilga eden 9.6. 1932 kabul tarihli 2004 sayılı Kanunun 358inci maddesi 2004 sayılı İcra İflâs Kanunu Külliyat c.1 s. 711 ***



375



GERÇEKLEŞTİRİLEN DİĞER DEVRİMLER Gazi Mustafa Kemal Paşa, İstiklâl Savaşını yalnız vatan topraklarının istilacı kuvvetlerden kurtarılmasından ibaret saymıyor, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetini, köhnemiş Osmanlı müesseselerinden kurtarmak, Türk Cemiyetini, batı dünyasınca kabul edilmiş sosyal ve kültürel değerlere kavuşturmak ve modern esaslara göre teçhiz etmek istiyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa, İstiklâl Savaşının ilk günlerinde Ankara'da söylediği bir nutukta, yeni kurulan devleti ve Türk Cemiyetini modernleştirmek gayesini şöyle ifade etmişti. "Kurtuluştan sonra, pek mühim vazifei vataniye ve milliyemiz vardır. Ezcümle ahvali dahiliyemizi ıslâh ile milleti mütemeddine meyanında faal bir uzuv olabileceğimizi fiilen ispat etmek lâzımdır. Bu gayede muvaffak olmak siyasi mesaiden ziyade içtimai mesaiye ihtiyaç vardır." Büyük kurtarıcı bu sözleri ile, ilerde daha belirli ve açık şekilde ifade edileceği üzere, Türk Milletinin yeni medeniyet alanına girişini ve bu yolda yapılacak devrimleri müjdeliyordu. Atatürk'e göre, "Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesse-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



376 seleri koymuş olmak" inkılâp yapmak demektir. "Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak şartı hayatidir " diyen Büyük kurtarıcı, milletimizi çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracak ileri bir zihniyetin yerleşmesi çabası içinde idi. Bu yolda bir takım inkılâplar bir birini takip etti.



KIYAFET İNKİLÂBI ŞAPKA DEVRİMİ Doğu Medeniyetini Batı Medeniyetinden ayıran dış özelliklerin en önemlisini kıyafet teşkil ediyordu. 18inci yüz yıldan beri Osmanlı imparatorluğunda bir kıyafet bir serpuş anarşisi mevcuttu. Mahmut II devrinde askerlere memurlara kavuk yerine fes giydirilmesi kabul edildiği zaman, o zaman başta Şeyhülislâm olduğu halde bütün ulema fes giymenin şer'an caiz olmadığını ileri sürerek itiraz etmişlerdi. Halkın her sınıfı istediğini giymekte serbestti. 1903 yılında Abdülhamit II devrinde, askerlere kalpak giydirilmek istendiğinde ulema sınıfı bu defa da kalpak giyilmesine itiraz etti. Gerçekten ne fesin, ne de diğer kıyafet unsurlarının din ile, milliyetle hiçbir ilgisi yoktu. Ulema, halkın dini inancını da istismar ederek, yeni-



likten korktuğundan, dinî menfaatlerine âlet ediyorlardı Batı medeniyetinin bir bütün olarak ele alınması dünyanın kabul ettiği medeni kıyafetin de benimsenmesini zaruri kılıyordu. Büyük Kurtarıcı 24 Ağustos 1925'de Kastamonu ve İnebolu'ya yaptığı seyahatlerde, Şapka İnkılâbı'nın ilk parolasını başında taşıdığı panama şapkayı da halka göstererek verdi. "Biz her noktaî nazardan medeni insan olmalıyız. Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır. Medeni ve beynelmilel kıyafet milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz." Büyük Atatürk'ün 27 Ağustos 1925'de İnebolu'da, " Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal yoktur. Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir" diyerek medeni yaşayışa uyan kıyafetin kabulü zorunluluğunu da açıkça belirtmiştir.. Büyük İnsanın uyarması üzerine daha 25 Kasım 1925 tarihli Şapka Kanunu çıkmadan önce vatandaş şapkayı giymiş ve bu yenilik medeni kıyafet değişimi halk arasında iyi karşılanmıştı.



ŞAPKA İKTİSASI HAKKINDA KANUNU Kanun Numarası: 671 Kabul tarihi: 25 .11 .1925



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



Yayımlandığı R.Gazete: Tarih: 28. 11. 1925 Sayı: 230 "Düstur: Tertip: 3 c: 7 s. 108 Külliyat: c. 1 s. 287 CEZAİ SORUMLULUK: 26.9.2004 kabul tarihli 5237 sayılı (Resmi Gazete 12 Ekim Salı 2004 sayı 25611 'de yayımlanan) Türk Ceza Kanunu'nun 222nci maddesinde; 25.11.1925 tarihli 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanunla, 1.11. 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanunun koyduğu yasaklara veya yükümlülüklere aykırı hareket edenlere iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilir. Hükmü getirilmiştir.



TEKKELERİN, TÜRBELERİN ve ZAVİYELERİN KAPATILMASI Sosyal ve fikri alanındaki inkılâplarımızı baltalayan safsata ve hurafeleri kafalardan çıkarmak, açık fikir ve hür zihniyeti yerleştirmek bir zorunluluktu. Memlekette ölmüş bazı kimselerin sonradan yarı peygamber addinden kuvvet alan inanışın doğurduğu türbeler, onlarla geçinenleri besleyen kaynak, bir vasıta idi. Türbeler çok yerlerde batıl inanışların tatmin yeri olmuştu. Halk türbelerden mucizeler bekleyen bir ruh haletine yönelmişti..



377



Tekkelere gelince, zengin Müslümanların fakirlere yardım edilsin diye vakfettiği servetlere dayanarak bedavadan yaşamak, tembellikle her türlü zevkten istifade etmek, başkalarının çalışması ile geçinmek ve din perdesi altında her türlü fenalığı yapmak, gayesini güdüyordu. Tarikatçılık ise mensupları arasında dayanışma ve sevgi yaratmakla birlikte başka tarikat mensuplarına karşı da kin ve husumete varan ayrıldıklar yaratıyor ve bu sebeple de bir huzursuzluk kaynağı idi. Tarikatçılık birleştirici bir nitelik taşıyan İslâmiyete de aykırı idi. Ord.Prof. Sadi Irmak'a göre, "Gerçi tarikatlar içinde Mevlevilik gibi güzel sanatlara hizmet eden, Bektaşilik gibi dinde müsamaha fikrini telkin eden ve bu bakımdan insanî sayılabilecek istikamette çalışanlar var idi ise de bunlar da bozulmuş, tarikatçılık bir taraftan bol seremonileri ile avareliği ve dünyayı umursamamayı telkin ediyor, bir taraftan da bir çok tarikatlar ahlâki bakımdan çığrından çıkmış bir halde halk için zararlı bir durum yaratıyorlardı. Kiminde fasılasız namaz kılınıyor, kiminde saatlerce süren zikirler ve âyinler yapılıyordu. Çalışma şevki kırılıyordu. Herkes kendi tarikatını asıl din olarak görüyor ve bu halde islâmlıkda bir parçalanmayı mucip oluyordu. Ayrıca siyasi ve iktisadi istismar da vardı. Zamanın iktidar sa-



378 hipleri muayyen tarikatlara dayanmak suretiyle siyasi nüfuz kazanmaya çalışıyordu. Bir kısım şeyhler de tarikat yolu ile halkı sömürüyor, bir çeşit vergi topluyordu" Medeni bir millet olma yolunda görülen bu engeller akılcı batı medeniyetine girmek isteyen toplumumuz için kaldırılması zorunlu idi. Atatürk Kastamonu'da 30.8.1925. söylediği bir nutukta türbelerin, tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasının vatarikatların kaldırılmasının işaretini vermişti: "Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şindir, (lekedir)" "Bugün ilmin, fennin bütün şümulile medeniyetin parlak ışıkları karşısında filân veya falan şeyhin irşadile, maddi ve manevi saadet arayacak kadar iptidai insanların, Türkiye medeni camiasında mevcudiyetini asla kabul etmiyorum. Efendiler, ve ey Millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır." Büyük Kurtarıcı bir başka konuşmasında da tekkelerin kapatılması lüzum ve zaruretini ifade etmiştir. "Tekkeler, behemehal kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, her şubede irşatlarda bulunacak kudreti haizdir. Hiçbirimiz, tekkelerin irşadına



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



muhtaç değiliz. Tekkelerin gayesi, halkı meczup ve aptal yapmaktır. Halbuki halk, aptal ve meczup olmamağa karar vermiştir. Biz, medeniyet âlemi içinde, medeniyiz."



TEKKE VE ZAVİYELERLE TÜRBELERİN SEDDİNE VE TÜRBEDARLIKLAR İLE BİR TAKIM UNVANLARIN MEN VE İLGASINA DAİR KANUN Kanun Numarası: 677 Kabul Tarihi: 30.11.1925 Yayımlandığı R.Gazete: Tarih: 13.12.1925 Sayı :243 "Düstur: Tertip: 3. c. 7 s. 113 Külliyat: c.1. s. 289 ***



ULUSLARARASI ZAMAN ÖLÇÜLERİNİN KABULÜ Osmanlı döneminde günlük vakit tamamiyle güneşin durumuna göre ayarlanıyor, batış anında saat 12:00 olarak kabul ediliyordu. Zamanı bildirmek için öğlen vakti (ezani saat) güneşin en yüksek olduğu zaman Kasımpaşa Deniz Hastanesi üstüne (Tersaneyi Amire Kulesi) ve Beyazıt Kulesine vakit küreleri çekilirdi. Ayrıca günde beş defa okunan ezanlar zamanın tespitine yardımcı oluyordu. Kabul edilen bu esasa göre akşam ezanında saat 12:00 olduğundan, 21 Aralık 21 Haziran arasında günler 24 saatten fazla, 21 Haziran -21



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



Aralık arasında günler ise 24 saatten az idi. İstanbul Boğazında bulunan Kandilli Rasathanesinden Öğlen Topu (Zeval Topu) veya Akşam Topu (İftar Topu) atılırdı. Anılan toplar ve vakit küreleri Kandilli'deki müzede halen mevcuttur. Bu usul 1925 yılı sonuna kadar devam etmiştir. 18 Mayıs 1914'te kabul olunan Uluslar arası Zaman Konvansiyonuna 1925 yılında taraf olan Türkiye Cumhuriyeti uluslar arası zaman standartlarını kabul etti. Bu bağlamda olarak 26 Aralık 1926 günü kabul ettiği 697 sayılı Kanun'la “Günün 24 saate bölünmesi ve Greenwich'e zaman diliminin uygulanması" kararlaştırıldı. Buna göre İzmit'ten geçen 30° Doğu boylamı, tüm ülke için saat referansı kabul edilmiş olup Greenwich 'ten iki saat öncedir. Ayrıca yine bu enlemde güneşin en yüksek olduğu an saat 1200 olarak kabul olunmuştur.



GÜNÜN YİRMİ DÖRT SAATE TAKSİMİNE DAİR KANUN Kanun Numarası: 697 Kabul Tarihi: 26.12.1925 Yayımlandığı R.Gazete: Tarih: 2.1. 1926 Sayı: 158 "Düstur: Tertip: 3 c.7 s. 158 Külliyat: c. 1. s. 299



379



MİLÂDİ TAKVİM Öte yandan yine Osmanlı döneminde kabul olunan Hicri takvime göre Ay'ın Dünya etrafındaki dönüşü (364 gün) 1 yıl olarak kabul olunmuştu: Oysa Miladi takvime göre dünyanın güneş etrafındaki dönüşü (365 gün) 1 yıl kabul edilmiştir. Kabul edilen bu ölçüye göre mevsim ve diğer meteorolojik olaylar her yıl yaklaşık aynı günlere rastlamaktaydı. Bunun yanında uygar dünya da. bu ölçüyü kabul ediyordu. Yine 26 Aralık 1925 günü kabul olunan 698 sayılı kanunla Miladi Takvim kabul olundu.



TAKVİMDE TARİH MEBDEİNİN TEBDİLİ HAKKINDA KANUN Kanun Numarası: 698 Kabul Tarihi: 26.12. 1925 Yayımlandığı R.Gazete: 2.1. 1926 Sayı: 260 "Düstur:. Tertip: 3 c. 7 s. 159 Külliyat: c. 1 s. 303 ***



DENİZ TİCARETİMİZLE İLGİLİ YASAL DÜZENLEMELER Deniz Ticaretimizle ilgili hukuki anlamda yapılan düzenleme 1864 yılında kabul olunan “Ticareti Bahriyeyi Kanunnameyi Hümayun”ile oldu. Ticareti Bahriye Kanunu 1807 yılında Fransa tarafından



380 kabul edilen Ticaret Kanunu'nun yedinci cildinden alınmıştı. Kanun 62 yıllık süre içinde - 1926 yılına kadar - değişikliklere, ilâvelere uğramış olmakla beraber ihtiyaca kâfi değildi. Sorunun temelinde deniz ticaretine kara ticareti gibi bakış neden oluyordu. Adliye Vekili Mahmut Esat (BOZKURT) tarafından yaptırılan çalışmalarla 4.Ekim 1926 tarihinde 865 ve 866 sayılı kanunlarla Türk Ticaret Kanunu yürürlüğe girdi. Anılan Kanun'un ikinci cildi Deniz Ticaretine aittir. Bu arada Brüksel'de 25 Ağustos 1924'te kabul edilen "Gemi Sahiplerinin Sorumluluklarının Sınırlandırılması Konvansiyonu”ile 10 Nisan 1926 'da kabul edilen "Deniz Ticaret Vasıtalarının Rehin Alınması veya Ayrıcalıklarının Tespiti ile Devlet Gemilerinin Muafiyetine İlişkin Konvansiyon”TBMM tarafından onaylanmıştı. Bu suretle Türkiye Cumhuriyeti Deniz Ticareti ile ilgili ulusal ve uluslararası mevzuatı kendi ticaretinde kullanıyordu. Yukarıda belirttiğimiz Ticaret Kanunu'nun ikinci cildi 1926 tarihinden itibaren uygulandı. Ancak eksikleri bulunuyordu, öte yandan Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa 1.Kasım 1928'de TBMM'nin açılış konuşmasında Ticaret kanununun deniz ticareti ile ilgili bölümünün hazırlanması için direktif veriyordu.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Nihayet 14 Nisan 1929 tarihinde 7873 sayılı Kararname ile Kanun tasarısının kabulünün ardından 15.Kasım.1929 tarihinde çıkan 1440 sayılı yasa ile Türk Deniz Ticaret Kanunu yürürlüğe girdi. Kanun 1897 tarihli Hamburg (Almanya) Deniz Ticaret Kanunu örnek alınarak hazırlanmıştı. Donatanların (Gemi sahibi/işleticisi) ve kaptanların yetki ve sorumluluklarını yeniden düzenleyen 13 bölüm ve 371 Maddeden oluşan "Deniz Ticaret Kanunu “1959 yılına kadar 30 yıl yürürlükte kalmıştır. Halen 29 Mayıs 1959 günü yayınlanan Kanun Deniz Ticaretimizle ilgili hususları kapsamaktadır. 865 Sayılı TİCARET KANUNU R.G. 28.6. 1926 sayı 406 İlga eden kanun 29.6.1956 kabul tarihli 6762 sayılı Kanunun 1473üncü maddesi. 6762 numaralı Kanun, TÜRK TİCARET KANUNU Resmi Gazete ile yayımı tarihi 9.7. 1956 sayı. 9353 Külliyattaki yeri. c.3. s. 2751



866 SAYILI TİCARET KANUNUNUN SURETİ TATBİKİ HAKKİNDA KANUN R.G. 28.6.1926 sayı. 406 İlga eden Kanun 29.6.1956 kabul tarihli 6762 sayılı Kanunun 1473üncü maddesi. 6762 numaralı Kanun Ticaret Kanununun Sureti Tatbiki



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



Hakkında Kanun, Resmi Gazete ile yayımı tarihi 9.7.1926 sayı 9353 Külliyattaki yeri. C. 3. s. 3035 ***



KABOTAJ KANUNU Kabotaj (Cabotage) kelime anlamıyla bir devletin Karasuları, gölleri, nehirleri ve iç suları ile bunların kara sınırlarında (Liman- iskele) yapılan deniz ticareti demektir. Lozan'da yapılan görüşmelerin en çetin olanlarından birisi de kabotajla ilgili görüşmelerdir. Lozan Antlaşması'nın Ticari Sözleşmeler bölümündeki 3, 9, 10 ve 11. Maddeleri denizlerimizde, göl ve akarsularımızda her türlü ticari faaliyetin Türkiye Cumhuriyeti'nin hükümranlığına bırakılmasını içermekte idi. Ancak Osmanlı Devletinden devir alınan "Denizcilik mirası”bu hakların yeterince - kullanılmasına olanak vermiyordu. Teknesi saç ve güç olarak motor kullanan gemiler, değişik ülkelerin farklı tersanelerinde yapıldıklarından, onarım ve yedek parça sorunu vardı. Bu sorun gemi işletmeciliğini dış ülkelere veya onların temsilcilerine (acentalara) bağlı kılıyordu. Öte yandan mevcut tersanelerin yetersiz oluşu bir yana, kıyı kuruluşlarının (fenercilik, tahlisiye, gemi kurtarma, romorkörcülük...) hemen hepsi yabancıların elinde idi. Dolayısı ile gemi işletmek için ülke hü-



381



kümranlığını yansıtan bir ortam meydana getirilememişti. Bu nedenlerden dolayı (Kurtuluş Savaşı sırasında bazı armatörlerin yabancı bayrak kullandıkları bir gerçektir) Lozan görüşmelerinde Yabancı denizcilik kuruluşlarının ait oldukları ülkeler mevcut sermaye ve gayretlerinin bir müddet daha Türkiye'nin sularında bulunmasını istediler. İngiltere, Fransa ve İtalyan delegelerinin talepleri doğrultusunda: 1 Ocak 1924'ten itibaren 6 ay içinde kabotaj konusunda bir anlaşma olmadığı takdirde ülkelerine ait üçer denizcilik kuruluşunun 2 yıl süre ile Türk Kabotajında çalışmaları kararlaştırıldı. Bu uluslararası belgeler bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti için - diğer deniz ticareti yapan kurumlar nezdinde de - kabotaj hakkını kullanmasını geciktiriyordu. Türkiye, Kabotaj hakkını en erken 1926 yılında kullanabilmekle beraber, bu tarih de kesin değildi. Çünkü Türkiye'nin bu hakkını kullanabilecek seviyede olması, yani kıyı denizciliği ile ilgili alt yapı yatırımlarını tamamlamış olması gerekiyordu. 1924- 1926 yıllarında denizcilik ile ilgili alt yapı yatırımlarına aşırı gayret ayırmanın temel sebebi budur. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın Hamidiye ile Karadeniz gezisi, 1924 yılı sonlarında Bahriye Vekâletinin kuruluşu, Ticari denizcilik kuruluşlarının İktisat



382 Vekâletine bağlanması yani sivilleştirilmesi, 1925 yılında Limanlar Kanu-nu'nun kabulü ile limanlarda İnhisar Şirketlerinin kuruluşu Kabotaj için yapılan hazırlıklardı. Bunun yanında pek çok kuruluş (Ticareti Bahriye Müdürlüğü, Seyrisefain İdaresi, İstanbul Limanı, İstanbul Sanayi ve Ticaret Odası, Mavunacılar Cemiyeti...) denizcilikle ilgili dokümanlar yayınlayarak denizciliği sahiplendiler. 1926 yılına gelindiğinde denizcilik yönünden yapılanmalarda büyük mesafeler alınmıştı. Bir başka deyişle Türkiye denizlerini, göllerini, nehirlerini kullanmaya, hükümranlığını tesis etmeye hazırdı. Bunu dikkate alan TBMM 11 Nisan 1926 tarihinde kabul ettiği 815 sayılı yasayla; "Karasularında, limanlarda, göller ve akarsularında yapılacak olan her türlü ticari faaliyetlerin Türk Vatandaşları tarafından ve Türk sermayesi ile yapılmasını kabul etti." 1 Temmuz 1926 tarihinden itibaren yürürlüğe giren Kabotaj Kanunu ile Türkiye Cumhuriyeti hakimiyeti altındaki Deniz ülkelerine de hükümran olurken kara ülkesinin içinde kalan göl, nehir ve akarsularını Milli bir anlayış içinde değerlendiriyordu (Ne yazık ki bu su alanlarında da yabancı imtiyazları vardı.) Türkiye Cumhuriyetini Kabotaj Kanunu ile ortaya koyduğu denizlerine ve diğer sularına ait hükümranlığı



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



iki ana başlık altında yorumlanmaktadır. Türk sermayesinin güvenliği Türk Vatandaşının ekonomik yönden güçlenmesi Deniz Ticaretimizin yapılanmasının temeli olan bu yasa, Türk Armatörlüğünün doğmasını ve gelişmesini sağlarken kendi sularımızda icra olunan diğer denizcilik kollarında (kılavuzluk, kurtarmacılık, gemi inşa, balıkçılık, kumculuk, acentecilik,) milli bir kimlik kazanmasını sağlamıştır. Nitekim Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa 1 Kasım 1926 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışı nedeniyle verdiği söylev'de bu husustan duyduğu memnuniyeti şu sözlerle dile getirmektedir. "Kabotaj'ın bu sene zarfında özellikle ve tamamen Türk Sancağına avdeti (dönüşü) fiilen tahakkuk etmiştir. Bu hadiseyi gurur duyarak anmak isterim. Bu hadise asırlarca süren engellere karşı ancak “Milli iradenin “elde edebileceği başarılardandır." Cumhurbaşkanı var olan Kabotaj hakkımızın Türk Sancağına geri dönmesinin "Milli irade”ile sağlandığını beyan ediyordu. Henüz üç yıllık bir Cumhuriyet olan Türkiye'nin böylesine büyük başarı sağlamasını bu ifadelerle değerlendiren Mustafa Kemal ülkemize denizcilikte-yeni hedefler veriyordu.



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



Kabotaj Kanunu'nun Türk Vatandaşı ve Türk Sermayesi olma koşulu - yorumlama yönünden - daima tartışma konusu olmuştur. Hükümet zaman zaman kanunun uygulanmasına veya yorumlanmasına ilişkin kararnameler yayınlamıştır. Ancak Cumhuriyet Hükümeti Kanunun ruhuna aykırı her hangi bir tavizde bulunmamıştır. 5 Aralık 1928 günü yayınlanan 7632 sayılı Kararname ile yabancı kurtarma gemilerinin (Bu tarihte Türk bayraklı kurtarma gemisi yoktur) Türk sularında çalışırken işveren (sermaye) temsilcisi durumundaki gemi kaptanının Türk ve tayfalarının en az yarısının Türk Vatandaşı olması mecburiyeti getiriliyordu. 5 Mart 1931 tarihinde yayınlanan 169 sayılı Kararname ile Kanunun üçüncü maddesinde (karasularında her türlü denizcilik faaliyeti; balıkçılık, kaptancılık, acentelik...) belirtilen faaliyetlerde yabancılar Türklere ait kuruluşlarda sadece öğretmen veya danışman olarak çalışabilirler ve sermaye'ye ortak olunamaz denilerek yine kanunun özü korunmuş oluyordu. ***



TÜRKİYE SAHİLLERİNDE NAKLİYATI BAHRİYE (KABOTAJ) VE LİMANLARLA KARA SULARI DAHİLİNDE İCRAYI SAN'AT VE TİCARET HAKKINDA KANUN KANUN NUMARASI: 815 Kabul Tarihi: 19.4.1926 Yayımlandığı R.Gazete: Tarih: 29. 4. 1926 Sayı: 359



383



"Düstur: Tertip 3. c. 7 s. 759 Külliyat: c. 1 s. 567 Kanunun 6ncı maddesinde; İşbu Kanun ahkamı 1. Temmuz 1926 tarihinden muteberdir. Hükmü bulunmaktadır



EMLAK VE EYTAM BANKASI Mahmut Esat, Yetimlerin parasını faydalandırmak için Emlak Ve Eytam Bankasını kurdu. Emlak ve Eytam Bankası Kanunu—Yeni kanunlar serisinde sayılmaya lâyık olanlardan biri de “Emlâk ve Eytam Bankası”Kanunu'dur. Reisleri ölen ailelerin haklarını korumak, öksüzlerine bıraktığı malların eyi idare edilmesini düşünmek şüphesiz mütekamil cemiyetlerin vazifeleri cümlesindendir. Osmanlı Saltanatında “Eytam ve Eramil “ismile bir yetimler ve dullar idaresi vardı; O devletin en karmakarışık dairelerinden biri de bu idi; teşkilât ve nizamlar öksüzlerin haklarını korumaya, menfaatlerini çoğaltmaya kifayet edemiyordu. Cumhuriyetimizin, en halkçı idare olmak haysiyetile hayattan çekilen vatandaşların millete yadigâr ve emanet bıraktıkları öksüzler hakkının korunmasını işine hassasiyetle alâkadar bulunduğundan ilk icraatı arasına bu işi koydu. (Eytam ve Eramil) idaresinin Cumhuriyete kadar sürünüp gelmiş muamelelerini teftişten geçirdikten, tasfiye ettikten



384 sonra, öksüzler hesabına ve menfaatine işleyecek bir banka kurdu. Evvelâ şunun bunun eline geçmiş öksüz paraları faizlerile birlikte kurtarıldı. Eytam ve Emlak Bankası adını taşıyan 20 milyon sermayeli yetimler bankası büyük bir müessese halinde, 1926 haziranından beri kurulmuş bulunuyor. 844 sayılı EMLÂK VE EYTAM BANKASI. Resmi Gazete 3.6.1926 sayı 389 (Hükümsüz) ***



ULUSLAR ARASI RAKAMLARIN KABULÜ BEYNELMİLEL ERKAMIN KABULÜ HAKKINDA KANUN Kanun Numarası 1288 Kabul Tarihi: 20. 5. 1928 Yayımlandığı R.Gazete: Tarih: 28. 5. 1928 "Düstur: Tertip 3. c.9. s. 610 Külliyat: c.1 s. 911 Madde 1— Devlet, vilâyet, şehremenati ve belediyeler gibi resmi devair ve müessesatın bilumum muamelâtı tahririye ve hesabiyesinde beynelmilel rakamların kullanılması mecburidir. İşbu mecburiyetin efrat ve eşhası hususiye arasındaki muamelatta dahi tatbikini en kolay mahallerden başlamak suretiyle 1931 Haziranına kadar temine Hükümet mezundur. Madde 2— Bu kanun 1. Haziran 1929 tarihinden muteberdir.



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



HARF DEVRİMİ TÜRK HARFLERİNİN KABUL VE TATBİKİ HAKKINDA KANUN Kanun Numarası: 1353 Kabul Tarihi 1.11.1928 Yayımlandığı R.Gazete: Tarih: 3. 11. 1928 "Düstur: Tertip 3 c.10. s. 3 Külliyat c.1 s.921 *** 26.9.2004 kabul tarihli 5237 sayılı (R.G. 12 Ekim. Salı 2004. Sayı .25611) TÜRK CEZA KANUNU'nun 222nci maddesi'nde; 25.11. 1925 tarihli 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanunla. 1.11.1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanunun koyduğu yasaklara veya yükümlülüklere aykırı hareket edenlere iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilir. Hükmü getirilmiştir. Arap harflerinin Türkler tarafından kullanılması, İslâmiyetin kabulünden sonra başlamış, fakat bu harfler hiçbir zaman Türk diline uymamıştır..Çünkü, Türkçe'de sadalı harflerin çok olmasına mukabil, Arapça'da sadalı harfler azdır. Bu sebeple Türkçe, Arap harfleriyle kolay kolay yazılıp okunamıyordu. Konuşulduğu halde yazılamayan bir dil ile, yazıldığı gibi okunamayan bir yazı dili vardı. Okur yazar nispeti çok düşüktü. Dilimizin ihtiyacına cevap veren yeni bir alfabe ka-



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



bulü ile memleketimizde okur yazar nispetini artırmak, vatandaşı aydınlığa kavuşturmak inkilâbın en önemli vazifesi idi. Cumhuriyet hükümetinin latin harflerinin kabul edilmesini 1927 yılında kararlaştırdığı görülüyor. Türk basınında Yunus Nadi, Falih Rıfkı, Celal Nuri, Mithat Sadullah, İbrahim Nemci, Ahmet Cevat gibi yazarların Latin harflerinin kabulünü destekleyen yazılar yazdıklarını görüyoruz. Türk Ocağı Hars Heyeti (= Kültür Kurulu) nin Latin yazısı konusundaki çalışmalarına Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey'in, Başbakan İsmet Paşa'nın destek verici yönde katılmalarına tanık oluyoruz. 20 Mayıs 1928 günü Milli Eğitim Bakanlığı, Başbakanlığa sunduğu bir önergede, Latin yazısının uygulanma olanaklarını incelemek üzere bir kurul oluşturulmasını ister. Yazı kurulunun hazırlıklarını 17-19 Temmuz günleri çalışmalara katılan Başbakan İsmet Paşa' da Kurulla birlikte inceler ve kimi düzeltme önerilerinde bulunur. Yeni yazıya “TÜRK ALFABESİ”adını veren İsmet Paşa'dır Kurulun hazırladığı”Elifba Raporu “1. Ağustos 1928'de Gazi'ye sunulur. 9 Ağustos 1928 günü akşamı, Mustafa Kemal yeni Türk yazısını istanbul'da Sarayburnu Parkı'nda düzenlenen bir aile



385



eğlencesinde tüm ulusa müjdeler. Mustafa Kemal, 29 Ağustos 1928 günü Dolmabahçe Sarayında, Başbakan İsmet Paşa'nın ve milletvekillerinin de bulunduğu toplantıda yeni Türk yazısıyla ilgili olarak şu tarihsel kararları aldırdı: "1-- Ulusu bilgisizlikten kurtarmak için, kendi diline uymayan Arap harflerini bırakıp Latin kökünden Türk harflerini almaktan başka çare yoktur. 2-- inceleme Kurulunun önerdiği alfabe gerçekten Türk alfabesidir, kesindir. Türk Ulusunun bütün gereksinimlerini gidermeye yeterlidir. 3-- Dilyapısı ve yazım kuralları, dilin düzelmesini, gelişmesini, ulusal beğeniyi izleyerek evrimleşecektir. Kesin olan harfler ile dile biçimini vermek tasarısı en kısa tasarıdır.



şudur ki, yeni ve yazıma ilk için, kurulun ve en işlemsel



Yeni Türk harflerinin yasalaşacağı 1. Kasım 1928 tarihine değin geçen iki ay içinde çalışmalar her gün daha da yoğunlaşarak sürdü. Gazeteler Mustafa Kemal'in açıklamasından hemen sonra kimi başlıklarla, küçük haber ve yazılarla yeni harfleri kullanmaya, halka tanıtmaya başladılar. Her yerde kurslar açılmaya başladı. İstanbul Hattat okulu yeni Türk harflerini öğretecek dersler açmıştı. Cumhuriyet Halk Partisi her mahallede bir dershane



386 açmayı kararlaştırdı. Telefon rehberleri yeni harflerle basılıyor, Ticaret Sicillerine imzalar yeni harflerle atılıyor, okul diplomaları yeni harflerle basılıyordu. 1 Kasım 1928'de T.B.M.M'i açış konuşmasını yapan Atatürk, Türk alfabesi hakkında görüşlerini şöyle açıklıyordu : "Her vasıtadan evvel büyük Türk milletine onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yol haricinde kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lâzımdır. Büyük Türk Milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir. Basit bir tecrübe Lâtin esasından Türk harflerinin, Türk diline ne kadar uygun olduğunu şehirde ve köyde yaşı ilerlemiş Türk evlâtlarının ne kadar kolay okuyup yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır. Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla Türk harflerinin katiyet ve kanuniyet kazanması bu memleketin yükselme mücadelesinde başlı başına bir geçit olacaktır." Mustafa Kemal'in konuşmasından sonra Yeni Türk Harfleri Yasa tasarısı Meclis'e sunuldu ve oy birliği ile kabul edildi. Yasa bütün devlet dairelerinde, özel kurumlarda, yalnızca Türk harfleriyle yazılan yazıların kabul edilerek işlem



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



göreceğini belirtiyor ve bu iş için son tarih olarak 1 Ocak 1929'u saptıyordu. Meclis, ayrıca Gazi'ye altın bir yüzey üzerine kabartma harflerden bir Türk alfabesi armağan edilmesini de kabul etmişti. 24 Kasım 1928 günü Resmi Gazetede, yeni Türk harflerini halka öğretmek üzere 1 Ocak 1929'dan başlayarak açılması kararlaştırılan Millet Mektepleri yönetmeliği yayınlandı. Bu okullar, eski yazıyı bilenlere olduğu gibi hiç okuma-yazma bilmeyenlere de yeni yazıyı öğretecek, kadın erkek herkesi çatısı altında toplayacaktı. Yönetmelik, “Millet Mekteplerinin başkanı ve başöğretmeni Sayın Cumhurbaşkanı' dır” diyordu. 30 Kasım 1928 günü gazeteler son kez Arap yazısı ile çıkıyor, 1 Aralık 1928 günü ise gerçek bir devrimin başarıldığının göstergesi olmak üzere tümüyle yeni Türk alfabesiyle yayınlanıyorlardı.



BÖLÜM IV Kısım I Bu kısımda “Başbakanlık Yayını Yürürlükteki Kanunlar Külliyatı “* Külliyat * olarak, "Resmi Gazete Tarihi, Sayısı “* R.G.* olarak anılacaktır.



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



DEVRİM KANUNLARI VE DİĞERLERİ MAHMUT ESAT BOZKURT'UN ADALET BAKANLIĞINDAN AYRILMASINA KADAR I-- a) Hafta Tatili Hakkında Kanun Kanun No.394. - Kabul Tarihi: 2.1.1924 R.G 21 Ocak 1924 Sayı 54 Külliyat c.1. s.211 b) 27.5.1935 tarih ve 2739 sayılı Kanunun 3üncü maddesi gereğince Kanunda Cuma günü olarak gösterilen hafta tatili Pazar olarak değiştirilmiştir. 2—Tevhidi Tedrisat Kanunu Kanun No. 430 - Kabul Tarihi: 3 .3. 1340 (1924) R.G..6.3.1340 (1924)Sayı :63. Külliyat: c.1. s.229 3-- Hilâfetin İlgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun Kanun No. 431 - Kabul Tarihi: 3.3.1924 R.G. 6.3.1924 Sayı :63 Külliyat: c. S. 233 4-a) Mahamat Kanunu Kanun No. 460 R.G.26.4.1924 Sayı :69 b) İlga eden 27.6 1938 Kabul tarihli 3499 sayılı Kanun'un 139uncu.maddesi c) 3499 sayılı Kanunu ilga eden 19.3.1969 kabul tarihli



387



II36 sayılı Kanun'un 192nci maddesi 1136 sayılı Avukatlık Kanunu Külliyat: c. 4 s. 4515 5--a) Hükkâm ve Mensubini Adliyenin Resmi Kisveleri Hakkında Kanun Kanun No. 461- R.G. 26.4.1924 Sayı 69 b) ilga eden Kanun 24.2.1983 Kabul Tarihli 2802 sayılı Kanun'un 122nci maddesi c) 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu Külliyat: c. 5 s. 5614 6- Mehakimi Şer'iyenin ilgasına ve Mahakimin Teşkilâtına ait Ahkâmı Muadil Kanun Kanun No.: 469 Külliyat: c. 1 s. 257 7- a) Teşkilâtı Esasiye Kanunu Kanun No. 491 R.G. 24.5.1924 Sayı 71 b) İlga eden Kanun 334 Sayılı 20. 7.1961 Kabul tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası. c) İlga eden Kanun 18.10.1982 kabul tarihli 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 177inci maddesi 2709 Kanun Numaralı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Külliyat. c.1 s. 129 8- a) Kâtibi Adil Kanununun Bazı Mevaddının Tadiline Dair Kanun Kanun No.509 -R.G 24.5.1924 Sayı: 71



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



388 b) İlga eden Kanun 25.6.1938 kabul tarihli 3456 sayılı Kanunun 89uncu maddesi c) 3456 sayılı Kanunu ilga eden 18.1.1972 Kabul tarihli 1512 sayılı Kanunun 208inci maddesi d) 1512 Sayılı Noterlik Kanunu Külliyat c. 4. s.4853 9— a) Bahriye Vekâleti Teşkiline Dair Kanun Kanun No. 14.1.1925 sayı 82



539-



R.G.



b) ilga eden Kanun 16.1. 1928 kabul tarihli 1198 sayılı Kanunun 1inci Maddesi R.G. 21.1. 1928 Tarih ve 793 sayısında neşredilen 1198 sayılı Kanun hükümsüz Külliyat Fihrist s. 113 10—Limanlar Kanunu Kanun No. 618 - R:G 20.4.1925 Sayı: 95 Külliyat c.1 s. 275 11—a) Cumhuriyetin İlânına Müsadif 29 Teşrinievvel Gününün Milli Bayram Addi Hakkında Kanun Kanun No.628:23.4.1925 sayı: 96



R.G.



2429 sayılı maddesi



Kanunun



5inci



d) 2429 Sayılı Ulusal Bayram Ve Genel Tatiller Hakkında Kanun Külliyat c. 4 s. 5223 12—a) Kanunu Cezanın Bazı Mevaddını Muaddil Kanun Kanun No. 635 - R.G: 29.4.1925 Sayı: 98 b) İlga eden Kanun 1.3.1926 kabul tarihli 765 sayılı Kanunun 590ıncı maddesi c) 765 sayılı Türk Ceza Kanunu ilga eden kanun ; Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında, 5252 Numaralı olup 4.11.2004 kabul tarihli ve R.G. 13 Kasım 2004 cumartesi ve 25642 sayısında yayımlanan 5252 Numaralı Kanunun 12nci maddesinin b fıkrası d) Türk Ceza Kanunu Kanun No. 5237 Kabul Tarihi: 26 9 2004 R.G. 12 Ekim Salı 2004 Sayı 25611 Yürürlük 1 Nisan 2005 a) 13— Muhakematı Cezaiye nuna Müzeyyel Kanun Kanun No. 28.4.1925 Sayı 97



660-



Usulü KanuR.G:



b) İlga Eden Kanun 27.5.1935 kabul tarihli 2739 sayılı Kanunun 4üncü maddesi



b) 660 Sayılı Kanunu İlga eden 4.4. 1929 kabul tarihli 1412 sayılı Kanunun 422nci maddesi



c) 2739 sayılı Kanunu ilga eden 17.3. 1981 kabul tarihli



c) 1412 sayılı Kanunu ilga eden ;



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



CEZA NUNU



MUHAKEMESİ



KA-



Kanun No. 5271 Kabul Tarihi 4. 12.2004 R.G.: 17 Aralık Cuma Sayı 25673 14—a) Şurayı Devlet Kanunu Kanun No. 669 - R.G. 7. 12. 925 Sayı: 228 b) İlga eden 21.12.1938 kabul tarihli 3546 sayılı Kanunun 60ıncı Md. c) 3546 sayılı Kanunu ilga eden 21.12. 1964 kabul tarihli 521 sayılı Kanunun 171 inci maddesi d) 521 Sayılı Danıştay Kanununu ilga eden 6.1.1982 kabul tarihli 2575 Kanun numaralı Danıştay Kanununun 96ncı maddesi e) Danıştay Kanunu Kanun No. 2575 Külliyat: c. 5 s.5437 15— Şapka İktisası Hakkında Kanun Kanun No .671 -R.G. 28.11. 1925 Sayı 230 Külliyat c. 1 s. 287 16—Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Şeddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım unvanların men ve İlgasına Dair Kanun Kanun No. 677 -R.G. 13.12 1925 Sayı 243. Külliyat c.1 s. 289 17—Yerli Kumaştan elbise giyilmesine dair Kanun



389



Kanun No. 638 R.G. 20.12 1925 Sayı 249 Külliyat: c. 1 s. 295 18— Günün Yirmidört Saate Taksimine dair Kanun Kanun No. 697 - R.G. 2.1.1926 Sayı: 260 Külliyat c.1 s. 299 19—Takvimde Tarih Mebdeinin tebdili hakkında Kanun Kanun No. 698 - R.G. 2.1.1926 Sayı: 260 Külliyat c.1 s. 303 20— a) Türk Kanunu Medenisi • Kanun No. 743 R.G. 4.4.1926 Sayı 339 b) İlga eden Kanun 22 .11. 2001 Kabul tarihli 4721 sayılı Kanunun 1028inci maddesi c) 4721 numaralı Kanun Türk Medeni Kanunu R.G. 8.12.2001 Sayı: 24607 Külliyat: c.7 s. 8049 21—a) Hakimler Kanunu Kanun No. 766 - R.G. 20.3.1926 Sayı: 326 b) İlga eden 4.7.1934 kabul tarihli 2556 sayılı Kanunun 129uncu Maddesi. c) 2556 sayılı Kanunu ilga eden 24.2. 1983 kabul tarihli 2802 numaralı Kanunun 122nci maddesi d) Hakimler ve Savcılar Kanunu Kanun No. 2802 Külliyat: c. 5. s. 5607



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



390 22— a) Zafer Bayramı Kanunu Kanun No. 795—R.G. 6.4.1926 Sayı. 341 b) İlga eden 27.5. 1935 kabul tarihli 2739 sayılı Kanunun 4üncü maddesi c) 2739 sayılı Kanunu ilga eden 17.3. 1981 kabul tarihli 2429 sayılı Kanunun 5inci maddesi d) Ulusal Bayram ve Genel Tatiller hakkında Kanun Kanun No. 2429 Külliyat c. 4 s. 5223 23-a) İktisadi Müesseselerde Mecburi Türkçe Kullanılması hakkında Kanun Kanun No. 805 22.4.1926 Sayı 353



R.G.



Ticaret



hakkında



Kanun No. 815 28.6.1926 Sayı 358



R.G.:



Külliyat c. 1 s. 567 26— Borçlar Kanunu Kanun No. 818 29.4.1926 Sayı 359



R.G.



Külliyat c. 1 s.569 27—a) Ceza Kanununun mer'iyete vaz'ına müteallik Kanun Kanun No. 5.5.1926 sayı 364



825



R.G.



b) ilga eden Kanun Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında; Kabul Tarihi 4.11 .2004,



Külliyat: c. 1 s. 565 24—a) Tıbbı Müessesesi Kanunu



Sanat ve Kanun



Adlî



Kanun No. 813 - R.G. 29. 4. 1926 Sayı: 359 b) İlga eden 8.7.1953 Kabul tarihli 6119 sayılı Kanunun 20nci maddesi c) 6119 sayılı Kanunu ilga eden, 14.4. 1982 kabul tarihli 2659 sayılı Kanunun 37nci maddesi d) Adli Tıp Kurumu Kanunu Kanun No. 2659 Külliyat: c. 5 s.5519 25—-Türkiye Sahillerinde Nakliyatı Bahriye (KABOTAJ) ve Limanlarla Karasuları Dahilinde İcrayı



R.G. 13 Kasım 2004 cumartesi 25642 sayısında yayımlanan 2552 Numaralı Kanunun 12inci maddesinin a fıkrası 28—a) Mahkemei Temyiz Teşkilatının Tevsiine dair Kanun Kanun No. 83427.5.1926 sayı 383



R.G.



b) İlga eden Kanun 11.6. 1928 Kabul tarihli 1221 sayılı Kanunun 11inci maddesi eden,



c) 1221 sayılı Kanunu ilga



16.5.1973 kabul tarihli 1730 numaralı Kanunun 58inci maddesi d) 1730 sayılı Yargıtay Kanununu ilga eden 4.2.1983



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



391



kabul tarihli 2797 sayılı Kanunun 68 inci maddesi



sayılı Türk Ticaret Kanununun 1473üncü maddesi



e) Yargıtay Kanunu



c) Türk Ticaret Kanununun Mer'iyet ve Tatbik Şekli Hakkında Kanun Kanun No. 6763 Külliyat c. 3 s.3015 33— a) İcra Kanununa İlâve Edilen Maddelerle Bazı Mevadın tadili hakkında Kanun Kanun No. 980 - R.G. 5.3. 1927 Sayı. 571 b) İlga eden 18.4.1929 kabul tarihli 1424 sayılı Kanunun 342nci maddesi c) 1424 sayılı Kanunu ilga eden 9.6.1932 kabul tarihli 2004 numaralı Kanunun 358inci maddesi d) İcra ve İflas Kanunu Kanun No. 2004 Külliyat: c. 1 s. 1241 34— Binaların Numaralanması ve Sokaklara İsim Verilmesi hakkında Kanun Kanun No. 1003 - R.G. 20.4.1927 Sayı. 587 Külliyat: c.1 s. 711 35—a) Şeraiti Muayyeneyi Haiz Olmayan Osmanlı Tebaasının Vatandaşlıktan Iskatı hakkında Kanun Kanun No. 1041 - R.G. 31.5.1927 Sayı. 598 b) İlga eden Kanun 11 .2.1964 kabul tarihli 403 sayılı Kanunun 46ncı maddesi c) Türk Vatandaşlığı Kanunu Kanun No. 403 Külliyat c. 3 s. 3847



Kanun No. 2797 Külliyat c. 5. s. 5579 29—a) Emlâk ve Eytam Bankası Kanun No. 844 3.6.1926 Sayı. 389



R.G.



Hükümsüz 30— a) 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Mer'iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun R.G. 19.6. 1926 Sayı 402 b) 864 sayılı Kanunu ilga eden 3.12.2001 kabul tarihli 4722 sayılı Kanunun 23üncü maddesi c) Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun Kanun No. 4722 Külliyat: c. 7 s. 8211 31-- -a) Ticaret Kanunu Kanun No. 86528.6. 1926 Sayı. 406



R.G.



b) İlga eden Kanun 29. 6. 1956 kabul tarihli 6762 sayılı Kanunun 1473üncü maddesi c) Türk Ticaret Kanunu Kanun No. 6762 Külliyat c. 3 s. 2751 32—a) Ticaret Kanununun Sureti Tatbiki hakkında Kanun Kanun No. 866 - R.G. 20.6.1926 Sayı. 406 b) İlga eden Kanun 29.6.1956 kabul tarihli 6762



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



392 36- Türkiye Cumhuriyeti Dahilinde Bulunan Bilumum Mebanii Resmiye ve Milliye Üzerindeki Tuğra ve Methiyelerin Kaldırılması hakkında Kanun Kanun No. 1057—R.G. 15.6.1927 Sayı. 608 Külliyat. c. 1. s. 743 37—a) Lozan'da Aktolunan Affı Umumi Beyanname ve Protokolunda Mevzuu Bahis 150 Kişilik Listede İsimleri Muharrer Eşhasın Türkiye Tabiiyetinden İskatı hakkında Kanun Kanun No. 1064 R.G. 15.6.1927 Sayı 608 b) İlga eden 29.6. 1938 kabul tarihli 3527 sayılı Kanunun altıncı maddesi c) Genel Af Kanunu Kanun No. 3527 R.G. 16.7.1938 Sayı 3961



GENEL AF 38—-Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu Kanun No. 1086 R.G. 2, 3, 4, .7. 1927 Sayı 622, 623, 624 Külliyat :c.1 s. 765 39—Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu Kanun No. 1117 R.G. 7.7.1927 Sayı 627 Külliyat c.1 s. 867 40—a) Kaçakçılığın Men Ve Takibi Hakkında Kanun Kanun No. 1126 R.G. 10.7.1927 Sayı 629



b) İlga eden, 2.6.1929 kabul tarihli 1510 sayılı Kanunun 45inci maddesi, c) 1510 sayılı kanunu ilga eden 7.1.1932 kabul tarihli 1918 sayılı Kanunun 72nci maddesi d) 1918 sayılı Kanun, Yürürlükten 10.7. 2003 tarihli ve 4926 sayılı kanunun 38 inci maddesile kaldırılmış olup 1. Külliyat Fihrist s. 183 2. Külliyat c.1. s. 12131235 3. Külliyat Fihrist 1401 s. Deki 4926 kanun 'a bkz 41— Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun Kanun No. 1288 R:G: 28. 5. 1928 Sayı 900 Külliyat c.1 s. 911 42— a) Türk Vatandaşlığı Kanunu Kanun No. 1312 R.G. 4.6.1928 Sayı 904 b) İlga eden 11.2.19674 kabul tarihli 403 sayılı Kanunun 49uncu maddesi c) Türk Vatandaşlığı Kanunu Kanun No: 403 Külliyat c. 3 s. 3847 43— Kanunların ve Nizamnamelerin Sureti Neşir ve İlânı ve Mer'iyet Tarihi hakkında Kanun Kanun No. 1322 - R.G: 4.6.1928 Sayı 904 Külliyat c.1 s. 913 44— Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki hakkında



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



Kanun Kanun No. 1353 - R.G. 3.11.1928 Sayı 1030 Külliyata 1 s. 921 26.9.2004 kabul tarihli 5237 sayılı (R.G. 12 Ekim Salı 2004 Sayı 25611) Türk Ceza Kanununun 222nci maddesi, 25.11. 1925 tarihli 671 sayılı Şapka iktisası Hakkında Kanunla, 1.11.1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki hakkında Kanunun, koyduğu yasaklara veya yükümlülüklere aykırı hareket edenlere iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilir. 45— Devlet Davalarını İntaç Eden Avukat Ve Saireye Verilecek Ücreti Vekâlet Hakkında Kanun Kanun No. 1389—R.G. 10.2.1929 Sayı .1115 Külliyat: c. 1 s. 929 46— Türk Parasının Korunması Hakkında Kanun Kanun No. 1567—R.G. 25.21930 1413 Külliyat, c. 1 s. 1013 47—Askeri Ceza Kanunu Kanun No. 1632 - R.G. 15.6. 1930 Sayı. 1520 Külliyat, c.1 s. 1105 48—Umumi Mahkemeler ve Karar Hakimleri ve müstantiklerle Umumi ve Hususi Kaza Selâhiyetini haiz Makamlar Arasındaki İhtilâfın Halli Hakkında Kanun



393



Kanun No. 1684 R.G. 10. 6.1930 Sayı 1516 Külliyat, c. 1. s. 1169 49—Hapishane ve Tevkif Evlerinin İdaresi Hakkında Kanun Kanun No. 1721—R.G. 26.6. 1930 Sayı. 1530 Külliyat c.1 s. 1177 Yukarıdaki Kanunun 3, 4 ve 6ncı maddeleri, Ceza Ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki, 13.12.2004 kabul tarihli 5775 sayılı Kanunun 122nci maddesi ile yürürlükten kaldırılmıştır.



KISIM II Devrimi Tökezletme Girişimleri Partiler - Baş Kaldırı— Siyasi Çekişme—Takriri sükûn ATA 'ya Suikast 12 Ekim 1924 Atatürk Meclisi toplantıya çağırarak askeri kumandanların durumları hakkında karar istedi. 30 Ekim 1924 Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşalar askerlikten ayrılarak milletvekili kalacaklarını açıkladılar Halbuki Devlet Başkanı onların orduda kalmalarını istiyordu. 1 Kasım 1924 Yeni Anayasa'ya göre Meclis açıldı. Ve, İsmet Paşa hükümeti 19'a karşı 147 oyla güven oyu aldı. Terakkiperver Parti 7 Kasım 1924 Halk Partisinden



394



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



ayrılan 10 milletvekili ilk muhalefet partisi “Terakkiperver Partisi 'ni kurdular. Partinin programını Canpulat, Şükrü Beyler imzaladı.



5 Mart 1925 İsmet Paşa'ya istediği yetkiler "Takriri Sükûn Kanunu “ile verildi Ve 23'e karşı 154 oyla güvenoyu aldı.



8 Kasım 1924 Terakkiperver Parti görev taksimi yaptı. Kâzım Karabekir Genel Başkanlığa Ali Fuat Paşa da genel sekreterliğe getirildi.



8 Mart 1925 Doğu'da Şeyh Sait isyancılarına arşı son taarruz emri verildi.



10 Kasım 1924 Halk Partisi”Cumhuriyet Halk Partisi”oldu. 30 Kasım 1924 İsmet Paşa Başbakanlıktan istifa etti. Başbakanlığa Fethi Okyar getirildi. Fethi Bey'in yerine Meclis Başkanlığına Kâzım Özalp Paşa seçildi. 11 Şubat 1925 İç politikadaki gergin hava Doğu'da asayişi yok etti. Şeyh Sait ve asileri Elâzığ'ı işgal ettiler. 23 Şubat 1925 Fethi Bey Hükümeti doğu bölgesinde sıkı yönetim ilân etti. Buna rağmen isyan hareketi genişlemiş ve Doğu Bölgesine hakim olmağa başlamıştı. 2 Mart 1925 Meclis, Fethi Bey hükümetine altmışa karşı doksan üç oyla güvensizliğini bildirdi. Yeni hükümeti İsmet Paşa kurmağa memur edildi, İsmet Paşa, görevi olağan üstü yetkilerle alabileceğini bildirdi. 3 Mart 1925 İKİNCİ İNÖNÜ kabinesi kuruldu. 4 Mart 1925 Takriri Sükûn Kanunu kabul edildi.



12 Nisan 1925 Şeyh Sait ve avenesi tevkif edilerek İstiklâl Mahkemesine verildi. İsyan edenlerin duruşması 28 Nisan'da bitti. 13 Nisan 1925 Doğudaki olaylara önayak olanların iddiası ile İstanbul'daki TERAKKİPERVER PARTİ mensuplarının evlerine arama yapıldı. 14 Nisan 1925 Tanin Gazetesinde Hüseyin Cahit, doğudaki isyan bahane edilerek muhalefetin susturulmak istendiğini yazdı. Gazete kapatıldı. 15 Nisan 1925 15 Şubatta gelişen şeyh Sait isyanı bastırıldı. Şeyh Sait İdam edildi. 14 Kasım 1925 Sivas'ta mürtecilerin elebaşı olduğu bir grup Vilâyete yürüdü ve "Şapka istemeyiz”diye bağırdı, Elebaşılar "istiklal Mahkemesi”ne verildi ve idam edildiler. 30 Kasım 1925 Tekke ve Zaviyelerin kapatılması konusunda ki Bakanlar Kurulu'nun kanun önerisi Meclisçe kabul edildi. Devlet Başkanı Kanunun tartışılması sırasında şöyle konuştu: "Bir takım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasında sürüklenen ve falcılara, büyücülere, muskacılara talih ve



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



hayatlarını emniyet eden kütlelere medeni millet denebilir mi? “Aynı gün Büyük Millet Meclisindeki Kur'an ayetleri kaldırıldı ve "HAKİMİYET MİLLETİNDİR”levhası kondu. 5 Haziran 1926 Ankara'da İngiltere ile Musul anlaşması yapıldı. Atatürk geniş Türk Toplumunun bulunduğu Musul'un Anayurda katılmasına çalışıyordu. Ancak Şeyh Sait isyanı ve TERAKKİ Parti'sinin yarattığı buhran buna imkân vermedi.



ATA'ya İZMİR'DE SUİKAST 15 Haziran 1926 İttihatçıların ve Terakkiperver Partinin bazı mensupları İzmir'de ATATÜRK'e suikast hazırlamışlardı Bu suikast tertipçilerinden Şevki'nin ihbarı ile ortaya çıktı. Milletvekillerinden Ziya Hurşit ve arkadaşı, tutuklandılar İzmir'de istiklâl Mahkemesi kuruldu. 22 Haziran 1926 İttihatçıların Maliye Bakanı Cavit Bey tutuklandı Ali Fuat Paşa sorguya çekildi. 13 Temmuz 1926 istiklal Mahkemesi 13 kişinin idamına karar verdi. İdamına karar verilenler arasında Cavit Bey, Dr.Nazım Hilmi. Hüseyin Nail Bey aynı gün idam edildiler İstiklâl Mahkemesi kararına göre RAUF (Orbay) Ve Raif Beylerin 10 yıl Türkiye'ye girmemesi kararı verildi Polis tarafından yakalanamayan Kara Kemal İstanbul'da tabanca ile intihar etti.



395



17 Temmuz 1926 Devlet Başkanı ATATÜRK suikast olayının neticelerinden sonra millete yaptığı konuşmada "Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır”dedi. 4 Temmuz 1927 Atatürk, İsmet ve Kâzım Paşalar ordudan ayrıldılar. 10 Haziran 1930 Doğu Bölgesinde 2. bir Kürt isyanının olduğu açıklandı. 11 Ağustos 1930 Doğudaki ayaklanma mevzileştirilmiş ve önemini kaybetti. Yeni harflerin kabulü üzerine Kur'an kalkıyor şapka giyiliyor diye ; Ağrı Dağlarında isyanı idare eden İngilizlerin ajanı Yüzbaşı Nuri kaçtı Atatürk Demokrasinin yerleşmesi için bir muhalefet partisine ihtiyaç olduğunu düşündü. Yalova'da eski Başbakanlardan Fethi Beyle konuştu. Fethi Bey Paris Büyükelçiliği'nden dönmüştü ve kendisine bir muhalefet grubu kurmasını teklif etti.



Yeni Parti çalışmaları hakkında Paris Büyükelçisi Fethi Bey'e verilen cevap (11. VIII. 1930) Azizim Fethi Beyefendi 9 Ağustos 1930 tarihli mektubunuzu aldım, dikkatle okudum kendimi mütalealarınıza ve suallerinize Reisi-



396 cumhur ve Cumhuriyet Halk Fırkasının Umumi Reisi olarak iki sıfatla muhatap gördüm. Malûmdur ki resmi vazifem dolayısile ben bugün Cumhuriyet Halk Fırkasının Umumi Reisliğini filen ifa etmemekteyim. Filî riyaset İsmet Paşa tarafından ifa olunmaktadır. Reisicumhurluk vazifesinin hitamında bizzat teşkil ettiğim Cumhuriyet Halk Fırkası reisliğini filen ifa edeceğim tabiidir. Hükümetin icraatına müteallik olarak serdeylediğiniz noktai nazarların zamanında mevzuu bahs oldukça cevaplarını vermek hükümete ait olacaktır. Bu suretle hakikatların daha açık meydana çıkacağına şüphe yoktur. B.M. Meclisinde ve millet muvacehesinde millet işlerinin serbest münakaşası ve hüsnüniyet sahibi zatların ve fırkaların içtihatlarını ortaya koyarak milletin âli menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir. Reisicumhur olmayarak yalnız filen Cumhuriyet Halk Fırkası Reisi bile bulunsa idim fırka programını ve şeraitini tenkit eden ve insanî ve siyasi ahlakına emin olduğum sizin gibi bir zatın dikkat ve muhabbetle dinlerdim ve istifadeli bulurdum, Memnuniyetle tekrar görüyorum ki lâik Cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur. Binaenaleyh Büyük Mecliste aynı temele istinad eden yeni bir



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



fırkanın faaliyete geçerek millet işlerini serbest münakaşa etmesini Cumhuriyetin esaslarından sayarım. Bu itibarla noktai nazarlarımızı takip için siyasi mücadeleye girmenizi bittabi hüsnü telâkki ettim. Reisicumhur bulunduğum müddetçe Reisicumhurluğun uhdeme teslim eylediği yüksek ve kanuni vazifeleri hükümetle olan ve olmayan fırkalara karşı adilane ve bitarafane ifa edeceğim ve lâik Cumhuriyet esası esası dahilinde fırkanızın her nevi siyasi faaliyet cereyanlarının bir maniaya uğramayacağına emniyet edebilirsiniz efendim. Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal H.M.: 12 Ağustos 1930 12 Ağustos 1930 Fethi Bey Serbest Partiyi kurdu, 4 Eylül 1930 Fethi Bey izmir'e gitti. Ve büyük bir kalabalık tarafından karşılandı Halk, Vilâyeti sardı C.H.P Binasını taşladı Adalet Bakanı Mahmut Esat'ı yuhaladı Manisa'da çıkan kavgalarda da yaralananlar oldu. 5 Eylül 1930 İzmir'de Serbest Parti'yi tutan bazı gazeteler kapatıldı. Gazeteciler tutuklandı. 14 Ekim 1930 Seçim yapıldı. Bazı illerde hadiseler çıktı Antalya'daki büyük kavgayı asker dağıttı. 14 Kasım 1930 Gümüşhane Milletvekili FETHİ BEY gördüğü lüzum üzerine Serbest Partiyi Kapattı ve durumu



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



aynı akşam Çankaya Köşkünde ATATÜRK'e bildirdi.



MAHMUT ESAT ADALET BAKANLIĞINDAN AYRILIYOR Mahmut Esat Adalet Bakanlığı görevinden 27 Eylül 1930 tarihinde ayrıldı. "İsmet Paşa'ya gönderdiği istifa telgrafında, Türk milleti ve Türk Devrimi aleyhine olan gelişmeler nedeniyle "Mecliste ve Fıkrada serbest”çalışmak için istifa ettiğini belirtiyordu. Anadolu Gazetesi'ne göre; M. Esat'ın istifa nedeni, SCF lideri Fethi Bey'le TBMM 'de rahatça "fikir mücadelesi”yapabilmekti. Çünkü "Mahmut Esat Bey'le SC fırkası lideri Fethi Bey'le arasında fırkacılık noktai nazarından hayli açıklık vardır.” Mahmut Esat, bakan olması dolayısıyla “istediği gibi “fikir mücadelesi yapamadığından bakanlıktan istifa etmişti. Birkaç gündür İzmir'de bulunan M. Esat trenle Ankara'ya hareket etmeden önce İsmet Paşa'ya istifa telgrafı göndermişti. Mete Tuncay'a göre M. Esat'ın 17 Eylül 1930 tarihinde Ödemiş'te yaptığı Konuşmada. “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türktür. Öztürk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır “demesi büyük tepki gördü ve bu nedenle kendisine yeni kurulan hükümette görev verilmedi. M.Esat hakkında bir kitap yazan Cihan Yamakoğlu ise M.



397



Esat'ın SCF' nin hükümetteki adamı gibi gösterilmesi ve diğer bazı nedenlerle bakanlıktan istifa ettiğini belirtmektedir. Halbuki, M. Esat'ın SCF 'ye karşı sert bir tavır aldığı açık bir şekilde ortadadır. M.Esat, Fethi Bey'in İzmir gezisi sırasında, İzmir'e gelmesini engellemeye çalışmış ve Ödemiş konuşmasında da kendisinin niçin CHF'den olduğunu uzun bir şekilde anlatmıştır. "Adliye Vekilimizin Mühim Nutku", Anadolu, 18.9.1930 Aziz Ödemişliler, Muhterem müntehiplerim: “Muhalefet fırkasının İzmir'de kuruluşu günlerinde fırkanın uğradığı hakaret faizle iade edilebilirdi. İade edilmedi ise Cumhuriyet Halk Fırkası'nın hasımlarından değil, tarihten korktu, aldatılmış, temiz yürekli vatandaşların kanından korktu. Vatandaş kanı ile resmi kuşat yapmaktan sakındı. Onun için öcünü tarihe ve cumhuriyet kanunlarına bıraktı. Bir kısım vanerede hakikatin tandaşlar olduğunu yakında anlayacaklar, aldatılmış olduklarını görüp anlayacaklardır." "Türkler vatanın belli başlı kurtarıcı saiklerinden birini de büyük İsmet Paşa'nın şimendifer siyasetinde görüyorum. Geçen idare, milleti gırtlağına kadar borca soktukları halde C.H. Fırkası hariçten bir para almaksızın eski idarelerinin yedi asırda yaptıkları işin fazlasını Türk parasıyla, Türk işçisiyle yedi senede yaptı. Va-



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



398 tanın yarısından fazlasını yedi sene içerisinde demir çemberle ördü. mi?



Şimendifer lâzım mı, değil



Rus çarlarının vaktile bu memlekette şimendifer yaptırmamak için Osmanlı Hükümetini silahla tehdit ettiklerini söylersem bunu ne kadar lazım olduğunu kolaylıkla anlayacağız. Bu memleketin bütün düşmanları Türkiye'de şimendifer istememişlerdir. Çünkü Türk vatanını müdafaasız bir çöl halinde bırakmak istiyorlardı. Şimendifersiz bir memleket nasıl müdafaa olunur? Orada zenginlik nasıl yaratılır? Muhaliflerimiz biraz sükunetle buraları düşünseler, fırkamızın şimendifer siyasetini candan kabul etmeleri lazımdır. şimendifer "Bugünkü siyaseti yalnız gelecek nesillerin değil, bugünkü nesillerin de yaşaması, istiklal ve hürriyetini müdafaa etmesi lazımdır. Avrupa'dan niçin para alıp yapmıyorsun diyenlere: İnsaf ediniz; Avrupa verinceye kadar memleketin müdafaasını unutalım mı? Deriz. Avrupa Türk milletinin şerefiyle, istiklaliyle ikrazatta bulunmak istiyorsa, Fethi Bey bu kadar zamandır Paris sefiridir. Bu kadar kolay bulunacak parayı niçin vazifesini yaparak hükümete bildirmedi.? Memleketin şerefini isteyen bir paraya bu memleketin kapıları kapalıdır ve daima kapalı kalmalıdır.



"Muhalefet Partisi bugünkü itirazlarından belli başlısını inhisarlara tevcih ediyor, İnhisarların olmadığı devirlerde bütün vergi yükünü köylünün ve çiftçinin sırtında kaldığını biliyoruz. Tütüne, içkiye inhisar koymayıp ta Türk köylüsünün omzunda aşar belasını bırakmağa vicdan razı olur mu? Ordu istiyoruz, adliye istiyoruz, maarif istiyoruz, şimendifer istiyoruz, hastaneler istiyoruz. Bütün bunları devlet vergisiz mi yapacaktır? Hürriyet, medeniyet, istiklal ucuz alınır şeylerden değildir. Bunlar can, mal bahasına elde edilir. Dünyanın ecnebi boyunduruğu altında kalan milletlerdir ki vergi vermezler. Muhalefet partisinin lideri şurada burada mütemadiyen vergilerin ağırlığından, bunları hafifleteceğinden bahsediyor. Fakat bütün söylediği şeyleri nasıl yapacağını bize bu güne kadar bir tek kelime ile bildirmedi. Hep vaat ediyor. Eğer Türkiye'de vaitlerle, hayallerle hükümeti ele almak kolay bir şey olsaydı daha fazlasını vaat edecekler bulunurdu. Fethi Bey vergileri indireceğim demekle hükümeti elde edebilecekse yarın diğer birisi çıkar, vergileri büsbütün kaldıracağım, hatta daha bir başkası çıkar hem vergileri kaldıracağım, hem de herkese para dağıtacağım diyebilir. Bütün bunların hepsi hükümeti ele mi



ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİ ADALET BAKANI • M. Akzambak



alacaklardır? Hükümete geçmek bu kadar kolay bir şey midir? Türk milletinin hükümeti bu kadar kolaylıkla ele geçirilebilir bir oyuncak mıdır? Muhalefet partisi içinde bugün inhisarlara muhalif olanlardan öylelerini tanıyorum ki daha dün bana inhisar idarelerine yerleştirilmeleri için mektup yazıyorlardı. Arzuları yapılmayınca bugün inhisara muhalif oldular. Gene öylelerini tanıyorum ki düne kadar inhisar idarelerinden geçiniyorlardı. Buralardan çıkarılınca inhisar aleyhtarı oldular. İşte bütün bunlar bugün muhalefet partisi namına çalışanlardan birçoklarının kanaatlerinde samimi olmadıklarını göstermeye kafidir. Muhalefet partisi lideri Fethi Bey şurada burada söylediği laflar arasında biraz da Türk Adliyesine ilişmek lütufkarlığında bulundu. Eğer Fethi Beyin samimiyetine inanmasaydım bunu gülmeğe değer bir latife olarak telakki ederdim. Fethi Bey bazı gazetelere beyanatında; Türk Adliyesinin istiklalinden tereddütle bahseder gibi şeyler söylüyor. Türk Adliyesinin istiklali, yalnız Teşkilatı Esasiye ile Kanunlarla değil, Türk Hakiminin el değmez ve yüksek şerefiyle teminat altındadır. Fedakarlık içinde çalışan bütün Türk Hakimlerini rencide edecek bu sözleri Fethi Beyin Ağzından beklemezdim.



399



Fethi Bey emin olsun ki bir selam ile ve selam ediyorlarla hüküm verilecek devirler çoktan geçmiştir. Hazır hatırıma gelmişken şunu da söyleyeyim ki Bozkurt—Lotus davasında Türk Adliyesi enginde dokuz Türk'ün ölümüne sebep olan bir Fransız kaptanını tevkif etmişti. Fethi Bey o zaman Paris Sefiri idi. Hükümete çektiği telgrafta hakime emir verilerek kaptanın tahliyesini temin ettirmek istemişti. Hükümet Fransızlar harbi bile göze alarak Fethi Beyin teklifini reddetti Ve Hakimi, her türlü müdahaleden azade bulundurdu. Adalette istiklal devri kimin kime vermekte haklı olduğunun milletin hakim efkarına bırakıyorum. Fethi Bey Balıkesir'den geçerken yeni İcra Kanununun memlekette iktisadi buhranın başlıca amillerinden olduğunu söyledi. Biz memleketin ihtiyacını Paris'ten değil, vatanın dört bucağını karış karış gezerek tetkik ettik. Gördük ki yeni İcra Kanunu eskiyi arattıracak mahiyette değildir, İstatistiklerle sabittir ki bugünkü tahsilat dünkü tahsilattan hatta biraz da fazladır. İcra Kanunun şunun bunun şahsi menfaatine dokunmuş olabilir. Fakat bütün Türk Milletinin umumi menfaatine uygundur. Dünyanın hiçbir medeni memleketinde şahsi borç için hapis yoktur. Fransa bundan 63 sene evvel bu usulü



400



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



kaldırmıştır. Dünyanın en geri memleketi, dünyanın en geri milleti Türk milleti midir ki borç için hapis vatanımızda yer bulsun?



kızgın güneş altında alınteri ile çalışan milleti borç için hapis ettireceklerle uğraşacak kadar zindeliği ve kuvveti kendimde buluyorum.



Borcuna en sadık millet şüphe edilmesin ki Türk milletidir. Muhalefet liderinin beyanatından Tük Milletini hapis etmek istediği anlaşılıyor. Milletin Adliye Vekaleti emaneti elinde kaldıkça yüzde beş yüz alan faizciler için İstanbul, İzmir sokaklarında dolaşan Tefeciler uğrunda Türk Milleti hapis edilmeyecektir. Millet faizcilerin, mütegallibenin, tefecilerin elinde hapis oyuncağı değildir.



Mahmut Esat, 1930 yılından sonra herhangi bir bakanlıkta görev almadı. Ancak çeşitli bakanlıklara getirileceği ne ilişkin haberler ve söylentiler basında yer aldı. Örneğin, Ağustos 1935'te İçişleri Bakanlığı' ve yeni kurulması düşünülen “Propoganda Bakanlığına getirileceği haberleri gazetelerde çıktı. Bu haberler gerçekleşmedi ve M. Esat, Eylül 1930 tarihinden, ölümüne kadar (Aralık 1943) sadece milletvekili olarak TBMM' de yer aldı.



Bir gün Adliye Vekili olmazsam bile bu hür vatanda



NİÇİN MİLLİYETÇİYİM? Nail TOPAL "Arkadaşlarım! Ben yer, gök, dağ, taş, deniz, ağaç aşkına milliyetçi değilim. Neden milliyetçiyim ve kimin için? Bunu kendi kendime sorduğum zaman yine kendi kendime şu karşılığı veriyorum: Ben benim gibi bir dili söyleyen, benim gibi bir tarihe bağlı, benim gibi adeti, örfü bir, manevi saadet için milliyetçiyim. Bu hale göre, Türk Milletinin yüzde sekseninden fazlası köylü ve işçi olunca, köylü ve işçinin haklarını düşünmek, onlan korumak istemek, milliyetçiyim diyen bir Türk'ün ilk ödevidir. Modern milliyetçiliğin belli başlı özelliği de budur." "Kimsenin toprağında gözümüz yoktur. Hürriyet, İstiklal, her milletin hakkıdır. Fakat topraklarımızda gözü olanlara hadlerini bildirmek için bir dakika bile tereddüt edemeyiz. Bir gün bize, Dünyayı size vereceğiz, yalnız bir Türk'ün burnunu kanatınız, deseler, dünyayı bile istemeyiz! Türk vatanından bir taş parçası koparmak isteyen bir millet dünyadan yok olacağını bilmelidir." 1



1



Kuşadalı M. Esat Bozkurt, Nail Topal, Ada Başarı Dershanesi Yayınları, 2007.



1



"Mahmut Esat, zaman zaman yazılarında aşırı Türkçü görünmekle birlikte, 0'nun ulusçuluk anlayışı, birleştirici ve bütünleştirici bir anlam taşıyordu. O Türkiye'de yaşayan, ortak bir kültürü paylaşan, ortak bir yaşam biçimini sürdüren herkesi bizden kabul eder. Türk Ocakları'nda zaman zaman ortaya çıkan ırkçı, Turancı görüşlere karşı dengeli bir tutum izler. Türk Ulusçuluğunun her şeyden önce düşünce ve kültür kimliğine dayandığını ve laik olduğunu belirtir ve: "Türk Ulusçuluğunda devlet kavramı, laik,halkçı cumhuriyetle ifade olunabilir. " diye sözlerini tamamlar. Türk Ulusçuluğunu şovenizm olarak niteleyenlere de Türk Ulusçuluğunun fütühatçı olmadığını söyleyerek karşı çıkardı."



LAİKLİK: "Görülüyor ki din, yalnız vicdan ve maneviyatta kaldıkça ahlakı düzeltiyor. Fakat gündelik hayata karıştığı gün, dünyayı kan ve ateşe vermekten başka bir netice ortaya çıkmıyor. Tarihte başarı, doğrudan doğruya milletlere aittir. Milletler güçlü olursa dinleri yükselir. Zayıf olurlarsa dinleri alçalır."



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



402 DİL-DİN İLİŞKİSİ: "Bir Türk anlamadığı bir dil ile Allah'a kalbini açamaz. Önce anlamak, sonra inanmak İslam dininin ilk esasıdır. Koyun kaval dinler gibi dinlemek ve sonra gene öyle dinletmek, Allah'ın huzurunda safsatacılığa kalkışmak olur. Türk Gençliği Allah'a doğrudan doğruya ve öz diliyle münasebete girişmek istiyor. Allah'a söylediğini ve söyleyeceğini bilmek, anlamak arzu ediyor."



TÜRK KÜLTÜR BİRLİĞİNİN ANA KAYNAĞI DİL "Temiz ve sade Türkçemiz, edebiyat Türkçemiz, edebiyat Türkçesi olduğu gün, birbirini anlayan Türk dünyası da nasıl bir Türk kültür birliğinin tahmin etmek zor bir şey olmaz. Atatürk, yalnız geçmişi tavsiye etmedi. Yarını ve yarınlara hakim olacak en köktenci temelleri de attı."



TÜRK DEVRİMİNİN BAŞARISINDA LİDER ULUS BAĞDAŞMASININ ÖNEMİ: "Bir devrim, hangi millet hesabına yapılırsa, o milletin öz evlatlarının eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır. Türk devrimi, öz Türklerin elinde kalmalıdır. Hem de kayıtsız ve şartsız. Yabancıların yardımıyla yapılan devrimler, yabancılara borçlu kalırlar, bu borç ödenmez."



TÜRKLÜK, YURTSEVERLİK VE TÜRK GENCİNE OLAN İNANÇ "Kaşgarlı Mahmut'un dediği gibi: Tanrı Türk'ü; insanlığı kötülerin kötülüğünden esirgesin diye, kendine has asker olarak yarattı. Bundan benim anladığım şudur: İcabmda Türk'ün en küçük şerefi, namusu, Türk ilinin bir çakıltaşı için milyonla Türk feda olalım. Fakat Yemen Çölleri için amansız, idealsiz halifelik kurumu için değil, bütün bir dünya için bile tek bir Türk gencinin burnunun kanamasma, ulusal izin yoktur ve olmayacaktır. Bütün bir dünya, tek bir Türk delikanlısının burnunun kanamasına değmez."



HALKÇILIK: "Çağdaş devletin amacı, kendisini oluşturan insan topluluğunun maddi ve manevi mutluluğunu sağlamaktır. Bu amacı şöyle kısaca anlatmak mümkündür. Her şey halk için ve halkla beraber...Türk Cumhuriyeti'nin bütün hareketi ve faaliyeti kendisini ancak Türk Milleti'nin çıkarları için ifade etmeli ve edecektir. Ulus egemenliği, kayıtsız şartsız halk egemenliğidir. Bu egemenlik, bu irade, ancak Türk Ulusunun, Türk halkının çıkarları için ortaya çıkacak ve gerçekleşecektir. Türk demokrasisinin anlamı budur."



NİÇİN MİLLİYETÇİYİM? • Nail Topal



TÜRKLÜK VE EVRENSELLİK; "Başka milletlerle ilgili, başka milletlerin malı olan güzelliklere, büyüklüklere, iyi şeylere karşı olduğumuz samlmamalıdır. Biz Türkler o milletiz ki, güzelliklerin, iyiliklerin, büyüklüklerin tapıcısıyız. Bunlar kimin, hangi milletin olursa olsun alır, kendimizin yaparız. Bizim beğenilen yerlerimizi, taklit eden milletleri de sevinçle karşılarız. Bu yaşamanın, yaşatmanın şartlarındandır. Önce Türk'ü düşünmek, insanlığı düşünebilmek için esastır. Çünkü kendisini düşünmeyen, kendisini toplamayan bir adam, başkasını nasıl düşünebilir? Yalnız, Türklük kişilerden de önemlidir. Çünkü o, Türk'ün kişiliğini de düşünür. Başka milletlerden bunu beklememelidir."



TARİH VE GERÇEKÇİLİK; "Biz tarihle beraber, tarihin gerçekleri ile birlikte yürüyoruz. Biz gerçekçiyiz, nereye kadar gideceğiz ve nerde duracağız? Tarih nerede durursa orada, fakat tarih durmayacaktır. Çünkü durmak ölmek demektir, hayat ise ilerlemedir.



KÖYLÜ VE TOPRAK SORUNU "Büyük çiftlik, yahut arazi sahiplerine kendilerine yetecek kadar toprak bırakıldıktan sonra kalanı devletçe satın alınarak topraksız köylüye taksitle verilmelidir. Köylüye yalnız toprağı verip haydi şimdi başının



403 çaresine bak denirse, yine bir şey yapılmış olmaz. Toprağı çevirmek, işletmek için ona gereken bütün araçları sağlamak, bir zorunluluktur. Yoksa bir şey yapılmış olmaz. O kadar ki köylüye verilmiş yerler, yok pahasına tefecilerin, faizcilerin, dalavereci zenginlerin eline geçer. Bu defa köylüyü toprak sahibi yapalım derken bir de bakarız ki tefeciler, faizciler, dalavereci zenginler arazi sahibi olmuşlardır. Hem de beleşten."



CUMHURİYET SAVCILARI VE YARGIÇLARDAN BEKLENENLER "Türk hakimleri, sizler Türk devriminin, demir eliyle kurulan yeni uygarlığın kıskanç bekçileri olmak zorundasınız. Vazife ve mecburiyetiniz, geçmişin dirilmesine, yeniliğin ıstırap çekmesine, zaman ve imkan vermeyecektir." Cumhuriyet Savcıları; "Meriç kıyılarında çalışan Türk köylüsünün, kaybolan sabanından tutunuz da bu vatanda yaşayanların uğrayacağı en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin gözyaşlanndan siz sorumlusunuz."



YÜREKLER ACISI (ÖLÜMÜNDEN ÖNCE YAZDIĞI SON MAKALESİ) "Bana öyle geliyor ki, bu işlerin içinden, şu kimsesizler meselesinden, kuvvetli kurum-



404



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



lar kurmak yoluyla çıkabiliriz. Demek oluyor ki, ne yapabiliriz? Sorusunu ikide bir ortaya atmak zorunda değiliz. Biz uygar bir milletiz. Bütün uygar milletlerin başardığı işleri, başarmak zorundayız. Ve bunu halkımıza borçluyuz. Türk Milleti'nin bütün bir tarih boyunca başardığı insanüstü işler göz önünde tutulunca.kimsesizleri koruma işi bir çocuk oyuncağından başka bir şey değildir. İtiraf etmemiz lazımdır ki bizim en eksik yanlarımızdan birisi işte bu sosyal kurullardır. Bu kurulların başında kimsesizlerin kimsesi yapılması işi gelir. Bu kimse devlettir, Türk devletidir."



duğunu hem de üstün bir yurt sevgisi taşıdığını kanıtlar. Ağustos 1920 tarihinden itibaren İzmir Milletvekili olarak TBMM'de yer alır. Demek ki Atatürk'ün güvenini kazanan bir ulus temsilcisidir. İktisat Vekili olarak çok olumlu çalışmalar yapar. Tam bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıktan geçtiğinin bilincindedir. 7 Şubat 1924'te kabul edilen 408 sayılı yasa ile milis yüzbaşısı rütbesi verilir.



KUŞADALI MAHMUT ESAT BOZKURT'A YÖNELİK SON DEĞERLENDİRME



Adalet Bakanlığı sırasında, Medeni Yasa ve Gerekçesi ile diğer hukuksal devrimler ve Bozkurt-Lotus davasındaki başarıları, O'nun büyük bir hukuk bilgini olduğunun kanıtıdır. İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde, Atatürk'ün isteğiyle Türk devriminin hukuk tarihini okutur. Atatürkçü Düşünceyi sistemleştirmek için iki ciltlik Atatürk İhtilali kitabını yazar. Böylece devrimci, hukukçu kimliğine öğretmenliği de ekler. Adalet Bakanlığından ayrıldığı 1930'dan öldüğü tarih olan 21 Aralık 1943'e kadar değişik gazetelerde sayılan beş yüzü bulan ve toplumu aydınlatan makaleler yazar. Ayrıca yedi adet kitap yayımlar.



Öncelikle çağdaş bir aydın, yurtsever, Atatürk'e aşk derecesinde yürekten bağlı bir ulusçudur. Türklüğü yüceltmeye ve Türk kültürünü tanıtmaya çalışır, bu doğrultuda örgütlü çalışmalar yapar. İsviçre'de doktora çalışması yaparken tez olarak "Osmanlı Kapitülasyon Rejimi" başlıklı tez yazması, O'nun ne denli ileri görüşlü olduğunu ortaya koyar. Kuşadasmdaki İtalyan ve Yunan işgaline karşı halkı örgütlemesi Yunanlıların Kuşadası'nı işgal etme tehlikesine karşılık, Kuşadası'nı yakarım yine de Yunan'a teslim etmem demesi, ulusal direniş için zeybeklerle düşmana karşı koyması, O'nun hem yerel bir direniş lideri ol-



23 Mart 1923'te de sadece cephede savaşan 1.TBMM'de yer alan milletvekillerine verilen kırmızı-yeşil İstiklal Madalyası ile ödüllendirilir. Demek ki halkı ve TBMM tarafından onurlandırılmıştır Mahmut Esat.



Kuşadası'nı 23 yıl TBMM' de temsil eden bu yüce kişi, sayılan bini bulan zeybeği,



NİÇİN MİLLİYETÇİYİM? • Nail Topal



Eroğlu Çiftliğinde besler, eğitir ve silah donanımlarını sağlar. O hizmet aşkıyla, yurt sevgisiyle bu ülkeye hep kendinden vermiş,büyük bir devlet adamı ve Kuşadası'nın yetiştirdiği en seçkin evladıdır. O bir sözünde: "Mahmut Esat,üç yüz bin liralık servetini, omzun da silah ile memleket için çiğneyen adamdır. Bu servet, Türkiye'nin yücelmesi, Türk devriminin yükselmesi için küçük ve değersiz bir hediyedir. Bu hayatım, devrim yolunda son bulacaktır."der. Kurtuluş savaşı'ndan sonra, Yunanlılar tarafından yakılıp yağmalanan evleri ve çiftlik için kendisine 50000 liralık harikzede(yangın) senedi verilir. Bu senedi kullanmaz bir anı olarak saklar, ölümünden sonra özel eşyaları arasından çıkar Bu arada bir akadaşına kefil olmuştur. Senet ödenmeyince bu borç, devlet tarafından ölümünden sonra ailesinden istenir. Mahmut Esat'ın eşi, o dönem Başbakan olan Şükrü Saracoğlu'ndan, bu senet karşılığı borcun ödenmesinin mümkün olup olmadığını sorar.. Şükrü Saraçoğlu konuyu araştırır. Aileye şu bilgiyi ulaştırır: Mahmut Esat, bilinçli olarak senedi zaman aşımına uğ-



405 ratmıştır. Ailesi, kefillikten kaynaklanan bu borcu, şimdi Ziraat Bankası olan, kendilerine ait yerleri satarak öder. Bu olay bize Kuşadalı Mahmut Esat Bozkurt'un kızı Gün Bozkurt Tekand tarafından özel olarak anlatılmıştır. Kuşkusuz geçmiş yıllarda, siyasal gücünü ekonomik güce çeviren birçok politikacı gördük. Ancak Kuşadalı Mahmut Esat Bozkurt, düşünceleriyle, silahıyla, ekonomik gücüyle, siyasal görevleriyle, yürekten bağlı olduğu Türkiye'ye ve hemşehrisi olmaktan onur duyduğu Kuşadası'na çok şey katmıştır. Bizler Kuşadalı olarak O'nun hizmetlerinin anısına bir şeyler yapabildik mi sorusu henüz yanıtını bekliyor. Büyük ozanımız Fazıl Hüsnü Dağlarca "Uluslar büyük evlatlarıyla soluk alır" der. Kuşadalı Mahmut Esat Bozkurt, 51 yıllık kısa yaşamında, alçak gönüllü, disiplinli, bilgili, araştıran, kişisel ve yerel çıkarları değil,ülkesinin çıkarlarını düşünen üstün nitelikli bir hemşehrimizdir. Demek ki son zamanlarda sayılan çok azalan.adam gibi bir adamdır, Kuşadalı Mahmut Esat.



24 Temmuz 2007 Kuşadası



FOTOĞRAFLAR



FOTOĞRAFLAR



409



Mahmut Esat Bozkurt, 29 Haziran 1913.



410



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Eşi Feheda Bozkurt, 1935.



FOTOĞRAFLAR



411



İktisat Bakanı iken.



412



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Adalet Bakanı iken, 1928.



FOTOĞRAFLAR



413



Şükrü Saraçoğlu ile Kuşadası’nda bir milli mücadele anısı



414



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Büyük Ada vapurunda, 1941



FOTOĞRAFLAR



415



Türk Ocakları’nda arkadaşları ve Mustafa Kemal Atatürk ile, 1928.



Bozkurt – Lotus Davası için gittiği Lahey’de bir dinlenme anında, bir arkadaşı ile, 1927.



416



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



Kuşadası Zeytinlik’te. Arkadakiler, soldan sağa: Bilinmiyor, kardeşi Faruk Bozkurt (ortada), elinde şapka tutan Cemal Hakkı Selek Öndekiler, soldan sağa: Bilinmiyor, Dr. Ali Agah Dinel, Mahmut Esat Bozkurt ve Yeni Asır Gazetesi sahibi İsmail Hakkı Ocakoğlu



Bozkurt – Lotus Davası için Lahey’e giderken istasyonda, 1927. Sağ başta bastonlu Denizli Mebusu Necip Ali Küçüka, yanında şapkalı Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, ikisinin arasında Adalet Bakanlığı Kalem-i Mahsus Müdürü Cemal Hakkı Selek, ortada başı açık ve palto yakası dik duran Mahmut Esat Bozkurt, onun yanında az arkada Devletler Hukuku Profesörü Cemil Bilsel.



FOTOĞRAFLAR



417



TBMM’de bir oturum.



İstanbul Beyazıt’ta bir kahvede Soldan sağa: Asım Us, Yusuf Ziya Ortaç ve Mahmut Esat Bozkurt



418



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



ANKARA HUKUK FAKÜLTESİ’NE MAHMUT ESAT BOZKURT BÜSTÜNÜN KONULMASI



Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu, 25 Mart 1973 gün ve 204/5 sayı ile, Mehmet Esat Bozkurt’un Ankara Hukuk Fakültesine Türk Avukatlarına armağını olarak bir büstünün yaptırılmasına karar vermiş, üyesi Av. Osman Kuntman’ı görevlendirmiş, İstanbul’da Prof. Heykeltraş Kenan Yontuç’a yaptırılan doğal büyüklüğünün bir küçük misli büyüklüğündeki bronz büst Adalet Bakanı Hayri Mumcuoğlu’nun da hazır bulunduğu bir törenle Ankara Hukuk Fakültesindeki özel yerine konulmuştur.



FOTOĞRAFLAR



419



Ankara, 30 Nisan 1967.



420



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



İsviçre’de çok yüksek bir derece ile (Cum Laude) kazandığı doktara tezinin kabul edilmesinin ardından, Yunan işgali üzerine Milli Mücadele’ye katılmak üzere vatanına acele dönmek için diplomasını beklemeden aldığı belge.



FOTOĞRAFLAR



421



22.3.931 Adliye vekili sabıkı ve İzmir mebusu muhteremi Mahmut Esat Beyefendi hazretlerine



Büyük inkılabımızda Türk Cumhuriyeti adliyesinin Tekemmülü ve hakim ve adliye memurlarının mevkilerince Mazharı emniyet ve hallerince Naili refahiyet olmalarının Temini hususunda mütemadiyen sebh etmiş ve tarihi adliyemizde Emsali pek ender bulunmuş olan şerefli ve pek yüksek – Mesai’i Devletlerinden Sonderece mütehassis ve minnetar Kalan Cumhuriyet hakimleri namına hatırai şükran



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



422



Ve eseri hurmet olmak üzere takdimine mücasenet ettiğimi Kanunu medeni nüshasının lutfü kabule mazhariyetini Rica eder bilvesile hissiyati hürmetkaramelerimizi takdim Eyleriz efendim hazretleri Temyiz mahkeme si birinci ii Üçüncühu kuk reisi (imza) Dördüncü hukuk reisi (i )



Başmüdd ei umumi



Birincicez Birincihu a kuk reisi reisi (imza) (imza) Üçüncüce İkinciceza za reisi reisi (imza) (i ) Ticaret Dördüncü İkincihuk reisi ceza uk (imza) reisi reisi (i ) (i )



FOTOĞRAFLAR



423



424



MAHMUT ESAT BOZKURT ANISINA ARMAĞAN



“Türk Temyizinin Adliye Vekil-i Sabıkı ve İzmir Mebus-u Muhteremi Mahmut Esat Bozkurt beyefendi hazretlerine şükran armağını.”, 1931



KAYNAKÇA



™ Gün Bozkurt Tekant arşivi. ™ Av. Osman Kuntman arşivi. ™ Mehmet Akzambak, Atatürk’ün Devrimci Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Kastaş Yayınevi, İstanbul 2005. ™ Nail Topal, Kuşadalı Mahmut Esat Bozkurt, Ada Başarı Dershanesi Yayınları 1, Aydın 2007. ™ Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Tüpraş, İstanbul 2003. ™ Atatürkçü Düşünce Dergisi, Kuşadası. ™ Ankara Barosu Dergisi. ™ Adalet Bakanlığı Adliye Dergisi. ™ Cumhuriyet Gazetesi. ™ Hürriyet Gazetesi.