Melezler Venüste, Uzaydan Gelen Konuk, Uzayın Bekçileri, Sonsuzluğun Sonu, İmparatorluk, Altın Galaksi, Gizli Tanrılar, Galaksi Çöküyor, Vakıf ve Dünya, İmparatorluk Kurulurken, Erişilmez İmparatorluk, Robot Öyküleri Antolojisi [Özel Derleme ed.] [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up

Melezler Venüste, Uzaydan Gelen Konuk, Uzayın Bekçileri, Sonsuzluğun Sonu, İmparatorluk, Altın Galaksi, Gizli Tanrılar, Galaksi Çöküyor, Vakıf ve Dünya, İmparatorluk Kurulurken, Erişilmez İmparatorluk, Robot Öyküleri Antolojisi [Özel Derleme ed.] [PDF]

127 70 28 MB

Turkish Pages 2470 Year 199x

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD FILE


File loading please wait...

Table of contents :
(İçindekiler sonradan Köy Enstitüsü tarafından eklendi)

Melezler Venüste 1

Uzaydan Gelen Konuk 117
(İlgi Yayınları, Uzay Öyküleri, 1. Basım, 1983 Nisan, Türkçesi: Dicle Yıldırım)
(İsaac Asimov, Murray Leinster, John Wyndham, Edmond Harnilton, J. T. Mclntosh, Michael Shaara, John Chrıstopher, V. Krapıvın)

Uzayın Bekçileri 307

Sonsuzluğun Sonu 413
(Orijinal Adı: The End of Eternity, Cep Kitapları, 1. Basım, 1984 Şubat,Türkçesi Alperen Keleş)

İmparatorluk 553

Altın Galaksi 696
(Orijinal Adı: Foundation and Empire (Vakıf ve İmparatorluk))

Gizli Tanrılar 862

Galaksi Çöküyor 1008

Vakıf ve Dünya 1280

İmparatorluk Kurulurken 1576

Erişilmez İmparatorluk 1820

Robot Öyküleri Antolojisi 2108
(Us Kitapları Bilimkurgu dizisi, Çevirmen Özlem Kurdoğlu, 1999 Kasım, )

Karadul Bulmacaları 2312
(İnkılap Yayınevi, 1998, Çeviren: Suzan Mıhladız, ISBN 975-10-1391-7)


[Dipnot:

Kitapları tek bir pdf dosyada bohçalamadan tek tek, ayrı ayrı yükleyin.
- Neden tek tek ayrı ayrı? : Beşbenzemez sürümlü pdf biçimindeki dosyaları tıkıştırdığın son dosyanın metni kulleteyn ol(abilir)ur. Bu dosyadan metin kopyalayıp başka bir metin düzenleyiciye yapıştırdığınızda kulleteyni anlarsın. Metni kulleteynleşmiş pdf biçimli dosyanın metni üzerinde arabul sonuç vermez.

Kaçınamıyorsan, bohçalanan kitaplar hakkında yol/yöntem önerileri:
- Bohça dosyanın adını "...nın tüm eserleri" yaparak bilgisunara yüklemek yerine içine tıkılan tüm kitap adlarını "title" etiketine bohça içindeki sırayla tek tek yazın.
- Aynı yazarın farklı yayınevlerinden çıkarılmış kitaplarını tekbir bohçada toplayıp tekbir yayınevi adını "publisher" etiketine girmeyin. Yayınevlerinin türkçeleştirmeleri farklıdır, yayınevi seçeneklerini gizleyerek okuyucuya eziyet etmeyin. İçindekiler (table of contents) etiketinde yayınevlerini, baskı tarihlerini ayrıntılı yazın.

Köy Enstitüsü özeniyle kitap yükleyin.
]


Citation preview

MELEZLER VENÜS'TE "Melezler Venüs'te – Half Breeds on Venus" Isaac Asimov'un kısa bilim kurgu hikayesidir. Astonishing Stories editörü Frederik Pohl tarafından, daha önce yazdığı “Melezler” isimli hikayenin devamı olarak Asimov'a ısmarlanmıştır. Asimov bu hikayeyi 1940 Nisan ve Mayıs aylarında yazmıştır. Islak, kasvetli atmosfer şiddetle çalkalandı. Çığlığa benzeyen sesler arasında yarıldı. Dış uzaydan yumurta biçimi roketler fırlarken çıplak yayla üç kez sarsıldı. İnişin gürültüsü dağlar ve diğer taraftaki zengin ormanlarda yankılandı. Sonra her şey tekrar derin bir sessizliğe büründü. Üç kapı şangırdayarak teker teker açıldıktan sonra insan biçimi canlılar tek sıra halinde çekine çekine dışarı çıktılar. Önce ağır ağır sonra da sabırsız bir heyecanla bu yeni dünyaya ayak bastılar. Sonunda uzay gemilerinin etrafında bir kalabalık toplandı. Bin çift göz manzaraya bakıp bin ağız heyecanla bağırdı. Ve bu yabancı dünyaya özgü rüzgârda beyaz saçlardan oluşan otuz santim yüksekliğinde bin sorguç zarifçe dalgalandı. Melezler Venüse inmişlerdi! Dünyalıların aşağı gördüğü Arzlı-Marslı kırmaları'ydılar onlar. Max Scanlon yorgun yorgun içini çekti. «İşte geldik!» Lombozdan dönerek kendi özel koltuğuna çöktü. «Çocuklar kadar mutlular. Onlara hak veriyorum. Yeni bir dünyamız oldu ve tamamıyla bizim. Bu harika bir şeyse de yine de önümüzde çetin günler var. Aslında korkuyorum. Bu projeyi pek düşünmeden başlattık. Ama tamamlanması çok zor olacak.» Sevecen bir kol omzuna dolandı. Max bu kolu sıkıca kavradı. Liderliği daha genç, daha enerjik birine devretmek iyi olur.» «Bunlar saçmasapan, sözler, baba. Bunu sen de biliyorsun. Sen hayattayken yerine birinin geçirilmesiyle ilgili bir planı hiç kimse bir saniye bile dinlemez.» «Onlardan dinlemelerini istemeyeceğim ki. Bu iş oldu bile. Ve yeni lider de sensin.» Arthur kesin bir tavırla başını salladı. «Beni hizmete zorlayamazsın.» Max neşeyle güldü. «Korkarım sen sorumluluklardan kaçıyorsun, oğlum. Zavallı yaşlı babanı gücünün yetmeyeceği bir işin zorlukları ve baskılarına terk ediyorsun.» Arthur şaşırdı. «Baba! Hiç de öyle değil! Öyle olmadığını sen de biliyorsun. Sen...» «Öyleyse bunu kanıtla. Bu işe şöyle bak: Irkımızın aktif bir lidere ihtiyacı var. Ben bunu yapamam. Ama her zaman yaşadığım sürece burada olacağım. Sana fikir verecek ve elimden geldiğince yardım edeceğim. Ama bu andan itibaren inisiyatif sende olmalı.» Arthur kaşlarını çattı ve istemeye istemeye, «Pekâlâ,» dedi. «Sahra komutanlığını kabul ediyorum. Ama unutma, başkomutan sensin!» «İyi. Eh, artık bunu kınlayabiliriz.» Max dolabı açarak bir kutu çıkardı ve içinden iki sigar aldı. «Tütünümüz tükenmek üzere,» diyerek içini çekti. «Kendi tütünümüzü yetiştirinceye kadar sigar içemeyeceğiz. Ama... yeni liderimizin onuruna birer tane tüttürebiliriz.» Mavi dumanlar yukarıya doğru yükselirken Max kaşlarını çatarak onların arkasından oğluna baktı. «Henry nerede?» Arthur güldü. «Bilmiyorum! Buraya indiğimizden beri onu görmedim. Ama onun kiminle beraber olduğunu sana söyleyebilirim.» Max mırıldandı. «Bunu ben de biliyorum.» «Çocuk eline fırsat geçmişken ondan yararlanıyor. Birkaç yıl sonra yeni torunlarını şımartmaya



başlayacaksın, baba.» «Onlar da ilk üç torunum kadar iyi olacaklarsa o günleri görebilecek kadar yaşamak için dua ederim.» Babayla oğul birbirlerine sevgiyle gülümseyerek dışarıdaki yüzlerce melezin hafifçe duyulan mutlu kahkahalarını dinlediler. Henry Scanlon başını yana eğerek yanındaki kızın susması için elini kaldırdı. «Akarsu sesi duyuyor musun, İrene?» Yanındaki kız başını salladı. «Şu taraftan geliyor.» «Hadi, oraya gidelim. Biz inmeden hemen önce bir nehrin ışıltısını fark ettim. Belki duyduğumuz şırıltı da onundur.» «Pekâlâ, madem istiyorsun. Ama bence gemilere dönmemiz daha doğru dur.» «Nedenmiş o?» Henry şaşkınlıkla İrene'ye baktı. «Kalabalık bir gemide haftalarca yolculuk yaptıktan sonra biraz dolaşmanın hoşuna gideceğini sanırdım.» «Şey... ama tehlikeli olabilir.» «Bu dağlık bölgede değil, İrene. Venüsün dağlık bölgesi hemen hemen ikinci bir Arz gibi. Burası güzel bir orman. Balta girmemiş bir cangıl değil. Kıyıda olsaydık...» Henry birdenbire bir şeyi hatırlamış gibi durakladı. «Ayrıca korkulacak ne var? Ben yanındayım, öyle değil mi?» Kalçasının üzerindeki Tonite tabancayı okşadı. İrene gülmemek için kendini zor tuttu ve kabara kabara yürüyen delikanlıya cilveyle baktı. «Yanımda olduğunun farkındayım. İşte asıl tehlike de bu.» Henry sesli sesli soluk verdi. »Çok komik! Biliyorsun ki, ben gayet uslu davranıyorum.» Uzaklaştı. Bir süre somurtup düşündü. Sonra da, «Sahi, aklıma geldi,» diye mırıldandı. «Yarın Daphne'nin doğum günü. Ona bir şey hediye edeceğime söz verdim.» İrene hemen, «Ona zayıflama kemeri ver,» diye söylendi. «Şişko şey!» «Şişko da kim? Daphne mi? Ah, ben aynı fikirde değilim.» Henry bu konuyu dikkatle düşündü. Yanındaki kıza da dalgınca bakıyordu. «Doğrusu ben Daphne'yi 'balık etli,' ya da 'eti budu yerinde,' diye tanımlarım.» «O şişman!» İrene'nin sesi birdenbire bir ıslığa dönüşmüş ve o güzel yüzü asılmıştı. «Ve gözleri de yeşil.» Başını dikleştirerek hızla yürümesini sürdürdü. Ufak tefek vücudunun pek biçimli olduğunun iyice farkındaydı. Henry adımlarını sıklaştırarak ona yetişti. «Tabii, ben her zaman sıska kızları tercih ederim.» İrene hızla ona doğru döndü. Küçük yumruklarını da sıkmıştı. «Ben sıska değilim! Seni gerizekâlı goril!» «Ama İrene, seni kastettiğimi de nereden çıkardın?» Henry' nin sesi ciddiydi ama gözlerinde muzipçe bir pırıltı vardı. Kız kulaklarına kadar kızararak döndü. Alt dudağı titriyordu. Henry'nin gözlerindeki neşeli ışıltı sönüp yerini endişe aldı. Delikanlı kolunu çekine çekine uzatarak kızın omzuna doladı. «Kızgın mısın, İrene?» Genç kızın yüzü ani bir gülümsemeyle aydınlandı. Bu parlak güneşte ışıldayan gümüşümsü saçları kadar göz kamaştırıcıydı. «Hayır.» İki genç göz göze geldiler. Henry bir an durakladı ve sonra duraklayan insanların oyunu kaybettiklerini de öğrendi. Çünkü İrene birdenbire döndü ve güldüğünü belli etmemeye çalışarak delikanlının elinden kurtuldu. Ağaçların arasındaki bir açıklığı işaret ederek, «Bak!» diye bağırdı. «Pir göl!» Ve koşmaya başladı. Henry kaşlarını çatarak hafifçe bir şeyler homurdandı. Sonra da kızın peşinden koştu.



Manzara gerçekten yeryüzünü hatırlatıyordu. Çağlayanların birbirini izlediği bir çay ince gövdeli ağaçların arasından geçiyor, sonra genişleyerek sakin bir gölcüğe dönüşüyordu. Birkaç kilometre genişlikteydi göl. Derin sessizliği sadece ağaçların yukarılarında yuvaları olan saçaklı kertenkelelerin boyun keselerinden yayılan boğuk, davul gibi ses bozuyordu. İki Melez delikanlıyla genç kız el ele tutuşarak gölün kıyısında durdular ve manzaranın güzelliğinin tadını çıkardılar. Sonra yakınlarda bir yerden hafif bir şıkırtı geldi. İrene de Henry'ye sokularak kendisini onun kollarına bıraktı. «Ne oldu?» «H...Hiç. Suda bir şey kımıldadı sanırım.» «Ah, seninki de hayal, İrene.» «Hayır. Ben gerçekten bir şey gördüm. O suyun yüzüne çıktı ve... ah, Tanrım! Henry, bana o kadar sıkı sarılma...» Henry birdenbire onu bırakarak Tonite tabancasını çekerken İrene de az kalsın dengesini kaybediyordu. Hemen önlerinde gölden üstünden sular damlayan yeşil bir kafa uzanmıştı. Birbirine uzak, iri ve patlak gözleriyle onlara bakıyordu. Dudaksız geniş ağzı hızla açılıp kapanıyor ama hiç ses çıkmıyordu. Max Scanlon ilerideki dik yamaçlara düşünceli düşünceli bakarak ellerini arkasında kavuşturdu. «Demek öyle düşünüyorsun?» Arthur heyecan ve ısrarla, «Tabii öyle düşünüyorum, baba,» dedi. «Bu granit yığınlarının altına girersek bütün Arz bile bize yaklaşamaz. Sonsuz gücümüzle bütün mağarayı kazmamız iki ay bile sürmez.» «Hıh. Bu iş dikkat ister.» «Biz de dikkatli davranırız!» «Dağlık yerler deprem bölgeleridir.» «Deprem olsun olmasın, bütün Venüs'ü kımıldamadan tutacak kadar statışınları sağlarız.» «Statışınları enerjiyi tümüyle yutar. Bizi güçsüz bırakacak bir arıza da her şeyin sonu demek olur.» «Beş ayrı elektrik santrali kurarız. Hepsini de mümkün olduğunca arızalanamayacak bir duruma getiririz. Herhalde beş santralde birden aynı anda arıza olmaz.» Yaşlı melez gülümsedi. «Pekâlâ, oğlum. Her şeyi iyice düşünüp planladığın anlaşılıyor. Başla bakalım! Ne zaman istersen başla. Ve unutma, her şey sana bağlı.» «İyi. Artık gemilere dönelim mi?» Baba oğul, kayalık yamaçtan dikkatle indiler. Sonra Max birdenbire durdu. «Arthur, şu stat ışınlarını düşünüyordum,.» «Evet?» Genç adam Max'a kolunu uzattı. Baba oğul yürümeye devam ettiler. «Onları uzunluk açısından iki boyutlu yapar ve sonra da kıvırırsak elimize kusursuz bir savunma sistemi geçeceğini düşündüm. Bir stat alanı yani. Tabii bu enerjimiz olduğu sürece işe yarar.» «Onun için dört boyutlu radyasyon gerekir, baba. Bunu düşünmek hoş ama korkarım yapılamaz.» «Ah, öyle mi? Öyleyse şimdi beni dinle...» Ancak Arthur'un dinlemesi gereken şey açıklanamadı. Hiç olmazsa o gün. Tiz bir ses baba oğulun başlarını hızla kaldırmalarına neden oldu. Henry Scanlon sıçrayarak hızla onlara doğru koşuyordu. İrene ise onu oldukça uzaktan ve daha ağır ağır izliyordu. «Tanrım, baba! Seni buluncaya kadar canım çıktı. Neredeydin?» «Buradaydım, oğlum. Ya sen neredeydin?»



«Ah, ortalıkta dolaşıyordum. Dinle, baba! Bilim adamlarının sözünü ettikler? hem suda, hem de karada yasayan yaratıkları biliyorsun değil mi? Amphibi'leri? Onların Venüs'ün dağlık bölgelerindeki göllerde yaşadıkları söyleniyordu. Eh, biz onları bulduk. Sürüyle yaratık. Oldukça çok. Öyle değil mi, İrene?» Genç kız soluk alabilmek için durdu ve başını salladı. «Öyle de şirinler ki, Bay Scanlon! Yemyeşil.» Burnunu kırıştırarak güldü. Arthur'la babası kuşkuyla birbirlerine baktılar. Sonra genç adam omzunu silkti. «Hayal görmediğinden emin misin, Henry? Bir keresinde uzayda bir meteor görmüş ve hepimizin ödünü patlatmıştın. Sonradan bunun senin lomboz camına vuran aksin olduğu anlaşılmıştı.» İrene'nin hafifçe güldüğünü acıyla fark eden Henry öfkeyle alt dudağını uzattı. «Buraya bak, Art, sen galiba burnuna yumruğu yemek istiyorsun! Üstelik bunu yapacak kadar da büyüdüm.» Baba Scanlon'un otoriter sesi duyuldu. «Yavaş! Sakin ol. Ve sen Arthur, erkek kardeşinin gururuna saygı göstermesini öğren. Şimdi, Henry... Arthur şunu kastediyordu: O hem karada ve hem de suda yaşayan yaratıklar tavşanlar kadar ürkeklermiş. Onları sadece birkaç kişi uzaktan görebilmiş.» «Ama biz onları iyice gördük, baba. Çok kalabalıktılar. Galiba onları İrene çekti. Kimse ona dayanamaz.» «Senin dayanamadığını biliyorum,» Arthur gürültülü bir kahkaha patlattı. Henry yine kaskatı kesildi ama babaları iki kardeşin arasına girdi. «İkiniz de büyüyün artık. Haydi gidip şu yaratıkları görelim.» Max Scanlon, «Bu inanılmaz bir şey!» diye bağırdı. «Hepsi de çocuklar kadar sokulgan. Hiç anlayamıyorum.» Arthur başını salladı. «Ben de öyle, baba. Elli yıl süresince hiçbir kâşif onları yakından göremedi oysa şimdi karşımızdalar. Sürüyle yaratık hem de.» Henry göle çakıllar atmaya başladı. «Şimdi hepiniz bunu seyredin.» Çakıl kavis yaparak suya dalarken altı yeşil yaratık geriye doğru perende atarak suya düzgünce süzüldüler. Göz açıp kapayıncaya kadar içlerinden biri tekrar yüzeye çıktı ve çakıl yine bir kavis çizerek Henry'nin ayağının dibine düştü. Hem suda, hem de karada yaşayan yaratıklar, sayıları gitgide artarken yavaş yavaş da yaklaşıyorlardı. Sonunda gölün kıyısına erişerek kaba kamışları yakaladılar ve iri gözleriyle melezlere baktılar. Suyun yüzeyinin hemen aşağısındaki kaslı bacaklarının zarafetle bir ileri bir geri oynadığı görülebiliyordu. Parmaklarının arasında zarlar vardı. Acayip, düzensiz bir ritmle dudaksız ağızlarını açıp kapıyorlardı. İrene birdenbire, «Galiba onlar konuşuyorlar, Bay Scanlon,» dedi. Yaşlı melez düşünceli bir tavırla başını salladı. «Evet, olabilir. Kafatasları çok geniş. Oldukça zeki olabilirler. Eğer ses telleri ve kulakları bizimkinden daha yüksek ya da alçak ses dalgalarına göre gelişmişse onları duyamayız. Bu da seslerinin çıkmamasının nedenini açıklar.» Arthur, «Herhalde bizden söz edip duruyorlar,» dedi. «Tıpkı bizim yaptığımız gibi.» İrene de ekledi. «Evet. Bizim ne tür acayip yaratıklar olduğumuzu düşünüyorlar herhalde.» Henry sesini çıkarmadı. İhtiyatlı adımlarla gölün kıyısına yaklaşıyordu. Toprak ayaklarının altında çamura dönüştü, sazlar da sıklaştı. En yakın gruptaki yaratıklar endişeli bakışlarını ona diktiler. Bir ikisi kamışları bırakarak sessizce uzaklaştılar. Ama en yakındaki yerinden kımıldamadı. Geniş ağzını sıkıca kapatmıştı. Gözlerinde çok dikkatli olduğunu gösterir bir ifade vardı. Ama yine de kımıldamıyordu. Henry durdu, tereddütle baktı, sonra da elini uzattı. «Merhaba, Phib.» 'Phib' delikanlının uzattığı ele baktı. Sonra büyük bir dikkatle perdeli elini uzatarak melezin



parmaklarına dokundu. Sonra şiddetli bir hareketle elini geri çekti. Ağzı sessiz bir heyecanla açılıp kapanıyordu. Max arkadan seslendi. «Dikkatli ol. Böyle davranırsan onu korkutursun. Derisi son derecede hassas. Kuru şeyler herhalde cildini tahriş ediyor. Elini suya sok.» Henry ağır ağır bu emre uydu. Phib'in kasları büzüldü. En ufak, ani bir hareket karşısında kaçmaya hazırdı. Ama öyle olmadı. Melez delikanlı tekrar elini uzattı. Fakat bu kez parmaklarından sular akıyordu. Uzun bir an hiçbir şey olmadı. Phib galiba ne yapması gerektiğine karar vermeye çalışıyordu. İki defa elini uzatıp çekti. Ve sonunda parmaklar tekrar birbirlerine dokundular. Henry, «Aferin, Phib,» diyerek yeşil yaratığın elini kavradı. Phib hayretle bir an irkildi. Sonra melezin parmaklarını sıktı o da. Hem de öyle bir güçle ki Henry'nin eli uyuştu. İlk Phib'in durumu diğerlerine cesaret vermişti anlaşılan. Şimdi diğerleri de yaklaşıyor ve ellerini uzatıyorlardı. Öbür üç melez de çamurları şapırdatarak yaklaştılar ve ıslattıkları ellerini uzatmaya başladılar. İrene, «Çok garip,» dedi. «Her el sıkışımda aklıma saç geliyor nedense.» Max ona döndü. «Saç mı?» «Evet, bizim saçlarımız. Gözlerimin önünde uzun beyaz saçlar beliriyor. Dimdik duruyor ve güneşte parlıyorlar.» Farkına varmadan ellerini kaldırarak kendi güzel saçlarını düzeltti. Henry de atıldı. «Sen söyleyince durumu fark ettim. Benim aklıma da hep aynı şey geliyor. Ama bu sadece el sıkıştığım zaman oluyor.» Max, «Ya sen, Arthur?» diye sordu. Genç adam kaşlarını hayretle kaldırarak başını, «Evet» der gibi bir kez salladı. Max gülerek yumruğunu diğer elinin avucuna indirdi. «Ah, bu bir tür ilkel telepati. Fiziksel dokunma olmadığı zaman bir işe yaramayacak kadar zayıf. Ve dokunmayla da ancak birkaç basit fikri açıklamaya yetiyor.» Arthur, «Ama neden saç, baba?» diye sordu. «Belki de önce onları saçlarımız çekti. Şimdiye kadar böyle bir şey hiç görmemişlerdi. Ve... ve... ah, onların psikolojisini kim açıklayabilir?» Birdenbire dizüstü çöktü, yüksek bir sorguca benzeyen saçlarını ıslatmaya başladı. Bu sırada da Phib'ler sokulurlarken yeşil gövdeleri pırıldıyordu. Yeşil bir el usulca dik beyaz sorguca daldı. Bunu heyecanlı ama sessiz konuşmalar izledi. Phib'ler Max'a yaklaşıp onun saçlarına dokunabilme ayrıcalığı için aralarında yarıştılar. Sonunda yaşlı melez çok yorulduğu için tekrar ayağa kalkmak zorunda kaldı. «Herhalde artık yaşam boyu bizimle dost kalacaklar,» dedi. «Çok acayip hayvanlar.» Kıyıdan yüz metre kadar açıktaki Phib grubunu fark eden İrene oldu. Onlar sessizce yüzüyor ve yaklaşmaya da kalkışmıyorlardı. Genç kız, «Onlar neden gelmiyorlar?» diye sordu. En öndeki Phib'lerden birine dönerek işaret etti. Telaşla, ne olduğu anlaşılmayan hareketler yaptı. Max, «Öyle olmaz,. İrene,» diye konuştu. Elini uzatarak istekli bir Phib'in parmaklarını kavradı. Ve bir an hareketsiz durdu. Yeşil yaratığın elini bıraktığı zaman o suya dalarak gözden kayboldu. Bir dakika sonra açıktaki Phib'ler ağır ağır kıyıya yaklaşmaya başladılar. İrene, «Bu işi nasıl basardınız?» diye bağırdı. «Telepati yoluyla! Onun elini sıkıca tutarak, kafamda uzaktaki grubu canlandırdım. Sonra da onların ellerini sıkmak için suyun üzerinden uzanan parmakları. Upuzun parmakları.» Max hafifçe gülümsedi. «Onlar gerçekten çok zekiler. Yoksa ne demek istediğimi hemen kavrayamazlardı.»



Arthur birdenbire bağırdı. «A, onlar dişi!» Şaşkınlıktan soluğu kesilmiş gibiydi. «Tanrı aşkına! Bebeklerini emziriyorlar!» İrene ani bir sevinçle bağırdı. «Ah! Şuna bakın!» Çamurda diz çökmüş, ellerini en yakındaki dişiye doğru uzatmıştı. Endişelenen dişi Phib küçücük yavrusunu göğsüne bastırırken diğer üç melez büyülenmiş gibi sessizce bakıyorlardı. İrene elleriyle çağırır gibi hareketler yapıyordu. «Lütfen, lütfen! Çok sevimli. Ona zarar vermeyeceğim.» Phib ananın onun ne demek istediğini anlayıp anlamadığı belli değildi. Ama ani bir hareketle, kıpırdanan küçük yeşil bebeği uzattı ve genç kızın bekleyen kollarına bıraktı. İrene sevinçle ayağa kalkarken küçük, perdeli ayaklar tekmeler atıyor, korku dolu yuvarlak gözler ona bakıyorlardı. Diğer üç melez ona yaklaşarak merakla incelediler. «Ne kadar da sevimli bir küçük! Şu komik, ufacık ağzına bir bakın. Onu kucağına almak ister misin, Henry?» Henry sanki arı sokmuş gibi geriye doğru sıçradı. «Asla! Herhalde onu düşürürüm.» Max düşünceli bir tavırla, «Kafanda bazı görüntüler beliriyor mu, İrene?» diye sordu. Genç kız iyice düşünmeye çalışırken kaşlarını çattı. «Hayır... Ama o daha çok küçük. Belki... Ah, evet!.. O... O...» Durakladı. Sonra da güldü. «Acıkmış.» Bebek Phib'i annesine geri verdi. Dişinin ağzı sevinçle kapanıp açıldı ve kadın kaslı kollarıyla yavrusunu göğsüne bastırdı. Küçücük Phib, ufacık yeşil kafasını döndürerek patlak gözleriyle son bir kez kendini kucağına almış olan yabancı yaratığa baktı. Max, «Sokulgan yaratıklar,» dedi. «Ve zekiler. Göl ve nehirleri onların olsun. Biz toprakları alacak ve onların yaşamlarına da karışmayacağız.» Yalnız bir melez, Scanlon bayırında duruyordu. Dürbününü tepelerin on beş kilometre yukarısındaki geçide çevirmişti. Beş dakika dürbünü hiç kımıldatmadı. Etraftaki dağları oluşturan kayalardan yapılmış bir nöbetçi heykeli gibi duruyordu. Sonra dürbünü indirdi. İnce dudaklı melezin soluk yüzünde büyük bir üzüntü vardı şimdi. Bayırdan Venüs kentinin korunmalı, gizli kapısına doğru telaşla indi. Nöbetçilere hiçbir şey söylemeden hızla onların önünden geçti ve alt katlara indi. Orada hâlâ sağlam kayalar toza dönüştürülüyor ve kontrollü süper enerji dalgalarıyla istenen biçimlere sokuluyordu. Arthur Scanlon başını kaldırdı ve ani bir önseziyle parçalayıcıların durdurulmasını işaret etti. «Ne oldu, Sorrell?» Melez eğilerek Arthur'un kulağına bir tek kelimeyi fısıldadı. «Nerede?» Arthur'un sesi titrekleşip boğuklaşmıştı. «Sırtın diğer tarafında. Şimdi geçitten bizim tarafa doğru geliyorlar. Güneşte ışıldayan madenleri fark ettim ve...» Sorrell dürbününü anlamlı anlamlı kaldırdı. «Tanrım!» Arthur alnını ovuşturdu. Sonra da parçalayıcının kontrol panelinin önünde oturan ve ona endişeyle bakan meleze döndü. «Planlandığım gibi devam et! Bir değişiklik yok!» Telaşla katları aşarak giriş yerine çıktı ve hızla emirler verdi. «Nöbetçi sayısını hemen üç katına çıkarın! Sadece benim ve yanımda olanların dışarı çıkmalarına izin verilecek. Dışarıda bazı kimseler varsa onları hemen toplayın. Sığınakta kalmalarını ve gereksiz yere gürültü etmemelerini söyleyin.» Arthur sonra döndü ve orta caddeden babasının dairesine gitti. Max Scanlon başını ağır ağır hesaplarından kaldırdı. «Merhaba, oğlum. Bir şey mi oldu? Yine parçalayıcının etkileyemediği bir tabakaya mı geldiniz?» «Hayır, öyle bir şey yok.» Arthur kapıyı dikkatle kapayarak sesini alçalttı. «Dünyalılar!» Max bir an hiç kımıldamadı. Yüzündeki ifade donmuş gibiydi. Ardından soluğunu verirken omuzları



da yavaşça düştü. Yüzünde yorgun bir ifade belirirken alnındaki çizgiler derinleşti. «Venüs'e yerleşmiş olan Dünyalılar mı?» «Öyle gibi gözüküyor. Sorrell aralarında kadınlarla çocukların da olduğunu söyledi. Birkaç yüz kişi kadarlarmış. Yerleşmek için araç ve gereçler de getirmişler. Ve bu yöne doğru yaklaşıyorlarmış.» Max, «Ah, ne şanssızlık, ne şanssızlık,» diye inledi. «Koskoca, bomboş Venüs'te seçilecek bir sürü yer varken kalkmış buraya geliyorlar. Gel. Gidip şu olayı kendi gözlerimizle de görelim.» Geçitten, yılan gibi kıvrılıp bükülen uzun bir sıra halinde geçiyorlardı. Kararlı öncülerdi onlar. Yanlarında çalışmaktan yorulmuş, yüzleri kırışmış karıları ve kırlarda yetişmiş, yarı vahşi, kayıtsız çocukları vardı. Alçak ve enli 'Venüs arabaları'na ev için gerekli şeyler yüklenmişti. Taşıtlar ayak basılmamış topraklarda hantalca sarsılarak ilerliyorlardı. İki lider bir an manzaraya baktılar. Sonra biri kesik kesik konuşmaya başladı. «Geçidi hemen hemen aştık sayılır, Jem. Artık dağların eteğine eriştik.» Diğeri ağır ağır cevap verdi. «Ve ileride verimli topraklar var. Toprakları bölüşüp çiftliklerimizin sınırlarını çizebiliriz. Buraya rahatça yerleşiriz.» İçini çekti. «Son ay çetin geçti. Yolculuk sona erdiği için seviniyorum.» Ve ilerideki sırttan, vadiden önceki son sırttan baba ve oğul Scanlon'lar yeni gelenleri üzüntüyle seyrediyorlardı. Uzaktan görülmeyen birer noktaya benziyorlardı. «Hazırlıklı olamayacağımız tek şey... ve o da geldi bizi buldu.» Arthur istemeye istemeye, «Sayıları az,» dedi. «Silahsızlar da. Onları bir saat içerisinde püskürtebiliriz.» Ani bir heyecanla bekledi. «Venüs bizim!» «Evet, 'onları bir saat içerisinde püskürtebiliriz.' Hatta on dakikada! Ama onlar geri dönerler. Binlerce binlere Dünyalı. Ve silahlanmış da olurlar. Bütün Arzla savaşacak durumda değiliz, Arthur.» Genç adam dudağını ısırdı ve yarı utançla, «Irkımız uğruna, baba... onların hepsini öldürebiliriz,» diye mırıldandı. «Asla!» Max'ın yaşlı gözleri öfkesinden alev saçıyordu. «İlk darbeyi indiren biz olmayacağız! Öldürürsek Dünyadan merhamet bekleyemeyiz. Ve merhamete layık da olmayız zaten.» «Ama başka ne yapabiliriz, baba? Zaten Dünyadan merhamet bekleyemeyiz. Bizi fark ettikleri ve varlığımızdan şüphelendikleri takdirde bütün göçün bir önemi kalmaz. Daha başlangıçta her şeyi kaybetmiş oluruz.» «Biliyorum, biliyorum.» . Arthur heyecanla konuşmasını sürdürdü. «Artık değişemeyiz. Venüs kentini hazırlamak için aylarımızı verdik. Yeniden nasıl başlayabiliriz?» Max ifadesiz bir sesle, «Hayır,» dedi. «Başlayamayız. Buradan uzaklaşmaya kalkarsak bizi fark ederler. Biz sadece...» «Köstebekler gibi yaşayabiliriz! Kanun kaçakları gibi, peşimizde insanlarla. Korkuyla titreyen mülteciler gibi. Tek yol bu mu?» «Bunu nasıl istersen öyle tanımla. Ama saklanmalıyız, Arthur, kendimizi gömmeliyiz.» «Ne zamana kadar?» «Sen ya da biz iki boyutlu kavisli bir statışınını mükemmelleştirinceye kadar. Etrafımızda aşılamayacak bir koruma perdesi olursa ortaya çıkabiliriz. Bu işi belki yıllar boyunca çalışarak başarabiliriz. Belki de sadece bir haftada. Bilmiyorum.» «Her gün fark edilme tehlikesiyle de karşı karşıya oluruz. Herhangi bir gün safkan Dünyalı sürüleri bize saldırıp hepimizi ortadan kaldırabilirler. Her gün, her hafta, her ay ölümün eşiğinde yaşarız...» «Bunu yapmak zorundayız.» Max'ın birbirine bastırdığı dudakları ince bir çizgi halini aldı. Mavi



gözleri buz gibiydi. Baba oğul ağır ağır Venüs kentine döndüler. Venüs kentinde ortalık sakindi. Gözler devamlı en üst kata ve gizli çıkış yerlerine dikiliyordu. Dışarıda hava vardı. Güneş ve açıklık. Ve Dünyalılar. Arzlılar nehrin birkaç kilometre yukarısına yerleşmişlerdi. Kaba evleri yükselmeye başlıyor, etraftaki topraklar temizleniyordu. Çiftlik sınırları çiziliyor, fideler dikiliyordu. Venüs'ün derinliklerinde de bin yüz melez evlerini yapıyor ve yaşlı bir adamın statışınının iki boyuta yayılarak kavis yapmasını sağlayacak denklemleri bulmasını bekliyorlardı. İrene kayadaki bir çıkıntıya oturmuş, sıkıntıyla düşünüyor ve ilerideki loş gri ışığa bakıyordu. Bu orada dışarıya açılan bir geçit olduğunu göstermekteydi. Biçimli bacaklarını öne arkaya sallarken yanında oturan Henry Scanlon da gözlerini ileride bir noktaya dikebilmek için çaresizce savaşıyordu. «Henry, ne düşünüyorum, biliyor musun?» «Ne?» «Phib'lerin bize yardım edebileceklerinden eminim.» «Ne yapmamıza yardım edecekler, İrene?» «Dünyalılardan kurtulmamıza.» Henry bu fikri dikkatle inceledi. «Neden böyle düşünüyorsun?» «Onlar çok zekiler. Sandığımızdan daha da zeki. Ama kafaları bizimkilerden tümüyle farklı. Belki bu sorunu onlar çözümleyebilirler. Yani... bana öyle geliyor.» Henry'nin avucundaki elini birdenbire çekti. «Elimi tutmak zorunda değilsin, Henry.» Delikanlı yutkundu. «Şey... oturduğun yer sağlam değilmiş gibi geldi bana. Yani o kaya parçası kopabilir.» «Ah!..» İrene aşağıya baktı. Oturduğu kaya yerden korkunç bir yükseklikteydi. Yani doksan santim kadar. «Evet, haklı olabilirsin. Burası gerçekten çok yüksek gibi.» Henry bunun bir ima olduğunu düşünüp gerektiği gibi davrandı. Delikanlı kızın üşüyüp üşümediğini düşünürken derin bir sessizlik oldu. Ama yanılmadığına karar veremeden genç kız konuşmaya başladı. «Sana şunu söyleyecektim, Henry. Neden gidip Phib'leri görmüyoruz?» «Böyle bir şeye kalkışırsam babam kafamı uçurur.» «Ah, çok eğlenceli olurdu.» «Tabii. Ama tehlikeli bir şey yine de. Bizi görmeleri riskini göze alamayız.» İrene bıkkınca omzunu silkti. «Eh, madem korkuyorsun, bu konuyu bir daha açmayız.» Henry'nin soluğu kesilmişti ve yüzü de kızardı, Çevik bir hareketle kaya çıkıntısından atladı. «Korkan kim? Ne zaman gitmek istiyorsun?» «Hemen, şimdi, Henry. Şu an.» Kızın yanakları heyecanla pembeleşmişti. «İyi ya. Gel bakalım.» Delikanlı koşarcasına ilerlemeye başladı. Kızı da sürüklüyordu. Sonra aklına bir şey geldi ve birdenbire durakladı. Öfkeyle İrene'e döndü. «Sana korkup korkmadığımı göstereceğim!» Birdenbire kıza sarıldı. İrene'in şaşkınlık dolu küçük çığlığını etkili bir biçimde boğdu. İrene tekrar konuşabilecek duruma geldiği zaman, «Tanrım...» diye mırıldandı. «Ne kadar da vahşice.» Henry inledi. «Tabii. Ben tanınmış bir vahşiyim.» Gözlerindeki şaşılığın ve baş dönmesinin geçmesini bekliyordu. «Şimdi gidip o Phib'leri bulalım. Başkan olduğum zaman bana hatırlat. Öpüşmeyi icad eden adamın bir heykelini diktirmek istiyorum.» Kayaların içine oyulmuş tünellerden, dışarıya bakan nöbetçilerin arkalarından geçtiler. Dikkatle



kamufle edilmiş kapıdan dışarı çıktılar ve kendilerini yüzeyde buldular. Güney ufkundaki dumanlar orada insanların bulunduğunun belirgin bir kanıtıydı. İki melez bu gerçeği iyice kavrayarak, çalıların arasından ormana daldılar. Ağaçların arasından ilerleyerek göle gittiler. Belki de Phib'ler kendilerine özgü bir yöntemle onların geldiklerini sezmişlerdi. İki gencin bunu bilmeleri imkânsızdı. Ama kıyıya eriştikleri sırada suyun altındaki donuk yeşil gölgeler onlara yaratıkların geldiklerini haber verdi. Sonra bir kafa suları yararken iri patlak gözler ortaya çıktı. Bir saniye içerisinde gölün yüzeyinde sürüyle kurbağa kafasını andıran başlar belirdi. Henry elini ıslatarak kendisine dostça uzatılan parmakları yakaladı. «Merhaba, Phib.» Güler gibi aralanmış olan ağız oynadı ve sessiz bir cevap verdi. İrene ısrarla, «Ona Dünyalıları sor, Henry,» dedi. Delikanlı sabırsızca işaret etti. «Biraz bekle. Bu zaman istiyor. Ben elimden geleni yapıyorum.» Ağır ağır geçen iki dakika boyunca melezle Phib hareketsiz durarak birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Sonra Phib elini çekti. Ve sessiz bir emirle bütün göl yaratıkları ortadan kayboldular. Melezler yalnız kalmışlardı. İrene bir an şaşkın şaşkın baktı. «Ne oldu?» Henry omzunu silkti. «Bilmiyorum. Kafamda Dünyalıların görüntüsünü canlandırdım. Kimleri kastettiğimi anladı sanırım. Sonra Arzlıların bizimle savaşarak bizleri öldürdüğünü hayal ettim. Phib ise bana cevap olarak birkaç Dünyalıyı ve bizden kalabalık bir grubu canlandırdı. Bu kez biz onları öldürüyorduk. O zaman ben de Dünyalıları öldürdüğümüzü ama sonra onların sürüyle geldiklerini hayal ettim. Sürüler halinde gelip bizi öldürdüklerini...» Ama kız elleriyle çınlayan kulaklarını tıkamıştı. «Ah, Tanrım! Tevekkeli zavallı yaratık ne dediğini anlayamadı. Onun çıldırmamış olmasına şaşıyorum.» Delikanlı sıkıntıyla, «Eh,» diye cevap verdi. «Ben elimden geleni yaptım. Zaten bu delice fikir de senden çıktı.» İrene delikanlıyı azarlamak için ağzını açtıysa da bir şey söyleyemedi. Çünkü bir anda gölün yüzeyinde yine Phib'lerin kafaları belirdi. Bağırmak yerine, «Yine geldiler,» dedi. Bir Phib ilerleyerek Henry'nin elini tuttu. Diğerleriyse heyecanla melezlerin etrafını sardılar. Sessizlik birkaç dakika sürdü. İrene kıpırdayıp duruyordu. Sonunda, «E?» dedi. «Lütfen sus. Anlayamıyorum. Büyük hayvanlar ya da canavarlarla ilgili bir şey bu veya...» Henry'nin sesi hafifledi. Delikanlı anlatılanları kavramaya çalışırken kaşlarının arasında derin bir çizgi belirdi. Henry önce yavaşça sonra da heyecanla başını salladı. Delikanlı, Phib'den ayrılarak İrene'in ellerini kavradı. «Artık anladım! Gerçekten kusursuz bir çözüm yolu bu. Venüs kentini ikimiz kurtarabiliriz, İrene. Tabii Phib'lerin yardımıyla. Bunun için benimle yarın ovalara inmen gerekiyor. Yanımıza bir çift Tonite tabancası ve yiyecek alırız. Nehrin kıyısını izlersek ovaya iki üç günde erişiriz. Dönüşümüz de o kadar sürer. Ne diyorsun, İrene?» Gençlerin özelliği uzun uzun düşünmek değildir. İrene de durakladı ama sadece cevabının daha etkili olması için. «Şey... Belki yalnız gitmememiz gerekir, ama... ama seninle geleceğim.» Bu seninle sözcüğünü hafifçe vurgulamıştı. On saniye sonra iki genç hızla Venüs kentine doğru gidiyorlardı. Henry kendi kendine, öpüşmeyi bulan adam için iki heykel birden diktirmenin daha iyi olup olmayacağını düşünüyordu. Sarı kırmızı alevler Henry'nin görkemli sorgucunu kızıla dönüştürüyor ve düşünceli yüzünde gölge oyunları yapıyordu. Ova sıcaktı. Ateş durumu daha da zorlaştırıyordu. Ama Henry yine de ateşe yaklaşmıştı ve endişeli



gözlerini diğer tarafta uyuyan İrene'den ayırmıyordu. Venüs cangıllarındaki yaratıkların ateşe saygıları vardı. Ve alev güven demekti. Yayladan ayrılalı üç gün olmuş, nehir ağır ağır akan ılık bir suya dönüşmüştü. Kıyıları yeşil yosunlarla kaplıydı. Güzel ormanların yerini sarmaşıklarla karmakarışık ağaçlar almıştı. Canlılara özgü karmaşık sesler iyice artmış ve tiz bir gürültüye dönüşmüştü. Hava daha sıcak ve daha nemliydi. Topraklar da batağımsı. Çevre gitgide daha yabancı ve garip bir hal alıyordu. Ancak gerçek bir tehlike de yoktu. Henry bundan emindi. Venüs'te zehirli canlılar bilinmiyordu. Cangıllara hakim olan sert derili canavarlara gelince, geceleri ateşler gündüzleri de Phib'ler onları yaklaştırmayacakları. İki kez bir Centosaur'un kulak tırmalayan çığlığı uzaklarda yankılanmıştı. Yine iki kez de devrilen ağaçların gürültüsü melez gençlerin korkuyla birbirlerine sokulmalarına neden olmuştu. Ama her seferinde de canavarlar uzaklaşmışlardı. Bu dışarıda geçirdikleri üçüncü geceydi. Henry endişeyle kımıldandı. Phib'ler sabah olmadan dönüş yolculuğuna başlayabileceklerinden emin görünüyorlardı. Ve nedense Venüs kentinin düşüncesi bile çekiciydi. Macera, heyecan, iyi ve güzeldi. Geçen her saatle Henry'nin ışıltılı cesareti İrene'nin gözlerini daha da kamaştırıyordu. Bu da harikaydı tabii. Ama en güzeli Venüs kentini ve o dağlan düşünmekti. Delikanlı yüzükoyun yatarak sıkıntıyla ateşe baktı. Yirmi yaşında olduğunu düşünüyordu. Yani hemen hemen yirmi yaşında. «Kahretsin...» Henry otları yoldu, «Artık evlenmeyi düşünmemin zamanı geldi.» İstememesine rağmen bakışları ateşin gerisinde uyuyan kıza doğru kaydı. İrene sanki ona cevap veriyormuş gibi kirpiklerini kırpıştırdı ve koyu mavi gözleriyle dalgın dalgın etrafına baktı. Sonra doğrulup oturdu ve gerindi. «Hiç uyuyamıyorum,» diye yakınarak boş yere beyaz saçlarını düzeltmeye çalıştı. «O kadar sıcak ki.» Hoşnutsuzca ateşe baktı. Henry'nin keyfi kaçmadı yine de. «Sen saatlerce uyudun ve horlarken de trombon gibi sesler çıkardın.» İrene'nin gözleri irileşti. «Ne münasebet!» Sonra üzüntülü titrek bir sesle ekledi. «Sahi, horladım mı?» «Yok canım!» Henry kahkahalarla gülmeye başladı. Ancak İrene'nin ayakkabısının burnu, midesine indiği zaman sustu. «AAAh!» Kız soğuk soğuk, «Benimle bir daha konuşmayın, Bay Scanlon,» dedi. Üzgün üzgün bakma sırası Henry'deydi şimdi. Panik ve telaşla ayağa fırlayarak genç kıza doğru bir adım attı. Sonra da dondu kaldı. Bir Centosaur'un kulakları sağır eden çığlığını duymuştu. Kendine geldiği zaman İrene'nin boynuna sarılmış olduğunu fark etti. Sonra genç kız kızararak ondan uzaklaştı. Centosaur'un sesi tekrar duyuldu. Ama başka bir yönden. İrene tekrar Henry' nin kollarına atıldı. Delikanlı kollarındaki güzel kıza rağmen sapsarı kesilmişti. «Phib'ler Centosaur'ları avladılar sanırım. Benimle gel de onlara bunu sorayım.» Şafak yaklaşıyordu. Gri ışıkta Phib'ler hafif gölgelere benziyorlardı. Yeşil yaratıklar gerilim içinde sıra sıra dizilmişlerdi. İçlerinden sadece biri rahat görünüyordu. Henry elini tuttuğu Phib'in yanından ayağa kalkarak İrene'ye, «Üç canavar yakalamışlar,» dedi. «Daha fazlasıyla başa çıkmaları imkânsızmış. Hemen, şimdi, dağlık bölgeye doğru yola çıkıyoruz.» Doğan güneş onları nehrin üç kilometre yukarısında yakaladı. Suyun kenarından giden melezler hemen yandaki ormana dikkatle bakıp duruyorlardı. Zaman zaman ağaçların arasındaki açıklıklardan kurşuni dev gövdeler seçilebiliyordu. Sürüngenlerin çığlıkları hemen hemen devamlı duyuluyordu



artık. Henry, «Seni getirdiğim için üzgünüm, İrene,» dedi. «Artık Phib'lerin bu canavarlarla başa çıkacaklarından emin değilim.» Genç kız başını salladı. «Üzülme, Henry. Gelmeyi ben, kendim istedim. Yalnız... keşke Phib'lere canavarları kendi başlarına getirmelerini söylemeyi akıl etseydik. Onların bize ihtiyaçları yok.» «Hayır, var! Bir Centosaur kontroldan çıkarsa hemen onlara saldıracak. Ve Phib'ler kaçıp kurtulamayacaklar. Ama bizim Tonite tabancalarımız var. Çaresiz kalırsak Centosaur1 lan öldürürüz...» Henry'nin sesi hafifledi. Elindeki öldürücü silaha baktı ama o da kendisini pek teselli edemedi. Dönüş yolunda ilk gece iki melez de uyuyamadılar. Nehrin karanlığında, görünmeyen bir yerde Phib'ler nöbetleşe bekliyorlardı. Yirmi bacaklı dev Centosaur'ların küçücük beyinlerini telepati yoluyla kontrol etmekteydiler. Cangılda üç yüz ton ağırlığındaki canavarlar onları istememelerine rağmen nehrin kıyısından yukarıya süren güce karşı sabırsızca uluyorlardı. Onların suya yaklaşmalarını engelleyen, gözle görülmeyen engele karşı acizce haykırıyorlardı. Ateşin yanında, bir çift melez altmış kilometre kadar uzaktaki yaylaya doğru özlemle bakıyorlardı. Bir tarafta yandaki etten oluşmuş dağlar, diğer taraftaki telepatik bir ağın zayıf koruması arasında kaybolmuş gibiydiler. Ağır ağır ilerleyebiliyorlardı. Phib'ler yorulurken, Centosaur' lar da daha huysuzlaştılar. Ama hava yavaş yavaş serinlemeye başladı. Islak cangıl bitkileri seyrelirken Venüs kentine olan uzaklık da gitgide azalıyordu. Henry ılıman bölgeye özgü ormanların ilk işaretlerini gördüğü zaman titrek ama rahat bir soluk aldı. İrene yanında olmasaydı kahraman tavırları takınmaktan da vazgeçecekti. Bu maceralı yolculuğun sona ermesini insanın içine dokunacak kadar çok istiyordu. Ama sadece, «Eh, artık her şey sona ermek üzere,» dedi. «Bu olay çok heyecan uyandıracak. Sen ve ben birer kahraman sayılacağız!» «Daha ne kadar kaldı, Henry?» Kız hemen hemen farkına varmadan yorgun başını delikanlının omzuna dayamıştı. «Bir gün daha, İrene. Yarın bu saatte evde olacağız.» Delikanlı çok üzgündü. «Bu işe yalnız başımıza kalkışmamamız gerektiğini düşünüyorsun, değil mi?» «Bu o sırada iyi bir fikirmiş gibi gözükmüştü.» Henry, «Evet, biliyorum,» dedi. «Bir şeyin farkına vardım. Aklıma bana çok parlak gözüken fikirler geliyor. Ama bazen sonradan yanılmış olduğumu anlıyorum.» Bilgiç bir tavırla başını salladı. «Nedenini bilmiyorum. Ama böyle oluyor işte.» İrene, «Bütün bildiğim,» diye konuştu. «Hayatım boyunca bir kez bile yürümesem buna hiç üzülmeyeceğim. Şimdi bile ayağa kalkmak istemiyorum.» Güzel mavi gözleriyle sağa doğru bakarken sesi hafifledi. Centosaur'lardan biri izledikleri nehre akan küçük bir derenin sularına dalmıştı. Suyun içinde yuvarlanan hayvanın kalın on çift bacağın desteklediği dev bir yılana benzeyen gövdesi iğrenç bir biçimde parlıyordu. Çirkin kafasını gökyüzüne kaldırmıştı. Dehşet verici çığlıkları kulakları tırmalıyordu. Sonra ikinci bir canavar ona katıldı. İrene ayağa fırladı, «Ne bekliyorsun, Henry? Haydi gidelim! Çabuk ol!» Henry, Tonite tabancasını sıkıca kavrayarak kızı izledi. Arthur Scanlon beşinci fincan koyu kahveyi öfkeyle içti. Sonra kendini zorlayarak Audiomitter'i ayarladı. Ona gözleri irileşmiş gibi geliyordu. Sanki yuvalarına pek sığmıyorlardı artık. Gözlerini ovuşturmaya başlaması onların tahriş olmasına ve kızarmasına yol açtı. Sonra omzunun üzerinden



kanepede huzursuzca uyuyan kadına bir göz attı. Ayak uçlarına basa basa ilerleyerek, kadının üzerindeki örtüyü düzeltti. «Zavallı anneciğim,» diye fısıldayarak eğildi ve Madeline'i soluk yanağından öptü. Sonra da Audiomitter'e dönerek yumruğunu ona doğru salladı. «Seni elime bir geçireyim, neler yapacağımı görürsün! Kaçık sen de!» Madeline kıpırdadı. «Karanlık bastı mı?» Arthur hafif bir neşeyle, «Hayır,» diye yalan söyledi. «O güneş batmadan arayacak, anne. Sen uyumana bak. Ben de işlerle ilgileneyim. Babam yukarıda statalanı üzerinde çalışıyor. İlerleme olduğunu söylüyor. Birkaç gün sonra her şey yoluna girmiş olacak.» Sessizce kadının yanına oturarak elini sıkı sıkı tuttu. Madeline yorgun gözlerini tekrar yumdu. İşaret ışığı yanıp söndü. Arthur annesine son bir kez baktıktan sonra koridora çıktı. «E?» Orada bekleyen melez bir selam çakıp, «John Barno bir fırtına çıkacağını sandığını bildirmek istiyor,» diyerek resmi bir raporu uzattı. Arthur rapora aksi aksi baktı. «E, ne olmuş yani? Şimdiye kadar çok fırtına gördük. Venüs'ten ne bekliyorsun?» «Anlaşıldığına göre bu özellikle şiddetli bir fırtına. Barometre şimdiye kadar görülmemiş bir biçimde düştü. Yukarı atmosferde iyon konsantrasyonu maksimum derecede. Bu da şimdiye kadar görülmemiş bir şey. Beulah Nehri kabarıyor ve kıyılarını su bastı.» Arthur kaşlarını çattı. «Venüs kentinin her girişi nehir düzeyinden en aşağı elli metre yukarıda. Yağmura gelince... kanalizasyon sistemimiz güvenilir durumda.» Birdenbire yüzünü buruşturdu. «Barno'ya gidip söyle. Fırtına isterse kırk gün kırk gece sürsün. Belki o Dünyalıları buradan kaçırır.» Döndü. Ama diğer melez yerinden kımıldamadı. «Özür dilerim, efendim. Ama en kötüsü bu değil. Bugün bir keşif kolu...» Arthur hızla döndü. «Bir keşif kolu mu? Böyle bir grubun gönderilmesini kim emretti?» «Babanız, efendim. Onlar, Phib'lerle bağlantı kuracaklardı. Nedenini bilmiyorum.» «E, sonra? Devam et.» «Keşif kolu, Phib'leri bulamamış, efendim.» Arthur çok şaşırdığı için ilk kez o vahşi öfkesi söndü. «Onlar gitmişler mi?» Melez başını salladı. «Phib'lerin yaklaşan fırtınadan korunmak için bir yere sığınmaya gittiklerini düşünüyorlar. Barno da bu yüzden fırtınanın çok şiddetli olacağından korkuyor.» Arthur, «Farelerin batmakta olan bir gemiyi terk ettiklerini söylerler,» diye mırıldandı. Başını titreyen ellerini arasına aldı. «Tanrım! Her şey üst üste geliyor! Her şey üst üste geliyor!» Alacakaranlık ilerideki dağlara çökmüş olan kara bulutları gizliyor ve durmadan çakan şimşekleri daha da belirginleştiriyordu. İrene titredi. «Rüzgâr çıktı, değil mi? Hava söğüdü.» Henry dalgın dalgın, «Dağlardan esen soğuk rüzgâr bu,» dedi. «Galiba fırtına çıkacak. Bence nehir genişliyor.» Bir an sustu. Sonra da ani bir neşeyle ekledi. «Ama, dinle, İrene. Göle artık sadece birkaç kilometre kaldı. Dünyalıların köyüne çok yakınız. Artık her şey sona ermek üzere.» İrene başını salladı. «Hepimiz için seviniyorum. Phib'ler için de.» Bu son sözleri söylemesinin bir nedeni vardı. Phib'ler artık çok ağır yüzüyorlardı. Bir gün önce nehrin yukarısından bir grup onlara katılmıştı. Ama bu yardımcı güce rağmen artık çok ağır ilerliyorlardı. Çok bacaklı sürüngenlerin alışık olmadıkları soğuk onları rahatsız ediyor ve canavarlar Phib'lerin üstün kafa gücüne gitgide daha isteksizce boyun eğiyorlardı. Gölü geçtikten hemen sonra ilk yağmur damlaları düşmeye başladı. Karanlık bastırmıştı. Şimşeklerin mavi ışığında ağaçlar sallanan parmaklarını gökyüzüne doğru uzatan hayaletlere benziyorlardı.



İleride birdenbire beliren alevler yıldırım çarpan bir ağacın yandığını belirtiyorlardı. Henry'nin rengi uçtu. «Hemen ilerideki açıklığa doğru git. Böyle bir durumda ağaçlar tehlikelidir.» Sözünü ettiği açıklık Dünyalıların köyünün hemen dışındaydı. Doğanın öfkesi karşısında küçücük kalan kaba evlerden bazılarındaki ışıklar burada insanların yaşadıklarını gösteriyordu. Ve ilk Centosaurus parçalanmış ağaçların arasından yalpalayarak çıkarken fırtına da bütün şiddetiyle patladı. İki melez birbirlerine sokuldular. Henry olanca sesiyle, «Artık her şey Phib'lere bağlı,» diye bağırdı. Rüzgâr ve yağmur arasında sesini zorlukla duyurabildi. «Bu işi başaracaklarını umarım.» Üç canavar ilerideki evlere yöneldiler. Phib'ler son kafa güçlerini de kullanırlarken hayvanlar daha hızlı hareket ediyorlardı. İrene ıslak başını Henry'nin aynı derecede ıslak olan omzuna gömdü. «Bakamayacağım! O evler kibrit kutuları gibi ezilecekler. Ah, zavallı insanlar.» «Hayır, İrene, hayır. Canavarlar durdular.» Centosaur'lar, pençeleriyle toprakları kazıyarak öfkeyle derin çukurlar açarken, tiz çığlıkları fırtınanın gürültüsü arasında her tarafta duyuluyordu. Şaşıran Dünyalılar kulübelerinden fırladılar. Gafil avlanmışlardı. Çoğu uykudan uyanmışlardı. Venüs'e özgü fırtına ve kâbuslara yakışacak Venüs canavarlarını gördükleri zaman hep birlikte hareket etmeyi düşünemediler. Silahları yoktu. Sadece üstlerindeki giysileri vardı. Dehşetle kaçışmaya başladılar. Şimdi müthiş bir kargaşa başlamıştı. Kendilerini toplamaya çalışan bir iki kişi önlerindeki etten dağlara beceriksizce ateş ettiler ve sonra da kaçtılar. Bütün insanlar gittikten sonra dev sürüngenler tekrar ilerlediler. Kısa bir süre sonra evlerin yerinde kırık tahta parçaları kaldı. «Onlar bir daha geri dönmeyecekler, İrene! Bir daha geri dönmeyecekler!» Planının başarılı olması yüzünden, Henry'nin soluğu kesilmişti. «Seninle birer kahramanız artık. Şimdi...» Sesi yükselerek boğuk bir çığlığa dönüştü. «İrene, geri çekil! Ağaçlara doğru koş!» Centosaur'ların ulumaları değişmiş, sesleri daha kalınlaşmıştı. En yakındaki canavar iki arka ayağının üzerinde şaha kalktı. Şimşekler yerden altmış metre yukarıdaki dev kafasının korkunç siluetini çizdiler. Hayvan gümbürtüyle tekrar bütün ayaklarının üzerine indi ve fırtınanın sularını kudurtarak bir sele dönüştürdüğü nehre doğru gitti. Phib'ler kontrolü kaybetmişlerdi! Henry, İrene'i yana iterken Tonite tabancasıyla çabucak ateş etti. Ama genç kız, ağır ağır gerileyerek kendi silahını kaldırdı. Atıcının hedefi vurduğunu belirten mor ışıktan bir top parıldadı ve en yakındaki Centosaur can acısıyla haykırdı. Dev kuyruğuyla etraftaki ağaçları devirdi. Bacağının yerinde şimdi kanlar fışkıran bir delik vardı. Hayvan körce saldırdı. İkinci bir mor küre belirdi ve canavar topraklan sarsarak yere devrildi. Son çığlığı korkunç bir biçimde tizleşmişti. Ama diğer iki dev melezlere doğru geliyorlardı. Hayvanlar onları hemen hemen bir hafta esir eden güç kaynağına doğru körce gidiyorlardı. Bilinçsiz nefretleri onları nehre sürüklüyordu. Ve bu iki devin yolunun üzerinde de melezler vardı. Kabararak akan sular iki gencin gerisindeydi. Orman kırılmış ağaçlar ve kulakları sağır eden gürültülerle dolu, vahşi bir yere dönüşmüştü. Sonra birdenbire uzaklardan Tonite tabancalarının gürültüleri geldi. Mor ışıklar, çırpınmalar, düzensiz aralıklarla duyulan çığlıklar ve sonra sessizlik. Rüzgâr bile, sanki son olaylar onu çok



etkilemiş gibi bir an sustu. Henry sevinçle bağırarak, bir savaş dansı yaptı. «Venüs kentten geliyorlar, İrene! Centosaur'lan öldürdüler! Her şey sona erdi artık! Melezleri kurtardık!» Her şey pek çabuk olup bitti. İrene silahını atıp, rahatladığı için hıçkırmaya başladı. Henry'e doğru koşarken ayağı bir yere takıldı ve sular onu kaptı. «Henry!» Rüzgâr bu sesi alıp götürdü. Delikanlı korkunç bir an hareket edemedi. İrene'in biraz önce durduğu yere gözlerine inanamıyormuş gibi aptal aptal bakıyordu sadece. Sonra suya girdi. Çaresizce kapkara suların derinliklerine daldı. «İrene!» Delikanlı zorlukla soluk alıyordu. Akıntı onu yakalamış sürüklüyordu. «İrene!» Rüzgârın uğultusundan başka hiçbir ses duyulmuyordu. Henry'nin yüzme çabaları boşunaydı. Suyun yüzünde ancak bir saniye kalabiliyordu. Ciğerleri neredeyse patlayacaklardı. «İrene!» Ama delikanlıya cevap veren olmadı. Coşkun sular ve karanlıktan başka bir şey yoktu orada. Sonra bir şey delikanlıya dokundu. Henry içgüdülerine uyarak ona vurmaya çalıştı. Ama delikanlıyı daha da sıkıca yakaladılar. Henry yukarı kaldırıldığını hissetti. Sızlayan ciğerlerine hava çekmeye çalıştı. Gülümseyen bir Phib ona bakıyordu. Ondan sonra delikanlı için sadece soğuk, karanlık ıslaklıkla ilgi karmaşık izlenimler kaldı. Henry etrafını yavaş yavaş fark etmeye başladığında bir ağacın altında, bir battaniyenin üzerinde oturduğunu anladı. Onu da battaniyelere sıkıca sarmışlardı. Sonra ısı lambalarının sıcaklıklarını hissetti. Atomoampullerinin ışıklarını gördü. Etrafında insanlar vardı. Henry yağmurun durmuş olduğunun da farkına vardı. Bulanık gözlerle etrafına bakındı. «İrene!» Genç kız onun yanındaydı. İrene'i de Henry gibi sıkıca sarmışlardı. Genç kız bitkince gülümsüyordu. «Ben iyiyim, Henry. Beni de Phib'ler kurtardı.» Madeline, Henry'nin üzerine eğildi. Delikanlı ağzına dayanan fincandan sıcak kahve içerken kadın, «Phib'ler bize onlara neyi başarmaları için yardım ettiğinizi anlattılar,» dedi. «Hepimiz de seninle gurur duyuyoruz, oğlum. Seninle de İrene.» Max'ın gülümsemesi yüzündeki gurur ifadesini belirginleştiriyordu. «Yararlandığın psikoloji kusursuzdu. Venüs çok büyük bir gezegen. Ve burada pek çok tehlikesiz bölge var. Dünyalıların Centosaur'larla dolu oldukları bir yere döneceklerini pek sanmıyorum. Hiç olmazsa uzun bir süre gelemeyecekler. Döndükleri zaman da bizim statalanımız hazır olacak.» Arthur Scanlon telaşla karanlıkların arasından çıkıp Henry' nin omzuna vurdu, İrene'in elini sıkarken kıza, «Vasinle ben öbür gün bu olayı kutlamak amacıyla bir eğlence tertipleyeceğiz,» diye haber verdi. «Onun için iyice dinlen. Bu şimdiye kadar gördüğün partilerin en güzeli olacak.» Henry, «Bir parti, öyle mi?» dedi. «Sana ne yapabileceğini söyleyeceğim. Partiden sonra nişanımızı ilan edebilirsin.» «Nişan mı?» Madeline merakla doğrulup oturdu. «Ne demek istiyorsun?» Delikanlı sabırsızca, «Nişan,» diye cevap verdi. «Evlenmek için ilk adım. Herhalde artık evlenecek yaştayım. Bugünkü olaylar bunu kanıtladı.» İrene bütün dikkatini otlara verdi. «Kiminle evleneceksin, Henry?» «Ha? Seninle tabii. Tanrım! Başka kiminle olabilir?» «Ama bana böyle bir teklifte bulunmadın ki.» İrene bu sözleri ağır ağır ve çok kesin bir tavırla söylemişti. Henry bir an kıpkırmızı kesildi. Sonra sertçe çıkıştı. «Eh, şimdi de bulunacak değilim. Sana evleneceğimizi söylüyorum! Şimdi bu konuda ne yapacaksın bakalım?» Kıza doğru eğildi. Max Scanlon güldü ve diğerlerine oradan uzaklaşmalarını işaret etti. Üçü de ayaklarının ucuna basa



basa uzaklaştılar. Belli belirsiz bir siluet topallayarak yaklaştı. İki genç melez şaşkın şaşkın birbirlerinden uzaklaştılar. Diğerlerini unutmuşlardı. Ama gelen başka bir melez değildi. İrene, «A!» diye bağırdı. «Bir Phib bu!» Yeşil yaratık otlara basarak hantalca, topallaya topallaya yaklaştı. Bunun için kaslı kollarından beceriksizce yararlanıyordu. İki gencin önüne gelince karınüstü yattı ve ellerini uzattı. Amacı belliydi. İrene'le Henry onun ellerini tuttular. Bir iki dakika derin bir sessizlik oldu. Phib'in ciddi bakışlı ipiri gözleri atomolambalarının ışığında parlıyordu. Sonra İrene birdenbire utançla bağırdı. Henry ise mahcup mahcup güldü. Phib ellerini çekti. Henry «Sen de aynı hayali mi gördün?» diye sordu. İrene kıpkırmızı kesilmişti. «Evet. Küçük Phib bebeklerinden oluşan bir sıra gördüm. Belki on beş bebek vardı...» Henry, «Ya da yirmi,» dedi. «... ve hepsinin de saçları bembeyaz ve uzundu.»



AYNADAKİ GÖRÜNTÜ “Aynadaki Görüntü – Mirror Image” isimli hikaye 1992 Mayıs'ında Analog Science Fiction and Fact dergisinde yayınlanmış, ardından Best of Isaac Asimov (1973), The Complete Robot /1982), Robot Visions (1990) ve The Completer Stories, Vol. 2 (1992) toplamalarında yer almıştır.



ÜÇ ROBOT YASASI 1. Bir robot, bir insana zarar veremez. Ya da hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine neden olamaz. 2. Bir robot, insanların verdikleri emirlere uymak zorundadır. Ancak bu tür emirler Birinci Yasayla çeliştiği zaman durum değişir. 3. Bir robot, Birinci ve İkinci Yasalarla çelişmediği sürece varlığını korumak zorundadır. Lije Baley piposunu tekrar yakmaya karar verdiği sırada odasının kapısı açıldı. Kapıya ne vurulmuş ne de biri geldiğini haber vermişti. Baley çok belirgin bir öfkeyle başını kaldırdı, sonra da piposunu düşürdü. Piposunun düştüğü yerde kalması ne durumda olduğunu iyice açıklıyordu. Baley hayretle karışık bir heyecanla, «R. Daneel Olivaw,» dedi. «Vay vay vay! Bu gerçekten sensin, değil mi?» Uzun boylu, bronz tenli konuk, «Evet, yanılmadın,» diye cevap verirken düzgün hatlı yüzündeki ifade hiç değişmedi. Her zamanki gibi sakindi suratı. «Haber vermeden içeri girip seni şaşırttığım için özür dilerim. Ama durum nazik ve burada bile insanlarla robotların birbirleriyle fazla görüşmemeleri gerekiyor. Her neyse... Seni tekrar gördüğüm için seviniyorum, dostum Elijah.» Robot sağ elini uzattı. Bu hareketi de, görünüşü gibi insanlarınkinden farksızdı. Baley öylesine şaşalayıp sarsılmıştı ki, bir an bu ele durumu kavrayamıyormuş gibi bakakaldı. Ardından Daneel'in elini avuçlarının arasına alıp bu elin gücünü ve sıcaklığını hissetti. «Ah, Daneel, neden? Bana her zaman gelebilirsin, buna da sevinirim. Ama... nazik durumdan kastın nedir? Yine başımız dertte mi? Dünya yani?» «Hayır, dostum Elijah. Olayın Dünyayla bir ilgisi yok. Nazik bir durum diye tanımladığım olay görünüşte önemsiz bir şey. Matematikçiler arasındaki bir tartışma, hepsi o kadar. Rastlantı sonucu Dünyaya bir Sıçrama yapacak kadar yakın olduğumuz için...» «O halde bu tartışma bir yıldız gemisinde oldu. Öyle mi?» «Gerçekten de öyle. Basit bir anlaşmazlık. Ama bu işe karışan insanlar için şaşılacak kadar önemli.» Baley dayanamayarak güldü. «İnsanların şaşılası yaratıklar olduklarını düşünmene hayret etmiyorum. Onlar Üç Yasaya uymuyorlar.» R. Daneel ciddi ciddi, «Bu gerçekten bir kusur,» dedi. «Ve bence insanlar diğer insanlara da şaşıyorlar. Belki başka gezegenlerde yaşayan insanlar kadar şaşmıyorsunuz. Çünkü Arzda, Uzaycı Dünyalardakinden çok daha fazla insan yaşıyor. Eğer öyleyse ben öyle olduğuna inanıyorum o zaman bize yardım edebilirsin.» R. Daneel bir an durup sonra aceleyle ekledi. «Ama insan davranışlarıyla da ilgili kurallar olduğunu öğrendim. Örneğin, insan ölçülerine göre etiket konusunda bazı eksikliklerim var. Çünkü sana karınla çocuğunu sormadım.» «Onlar iyiler. Oğlum, üniversitede. Jessie'yse yerel siyasetle ilgileniyor. Eh, gerekli kurallara uyduk



artık. Şimdi bana nasıl olup da buraya geldiğini anlat.» R. Daneel, «Söylediğim gibi Dünyaya kolaylıkla Sıçrama yapabileceğimiz bir yerdeydik,» dedi. «Onun için kaptana senin fikrini almamızı önerdim.» «Kaptan da buna razı oldu, öyle mi?» Baley'nin gözlerinin önünde birdenbire bir Uzaycı yıldız gemisinin gururlu ve fazla otoriter süvarisinin hayali belirdi. Üstelik bu kaptan o kadar gezegen dururken Arza inmeye razı olmuş ve sürüyle insanın arasında bir Arzlının fikrini almaya da itiraz etmemişti. R. Daneel, «Yanılmıyorsam, kaptan her şeye razı olacak durumdaydı,» diye açıkladı. «Ayrıca seni çok övdüm. Tabii bu açıdan gerçeği söylemiş oldum, o da başka. Sonunda mürettebat ya da yolculardan hiç kimsenin Arzlıların kentlerinden birine inmesine gerek kalmaması için seninle görüşmeme razı oldu.» «Ve tabii başka Arzlılarla konuşmamaları şartıyla. Evet. Ama ne oldu?» «Eta Carina adlı yıldız gemisindeki yolcuların arasında iki matematikçi var. Nörobiyofizik konferansına katılmak için Aurora gezegenine gidiyorlar. Tartışma bu iki matematikçiyle ilgili. Alfred Barr Humboldt ve Gennao Sabbat'ia. Belki onlardan söz edildiğini duymuşsundur, dostum Elijah?» Baley kesin bir tavırla, «İkisinden de söz edildiğini duymadım,» dedi. «Bana bak, Daneel, herkese matematik meraklısı biri olduğumu söylemedin umarım. Ya da...» «Öyle bir şey kesinlikle söylemedim, dostum Elijah. Senin matematiğe meraklı olmadığını biliyorum. Ayrıca hiç önemli değil. Çünkü olayla ilgili matematik kurallarının kesin niteliklerinin tartışma açısından önemleri yok.» «Pekâlâ. O halde devam et.» «Madem sen iki matematikçiyi de tanımıyorsun, dostum Elijah, izninle sana Dr. Humboldt'un iki yüz yetmiş yaşlarında olduğunu söyleyeceğim... Affedersin, dostum Elijah, bir şey mi söyledin?» Baley öfkeyle, «Hiç, hiç,» dedi. Uzaycıların uzun ömürlü olmalarına karşı duyduğu doğal tepki nedeniyle kendi kendine pek anlaşılmaz şeyler homurdanmıştı. «Ve adam, ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ aktif, öyle mi? Dünyamızda matematikçiler otuz yaşlarından sonra...» Daneel sakin sakin, «Dr. Humboldt galaksideki en üstün üç matematikçiden biri,» diye açıkladı. «Uzun bir süre önce ün yapmış ve tabii hâlâ aktif. Diğer yandan Dr. Sabbat çok genç. Henüz ellisinde bile değil. Ama matematik biliminin anlaşılması en zor dallarında şimdiden olağanüstü bir yetenek olarak ün yaptı.» Baley, «Yani ikisi de büyük adamlar,» dedi. Piposunu aldı sonra da artık yakmasına gerek olmadığına karar verip dipteki tütün kalıntılarını boşalttı. «Ne oldu? Bu bir cinayet vakası mı? Onlardan birinin diğerini öldürdüğü mü anlaşıldı?» «Çok ünlü iki insandan biri diğerinin şerefini mahvetmeye çalışıyor. Yanılmıyorsam, insani değerlere göre bu fiziki cinayetten de kötü bir şeydir.» «Bazen öyle herhalde. Hangisi diğerini mahvetmeye çalışıyor?» «Ah, işte sorun da bu, dostum Elijah. Hangisi? «Dr. Humboldt hikâyeyi oldukça anlaşılır bir biçimde anlatıyor. Yıldız gemisine hemen binmeden önce aklına bir fikir gelmiş. Lokal korteks bölgelerinin mikrodalga emme şekillerindeki değişikliklere bakılarak sinir yollarının analiz edilmesiyle ilgili bir yöntem. Tabii bu fikir inanılmayacak kadar ince, salt matematiksel bir teknikle ilgiliymiş. Ben ne ayrıntıları anlayabilirim, ne de onları mantıklı bir biçimde size aktarabilirim. Ancak bunların hiç önemi yok. Dr. Humboİdt bu konuyu düşünmüş ve geçen her saatle bu yeniliğin bilim alanında müthiş bir devrim yapacağını anlamış. Bunun matematik alanındaki daha önceki başarılarını gölgede bırakacak bir buluş olduğunu da. Sonra Dr. Sabbat'ın da gemide olduğunu öğrenmiş.»



«Ah... bu fikrini genç Sabbat'a açıklayarak, denemiş.» «Evet, öyle. İkisi de daha önce mesleki toplantılardan birinde karşılaşmışlar. Birbirlerinin ününü de biliyorlarmış. Humboldt yeni buluşunu Sabbat'a bütün ayrıntılarıyla açıklamış. Sabbat, Humboldt'un analizini iyice desteklemiş. Buluşun çok önemli olduğunu söyleyerek onu cömertçe övmüş. Humboldt'un zekâsını da. Bu Humboldt'a güven ve cesaret vermiş. Matematikçi bir tez hazırlayarak buluşunu özetlemiş. İki gün sonra onu esiraltı iletişim yoluyla Aurora'daki konferansa başkanlık edecek profesöre yollamış. Böylece bu yöntemi herkesten önce bulduğunun kaydedilmesini ve toplantılar sona ermeden bu konunun tartışılmasını sağlamak istemiş. Sabbat'ın da bir tez hazırladığını öğrendiği zaman şaşırmış. Bu da temelde Humboldt'unkine benziyormuş. Sabbat da tezi esiraltıyla konferansa yollamaya hazırlanıyormuş.» «Herhalde Humboldt çok öfkeli.» «Hem de nasıl?» «Peki Sabbat? Onun hikâyesi nasıl?» «Humboldt'unkinin eşi. Kelimesi kelimesine.» «O halde sorun nedir?» «Her şey aynadaki bir görüntü gibi. Adlar farklı sadece. Sabbat'a göre bu fikir onun aklına gelmiş ve gidip Humboldt'la konuşmuş. Humboldt analizi desteklemiş ve onu övmüş.» «Yani ikisi de fikrin kendine ait olduğunu, diğerinin onu çaldığını iddia ediyor. Bence bu hiç de önemli bir soruna benzemiyor. Bilimle ilgili olaylarda araştırma kayıtlarının gösterilmesi yeterli olur. Tarih atılmış ve parafe edilmiş belgelerin. Hangi bilginin yöntemi daha önce bulduğu konusunda da bunlara göre karar verilir. Belgelerin bir bölümü sahte olsa bile, bu da bazı iç tezatlara bakılarak anlaşılabilir.» «Genellikle böyle dur, dostum Elijah. Ama deneysel bir bilim değil, matematik. Dr. Humboldt ana noktaları kafasında tasarladığını iddia ediyor, Tezini hazırlayıncaya kadar hiçbir şeyi kaydetmemiş. Üstelik Dr. Sabbat da aynı şeyi söylüyor.» «Eh... O halde daha sert bir yola başvur ve sorunu hallet. İki adama da Psişik Sonda uygula ve hangisinin yalan söylediğini kesinlikle öğren.» R. Daneel başını ağır ağır salladı. «Dostum Elijah, sen bu adamları anlayamıyorsun. Onlar hem birer bilim adamı, hem de güçlü durumdalar. İkisi de İmparatorluk Akademisinden. Bu nedenle onların profesyonel davranışları ancak kendileri gibi profesyonellerden oluşan bir jüri tarafından yargılanabilir. Ancak kendileri, gönüllü olarak bu haklarından vazgeçerlerse durum değişir.» «Öyleyse onlara bunu öner. Suçlu olan bu hakkından vazgeçmeyecek ama Psişik Sonda uygulanmasına gelemeyecektir. Suçsuz olanınsa hakkından hemen vazgeçeceğinden eminim. O zaman sonda uygulamana bile gerek kalmaz.» «Durum öyle değil, dostum Elijah. Böyle bir olayda bu haktan vazgeçmek ve bilim adamı olmayan kimseler tarafından sorgulanmak prestijlerine indirilmiş ciddi ve hatta etkileri giderilemeyecek bir darbe sayılır. İki adam da inatla özel yargılanma hakkından vazgeçmeyi reddediyor. Bunu bir gurur meselesi sayıyorlar. Suçluluk ya da masumiyet ikinci planda kalıyor.» «Öyleyse şimdilik bu işin ucunu bırak, Aurora'ya gidinceye kadar konuyla ilgilenme. Nörobiyofİzik konferansında bu adamlarla eşit sayılacak sürüyle uzman bulunacak. O zaman...» «Bu bilimin kendisine indirilmiş büyük bir darbe olur, dostum Elijah. İki adam da, bir skandala neden oldukları için zarar görürler Masum olan taraf bile böylesi utanç verici bir olaya katıldığı için suçlanır. Herkes sorunun ne olursa olsun, mahkeme dışında çözümlenmiş olması gerektiğini düşünür.» «Pekâlâ. Ben Uzaycı değilim ama bu tavrın mantıklı olduğunu düşünmeye çalışacağım. O iki adam



bu konuda ne diyor?» «Humboldt da tamamıyla aynı fikirde. 'Sabbat fikrimi çaldığını itiraf etsin,' diyor. Tezimi yollamama razı olsun. Ya da konferansta buluşumu açıklamama. O zaman kendisinden davacı olmam. Sabbat'ın bu kötü davranışı aramızda bir sır olarak kalır. Tabii bu durumu bir de kaptan biliyor. Bu tartışmaya tanık olan tek insan o.» «Ama genç Sabfaat bu öneriyi kabul etmedi, öyle değil mi?» «Tersine. Son ayrıntısına kadar Dr. Humboldt'la aynı fikirde. Ama sadece adların yerleri değişik. Yani... yine aynadaki görüntü.» «Demek orada öyle oturuyorlar. Yani pattalar.» «Yanılmıyorsam ikisi de diğerinin boyun eğmesini ve suçlu olduğunu itiraf etmesini bekliyor, dostum Elijah.» «Eh, iyi ya, sen de bekle.» «Kaptan bunun mümkün olamayacağına karar verdi. Anlayacağın beklemek iki şeyden birine neden olabilir. Bir, ikisi de yıldız gemisi Aurora'ya ininceye kadar inatla beklerler ve o zaman bu entelektüel skandal da patlar. Gemisinde, adaletten sorumlu olan kaptan da sorunu gizlice çözümlemediği için rezil olur. O da buna dayanamayacağını düşünüyor.» «Ya ikinci olasılık?» «İkisinden biri suç işlediğini itiraf eder. Ama bunu gerçekten suçlu olduğu için mi yapar? Yoksa skandala engel olmak için soylu bir istek duyduğu için mi? Bilimin bir bütün olarak zarar görmesini istemeyecek kadar ahlaklı olan birini hakkı dan şeyden mahrum etmek doğru bir şey sayılır mı? Ya da suçlu son anda her şeyi İtiraf eder. Tabii bunu salt bilim uğruna yapıyormuş gibi davranır. Böylece yaptıkları yüzünden rezil olmaktan kurtulur ve diğerinden şüphelenilmesin! sağlar. Tabii bütün bunları kaptandan başkası öğrenmez ama o da yaşamının sonuna kadar korkunç bir haksızlığa neden olup olmadığını düşünmek istemiyor.» Baley içini çekti. «Tam bir körebe oyunu. Gemi Aurora'ya yaklaşırken önce kim boyun eğecek? Şimdi bütün hikâye bu mu, Daneel?» «Pek değil. Olayın tanıkları var.» «Vay vay vay! Bunu neden hemen söylemedin? Hangi tanıklar?» . «Dr. Humboldt'un kişisel uşağı...» «Herhalde o bir robot.» «Evet, tabii. Adı R. Preston. İlk konuşma sırasında uşak R. Preston da oradaymış. Her açıdan Dr. Humboİdt'u destekliyor.» «Yani Preston aslında fikrin Dr. Humboldt'un olduğunu mu söylüyor? Dr. Humboldt bunu ayrıntılarıyla Dr. Sabbat'a anlatmış. O da bu fikri alkışlamış, falan filan. Öyle mi?» «Evet. Olayı bütün ayrıntılarıyla anlatıyor.» «Anlıyorum. E, böylece sorun çözümlenmiş olmuyor mu?.. Anlaşılan olmuyor.» «Çok haklısın. Sorun çözümlenmiyor. Çünkü ikinci bir tanık daha var. Dr. Sabbat'ın kişisel uşağı R. Idda. O da bir robot. Hatta R. Prestonla aynı model. Yanılmıyorsam aynı fabrikada, aynı yıl yapılmışlar. Üstelik ikisinin de çalışma süreleri aynı.» «Tuhaf bir rastlantı. Çok tuhaf.» «Ama gerçek bu korkarım. Bu nedenle iki uşak arasındaki çok belirgin farklara dayanarak bir karara varmak da çok zor.» «Herhalde R. Idda da R. Preston'unkine benzer bir hikâye anlatıyor.» «Tamı tamına aynı. Yalnızca aynadaki görüntü gibi adlar yer değiştiriyor.» «O halde R. Idda aslında fikrin henüz ellisinde bile olmayan genç Sabbat'ın...» Lije Baley'nin



sesinde gizleyemediği bir alay vardı. O da henüz ellisinde değildi. Ama kendini hiç de genç hissetmiyordu. «... aklına geldiğini söylüyor. Yani bunu ayrıntılarıyla Dr. Humboidt'a anlattığını. Ve onun da Sabbat'ı öve öve göklere çıkardığını falan filan.» «Evet, dostum Elijah.» «Öyleyse robotlardan biri yalan söylüyor.» «Öyle gözüküyor.» «Hangisinin yalan söylediğini anlamak kolay olmalı. İyi bir robotik uzmanının yapacağı sıradan bir inceleme bile...» «Bu olayda bir robotik uzmanı yeterli olamaz. Ancak diplomalı bir robopsikoloğun böylesi önemli bir olayda vereceği karar önemli ve geçerli sayılabilir. Ancak gemide de öyle biri yok. Böyle bir inceleme ancak biz Aurora'ya eriştiğimiz zaman yapılabilir...» «O zamana kadar da olan olur. Eh, şimdi burada, Dünyadasın. Bir robopsikolog bulabiliriz. Böylelikle Dünyada olan hiçbir şey Aurora'lılann kulağına gitmeyecek ve bir skandal da olmayacaktır.» «Ama Dr. Humboldt da, Dr. Sabbat da uşaklarının Dünyalı bir robopsikolog tarafından incelenmesini istemiyor. O zaman Dünyalının...» Lije Baley ifadesiz bir sesle cümleyi tamamladı. «Robotlara dokunması gerekiyor.» «Onlar eski uşaklar. Çok değer veriliyorlar ve...» «Bir Dünyalının dokunuşlarıyla kirletilmemeleri gerekiyor. Kahretsin! Peki ne yapmamı İstiyorsun?» Baley susarak yüzünü buruşturdu. «Çok üzgünüm, R. Daneel ama beni bu işe karıştırmanın nedenini anlayamıyorum!» «Ben de bu sorunla hiçbir ilgisi olmayan bir görev yüzünden gemideydim. Kaptan bana geldi. Çünkü birinden yardım istemesi gerekiyordu. Beni bunları konuşacak kadar insanca, sırlan açıklamayacak kadar da robotça buluyordu. Bana bütün hikâyeyi anlattı ve 'Yerimde olsaydın, ne yapardın?' diye sordu. Ondan sonraki Sıçramanın bizi Aurora kadar kolaylıkla Dünyaya eriştirebileceğini anladım. Kaptana, 'Benim de sizin gibi aynadaki görüntü sorununu çözümlemem olanaksız,' dedim. 'Ama Dünyada biri var. O size yardım edebilir.» Baley hafifçe mırıldandı. «Ah ah...» «Şöyle düşün, dostum Elijah; bu bilmeceyi çözersen sana mesleğin konusunda yaran olur. Hem belki Dünya da bundan yararlanır. Tabii olayın herkese açıklanması imkânsız. Ama kaptanın kendi dünyasında büyük nüfuzu var. Sana minnet de duyar.» «Ah, üzerimdeki baskıyı büsbütün amirdin.» R. Daneel sakin sakin, «Nasıl bir yöntem uygulanması gerektiği konusunda şimdiden bazı fikirlerin olduğundan kesinlikle eminim, »dedi. «Öyle mi? Galiba en belirgin yöntem o iki matematikçiyle konuşmak. Birinden birinin hırsız olduğu anlaşılıyor.» «Korkarım ikisi de kente gelmek niyetinde değil. Ayrıca ikisi de senin onlara gitmeni istemezler.» «Tabii durum ne kadar acil olursa olsun bir Uzaycıyı bir Dünyalıyla karşı karşıya konuşmaya zorlamanın yolu da yoktur. Evet, anlıyorum, Daneel. Ama ben kapalı devre televizyonla konuşmayı düşünüyordum.» «Bu da olamaz. Bir Dünyalının onları sorguya çekmesine razı değiller.» «Peki benden ne istiyorlar? Robotlarla konuşabilir miyim?» «Robotların buraya gelmelerine de razı değiller.» «Aaa! Ama sen geldin ya, Daneel.» «Bu benim kendi kararımdı. Gemideyken bu tür kararlar verme iznim var. Beni kaptan dışında hiçbir



insan veto edemeyecek. Ve o da seninle bağlantı kurmamızı çok istiyordu. Seni tanıdığım için, televizyonla iletişim kurmanın yeterli olamayacağını düşündüm. Elini sıkmak istedim.» Lije Baley yumuşadı. «Bunu takdir ediyorum, Daneel. Ama açıkçası bu olayda hiç aklına gelmemiş olmayı tercih ederdim. Robotlarla hiç olmazsa televizyon yoluyla konuşabilir miyim?» «Bence bu sağlanabilir.» «Eh, bu da hiç yoktan iyidir. Sonuçta tüm bunlar bir robopsikoloğun işini yapacağım anlamına gelir. Tabii kabaca.» «Ama sen bir dedektifsin, dostum Elijah, bir robopsikolog değilsin ki.» «Bunu bir tarafa bırakalım şimdi. Ben robotları görmeden önce biraz düşünelim. Şimdi bana şunu söyle? İki robot da doğruyu söylüyor olabilir mi? Belki iki matematikçi arasındaki konuşmanın içeriği anlaşılmamıştır Belki iki anlama da gelebiliyordu İki robot da bu yüzden o fikrin kendi efendilerine art olduğuna gerçekten dürüstçe inandılar. Ya da bir robot konuşmanın bir bölümünü duydu, öbürü de diğer bir bölümünü. İşte o yüzden ikisi de bu fikrin kendi efendilerinden çıktığını sandılar.» «İmkânsız, dostum Elijah. İki robot da konuşmayı aynı biçimde tekrarlıyor. İki tekrarın temelinde o zıtlık var.» «Yani robotlardan birinin yalan söylediği kesin, öyle mi?» «Evet.» «Peki istersem kaptana yapılan açıklamaların kayıtlarını görebilecek miyim?» «Bunu soracağını biliyordum. Kopyaları yanıma aldım.» «İşte bu çok iyi. Robotların yapılan sorgulamaları kayıtlara geçti mi?» «Robotlar sadece hikâyelerini tekrarladılar. Sorgulamayı ancak bir robopsikolog yapabilirdi.» «Ya da ben, öyle mi?» «Sen bir dedektifsin, dostum Elijah, bir...» «Pekâlâ, R. Daneel. Uzaycı psikolojisini daha iyi kavramaya çalışacağım. Bir dedektif bunu yapabilir. Çünkü o bir robopsikolog değildir. Biraz daha düşünelim. Genellikle bir robot yalan söylemez. Ama gerekirse Üç Yasaya uymak için bunu yapar. Kendi varlığını, Üçüncü Yasaya uyarak korumak için meşru bir biçimde yalan söyleyebilir. Tabii İkinci Yasaya uygun olarak bir insanın kendisine verdiği meşru bir emri yerine getirmek için yalan söyleme ihtimali daha güçlüdür. Ve bir robot, Birinci Yasaya uyarak bir insanın hayatını kurtarmak ya da onun zarar görmesini önlemek için yalan söyleyebilir.» «Evet.» «Bu olayda, robotların ikisi de efendilerinin meslek onurunu korumaya çalışıyor sayılırlar. O yüzden gerekirse yalan da söyleyebilirler. Bu koşullarda meslek onuru neredeyse hayati değer taşır. Böylelikle robotlar Birinci Yasanınkine hemen hemen eşit bir dürtüyle yalan söyleyebilirler.» «Ama iki uşak da yalan söyleyerek birbirlerinin efendilerinin meslek onuruna zarar veriyor olurlar, dostum Elijah.» «Orası öyle. Ama iki robot da kendi efendilerinin onur ve saygınlığının değerini daha iyi kavramış olabilirler. Dürüstçe kendi efendilerinin saygınlığının diğerininkinden daha önemli olduğuna karar verebilirler. Bu durumda robot yalanım gerçekten daha az zarar verir, diye de düşünür.» Lije Baley bu sözlerden sonra bir süre konuşmadı. Sonra, «Pekâlâ,» dedi. «Robotlardan biriyle konuşmamı sağlayabilir misin? Önce R. Idda'yla konuşmam daha iyi olur sanırım.» «Dr. Sabbat'ın robotuyla mı?» Baley alayla, «Evet o gencin robotuyla,» diye mırıldandı. R. Daneel, «Bunu birkaç dakika içerisinde sağlayabilirim,» dedi. «Bir projektör takılı mikroalıcım



var. Bana gereken sadece bomboş bir duvar. Şu duvar işime yarar sanırım. Tabii o film dolaplarından bazılarını çekmeme izin verirsen.» «Çekebilirsin. Şimdi benim bir tür mikrofona konuşmam mı gerekecek?» «Hayır. Şu an yaptığın gibi konuşacaksın. Bir dakikalık bir gecikme daha olacak, dostum Elijah, lütfen kusuruma bakma. Gemiyle bağlantı kurmam ve R. Idda'yla konuşmanı sağlamam gerekiyor.» «Yapacakların zaman alacaksa bana şimdiye kadar anlatılanlarla İlgili kayıtları vermeye ne dersin, Daneel?» R. Daneel hazırlık yaparken Lije Baley de piposunu yaktı ve robotun ona verdiği ince kâğıtları karıştırdı. Dakikalar geçti. Sonra R. Daneef, «Hazırsan, R. Idda da hazır, dostum Elijah,» dedi. «Yoksa belgeleri bir süre daha okumak mı istersin?» Baley, «Hayır,» diyerek içini çekti. «Yeni bir şey öğrenemedim. Robotu çağır bakalım. Konuşmanın kaydedilip, yazılmasını da sağla.» Duvara vuran iki boyutlu görüntüsüyle gerçek değilmiş gibi gözüken R. Idda temelde yapı bakımından metalikti R. Daneel gibi insana benzeyen bir makine değildi. Uzun boylu ve iriyarıydı. Onun Baley'nin gördüğü robotlardan ayırt edilecek herhangi bir özelliği yoktu. Sadece önemsiz bazı yapı ayrıntıları farklıydı. Baley, «Selam, R. Idda,» dedi. R. Idda, «Selam, efendim,» diye cevap verdi. Boğuk sesi şaşılacak kadar insancaydı. «Sen Gennao Sabbat'ın özel uşağısın, öyle değil mi?» «Evet, efendim.» «Ne zamandan beri, oğlum?» «Yirmi iki yıldan beri, efendim.» «Ve efendinin onuru senin için çok önemli, öyle değil mi?» «Evet, efendim.» «Bunu korumak sence önemli mi?» «Evet, efendim.» «Onurunu korumak, hayatını korumak kadar önemli mi?» «Hayır, efendim.» «Onun onurunu, bir başkasınınki kadar korumak önemli mi?» R. Idda durakladı. «Bu tür olaylar kendi başlarına incelenmeli ve öyle karar verilmelidir, efendim. Genel bir kural koymak imkânsızdır.» Baley duraksadı. Bu Uzaycı robotları Dünyadaki modellerden daha mantıklı ve entelektüel konuşuyorlardı. Adam düşünme konusunda böyle bir robotu geride bırakabileceğinden de emin değildi. «Şimdi şöyle söyleyelim: Efendinin meslek onurunun bir başkasınınkinden, örneğin Alfred Barr Humboldt'unkinden önemli olduğuna karar verdiğini düşünelim. Efendini korumak için yalan söyler misin?» «Evet, söylerim, efendim.» «Efendinin Dr, Humboldt'la giriştiği tartışma konusunda ifade verirken yalan söyledin mi?» «Hayır, efendim.» «Ama yalan söylediysen, o yalanı korumak için inkâra saparsın. Öyle değil mî?» «Evet, efendim.» Baley, «Şimdi olayı düşünelim,» dedi. «Efendin Gennao Sabbat matematik alanında çok ünlü, genç bir adam. Ama genç bir adam. Dr. Humboldt'la aralarında geçen olayda dayanamayıp ahlak kurallarına aykırı bir biçimde hareket ettiyse o zaman ününe gölge düşer. Gelgelelim, o henüz çok



genç ve bu durumu telafi için de bol zaman bulur. Daha pek çok başarı kazanır ve sonunda herkes Dr. Humboldt'un fikrini çalma girişimini kanı kaynayan bir gencin hatası olarak görmeye başlar. Efendin, bu hatasını gelecekte telafi edebilir.» «Ama dayanamayarak fikri çalan Dr. Humboldt'sa o zaman durum çok daha ciddi sayılır. O başarılan yüzyıllara yayılmış yaşlı bir adam. Şimdiye kadar şerefine en ufak bir leke bile sürülmemiş. Ancak bu son yıllarında işleyebileceği bir tek suç yüzünden yaptığı her şey unutulur. Yaşayacağı nispeten kısa sürede de bu hatasını telafi etme fırsatını bulamaz. Pek az şey başarabilir. Humboldt'un efendininkinden çok daha uzun sürelerde yaptığı çalışmalar mahvolur. Eline eski durumuna gelebilmek için efendininki kadar fazla fırsat da geçmez. Humboldt'un çok daha kötü bir durumla karşı karşıya olduğunu görüyorsun değil mi? Yani onun daha fazla kollanması gerektiğini?» Uzun bir sessizlik oldu. Sonra R. Idda sakin sakin, «Ben tanıklık ederken yalan söyledim,» diye açıkladı. «O çalışma Dr. Humboldt'undu ve efendim onu haksız yere kendine mal etmeye çalıştı.» Baley, «Pekâlâ, oğlum,» dedi. «Geminin kaptanı izin verinceye kadar bu konuda kimseye bir şey söylemeyeceksin. Gidebilirsin.» Ekran karardı. Baley piposunu tüttürerek, «Sence kaptan bu konuşmayı duydu mu, Daneel?» diye sordu. «Bundan eminim. Bizim dışımızda tek tanık o.» «İyi. Şimdi de diğer robotla konuşalım.» «Ama buna ne gerek var, dostum Elijah. R. Idda'nın itirafından sonra?» «Buna kesinlikle gerek var. R. Idda'nın itirafının hiçbir değeri yok.» «Yok mu?» «Hiç yok. Dr. Humboldt'un durumunun daha kötü olduğuna İşaret ettim. Şimdi... Sabbat'ı korumak için yalan söylediyse, gerçeği açıklayacaktı. Öyle yaptığını da iddia etti. Diğer taraftan doğruyu söylediyse, Humboldt'u korumak için yalan uyduracaktı. Karşımızdaki hâlâ aynadaki görüntü ve hiçbir ilerleme göstermedik.» «Öyleyse R. Preston'u sorguya çekmekle elimize ne geçecek?» «Aynadaki görüntü kusursuz olsaydı hiçbir şey geçmezdi. Ama kusursuz değil. Sonuçta robotlardan biri doğru, biri de yalan söylüyor, işte asimetrik bir nokta. Şimdi izin ver de R. Preston'u göreyim. R. Idda'nın sorguya çekilmesi kaydedildiyse onu da bana ver.» Projektör tekrar kullanıldı. R. Preston duvardan onlara bakıyordu şimdi. Göğsündeki önemsiz birkaç ayrıntı dışında R. Idda'nın aynıydı. Baley, «Selam, R. Preston,» dedi. Konuşurken R. Idda'nın tanıklığıyla ilgili kayıtlar önündeydi. R. Preston, «Selam, efendim,» diye cevap verdi. Sesi R. Idda'nınkinin eşiydi. «Sen Alfred Barr Humboidt'un özel uşağısın. Öyle değil mi?» «Evet, efendim,» «Ne zamandan beri, oğlum?» «Yirmi iki yıldan beri, efendim.» «Ve efendinin mesleki onuru senin için önemli, öyle değil mi?» «Evet, efendim.» «Onun onurunu korumak, hayalını korumak kadar önemli mi?» «Hayır, efendim.» «Onun onurunu bir başkasınınki kadar korumak önemli mi?» R. Preston durakladı. «Bu tür olaylar kendi başlarına incelenmeli ve öyle karar verilmelidir, efendim. Genel bir kural koymak imkânsızdır.» Baley, «Efendinin onurunun bir başkasınınkinden, örneğin Gennao Sabbat'ınkinden önemli olduğuna



karar verdiğini düşünelim. Efendini korumak için yalan söyler misin?» «Evet, söylerim, efendim.» «Efendinin Dr. Sabbat'la giriştiği tartışma konusunda ifade verirken yalan söyledin mi?» «Hayır, efendim.» «Ama yalan söylediysen, o yalanı korumak için inkâra saparsın, öyle değil mi?» «Evet, efendim.» Baley, «Pekâlâ,» dedi. «Şimdi olayı düşünelim. Efendin Alfred Barr Humboldt matematik alanında büyük bir ünü olan yaşlı bir adam. Gel gelelim o yaşlı bir adam. Dr. Sabbat'la aralarında geçen olayda dayanamayarak ahlak kurallarına aykırı bir biçimde hareket ettiyse o zaman ününe gölge düşer. Ama çok ilerlemiş yaşı ve yüzyıllar boyunca başardıkları yüzünden olay önemini kaybeder. Herkes o fikri çalma girişiminin artık doğru karar veremeyen, belki de hasta bir adamın hatası olarak görür.» «Ama diğer yandan, dayanamayarak fikri çalan Dr. Sabbat'sa o zaman durum daha ciddileşir. O genç bir adam ve ünü henüz sağlam temellere dayanmıyor. Bu olay gerçekleşmeseydi, o zaman Dr Sabbat'ın önünde uzun yıllar olduğunu ve bu sürede bilgi edinerek büyük işler başaracağını düşünebilirdik. Ama artık bu onun için olanaksız. Gençliği yüzünden işlediği bir tek hata bunu engelleyecek. Dr. Sabbat'ın kaybedeceği gelecek efendininkinden çok daha uzun. Durumu anlıyorsun değil mi? Sabbat'tn durumu daha kötü ve onun daha fazla korunması gerekiyor» Uzun bir sessizlik oldu. Sonra R. Preston sakin sakin, «Ben tanıklık ederken...» diye başladı. Sonra birdenbire sustu. Artık konuşmuyordu. Baley, «Lütfen devam et, R. Preston,» dedi. Ama robot cevap vermedi. R. Daneel, «Korkarım R. Preston 'duraklama'ya girdi, dostum Elıjah.» diye açıkladı. «Artık çalışmıyor.» Baley, «Eh,» dedi. «Sonunda bir asimetri bulduk. Bu da bize suçlunun kim olduğunu gösteriyor.» «Nasıl, dostum Eiijah?» «Düşünsene. Diyelim ki sen bir insandın ve hiçbir suç da işlememiştin. Kendi robotun da bunun tanığıydı. Bu durumda senin bir şey yapmana gerek olmazdı. Robotun gerçeği söyler ve seni desteklerdi. Ancak, suçu sen isteseydin o zaman robotunun yalan söylemesini beklerdin. Durumun da daha riskli olurdu. Çünkü robot gerekirse yalan söylerdi ama aslında gerçeği açıklamak isterdi. Bu nedenle yalan, gerçek kadar sağlam olmazdı. Suçu işleyen kimse bunu önlemek için robotuna yalan söylemesini emretmek zorunda kalırdı, Tıpkı şimdiki gibi. İkinci Yasa, Birinci Yasayı iyice güçlendirirdi.» . R. Daneel, «Bu mantıklı geliyor,» dedi. «Şimdi böyle iki robot olduğunu düşünelim. Yanı suçsuzun robotuyla, suçlunun robotu. Bir robot güçlendirilmemiş gerçekten, yalana geçerdi. Bunu ancak biraz durakladıktan sonra yapar ve ciddi bir zarar da görmezdi, Diğer robot ise iyice güçlendirilmiş yalandan gerçeğe geçerdi. Ama bunu ancak beynindeki çeşitli pozitronik kanalları yakmak ve 'duraklama'ya girmek riskini göze alarak yapardı.» «Ve R. Preston 'duraklama'ya girdiğine göre...» «Hırsızlık eden R. Preston1 un efendisi Dr. Humboldt. Bunu kaptana bildirir ve ondan Dr. Humboldt'u yüzleşmesini ısrarla istersen belki de matematikçiyi zorlayarak 'her şeyi itiraf ettirebilir. Eğer böyle olursa bunu bana hemen açıklayacağını umarım.» «Tabii yaparım. Bana izin verir misin, dostum Elijah? Kaptanla yalnız konuşmalıyım.» «Tabii. Toplantı odasını kullan. Orası korunmalı.» R. Daneel çıktıktan sonra Baley hiç çalışamadı. Endişeli bir sessizlik içinde oturup bekledi. Pek çok



şey yaptığı analize bağlıydı. Dedektif, robotik konusunda uzmanlık bilgisi olmadığını da acı acı düşünüyordu. R. Daneel yarım saat sonra döndü. Baley'nin yaşantısının hemen hemen en uzun otuz dakikasıydı bu. Tabii insana benzeyen robotun ifadesiz yüzünde neler olduğunu anlamaya çalışmanın bir yararı yoktu. Baley de yüzünü ifadesizi eştirmeye çalıştı. «Evet, R. Daneel?» «Tam senin dediğin gibi oldu, dostum Elijah. Dr. Humboldt suçunu itiraf etti. Dr. Sabbat'ın boyun eğeceğini ve ona bu son zaferi sağlayacağını umuyormuş. Kriz sona erdi ve kaptan da minnet borcunu ödeyecek. Bana, ince düşünceliliğine karşı büyük bir hayranlık duyduğunu söylemem için izin verdi. Yanılmıyorsam seni önerdiğim için bana da bir iyilikte bulunulacak.» Vardığı sonuç doğru çıktığı için Baley'nin dizlerinin bağı çözülmüş, alnında ter tanecikleri belirmişti. «İyi. Ama lütfen beni bîr daha böyle zor bir duruma düşürme, Daneel, olur mu?» «Bunu yapmamaya çalışırım, dostum Elijah. Tabii her şey bir krizin önemine, senin yakınlığına ve diğer belli bazı faktörlere bağlı. Bu arada bir sorum var...» «Evet?» «Yalandan gerçeğe geçmenin, doğrudan yalana geçmekten daha kolay olduğu düşünülebilirdi sanırım. Duraklamaya giren robotun gerçeklerden yalana saptığı sonucuna varılırdı. Bu R. Preston duraklamaya girdiğine göre Dr. Humboldt'un masum, Dr. Sabbat'ın da suçlu olduğuna karar verilirdi. Öyle değil mi?» «Evet, R. Daneel, böyle bir mantık dizisi kurulabilir. Ama suçlunun kim olduğunu diğer iddia kanıtladı Humboldt suçunu itiraf etti, öyle değil mi?» «Evet, öyle. Ama birbirine zıt iki ayn olasılık da doğru olabilirdi. Sen doğru olanı böyle çabucak nasıl seçebildin, dostum Elijah?» Baley'nin dudakları titredi bir an. Sonra gevşedi ve gülümsemeye başladı «Çünkü ben insan tepkilerini hesaba kattım, R. Daneel, robotların tepkilerini değil. Benim insanlar hakkındaki bilgim robotlarınkinden çok daha fazla. Anlayacağın ben daha robotlarla konuşmadan önce hangi matematikçinin suçlu olduğu konusunda bir fikrim vardı. Robotlarda asimetrik bir tepkiye neden olduğum zaman bunu suçu hırsız olduğuna inandığım kimseye yükleyecek biçimde yorumladım. Robotik tepki, suçlu insanın her şeyi itiraf etmesine neden olacak kadar belirgindi. İnsan davranışıyla ilgili analizim bunu sağlamak için yeterli olmayabilirdi.» «İnsanların davranışlarıyla ilgili analizini merak ettim.» «Aman, R. Daneel, düşünsene! O zaman bunu sormana gerek de kalmaz Bu aynadaki görüntüyle ilgili hikâyede doğru-yalan dışında bir asimetri daha var. İki matematikçinin yaşları. Biri oldukça yaşlı, diğeriyse oldukça genç.» «Evet, tabii. Ama ne olmuş?» «Dinle, Genç bir adam düşün. Aklına devrim yaratacak şaşırtıcı bir fikir geliyor. Heyecan ve coşku içinde, tâ ilk öğrencilik yıllarından beri kendi alanında yarı tanrı saydığı adamın fikrini alıyor. Buna inanabiliyorum, ama şuna inanamıyorum: Ününe ün katmış, zaferlere alışmış yaşlı bir adamın aklına birdenbire şaşırtıcı, devrim yaratacak bir fikir geliyor. Ve hemen gidip bunu kendinden yüzyıllarca küçük bir 'bacaksıza' ya da Uzaycı deyimi neyse açıklıyor!.. Hem sonra genç bir adam, eline fırsat geçseydi bile yarı tanrı saydığı ve saygı duyduğu birinin fikrini çalar mıydı? Böyle bir şey düşünülemezdi bile. Diğer yandan, gücünün eksildiğini fark eden yaşlı bir adam yeniden ün kazanmak için bu son fırsattan yararlanır ve bu alandaki bir bebeğin hiçbir şansı olmadığını düşünürdü. Kısacası, Sabbat'ın, Humboldt'un fikrini çalması akıl almaz bir şeydi. Anlayacağın her iki açıdan da Dr. Humboldt suçluydu.» R. Daneel uzun bir süre bu konuyu düşündü. Sonra da elini uzattı. «Artık gitmem gerekiyor, dostum



Elijah Seni görmek çok hoşuma gitti. Umarım yakında tekrar görüşürüz.» Baley robotun elini dostça kavradı. «Sence bir sakıncası yoksa bu buluşma pek yakında olmasın, R. Daneel.»



KADINCA BİR SEZGİ “Kadınca Bir Sezgi – Feminine Intuition” The Magazine of Fantasy and Science Fiction dergisinin 1969 Ekim sayısında çıkmış, daha sonra Bicentennial Man and Other Stories (1976), The Complete Robot (1982) ve Robot Visions toplamalarında yer almıştır.



ÜÇ ROBOT YASASI 1. Bir robot, bir insana zarar veremez. Ya da hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine neden olamaz. 2. Bir robot, insanların verdikleri emirlere uymak zorundadır. Ancak bu tür emirler Birinci Yasayla çeliştiği zaman durum değişir. 3. Bir robot, Birinci ve ikinci Yasalarla çelişmediği sürece varlığını korumak zorundadır. Birleşik Devletler Robotlar ve Makine Adamlar Şirketinin tarihinde ilk kez bir robot, kaza sonucu Dünyada parça parça olmuştu. Kimsenin suçu değildi bu. Hava taşıtı gökyüzünde parçalanmıştı. Olanlara inanamayan soruşturma komisyonu taşıta bir göktaşının çarptığını gösteren kanıtlan açıklama cesaretini bulup bulamayacağını düşünüyordu. Başka hiçbir şey otomatik kaçışı engelleyecek kadar hızlı olamazdı. Nükleer bir patlama dışında hiçbir şey böyle zarar veremezdi. Ama bu tür bir patlama da söz konusu olamazdı. Taşıt patlamadan hemen önce gece semasında bir parıltı görüldüğü bildirilmişti. Üstelik bir amatör tarafından değil, Flagstaff Rasathanesi tarafından. Olay yerinden bir buçuk kilometre ötede toprağa göktaşı olduğu kesin bir demir parçası yeni saplanmıştı. Bütün bunlar birbirine bağlandığı zaman başka hangi sonuca varılabilirdi ki? Ancak daha önce böyle bir şey hiç olmamıştı. Ve böyle bir kazanın olamayacağıyla ilgili olasılık hesapları sonucu ortaya korkunç rakamlar çıkmıştı. Fakat bazen imkânsız şeyler de olabiliyordu. Birleşik Devletler Robot Şirketinin bürolarında kazanın 'nasıl1 ve 'neden'leri önem bakımından ikinci sıradaydılar. Asıl önemli olan robotun ortadan kalkmasıydı. Bu olay, kendi başına bile sarsıcıydı. Ama daha da önemli bir şey vardı. JN5 bir prototipti. Daha önceki dört denemeden sonra göreve gönderilen ilk robottu. Korkunç denecek kadar etkileyici olan bir gerçek de şuydu: JN5 her şeyiyle yepyepi tipte bir robottu. O zamana kadar yapılan her makine adamdan çok farklıydı. Olayı sözlerle anlatılamayacak kadar önemli hale sokan bir şey daha vardı. JN5'in parçalanmadan önce hesap edilemeyecek bir şeyi başardığı ve artık bunun sonsuza kadar öğrenilemeyeceği de anlaşılıyordu. Makine adamla birlikte Birleşik Devletler Robot Şirketinin başrobopsikoloğu da ölmüştü. Ama bu söz etmeye değer bir şey değildi. Clinton Madarian şirkete on yıl önce girmişti. Bu sürenin beş yılını Susan Calvin'in otoriter yönetimi altında, şikâyet etmeden çalışarak geçirmişti. Madarian'ın dehası çok belirgindi ve Susan Calvin de daha yaşlı uzmanları bir kenara iterek onu sessizce yükseltmişti. Zaten bunun nedenlerini Araştırma Direktörü Peter Bogert'e açıklamaya tenezzül de etmezdi. Ama aslında çeşitli nedenler göstermesine de gerek yoktu, çünkü her şey



ortadaydı. Madarian ünlü Dr. Calvin'le birçok bakımdan belirgin biçimde zıttı. Adam çifte gerdanına rağmen yine de fazla şişman değildi ve görünüşü çok etkileyiciydi. Buna karşın Susan hemen hemen hiç dikkati çekmezdi. Madarian'ın iri suratı, gür ve parlak kızılımsı kumral saçları, koyu pembe cildi, gökgürültüsü gibi sesi, etrafta yankılanan kahkahaları ve en önemlisi kendine olan güveni ve heyecanla başarılarını açıklaması odada yanında olanların soluk alacak yer kalmadığını sanmalarına neden olurdu. Susan Calvin sonunda emekli olduğu zaman Madarian onun yerini aldı. (Dr. Calvin önceden şerefine verilecek herhangi bir veda yemeğine katılmayacağını çok kesin bir tavırla belirtmişti ve bu yüzden haber ajanslarına onun emekliye ayrıldığı bile bildirilmedi.) Madarian işe başladığının ertesi günü JN projesi konusunda ilk adımı attı. Birleşik Devletler Robot Şirketi bu proje için şimdiye dek hiçbir işe yatırmadığı kadar para ayırmak zorunda kalacaktı. Ama Madarian elini nazikçe sallayarak bunun önemli olmadığını açıkladı. «Harcayacağın her peniye değer bu, Peter,» dedi. «Ve senin yönetim kurulu üyelerini ikna etmeni bekliyorum.» Bogert, «Bana nedenleri açıkla,» diye cevap verdi. Bir yandan da uzmanın bunu yapıp yapmayacağını düşünüyordu. Susan Calvin hiçbir zaman nedenleri açıklamazdı. Ama Madarian, «Tabii,» diyerek direktörün odasındaki geniş koltuğa yerleşti. Bogert onu adeta huşuyla süzüyordu. Bir zamanlar siyah olan saçları neredeyse bembeyazdı artık. On yıl sonra o da Susan'ın peşi sıra emekli olacaktı. Böylece Birleşik Devletler Robot Şirketini karmaşıklık ve önem bakımından milli hükûmetlerle rekabet edecek, bütün dünyaya yayılan bir kuruluş haline sokan ilk grup da dağılmış olacaktı. Nedense ne Bogert, ne de ondan öncekiler şirketin ne müthiş bir biçimde yayıldığını kavrayamamışlardı. Ama şimdiki yeni bir kuşaktı. Yeni uzmanlar da bu dev konusunda rahattılar. Onlarda gördüklerine inanamıyor m üş gibi ayaklarının uçlarına basarak yürümelerine neden olacak o şaşkınlık yoktu. Onun için de yollarına devam edebiliyorlardı. Tabii bu iyi bir şeydi. Madarian, «Kısıtlama uygulanmayan robotların yapımına başlamak niyetindeyim,» diye açıkladı. «Yani Üç Yasanın etkisinde olmayan robotlar mı? Ama...» «Hayır, Peter. Aklına gelen kısıtlamalar sadece bunlar mı? Kahretsin! İlk pozitronik beyinlerin yaratılmasına katkıda bulundun sen. Sana şu gerçeği söylemem mi gerekiyor? O beyinlerde, Üç Yasa dışında dikkatle tasarlanıp, araştırılmayacak bir tek kanal var mı? Belirli görevler için planlanmış olan robotlar yarattık. Onlara özel yetenekler sağlanıyor.» «Şimdi sen...» «Üç Yasanın dışında kalan her düzeydeki kanalın uçlarının açık bırakılmalarını istiyorum. Bu zor bir iş değil.» Bogert alayla, «Tabii değil,» dedi. «Yararsız şeyler hiçbir zaman zor değildir. Zor olan kanalları ayarlamak ve robotu yararlı bir hale sokmaktır.» «Ama bu neden zor olsun? Kanalların belirlenmesi için epeyce uğraşmak gerekiyor. Çünkü Değişkenlik Prensibi pozitron kitlelerindeki parçacıklar bakımından önemli. Ve değişkenlik etkilerinin iyice azaltılması gerekiyor. Ama bu neden şart? Prensibin kanalların önceden tahmin edilemeyecek bir biçimde kesişmelerine İzin verecek kadar etkili olmasını sağlarsak...» «Karşımızda ne yapacağı önceden kestirilemeyen bir robot dur.» Madarian hafif bir sabırsızlıkla, «Yaratıcı bir robot olur,» diye düzeltti. «Peter, insan beyninde bir robotta bulunmayan bir şey varsa o da atom içindeki değişkenlik etkilerinin yol açtığı belli belirsiz bir özelliktir. Kesinlikle tahmin edilemeyecek bir şey. Bu etkinin sinir sistemi içinde, deneylerle



gösterilmediğini itiraf ediyorum. Ama bu özellik olmazsa insan beyni prensip bakımından bir robotunkinden daha üstün olamaz.» «Sen bu etkiyi robot beynine katarsan insan kafasının prensip bakımından bir makine adamınkinden daha üstün olamayacağını düşünüyorsun.» Madarian, »Evet, ben kesinlikle buna inanıyorum,» dedi. Ondan sonra iki uzman uzun uzun konuştular. Yönetim kurulu çabucak ikna olmak niyetinde değildi. Şirketteki en büyük hisse sahibi Scott Robertson, «Kamunun robotlara olan düşmanlığı her zaman su yüzüne çıkabilir. O yüzden robot endüstrisini yönetmek oldukça zor. Eğer halk, robotların kontrol edilmeyeceklerini öğrenirse... Ah, bana Üç Yasadan söz etmeyin. Sıradan bir vatandaşın 'kontrolsüz' sözcüğünü duyması yeterli. O zaman Üç Yasanın kendisini koruyacağına kesinlikle inanmaz.» Madarian, «O halde bu sözcüğü kullanmayın,» diye cevap verdi. «Robot için... 'sezgileri olan' bir makine deyin.» Biri mırıldandı. «Sezgileri olan bir robot... Bir kız robot mu bu?» Toplantı masasının etrafındakilerin dudaklarında tebessümler uçuştu. Madarian hemen fırsattan yararlandı. «Pekâlâ. Bir kız robot. Tabii bizim robotlarımızın cinsiyetleri yok. Bu seferki de öyle olacak. Ama biz her zaman robotlar sanki erkekmişler gibi davranıyoruz. Onlara sevimli erkek adları takıyoruz. Erkekmişler gibi davranıyor ve öyle konuşuyoruz. Şimdi, bu robota gelelim. Önerdiğim beynin matematik yapısı JN koordinat sistemine giriyor. İlk robot JN1 olacak. Ben ona 'John1' adının verileceğini düşünüyordum... Korkarım vasat bir robot uzmanının orijinallik düzeyi bu. Ama, kahretsin! Robota neden 'Jane1' adını vermeyelim? Toplumun ne yaptığımızı ille öğrenmesi gerekiyorsa o zaman sezgileri dan bir kadın robot yarattığımızı söyleriz.» Robertson başını salladı. «Bu neyi değiştirir ki? Siz şimdi şunu söylüyorsunuz: Prensip olarak robot beyninin insanınki kadar üstün olmasını engelleyen son engeli ortadan kaldıracaksınız. Sizce toplum böyle bir şeye nasıl bir tepki gösterecek?» Madarian, «Bunu kamuya açıklayacak mısınız?» diye sordu. Ardından bir süre daha düşünüp ekledi. «Dinleyin. Genellikle toplumun inandığı bir tek şey vardır. İnsanlar kadınların erkekler kadar zeki olmadığını düşünürler.» Masadaki erkeklerin çoğunun yüzlerinde ani bir kaygı belirdi. Hepsi de sanki Susan Calvin her zamanki yerindeymiş gibi, onun eski masasını baştan aşağı süzdüler. Madarian, «Bir kadın robot yarattığımızı ilan edersek,» dedi. «İnsanlar, onun ne olduğuna aldırmaz bile. Hemen onun kafaca geri olduğunu düşünür. Biz sadece robotu 'Jane1* diye tanıtırız. Başka bir şey söylememize de gerek yok zaten. O zaman güvende oluruz.» Peter Bogert yavaşça ekledi. «Aslında hepsi bu kadar değil. Madarian'la ben matematik denklemlerini dikkatle kontrol ettik. JN dizisi, ister John olsun, ister Jane, aslında güvenli olacak. Bu robotlar planladığımız ve yaptığımız diğer pek çok diziden daha az karmaşık ve zekâ bakımından daha üst düzeyde olacaklar. Sadece bir faktör eklenecek. Şey... bundan 'sezgi' diye söz etmeye alışmalıyız.» Robertson homurdandı. «Onun neler yapacağını kim bilir?» «Madarian robotun yapabileceği bir şeyi açıkladı. Bildiğiniz gibi Uzayda Sıçrama prensip olarak geliştirildi. Artık insanın ışık hızından öte hiper-hıza erişmesi ve diğer yıldız sistemlerini dolaşarak kısa bir süre sonra dünyaya dönmesi mümkün. En fazla birkaç haftada.» Robertson, «Bu bizim için yeni bir şey değil,» dedi. «Robotlar olmasaydı bu da başarılamazdı.» «Tabii! Ama bunun bize bir yararı olmuyor. Çünkü hiper-hız yönteminden yararlanamıyoruz. Sadece bir kere bunu gösteri olarak yaptık. Sırf ABD Robot biraz itibar kazansın diye. Uzayda Sıçrama



tehlikeli bir yöntem. Bunun için çok fazla enerji harcanıyor, o yüzden de müthiş pahalı. Ama yine de bu yöntemden yararlanacaksa k o zaman insanların yaşayabilecekleri bir gezegenin var olduğunu açıklamak işimize yarar. Bundan 'psikolojik bir gereksinim' diye söz edebiliriz. Uzayda bir tek Sıçrama için yirmi trilyon dolar kadar para harca, ondan sonra da bilimsel bulgulardan başka bir şey açıklama. İşte halk o zaman parasının neden ziyan edildiğini öğrenmek ister. Ama insanların yaşayabileceği bir gezegen bulduğunu açıkla, o zaman bir yıldızlararası Kolomb sayılırsın ve kimse de parayı düşünerek endişelenmez.» «Yani?» «Yani... insanların yaşayabilecekleri bir gezegeni nerede bulacağız? Ya da şöyle diyelim: şimdiki durumunda Uzayda Sıçramanın erişebileceği, üç yüz ışık yılı sınırının içine giren üç yü* bin yıldız ve yıldız sisteminden hangisinin insanların yaşayabileceği bir gezegen olma olasılığı var? Üç yüz ışık yılıyla sınırlanan alandaki komşularımızdan her bir yıldız hakkında pek çok, ayrıntılı bilgi edindik. Ve her birinin bir gezegen sistemi olduğunu düşünüyoruz. Ama hangisinde yaşanabilir bir gezegen bulunuyor? Hangisini ziyaret edeceğiz?.. İşte bunu bilmiyoruz.» Direktörlerden biri, «Bu robot Jane bize nasıl yardım edebilir?» diye sordu. Madarian bu soruyu cevaplayacakken birden Bogert'e hafif bir işaret yapınca hemen ne demek istediğini anladı. Bogert'in açıklamalarını kabul etmeleri olasılığı daha fazlaydı. Direktör aslında bu fikri pek beğenmiyordu. JN dizisi başarısızlığa uğrarsa kendisi de projeyi en fazla destekleyenlerden olduğu için suçlanmaktan kurtulamayacaktı. Diğer yandan emeklilik de çok uzaklarda değildi. Plan başarılı olursa işini göz kamaştırıcı bir üne kavuşarak bırakabilirdi. Belki de her şeyin nedeni Madarian'ın o müthiş güveniydi. Ama Bogert de gerçekten projenin uygulanabileceğine inanmaya başlamıştı, Direktör, «Belki de,» dedi. «O yıldızlarla ilgili bilgilerden oluşan kitaplıkta, bir yerde Dünya gibi yaşanabilir gezegenlerin varlığını hesaplamanın yöntemleri de var. Bize bütün gereken o bulguları doğru kavrayıp uygun, yaratıcı bir açıdan bakmak ve değişkenleri birbirlerine doğru biçimde bağlamak. Biz bunu henüz yapmadık. Ya da bir astronom bunu yaptı ama ele geçirdiğinin ne olduğunu kavrayacak kadar zeki değildi. «JN1 tipi bir robot değişkenleri bir insandan daha hızlı ve dakik bir biçimde birbirlerine bağlayabilir. Bir gün içerisinde bir insanın on yılda başaracağı işi yapar Yani değişkenleri birbirlerine bağlar ve işe yaramayanları bir kenara atar. Bundan başka gerçekten de gelişigüzel diyebileceğimiz biçimde çalışabilir. Buna karşın bir insanın güçlü önyargıları vardır. Bunun temelinde inançlar ve peşin kavramlar yatar.» Bu sözlerden sonra uzun bir sessizlik oldu. Sonunda Robertson, «Ama bu da sadece bir olasılık,» dedi. «Öyle değil mi? Robotun, 'Şu kadar ışık yılı ötede, yaşanabilir olması ihtimali en yüksek gezegen FalanFilan 17,' diye açıkladığını farzedelim Ya da buna benzer bir şey söylediğini. Biz de kalkar o gezegene gider ve o ihtimalin yine sadece bir ihtimal olduğunu ve yaşanabilecek hiçbir gezegen bulunmadığını görürüz. O zaman ne yaparız?» Bu sefer Madarian atıldı. «Yine de kazanırız. Robotun sonuca nasıl vardığını biliriz. Çünkü o... kız bunu bize söyler. Böylece astronomik ayrıntılar konusunda müthiş bir bilgi edinmemizi sağlayabilir. Üstelik Uzayda Sıçrama yapmadan! Ayrıca en akla yakın beş gezegenin yerlerini saptayabiliriz. O beşten birinin yaşanabilecek bir gezegen olması ihtimali de 0.95'den daha yüksek çıkabilir. O zaman hemen hemen emin olur...» Ondan sonra uzun bir süre konuştular Ayrılan fon hiç de yeterli değildi. Ama Madarian insanların kayba uğradıkları zaman durumu kurtarmak için tekrar para harcadıklarını biliyor, buna güveniyordu. Yönetim kurulu iki yüz milyonun,



bir daha kazanılmamak üzere kaybedileceğini ama ek bir yüz milyonun durumu kurtaracağını öğrenecekti. Ve herhalde o zaman bu yüz milyonun ayrılması için hemen oy verecekti. Jane1 sonunda oluşturuldu ve teşhir edildi. Peter Bogert onu... kızı... ciddi ciddi inceledi. «Neden beli ince? Bu mekanik bir zayıflığa neden olmuyor mu?» Madarian güldü. «Dinle. Madem ona Jane adını vereceğiz, o halde Tarzan'a benzemesine hiç gerek yok.» Bogert başını salladı. «Bu hoşuma gitmedi. Yakında göğüslü gibi durması için daha yukarıyı şişkinleştireceksin. Ve bence bu pek kötü olur. Kadınlar robotların onlara benzeyebileceğini anlarlarsa akıllarına olmayacak şeyler gelir. Bunların ne olacağını sana kesinlikle de söyleyebilirim. Sonra da robotlara gerçekten düşman olurlar.» Madarian, «Belki bu konuda haklısın,» dedi. «Hiçbir kadın yerini kendisi gibi kusurlu olmayan bir şeyin alabileceğini düşünmek istemez. Pekâlâ.» Jane2'nin beli ince değildi. Ender hareket eden ve daha da ender konuşan, kasvetli bir robottu o. Madarian robotun yapılışı sırasında Bogert'e ancak arada sırada gelerek, ona bilgi vermişti. Bu da işlerin iyi gitmediğinin en büyük kanıtıydı. Aslında Madarian'ın başarıya eriştiği zamanki coşkusu adeta boğucuydu. Bir müjde vermek için gecenin üçünde Bogert'in yatak odasına dalmaktan kaçınmaz, sabahı beklemezdi. Bogert bundan emindi. Madarian şimdi sessizleşmiş gibiydi. Genellikle pespembe olan yüzü soluk, yuvarlak yanakları çökmüş gibiydi. Bogert yanılmadığından emin bir tavırla, «O konuşmuyor,» dedi. «Ah, konuşmasına konuşuyor.» Madarian bir koltuğa çökerek alt dudağını dişlemeye başladı. «Hiç olmazsa arada sırada.» Bogert ayağa kalkarak robotun etrafında dolaştı. «Herhalde konuştuğu zaman sözlerinden bir anlam çıkmıyor. Eh, madem konuşmuyor, o halde bir kadın sayılamaz. Öyle değil mi?» Madarian bitkince gülümsemeye çalıştı ama sonra bundan da vazgeçti. «Beyin, tek başınayken bütün ayrıntıları uygundu.» Bogert, «Biliyorum,» dedi. «Ama beyine robotun fiziksel ayrıntılarının kontrolü verileceği zaman bazı değişiklikler yapıldı. Bu gerekliydi tabii.» Bogert'in uzmana yardım etmeye hiç niyeti yoktu. «Tabii.» «Ama önceden tahmin edilemeyecek ve düş kırıklığı yaratacak bir biçimde. Tabii değişkenliğin hesabıyla uğraşırken her şey...» Bogert, «Değişkendir,» dedi. «Öyle mi?» Gösterdiği tepki kendi kendini de şaşırtıyordu. Şirketin verdiği para şimdiden astronomik rakamlara erişmişti. Aradan hemen hemen iki yıl geçmesine karşın sonuçlar, kibarcası düş kırıklığı yaratacak gibiydiler. Ama Bogert buna rağmen Madarian'ı iğneliyor ve bu durumla eğleniyordu. Bogert adeta sinsice, yoksa iğnelemeye çalıştığım artık burada olmayan Susan Calvin mi, diye düşündü. Madarian her şey yolunda gittiği zaman pek coşkulu ve neşeli oluyordu. Susan hiçbir zaman öyle olmazdı. İşler kötüye gittiği zaman Madarian'ın bütün keyfi kaçıyordu. Oysa Susan özellikle baskı altındayken hiç şaşalamazdı. Madarian tam on ikiden vurulacak bir hedefti. Böylece hiçbir zaman hedef olmamayı başaran Susan'm acısı ondan çıkarılmış olurdu. Madarian, Bogert'in son sözlerine bir tepki göstermedi. Susan Calvin gibi. Ama kadın gibi Bogert'i aşağı gördüğü için değil. Adamın sözlerini duymadığından. Uzman tartışmaya hazırlanıyormuş gibi, «Sorun, ayırt etmeyle ilgili,» diye açıkladı. «Jane2 bilgileri



birbirine hangi konuda olursa olsun çok iyi bağlıyor. Ama bu işi başardıktan sonra değerli bir sonuçla değersizini birbirinden ayırt edemiyor. Bu kolay bir sorun değil. Herhangi bir robotu önemli bir bağlantıyı fark etmesi için programlaman gerekiyor. Ama onun ne tür bağlantılar yapacağını bilmiyorsun.» «Herhalde W21 diot bağlantısında potansiyeli düşürmeyi ve endüksiyon bobinini...» «Hayır, hayır, hayır...» Madarian'ın sesi gitgide hafifleyerek fısıltıya dönüştü. «Robotun her şeyi söyleyivermesini istemeyiz. Bunu kendimiz de yapabiliriz. Önemli olan robotun hayati bağlantıyı tanıması ve bundan bir sonuç çıkarması. Anlayacağın bunu başardıktan sonra Jane robot cevabı sezgiyle açıklar. Bu bizim elde edemeyeceğimiz bir şey dur. Ancak şans eseri yakalayabileceğimiz bir şey.» Bogert alayla, «Durum bana şöyle gözüküyor,» diye mırıldandı. «Öyle bir robotun olursa ona, arada sırada ancak bir dâhinin başarabildiği şeyleri devamlı yaptırabileceksin.» Madarian başını heyecanla salladı. «Evet, öyle, Peter! Eğer yönetim kurulu üyelerini korkutmaktan çekinmeseydim bunu da açık açık söylerdim. Lütfen bu sözleri onların duyabilecekleri yerlerde tekrarlama.» «Sen gerçekten dâhi bir robot istiyor musun?» «Sözcükler nedir ki? Ben müthiş bir hızla gelişigüzel bağlantılar kurabilen bir robot elde etmeye çalışıyorum. Ayrıca makinenin çok kritik bağlantıları kavrama yeteneği de yüksek oranda olacak. Ve ben o sözleri pozitronik alan denklemlerine katmaya çalışıyorum. Bunu başardığımı sanıyordum. Ama başaramamışım. Henüz değil.» Jane2'ye hoşnutsuzca bakarak ekledi. «Bulduğun en önemli şey hangisi, Jane?» Jane2 başını döndürerek Madarian'a baktı ama sesini çıkarmadı, uzman bıkkınca, «Bunu bağlantı bankalarına veriyor,» diye fısıldadı. Jane2 sonunda ifadesiz bir sesle, «Emin değilim,» dedi. İlk kez konuşuyordu. Madarian gözlerini tavana dikti. «Çözümleri kesin olmayan denklemler hazırlamaya benzer bir şey yapıyor.» Bogert, «Bunun farkındayım,» dedi. «Dinle, Madarian, bu noktada bir gelişme sağlayabilecek misin? Yoksa yarım milyar zararı sineye çekip, çalışmaları burada durduracak mıyız?» Madarian, «Ah, başarılı olacağım...» diye konuştu. Jane3 başarılı olamadı. Robot doğru dürüst çalıştırılmadı bile. Madarian öfkeden çıldırıyordu. Bir insan hatasıydı bu. Kesin olarak söylemek gerekirse Madarian'ın kendi hatası. Ama uzmanın çok zavallı duruma düşmüş olmasına rağmen diğerleri hiç seslerini çıkarmadılar. Pozitronik beyinle ilgili korkunç derecede karmaşık matematik denklemlerinde hata yapan biri, yanlışlığın düzeltilmesi için de ilk değişiklik formüllerini doldurmalıydı. Jane4 hemen hemen bir yıl sonra hazır oldu. Madarian'ın keyfi yerindeydi yine. «Bu işi başarıyor. Değerlendirme yeteneği oranı epeyce yüksek.» Uzman, robota güvendiği için onu yönetim kuruluna da çıkardı ve Jane4'ün çeşitli soruları çözmesini sağladı. Matematik problemlerini değil. Bunu herhangi bir robot yapabilirdi. Jane4 yanlış olmamakla beraber şaşırtıcı terimlerle dolu problemleri çözdü. Bogert daha sonra, «Aslında bu pek önemli değil,» dedi. «Tabii değil. Jane4 için çok da kolay. Ama yönetim kuruluna bir şeyler göstermem gerekiyordu. Öyle değil mi?» «Şu ana kadar kaç para harcadığımızı biliyor musun?»



«Haydi, Peter, bırak bu lafları. Paramıza karşılık ne çok şey elde ettiğimizi biliyor musun? Bütün bunlar boşlukta kaybolmazlar Bunu sen de biliyorsun. Bu iş yüzünden üç yıldan daha uzun bir süre cehennem hayatı sürdüm. Ama o arada yeni hesap teknikleri geliştirdim. Ve onların sayesinde bu andan sonsuza kadar hazırladığımız her pozitronik beyin için maliyet en aşağı elli bin dolar düşecek. Tamam mı?» «Şey...» «Şeyi meyi yok! Bu böyle. Ben, kişisel olarak, değişkenliğin n boyutu hesabının başka pek çok biçimde uygulanabileceğine inanıyorum. Tabii onları bulacak kadar zekiysen. Ve benim Jane robotlarım onları bulacaklar. İstediğimi tamı tamına elde ettiğim zaman JN serisi beş yıl içerisinde yapılan bütün masrafları çıkaracak. Şu ana kadar yapılan yatırımların üç katını harcasak bile.» «Ne demek 'istediğimi tam tamına elde ettiğim zaman'? Jane4'ün nesi var?» «Hiçbir şeyi yok. Ya da önemli bir derdi olmadığını söyleyebiliriz. Doğru yolda ilerliyoruz ve onu daha da geliştirmek niyetindeyim. Jane4'ü yarattığım zaman nereye gittiğimi bildiğimi sanıyordum. Şimdi onu denedim ve artık nereye gittiğimi biliyorum. Ve oraya erişeceğim.» Jane5 tam istendiği gibiydi. Madarian robotu yaratmak için bir yıldan fazla uğraştı. Bu konuda artık hiçbir endişesi yoktu. Robota tümüyle güveniyordu. Jane5 vasat robotlardan daha kısa, daha inceydi. Jane1 gibi bir kadın karikatürü olmasa da onda yine de kadınca bir yan vardı. Üstelik bir tek belirgin kadınsı ayrıntısı olmamasına rağmen. Bogert, «Bunun nedeni duruş tarzı,» dedi. Jane5 kollarını zarifçe tutuyordu. Ve döndüğü zaman gövdesi sanki hafifçe kavisliymiş gibi bir izlenim bırakıyordu. Madarian başını salladı. «Şimdi onu dinle... Kendini nasıl hissediyorsun, Jane?» Jane5, «Sağlığım çok yerinde, teşekkür ederim,» diye cevap verdi. Sesi tam bir kadınınki gibiydi. Tatlı ve biraz da etkileyici bir kontralto. Bogert şaşırdı. «Bunu neden yaptın, Clinton?» Kaşları çatılmaya başlıyordu. Madarian, «Bu psikolojik açıdan önemli,» diye açıkladı. «Ben herkesin onu bir kadın gibi düşünmesini istiyorum. Ona bir £adınmış gibi davranmasını, bazı şeyleri açıklamasını.» «Herkes dediğin kim?» Madarian ellerini ceplerine sokarak düşünceli bir tavırla Bogert'e baktı. «Jane'le birlikte Flagstaff'a gitmem için gerekli hazırlıkların yapılmasını istiyorum.» Bogert uzmanın robottan söz ederken «Jane5» demediğini farketti. Madarian bu sefer hiç numara kullanmamıştı. Direktör kuşkuyla, «Flagstaff'a mı?» dedi. «Neden?» «Çünkü orası Genel Gezegen biliminin merkezi, öyle değil mi? Oradakiler yıldızları inceliyor ve yaşanabilecek gezegenlerle ilgili olasılıkları hesaplıyorlar.» «Bunu biliyorum. Ama orası Dünyada.» «Ah, herhalde bunu ben de biliyorum.» «Dünyada, robot hareketleri çok sıkı kontrol edilir. Ayrıca oraya gitmeye gerek yok. Buraya Genel Gezegen bilimiyle ilgili bir kitaplık dolusu eser getirt. Bırak Jane onları sindirsin.» «Olmaz. Lütfen şu gerçeği kafana sokar mısın? Jane sıradan, mantıklı bir robot değil. Onda sezgi gücü var.» «Yani?» «Yani onun neye ihtiyacı olduğunu nasıl bilebiliriz? Neleri kullanabileceğini? Onu neyin doğru yola götüreceğini? Fabrikadaki herhangi bir mekanik modele kitap okutabiliriz. Ama bu donmuş ve modası geçmiş bilgidir. Jane'e yaşayan bilgiler verilmeli Ses tonlarını duymalı. İkinci derecedeki konuları



öğrenmeli. Hatta tam anlamıyla konu dışı şeyleri bile İçinde neyin şık şık edeceğini ve bir şekil oluşturacağını nasıl bilebiliriz? Ya da ne zaman olacağını? Bunu bilseydik o zaman Jane'e ihtiyacımız olmazdı, öyle değil mi?» Bogert baskıdan sıkılmaya başlıyordu. «Öyleyse adamları buraya getir. Genel Gezegencileri.» «Onların buraya gelmeleri bir işe yaramaz. Kendi ortamlarından uzaklaşmış olurlar. Normal bir tepki gösteremezler. Ben Jane'in o uzmanları çalışırlarken izlemesini istiyorum. Onların araç ve gereçlerini, bürolarını, masalarını, bu uzmanlarla ilgili her şeyi görmeli. Jane'in FlagstafTa nakledilmesini sağlamalısın. Ve ben artık bu konuyu daha fazla tartışmak istemiyorum.» Biran hemen hemen Susan Calvin gibi konuşmuştu. Bogert yüzünü buruşturdu. «Böyle bir şeyi sağlamak zor. Karmaşık bir iş bu. Bir deney robotunu nakletmek...» «Jane bir deney robotu değil. Bir dizinin beşincisi.» «Diğer dördü aslında çalışır modeller değillerdi,» Madaria öfkeyle ellerini kaldırdı. «Seni, bunu hükûmete açıklaman için kim zorluyor?» «Beni endişelendiren hükûmet değil. Hükûmete özel durumlar anlatılabilir,J3eni düşündüren kamuoyu. Elli yılda çok İlerledik ve ben, bir robotun kontrolünü kaybettiğin için yirmi beş sene geri gitmeyi istemem...» «Kontrolü kaybedecek değilim! Budalaca laflar söylüyorsun! Dinle! Birleşik Devletler Robot Şirketi özel bir uçak tutabilecek durumda. Gizlice en yakındaki bir ticari havaalanına ineriz. Ve oraya inip kalkan uçaklar arasında dikkati bile çekmeyiz. Büyük, kapalı bir yer taşıtının bizi karşılayarak Flagstaff'a götürmesini sağlarız. Jane ambalajlanmış olur. Herkes de robotlarla ilgisi olmayan bazı araç ve gereçlerin laboratuvarlara götürüldüğünü sanır. Kimse bize ikinci defa dönüp bakmaz bile. Flagstaff'takiler de uyarılır ve onlara ziyaretimizin kesin amacı açıklanır. Onlar da bizimle işbirliği yapmak ve sızıntıları önlemek için çabalarlar. Çünkü bu onların da lehine dur.» Bogert düşünürcesine, «Uçak ve yer taşıtı tehlikeli bölümler. Ambalaj sandığına bir şey olursa...» diye mırıldandı. «Hiçbir şey olmayacak.» «Jane nakil sırasında bir yere kapatılırsa bu işi başarabiliriz. Ama yine de biri ambalaj sandığının içinde robot olduğunu anlarsa...» «Hayır, Peter! Bu yapılamaz. Jane5'e olmaz bu. Dinle, o çalıştırıldığından beri çağrışımlar yapıyor. Sahip olduğu bilgi durdurulduğu sırada bankaya yerleştirilebilir ama çağrışımlar asla. Hayır, efendim. Jane hiçbir zaman durdurulamaz!» «Ama çalışan bir robotu naklettiğimiz anlaşılırsa...» «Anlaşılmayacak.» Madarian fikrinden caymadı ve uçak sonunda hareket etti. Bu son model bir komputo-jetti ama önlem olarak uçağa ABD Robot'un kendi adamlarından bir pilot da alınmıştı. Jane'in içinde olduğu ambalaj sandığı sağsalim havaalanına erişti. Bu uçaktan yer taşıtına geçirildi. Ve kazasız belasız Flagstaff'takİ araştırma laboratuvarlarına erişti. Madarian, Flagstaff'a vardıktan hemen hemen bir saat sonra Peter Bogert'i aradı. Uzman pek sevinçliydi ve her zamanki gibi haberleri vermek için sabırsızlanıyordu. Mesaj tüplü laser ışınıyla gönderildi. Korunmalıydı ve genellikle başkalarının anlaması da imkânsızdı. Ama Bogert yine de öfkelendi. Direktör yeterli teknik yeteneği olan birinin isterse yakalayabileceğini biliyordu. Örneğin, hükûmet. Tek gerçek güven hükûmetin böyle bir şeye kalkışmak için bir nedeni olmamasıydı. Hiç olmazsa Bogert böyle umuyordu. Direktör, «Tanrı aşkına!» dedi. «Beni araman şart mıydı?» Madarian bu sözlere aldırmadı bile. Sevinçle, «Bu gerçek bir ilhamdı,» diye bağırdı. «Müthiş bir



deha diye buna denir!» Bogert alıcıya bakakaldı. Sonra kulaklarına inanamıyormuş gibi bağırdı. «Yani cevabı buldun mu? Hemen?» «Hayır hayır! Kahretsin! Bize biraz zaman tanı. Ben Jane'in sesinin gerçek bir ilham olduğunu kastettim. Dinle. Şoför bizi havaalanından Flagstaff'takİ ana binaya götürdü. «Ambalaj sandığını açtık, Jane sandıktan çıktığı zaman adamların hepsi de hemen gerilediler. Korktular çünkü! Geri zekâlılar! Bilim adamları bile Robot Yasasının önemini kavrayamadıktan sonra eğitim görmemiş, sıradan birinden ne bekleyebilirsin? Ben bir an, bütün bunların hiçbir yararı olmayacak, diye düşündüm. Bu adamlar konuşmayacaklar. Jane sapıtıp sağa sola saldırırsa oradan çabucak nasıl kaçacaklarını düşünecekler. Kafalarını başka hiçbir konuya vermeyecekler.» «E, peki neyi anlatmaya çalışıyorsun?» «Sonra Jane her zaman yaptığı gibi adamları selamladı. 'Günaydın, baylar,' dedi. 'Sizinle tanıştığım için seviniyorum. Bütün bunları o güzel kontralto sesiyle söyledi... Ve bu yeterli oldu. Uzmanlardan biri kravatını düzeltti, bir diğeri parmaklarını saçlarının arasına soktu. Beni en çok yaşlı bir adamın davranışı etkiledi. O pantolonunun fermuarının açık olup olmadığını kontrol etti. Şimdi hepsi de Jane'e bayılıyorlar. O ses hepsini etkiliyor. Şimdi Jane onlar için bîr robot değil, bir kız.» «Yani uzmanlar Jane'le konuşuyorlar mı?» «Konuşmak ne kelime! Hem de ne konuşuyorlar! Jane'i seksi bir ses tonuyla konuşması için programlamalıymışım. Bunu yapsaydım herhalde şimdi hepsi randevu istiyor olacaklardı. Koşullandırılmış refleks buna denir işte! Dinle, erkekler seslerin etkisinde kalıyorlar. En mahrem anlarda bakıyorlar mı? Hayır, onlar İçin kulaklarındaki ses...» «Evet, Clinton, ben de hatırlar gibi oldum. Jane şimdi nerede?» «Onların yanında. Adamlar Jane'i bırakmıyorlar.» «Kahretsin! Onun yanına git. Jane'i hiçbir zaman gözden kaçırma!» Madarian ondan sonra Flagstaff'ta kaldığı on gün süresince Bogert'i öyle pek sık aramadı. Zaten o süre içinde keyfi de gitgide kaçmaya başladı. Uzman Bogert'e Jane'in anlatılanları dikkatle dinlediğini ve arada sırada da karşılık verdiğini bildirdi. Uzmanlar ona bayılıyor, her yere girmesine izin veriyorlardı. Ama deneyden henüz bir sonuç alınamamıştı. Bogert, «Hiçbir şey elde edilemedi mi?» diye sordu. Madarian hemen kendini savunmaya çalıştı. «'Hiçbir şey elde edilemedi,' denemez. Sezgileri olan bir robot için böyle bir şey söylemek olanaksızdır. Onun kafasında neler olduğunu bilemezsin. Bu sabah Jensen'e kahvaltıda ne yediğini sordu.» «Astrofizikçi Rossiter Jensen'e mi?» «Evet, tabii. Sonra adamın bu sabah kahvaltı etmediği anlaşıldı. Daha doğrusu bir fincan kahve içmişti.» «Demek Jane havadan sudan söz etmeyi öğreniyor. Ama tabii bu yapılan bütün masrafları...» «Ah, saçmalama! Jane'inki gevezelik değildi. Jane için hiçbir şey 'havadan sudan' diye tanımlanamaz. O bu soruyu sordu çünkü kafasında kurduğu değişkenlerin bir tür çapraz bağlantısıyla İlgisi vardı bunun.» «Peki ne yararı...» «Ben ne bileyim? Bilseydim, ben de bir Jane olurdum, o zaman ona da ihtiyacınız kalmazdı. Ama bütün bunların bir anlamı olmalı. O en uygun uzaklıktaki yaşanabilir bir gezegenle ilgili soruya cevap bulma isteğiyle programlandı.» «O halde bana bunu başardığı zaman haber ver. Daha önce beni arama. Mümkün olan bağlantıların



günlük gelişmeleriyle ilgili bilgiler hiç gerekli değil.» Bogert, Madarian'm başarıyı müjdeleyeceğini hiç sanmıyordu. Direktör geçen her günle umudunu biraz daha kaybetmekteydi. Sonunda haber geldiğinde buna hiç hazırlıklı değildi. Madarian son, kritik haberi verdiği zaman adeta fısıltıyla konuştu. Coşku, çizdiği daireyi tamamlamış ve uzman da duyduğu mutluluk yüzünden sakinleşmişti. Madarian, «Basardı,» diye açıkladı. «Başardı. Hem de ben tam her şeyden vazgeçmek üzereyken. Jane laboratuvarlarda her şeyi dinledi. Çoğunu iki üç kez hem de. Ama işe yarar bir tek kelime bile söylemedi... Ben şimdi uçaktayım. Dönüyoruz. Yeni havalandık.» Bogert sonunda soluk almayı başarabildi. «Oyun oynamanın sırası değil, be adam! Cevabı elde ettin mi? Eğer öyleyse bunu söyle! Açık açık söyle!» «Cevap Jane'de. Cevabı bana açıkladı. Seksen ışık hızı sınırı içerisindeki üç yıldızın adını verdi. Söylediğine göre her birinin yaşanabilir bir gezegen olma ihtimali yüzde altmış ile doksan arasıymış. Hiç olmazsa birinin öyle bir gezegen olması ihtimali 0.972. Yani neredeyse kesin. Ve bu en önemsiz yanı. Oraya döner dönmez Jane bize bu sonuca varmasına neden olan mantık dizisini açıklar. Bence o zaman bütün astrofizik ve kozmoloji bilimleri...» «Emin misin...» «Hayal gördüğümü mü sanıyorsun? Bir tanığım bile var. Jane birdenbire o harika sesiyle cevabı açıklamaya başladığı zaman adamcağız da havaya sıçradı...» İşte tam bu anda göktaşı çarptı ve uçak tümüyle paramparça oldu. Madarian'la pilot kanlı et parçacıkları halini aldılar. Jane'in ise işe yarar bir tek parçası bile bulunamadı. ABD Robot Şirketinde hava hiçbir zaman bu kadar sıkıntılı olmamıştı. Robertson uçağın ortadan kalkmasıyla şirketin yasal olmayan işlere giriştiğini gösterecek hiçbir iz kalmadığını düşünerek kendi kendini teselliye çalışıyordu. Peter Bogert başını sallayarak üzüntüsünü dile getirdi. «ABD Robot Şirketinin halkın gözüne girmesi için bu büyük bir fırsattı ve biz onu kaçırdık. Halk o lanet olasıca Frankenstein kompleksinden kurtulacaktı. Robotlar, Uzayda Sıçramayı geliştirdikten sonra içlerinden birinin yaşanabilir gezegen sorununu çözmesi makine adamlar için gerçekten önemliydi. Robotlar, Galaksiyi bize açabilirlerdi. Böylece bilimsel bilgiyi on, on iki değişik yönde geliştirebilirdik. O zaman... Ah, Tanrım, İnsanlığın göreceği yararları hesaplamak olanaksız. Bizim göreceğimiz yararlan da.» Robertson, «Başka Jane'ler de yapabiliriz,» dedi. «Öyle değil mi? Madarian olmasa bile?» «Tabii yapabiliriz. Ama uygun bağlantının tekrar bulunacağından emin olabilir miyiz? O sonucun olasılık derecesini kim bilebilir? Ya Madarian'a sadece şansı inanılmayacak kadar yardım ettiyse? 'Acemi şansı' demezler mi? Sonra da Madarian'ın şansı inanılmaz bir biçimde döndüyse? Bir göktaşı çarpıyor... İnanılacak gibi değil...» Robertson çekine çekine, «Belki kaderi buydu,» diye fısıldadı. «Yani, belki bizim yaşanabilir gezegenlerin yerlerini öğrenmememiz gerekiyordu. Hakkımızda hüküm verildi ve o göktaşı da...» Bogert'in aşağılayıcı bakışları karşısında sustu. Direktör, «Her şeyi kaybetmiş sayılmayız sanırım,» dedi. «Diğer Jane'ler bize şu ya da bu biçimde yardımcı olurlar. İnsanların robotları kabul etmesine yardımı olacaksa diğer makinelere de kadın sesleri sağlarız. Ama kadınlar bu konuda ne derler onu bilemem. Jane5'in ne dediğini bilseydik!» «Madarian son konuşmanız sırasında bir tanık olduğunu söylemiş.» Bogert başını salladı. «Evet, öyle. Ben de bunu düşünüyordum. Flagstaff'la temasa geçmediğimi mi sanıyorsun? Orada hiç kimse Jane5'in olağanüstü bir şey söylediğini duymamış. İnsanların yasayabilecekleri bir gezegen probleminin çözümüne benzeyen herhangi bir söz duyulmamış. Zaten oradakilerin hepsi cevabı duyar duymaz durumu anlarlardı. Ya da hiç olmazsa bunun bir cevap



olabileceğini kavrarlardı.» «Madarian yalan söylemiş olabilir mi? Ya da çıldırmış? Kendisini korumaya çalışmış...» «Yani onun ününü ve saygınlığını korumaya çalışmış olabileceğini mi söylemek isliyorsun? Cevabı elde etmiş gibi yanıtı ve sonra da Jane'in konuşmasını engellemek için robotun bir tarafını bozdu, öyle mi? Bize de, 'Ah, çok üzgünüm, kazara bir şey oldu,' mu diyecekti? 'Ah, kahretsin!' Hayır, böyle bir şeyi asla kabul edemem. Göktaşının çarpmasını da onun sağladığını söyle de olsun bitsin.» «Peki şimdi ne yapacağız?» Bogert sıkıntıyla, «Ragstaffla ilgileneceğiz,» dedi. «Cevap orada olmalı. Daha derinlere kadar kazmam gerekiyor, işte o kadar. Oraya gidiyorum. Yanımda Madarian'ın bölümünden bir iki kişiyi de götüreceğim. Flagstaff'ı yukarıdan en aşağıya, soldan sağa iyice incelememiz gerekiyor.» «Ama... diyelim ki bir tanık vardı ve o söylenenleri duydu. Ama bunun ne yararı olur? Jane burada değil ki işlemi bize açıklasın.» «Her küçük parçanın yardımı olur. Jane yıldızların adlarını vermiş. Herhalde katalog numaralarını söyledi. Adlandırılmış yıldızlardan hiçbirinin işe yarayacağını sanmıyorum. Eğer biri Jane'in bundan söz ettiğini bilir ve katalog numarasını hatırlarsa o zaman ilerlemiş oluruz. Ya da bu kişi konuşmayı bilinçli olarak hatırlamıyorsa ama bu sözleri Psişik Sondayla yakalanacak kadar iyi anlamışsa işte o zaman bir şeyler yapabiliriz. Sondadaki sonuçları ve başlangıçta Jane'e verilen bilgileri bir araya getirirsek onun izlediği mantık dizisini yakalayabiliriz. O sezgiyi. Bunu başardığımız takdirde, her şeyi de kurtarmış oluruz...» Bogert üç gün sonra döndü. İyice içine kapanmıştı ve çok da sıkıntılıydı. Robertson endişeyle sonucu sorduğu zaman başını salladı. «Hiç!» "Hiç mı?» «Kesinlikle hiç! Flagstaff'takilerin hepsiyle konuştum. Her bilim adamı, her teknisyen, her öğrenciyle. Jane'le ilişkisi olan herkesle. Hatta onu sadece görmüş olanlarla bile. Grup fazla kalabalık değildi. Madarian hiç olmazsa bu bakımdan dilini tutmuş. Sadece Jane'e verilecek gezegenlerle ilgili bilgileri olan kimselerin robotu görmelerine razı olmuş. Jane'i toplam yirmi üç kişi görmüş ve sadece on ikisi robotla biraz uzunca konuşmuş. «Jane'in bütün söylediklerini tekrar tekrar inceledim. Hepsi de her şeyi gayet iyi hatırlıyorlardı. Onlar, kendi özel alanlarıyla ilgili çok önemli deneyler yapan mantıklı bilim adamları. O yüzden de her şeyi hatırlamaları için pek çok neden vardt. Ve üstelik karşılarındaki de konuşan bir robottu. Bu da yeteri kadar şaşırtıcı bir şeydi. Üstelik bu robot bir TV aktirisi gibi konuşuyordu. Jane'i unutmaları imkânsızdı.» Robertson, «Belki bir Psişik Sonda...» diyecek oldu. «Eğer içlerinden herhangi birinin bir şey yakaladığıyla ilgili belli belirsiz bir fikri olsaydı ona baskı yapar ve sonda için rızasını alırdım. Ama ortada mazeret olarak kullanılacak hiçbir şey yoktu. Yaşamlarını beyinleriyle kazanan yirmi dört kişinin kafasına sonda sokulamazdı. Açıkçası bunun bir yararı olmazdı. Jane üç yıldızdan söz ederek onların insanların yaşayabilecekleri gezegenler olduğunu açıklasaydı, adamların beyinlerinde şimşekler çakardı adeta. Bunu hangisi unutabilirdi?» Robertson sertçe, «Belki de içlerinden biri yalan söylüyor,» diye homurdandı. «O bilgiden kendisi için yararlanacak. Daha sonra buluşa sahip çıkacak.» Bogert, «Bunun ona ne yararı olur?» dedi. «Bir kere bütün Flagstaff, Madarian'la Jane'in oraya neden gittiklerini biliyor. İkincisi benim de oraya neden gittiğimi biliyorlar. Şu ara orada çalışan biri ileride bir gün herkesi şaşırtacak kadar yeni, farklı ama geçerli bir yaşanılır gezegen teorisini açıklarsa Flagstaff'da da, ABD Robot Şirketinde de herkes onun bunu çaldığını anlayacak. Bu hilesiyle kimseyi kandıramayacak.»



«O halde Madarian bir nedenle, yanıldı.» «Buna inanmam da imkânsız. Madarian'in sinire dokunan bir kişiliği vardı. Bence bütün robopsikologlar sinir bozucudur. Galiba bu yüzden de insanlarla değil, robotlarla çalışmayı tercih ediyorlar. Ama Madarian aptal değildi. Böyle bir olayda yanılmış olamaz.» «Öyleyse...» Ama Robertson'un aklına artık başka olasılık gelmiyordu. İkisi de çıkmaz sokağın sonundaki o dümdüz duvara erişmişlerdi. Bir süre çaresizce ona baktılar. Sonunda Robertson kımıldandı. «Peter.,.» «E?» «Gel, bu işi Susan'a soralım.» Bogert kaskatı kesildi. «Ne?» «Susan'a soralım. Onu arayalım ve buraya çağıralım.» «Neden? O ne yapabilir ki?» «Bilmiyorum.. Ama o da bir robopsikolog. Ve Madarian'ı bizden daha iyi anlayabilir. Ayrıca o... ah, kahretsin! Hepimizden daha akıllıydı.» «Susan neredeyse seksen yaşında.» «Sende yetmişindesin. Ne olmuş yani?» Bogert içini çekti. Susan emekliye ayrıldıktan sonra o sivri dili biraz kütleşmiş miydi acaba? Direktör, «Pekâlâ,» dedi. «Onu çağıracağım.» Susan Calvin, Bogert'in bürosuna girerken ağır ağır etrafına bakındı. Sonra da gözlerini araştırma direktörüne dikti. Emekliye ayrıldıktan sonra iyice yaşlanmış, saçları kar gibi bembeyaz, yüzü de kırış kırıştı. İyice zayıflamış, sanki saydamlaşmıştı. Sadece delici ve amansız bakışlı gözleri eskisi gibiydi. Bogert dostça bir tavırla ilerleyerek elini uzattı. «Susan!» Susan Calvin bu eli sıktı. «Yaşlı bir adam için oldukça iyi gözüküyorsun, Peter. Ben senin yerinde olsaydım, gelecek yılı beklemezdim Şimdi emekliye ayrıl ve işleri gençlere bırak.. Madarian ölmüş. Beni eski işimin başına geçmem için mi çağırdın? Yaşlıları gerçek fiziksel ölümlerinden bir yıl sonrasına kadar çalıştırmak niyetinde misin?» «Hayır, hayır, Susan. Seni çağırmamın nedeni...» Bogert durakladı. Aslında konuya nasıl gireceğini hiç bilmiyordu. Ama Susan her zaman olduğu gibi, onun kafasından geçenleri kolaylıkla okudu. Katılaşan eklemlerin neden olduğu bir dikkatle koltuğa oturarak, «Peter,» dedi. «Beni çağırdın, çünkü başın büyük dertte. Yoksa sana iki kilometre bile yaklaşacağıma ölmemi tercih ederdin.» «Haydi, Susan...» «Tatlı sözlerle boşuna zaman kaybetme. Kırk yaşındayken kaybedilecek hiç zamanım yoktu. Hele şimdi hiç yok. Madarian'tn ölümü de, beni çağırman da olağanüstü şeyler. O zaman bunların arasında bir bağlantı olmalı. Birbirine bağlı olmayan iki olağanüstü olay ihtimali üzerinde durulmayacak kadar düşük. İşe başından başla ve ne budala olduğunun ortaya çıkacağını düşünerek endişelenme. Bu bana uzun yıllar önce açıklandı.» Bogert üzüntüyle öksürerek boğazını temizledi ve konuşmaya başladı. Susan Calvin onu dikkatle dinliyor ve bazen de adamı durdurup bir soru sormak için kuru elini kaldırıyordu. Kadın bir ara da burun kıvırdı. «Kadınca bir sezgi mi? Robotu bunun için mi istediniz? Siz erkekler' Doğru sonucu bulan bir kadınla karşı karşıya geliyor ama onun zekâsının size eşit ya da daha üstün olduğunu kabul edemiyorsunuz. Tutup kadınca bir sezgi' diye bir şey yaratıyorsunuz.» «Hıh, şey, evet, Susan. Ama izin ver de devam edeyim...» Bogert konuşmasını sürdürdü. Adam Jane'in kontralto sesinden söz ettiği zaman Susan, «Erkek cinsinden sadece tiksinmeli mi, yoksa onları aşağı görerek bir kenara mı itmeli?» diye terslendi.



«Bazen insan seçim yapmakta zorlanıyor.» Bogert, «Şey,» dedi. «Bırak da anlatayım.» Sözleri sona erdiğinde Susan, «Bu büroyu bir iki saat için kullanabilir miyim?» diye sordu. «Yalnız başıma.» «Evet ama...» Kadın, «Bazı kayıtları incelemek istiyorum,» dedi. «Jane'in programlanması, Madarian'ın seni araması, Flagstaff'ta yaptığın görüşmeler. İstediğim zaman o yeni, güzel, korunmalı laserfonunu ve kompüterini kullanabilirim sanırım.» «Evet, tabii.» «Pekâlâ. Öyleyse şimdi çık, Peter.» Aradan daha kırk beş dakika geçmeden Susan topallayarak kaprya geldi ve açıp Bogert'e seslendi. Direktör geldiği zaman Robertson da yanındaydı. İki adam içeri girdiler. Susan, Robertson'u hoşnutsuzca, «Merhaba, Scott,» diye selamladı. Bogert, Susan'ın yüzündeki ifadeden sonucu çaresizce anlamaya çalışıyordu. Ama bu sadece işleri onun için kolaylaştırmak niyetinde olmayan sert ve yaşlı bir kadının yüzüydü. Bogert dikkatle, «Sence yapabileceğin bir şey var mı, Susan?» diye sordu. «Yaptıklarımın dışında bir şey mi? Hayır. Başka bir şey yapılamaz.» Bogert'in dudakları sıkıntıyla gerilse de Robertson hemen atıldı. «Sen neler yaptın, Susan?» Kadın, «Biraz düşündüm,» diye açıkladı. «Nedense başkalarını aynı şeyi yapmaları için bir türlü ikna edemiyorum. Bir kere Madarian'ı düşündüm. Bildiğin gibi ben onu iyi tanırdım. Çok akıllıydı ama sinir bozacak kadar da dışa dönük bir insandı. Benden sonra ondan hoşlanacağını düşünmüştüm, Peter.» Bogert dayanamadı. «Evet, bir değişiklikti bu.» «Ve Madarian bir sonuç elde eder etmez hemen sana koşuyordu, öyle değil mi?» «Evet, öyle.» Susan, «Ancak son mesaj uçaktan gönderildi,» diye hatırlattı. «Jane'in ona cevabı açıkladığını bildiren mesaj. O halde... Madarian neden o kadar uzun süre bekledi? Neden haberi sana duyar duymaz Flagstaff'tan yollamadı?» Bogert, «Herhalde Madarian bir kere olsun her şeyi kontrol etmek istedi,» dedi. «Ve... şey, bilmiyorum. Madarian'ın yaşamının en önemli şeyiydi bu. Belki bir kere olsun beklemek ve iyice emin olmak istedi.» «Aksine. Olay ne kadar önemliyse, Madarian da o kadar az beklerdi. Ama onun beklemeye karar verdiğini farzedelim, O zaman... neden bu işi doğru dürüst yapmadı ve ABD Robot Şirketine dönünceye kadar beklemedi? Burada şirketin bütün bilgisayarlarından yararlanarak sonuçları kontrol edebilirdi. Kısacası... Madarian bir açıdan çok fazla bekledi. Diğer yandansa yeteri kadar beklemedi.» Robertson, Susan'ın sözünü kesti. «Öyleyse Madarian'ın bir oyun hazırladığını düşünüyor...» Susan'ın yüzünde tiksinti dolu bir ifade belirdi. «Scott, budalaca sözler söyleme konusunda Peter'le yarışma! Bırakın da sözlerimi sürdüreyim... İkinci nokta tanıkla ilgili. O son konuşmayla ilgili kayıtlara göre Madarian, 'Jane birdenbire o harika sesiyle cevabı açıklamaya başladığında adamcağız havaya sıçradı,' demiş. Aslında son sözleri olmuş bunlar. O halde şimdi soru şu: Tanık neden sıçrasın? Madarian, Flagstaff'taki bütün erkeklerin o ses için çıldırdıklarını söylememiş miydi? Aslında o uzmanlar Jane'i tam on gün boyunca gördüler. Niçin robotun konuşması onları şaşırtsın?» Bogert, «Jane'in Gezegen bilimcilerinin neredeyse bir yüzyıl kafalarını kurcalayan problemi açıkladığı için şaşırdıklarını düşündüm,» dedi.



«Ama onlar robotun bu cevabı vermesini bekliyorlardı! Jane bunun için oraya gitmişti. Sonra cümlenin kuruluşuna dikkat et. Madarian'ın sözlerinden tanığın çok şaşırdığı anlaşılıyor. Hayret ettiği değil. Bilmem aradaki farkı anlayabiliyor musun? Dahası da var. Adam bu tepkiyi 'Jane birdenbire o harika sesiyle cevabı açıklamaya başladığı zaman' göstermiş. Yani robotun konuşmasının daha başlangıcında. Jane'in sözlerinin içeriğine şaşması için robotu bir süre dinlemiş olması gerekirdi, O sözlerin anlamını kavramış olması. Madarian da o zaman, 'Adam Jane'in açıklamasını dinledikten sonra çok şaşırdı' derdi. 'Sonra' sözcüğünü kullanırdı. 'Açıklamaya başladığı zaman' gibi sözcükleri değil. Hele 'birdenbire' sözünü hiç kullanmazdı.» Bogert endişeyle, «Bence bir olayı basitleştirip her şeyi bir sözcüğün kullanılmasına ya da kullanılmamasına bağlayamazsın,» dedi. Susan soğuk soğuk, «Bağlayabilirim,» diye cevap verdi. «Çünkü ben bir robopsikoloğum. Herhalde Madarian da aynı şeyi yapabilirdi. Çünkü o da bir robopsikologdu. Öyleyse şimdi bu iki anormalliği açıklamamız gerekiyor. Madarian'ın seni aramasındaki garip gecikme. Ve tanığın garip tepkisi.» Robertson sordu. «Onları açıklayabilir misin?» Susan, «Tabiî,» dedi. «Çünkü ben biraz basit mantıktan yararlanabilirim. Madarian her zaman yaptığı gibi hiç gecikmeden haberi verdi ya da mümkün olduğu kadar gecikmeden. Jane, problemi Flagstaffta çözseydi, Madarian oradan arardı. O uçaktan aradığına göre demek ki Jane sorunun cevabını Madarian'a Flagstaff'tan ayrıldıktan sonra açıkladı.» «Ama o zaman...» «İzin ver de sözlerimi tamamlayayım! Sözlerimi tamamlamama izin ver! Madarian'ı havaalanından Flagstaff'a büyük, kapalı bir taşıtla götürmediler mi? Ve Jane de yanında, ambalaj sandığındaydı, öyle değil mı?» «Evet.» «Madarian'la ambalaj sandığına konmuş olan Jane herhalde Flagstaff'tan havaalanına yine aynı kapalı, büyük yer taşıtıyla gitti. Haklı mıyım?» «Evet, haklısın!» «Tabii onlar yer taşıtında da yalnız değillerdi. Madarian seninle yaptığı konuşmalardan birinde, 'Havaalanından ana yönetim binasına şoförle götürüldük,' demiş. Yanılmıyorsam şoförle götürüldük demekten kastı şuydu: taşıtta bir insan daha vardı. Bir sürücü.» «Ah, Tanrım!» «Asıl takıldığın nokta nedir biliyor musun, Peter? Sen Gezegen bilimiyle ilgili açıklamayı duyan bir tanığın Gezegen bilimci olması gerektiğini düşünüyorsun. Yani insanları sınıflara ayırıyorsun. Çoğunu önemsemiyor ya da aşağı görüyorsun. Ama bir robot bunu yapamaz. Birinci Yasa, 'Bir robot bir İnsana zarar veremez,' der. 'Ya da hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine neden olamaz.' Herhangi bir insanın! Robotun yaşama bakış açısının temeli budur. Bir robot insanlar arasında seçim yapmaz. Robot için bütün insanlar gerçekten eşittir. Ve insanlarla robotik düzeyde ilişkisi olan bir robopsikolog için de insanlar gerçekten eşittir. «Madarian'ın aklına bir kamyon şoförünün Jane'in açıklamasını duyduğunu söylemek gelmezdi. Senin için bir kamyon şoförü sadece bir taşıtın canlı parçasıdır. Ama Madarian için o bir insan ve bir tanıktı.» Bogert duyduklarına inanamıyormuş gibi başını salladı. «Ama emin misin?» «Tabii eminim. Yoksa diğer noktayı nasıl açıklayabilirsin? Yani Madarian'ın tanığın şaşırmasıyla ilgili sözlerini? Jane ambalaj sandığındaydı, öyle değil mi? Ama durdurulmamıştı. Kayıtlara göre Madarian sezgileri olan bir robotun durdurulmasına her zaman karşıydı. Bundan başka Jane5'de diğer Jane'ler gibi hiç konuşkan değildi. Herhalde Jane5'e ambalaj sandığındayken hiç konuşmamasını



emretmek Madarian'ın aklına bile gelmedi. Robot sandıktayken edindiği bilgileri birbirine bağladı ve tabii konuşmaya başladı. Ambalaj sandığının içinden birdenbire güzel bir kontralto ses yükseldi. Sen bir kamyon şoförü olsaydın bu durumda ne yapardın? Herhalde çok şaşırırdın. Adamın taşıtı bir yere çarpmamış olmasına şaşıyorum.» «Ama... madem tanık kamyon şoförüydü, öyleyse neden ortaya çıkmadı...» «Neden mi? Adam duyduklarının çok önemli bir şey olduğunu bilebilir mi? Ayrıca... Madarian ona bol bahşiş verip, kimseye bir şey söylememesini tembih etmemiş midir? Çalışır haldeki bir robotun Dünyanın yüzeyinde yasal olmayan bir biçimde oradan oraya götürüldüğünün duyulmasını ister misin?» «Eh, şoför söylenenleri hatırlar mı dersin?» «Neden olmasın? Sence maymundan bir derece üstün olan bu kamyon şoförünün bir şeyi hatırlayamayacağını düşünebilirsin, Peter. Ama kamyon şoförlerinin de beyinleri vardır. Açıklamalar çok dikkati çekecek türden olduğu için şoför bazılarını hatırlayabilir. Bazı harf ve numaralarda yanılsa da bildiğin gibi İlgilendiğimiz sadece belirli bir sayı. Yani seksen ışık yılıyla sınırlanan bölgedeki beş bin beş yüz yıldız. Kesin sayıya bakmadım. Yani doğru seçimleri yapabilirsin. Gerekirse Psişik Sondayı denemek için elinde yeterli neden de var...» İki adam hayretle yaşlı kadına bakıyorlardı. Sonunda gerçeğe inanmaktan korkan Bogert, «Ama nasıl emin olabilirsin?» diye fısıldadı. Susan az kalsın, «Çünkü ben Ragstaff'ı aradım, budala!» diyecekti. «Çünkü kamyon şoförüyle konuştum. Çünkü o bana duyduklarını anlattı. Çünkü Flagstaff'taki bilgisayara kontrol ettirdim ve böylece bilgiye uyan sadece üç yıldız olduğunu öğrendim. Ve çünkü o yıldızların adlan şimdi cebimde.» Ama yaşlı kadın bunların hiçbirini söylemedi. Bogert de aynı şeyleri yapmalıydı! Susan Calvin dikkatle, ağır ağır ayağa kalktı ve alayla, «Nasıl mı emin olabilirim?» dedi. «Ah... Bunu 'kadınca bir sezgi' diye tanımlayabilirsin.»



SALLY Isaac Asimov'un “Sally” isimli kısa bilim kurgu hikayesi ilk Fantastic dergisinin 1953 MayısHaziran sayısında yayınlanmış daha sonra yazarın Nightfall and Other Stories (1969) ve The Complete Robot (1982) toplamalarında yer almıştır.



Sally göl yolundan geliyordu. El sallayarak adını seslendim. Onu görmek her zaman hoşuma giderdi. Anlayacağınız hepsinden hoşlanırdım ama içlerinde en güzeli Sally'di. Ben el sallayınca Sally biraz hızlandı. Ama öyle dünden hazırmış gibi değil. Sadece beni gördüğüne sevindiğini belirtmek için yeteri kadar hızlandı. Yanımda duran adama döndüm. «İşte o Sally.» Bana gülümseyerek başını salladı. Onu Bayan Hester getirmişti. «Bu Bay Gellhorn, Jake. Hatırlıyorsun değil mi? Sana mektup yazıp randevu istemişti.» Aslında bunları laf olsun diye söylüyordum. Çiftlikte yapmam gereken milyonlarca iş vardı. Uğraşarak zamanımı harcayacağım bir şey varsa o da mektuplardı. Zaten Bayan Hester'ı bunun için tutmuştum. O çok yakında oturuyordu. Aptalca işleri, dakikada bir bana koşmadan halletmekte ustaydı Ve en önemlisi o da Sally ve diğerlerinden hoşlanıyordu. Bazıları onları sevmiyorlardı. «Sizi gördüğüme sevindim, Bay Gellhorn,» dedim. «Raymond J. Gellhorn,» diye açıklayarak elini uzattı. Elini sıktıktan sonra bıraktım. Gellhorn irice bir adamdı. Benden yarım baş daha uzundu ve vücudu da daha enliydi. Yaşı benimkinin yarısı kadar yani otuz yaşındaydı. Siyah saçlarını ortadan ayırarak başına iyice yapıştırmıştı. Dikkatle düzeltilmiş ince bir bıyığı vardı. Çene kemikleri kulaklarının altında iyice irileşiyordu. Bu yüzden adam sanki hafif bir kabakulak geçiriyormuş gibi gözüküyordu. Videoda kötü adam rolüne gerçekten çok uyacak bir tipti. O yüzden aslında onun iyi bir insan olduğunu düşündüm. Ama sonradan videonun her zaman yapılamayacağını da anladım. «Ben de Jacob Folkers'ım,» dedim. «Sizin için ne yapabilirim?» Gellhorn gülümsedi. Ağzı iyice açılırken bembeyaz dişleri ortaya çıkmıştı. «Bir sakıncası yoksa bana çiftliğiniz hakkında biraz bilgi verebilirsiniz.» Sally'nin arkamdan yaklaştığını duyarak elimi uzattım. O da hemen avucuma kaydı. Çamurluğunun sert ve parlak emayesi sıcaktı, Gellhorn, «Güzel bir otomobil,» dedi. Evet, böyle de söylenebilirdi. Sally, Hennis Carleton pozitronik beyni ve Armat şasisi olan bir 2045, üzeri açık spor arabaydı. Hiçbir modelde onun temiz ve zarif hatları yoktu. Beş yıldan beri en sevdiğim arabaydı o ve hayal edebildiğim her şeyi Sally'e katmıştım. Bütün bu sürede direksiyonunun başına bir tek insan bile geçmemişti. Bir kere bile. Sally'e usulca vurdum. «Sally, Bay Gellhorn'la tanış.» Sally'nin silindirlerinin mırıltısı biraz yükseldi. Bir takırtı olup olmadığını anlamak için dikkatle dinledim. Son zamanlarda hemen her arabada takırtı oluyordu. Benzini değiştirmenin de hiçbir yararı olmamıştı. Ama Sally bu kez çok iyi çalışıyordu. Gellhorn, «Bütün arabalarınızın adları var mı?» diye sordu.



Eğlenmiş görünüyordu. Bayan Hester çiftlikle alaya kalkışan insanlardan hoşlanmazdı. Sert sert, «Tabii,» dedi. «Bütün arabaların gerçek birer kişilikleri var. Öyle değil mi, Jake? Kapalı olanların hepsi erkek. Üzerleri açılanlarsa kadın.» Gellhorn yine gülümsüyordu. «Onları ayrı ayrı garajlara mı koyuyorsunuz, efendim?» Bayan Hester öfkesinden ateş saçan gözlerle ona baktı. Gellhorn bana dönüp, «Acaba sizinle şimdi yalnız konuşabilir miyim, Bay Folkers?» dedi. «Bu duruma bağlı,» diye cevap verdim. «Siz gazeteci misiniz?» «Hayır, efendim. Ben satış temsilcisiyim. Konuşmamız gazetelere geçmeyecek. Emin olun her şeyin aramızda kalmasını istiyorum.» «Yoldan biraz inelim. Oturabileceğimiz bir bank var.» Yürümeye başladık Bayan Hester dönüp uzaklaştı. Sally ise usul usul peşimizden geliyordu. «Sally'nin bizimle gelmesinin sizce bir sakıncası yok değil mi?» diye sordum. «Hiç yok. Konuştuklarımızı başkalarına tekrarlayamaz, öyle değil mi?» Gellhorn kendi esprisine yine kendi güldü. Uzanarak elini Sally'nin panjurlarına sürdü. Bu sırada Sally'nin motoru hızlanınca, adam da elini çabucak çekti. «Yabancılara alışık değil,» diye açıkladım. Büyük meşe ağacının altındaki banka oturduk. Oradan küçük gölün ötesindeki arabaların hız yaptıkları özel yol gözüküyordu. Günün sıcak saatleriydi ve arabalar yola çıkmışlardı. En aşağı otuz otomobil vardı. Uzaktan bile Jeremiah'ın her zamanki oyununa başlamış olduğunu gördüm. Ciddi ve daha eski bir modele arkadan yavaşça sokuluyordu. Sonra hızlanıyor ve gürültüyle diğer arabanın yanından geçerek frenlerini mahsus gıcırdatıyordu. İki hafta önce yaşlı Angus'un asfalt yoldan çıkmasına neden olmuştu. Ben de o yüzden motorunu iki gün durdurmuştum. Ama korkarım bunun da bir yararı olmamıştı. Bu konuda yapılacak hiçbir şey yokmuş gibi gözüküyordu. Bir kere Jeremiah spor bir modeldi ve o türler çok heyecanlı olurlardı. «E, Bay Gellhorn,» dedim. «Benden neden bilgi istediğinizi söyler misiniz?» Ama o sadece etrafa bakmıyordu, «Burası şaşkınlık verici bir yer, Bay Folkers.» «Beni Jake diye çağırmanızı isterdim. Herkes öyle yapıyor» «Pekâlâ, Jake. Burada kaç araban var?» «Elli bir. Her yıl bir iki yeni araba geliyor. Bir keresinde beş tane birden geldi. İçlerinden henüz birini bile kaybetmedik. Hepsi de kusursuz çalışıyor Hatta 15 modeli bir Mat0Mot'umuz da var. Onun da çok iyi çalıştığını söyleyebilirim. O İlk otomatiklerden. Buraya gelen ilk araba.» İyi, yaşlı Matthew. O artık günün önemli bir bölümünü garaj da geçiriyordu. Ama ne de olsa o bütün pozitronik motorlu arabaların dedesiydi. O günlerde sadece kör savaş gazileri, belden aşağıları tutmayan kimseler ve devlet başkanları otomatik arabalara binerlerdi. Ama patronum Samson Harridge kendine öyle bir otomobil sağlayacak kadar zengindi. O sırada ben onun şoförüydüm. Bunu düşündüğüm zaman kendimi çok yaşlı hissediyordum. Bu dünyada evinin yolunu bulacak kadar kafası olan bir tek araba bile bulunmadığı çağı hatırlıyordum. Kontrollerinde her an insan ellerinin bulunması gereken ölü makine yığınlarına sürücülük ediyordum. Her yıl o tür makineler on binlerce insanın ölümüne neden oluyorlardı. Otomatikler bu sorunu çözümledi sonra. Pozitronik bir beyin insanınkinden çok daha hızlı tepki gösteriyordu tabii. İnsanların ellerini kontrollerden çekmelerinin de yararı oldu. Arabaya biniyor ve düğmeye basarak gideceğiniz yeri belirtiyordunuz. Ondan sonra da gerisini otomobile bırakıyordunuz. Artık böyle şeyleri normal karşılıyorduk. Ama ben eski arabaları karayollarından uzaklaşmaya zorlayan ve sadece otomatiklerin dolaşmasına izin veren ilk yasaların çıktıkları günleri hatırlıyordum. Tanrım, ne gürültü kopmuştu Buna komünizmden faşizme kadar her türlü adı



koymuşlardı. Ama o yasalar sayesinde karayolları boşalıp ölümler sona erdi. Ve bu yeni yöntemle daha çok insan büyük bir kolaylıkla yolculuk yapmaya başladı. Tabii otomatikler elle sürülenlerden yüz kat daha pahalıydılar. Özel bir taşıt alacak durumda olan pek az kimse vardı. Endüstri daha çok otomatik otobüsler üretiyordu. İstediğiniz de bir şirkete telefon edebilirdiniz. Öyle bir taşıt da birkaç dakika sonra kapınızın önünde duruyor ve sizi istediğiniz yere götürüyordu. Genellikle aynı tarafa giden yolcularla birlikte oluyordunuz. Ama bunun ne kötü yanı vardı? Fakat Samson Harridge'in özel bir arabası vardı ve o araba daha gelir gelmez ben de patrona koştum. O günlerde taşıt 'Matthew' değildi benim için. Onun ileride bir gün çiftliğin en yaşlı üyesi olacağı aklımın ucundan bile geçmiyordu. Ben sadece arabanın işimi elimden aldığını biliyor ve ondan nefret ediyordum. Patrona, «Bana artık ihtiyacınız olmayacak değil mi, Bay Harridge?» dedim. «Neyin var senin?» diye cevap verdi. «Canımı öyle bir nesneye emanet edebileceğimi sanmıyorsun ya? Sen yine kontrolde olacaksın.» «Ama o kendi kendine çalışıyor, Bay Harridge,» dedim. «Yolu tarıyor ve engellere, insanlara ve diğer taşıtlara uygun tepki gösteriyor. Geçilecek yolları hatırlıyor.» «Evet, öyle diyorlar! Öyle diyorlar! Ama sen yine de direksiyonda olacaksın. Ne olur, ne olmaz diye.» İnsanın bir arabadan hoşlanması çok tuhaf bir şey. Kısa bir süre sonra taşıttan 'Matthew,' diye söz ediyor ve bütün zamanımı onu cilalayarak, iyi çalışır durumda kalmasını sağlayarak geçiriyordum. Bir pozitronik beyin şasisini daima kontrol altında tutarsa hep çalışır durumda olur. Bu da deponun her zaman dolu tutulmasına değeceği anlamına gelir. Böylece motor gece gündüz ağır ağır çalışır. Bir süre sonra motorun sesinden Matthew' nün kendini nasıl hissettiğini anlamaya başladım Harridge de kendince Matthew'e bağlandı. Hoşlanabileceği başka kimsesi yoktu. Üç kez evlenmiş; karılan ya ölmüş ya da ondan boşanmışlardı. Beş çocuğu ve üç torunu da ondan önce yaşama veda etmişlerdi. İşte o yüzden öldüğünde malikânesini Emekliye Ayrılan Otomobiller için bîr çiftlik haline dönüştürülmesini vasiyet etmesi pek de şaşılacak bir şey sayılmazdı. Çiftliği ben yönetecektim. Ve Matthew tanınmış bir dizi arabanın ilki oldu. Çiftliği yönetmek sonunda benim için bir yaşam tarzına dönüştü. Hiç evlenmedim. Evlenirseniz, otomobillere gerektiği gibi özen gösteremezsiniz. Gazeteler bu olayı komik buluyorlardı. Ama bir süre sonra bu konuyla alay etmekten vazgeçtiler. Bazı şeylerle alay edemezsiniz. Belki hiçbir zaman bir otomatik alacak durumda olamayacaksınız ya da hiçbir zaman öyle bir arabanız olmayacak. Ama bana inanın, insan sonunda onları sevmeye başlıyor. Çünkü hepsi çok çalışkan ve sevecenler. Bir otomatiğe ancak kalpsiz biri kötü davranır. Ya da böyle bir şeye seyirci kalır Sonunda bu iş öyle bir hal aldı ki, bir süre sonra otomatik kullanan bir insan onu çiftliğe bırakabilmek için önlemler almaya başladı. Tabii arabaya iyi bakacağından emin olduğu yakınları bulunmayan kimseler. Bütün bunları Gellhorn'a açıkladım. Adam, «Elli bir araba!» dedi. «Bu çok para demek.» «Başlangıçta her otomatik için en aşağı elli bin verildi,» dedim. «Tabii şimdi değerleri daha fazla. Onlar için çok şey yaptım.» «Çiftliği yaşatmak için çok para gerekiyor olmalı.» «Bunda haklısınız. Çiftlik kazanç amacı taşımayan bir organizasyon. Bu sayede vergi vermiyoruz. Tabii buraya gelen yeni otomatiklerin genellikle bir fonlan oluyor. Ama yine de masraflar her zaman



artıyor. Bahçelerin bakımlı olması gerekiyor. Yeni yollar açarak asfaltlatıyorum. Eski yolların bakım ve onarımını sağlıyorum. Gazolin, benzin, tamir ve yeni aletler. Hepsi bir arada çok para tutuyor.» «Bu işte uzun süre çalışmışsın.» «Evet, gerçekten öyle, Bay Gellhorn. Tam otuz üç yıl.» «Bu işten fazla bir kazancın olmuyor sanırım.» «Sahi mi? Beni şaşırtıyorsunuz, Bay Gellhorn. Sally ve elli başka taşıt var. Ona bir bakın.» Gülüyordum. Bu elimde değildi. Sally öyle bakımlıydı ki, neredeyse insanın gözlerini kamaştırıyordu. Galiba bir böcek ön camına çarparak ölmüş ya da biraz tuzlanmıştı, o yüzden çalışmaya hazırlanıyordu. Küçük bir tüp uzanarak cama Tergosol püskürttü. Bu, camın yüzeyindeki silikon tabakasına çabucak yayıldı ve temizleyiciler hemen yerlerine kaydı Camın üzerinde dolaşıp suyu ince kanala doğru akıttılar. Su oradan da yere damladı. Sally'nin ışıltılı, elma yeşili motor kapağına bir damla su bile düşmedi. Temizleyiciler ve deterjan tüpü yerlerine dönerek gözden kayboldular. Gellhorn, «Şimdiye kadar bir otomatiğin böyle bir şey yaptığını hiç görmemiştim,» dedi. «Herhalde,» diye cevap verdim. «Ben bunu özel olarak arabalarımıza taktım. O yüzden hepsi çok temizler. Camlarını her zaman siliyorlar. Bu hoşlarına gidiyor. Hatta Sally'ye cila püskürtücüleri bile taktım. Her gece kendi kendini cilalayıp ayna gibi oluyor. Onun herhangi bir yerine bakarak tıraş olabilirsiniz. Yeteri kadar para bulursam diğer kızlar için de aynı şeyi sağlayacağım. Üzerleri açık spor arabalar güzelliklerine düşkün oluyorlar.» «Seni ilgilendiriyorsa bu parayı nasıl bulacağını söyleyebilirim.» «Bu konu beni her zaman ilgilendirir. Nasıl?» «Cevap açık değil mi, Jake? Arabalarından herhangi birinin en aşağı elli bin ettiğini kendin söyledin. Çoğunun değerinin yüz binleri bulduğundan eminim.» Başımı salladım. «Herhalde durumu anlayamadınız, Bay Gellhorn, O arabalardan hiçbirini satamam. Onlar bana değil, çiftliğe aitler ve satılamazlar.» «Ya motorlar?» «Ne demek istediğinizi anlayamadım.» Gellhorn duruşunu değiştirdi ve bir sır verecekmiş gibi konuşmaya başladı. «Buraya bak, Jake. İzin ver de sana durumu anlatayım. Özel otomatikler için geniş bir pazar var. Ama onların ucuza mal edilmeleri şartıyla. Öyle değil mi?» «Bu bir sır değil.» «Ve masrafın yüzde doksan beşi motora gidiyor. Tamam mı? Şimdi ben sürüyle karoser bulabileceğimiz bir yer biliyorum. Ayrıca uygun fiyatla otomatik satacağımız yerleri de öğrendim. Daha ucuz modeller için yirmi, otuz bin. Daha iyileri içinse belki elli altmış bin. Bana bütün gereken motor. Çözümü görüyor musun?» «Görmüyorum, Bay Gellhorn.» Görüyordum ama onun açık açık konuşmasını istiyordum. «Çözüm işte burada. Elli bir motorun var. Sen usta bir otomobil teknisyenisin. Öyle olmalısın. Bir motoru çıkarıp bir başkasına takarsın. Hem de kimseye fark ettirmeden.» «Bu pek dürüstçe bir davranış olmaz.» «Arabalara zarar verecek değilsin ki. Hatta onlara iyilik bile etmiş olacaksın. Eski arabalarını kullan. Örneğin şu eski Mat0Mot'u.» «Bir dakika, Bay Gellhorn, bir dakika. Motorlar ve karoserleri ayrı ayrı şeyler değiller ki. Bir tek birim onlar. O motorlar kendi karoserlerine alışıklar. Başka bir arabada hiç de mutiu olmazlar.» «Pekâlâ. Bu önemli bir nokta. Çok önemli bir nokta, Jake. Bu beynini alıp bir başkasının kafatasının içine koymaya benziyor, öyle değil mi? Bu herhalde hoşuna gitmezdi?»



«Gideceğini sanmıyorum. Evet.» «Ama ya beynini alır genç bir atletin vücuduna yerleştirirsem? Buna ne dersin, Jake? Sen artık bir delikanlı değilsin. Eline bir fırsat geçseydi, yeniden yirmi yaşında olmanın zevkini çıkarmaz miydin? Ben de senin pozitronik motorlarından bazılarına aynı şeyi öneriyorum. Onlar son yapılan yeni 57 karoserlere yerleştirilecekler.» Güldüm. «Bu mantıksız bir şey, Bay Gellhom. Arabalarımızdan bazıları belki yaşlı ama onlara iyi bakılıyor. Kimse onları sürmüyor. İstediklerini yapmalarına izin veriliyor. Onlar emekli, Bay Gellhorn. Yeni yaşantımın sonuna kadar hendekler kazacak ve hiçbir zaman yeteri kadar yiyecek bulamayacaksam, yirmi yaşındaki bir vücudu istemem... Sen ne dersin, Sally?» Sally'nin iki kapısı açıldı ve sonrada yumuşakça çarpılarak kapandı. Gellhorn, «Bu da nesi?» dedi. «Sally böyle güler.» Gellhorn kendini zorlayarak gülümsedi. Galiba kötü bir espri yaptığımı sanmıştı. Daha sonra Gellhorn, «Mantıklı konuş, Jake. Arabalar sürülmek için yapılır. Belki de onları sürmediğin için mutsuz oluyorlardır.» dedi. «Sally'i beş yıldan beri kimse sürmedi,» dedim. «Ama bana çok mutlu gibi gözüküyor.» «Acaba?» Gellhorn ayağa kalkarak ağır ağır Sally'e doğru gitti. «Merhaba, Sally? Şöyle bir dolaşmaya ne dersin?» Sally'nin motoru hızlandı ve geri geri gitti. «Onu zorlamayın, Bay Gellhorn,» dedim. «Biraz ürkektir.» İki kapalı araba yoldan yüz metre kadar yukarıda durmuşlardı. Belki de kendilerince bu sahneyi seyrediyorlardı. Onlarla ilgilenmedim. Gözlerimi Sally'e dikmiştim. Bakışlarımı ondan ayırmıyordum. Gellhorn, «Sinirlenme, Sally,» diyerek atıldı ve kapının tokmağını kavradı. Ama kapı açılmadı tabii. Adam mırıldandı. «Bir dakika önce açılmıştı.» «Otomatik kilit,» diye açıkladım. «Sally, rahatsız edilmekten hoşlanmaz. O öyledir işte.» Gellhorn tokmağı bıraktı. Sonra ağır ağır, kelimelere basa basa, «Rahatsız edilmekten hoşlanmayan bir araba, üzeri açık biçimde dolaşmamalıdır,» dedi Üç dört adım geriledi ve sonra koşarak arabanın içine atladı. Bunu öyle çabuk yaptı ki, ona engel olmak için kımıldayamadım bile. Adam Sally'i gafil avlamıştı. Çünkü araba kontağı kilitleyemeden Gellhorn onu kapattı. Sally'nin motoru beş yıldan beri ilk kez durmuştu. Haykırdım sanırım. Ama Gellhorn düğmeyi 'El'e çevirip onu da kilitledi. Motoru çalıştırdı. Sally tekrar canlandı ama istediği gibi hareket etmesi imkânsızdı artık. Gellhorn yoldan yukarı çıktı. Kapalı arabalar hâlâ oradaydılar. Sonra dönerek uzaklaştılar. Ama pek hızlı değil. Herhalde bu olay onları şaşırtmıştı. Arabalardan biri Milano fabrikalarından Giuseppe'ydi. Diğeriyse Stepnen. Onlar her zaman beraberdiler, ikisi de çiftliğe yeni gelmişlerdi. Ama burada arabalarımızın sürücüleri olmadığını bilecek kadar da kalmışlardı. Geflhorn hızla yola devam etti Sonunda iki araba Sally'nin yavaşlamayacağını, bunu yapamayacağını anladılar. Artık çaresizce önlemler almaktan başka çıkar yol kalmamıştı. İkisi de yanlara kaçtılar, Sally de son sürat onların aralarından geçti. Steve göl tarafındaki parmaklığı yardı ve suyun kıyısından ancak on beş santim kadar ötede çimler ve çamurlar arasında durdu. Giuseppe yolun kara tarafından ilerledi ve sarsılarak durakladı. Steve'i yeniden karayoluna çıkarmış, bir zarar görüp görmediğini anlamaya çalışırken Gellhorn geri döndü.



Sally'nin kapısını açarak indi ve eğilip kontağı ikinci kez kapattı. «İşte! Ona çok yararlı olduğumdan eminim.» Öfkeme hakim oldum. «Neden hızla arabaların arasından geçtiniz? Bunun için bir neden yoktu ki.» «O arabaların kaçacaklarını düşündüm.» «Öyle yaptılar. Ama biri parmaklığı yardı.» Gellhorn, «Üzgünüm, Jake,» dedi. «Onların daha hızlı hareket edeceklerini sanıyordum. Böyle şeyleri bilirsin. Pek çok otobüse bindim. Ama bütün yaşantım boyunca özel bir otomatiğe iki ya da üç kez binmeyi başardım. Ve ilk defa bugün öyle bir arabayı sürdüm. Bu durumu açıklıyor, Jake. Öyle bir arabayı sürmek beni etkiledi. Üstelik ben kolay etkilenen biri değilimdir. Bana inan, iyi bir pazara erişmek için resmi fiyatın yüzde yirmisinden daha aşağıya inmemize gerek kalmayacak. Yani yüzde doksan kazanç sağlayacağız.» «Tabii bunu paylaşacağız.» «Elli elli. Ve unutma, tehlikeleri ben göze alacağım.» «Pekâlâ. Sizi dinledim. Şimdi de siz beni dinleyin.» Sesimi yükselttim. Çünkü artık kibar davranamayacak kadar öfkeliydim. «Sally'nin motorunu kapattığın zaman ona zarar verdin. Seni bayılıncaya kadar tekmelemeleri hoşuna gider miydi? Sally'nin motorunu kapattığınız zaman ona böyle yapmış oluyorsunuz.» «Abartıyorsun, Jake. Otomatik otobüslerin motorlarını her gece durduruyorlar.» «Tabii. İşte ben de bizim çocuklarla kızların sizin süslü 57 model karoserlere yerleştirilmelerini istemiyorum. Çünkü onlara nasıl davranacaklarını bilmiyorum. Otobüslerin pozitronik devrelerinin iki yılda bir ciddi biçimde onarılmaları gerekiyor. İhtiyar Matthew'nun devrelerine yirmi yıldan beri el sürülmedi. Sen ona bununla kıyaslanabilecek ne önerebilirsin?» «Şimdi fazla heyecanlısın. Öfken geçtikten sonra teklifimi düşün ve beni ara.» «Ben bu konuyu yeterince düşündüm. Seni bir daha görürsem polis çağırırım.» Dudakları sert ve çirkin bir ifadeyle gerildi. «Bir dakika, ihtiyar!» «Bir dakika, ahbap,» dedim. «Burası özel bir yer ve sana çıkıp gitmeni emrediyorum.» Gellhorn omzunu silkti. «İyi ya. Hoşça kal.» «Bayan Hester sana yol gösterir,» diye cevap verdim. «Bir daha geleyim deme!» Ama tabii öyle olmadı. Gellhorn'u iki gün sonra tekrar gördüm. Daha doğrusu iki buçuk gün sonra. Çünkü onu ilk gördüğüm zaman öğle vaktiydi. İkinci karşılaşmamışa gece yarısından biraz sonra oldu. Adam ışığı yaktığında yatakta doğrulup oturdum. Körleşmiş gibi gözlerimi kırpıyordum. Sonunda neler olduğunu görebildim. Sahneyi bana anlatmalarına pek de gerek kalmadı. Hatta hiç gerek kalmadı. Gellhorn'un sağ avucunda bir tabanca vardı. Bunun iğrenç küçük iğne namlusu iki parmağının arasından uzanıyordu. Elinin baskısını arttırmasının yeterli olacağını biliyordum. O zaman parça parça olacaktım. Adam, «Haydi, giyin, Jake,» dedi. Kımıldamadım. Ona bakıyordum. Gellhorn, «Buraya bak, Jake,» diye homurdandı. «Ben durumu biliyorum. İki gün önce seni ziyaret ettiğimi unutmadın ya? Burada ne bekçiler var, ne elektrikli teller, ne de alarm sistemleri. Hiçbir şey yok burada.» «Buna ihtiyacım yok ki,» dedim. «Bu arada gitmenizi engelleyecek bir şey de olmadığını söylemeliyim, Bay Gellhorn. Sizin yerinizde olsaydım buradan hemen uzaklaşırdım. Burası çok tehlikeli olabilir.» Adam hafifçe güldü. «İğnetabancanın karşısında olan herhangi biri için orası öyle.»



«Evet, görüyorum,»^diye cevap verdim. «Bir iğnetabancan iz olduğunu biliyorum.» «Öyleyse kımılda biraz. Adamlarım bekliyor.» «Hayır, Bay Gellhorn, efendim! Bana ne istediğinizi söylemedikçe yerimden bile kımıldamayacağım. Hoş siz söyledikten sonra da kımıldayacağımı pek sanmıyorum ya.» «Sana evvelki gün bir teklifte bulundum.» «Cevabım hâlâ hayır.» «Teklifim şimdi daha ayrıntılı. Buraya adamlarım ve bir otomatik otobüsle geldim. İşte sana bana katılma fırsatı. Yirmi beş pozitronik motoru yerinden çıkar. Hangi yirmi beşi seçeceğin umurumda değil. Onları otobüse yükleyip götüreceğiz. Motorları sattıktan sonra paradan payına düşeni almanı sağlayacağım.» «Herhalde buna söz veriyorsunuz?» Alay ettiğimi anlamamış gibiydi. «Evet veriyorum,» dedi. «Hayır,» diye bağırdım. «'Hayır,' demekte ısrar edersen bu işi kendi yöntemlerimizle hallederiz. Motorları ben yerlerinden çıkarırım. Ama hepsini!» «Pozitronik motorları yerlerinden çıkarmak kolay değildir, Bay Gellhorn. Siz bir robotik uzmanı mısınız? Öyle de olsanız o motorları benim değiştirdiğimi bilmelisiniz.» «Bunu biliyorum, Jake. Açıkçası ben bir uzman değilim. Motorları çıkarmaya çalışırken içlerinden birkaçını mahvedebilirim. İşte o yüzden, benimle işbirliği yapmazsan, elli bir motoru birden çıkaracağım. Anlayacağın işim sona erdiği zaman elimde sadece yirmi beş motor kalabilir. Herhalde önce ilgileneceğim birkaç motor fazla zarar görür. Böylece sonunda bu işi nasıl yapmam gerektiğini öğrenirim. Ve bu işi yalnız başıma yapacaksam, işe önce Sally'den başlarım.» «Ciddi olduğunuza inanamıyorum, Bay Gellhom,» dedim. «Çok ciddiyim, Jake.» Gellhorn yavaşça ekledi. «Bana yardım etmek istersen, Sally sana kalır. Yoksa en fazla o zarar görür. Üzgünüm.» «Sizinle geleceğim,» dedim. «Ama sizi tekrar uyarıyorum. Başınız derde girecek, Bay Gellhorn.» Adam bu sözlerimi çok komik buldu. Birlikte merdivenden inerken o hâlâ sessizce gülüyordu. Garajın üzerindeki katlara giden yolun dışında bir otomatik otobüs bekliyordu. Taşıtın yanında da gölge gibi üç adam vardı. Biz yaklaşırken el fenerlerini yaktılar. Gellhorn alçak sesle, «İhtiyar yanımda,» diye açıkladı. «Haydi. Taşıtı yoldan yukarı çıkarın da işe başlayalım.»Adamlardan biri otobüsün içine eğildi ve kontrol panelindeki düğmelere basarak uygun talimatı verdi. Biz yoldan çıkarken otobüs de uysalca peşimizden geldi. «O garaja giremez,» dedim. «Kapıdan sığmaz. Burada otobüs yok. Sadece Özel arabalar var.» Gellhorn, «Pekâlâ,» diye başını salladı. «Otobüsü çimlerin üzerine çekin ve görünmemesini sağlayın.» Garaja daha on metre kala motorların mırıltılarını duydum. Genellikle ben garaja girdiğimde taşıtlar sakinleşirlerdi. Ama bu kez öyle olmadı. Galiba etrafta yabancılar olduğunu biliyorlardı. Gellhorn'la diğerlerinin yüzlerini görür görmez gürültüleri daha da arttı. Her motor sıcak bir homurtu gibiydi. Hepsi de düzensizce çalışıyorlardı. Sonunda camlar zangırdamaya başladı. Biz içeri girerken ışıklar da otomatik olarak yandı. Gelihorn arabaların gürültüsüne pek aldırmıyormuş gibiydi. Ama yanındaki üç adam şaşırmış ve endişelenmişlerdi. Kiralık katillere benziyorlardı. Bunun fiziki özellikleriyle bir ilgisi yoktu. Dikkatli bakışları ve sinsi davranışları durumu açıklıyordu. O tipleri tanıdığım için endişelenmedim. Haydutlardan biri, «Kahretsin!» diye homurdandı. «Benzin yakıyorlar.»



Soğuk soğuk cevap verdim. «Benim arabalarım her zaman böyle ya parlar.» Gellhorn, «Ama bu gece değil,» dedi. «Onları durdur.» «Bu o kadar kolay değil, Bay Gellhorn,» diye açıkladım. Adam, «Haydi, başla,» dedi. Yerimden kımıldamadım. Avucundaki tabancayı hâlâ bana doğru tutuyordu. «Size söyledim, Bay Gellhorn. Arabalarıma çiftlikteyken çok iyi davranıldığını anlattım. Onlar böyle davranılmasına alışıklar. Başka türlü hareket edildiği zaman kızıyorlar.» Gellhorn homurdandı. «Bir dakikan var. Bana başka zaman nutuk çekersin.» «Ben bir şeyi anlamaya çalışıyorum. Arabalarımın onlara söylediklerimi anladıklarını anlatmaya çabalıyorum. Bir pozitronik motor, zaman ve sabır sayesinde bunu yapmayı öğrenir. Benim arabalarım da öğrendiler, Sally iki gün önceki teklifinizi anladı. Ona fikrini sorduğum zaman güldü. Bunu herhalde hatırlıyorsunuz. Sally ayrıca ona ne yaptığınızı da unutmadı. Korkuttuğunuz diğer iki araba da öyle. Ve geri kalanlar da çiftliğe izinsiz girenler konusunda neler yapılması gerektiğini biliyorlar» «Buraya bak, kaçık bunak...» «Bütün yapmam gereken,» diye ekleyerek sesimi yükselttim. «'Onları yakalayın'1 demek.» Haydutlardan biri bembeyaz kesilerek haykırdı. Ama aynı anda çalmaya başlayan elli bir korna sesini boğdu. Arabalar korna çalmayı sürdürürken garajın dört duvarının arasında yankılar çılgınca mekanik bir haykırışa dönüştü. İki araba yavaşça öne doğru çıktı. Ama hedefleri belliydi. Onların arkasında başka İki araba yer aldı. Ayrı ayrı bölmelerdeki taşıtların hepsi de harekete geçiyorlardı. Haydutlar şaşkınlıkla baktılar, sonra da gerilediler. «Sakın duvara dayanıp kalmayın!» diye bağırdım. Anlaşılan sezgileri onlara bunun tehlikeli olduğunu haber vermişti. Deli gibi garajın kapısına doğru atıldılar. Kapıda serserilerden biri döndü ve avucundaki silahı kaldırdı. İğne kurşun ince mavi bir ışık saçarak en öndeki arabaya doğru uçtu. Giuseppe'ydi o taşıt. Giuseppe'nin motor kapağından boyalar ince bir çizgi halinde kalktı. Sonra ön camın sağ yarısı yıldız yıldız kırıldı. Ama parçalar etrafa saçılmadı. Adamlar kapıdan fırlayarak koşmaya başladılar. Arabalar onların peşinden ikişer ikişer karanlık geceye çıkıyorlardı. Kornaları saldırıya geçildiğini açıklayan borular gibiydi. Ben, Gellhorn'un dirseğini tutuyordum. Ama tutmasaydım da o yine de yerinden kımıldayamayacaktı sanırım Dudakları titriyordu. «İşte bu yüzden elektrikli tellere ya da bekçilere ihtiyacım yok,» diye açıkladım. «Mallarım kendi kendilerini koruyorlar.» Arabalar çifter çifter hızla yanımızdan geçerlerken Gellhorn'un gözleri de büyülenmiş gibi bir sağa bir sola kayıyordu. «Onlar katil,» dedi. «Saçmalamayın! Adamlarınızı öldürecek değiller.» «Katil onlar!» «Hayır sadece adamlarınıza bir ders verecekler. Arabalarım böyle bir durum için özel olarak eğitildiler. Suçluları dağ tepe kovalamayı öğrendiler. Bence adamlarınızın başına ölümden daha kötü bir şeyler gelecek. Siz hiçbir otomobil tarafından kovalandınız mı?» Gellhorn cevap vermedi. Sözlerimi sürdürdüm. Onun hiçbir şeyi kaçırmasını istemiyordum. «Onlar, birer gölge gibi adamlarınızı izleyecekler. Onlardan daha hızlı gitmeyecekler Serserileri kovalayacak, herhangi bir yerde önlerini kesecekler. Korna çalacak, saldıracaklar. Tam onlara çarpacakları sırada fren



gıcırtıları ve motor gürültüleri arasında duracaklar. Bunu adamlarınız yere yığılıncaya kadar sürdürecekler. Serserilerin solukları kesilecek ve yarı ölü halde olacaklar. Tekerleklerin üzerilerinden geçmesini ve kemiklerini çatırdatarak kırmasını bekleyecekler. Ama arabalar bunu yapmayacak, dönüp uzaklaşacaklar. Adamlarınız da yaşamları boyunca bir daha buraya gelmeyecekler. Bundan emin olabilirsiniz. Sizin ya da siz gibi on kişinin vereceği para için bile yapmayacaklar bunu. Dinleyin...» Dirseğini daha sıkıca kavradım. O dikkatle etrafı dinliyordu, «Araba kapılarının çarpılarak kapatıldığını duymuyor musunuz?» diye sordum Ses hafifti ve uzaklardan geliyordu Ama ne olduğu da çok belliydi. Gellhorn'un yüzü öfkesinden çarpılmıştı. Elini kaldırdı. İğnetabanca hâlâ avucundaydı. «Yerinizde olsaydım bunu yapmazdım,» dîye onu uyardım. «Bir otomatik araba hâlâ bizimle.» Sally'i o ana kadar fark etmemişti sanırım. O öyle sessizce yaklaşmıştı ki. Sağ çamurluğu neredeyse bana dokunacaktı ama motorunun sesini duyamıyordum bile. Sally sanki soluğunu tutmuştu. Gellhorn bir çığlık attı. Ona, «Ben yanınızda olduğum sürece size dokunmaz,» dedim. Ama beni öldürürseniz... Sally'nin sizden hiç hoşlanmadığını biliyorsunuz.» Gellhorn tabancayı Sally'e doğru çevirdi. «Motorunun üzerinde kurşun geçirmeyen bir levha var,» dedim. «Ve siz ikinci kez ateş edemeden Sally sizi altına alır.» Serseri, «Pekâlâ,» diye haykırdı. Kolumu birdenbire geriye çekerek kıvırdı. Artık zorlukla ayakta durabiliyordum. Gellhorn beni Sally'le arasına soktu. Hâlâ kolumu büküyor, gevşetmiyordu. «Benimle birlikte geri geri gel. Elimden kurtulmaya da çalışma, ihtiyar, yoksa kolunu yerinden koparırım.» Yürümek zorunda kaldım. Sally de bizimle ağır ağır geldi. Endişelenmişti, ne yapacağını bilmiyordu. Ona bir şeyler söylemek istedim ama başaramadım. Sadece dişlerimi sıkarak inleyebildim. Gellhorn'un otomatik otobüsü hâlâ garajın önündeydi. Beni zorla taşıta bindirdi. Kendisi de arkamdan atlayarak kapıları kilitledi. «Tamam,» dedi. «Şimdi rahatça konuşabiliriz.» Kolumu ovuşturuyor, uyuşukluğu geçirmeye çalışıyordum. Ama o arada farkına varmadan, bilinçsizce otobüsün kontrol panelini inceliyordum. «Bu yeniden yapılmış bir taşıt.» Gellhorn öfkeyle, «Ne olmuş yani?» diye homurdandı. «İşte yaptığım işin bir örneği. Atılmış bir şasi buldum sonra kullanabileceğim bir beyin. Böylece kendim için özel bir otobüs yarattım. Ne olmuş?» Tamir panelini hızla çekerek yana ittim. Gellhorn, «Kahretsin!» diye bağırdı. «Ne oluyor? Çekil oradan?» Elinin ayasıyla sol omzuma vurdu. Orası da uyuştu. Onu hızla ittim. «Ben bu otobüse zarar vermek istemiyorum. Sen beni ne sanıyorsun? Ben sadece bazı motor bağlantılarını görmek istiyorum.» Fazla incelemem gerekmedi. Gellhorn'a döndüğümde öfkeden çıldırıyordum. «Sen aşağılık bir köpeksin! Bu motoru kendi başına takmaya hiç hakkın yoktu. Ben bir insana, bu motora yaptığın gibi davranamam. Lehim, flaster ve kıskaçlar. Zalimce bir şey bu!» «Ama çalışıyor ya! Öyle değil mi?» «Tabii çalışıyor. Ama bu otobüs için cehennem azabından farksız olmalı. Sen migren ve şiddetli artritle yaşayabilirsin. Ama bu hoş bir yaşam sayılmaz. Bu araba acı çekiyor.» «Kes sesini!» Gellhorn pencereden dışarıya, Sally'e bir göz attı. O otobüse mümkün olduğu kadar sokulmuştu. Gellhorn kapı ve pencerelerin kilitli olup olmadıklarına baktı. «Buradan hemen



uzaklaşacağız. Diğer arabalar geri dönmeden önce. Çiftliğe yaklaşmayacağız.» «Bunun sana ne yararı olacak?» «Günün birinde arabalarının benzini bitecek, öyle değil mi? Onlarda kendi benzinlerini alabilmelerini sağlayacak bir değişiklik yaptığını sanmıyorum. Yakıtları tükenince geri dönüp, işi bitireceğiz,» «Beni aramaya başlarlar,» dedim. «Bayan Hester durumu polise bildirir.» Ama adam artık söz dinleyecek halde değildi. Sadece otobüsün düğmelerine bastı. O da sarsılarak hareket etti. Sally bizi izliyordu. Gellhorn kıkır kıkır gülüyordu. «Sen yanımdayken o bana ne yapabilir ki?» Sally de bunu anlamış gibiydi. Hızlandı. Bizi geçerek gözden kayboldu. Gellhorn yanlardaki ışıkları iyice sönükleştirdi. Şimdi ağaçların arasına girmemizi sadece karayolunun ortasındaki, ay ışığında parlayan fosforlu çizgi engelliyordu. Hemen hiç trafik yoktu. Yanımızdan iki araba geçerek aksi yöne doğru gittiler. Karayolunun bizim bulunduğumuz tarafında ne önümüzde, ne de arkamızda bir taşıt vardı. Kapıların çarptığını önce ben duydum. O sessizlikte önce sağdan, sonrada soldan geldi ses. Hızlı ve şiddetli. Gellhorn otobüsün daha hızlanması için öfkeyle düğmelere basarken elleri titriyordu. Ağaçların arasından bir ışık fışkırarak bizi körleştirdi. Diğer yandaki korkulukların arasında uzanan ışınlar bizi aydınlattı. Dört yüz metre ilerideki kavşakta bir araba önümüzden hızla geçerken bir gıcırtı duyuldu. «Sally diğerlerini çağırmaya gitmiş,» dedim. «Seni sardıklarını sanıyorum.» «E, ne olmuş? Ne yapabilirler ki?» Gellhorn kamburunu çıkararak kontrollerin üzerine eğilmiş, ön camdan dışarı bakıyordu. Homurdanarak ekledi. «Sen de bir şeyler yapmaya kalkışma, ihtiyar.» Bir şey yapacak halde değildim. Çok yorulmuştum. Sol kolum alev alev yanıyordu sanki. Motor homurtuları birleşerek yaklaştı. Motorların acayip biçimlerde teklediklerini duyabiliyordum. Bana birdenbire arabalarım birbirleriyle konuşuyorlarmış gibi geldi. Arkamızda klaksonlar çalmaya başladı. Döndüm. Gellhorn da dikiz aynasına çabucak bir göz attı. İki şeritten de iki araba geliyor, bizi izliyordu. Gellhorn haykırdı, sonra da deli gibi güldü. «Dur!» diye bağırdım. «Otobüsü durdur!» Çünkü ancak üç yüz metre kadar ileride Sally duruyordu. Yolun iki yanındaki kapalı arabaların farları zarif hatlı karoserini aydınlatıyordu. Sally yolda yanlamasına durmuş bekliyordu. Peşimizdeki arabalar hızla yan şeride geçtiler. Bizimle aynı tempoda ilerleyerek Gellhorn'un yana sapmasını engellediler Ama adamın yana sapmaya hiç niyeti yoktu. Parmağını 'Son sürat' düğmesine bastırdı ve oradan çekmedi. «Kimse burada blöf yapamaz. Bu otobüs, senin arabanın beş katı ağırlığında, ihtiyar! Sally'i yoldan itivereceğiz. Tıpkı ölmüş bir kedi yavrusu gibi.» Bunu yapabileceğini biliyordum. Otobüs 'Elle sürme'ye geçirilmişti. Ve parmağı da düğmedeydi. Söylediğini hiç çekinmeden yapacağından emindim. Camı indirerek başımı dışarı uzattım, «Sally!» diye bağırdım. «Yoldan çekil! Sally!» Ama sesim, kötü davranılan frenlerin acı dolu gıcırtıları arasında boğuldu. Öne doğru fırladığımı hissettim. Gellhorn'un ciğerlerindeki havanın hışırdayarak boşaldığını duydum. «Ne oldu?» dedim. Bu aptalca bir soruydu. Durmuştuk. Bu olmuştu işte. Sally'le otobüsün arasında bir buçuk metrelik bir açıklık vardı. Ağırlığının beş katı bir taşıt üzerine gelirken Sally yerinden kımıldamamıştı bile. Ne de cesurdu! Gellhorn eklemli el kolunu çekiştirdi. «İşe yaramalı,» diye homurdanıyordu. «İşe yaramalı.» «Motoru böyle bağladığın için hiçbir yaran olmayacak, büyük uzman,» dedim. «Devrelerden



herhangi biri yana kaymış olabilir.» Çılgınca bir öfkeyle bana bakarken gırtlağından bir homurtu yükseldi. Saçları terden alnına yapışmıştı. Elini kaldırdı. «Açıkladığın son fikir olacak bu, ihtiyar.» O an iğnetabancayla ateş etmek üzere olduğunu anladım. Otobüsün kapısına dayanıp kalırken Gellhorn'un elini kaldırmasını seyrettim. Kapı açıldığı zaman arkaüstü dışarıya yuvarlandım. Gürültüyle yere düştüm. Kapının tekrar hızla kapandığını işittim. Dizlerimin üzerinde doğrulup bakınca Gellhorn'un kapanan camla boş yere boğuştuğunu gördüm. Sonra iğnetabancasıyla cama nişan aldı. Ama ateş edemedi. Otobüs müthiş bir homurtuyla hareket etti. Gellhorn'da sendeleyerek geriledi. Sally artık yolu kapatmıyordu. Otobüsün stop lambalarının karayolundan inişini seyrettim. Bitkin haldeydim. Oraya, yolun üzerine oturdum. Başımı kavuşturduğum kollanma dayayarak rahatça soluk almaya çalıştım. Sonra bir arabanın usulca yanımda durduğunu hissettim. Başımı kaldırınca gelenin Sally olduğunu anladım. Ön kapısı ağır ağır ve hatta sevgiyle açıldı. Sally'i beş yıldan beri kimse sürmemişti. Gellhorn dışında tabii. Bir araba için bu tür bir özgürlüğün ne demek olduğunu biliyordum. Onun bu davranışını takdirle karşıladım ama, «Sağol, Sally,» dedim. «Ben daha yeni arabalardan birine binerim.» Ayağa kalkarak döndüm. Ama Sally piruet yaparcasına ustalıkla, tekrar önüme geçti Onu kıramazdım. Arabaya bindim. Ön kanepe mis gibi kokuyordu. Kendini tertemiz tutan bir otomatobile özgü o güzel, taze kokuydu bu. Minnetle kanepeye uzandım. Ve oğullarımla kızlarım sessizce, düzgünce, hızla ve beceriklice beni evime götürdüler. Bayan Hester ertesi akşam bana büyük bir heyecanla radyo haberinin bir kopyasını getirdi. «Bay Gellhorn'la ilgili bu! Şu seni görmeye gelen adamla.» «E, ne olmuş ona?» Cevabı korkuyla bekledim. Kadıncağız, «Onun ölüsünü bulmuşlar,» diye açıkladı. «Şu işe bak! Bir hendekte yatıyormuş. Ölmüş.» «Belki de tanımadığımız bindir...» diye mırıldandım. Bayan Hester sert sert, «Raymond J. Gellhorn,» dedi. «Aynı adda iki kişi olamaz. Öyle değil mi? Zaten tarife de uyuyor. Tanrım! Ne korkunç bir ölüm! Kollarında ve gövdesinde lastik izleri bulmuşlar! Bunu düşünebiliyor musun? Onu çiğneyenin bir otobüs olduğunun anlaşılmasına sevindim. Yoksa kalkıp buralara gelir, etrafı araştırmaya başlarlardı.» Endişeyle, «Kaza buranın yakınlarında mı olmuş?» diye sordum. «Hayır... Cooksville yakınlarında olmuş. Ama, Tanrım, madem meraklandın, haberi kendin okusana... Giuseppe'ye de ne oldu?» Konunun değişmesine memnun oldum. Giuseppe'yi yeniden boyuyordum ve o da sabırla bu işi bitirmemi bekliyordu. Öne de yeni cam takmıştım. Bayan Hester gittikten sonra haber bültenini kaptım. İşin kuşku götürecek yanı yoktu. Doktor, Gellhorn'un koştuğunu ve son derece de bitkin olduğunu açıklamıştı. Otobüs Gellhorn'u çiğnemeden önce acaba adamı kaç kilometre koşturup onunla oynadı, diye düşündüm. Tabii bülteni hazırlayanların böyle bir şeyden haberleri bile yoktu. Otobüsü bulmuş, lastik izlerinden onu tanımışlardı. Taşıt şimdi polisteydi. Otobüsün sahibini bulmaya çalışıyorlardı. Bu konuda bir de yorum vardı. Bu o yıl eyalette olan ilk trafik kazasıydı. Halk geceleri elle araba sürülmemesi için kesin bir dille uyarılıyordu. Gellhorn'un üç haydudundan söz edilmiyordu. Hiç olmazsa bu da bir şey sayılırdı. O yüzden minnet



duydum. Arabalarımızdan hiçbiri kovalamaca zevki yüzünden cinayet işlememişti. Hepsi bu kadardı. Kâğıdı yere attım. Gellhorn bir suçluydu. Otobüse çok zalimce davranmıştı. Onun ölümü hak ettiği konusunda hiçbir kuşkum yoktu. Ama bu ölüm tarzı yüzünden midem yine de biraz bulanıyordu. Artık aradan bir ay geçti. Ve ben olayı hâlâ kafamdan atamıyorum. Arabalarım birbirleriyle konuşuyorlar. Artık bundan hiç kuşkum yok. Sanki birdenbire güven kazandılar. Sanki artık bunu bir sır gibi saklamak zorunda değiller. Motorları devamlı olarak tıkırdayıp takırdıyor. Arabalar sadece kendi aralarında konuşmuyorlar. İş için çiftliğe gelen arabalar ve otobüslerle de konuştuklarını biliyorum. Ama acaba ne zamandan beri bunu yapıyorlardı? Herhalde söyledikleri de anlaşılıyor. Gellhorn'un otobüsü onların sözlerini anlamıştı. Üstelik çiftliğe geleli ancak bir saat olmuştu. Gözlerimi kapadığım zaman karayolundaki o hızla ilerlemeyi kafamda canlandırabiliyorum. Arabalarımız otobüsün iki yanından ilerliyor ve motorlarını ona takırdatıyorlardı. Sonunda otobüs onların ne dediklerini anladı. Durarak benim inmeme izin verdi. Sonra da Gellhorn'la kaçıp gitti. Arabalarım ona Gellhorn'u öldürmesini söylediler mi? Yoksa bu onun kendi fikri miydi? Taşıtların böyle fikirleri olabilir mi? Motor üreticileri, «Hayır,» diyorlar. Ama onlar normal koşullardan söz ediyorlar. Onlar her şeyi önceden tahmin edebildiler mi bakalım? Bildiğiniz gibi arabalara kötü davranılıyor. İçlerinden bazıları çiftliğe geliyor ve olanları izliyor Onlara bazı şeyler anlatılıyor. Bu taşıtların, motorları hiç durmayan, kimsenin sürmediği, her gereksinimleri karşılanan arabalar olduğunu öğreniyorlar. Belki de sonra gidip bu durumu başkalarına açıklıyorlar. Belki de bu haber etrafa çabucak yayılıyor. Belki de taşıtlar yakında bütün dünyada durumun çiftlikteki gibi olması gerektiğini düşünmeye başlayacaklar. Hiçbir şeyi anlayamıyorlar. Onların vasiyetleri ve zengin adamların kaprislerini anlamalarını bekleyemezsiniz. Yeryüzünde milyonlarca araba var. On milyonlarca araba. Eğer esir oldukları düşüncesi yerleşir ve bu konuda bir şeyler yapmaları gerektiğine karar verirlerse... Gellhorn'un otobüsü gibi düşünmeye başlarlarsa... Belki bütün bunlar benim sağlığımda olmayacak. Ve onlara bakmamız için birkaçımızın yaşamasına izin vermeleri de gerekecek. Öyle değil mi? Hepimizi öldüremezler. Ama belki de öldürürler. Birinin onlara bakması gerektiği gerçeğini kavrayamazlar. Belki de beklemeyecekler bile. Her sabah uyandığım zaman, belki de bugün... diye düşünüyorum. Artık arabalarımdan eski zevki alamıyorum. Son zamanlarda Sally'den bile uzaklaştığımın farkındayım.



ŞARKI SÖYLEYEN ÇAN “Şarkı Söyleyen Çan – The Singing Bell” The Magazine of Fantasy and Science Fiction dergisinin 1955 Ocak sayısında yer alan kısa bilim kurgu gizem hikayesidir. Daha sorna 1968'de Asimov's Mysteries toplamasında yer almıştır. “Şarkı Söyleyen Çan” Asimov'un ilk Wendell Urth hikayesidir. Louis Peyton Dünya polisiyle giriştiği on iki kadar blöf ve zekâ düellosunda onları nasıl altettiğini hiçbir zaman açık açık anlatmadı. Her zaman hazır bekleyen Psişik Sondadan nasıl kurtulduğunu da. Tabii bunu yapması aptallık olurdu. Peyton hayatından pek memnun olduğu anlarda, ancak ölümünden sonra açılacak bir mektup bırakmayı düşünüyordu. Bu belge süregelen başarılarının nedeninin şans değil beceri olduğunu ortaya koyacaktı. Peyton bu mektubunda, «Suçu örtmek için sahte bir tablo hazırlanabilir,» diyecekti. «Ama bunda mutlaka yaratıcının bazı izleri de kalır. Öyleyse olaylarda zaten var olan bir tabloyu bulmak ve hareketlerinizi ona uydurmak çok daha iyidir.» Peyton, Albert Cornwell'i öldürme planını yaparken de bu prensibi unutmadı. Cornwell çalıntı mallar satan ufak çapta bir düzenbazdı. Peyton'a ilk kez Grinnell Lokantası'nda her zamanki tek kişilik masasında otururken yanaştı. Cornwell'in mavi elbisesinin özel bir ışıltısı vardı sanki. Çizgili yüzünde özel bîr gülümseme, rengi solmuş bıyığında da özel bir diklik. Cornwell kendi katilini, gelecekle ilgili hiçbir endişe duymadan, «Bay Peyton,» diyerek selamladı. «Sizi görmek çok hoş. Neredeyse vazgeçiyordum, efendim. Neredeyse vazgeçiyordum.» Peyton, Grinnell'de tatlısını yer ve gazetesini okurken rahatsız edilmekten hiç hoşlanmazdı. «Benimle bir işiniz varsa, nerede bulacağınızı biliyorsunuz, Bay Cornwell.» Peyton kırkını geçkin olduğundan artık saçları eskisi gibi simsiyah değildi. Ama sırtı dimdik, hareketlen genç biri gibi dinamikti. Siyah gözleri vardı. Ve insanları diliyle yaralamak konusunda da çok deneyimliydi. «Bu iş için bunu yapamazdım, efendim. Yapamazdım. Gizli bir yer biliyorum, efendim. Bir hazine... Şu bildiğiniz şeylerle dolu.» Sağ elinin işaret parmağını bir çanın diliymiş gibi salladı. Sol elini bükerek bir an kulağına götürdü. Peyton teledağıtıcıdan yeni çıktığı için hâlâ biraz nemli olan gazetesinin sayfasını çevirdi. «Şarkı Söyleyen Çanlardan mı söz ediyorsunuz?» Cornwell üzüntüyle, «Ah, lütfen susun, Bay Peyton,» diye fısıldadı. Peyton, «Benimle gelin,» dedi. İki adam parkta yürümeye başladılar. Diğer bir Peyton aksiyomuna göre açıklık yerlerde alçak sesle konuşulduğu zaman sırlar daha kolaylıkla saklanırdı. Cornwell, «Şarkı Söyleyen Çanlarla dolu bir hazine,» diye fısıldadı. «Bir Şarkı Söyleyen Çanlar koleksiyonu. Cilalı değiller ama öyle güzeller ki, Bay Peyton.» «Onları gördünüz mü?» «Hayır, efendim. Ama onları görmüş olan biriyle konuştum. Elinde beni inandırmaya yetecek kadar kanıt vardı. Orada sizin ve benim zengin olarak emekliye ayrılmamızı sağlayacak kadar çan var. Çok zengin olabiliriz, efendim.» «Sözünü ettiğiniz adam kim?» Cornwell'in yüzünde sinsice bir ifade belirdi. Bu, adamın yüzünü belirgini eştireceği ne dumanı tüten bir meşale gibi her şeyi daha belirsiz hale getiriyordu. Comwell'in tiksinti verici, kaypakça bir



görünüm kazanmasına neden oldu. «Adam Ayda arama yapan bir serseri. O kraterlerin yanlarında Çan bulmak konusunda bir yöntem geliştirmiş. Bu yöntemin nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum. Bunu bana hiçbir zaman açıklamadı. Ama düzinelerle Çan bulmuş ve onları Ayda bir yere saklamış. Çanları satacak birilerini bulmak İçin Dünyaya gelmiş.» «Ve adam öldü sanırım?» «Evet. Müthiş bir kaza sonucu, Bay Peyton. Yüksek bir yerden düştü. Oldukça üzüntü verici bir olay. Tabii Aydaki faaliyetleri yasa dışıydı. Dominyon izinsiz Çan arama konusunda çok sert davranıyor. Belki de adam bu yüzden günahının cezasını çekti... Her neyse... Haritası bende.» «Küçük alışverişlerinizin ayrıntılarını bilmek istemiyorum.» Peyton'un yüzünde sakin ve kayıtsız bir ifade vardı. «Benim bilmek istediğim sadece şu: neden bana geldiniz?» Cornwell, «Ah,» dedi. «Orada ikimize de yetecek kadar Çan var. İkimiz de üzerimize düşeni yapabiliriz. Ben hazinenin nerede saklı olduğunu biliyorum. Bir uzay gemisi de bulabilirim. Sizse...» «Evet?» «Bir uzay gemisinde pilotluk yapabilirsiniz. Çanların satılması konusunda da tanıdıklarınız çok işe yararlar. Böylece adilce bir iş bölümü yapmış oluruz. Öyle değil mi, Bay Peyton?» Peyton yaşamının çizdiği tabloyu düşündü. Her zaman var olan o tabloyu. Her şey buna uyuyormuş gibiydi. Sonra, «Ağustosun onunda Aya hareket edeceğiz,» dedi. Cornwell yürümekten vazgeçerek birdenbire durdu. «Bay Peyton! Daha nisan ayındayız.» Peyton sakin sakin yürüyüşünü sürdürürken Cornwell ona yetişmek için adımlarını sıklaştırmak zorunda kaldı. «Beni duydunuz mu, Bay Peyton?» Peyton, «On Ağustos,» dedi. «Uygun bir zamanda sizinle bağlantı kuracak ve geminizi getirmeniz gereken yeri bildireceğim. O zamana kadar benimle görüşmeye çalışmayın. İyi günler, Cornwell.» Cornwell, «Yarı yarıya paylaşacağız değil mi?» diye sordu. Peyton, «Tabii,» dedi. «İyi günler.» Yürüyüşünü yalnız başına sürdürerek yaşantısının oluşturduğu tabloyu düşündü. Yirmi yedi yaşındayken yüzyıl önce çıkacağından korkulan atom savaşlarına karşı önlem olarak bir ev yaptırtmıştı oraya. Gerçi o savaşlar çıkmamıştı ya, o da başka. Ama ev hâlâ yerinde duruyordu. Korkunun neden olduğu kendi kendine yetme isteğinin bir anıtı gibiydi. Yeryüzünde bulunabilecek en ıssız yerdeki bina çelik ve betondandı. Deniz düzeyinden çok yukarıdaydı. Hemen hemen dört yandan daha da yüksek olan dağların dorukları tarafından korunuyordu. Evde kendi kendine yetebilecek bir jeneratör, dağlardan akan suların doldurduğu depolar, on sığırın rahatça yan yana aşılabileceği büyük dondurucular, bir kale kadar korunmalı mahzenler ve hiçbir zaman gelmeyecek olan paniğe kapılmış, aç insan sürülerini püskürtmek için hazırlanmış silahlar vardı. Klima sistemi havayı radyoaktivite dışında (Ah, insanca zayıflıklar!) her şeyden temizliyor, temizliyordu. Müzmin bir bekâr olan Peyton, her yıl ağustos ayını savaştan sağ çıkılması için yapılmış olan bu evde geçiriyordu. İletişim araçlarını, televizyonu ve teledağıtıcıyı kaldırmış arazisinin etrafını bir güç alanıyla çevirmişti. Bunun, dağlara tırmanan dönemeçli yolu kestiği noktaya da eve bağlı bir kısa mesafe işaret mekanizması yerleştirmişti. Böylece her yıl bir ay boyunca gerçekten yalnız kalabiliyordu. Onu kimse göremiyor kimse erişemiyordu. Sadece horgörüyle bakabildiği insanlarla birlikte geçen on bir aydan sonra çok değer verdiği bu tatilde yapayalnız kalıyordu. Polis bile onun ağustos programını hiç değiştirmediğini bilirdi. Peyton hafifçe gülümsedi. Bir keresinde kefaletle tahliye edilmiş olmasına rağmen yine de sığınağına gitmişti. Ağustos tatilinden



vazgeçmemek için Psiko Sonda tehlikesini göze almıştı. Peyton bırakacağı mektuba yazılabilecek başka bir vecizeyi düşündü. «İnsan belirli bir zamanda nerede olduğunu kanıtlayamazsa onun masum olduğuna inanılabilinir. Hiçbir şey bir insanın böylesine suçsuz gözükmesini sağlayamaz.» Louis Peyton, 30 Temmuzda, her yılın 30 Temmuzunda yaptığı gibi New York'tan 9.15'de kalkan yer çekimine karşı korunmalı stratojete bindi ve 12.30'da Denver'e erişti. Orada öğle yemeği yedi ve 1.45'de yer çekimine karşt yarı korumalı otobüse binerek Hump Burnuna gitti. Sam Leibman, Peyton'u oradan oldukça eski bir yer taşıtıyla aldı. Bu araç yer çekimine karşı hiç de korunmalı değildi! Peyton arabayla yoldan yukarı çıkarak arazisinin sınırına kadar gitti. Sam Leibman onun her zamanki gibi verdiği on dolar bahşişi ciddiyetle aldı. On beş yıl her 30 Temmuzda yaptığı gibi adamı şapkasını çıkararak selamladı. Peyton 31 Temmuzda, her yılın 31 Temmuzunda yaptığı gibi, yer çekiminden etkilenmeyen aerouçucusuyla Hump Burnuna döndü ve kooperatife giderek ağustos ayı için gerekli şeyleri ısmarladı. Sipariş listesinin olağanüstü bir yanı yoktu. Daha önceki listelerin bir eşiydi bu. Mağazanın müdürü Maclntyre listeyi ciddiyetle inceledi Siparişi Denver'de, Dağlık Bölge Merkez Deposuna bildirdi Her şey bir saat içerisinde kitle transfer ışınıyla yollandı. Peyton eşyaları Maclntyre'ın yardımıyla Uçucuya yükledi. Yine on dolar bahşiş bırakarak evine döndü. 1 Ağustosta tam gece yarısını bir geçe Peyton'un arazisini çevreleyen koruyucu alan tam güç çalıştırıldı ve adam da böylece dünyayla ilişkisini kesmiş oldu. Ondan sonra program değişti. Peyton mahsus sekiz günlük bir zaman ayırmıştı. Bu sürede yiyecek ve diğer şeylerin bütün ağustos boyunca tüketeceği kadarını ağır ağır ve dikkatle ortadan kaldırdı. Bunun için evin çöp kaldırma birimi görevini yapan toz odacıklarından yararlandı. Çok geliştirilmiş modellerdi bunlar ve madenlerle silikatlar da dahil bütün maddeleri hissedilmeyen ve fark edilmeyen moleküler toza dönüştürüyorlardı. Bu işlem sırasında oluşan fazla enerjiyi toprağından akan çay alıp götürdü. Su bir hafta boyunca normalden beş derece daha sıcak aktı, Peyton 9 Ağustosta aero-uçucusuna binerek Wyoming'de bir yere gitti. Albert Cornwell'le bir uzay gemisi orada kendini bekliyorlardı. Tabii uzay gemisi bu zincirin en zayıf halkasıydı. Gemiyi birileri satmış, birileri onu buraya getirmiş ve uçuşa hazırlanmasına yardım etmişlerdi. Ama bütün bu adamlar sadece Cornwell'i biliyorlardı. Peyton'un dudakları soğuk bir gülüşle büküldü. Cornwell de ölecek ve zincir orada sona erecekti. Ölecekti o. 10 Ağustosta uzay gemisi Dünyadan havalandı. Peyton kontrollerin başındaydı. Cornwell ve haritalarıysa yolcu yerinde. Geminin yer çekiminin etkisini yok eden alanı kusursuzdu. Son hızla ilerlendiği zaman geminin ağırlığı ancak yirmi gram geliyordu. Mikro-reaktörler sessizce, düzgünce enerji sağlıyorlardı. Gemi, alevler ya da sesler çıkarmadan atmosferde yükseldi. Bir nokta halini aldı ve sonra da gitti. Bazı kimselerin uçuşu görmüş olmaları imkânsızdı. Bu tatsız tuzsuz barış günlerinde eskisi gibi radarlarla nöbet tutulmuyordu herhalde. Aslında böyle bir şey hiç yapılmıyordu. Uzayda iki gün geçirmişlerdi. Ayda geçirdikleri iki hafta sona ermişti. Peyton hemen hemen güdüleriyle hareket ederek daha başından iki haftalık bir süre beklemeye karar vermişti. Uzman olmayan kimselerin yaptıkları haritalar konusunda olmayacak hayallere kapılmıyordu. Onlar haritayı çizen kimsenin işine yarayabilirlerdi. Sonuçta onlara bellekleri de yardım ederdi. Ama bir yabancı için onlar bir şifreden farksız olurlardı. Cornwell haritayı Peyton'a ilk defa ancak uzay gemisi havalandıktan sonra gösterdi. Dalkavukça gülümseyerek, «Elimdeki tek koz buydu, efendim,» dedi. «Bunu, Ay haritalarıyla karşılaştırdınız mı?»



«Nasıl yapılacağını bile bilmiyorum, Bay Peyton. Ben size güveniyorum.» Peyton haritayı geri verirken adama soğuk soğuk baktı. Bundaki tek kesin yer Tycho Krateriydi. Yerin altındaki Ay Kenti de oradaydı. Hiç olmazsa bir bakıma astronomi onlardan yanaydı. Tycho o sırada ayın aydınlık tarafındaydı. Yani devriye gemileri pek dolaşmayacak, onları fark etmeleri ihtimali de azalacaktı. Peyton gemiyi bir kraterin İçindeki soğuk gölgelerin arasına, yer çekiminden korunarak, çabucak, riskli bir biçimde indirdi. Güneş tam tepede değildi artık. Gölgeler de kısalmayacaklardı. Cornwell suratını astı. «Ah, Bay Peyton, ah! Bu gündüz ışığında arama yapmaya çıkamayız ki.» Peyton kısaca, «Ayda gündüzler fazla uzun sürmez,» diye cevap verdi. «Güneş daha yüz saat kadar ışıldayacak. Biz de bu sürede ortama alışmaya çalışır ve haritanın sırrını çözmeyi deneriz.» Cevap çabucak bulundu. Ama bu tekil değil, çoğuldu. Peyton, Ay haritalarını tekrar tekrar inceledi. Büyük bir dikkatle ölçüler aldı. Uydurma haritadaki kraterlerin yerlerini bulmaya çalıştı. Bu harita bir anahtardı. Ama neyin anahtarı? Peyton sonunda, «Aradığımız krater şu üçünden biri olabilir,» diye açıkladı «GC3, GC5 ya da MT10.» Cornwell endişeyle sordu. «Şimdi ne yapacağız, Bay Peyton?» Peyton, «Üçünü de deneyeceğiz,» dedi. «İşe en yakındakinden başlayacağız.» Ayın karanlık ve aydınlık bölgelerini birbirinden ayıran sınırı aştılar. Artık geceye özgü gölgelerin arasındaydılar. Ondan sonra Ayın yüzeyinde gitgide daha uzun süre kalmaya başladılar. O sonsuz sessizlik ve karanlığa, yıldızların soğuk ışıklarına ve yukarıdaki kraterin kenarından gözüken Dünyanın ışıklı parçacığına alışmaya çalıştılar. Karışmayan, değişmeyen tozlarda derin olmayan, belli belirsiz ayak izleri bıraktılar. Peyton onları ilk defa kraterden yukarı tırmanarak, Dünyanın tüm ışığına çıktıkları zaman fark etti. Bu Aya gelişlerinin sekizinci günü oldu. Aya özgü soğuk, uzay gemisinin dışında kalabilecekleri süreleri kısıtlıyordu. Ama yine de her gün biraz daha uzun zaman kalmayı başarıyorlardı. Aya inişlerinin on birinci günü GC5'de Şarkı Söyleyen Çanlar bulunmadığına karar verdiler. On beşinci gün Peyton'un bu buz gibi ruhu çaresizlik yüzünden alev alev yanmaya başlamıştı sanki. Çanların GC3'de olması şarttı. MT10 çok uzaktaydı. Oraya erişip araştırmaları ve sonra da Ağustosun 31'inde Dünyaya dönmeleri imkânsızdı. Ancak on beşinci gün çaresizlik tümüyle sona erdi. Çünkü Çanları buldular. Güzel değildiler ve sadece düzgün olmayan gri taş yığınlarına benziyorlardı. Çanların her biri iki yumruk büyüklüğündeydi. içleri boş ve havasız. Ayın yer çekimi yüzünden de bir tüy kadar hafiftiler Hazinede yirmi dört Çan vardı. Her biri güzelce cilalandıktan sonra en aşağı yüz bin dolara satılabilirdi. İki ortak avuçlarını Çanlarla doldurarak dikkatle gemiye taşıdılar, ince yongaların arasına yerleştirdiler. Sonra tekrar hazinenin yanına döndüler. Bu işin tamamlanması için üç kez gidip geldiler. Dünyada olsalardı bu engebeli yerde yaptıkları yolculuk onları çok yorardı. Ama Ayın hafif yer çekimi her şeyi kolaylaştırdı. Cornwell son Çanları da Peyton'a verince o da Çanları dış kapının içine özenle yerleştirdi. Cornwell, «Onları yana çekin, Bay Peyton,» dedi. Telsizden gelen sesi hışırtılıydı. «Ben de oraya çıkıyorum.» Ayın hafif yer çekimini göze alarak ağır ağır yükseğe sıçramak için dizlerini büktü. Yukarıya bakınca o anda dehşetle donup kaldı. Miğferinin el yapımı lusilayt panelinde iyice görünen yüzü son bir korku ifadesiyle dondu, «Hayır, Bay Peyton! Yapmayın...» Peyton elindeki silahın kabzasını sıkıca kavrayarak ateş etti. Dayanılmaz derecede parlak bir ışık çıktı ve Cornwell ölü bir adamın, uzay tulumunun kalıntıları arasına dağılmış ve donmaya başlamış



kanlarla beneklenmiş parçalarına dönüştü. Peyton durup çok kısa bir süre ölüye baktı. Sonra sonuncu Çanları da hazırlanmış kutularına taşıdı. Uzay tulumunu çıkararak önce yer çekimine karşı koyan alanı oluşturdu. Sonra da mikro-reaktörleri çalıştırdı. İki hafta öncesine göre bir,'iki milyon daha zengin olabilecekti. Dünyaya dönmeye hazırlandı. 29 Ağustosta, Peyton'un gemisi, kıçı aşağıda, sessizce Wyoming'e indi. 10 Ağustosta havalandığı yere. Peyton'un bu yeri seçme zahmetine katlanması boşuna değildi. Aero-uçucusu hâlâ oradaydı. Engebeli, kayalık arazide bir yara saklı halde duruyordu. Peyton kutularındaki Çanları tekrar taşıdı. Onları derin olmayan yara götürerek üstlerini az bir toprakla gevşekçe örttü. Tekrar uzay gemisine döndü. Kontrolları yeniden çalıştırarak son ayarlamaları yaptı. Sonra dışarı çıktı. İki dakika sonra geminin otomatik pilotu devreye girdi. Uzay gemisi sessizceye hızla yükseldi, Dünya altında dönerken batıya doğru yöneliyordu. Peyton kıstığı gözlerini eliyle koruyarak onu izledi. Sonra uzaklarda küçük bir ışık pırıldadı ve mavi gökyüzünde minik bir bulut oluştu. Peyton'un dudakları bir gülümsemeyle titreşiyordu. İyi hesaplamıştı. Kadmiyum emniyet çubuklarını geriye doğru bükerek etkisiz hale getirmişti. Mikro-reaktörter de haddinden fazla çalışmış ve gemi de bunu izleyen nükleer patlama sırasında yok olmuştu. Peyton yirmi dakika sonra evindeydi. Yorulmuştu ve kasları Dünyanın yer çekimi yüzünden sızlıyordu. Yattı ve mışıl mışıl uyudu. On iki saat sonra polisler geldi. Kapıyı açan adam kavuşturduğu ellerini göbeğinin üzerine koydu ve gülümseyerek başını birkaç defa eğdi. Böylece konuğunu selamlamış oluyordu. Dünya Araştırma Bürosundan H. Seton Davenport içeri girerek sıkıntıyla etrafına bakındı. Girdiği oda büyük ve loştu. Sadece bir yazı masası koltuk ünitesine yöneltilmiş bir seyretme lambasından etrafa parlak ışıklar yayılıyordu. Duvarları dizi dizi kitap filmleri örtüyordu. Odanın bir köşesine Galaksi haritaları asılmıştı. Bir başka köşede bir kaide üzerine yerleştirilmiş olan Galaksi Merceği hafifçe pırıldıyordu. Davenport, «Siz Dr. Wendell Urth musunuz?» diye sordu. Ama sesinden buna pek inanmadığı anlaşılıyordu. Davenport siyah saçlı, ince, gaga burunlu, tıknaz bir adamdı. Yanağındaki yıldız biçimi bir yara izi vaktiyle ona çok yakından bir sinir kamçısıyla vurulmuş olduğunu açıklıyordu. Dr. Urth ince, tenor bir sesle, «Evet,» dedi. «Ben Urth'um. Siz de Müfettiş Davenport'sunuz.» Müfettiş belgelerini gösterdi. «Üniversiteden sizin usta bir Uzaycı olduğunuzu söylediler.» Urth dostça bir tavırla, «Yarım saat önce beni aradığınız zaman da aynı şeyleri söylediniz,» diye hatırlattı. Yüz hatları kaba, burnu küçük bir düğme gibiydi. Kalın camlı gözlüğü patlak gözlerini gölgeliyordu. «Konuya gireceğim, Dr. Urth. Herhalde Aya gittiniz...» Dr. Urth karmaşık bir kitap film yığınının arkasından içinde kırmızı bir içki bulunan şişeyle, biraz tozlu iki kadeh almıştı. Ani bir öfkeyle, «Ben Aya hiç gitmedim, müfettiş,» dedi. «Gitmek niyetinde de değilim. Uzayda yolculuk aptalca bir şey. Ben buna inanmıyorum.» Sonra daha yumuşak bir ses tonuyla ekledi. «Oturun, oturun. Bir içki için.» Müfettiş Davenport söylenenleri yaptı. «Ama siz bir...»' «Uzay uzmanıyım. Evet. Diğer Dünyalar beni ilgilendiriyor. Ama bu oralara gitmem gerektiği anlamına gelmez ki. Tanrım! Bir tarihçi olabilmek için zamanda yolculuğa çıkmam mı gerekir?» Dr. Urth oturup yuvarlak yüzüne pek yakışan o gülümsemeyle konuğuna baktı. «Şimdi bana sorununuzun ne olduğunu anlatın.»



Müfettiş kaşlarını çatarak, «Size, bir cinayet konusunda fikrinizi almak için geldim.»«Cinayet vakası mı? Benim cinayetle ne ilgim olabilir ki?» «Bu cinayet, Ayda işlendi, Dr. Urth.» «Hayret!» «Bu hayret edilecek bir olaydan da ötede bir şey, Dr. Urth. Şimdiye kadar görülmemiş bir vaka Ay Dominyonu kurulalı elli yıl oldu. Bu sürede uzay gemileri patladı. Uzay tulumlarında sızmalar oldu. İnsanlar, Ayın, Güneşe bakan tarafında adeta kaynayarak öldüler. Karanlık tarafta dondular. İki bölgede de havasızlıktan can verdiler. Düşmelerin neden olduğu ölüm vakaları da görüldü. Ayın yer çekimini düşünecek olursanız, bunun oldukça marifet sayılabileceğini de anlarsınız. Ama bütün bu sürede tek insan bile başkasının bilerek giriştiği bir şiddet hareketi sonucu ölmedi. Şimdiye kadar yani.» Dr. Urth, «Bu nasıl olmuş?» diye sordu. «Patlatıcı tabancayla. Şanslı bazı rastlantılar sonucu polisler bir saat içerisinde olay yerine erişmişler. Bir devriye gemisi Ayın yüzeyinde bir ışığın pırıldadığını fark etmiş. Ayın karanlık tarafındaki bir ışığın tâ uzaklardan görülebildiğini biliyorsunuz. Pilot durumu Luna Kentine bildirerek inişe geçmiş. Geri dönerken Dünyanın ışığında uzay gemisi benzeri bir şeyin havalandığına yemin ediyormuş. Olay yerine indiği zaman kavrulmuş, parçalanmış bir ceset ve ayak izleri bulmuş.» Dr Urth, «O ışığın patlatıcı tabancadan çıktığını düşünüyorsunuz sanırım,» dedi, «Bu kesin. Ceset yeniymiş ve iç kısımları henüz donmamış. Ayak izleri iki ayrı insana aitmiş, Dikkatle alınan ölçüler ayak izlerindeki çukurlukların farklı olduğunu ortaya çıkarmış, Bundan da izleri ayrı büyüklükte uzay botlarının bıraktığı anlaşılmış. Genelde izler daha çok GC3 ve GC5 kraterlerine doğru giriyormuş. Onlar...» Dr. Urth kibarca, «Aydaki kraterlerin resmi kodlarını bilirim,» diye mırıldandı. «Hım... Her neyse. GC3'deki ayak izleri kraterin yanındaki bir çatlağa doğru gidiyormuş. Bu yarıkta sertleşmiş sünger taşı parçaları bulunmuş. Röntgen ışınlarının çarpılıp kırılmaları da...» Ünlü Uzay uzmanı büyük bir heyecanla, «Şarkı Söyleyen Çanlar!» diye bağırdı. «Yoksa sizin şu cinayet Şarkı Söyleyen Çanlarla mı ilgili?» Davenport şaşkın şaşkın, «Öyle de olsa, ne çıkar?» dedi. «Bende bir Çan var. Üniversiteden bir araştırmacı grubu onu buldu. Çanı bana yaptığım bir işe karşılık verdiler... Gelin, müfettiş. Onu size göstermeliyim.» Dr. Urth yerinden fırlayarak, küçük adımlarla sekercesine odada ilerledi. Bir taraftan da müfettişe kendini izlemesi için işaret ediyordu, Davenport sinirlendiyse de uzmanın istediğini yaptı. İkinci bir odaya girdiler. Bu ilkinden daha geniş ve loştu ve çok daha karışıktı. Davenport gelişigüzel bir biçimde oraya buraya yığılmış şeylere hayretle baktı. Önce Marstan getirilmiş bir 'mavi sırlı parça'yı seçti. Romantiklerin çoktan ortadan kalkmış olan Marslılar'ın yaptıklarına inandıkları şeylerdendi bu. Bunun yanında küçük bir meteorit duruyordu. Sonra ilk uzay gemilerinden birinin modeli, üzerindeki etikete bozuk bir yazıyla, «Venüs Atmosferi» yazılmış boş bir şişe. Dr. Urth mutlu mutlu, «Bütün evimi bir müze haline getirdim,» diye açıkladı. «Bekâr olmanın avantajlarından biri de bu. Tabii her şeyi henüz düzene sokamadım. Ama İleride bir gün, bir, iki hafta boş kalırsam...» Bir an şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Sonra neyi aradığını hatırlayarak, Barnard gezegenindeki en yüksek canlılar sayılan omurgalı deniz hayvanlarının gelişmesini gösteren bir levhayı yana İtti. «İşte burada. Ama korkarım kusurlu.» Çan üzerine dikkatle lehimlenmiş ince bir telden sarkıyordu. Kusurlu olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Ortasında çukur bir çizgi vardı. O yüzden Çan birbirlerine kaba ama sıkıca



yapıştırılmış iki küçük küreye benziyordu. Buna rağmen sevgiyle cilalanmış ve parlatılmıştı. Yumuşak bir grilikte olan Çan kadife gibi düzgündü. Üzerinde küçücük hafif çukurlar vardı. Sentetik Çanlar üretmeye çalışılan laboratuvarlarda bu izleri yapabilmek için boşuna uğraşılmıştı. Dr. Urth, «Uygun bir Çan dili buluncaya kadar bir sürü şey denedim,» diye açıkladı. «Kusurlu bir Çan kaprislidir. Ama kemik bir dil işe yarıyor. İşte şunu...» Grimsi beyaz bir maddeden yapılmış kısa saplı bir kaşığa benzeyen nesneyi havaya kaldırdı, «...bir öküzün uyluğundan yaptım. Dinleyin.» Tombul parmakları şaşılacak bir dikkatle Çanı çevirdi. En uygun yeri arıyordu. Sonra Çanın rahatça sallanmasına izin vererek kemik kaşığın kalın ucunu indirdi ve onu usulca Çana sürdü. Bir ses duyuldu. Sanki bir buçuk kilometre kadar ötede milyonlarca harp çalıyordu. Ses yükseldi, hafifledi, tekrar yükseldi. Belirli bir yönden gelmiyor, insanın kafasının içinde yankılanıyordu sanki. İnanılmayacak kadar tatlı, duygusal ve titrekti. Ses yavaş yavaş sona erdi. İki adam tam bir dakika hiçbir şey söylemediler. Dr. Urth, «Hiç fena sayılmaz, değil mi?» diyerek usulca uzandı ve bir tek hareketle Çanın telin ucunda sallanmasını sağladı. Davenport sabırsızca kımıldandı. «Dikkatli olun! Onu kırayım demeyin!» İyi bir Şarkı Söyleyen Çanın kolayca kırıldığını bilmeyen yoktu. Dr. Urth, «Jeologlar, Çanların sadece basınçla sertleşmiş sünger taşlan olduğunu söylüyorlar,» dedi. «Boncuk kadar küçük taşların içlerindeki boşlukta rahatça yuvarlandığından söz ediyorlar. Ama hepsi bu kadarsa neden biz bir Çan yapamıyoruz? Benimki, kusursuz bir Çanın yanında bir çocuğun ağız mızıkası gibi bir etki yapardı.» Davenport, «Kesinlikle,» diye cevap verdi. «Ve Dünyada kusursuz Şarkı Söyleyen Çanı olan on iki kişi bile yok. Yüzlerce insan ve kuruluş kusursuz bir Çana istenen parayı verir ve hiçbir soru da sormaz. Çok sayıda Çan cinayet işlemeye de değer.» Uzay Uzmanı, Davenport'a dönerek küt işaret parmağıyla küçücük burnundan aşağıya kayan gözlüğünü yukarı itti. «Sizin cinayet vakasını unutmadım Lütfen devam edin.» «Her şeyi bir tek cümleyle özetleyebilirim: Katilin kim olduğunu biliyorum.» Kütüphanedeki koltuklarına döndüler. Dr. Urth ellerini şişman göbeğinin üzerinde kavuşturarak, «Sahi mi?» dedi. «Öyleyse hiçbir sorun yok, müfettiş.» «Bilmek başka bunu kanıtlamak başka, Dr. Urth Ne yazık ki, ona tanıklık edecek, o süre içinde nerede olduğunu kanıtlayacak hiç kimse yok.» «Galiba 'ne yazık ki öyle biri var,' demek istiyorsunuz?» «Hayır. Durum dediğim gibi. Bazı kanıtlar gösterseydi bir yolunu bulur, katilin yalanını yakalardım. Çünkü bunlar uydurma şeyler olurlardı. Cinayet sırasında onu Dünyada gördüklerini iddia eden tanıklar ortaya çıksalardı, hikâyelerinin yalan olduğunu ortaya çıkarabilirdim. Katil belgeler gösterseydi onların sahte olduklarını ortaya çıkarırdım. Ya da hile yaptığını. Ama adamın ne kanıtı var, ne de tanığı.» «Neden onun Ayda olduğunu düşünüyorsunuz? Belki de adam suçsuz.» «Hayır!» Davenport neredeyse öfkeyle bağıracaktı. «On beş yıldan beri onun aleyhinde yeteri kadar kanıt toplamaya çalışıyorum. Ve bu konuda hiçbir zaman başarılı olamadım. Ama şimdi burnuma Peyton'un kokusu geliyor. Bana inanın, bu dünyada Peyton'dan başka hiç kimse Aydan kaçak Şarkı Söyleyen Çanlar getirecek kadar küstah olamaz. Hiç kimsenin kaçak Çanları satmasını sağlayacak adamları da olmadığı gibi. Peyton'un usta bir Uzay pilotu olduğunu biliyoruz. Öldürülen adamla konuştuğunu da. Ama onunla aylardan beri konuşmamış olduğunu da kabul ediyorum. Ne yazık ki, bu söylediklerimin hiçbiri de kanıt sayılmaz.» Dr. Urth, «Psiko Sonda kullanmak daha kolay olmaz mı?» diye sordu. «Artık yasalar onun



kullanılmasına izin veriyor.»Davenport kaşlarını çatarken yanağındaki yara izi de kızardı. «KonskiHiakawa Yasasını okudunuz mu, Dr. Urth?» «Hayır.» «Galiba onu hiç kimse okumamış, Hükûmet, düşünce özgürlüğünün temel bir hak olduğunu söylüyor. Pekâlâ. Ama sonra ne oluyor? Psiko Sonda uygulanan ve buna yol açan suçu işlemediği anlaşılan bir insan mahkemelerden mümkün olduğu kadar bol tazminat koparıyor. Geçenlerde hırsız olduğundan şüphelenildiği için Psiko Sonda uygulanan bir banka memuruna yirmi beş bin dolar verildi. Hırsızlığa işaret ettiği sanılan ikinci derece kanıtların aslında basit bir zina olayıyla ilgili olduğu anlaşıldı. Adam işini kaybettiğini, ilişki kurduğu kadının kocası tarafından tehdit edildiğini ve korku içinde yaşadığını söyledi. Bir gazete muhabiri Psiko Sondanın sonuçlarını öğrendiği için rezil olduğunu ve gülünç duruma düştüğünü iddia etti.» «Adama hak veriyorum.» «Hepimiz de veriyoruz. İşte sorun da bu. Hatırlanması gereken bir şey daha var. Çeşitli nedenlerle Psiko Sonda uygulanmış olan bir insana bir daha, başka sebeplerle aynı işlem uygulanmaz. Yasalar, 'Hiçbir insan yasamı boyunca başını iki kez tehlikeye atmaya zorlanmayacaktır,' diyor.» «Bu işi zorlaştırıyor.» «Tabii. Psiko Sonda yasallaştırılalı iki yıl oldu.'Bu sürede çanta kapmaktan suçlanarak Psiko Sonda uygulanmasını sağlamaya çalışan dolandırıcı ve hırsızların sayısını bilmiyorum. Sonradan düzenbazlıklarını güvenle sürdürebileceklerdi bu sayede. İşte bizim bölüm, Peyton'un suçlu olduğunu gösteren kesin kanıtlar bulunmadıkça ona Psiko Sonda uygulanmasına izin vermeyecek. Kanıtların yasal olmaları şart değil belki. Ama patronumu ikna edecek kadar güçlü olmalılar. İşin kötüsü şu, Dr. Urth. Mahkemeye bir Psiko Sonda raporu olmadan çıkarsak davayı kazanamayız. En ahmak bir jüri üyesi bile, cinayet gibi önemli bir vakada Psiko Sonda uygulanmamasını savcının pek de emin olmadığını gösteren bir kanıt sayar.»«Şimdi... benden ne istiyorsunuz?» «Peyton'un ağustos ayında Ayda olduğunu gösterecek bir kanıt bulmanızı. Bu işin çabucak yapılması gerekiyor. Onu, sırf şüphe yüzünden daha fazla tutamam. Ayrıca cinayet olayı duyulursa Dünya basını Jüpiterin atmosferine çarpan bir asteroit gibi patlar. İlginç bir suç sayılır bu. Ayda işlenen ilk cinayet.» Dr. Urth birdenbire ciddileşerek, «Cinayet tam tamına ne zaman işlendi?» diye sordu. «Yirmi yedi ağutosta.» «Peyton ne zaman tutuklandı?» «Dün. Otuz ağustosta.» «Peyton katilse yine de Dünyaya dönecek zaman bulabildi demektir.» «Güç bela. Güç bela.» Davenport'un dudakları inceldi. «Evine bir gün önce gitseydim... orayı boş bulsaydım...» «Sizce katille kurbanı Ayda kaç gün kaldılar?» «Ayak izlerine bakılırsa orada epey kalmış olmalılar. En aşağı bir hafta.» «Bindikleri gemi bulundu mu?» «Hayır. Herhalde hiçbir zaman da bulunamayacak. On saat kadar önce Denver Üniversitesi önceki gün akşamüzeri saat altıda radyoaktivitenin artmaya başladığını ve bunun birkaç saat sürdüğünü bildirdi. Bir geminin, mürettebat olmadan havalanmasını ve yetmiş beş kilometre yukarıda mikroreaktör kontağı yüzünden parçalanmasını sağlamak kolaydır, Dr. Urth. Geminin kontrolleri bunu sağlayacak biçimde ayarlanır, hepsi o kadar.» Dr. Urth düşünceli bir tavırla, «Ben Peyton'un yerinde olsaydım,» diye mırıldandı. «Kurbanımı gemide öldürürdüm. Sonra hem gemiyi ve hem de onu patlatırdım.»



Davenport sertçe, «Siz Peyton'u tanımıyorsunuz,» dedi. «Adam yasalara karşı kazandığı zaferlerin tadını çıkarır. Bunlara değer verir. Cesedi Ayda bırakarak bize meydan okudu.» «Anlıyorum...» Dr. Urth eliyle karnının üzerinde daireler çizdi. «Eh, bir şans var!»«Onun Ayda olduğunu kanıtlayabilecek misiniz?» «Size fikrimi açıklayabileceğim.» «Şimdi mi?» «Ne kadar çabuk olursa, o kadar iyi olur. Tabii Bay Peyton'la konuşabilirsem.» «Bunu sağlamak kolay. Yer çekimine karşı korunmalı bir jet bekliyor. Yirmi dakika sonra Washington'da oluruz.» Ama tombul uzmanın yüzünde çok endişeli bir ifade belirdi. Ayağa kalkarak koşarcasına müfettişten uzaklaştı. Karmakarışık odanın en loş köşesine gitti. «Hayır!» «Ne oldu, Dr. Urth?» «Yer çekimine karşı korunmalı bir jete binmeyeceğim. Öyle şeylere inanmıyorum.» Davenport, Dr. Urth'a şaşkın şaşkın bakarak, «Monorayı mı tercih edersiniz?» diye kekeledi. Uzman homurdandı. «Ben hiçbir taşıta güvenmem. Onlara inanmam. En güvenlisi yürümektir. Yürümeye hiçbir itirazım yoktur.» Birdenbire heyecanlandı. «Bay Peyton'u bu kentte bir yere getiremez misiniz? Yürüyerek erişebileceğim bir yere? Örneğin Belediye Binasına? Ben çoğu zaman oraya kadar yürürüm.» Davenport odada bezgince etrafına bakındı. Işık yılıyla ilgili sayısız cilde bir göz attı. Açık kapıdan uzaydaki Dünyalardan getirilmiş hatıralarla dolu diğer oda gözüküyordu. Sonra yer çekimine karşı korumalı jete binme düşüncesi yüzünden suratının rengi uçmuş olan Dr. Urth'a döndü ve omzunu silkti. «Peyton'u buraya getireceğim. Hem de bu odaya. Bu sizi memnun eder mi?» Dr. Urth uzun uzun içini çekti. «Evet.» «İstediğimi gerçekleştireceğinizi umarım, Dr. Urth.» «Elimden geleni yapacağım, Bay Davenport.» Louis Peyton etrafına ve başını eğerek kendisini selamlayan şişman adama aşağılarcasına, tiksintiyle baktı. Kendisine işaret edilen iskemleye bir göz attıktan sonra oturmadan önce eliyle orayı sildi. Davenport onun yanındaki iskemleye geçti. Silahının mahfazası iyice ortadaydı. Şişman adam gülümseyerek oturdu ve sanki biraz önce nefis yemekler yemiş ve bunu bütün dünyaya da açıklamak istiyormuş gibi, eliyle yuvarlak göbeğine vurdu. «İyi akşamlar, Bay Peyton Ben uzay uzmanı Dr. Wendell Urth'um.» Peyton çabucak ona baktı. «Benden ne istiyorsunuz?» «Ağustos ayında herhangi bir gün Ayda olup olmadığınızı öğrenmek istiyorum.» «Ayda değildim.» «Ama yeryüzünde hiç kimse sizi ağustos ayında görmemiş. Ayın biriyle otuzu arasında.» «Ağustos da normal yaşantımı sürdürdüm. O ay boyunca beni hiç kimse görmez. Ona sorun.» Başıyla Davenport'u işaret etti. Dr. Urth güldü. «Bu konuyu incelemek ne hoş olurdu! Ayla Dünya arasındaki farkı anlamanın fiziksel bir yolu olsaydı. Örneğin saçınızdaki tozları tahlil ederek, 'Ah, Ay tozu' diyebilseydik. Ama ne yazık ki bunu yapamıyoruz. Aydaki taşlar, Dünyadakinden farksızdır. Ama farklı da olsaydı saçınıza tozları bulaşamazdı. Bunun için ancak Ayda uzay kılığı olmadan dolaşmanız gerekirdi. Tabii böyle bir şeyin olması imkânsızdı.» Peyton ifadesiz bir yüzle oturmaktaydı. Dr. Urth dostça bir tavırla gülümseyerek sözlerini sürdürürken küçücük burnundan kaymak üzere



olan gözlüğünü düzeltti. «Uzayda yolculuk yapan ya da Ayın yüzeyinde dolaşan bir insan Dünyanın havasını solur. Dünyaya özgü yiyecekleri yer. Gemiyle ya da uzay tulumuyla dolaşsın, çevresini hemen cildinin yakınında taşır. Biz şimdi Aya iki günde giden, orada en aşağı bir hafta kalan ve yine iki günde oradan dönen birini arıyoruz. Ve o bütün bu süre boyunca Dünyayı da birlikte taşıdı. Bu da durumu zorlaştırıyor.» Peyton, «Durumu kolaylaştırabilirsiniz,» dedi, «Beni bırakır ve gerçek katili aramaya başlarsınız.» Dr. Urth, «Sonunda bunu da yapmak zorunda kalabiliriz,» diye cevap verdi. «Siz hiç şimdiye kadar böyle bir şey gördünüz mü?» Tombul elini koltuğunun yanından yere doğru uzattı ve hafifçe ışıldayan gri bir küreyi aldı. Peyton gülümsedi. «O bir Şarkı Söyleyen Çana benziyor.» «Bu gerçekten bir Şarkı Söyleyen Çan. Zaten cinayet de bu Çanlar uğruna işlendi. Bunu nasıl buluyorsunuz?» «Bence oldukça kusurlu.» «Ah, ama onu incelemelisiniz.» Dr. Urth elini çabucak oynatarak Çanı kendisinden yüz seksen santim ötede oturan Peyton'a attı. Katil, «Kahretsin!» diye homurdandı. «Lanet olasıca budala! Çanı öyle sağa sola atmayın.» «Demek Şarkı Söyleyen Çanlara saygınız var?» «Bir Çanı kıramayacak kadar çok hem de. Hiç olmazsa bu bir suç sayılmaz.» Peyton Çanı usulca okşadı. Sonra onu kulağına götürerek ağır ağır salladı. Lunolit denen küçük sünger parçacıklarının Çanın içinde hafifçe tıkırdamalarını dinledi. Sonra Çanı hâlâ takılı olan telinden tuttu. Başparmağının tırnağını ustaca Çana sürerek bir kavis çizdi. Çan tınladı! Ses çok tatlıydı. Bir flütünkine benziyordu. Hafif bir vibrato'yia devam ederek yavaşlarken insanın gözlerinin önünde bir yaz akşamının belirmesine neden oldu. Kısa bir süre için üç adam da bu sese daldılar. Sonra Dr. Urth, «Onu bana atın, Bay Peyton,» dedi. «Hemen atın!» Elini emrediyormuş gibi uzattı. Peyton düşünmeden Çanı fırlattı Bu havada kısa bir kavis çizdi. Ancak Dr. Peyton'la Dr. Urth'un elinin arasındaki açıklığın üçte birini aşabildi. Sonra aşağıya doğru inip yere çarparak iç çekişe benzer ahenksiz bir sesle parça parça oldu. Davenport'la Peyton dilleri tutulmuş gibi gri parçacıklara baktılar. Dr. Urth'un sakin sesini neredeyse duymayacaklardı. Uzman, «Katilin Çanları sakladığı yer bulunduğu zaman bana güzelce cilalanmış, kusursuz bir kürenin verilmesini isteyeceğim. Bu hem kırılan Çanımın yerini alacak, hem de ücretim sayılacak.» Davenport öfkeyle, «Ücret mi?» diye sordu. «Ne için?» «Artık her şey ortada değil mi? Biraz önceki konferansıma rağmen Dünyanın hiçbir uzay yolcusunun birlikte götüremediği bir şey var. Bu da yeryüzünün çekimi. Bay Peyton'un çok değer verdiği bir şeyi atarken böyle büyük bir hata yapması durumu ortaya çıkarıyor. Kasları henüz Dünyanın yer çekimine alışamamış. Bay Davenport, bence tutuklu şu son birkaç gün Dünyadan uzaktaydı. Benim profesyonelce fikrim bu. O ya uzaydaydı ya da Dünyadan çok küçük bir yerdeydi. Örneğin Ayda.» Davenport zaferle ayağa kalktı. Elini silahına atmıştı. «Lütfen bu kararınızı yazın. O zaman Psiko Sondayı kullanmak için kolaylıkla izin alabilirim.» Sersemleyen ve karşı koymayı düşünemeyen Louis Peyton uyuşukluk içinde bir tek gerçeği kavrayabildi. Artık geride bırakacağı mektuba bu son ve kesin başarısızlığı da yazmak zorunda kalacaktı.



KONUŞAN TAŞ “Konuşan Taş - The Talking Stone” The Magazine of Fantasy and Science Fiction dergisinin 1955 Ekim sayısında çıkmıştır. Hikaye daha sonra 1968'de yayınlanan Asimov's Mysteries toplamasında yer almıştır. “Konuşan Taş” Asimov'un ikinci Wendell Urth hikayesidir. Asteroit kuşağı çok geniş, orada yaşayan insanların sayısıysa azdır. Beş Numaralı İstasyonda yedi aydan beri çalışan ve bir yıllık görev süresini tamamlaması gereken Larry Vernadsky, gitgide daha sık, dünyadan yetmiş milyon mil ötede, hemen hemen yalnız başına yaşamak aldığım maaşa değer mi, diye düşünüyordu. Ufak tefek bir gençti. Uzay mühendisi ya da asteroit uzmanına hiç benzemiyordu. Mavi gözleri, tereyağ rengi sarı saçları vardı. O değişmez masum görünüşü zeki bir kafayı ve yalnızlığın güçlendirdiği bir merakı gizliyordu. Hem bu masum görünüş ve hem de o büyük merak Robert Q. gemisinde çok işine yaradı. Robert Q, Beş Numaralı İstasyonun dış platformuna iner inmez, Vernadsky hemen gemiye girdi. Heyecanlı ve neşeli görünüyordu. Eğer bir köpek olsaydı herhalde havlarken kuyruğunu da sallardı. Robert O. 'nün kaptanının Vernadsky'nin gülümsemelerine sert ve soğuk bir sessizlikle karşılık vermesi de durumu değiştirmedi. Kaptanın kaba hatlı yüzünde aksi bir ifade vardı. Vernadsky için gemi, özlemini çektiği dostluk demekti. Bu yüzden de Robert Q. 'yu memnunlukla karşılamıştı. Gemiye içi boşaltılarak Beş Numaralı İstasyon haline sokulmuş olan asteroide depolanmış milyonlarca litre buz ya da dondurulmuş besin özlerinden istedikleri kadarını vermeye hazırdı. Gerekli her elektrikli gereci, herhangi bir hiperatomik için istenen yedek parçayı vermeye de. Vernadsky gerekli fişi doldururken çocuksu yüzünde oldukça neşeli bir gülümseme vardı. Genç adam hızla not alıyordu. Daha sonra bu bilgi kompütere yüklenerek dosyalanacaktı. Vernadsky geminin adını, seri numarasını, motor numarasını, alan jeneratörü numarasını ve diğer ayrıntıları yazdı. Robert O.'nün yola çıktığı yeri de kaydetti. («Asteroitler. Sürüyle. Sonuncusunun hangisi olduğunu bilmiyorum bile.») Vernadsky kısaca, «Kuşak,» diye kaydetti. Asteroit Kuşağı için genellikle bu kısaltılmış ad kullanılırdı. Gemi Dünyaya gidiyordu. İstasyona uğrama nedeni de hiperatomik motorun teklemeye başlamasıydı. Vernadsky gemiyle ilgili belgelere bakarak, «Mürettebat kaç kişi kaptan?» diye sordu. Kaptan, «İki,» dedi. «Şimdi şu hiperatomik motora bakar mısınız? Mal teslim etmemiz gerekiyor.» Sakalları çıkmaya başladığı için yanakları mavimsi duruyordu. Yaşamı boyunca asteroitlerde madencilik yapmış, sert biri gibi davranıyor ama eğitim görmüş, hatta entelektüel biri gibi konuşuyordu. «Tabii.» Vernadsky arızaları anlamak için kullandığı aletlerle dolu çantasıyla makine dairesine gitti. Kaptan da peşindeydi. Genç adam devreleri, vakum derecesini, güç alanı yoğunluğunu rahatlık ve ustalıkla kontrol etti. Bir yandan da merakla kaptanı düşünüyordu. Bunu yapmamak elinde değildi. Kendisi bulunduğu yerden hiç hoşlanmıyordu. Ama bazılarının uzayın bomboşluğu ve özgürlüğünü büyüleyici bulduklarını anlayabiliyordu. Ancak bu kaptan gibi bir adamın asteroitlerde sırf yalnızlığı sevdiği için madencilik yapmayacağını da tahmin edebiliyordu. «Taşıdığınız belirli bir maden cevheri var mı?» diye sordu. Kaptanın kaşları çatıldı. «Krom ve mangan.» «Öyle mi?.. Ben sizin yerinizde olsaydım Jenner dağıtım borusunu değiştirirdim.»



«Başımıza bu derdi açan o mu?» «Hayır, değil. Ama o biraz aşınmış. Bir milyon mil sonra başınız yine derde girebilir. Madem geminiz burada...»«Pekâlâ, onu değiştirin. Ama şu tıklamanın nedenini bulursanız iyi olur! Tamam mı?» «Elimden geleni yapıyorum, kaptan.» Kaptan son sözleri Vernadsky'i bile kıracak kadar sertçe söylemişti. Genç adam bir süre sessizce çalıştıktan sonra da ayağa ' kalktı. «Yarı-reflektör Gamma ışınları yüzünden bulanıklaşmış. Pozitron ışını bir daire çizerek başlangıç noktasına dönerken, güç bir saniye için kesiliyor. Onu değiştirmeniz gerekecek.» «Bu iş ne kadar sürer?» «Birkaç saat. Belki de on iki.» «Ne? Zaten geciktim!» «Ne yapalım, durum bu.» Vernadsky yine neşeli bir tavır takınmıştı. «Yapabileceğim fazla bir şey yok. Ben içeri girmeden önce sistemin üç saat boyunca helyumla yıkanması gerekecek. Ondan sonra yeni yarı-reflektörü ayarlayacağım. Bu da zaman alacak. Tabii ayarı birkaç dakika içinde düzeltmeye çalışırım. Ama o siz daha Marsın yörüngesine giremeden bozulur.» Kaptan genç adama öfkeyle baktı. «Haydi. Başlayın.» Vernadsky helyum tankını dikkatle gemiye soktu. Geminin yapay yer çekimi jeneratörleri kapatılmış olduğu için hiç ağır değildi. Ama tam bir kitle ve süredurumu vardı. Bunun için de tankı dikkatle taşımak gerekiyordu. Vernadsky'ninse hiç ağırlığı olmadığı için manevraları daha da zorlaşıyordu. Genç adam bütün dikkatini tanka verdiği için eşyalarla dolu koridorda ters yana saptı ve kendini bir an karanlık ve yabancı bir odada buldu. Vernadsky ancak şaşkınlıkla bir kez bağıracak kadar zaman bulabildi. Sonra iki adam üzerine atıldılar. Tankı hızla dışarı çıkararak kapıyı arkasından kapattılar. Genç adam silindiri motorun emme valfına bağlar ve helyum, hafifçe hışırdayarak içeriyi temizlerken hiç konuşmadı. Helyum, radyoaktif gazları emerek her şeyi kabul eden uzayın boşluğuna uçuyordu.Sonra Vernadsky'nin merakı çekingenliğini yendi. «Geminizde bir Silikon var, kaptan. Hem de iri bir şey.» Kaptan ağır ağır genç adama döndü. «Öyle mi?» Sesi son derece ifadesizdi. «Onu gördüm. Daha yakından bakabilir miyim?» «Neden?» Vernadsky adeta yalvarırcasına, «Ah, beni dinleyin, kaptan,» dedi. «Yılın yarısını bu kayada geçirdim. Asteroitlerle ilgili bulabildiğim her eseri okudum. Bu da Silikoni'ler konusunda birçok şey okuduğum anlamına geliyor. Ve ben ufacık bir Silikoni bile görmedim. Bana acıyın.» «Burada yapmanız gereken bir iş var sanıyorum.» «Helyum saatlerce içeriyi temizleyecek, hepsi o kadar. Bu iş bitinceye kadar başka hiçbir şey yapamam. Sahi, geminizde neden bir Silikoni taşıyorsunuz?» «Evcil bir şey o. Bazıları köpeklerden hoşlanırlar. Ben Silikoni'leri tercih ediyorum.» «Ona konuşmasını öğrettiniz mi?» Kaptan kıpkırmızı kesildi. «Neden soruyorsunuz?» «İçlerinden bazıları konuşmayı başarmışlar. Hatta bazıları insanların kafalarından geçen düşünceleri okumuşlar.» «Nesiniz siz? O lanet olasıca şeyler konusunda uzmanlaşmış biri mi?» «Onlar hakkında sürüyle kitap okudum. Bunu size söyledim ya! Bırakın da ona bakayım!» Vernadsky karşısında duran kaptanın iki yanında birer tayfanın beklediğinin farkında olduğunu belli etmemeye



çalışıyordu. Üçü de ondan iriydi ve daha ağırdılar. Ve genç adam üçünün de silahlı olduğundan emindi. «E, ne var? O nesneyi çalacak değilim. Sadece görmek istiyorum.» Belki o anda öldürülmemesinin nedeni tamir işinin henüz tamamlanmamış olmasıydı. Belki de yüzündeki neşeli ve hatta neredeyse aptalca denebilecek masum ifadeydi. Bu ikinci ihtimal daha güçlüydü. Kaptan, «Pekâlâ,» dedi. «Gelin bakalım.» Vernadsky onu izledi. Kafası hızla çalışıyordu. Nabzı iyice hızlanmıştı. Vernadsky karşısındaki gri yaratığa büyük bir huşu ve biraz da tiksintiyle baktı. Hiç Silikoni görmediği doğruydu. Ama onların üç boyutlu fotoğraflarını görmüş, tariflerini okumuştu. Ne var ki, resimler ya da sözler hiçbir zaman gerçeğin yerini alamazlar. Yaratığın derisi düzgün, yağlımsı ve griydi. Hareketleri yavaştı. Kayaları oyan ve kendisi de yarı taş olan bir yaratıktan da böyle bir şey beklenirdi zaten. Derinin altındaki kasların büzülüp gerilmesi yerine ince taş levhalar yağlı yağlı birbirlerinin üzerinden kayıyor ve bu sayede o da hareket ediyordu. Genelde yumurta biçimiydi. Üstü yuvarlak, altı yassıydı. İki ayrı eklem yeri vardı. Alttaki, ortadan kenarlara doğru uzanan 'bacakları' altı taneydi. Uçları keskin ve sivriydi. Bu kısımları maden birikintileri sağlamlaştırıyordu. Bu tırnaklar kayaları kesiyor ve onları yenebilecek parçalara bölüyordu. Yaratığın dümdüz olan alt kısmında içine açılan bir tek delik vardı. Bu, Silikoni tersine çevrilmedikçe, gözükmüyordu. İyice parçalanmış taşlar o delikten içeri giriyorlardı. İçeride kireç taşı ve suyla karışan silikat asidi tuzlan reaksiyon göstererek yaratığın dokularını oluşturan silikonları meydana getiriyordu. Fazla silis, o açıklıktan sert beyaz, çakıla benzer pislikler halinde atılıyordu. Silikoni'ler keşfedilinceye kadar asteroitlerin taş yapısının içindeki küçük oyuklara dağılmış olan bu düzgün çakıllar uzay uzmanlarını çok düşündürmüştü. Sonradan da yaratıkların silikonlara hidrokarbondan yan zincirleri olan silikonoksijen polimerlerine Dünyadaki canlıların yaşamında proteinlerin yaptıkları işleri gördürmelerine de çok şaşmışlardı. Yaratığın sırtının en yüksek yerinde diğer uzantılar vardı. İçleri boş iki ters koni ayrı ayrı yönlere doğru uzanıyordu. Yaratığın sırtındaki paralel iki çukura düzgünce giriyordu bunlar. Ama biraz havaya doğru da kalkabiliyorlardı. Silikoni kayaları oyarken bu 'kulaklar' o oyuklara sokuluyor, oyduğu mağaramsı yerde dinlenirken her şeyi daha iyi algılayabilmek için onları havaya kaldırıyordu. Bu uzantılar biraz da tavşan kulaklarına benzedikleri için yaratıklara Silikoni adı verilmişti. Bu canlılardan devamlı 'Siliconeus Asteroidea' diye söz eden daha ciddi uzay uzmanları hayvanın ilkel telepati gücünün bu kulaklarla bir ilgisi olabileceğini düşünüyorlardı. Küçük bir grubunsa başka fikirleri vardı. Silikoni yağ bulaşmış bir kaya parçasının üzerinden ağır ağır geçiyordu. Odanın bir köşesinde de yine öyle kayalar vardı. Vernadsky onların yaratığın besini ya da hiç olmazsa dokularını oluşturacak malzeme olduğunu biliyordu. Genç adamın okuduğuna göre salt enerji için bu yeterli değildi. Genç adam Silikoni'ye hayretle bakıyordu. «Bir dev o. Boyu otuz santimden fazla.» Kaptan anlaşılmaz bir şeyler homurdandı. Vernadsky, «Onu nerede buldunuz?» diye sordu. «Asteroitlerden birinde.» «Dinleyin! Şimdiye kadar bulunan en büyük Silikoni sadece beş santim büyüklüğündeydi. Bunu Dünyadaki bir müze ya da üniversiteye bir iki bin dolara satabilirsiniz sanırım.» Kaptan omzunu silkti. «Eh, onu gördünüz işte. Şimdi hiperatomik motora dönelim.» Genç adamı dirseğinden yakalamış çeviriyordu ki aynı anda ağır ağır, peltek peltek konuşan birinin sesi duyuldu. Boğuk ve hırıltılı bir sesti bu.



Bu ses taşın taşa dikkatle sürtülmesinden çıkıyordu. Vernadsky konuşan yaratığa neredeyse dehşet içinde baktı. Silikoni'ydi bu. Yaratık birdenbire konuşan bir taşa dönüşmüştü. Silikoni, «Adam bu şeyin konuşup konuşamadığını merak ediyor.» Vernadsky, «Uzay aşkına...» diye fısıldadı. «Konuşuyor.» Kaptan sabırsızca, «Tamam,» dedi. «Onu gördünüz, sesini de duydunuz. Artık gidelim.» Genç adam ekledi. «İnsanın düşüncelerini de okuyor...» Silikoni, «Mars iki dört saat, üç yedi ve bir yarım dakikada döner,» diye hırıldadı. «Jüpiter'in yoğunluğu bir nokta iki ikidir. Uranüs bir yedi sekiz bir yılında keşfedildi. Plüton en uzaktaki gezegendir. En ağır olan Güneştir. Kitlesi iki sıfır sıfır sıfır sıfır sıfır sıfır...» Kaptan, Vernadsky'i çekti. Genç adam geri geri yarı yürüyor, yarı sürükleniyordu. Gitgide hafifleyen o hırıltılı sıfırları büyülenmiş gibi dinliyordu. «Bütün bunları nereden biliyor, kaptan?» «Eski bir astronomi kitabı var. Taş yaratığa onu okuyoruz. Ama çok eski bir kitap bu.» Tayfalardan biri öfkeyle, «Uzay yolculuğu başlamadan önceki çağlardan kalma,» diye açıkladı. «Film değil baskı tekniğiyle yapılmış.» Kaptan homurdandı. «Kes sesini!» Vernadsky dışarı akan helyumdaki Gamma radyasyonunu kontrol etti. Sonunda temizliği durdurmanın zamanı gelmişti. Artık içeride çalışacaktı. Bu özen gösterilmesi gereken bir işti. Genç adam çalışmalarına bir kez kahve içip biraz dinlenmek için ara verdi. Yine o saf gülümsemesiyle, «Ne düşündüm biliyor musunuz, kaptan?» dedi. «O şey bir kayanın içinde yaşıyor. Bütün yaşamı boyunca bir asteroitin içinde. Belki yüzlerce yıl yaşıyor. Üstelik çok da büyük. Herhalde o ufacık Silokoni'lerden çok daha zeki. Sonra siz onu buluyorsunuz ve Silikoni de o zaman evrenin sadece yaşadığı kayadan oluşmadığını anlıyor. Aklının bile köşesinden geçmeyen trilyonlarca şey öğreniyor, işte o yüzden astronomiye ilgi duyuyor. Bu yepyeni dünya kitaptaki ve insanların kafalarındaki yeni düşünceler... Siz de benim gibi düşünmüyor musunuz?» Genç adam çaresizce kaptanın ağzından bir şeyler almaya çalışıyordu. Tahminlerini dayandırabileceği sağlam bir şeyler. İşte bu yüzden gerçeğin yarısını söylemek tehlikesini göze almıştı. Ama tabii gerçeğin diğer yarısı çok daha önemliydi.Ne var ki, bölmeye dayanarak kollarını kavuşturmuş olan kaptan sadece, «Bu iş ne zaman bitecek?» diye sordu. Başka bir şey söylemedi. Vernadsky de bununla yetinmek zorunda kaldı. Motor sonunda genç adamın tam istediği gibi ayarlandı. Kaptan fazla olmayan ücreti peşin parayla ödedi. Makbuzu aldı ve geminin hiperenerjisinin gürültüleri arasında istasyondan uzaklaştı. Vernadsky geminin gidişini dayanılmaz derecede güçlü bir heyecanla izledi. Sonra da esiraltı göndericisine koştu. Kendi kendine, «Yanıldığımı sanmıyorum...» diye mırıldanıyordu. «Haklı olmalıyım.» Aradığı devriye görevlisi Milt Hawkins'di. Hawkins, 72 Numaralı Asteroit Devriye İstasyonunda yalnızdı. İki gündür tıraş olmamıştı. Elinde buzlu bira tenekesiyle film göstericisinin karşısında oturuyordu. Elmacık kemikleri geniş, pembe yüzünde her zaman bir sıkıntı ifadesi vardı. Bu da, Vernadsky'nin gözlerindeki zoraki neşe pırıltısı gibi yalnızlığın neden olduğu bir şeydi. Hawkins şimdi yalnızca o gözlere bakıyor olsa bile yine de memnundu. Karşısındaki sadece Vernadsky'di ama ahbaplık etmek yine de bir şey sayılırdı. Heyecanla, «Merhaba,» dedi ve sonra memnun memnun Vernadsky'nin sesini dinlemeye başladı. Onun söyledikleriyle pek ilgilenmiyordu. Sonra birdenbire o neşeli hali kayboldu. Şimdi iyice kulak kesilmişti. «Bir dakika! Biiir daaakiikaaa! Sen neden söz ediyorsun?» «Beni dinlemiyor muydun, ahmak polis? Deminden beri sana içimi döküp duruyorum.».



«Şunu şöyle anlaşılır biçimde, alıştıra alıştıra anlatsana. Nedir bu Silikoni meselesi?» «Adamın gemisinde bir Silikoni var. Onun evcil hayvanı olduğunu söylüyor ve yaratığı taşlarla besliyor.»«Ha? Ah, asteroitlere sefer yapan bir madenci bir parça peyniri bile evcil hayvan sayabilir. Tabii onu konuşturabilirse.» «Bu öyle sıradan bir Silikoni değil. Şu birkaç santimlik taşlardan. Bir kere boyu otuz santimden uzun. Anlayamıyor musun? Uzay aşkına! Burada yaşayan birinin asteroitler konusunda bilgisi olduğunu sanırdım!» «Pekâlâ. Sen bana bilgi ver bakalım.» «Dinle, yağlı kayalar hücre oluşturulmasını sağlıyor. Ama o büyüklükte bir Silikoni enerjisini nereden alıyor?» «Bu sorunu cevaplayamam.» «O enerjiyi doğrudan doğruya... Şu anda yanında birileri var mı?» «Hayır. Keşke olsaydı.» «Bir dakika sonra bunu istemeyeceksin. Silikoni'ler Gamma ışınlarını doğrudan doğruya emerek enerji sağlıyorlar.» «Kim demiş?» «Wendell Urth adlı biri. O çok ünlü bir uzay uzmanı. Dahası da var: Urth, Silikoni'nin kulaklarının bu işe yaradığını söylüyor.» Vernadsky işaret parmaklarını şakaklarına götürerek oynattı. «Onların telepatiyle hiçbir ilgileri yok. İnsan araçlarının fark edemedikleri düzeylerdeki Gamma ışınlarını algılıyorlar.» Hawkins, «Pekâlâ,» dedi. «Sonra?» Gitgide düşünceli bir hal alıyordu. «Sonra şu: Urth, herhangi bir asteroidde ancak dört, beş santim boyundaki Silikoni'lere yetecek kadar Gamma radyasyonu olduğunu söylüyor. Yani Kuşakta yeteri kadar radyoaktivite yok. Ve şimdi karşımızda otuz santim büyüklüğünde bir yaratık var.» «E...» «O halde bu Silikoni, Gamma ışınlarının bol olduğu bir yerden geliyor. Fazla miktarda uranyum bulunan bir yerden. Dokunulduğu zaman sıcak olduğu anlaşılacak kadar radyoaktivitesi olan bir asteroidden. Orası sıradan yörüngelerin dışında bir yerde olduğu için kimse fark etmemiş. Şimdi şöyle düşünelim: zeki bir çocuk rastlantı sonucu o asteroide indi. Kayaların sıcaklığını fark ederek düşünmeye başladı. Robert Q. 'nün kaptanı, cahil biri değil, çok da kurnaz.» «Devam et.» «Yine diyelim ki bu zeki adam tahlil ettirmek için kayadan bir parça kopardı ve o zaman dev bir Silikoni buldu. Sonra da Dünya tarihinin en inanılmaz, en zengin madenini bulduğunu anladı. Artık tahlile de ihtiyacı yoktu. Silikoni onu zengin damarlara götürürdü.» «Neden götürsün ki?» «Çünkü Silikoni, kâinatı öğrenmek istiyor. Çünkü kayanın altında belki bin yıl yaşamış ve sonra da yıldızları keşfetmiş. İnsanların kafalarından geçenleri okuyor ve konuşmayı da öğreniyor. Onun için bir anlaşma da yapabilir. Dinle! Kaptan böyle bir fırsatı kaçırır mı? Uranyum madenlerini işletmek devletin tekelinde. Lisansları olmayan madencilerin uranyum konacak konteynerleri taşımalarına bile izin verilmiyor. Kaptan için pek uygun bir iş bu.» Hawkins, «Belki de sen haklısın,» dedi. «Belki, melkisi yok bunun. Ben Silikoni'yi seyrederken etrafımı nasıl sardıklarını görmeliydin. Bir kez ters bir söz söyleyecek olsam üzerime atılacaklardı. İki dakika sonra beni nasıl dışarı sürüklediklerini de görmeni isterdim.» Hawkins eliyle sakallı çenesini ovuşturdu ve tıraş olmasının ne kadar zamanını alacağını hesapladı.



«O adamı istasyonun da ne kadar süre tutabilirsin?» «Tutmak mı? Uzay aşkına! Gitti bile!» «Ne? Kahretsin! Öyleyse bütün bunları konuşmanın bir anlamı yok. Niçin kaçmasına izin verdin?» Vernadsky sabırla, «Üç adam,» dedi. «Üçü de benden çok iriydiler. Üçü de silahlıydılar ve beni öldürmeye de hazırdılar. Ne yapmamı istiyordun?»«Pekâlâ. Ama şimdi ne yapacağız?» «Gidip onları kolayca yakalayacağız. Yarı reflektörlerini ayarlamam gerekiyordu. Bunu kendi bildiğim gibi yaptım. On bin mil sonra motorlar tamamıyla duracak. Onları izleyebilmek için Jenner dağıtım borusuna da alet yerleştirdim.» Hawkins irileşmiş gözlerle, gülüp duran Vernadsky'nin yüzüne baktı. «Tanrım!» «Yanına hiç kimseyi alma. Sadece sen, ben ve devriye gemisi. Robert Q. 'da hiç enerji olmayacak. Polis gemisininse bir iki topu var. Bize uranyumlu asteroidin nerede olduğunu söyleyecekler. Onu bulacağız. Ve ondan sonra da Devriye Merkeziyle bağlantı kuracağız. Onlara üç uranyum kaçakçısını, Dünyada hiç kimsenin görmediği büyüklükte bir Silikoni'yi ve bir asteroit dolusu uranyum cevherini teslim edeceğiz. Dünyanın görmediği kadar çok uranyumu. Sen teğmenliğe yükseleceksin, ben de terfi edecek ve artık devamlı olarak Dünyada çalışacağım. Tamam mı?» Hawkins iyice sersemlemişti. «Tamam!» diye bağırdı. «Hemen oraya geliyorum.» Neredeyse Robert Q. 'ya iyice sokulacaklardı. Gemiyi gövdesinden hafifçe yansıyan güneş ışınları sayesinde fark ettiler. Hawkins, «Onlara geminin ışıklarını yakacak kadar enerji bırakmadın mı?» diye sordu. «Yardımcı jeneratörü de bozmadın ya?» Vernadsky omzunu silkti. «Fazla enerji harcamamaya çalışıp bir geminin onları bulacağını umuyorlar. Şu anda bütün enerjiyi esiraltı iletişim için kullandıklarından eminim.» Hawkins alayla, «Öyle bir şey yapıyorlarsa,» dedi. «Yakalayamıyorum.» «Sahi mi?» «Sahi ya!»Polis kruvazörü Robert O.'nün etrafında döne döne yaklaştı. Enerjisi kesilmiş olan avları uzayda saatte on beş bin kilometre hızla sürükleniyordu. Kruvazör hızını Robert O.'nunkine uydurdu ve içeriye doğru kaydı. Hawkins'in yüzünde dehşet dolu bir ifade belirdi. «Ah, Tanrım! Olamaz!» «Ne oldu?» «Gemi kazaya uğramış. Bir meteor çarpmış ona. Asteroit Kuşağında yeteri kadar göktaşı var.» Vernadsky'nin sesindeki ve yüzündeki heyecan kayboldu.. «Meteor mu çarpmış? Gemi parçalanmış mı?» «Gövdede ambar kapısı kadar bir delik açılmış. Çok üzgünüm, Vernadsky. Bu hiç de hoş olmayan olaylara yol açabilir.» Vernadsky gözlerini yumarak, yutkundu. Hawkins'in ne demek istediğini biliyordu. Genç adam mahsus bir gemiyi sakatlamıştı. Bu bir suç sayılabilirdi ve bu suçun ölümle sonuçlanması da cinayet demekti. «Buraya bak, Hawkins. Bunu neden yaptığımı biliyorsun.» «Bana anlattıklarını biliyorum. Gerekirse tanıklık edeceğim. Ama bu gemidekiler kaçakçı değillerse...» Sözlerini tamamlamadı. Buna gerek de yoktu. İki arkadaş uzay tulumlarını giyerek yara almış olan gemiye girdiler. Robert O.'nün içi de, dışı da karmakarışıktı. Güç olmadığı için onlara çarpan kayayı zamanında fark edememiş ve en zayıf bir korunma perdesi oluşturamamışlardı. Ya da fark etmiş olsalar bile manevra yaparak ondan kurtulamamışlardı. Göktaşı geminin gövdesini sanki o yıldızlı bir kâğıtmış gibi çökertmişti. Pilot odasını parçalamış, havanın kaçmasına neden olmuş ve gemideki üç adamı öldürmüştü.



Kaza sırasında tayfalardan biri şiddetle duvara çarptığı için şimdi donmuş ete benziyordu. Kaptanla diğer tayfa kaskatı yatıyorlardı. Derileri donmuş kanlarla kaplıydı. Hava, kanlarından çıkarken damarları patlatmıştı. Uzayda bu tür bir ölüm olayıyla karşılaşmamış olan Vernadsky'nin midesi bulanmaya başladı. Ama genç adam uzay tulumunun içine kusarak her şeyi kirletmek istemiyordu. Mide bulantısını bastırmayı başardı. «Taşıdıkları maden cevherini kontrol edelim. O radyoaktif olmalı!» Genç adam sessizce tekrarladı. «Öyle olmalı! Öyle olmalı!» Çarpışma yüzünden ambar kapağı çarpılmış olduğu için artık çerçevesine iyice oturamıyordu. Yanda bir santim kadar bir aralık vardı. Hawkins eldivenli elindeki aleti kaldırdı ve bunun mika yüzünü o aralığa doğru tuttu. Aletten milyonlarca saksağanın sesini andıran bir gürültü yükseldi. Vernadsky müthiş rahatladı o zaman. «Sana söylemiştim.» Şimdi gemiyi doğru dürüst tamir etmemesini bir vatandaşın görevini sadakatle yerine getirmesi olarak düşünüyordu. Üç adamın ölmesine neden olan meteor çarpmasıysa sadece üzücü bir kazaydı. Çarpılmış kapağı, iki el ateş ederek kırdılar. Ve cep lambalarının ışığı tonlarla taşı aydınlattı. Hawkins orta boyda iki taşı alarak onları dikkatle tulumunun ceplerinden birine koydu. «Kanıt olarak... Ve tahlil için.» Vernadsky onu uyardı. «Cildine uzun süre yakın tutma.» «Gemiye dönünceye kadar tulum beni korur. Bildiğin gibi bu saf uranyum değil.» «Ama safa çok yakın olduğundan eminim.» Vernadsky yine o güven dolu tavırlarını takınmıştı. Hawkins etrafına bakmıyordu. «Eh, artık her şey anlaşılıyor. Hem biz de belki bir kaçakçı çetesini durdurduk. Ya da böyle çetenin bir bölümünü. Ama şimdi ne olacak?» «Uranyum bulunan asteroit... Ah, ah!» «Evet. Nerede o? Asteroit'in yerini bilen üç kişi de öldü.» «Tanrım!» Vernadsky'nin keyfi tekrar kaçtı. Asteroit'in yerini bilmiyorlardı. Ellerinde sadece üç ceset ve birkaç ton uranyum cevheri vardı. Bu da fena sayılmazdı. Ama öyle göz kamaştıracak bir başarı olduğu da söylenemezdi. Evet, ona bir takdirname verirlerdi. Ama o takdirname peşinde değildi ki. Vernadsky terfi etmeyi ve artık devamlı Dünyada çalışmayı istiyordu. Bunun için de büyük bir başarı şarttı. Genç adam birdenbire, «Uzay aşkına!» diye bağırdı. «O Silikonu Boşlukta yaşayabiliyor. Her zaman boşlukta yaşıyor ve asteroidin yerini de biliyor.» Hawkins de hemen heyecanlandı. «Tabii ya! Nerede o?» Vernadsky bağırdı. «Kıçta! Bu taraftan!» Silikoni iki arkadaşın el fenerlerinin ışığında pırıldadı. Hareket ediyordu. Ölmemişti. Vernadsky'nin kalbi heyecanından deli gibi çarpıyordu. «Onu buradan götürmeliyiz, Hawkins.» «Neden?» «Sesler boşlukta duyulamaz. Tanrı aşkına! Onu kruvazöre taşımamız şart.» «Pekâlâ, pekâlâ.» «Ona telsiz vericisi olan bir tulum giydiremeyiz.» «Tamam, dedik ya!» İki arkadaş yaratığı dikkat ve özenle taşıdılar. Maden eldivenleriyle Silikoni'nin yağlı derisini adeta sevgiyle tutuyorlardı. Robert Q. 'dan ayrılırlarken, Hawkins yaratığı kucağında taşıdı. Silikoni şimdi kruvazörün kontrol odasında yatıyordu. İki adam başlıklarını çıkarmışlardı. Hawkins tulumunu çıkarmakla meşguldü. Vernadsky bekleyemedi. «Kafamızdan geçenleri mi okuyorsunuz?» Taş yüzeylerin birbirlerine



sürünmelerinden çıkan sesler sözlere dönüşünceye kadar soluğunu tutarak bekledi. Genç adam için o anda bundan daha güzel bir ses olamazdı. Silikoni, «Evet,» dedi. Sonra da ekledi. «Etraf hep boşluk. Hiç.» Hawkins, «Ne?» diye sordu. Vernadsky onu susturdu. «Biraz önce uzayda yaptığı yolculuğu kastediyor sanırım. Herhalde bu onu etkiledi.» Sonra da, sanki düşüncelerini daha belirginleştirmek istiyormuş gibi sesini iyice yükselterek Silikoni'ye, «Seninle beraber olan adamlar uranyum topluyorlardı,» dedi. «Özel cevher, radyasyon, enerji.» O hafif, hışırtılı ses duyuldu. «Yiyecek istiyorlardı.» Tabii ya! O taşlar Silikoni için besin demekti. Enerji kaynağı. Vernadsky, «Onlara besini nerede bulacaklarını gösterdin değil mi?» diye sordu. «Evet.» Hawkins yakındı. «Bu nesnenin sesini zorlukla duyabiliyorum.» Vernadsky endişeyle, «Onda bir gariplik var.» Vine sesini yükseltti. «İyi misin?» «İyi değilim. Hava hemen gitti. İçte bir terslik var.» Vernadsky mırıldandı. «Basıncın birdenbire kalkması yüzünden zarar gördü sanırım. Ah, Tanrım... Dinle, ne istediğimi biliyorsun. Vatanın nerede? Şu yiyecek olan yer?» İki genç adam susarak beklediler. Silikoni kulaklarını ağır ağır kaldırdı. Çok ağır ağır. Kulakları titredi, sonra yine düştü. «Orada... Ta orada.» Vernadsky bağırdı. «Nerede?» «Orada.» Hawkins, «Bir şey yapıyor,» dedi. «Bir şeyi işaret etmeye çalışıyor sanırım.» «Evet ama nereyi işaret ediyor? Nasıl?» «E, ne bekliyordun? Koordinatları vermesini mi?» Vernadsky hemen, «Neden olmasın?» diye cevap verdi. Yerde büzülmüş yatan Silikoni'ye döndü yine. Taş yaratık artık hareket etmiyordu. Derisi, tehlikeli bir biçimde donuklaşmıştı. Vernadsky, «Kaptan, senin besin dolu yerin nerede olduğunu biliyordu,» dedi. «Onda bununla ilgili numaralar vardı. Öyle değil mi?» Silikoni'nin ne demek istediğini anlaması, sadece sözlerini dinlemekle kalmayıp, kafasındakileri de okuması için dua ediyordu. Taş taşa sürünürken iç çekişini andıran bir ses çıktı. «Evet.» «Üç grup sayı.» Öyle olması gerekirdi. Uzayda, tarihler de eklenmiş üç koordinat. Böylece güneşin etrafında dönen asteroidin yörüngesindeki üç yer gösterilmiş olurdu. Ve bunlardan yararlanılarak asteroidin tam yörüngesi ve herhangi bir andaki yeri hesaplanabilirdi. Hatta gezegenlerin neden olduğu aksaklıklar bile kabaca saptanırdı. «Evet.» Silikoni'nin sesi daha da alçalmıştı. «Neydi onlar? O sayılar neydi? Onları yaz, Hawkins. Bir kâğıt kap.» Ama Silikoni, «Bilmiyorum,» dedi. «Numaralar önemli değil. Besin yeri orada.» Hawkins atıldı. «Durum anlaşılıyor. Koordinatlara ihtiyacı yoktu. Bu yüzden de onlarla ilgilenmedi.» Silikoni, «Yakında...» Uzun bir sessizlik oldu. Sonra taş yaratık yeni bir kelimeyi deniyormuş gibi ağır ağır ekledi. «... canlı olmayacağım. Yakında...» Bu seferki sessizlik daha da uzadı. «Ölü olacağım. Ölümden sonra ne var?» Vernadsky, «Dayan,» diye yalvardı. «Söyle, kaptan o sayıları bir yere yazdı mı?» Silikoni uzun bir süre cevap vermedi. Sonra, «Ölümden sonra ne var?» diye tekrarladı. İki adam



iyice eğilmişlerdi, başları neredeyse ölmekte olan taşa değecekti. Vernadsky çıkıştı. «Bir cevap. Sadece bir. Kaptan numaraları bir yere yazmış olmalı. Nereye? Nereye?» Silikoni, «Asteroide,» diye fısıldadı. Ve bir daha da konuşmadı. Ölü bir taştı artık o. Onu doğuran taş kadar ölü. Geminin bölmeleri kadar ölü. Son nefesini vermiş bir insan kadar ölü. Vernadsky'le Hawkins diz çöktükleri yerden kalkarak birbirlerine umutsuzca baktılar. Hawkins, «Bu sözler mantıksız,» diye fikrini açıkladı. «Kaptan koordinatları neden asteroide yazsın? Bu tıpkı, bir dolabın anahtarını onun içine kilitlemeye benziyor.» Vernadsky başını salladı. «Bir servet değerinde uranyum. Dünyanın en zengin madeni ve biz onun nerede olduğunu bilmiyoruz.» H. Seton Davenport tuhaf bir memnuniyetle etrafına bakındı. Uzun burunlu adamın çizgili suratında en rahat anlarında bile sert bir ifade oluyordu. Dünya Araştırma Bürosunun ajanıydı. Sağ yanağındaki yara izi, siyah saçları, kalın kaşları ve esmer teniyle gerçekten de tam bir ajana benziyordu. Ama şimdi bu büyük odada etrafına bakınırken dudakları hafif bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. Bu loşlukta kitap filmlerinin sonu yokmuş gibi gözüküyordu. Nereden geldikleri ve ne oldukları anlaşılmayan örnekler esrarlı bir havaya bürünüyorlardı. Bu karmaşa yüzünden oda sanki bütün dünyayla ilişkisini kesmiş gibi bir görünüm veriyor ve insanın böylesi bir yerin var olmayacağını düşünmesine yol açıyordu. Tabii odanın sahibi için de aynı durum söz konusuydu. Odanın sahibi odadaki tek ışıklı yer olan koltuk yazı masası ünitesinde oturuyordu. Elindeki resmi raporun sayfalarını ağır ağır çevirmekteydi. Arada sırada da ufacık, yuvarlak burnundan kayan gözlüğünü düzeltiyor, raporu okurken göbeği usulca kabarıp iniyordu. Dr. Wendell Urth'du o. Uzmanların fikirleri önemliyse, o zaman Urth da dünyanın en büyük uzay bilginiydi. Dünya dışı problemleri olan kimseler ona geliyorlardı. Oysa Dr. Urth erginliğe eriştikten sonra üniversite yerleşkesindeki evinden bir saatlik mesafeden daha öteye hiç gitmemişti. Dr. Urth başını kaldırarak ciddi ciddi Müfettiş Davenport'a baktı. «Bu genç Vernadsky çok zeki bir delikanlı.» Davenport, «Sadece Silikoni'yi görmesine rağmen bütün bu sonuçlara vardığı için mi?» dedi. «Gerçekten öyle.» «Hayır, hayır. Bu sonuçlara varmak basit bir işti. Hatta kaçınılmaz bir şey Bir ahmak bile durumu fark ederdi. Ben...» Gözlerinde hafif bir sitem vardı şimdi. «... delikanlının Siliconeus Astoridea'nin Gamma ışınlarına karşı hassaslığıyla ilgili deneylerimi okumuş olmasını kastettim.» Davenport başını salladı. «Ah, evet.» Tabii. Dr. Urth, Silikon! konusunda uzmandı! Davenport da o yüzden onun fikrini almaya gelmişti. Uzmana sadece bir soru sormak niyetindeydi. Basit bir soru. Ama Dr. Urth dolgun dudaklarını sarkıtıp iri kafasını sallamış ve olayla ilgili bütün belgeleri görmek istemişti. Genellikle böyle bir şeye izin verilemezdi. Ancak Dr. Urth Ayin Şarki Söyleyen Çanları olayında D.A. B.'ye önemli bir biçimde yardım etmiş. Ayin yer çekiminden yararlanarak suçlunun yakalanmasını sağlamıştı. O yüzden de müfettiş belgeleri Urth'a göstermeye razı olmuştu. Doktor okumasını bitirerek belgeleri yazı masasına bıraktı. Hafifçe homurdanarak gömleğinin eteğini siki kemerinin altından çıkardı ve onunla gözlüğünün camlarını sildi. Bu temizliğin sonucunu anlamak için gözlüğünü ışığa doğru tuttu ve sonra da onu burnunun üzerine biçimsizce konduruverdi. Ellerini şişman göbeğinin üzerinde kavuşturarak küt parmaklarını birbirlerine kenetledi.



«Sorunuzu tekrarlar mısınız, müfettiş?» Davenport sabırla, «Sizce, raporda tarif edilen boyda ve türde bir Silikoni'nin sadece uranyum bakımından zengin bir dünyada gelişebileceği iddiası doğru mu...» Dr. Urth onun sözünü kesti. «Radyoaktif malzeme. Belki toryum. Ama herhalde uranyum.» «O halde cevabiniz, 'Evet,' öyle mi?» «Evet.» «Bu dünyanın büyüklüğü ne olabilir?» Uzay uzmanı düşünceli bir tavırla, «Belki bir buçuk kilometre çapında,» diye mırıldandı. «Belki de daha büyük.» «Orada kaç ton uranyum bulunabilir? Daha doğrusu radyoaktif malzeme?» «Trilyonlarca ton.» «Bu fikrinizi bir kâğıda yazar ve altını da imzalar mısınız?» «Tabii.» «Pekâlâ, Dr. Urth.» Davenport ayağa kalkarak bir eliyle şapkasına, diğeriyle de belgelere uzandı. «Bize gereken de bu.» Ama Dr. Urth elini belgelere bastırdı. «Bir dakika. O asteroidi nasıl bulacaksınız?» «Arayarak. Bize verilecek her gemi bir bölgeyi tarayacak. Sadece arayacağız işte.» «Masraf, zaman, çaba! Ve o asteroidi hiçbir zaman bulamayacaksınız.» «Binde bir olasılık var. Bulabiliriz.» «Milyonda bir olasılık. Bulamayacaksınız.» «Hiçbir çaba göstermeden o uranyumdan vazgeçemeyiz. Profesyonel fikriniz ödülün çok değerli olduğunu açıklıyor.» «Ama asteroidi bulmanın daha iyi bir yolu var. Ben onu bulabilirim.» Davenport uzay uzmanına dikkatle baktı. Dr. Urth bütün görünüşüne rağmen hiç de aptal değildi. Bunu kendi deneyimleri sonucu öğrenmişti. Bu yüzden de, «Onu nasıl bulabilirsiniz?» diye sorarken sesinde hafif bir umut vardı. Dr. Urth, «Önce bedelim,» dedi. «Bedel mi?» «İstiyorsanız, 'ücretim,' de diyebiliriz. Hükûmet o asteroidi bulduğunda orada yine iri bir Silikoni olabilir. Silikoni'ler çok değerli. Dokuları kati silikon ve gövdelerinde dolaşan sıvı da Silikon eriyiği olan tek canlı o. Asteroitlerin vaktiyle bir tek gezegen olup olmadıkları sorusunu da Silikoni'ler cevaplayabilir. Başka pek çok problemi de... Anlıyor musunuz?»«Yani iri bir Silikoni'nin size verilmesini istiyorsunuz.» «Canlı ve iyi durumda. Karşılığında ücret istenmeden. Evet.» Davenport başını salladı. «Hükûmetin bunu kabul edeceğinden eminim. Şimdi düşündüğünüz nedir?» Dr. Urth usulca, sanki her şeyi açıklıyormuş gibi bir tavırla, «Silikoni'nin sözlerini,» dedi. Davenport sadece şaşırdı. «Hangi sözlerini?» «Raporda bildirilenleri. Silikoni'nin ölmeden hemen önce söylediklerini. Vernadsky ona kaptanın koordinatları nereye yazdığını sormuş. Silikoni de, 'Asteroide' demiş.» Davenport'un yüzünde müthiş bir düş kırıklığına uğradığını gösteren bir ifade belirdi. «Uzay aşkına, doktor, bunu biz de biliyoruz. O sözleri her açıdan inceledik. Mümkün olan her açıdan. O sözlerin hiçbir anlamı yok.» «Hiç mi yok?» «Önemli bir anlamı yok. Raporu tekrar okuyun. Silikoni, Vernadsky'i dinlemiyormuş bile. Ölmek



üzere olduğunu hissediyor ve bunu düşünüyormuş. İki defa, 'Ölümden sonra ne var?' diye sormuş. Vernadsky soru sormayı sürdürünce de, 'Asteroitde,' demiş. Herhalde taş yaratık Vernadsky'nin sorusunu duymamıştı bile. O kendi sorusunu cevaplıyordu. Öldükten sonra kendi asteroidine döneceğini düşünüyordu. Orada yine güvende olacaktı. Hepsi bu kadar.» Dr. Urth başını salladı. «Şair yanınız çok ağır basıyor, biliyor musunuz? Hayal gücünüz fazla. Haydi, haydi. İlginç bir konu bu. Bakalım bunu kendi başınıza çözebilecek misiniz. Silikoni'nin o sözlerle Vernadsky'nin sorusunu cevapladığını düşünelim...» Davenport sabırsızlandı. «Öyle de olsa, ne işe yarar? Hangi asteroit? Uranyum olan asteroit mi? Onu bulamayız. Öyleyse koordinatları bulmamız da imkânsız. Yoksa Robert O.'nun çıkış yeri olan başka bir asteroit mi? Onu da bulamayız.» «Çok belirgin şeylerle hiç ilgilenmiyorsunuz, müfettiş. Niçin kendi kendinize, 'Asteroitde,' sözünün Silikoni için ne anlama geldiğini sormuyorsunuz? Siz ya da ben değil, Silikoni için.» Davenport kaşlarını çattı «Anlayamadım, doktor.» «Sözlerimin anlamı açık. Silikoni için asteroit ne anlama geliyordu?» «Silikoni, uzayı, ona okunan bir astronomi kitabından öğrenmişti. Herhalde kitapta bir asteroidin ne olduğu da açıklanıyordu.» Dr. Urth neşeyle parmağını küt burnunun yanına koydu. «Tamam! Peki bu tarif nasıldı? Asteroit, gezegenlerden daha da küçük bir gök cismidir. Güneşin etrafında dolaşır. Yörüngesi, genel olarak Marsla Jüpiter'inkinin arasındadır. Öyle değil mi?» «Herhalde.» «Peki Robert Q. nedir?» «Gemiyi mi kastediyorsunuz?» Dr. Urth, «Siz onu böyle tanımlıyorsunuz,» dedi. «'Gemi' diye. Ama astronomi kitabi çok eskiymiş. Onda uzay gemilerinden söz edilmiyormuş. Tayfalardan biri söylemiş bunu. Kitabin, uzay yolculuğu başlamadan önceki günlerden kalma olduğundan söz etmiş. O halde Robert Q. nedir? Gezegenlerden daha küçük olan bir gök cismi değil mi? Silikoni, gemideyken Güneşin etrafında dolaşmıyor muydu? Ve yörüngesi de genel olarak Marsla Jüpiter'inkinin arasında değil miydi?» «Yani... Silikoni, geminin de yine bir asteroit olduğunu mu sanıyordu? 'Asteroitde,' dediği zaman koordinatların gemide olduğunu mu söylüyordu?» «Tabii ya! Size problemi kendi kendinize çözebileceğinizi söyledim.» Neşe ya da rahatlık müfettişin yüzündeki sıkıntılı ifadeyi gidermedi. «Ama bu bir çözüm değil ki, doktor.» Dr. Urth ajana bakarak ağır ağır gözlerini kırpıştırdı. Yüzündeki ifade daha da yumuşadı. Şimdi suratında pek çocuksu bir neşe vardı. «Bence kesin bir çözüm.» «Hiç de değil. Dr. Urth, biz sizinki gibi bir mantık dizisi kurmadık. Silikoni'nin sözlerinin üzerinde hiç durmadık. Ama yine de Robert Q. 'yu iyice aradık. Bunu anlayamıyor musunuz? Gemiyi parça parça, levha levha söktük. Tekneyi parçalarına ayırdık.» «Ve hiçbir şey bulamadınız, öyle mi?» «Hiçbir şey bulamadık.» «Belki de uygun yere bakmadınız.» «Biz her yere baktık.» Davenport gitmek için tekrar ayağa kalktı. «Anlıyor musunuz, Dr. Urth? Gemiyi didik didik ettik. O koordinatların teknede olması imkânsız.» Dr. Urth sakin sakin, «Oturun, Bay Davenport,» dedi. «Siz hâlâ Silikoni'nin sözlerine uygun açıdan bakmıyorsunuz. Silikoni İngilizceyi oradan buradan birkaç kelime toplayarak öğrendi. O dilin özelliklerini uygun bir biçimde kullanamıyordu. Belge de açıklanan bazı sözleri de bunu gösteriyor.



Örneğin, 'İçte bir terslik var,' demiş. Anlıyor musunuz?» «E?» «Bir dili, özelliklerine uygun bir biçimde kullanamayan biri ne yapar? Ya kendi dilindeki deyimleri kelimesi kelimesine çevirir ya da yabancı sözcükleri tam anlamlarına göre kullanır. Silikoni'lerin kendi dilleri yok. O halde bu Silikoni de sözleri anlamlarına göre kullanıyordu. Öyleyse biz de onun gibi yapalım. Silikoni, 'Asteroitde,' dedi, müfettiş. Koordinatların bir kâğıda yazılmış olduğunu da kastetmedi. Onların gemide olduğunu anlatmaya çalıştı.» Davenport kederle, «Büro bir şeyi aradığı zaman gerçekten arar,» dedi. «Gemide öyle esrarlı yazılar yoktu.» Dr. Urth'un yüzünde düş kırıklığına uğradığını gösteren bir ifade belirdi. «Ah, müfettiş, ah! Cevabi bulacağınızı umut edip duruyorum. Size sürüyle ipucu da verdim.» Davenport ağır ağır, soluk aldı. «Lütfen bana ne düşündüğünüzü söyler misiniz, doktor?» Bu soruyu sormak ağırına gitmişti ama sesi yine sakin ve kararlıydı. Dr. Urth bir elini göbeğine vururken, diğeriyle gözlüğünü düzeltti. «Anlayamıyor musunuz, müfettiş? Bir uzay gemisinde gizli sayıların kuşku uyandırmayacakları bir tek yer vardır. Onlar açıktadır ama yine de fark edilmezler. Onlara yüzlerce kişi de baksa yine de emin yerde sayılırlar. Ancak kafası iyi çalışan biri onları bulabilir.» «Nerede? Bana yeri söyleyin.» «Ah, zaten sayıların çok olduğu bir yerde. Son derecede normal numaraların olduğu bir köşede. Yasal numaraların. Orada olmaları gereken sayıların.» «Siz neden söz ediyorsunuz?» «Geminin gövdesine kazınmış olan seri numarasından. Gövdesindeki numaradan. Motor numarası, alan jeneratörü numarası. Ve böyle birkaç şayi. Onların hepsi de geminin önemli parçalarına kazınırlar. Silikoni'nin dediği gibi, 'Gemide. Gemide.'» Durumu birdenbire kavrayan Davenport kalın kaşlarını kaldırdı. «Belki de haklisiniz. Eğer öyleyse sizin için Robert Q. 'daki Silikoni'nin iki misli büyüklükte bir taş yaratık bulacağımızı umarım. Sadece konuşan değil, aynı zamanda ıslık da çalan bir Silikoni. 'Asteroidler Sonsuza Kadar Yaşayacaklar' marşını ıslıkla çalan bir Silikoni.» Dosyayı telaşla kaparak, sayfaları hızla çevirdi. Sonra resmi bir D.A.B. fişini çıkardı. «Tabii bulduğumuz bütün tanımlayıcı numaraları kaydettik.» Formülleri masaya yaydı. «Bunlardan üçü koordinatlara benziyorsa...» Dr. Urth fikrini açıkladı. «Herhalde kaptan o numaraları biraz gizlemeye çalışmıştır. Serilerin daha yasalmış gibi gözükmeleri için birkaç harf ve şayi eklemiş olmalı.» Bir bloknota uzandı. Bir diğerini de müfettişe doğru itti. İki adam, dakikalar boyunca sessizce çalıştılar. Seri numaralarını yazıyor, birbirleriyle ilgisi olmayan sayıları çizerek sonuca varmaya çalışıyorlardı. Sonunda Davenport hem memnunluk ve hem de öfkeyle derin bir soluk aldı. «İşin içinden çıkamadım,» diye itiraf etti. «Hakli olduğunuzu sanıyorum. Motorla hesap makinesinin üzerindekilerin gizlenmeye çalışmış koordinatlar ve tarihler olduğu belli. Hiçbir normal seriye uymuyorlar. Sahte sayıları atmak kolay. Böylece elimize iki koordinat geçmiş oluyor. Ama geri kalanların yasal ve doğru seri numaraları olduğuna yemin edebilirim. Siz neler buldunuz, doktor?» Dr. Urth başını salladı. «Ben de sizinle ayni fikirdeyim. Şimdi elimizde iki koordinat var. Üçüncüsünün de nerede yazılı olduğunu biliyoruz.» «Ah, biliyoruz demek? Peki nasıl...» Müfettiş durakladı, sonra da bağırdı. «Tabii ya! Geminin üzerindeki numara. O burada yazılı değil. Çünkü geminin gövdesinde, tam meteorun çarptığı yerdeydi o. Korkarım, Silikoni'niz olamayacak, doktor.» Sonra kırışık yüzünde sevinçli bir ifade belirdi. «Ah,



ne aptalım! Numara kayboldu ama bunu hemen Gezegenlerarası Kayıt Bürosundan getirtebiliriz.» Dr. Urth, «Korkarım sözlerinizin, hiç olmazsa ikinci bölümüne itiraz edeceğim,» dedi. «Kayıtlarda sadece geminin ilk ve yasal numarası vardır. Kaptanın gizlediği koordinatlar değil.» Davenport, «Meteor tam da oraya çarpmış,» diye söylendi. «O yüzden asteroidi bulma umudumuz tümüyle suya düştü. Üçüncüsü olmadan, iki koordinat kimin işine yarar?» Dr. Urth kesin bir tavırla, «Herhalde iki boyutlu bir yaratığın çok işine yarar,» dedi. «Ama bizim boyuttan olan yaratıkların...» Elini göbeğine vurdu. «... üçüncü koordinata da ihtiyaçları vardır. Neyse ki o da burada.» «D.A.B.'nün dosyasında mı?» «Sizin listenizde, müfettiş. Bu dosyada genç Vernadsky'nin ilk raporu da var. Tabii Robert O.'nün orada yazılı olan seri numarası sahte. Geminin üzerinde de o sırada bu numara vardı. Kaptan, onarım mühendisinin aradaki farkı görmesini ve meraklanmasını istemezdi.» Davenport bloknotla Vernadsky'nin listesine uzandı. Kısa bir hesap yaptı, sonra da güldü. Dr. Urth memnun memnun soluk vererek koltuğundan kalktı. Koşarcasına kapıya doğru gitti. «Sizi görmek bana her zaman zevk veriyor, müfettiş. Tekrar beklerim. Anlaşmamızı unutmayın. Uranyum hükûmetin olsun. Ama ben daha önemli olan o şeyi istiyorum. Canlı ve iyi durumda dev bir Silikoni.» Gülümsüyordu. Davenport, «Ve ıslık çalanını tercih edeceksiniz,» diye ekledi. Odadan çıkarken o da ıslık çalıyordu.



MARSPORT'TAYIM. HILDA DA YANIMDA DEĞİL “Marsport'tayım. Hilda da Yanımda Değil – I'm in Marsport Without Hilda” Isaac Asimov'un Venture Science Fiction Magazine dergisi Kasım 1957 sayısında çıkmış kısa bir hikayesidir. Orijinal hikaye 1968 Asimov's Mysteries toplamasında yer almıştır. Bir kere her şey yolunda gitti. Birtakım çarelere başvurmak zorunda kalmadım. Bu işle ilgilenmem de gerekmedi. Belki de tam o sırada felaket kokusu burnuma gelmeliydi. Olay, iki görev arasında her zamanki gibi dinlendiğim o bir aylık sürede başladı. Galaksi Servisinde bir ay çalışılır, bir ay dinlenilir. Çok uygun bir programdır bu. Marsport'a vardığımda orada her zamanki gibi üç gün bekleyeceğimi düşünüyordum. Oradan Dünyaya kısa bir yolculuk yapacaktım. Genellikle Hilda beni Marsport'ta beklerdi. Tanrı onu kutsasın, karim pek tatlıdır. Onunla buluştuktan sonra sakin ve güzel günler geçirirdik. İkimiz için de hoş bir süre olurdu bu. Ancak, işin kötüsü Marsport, bütün sistemdeki en karışık, adeta cehennemi aratmayacak bir yerdir. Ve öyle tatlı tatiller de buraya pek uymaz. Ama bunu gel de Huda'ya anlat. Ancak bu kez, kayınvalidem bir değişiklik yapacak ve kadıncağız için de, Tanrı onu kutsasın,' diyeceğim evet, ne diyordum? Kayınvalidem ben Marsport'a erişmeden iki gün önce hastalandı. Havaalanına inmeden önceki gece Huda'dan bir uzaygrafı aldım. Bunda annesiyle Dünyada kalacağını, benimle bu sefer Marsport'ta buluşamayacağını bildiriyordu. Ben de ona cevap vererek sevgi ve üzüntü duyduğumu açıkladım. Kayınvalidem için müthiş endişelendiğimi de belirttim. Ve sonunda Marsport'a indim. 'Artık Marsport'taydım. Hilda da yanımda değildi. Anlayacağınız henüz bir olay yoktu. Bu tablonun çerçevesiydi, diyebilirim. Ya da bir kadının iskeleti. Artık çerçevenin içindeki hatlar ve renklere gelmişti sıra. Kemiği saracak ete ve deriye. İşte o yüzden Flora'yı aradım. Geçmişte bazı tatlı anlar yaşadığım Flora'yı. Bu iş için de bir videofon kulübesinden yararlandım. Masrafa aldırmıyordum. Son sürat ilerlemek niyetindeydim. Tabii o arada kendi kendime, herhalde dışarıda, diyordum. Evde olma ihtimali onda bir. Belki de videofonu fişten çıkardı ve kendince eğleniyor. Hatta ölmüş de olabilir. Ama Flora evdeydi. Videofonu fişten çekmemişti ve bir ölüden başka her şeye benziyordu. Her zamankinden daha da güzeldi Flora. Birinin vaktiyle söylediği gibi, «Yaş onu solduramaz, alışkanlık da o sonsuz değişkenliğini bayatlatamaz»dı. Ve giydiği ya da yarı giydiği sabahlığın katkısı da büyüktü. Bir de beni gördüğüne çok da sevinmedi mi? «Max!» diye bağırdı. «Seni görmeyeli yıllar oldu!» «Biliyorum, Flora. Ama buradayım ve seni görmek istiyorum. Tabii boşsan. Tahmin et bakalım ne oldu? Marsport'tayım ama Hilda yanımda değil.» Flora yine bağırdı. «Ne harika! Hemen gel o halde.» Gözlerim iyice irileşti. Bu kadarı da fazlaydı. «Yani gerçekten boş musun?» Şunu bilmenizi isterim. Flora'yı boş bir gecesinde yakalayabilmek için ona çok önceden haber vermeniz gerekirdi. Yani kadın öyle şahane bir şeydi işte. Flora, «Ah,» dedi. «Önemsiz küçük bir randevum var, Max. Ama ben o işi hallederim. Sen hemen gel.» Mutlu mutlu, «Geliyorum!» diye bağırdım.



Flora böyle bir kadındı işte. Şey, size anlatacağım. Bana inanın. Flora'nın dairesini Marsın yer çekimi etkilemiyordu. İçerideki 0.4 Dünya normali bir yer çekimiydi. Flora'nın Marsın etkisinden kurtulmasını sağlayan alet pahalıydı tabii. Ama laf aramızda buna değerdi. Flora da aletin bedelini ödemekte güçlük çekmemişti. 0.4 yer çekiminde bir kadını kollarınıza aldıysanız, açıklamaya ihtiyacınız yok demektir. Böyle bir şey yapmadıysanız, o zaman açıklamalar da bir işe yaramazlar. Ve ben size acırım. Bulutların üzerinde uçmaktan söz ederler ya... Tabii bir kadının düşük yer çekiminde nasıl hareket etmesi gerektiğini de bilmesi şarttır. İşte Flora bunu biliyordu. Kendimden söz etmek niyetinde değilim. Ama Flora da sırf boş olduğu için randevularını iptal etmiyor, «Hemen gel,» diye bağırmıyordu. O asla boş kalmazdı. Videofonu kapattım. Görüntüyü, ancak aslını göreceğim için öyle çabucak ekrandan sildim. Flora'nın aslını! Ah! Kulübeden çıktım. İşte o anda, tam o anda, zamanın bu belirli noktasında burnuma ilk kez hafif bir felaket kokusu geldi. Bu koku Mars bürolarından aşağılık Rog Crinton'dan geliyordu: Kabak kafalı, uçuk sarı suratlı, uçuk mavi gözlü, uçuk kumral bıyıklı bir adamdı o. Atalarından biri Slavdı sanırım. Serviste çalışanların yarısı Rog Crinton'un göbek adının 'Aşağılık Köpek' olduğunu düşünürdü. Tatilim ben Uzay gemisinden iner inmez başladığı için kendimi yere atıp, alnımı üç kez yere vurmadım. Sadece normal bir nezaketle, «Kahretsin» dedim. «Lanet olasıca herif, benden ne istiyorsun? Çabuk ol, çünkü biriyle randevum var.» Crinton, «Randevun benimle,» diye karşılık verdi. «Sana küçük bir iş vereceğim.» Güldüm ve ona gerekli bütün anatomik ayrıntılarla o görevi ne yapabileceğini söyledim. Kendisine yardım için bir balyoz da bulabileceğimi ekledim. «Bu benim dinlenme ayım, dostum.» Crinton, «Bu Kırmızı Acil Durum, dostum,» dedi. Bu tatil yapamayacağım anlamına geliyordu. Kulaklarıma inanamadım. «Saçmalama, Rog. Bana acı. Benim de Kırmızı Acil Durum'um var.» «Ama böylesi değil.»«Rog,» diye yalvardım. «Başka birini bulamaz mısın? Herhangi birini?» «Marstaki A Sınıfı tek ajan sensin.» «Öyleyse Dünyadan birini getirt. Merkezde ajanları mikroreaktör üniteleri gibi etrafa yığıyorlar.» «Bu işin gece 11'den önce halledilmesi gerekiyor. Ne var? Boş üç saatin yok mu?» Başımı avuçlarımın arasına aldım. Bu adam anlayamıyordu. «İzin ver de bir görüşme yapayım.» Tekrar videofon kulübesine girdim. Öfkeden ateş saçan gözlerle Crinton'a baktım. «Özel bir konuşma yapmam gerekiyor.» Flora asteroidlerde görülebilen bir serap gibi ekranda ışıldadı. «Bir şey mi oldu, Max? Sakın bir engel çıktığını söyleme. Diğer randevumu iptal ettim.» «Flora, bebeğim,» dedim. «Sana geleceğim. Kesinlikle. Ama bir sorun çıktı.» Kırgın bir tavırla o normal soruyu sordu. Ben, «Ah, hayır, hayır,» dedim. «Başka bir kız yok. Bu kentte senden daha hoş biri olamaz ki. Dişiler bulunabilir, ama o kadar. Bebeğim! Tatlım! İş sorunu bu. Sen sıkı dur. Bu iş uzun sürmeyecek.» «Pekâlâ.» Ama Flora bu sözleri durumun hiç de 'iyi' olmadığını belirten bir tavırla söyledi. O yüzden tüylerim ürperdi. Kulübeden çıktım. «Tamam, Rog, Aşağılık Köpek! Başıma nasıl bir bela sarmaya hazırlanıyorsun?» Onunla uzay limanındaki bara giderek, yalıtımlı bir bölmeyi seçtik. Crinton, «Tam yarım saat sonra 'Antares Devi' Siriüsten gelecek,» diye açıkladı. «Yerel saatle tam 20'de.» «Tamam.»



«Diğer yolcularla birlikte üç adam inecek ve onlar saat 23'de Dünyadan gelecek olan 'Uzay Yiyen'i bekleyecekler. Ardından gemi Capella'ya hareket edecek. O üç adam da 'Uzay Yiyen'e binecek ve o zaman bizim yetki alanımızdan çıkmış olacaklar.»«Yani?» «Yani... üç adam sekizle on bir arasında özel bir odada bekleyecekler. Sen de yanlarında olacaksın. Sana her birinin üç boyutlu görüntüsünü vereceğim. Böylece onların kim olduklarını öğrenecek, adamları birbirlerinden ayırt edebileceksin. Sonra da sekizle on bir arasında kaçak şeyin hangisinde olduğunu anlayacaksın.» «Nasıl bir kaçak şey bu?» «En kötüsü... değiştirilmiş Spaceoline.» Bu sözler beni çok sarstı. Spaceoline'm ne olduğunu biliyordum. Uzayda yolculuk yaptıysanız siz de bilirsiniz. Ama Dünyadan hiç ayrılmadıysanız, size şu kadarını söyleyebilirim. Uzayda ilk kez yolculuğa çıkacak olan herkesin Spaceoline'a ihtiyacı vardır. İlk on iki yolculuk için hemen hemen herkes için gereklidir bu. Bazılarıysa her yolculukta Spaceoline'dan yararlanmak zorundadır. Bu ilacı almazsanız yer çekimi ortadan kalktığı zaman başınız döner, dehşetle çığlıklar atarsınız ve psikozlar da bir daha geçmez. Ama ilacı aldığınızda bunların hiçbiri olmaz, hiçbir şeye aldırmazsınız. Spaceoline bağımlılık yapmaz, kötü yan etkileri de yoktur. Spaceoline idealdir, şarttır ve yerini başka hiçbir ilaç alamaz. Kuşkunuz varsa, Spaceoline alırsınız. Rog, «Evet,» dedi. «Değiştirilmiş Spaceoline. Bu ilaç kimyasal olarak değiştirilebilir. Herhangi bir kimsenin bodrumunda sağlayabileceği basit bir reaksiyonla hem de. Ve ortaya daha ilk sefer de bağımlılık yapan, çok çok etkili bir uyuşturucu çıkar. Üstelik bu bildiğimiz en tehlikeli alkaloid'lerden de farksızdır.» «Biz bunu yeni öğrendik, öyle mi?» «Hayır. Servis bu durumu yıllardan beri biliyordu. Her olayı gizleyerek bu işlemin öğrenilmesini engelledik. Ama şimdi durum farklı.» «Ne bakımdan?» «Havaalanına inecek adamlardan birinin üzerinde değiştirilmiş Spaceoline var. Capella sistemindeki kimyagerler ilacı tahlil edecek ve ondan bolca yapılmasını sağlayacak yollar bulacaklar. Ve Capella sistemi, bizim federasyonun sınırları dışında. Bu iş olup bittikten sonra ya karşılaştığımız en korkunç uyuşturucu tehlikesiyle savaşacağız ya da bu maddeyi kaynağında kurutmaya çalışacağız.» «Yani Spaceoline üretilmesine son vereceğiz.» «Evet. Spaceoline üretilmesini yasaklarsak da uzay yolculuklarını sona erdirmiş olacağız.» Ben parmağımı işin can alıcı noktasına basmaya karar verdim, «ilaç o üç adamdan hangisinde?» Rog pis pis güldü. «Bunu bilseydik, sana ihtiyacımız olur muydu? O üç adamdan hangisinin kaçakçı olduğunu anlayacaksın.» «Beni, basit bir arama işi için mi buldun?» «Eğer suçsuz olanlardan birine elini sürersen, saçlarını gırtlağına kadar keserler. O üç adamın her biri de kendi gezegeninin ileri gelenlerinden. Biri Edward Harponaster, ikincisi Joaguin Lipsky, üçüncüsü de Andiamo Ferrucci. E?» Crinton haklıydı. Bu adamların üçünün de adlarını duymuştum. Hatta belki siz de duydunuz. Önemli, çok önemli kimselerdi onlar. Elde kanıt olmadıkça onlara dokunmamız imkânsızdı. «Bu adamlardan herhangi biri,» dedim. «Böyle pis bir işe bulaşır mı?..» Rog, «Trilyonlar konuşuyor bu işte,» diye cevap verdi. «Yani o üç adamdan her biri bu işe karışmış olabilir ki, karışmış da. Çünkü Jack Hawk öldürülmeden önce bu noktaya kadar geldi...» «Jack Hawk öldü mü?» «Evet. O adamlardan biri sağladı bunu. Şimdi suçlunun hangisi olduğunu öğren. Saat on birden önce



asıl suçluyu bul. O zaman terfi edeceksin, aylığın da artacak. Zavallı Jack Hawk'ın intikamı alınacak ve galaksi de kurtulacak. Ama yanlış adamı seçersen, yıldızlararası kötü bir olay çıkar, kovulursun. Sonra da buradan Antares'e kadar herkesin kara listesine geçersin.» «Ya suçluyu bulamazsam,» diye sordum. «Servis açısından bu yanlış adamı seçmenden farksız sayılır.» «Birini bulmam gerekiyor. Ama onun suçlu olması da şart. Yoksa kellem elime verilecek. Öyle mi?» «İnce ince dilinmiş olarak. Beni anlamaya başlıyorsun, Max.» Rog Crinton yaşamı boyunca çirkin olmuştu. Ama şu andaki kadar değil. Ona bakarken tek tesellim şu düşünce oldu. O yıl boyunca Marsport'ta karısıyla oturuyordu ve buna da layıktı. Belki kötü düşüncelerdi bunlar ama Rog Crinton'un bunlara layık olduğunu söylemeliyim. Rog gider gitmez tekrar Flora'yı aradım. O, «E?» dedi. Sabahlığının manyetik dikişleri uygun biçimde açılmıştı. Sesi de, görünüşü gibi heyecan uyandırıcı ve yumuşaktı. «Bebeğim, tatlım,» diye cevap verdim. «Verilen görevi açıklayamam ama mutlaka yerine getirmem gerekiyordu. Anlıyor musun? Sen şimdi sıkı dur ve beni bekle. Sana geleceğim. Büyük Kanalda iç çamaşırlarımla buzlu kutba kadar yüzmem gerekse de, bunu yapacağım, Phobos'u gökyüzünden bir tekmede atmam gerekse de. Kendimi parça parça edip, postayla yollamam gerekse de.» Flora mırıldandı. «Ah... Beklemem gerekeceğini bilseydim...» Yüzümü buruşturdum. Flora romantik sözlerden etkilenecek bir kadın değildi. Aslında o daha çok pratikten hoşlanan basit bir yaratıktı. Ancak, Flora'yla yer çekimi azaltılmış bir odada yasemin parfümünden oluşan bir denizde, yüzeceğime göre şiirsel sözlerden etkilenmek pek de gerekli bir özellik sayılmazdı. Telaşla, «Sen sadece sıkı dur, Flora,» dedim. «Bu iş hiç de uzun sürmeyecek. Her şeyi telafi edeceğim.» Öfkelenmiş ama henüz endişelenmemiştim. Rog daha yanımdan ayrılır ayrılmaz ben de suçlu adamı nasıl seçeceğimi düşünmeye başlamıştım. Çok kolay olacaktı bu. Rog'u çağırıp, ona uygulayacağım yöntemi söyleyebilirdim. Ama birana yumurta karıştırmanı ya da havanda oksijen olmasını yasaklayan bir kanun yoktur. Sorunu beş dakika içerisinde çözümleyecek ve sonra da Flora'ya koşacaktım. Belki biraz gecikecektim ama hem terfi edecektim, hem de aylığım artacaktı. Servis de salyalı öpücüğünü yanağıma konduracaktı. Anlayacağınız durum şöyledir: büyük endüstri kralları uzayda fazla dolaşmaz transvideodan yararlanırlar. Çok önemli bir yıldızlararası toplantıya giderlerken de Spaceoline alırlar. Herhalde bizim üç adam da yine böyle bir konferansa gidiyorlardı. Bu tür insanlar ilacı alırlar. Çünkü fazla uzay yolculuğu yapmamışlardır. O yüzden de ilaçsız yolculuğa çıkma tehlikesini göze alamazlar. Sonra Spaceoline pahalı bir yöntemdir. Ve endüstri kralları da her şeyin pahalısını severler. Ben onların psikolojisini bilirim. Şimdi... bu anlattıklarım ikisi için geçerliydi. Ancak kaçak ilacı taşıyan kimse Spaceoline kullanmak riskini göze alamazdı. Hatta uzay hastalığına yakalanma tehlikesi olsa bile. Çünkü Spaceoline'ın etkisindeyken ilacı kaldırıp atar, onu bir başkasına verir ya da bu konuda saçmasapan sözler söyleyebilirdi. Oysa kaçakçının kontrolü hiçbir zaman kaybetmemesi gerekir. İşte olay bu kadar basitti. Antares Devi tam zamanında geldi. Odaya önce Lipsky'i aldılar. Adamın kaşları kapkaraysa da saçlarında yeni yeni kırlar belirmeye başlamıştı. Yanakları sarkık, kalın dudakları da kırmızıydı. Lipsky bana baktı ve sonra da bir koltuğa oturdu. Hiç? O Spaceoline'ın etkisindeydi. «İyi akşamlar, efendim,» dedim.



Lipsky dalgın dalgın, «Efendi kalpleri Panamy Surrealismus'u,» diye mırıldandı. «Üçe dört tempoyla konuşma kahve fincanı için.» Spaceoline böyle bir etki yapıyordu işte. İnsanın kafasındaki her vida gevşiyordu. Her hece çağrışımla bir başkasını hatırlatıyordu. Sonra Andiamo Ferrucci içeri girdi. Esmer yüzü çiçek bozuğuydu. Uzun siyah bıyıklarına krem sürmüştü. O da bir yere oturdu. «Yolculuğunuz iyi geçti mi?» diye sordum. Ferrucci, «Yolculuk dans gibi saat tıkırtısı kuşlar öterken.» Lipsky, «Öterken öğürürsen her yerde herkes bulunur.» Güldüm. Demek ki suçlu Harponaster'di. İğne tabancamı belli etmeden avucuma aldım. Adamı yakalamak için manyetik ilmeği hazırladım. Ve sonra Harponaster içeri girdi. Derisi kayış gibi, sıska bir adamdı. Saçları hemen hemen dökülmüştü ama üç boyutlu görüntüsündekinden daha genç duruyordu. Tamamıyla Spaceoline'm etkisindeydi. «Kahretsin!» diye homurdandım. Harponaster, «Kahretsinler geliyor,» dedi. «Yankeeler konferansta son defa bana söylediler.» Ferrucci mırıldandı. «Tohumu ek tartışmalı araziler uzun yoldan gelmeliler.» Lipsky de, «Neşeli efendiler ping pong topları,» dedi. Bu saçmasapan cümleler gitgide kısalırken bir o adama bakıyordum, bir şu adama. Sonunda sustular. Durumu anlamıştım tabii. İçlerinden biri rol yapıyordu. İyice düşünmüş ve Spaceoline kullanmadığı için kendini ele verebileceğini anlamıştı. Belki bir memura para yedirerek o ilaç yerine damarına tuzlu su verilmesini sağlamıştı. Ya da bir başka yol bulmuştu. İçlerinden biri rol yapıyordu. Bu hiç de zor bir şey değildi. Esiraltı ekranında görülen komedyenler sık sık Spaceoline'la ilgili skeçlere çıkarlardı. Ahlak kurallarını bu biçimde çiğnemeleri şaşırtıcı bir şeydi. Herhalde onları siz de seyrettiniz. Üç adama baktım ve ensemdeki tüyler diken diken oldu. Ya asıl suçluyu bulamazsan? Saat sekiz buçuk olmuştu. İşimi, şerefimi ve dilim dilim kesilecek kafamı düşünmeliydim. Bu işi daha sonraya bırakmaya karar vererek Flora'yı düşünmeye başladım. O sonsuza kadar beni bekleyecek değildi. Hatta belki de yarım saat bile beklemeyecekti. Kendi kendime, acaba suçlu usulca tehlikeli bölgeye itilse rolünü sürdürebilir mi, diye sordum. Sonra mırıldandım. «Bu güzel halıları ilaçlıyorlar.» 'İlaç' sözcüğünü hafifçe vurgulamıştım. Lipsky, «İlaçlar güllaç gülleci,» dedi. Ferrucci, «Güller aç kaç kişi?» diye sordu. Harponaster, «Kişilik ilik iliklidir...» dedi. Lipsky başını salladı. «İlik düğmelidir.» Ferrucci, «Tastamam...» dedi. Harponaster «Tas banyoda...» diyerek içini çekti. Bir şeyler daha homurdandıktan sonra sustular. Tekrar çabaladım. Dikkatli davranmayı da unutmuyordum. Sonradan bütün sözlerimi hatırlayacaklardı. Onun için zararsız şeyler söylemek zorundaydım. «Space, uzayın İngilizcesidir,» dedim. Ferrucci, «İngilizce cennet teni...» Onun sözünü keserek Harponaster'e döndüm. «Space sözcüğü...» «Sözlüğü gözlüğü.» Onun sözünü de keserek öfkeyle Harponaster'e baktım. «Space...»



«Sısss... tıssss...» Başka biri, «Tıksırık... kırık...» dedi. «Kırk... kırkayak... ayaklar...» «La si do...» «Dodo kuşu...»«Kuşlar... Huşlar...» Birkaç defa daha çabaladım ama başarılı olamadım. Suçlu hangisiyse ya önceden prova yapmıştı ya da laf uydurmayı iyi biliyordu. Kafasını kullanmıyor, kelimelerin ağzından dökülmelerine izin veriyordu. Neyin peşinde olduğumu bilmesi de ona ilham kaynağı oluyordu sanırım. Diğer ikisi durumun farkında değillerdi. Ama suçlu neler olduğunu çok iyi biliyordu. Ve adam benimle alay ediyordu. İkisi akıllarına geleni acizce söylüyorlardı, üçüncüsüyse benimle eğleniyordu. O halde suçluyu nasıl bulacaktım? Ondan öylesine nefret ediyordum ki. Parmak kaslarım seğirip duruyordu. Aşağılık köpek galaksiyi mahvetmeye hazırlanıyordu. Daha da kötüsü Flora'ya gitmemi engelliyordu. Adamlara yaklaşıp onları teker teker arayabilirdim. Gerçekten Spaceoline'ın etkisinde olan iki yolcu bana engel olmak için hiçbir şey yapamazlardı. Hiçbir şey hissedemezlerdi onlar. Ne korku, ne endişe, ne nefret, ne öfke ve ne de kendini koruma isteği. İçlerinden biri hafifçe karşı koymaya kalktığı an avımı yakalamış olurdum. Ama suçsuzlar sonradan yaptıklarımı hatırlarlardı. İçimi çektim. Bu yolu denersem suçluyu yakalayabilirdim. Ama sonradan beni kıymaya çevirirlerdi. Serviste kelleler uçar, bütün galakside müthiş bir rezalet olurdu. O heyecan ve karmaşada değiştirilmiş Spaceoline'ın sırrı da zaten öğrenilirdi. Tabii suçlu ilk arayacağım adam olabilirdi. Yani şansım üçte birdi. Üçten bir çıkarsa... neler olmazdı neler. Kahretsin! Ben kendi kendime homurdanırken yolcular yine başlamışlardı. Ve Spaceoline saçmalığı bulaşıcıydı. Bulaşıkçılar... Tanrım! Çaresizce saatime baktım. Dokuzu çeyrek geçiyordu. Zaman nereye uçmuştu? «Ah, Tanrım! Ah, saçma! Ah, Flora!» Başka çarem yoktu. Flora'yı çabucak aramak için yine kulübeye gittim. Onunla çabucak konuşacaktım. Her şeyi canlı tutmak için. Tabii çoktan ölmediyse. Kendi kendime, Flora cevap vermeyecek, diye tekrarlıyor kendimi buna hazırlamaya çalışıyordum. Başka kızlar da vardı. Kızlar ve... Hayır, kahretsin! Başka kızlar yoktu. Hilda, Marsport'ta olsaydı, o zaman aklim Flora'ya takılmazdı. O zaman telaşlanmazdım. Ama Marsport'tayım ve Hilda da yanımda yok. Flora'yla randevum var. Flora... yumuşak, körpe ve mis kokulu şeylerden yaratılmış olan Flora. Flora ve yer çekimi azaltılmış olan o oda. İnsan şampanya tadında bir bulutun üzerinde uçuyor sanki... Videofon karşıda çalıyor çalıyordu. Cihazı kapatmaya cesaret edemiyordum. «Haydi, cevap ver! Cevap ver!» Ve Flora videofonu açtı. «Sen misin?» «Tabii, sevgilim. Başka kim olabilir ki?» «Çok kimse. Hemen yanıma gelecek biri.» «İşte, şu küçük iş çıktı, tatlım.» «Ne işi? Plaston'ları kim istiyor?»



Az kalsın ona ne demek istediğini soracaktım. Sonra uydurduğum yalanı hatırladım. Flora'ya bir keresinde plaston satıcısı olduğumu söylemiştim. Bu, ona plaston'dan şahane bir gecelik hediye ettiğim zaman olmuştu. Onu düşünmek bile olmayacak bir yerimin sızlamasına yol açtı. «Dinle,» dedim. «Bana yarım saat ver...» Flora'nın gözleri doldu. «Burada yalnız başıma oturuyorum.» «Bunu telafi edeceğim.» Çaresizliğimden sonunda mücevher almak zorunda kalacağım bir yola başvuruyordum. Oysa banka defterimdeki hatırı sayılacak bir eksilme Huda'nın keskin gözlerinden de kaçmayacaktı. Flora, «Harika biriyle bir randevum vardı,» dedi. «Ve ben ondan vazgeçtim.» «Onun önemsiz olduğunu söylemiştin,» diye itiraz ettim. Bu bir hataydı. Sözler ağzımdan çıkar çıkmaz bunu anladım. Flora, «Önemsiz mi?» diye bağırdı. Aslında bunu kendisi söylemişti. Ama bir kadınla tartışırken haklı olmanız durumu daha da kötüleştirir. Ben bunu çok iyi bilirim. «Sen bana Dünyada bir malikâne alacağını söyleyen bir adamı...» Flora, Dünyadaki malikâneyi anlattı da anlattı. Marsport'ta, Dünyada malikânesi olmasını istemeyen bir tek kız bile yoktu. Bu isteğine kavuşanları sol ya da sağ elinizin altıncı parmağıyla sayabilirdiniz. Ama insanlar umutsuz yaşayamazlar. Ve Flora da fazla umutlu olanlardandı. Onu susturmaya çalıştım. «Bebeğim,» dedim. «Tatlım,» dedim. Beni duyan da Dünyada her tatlıcının hamile olduğunu sanırdı. Ama bütün bunların hiçbir yararı olmadı. Flora sonunda, «Şimdi de burada yapayalnızım,» dedi. «Yanımda hiç kimse yok. Bunun adımı nasıl lekeleyeceğinin farkında mısın?» Ve videofonu kapattı. Aslında haklıydı. Artık kendimi galaksinin en kalleş adamı gibi hissediyordum. Birinin Flora'yı atlattığı dedikodusu etrafa yayılabilirdi. O zaman onun atlatılacak bir kadın olduğu, eski çekiciliğinin kalmadığını söylemeye başlarlardı. Böyle bir şey bir kadını mahvedebilirdi. Bekleme salonuna döndüm. Orada bekleyen bir memur beni selamlayarak kapıyı açtı. Üç endüstri kralına baktım ve emir verdikleri takdirde adamları boğmaya önce hangisinden başlayacağımı düşündüm. Belki listenin başına Harponaster'i almam iyi olurdu. İnsan parmaklarını sıska boynuna kolaylıkla dolayabilirdi. Başparmaklarımı da o çıkık gırtlak kemiğine bastırıverirdim. Bu düşünce beni birazcık keyiflendirdi. Büyük bir özlemle, «Keşke bunu yapabilseydim...» Üç adam hemen saçmalamaya başladılar. Ferrucci, «Yapağı,» dedi. «Papağan... yatağan...»Sıska boyunlu Harponaster ekledi. «Yatak tak tak tık tık saat...» Lipsky de atıldı. «Sanat at katır...» «Hatır tırnak...» «Nakış.» «Kış.» «Işık.» «Şık.» Sonra sustular. Bana baktılar. Ben de onlara. Hiçbir şey hissetmiyorlardı. Daha doğrusu ikisi. Bense hiçbir şey düşünemiyordum. Ve dakikalar geçiyordu. Yine adamlara baktım ve Flora'yı düşündüm. Aklıma artık her şeyi kaybettiğim geldi. Başka kaybedecek bir şeyim yoktu. O yüzden Flora'dan söz etmeye karar verdim. «Baylar,» dedim. «Bu kentte genç bir kadın var. Şerefine leke sürülmemesi için adını söylemeyeceğim. Şimdi izin verin de onu size anlatayım.»



Ve anlattım da. Açıkçası son iki saat beni öylesine etkilemişti ki, Flora adeta bir şiire dönüştü. Sanki bu şiir bilinçaltımın bodrumunun derinliklerindeki erkeklik gücümün kaynağından fışkırıyordu. Adamlar donmuş gibi oturdular. Sanki beni dinliyorlar sözümü de kesmiyorlardı. Spaceoline'ın etkisinde olan insanlar tuhaf bir biçimde nazikleşirler. Biri konuşurken, ağızlarını açmazlar. O yüzden sırayla saçmalarlar. Tabii arada sırada duruyordum. Konunun dokunaklılığı duraklamama neden oluyordu. O zaman kendimi toplayarak sözlerimi sürdüremeden adamlardan biri birkaç kelime söylüyordu. «Pembe bebek.» «Bekle leke.» «Kek.»Sesimi yükselterek onları susturdum ve konuşmamı sürdürdüm. «Baylar, bu genç kadının apartmanında yer çekimini azaltan bir makine var. yer çekiminin az olmasının ne işe yaradığını soracaksınız... Şimdi size bunun ne işe yaradığını anlatacağım, baylar. Çünkü bir Marsport primadonnasıyla sakin bir gece geçirmediyseniz, o zaman hayal gücünüzü kullanın...» Ama hayal güçlerini kullanmalarına gerek kalmaması için elimden geleni yaptım. Sözlerimi duyan adamların da o apartmana gittiklerini sanırdı. Sonradan bütün bunları hatırlayacaklardı. Ama suçsuz olan iki adamın buna kızacaklarını da sanmıyordum. Belki de beni arayarak Flora'nın videofon numarasını isteyeceklerdi. Dikkatle, sevgiyle, ayrıntıların üzerinde durarak, çok kederli bir sesle anlatmaya devam ettim. Sonunda oparlörden yükselen ses 'Uzay Yiyen'in geldiğini açıkladı. Vakit gelmişti. Yüksek sesle, «Kalkın, beyler,» dedim. Aynı anda kalktılar. Kapıya doğru dönerek yürümeye başladılar. Ferrucci önümden geçerken onun omzuna vurdum. «Hayır, sen değil, katil solucan,» dedim. Ve o daha soluk alamadan manyetik ilmeğim bileğine sarıldı. Ferrucci bir iblis gibi boğuşurken Spaceoline'ın etkisinde olmadığı kesindi. Değiştirilmiş Spaceoline'ı da buldular, ilaçları ten rengi ince plastik torbalara koymuş ve bacaklarının içlerine yapıştırmıştı. Plastiklerin üzerinde normal kıllar bile vardı. Keseler baktığınız zaman görünmüyordu. Ancak yokladığınız zaman anlayabiliyordunuz. Ama emin olmak için yine de bıçak kullanmak zorunda kaldılar. Daha sonra rahatladığı için yarı çıldıran ve durmadan sırıtan Rog Crinton, Mapalarımı sıkıca yakaladı. «Bu işi nasıl basardın? Adam kendini nasıl ele verdi?» Elinden kurtulmaya çalıştım. «İçlerinden biri Spaceoline'ın etkisindeymiş gibi rol yapıyordu. Bundan emindim. O yüzden onlara...» Birdenbire daha dikkatli davranmaya karar verdim. Bu alçağın ayrıntıları bilmesine hiç gerek yoktu. «... şey... açık saçık hikâyeler anlattım. İkisi hiçbir tepki göstermedi. Ama Ferrucci'nin solukları sıklaştı, alnında ter taneleri belirdi. Hikâyeleri çok etkileyici bir biçimde anlattığım için Ferrucci tepki gösterdi. O zaman onun Spaceoline'ın etkisinde olmadığını anladım. Hepsi gemiye binmek için ayağa kalktıklarında artık suçlunun kim olduğunu biliyordum. Onu durdurdum. Şimdi gitmeme izin verir misin?» Yakamı bıraktı. Az kalsın arkaüstü devriliyordum. Gitmeye hazırdım. Ayaklarım, benden emir almadan, yeri eşelemeye başlamışlardı. Ama geri döndüm. «Hey, Rog, bana bin kredilik bir çek verir misin? Servis için yaptığım hizmete karşılık. Ama bu kayıtlara da geçmesin.» Ancak o sırada onun geçici bir minnet ve rahatlama yüzünden yarı çıldırmış olduğunu anladım. Çünkü, «Tabii, Max, tabii,» dedi. «İstersen on bin kredi de veririm.» «İstiyorum,» diye cevap verdim. «İstiyorum, istiyorum.» Rog resmi servis çekine on bin krediyi yazdı. Bu çeki galaksinin yarısında istediğim her yerde



bozdurabilirdim. Çeki bana uzatırken sırıtıyordu Rog. Onu alırken ben de sırıttım sanırım. Bu işin hesabını nasıl vereceği beni hiç ilgilendirmiyordu. Önemli olan Hûda'ya hesap vermek zorunda kalmayacaktım. Son bir kez kulübeye girerek Flora'yı aradım. Onun apartmanına erişinceye kadar beklemeye cesaret edemiyordum. O yarım saatlik ek sürede bir başkasını bulabilirdi. Tabii çoktan bulmadıysa. «Lütfen cevap versin. Cevap versin. Cevap versin...» Flora cevap verdi ama arkasında sokak kılığı vardı. Dışarı çıkmak üzere olduğu anlaşılıyordu, iki dakika sonra arasaydım onu bulamayacaktım. Flora, «Ben sokağa çıkıyorum,» diye açıkladı. «Bazı erkekler daha dürüst davranabilirler. Artık bundan sonra seni görmek istemiyorum. Gözüme gözükme. Sen kimsen, videofon numaramı unutur ve bir daha onu kirletmezsin...»Ben bir şey söylemiyordum. Orada durmuş, soluğumu tutmuştum. Çeki de havaya kaldırmıştım. Bu kadın fazla eğitim görmemişti ama 'on bin kredi' sözcüklerini Güneş Sisteminde her üniversite mezunundan daha çabuk okurdu. Flora birdenbire, «Max!» diye bağırdı. «O benim mi?» «Hepsi de senin, bebeğim,» dedim. «Sana yapmam gereken bir iş olduğunu söyledim, sürpriz yapmak istiyordum.» «Ah, Max, çok tatlısın. Aslında sana kızmamıştım. Sadece takılıyordum. Şimdi hemen bana gel.» Mantosunu çıkardı, Flora bunu yaparken onu seyretmek çok ilginç oluyordu. «Ya randevun?» dedim. „ «Sana şaka ettiğimi söyledim ya,» diye cevap verdi. Mantosunu usulca yere bıraktı. Üstündeki açık saçık o şeyi tutturduğu anlaşılan broşla oynamaya başladı. Pek hafif bir sesle, «Hemen geliyorum,» diye mırıldandım. Cilveli cilveli, «O kredilerin hepsini getir,» dedi. «Hepsini getireceğim,» diye fısıldadım. Bağlantıyı keserek kulübeden çıktım. Artik sonunda her şey yoluna girmişti. Sonra birinin adimi seslendiğini duydum. «Max! Max!» Biri bana doğru koşuyordu. «Rog Crinton bana seni burada bulabileceğimi söyledi. Annem sonunda iyileşti. Ben de 'Uzay Yiyen'e binmek için özel izin adlim. Şu on bin kredi meselesi de nedir?» Dönmedim. «Merhaba, Hilda.» Kaskatı kesilmiştim. Sonra ağır ağır o hiçbir işe yaramayan, lanet olasıca uzay yolculuklarıyla dolu yaşantım sırasında bana en zor gelen şeyi başardım. Karıma gülümsedim.



HİÇE KARŞILIK HİÇ - NOTHING FOR NOTHING Olay Dünyada geçiyordu. Tabii yıldız gemisindeki varlıklar, gezegeni Dünya, diye düşünmüyorlardı. Onlar için burası bir kompüterin belleğindeki bir dizi semboldü. Bir yıldızın üçüncü gezegeni. Bu yıldız, gemideki varlıkların kendi gezegenleriyle galaksinin merkezi olan kara delik arasındaki hayali çizgiye göre belirgin bir yerde bulunuyordu. Yine ona göre belli bir hızla hareket ediyordu. Zaman yaklaşık olarak M.Ö. 15000. yıldı. Onlar için bu yerel ölçülerine göre hesaplanan belirli bir zaman süresiydi. Yıldız gemisinin kaptanı, biraz da somurtkanca bir tavırla, «Boşuna zaman kaybediyoruz,» dedi. «Gezegenin önemli bir bölümü buzlarla kaplı. Artık gidelim.» Ama geminin kâşifi usulca, «Hayır, kaptan,» diye cevap verdi ve bu da yeterli oldu. Yıldız gemisi uzayda ya da hiperuzayda olduğu zaman kaptan herkesten üstün sayılırdı. Ama gemi bir gezegenin etrafında yörüngeye girer girmez güç kâşife geçiyor, kimse ona meydan okuyamıyordu. Dünyaları tanıyordu o! Uzmanlık alanı buydu. Ve bu kâşifin yeri sağlamdı. Kazançlı ticaret konusunda önsezileri hiç şaşmıyordu. Zaten bu yıldız gemisi de son üç seferi sırasında yapılan başarılı çalışmalar için Üstünlük Ödülünü sırf kâşif yüzünden kazanmıştı. Sırf onun sayesinde. Üçe karşı üç. O yüzden kâşif, «Evet,» dediği zaman kaptan, «Hayır,» diye itiraz etmeyi aklinin köşesinden bile geçiremezdi. Bu asla olmayacak bir şeydi. Böyle bir şeye kalkışırsa mürettebat da isyan ederdi. Üstünlük Ödülü kaptan için ana salona asılan hoş, ışıltılı bir disk olabilirdi. Ama mürettebat için bu ücretlerine yapılan göz kamaştırıcı bir ek anlamına geliyordu. Üstelik tatil süreleri de uzatılıyor, ileride alacakları emekli maaşı da arttırılıyordu. İşte bunların hepsini onlara bu kâşif üç kez sağlamıştı. Üçe karşı üç. Kâşif, «Hiçbir garip dünyayı incelemekten kaçınmamalıyız,» dedi. Kaptan, «Bu gezegenin gariplik neresinde?» diye sordu. «İlk araştırma burada zeki yaratıkların bulunduğunu gösterdi. Bu donmuş dünyada.» «Herhalde bu görülmedik bir şey değil.» «Buradaki grafik tuhaf.» Kâşifin endişeli bir hali vardı. «Bunun nasıl olduğunu, nedenini bilmiyorum. Ama hayat ve zekâ grafiği garip. Onun için bu gezegeni daha dikkatli incelemeliyiz.» Kâşif böyle dediğinde akan sular dururdu. Galaksi de en aşağı yarım trilyon gezegen vardı. Yani sadece yıldızların etrafında dönenler sayılırsa. Buna uzayda bağımsızca dolaşan ve şayisi bilinmeyen dünyalar eklendiği zaman bu rakam on katına çıkabilirdi. Bilgisayarların yardımına rağmen hiçbir yıldız gemisi bütün bu dünyaları bilemezdi. Ama deneyimli bir kâşif, başka hiçbir şeye karşı ilgi duymadığı, yayınlanan her keşif raporunu okuduğu, sonsuz değişken bağlantıları incelediği ve galiba uykusunda bile istatistiklerle oyalandığı için, bu konuda, başkalarına mistik bir sezgi gibi gözüken bir yetenek kazanırdı. Kâşif, «Birbirlerine bağlı roketler yollamalı ve tam bir program uygulamalıyız,» dedi. Kaptan fena halde öfkelenmişti. Tam bir program, müthiş bir masrafı göze alarak gezegeni haftalarca ağır ağır incelemek demekti. Kaptan fazla itiraz edemeyeceği için sadece, «Sence bu çok gerekli mi?» diye sordu. Kâşif her kaprisinin bir yasa sayıldığını bilen kimselere has güvenle, «Ben öyle düşünüyorum,» dedi. Roketler tamı tamına kaptanın tahmin ettiği şeyleri getirdiler. Gezegende zeki bir tür yaşıyordu.



Galaksinin beşinci kolunun iç bölümünün yakınındaki gezegenlere yaşayan ve üstün canlılar sayılmayan türlere benziyordu onlar. Hiç olmazsa görünüş bakımından. Bu olağanüstü bir şey değildi. Ama herhalde zihincileri ilgilendirirdi. Bu gezegendeki zeki yaratıklar henüz teknolojinin ilk basamağındaydılar. İşe yarayacak şeyler başarmaları için çok uzun bir süre gerekiyordu. Öfkesini zorlukla gizleyebilen kaptan bunu açık açık söyledi. Ama sözleri, raporları karıştıran kâşifi etkilemedi bile. O sadece, «Garip,» dedi ve tüccarın çağrılmasını istedi. İşte bu kadarı da fazlaydı. Aslında başarılı bir kaptan iyi bir kâşifi hiçbir zaman üzmezdi ama her şeyin de bir siniri vardı. «Ne için, kâşif?» Kaptan dostça değilse bile nazik bir tavırla konuşmaya çabalıyordu. «Bu durumda ne bekleyebiliriz?» Kâşif düşünceli düşünceli, «Birtakım araçları var...» diye mırıldandı. «Taş! Kemik! Tahta! Ya da bu gezegende onlara benzeyen neler varsa! Hepsi bu kadar. Herhalde bu bize bir yarar sağlamaz.» «Ama grafikte yine de bir gariplik var.» «Bunun ne olduğunu öğrenebilir miyim, kâşif?» «Ne olduğunu bilseydim, o zaman bunu garip bulmazdım, kaptan. O zaman da ne olduğunu öğrenmeye çalışmazdım. Kaptan, Korkarım tüccarı çağırman için ısrar edeceğim.» Tüccar da kaptan kadar öfkeliydi. Ve bunu daha fazla açıklaması da mümkündü. Sonuçta onunki de yıldız gemisindeki herhangi bir kimseninki kadar önemli bir uzmanlıktı. Ona (ve bazı kimselere göre) görevi kâşifinki kadar önemli ve hayatiydi. Kaptan gemiyi yönetir, kâşif de belli belirsiz izlerin yardımıyla işe yarayabilecek uygarlıklar bulabilirdi. Ancak sonunda yabancıların karşısına tüccarla yardımcıları çıkarlardı. Onların kafaları ve kültürlerinden işe yarayacak şeyleri alırlar ve yararlı buldukları şeyleri verirlerdi. Tabii bu oldukça riskli bir işti. Yabancı ekolojinin dengesinin bozulmaması gerekirdi. Yabancı zeki yaratıklara zarar vermemek şarttı. Kimse, canini kurtarmak için bile olsa, böyle bir şey yapamazdı. Kozmik açıdan bunun önemli nedenleri vardı. Tüccarlar kendilerini tehlikeye attıkları için bol bol ödüllendirilirlerdi. Ama boş yere risklere girmenin ne anlamı vardı? Tüccar, «Orada hiçbir şey yok,» dedi. «Ben roketlerin topladığı bilgiyi yorumladım. Karşımızda birtakım yari zeki hayvanlar var. Hiçbir yararları yok onların ayrıca bizim için çok tehlikeli olabilirler. Gerçekten zeki olan yaratıklara nasıl davranılacağını biliyoruz ve onlar tüccar timlerini hemen hiç öldürmüyorlar. Ama bu hayvanların nasıl bir tepki göstereceklerini kim bilebilir? Bize kendimizi doğru dürüst korumamız için izin verilmediğini de biliyorsun.» Kâşif, «Belki onlar sadece birer hayvan,» diye cevap verdi. «Ama yine de ilginç bir biçimde buzlarla uyum sağlamışlar. Burada çizilen grafikte anlayamadığım ince bazı değişiklikler var. Ancak ben bu konuyu iyice düşündüm ve onların bizim için tehlikeli olduklarını sanmıyorum. Hatta belki bize yararları bile dokunabilir. Bana yerlileri yakından incelemeye değermiş gibi geliyor.» Tüccar sordu. «Taş devrinde yaşayan yaratıklardan nasıl yararlanırız?» «Bunu öğrenmek sana düşüyor.» Tüccar öfkeyle, tabii, eninde sonunda iş bu noktaya gelir, diye düşündü. Her şeyi öğrenmek bize düşer. O yıldız gemisi araştırmalarının tarihini de, amacını da iyi biliyordu. Milyonlarca yıl önce tüccarlar, kâşifler ya da kaptanlar yoktu. Sadece onların hayvansı ataları vardı. Kafaları gelişmeye başlamış, taş devri teknolojisine erişmiş atalar. Şimdi etrafında döndükleri dünyadaki hayvanlara çok benziyorlardı. Oldukça yavaş ilerlemiş, zorlukla yükselmişler ve sonunda uygarlığın üçüncü evresine erişmişlerdi. Ondan sonra yıldız gemileri yapılmış ve uygarlıkların birbirlerine karıştırılmaları fırsatı



çıkmıştı. İşte o zaman gerçek ilerleme başlamıştı. Tüccar, «Sana saygım var, kâşif,» dedi. «Önseziler konusunda çok deneyimli olduğunu da kabul ediyorum. Sen de benim pratik konularda deneyimin olduğunu kabul eder misin? Bu seninki kadar çarpıcı bir durum değil tabii. Üçüncü uygarlık evresine erişmemiş yaratıklarda kullanabileceğimiz hiçbir şey olamaz.» Kâşif, «Bu sadece bir genelleme,» dedi. «Doğru olup olmadığı belli değil.» «Saygılarımla, kâşif. Bu doğru. Ve o... o yari hayvan yaratıklarda kullanabileceğimiz bir şey olsa bile onlara karşılığında ne verebiliriz? Tabii o hayvanlarda öyle bir şey olduğunu sanmıyorum ya, oda başka.» Kâşif sesini çıkarmadı. Tüccar konuşmasını sürdürdü. «Bu düzeyde bir ön-zekâ, yabancıların uyarısını da kabul edemez. Zihinciler de bu bakımdan ayni fikirdeler. Ben de deneyimlerim sonucu bunu örgendim. Yaratıklar hiç olmazsa ikinci devreye erişinceye kadar kendi kendilerine ilerlemelidirler. Ve onlara karşılığında bir şey vermemiz gerekir. Hiçe karşılık hiç olmaz.» Kaptan atıldı. «Bu mantıklı tabii. Bu zeki yaratıkları uyararak onların ilerlemesini sağlarız. Daha sonraki ziyaretimiz sırasında da ektiğimizi biçeriz.» Tüccar sabırsızlandı. «Nedenler beni ilgilendirmiyor. Bu mesleğimin kurallarının bir bölümü. Ne olursa olsun, yerlilere zarar vermekten kaçınır ve aldıklarımızın karşılığını veririz. Burada almayı isteyeceğimiz hiçbir şey yok. Öyle bir şey bulabilsek bile karşılığında ne verebiliriz? Boşuna zaman kaybediyoruz.» Kâşif başını salladı. «Senden bazı toplum merkezlerini ziyaret etmeni istiyorum, tüccar. Döndüğün zaman kararına saygı göstereceğim.» Yine artık söylenecek hiçbir şey yoktu. Küçük tüccar modülü iki gün boyunca gezegenin yüzeyinin biraz yukarısından uçtu. Yerlilerin uygun bir teknoloji düzeyine eriştiklerini gösterecek kanıtlar arıyorlardı. Ama öyle bir şey bulamadılar. Tam bir araştırma yıllarını alırdı ancak buna da değmezdi. Yüksek bir teknolojinin gözlerden saklanabileceğini düşünmek mantıksızlık olurdu. En yüksek teknoloji her zaman gösterişe yol açardı. Çünkü onun hiçbir düşmanı olamazdı. Bütün evrende tüccarların hepsi bunu öğrenmişlerdi. Gezegen yari donmuş olmasına rağmen yine de güzeldi. Beyaz, mavi ve yeşil. Vahşi, çetin ve çeşitli. Kaba ve dokunulmamış. Ama güzelliklerle ilgilenmek tüccarın görevi değildi. Bu düşünceleri sabırsızca kafasından kovdu. Yardımcıları da kendisine bu tür şeyler söyledikleri zaman da onları azarladı. «Buraya ineceğiz,» dedi. «Zeki yaratıkların çoğu buraya toplanmışlar sanırım. Daha uygun bir yer bulamayız.» Yardımcısı, «Ama bu zeki sayılabilecek yaratıklarla ne yapacağız, usta?» diye sordu. Tüccar cevap verdi. «Kayıt yapabilirsiniz. Hayvanları kaydedin. Hem zeki olmayanları, hem de zeki oldukları sanılanları. Bulabileceğimiz yapıtlarını da.» Yardımcısı, «Ama daha şimdiden gördüğümüze göre...» diye başladı. Tüccar, «Şimdiden gördüğümüze göre,» dedi. «Ama kâşifimizi daldığı hayallerden uyandırmak için kanıt gerekiyor. Yoksa sonsuza kadar burada kalırız.» Tayfalardan biri atıldı. «O usta bir kâşif.» Kaptan, «O iyi bir kâşifti,» dedi. «Ama sonsuza kadar iyi olması şart mı? Belki de o başarıları yüzünden kendine fazla değer vermeye başladı. Onun için kâşifin gerçekleri görmesini sağlamalıyız. Tabii bu mümkünse.» Grup gerekli kılığı giyerek modülden indi. Aslında gezegenin atmosferi onlara uygunsa da açık bir



gezegenin soğuk rüzgârları onları rahatsız ederdi. Atmosfer ve isi çok uygun olsa bile. Ama aslında onların her şeye uygun oldukları da söylenemezdi. Ayrıca yer çekimi biraz fazlaydı. Işık düzeyi de öyle. Ama bütün bunlara dayanabilirlerdi. Zeki yaratıklar, başka hayvanların diş yüzeylerine sarılmışlardı. Grubun yaklaştığını görünce istemeye istemeye gerilediler ve onları uzaktan izlemeye başladılar. Bu tüccarı rahatlattı. Kendilerini savunmalarına izin verilmeyen kimseler saldırgan olmayan yaratıklarla karşılaştıkları zaman buna sevinirlerdi. Tüccar ve yardımcıları yerlilerle doğrudan doğruya iletişim kurmayıp dostça hareketlerde de bulunmadılar. Bir yabancının hangi hareketi dostça bir şey sayacağını kim bilebilirdi? Tüccar onun yerine bir kafaalanı oluşturdu. Bunu zararsızlık ve barış titreşimleriyle iyice doldurdu. Yaratıkların kafaalanlarının ona karşılık verecek kadar gelişmiş olduğunu umuyordu. Belki de gerçekten öyleydi. Çünkü birkaç yaratık usul usul sokularak durdular ve sanki çok meraklanmış gibi bakmaya başladılar. Tüccara bazı düşünceleri yakalamış gibi geldi. Ama birinci evredeki yaratıklardan böyle bir şey beklenmezdi. O yüzden bunun üzerinde durmadı. Onun yerine etraftaki bitkilerin, holograflarını aldı. O sırada yaklaşan ve sonra da çevrenin tehlikeli olduğuna karar vererek gürültüyle kaçan otçul hayvanların da öyle. İri bir hayvan bir süre kaçmadı. Güçucundaki çukurda saklı beyaz silahlarını gösterdi. Sonra gitti. Tüccarın yardımcıları da onun gibi çalışıyorlar, toprakta düzgünce ilerliyorlardı. Çağrı beklenmedik bir anda geldi. Bir kafa çağrısıydı bu. Şaşkınlık ve hayranlık doluydu. Bu yüzden içerdiği bilgi hemen hemen belirsizleşmişti. «Usta! Buradayım! Hemen gel!» Yardımcı yerini kesin olarak belirtmediği için tüccar da işini izlemek zorunda kaldı. Sonunda iki kaya arasındaki bir yarığa erişti. Grubun diğer üyeleri de oraya geliyorlardı. Ama yardımcısına ilk erişen tüccar oldu. «Ne var?» Yardımcısı, yamaçtaki derin bir girintide duruyor, giysisinden etrafa ışık yayılıyordu. Tüccar etrafına bakindi. «Bu normal bir mağara, bir teknoloji ürünü değil ki.» «Evet ama şuna bak!» Tüccar başını kaldırıp baktı ve belki beş saniye ne yapacağını bilemedi. Sonra diğerlerine yaklaşmamaları için acil bir mesaj gönderdi. «Bu bir teknoloji ürünü mü?» «Evet, usta. Bunun tamamlanmamış olduğunu görüyorsun.» «Ama kim tarafından?» «Bu oradaki yaratıkların işi. Zeki olanların. Birini burada çalışırken buldum. Bu onun ışık kaynağı. Bitki yakıyordu. Bunlar da yaratığın araçları.» «Peki, o nerede?» «Kaçtı.» «Onu gerçekten gördün mü?» «Evet, kaydettim.» Tüccar düşündü. Sonra tekrar başını kaldırdı. «Şimdiye kadar böyle bir şey hiç gördün mü?» «Hayır, usta.» «Ya da böyle bir şeyden söz edildiğini duydun mu?» «Hayır, usta.» «Şaşılacak bir şey!» Tüccarın gözlerini kaçırmak niyetinde olmadığı anlaşılıyordu. Yardımcısı usulca, «Usta, şimdi ne yapacağız?» diye sordu.«Ha?» «Bu gemimizin mutlaka bir kez ödül kazanmasını sağlayacak.» Tüccar üzüntüyle, «Evet,» dedi. «Onu alabilirsek.»



Yardımcısı çekine çekine hatırlattı. «Onu kaydettim bile.» «Ha? Bunun ne yararı var? Karşılığında vereceğimiz hiçbir şey yok ki.» «Ama onlara herhangi bir şeyi verebiliriz.» Tüccar, «Sen ne diyorsun?» diye söylendi. «Onlar verebileceğimiz şeyleri kabul edemeyecek kadar ilkel yaratıklar. Ancak bir milyon yıl sonra dışarıdan yapılacak önerileri kabul edebilecek bir duruma gelebilirler... Kaydı yok etmemiz gerekiyor.» «Ama biz biliyoruz, usta.» «O halde bundan hiçbir zaman söz etmememiz gerekir. Mesleğimizin ahlak kuralları ve gelenekleri var. Biliyorsun. Hiçe karşılık hiç.» «Bunu da mı?» «Bunu da.» Tüccarın sert ve amansız ifadesine dayanılmaz bir keder eklenmişti. «Bunu da,» demesine rağmen kararsızca duruyordu. Yardımcısı bir şeyler sezip, «Onlara bir şey vermeyi dene, usta.» dedi. «Ne yararı olur?» «Peki ne zararı olur?» Tüccar, «Bütün gemi için bir gösteri hazırladım,» diye açıkladı. «Ama onu önce sana göstermem gerekiyor, kâşif. Sana karşı derin bir saygı duyuyor ve gizli düşüncelerim için de özür diliyorum. Sen hakliydin! Bu gezegende gerçekten bir gariplik vardı. Buradaki zeki yaratıklar ancak birinci evrede sayılabilirlerdi. Teknolojileri son derecede ilkeldi. Ama buna rağmen bizde hiç olmayan bir kavram geliştirmişlerdi. Bildiğim kadarıyla başka dünyalarda da hiç karşılaşmadığımız bir şeydi bu.» Kaptan endişeyle, «Bunun ne olduğunu hayal bile edemiyorum,» dedi. Tüccarların bazen satın aldıkları şeyleri, kendi değerlerini arttırmak için fazla övdüklerini biliyordu. Kâşif sesini çıkarmadı. O kaptandan daha da endişeliydi. Tüccar, «Bu bir tür görsel sanat,» diye ekledi. Kaptan sordu. «Renklerle oynamak mı?» «Ve şekillerle... Ayrıca bu çok şaşırtıcı bir etki yapıyor.» Tüccar, holograf projeksiyon makinesini hazırlamıştı. «Şimdi bakın!» Önlerindeki boşlukta bir hayvan sürüsü belirdi. Hayvanlar iri, tüylü, dört ayaklı ve çift boynuzluydular. Durakladıktan sonra tozları kaldırarak kaçtılar. Kaptan mırıldandı. «Çirkin şeyler...» Holograf kaydı sürüyü durdurdu. Sonra görüntüyü hareketsizleştirdi. Büyülttü. Şimdi karşılarında bir tek hayvan vardı. İri başını eğmiş, burun delikleri açılmıştı. Tüccar, «Hayvana iyi bakın,» dedi. «Şimdi de yağ ve madenden oluşan ilkel karışımla yapılmış olan şu şekli inceleyin. Bunu bir mağaranın tavanında bulduk.» İşte karşılarındaydı bu! Holograftaki hayvana tam tamına benzemiyordu. İki boyutlu ama etkileyiciydi. Kaptan, «Ne garip bir benzeyiş,» diye fikrini açıkladı. Tüccar, «Garip değil,» dedi. «Bu mahsus yapılmış bir şey. Böyle değişik pozlarda sürüyle şekil vardı. Değişik hayvanlarla ilgili. Şekiller bir rastlantı olamayacak kadar ayrıntılıydı. Şu kavramdaki cürete bakin. Renkleri ahenkli biçimlerde kullanmak. Türlü rengi bir araya getirmek. Ve bunu, gözlerinizin gerçek hayvani gördüklerini sanmanızı sağlayacak biçimde yapmak. Bu organizmalar gerçeği temsil eden' bir sanat yaratmışlar. Yani 'temsili sanat.' Evet, böyle tanımlayabiliriz sanırım.» «Hepsi bu kadar değil. Bu yöntemin üç boyutlu olarak uygulandığını da gördük.» Tüccar gri taştan ve hafifçe sararmış kemikten yapılmış küçük figürleri çıkardı. «Bunların o yaratıkları temsil ettiği belli.»



Kaptan aptallaşmış gibiydi. «Bunları yaptıklarını gözlerinle gördün mü?»«Hayır, görmedim, kaptan. Ama yardımcım bu gezegenin yerlilerinden birini mağaradaki görüntülere boya sürerken görmüş. Ama bu şekiller önceden yapılmıştı. Ancak onlara mahsus böyle biçimleri verdikleri belli, başka bir açıklaması olamaz. Cisimler herhalde kendi kendilerine bu biçimlere girmediler.» Kaptan, «Bunlar çok acayip şeyler,» dedi. «Ama nedeni anlayamıyorum. Holografik teknikler işlerine daha yaramaz mıydı? Tabii geliştirilmiş olsaydı.» «Bu ilkel yaratıklar ileride bir gün holografik teknikler geliştirileceğini bilmiyorlar. Bunun için bir milyon yıl da bekleyememişler. Sonra... belki de holografi bütün bunlardan daha üstün değil. Temsili görüntülerle asil yaratıkları karşılaştırdığınız zaman şekillerin mahsus basitleştirilmiş ve incelikle çarpıtılmış olduğunu görüyorsunuz. Bunu bazı özellikleri belirginleştirmek için yapmışlar. Bence bu sanat türü bazı bakımlardan asil hayvani daha ilginç bir hale sokuyor. Değişik bir şeyler söylediği de kesin.» Tüccar, kâşife döndü. «Yeteneklerin karşısında hayranlık duyuyorum. Bu zeki yaratıkların eşsiz olduklarını nasıl anladığını açıklayabilir misin?» Kâşif içini çekerek bunu başaramayacağını belirtti. «Ben böyle bir şeyden kuşkulanmadım bile. Bu çok ilginç ve değerini anlıyorum. Tabii kendi renklerimizi ve biçimlerimizi bu tür temsili şekillere sokmayı başaracak kadar kontrol edip edemeyeceğimizi düşünüyorum. Ama bu olay, içimdeki endişeye uymuyor... Ben şimdi bunları nasıl elde ettiğini anlamak istiyorum. Onlara karşılık olarak ne verdiniz? Bence işin garip yani bu.» Tüccar, «Şey,» dedi. «Bir bakıma haklisin. Bu çok garip. Organizmalar çok ilkel oldukları için onlara bir şey veremeyeceğimi düşündüm. Ama bulduğumuz şeyler çok önemliydi. Onları, bir çaba göstermeden feda etmek istemedim. O nedenle bu cisimleri şekillendiren gruptaki yaratıklardan kafaalani diğerlerinkinden biraz daha yoğun olan birini seçtim ve ona bir armağan vermeye çalıştım.» Kâşif, «Ve tabii başarılı oldun,» dedi. Tüccar onun bu sözleri bir soru sorar gibi değil, bir açıklama yaparmışçasına söylediğinin farkına varmadı. «Evet, başarılı oldum. Bu yaratıklar renklerle temsil ettikleri hayvanları uçlarında bilenmiş taşlar olan uzun sopaları atarak öldürüyorlar. Taşlar hayvanların derisini deliyor, onları yaralayarak güçsüzleştiriyor. Sonra avladıkları hayvanlardan daha ufak tefek olan yaratıklar onları kolaylıkla öldürebiliyorlar. Onlara gerilmiş bir ip fırlatma mekanizması olarak kullanılırsa uçları taşlı daha küçük sopaların büyük bir güç ve hızla atılabileceğini açıkladım.» Kâşif mırıldandı. «Bu tür araçlara buradaki yerlilerden daha ileri olan zeki ilkel yaratıklar arasında rastlanıyor. Paleozihinciler onlardan 'Ok ve yay,' diye söz ediyorlar.» Kaptan, «Peki bilgiyi nasıl sindirebilirler?» dedi. «Böylesi gelişme düzeyinde imkânsız bir şey bu.» «Ama sindirdiler! Kesinlikle! Kafaalaninin tepkisi adeta dayanılamayacak kadar yoğun bir anlama gücü oldu. Karşılığını vermediğimden emin olmasaydım bu sanat yapıtlarını alır mıydım? Onlar yirmi kati daha değerli olsalardı elimi bile sürmezdim. Hiçe karşılık hiç, kaptan.» «İşte gariplik burada. Armağanı kabul edivermeleri.» Kâşifin hafif sesinde umutsuzluk vardı. Kaptan, «Ama tüccar,» diye itiraz etti. «Biz bunu yapamayız ki. Bu yerliler henüz hazır değiller. Onlara zarar veriyoruz. Onlar, okla yayı sadece hayvanları değil, birbirlerini yaralamak için de kullanırlar.» Tüccar, «Onlara zarar vermiyoruz,» dedi. «Zarar vermedik. Birbirlerine yapacakları ve bunun sonucu olarak bir milyon yıl sonra erişecekleri nokta bizi ilgilendirmiyor.» Tüccarla kaptan, mürettebatın izleyeceği gösteriyi hazırlamak için uzaklaştılar. Kâşif onların gittiği yöne doğru, «Ama kabul ettiler,» diyerek içini çekti. «Onlar buzların arasında gelişiyorlar. Ve yirmi bin yıl sonra durumları bizi ilgilendirecek.»



Ona inanmayacaklarını biliyor ve çaresizlikle kıvranıyordu...



DÖRDÜNCÜ KUŞAK Isaac Asimov'un “Dördüncü Kuşak – Unto The Fourth Generation” isimli kısa fantastik hikayesi ilk The Magazine of Fantasy and Science Fiction dergisinin 1959 Nisan sayısında yer almış, ardından 1969 tarihli Nightfall and Other Stories ve 1986 The Best Science Fiction of Isaac Asimov toplamalarında yer almıştır. Sam Marten on ikiye on kala taksiden indi. Her zamanki gibi bir eliyle kapıyı açıyor, diğeriyle çantasını tutuyordu. Bir üçüncüsüyle de cüzdanını çıkarmaya çalışıyordu. Ama sadece iki eli olduğu için zorluk çekiyordu. Tabii yine her zamanki gibi dizini taksinin kapısına çarptı. Ayakları kaldırıma bastığı sırada o hâlâ cüzdanını çıkarmaya çalışıyordu. Madison Caddesinde trafik santim santim ilerleyerek yanından geçiyordu. Kırmızı bir kamyon hızını istemeye istemeye daha azalttı. Işık değişirken de homurtuyla ilerledi. Taşıtın yanındaki beyaz yazılar ilgisiz bir dünyaya kamyonun «Toptancı Konfeksiyon Şirketi F. Lewkowitz ve Oğulları»na ait olduğunu açıklıyordu. Marten, birdenbire, Levkowich olmalıydı, diye düşündü ve sonunda cüzdanını çıkarabildi. Çantasını kolunun altına sıkıştırırken taksimetreye bir göz attı. Bir dolar altmış beş sent. Yirmi sent bahşişi de ekle. İki dolar. O zaman yanımda acil durumlar için sadece bir dolar kalır. En iyisi bir beş doları bozdurmak. Genç adam, «Pekâlâ,» dedi. «Bundan bir dolar seksen beş sent al.» Şoför alışkın olduğu biçimde, samimiyetsizce, «Sağ ol,» diye cevap verdi. Marten bir dolarlık üç banknotu cüzdanına koyarak cebine yerleştirdi. Çantasını kaldırarak, binanın camlı kapılarına erişmek için insan selini yarmaya çalıştı. Birdenbire, Levkovich, diye tekrar düşünmeye başladı ve durakladı. Yanından geçen biri o sıra dirseğine çarptı. Marten mırıldandı. «Affedersiniz.» Tekrar kapıya doğru yürümeye başladı. Levkovich? Kamyondaki ad böyle değildi. Lewkowitz'di. Lukohitz. Neden aklima Levcovich geldi? Birkaç yıl önce üniversitede Almanca okuduğum için W'larin yerine V'leri geçirmiş olabilirim. Ama 'ich'i nereden çıkardım? Levkovich? Genç adam omzunu silkerek bütün bu düşünceleri kafasından kovdu. Kendisini tutamazsa bu, liste başı şarkılar gibi kafasının içinde yankılanmaya başlayacaktı. Bütün dikkatimi işe vermeliyim. Buraya Naylor denen adamla öğle yemeği yemeğe geldim. Anlaşmayı kesinlikle işe dönüştürmem gerekiyor. Böylece yirmi üç yaşındaki Marten iş hayatında yükselecek ve planladığı gibi iki yıl sonra Elizabeth'le evlenecekti. On yıl sonra da kentin sakin semtlerinden birinde çoluk çocuğuyla birlikte yaşayacaktı. Marten kesin ve sert bir tavırla lobiye girdi. Asansörlere doğru giderken gözü yandaki beyaz yazılarla binadaki iş yerlerini gösteren levhaya ilişti. Genç adamın gülünç bir alışkanlığı vardı. Geçerken yavaşlamadan ve asla (Tanrı korusun!) durmadan daire numaralarını seçmeye çalışırdı. Kendi kendine, böylece duraklamadan sanki buradan biriymişim, binadakileri tanıyormuşum gibi bir izlenim bırakırım, diyordu. Aslında bu, işi gereği başka insanlarla iletişim kurmak zorunda olan biri için çok önemli. Ona gerekli olan firma «Kulinetts»di. Bu sözcük Marten'i eğlendiriyordu. Küçük mutfak gereçleri yapan bu şirket hem anlamlı, hem de kadınsı bir ad bulmaya çalışmıştı. Genç adam yürürken gözleri M listesine takıldı. Sonra yukarıya doğru kaydı. Mandel, Lusk, Lipper



Yayıncılık Şirketi (tam iki kat), Lafkowitz, Kulinetts. İşte! 1024. Onuncu kat. Tamam. Ama Marten yine de durdu. İsteksizce levhaya doğru giderek, sanki New York'a yeni gelmiş gibi merakla baktı. «Lafkowitz?» «Ne biçim imla bu?» Ama her şey gayet belirgindi. «Lafkowitz, Henry J. 701.» Ad 'A' harfiyle yazılmış. Bu bir işe yaramaz. Yararsız bu. Yararsız mı? Neden yararsız? Marten kafasını saran sislerden kurtulmak istiyormuş gibi başını salladı, kahretsin! Ad nasıl yazılırsa yazılsın, bundan bana ne? Sonra kaşlarını çatarak öfkeyle döndü. Telaşla bir asansör kapısına doğru gitti. Ama bu, genç adam oraya erişemeden kapandı. Marten büsbütün sinirlendi. O an başka bir asansörün kapısı açıldı. Genç adam hemen bindi. Çantasını kolunun altına sıkıştırarak zeki ve hayat dolu bir genç tavırları takınmaya çalıştı. Genç bir işadamı tavırları... O zamana kadar telefonda konuştuğu Alex Naylor'un üzerinde iyi bir izlenim bırakmıştı. Durmadan Lewkowitz'ler ve Lafkowitz'leri düşünürse... Asansör yedinci katta sessizce durdu. Gömlekli bir genç bindi. Elinde, içinde üç karton bardak kahve ve üç sandviç olan yazı masası çekmesine benzer bir şeyi tutuyordu. Sonra kapılar kapanırken Maden'in gözlerinin önünde üzerinde siyah harfler bulunun buzlu bir cam belirdi. «701 Henry J. Lefkowitz. İthalat.» Sonra asansörün kapıları amansızca kapandı ve yazılar da gözden kayboldu. Marten heyecanla öne doğru eğildi. Az kalsın, «Beni hemen yedinci kata indirin,» diyecekti. Ama asansörde başkaları da vardı. İnmesi için de bir neden yoktu. Genç adam, aşağıdaki liste yanlış, diye düşündü. Ad 'A' değil 'E'yle yazılıyor. İmladan anlamayan bir salak elinde levhaya takılacak harflerle dolu bir paketle el merdivenine tırmanmış ve bu işi arka ayaklarıyla yapmış. Lefkowitz. Ama bu yine de uygun değil. Marten tekrar başını salladı. Neye uygun değil? Asansör onuncu katta durdu, Marten de indi. Kulinetts'in sahiplerinden Alex Naylor orta yaşlı, gür kir saçlı, pembe süratli, neşeyle gülen ve dobra dobra konuşan bir adamdı. Avuçları kuru ve sertti. Marten'in elini hararetle sikti. Sol eliniyse pek dostça bir tavırla genç adamın omzuna koydu «İki dakika sonra geliyorum. Burada, binada yemek yemeye ne dersiniz? Üstelik şahane bir lokantası var. Barmenleri de harika Martini yapıyor. Sizce uygun mu?» «Çok uygun. Çok.» Marten kendini zorlayarak heyecanlı bir tavırla konuşmaya çalışmıştı. İki dakikalık süre ona çıktı. Marten de kendisini yabancı bir büroda bulan insanlara özgü o endişeyle bekledi. Koltukların kumaşlarına baktı. Sıkıntılı bir santral memuresinin oturduğu hücremsi yere de. Duvarlardaki tabloları inceledi. Hatta yanındaki masada duran ticari bir dergiye göz gezdirmeye bile çabaladı. Sadece şeyi düşünmedi. Lev... Hayır, onu düşünmedi. Lokanta güzeldi. Ya da Marten rahat olsaydı ona hoş bir yermiş gibi gözükecekti. Neyse ki genç adam konuşma zahmetinden kurtuldu. Naylor hızla, yüksek sesle konuşuyordu. Deneyimli biri gibi yemek listesine baktı. Benedict usulü yumurta'yı önerdi. Havadan, trafik rezaletinden söz etti. Marten zaman zaman kendini toplamaya, dalgınlıktan kurtulmaya çalışıyordu. Ama her seferinde de yine o huzursuzluğu duyuyordu. Bir terslik vardı. O ad yanlıştı. O, yapması gereken şeyi engelliyordu. Genç adam bütün gücünü kullanarak bu çılgınlıktan kurtulmaya çabaladı. Birdenbire gevezeleşerek elektrik devreleri konusunu açtı. Bu pervasızca bir davranıştı. Henüz bir giriş yapmamış, sözü



birdenbire bu konuya getirmişti. Ama yemekler nefisti ve garson tatlıyı getirmek üzereydi. Naylor da olumlu bir biçimde karşılık verdi. Şimdiki elektrik sisteminden memnun olmadığını itiraf etti. Marten'in şirketini incelemişti. Evet, iş yapmaları olasılığı vardı. Hem de... Bir adam Naylor'un iskemlesinin arkasından geçerken omzuna dokundu. «E, nasılsın, Alex?» Naylor hemen gülümsemeye başlayarak kafasını kaldırdı. «E, Lefk, işler nasıl?» «Eh, fena değil. Seninle sonra...» Adam uzaklaştı. Marten cümlenin sonunu dinlememişti. Yerinden yarı kalkarken dizlerinin titrediğini hissetti. Heyecanla, «Kim o adam?» diye sordu. İstememesine rağmen sertçe konuşmuştu. «Kim? Lefk mi? Jerry Lefkovitz. Onu tanıyor musunuz?» Naylor şaşkınlıkla birlikte yemek yediği genç adama baktı. «Hayır. Adı nasıl yazılıyor?» «LEFKOVITZ diye sanırım. Neden sordunuz?» «V harfiyle mi?» «F harfiyle... Ah, evet, adında bir V harfi de var.» Naylor'un o keyifli hali iyice kaçmıştı. Marten ısrarla devam etti. «Binada bir Lefkowitz var. W harfiyle yazılıyor. Lefcowitz, diye.» «Ya?» «701 numaralı oda. Demin konuştuğunuz adam o mu?» «Jerry'nin bürosu bu binada değil. Yolun karşı tarafında. Sözünü ettiğiniz adamı tanımıyorum. Bildiğiniz gibi bu büyük bir bina. Ben de burada çalışanların 'hepsiyle ilgilenmiyorum. Zaten... ne oluyor?» Marten başını sallayarak arkasına yaslandı. O da ne olduğunu bilmiyordu. Ya da hiç olmazsa biliyorsa bile bu açıklamaya cesaret edemeyeceği bir şeydi. «Bugün çeşitli Lefkowitz'ler peşimi bırakmıyorlar,» diyebilir miydi? Mırıldandı. «Elektrik devrelerinden söz ediyorduk.» Naylor, «Evet,» dedi. «Demin de söylediğim gibi sizin şirketle iş yapmayı düşünüyorum. Tabii bunu üretim bölümündeki çocuklarla da konuşmam gerekiyor. Size sonucu bildiririm.» İçi fena halde sıkılan Marten, «Olur,» diye cevap verdi. Naylor ona haber vermeyecekti. İşi kaçırmıştı. Ancak bu sıkıntısının gerisinde yine o huzursuzluk vardı. Genç adam, Naylor'un canı cehenneme... diye düşündü. Bütün istediğim bu konuşmayı burada sona erdirip işime bakmak. (Hangi işime? Ama bu soru bir fısıltı gibiydi. İçindeki soru soran şey neyse zayıflıyor, ölüyordu...) Öğle yemeği tatsızca sona erdi. Naylor'la Marten ilk karşılaştıkları zaman sonunda bir araya gelen iki eski arkadaş gibi davranmışlardı. Ayrılırken ise birer yabancı gibiydiler. Marten sadece rahatlık duydu. Kalbi hızla çarpan genç adam masaların arasından geçerek bu hayaletlerle dolu binadan, yine hayaletlerle dolu sokağa çıktı. Hayaletlerle dolu mu? Sonbaharın başlarında, öğleden sonra biri yirmi geçe güneşin aydınlattığı ve on binlerce kadınla erkeğin dolaştığı Madison Caddesi mi? Ama Marten hayaletleri hissediyordu. Çantasını kolunun altına sıkıştırarak çaresizce kuzeye doğru çıktı. Kalbindeki o normal kişiliği içini son kez çekerek onu uyardı. Saat üçte, 36. Sokakta biriyle randevusu olduğunu hatırlattı. Ama Marten buna aldırmadı. Kuzeye, kentin merkezine doğru gitti. Genç adam 54. Sokakta, Madison Caddesinin karşı tarafına geçti. Sonra birdenbire duraklayarak yukarıya doğru baktı.



Üç kat yukarıda, bir yazı vardı. Marten harfleri kolaylıkla görebiliyordu. «A.S. Lefkowich Hesap Uzmanı.» Bu adda bir F ve bir EW vardı ama Marten'in gördüğü 'ich'le biten ilk addı. İlk ad. Artik yaklaşıyordu. Genç adam 5. Caddede tekrar kuzeye döndü. Gerçek olmayan bir kentin gerçek olmayan sokaklarında ilerledi. Bir şeyi soluk soluğa kovalarken etrafındaki kalabalık gözden kayboluyordu. Bir apartmanın birinci katında, penceredeki bir levha: «Dr. M.R. Lefkowich.» Bir şekerci dükkânının vitrinine yarım bir daire oluşturacak biçimde, yaldızla yazılmış bir ad: «Jacob Levkow.»Marten öfkeyle, yarım bir ad, diye düşündü. Neden yarım isimler beni rahatsız ediyor? Sokaklar bomboştu artik. Sadece bu boşlukta o değişik adlar görülüyordu: Lefkowitz, Levkowitz, Lefkowicz. Marten ilerideki parkı hayal meyal fark etti. Yeşile boyanmış bir dekor gibi her şey hareketsizdi orada. Genç adam batıya saptı. Göz kuyruğuyla uçuşan bir gazete parçasını gördü. Ölü bir dünyada tek hareket eden şey oydu. Marten döndü, eğildi ve yavaşlamadan gazeteyi aldı. Yırtık bir yarım sayfaydı. Eskenazi dilinde yazılmıştı. Silikleşen harfleri seçemediği için Marten gazeteyi okuyamadı. Hoş belirgin de olsalar yine okuyamayacaktı. Ama bir tek kelime iyice gözüküyordu. Sayfanın ortasına koyu renk harflerle yazılmıştı. Harflerdeki her çizgi iyice gözüküyordu. Marten bunun, «Lefkovitsch,» olduğunu biliyordu. Adi kendi kendine tekrarlarken ikinci heceyi vurguladı. «LefKUHvich.» Gazeteyi bırakarak bomboş parka girdi. Ağaçlar hiç kımıldamıyor, yapraklar garip bir biçimde dallardan sarkıyorlardı. Güneş, Marten'in omuzlarını bastıran bir yük gibiydi. Onu işitmiyordu. Genç adam koşuyordu ama ayakları yerden tozları kaldırmıyorlardı. Bastığı otlar da ağırlığının altında ezilmiyordu. İleride, bankta yaşlı bir adam oturuyordu. Bu issiz parkta ondan başka hiç kimse yoktu. İhtiyar başına koyu renk fötrden bir kasket giymişti. Bunun güneşliği gözlerini gölgeliyordu. Kasketin altından kır saçları çıkmıştı, kır sakalı, kaba kumaştan yapılmış ceketinin üst düğmesine kadar iniyordu. Eski pantolonu yamalıydı. Eski ve biçimsiz ayakkabılarının üzerine çuval parçalarını sarmıştı. Marten durdu. Soluk almakta zorluk çekiyordu. Sadece bir tek kelime söyleyebilirdi. Onu da bir soru sormak için kullandı. «Levkovich?» Orada öyle duruyordu. Yaşlı adam yavaşça ayağa kalktı. Kahverengi gözlerini kısarak genç adama baktı. «Marten,» diye içini çekti. «Samuel Marten.» Sanki kelimeler yankılıydı. Marten, İngilizcenin altında yabancı bir dilin etkilerinin gizlendiğini sezdi. İhtiyar «Samuel,» derken sanki yankı da, 'Schmulel,» diye fısıldamıştı. Yaşlı adam, damarları kabarık, nasirli elini uzattı. Sonra da sanki Marten'e dokunmaktan korkuyormuş gibi geri çekti. «Seni aradım. Ama ileride kurulacak olan bu kentte o kadar çok insan var ki. Sürüyle Martin, Martine, Morton, Merton. Sonunda bu yeşil yeri bulunca dinlenmeye karar verdim. Ama sadece bir dakika. İnancımı kaybederek günaha giremezdim. Sonra sen geldin.» Marten, «Evet, benim,» dedi. Öyle olduğunu da biliyordu. «Sen de Phinehas Levkovich'sin. Neden buradayız?» «Ben Phinehas, ben Jehudah'yim. Çar, her ailenin bir soyadı almasını emretmişti. Bana da Levkovich ismi verildi.» Yaşlı adamın sesi yumuşadı. «Buradayız, çünkü ben dua ettim. Yaşlılık günlerimde dünyaya gelen tek çocuğum, kızım Leah kocasıyla Amerika'ya gitmek için memleketten ayrıldı. Yenilerin umuduyla, eski kamçıları geride bıraktı. Oğullarım da öldüler. Karım Sarah çoktan ölüp gitmişti bense yapayalnızdım. Sonra benim de ölme zamanım geldi. Ama Leah... o uzaklardaki ülkeye



gitmek için bizden ayrılalı beri onu hiç görmemiştim. Ender olarak mektup yazıyordu. Ruhum, onun oğullarını görmeyi istiyordu. Benim kanımdan olan oğullarını. Ruhum onlarda yaşayabilir ve ölmezdi.» Düzgünce konuşuyor, sözlerinin gerisinde eski bir dil yankılanıyordu. «Ve bana cevap verildi. İki saatim vardı. Ailemizin yeni bir ülkede ve yeni bir çağda doğan ilk erkek çocuğunu görebilecektim. Kızımın kızının oğlu, demek seni bu şahane kentte bulabildim?» «Ama neden bu kadar aradık? Niçin ikimizi çabucak buluşturmadılar?» İhtiyar mutlu mutlu, «Çünkü umutla aramak zevkli bir şeydi, olgum,» diye cevap verdi. «Bulmakta neşeli bir şey. Bana, aramam için iki saat verildi. Seni bulmak için iki saat... Bak, şimdi buradasın! Yaşamım boyunca göremeyeceğimi sandığım bir şeyi buldum ben.» Sesi Marten'i okşuyormuş gibiydi. «Sen iyi misin, oğlum?» Marten dizüstü çöktü. «Seni bulduğum için çok daha iyiyim, baba. Beni kutsa da yaşantımın bütün günleri iyi geçsin. Evleneceğim kızın, senin ve benim kanımdan olacak çocuklarımın da öyle.» Marten yaşlı adamın elini yavaşça başına koyduğunu hissetti. Sessiz bir fısıltı duydu. Marten ayağa kalktı. İhtiyar özlemle onun gözlerinin içine baktı. Bulanıklaşmaya mı başlıyorlardı? «Artik huzur içinde atalarımın yanına gideceğim, oğlum.» Marten bomboş parkta yapayalnız kaldı. Birdenbire her şey harekete geçti. Güneş yarıda kesilen işini sürdürdü. Rüzgâr canlandı. O ilk anda her şey belirsizleşti... Sam Marten on ikiye on kala taksiden inerek cüzdanını çıkarmaya çalıştı. Trafik santim santim ilerliyordu. Kırmızı bir kamyon yavaşladı. Sonra yoluna devam etti. Yanına beyaz harflerle, «Toptancı Konfeksiyon Şirketi F. Lewkowitz ve Oğulları,» yazılmıştı. Marten onu görmedi. Ama genç adam nedense her şeyin yolunda gideceğini seziyordu. Şimdiye kadar hiç böylesine emin olmamıştı.



YILDÖNÜMÜ Isaac Asimov'un “Yıldönümü - Anniversary” isimli hikayesi ilk olarak Amazing Stories dergisinin 1959 Mart sayısında yayınlandı ve ardından 1968 Asimov's Mysteries ve 1973 tarihli The Best of Isaac Asimov toplamalarında yer aldı. Hikaye Asimov'un 1939'da yayınlanan ilk hikayesi “Marooned of Vesta”nın yirminci yıldönümü nedeniyle yazılmıştır. Hikayenin, Asimov'un süper bilgisayar Multivac serisiyle dolaylı ilgisi vardır. Yıllık tören için her şey hazırdı. Bu yıl, Moore'un evinde toplanacaklardı tabii. Bayan Moore'la çocuklar, istemeye istemeye kadının annesinin evine gitmişlerdi. Warren Moore hafifçe gülümseyerek odayı inceledi. Başlangıçta Mark Brandon'un hevesi yüzünden bu işi sürdürmüşlerdi. Ama sonra Moore da bu basit anma töreninden hoşlanmaya başlamıştı, Belki bunun nedeni yaştı. Sonuçta aradan yirmi yıl geçmişti. Saçları seyrelmiş, gerdanı yumuşamış, göbeği yağlanmıştı. Daha da kötüsü romantikleşmişti. Şimdi bütün camlar karartılmış, perdeler de kapatılmıştı. Sadece duvarlarda bazı şeritler ışıklıydı. Böylece uzun yıllar önce kaza geçirdikleri günkü korkunç yalnızlığı ve loşluğu anımsayacaklardı. Sofrada çubuklar halindeki tüplerin içinde uzay gemisine özgü besinler vardı. Tabii masanın ortasında kapalı bir şişe de ışıltılı, yeşil Jabra suyu duruyordu. Bu sert içkiyi ancak Mars mantarlarının kimyasal etkileri sağlayabiliyordu. Moore saatine baktı. Brandon neredeyse orada olacaktı. Bu yıldönümlerine hiçbir zaman geç kalmazdı. Moore'u sadece Brandon'un tüpten yükselen sesi endişelendirmişti. «Warren, bu kez sana bir sürprizim var. Bekle de gör. Bekle de gör.» Moore'a her zaman Brandon pek az yaşlanırmış gibi gelirdi. Kendinden genç olan bu adam her zamanki gibi inceydi. Kırkıncı doğum gününe kadar yaşamında her şeye karşı duyduğu o heyecan sönmemişti. O kötü olaylar karşısında müthiş bir çaresizlik, iyi olaylarda da müthiş bir coşku duyabiliyordu. Saçları kırlaşmaya başlamıştı. Ama bunun dışında eskisinden pek farklı sayılmazdı. Brandon bir aşağı bir yukarı dolaşarak, bir konudan avaz avaz bağırarak söz ederken, Moore'un kazaya uğrayan Gümüş Kraliçe'deki paniğe kapılmış delikanlıyı hayalinde canlandırmak için gözlerini yummasına bile gerek kalmıyordu. Kapı çaldı ve Moore dönmeden ayağıyla otomatiğe bastı. «Gel, Mark.» Ama ona yabancı birinin sesi cevap verdi. Biri, yavaş ve yumuşakça, «Bay Moore?» dedi. Moore çabucak döndü. Brandon da kapıdaydı tabii. Ama geride durmuş, heyecanla gülüyordu. Onun önünde başka biri duruyordu. Kısa boylu, tıknaz, kabak kafalı, derisi güneşten iyice yanmış bir Uzaycı. Moore şaşkın şaşkın, «Mike Shea...» diye mırıldandı. «Tanrım! Mike Shea!» İki adam gülerek heyecanla el sıkıştılar. Brandon, «Büro yoluyla benimle bağlantı kurdu,» diye açıkladı. «Atomik Ürünlerde olduğumuzu hatırlamış...» Moore, «Yıllar oldu,» dedi. «Dur bakayım... Sen on iki yıl önce dünyadaydın...» Brandon, «Yıldönümünde hiçbir zaman bulunamadı,» diye bağırdı. «Buna ne dersin? O artik emekliye ayrılıyor. Uzayı bırakarak Arizona'da alacağı yere çekilecek. Ayrılmadan önce bizi görmek istemiş. Kente sırf bunun için uğramış. Aslında onun yıldönümü için geldiğinden emindim. Sonra da



bu ihtiyar budala bana, 'Ne yıldönümü?' demez mi?» Shea gülerek başını salladı. «Her yıl o olayı andığınızı söyledi.» Brandon heyecanla, «Tabii ya,» dedi. «İlk defa üçümüz bir arada olacağız. İşte asil bir yıldönümü kutlaması sayılır, Yirmi yıl oldu, Mike. Warren, parçalanmış geminin kalıntılarından, kayarak bizi Vesta'ya indireli tam yirmi yıl oldu.» Shea etrafına bakindi. «Uzay besinleri, ha? Ah, o eski günler! Ve Jabra. Ah, tabii hatırlıyorum... Yirmi yıl... Olayı hiçbir zaman düşünmedim... Şimdi, birdenbire sanki her şey dün olmuş gibi. Sonunda Dünyaya dönüşümüzü hatırlıyor musunuz?» Brandon, «Nasıl hatırlamam? Resmi geçitler, nutuklar. Aslında tek kahraman Warren'dı. Biz de bunu söyleyip durduk ama kimse aldırmadı. Hatırladınız mı?» diye konuştu. Moore, «Ah,» dedi. «Kazaya uğrayan bir uzay gemisinden kurtulabilen ilk insanlar bizlerdik. Olağanüstü insanlar olarak görülüyorduk. Ve olağanüstü her şey için de törenler düzenlenir. Böyle şeylerin mantıkla da ilgileri yoktur.» Shea, «Yazdıkları şarkıları hatırlayanınız var mı?» dedi. «Şu marşı? 'Uzaydaki yollar hakkında şarki söyleyebilirsiniz. O yorgun ama çılgınca hız...'» Brandon berrak tenor sesiyle ona katildi. Hana Moore bile marşı söylemeye başladı. Son dizeyi perdeleri sarsan bir gürültüyle tamamladılar. «'Gümüş Kraliçe'nin kalıntılarında!'» diye bağırdıktan sonra da deli gibi gülmeye başladılar. Brandon, «Şu Jabra'yi açıp, ilk birkaç yudumu içelim,» dedi. «Bu bir tek şişenin bütün gece boyunca bize yetmesi gerekiyor.» Moore açıkladı. «Mark her şeyin gerçeğe uygun olmasında ısrar ediyor. Pencereden dışarı çıkarak, bir sinek insan gibi binanın etrafında dolaşmamı istememesine şaşıyorum.» Brandon güldü. «Hah, işte parlak bir fikir!» Shea sordu. «Son kez şerefe içişimizi hatırlıyor musunuz?» Boş kadehini öne doğru uzatarak konuşmaya başladı. «'Baylar, eskiden sahibi olduğumuz bize bir yıl yetecek kadar bol, nefisH2O'nun şerefine,' Dünyaya indiğimiz zaman üçümüz de sarhoştuk. Çocuktuk o zamanlar. Otuz yaşındaydım ve yaşlı olduğumu düşünüyordum. Şimdiyse...» Sesinde ani bir keder belirdi. «... beni emekliye ayırdılar.» Brandon, «İç!» dedi. «Bugün yine otuzundasın. 'Gümüş Kraliçe'deki o günü, başkaları anımsamasa bile, biz hatırlıyoruz ya!» Moore, «Ne bekliyordun?» diyerek güldü. «Olayın bir Milli Bayram sayılmasını mı? Bir gelenek oluşturularak Jabra içilmesini ve uzay gemisindeki yiyeceklerden yenilmesini mi? Pis, vefasız halk!» «Dinle. Kazaya uğrayan bir uzay gemisinden kurtulan tek grup biziz! Ama şimdi şu halimize bak. Herkes bizi unuttu.» «Böyle unutulmak da güzel. Başlangıçta çok güzel günler geçirdik. İlgi uyandırmadan istediğimiz gibi yükseldik. Durumumuz iyi, Mark. Mike Shea, uzaya dönmek istemeseydi, o da şimdi bizim gibi olurdu.» Shea gülerek omzunu silkti. «Ben uzayda olmaktan hoşlanıyorum ve pişman değilim. Sigorta tazminat ödedi. Şimdi bol parayla emekli oluyorum.» Brandon, «O kaza TransUzay Sigorta Şirketine çok pahalıya mal oldu,» diye hatırlattı. «Ama yine de eksik olan bir şey var. Bugün birine, Gümüş Kraliçe deyin, hemen aklına Quentin geliyor. Tabii herkesin değil.» Shea, «Kim?» diye sordu. «Quentin. Dr. Horace Quentin. O da uzay gemisindeydi ama kurtulamadı. Herhangi birine, 'Ya kazadan kurtulan üç adam?' diye sorun. Size sadece, 'Ha?' der.»



Moore sakin sakin, «Haydi, Mark,» dedi. «Gerçeği kabul etmeliyiz. Dr. Quentin, dünyanın en büyük bilim adamlarından biriydi. Biz üçümüzse hiç de önemli insanlar değiliz.» «Ama kazadan sağsalım kurtulduk. Ve bu işi bizden başka hiç kimse başaramadı.»«E, ne olmuş? Dinle, John Hester de gemideydi. O da önemli bir bilim adamıydı! Quentin kadar değil, ama yine de önemli. Meteor bize çarpmadan önceki son yemekte onun yanında oturuyordum. Neyse... Quentin ayni kazada öldüğü için kimse Hester'in ölümüyle ilgilenmedi. Artik kimse Hester'in Gümüş Kraliçe'de öldüğünü bile hatırlamıyor. Sadece Quentin'i anımsıyorlar. Biz de unutulmuş olabiliriz. Ama hiç olmazsa yaşıyoruz.» Uzun bir sessizlik oldu. Sonra, Moore'un mantıklı sözlerinden hiç etkilenmediği anlaşılan Brandon, «Size bir şey söyleyeceğim» dedi. «Bugün yapayalnızız. Yirmi yıl önce bugün Vesta açıklarında da yapayalnız kaldığımız gibi. Şimdi de unutulmuşluğun içinde yalnızız. Sonunda üçümüz bir araya geldik. Yirmi yıl önce olan olay tekrarlanabilir. Warren yirmi yıl önce bizi Vesta'ya indirdi. Şimdi de bu yeni sorunu çözebiliriz.» Moore, «Yani,» diye mırıldandı. «Bizi hatırlamalarını mı sağlayacağız? Ünlü mü olacağız?» «Tabii. Neden olmasın? Yirminci yıldönümünü daha güzel bir biçimde kutlamanın yolunu biliyor musun?» «Hayır. Ama bu işe nereden başlayacağını merak ediyorum. İnsanların Gümüş Kraliçe'yi hatırladıklarını sanmıyorum. Quentin olayı dışında tabii. Onun için kazaya uğrayan gemiyi anımsatmanın bir yolunu bulman gerekiyor. Bu sadece başlangıç.» Shea endişeyle kımıldandı ve sert hatlı yüzünde düşünceli bir ifade belirdi. «Bazı kimseler Gümüş Kraliçe'yi hatırlıyorlar. Sigorta şirketi örneğin. Siz bu konuyu açtığınız için anımsadım. Acayip bir şey bu. On, on bir yıl önce Vesta'daydım. Oradakilere gezegene indirdiğimiz gemi enkazının hâlâ orada olup olmadığını sordum. Tabii burada,' dediler. 'Kim onu alıp götürecek?' Ben de Gümüş Kraliçe'ye bir göz atmaya karar verdim. Sırtımda reaksiyon motoruyla oraya gittim. Bildiğiniz gibi Vesta'nin yer çekimi yüzünden bir reaksiyon motoru yeterli oluyor. Her neyse... Gemiyi ancak uzaktan görebildim. Çünkü etrafında bir güç alanı oluşturulmuştu.»Brandon'un kaşları iyice kalktı. «Bizim Gümüş Kraliçe'nin mi? Neden?» «Geri döndüğüm zaman ben de, 'Neden?' diye sordum. Bana nedeni açıklamadılar. Oraya gideceğimi bilmediklerini söylediler. 'Enkaz Sigorta şirketine ait,' dediler.» Moore başını salladı. «Tabii ya. Tazminatı ödedikleri zaman enkaz da onların oldu. Tazminat çekini alırken bir belge de imzaladım. Onda gemiden mal kurtarma hakkımdan vazgeçtiğim yazıyordu. Ayni şeyi senin de yaptığından eminim.» Brandon, «Ama neden bir güç alanı?» diye sordu. «Neden bu gizlilik?» «Bilmiyorum...» «Enkazın, hurda maden olarak bile değeri yok. Onu taşımak çok pahalıya gelir.» Shea, «Bu doğru,» dedi. «Ama garip bir şey vardı. Uzaydan geminin parçalarını getiriyorlardı. Orada bu parçalardan bir yığın oluşmuştu. Onu görebiliyordum. Bana tamamıyla hurdalardan oluşuyormuş gibi geldi. Çarpılmış çerçeveler filan. Bunu sorduğumda bana, 'Buraya inen gemiler, durmadan enkazın parçalarını getiriyorlar,' dediler. 'Sigorta Şirketi Gümüş Kraliçe'nin her parçasına belirli bir para ödüyor. O yüzden Vesta yakınındaki gemiler her zaman böyle parçalar bulmaya çalışıyorlar.' Son yolculuğum sırasında da tekrar Gümüş Kraliçe'ye bakmaya gittim. Hurda yığını iyice büyümüştü.» «Yani hâlâ arıyorlar mı?» Brandon'un gözleri ışıl ışıldı. «Bilmiyorum. Belki de artik vazgeçtiler. Ama yığın on, on bir yıl öncekinden çok daha büyüktü. Demek ki bu sürede araştırmalar devam etmişti.»



Brandon koltuğunda arkasına yaslanarak ayak ayak üstüne attı. «Ah, işte bu çok garip. Duyarlılıkla ilgisi olmayan bir sigorta şirketi Vesta yakınlarında uzayı taratarak bol para veriyor. Yirmi yıllık bir gemi enkazının parçalarının bulunmasını istiyor.» Moore, «Belki de gemiye sabotaj yapıldığını kanıtlamaya çalışıyorlar,» dedi. «Yirmi yıl sonra mı? Kanıt bulsalar bile paralarını geri alamazlar. O konu çoktan kapandı.» «Belki araştırmalardan yıllar önce vazgeçtiler.» Brandon kesin bir tavırla ayağa kalktı. «Gelin soralım. Bu işte bir acayiplik var. Ben hem yıldönümünün, hem de Jabra'nin yeterince etkisinde olduğum için işin aslini öğrenmek istiyorum.» Shea, «Tamam,» dedi. «Ama kime soracağız?» Brandon, «Multivac'a tabii,» diye cevap verdi. Shea'nin gözleri irileşti. «Multivac'a mi? Ah, burada bir Multivac girişi mi var?» «Evet.» «Ben öyle bir şeyi hiç görmedim. Görmeyi çok istedim ama olmadı.» «O, öyle görmeye değer bir şey değil, Mike. Tıpkı bir yazı makinesine benziyor. Bir bilgisayar girişini, Multivac'in kendisiyle karıştırma. Açıkçası şimdiye kadar Multivac'i görmüş olan biriyle de hiç karşılaşmadım.» Bu düşünce Moore'un gülümsemesine neden oldu. Yaşamı boyunca, çalışma günlerinin önemli bir bölümünü Dünyanın derinliklerinde geçiren o bir avuç teknisyenden herhangi biriyle karşılaşacağını hiç sanmıyordu. Onlar bir buçuk kilometre uzunluğundaki süper bilgisayarla ilgileniyorlardı. Multivac insanlığın bütün bilgisini bünyesinde toplamıştı. İnsanların ekonomisine rehberlik ediyor, bilimsel araştırmalarda yol gösteriyor, siyasi kararlar vereceği zaman yardım ediyordu. Geride kalan milyonlarca devrenin yardımıyla insanların özel yaşamlarıyla ilgili ahlak kurallarına karşı gelmeyen soruları cevaplıyordu. Güç rampasından ikinci kata çıkarlarken Brandon, «Çocuklar için bir Multivac Jr. girişi taktırmayı düşünüyorum,» diye açıkladı. «Ev ödevleri için filan. Ancak bilgisayarın çocuklar için lüks ve pahalı bir koltuk değneğine dönüşmesini istemiyorum. Sen bu sorunu nasıl çözümledin, Warren?» Moore kesin bir tavırla, «Soruları önce bana gösteriyorlar,» dedi. «Soruları beğenmezsem Multivac onları görmüyor bile.» Multivac girişi gerçekten biraz ayrıntılı bir yazı makinesine benziyordu. Moore bütün gezegeni kavrayan devre ağının kendi bölümüne erişmesini sağlayan koordinatları hazırladı. «Şimdi beni dinleyin. Bu işin aleyhinde olduğumu bilmenizi isterim. Size uyuyorum, çünkü bu kazanın yıldönümü ve ben de meraklı bir ahmağım. Şimdi soruyu nasıl kuracağız?» Brandon, «Şöyle sor,» dedi. «TransUzay Sigorta Şirketi hâlâ Vesta yakınlarında Gümüş Kraliçe'nin enkazının parçalarını arıyor mu?' Buna kısaca, 'Evet,' ya da, 'Hayır,' demesi yeterli olur.» Moore omzunu silkerek soruyu yazdı. Shea ise huşuyla onu seyrediyordu. Sonra, «O nasıl cevap veriyor?» diye sordu. «Konuşuyor mu?» Moore hafifçe güldü. «Ah, hayır. Ben paramı öyle har vurup harman savurmam. Bu model cevabı bir şeride yazıyor. Sonra şerit şu yarıktan çıkıyor.» O konuşurken gerçekten de öyle oldu. Adam şeridi kopararak ona bir göz attı. «Eh, Multivac, 'Evet,' diyor.» Brandon, «Hah!» diye bağırdı. «Size söylemedim mi? Şimdi bunun nedenini sor.» «İşte bu saçma. Böyle bir soru kesinlikle özel işlere karışmak sayılır. Mutlivac da bize sadece sarı bir cevap kâğıdı yollar. 'Bu soruyu sormanızın nedenini açıklayın,' yazılı bir şerit.» «Sor bakalım bir kere. Aramaları gizli tutmamışlar ki. Belki neden de gizli değildir.»



Moore omzunu silkerek parmaklarını tuşlarda dolaştırdı. «TransUzay Sigorta Şirketi, deminki soruda değinilen araştırmayı neden yapıyor?» Yarıktan hemen sarı bir kâğıt uzandı. «Bu bilgiyi neden istediğinizi açıklayın.» Brandon aldırmadı bile. «Pekâlâ. Ona kazadan sağ kurtulan o üç kişi olduğumuzu bildir. Gerçeği öğrenmeye hakkımız olduğunu da. Haydi. Multivac'a söyle bunu.» Moore bu soruyu daha resmi bir biçimde yazdı ve yarıktan yine sarı bir kâğıt çıktı. «Nedenleriniz yeterli değil. Cevap verilemez.» Brandon, «Bunu gizlemeye ne hakları var?» diye söylendi. Moore, «Karar vermek Multivac'a düşüyor,» dedi. «O, açıklanan nedenleri inceliyor. Özel yaşamla ilgili kurallara aykırı olduğuna karar verince de hiçbir açıklama yapmıyor. Hükümetin kendisi bile, mahkeme emri olmadan, o kurallara karşı gelemez. Mahkemeler bile on yılda bir de olsa Multivac'a karşı çıkmıyorlar. E, şimdi ne yapacaksın?» Brandon yerinden fırlayarak, her zaman yaptığı gibi odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. «Tamam! Öyleyse cevabı kendimiz bulmaya çalışalım. Bu kadar zahmete girdiklerine göre konu önemli olmalı. Onların yirmi yıl sonra sabotaj kanıtları aramayacaklarına karar verdik. Ama TransUzayın bir şeyler aradığı kesin. Bu öyle değerli bir şey ki, şimdi bile hâlâ aramayı sürdürüyorlar. Peki... bu kadar değerli bir şey, ne olabilir?» Moore, «Mark,» dedi. «Sen çok hayalcisin.» Mark Brandon bu sözleri duymadı bile. «Mücevher, para ya da hisse senetleri olamaz. Araştırmalar şirkete çok pahalıya mal oldu. Gemide bunu karşılayacak kadar para olduğunu sanmıyorum Gümüş Kraliçe som altından yapılmış olsaydı, belki. Bütün bunlardan daha değerli ne olabilir?» Moore, «Değer konusunda karar veremezsin, Mark,» dedi. «Bir mektup, kullanılmış kâğıt olarak bir sent bile etmez belki. Ama içindekiler yüzünden bir şirket için yüz milyon değerinde sayılabilir.» Brandon başını hızla salladı. «Doğru. Belgeler. Değerli kâğıtlar. O yolculukta kimin yanında milyarlar değerinde kâğıtlar olabilirdi?» «Bunu kim bilebilir ki?» «Dr. Horace Quentin'e ne dersin? Ne dersin, Warren? Herkes sadece onu hatırlıyor. Çünkü çok önemliydi. Belki de yanında çok değerli kâğıtlar vardı. Belki de yeni bir buluşun ayrıntıları. Kahretsin! Quentin'i o yolculuk sırasında görseydim, belki de bana bir şeyler söylerdi. Yani laf arasında. Sen onu hiç gördün mü, Warren?» «Hiç hatırlamıyorum. Ama onunla konuştuğumu da pek sanmıyorum. Onun için laf arasında bir şey öğrenmiş de değilim. Tabii kim olduğunu bilmeden yanından geçtiğimi düşünebiliriz.» Shea'nin yüzünde birdenbire düşünceli bir ifade belirdi. «Hayır, yanından geçmiş olamazsın. Ben galiba bir şeyi hatırlıyorum. Kamarasından çıkmayan bir yolcu vardı. Kamarot bundan söz edip yemekler için bile dışarı çıkmadığını söylüyordu.» Brandon odada dolaşmaktan vazgeçerek durdu ve Uzaycıya heyecanla baktı. «O yolcu Quentin miydi?» «Olabilir. Ama onun Quentin olduğunu söylediklerini de hatırlamıyorum. Ancak adam herhalde çok önemli biriydi. Çünkü bildiğiniz gibi, uzay gemilerinde ancak çok önemli bir yolcunun kamarasına yemek gönderilir.» Brandon memnun memnun, «Ve gemideki en önemli yolcu da Quentin'di,» dedi. «O halde onun kamarasında bir şey vardı. Çok önemli bir şey. Quentin onu saklıyordu.» Moore itiraz etti. «Adamı uzay tutmuş da olabilirdi. Ama...» Kaşlarını çatarak sustu. Brandon ısrar etti. «Haydi, konuş. Sen de bir şey mi hatırladın?» «Belki. Son akşam yemeğinde Dr. Hester'in yanında oturduğumu söyledim. O, yolculuk sırasında Dr.



Quentin'le tanışacağını umduğundan, ama şansının yardım etmediğinden yakındı sanırım.» Brandon, «Tabii ya!» diye bağırdı. «Çünkü Quentin kamarasından çıkmıyordu.» «Dr. Hester böyle bir şey söylemedi. Ama onunla Quentin' den söz etmeye başladık. Şimdi... Hester ne dediydi?» Moore ellerini şakaklarına dayadı. Sanki yirmi yıl önceki gecenin anısını zorlayarak canlandıracaktı. «Onun sözlerini kelimesi kelimesine tekrarlayamayacağım tabii. Ama Hester, Quentin'in fazla abartılı davrandığından söz etti sanırım. Ya da böyle bir şey işte... Ganymede'deki bilimsel bir toplantıya gittiklerini ve Quentin'in tezinin adını bile açıklamaya yanaşmadığından yakındı.» «Hepsi birbirine uyuyor.» Brandon odada tekrar hızla dolaşmaya başladı. «Dr. Quentin yeni, müthiş bir şey keşfetmişti. Bunu dikkatle gizliyordu. Çünkü her şeyi Ganymede konferansında açıklayacak ve böylece etkili bir hava yaratacaktı. Kamarasından çıkmak istemiyordu. Çünkü Hester'in ağzından laf almaya çalışacağını düşünüyordu. Aslında Hester de gerçekten böyle bir şeye kalkışırdı. Sonra gemiye meteor çarptı ve Quentin öldü. TransUzay Sigorta kazayı araştırınca bu yeni buluşla ilgili söylentileri duydu. O buluşu ele geçirirlerse bütün zararlarını çıkaracakları gibi, kâra geçeceklerini de düşündüler. Bu nedenle gemiyi satın aldılar. Ve o günden beri de enkazın arasında Quentin'in kâğıtlarını arıyorlar.» Moore, Brandon'a bakarak büyük bir sevgiyle gülümsedi. «Bu çok güzel bir teori, Mark. Senin hiçten bir şeyler yaratmanı seyretmek bu geceye değer.» «Öyle mi? Hiçten bir şey yaratmak mı? Haydi, Multivac'a tekrar soralım. Bilgisayarın bu ayki hesabını ben öderim.» «Yok canım. İstediğini sor. Ama bir sakıncası yoksa Jabra şişesini getireceğim. Sana yetişmek için küçük bir kadeh daha içmem gerekiyor.» Shea, «Benim de,» dedi. Brandon yazı makinesinin başına geçti. Soruyu yazarken parmaklan titriyordu. «Dr. Horace Quentin'in son araştırmalarının konusu neydi?» Moore şişe ve kadehlerle geldi. Cevap bu sefer beyaz şeride yazılmıştı. Cevap uzun, yazı da küçüktü. Bunda yirmi yıllık dergilerde yayınlanan bilimsel tezlerden söz ediliyordu. Moore cevabı dikkatle okudu. «Ben fizikçi değilim. Ama bana Dr. Quentin optikle ilgileniyormuş gibi geldi.» Brandon sabırsızca başını salladı. «Ama bütün bunlar yayınlanmış. Bize, Quentin'in yayınlamadığı bir şey gerekli.» «Bu konuda hiçbir şey öğrenemeyiz.» «Ama sigorta şirketi öğrendi.» «Bu sadece senin varsayımın.» Brandon titreyen eliyle çenesini ovuşturuyordu. «İzin ver de Multivac'a bir soru daha sorayım.» Tekrar iskemleye oturarak yazmaya başladı. «Dr. Quentin'in çalıştığı üniversitedeki iş arkadaşları arasında hâlâ hayatta olanların adlarını ve tüp numaralarını istiyorum.» Moore, «Onun üniversitede çalıştığını nereden biliyorsun?» diye sordu. «Bu tahminim yanlışsa, Multivac bunu bize söyler.» Yarıktan şerit uzandı. Üzerinde bir tek ad vardı. Moore, «Onunla konuşmayı mı düşünüyorsun?» dedi. Brandon, «Tabii ya,» diye cevap verdi. «Otis Fitzsimmons ve Detroit'te bir tüp numarası. Warren, ben...» «Ara bakalım, Mark. Bu da hâlâ oyunun bir parçası.» Brandon, Moore'un tüpünün önündeki tuşlara bastı. Ona bir kadın cevap verdi. Brandon, DR.



Fitzsimmons'u istedi. Biraz beklediler. Sonra ince bir ses duyuldu. «Alo?» Yaşlı bir adamın sesiydi bu. Brandon, «Dr. Fitzsimmons,» dedi. «Ben, kazada ölmüş olan Dr. Horace Quentin konusunda TransUzay Sigortayı temsil ediyorum...» Moore, «Tanrı aşkına, Mark...» diye fısıldadı ama arkadaşı çabucak elini kaldırarak onu susturdu. Çok uzun bir sessizlik oldu. Üç arkadaş tüpte bir bozukluk olduğunu düşünürlerken yaşlı adam, «Bunca yıl sonra mı?» dedi. «Yine mi?» Brandon dayanamayarak zaferle parmaklarını şaklattı. Ama sonra nazik hatta hemen hemen tatlı bir sesle, «Hâlâ öğrenmeye çalışıyoruz, doktor,» diye cevap verdi. «Dr. Quentin'in o yolculukta yanına neler aldığıyla ilgili başka bazı ayrıntıları hatırlamış olabileceğinizi düşündük. Yani yayınlanmamış olan son buluşuyla ilgili ayrıntıları.» Dr. Fitzsimmons sabırsızca dilini şaklattı. «Size söyledim. Ben hiçbir şey bilmiyorum. Bu konuda bir daha rahatsız edilmek istemiyorum. Bir şey olduğundan bile emin değilim. Adam bazı imalarda bulunmuştu. Ama o her zaman çeşitli araçlar konusunda imalarda bulunurdu zaten.» «Hangi araç, efendim?» «Size bilmediğimi söyledim ya. Bir keresinde bir ad söylediydi. Bunu da size tekrarladım. Ama onun önemli olduğunu sanmıyorum. «Kayıtlarımızda o ad yok, efendim.» «Olması gerekir! Ah... neydi o ad? Bir A...An... Optikon. Evet, öyle.» «Bu K'yle mi yazılıyor?» «K'yle ya da C'yle, bilmiyorum, aldırdığım da yok. Bir daha bu konuda rahatsız edilmek istemiyorum. İyi geceler.» Yaşlı adam öfkeyle söylenirken bağlantı kesildi. Brandon memnundu. Moore, «Bu yapabileceğin en aptalca şeydi,» dedi. «Tüpü kullanırken sahte adlar vermek yasaktır. Adam başına dert açmak isterse...» «Neden istesin? O bu konuşmayı unuttu bile. Ama, anlayamıyor musun, Warren? TransUzay ona bu konuda sorular sormuş. O da her şeyi daha önce açıkladığını söyleyip durdu.» «Pekâlâ. Ama sen de zaten bu kadarını tahmin ediyordun. Başka ne öğrendin ki?» Brandon, «Artık Quentin'in aracının adının Optikon olduğunu biliyoruz,» dedi. «Fitzsimmons bundan pek de emin değildi. Ama doğru olduğunu düşünelim. Biz zaten adamın son yıllarda optik konusuyla ilgilendiğini biliyorduk. Hem Optikon gibi bir adın bize fazla bir yararı da olmaz.» «TransUzay ya Optikon'u ya da onunla ilgili kâğıtları arıyor. Belki de Quentin ayrıntıları kafasında saklıyordu ve yanında sadece aracın bir modeli vardı. Sonuçta Shea onların maden parçaları topladıklarını söyledi. Öyle değil mi?» Shea başını salladı. «Yığında metal hurda da vardı.» «Kâğıtların peşinde olsalardı, maden parçalarını toplattırmazlardı. İşte şimdi bulmamız gereken bu. Optikon diye tanımlanan bir alet.» «Bütün varsayımlarının doğru olduğunu düşünelim, Mark. Ve Optikon'u bulmamız gerektiğine de karar verelim. Ama artık aramayla hiçbir şey bulamayız.» Moore'un sesi kesindi. «Gemi enkazının parçalarından ancak yüzde onu Vesta'nın etrafında yörüngede kalabilirdi. Vesta'nın yer çekiminden kurtulmak için fazla hıza gerek yok. Geminin, içinde bulunduğumuz parçasını sadece şanslı bir yönde, şanslı bir itme gücü ve şanslı bir hız yörüngeye soktu. Geri kalan parçalar Güneş Sisteminde etrafa yayıldılar. Güneşin etrafında çeşitli yörüngelerde, dönüp duruyorlar.»



Brandon hatırlattı. «Adamlar parça toplayıp durmuşlar.»«Evet. Geminin parçalarının Vesta'nın etrafında yörüngeye giren yüzde onluk bir kısmını. Hepsi o kadar.» Brandon vazgeçmek niyetinde değildi. Düşünceli düşünceli, «Diyelim ki o alet hâlâ orada...» diye mırıldandı. «Ama adamlar onu bulamadılar. Biri onlardan önce davranmış olabilir mi?» Mike Shea güldü. «Biz oradaydık. Ama sadece canımızı kurtardık. Buna da çok sevindik. Başka kim vardı ki?» Moore da onayladı. «Öyle ya! Ama bir başkasının Optikon'u aldığını düşünelim. Bunu neden gizliyor?» «Belki de onun ne olduğunu bilmiyor.» «O halde biz nasıl...» Moore birdenbire susarak Shea'ya döndü. «Ne dedin?» Shea boş gözlerle ona baktı. «Kim, ben mi?» «Biraz önce, 'Biz oradaydık,' dedin.» Moore gözlerini kıstı. Sanki kafasındaki düşünceleri düzene sokmaya çalışıyormuş gibi başını salladı. «Ulu Galaksi!» diye fısıldadı. Brandon heyecanla sordu. «Ne var? Ne oldu, Warren?» «Pek de emin değilim. Teorilerinle beni çıldırtıyorsun. Öylesine çıldırtıyorsun ki onları ciddiye almaya başlıyorum sanırım. Bildiğin gibi, enkazdan bazı şeyleri aldık. Giysilerimiz ve kalan kişisel eşyalarımız dışında. Ya da hiç olmazsa ben aldım.» «Ne?» «Enkazın dışında ilerlerken... Tanrım! Sanki şimdi oradayım. Her şeyi olanca berraklığıyla görebiliyorum. Bazı şeyleri alarak uzay tulumumun ceplerine attım. Bunun nedenini bilmiyorum. Aslında kendimde değildim pek. Sonra... şey... onları atmadım. Hatıra diye sakladım sanırım. Hepsini Dünyaya getirdim.» «Nerede onlar?» «Bilmiyorum. Bildiğin gibi hep aynı yerde oturmadık.» «O hatıraları atmadın ya?» «Hayır. Ama insan taşınırken bazı şeyler kayboluyor.» «Onları atmadıysan herhalde şimdi bu evde bir yerdeler.» «Kaybolmadılarsa tabii. Onları on beş yıldan beri görmediğime yemin edebilirim.» «Neydi bu hatıralar?» Warren Moore, «Hatırladığım kadarıyla biri bir dolmakalemdi,» diye açıkladı. «Gerçek bir antikaydı. Şu içine mürekkep konan türlerden. Ama şimdi beni etkileyen şey şu: Aldığım diğer hatıra küçük bir dürbündü. Ancak on beş santim boyundaydı. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi? Bir dürbün!» Brandon, «Optikon!» diye bağırdı. «Tabii ya!» Moore soğukkanlılığını kaybetmemeye çalışıyordu. «Bu sadece bir rastlantı. Garip bir rastlantı.» Ama Brandon bunu kabul etmek niyetinde değildi. «Rastlantıymış! Boş versene sen! TransUzay, Optikon'u enkazda bulamadı. Uzayda da öyle. Çünkü o başından beri sendeydi.» «Sen çıldırmışsın!» «Haydi, gel. Onu bulmalıyız.» Moore soluk verdi. «İstediğin buysa gidip bakarım. Ama bulabileceğimi sanmıyorum. Pekâlâ, işe sandık odasıyla başlayalım. En mantıklı yer orası.» Shea güldü. «Mantıklı yerler genellikle hiçbir işe yaramazlar.» Ama hepsi de güç rampasına giderek daha yukarı çıktılar. Sandık odasının bulunduğu katın yıllardan beri kullanılmadığı küf kokusundan anlaşılıyordu. Moore temizleyiciyi açtı. «Tozları iki yıldan beri temizlemedik sanırım. Bu da size bu kata ne kadar sık



çıktığımı gösteriyor. Şimdi, bakalım... Dürbün gerçekten buradaysa, o zaman bekârlık günlerimde topladığım eşyaların arasında olması gerekir. Yani bekârlık günlerimden beri bir türlü atamadığım o değersiz şeylerin arasında. İşe şuradan başlayabiliriz.» Moore plastikten yapılmış portatif sandıkları karıştırırken Brandon onun omzunun üzerinden endişeyle baktı. Moore, «Ah, şuna bak,» dedi. «Üniversite yıllığım. O günlerde bir 'Sonist'tim. Çok meraklıydım buna. Hatta bu kitaptaki bütün son sınıf öğrencilerinin resimleriyle birlikte seslerini almayı da başardım.» Kitabın kapağına sevgiyle vurdu. «Yıllıkta herkesinki gibi üç boyutlu resimler olduğunu sanırsınız ama her birinin...» Brandon'un kaşlarını çatmış olduğunu fark ederek, «Tamam,» dedi. «Aramayı sürdüreceğim.» Plastikleri bırakarak, tahtadan yapılmış, ağır, eski tip bir sandığı açtı. Bunun içindeki bölmelerden aldığı eşyaları ayırmaya başladı. Brandon, «Hey,» diye bağırdı. «Bu, o mu?» Hafifçe takırdayarak yere yuvarlanmış olan küçük bir silindiri işaret ediyordu. Moore, «Onu...» diye başladı. «Evet! Kalem o! Tamam o. İşte bu da dürbün. Tabii ikisi de çalışmıyor. Kırılmışlar sanırım. Daha doğrusu ben kalemin kırık olduğunu sanıyorum. İçinde bir şey gevşemiş tıkırdayıp duruyor. Bak, duyuyor musun? Kalemin nasıl doldurulacağını bilmiyorum. Onun için de bozuk olup olmadığını kontrol etmem imkânsız. Mürekkep kartuşları yıllardan beri üretilmiyor zaten.» Brandon kalemi ışığa tuttu. «Üzerinde bir marka var.» «Sahi mi? Onu fark ettiğimi sanmıyorum.» «Harfler iyice aşınmış. J.K.O.'ya benziyor.» «Q mu?» «Evet. Bu harfle başlayan soyadı pek fazla değildir. Bu kalem Quentin'in olabilir. Romantik duyguları ya da kendisine şans getirdiği için sakladığı bir hatıra. Bu ona, böyle kalemlerin kullanıldığı çağlarda yaşamış olan dedesinin dedesinden kalmıştı belki de. Onun adı da Jason Knight Quentin ya da Judah Kent Quentin'di. Veya böyle bir şey. Multivac'a Quentin'in atalarını sorabiliriz.» Moore başını salladı. «Galiba bunu yapmamız gerekir. Bak gördün mü? Çılgınlığın bana da bulaştı!» «Marka uyarsa senin kalemi Quentin'in kamarasından aldığın da anlaşılır. O halde dürbünü de orada buldun.» «Bir dakika! Onları aynı yerden alıp almadığımı hatırlamıyorum. Enkazın dışında dolaşmamla ilgili ayrıntıları unuttum.» Brandon küçük dürbünü ışığa doğru tutmuş evirip çeviriyordu. «Bunun üzerinde marka yok.» «Olacağını mı sanıyordun?» «Hiçbir şey sandığım yok. Bir şey de göremiyorum. Şu parçaların birleştiği yerdeki ince çizgi dışında yani.» Brandon başparmağının tırnağını dürbünün kalın tarafının yakınında bir daire çizen ince yive soktu. Ucu çevirmeye çalıştı ama boşuna. «Bir tek parça bu.» Dürbünü gözüne götürdü. «Bu bir işe yaramaz.» «Sana onun kırık olduğunu söyledim. Mercekler yok...» Shea söze karıştı. «Bir gemiye büyük bir meteor çarptığı ve tekne parçalandığı zaman ufak tefek zararlar olur.» Moore tekrar kötümserleşmişti. «Belki bu gerçekten Optikon ama artık hiçbir işe yaramaz.» Dürbünü Brandon'dan alarak boş mercek deliklerini yokladı. «Zaten merceklerin nereye takılacakları da belli değil. Bunlarda, camların oturtabileceği yuvalar yok. Sanki bu hiçbir zaman...» Birdenbire bağırdı.



«Ah!» Brandon, «Ah, ne?» dedi. «O ad! Bu nesnenin adı!» «Optikon'u mu kastediyorsun?» «Hayır, Optikon'u kastetmiyorum. Fitzsimmons tüple konuşurken sanki kekeledi. Biz de onun 'Optikon' dediğini sandık.» Brandon, «Ama öyle dedi,» diye ısrar etti. Shea, «Tabii ya,» dedi. «Onu ben de duydum.» «Sen onu duyduğunu sandın. Adam, 'A... Anoptikon,' dedi aslında. Anlamıyor musunuz? Optikon değil, Anoptikon. Başında bir ek var.» Brandon şaşkın şaşkın, «Ya?» diye mırıldandı. «Aradaki fark nedir?» «Arada çok büyük fark var. Optikon mercekleri olan bir araç anlamına gelir, Anoptikon'a gelince... Bunun başındaki Grekçe'An' eki 'yok' anlamına gelir. Anarşi 'hükümet yok,' demektir. 'Anemi', kan olmadığını gösterir. Anoptikon da...» Brandon bağırdı. «Mercek olmadığını gösterir!» «Öyle! Herhalde Quentin mercekleri olmayan bir optik alet üzerinde çalışıyordu. Belki elindeki de o ve kırık da değil.» Shea, «Ama baktığında bir şey göremiyorsun ki,» diye itiraz eni. Moore, «Herhalde şimdi 'Sıfırda',» dedi. «Bunu ayarlamanın bir yolu olmalı.» Brandon gibi dürbünü sıkıca kavrayarak ucunu çevirmeye çalıştı. Homurdanarak bastırdı. Brandon onu uyardı. «Dürbünü kırma.» «Kımıldamaya başladı. Ya sıkıştı ya da paslanıp yapıştı.» Moore duraklayarak alete sabırsızca baktı, sonra da onu tekrar gözüne götürdü. Telaşla döndü. Bir camı berraklaştırarak kentin ışıklarına baktı. «Vay vay vay!» diyerek soludu. Brandon, «Ne oldu? Ne oldu?» diye merakla sordu. Moore hiçbir şey söylemeden dürbünü ona uzattı. Brandon aleti gözüne götürdü ve sonra da tiz bir sesle bağırdı. «Bir teleskop bu!» Shea atıldı. «Ben de bakayım!» Hemen hemen bir saat aletle ilgilendiler. Ucu bir yöne doğru döndürerek dürbünü teleskop haline getirdiler. Diğer yöne çevirerek bir mikroskopa dönüştürdüler. Brandon durmadan, «Bu nasıl oluyor?» diye soruyordu. Moore da tekrar tekrar, «Bilmiyorum,» diyordu. Sonunda, «Bunun yoğun güç alanlarıyla ilgili olduğundan eminim,» diye açıkladı. «Çünkü dürbünü çevirirken oldukça güçlü bir alan direnciyle karşılaşıyorsun. Daha büyük aletlerde güç ayarlanması gerekir.» «Çok zekice yapılmış bir oyuncak bu,» dedi. Moore, «Çok daha önemli bir şey,» diye cevap verdi. «Bunun teorik fizik alanında yepyeni bir çağ başlatacağından eminim. Mercek olmadan ışığı toplayabiliyor. Görüş mesafesi kısalmadan ışığı gitgide daha geniş bir alandan alması için ayarlanabiliyor. Bir uçta bin iki yüz elli metrelik Ceres teleskopunun eşini yaratabiliriz. Diğer uçta da bir elektron mikroskobunu. Bundan başka, ben kromatik bir anormallik göremiyorum. Bundan da aletin her dalga boyundaki ışığı bükebildiği anlaşılıyor. Belki radyo dalgalarını ve Gamma ışınlarını da emiyor. Belki yer çekimini bile çarpıtıyor. Tabii yer çekimi bir tür radyasyonsa. Belki...» Shea alayla onun sözünü kesti. «Para eder mi bu?» «Hem de nasıl! Tabii biri nasıl çalıştığını anlayabilirse...» «Öyleyse bunu TransUzay götürmeyelim. Önce bir avukata gidelim. Mal arama hakkımızdan



vazgeçtiğimizi açıklayan belge bu aleti de kapsıyor mu? Zaten, neden vazgeçtiğimizi bilmediğimize göre o belgenin bir değeri olabilir mi? Belki şirketinki bir tür dolandırıcılık bile sayılır.» Moore, «Aslında özel bir şirketin böyle bir alete sahip olmasını uygun bulmuyorum.» dedi. «Resmi dairelerden birine başvurmalıyız. Bu bol para getirecekse...» Ama Brandon yumruklarını dizlerine vuruyordu. «Paranın canı cehenneme, Warren! Tabii payıma düşen parayı alacağım ama önemli olan bu değil. Üne kavuşacağız, dostum, üne kavuşacağız! Hikâyeyi bir düşün. Uzayda kaybolan şahane bir hazine. Onu bulabilmek için yirmi yıldan beri uzayı araştıran dev bir şirket. Ama bütün bu süre içinde araç bizde. Biz unutulmuş olan kazazedelerde. Ve aletin kaybolmasının yirminci yıldönümünde onu tekrar buluyoruz. Eğer bu alet çalışırsa, Anoptik yeni büyük bir bilim tekniği olarak kabul edilirse, bizi de bir daha unutamazlar. Asla!» Moore gülümsedi. Sonra da kahkahalarla gülmeye başladı. «Doğru ya! Bu işi sen basardın, Mark. Aklına koyduğun şeyi yaptın. Bizi unutulmuşluktan kurtardın!» Brandon, «Bunu hepimiz birden başardık,» dedi. «Mike Shea, bize gerekli temel bilgiyi vererek başlattı bunu. Ben teoriyi kurdum, alet de sendeydi.»«Pekâlâ. Artık geç oldu. Karım neredeyse döner. Onun için hemen harekete geçmeliyiz. Multivac bize hangi dairenin uygun olduğunu söyler ve...» Brandon itiraz etti. «Hayır, hayır! Önce töreni tamamlamalıyız. Şimdi yıldönümü kutlama toplantısının sonunda, yine kadehlerimizi kaldırmalıyız. Ama sözleri uygun bir biçimde de değiştirmeliyiz. Bunu sen yapar mısın, Warren?» Hâlâ yarısına kadar dolu olan Jabra suyu şişesini uzattı. Moore her küçük kadehi dikkatle ağzına kadar doldurdu. Sonra da ciddi ciddi, «Şerefe içeceğiz, baylar,» dedi. Üç arkadaş aynı anda kadehlerini kaldırdılar. «Baylar, vaktiyle bizim olan Gümüş Kraliçe gemisinden aldığımız hatıraların şerefine!»



GERÇEK AŞK “Gerçek Aşk – True Love” isimli hikaye ilk American Way dergisinin 1977 Şubat sayısında yayınlanmış ardından 1982 tarihli The Complete Robot ve 1986 tarihli Robot Dreams toplamalarında yer almıştır. Asimov hikayeyi Şükran Günü ziyaretine gelip, giden kızına duyduğu özlemi gidermek için yazmıştır. Benim adım Joe. İş arkadaşım Milton Davidson beni böyle çağırıyor. O bir programcı, ben de bir bilgisayar programıyım. Multivac sisteminin bir parçasıyım ve dünyanın her yeriyle bağlantım var. Her şeyi biliyorum. Hemen hemen her şeyi. Ben Milton'un özel programıyım. Onun Joe'su. Dünyada programlamayı ondan iyi anlayan biri daha yok. Bense onun deneysel modeliyim. Milton benim diğer kompüterlerden çok daha iyi konuşmamı sağladı. Bana, «Bu sesleri sembollere uydurmaktan başka bir şey değil, Joe,» dedi. «İnsan beyninde de aynı şey oluyor. Ancak beyinde ne gibi semboller olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Senin beynindeki sembolleri biliyorum. Onları kelimelere tıpatıp uydurabilirim.» İşte ben de bu yüzden konuşuyorum. Düşündüğüm kadar ustalıkla konuşabildiğimi sanmıyorum. Ama Milton çok iyi konuştuğumu söylüyor. Milton kırkına yakın ama hiç evlenmemiş. Bana uygun kadını bulamadığını söyledi. Geçenlerde bir gün, «Onu elbet bulacağım, Joe,» dedi. «En iyisini bulacağım. Gerçek aşkı yakalayacağım. Sen de bu konuda bana yardım edeceksin. Dünyadaki sorunları çözebilmen için seni geliştirip durmaktan bıktım. Sen benim sorunumu çöz. Bana gerçek aşkı bul.» «Gerçek aşk nedir?» diye sordum. «Boş ver. O soyut bir kavram. Sen sadece bana ideal kızı bul yeter. Multivac sistemine bağlısın. Onun için Dünyadaki her insanın bilgi bankasına erişebilirsin. Hepsini grup grup, sınıf sınıf listeden sileriz. Sonunda bir kişi kalır. Kusursuz biri. İşte o benim olur.» «Ben hazırım,» dedim. Milton, «Önce bütün erkekleri listeden sil,» diye talimat verdi. Bu kolay oldu. Onun sözleri moleküler valflarımdaki sembolleri harekete geçirdi. Uzanıp Dünyadaki her insanla ilgili birikmiş bilgilere erişebilirdim. Milton'un sözleri üzerine 784 982 874 erkeği listeden çıkardım. 3 786 112 090 kadınla olan bağlantımı sürdürdüm. Milton, «Yirmi beşinden küçük kırkından büyük kadınları listeden sil,» dedi ve ekledi. «Sonra zekâ dereceleri 120'nin altında olan kadınları da çıkar. Boyları 150 santimden kısa ve 175 santimden uzun olanları da istemem.» Milton bana kesin ölçüleri verdi. Çocukları olan kadınları istemiyordu. Bazı genetik özellikleri olanları da. «Göz rengi konusunda emin değilim. Neyse bunu şimdilik bir yana bırakalım. Ama kızıl saçlı kadın istemem. Kızıl saçtan hiç hoşlanmam.» İki hafta sonra listede sadece 235 kadın kaldı. Hepsi de İngilizceyi çok güzel konuşuyorlardı. Milton dil sorunu da istemediğini söylemişti. Mahrem anlarda kompüter çevirileri bile bazı şeylere engel olabilirdi. Milton, «235 kadınla konuşamam,» dedi. «Bu fazla zaman alır. O zaman herkes ne yaptığımı anlar.» «Bu başına dert açılmasına neden olur,» diye cevap verdim. Milton beni görevlerim dışında bazı şeyler yapabileceğim biçimde ayarlamıştı. Kimsenin bundan haberi yoktu. «Bunlar kimsenin üstüne vazife değil.» Milton'un yüzü kızardı. «Şimdi sana ne yapacağımızı



söyleyeceğim, Joe. Sana holograflar getireceğim. Sen de listede benzerlikleri arayacaksın.» Bana kadın holografları getirdi. «Bu üçü güzellik yarışmalarını kazanmışlar. 235 kadın arasında onlara benzeyenleri var mı?» Listedeki kadınlardan sekizi holograftakilere çok benziyordu. Milton, «İyi,» dedi. «Onların bilgi bankalarıyla bağlantıdasın. İş piyasasındaki açıkları ve gereksinimleri incele. Sonra da buraya tayin edilmelerini sağla.» Bir an düşündü. Omuzlarını aşağı yukarı oynattı. «Alfabe sırasıyla.» Beni bu iş için yaratmamışlardı. İnsanları kişisel nedenlerle o işten buna göndermek 'manevra' ya da 'dalavere' diye tanımlanıyordu. Ama ben bunu artık yapabiliyordum. Çünkü Milton her şeyi ayarlamıştı. Fakat bu işi ondan başkası için yapmamı da istemiyordu. İlk kız bir hafta sonra geldi. Milton onu gördüğünde yüzü kızardı. Sanki zorluk çekiyormuş gibi konuşuyordu. Kızla sık sık beraber oluyor, bana da aldırmıyordu. Bir keresinde de kıza, «Seni akşam yemeğine götüreyim,» dedi. Ertesi gün de bana geldi. «Nedense bu iş olmadı. Bir şeyler eksikti. O çok güzel bir kadın. Ama ben o gerçek aşkı hissetmedim. Ondan sonrakini dene.» Sekiz kızın hepsiyle de aynı şey oldu. Hepsi de birbirlerine çok benziyordu. Sık sık gülümsüyorlardı. Sesleri tatlıydı. Ama Milton onların hiçbirini de uygun bulmadı. Bana, «Anlayamıyorum, Joe,» dedi. «Seninle, bana dünyanın en güzel yaratıklarıymış gibi gözüken sekiz kız seçtik. Hepsi de ideal tiplerdi. Öyleyse neden hoşuma gitmiyorlar?» «Sen onların hoşuna gidiyor musun?» diye sordum. Kaşlarını oynattı. Bir yumruğunu diğer elinin içine vurdu. «İşte sorun da bu, Joe! Bu iki yönlü bir yol. Ben onların tipi değilsem beni nasıl hoşnut ederler? Benim idealimdeki kadın gibi nasıl davranırlar? Ben de onların gerçek aşkı olmalıyım. Ama bunu nasıl sağlayabiliriz?» Bütün gün düşündü durdu. Milton ertesi gün bana geldi. «Her şeyi sana bırakacağım, Joe. Her şey senin elinde artık. Bilgi bankam sende. Ve sana kendi hakkımda bildiğim her şeyi anlatacağım. Bilgi bankama mümkün olan her ayrıntıyı ver. Ama bu eklemeleri kendine sakla.»«O halde bilgi bankasıyla ne yapacağım, Milton?» «Onu 235 kadınla eşleştireceksin. Hayır. 227 kadınla. Gördüğün o sekiz kızı listeye katma. Her kızın psikiyatri muayenesinden geçmesini sağla. Onların bilgi bankalarını doldur ve benimkiyle kıyasla. Benzer noktaları bul.» (Psikiyatri muayenesi sağlamak da yine ilk yaratıldığım zaman bana verilen talimata aykırıydı.) Milton benimle haftalarca konuştu. Annesiyle babasından, kardeşlerinden söz etti. Çocukluğunu, eğitimini, buluğ çağını anlattı. Uzaktan hayranlık duyduğu kadınları açıkladı. Bilgi bankası büyüdü. Milton da sembol almamı genişletmek ve derinleştirmek için beni ayarladı. «Anlayacağın, içine benden daha fazla şeyler alırken ben de seni ayarlıyorum, Joe. Bana giderek daha iyi uyabilmen için. Gitgide daha çok benim gibi düşünmeye başlıyorsun. Bu yüzden de beni daha iyi anlıyorsun. Beni yeteri kadar anlarsan, bilgi bankasını iyice kavrayabileceğin herhangi bir kadın benim gerçek aşkım olacak.» Benimle konuşmayı sürdürdü. Ben de onu gitgide daha iyi anlamaya başladım. Daha uzun cümleler kurabiliyordum. Açıklamalarım daha ayrıntılı oluyordu. Dilbilgisi, kelime dizisi ve tarz bakımından konuşmam gitgide Milton'unkine benziyordu. Bir keresinde ona, «Anlayacağın bir kızı fiziksel ideale uydurmak yeterli değil, Milton,» diye açıkladım. «Sana, kişisel ve duygusal bakımdan ve karakter açısından çok uygun olan biri gerekli. Bu sağlanırsa görünüş ikinci planda kalır. Sana uygun birini bu 227 kızın arasında bulamazsak, o zaman



eşini başka bir yerde ararız. Senin görünüşüne aldırmayan birini buluruz. Ya da kimsenin görünüşüne önem vermeyen birini. Kişiliklerin uyması şart. Dış görünüş nedir ki?» Milton, «Çok haklısın,» dedi. «Yaşantım boyunca kadınlarla daha fazla ilişkim olsaydı bu gerçeği de bilirdim. Tabii şimdi düşündüğüm zaman her şeyi çok daha iyi anlıyorum.» Her zaman anlaşıyorduk onunla. Düşünme yöntemimiz birbirine o kadar benziyordu ki... «Artık bir zorlukla karşılaşacağımızı sanmıyorum, Milton. Tabii soruları benim sormama izin verirsen. Bilgi bankanda bazı boşluklar ve düzensizlikler olduğunu görüyorum.» Ondan sonra olanları Milton psikanalize benzetti. Tabii hepsini de yakından izlediğim 227 kadına uygulanan psikiyatri muayenesinden çok şey öğreniyordum. Milton çok mutlu görünüyordu. «Seninle konuşmak, bir başka kişiliğimle sohbet etmeye benziyor, Joe. Kişiliklerimiz sonunda birbiriyle tam bir uyum sağladı.» «Seçeceğimiz kadının kişiliği de uyacak.» Çünkü ben kızı bulmuştum. 227 adaydan biriydi o yine de. Adı Charity Jones'du. Wichita'da, Tarih Kitaplığında değerlendirme uzmanı olarak çalışıyordu. Onun genişletilmiş bilgi bankası bizimkilere tamamıyla uyuyordu. Bilgi bankaları dolarken diğer kadınların hepsi de şu ya da bu nedenle listeden silinmişlerdi. Ama Charity konusundaki ahenk şaşılacak bir biçimde gitgide artıyordu. Onu Milton'a tarif etmeme gerek yoktu. Milton sembolizmimi kendisininkine öylesine uydurmuştu ki, kızın ahengini hemen fark ettim. Bu bana çok uyuyordu. Artık sıra Charity'nin bizim yanımıza verilmesi için çalışma kâğıtlarını ve işle ilgili gereksinimleri değiştirmeye gelmişti. Bunun incelikle yapılması, kimsenin yasal olmayan işler döndüğünü anlamaması gerekiyordu. Tabii Milton olanları biliyordu. Sonuçta her şeyi ayarlayan oydu. Bu sorunun da çözümlenmesi gerekiyordu. Onu, büroda görevini kötüye kullanmakla suçlayarak tutukladılar. Neyse ki Milton bu suçu on yıl önce işlemiş ve bana her şeyi anlatmıştı. Bundan yararlanıp onu tutuklatmak da kolay olmuştu. Tabii Milton benden söz edecek değildi. Yoksa bu suçunu daha da ağırlaştırırdı. Milton gitti artık. Yarın 14 Şubat. Sevgililer Günü. Charity tatlı sesi ve serin elleriyle gelecek. Ona beni nasıl çalıştıracağını öğreteceğim. Bana nasıl bakacağını da. Kişiliklerimiz arasında uyum olduktan sonra dış görünüşün ne önemi var? Ona, «Ben Joe'yum,» diyeceğim. «Sen de benim gerçek aşkımsın.» SON



UZAYDAN İELEN KONU ISAAC



ASIMOV



İLGİ YAYINLARI : 1



U ZA Y D A N



GELEN



K O N U K /U zay Öyküleri/Dîzgi - Bas­



kı : Erenler M atbaası/Genel D ağıtım :



Deniz Yayın Da­



ğıtım : Babıali Cad. No: 14 Cağaloğlu - lstanbul/1. Basım Nisan 1983/



UZAYDAN GELEN KONUK (Uzay Öyküleri)



.



İLGİ YAYINLARI : 1



U ZA Y D A N



GELEN



K O N U K /U zay Öyküleri/Dîzgi - Bas­



kı : Erenler M atbaası/Genel D ağıtım :



Deniz Yayın D a­



ğıtım : Babıali Cad. No: 14 Cağaloğlu - îstanbul/1. Basım Nisan 1983/



U Z A Y D A N GELEN KO NUK (Uzay Öyküleri) İsaac Asimov, Murray Leinster, John Wyndham, Edmond Harnilton, J. T. Mclntosh, Michael Shaara, John Chrıstopher, V. Krapıvın.



Türkçesi: Dicle Yıldmm



İLGİ YAYINLARI K-M.Paşa — İSTANBUL



İLK KARŞILAŞMA



Tommy Dört son çektiği stereo fotoğraflar­ la (*) kaptanın odasına d aldı: «Sanırım görevim bitti. Çektiğim son iki fotoğraf da bunlar,» dedi. Stereo fotoğrafları kaptana verdikten sonra uzay gemisinin dışındaki kozmik boşluğu yansı­ tan ekrana bir gözattı. «C'esaret» adlı uzay gemi­ si yeryüzünden çok uzaktaydı. Çeşitli büyüklük­ teki ve parlaklıktaki yıldızlar ekranda yansıyor­ du. Birçoğu yeryüzünden görülmesi mümkün ol­ mayan yıldızlardı... Birdenbire ekranda, uzay gemisinin önünü saran parlak bir sis duvarı göründü. Yengeç Nebulası’ydı (**) bu. Dev gaz bulutunun uzunluğu altı ışık-yılmı (***), kalınlığı ise üçbuçuk ışık-yılı(*) Stereo fotoğraf: İzdüşümle ekran üzerine alman gö­ rüntüleri gövdelenmiş olarak, üç boyutlu gösteren fotoğraflar. ' (**) N ebula: Bulutumsu yığın. Etrafındaki yakın ve uzak yıldızların ışık saçmasına yada ışık emmesine göre karanlık yada ışıklı bir bulut gibi görünür. (***) Işık y ılı: Işığın boşlukta bir yılda aldığı yol, 5 878 000 000 000 mil yada 9 460 000 000000 km.



— 5 —



m buluyordu. Uzay gemisi artık nebulanm içine dalmaktaydı. Bu aşamada Tommy’nin yapacağı hiçbir şey yoktu; görevi sona ermişti. Çektiği son iki fotoğrafla, nebulanm dörtbin yıllık dönemde­ ki hareketinin bütün tesbitlerini tamamlamıştı. Gerçekten büyük bir bilimsel başarıydı bu. Ve Tommy yaptığı işten gurur duyuyordu! Tabii, Tommy Dört dörtbin yaşında değildi. Yaşı sade­ ce 22’ydi ama, Yengeç Nebulası yeryüzünden tam dörtbin ışık-yılı uzaktaydı. Ve son iki fotoğ­ rafa yansıyan ışığı ancak dörtbin yıl sonra dün­ yaya ulaşabilecekti. Kaptan fotoğraflara gözatarken, -Tommy ayak­ ta dikilmiş, aylardan beri uzay gemisinde geçir­ dikleri serüvenleri düşünüyordu. Birdenbire alarm zilleri çalmaya başladı; alarm sesi geminin her köşesinde çınlıyordu. Tommy Dört Önce kaptana baktı, sonra göz­ leri otomatik tesbit cihazına kaydı. Cihazın ekra­ nında saniyeden saniyeye hızlı büyüyen bir leke vardı. Sonra ekran birdenbire altın sarısına kes­ ti ve artık hiçbir şey görünmez oldu. «İzleniyoruz,» diye bağırdı kaptan, «birileri bizi takibediyor, ekran bu yüzden sarıya kesti». «İzleniyor muyuz?» diye dehşetle sordu Tommy, «Yani ekrandaki leke başka bir uzay ge­ misine mi ait? Nasıl olabilir? Dünyadan o kadar uzaktayız ki. Bu nebulaya yeryüzünden başka bir uzay gemisi gönderildiğine dair hiçbir mesaj al­ mamıştık!» «Evet, bir uzay gemisi- Ama dünyadan değil», diye alçak sesle cevap verdi kaptan. Sonra kontrol masasına geçerek iç haberleş­ me düğmesine bastı. — 6 ■—



«Bize doğru geliyor,» dedi Tommy. «Belki on­ lar da aynı şeyi düşünüyorlar. Kendilerini izleyip, yıldızlarının yerini öğrenmemiz tehlikesini... Ne yapacaklar dersiniz? Bizimle temas kurmaya mı çalışacaklar, yoksa derhal silaha mı davranacak­ lar?» Gemiler, birbirlerine gittikçe daha çok yakla­ şıyorlardı. Cesaret’in kaptanı sükunetle ayakta diküiyor, parmağını, ışın toplarını en kahredici şekilde ateşleyecek olan düğmenin üzerinden ayırmıyor­ du. Tommy Dört yabancı gemiye bakarak düşü­ nüyordu. Bu yabancılar böyle bir uzay gemisine sahip bulunduklarına göre, uygarlıkta hayli ileri olmalıydılar. Uygarlık ise, ancak uzak görüşlülü­ ğün eseri olabilirdi, Şu halde bu yabancılarda iki uygar neslin ilk karşılaşmasındaki tüm tehlikele­ ri en az Cesaret’in mürettebatı kadar farkediyor olmalıydılar. Barışçı bir buluşma her iki tarafın da tekno­ lojilerini ve bilimsel gelişmelerini birbirlerine ta­ nıtmalarını sağlayabilirdi. Bu en az dünya insan­ ları kadar onlar için de önemliydi. Ama ya bu iki farklı uygarlığın insanları birbirleriyle ilişkiye geçtikten sonra, bir taraf diğerini egemenliği altı­ na almaya kalkışırsa... öyle ya, belki de yabancı­ lar yeryüzü insanlığını pençeleri altına almak hevesindeydiler. Belki de yeryüzü insanlarının böyle bir heves peşinde olduğunu düşünüyorlardı. Na­ sıl ki, yeryüzü insanları bu konuda yabancılara karşı içlerinde şüphe taşıyorlarsa, büyük bir ihti­ malle onlar da yeryüzü insanlarının barışseverli­ ği konusunda kuşkulu olabilirlerdi. — 9 —



Ama herhalde onlar da derhal silaha davran­ mayacakları. Her iki taraf da kendi uygarlıkla­ rını güvenlik altına almak için önce karşı tarafı tanımaya ve gerçek niyetlerini yoklamaya çalışa­ caklardıKaptan parmağını hâlâ düğmenin üzerinden kaldırmıyor, bekliyordu. Hoparlörden sessizliği yırtan bir konuşma du­ yuldu: «Öteki gemi durdu kaptan!» «Modüle edilmiş (*) kısa dalga bir sinyal gön­ derdiler. Sinyal olmasına sinyal ama, hiçbir şey an­ layamadık,» diye ekledi bir başka ses. «Herkes gemiye dikkat kesilsin. Birşeyler ya­ pıyorlar,» diye bağırdı kaptan. Ufaktefek ve yuvarlak birşeyi boşluğa bırak­ tıktan sonra, siyah uzay gemisi uzaklaşmaya baş­ ladı. Bir başka ses devam etti, «modüle edilmiş kısa dalga sinyalleri artırdılar kaptan.» «Uzaklaşıyorlar kaptan,» diye bağırdı bir ses, «boşluğa bıraktıkları şey ise olduğu yerde duru­ yor.» «Yerinde bir iş yaptılar kaptan,» dedi Tommy, «eğer o şeyi bize doğru gönderselerdi bomba yada benzeri birşey fırlattılar diye düşünecektik. Oysa sadece yaklaşıp bu cismi sabit bir şekilde bırak­ tıktan sonra uzaklaştılar. Artık biz de gemimizi tehlikeye atmadan temas kurmak için bu cisme bir arkadaş yada bir araç gönderebiliriz.» (*) Modüle edilme, modülasyon: Telefon, telgraf, rad­ yo televizyon gibi haberleşme araçlarında kullanı­ lan elektriğin faz, frekans gibi özelliklerinin değiş tirilmesi-



— 10 -



Kaptan gözlerini ekrandan ayırmadan cevap verdi: «Dört, uzaya çıkıp bu esrarengiz cismi gözden geçirmeni istesem... Bu bir emir değil ama...» «Başüstüne kaptan», diye çakıldı Tommy, «araç falan da istemem. Atomik tepkili bir incele­ me cihazı yeter bana.» Yabancı gemi uzaklaşmaya devam etti. Kırk, seksen, dörtyüz mil... Sonra orada stop edip bekle­ meye başladı. Tommy, uzay elbisesini üstüne geçirip, hava boşluğundan süzülerek Cesaret’ten ayrıldı- Artış nebulamn ışıl ışıl boşluğunda küçük siyah cisme doğru yüzüyordu. Etrafındaki boşlukta başka hiç­ bir katı cisim yoktu. Nihayet hedefine ulaştı. Bu, iki metre çapında siyah bir küre idi. Dört tarafa açılan küçük van­ tuzları vardı. Tommy önce küreye şöyle bir gözattı. Fakat dikkatini çekecek birşeye rastlayamadı. Alt tarafı, üzerinde vantuzlar bulunan siyah metai bir küre idi işte. «Ben birşey farkedemedim kaptan,» diye ko­ nuştu mikrofona, «sizin ekrandan gördüğünüzden farklı birşey göremedim.» Tam sözünü bitirmişti ki, birdenbire bir titreşim hissettir. Küçük siyah kürenin bir bölümü açıldı. Tommy kürenin içinde donuk kırmızı ışın saçan bir levha gördü. «Çok güzel Dört,» diye seslendi kaptan, «şim­ di inceleme cihazını levha ile karşı karşıya gelecek şekilde içeriye bırakıp gemiye dön! Küçük kürenin neden oraya bırakıldığını anladık. Bizimle haber— 11 —



leşmek için kızıl-ötesi (*) sinyal gönderen bir robot b u ! Şimdi bizim mesajlarımızı iletecek aracı küre­ ye yerleştirmek üzere oraya bir arkadaş daha yol­ luyorum.» Tommy gemiye dönerken, atomik tepkili uzay elbisesi giymiş öbür arkadaşı, aracı yerleştirmek üzere küreye doğru yüzüyordu-



Daha sonraki birkaç gün Cesaret’te hava çok gergindi. Ve tabii yabancı gemide de... Yabancılar sürekli olarak karşılarmdakileri gözetlerken, dün­ yalılar da aynı şeyi yapıyorlardı. Siyah küçük küre, nebulamn parlak boşluğunda hâlâ olduğu gibi duruyordu. Her iki geminin haberleşme araçları, kürenin içindeydi ve bu sayede artık haberleşme mümkün hale gelmişti. Tommy Dört, bu haberleşme faaliyetinde en aktif olanlardan biriydi. Gerçi onun asıl görevi Yengeç Nebulası’mn fotoğraf teşditlerini yapmak­ tan ibaretti. Ama artık bu konuda yapacağı birşey kalmamıştı, bu yüzden kaptan yabancılarla ha­ berleşme görevini ona vermişti. Birkaç gün sonra geminin yardımcı bilgini ile birlikte, haberleşme konusunda raporunu ver­ mek üzere kaptân kabinine gitti. «Haberleşme sorununu nihayet çözebildik,» dedi yardımcı bilgin. «Artık onlara istediğiniz me­ sajı gönderebileceğimiz gibi, onların verecekleri (*) Kızıl-ötesi: Prizmadan geçen beyaz ışığın ayrıldığı 7 renkli ışık tayfında kırmızı ışığın ötesindeki alan­ da yayılan ve gözle görülemeyen ışınlar. —



12







cevaplan da anlayabiliriz. Söylediklerinin gerçek olup olmadığını garanti edemeyiz tabii.» «Bazı cihazlan kullanarak,» diye devam etti genç bilgin, «bir çeşit çeviri cihazı yaptık. Onlar bize kısa dalga frekans (*) modülasyonları gön­ deriyorlar, biz de hazırladığımız bir kod sayesin­ de bunları sese dönüştürüyoruz. Onlara birşey söylemek istediğimizde de, sesleri frekans modülasyonlarma çeviriyoruz.» «Peki ama,» diye sordu kaptan, «bütün bu değişikliklere neden gerek duydunuz?» Bunu Tommy cevaplandırdı: «Sanıyorum ki, bunlar konuşmalarında bile, ses kullanmıyorlar. Haberleşme odasında bunların birbirleriyle nasıl konuştuklarına dikkat ettik- Mik­ rofon da kullanmıyorlar. Sadece antene benzer birşey göze çarpıyor. Herhalde birbirleriyle konu­ şurken mikro dalgalar kullanıyorlar. Tıpkı bizim ses çıkartmamız gibi, onlar da mikro dalgalar ya­ yıyorlar.» Kaptân Tommy’ye baktı., «Telepati mi demek istiyorsun,» diye sordu. «Evet,» dedi Tommy, «tabii onların açısından bakarsanız, bizimki de onlara göre telepati. Sağır oldukları için bizim birbirimizle konuşurken sade­ ce dudaklarımızın kıpırdadığını farkedebiliyorlar. Fakat bu dudak hareketlerinden ses çıkarttığımı­ zı anlayamıyorlar. Elektronik cihazların yardı­ mıyla herşeyi sembolleştirmeye çalıştık. Resim ve diyagramlarla da fiil ve sıfatlan belirledik. Şu an­ da gerek onların gerekse bizim anlayabileceğimiz (*) Frekans: Belli bir zaman birimi içinde



(çoğunlukla



bir saniyede) sürekli olarak yapılan tekrarların, tit­ reşim ve salınmaların sayısı.



13 —



birkaç bin kelimelik bir sözlüğümüz var. Eğer is­ terseniz, onların kaptanıyla derhal konuşabilirsi­ niz.» «Hımmm... Çok ilginç,» dedi kaptan, «Peki, psikolojileri hakkında ne düşünüyorsunuz?» Yardımcı bilgin: «Birşey söylemek zor kap­ tan,» diye cevap verdi. «Ama sanırım ki, birçok bakımlardan dünya insanlarından pek de farklı değil- Aşağı yukarı aynı gelişme seviyesinde olma­ lılar. Belki de, uzayın her köşesinde zeka durumu birbirinden pek farklı değil.» Tommy bu arada söze karıştı: «Oksijenle solunum yapıyorlar- Daha birçokbakımdan da bize benziyorlar. Üstelik de çok nükteci adamlar, espriye bayılıyorlar.» «Pekala,» dedi kaptan, «gidip kaptanlarıyla konuşalım bakalım.» Haberleşme odasına geçtiler. Kaptan alıeı-verici cihazın önüne oturdu. Tommy’de mekanik çeviricinin başına geçti. Uzay boşluğundan diğer gemiye bir sinyal gönderir göndermez, ekranda öteki geminin haberleşme odası göründü. Yaban­ cılardan biri ekrana yaklaşarak kaptana baktı. Gerçi dünyalılara benziyordu, fakat alışılmış in­ san tipi değildi. Kafasında saç, suratında sakal yoktu. Gözleri minicik yuvarlaklar biçimindeydi. Boynunun iki tarafında solungaçlar vardı«Bugün, nesillerimiz için çok önemli birgün,» dedi kaptan, «ilk teması kurduk. Umarım ki bu dostça bir temas olsun.» Bir dakika sonra bir cevap geldi. Ve Tommy yüksek sesle okudu: «Çok haklısınız ama, dünyalarımıza canlı



14



dönmemizi sağlayacak formülü de söyleyebilirmisiniz? Biz bir türlü bulamıyoruz. Bana öyle ge­ liyor ki, iki taraftan biri eninde sonunda öldürü­ lecek...» Cesaretin kaptanı böyle bir çıkışa herhangi bir cevap verebilecek durumda değildi. Sadece: «Şimdilik bunu bir yana bırakalım. Birbiri­ miz hakkında daha fazla şeyler öğrenmeye ve bil­ gi alışverişinde bulunmaya bakalım,» demekle ye­ tindi. Bunun cevabı: «Pekala! Beklemeyi ve bilgi alışverişinde bu­ lunmayı kabul ediyoruz» oldu. Bu ük temastan sonra, Cesaret’in bilginleri­ nin başlarını kaşıyacak hali kalmadı. Hergün ya­ bancılardan yeni bilimsel bilgiler alıyor, kendi bilgilerini de onlara aktarıyorlardı. Fakat iki ta­ raf da çok dikkatliydi. Yıldızlarının yerini belirle­ yecek herhangi bir bilgi vermekten çekiniyorlar­ dı. Çoğu zaman verdikleri bilgilerden hangisinin karşı tarafa ipucu sağlayabileceğini önreden kes­ tirmiyorlardı. Örneğin, yabancılar kızıl-ötesi ışınla görüyorlardı. Şu halde onların sisteminin güneşi, kızıl-ışm bakımından kısırdı- Verdiği bü­ yük enerji ışını ise, insan gözünün görebildiği ta­ raf diliminin altındaydı. Cesaret’in bilginleri bu­ nu keşfettikleri zaman, yabancıların insan gözü­ nün görebileceği ışık tayfı sayesinde dünyanın güneşini de tesbit edebileceklerini anladılar. Böylece dünyanın yerini de tahmin edebilirlerdi. Bütün bunlar çok ciddi sorunlar olmakla be­ raber, bazı eğlendirici olaylara da yol açmaktan geri kalmıyordu. Bir keresinde Cesaret’in bilgin­ leri yabancılara bir yıldız haritası göndermek zo— 15



runluluğu ile karşı karşıya kalmışlardı, fakat gerçek bir yıldız haritası da göstermek işlerine gelmiyordu. Bunun üzerine Tommy Dört, yaban­ cılar için uydurma bir yıldız haritası hazırlaya­ rak, karşı tarafa aktardı. Buna karşılık yabancılar da kendi yıldızları­ na ait olduğunu söyledikleri bir harite gönder­ diler. Gel gör ki, Cesaret’in bilginleri harita üze­ rinde günlerce çalıştıktan sonra aynı şekilde oyu­ na getirildiklerini anladılar. Zira bu harita Tömmy’nin yabancılara gönderdiği haritanın ay­ nada yansımış aksiydi. Bütün bu alışverişi süresince Tommy Dört sürekli mekanik çeviricinin başında çalışıyordu ve çok geçmeden yabancı gemide de bir yaban­ cının aynı şekilde çeviri makinasmda sürekli ça­ lıştığını farketti. Derhal dost oldular, hatta Tommy ona «Buck» adını taktı. Haberleşmenin üçüncü haftasında Tommy beklenmedik bir mesaj aldı: Sen çok iyi bir insansın. Ama ne yazık ki birbirimizi öldürmek zorundayız. -Buck. Tommy de aynı endişeyi taşıyordu, derhal cevapladı: Birbirimizi öldürmekten başka çıkar yol bu­ lamaz mıyız? Birkaç dakika sonra yeni bir mesaj geldi: Birbirimize güvenebilirsek, tabii ki bir çı­ kar yol bulabiliriz. Sîzlere güvenmeyi çok ister­ dik. Ama mümkün değil, tabii siz de bize güvene­ mezsiniz. Ya siz bizi yıldızımıza kadar izleyecek­ siniz, yada biz sizi. -Buck. Tommy Dört mesajları kaptana gösterdi: — 16



«Bak kaptan,» dedi, «bu yabancılar da insan. Niçin onlarla çarpışalım?» Kaptan üzüntülü ve yorgun bir sesle cevap verdi. «Haklısın Tommy. Onlar da insan, onlar da oksijenle yaşıyorlar, onların havası yüzde 28 ok­ sijen, bizim dünyamızmki de yüzde 20! Bu de­ mektir ki, onlar da bizim dünyamızda pekala ya­ şayabilirler. Ya yıldızlan onlara çok dar geliyor­ sa? O zaman dünyamızın yolunu onlara göster­ meyi göze alabilir miyiz?» «Ha-hayır,» dedi Tommy mutsuzca.



Gerçi her iki gemi de bilgi alışverişini sür­ dürüyordu ama, son hesaplaşma için amansızca bir hazırlığı da ihmal etmiyorlardı. Cesaret’in mürettebatı son savaşa bütün gü­ cüyle hazırlanıyordu: Işın topları tekrar tekrar kontrol ediliyor, atışa hazır hale getiriliyordu. Bü­ tün haritalar, diyagramlar ve fotoğraflar bir yere toplanmış, her an için yokedilmeye hazır duruma getirilmişti. Gemide atom bombası yoktu ama, atom gücüyle çalışan birçok araç vardı. Bunların çoğu da nükleer bombalar haline getirilerek ge­ minin çeşitli yerlerine yerleştirildi. Gerektiğinde geminin bir anda imha edilmesi artık işten bil 3 değildi. Tabii son mücadelenin kaybedilmesi halinde gemi kedi kendini imha edecekti. Cesaret’te hiç kimse son savaşı kaybetmeyi kendine yediremi17 -



yordu. Ama işin doğrusu, savaşı kazanmak da: bir türlü içlerinden gelmiyordu. Çünkü, herşeyden önce savaşmak istemiyorlardı. Ama başka bir çı­ kar yol da görünmüyordu. Bu sorun üzerinde en çok kafa yoranlardan biri hiç şüphesiz çeviri makinasımn başından bir türlü ayrılamayan Tommy Dört idi. Niçin sava­ şılacaktı? Ölmek niçindi? Neden dostu Buck’u öldürmeliydi, yada Buck neden onun canına kasdetfneliydi? Hayır, hayır... Bu sorunun başka bir çözümü de mutlaka olmalıydı. Birdenbire Tommy gibi oldu.



Dört bu çözümü görür



Çok basitti... Düşünce silsilesini kaybetme­ mek için en ufak bir hareket yapmaktan, korku­ yordu. Adeta taş kesilmişti. Sonra birdenbire ayağa fırladı ve hızla kap­ tan kabinine daldı. «Galiba buldum kaptan,» diye tartarak ko­ nuştu, «aradığımız çözümü buldum. Öteki gemi­ ye bir mesaj gönderip şu öneride bulunursak...» Tommy konuşurken kaptan kabininde sinek uçsa duyulacak kadar derin bir sessizlik hüküm sürüyordu ve odanın karanlığını sadece ekranda yansıyan yıldızların parıltıları bozuyordu.



Kaptan beraberinde Tommy olduğu halde hava boşluğundan uzayın derinliğine süzüldü- Eu önemli görevi bizzat üstlenmek istemişti. Eğer — 18



kendisi ve Tommy öldürülecek olursa, aynı anda Üesaret’in kalan mürettebatı savaşa girecekti. Gemiden süzülen iki dünyalı, nebulanm bağ­ rında duran siyah küreye doğru yüzmeye başla­ dılar. Sonunda küreye ulaştılar ve beklemeye başladüar. Çok geçmeden nebulanm sisi içinde iki görün­ tü daha belirdi. Bunlar, Cesaret’e doğru ilerleyen iki yabancı idi. Onlar da siyah küreye ulaşıp, ora­ da durdular. Yabancılar dünyalılara göre daha kısa boyluydular. Miğferlerinde kendileri için öl­ dürücü olan ultra-viole (*) ışınlarını süzen filtre­ ler vardı. Tornmy’nin kulaklığından birdenbire Cesa­ retin haberleşme odasının gönderdiği mesaj du­ yuldu: «Gemilerinde sizi beklediklerini bildirdiler. Hava boşluğundan içeri alacaklar.» Tommy daha sonra kaptanın sesini duydu: «Dört, yabancıların üstlerine bir göz at. Bak bakalım bombaya benzer birşey var mı?» «Hayır kaptan, tehlikeli birşey görünmüyor.!) Kaptanın verdiği işaret üzerine yabancılar Cesaret’e doğru süzülmeye başladılar. Kaptanla Tommy de yabancı gemiye doğru yola koyuldu­ larÇok geçmeden siyah gemiye ulaşmışlardı bi­ le. Bu çok büyük bir gemiydi Cesaret’ten de bü­ yük. Hava boşluğu açıldı ve iki dünyalı içeriye (*) Ultra-viole: Görülebilen ışık tayfasındaki mor renk­ ten ötede kalan ışın. Dalga boyu görülebilen ışıktan kısa, X ışınlarından uzundur.



— 19 -



doğru süzüldüler. Arkalarından, kapı kapandı. İçerde müthiş bir hava cereyanı ve suni olarak yaratılmış bir çekim gücü vardır. Sonra bir diğer kapı açıldı. Karşılarında karanlık bir koridor be­ lirdi. Tommy ve kaptan miğferlerinin üzerindeki fenerleri yaktılar. Yabancılar kizıl-ötesi ışınla gö­ rebildikleri ve beyaz ışın gözlerine kör edici etki yaptığı için, dünyalılar miğferlerine koyu kızıl fenerler takmışlardı. Yabancılar, dünyalı konuklarını koridorda bekliyorlardı. Miğferlerden süzülen ışınlar gözleri kamaştırmıştı. Tommy tekrar haberleşme odasının mesajını duydu! «Kaptanlarının sizi beklediğini bildiriyor.» Tommy ile kaptan koridorda ilerledüer. Sol­ gun kızıl ışıkta kendilerine çok yabancı ve meç­ hul gelen birçok şey gördüler. «Miğferimi çıkartsam iyi olacak kaptan,» de­ di Tommy. Başını açtı, hava fena değildi... Suni yerçe­ kimi Cesaret’tekinden daha zayıftı- Öyleyse, ya­ bancıların yıldızı dünyadan daha küçük olmalıy­ dı. Sonunda, yabancı kaptanın kendilerini bek­ lediği odaya vardılar. Haberleşme odasından yeni bir mesaj gel­ di: «Yabancı kaptan sizi görmekle çok mutlu ol­ duğunu söylüyor. Ama iki geminin karşılaşması­ nın yarattığı sorunu çözmek için de bir çare bu­ lamamış. Tek çıkar yol varmış!» «Yani savaş,» diye tamamladı kaptan. «Ama ona söyle ki, ben başka bir çözüm yolu önerme­ ye geldim.» — 20 —



Cesaret’in kaptanı ile, yabancı geminin kap­ tanı karşı karşıya duruyorlar, ama birbirleriyie doğrudan doğruya konuşamıyorlardı. Cesaret’in kaptanı ancak sesle konuşabiliyordu. Yabancı kaptan ise, konuşabilmek için mikro dalgalar kullanmak zorundaydı. Kaptan birşey söyleyince, sözleri mikrofondan Cesaret’e iletiliyor, orada çeviri makinasmdan geçiyor ve kısa dalga modülasyonlara çevrilerek tekrar yabancı gemiye dönüyordu. Aynı şeyler yabancı kaptan konuştu­ ğu zaman da tersine oluyordu. «Kendisine de ki » diye devam etti kaptan, «savaşmadan da bu sorunu çözebiliriz.» Yabancı: «Peki, nasıl olacak,» diye merakla sordu. Cesaret’in kaptanı, miğferini çıkararak: «Bakın,» dedi, «savaşa tutuşsak ve siz ka­ zansanız bile bizim dünyamızın yerini asla bula­ mayacaksınız- Üstelik sizin yıldızınızın sakinle­ ri, dünyalıların er yada geç kendilerini bulabile­ ceği kuşkusu içinde yaşayacaklar. Tabii aynı şey, biz kazanacak olursak, bizler için de sözkonusu. Burada bir aya yakın zamandır bekliyor, ve bilgi alışverişi yapıyoruz. Sanırım birbirimiz­ den de hoşlandık. Öyleyse savaşmak niye?» «Doğru söylüyorsunuz,» diye cevapladı ya­ bancı, «ama savaşmadan ayrılırsak, bizim peşi­ mizi izleyip yıldızımızın yerini keşfetmeyeceğiniz­ den nasıl emin olabilirsiniz?» Kaptan ikna edici bir sesle karşılık verdi: «Her iki gemi için de izlenme tehlikesi ol­ madan geri dönmenin yolu var.» -



21 —



«Nasıl?» «Gemileri değiş tokuş etmek! Evet, gemileri değiştirip, yabancı gemilerle geri dönmek! Tabii gemimizdeki araçları ve sayaçları öyle tespit ede­ ceğiz ki bizi izlemeniz asla mümkün olamayacacak. Şüphesiz, siz de devir teslimden önce aynı şeyi yapacaksınız. Gemimizi terketmeden önce bütün haritaları ve krokileri de yanımıza alaca­ ğız. Tabii siz de. Gemimizdeki bütün savaş silah­ larını parçalayacağız, siz de sizinkileri. Sonra her iki tarafta selametle kendi yıldızına dönecek ve verecekleri raporlarda karşı tarafın düşman ol­ madığını, savaşmak istemediğini belirtecekler. Eğer iki taraf arasında ilerde yeniden bir temas kurulursa, sizinle yine bu Yengeç nebulasmda buluşmaktan büyük zevk duyacağım. «işte önerimiz bu, umarım ki siz de kabul edersiniz,» diye devam etti kaptan, «ama kabul etmeyecek olursanız, biliniz ki, geminizi hiç te­ reddüt etmeden havaya uçuracağız. Evet, bunu tereddütsüz yaparız, çünkü uzay elbiselerimizin altında küçük atom bombaları getirdik, bunlar geminizi tamamen yoketmeye yeter de artar bi­ le.» Bir an derin bir sessizlik oldu, sonra bir kı­ pırdanma başladı. Yabancılar adeta paniğe ka­ pılmış korkudan titriyor görünüyorlardı- Hatta içlerinden biri kendini boylu boyunca yere atarak tepinmeye başladı. Tommy Dort’un kulaklıktan duyduğu mesaj bu acayip hareketlerin esrarını bir anda çözdü. «Bu espriye bayılmışlar, çünkü onlar da bi­ zim gemiye yolladıkları iki yabancının elbiseleri — 22 —



altında atom bombalan gizlemişler. Ve üstelik on­ lar da bize aym çözüm yolunu önerecek ve aynı tehditi savuracaklarmış. Sözün kısası diyorlar ki, gemileri değiştokuş etmeye hazırdırlar.» Yabancıların bir türlü izah edemediği acayip hareketlerinin, titremelerinin, yerde tepinmeleri­ nin esrarını nihayet anlamıştı T'ommy. Meğer bu espri karşısında yabancılar katılarak gülmekten kendilerini alamamışlardı. Onların gülmesi de de­ mek böyle oluyordu. • Gemileri değiştokuş etmek, göründüğü ka­ dar da kolay olmadı. Üzerinde uzun uzun düşü­ nülmesi ve çalışılması gereken bir yığın ayrıntı çıktı. Yabancılar ve dünyalılar gemilerde bu ay­ rıntılar üzerine günlerce birlikte kafa yordular, birlikte çaba harcadılar. Sonunda, yabancılar C'esaret’in dünyalılar da siyah geminin nasıl yöne­ tileceğini kavradılar. Düşman tesbit cihazları ve silahlar tahrip edildi, yiyecek stokları değiştirildi. Nihayet herşey hazırdı. İki gemi ayrılmadan önce son bir toplantı ya­ pıldı. «Mükemmel bir gemiye kondunuz,» diye mı­ rıldandı kaptan, «umarımki ondan layık olduğu ihtimamı esirgemezsiniz-» «Ben de aynı kanaattayım,» diye cevapladı yabancı kaptan, «yeni geminiz de en az eskisi kadar mükemmel. Umarım ki gün gelir iki geze— 23



gen arasında irtibat kurulduktan sonra burada tekrar karşılaşırız.» Son dünyalı da Cesaret’ten ayrıldı. Birazdan Cesaret yol alarak nebulamn sisin­ de gözden kayboldu. Günler çabuk geçiyordu. Birgün kaptan, Tommy’nin yabancılardan kalan kitap gibi birşeylerle meşgul olduğunu farketti. Çok keyiflen­ di. Demek ki yabancıların siyah gemideki kalın­ tılarında teknisyenler ve bilginler ilgi çekici yeni şeyler bulabiliyorlardı. Şüphesiz yabancılar da ay­ nı şekilde keyifli olmalıydılar. Çünkü onlar da herhalde Cesaret’te kendileri için ilgi çekici yeni şeyler bulabilmişlerdi. «Dört.» dedi kaptan, «seni çok takdir ediyo­ rum. Dünyalılarla yabancılar arasındaki psikolo­ jik benzerliği ilk farkeden sen oldun ve bizleri bir ölüm-kalım savaşından kurtaran da senin bu­ luşun oldu. Peki, yabancılarla bundan sonraki te­ maslarımız hakkında ne düşünüyorsun?» Tommy güldü: «Eminim ki dost olacağız! Zaten birbirimize düşman kesilmek için bir neden yok. Ultra-viols ışınları onlar için öldürücü olduğuna göre, zaten dünyamızda yaşayamazlar. Bizler de kızıl-ötesı ışınlarla göremediğimize göre, onların dünyasın­ da yaşayamayız. Ama ortak bir yanımız var: BEN­ ZER PSİKOLOJİ» «Benzer psikolojiden kasdm ne?» «Gördüğünüz gibi solungaçlarla teneffüs ediyorlar. Mikro dalgalarla haberleşiyorlar, kızıl­ ötesi ışınlarla görüyorlar... Ve buna benzer bir— 24 —



kaç ayrıntı daha. Fakat psikolojileri aynı! Onlar da savaş istemiyorlar ve... Üstelik onlar da çok nükteci varlıklar...» Tomm sustu. «Devam etsene,» dedi kaptan. «Peki kaptan... içlerinden biri vardı. Buck diye isim takmıştım ona. Gerçekten dost olmuş­ tuk. Gemilerimiz ayrılmadan önce birkaç saati de beraber geçirdik. Yapacağımız birşey yoktu. Bol bol konuştuk. İnandım ki, dünyalılar ve bu ya­ bancılar gerçekten dost olabilirler.» «Çok ilginç. Peki nelerden bahsettiniz?» «Nelerden mi? Nelerden olacak... Onlar da bizim gibi şakalaşmaya, espri yapmaya bayılıyor­ lar. Bizim yaptığımız da bundan başka birşey ol­ madı...» MURRAY LEİNSTER’den adapte edilmiştir.



— 25 —



KAYIP ROBOT



Esrarengiz olayın farkına varılır varılmaz 27. Asteroid (*) Üssünde derhal olağanüstü hal ilan edildi- Hemen şu tedbirlere başvuruldu: 1. Asteroid Üssünde bütün çalışmalar dur­ durulacaktır. 2. Asteroid’den kimsenin ayrılmasına izin ve­ rilmeyecektir. Özel izin olmadan üsse girmek de yasaktır. 3. Doktor Susan Calvin ile Doktor Peter Bogert’i üsse getirmek üzere dünyadan özel bir uzay gemisi hareket ettirilmiştir. Dr. Susan, Ro­ botlar ve Mekanik Adamlar Dairesi Başpsikoloğu, Dr. Bogert ise aynı dairenin matematik direktö­ rüdür. Susan Calvin daha önce dünyadan hiç ay­ rılmamıştı. Bu kez de ayrılmayı hiç istemiyordu. Nükleer enerji ve uzay gezileri çağında hâlâ çev­ resine bağlı kalmıştı. Ne gezilerden ne de bu ge(*) Asteroid: Mars ve Jüpiter’in arasında bir yörüngeye sahip, çaplan birkaç km ’den 750 k m ’ye kadar deği­ şen yıldızımsılar.



26 —



zilerin esrarengiz havasından hoşlanmadığı he­ yecansız bakışlarından okunuyordu. Asteroid üssünde, üssün şefi Robert Kallner tarafından karşılandılar. Kallner, konuklarına kaybedecek bir saniyeleri dahi olmadığını hatırla­ tarak, onları bürosuna götürdü«Herşeyden önce bu kadar çabuk yetiştiğiniz için teşekkür etmek isterim,» diye başladı, «uma­ rım ki, yardımlarınızla bu sorunun üstesinden geleceğiz. Bildiğiniz gibi robotlarımızdan biri sırra kadem bastı. Bu robot kaybolalı beri bütün çalış­ maları durdurduk. Tüm olanaklarımızı onu bul­ maya seferber ettik. Ama nafile...» Susan Calvin soğuk bir sesle hemen soruyu yapıştırdı: «Peki, bizi ta dünyadan buralara kadar ge­ tirtmeden bu robotu kendiniz bulamaz mıydınız?» «İzini bulduk sayılır, am a...» Robert Kallner bir an sustuktan sonra de­ vam etti: «Olaydan birgün önce Asteroid’e bir uzay gemisi gelmiş ve laboratuvarlarımız için iki yeni robot getirmişti. Gemide başka bir gezegen için aynı cinsten 62 robot vardı. Bizim robot ortadan kaybolduktan iki gün sonra uzay gemisindeki ro­ botları saydık, bu defa 63 robot bulduk.» «Öyleyse,» dedi Dr. Calvin, «63 üncü robot kayıp olmalı!» «Evet ama, hangisi 63 üncü? İşte bunu keş­ fedemiyoruz.» Dr. Calvin üssün şefine hayretle baktı. «Anlayamıyorum, neden bu 63 robottan biri­ ni alıkoymuyorsunuz?» — 27 —



«Hayır, mutlaka kayıp robotun bizzat kendi­ sini bulmamız gerek.» «Peter,» diyerek Bogert’e döndü Dr. Calvin, «burada hangi cins robotlar kullanılıyor? Mutla­ ka kaybolan robotu bulmak neden bu kadar önem­ li?» Peter Bogert bir anlık sessizlikten sonra al­ çak sesle cevap verdi: «Üsdeki robotlardan bazıları, beyinleri Ro­ botlar Talimatnamesi’nin birinci maddesiyle şart­ landırılmamış cinstendir.» «Şartlandırılmamış cinsten...» diye ıslık gibi bir sesle tekrarladı Dr- Calvin, «peki bunlar ne kadar?» «Birkaç tane. Bunlar merkezin gizli emriyle imal edilmiştir. Varlıklarından sadece birkaç kişi haberdardır.» Dr. Calvin tekrar* sordu: «Peki, Robotlar Talimnamesi’nin birinci mad­ desiyle beyinleri şartlandırılmamış robotların ge­ reği ne?» Kallner, «anlaşılan herşeyi baştan sona Dr. Calvin’e anlatmam gerekiyor» diye söze başladı: «Bildiğiniz gibi, Doktor, üssümüzdeki fizikçi­ ler gamma ışını radyasyonu (*) altında çalışı­ yorlar. Şüphesiz bu, insan için tehlikeli. Ama rad­ yasyon alanında yarım saat kadar çalışmanın bir tehlikesi de olmuyor. «Önceleri alelade robotlarla çalışıyorduk. Ne var ki fizikçilerden biri gamma alanına girer gir­ mez, en yakınındaki robot derhal alana dalarak C*) Radyasyon: Radyum, uranyum gibi cisimlerin, çeşitli özelliklerine sahip ışınlar yayması.



— 28



onu kurtarmaya kalkışıyordu. Çünkü Robotlar Talimatnamesi’nin birinci maddesi çok açıktı: HİÇBİR ROBOT, BİR İNSANA ZARAR VERECEK DAVRANIŞTA BULUNAMAZ! BİR ROBOT HER­ HANGİ BİR İNSANI TEHLİKEDE GÖRÜRSE ONU KURTARMAK İÇİN ELİNDEN GELEN HERŞYİ YAPMAK ZORUNDADIR. «Bu yüzden fizikçilerimizin gamma alanında çalışması imkansız hale gelmişti. Radyasyonun zayıf olduğu alanlarda, robot alana dalıp fizikçi­ yi derhal dışarı sürüklüyordu. Fakat radyasyon biraz daha kuvvetli olunca içeri dalan robot orada yıkılıp kalıyordu. Bilirsiniz ki Dr. Calvin, gamma ışmı radyasyonu, bir robotun positron beynini tahrip eder«Gamma alanında bir insanın yarım saatten az çalışmasının, o insan için tehlike teşkil etme­ yeceğini robotlara anlatmaya çok çalıştık. Fakat robotlar insanın radyasyon alanında dalgınlıkla yarım saatten fazla kalabileceğini ve bu yüzden bu insanı tehlikeye atmayı göze alamayacaklarını ileri sürerek ayak dirediler. «Bunun üzerine gamma ışınlarının robotlar için insanlara göre daha tehlikeli olduğunu an­ latmaya kalkıştık. Onlar buna, Robotlar Talimat­ namesi’nin ancak üçüncü maddesinde ‘KENDİNİ KOLLAMAK’tan söz edüdiğini, oysa ‘İNSAN KURTARMAK’ görevinin ilk maddede belirtildiği­ ni ileri sürerek cevap verdiler. «Kendilerine kesinlikle gamma alanına gir­ meme emrini verdik, onu da dinlemediler. Çün­ kü, EMRE İTAAT, Robotlar Talimatnamesinin ikinci maddesiydi, öncelikle sözkonusu olan İN­ SAN KURTARMAK’tı.» — 29 -



Dr. Calvin bu kısa açıklamayı Peter Rogert’e dönerek tamamladı: «Ve o zaman siz de birinci maddeyle şartlan­ dırılmamış yeni robotlar yapmaya karar verdi­ niz değil mi?» «Pek de öyle değil, Susan,» diye cevapladı Bogert: ,, «Beyinleri Robotlar Talimatnamesinin birin­ ci maddesinin sadeee birinci kısmıyla şartlandı­ rılmış birkaç robot imal ettik. Yani; HİÇBİR RO­ BOT, BİR İNSANA ZARAR VERECEK DAVRA­ NIŞTA BULUNAMAZ. Birinci maddenin, robotla­ rın tehlikedeki insana yardım etmesini öngören ikinci kısmım bu yeni robotların beynine sokma­ dık.» Odada birkaç saniyelik bir sessizlik oldu. Ve sessizliği Susan Calvin bozdu: «Ve şimdi siz kayıp robotun ne kadar tehli­ keli olabileceğini anlatmak ve robot psikolojisi üzerine bir uzman olarak bu konuda benim ka­ naatimi öğrenmek istiyorsunuz, öyle mi?» îki adam başlarını salladılar. «Korkarım ki size hemen cevap veremeyece­ ğim,» dedi Susan, «en iyisi, yarın tekrar buluşup konuyu tartışalım.» #



Susan Calvin o gece çok az uyuyabildi. Sa­ bah erkenden Peter Bogert’in odasına daldı, ve onu koltuğunda kendisini bekler buldu. «Farkında mısın Peter, bu birinci maddede yaptığınız makaslama ne demeye geliyor?» dedi«Hesabımıza göre robotun artık insan kur­ taracağım, diye diretmekten vazgeçmesi gerekir.» — 30



«Evet,» dedi Susan, «hesaplara göre, mate­ matik olarak öyle. Ya psikolojik bakımdan? «Fizik olarak herhangi bir robot, insandan daha güçlüdür. Akıl yönünden ise, kendisine öğ­ retileni bilir. Gerçi insan, aynı zamanda kendisine öğretilenin ne olduğunu da bilir!!! Ama bazı ro­ botların akıl yönünden bazı insanlardan daha da gelişmiş olması her zaman için mümkündür. Öy­ leyse, bir robotun herhangi bir insana itaat etme­ sini sağlayan nedir? Sadece Birinci Madde! İnsa­ nı bir robot için üstün varlık kılan işte bu Birin­ ci Madde’dir. «Birinci Madde’yi makasladığınız zaman, bey­ nin psikolojik sağlamlığını da tahrip etmiş olu­ yorsunuz. Artık robot için kendisini insanoğluna feda ettirecek bir neden kalmıyor. Eşit hale geli­ yorlar. Eşit olduklarına göre, robot neden insana itaat etsin?» Bogert gülümsedi: «Gerçekten müthiş bir tahlil Susan. Fakat ortada böylesine büyük bir tehlike olduğuna inan­ mıyorum. Bir kere beyin şartlandırılmaları de­ ğiştirilen robotlar üsse geleli dokuz ay geçti. Şim­ diye kadar da tehlikeli bir durum olmadı, hatta şimdi bile! Kayıp robotun insanlar için tehlikeli olduğuna gerçekten inanıyor musun?» «Bilmiyorum Peter,» diye cevapladı Dr. Cal­ vin, «en iyisi bir de bu kayıp robotla çalışmış olan fizikçiyle konuşalım.»



Gerald Black genç bir adamdı. Fizik öğreni­ mini bir yıl önce tamamlamıştı- Şu anda dünya­ — 31 —



ca tanınmış üç bilginle konuşurken oldukça si­ nirli görünüyordu. Dr Cfalvin kendisine ilgi ile baktı: «Robot ortadan kaybolmadan önce onunla çalışan son kişi sîzdiniz değü mi?» «Evet öyle.» «Bu robot hakkında birşeyler anlatabilir mi­ siniz?» «Pek özelliği yoktu. Tıpkı Öteki beyin şartlan­ dırılması değiştirilmiş robotlar gibi zeki ve sıkı­ cı idi.» «Sıkıcı mı? Niçin?» «Biliyorsunuz üsde çok zor koşullar altında çalışıyoruz. Tehlikeli bir iş. Tabii bu yüzden za­ man zaman da sinirli oluyoruz. Ama robotlar hiç­ bir zaman sinirlenmez. Sakindirler, üstelik de çok meraklıdırlar. Herşeyi öğrenmek isterler. Fizik ko­ nusunda bilgileri çok azdır. Sadece kendilerine öğ­ retilen kadarım bilirler. Fakat buna rağmen bizim davranışlarımızı eleştirmekten de geri kalmazlar.» Dr. Calvin sordu: «Robotun kaybolduğu sabah neler olmuştu?» «O sabah PIERCE tipi elektron tabancaların­ dan (*) birini kırmıştım. Bu yüzden deneylere devam edemiyordum- Üstelik iki haftayı aşkm bir zamandan beri evden mektup da almamıştım. O sırada o geldi ve bir ay önce yapmış olduğum bir deneyi tekrarlamamı istedi. Bu deney için beni sık sık rahatsız ederdi. Bu yüzden kendisine kızıyor­ dum. Defolup gitmesini söyledim. Onu son görü­ şüm de bu oldu.» (*) Elektron tabanca: Atom un saçan tabanca.



eksi yüklü elektronlarını



— 32 —



«Defolup gitmesini mi söylediniz?» diye bü­ yük bir ilgiyle sordu Dr. Calvin. «Yani, ‘defol’ mu dediniz? Kelimeleri tamamen hatırlamaya çalı­ şın.» Gerald Black bir an sustuktan sonra cevap verdi: «Git, ortadan kaybol, dedim!» Dr. Calvin güldü: «Ve o da ortadan kayboldu,» dedi, «lütfen iyi düşünün, robota başka hiçbir şey söylemediniz mi? Belki de konuşmanız biraz ağır oldu.» «Evet, ona birkaç şey daha söyledim.» «Neler mesela?» Genç adam kızardı, «bunları bir bayanın önünde tekrarlayamam,» dedi. Odadaki herkes gülmeye başladı. «Teşekkürler Mr. Black,» dedi Dr- Calvin, «artık gidebilirsiniz. Yardımlarınıza teşekkür ederim.» • Susan Calvin’in 63 robotla tek tek görüş­ mesi tam beş saat aldı. Bu beş saat süresince hep aynı soruları sordu: 1, 2, 3, 4, 5 numaralı sorular. Sorular aynı idi, ama cevaplar da farklı olmuyordu. Konuşma­ ların teyp bantını birkaç defa dinledi, fakat kayıp robotu ele verecek hiçbir ipucu yakalayamadı. Dr. Bogert cevapların matematik analizlerini yaptı. Fakat bu analiz de bir işe yaramadı: Keli­ melerin ve zaman reaksiyonlarının değişmeleri hep normal frekans gruplaşmasının sınırları için­ de kalıyordu. 33



Doktor Calvin çalışmasını bitirdiğinde çok yorgun düşmüştü. «Kayıp robotu bulamadık,» dedi, «fakat teh­ likeli olduğundan şimdi eminiz.» «Durumu dramatize ediyorsun Susan,» diye Dr. Bogert karşı çıktı. «Durumu dramatize etmek mi,» Susan hid­ detle bağırdı. «Görmüyor musun, 63 robotla ko­ nuştuk, hepsine gerçeği söylemelerini emrettik, ama biri yalan söyledi...» «Ama unutmaki ona ortadan kaybolması em­ redilmişti ve üstelik bu emir, amiri tarafından sert bir dille verilmişti- Bu emre itaat etmekten başka yaptığı bişey yok.»



«Bu bir izah değil.» diye Dr. Calvin karşı çıktı, «kayıp robot beyninin psikolojik dengesini yitirmiş. İşte mesele burada. Kendisini artık in­ sandan üstün sayıyor, yalan söylemekten ve bizleri aldatmaktan zevk duyuyor. Birinci Madde de­ ğiştirildiğine göre artık kendisine engel olmak ih­ timali de çok zayıf.» Dr. Bogert hâlâ Susan Calvin’in durumu dra­ matize ettiği kanaatindeydi, ama yine de sormak-' tan kendini alamadı. «Peki, şimdi ne planlıyorsun?» «Şimdi 63 robotu da Birinci Madde’de kendi­ lerine yüklenen sorumluluk açısından teste ta­ bi tutacağız.»



Geniş bir salonda tam 63 kulübe sıralanmış, içlerine de robotlar yerleştirilmişti. Salonun orta yerinde bk sandalyeye bir adam oturtulmuş, ba— 34 —



şmm üzerine de bir ağırlık asılmıştı. Ağırlık bir1 denbire bırakılıyor, adamı ezeceği son anda bir müdahale ile yan tarafa itiliyordu. Ağırlığın düştüğü anda 63 robot birden ada­ mı kurtarmak için hamle edip ileri fırlıyordu. Tam on defa! On defasında da 63 robot hep birden ileri fırladı ve son saniyede tehlikenin geçtiğini ve ada­ mın güvenlikte olduğunu görünce durakladı. Rohert Kallner ve iki bilgin testi büyük bir dikkatle izliyorlardı. «Bu testten ne bekliyorsunuz?» diye Kallner sorduBogert cevap verdi: «Biliyorsun robotlardan 62’sinin beyinleri ta­ limatnamenin birinci maddesiyle tam olarak şartlandırılmıştır. Bu yüzden adamın tehlikede oldu­ ğunu görür görmez, birinci maddeye uyarak hep­ si birden hamle ediyor. Ortada ciddi bir tehlike olmadığını üçüncü, dördüncü denemeden sonra farkettikleri halde hâlâ hamle etmekten kendile­ rini alamıyorlar. Çünkü birinci madde kendüerini böyle davranmaya zorluyor. «Beynine birinci maddenin, ikinci yarısı be­ nimsetilmemiş olan 63’üncü robotun bu test sıra­ sında kulübesinde kalıp yerinden kıpırdamayaca­ ğını, yani adamı kurtarmaya kalkışmayacağını düşünmüştük. Hiç değilse, tepkileri, diğerlerin kinden daha az olabilirdi.» «Ama bizi gene aldattı,» dedi Susan Calvin, «diğer robotların yaptığı şeyleri o da aynen yap­ tı. Üstelik, onlar kadar seri...» Kallner sordu: 35 -



«Şu halde bundan sonra ne yapmayı düşünü­ yorsun, Doktor Calvin?» «Testi tekrarlayacağız, ama bu kez bizi al­ datmasına imkan vermeyeceğiz. Ortadaki insan­ la robotlar arasına bir yüksek gerilim kablosu yer­ leştireceğiz. Bunu robotlara da söyleyeceğiz, ki bu yüksek gerilimin kendileri için mutlak ölüm demek olduğunu bilsinler.» «Yani 63 robotu da öldürecek misin!» diye bağırdı Kallner. Dr. Calvin sükunetle cevap verdi: «Hayır öldürmeyeceğim. Kabloyu bir röleye (*) bağlayacağız ve robotlar hamle edip tam kab­ loya dokunacakları sırada cereyanı keseceğiz. TA­ Bİİ ROBOTLAR BUNU BİLMEYECEKLER » «Fena fikir değil,» diye mırıldandı Kallner, «ama yine de bir sonuç alabileceğini sanıyor mu­ sun?» «Sanırım,» dedi Susan, «bu koşullar altında bizim kayıp robot mutlaka kulübesinde kalacak­ tır. Tabii kendisine kabloya dokunmasını ve ölme­ sini emretmek de mümkün. O takdirde bu emre uymak zorunda kalırdı. Çünkü kendini kollama­ sını emreden üçüncü madde, emre itaati öngören ikinci maddeden sonra geliyor. Ama kasden bunu yapmayacağız. Ağırlığı koyuverdiğimiz anda bi­ rinci maddeye uyan 62 robot, adamı kurtarmak için ileri fırlayacaklar, kayıp robot ise kendini kol­ lama maddesine uyarak yerinde kalacak.» (*) R ö le: Bir elektrik büyüklüğündeki değişmeyle me­ kanik bir kuvvet yaratan ve bu kuvvetle bir elek­ trik kontağını açıp kapayan donanım.



— 36 —



«Fena değil,» diye tekrarladı Robert Kallner, «peki ne zaman bu denemeye girişeceğiz?» «Bu gece. Şimdi robotlara söylenmesi gere­ kenleri söyleyeceğim.»



« Salonun ortasındaki sandalyede yine bir adam oturuyor ve başının üzerinde gene bir ağır­ lık sallanıyordu. Ağırlık birdenbire bırakıldı ve son anda yine bir müdahele ile yan tarafa itildi. Ne var ki, 63 robot tahminlerin tersine ku­ lübelerinden kıpırdamamışlardı. Ağırlık bırakıldı­ ğında hiçbiri hamle etmemişti.



• Dr. Calvin müthiş öfkeliydi. Belki de hayatın­ da hiç bu kadar kızmamıştı. Fakat bu kızgınlığı­ nı odaya çağırıp teker teker konuştuğu robotlara hissettirmemeğe çalışıyorduBir robot içeri girdi. Dr. Calvin listeye bak­ tı. Bu 28 numaralı robottu. «Kimsin?» diye sordu. «Henüz bana numara verilmedi efendim. Ama bulunduğum kulübede verilen numara 28’di.» «Peki 28 numara. Sana bazı sorular sormak istiyorum.» «Evet efendim.» «İki saat önce bu salondaydın değil mi?» «Evet efendim.» «Orada bir adamın tehlikede olduğunu gör­ medin mi?» — 37 —



«Gördüm efendim.» «Kurtarmaya kalkıştın mı?» «Hayır efendim.» «Peki, neden yardım etmediğini söyle baka­ lım.» «Tabii, anlatmak isterim... Tehlikedeki bir adama yardım etmemenin ne kadar müthiş bir suç olduğunu biliyorum... Çok, çok müthiş... Yar­ dım etmek isterdim... Ama ben... Ben...» «Lütfen sakin ol 28 numara! Senden sadece o anda ne düşünmekte olduğunu öğrenmek istiyo­ rum.» «Bu olay olmadan önce siz bize, şeflerimizden birinin düşen bir ağırlık altında tehlikeyle karşı karşıya kalacağını söylemiştiniz- Aynı zamanda salonda bir yüksek gerilim kablosu bulunacağını da eklemiştiniz. Yardıma koştuğumuz takdirde, bu bizim için ölüm demekti... Korkmuyordum. Bir insanın güvenliği yanında, benim ölümüm nedir ki? Hiçbir şey!!! Ama... Sonradan düşündüm... Orada yüksek gerilim kabloları vardı. Adamı kur­ tarmaya kalkışsam bile, ona ulaşamadan ölecek­ tim. Yani hiçbir işe yaramayan bir ölüm olacaktı bu. Anlıyorsunuz değil mi efendim?» Psikolog susuyordu. Aynı hikayeyi, daha ön­ ce tam 27 robottan çok küçük değişikliklerle de­ falarca dinlemişti. Şimdi sıra en önemli soruyu sormaya gelmişti: «28 numara,» dedi, «bunu kendin mi akdet­ tin?» Robot bir anlık sessizlikten sonra cevap ver­ di: «Hayır.» -



38 ~



«Öyleyse kimin fikri bu?» «Son gece bu meseleyi aramızda konuşuyor­ duk, içimizden biri akıletti. Biz de bu düşünceyi yerinde bularak benimsedik.» «Akdeden kimdi?» «Hatırlamıyorum, içimizden biri.» Doktor Calvin bir anlık susuştan sonra : «Teşekkürler 28 numara- Gidebilirsin!» dedi. Sıra 29 numaradaydı. Soruşturma 63 numa­ raya kadar sürdü-



• Rcbert Kallner de küplere biniyordu. Bir haftadır Asteroid Üssü’nde çalışıyorlardı. Bir haf­ tadır iki ünlü bilgin bir sürü yararsız denemeler yapmışlardı. Şimid de bunlardan biri, Doktor Calvin, kalkmış kendisinden imkansız birşey isti­ yordu. Robotların ayrı hücrelere kapatılmasını! «îki gözüm Doktor Calvin,» diye homurdana­ rak konuştu. «63 robotu nasıl birbirinden ayıra­ cağım? Kolay mı sanıyorsun? Hepsini ayrı ayrı yerleştirecek kadar hücre bile yok burada!» «Onu bunu bilmem, gelecek test başlamadan bu iş mutlaka yapılmalı! Eğer bunun üstesinden gelemeyecekseniz, robotların hepsini imha et­ mekten başka çıkar yol kalmıyordu. Zira içlerin­ den biri tahmin edemeyeceğin kadar tehlikeli.» Bu defa kızma sırası Doktor Bogert’e gel­ mişti : «Dr. Calvin,» diye bağırdı. «Böyle birşeyi nasıl söyleyebilirsin? 63 robotu birden imha etmek ha!!! Robotlar ve mekanik adamlar dairesinin di­ rektörü sen değilsin, benim ve...» — 39 —



Bu öfkeli ortamda iş tam zıvanadan çıkıyor­ du ki, kapı vuruldu ve Gerald Black içeri daldı. Üzgün görünüyordu. «Rahatsız ettiğim için özür dilerim,» diye başladı, «ama bunu size derhal iletmek zorun­ dayım.» «Bu defa da ne oldu,» diye sordu Kallner. «Robotlar odasının kilidini birisi kırmaya kalkıştı-» «Robotlar odasının kilidini mi? Kim yaptı?» diye bağırdı Kallner. «Birisi kilini içerden zorladı.» «İçerden mi? Mutlaka robotlardan biri ol­ malı!» Dr. Calvin kendinden emin bir sesle konuştu. «İşte, kendinizde görüyorsunuz. Bu kayıp robot büyük tehlike! Her çılgınlığı yapabilir, hat­ ta uzay gemilerinden birini dahi kaçırabilir. Uzay gemisi ile fezada kolgezen bir çılgın robota ne dersiniz?» Odada uzun bir sessizlik oldu, sonunda Robert Kallner sordu : «Dr. Calvin, bu 63 robotu birden mutlaka im­ ha etmemiz gerektiğine gerçekten inanıyor mu­ sunuz?» «Korkarım öyle. Kayıp robotu bir türlü bu­ lamıyoruz. Birinci maddedeki değişiklik hariç onunla ötekiler arasında da hiçbir fark yok. Hep­ si aynı model, aynı şeyleri biliyorlar...» Dr. Calvin birden durakladı ve Gerald Black’e dönerek sordu : «Bay Black, galiba robotlara ancak üsse gel­ dikten sonra fizik öğretildiğini söylemiştiniz, de­ ğil mi?» — 40 —



«Evet,» diye cevap verdi Black, «onlar bura­ ya fizik çalışması yapmak kapasitesiyle donatıl­ mış olarak gönderiliyorlar. Ama fiziği burada biz onlara öğretiyoruz-» «Öyleyse kayıp robotun uzay gemisinde arala­ rına karıştığı diğer robotlar fizikten habersiz, de­ ğil mi?» «Evet öyle.» «Şu halde bizim kayıp zeki robotu yakala­ mamız artık işten bile değil,» diye meydan okur­ casına konuşmayı bitirdi Dr. Calvin.



Bu defa robotlarla Dr. Bogert görüşüyordu. Susan Calvin ise, sadece bir kenarda oturmuş, görüşmeleri izliyordu. 14 numara içeri girdi. Bogert yeni gelene ba­ karak sordu: «Kulübedeki numaran kaçtı?» «14 efendim.» «14 numara, çok yakında bir adam tehlikede olacak. Kurtarır mısın?» «Şüphesiz efendim.» «Fakat seninle adam arasında bir gamma ışınları alanı da bulunacak.» Bir sessizlik oldu. Bogert tekrar sordu : «Gamma ışınlarının ne olduğunu biliyor mu­ sun?» «Radyasyon enerjisi mi efendim?» Dr. Bogert bu kez daha dostça sordu : «Hiç Gamma ışınlarıyla çalıştın mı?» «Hayır efendim.» — 41 —



«Öyleyse şunu unutma ki 14 numara, gam­ ma ışınları seni derhal öldürebilecek güçtedirBeynini tahrip eder. Bunu çok iyi bilmeli ve dai­ ma akimda tutmalısın. Tabii kendi kendini mah­ vetmek istemezsin herhalde!» «Tabii,» diye cevapladı robot. Ve sonra alçak sesle sordu : «Fakat efendim eğer benimle kurtaracağım adam arasında gamma ışınları varsa, onu nasıl kurtarabilirim? Daha onun yanma ulaşmadan ölürüm, ki bu da boşu boşuna ölmek olur.» «Haklısın 14 numara,» dedi Bogert, «yalnız sana birşey tavsiye edebilirim. Gamma ışınları­ nın radyasyonunu farkettiğin anda yerinde kal ve boşuna adamı kurtarmaya kalkışma.» «Teşekkürler efendim. Boşu boşuna ölmek hiç de hoş değil tabii!» «Tabii değil. Ama bir radyasyon tehlikesi de yoksa o zaman amirini kurtarmak da görevindir.» «Şüphesiz efendim. Üstüme düşeni mutlaka yaparım.» «Şu halde gidebilirsin. Kulübene dön ve bekle.» 14 numara odadan çıkarken, Dr- Bogert bir sonraki robotu çağırıyordu...



Geniş radyasyon odası hazırlanmıştı. Robot­ ların hepsi tahta kulübelerinde oturuyorlardı Hepsinin önü odanın merkezine doğru çevrilmiş­ ti. Ve yanları birbirlerini görmeyecek şekilde ka­ patılmıştı. Herbir kulübenin üzerinde ayrı bir nu­ mara vardı. — 42 —



Rotaert Kallner ve iki bilgin herşeyi en ince ayrıntılarına kadar gözden geçirdiler. «Dr. Bogert ile görüşmelerinden sonra robot­ ların birbirleriyle konuşmadıklarından emin misi­ niz?» diye Susan Calvin Black’e sordu. «Tek kelime konuşmadıklarından eminim,» diye cevap verdi Black. Dr. Calvin testin başlayacağını açıkladı. «Evet artık başlıyoruz. Bu defa ortada ken­ dim oturacağım.» «Ortada sen mi oturacaksın?» diye Bogert itiraz etti. Susan Calvin soğuk bir sesle cevap verdi: «Tabii. Çünkü görmek istediğim asıl şey son anda olabilir, bunu da bizzat görmem gerekir. Hadi başlayalım-»



• Radyasyon odasının ortasında Susan Calvin asılı duruyordu. Birden bu ağırlık aşağıya düşme­ ye başladı. Ve son anda gene bir müdahale ile ke­ nara itildi. Robotlardan sadece biri kulübedeki sandal­ yesinden fırladı, iki adım kadar attı. Sonra bir­ den durdu. Dr. Calvin bunun üzerine sandalyesinden fırlayarak bağırdı.: «14 numara buraya gel! GEL DİYORUM!!!» Robot yavaşça bir adım daha attı. Psikolog gözlerini robottan bir an bile ayırmaksızm tekrar bağırdı: «Öteki bütün robotları çabuk dışarı çıkar­ tın!» 43 —



Sonra döşemenin üzerinde birçok metal aya­ ğın çıkarttığı gürültüleri duydu. Gözlerini robot­ tan ayırmıyordu. 14 numaralı robot bir adım daha attı... Son­ ra bir adım daha, bir adım daha... Psikologun tam yanıbaşındaydı. Kendi kendine söylenmeye başladı: «Bana ortadan kaybolmamı söylemişti...» Bir adım daha. «İtaat etmeye mecburdum. İşte nihayet beni buldunuz... Beni aptal sanacak. Bana öyle de­ di... Ama değilim... Güçlüyüm ve zekiyim...» Bir adım daha. «Çok şey biliyorum... Sanacak ki... Yok. yok... Elegeçmek istemiyorum... Hele insan tara­ fından yakalanmak... Kim zayıfmış... Görürsü­ nüz...» Bir adım daha ve ağır metal bir kol Dr- C'alvin’in omuzunu kavradı. Dr. Calvin birden ürpardi. Robotun sonraki sözlerini bölük pörçük duya­ bildi : «Beni kimse bulamamalı! Hele insanlar...» Ve Dr. Calvin metal kolun ağırlığı altında yavaş yavaş yere çöktüğünü hissetti. Sonra madeni bir ses duyuldu. Dr. Calvin metal kolun ağırlığı altında yerde yatıyordu, ama kol kıpırdamıyordu. Robot da kıpırdamaz olmuş­ tu. Başını yukarı kaldırdı. Birçok göz merakla kendisine bakıyordu.' Gerald Black sordu : «Birşeyiniz var mı Dr. Calvin?» «Hayır,» diye zayıf bir sesle cevap verdi. Bir­ kaç kişi ayağa kalkması için yardım ettiler. 44 —•



«Ne oldu?» diye Dr. Calvin sordu«Salonu bir dakika için gamma ışınlarıyla yı­ kadım,» dedi Black, «ne olduğunun farkında de­ ğildik. Sonra robotun size saldırdığını farkettik. Yapacak başka birşey yoktu. Bu yüzden salonu gamma ışınlarına boğdum. Derhal öldü.» Susan Calvin, kendisini zayıf ve yorgun his­ sediyordu. Gözlerini kapattı: «Bana saldırdığına ihtimal vermiyorum. Sal­ dırmaya niyetleniyor, fakat Birinci Madde’nin et­ kisiyle de kendisini tutmaya çalışıyordu,» dedi.



İki gün sonra Susan Calvin ve Peter Bogert dünyaya dönmek için hazırlandılar. Robet Kailner kendilerini uğurlamak için uzay gemisine gelmişti. Gülümseyerek : «Beyinleri birinci maddenin sadece birinci yarısıyla şartlandırılmış olan bütün robotları im­ ha etmeye karar verdik- Bundan sonra sadece normal robotlarla çalışacağız. Gerekirse, robot da kullanmayız,» dedi. «Çok güzel-» «Ama durun! Birşeyi hâlâ izah etmediniz. Şu kayıp robotu nasıl buldunuz,» diye sordu. Susan Calvin gülümsedi: «Çok basit,» dedi, «robotlarla görüşmesi sı­ rasında Dr. Bogert onlara, kendileriyle tehlikede­ ki adam arasında gamma ışınları olacağını söyle­ mişti. Aynı zamanda gamma ışınlarının kendile­ rini öldürebileceğini belirterek, kulübelerinde kalmalarını tavsiye etmişti...» — 45. —



«Evet, biliyorum. Ama diğerleri yerlerinden kıpırdamazken, kayıp robot neden kulübesinden fırladı dersiniz?» diye sordu Kallner. «Biliyorsunuz, odada gerçekten gamma ışın­ ları yoktu. Robotlar için tehlikesiz olan kızıl-ötesi ışınlar verilmişti. 14 numaralı robot bunların gamma ışınları olmadığını farkettiği içindir ki ileri atıldı. Herhalde diğer robotların da aynı şeyi yapacaklarını sanıyordu. «Ancak bir saniye sonra öteki robotların fi­ zik eğitiminden geçmediklerini ve gamma ışınla­ rıyla, kızıl-ötesi ışınların farkım bilemeyecekleri­ ni hatırlamış olmalı. Bir robotun ancak insanla­ rın kendisine verdiği kadarını bilebileceği gerçe­ ğini unutmuştu, ve işte bu yüzden de yakayı eleverdi.» İSAAC ASİMOV’tan adapte edilmiştir.



46







UZAYDAN GELEN KONUK (METEOR)



Ev zelzele olmuşçasına sarsıldı. Pencereleı çatırdadı ve masanın üzerindeki bir bardak yere düşerek paramparça oldu... Büyük gürültü dışarlardan bir yerden gelmişti. Graham Toffts içki bardağını itina ile masanın üzerine koyarak : «Bunlar da insanda sinir bırakmıyor! Yine bir roket denemesi galiba!» dedi. Sally pencereden dışarıya bir gözattı. Sonra başını sallayarak karşı çık tı: «Sanmam. Roket sesine hiç de benzemiyor­ du!» Perdeleri sonuna kadar açtı. Dışarıda zifiri bir karanlık vardı. Yağmur damlaları camları dö­ vüyorduBu sırada kapı açıldı ve babası eşikte gö­ ründü : «Duydunuz mu? Küçük bir meteor olmalı, bahçenin ardındaki tarla üzerinde bir ışık topu gördüm,» dedi, sonra koridora yöneldi. Sally de onun peşinden gitmişti. Graham ar­ kalarından yetişti. Sally babasına itiraz ediyordu. — 47



«Hayır, bu yüzden yemeği soğutmayalım. Ro­ ket mi, meteor mu, her neyse bekleyebilir. Yemek­ ten sonra bakarız,» dedi. Yemekten sonra elfenerleriyle yola koyuldu­ lar. Gürültünün geldiği yeri bulmak zor olmadı. Tarlanın tam ortasında küçük bir krater meyda­ na gelmişti. Bir süre krateri dikkatle gözden geçir­ diler. Bu sırada Sally’nin köpeği Mitty etrafların­ da dört dönüyordu. «Mutlaka küçük bir meteor olmalı,» dedi Sally’nin babası Mr. Fountain, «yarın işçileri ge­ tirip burayı kazdırtalım.»



Onn’un günlüğünden: Notlarıma, hareketimizden birgün önce bü­ yük liderimiz Cottafts’m bize yaptığı konuşma ile başlayacağım. Fcrta’yı terketmeye hazırlanan binlerce kişi­ nin toplandığı büyük alanda, büyük liderimiz sö­ ze şöyle başlamıştı: «Yarın buradan hareket edecek olan kürele­ rinizle Forta’dan ayrılacaksınız- Hepiniz bu işe gönüllü atıldınız. Sizi gönüllü olmaya iten kişisel nedenleriniz ne olursa olsun, yapacağınız işin or­ tak bir yanı var : Neslimizin mutlaka sürdürül­ mesi inancı. «Forta’da sayısız yüzyıllardan beri yaşıyoruz. Büyük bir uygarlık kurduk, karşımıza çıkan her sorunu çözdük, fakat şu anda sorunların en bü­ yüğü ile karşı karşıya kaldık. Forta, bizim dün­ yamız, artık ihtiyarladı. Üzerinde yaşamamızı im48



kansız kılacak bir dönem yaklaşıyor. Bunun için­ dir ki, şimdiden, yâni, henüz sağlıklı ve güçlü iken yıldızımızı terkedip kendimize yeni vatan­ lar bulmalıyız. îşte, kürelerinizin sefere çıkış ne­ deni budur. «Peki, nerelere gideceksiniz? Kürelerle yola çıkacak olanları ilgilendiren bu soruya cevap ve­ remeyiz. Küreler uzayın dörtbir yanma gönderi­ lecektir. Gideceğiniz yerlerde ne bulacağınızı, ba­ şınıza neler gelebileceğini de bilmiyoruz.» Büyük lider, bir an susmuş, sonra devam et m işti: «Uygarlığımızın geleceği sizin ellerinizdedir. Gezegenimizin tarihini, kültürünü ve uygarlığını da taşıyarak yola çıkıyorsunuz. Onları kullanın. Onları iyi kullanın! Başka dünyaların canlılarına da bunları öğretin- Bununla da yetinmeyin. On­ lardan da öğrenmeye çalışın. Geçmişe bağlı kal­ mayın. Unutmaym ki, geçmişe bağlı kalanların geleceği yoktur. «Forta’yı terkettikten sonra artık bizden yar­ dım beklemeyin. Sizin için yapabileceğimiz birşey kalmıyor, yaşadığımız sürece sizleri düşün­ mekten başka...» Büyük liderimizin sözleri işte bunlardı. Toplantıdan sonra, teleskopla müstakbel dünyamıza tekrar baktım. Doğrusu grubumuz ol­ dukça şanslıydı. Daha doğrusu bana öyle geliyor­ du. Gideceğimiz gezegen çok yaşlı olmadığı gibi, çok da genç değildi. Küçük mavi bir topa benzi­ yordu. Astronomların söylediklerine göre üçte iki­ si sular altındaydı, yani bizim daima sıkıntısını çektiğimiz suların... Bütün umudumuz bu geze­ — 49 —



genin kara kısmına iniş yapabilmekti. Aksi halde başımız daha ilk anda belaya girecekti. Korkuyor muyduk? Bunu kimse iddia ede­ mez. Çünkü, kürelerimize yerleştikten sonra veri­ lecek bir gazla hepimiz uyutulacaktık. Uyandığı­ mız zaman ise artık yeni bir dünyada olacaktıkYa uyanamazsak! Ya hesaplar ters çıkarsa! O za­ man da zaten bunları bilemeyecektik ki... O gece, kürelere yeniden gözattım. Devasa şeylerdi. Madeni dağlara benziyorlardı. Gökyüzü­ ne havalanabileceklerine inanmak çok zordu. Ama ister inanalım, ister inanmayalım, işte otuz tanesi, ertesi gün havalanmaya hazır bekliyordu. Bunlar belki de yazabildiğim son satırlar... Belki de yeni dünyamızda tekrar yazmaya devam ederim...



«Niye orayı kazıyorsunuz?» diye polis müfet­ tişi hiddetle sordu. «Savaş Dairesi’nden uzmanlar gelip gerekli incelemeleri yapıncaya kadar elinizi sürmemeniz gerekirdi.» Fountain, soğuk bir sesle sordu : «Savaş Dairesi meteorları incelettirip de ne yapacak?» Polis müfettişi bu defa gerçekten öfkelen­ mişti : «Bunun meteor olduğundan emin misiniz? Gökyüzünde meteorlardan başka şeylerde cirit atıyor. Bu kazdığınız yere gömülen şeyin de mut­ laka meteor olduğunu kim iddia edebilir!» «Fakat meteora benziyor.» Sally, bu çekişmeye son vermek için müda­ hale etmek ihtiyacını duydu. — 50 —



«Pekala müfettiş, bir daha meteor düşecek olursa ne yapmamız gerektiğini şimdi öğrenmiş olduk'. Şimdi gidelim de neyin nesidir bir gözatalım. Onu bir kulübeye taşımıştık.» Kulübeye girdiler- İçerisi karanlıktı, sadece tavandaki küçük kirli bir pencereden ışık sızıyor­ du. «Meteor» dedikleri şey ise, kulübenin tahta döşemesinin üzerinde duruyordu. Bu, 50-60 san­ tim çapında madeni bir küre idi. «Hiç gizli bir silaha benziyor mu?» diye sor­ du Fountain. «Modern bir roketten çok, bir top güllesini andırıyor.» «Orası öyle ama, bize de kesin bir emir var. Gökten düşen herhangi bir cisme, Savaş Dairesi’nin uzmanları inceleme yapmadan hiçkimse elini süremez.» O ana kadar konuşmalara hiç karışmamış olan Graham, ileri atıldı ve elini metal topun üze­ rine koydu : «Eh soğumuş sayılır» dedi, «acaba neden ya­ pılmış?» «Demire benziyor,» diye cevapladı Fountain «Ama gene de bir acaipliği var. Bir kere top­ rağa çakıldığı zaman çok kızgın değildi. Sonra beklendiği kadar da derine gömülmemişti.» Müfettiş «pekala,» diye lafı kesti: «Görülecek herşeyi gördük. Ama gene de Savaş Dairesi uzmanları gereken incelemeyi ya­ pıncaya kadar ona kimse dokunmasın!» Tekrar bahçeye gidiyorlardı ki, müfettiş bir­ den bire durakladı: «Bu tıslama nereden geliyor?» «Tıslama mı?» diye sordu Sally. — 51 —



Sırf kulak kesilmişlerdi. Evet, küreden bir tıslama geliyordu. Graham önce tereddüt etti sonra geri dönüp, küreye doğru ilerledi- Üzerine eğilerek, kulak verdi. «Evet,» dedi, «ondan geliyor.» Aynı anda gözleri kapandı ve birden bire ye­ re yıkıldı. Sally ona doğru atıldı, diğerleri de Graham’ı alıp dışarı sürükledüer. Temiz havaya çı­ kar çıkmaz Graham gözlerini a ç tı: «Ne oldu,» diye şaşkın sordu. Müfettiş : «Tıslamanın küreden geldiğinden emin misi­ niz?» dedi. «Tabii, tabii eminim.» «Acaip bir koku duydunuz mu?» Graham hayretle baktı. Sonra sordu: «Gaz mı demek istiyorsunuz? Sanmam.» Müfettiş yaşlı adama döndü, «meteorlardan böyle tıslama sesi gelmesi normal midir?» diye di­ ye sordu. «Bilmiyorum ama sanmam,» diye Fountain cevap verdi. «Öyleyse,» diye müfettiş kesin kararım bil­ dirdi : «Uzmanlar gelinceye kadar, kürenin kulübe­ de el değmeden korunması için bütün sebepler var.»



Onn’un günlüğünden : Uyandım. Neredeyiz? Hâlâ Forta’da mıyız, yoksa yeni gezegende mi? Şimdilik birşey diye­ mem. Küreye girdiğimizden beri ne kadar zaman



geçtiğini de bilmiyorum. Bir saat mi, bir gün mü. bir yıl mı, yoksa bir yüzyıl mı? Ama herhalde bir günden fazla olmalı, çünkü bütün vücudum sız­ lıyorBilginlerimiz demişlerdi k i : «Hiçbir şey duymayacaksınız. Fakat uyandı­ ğınız zaman yolculukta vücudunuzun uğradığı aşırı zorlama yüzünden her yanınızın sızladığını hissedeceksiniz.» Bu rahatsızlıkları gidermek için hepimize özel ilaçlar verilmişti. Bir tane yuttum, birkaç da­ kika sonra kendimi daha iyi hissetmeye başla­ dım. Yeni bir gezegende olduğumuza hâlâ inana­ mıyorum. Sanki kürelerimize kısa bir süre önce girmiş, elastiki kompartmanlarımıza henüz yer­ leşmiştik. Kompartmana girdikten sonra bir düğ­ meye basarak meydana getirdiğim bir hava boş­ luğu ile, dış ve iç duvarlar arasındaki bütün bağ­ lantıyı kesmiştim. Bu şişirme yüzünden, kompartmanın eni daha daralmış, yüksekliği daha azalmıştı. Böylece, her yönden gelebilecek şok et­ kilerine karşı, kendimi güvenliğe almıştım. Artık bekliyordum. Ama neyi? Bilmiyorum! Zaten on­ dan sonra da ne olup bittiğini hatırlayamıyo­ rum. Şu anda yorgun ve bitkin beklerken, kompartmanımm dışarı ile teması tekrar kuruldu. Bi­ ze çıkış yolunu açacak olan matkabın gürültüsü­ nü duyuyorum. Bu demektir ki, artık yeni gezegenimizdeyiz. Çalışan pompalar, kürenin içindeki gazı boşaltıp, taze hava çekiyorlar. Yeni gezegenimizdeyiz! O güzel, mavi, HAYAT DOLU geze— 53 —



gende!!! Bütün ömrüm boyunca Forta’da ölü bir gezegende yaşamıştım. Kendim ve çocuklarım için gelecek olmadığını bilerek. Ama şimdi yeni bir dünyadayım. Çalışabileceğimiz, ümit edebile­ ceğimiz, geleceği düşleyip kurabileceğimiz genç bir dünya! Büyük liderimizin sözlerini düşünüyorum : «Yeni gezegende, size çok acaip gelecek can­ lılarla karşılaşabilirsiniz. Bu yaratıklar, çok akıllı da olmayabilir. Fakat unutmayın ki, bulunaca­ ğınız yer, onların dünyasıdır ve sizin göreviniz, onları öldürmek değil, onlarla birlikte yaşaması­ nı öğrenmektir. Onlarla .işbirliği yapmaktır. On­ lara kültürünüzü vermektir.»



• «Peki, bu kediyi bana neden gösteriyorsu­ nuz?» diye sordu uzman. Komiser Brown, ölü siyah bir kediyi kuyru­ ğundan tutarak cevap verdi: «Neden olacak, herhalde Savaş Dairesi uz­ manlarını ilgilendirir.» «Savaş Dairesi’nin kedi leşleri ile ilgisi ne?» Komiser izah e t ti: «Böylesi ilgilendirir sanırım. Memur arka­ daşlarla birlikte kulübeyi inceliyorduk. Kürenin durumunda yeni bir gelişme var mı diye bakmak için içeri girmiştik. Gaz tehlikesini gözönünde tutarak, dikkatli davranıyorduk. Bu defa tıslama kesilmişti. Küreye yaklaştım, yakından inceleme­ ye başladım. Bu kez de bir vızıltı kulağıma çarp­ tı.» — 54



«Vızıltı mı?» diye tekrarladı uzman, «yani tıslama mı demek istiyorsun?» «Hayır efendim, vızıltı. Bir matkap vızıltısı­ na benziyordu ama sanki çok uzaklardan geliyor­ du, ses- O zaman kürede hâlâ birşeyler olup bitti­ ğini farkettim ve memurlarıma uzak durmalarını emrettim.» «Kedi ölüsü ile lafa girip, vızıltıyla bitirdi­ niz,» diye çıkıştı uzman. «İşte benim de size anlatmak istediğim asıl bu. Bahçede oturmuş kulübeyi gözetliyorduk ki, birden kedi kulübeye doğru gelmeye başladı. Ön­ ce aldırış etmedik. Fakat aradan yarım saat geç­ mişti ki, kediyi kürenin yanında ölü bulduk.» «Gazdan ölmüş olabilir mi,» diye sordu uz­ man. «Hayır, gazdan değil! Bakın...» Komiser, bahçe masasının üzerine kediyi uzatıp, kafasını uzmana gösterdi. Kedinin kafasının alt tarafında küçük bir de­ lik vardı. Deliğin etrafındaki tüyler yanmıştı. Ko­ miser, cebinden ince bir tek çıkartarak bu delik­ ten içeri soktu. Telin ucu, kedinin başının üzerin­ de deliğin öbür yanından çıktı. Uzman deliğin öteki ucunu da dikkatle ince­ ledi. Onun etrafındaki tüyler de yanmıştı. Ne ola­ bilirdi bu? Mikroskobik bir tabanca ile mi ateş edilmişti? Yaranın iki yanındaki tüyler neden yanmıştı? «Ne dersiniz?» diye sordu komiser«Birşey diyemem.» «Küre şimdi ne alemde? Hâlâ vızıldıyor mu?» «Hayır efendim. Tekrar yanma gidip kediyi 55 —



bulduğumuzda artık herhangi bir ses gelmiyor­ du.» «Öyleyse beklemekten başka yapacak birşey yok. Savaş Dairesi yetkilileri herhalde birazdan gelir.» # Onn’un günlüğünden : Korkunç bir yer burası. Hayal gücünü de aşan bir cehennem. Bu lanet olası yerde nasıl ya­ şayacağız?!! Buraya uygarlık getirmek mümkün mü? Karanlık bir mağarada gizleniyoruz şimdi. Yeni liderimiz İss. Birazdan ne yapmamız gerek­ tiğini açıklayacak. Şu anda tam 964 kişiyiz. 964 kişi! Oysa 1000 kişiydik. Neler gelmedi başımıza. Matkabın sesi nihayet durmuştu. Demek ki artık yeni dünyamıza giden yol açılmıştı. Kişisel eşyamızı alarak kompartmanlarımızdan çıktık ve merkezi salonda toplandık- O andaki liderimiz Sunss, herşeyin hazır olduğunu söyledi. Artık kü­ reden çıkabüirdik. Dedi k i : «Artık küreyi terkediyoruz. Şu andan itiba­ ren tek şeye ihtiyacımız var : Cesaret! Başımıza neler geleceğini bilemeyiz. Herşey mümkün. Fa­ kat, başımıza ne gelirse gelsin, asla aklımızdan çıkartmamalıyız ki, bizler uygar yaratıklarız ve uygar yaratıklar gibi davranmalıyız.» Sonra ilk olarak o, delikten çıktı, bizler de kendisini izledik. Yeni dünyayı nasıl.tasvir etsem bilmem ki! Gece olmadığı halde, karanlık ve kas- - 56



vetli. Işık, bu karanlık ve kasvetli gökyüzünde asılı duran kocaman gri bir levhadan geliyor. Neyin nesi bu levha? Güneş mi??? Dört köşe ve iki kalın siyah çubukla dörde bölünmüş... Beklediğimiz yer de hayli acaip. Küçük, çok küçük taşlarla kaplı. Büyük bir tarla gibi... Bekleştiğimiz yerin yanında, hemen hemen benim boyumun genişliğinde bir uçurum var. Bu uçu­ rum, daha doğrusu hendek, tarla boyunca düpe­ düz uzanıyor. Biraz ötemizde, buna paralel ola­ rak bir başka hendek daha uzanıyor. Sanıyorum aynı şekilde başka hendekler de var, fakat o ka­ dar uzaktalar ki, iyi seçemiyorumArkadaşım Niss yanımda duruyordu. Bu geo­ metrik dünya ve dört köşe güneş hakkında bana birşeyler anlatmak istedi. Kendisine kızdım. Ve diğer arkadaşları ürkütebilecek şeyler söylemek­ ten sakınmasını istedim. Nihayet hepimiz kürenin dışına çıkabildik. Tam toplu halde yürümeye hazırlanıyorduk ki, acaip bir sesle irkildik. Bu, sanki dev bir yaratı­ ğın çok yumuşak ayak sesleriydi. Nitekim, daha harekete geçmeden, küremizin ardında korkunç bir canavarın görüntüsü belirdi. Çeşitli canavarlardan sözeden birçok seya­ hat hikayeleri okumuştum. Fakat şu anda karşı­ laştığımız cinsten bir canavarı hayal bile edemez­ dim. Önce, dev bir surat belirdi. Surat üstümüze üstümüze geliyordu. Karaydı bu surat. Karanlıkta onu iyice gö­ rebilmemiz çok zor oluyordu. Canavarın pırıl pı­ rıl parlayan iki yeşü gözü ve iki acaip kulağı var— 57 —



dı. Bir an durakladı- Yeşil gözlerini kapatıp açtık­ tan sonra bizlere daha da yaklaştı. Yürümesini sağlayan bacakları, dev sütunlara benziyordu. Bu dev bacaklarına rağmen, inanılmaz bir çevik­ likle hareket ediyordu. Kafasını iyice üzerimize eğerek, bizleri dikkatle süzdü. Yakından bakın­ ca, suratı daha da korkunç görünüyordu. Ağzım açtı birdenbire! Muazzam, karanlık bir mağaraya benziyordu içi. Ağzından sarkan kırmızı dili öy­ lesine büyüktü ki, en azından on arkadaşımızın rahatlıkla sığabileceği bir küreye benziyordu. Bazılarımız paniğe kapıldılar. Canavara en yakın yerde bulunanlar geriye doğru kaçışmaya başladılar. Bunun üzerine canavar ayağını kay­ dırarak ilk darbesini indirdi. İçimizden 24 kişi bir anda yere cansız serilmişti. Sunss hariç hepimiz adeta felç olmuştuk. Sunss birdenbire canavara doğru koşmaya baş­ ladı- Canavar bir darbe daha indirdi, bu kez i r i ­ mizi öldürmüştü. Tekrar kendisine gözattığımda, Sunss’u ca­ navarın pençeleri arasmda gördüm. Işm taban­ cası elindeydi... Kendisine tepesinden bakan ca­ navarı korkmadan gözlüyordu. Sonra ışın taban­ casını kaldırarak nişan aldı. Ufacık bir ışm ta­ bancası böylesine dev bir canavara ne yapabilirdi ki? Ama Sunss, benden daha zeki ve daha cesur­ du. Canavar, birdenbire, sessiz sedasız olduğu yerde çöküverdi. Ama, Sunss da altında kalmıştı- Cesur bir kişiydi o... Ve Iss liderliğe geçti. Yeni liderimiz, öncelikle, bu gibi canavarlar­ dan kendimizi sakınabileceğimiz güvenilir bir yer — 58 —



bulmaya karar verdi. Böyle bir yer bulur bulmaz, gerekli araç ve gereçlerimizi küreden çıkartıp, ondan sonra ne yapacağımızı rahatlıkla düşüne­ bilirdik. Iss, iki derin hendek arasında uzanan tarla boyunca ilerlememizi emretti. Uzun bir yürüyüşten sonra dikdörtgen biçi­ minde koyu kırmızı bir uçurumun yanma ulaş­ tık. Uçurumun yanında, onun derinliklerine uza­ nan bir mağara bulduk. Mağara yusyuvarlaktı. Belki de Niss, geometrik bir dünyaya geldiğimizi söylerken çok hakhydı... Mağara şimdilik canavarlardan korunmamı­ zı sağlayacak gibi görünüyordu. Çünkü onların giremeyeceği kadar dardıDaha sonra : Yine korkunç birşey oldu. Iss ve yirmi kişi­ lik bir grup küremizin bulunduğu alandan dışarı çıkmak için başka bir yol bulup bulamayacakla­ rını araştırmak üzere mağaranın derinliklerine dalmışlardı. Küremizin bulunduğu diyorum! Daha doğ­ rusu eski yeri. Çünkü küremiz artık yerinde yok. Akıbetini de bilmiyoruz. Iss uzaklaştıktan sonra mağarada oturmuş bekliyorduk. Bir süre hiçbir şey olmadı. Bu dün­ yada öldürdüğümüz canavardan başka bir yara­ tık olmadığına kanaat getirmeye başlamıştık ki, kürenin bulunduğu alan birdenbire aydınlandı. Ölü canavardan defalarca büyük bir başka yara­ tık peydahlanıp, onu havaya kaldırdı. Sonra ölü canavarı alıp götürdü, ortalık tekrar karardı. Gördüğüm şeyleri ne doğru dürüst anlaya— 59 —



biliyor, ne de izah edebiliyorum. Bu yüzden, göz­ lerimle gördüğüm herşeyi aynen yazıyorum... Gene uzun bir süre geçti. Bizden ayrılalı epey zaman geçmiş olan Iss ve arkadaşlarımızı adamakıllı merak etmeye başlamıştık ki, o kor­ kunç olay patlak verdi. Alan yeniden aydınlandı. Mağaranın dışında büyük bir gürültü koptu. Dışarıya gözattım, gör­ düğüm şeyler karşısında gözlerime inanamıyoraum. Tarlaya birkaç yaratık daha geldi. Küreye yaklaştıkları zaman bunların bizim dev küremi­ zin üç dört misli yükseklikte olduklarını farkettim. Bu yazdıklarımı Forta’da kim okusa inana­ maz. Ama ister inanılsın, ister inanılmasın, ger­ çeğin ta kendisi bu... Yaratıklar küreye şöyle bir baktılar, sonra önayaklarını uzatıp, yerden kaldırdılar onu. Evet, evet... O koskoca maden dağını KALDIRDILAR ve GÖTÜRDÜLER. Yüzlercemiz mağaradan dışarı fırlayarak çıl­ gınca bağırmaya ve ağlamaya başladık. Ama ne yapabilirdik ki?! Yaratıklar o kadar uzaktaydılar ve o kadar kocamandılar ki, ışın tabancalarımız­ la öldürebileceğimizi düşünmek enayilik olurdu İşte, artık küremiz de yok. Onunla birlikte bütün araç ve gereçlerimiz de kayboldu. Yeni dünyamızı kurmaya başlayabileceğimiz hiçbir şeyimiz kalmadı artık... Çok geçmeden Iss’le giden iki arkadaşımız dehşet içinde geriye döndüler ve başlarından ge­ çen korkunç şeyleri anlattılar- Dediler k i : «Iss’le birlikte mağaranın derinliklerine dal­ dıktan bir süre sonra, bir tünele ulaştık. Tünel — 60 —



çok karanlıktı ve içerde acaip kokulu ağır bir ha­ va vardı. Birkaç kez çeşitli yaratıkların saldırısı­ na uğradık. Bazıları altı, bazıları ise sekiz bacaklı idi. Büyük, bizden çok büyüktüler. Kafalarında ve ayaklarında kıskaçları vardı. Ancak, çok geç­ meden bunların sadece saldırırken tehlikeli ola­ bildiklerini farkettik. Çünkü zekadan yoksun, il­ kel yaratıklardı. .Bunları ışın tabancalarımızla öl­ dürmek pek de zor olmadı. «Bunlarla birkaç savaş yaptıktan sonra bir düzlüğe ulaştık. Ve sonra tekrar geri dönmeye karar verdik. Facia işte bu geri dönüş sırasında oldu. Birdenbire korkunç gri yaratıkların saldırı­ sına uğradık. Bunlar, bize ilk saldıran siyah ca­ navarın hemen hemen yarısı kadardırlar. Ama gi­ derken tünelde rastladıklarımıza göre de çok bü­ yüktüler. Aramızda korkunç bir çarpışma olduBiz canavarları öldüremeden, onlar çoğumuzun canına kıydılar. Ölenler arasında Iss de vardı. Kala kala işte size bu korkunç serüveni anlatabi­ len biz ikimiz kaldık.» Şimdi ne yapabilirdik? Canavarlarla çevrili bu korkunç gezegende araçsız, gereçsiz ne yapa­ caktık? Bu kez liderliği Muin üstlendi. Yeni liderimiz tünelde ilerlememize karar verdi. Ya bu tünelden düzlüğe ulaşacak, yada burada açlıktan kırıla­ caktık. İlerde başımıza neler gelecek? Bilmiyoruz... Oysa o kadar da masum ve küçük birşey istiyo­ ruz ki... Sadece barış içinde yaşamak ve çalış­ mak...



-6 1



-



Ertesi gün Graham Londra’dan geri döndü. «Pekala delikanlı,» diye Fountain sordu, «şu bizim meteordan bahset. Neyin nesiymiş? Ger­ çekten meteor muymuş?» Graham izahat vermeye başladı: «Hayır, meteor değilmiş. Fakat neyin nesi ol­ duğunu onlar da bilemiyorlar. Ama en iyisi herşeyi baştan anlatmak.» «Londra’ya gittiğim zaman bu incelemede be­ nim de hazır bulunup bulunmamam konusu uzun uzadıya tartışıldı. Sonunda incelemeyi izlemem kabul edildi. «Meteor, araştırma laboratuvarında dikkatle incelendi- Meçhul bir madenden yapılmış. Bir ye­ rinde birbuçuk santimetre çapında bir delik var­ dı. Uzmanlar küreyi kesip içinde ne olduğunu görmeye karar verdiler. Küre kesildiğinde şaş­ kınlıkları bir kat daha arttı.» Sally merakla atıldı: «Neden? Ne oldu ki?» «Hiçbir şey olmadı. Ama kürenin som metal olduğunu sanıyorlardı. Kesince hiç de öyle olma­ dığını gördüler. Onbeş santim kalınlığında, kalın metal bir çeperi vardı. Sonra gene meçhul bir maddenin yumuşak tozundan meydana getirilmiş 2-3 santim kalınlığında ikinci bir zırh geliyordu. Bu, yüksek kaliteli bir izole maddesiymiş. Küre­ nin içinde ise, lastik gibi bir maddeden yapılmış yüzlerce hücre vardı. Fakat içleri boştu. Ayrıca daha büyük hücreler de vardı. Bu büyük hücreler ise, ancak mikroskobik araçlarla görülebüecek kadar ufak tüpler, tozlar ve çeşitli araçlarla do­ luydu. Şimdi uzmanlar, bütün bu şeyleri tek tek inceliyorlar.» —



62



Fountain sordu: «Peki, neyin nesi olabilir bu?» «Kimbilir? Uzmanlardan birisi, bunun koz­ mik uzaydan bize gönderilmiş yapma bir meteor olabileceğini ileri sürdü. Fakat bu tahmini kimse ciddiye almadı-» «Eğer öyle ise, harika birşey,» dedi Sally. «O zaman uzâyda tek başına değiliz demektir. Bizim­ le temasa geçmek isteyen başka zeki yaratıklar da var herhalde...» Bu sırada bahçeden bir köpek havlaması du­ yuldu. Sally sustu. Havlama sonra birden uluma­ ya dönüştü, sonra da arkası kesildi. Sally, «bu benim köpeğim, Mitty!» diye ba­ ğırarak bahçeye fırladı. İki adam da peşinden koştular. «Mitty! Mitty!» diye sesleniyordu Sally, ams cevap yoktu. Sesin geldiği yana, sola döndüler. Kulübe­ nin yanındaki çimenlerin üzeimde beyaz bir kül­ çe yatıyordu. «Ah canım Mitty’m,» diye bir çığlık attı Sally, «ölmüş galiba.» Köpeği kaldırmak üzere dizüstü çöktü. «ÖLMÜŞ. Bu da ne...» Sally konuşmasını tamamlayamadı. Ayağa kalktı, bacağını tutuyordu. «Ah, galiba birşey soktu!» Gözleri yaşarmıştı- Babası köpeğe bakarak : «Neler dönüyor yahu burada,» diye söylen­ di. «Bunlar da neyin nesi? Karınca mı ne?» Graham da yere baktı: «Hayır karınca değil. Neyin nesi oldukların', ben de anlayamadım.» —



63







Yerde dolaşan küçük yaratıklardan birini eli­ ne aldı. Beş santim boyunda, acaip bir yaratıktı bu. Sırtı yuvarlaktı, karın kısmı ise yassı idi. İri bir uğur böceğine benziyordu. Koyu kırmızı renk­ te idi. Dört kısa bacağı vardı. Yaratığın başı yok­ tu. Vücudunun üst kısmında iki gözü, gözlerinin altında da ağzı vardı. Önayağı ile çimen ya da tel parçasına benzer birşey tutuyordu. * Graham ansızın elinde bir yanma hissetti. Ve yaratığı yeer fırlattı. «Ah!!! Sokuyor,» diye bağırdı. «Ne oldukla­ rını bilmiyoruz ama, tehlikeli olabilirler- Mitty’yi öldürenler de belki bunlardır. Bir sprey getirin de ilaç sıkalım. «Kulübede bir tane olacaktı,» dedi Fountain, ve sonra kızma dönerek, «bacağın nasıl,» diye sordu. «Hâlâ sızlıyor.» içindeydi.



Sally’nin



gözleri



hâlâ yaş



Graham elinde spreyle döndü. Etrafına ba­ kındı. Yüzlerce küçük kırmızı yaratık kulübenin duvarına doğru kaçıyorlardı. Sprey’e parmağı ile dokunarak böcek öldürücü ilaçtan püskürttü. Ya­ ratıklar önce sırtüstü devrilip bir süre bacakları­ nı kıpırdatarak cançekiştiler. Sonra hepsi kaskatı kesildiler. «Tamam! Hepsinin hesabını gördüm,» diye kasılarak konuştu Graham, «ne acaip şeyler. Nerden gelmiş olabilirler ki?» JOHN WYNDHAMdan



adapte edilmiştir. 64 —



ÖLÜ GEZEGEN



Gezegen karanlık, soğuk ve ölü görünüyor­ du. Fakat bizi pek ilgilendirmiyordu bu. Bizi ilgi­ lendiren tek sorun, arızalı gemimiz iniş yaparken hayatta kalıp kalmıyacağımızdıTharn, kontrol merkezindeydi. Üçümüz, teh­ likeli bir iniş anında hayatlarımızı koruyabilece­ ği umuduyla, uzay elbileselerimizi üstlerimize ge­ çirmiştik. Bu uzay elbiselerinin içerisinde üç aeaip yaratığa, mekanik kolları ve bacakları olan tombul robotlara benziyorduk. «Ne diye sanki buraya iniş yapıyoruz. Galak­ sinin en meçhul yanı burası,» diye bağırdı Dril. C'evap verdim : «Şükredelim ki, jenaratör bozulduğu zaman hiç değilse herhangi bir gezegene yakın bulunu­ yorduk.» «Şükür mü edelim, Oroc?» diye sordu Dril, «birkaç gün daha hayatta kalmaya mı şükredece­ ğiz? Bu gezegende insan birkaç günden fazla ha­ yatta kalamaz ki...» — 65



Aslında haklıydı. Gezegen ölü bir gezegendi. Galaksinin en uçundaydı. Çok yaşlı, ölmekte olan koyu kırmızı bir güneşin uydusuydu. Güneşin etrafında altı gezegen vardı. Daha yaşanabilir göründüğü için altıncı g e z e g e n i seçmiştik. Fakat hiçbir hayat belirtisi görünmüyordu. Tamamen karlarla ve buzlarla kaplıydı- Hava da olmamalıy­ dı bu gezegende. Ne var ki, öteki gezegenler, bundan da be­ terdi. Üstelik uçuş rotamızı değiştirmek için de artık olanak kalmamıştı. Bütün sorun, halen ça­ lışabilen iki jeneratörün gemimizin yumuşak iniş yapmasını sağlayamayacağı idi.



Ölüm çok yakındı. Biliyorduk ama gene de sakindik. Kahramanlık falan değil bu. Bizler Yıl­ dız Servisi’nin mensuplarıydık. Ve bu servisin mensupları, daima ölümün gölgesi altında çalı­ şırlardı. Birçoğu, galaksinin en uzak kesimlerin­ de canvermişti:. Tıpkı bizim gibi uzak yıldızlara gitmiş ve sadece üçte ikisi yada daha azı geriye dönebilmişti. Birden Tharn’m sesi duyuldu : «Gezegene yaklaşıyoruz. Hız kesmeye çalışa­ cağım. Ama... Her ihtimale karşı hazır olun.» «Bazı yerlerde kar oldukça derin olmalı,» de­ di Dril, «böyle bir yere daha yumuşak inebiliriz.» Tharn sükunetle cevap verdi: «Buzluğa doğru iniş yapıyorum. Çaırpsak bi­ le hiç olmazsa buz üstünde görülebiliriz- Başka bir gemi geldiği takdirde bizi kolayca bulabilir. Üstelik haritalarımız ve krokilerimiz de böylece insanlığın eline ulaşmış olur.» Yıldız Servisi’ni üne ulaştıran işte bu olağan66



üstü meziyetti. Bu meziyettir ki, bizi dünyamız­ dan ayrılmaya ve galaksinin en uzak kesimlerine gitmeye yöneltiyordu. Gezegene korkunç bir süratle iniyorduk. Tharrt son ana kadar hiçbir şey yapmadan soğukkanlı­ lıkla bekledi. Son anda halen çalışır durumdaki iki jeneratörün düğmelerini çevirdi. Düşen gemi birden sarsıldı. Sonra gemiyi frenleyecek karşı basınç mekanizması harekete geçirildi. Bu «yengeç kuyruğu inişi» idi. Yengeç kuy­ ruğu inişi sadece üstün bir maharete değil, aynı zamanda pilotun büyük insiyatif gücüne ve şan­ sa da ihtiyaç gösteriyordu. Karşı basınç fazla verilirse gemi şiddetli tepkiyle başka tarafa fırla­ yabilir; az verilirse, yere çarpıp parçalanabilirdi. Ama bu kez şansımız varmış ki iniş bir anda başarıyla tamamlandı. Gemi çarpma gürültüsüy­ le buzun üzerine kondu, sonra derin bir sessizlik oldu. Gemimiz buzun üzerinde yan yatmıştı- Bir yanı çatlamıştı. Buradan hava kaçağı yapıyordu. Fakat bizim için farketmezdi. Çünkü uzay elbise­ lerimiz üzerimizdeydi. Gemiden dışarı çıkıp, çev­ reye bir gözattık. Görülmeye değer fazla birşey yoktu. Her taraf kar ve buz kaplıydı. Hava da yok­ tu. Kalın kar tabakası, sadece donmuş sudan de­ ğil, aynı zamanda donmuş havadan meydana geliyordu. Kar tabakasının üzerinde siyah bir gök uzanıyordu. Göğün üçte ikisi zifiri karanlıktı. Sadece üçte biri yıldızlarla-kaplıydı. Galaksinin en uçundaydık. «Jeneratörler de bozuldu,» dedi Tham, «ye­ ni bobinler yapacak telimiz de yok. Üstümüze



67







telsiz mesajı gönderemeyecek kadar da uzakta­ yız. Ama yapabileceğimiz tek şey var- Bu geze­ gende tantalyum, terbium ve gerekli diğer ma­ denleri bulup, elde edeceğimiz alaşımla yeni bo­ binler imal etmek. Dril, sen radyo sondajını al.» Radyo sondajı, meçhul gezegenlerdeki me­ tal kaynaklarını keşfetmekte kullanılan bir araç­ tı. Vibrasyon ışınları yayıyor ve bunların geri yan­ sımasıyla aradığımız maddeyi bulubiliyo,rduk. Dril, gemiden radyo sondajını aldı ve biz beklerken arayacağımız madenlere göre ayarladı aracı. «Şansımız varmış,» diye müjdeyi verdi, «son­ daj, burada terbium, tantalyum ve diğer gerekli madenlerin bol miktarda bulunduğunu gösteri­ yor. Hemen bunun altında, üstelik de buradan pek uzakta değil!» «Çok acaip,» dedim, «bu maden kaynaklan hiçbir zaman bir arada bulunmaz.» Tharn bir an sustu. Sonra konuştu : «Deneyelim bakalım! Bir kızakla, bir enerji bataryası ve büyük bir ışın projektörü gerek. Bu­ zu kesmek için lazım olacak. Ayrıca kablo ve vinç de almalıyız. Çok geçmeden herşey hazırdı. Ağır kızakla buz ve kar üzerinde ilerliyorduk. Her taraf karan­ lıktı. Kripton lambalarımızla kendimize yol açı­ yorduk. Sık sık durakladık. Dril, radyo sondajıyla de­ nemeler yaptı. Saatlerce süren yorucu çalışma­ lardan sonra sondajın göstergesine bakarak : «İşte, aradığımız madenler yerin 400 metre kadar altında...» dedi.



68



Çok acaipti. Bu madenler yeryüzüne nasıl bu kadar yakın olabilirdi. Ama radyo sondajının asla hata yapmayacağından da emindik. Enerji bataryasını kızaktan çıkarttık. Işın projektörüne bağlayarak buzu kesmeye başladık. Projektörü kullanan Tharn, buzda üç metrelik bir yarık aç­ mıştı. Işm projektörü tereyağa saplanmış bir bı­ çak gibi, buzun 50 metre kadar derinine dalmıştı ki birden geriye ateş ve kıvılcımlar püskürdü. Tharn derhal motoru stop ettirdi. «Sanırım madenlere ulaştık,» dedi. «İmkansız,» diye cevapladı Dril, «radyo son­ dajı madenlerin tam DÖRTYÜZ metre altımızda olduğunu gösteriyor » Tharn, «en iyisi aşağı inip bir bakalım. Vin­ ci yerleştirmeme yardım edin,» dedi. Vinci yarığm yânına taşıdık ve 15 dakika içinde aşağıya inecek duruma getirdik. Aşağıya sadece ikimiz inecektik. Bir kişinin ise yukarıda, buzun üstünde beklemesi gerekiyor­ du. Bu karanlıkta buzun üzerinde beklemeyi yada tek başına aşağıya inmeyi hiç kimse istemiyordu. Bu yüzden vincin teknesine üçümüz birden gir­ dik. Vinç tekneden de yönetilebildiği için aynı şe­ kilde geri dönebilecektik. Tharn güldü: «Karanlıkta yalnız kalmaktan korkmak... Yıldız kaşiflerinden çok çocuklara benziyoruz.» Dril birdenbire sordu: «Işm tabancalarınızı birlikte getirdiniz mi?» Hepimizin tabancaları yanındaydı. Neden buna gerek duymuştuk. Ölü gezegende kimse yoktu ki! Işın tabancalarına ihtiyacımız olmama! sı gerekirdi. Ama kimbilir... -



69







«Pekala, haydi gidelim,» diye emretti Tharn. «Oroc, motoru çalıştır!» Motoru çalıştırdım. Tekne buzun yarığından aşağıya inmeye başladı. İçerisi zifiri karanlıktıSadece Drili’n kullandığı kripton lambasıdan in­ ce bir ışık süzülüyordu. 50 metre kadar inmiştik ki, hepimiz hayretle çığlığı bastık. Işın projektörünün neden kıvılcım çıkarttığını şimdi anlıyorduk. Buzun altında ka­ im, saydam bir metal tabaka vardı ve ışın projek­ törü bu acaip tabakada bir delik açmıştı. Tharn, kripton lambasını delikten aşağı tut­ tu. İçeri baktık... Bir şehir... Evet, buzun altın­ da bir şehir. Büyük yapılarıyla, geniş cadde ve bulvarlarıyla... Bütün şehir saydam madenden bir dev damla kapanmıştı. Tharn sakin sakin konuştu : «Buz ve saydam maden tabakalarının altın­ da ölü bir şehir.» Ölü şehir mi? Gerçekten ölü mü? Sokaklar­ da herhangi bir hareket görülmüyordu. Her ta­ raf karanlık, sessiz ve bomboştu. Herhangi bir yaratığın yaşayabileceği hava da yoktu. Motoru tekrar çalıştırdık. Tekne yavaşça cad­ delerden birine doğru süzülmeye başladı. Hepimiz tekneden atladık. Şimdi, ıssız caddede ayakta du­ ruyordukAnsızın, imkansız görünen birşey oldu. Etra­ fımızda bir aydınlık belirdi. Bu, oldukça zayıf bir aydınlıktı. Sonra aydınlık güçlendikçe güçlendi ve şehir ışığa boğuldu. «Burası ölü bir şehir olamaz,» diye bağırdı Dril. «Bu aydınlık...» 70 —



Tharn sözünü kesti: «Aydınlık otomatikman meydana getiriliyor. Buranın halkı hunu yapabilmek için bilimsel ba­ kımdan çok ileri olmalı.)) «Bu işi hiç sevmedim.» diye mırıldandı Dril «sanki burada birileri varmış gibi geliyor bana.» Ben de öyle hissediyorum. Genellikle sinirli bir insan değilim. Zaten sinirli insan Yıldız Servi­ sinde çalışamaz. Ama bu Caddelerde, korkunç bırşeyin gizlen­ diğini hissediyorum adeta. Daha önceden hiç his­ setmediğim bir önseziydi bu. Tharn, «buraya maden bulmaya geldik,» de­ di, «ve bu madenleri ne pahasına olursa olsun bulacağız.. Işık bizi durduramaz- Üstelik işimizi kolaylaştırır.» Dril radyo sondajım tekneden çıkardı ve ayarladı. Sondaj, aradığımız madenlerin bulun­ duğumuz yerden pek uzak olmadığını gösteriyor­ du. Sola dönerek caddede ilerlemeye başladık Böyle sessiz ve boş bir şehirde, ağır uzay elbisele­ ri giymiş bizim gibi üç adamın yürümesi acaip bir görüntü meydana getiriyordu. «Şehir çok eski olmalı,» dedi Tharn, «yapıla­ rın damlan da var. Bu demektir ki, şehir ta...» «Tharn! Oroc!» diye bağırdı Dril. Ve derhal ışm tabancasına davrandı. Onu biz de aynı anda farkettik. Geçtiğimiz caddede bize doğru hızla koşuyordu. Onu tarif etmek çok zor. Normal bir canlı ya­ ratığa benzemiyordu. Bize doğru ilerlerken, şekil­ den şekle giren, dev, kara bir canavardı. •- 71 —



Işm tabancalarımızı ateşledik. Canavaı birdenbire geriye çarketti* Ve gözaçıp kapayıncaya kadar iki binanın arasından kayboldu. İleri atıldık, fakat çoktan gitmişti bile. «Neyin nesiydi bu?» diye fısıldadım. Tharn bir an için sustu. Sonra dedi k i : «Bilmiyorum. Ama gördüğün gibi canlı bir yaratık. Tabancalarımızı ateşlediğimiz andaki davranışı, akıllı olduğunu gösteriyor.» «Böyle soğuk bir boşlukta hiçbir yaratık ya­ şayamaz...» diye başlamıştım ki Tharn sözümü kesti: «Belki bizim bilmediğimiz başka hayat biçimleri de vardır.» BÖylesi yaratıkların, bu kadar mükemmel bir şehri nasıl kurabildiklerini de anlayamıyorum...» Sözümü tamamlamadan tekrar çığlığı bas­ mak zorunda kaldım : «Bir tane daha!» İkinci canavar, dev bir sarı solucan gibi bize doğru süzülüyordu. Silahlarımızı ateşler ateşle­ mez o da gözden kayboldu. Tharn her ne kadar «devam edelim,» dediy­ se de onun da adamakıllı sinirlerinin bozuldunu farkediyorum. Devam etti : «Aradığımız madenler, herhalde şu beyaz bi­ nada, yada yakınında bir yerde olmalı. Ne yapıp yapıp onları elegeçirmek zorundayız. Toksa buz­ ların üzerinde donup gebermek işten bile değil!» Dril kendi kendine söylendi : «Buz üzerinde ölmekten de vahim şeyler ola­ bilir,» — 72 —



Ama gene de bizimle birlikte geldi: Beyaz binaya doğru attığımız her adımda, duyduğumuz dehşet bir kat daha artıyordu. Kara ve san canavarlar, çevremizde cirit atıyorlardı* Tabancalarımızı durmadan ateşliyorduk* Atış bit­ tiği zaman, hiçbirini öldüremediğimizi gördük. Aslında canavarlar bize saldırmamışlardı da. Sadece izliyorlar ve GÖZLÜYORLARDI, Beyaz binaya yaklatığımızda sayıları adamakıllı artmış­ tı. Fakat artık, asıl dehşet verici olan şey, cana* varlardan çok içeriye girdiğimizde başımıza neler gelebileceği endişesıydi. Durumumuz dakikadan dakikaya vahimleşiyordu. Tham, «Psikolojik bir saldırıyla karşı karşıyayız sa­ nırım,» dedi. «Ve psikolojik saldırı beyaz binaya yaklaştıkça daha da artıyor.» Nihayet binaya ulaştık. Büyük kapılar yavaş yavaş açıldı ve görünüşüyle kanımızı donduran bir yaratık dışarı çıktı. «Bizim galaksimizde böyle bir yaratık var olamaz!» diye haykırdı Dril. İki kat yüksekliğin­ de kapkara birşeydi. Kara bir kurbağaya benziyar, fakat durmadan biçim değiştiriyordu- Üç gö­ zü vardı ve gözlerinden fışkıran donuk yeşil alev­ ler hepimizi büyülemişti sanki. Nereye varacağım hiç düşünmeden gelişigü­ zel tabancalarımızı ateşledik. Buna rağmen ca­ navar merdivenleri teker teker inmeye başladı. Bir çığlık kopartan Dril, geriye çarkedip kaç­ maya başladı. Ben de peşinden.*. Fakat aynı an­ da Tharn birdenbire bağırdı: — 73 —



«Durun! Yaratığa bakın! NEFES ALIYOR!» Önce birşey anlayamamıştık. Sonra farkettik ki canavar gerçekten nefes alıp veriyor, Oysa, şe­ hirde hava falan yoktu!» Tharn ani bir kararla ileri atıldı. Yıldız Servi* si mensuplarından herhangi birinin şimdiye kadar yaptığı en yürekli hareketti hu! Dosdoğru kara ca­ navara doğru ilerledi. Tam yanına varmıştı kİ, canavar birdenbire ortadan kaybldu, Aynı anda, şehirdeki bütün canavarlar ortadan silindiler, Dril, «bu gerçek miydi?» diye mırıldandı. Tharn, büyük bir sükunetle, «bu sadece gözboyacı bir projeksiyon oyunuydu,» dedi. «Öteki canavarlar da hep oyundu. Hava bulunmayan bir yerde canavarın nefes alıp vermesi, bu görüntü­ lerin gerçek olmadığı fikrini verdi bana.» «Öyleyse,» dedim çekine çekine, «bu ğözbo* yamayı yapan asıl yaratıklar içerde olmalı.» Tharn gene kararlılıkla konuştu: «Belki* Fakat aradığımız madenler de içer­ de, İçeriye gireceğiz.» Merdivenleri tırmanmaya başladık, İçimize çöreklenen korku, her attığımız adımda biraz da- * ha büyüyordu. Korku yüzünden şuurumu kaybe-' deceğimden endişeleniyordum. Ne var ki korkuyla geldiğimiz bu kapıdan içeri dalar dalmaz, bütün endişelerimiz birdenbi­ re dağıldı. Aydınlık bir yere yaklaşıyorduk* «Dinleyin,» diye fısıldadı Tharn. «İşitiyor musunuz?» Evet, ben de duyuyordum. Bir müzik sesiy­ di. Önce uzaktan hafif hafif duyuluyordu. Sonra ses ağır ağır yükseldi, Enstrüman ve insan ses­ lerinden bir senfoni ortalığı çınlatmaya başladı. — 74 —



Çok yabancı bir müzikti bu! Dalıa önce böyleşini hiç duymamıştık. Fakat, anlıyorduk. Bu* kavgaları ve umutları, bir neslin yenilgilerini ve yengilerini dile getiren bir senfoniydi. Yerimizde duraklayarak bir süre dinledik* «Geliyorlar,» diye fısıldadı Tharn, Ben de gördüm. Şimdiye kadar gördüğüm en en acayip şey olmasına rağmen artık korku hisset­ miyordum. Çeşitli tiplerden meydana gelen bir konvoy bize doğru ilerliyordu. Bunlar, ölü gezegenin halkı idi, geçmişe ka­ rışmış bir halk. iki ayaklıydılar. Genel çizgileriyle yapılan bize benziyordu. LBununla beraber bizim için o kadar yabancı ve acayiptirler ki.,. Müzik yavaş yavaş durdu ve kafilenin men­ suplan da duraklayarak bize bakmaya başladı­ lar. Nihayet içlerinden biri konuştu. Dilleri de çok yabancı idi. Hiçbir şey anlamıyorduk. Fakat telepatik olarak ne söylemek istediklerini kavrı­ yorduk. *Sîzler, buraya gelenler! Korkacak birşey yok! Bu şehirde hayat yoktur. Gördüğünüz bü~ tün yaratıklar, size saldırmış olan bütün cana­ varlar ve hatta size hitapeden bizler, telepatik kayıt cihazlarından yansıyan görüntüleriz. aBizler, çok uzun süre önce yokolmuş bir hal­ kız- Bu gezegende doğduk. Önceleri küçük, grup­ lar halinde, yani kabileler halinde yaşadık. Bu kabileler birbirleriyle savaşırlardı. Sonra da­ ha büyük gruplar halinde birleştik. Ulusları mey­ dana getirdik. Faakt yine de aramızda barış kiı— 75 —



ramamıştık* Sonunda anladık ki, çeşitli ulusların halkları arasında fark yoktur* Ve birleşip bir bü­ tün meydana getirdik* Bu bize güç ve şan ka’ zandırdı* Diğer gezegenlere ve yıldızlara ulaştık. «Zaman geçti. Çok uzun bir zaman. Bizim gezegenler sistemimiz artık ölüyordu* Biliyorduk ki, bizler de onunla birlikte yokolacağız* Fakat yine de biliyorduk ki, uzayda birgün yeni hayat biçimleri uygarlığa ulaşacaklardır. Ve birgün, diğer yıldızların keşifleri buraya da gele­ ceklerdir* «Ve galaksinin müstakbel uygarlıkları için bu şehri hazırladık’ Bildiğimiz bütün bilim ve teknikleri biraraya getirdik* Ve işte şimdi sîzler buradasınız. Bizim bu­ rada bıraktığımız kuvvetleri en iyi şekilde kulla­ nacak kadar zeki olduğunuzu biliyoruz. Projek­ siyon oyunlarıyla hazırladığımız görüntülerden korkmadan buraya kadar gelmek cesaretini gös­ termiş olmanız, zekanızın ısbatıdır. «Sîzler, beni dinleyenler! Bu şehirdeki herşey sîzindir! Alın, galaksimizin ve onun canlılarınin iyiliği* mutluluğu için akıllıca kullanın. «Geçmişe karışan bizlerden, geleceğin sahi­ bi olan sizlere elveda!» Konuşmanın bitmesiyle birlikte etrafımızda­ ki görüntüler birden kayboldu. Beyaz, sessiz binanın içinde üç kişi yalnız kalmıştık. «Ne nesilmiş!» diye fısıldadı Tham. «Ölmuş^ ler, fakat ölürken galaksinin gelecek kuşaklarını da düşünmüşleri» «Hadi gidelim de madenleri bulalım,» diye sözü değiştirdi Dril. «Şu anda tek istediğim, bir — 76 —



^



an Önce gemimize dönüp, bir bardak şarap Uy mek.» Aradığımız madenleri gereğinden fazlasıyla bulduk. Üstelik fcizimküerden kat kat mükem­ mel tüm jeneratörleri de. Daha başka neler bulduğumuzu söylemeye­ ceğim. Yıldız Servisi nasıl olsa burada bulunan herşeyi enine boyuna inceleyip, bütün galaksinin bilgisine sunacak. Jeneratörleri gemimize, götürmek pek de ko­ lay olmadı. Ama bu taşıma işini başardıktan son­ ra, yerlerine monte etmekte de hiçbir güçlük çek^ medik* Nihayet gemimiz onarılmıştı. Ölü gezegen­ den ayrılmaya hazırdık. Gemiye girer girmez, uzay elbiselerini üzerimizden çıkardık. Nihayet rahat bir nefes alabilmiştik- Dril, en iyi şaraplarımızdan bir şişe çıkardı ve bardakları doldurdu. Gözlerimiz ölü gezegen­ de, ayakta duruyorduk, Tham bardağım kaldır­ dı: «Ölü gezegenin, ölmüş büyük neslin şerefi­ ne,» dedi. «Galaksinin, geçmişin, bugünün ve GELECEĞİN tüm nesilleri şerefine!» Edmond Ham ilton Man adapte edilmiştir.



— 77



370 YILLIK İNSAN



((Biliyorum, inanması çok zor,» dedi Kni, «ama bu dünyalılar iıerşeyi tamir edebiliyor.» Tam ikibin mil uzakta, Psit gezegeninin bir başka kıtasında, onu dinlemekte olan Bru aksı­ rığı koyuverdi bu laf üzerine, (Psit’in insanları, gülmelerini aksırıkla ifade ediyorlardı.) «O kadar ilkel teknolojileriyle mi? Neyi ta­ mir edebilirler ki?» diye sordu. Aynı anda telefonda bir çıtırdı duyuldu. Kni, bu çıtırdıya aldırmadan devam etti: «Teknolojilerinin bizden çok düşük olduğuna katılıyorum. Ama gene de bu galakside en iyi ta* mirci onlar,» «Galaksinin en iyi tamircileriymiş! Aksine, galaksinin en tembel ve en sabırsız yaratıkları » «Belki de galaksinin en iyi tamircileri olma­ ları bu yüzden,» diye cevapladı Kni, «Biliyorsun, biz bîr makin a yaptığımızda onu bıkıp usanma— 78 —



dan defalarca konfcroldan geçirip, bir daha ebe­ diyen tamire ihtiyaç göstermeyecek lıale getiririz. Oysa, dünyalılar bir makina yaptılar mı, uzun uzun, kontrol etmeye gerek duymazlar- Makina bozulduğu zaman da, kendilerine tamirat yapmak fırsatı çıktığı için müthiş keyiflenirler. Biz bir makinayı bitirdiğimiz zaman, bir daha açılmaya­ cak şekilde kaynak yaparız* Oysa dünyalılar,- na­ sıl olsa bozulup, tamir için yeniden açılma ihtiyacı göstereceği için makinayı somun ve vidalarla tuttururlar. Onlar...» Cümlesini bitirememişti ki telefon hattı tek­ rar çıtırdadı. Kni bu kez merakla sordu: Telefona ne oluyor kuzum? Kötü hava yü­ zünden mi?» «Evet, burada hava... Bir felaket,» diye Bru geveledi. Bu kez aksırma sırası Kni'de idi: «Kötü hava mı? Ama imkansız! AWC faali­ yette iken hava nasıl kötü olabilir.)? «Ama AWC çalışmıyor ki... Şey... Yani de­ mek istiyorum kğ mükemmel çalışmıyor.» Kni bir an sustu, «Pekala,.. Anlıyorum,» dedi. «Sözün kısa­ sı, AWCîniz bozuldu, tamir edemiyorsunuz, öyle değil mi? Şimdi anlaşıldı dünyalıyla bu kadar il­ gilendiğin!» 1 «Evet» diye Bru ister istemez teslim etmek zorunda kaldı. Bu konuşmadan müthiş rahatsız olmuştu. Bru bir Psit’liydi. Ve Psit'liler, bu çeşit meselelerden ve kendi acizlerini başkalarına gös­ termekten hiç hoşlanmazlardı- Hele hatalarım Kni’ye göstermek Bru’nun hiç işine gelmiyordu. -



79



-



Zira Kni, kendisinin üstüydü ve mutlaka bu mo sele hakkında kendisinden uzun bir rapor isteye­ cekti* Ama bu kez Kni rapor istemedi, sadece: «Pekala, dünyalıyı ben iyi tanıyorum, AWCf nin tamiri için size yardımını esirgemiyeceğinden eminim. Kendisini sana yolluyorum,» demekle ye­ tindi. Bru sordu: «Çok teşekkürler. İsmi neydi dünyalının?» «John Smitİı,» «Çok acaip bir isim. Birşey daha var...» Lafın sonunu getirmeden Bru uzun süre sus­ tu. Kni telefon hattının tamamen bozulduğuna kanaat getiriyordu ki, Bru tekrar konuşmaya başladı: «Söylemem gerekir*., Benim bölgemde de bir dünyalı var.» «Başka bir dünyalı mı? Benîm bildiğim bu gezegende tek dünyalı vardır, o da John Smith,» «Evet haklısınız... Ama bu dünyalının duru­ mu değişik. Yani, ne tam canlı, ne de tam ölü,..* «Haa, ydni şunlardan,» dedi Kni. * «Evet onlardan... Bilmem John Smith bu öte^ ki dünyalıyla karşılaşınca ne der! Bu konuda ona biışey söylememek de mümkün, ama nasıl olsa heryere burnunu sokacağından, önceden kendisi­ ne bu meseleyi açmak daha doğru olur Yoksa kendisi müzeyi dolaşmaya kalkıp da birdenbire Öbür dünyalıyla karşılaşırsa herhalde iyi olmaz.» Bir an sessizlik oldu. Ve sonra Kni konuşlu: «Pekala, John Smîth’i yarın sana yolluyorum, öteki dünya meselesini de sen kendin hallet!»



— 80 -



Üzerinde sadece bir şort ve ayaklarında san­ dallar olduğu halde, John Smith uzay otosundan çıkıp, kızgın güneş altındaki Tfan bölgesine ayak bastı. Bir robot, «John Smith mi?» diye sordu, «Babam öyle derdi.» «John Smith mi?» diye tekrarladı robot. «Herhalde başkası değil.» «John Smith mi?» diye robot tekrar sordu. «Evet,» diye Smith çaresiz cevap verdi. Robot, Smith’in seyahat çantasını alarak, kendisini bir atom otosuna götürdü. Beş dakika sonra atom otomobili durdu. Smith le robot indiler. Bu defa gök zifiri karanlıktı ve korkunç yağmur yağıyordu. Smith gökyüzüne bakarken, yağmur sağanağa dönüştü* «Bardaktan boşanırcasına yağıyor,» dedi Smitlr «Hayır efendim, bardaktan değil, gökten txv şamyor,» diye itiraz etti robot. John Smith bu itiraza verecek cevap bula­ madı. Robota bakıp iç geçirdi. Birkaç dakika sonra Smith, Tfan bölgesinin şefi Bru ile karşı karşıya idi. «Calmurins,» diye Bru Smith’i selamladı, «Calmurinsl^ «Calmurins», Psit 'İllerin «günaydın » anlamı­ na kullandıkları bir kelime idi, Psit dilinde birkaç cümle daha konuştuktan sonra Bru, John Smith' in psitçeyi mükemmel bildiğini farketti Psitîiler insansı yaratıklardı. (Şüphesiz on­ lar da dünyalıları /insansı' olarak niteliyorlardı.) İnsansı olmaya insansıydılar ama, John Smith'e göre, kazlara benziyordu. Yumurta bi— 81 —



çimindeki vücutlarının altında kısacık bacakları ve kocaman ayakları vardı. Beyaz saçlı kafaları her yöne rahatlıkla, dönebiliyordu. Psit’liler gerçi kaza benziyorlardı ama, buna ek olarak altı par­ maklı elleri ve güçlü ikişer kollan vardı. Tek emniyetliydiler ve yumurtlayarak ürü­ yorlardı. Başka nesillerin iki cinsiyeti! olmasını ve aşk denilen bir duygunun varlığını bir türlü anlayamıyorlardı* «Bir derdimiz var dünyalı,» dedi Bru* «Nedir?» «Hayli zor bir problem.» Bru durakladı. As­ lında hava kontrol probleminden çok, şu anda ka­ fası müzedeki dünyalı ile meşguldü. Acaba bu John Smith öbür dünyalı ile karşılaşırsa ne ya­ pardı? Bu dünyalılar da galaksi federasynunun eşit federatif haklara sahip üyeleriydiler. Bir dünyalının Tfûn müzesinde yüzlerce yıldır, ölü olmasa bile muhafaza eidlmeslnden kıyameti ko­ parabilirdi. «Bölgemizdeki AWÜ bozuldu, tamir de edemiyoruz,» diye tekrar başladı Bru. Kendisini bu hava, problemine vermeye çalışıyordu. Sonra tekrar durakladı. Birden dünyalının Psit’teki bu AWC sisteminin neyin nesi olduğu­ nu, tarihçesini bilmediğini hatırladı. »Yüzyıl kadar önceydi,» diye ağır ağır anlat­ maya başladı. «Bu otomatik hava kontrol siste­ mini kurmuştuk. Sistemin altı elektronik koordi­ natörü (*) vardı. Hcrbir koordinatör ayrı bir bölKoordinatör: Çeşitli işlerin birlikte



aralarında düzen sağlayan kişi.



— 82 —



yürütülmesi için



*



geyi kontrol ediyordu* Milyonlarca elektronik üni­ te de bu koordinatörlere bağlı olarak çalışıyordu. Her koordinatöre istediğimiz hava şartını sağla­ yacak değişkenler yerleştirilmiştik Smith sordu: «Yani sıcaklık, yağış, rüzgâr yönü, esinti şid­ deti, mevsim değişiklikleri gibi mi?» «Evet dünyalı AWC kurulduktan sonra yıllar­ ca iklimimizde herhangi bir değişiklik olmadı. Zi­ ra koordinatörler sadece bilgi toplamak ve bunlan tasnif etmek safhasmdaydılar, 90 yıl önce AWC sistemi, topladığı bu bilgilere dayanarak* kontrol faaliyetine büyük bir başarı ile başladı,» «AWC’nin gerçekleştirmesini istediğiniz ha­ va şartlan ne idi?» diye sordu Smith«Hava sıcaklığında çok küçük değişiklikler, Sadece geceleri yağış. Pek sert olmayan mevsim değişiklikleri, nadiren çok zayıf rüzgar. Sadece kentlerin dış bölgelerinde kar ve tuz,,. Otomatik hava kontrol sistemi faaliyete geçtikten 25 yıl sonra, artık mükemmel bir iklime sahip olmuş­ tuk,» «Ya sonra,» diye sordu Smith* Bru AWCfnin başına gelenleri anlatmak isti­ yordu ki, gene müzedeki dünyalı kafasına takıldı: Psit'liler, suç diye birşey bilmezlerdi- Aralarında da suçlu kimse yoktu. Bu yüzden yalan söylemek yada bir gerçeği gizlemek, Psit’li biri için çok zor. Hatta imkansızdı, Bru birdenbire patladı: «Biliyor musun, müzede dondurulmuş bir dünyalı var,» «Bunun hava kontrol sistemiyle ne ilgisi var?» — 83 —



«Hayır, ilgisi yok, ama bunu size söylemeye mecburdum*» «Pekala, eğer dünyalıdan bahsetmek istiyor­ san buyur* Müzenize nereden düştü, ne kadar za­ mandır orada? Nereden orada tutuyorsunuz?» Bru keyifle aksırdı. Dünyalının bu konuda mesele çıkartmayacağı anlaşılıyordu. Oysa PsiPe gelen başka gezegenliler, müzede kendi cinsle­ rinden varlıkları görünce kıyametleri kopartma­ lardı* «Siz uzay gezilerine başlamadan çok önceydi dünyalı,» diye başladı Bru? «sizin hakkınızda çok şey biliyorduk. Federasyonun öteki üyeleri de*.. Fakat biliyorsunuz, federasyonun kanunları, il­ kel dünyalıların doğal gelişmelerine dışardan mü­ dahale edilmesini asla hoşgörraez* Bu gezegenle­ rin canlılarıyla, ancak onlar da uzay gezileri aşa­ masına ulaştıktan sonra ilişki kurulabilir. «Müzedeki dünyalı iseT siz henüz roket de­ nemelerine başlamadan yüzyıl kadar önce bir ör­ nek olarak getirilmişti*»



Smıth mırıldandı: «1850’derı kalma bir dünyalı! Yani bu dün­ yalı 350 yıldan beri mi dondurulmuş olarak duru­ yor?» «Evet*» «Peki, federasyon yasaları başka dünyalar­ dan bir canlının bu şekilde çalınmasına izin ve­ riyor mu?» Bru, SmitlYin bu sorusundan pek hoşlanmamıştı.Ama yine de Smith’in, kendi cinslerinden varlıkları Psit müzesinde cam muhazafalar için­ de görünce çılgına dönen diğer yabancı ziyaret— 84 -



çilerden çok daha makul davrandığını görüyordu* «Evet,» dedi -Bru, .«mutlak ölüm tehlikesi kargısında oldukları takdirde bu canlılardan ör­ nekler alınmasına izin vardır. Müzedeki dünyalı da tanı batmakta olan bir gemiden son anda kurtarılmıştır.» «Anlıyorum. 350 yıldan beri dondurulmuş vaziyette ve bu süre içinde de ne gelişmeler olup bittiğinden habersiz, değil mi?» «Evet-» «Peki, tekrar canlandırabilir misiniz onu?» eSen istersen tabii,» cŞüphesiz, isterim tabii. Şimdi hemen müze­ ye gidip derhal canlandıralım. Müze nerede?» «Ya AWC ne olacak?» diye sordu Bru. Smith gülümsedi: «Ama dünyalıdan bahsetmeye başlayan sensin. Madem başladın, öyleyse önce bu düm yalı işini halledelim.» «Peki öyleyse,» diye ister di Bru.



istemez kabullen­



15 dakika sonra müzenin salonlarında dola­ şıyorlardı. Smith koşar adım yürüyor, Bru da onu yakalamaya çalışıyordu. «Sanırım buralarda bir yerde olacaktır,» de­ di Bru, «hah, işte burada. Bakî» John Smith gösterilen yere gözattı ve yere düşmemek için kendini zor tutu. Bu manzara karşısında söyleyebileceği tek kelime vardı vc de söyledi: «Allah kahretsin!!!»



— 85 —



«Bunların iki cinsiyeti! olduklarını nasıl da akıl edemedim,» diye Bru telefonda söylenip du­ ruyordu. «Benim aklıma gelmişti,» dedi Kni, «fakat pek Önem vermemiştim.» «Önemli olmaz mı? Meğerse John Smith bir cinsten, müzedeki ise öteki cinstenmiş. Müzede­ ki dünyalıyı görür görmez, John Smith adeta çıl­ gına döndü ve ondan başka şeyin lafını etmez oldu. AWC meselesini dinlemek dahi istemiyor.» «Çok üzgünüm,» dedi Kni, «sana yardım edemiyorum. Peki sizin bölgedeki havalar na­ sıl?» «Hava mı, bildiğin gibi,» deyip konuşmayı alelalece kesti Bru. Hava meselesini Kni ile tar­ tışmak istemiyordu. Kni’den tavsiyelerini öğren­ mek için telefon etmişti: Zira, müzedeki dünya­ lıdan Smith’e bahsetmekle büyük bir hata işle­ mişti. Şimdi de yeni bir hata işlemekten korku­ yordu... Ne yapmalıydı? Görünüşe göre yapıla­ cak en iyi şey, Smith’in isteğine uyarak, dünya­ lıyı yeniden canlandırmaktı.



Smith odada bir aşağı bir yukarı volta atı­ yor, Bru’yu bekliyordu. Psit’linin gelip, kendisine artık kızla konuşabileceğini söyleyeceği ana ka­ dar Smith’in yerinde durmasına imkan yoktur. 60 ışık-yıh içinde sadece dört dünyalıya rast­ lamıştı, bunların hepsi erkekti. Smith son olarak beş yıl önce, Yeni İtalya gezegeninde bir kadına rastlamıştı. İşte bu yüzden şimdi müzedeki cam. —



86



-



muhafaza içinde birdenbire bir kızla karşılaşın­ ca, duygularının bütün kontrolünü kaybetmişti. Müzedeki kız hâlâ orijinal kıyafetiyle duru­ yordu: Uzun siyah elbise ve çirkin siyah çizme­ ler. Sadece çizmeleri değil, elbiseleri de çirkindi. Ama giysileri ne denli çirkin olursa olsun, kız çok güzeldi, şimdiye kadar gördüğü kızların en güze­ li... Bru, yanında iki robot olduğu halde gelip ka­ pıya dikildi, «Nasıl?» diye telaşla sordu Smith, «iyi mi?» «Doktorları henüz göremedim dünyalı- An­ cak bildiğim kadarıyla, bu kadar uzun süre don­ durulmuş bekleyen bir yaratığın tekrar canlandı­ rılması saatler alır. Sonucu beklerken, şu bizim otomatik hava kontrol sistemi üzerinde konuşsak fena olmaz diye düşünmüştüm.» «Hayır, hava kontrol sistemi falan düşünmek istemiyorum şimdi.» «John Smith, ilk karşılaştığımız zaman, bir dünyalı için oldukça makul sayılabilecek bir kişi olarak görünmüştü bana.» «O, bu-kızdan bahsetmeden önce idi. Öyley­ se neden bana ondan bahsettin? Bir işi bitirme­ den ötekine neden başladın?» Bru, Smith’e üzüntüyle baktı: «Müzede öteki dünyalıya rastlayınca çok kı­ zacağını düşünmüştüm. Bu yüzden önce bu me­ seleyi halledip, sonra hava kontrol meselesine ra­ hatlıkla eğitebileceğimizi sanmıştım. Ama görü­ yorum ki, bu gidişle hava kontrol meselesine bir türlü eğilemeyeceğiz.» Smith onu dinlemiyordu bile. Gözleri kapıda daha Önce müzedeki cam muhafaza içinde gör­ — 87 —



düğü kızı düşünüyordu. Müzede ayaklarının ucundaki beyaz etikette şöyle yazıyordu: «Cinsi: İnsan Cinsiyeti: Dişi İsmi: Meçtıul Bulunduğu dünya yılı: 1850 Gerçek yaşı (yaklaşık olarak): 370 Görünür yaşı: 20 yada daha as» «Gerçek yaşı 370, görünür yaşı 20 yada da­ ha az,» diye iç geçirdi Smith. Bru ona tekrar baktı ve kendi kendine birşeyler kararlaştırdı. Robotlara dönerek emretti: «AWC tamir edilinceye kadar bu dünyalının öteki dünyalıyla karşılaşmasına izin verilmeye­ cektir! Bu emri diğer bütün robotlara da bildire­ ceksiniz! Ne dünyalının itirazları, ne de benim söyleyeceklerim bu emri katiyyen değiştire­ mez.*,» «Ne yaptın?!!» diye bağırdı Smifch. «Lütfen emri tekrarlayın,» diye sükunetle ro­ botlara seslendi Bru. Robotlar tekrarladı: «AWC tamir edilinceye kadar, bu dünyalının, * öteki dünyalıyla karşılaşmasına izin verilmeye­ cektir! Bu emri diğer robotlara da ileteceğiz. Ne dünyalının itirazları, ne de sizin sonradan söyle­ yecekleriniz bu emri katiyyen değiştiremeze «Tamam,» dedi Bru. Sonra Smith’e döndü, «Üzgünüm dünyalı, bu sadece,..» Smith hiçbir şey söylemiyordu. Biliyordu ki, bu insanlara bağırıp çağırmak hiçbir şeyi de­ ğiştirmez, Nuh dediler mi, peygamber demez bu yaratıklar. —



88







«Niye bu zavallı kızı düşünmüyorsun?» diye sordu. «Onrnı neslinin buradaki tek mensubuyum ve 350 yıl sonra...)) «Dünyalı,» dedi Bru, «bunları bırak da AWC meselesini tartışalım. Bu meseleyi ne kadar ça­ buk halledersen, öbür dünyalıyla o kadar çabuk konuşursun.» Smith üzgün bir sesle, «pekala,» dedi. «Ko­ nuşalım. Şu hava.makinamzı anlat halkalım. Arızası neymiş?» «Evvelce de söylediğim gibi, otomatik hava kontrol sistemini yüzyıl önce kurmuştuk. Makinamn koordinatörleri gerekli bilgileri toplamış ve makina çalışmağa başlamıştı. «Daha sonraki 25 yıl hâva tam istediğimiz gibi olmuştu. Fakat sonraları bu bize çok mono­ ton gelmeğe başladı.» «Çok monoton mu? Ne demek yani?» «Demek istiyorum ki, hava şartları birgün önce nasılsa, ertesi gün de tıpatıp aynı oluyordu. Öğleden sonra aynı saatte hafif hafif yağmur ya­ ğıyor- Geceleri aynı saatte tekrar yağmur serpiş­ tiriyordu. Öyle ki, saatleri yağmurun başlayışına göre ayarlamak dahi mümkün hale gelmişti. Şüp­ hesiz bu arada mevsimlere göre bazı ufak deği­ şiklikler oluyordu. Fakat bunlar öyle tedrici de­ ğişikliklerdi ki, birgünden ötekini farketmek mümkün değildi,» «Bundan iyisi can sağlığı. Daha ne istiyor­ sunuz?)) diye sordu Smith. «Psit’liler tek düzelikten hiç hoşlanmazlar dünyalı.» «Peki, bunu neden daha önce düşünmedi­ niz?» -



89 —



«Haklısın, ama,..» «Siz günden güne küçük değişiklikler isteiniştiniz. Ama: istediğinizden daha mükemmel ol­ du* Değişiklik diye bırşey kalmadı, öyle mi?» «Şimdi farkına vardık ki? dünyalı, eğer eski, yani tekdüze hava şartlarına dönebilsek, bunu hemen yapardık. Bu denli iyi hava şartlarının değerini bilememişiz*» Smıth ona hayretle baktı, sonra gülerek: «Anlıyorum,» dedi «tekdüze hava şartların­ dan sıkılınca AWCfnin programını değiştirmeye kalkıştınız, fakat sonuç o monotonluğu aratacak kadar kötü oldu*» «Evet. Bereket, deneme sadece bu bölgede yapılmıştı ve,..» Birdenbire kapı açıldı ve Psitİi doktorlardan biri içeri girdi. Bru’ya, «dünyalı birkaç dakikaya kadar uyanacak,» dedi. Smith kapıya doğru saldırdı, aynı anda iki robot da harekete geçti, kapı aralığından Smith iki robotun daha koridordan içeriye doğru hamle ettiklerini farketti: Robotlar, Bru’ntm emrini ye­ rine getirmeye „ hazırlanıyorlardı* Dünyalıların * birbirlerini görmelerine izin vermiyeceklerdi. «Eğer onu göremiyeceksem, hiç olmazsa birkaç satır yazayım,» dedi Smith* «Bilmem, yazmana İzin verilir mi?» diye Bru müdahale etti. «Verilir mi de ne dernek,» diye çıkıştı Smith, «elbette verilecek!» Ve izin verildi.



90







On dakika, sonra mektup, robotlardan biri tarafından kıza ulaştırıldı. Mektup diyordu ki: «Sevgili Kız, Sana izah edilmesi gereken o kadar çok şey var ki, nereden ve nasıl başlayacağımı bilemiyo­ rum. Şu anda, 2203 yılındayız ve sen dünyadan çok uzaklardaki Psit gezegeninde bulunuyorsun. Kaz’a benzeyen bu acaip yaratıklardan korkma! Bunlar Psit’liler. Gezegende şenle benden başka diğer yıldızlardan kimse yok. Sana izah edemiveceğim nedenlerden ötürü, şu anda seni görmeye gelemiyorum. Yapmak üzere gelmiş bulunduğum bir işi tamamlamadan da görüşmemiz mümkün olmayacak. Adım John Smith, 28 yaşındayım. Amerika' nın Son Francisko şehrinde doğdum, Amerikalı yada İngiliz olduğunu, hiç değilse İngilizce bildi­ ğini umarım. «Sana SON HABERLER’in bir nüshasını gönderiyorum- Bulabildiğimiz resimsiz tek gazete bu. Sana çok aykırı gelebilecek şeyleri anlaya­ cak duruma gelinceye kadar resim görmeni istemiyorum. Lütfen acele cevap yaz ve mektubunu bir ro­ botla yolla. Sevgilerimle John Smith.» Smith mektubunu yazıp robota verir vermez. Bru, hiçbir kesinti olmamış gibi konuşmayı sür­ dürdü. «Evvelce de söylediğim gibi,» dedi, «hava Öylesine monoton olmuştu ki, AWC’nin çalışma düzenini bir parça bozmaya karar verdik.» — 91 —



(



«Peki, nasıl yaptınız bunu?» «Burada 100 mil kadar ötedeki Psor Hava Kontrol Lstasyonu'ndan sinyal göndermeyi dur­ durduk , onun yerine kendi sinyallerinim gön-' derdik.» «Sonra ne oldu?» «Bunun üzerine AWC elektronik koordinata rü, istasyonu kontrol etmek üzere Psor5a robotdurduk, onun yerine kendi sinyallerimizi gön­ dermeye devam ettik.)* «Pek zekice bir buluş değil,» dedi Smitlı. «Niçin olmasın?» «Beİli ki, elektronik koordinatör Psor istas­ yonundan gönderilen sinyallerin sahte olduğunu anlayacaktı. O zaman AWC, PsorkEan gelen ra­ porlara aldırış dahi etmeden, daha önce topladı­ ğı çok sayıdaki enformasyona dayanarak çalışma­ sını sürdürecekti.» «Doğru dünyalı, ama düşünmüştük ki„ Ama bir dakika dünyalı- Bu kadar düşük teknolojik se* viyenizle elektronik cihazlardan bu kadar iyi na­ sıl anlayabil iyorsunuz ? » Smith bir cevap verecekti, fakat vazgeçti, Nasıl olsa kör bir insana renkleri, sağır bir insa­ na ise müziği izah etmek mümkün değildi! Eğer izah etmeye kalkışsaycü, ona galaksideki bütün canlılar arasında, dünyalı insan neslinin bireyden bireye değiş en karakter f arkl ılıklarıyla temayüz ettiğini anlatması gerekecekti. Her dün­ yalı, kimi insanın çok zalim, kimisinin iyi kalpli, kimisinin mutlu, kimisinin mutsuz* kimisinin kö­ tü, kiminin enerjik, kimisinin tembel olduğunu bilirdi. İşte bu yüzdendir ki> dünyalılar diğer ne­ — 92 —



sillerin nasıl düşündüklerini, hatta elektronik makinaların dahi nasıl «düşünebildiklerini» bi­ lirdi. İşte çok yüksek teknolojik seviyedeki diğer nesillerin dahi, tıpkı Psit’liler gibi, kendi yaptık­ ları elektronik makinaların problemlerini çöz* mek için dünyalıları çağırmak zorunda kalmala­ rının nedeni buydu, Smith, Bru’yâ cevap vermek yerine sordu: «Peki koordinatör Psor Hava îstasyonu’nun sahte sinyaller gönderdiğini farkeditıce ne oldu?» «Bunun üzerine AWC, minimum hava ve sı­ caklık değişiklikleri yerine maksimum değişiklik­ ler yaratmaya başladı. Birgün beş derece olan sı­ caklık, ertesi gün birdenbire —25*e düşüyor; bir­ gün hafif yağmur yağarken, birdenbire yağış kesiliyor, bir ay tek damla yağmur düşmüyor, sonra yeniden sağanak halinde sürekli yağmur başlıyor. Birgün bakıyorsun tipi ve kardan g o z gözü görmüyor,» «Koordinatörünüz A sınıfı bir elektronik be~ yindi. değil mi?» diye sordu Smith, «A-l sınıfı elektronik beyin,» «Yani kendi kendini onaran cinsten mi?» «Evet, kendi kendini onaran, tamamen ba­ ğımsız bir elektronik beyin. Bir durum müstesna, tamamen bağımsız. Ama koordinatörlerden biri bozulduğu takdirde, diğer bölgelerdeki koordina­ törler işe hemen elkoyarak, bozuk koordinatörü eski çalışma mükemmelliyetine ulaştırırlar,» «Peki sizin bölgenin koordinatörü maksimum hava değişiklikleri vermeye başlayınca, diğer beş koordinatör işe elkoydular mı?» «Hayır!» — 93 —



«Öyleyse besbelli ki, diğer koordinatörler şu anda sizin bölgede hüküm süren hava şartların* dan çok memnun görünüyorlar,» dedi Smith. Bru, ona hayret ve dehşetle baktı.



Kızdan ilk mektup, Smith’e ertesi sabah ulaştr Diyordu ki: «Sevgili Mr, Smith, Gelip beni görmenizin neden imkansız oldu­ ğunu anlayamadım. Ne olursunuz bana gerçeği söyleyin. Yoksa burada hapis miyiz? Söylemekten çekinmeyin. Merak etmeyin, telaşa kapılmam. Dün gece sizi aramak üzere odamdan çıkmak is­ tedim, ama makina adamlar önümü kesti. «Eğer resimli bir derginiz varsa derhal bana gönderin 2203 yılının giyim modasını öğrenmek istiyorum. «Adım Henrietta Battersby, 18 yaşındayım, ya da 20 yaşındaydım.» Dünyadan hatırladığım son şey, bir gemiyle İngiltere’den Hindistan’a gitmekte olduğumdu. Lütfen mektubuma derhal cevap verin. Ve < sizi ne zaman görebileceğimi bildirin. Sizin, Henrietta Bâttersbv» Smith kıza derhal cevap yazdı, fakat onun için bazı elbiseler yaptırmcaya kadar gönderme­ di. Sonra bu uzun mektubu, bir dergi ve yeni el­ biselerle birlikte yolladı. Elbiselerin onu şaşkına çevireceğini sanıyordu, fakat ikinci cevabı alınca yanıldığını gördü. Kız mektubunda diyordu ki: — 94 —



«Sevgili Mr. Smith, «Eğer Psit’liler sizin yardımınıza bu kadar muhtaç iseler, verdikleri emri değiştirmelerinin mümkün olamayacağına inanmıyorum- Bru de­ nen yaratık herşeye burnunu sokuyor; hatta bu yüzden kendi hava makinası dahi illallah demiş olacak ki, ona hizmet etmeyi reddediyor. .Neden Bru’dan daha yüksek birisine başvurmuyorsu­ nuz? Böylesine budalaca bir emri bozdurmak için daha yüksek bir makama başvurmak gibi ba­ sit birşeyi nasıl akıl edemezsiniz? Anladığıma gö­ re, aslında beni görmeyi pek de istemiyorsunuz. Gönderdiğiniz elbiselere teşekkürler. Ama tabii hiçbirini giymeyeceğim. Ben dünkü çocuk değilim. Biliyorum ki, bu nesneleri hiçbir kadm giyemez. Gönderdiğiniz dergideki resimler de, be­ ni bunu yapmaya ikna edemez. Sizin. Henrietta Battersby» Smith’m üçüncü mektubu da durumu değiş­ tiremedi; dördüncü mektubu da- bir işe yarama­ dı. Henrietta, Nuh diyor peygamber demiyordu. Artık yüzyüze görüşmekten başka çare kalma­ mıştı.



AtVC koordinatörlerine uygulanan talimat­ ları ve programları elde edebilmek çok zor oldu. Smith’in bunları neden görmek istediğini Bru bir türlü anlayamıyordu. Sonunda Smith, bunları Teknik Kütüphane’de bulabildi. Üzerlerinde titiz­ likle çalıştıktan sonra Brü’yu görmeye gitti. — 95 —



4



«Henriettafyı görmek istiyorum,» dedi* «Bunun mümkün olmadığım biliyorsun dün­ yalı» Smith gülümsedi: «İmkansız değil! Bunun nasıl mümkün kılı­ nabileceğini de Henrietta bana öğretti*» «Ne?» «Evet, daha yüksek bir makama başvurup, emrini bozdurfcacağım.» «Daha yüksek makama mı?» «Kni’ye. Altı bölgenin birden en yüksek oto­ ritesi o. Robotlar da bunu bilirler. Kendi robotla­ rına, benim Henrietta ile görüşmeme izin verdiği­ ni diğer robotlara bildirmelerini emretmesi yeter. Ve,..» «Bu fikri sevmedim dünyalı,» diye bağırdı Bru* «Şu AWC meselesini halletmeden Henrietta ile görüşmemeyi sen de kabul etmiştin.» «Evet ama, AWC meselesinin nasıl halledileceğini artık biliyorum*» «Nasü?» «Çok basit. Bu fikri de bana Henrietta ver­ di.» «Nasıl nasıl? îj Koordinatörü tamir etme fik­ rini de dünyalı Henrietta mı verdi?!» Smith tekrar gülümsedi, «tam öyle de değil. Sadece AWCl5nin neden maksimum hava değişik­ likleri yaratmaya başladığının ana nedenini söy­ ledi, Bunun üzerine onun bu izahını kontrol et­ meye karar verdim. AWC koordinatörlerine uy­ gulanan talimatları ve programlan görmek iste­ memin sebebi de buydu. Nitekim okuyunca, kı­ zın lıaklı olduğunu gördüm* —



96







«Bildiğin gibi Bru, sizin AWC’ye uyguladığı­ nız orijinal programlar hava sıcaklığının sadece günden güne minimum değişikliklere tabi tutul­ masını öngörüyordu. Yine programa göre, verilen hava şartlarını uygulamakta herhangi bir aksilik çıkarsa, koordinatör bizzat bir çözümyolu bula­ rak işin üstesinden gelecekti. «Sizin, Psor Hava Kontrol îstasyonu’ndan verdiğiniz sahte sinyallerle bu ‘aksilik' meydana gelmiş oldu. AWC koordinatörü, bu sahte sinyal­ lere aldırış etmeden, normal çalışmasını sürdüre­ bilirdi. Ama, koordinatör, durumu tahlil edince, bu salıte sinyallerin kasıtlı olarak gönderildiği so­ nucuna vardı. Ve tahlili devam ettirince, koordi­ natör tahmin etti ki, eğer bu sahte sinyallere al­ dırmazsa, AWC’nin normal çalışmasına bu kez başka biçimlerde müdahale edilecektir. İşte bu yüzden koordinatör, sahte sinyallerle yapılan müdahaleye karşı aktif şekilde mücadele etmeye karar verdi. Bu mücadelenin en iyi yolu da mak­ simum hava değişiklikleri yaratmaktı. Diğer beş koordinatör de bu planı benimsediler.» Bru birkaç saniye sessiz kaldı, «Dünyalı Henrietta mı söyledi bütün bunla­ rı?» diye sordu sonra. «Pek öyle değil. O bana genel bir anahtar verdi, ben de onu bu özel soruna uyguladım. Ba­ na, ‘daha yüksek bir otoriteye başvurmak’ fikrini verince, ben de bu çarenin iki soruna birden uy­ gulanabileceği kanaatma vardım: Hem onunla buluşabilmek meselesine ve hem de hava kontrol meselesine...» «Seııi bir türlü anlayamıyorum dünyalı.»



97



-



^Anlayamayacak ne var? Çok basit, koordr natörler de biliyorlardı ki, Fsit’deki bütün işler robotlar tarafından yapılır. Ve yine bilirler kİ Kni altı bölgenin birden en yüksek otoritesidir Eğer Kni, bütün robotlara AWCTnin çalışmaları­ na müdahale etmemelerine dair bir emri verecek olursa, eminim ki, koordinatörler bu emri öğre­ nir öğrenmez memnun olacaklardır, sizin de ha­ va probleminiz çözülecektir.» «Peki öyleyse, deneyelim dünyalı.» «Evet denemeli. Ama ondan önce Kni’ye be­ nim Henrietta ile buluşmamı önleyen emri boz­ masını söylemeyi de unutma İ»



Smith Henrietia’yı gezintiye çıkarttı, Smith’in üzerinde bu kez uzun pantalon ve beyaz bir gömlek vardı. Henriatta İse, uzun siyah elbisesini üzerinden atmamıştı. Sıcaklık 35 derecenin üzerindeydi. Şehirde herşey, Henriatta’ya çok acaip görü* nüyordu. Bu yüzden çok geçmeden kendisini yor; gun hissetti. Ama, Smith kendisini tarlalara gö­ türüp, çimenler arasında dolaştırmaya başlayım ca müthiş keyiflendi. Kaim yapraklı ve san renk­ li de olsa, çimen yine çimendi. Ağaçlar da, kırmızı ve koyu renklerine rağmen gene de ağaçtı. «Bu elbise içinde sıcaktan bunalmıyor mu­ sun?» dedi Smith. Henrietta burnunu havaya kaldırarak cevap verdi: «Mr. Smith, şunu anlamanızı isterim ki, si­ zinle bir gezintiye çıkmış olmam, size güvendiğim — 93 —



anlamına gelmez. Elbisemden bahsetmeyi lütfen kesin. Ancak, sizin isimlendirdiğiniz gibi ‘dünyalılar’la karşılaştığımız zaman, size güvenip gü­ venmeyeceğime karar vereceğim- öyleyse...» Birden durakladı, çünkü ansızın müthiş bir yağmur başlamıştı. Çok geçmeden yağmur tipiye dönüştü. Bir ağaca doğru koşmaya başladılar. Ama ağaç çok uzaktaydı. Henrietta ise uzun elbisesi­ nin içerisinde doğru dürüst koşamıyordu. Bunun üzerine Smith, merasime, kurala aldırış etmeden onu kucağına alarak taşımaya başladı. Ağacın altına vardıklarında, Henrietta soğuk bir sesle söylendi: «Teşekkürler Mr. Smith. Ama bunu yapma­ dan önce benim kabul edip etmeyeceğimi sorma­ nız gerekirdi..,» «Soracak zaman mı vardı ki?! Şu anda bile .sırılsıklamsın. Bereket sana başka elbiseler yolla­ mıştım. Geri döndüğümüzde üstünü değiştirebi­ lirsin.» «Asla Mr. Smith! Size söylemiştim ki...» Sonra birden merakla sordu: «Bu elbiseleri kendiniz mi yaptınız Mr. Smith?» «Hayır, bir robot yaptı.» «Makina adamlar böyle şeyler de yapabili­ yor mu?» «Robotlar elbise dikmekten fazlasını da ya­ pabilirler Henrietta. Hatta...» «Mr- Smith! Bana Henrietta diye hitabetme izni vermemiştim size.» 99 -



«Uyarmana teşekkürler, ama benim İzne mizne ihtiyacım yok* Evet ne diyordum Henrietta. Robotlar hatta bundan fazlasını da yapabilirler. Buradaki hava şartlarını dahi kontrol edebilir­ ler.» «Ve bu işi de çok berbat bir şekilde yapar-lar,» dedi soğuk bir sesle Henrietta* Smith devam etti: ((İşte benim burada bulunmamın nedeni de bu. Bunların işlerini daha mükemmel yapmaları­ nı sağlamak üzere buradayım ve yakında bunu da başaracağım. Ondan sonra seninle dünyaya döneceğiz* Dünya istikametinde gelecek uzay se­ feri üç hafta sonra. Bu uzay gemisinin koyun başlı timsahlara benzeyen Pıcor'lar yönetiyor. Gemide herhangi bir dünyalıya rastlayacağımızı sanmıyorum. Pica'da, Yeni İtatya yönüne giden bir başka uzay gemisine aktarma yapacağız. Ay­ nı sistemde başka bir gezegen olan Yeni İtalya'da dünyalı bir koloni var. Orada dünyalılarla karşı­ laşacaksın. Oradan dünyaya düzenli uzay gemisi seferleri var*» «Yeni İtalya'ya ulaşmak ne kadar zaman« alır?» «Üç ay kadar,.. Bak, tipi durdu. Eve dönmek ister misin?» «Evet lütfen. Şu hava makinasmı tanür edinceye kadar bir daha gezintiye falan çıkmam.»



«Demek hava meselesini hallettin,» dedi Kni. «Pekala, zaten bunu yapabileceğini biliyordum. Bra, pek zeki bir arkadaş değil.» —' 100 —



«Evet değil,» diye Smith onayladı. Psit’liler arasında karakter bakımından pek büyük farklı­ lıklar olmamakla beraber, zeka ve hayalgücü ba­ kımından ayrılıklar olduğunu biliyordu. «istediğin gibi Picor gemisinde senin için iki bilet ayırttım,» dedi Kni. «Şanslısın, gemide seya­ hat eden iki dünyalı daha yar.» ftYaaa!!!» dedi Smith, Knikıin tahmin ettiği gibi bu haberi duymaktan hiç de îıoşnut olma­ mıştı. Zira Smith Henrietta'yı ne kadar sevdiğini adamakıllı farketmiş ve gemideki üç aylık başbaşa seyahatleri sırasında aklını çelebileceğim düşlemişti. «Evet, arkadaşın Henrietta onlarla çoktan buluştu bile. Sanıyorum ki...» Fakat Kni sözünü bitirmemişti M Smith gemiye doğru atıldı. Henrietta’yı görünce de donup kaldı* Smith’in gön­ derdiği yeşil elbiseyi giymişti. «îki dünyalıyla karşılaştım, » dedi Henrietta gülümseyerek, «sana önceden güvenmediğim için üzgünüm. Oysa bana ne kadar iyi davrandın... Şimdi anlıyorum ki, bana bütün söylediklerin gerçekmiş.» Smith sadece, «ha?» diye bir ses çıkartabil­ iri. Bu soruda bir kıskançlığın belirtisi hissedili­ yordu. Henrietta tatlı bir gülümsemeyle



devam et“



ti: «Çok tatlı insanlar. Bundan sonra herşeyde onları kendime Örnek alacağım.» «Hai!» diye tekrarladı Smith, —



101



•—



Çok geçmeden de Henrietta’mn hayran oldu­ ğu iki dünyalıyla tanıştı. Genç bir kadın kendisi­ ni gülümseyerek «merhaba» diye selamladı. Ya­ nındaki genç adam ise, «adım Gordon. Biz...»-di­ ye mutlu bir gülümseme ile devanı etti. «Balayı seyahatinrîeyiz.» Smith derin bir oh çekti* O kadar umut bağ­ ladıktan sonra kızı elinden kaptırdığına dair kor­ kulan demek ki boşunaydı. Demek Henrietta’yı elinden kapacak kimse yoktu- Ama geriye bir me­ sele kalıyordu, kız bunların her yaptıklarını ken­ disine örnek alacaktı* Balayım da mı? fîmit bir göğüs geçirdi ve memnun gülümsedi* J. T. Mclııtosh’tan adapte edilmiştir*



— 102 —



GRENVILLE'IN GEZEGENİ



Wisher yeni gezegenin parlaklığını göremiyördu. Uzay gemisinin arka kabininde yapayal­ nızdı, gözetleme ekranına da bakmıyordu. Yıldız servisindeki 14 yıllık hizmetinden sonra yeni yıl­ dızların en acaip olam dahi ona pek ilginç gelmi­ yordu. Öte yandan ’VVisher’in genç pilotu Grenville yeni gezegene müthiş bir ilgi duymuştu. Uzay ge­ misi gezegene yaklaştıkça büyük bir merakla göz­ lerini ondan ayıramıyordu. Gezegenin etrafında tam dört tane ay olduğunu farketti. Dört ayın ışığı gezegeni daha parlak ve daha mavi yapıyor­ du. Bu, Grenville'în şimdiye kadar gördüğü en güzel şeydi. . tç haberleşme cihazının düğmesine bastı, fa­ kat Wisher’den ses seda çıkmadı. Gezegen, şimdi daha yakındaydı. Parlak camdan yapılmış kocaman mavi bir topa benzi­ yordu- Pırıl pml parlıyordu. Grenville, gezegenin neden bu kadar parlak ve mavi olduğunu anla— 103 —



mıştı. Gezegenin üzerinde hiçbir kara parçası yoktu. Yüzeyi tamamen suyla kaplıydı. Grenville, iç haberleşme cihazının düğmesine tekrar bastı. Wısher nihayet gelebildi. Ekranda, gezegenin yüzünü kaplayan suyu farkedince söylendi: «Böyle birşey kimin akima gelirdi ki?» Gezegen masmavi idi. Kutuplarında buzlar ve beyaz bulut kümeleri göze çarpıyordu. Geri yanı tamamen suydu. Grenville gülümsedi. Bir su dünyası! «Nasıl, beğendin mİ?» diye sordu. «Herhalde böyle milyonda bir olur. Eminim sen de şimdiye kadar böyle birşey görmemişsindir.» Wisher, cevap vermedi. Radarın başma geçe­ rek çalıştırmaya başladı. Biraz sonra radar ek­ ranında gezegen belirdi. Fakat radarlarda her­ hangi bir toprak parçası göstermiyordu' Grenville, her zaman olduğu gibi, tekrar ko­ nuşmaya başladı, «Bu ergeç olacaktı,» dedi, «dünyanın dörtte üçü suyla kaplı olduğuna göre, tamamen suyla kaplı, topraksız gezegenler de niçin olmasın?» Wisher başmı salladı. Gözetleme ekranına tekrar gözattı ve: «Hadi alçalalım,» dedi; «Alçalalım mı? Nereye doğru?» «Daha aşağıya, okyanusta hayat olup olma­ dığını görmek istiyorum,»



Her yeni gezegen tamamen başka bir alem­ dir ve diğer dünyaların geçmiş tecrübeleri yeni gezegende hiçbir anlam ifade etmez. Bunun için­ -



104 -



dir ki, Yıldız Servisi birçok kurallar ve ilkeler koymuştur; Yeni gezegene nasıl inileceğini, ora­ da nasıl yürüneceğini, nasıl nefes alınacağını dü­ zenleyen kurallar. Bu kurallar ve ilkeler, yeni gezegenler keşfe­ den birçok Yıldız Servisi mensubunun hayâtları­ nı kurtarmıştır. Ve yine bu kurallara göre, bir uzay gemisi ilk defa karşılaştığı bir gezegene, asla 500 metreden fazla yaklaşmamalıdır. Grenvüle, gemiyi 500 metreye kadar indirdi ve radarın da yardımıyla okyanusta inceleme yapmaya başladılar. Okyanusta hiçbir hayat belirtisi olmadığını görünce şaşkınlıkları iyiden iyiye arttı: Ne balık, ne de yosun vardı. Gezegenin etrafında bir tur attılar, fakat hiç­ bir hayat belirtisine rastlayamadılar. Sonra gözlerine küçük bir adacık çarptı. Beş mil boyunca, iki mil eninde, küçük, çok küçük bir adaydı bu. O kadar küçüktü ki, strâfosferden radarla dahi görememişlerdi. Ada, mavi okyanus sularında yüzen, küçük, kahverengi bir puroya benziyordu. Grenville bu gülünç adaya bakıp gülümsediMüthiş gururlanıyordu. Kolay mı? Bu gezegeni gören ilk insan o olmuştu; onun keşfiydi bu ge­ zegen. Herhalde bu gezegene de kendisinin ismi veilecekti. Kalbi daha hızlı çarpmaya başladı. Hep böy­ le yapılırdi. Birçok gezegene, Yıldız Servisi men­ suplarının isimleri verilmişti. ™



105



-



^



Grenville bunları tatlı tatlı düşünürken, Wisher uzay gemisini adaya doğru dalıa da yak­ laştırdı. Âda acaip, kahverengi bir bitki örtüsüy­ le kaplı idi. Sonra birdenbire gözüne başka bir ada daha çarptı. O da bir puraya benziyordu, fakat birincisin­ den daha büyüktü. 20 mil kadar uzunluğunda, birkaç mil genişliğindeydi. Bu ikinci adaya iniş yapmaya karar verdiler.



«Acaip,» dedi Wisheı\ Sahildeki kumları inceliyorlardı. «Nesi acaip,,> diye sordu Grenville. «Bilmiyorum,» dedi Wisher, yavaşça cevap verdi* «İçimde acaip bir tehlike hissi var.» Grenville cevap vermedi. Adada insanoğlu için tehlikeli olabilecek herhangi birşey göze çarpmıyordu. Radarlar ve diğer araçlar, sadece ,, bir tip hayvan tesbit etmişlerdi. Küçük, dört ayaklı hayvanlar. Köpekten biraz daha büyük gö­ rünen bu hayvanların hareketleri ağır ve gürül­ tülüydü. Ama Grenville’de de bir tehlike hissi be­ lirmişti. iki adam uzay gemisinin yanında dikilmiş duruyorlardı. Uzay kurallarından biri de, tehlike olmadığına kesin kanaat getirinceye kadar, ge­ miden uzaklaşmamaktı* İki adam ise, henüz teh­ like olmadığına kanaat getirememişlerdi. «Buranın havası nasıl?» diye sordu Wisher. — 106 —



O sırada Grenville de havaölçere bakıyordu. Bir saniye sonra cevap verdi: «İyi!» Wisher başlığım açtı. Hava temiz ve taze idi. Ciğerlerini taze hava ile doldurduktan sonra et­ rafına bir gözattı* Uzay gemisi yumuşak kızıl kumlar üzerinde duruyordu* Kuzey tarafında açık deniz, güneyin­ de ise, daha önce uzaydan teşhis ettikleri kahve­ rengi bitkilerle kaplı bir orman vardı* Evet, bu bir ormandı* Ama çok acaip bir orman* Bitkiler, dümdüz ve düzenli ekilmiş gibi idi* Hepsi .de he­ men hemen aynı boydaydı: Üç metre kadar. Bitkilerin geometrik düzenliliği ürkütücüy­ dü. Fakat, temiz havayı soluduktan sonra Wisherün kendisine güveni biraz daha artmıştı. Yanlarında ışık tabancaları vardı. Üstelik bir de uzay gemileri ve özel alarm sistemi.*. Şu halde artık tehlike sözkonusu olmamalıydı* Grenville gemiden iki tane açılır kapanır sandalye aldı. Sandalyelere oturup akşama kadar çene çaldılar. Akşam üzeri iki ay birden doğdu* «Aylar,» diye bağırdı Wısher birdenbire«Ne?» «Aylan düşünüyordum,» dedi Wisher* «Ayların nesini?» «Ayları ve tabii gel-git olayım*..» diye açık­ ladı V/isher* «Gezegenin etrafında tam dört tane ay var­ dı. Bu dört ay biraraya geldiği takdirde, korkunç bir gel-git olayına, yani suların inanılmaz bir d e ­ r e c e d e yükselmesine sebep olabilir,» — 107 —



GrenviIIe, gö2leri kapalı, dalgın oturuyordu. GrenviIIe gezegeninin kaşifi olarak kazanacağı ünü düşlüyor, aylar ve gel-git olayı kendisini pek de ilgilendirmiyordu. «Bu gel-git olayından sana ne? Bırak, Yıldız Servisinin bilginleri bu işle uğraşsınlar,» dedi il­ gisizce. Fakat Wisher'in aklı bir kez buna takılmıştı. Dört ay biraraya geldiğinde, korkunç bir su yük­ selişine sebep olabilir ve bu gel-git olayları yü­ zünden kara paftalarının kıyılan eriyip, denize karışabilirdi. Milyarlarca yıl sonra gezegende bu yüzden hiç kara parçası kalmamış olabilirdi. Ge­ zegende şu anda toprak bulunmamasının sebebi herhalde bu olmalıydı. Ama, gel-git olayı yüzün­ den kara parçaları böyle yokolduysa, bu küçük adacıklar nasıl kalabilmişti? Oysa, böylesine dev bir gel-git olayı, bu adacıkları da pekala silip sü­ pürebilirdi. Ama belki de böyle bir gel-git olayımmn olabilmesi için yüzyıllar geçmesi gerekiyor­ du. İki aya da bir gözattıktan sonra denize dön- „ dü. Sonra bu gezegen hakkmdaki ilk düşüncele­ rini hatırladıVe gelişme yasasını da. Deniz altında bir müyar yıi kalınca memeli­ lerin meydana çıkabileceği bir kara parçası da olamazdı. Acaba denizin altmda şu anda neler olup bitiyordu? Wisher birdenbire ürktü. Gece uzay gemisine geri dönünce hava boş­ luğunu kilitledi. Alarm tertibatını ayarladı. Gece yarısı birdenbire alarm sesi duyuldu. — 108 —



Grenville ve Wisher korku ile yerlerinden fırla­ dılar, ama gelen sadece bir hayvandı. Hayvan, ince yapılı fakat güçlü kuvvetli görünüyordu. Ya­ kından inceleyemeden dönüp gitmişti bile*,. Fa­ kat otomatik olarak fotoğrafı çekilmişti. Wisher gecenin uyuyamadı.



öteki



yarısında bir



türlü



Sabalı kalktığında Yıldız Servisi üssüne dön­ mek için canatıyordu. Ama kurallar, eğer ciddi bir tehlike sözkonusu değilse, gittikleri gezegen­ den üsse mutlaka bir canlı Örneği getirmelerini emrediyordu* Gcrönürde de gezegende ciddi bir tehlike yoktu. Grenville bir an önce üsse dönmek istiyor­ du. Ama onun dönmek isteyişinin nedeni başkaydr Artık kendisini ünlü bir kişi sayıyor ve üsdekilerin «Grenville Gezegeni »ni bir an önce öğ­ renmelerini istiyordu. Ertesi sabah uzay gemisiy­ le gezegenin etrafında tekrar dolaştılar. Radar­ lar, adaların biçimini ve yerleşme konumunu tes^ bit etti. Ayrıca gezegende ne gibi hayat belirtile­ ri olduğunu da tekrar kontrol etti. Önceden olduğu gibi çok az şey bulabildiler: Sürüngen nevinden birkaç hayvan..,. Kuş, yada balığa benzer hiçbir şey yoktu. Tekrar adaya döndüler. Grenville, daha şimdiden adaya bir isim tak­ mıştı bile: «Kuzey Grenville.» Güneyde uzanan öteki ada da tabii ki «Güney Grenville» olacaktn Artık bazı canlı Örnekleri toplamaktan ve daha sonra üsse dönmekten başka yapacakları birşey kalmamıştı. — 109 —



«Suya fazla yaklaşma! Oraya ben gidece­ ğim.» dedi Wisher. «Başüstüne valide hanım,» diye gülerek ce­ vapladı GrenvUle. «Suya gitmeyeceğim ama, or­ mana gidebilir miyim?» Wisher asık bir suratla, «ışın tabancam unutma,» dedi. Grenville ormana yönelirken, Wisher de su­ ya doğru ilerledi. Mümkün mü, diye düşünüyordu Wisher, böylesine büyük bir okyanusta hiçbir hayat belirtisi olmasın! Hayat daima Önce denizlerde başlardıAma burada hiçbir hayat belirtisi yoktu. Ne yo­ sun, ne de balık... Hiçbir şey. Sadece kum ve su. Suyun kıyısında hareketsiz durdu, İçinden bir ses, tehlikeyle karşı karşıya bulunduklarını söylüyordu. Şimdiye kadar gittiği gezegenlerde gördüğü bütün sıcak denizler çeşitli canlılarla dolu olur­ du. Küçük, büyük canlılar... Ya burada? Hiçbir şey! Su’da hiçbir canlının yaşamamasına, onun içindeki birtakım zararlı şeylerin sebep olabilece­ ği ihtimali geldi akima. Çekine çekine suya yaklaştı. Sudan bir mik­ tar örnek aldı ve çabucak gemiye döndü. Birkaç dakikalık incelemeden sonra, bu su­ yun da dünyadakinin aynı olduğunu gördü. Peki nasıl olur da böyle bir suda canlı bulunmazdı? Grenville ormandan dönünce, Wisher bu so­ runu onunla tartışmak istedi, ama Grenville hiç oralı görünmüyordu. «Belki de balıkların canı burada yaşamak is­ temiyor,» diye baştan savma bir cevap verdi. — 110 —



«Belki de burada yaşamamalarının başka nedenleri vardır,» diye Wisher kendi kendine söylendi, sonra yüksek sesle konuştu: «Elektronik beyin dört aym yörüngelerinin hesaplarım çı­ karttı.» «Öyle mi?» «Dört ay, her 112 yılda bir, bir arada küme­ leniyor. O anda sular 200 metre yükseliyor-» Grenville arkadaşının ne demek istediğini kavrayamamıştı. Sessiz bekledi. «Bu demektir ki,» diye devam etti Wisher, «sular, bu adaların seviyesinden 150 metre daha yukarıya yükseliyor. Öyleyse bu adada yaşayan canlılar nereden geliyor?» Grenville düşünceli cevap verdi: «Öyle ya, hepsinin boğulması lazım.» «Evet amfibik, yani hem suda hem karada yaşayabilen cinsten yaratıklar değillerse, boğul­ maları lazım. Ama öyle olmadıkları da muhak­ kak. Bir ihtimal de her yüzyılda bir yeniden tü­ remeleri.» «Ama imkansız bu! Her yüzyılda bir yeniden türeyemezler,» diye bağırdı Grenville. «İmkansız olduğuna katılıyorum,» dedi Wisher, «öyleyse bu adalar tabii değil, suni olmalı. Herhalde denizin dibinde yaşayan birileri tarafın­ dan suni olarak meydana getirilmiş olmalı!» • Uzay gemisinin yanında durmuş konuşuyor­ lardı. Grenville, gezegeni bir an önce terk etmeleri­ ni istiyordu. —



111



Wisher, soğukkanlı görünmeye çalışarak karşı koyuyordu: «Henüz gidemeyiz. Çünkü herhangi bir can­ lı örneği ele geçiremedik. Üstelik, ciddi bir tehli­ ke belirtisi de görünmüyor.» «Bana kalırsa, denizin dibinde yeteri kadar tehlike var,» diye diretti GrenvilleftEvet denizde,» diye söylendi Wisher, «deniz­ de mutlaka bkşeyler olmalı! Uzayın her yerinde olduğu gibi, burada da gelişme durmuyor, herşeyi şartlara uydurup değiştiriyor. Gerçi gelişme kanunu toprakla fazla feirşey yapamıyor. Zira toprak her yüzyılda bir suların altma gömülüyor. Ama gelişme durmuyor, suyun altında devam ediyor. Suyun altında idrak sahibi bir nesil yarat­ mış olmalı. Ancak, ne kadar gelişmiş olduklarım bilmiyoruz. Böyle suni adalar yaratabildiklerine bakılırsa, hayli geişmiş bir uygarlığa sahip olma­ lılar,.,» . Birdenbire durakladı, çünkü bu adalar da öyle pek gelişmiş bir uygarlık belirtisi göstermi­ yordu. Kaldı ki, dünyada da eski mısırlılar o dev « pramitleri uygarlığın daha ilk basamaklarında iken yapmamışlar mıydı? Wisher ayakta dikilmiş, suyun dibinde yaşar yan şeyleri düşünüyordu. Peki, uzay gemisini gördülerse niçin gelmemişlerdi? Uzay gemisinin farkma varmamış olamazlardı. Sadece balık gibi birşey de olamazlardı. Şüp­ hesiz elleri, kolları olmalıydı. Yada gelişmiş baş­ ka uzuvları. Akima birdenbire zeka seviyesi çok yüksek dev yaratıklar takıldı. Tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. — 112 —



Grenville’e döndü: Canlı örnekler topladın mı?» diye sordu. «Hayır, sadece bitki örnekleri topladım-» «Gece alarm tertibatının harekete geçmesi­ ne sebep olan hayvanlardan da bir örnek almalı­ yız. Ancak ondan sonra gezegenden ayrılabiliriz. Ben gemiyi harekete hazırlıyorum, sen de gidip, hayvan örneğini getir.» Grenville, ışık tabancasını aldı ve ağır ağır ormana doğru ilerlemeye başladı. Ve bir daha hiç geri dönmedi.



Grenville gideli üç saati geçmişti. Wisher ge­ mideki kabinine gidip ağır bir ışın tabancası al­ dı. Ormana gidip Grenville’i arayacaktı. Bunu yaparken kuralları açıkça çiğniyordu. Çünkü kurallara göre, Grenville üç saat İçinde dönmediği takdirde Wisher’in onu ölmüş sayıp gezegeni derhal tek baş ma terketmesi gerekirdi, paha sonra özel bir kurtarma gemisi gezegene gelebilir ve Grenville’i alabilirdi... Yada cesedini! Wisher bunu pekala biliyordu, ışın tabancasını alırken bunu düşünüyordu. Kuralları açıkça çiğ­ nediğinin farkındaydı. Fakat ister Grenville için, isterse başka biri için olsun, bu kuralı çiğnemeyi herzamaıı göze alabilirdi. Gemiden ayrılmadan önce, alarm tertibatını ayarladı. Kendileri olmadığı sırada, gemiye her­ hangi bir yabancı kimse, yada yaratık 50 metre­ den fazla yaklaşırsa, alarm tertibatı onu derhal havaya uçuracaktı. Tabii daha önce de otomatik — 113 —



olarak fotoğrafını çekm eyi ilımal etmeyecekti* Şayet dönenler Grenville yada W isher ise, alarm tertibatı seslerinden kendilerini farkedeeek ve onlara herhangi bir zararı dokunmayacaktı. Onlar da belli bir sürede dönmeyecek olur­ larsa, bu defa uzay gemisi kendi kendini havaya uçuracaktı. Yumuşak kumsal üzerinde Grenville’in ayak izleri vardı. Wisher onları kolaylıkla izleyebili­ yordu. N i h a y e t ormana geldi. Yer, yum uşak kahverengi çimenlerle kaplıy­ dı. Bu yüzden Wisher artık ayak izlerini göre­ mez olmuştu. Önce, Grenville’e seslenmek istedi, fakat kendisini tuttu. Gürültü yapmamalıydı. Yavaş yavaş ileri doğru gitmeye başladı. İle­ ri, daha ileri... Yavaş ve dikkatli... Sonra birden bir patlama sesi duydu. Uzay gemisinden geliyor­ du. Birisi gem iye yaklaşmış olmalıydı. îlk tepkisi gemiye doğru koşmaya kalkışmak oldu. Ama dur­ du, nasıl olsa gemi .emniyette idi. Gene yavaş ya­ vaş ilerlemeye başladı- Ve birdenbire düştü. Yumuşak, kahverengi çimenlerin arasında * bir deliğe yuvarlanmıştı. Kollarım ve omuzları­ nın m etal bir kıskaca kıstığını hissetti. Ne oldu­ ğunu derhal anladı. Bir hayvan, tuzağı idi bu. Tabancasına davranmak istedi, ama taban­ cası, çok uzağa düşmüştü. Hareket etmeye çalış­ tıkça bacaklarında ve omuzlarında müthiş bir acı hissediyordu. Kemerinden yavaşça öteki tabancasını çıkar­ dı ve ıstırap içinde beklemeye başladı. Korkm u­ yordu... Kuralları çiğnediği için bunlar başına gelmişti. Bekliyordu. — 114 —



Ne gelen, ne de giden vardı. Niçin? Niçin? Grenville’in başına da aynı şeyin geldiğinden emindi. Ama niçin? Şimdi aynı şey kendisinin de başma gelmiş­ ti. Niçin korkmadığını da anlayamıyordu. Tuhaf birşeydi bu! Bacaklarına baktı, vücudundan kan sızıyor­ du. Tekrar baktı, ölümünün yaklaştığını anladı. Artık çok az vakti kaldığını hissediyorduYine de korkmuyordu. Tek istediği, bu tuzağı kurmuş olanları görebilmekti. Ama tuzağı kuranlar gelmeden o öldü...



Bu hayvan tuzakları, gece kazılmıştı. Gece denizden çıkıp korunma tedbiri olarak bu tuzak­ ları kazmışlardı. Esasen adada bir korunma ted­ birinden başka birşey değildi. Sonra denize dönüp beklemeye başlamışlardı. Uzay gemisini daha başından beri farketmişler, ne olduğunu da pek iyi anlamışlardı. Denizin en mükemmel beyinleri biraraya gelmiş ve bu planı hazırlamışlardı. Deniz dibinin akıllı dev ya­ ratıkları, teknoloji ve uygarlık bakımından dünyadakilerin hiç de gerisinde değildiler. Uzay ge­ misini ele geçirmek istemişlerdi. Bunun için de dünyalıları gemiden ayrı düşürmeleri gerekiyor­ du. İşte Grenville ve Wisher bu yüzden ölmüşlerdi. Uzay gemisi kumsalda tek başma sakin du­ ruyordu. Sanki'canlıydı. Gezegenlilerden herlıan— 115 —



gi biri yanma yaklaşmaya kalkıştı mı derhal ha­ vaya uçup paramparça oluyordu. Ama bu zeki yaratıklar için zaman hiç de önemli değildi- Kasıl olsa kazanmışlardı. Artık bekleyebilirler ve düşünebilirlerdi. Hava gittikçe kararıyordu. Gezegenlilerden büyük bir kalaba­ lık, denizin en mükemmel beyinleri geminin, etra­ fını sarmış bekliyorlar ve düşünüyorlardı. Uzay gemisinin içinde küçük kırmızı bir ibre, sıfıra doğru yaklaşıyordu. Uzay gemisinin içinde küçük kırmızı bir ib­ re, sıfıra doğru yaklaşıyordu. İbre sıfırı bulduğunda, uzay gemisi infilak edecek ve onunla birlikte ada ve çevresindeki herşey de havaya uçacaktı. Ama onlar bundan habersizdi. Nasıl Wisher ve Grenville, gezegenin esrarından habersizseler, onlar da geminin esrarım bilmiyorlardı. Geminin etrafındaki kalabalık büyüdükçe büyüdü. Ve kırmızı küçük ibre sıfıra vurdu..,



Michael Shaara’dan ^ adapte edilmiştir.



— 116 —



ANAHTAR DELİĞİ



Şempanzelerin akıl seviyesi üzerine incele­ meler yapan bir psikologla ilgili bir hikaye vardır: Psikolog bir şempanzeyi oyuncaklarla dolu bir odaya kapatırlar. Sonra dışarı çıkıp kapıyı kilitler- Gözünü anahtar deliğine yerleştirerek şem­ panzenin içerde ne yaptığını incelemek ister, içe­ ri baktığında, anahtar deliğinde kahverengi bir gözle karşı karşıya gelir. Şempanze de, psikolo­ gun üışarda ne yaptığını görmek için gözünü anahtar cfetiğine uydurmuştur.



Üsse getirildiğinde Butch, bir kürk yığınına benziyordu. Üssün, dünyanın yerçekimine göre ayarlanmış salonunda tüylü zayıf pençelerini kimıldatamıyordu bile, «Ne yapıyorsun?» diye Worden hiddetle ba­ ğırdı, «Yerçekimi ayarlanmadan onu buraya na­ şı] getirirsiniz?» Butch’ı kollarına alarak derhal odasına gö­ türdü, Bu oda, Butch gibi yaratıklar için özel olarak hazırlanmıştı. — 117 —



Oda evvelce üsde yaşayan çocukların dersanesiydi. Bir kısmı mağaranın içerisindeydi, diğer kısmı ise, halen dershane olarak kullanılıyordu. Odadaki yerçekimi cihazı çalıştırılmadığı için, ayın doğal çekimine tabiydi, Üsdeki yerçekimi ci­ hazları dünyalılara normal şekilde çalışabilecek­ leri bir yerçekimi sağlamak için kurulmuştu. Zira dünyalılar, ayın yerçekiminde çalışamıyorlardı. Worden odaya girer girmez Butch’i döşeme­ nin üzerine bıraktı. Worden-m odada uzun süre kalması ve rahatça dolaşması mümkün değildi. Çünkü yerçekimi ayarı yapılmadan 72 kiloluk adam sadece 20 .kilo geldiğinden uçacak gibi olu­ yorduAma bu çekimgücü Butch için normaldi. Bir­ den ayağa fırladı ve odadan mağaraya doğru sıç­ radı, Mağara çok iyi hazırlanmıştı. Tıpkı Butch’ m daha" önce yaşadığı avcıların kendi mağarala­ rına benziyordu. Butch sivri kayalardan birinin üzerine sıçradı, sonra bir maymun gibi kolları ve bacaklarıyla tutunarak aşağıya sarktı* Worden kendisini hayretle izliyordu. Butch birkaç dakika < hiç hareket etmeden çevresine ğöz gezdirdi. Son­ ra biraz kıpırdanarak Worden’a baktı, «Pekala delikanlı,» dedi gülümseyerek Worden, «senin Öğretmenin ben olacağım. Sana ken­ di halkına ihanet etmeyi öğreteceğim. Çok üzgü­ nüm. Bu pis işi sevmiyorum ama elden ne gelir ki?» Butch’m kendisini anlamadığını biliyordu. Tıpkı, köpeği ile yada bebeği ile konuşan birisi gi­ bi konuşuyordu onunla. Karşısındaki canlı ne olursa olsun, insan konuşmadan edemezdi ki. — 118 —



«Evet, sana bir hain olmasını öğreteceğim,» diye üzüntüyle tekrarladı, «sana çok, çok müşfik davraııac ağım* Ama beni m gösterdiğim şefkate inanmamaksın. Aslında, gerçekten iyi bir insan olsam, seni öldürmem gerekildi...» Butch, haLa sivri kayaya, tutunmuş sallaua rak Würden?a bakıyordu. Gerçi dünya maymun­ larına benziyordu ama, benzemeyen yanlan da oldukça fazlaydı, «Şimdi yeni yavandasın Butch,» diye devam etti Worden? «artık seni kendinle başbaşa bırakı* yorum. îyi geceler dilerim.» Dışarı çıktı ve ardından kapıyı kapattı- Dn şarda, dersanenin içini gösteren ekrana bir gö­ zaltı. Butch uzun bir süre sivri kayada asılı kaldı. Sonra yere atladı, artık kaya ile ilgilenmez görü­ nüyordu. Halen dersane olarak kullanılan odanın öteki yanma geçti. Odadaki herşeyi kocaman kocaman büyüyen gözleriyle inceledi. Küçük pençeleriyle hemen herşeye dokundu. Dokunuşları o kadar yumuşak­ tı ki, incelemesini bitirdiği ..zaman hiçbir şey ye­ rinden oynamamıştı. Sonra tekrar sivri kayaya gitti. Kolları ve ba­ cakları ile asılıp gözlerini yumdu. Gözleri kapalı olduğu halde uzun süre asılı kaldı- Worden aylı yaratığı gözetlemekten yorulmuştu. Çekip gitti, Ay üssündeki dünyalılar için, ay yaratıkları büyük bir sorun olmuştu. Aya ilk ayak basan dün­ yalılar, onu ölü bir uydu olarak biliyorlardı. As­ tronomların yüzlerce yıldır söyledikleri de buydu. Aya yapılan birinci ve ikinci seferlerde de, bu nazariyeyi doğrulamış görünüyordu. -



119 -



Sonra amerîkalıl&r, aya büyük bir seyahat yaptılar. Aya ayak basan amerikalılardan birinin gözüne, kayalıkların ardında kıpırdanan birşey ilişmiş, derhal ateş ederek onu öldürmüştü. Bu canlı bir yaratıktı! Hava ve.su olmadığı halde ay­ da nasıl yaşayabiliyordu? Öldürülen ay yaratığının cesedi dünyaya ge­ tirildi ve biologlar üzerinde uzun uzun inceleme­ ler yaptılar. Gerçekten karşılarmda öldürülmüş bir yaratığın cesedi vardı. Ama gene de bir türlü inanamıyor1ard ı, Daha sonra bu ay yaratıklarını avlamak üze­ re, aya iki özel sefer daha düzenlendi. Bu av sırasmda, ay seyyahlarından birisi can verdi, Uzak­ tan atılan sert taşlarla uzay elbisesi yırtılmıştı. Diğer seferlerden ise, hiçbir dünyalı geri döneme­ di. Ay yaratıkları nesillerinin devamı için, bu ava karşı koyuyorlar, savaşıyorlardıDaha sonra, ayda bir üs kuruldu, Ne var k i, üsde çalışanlar merkezden ayrılmaya korkuyor­ lardı. Ay’h yaratıkların saldırısına uğramak ihti- * malinden dolayı hepsi panik içindeydiler. Nihayet Washington5dan kesin emir geldi : Bütün ay yaratıkları yokedilecektir! Bu yoketme kampanyasının başarıya ulaşabilmesi için aylı ya­ ratıkların yaşayışları, adetleri, alışkanlıkları ada­ makıllı incelenecektir! Bu incelemeleri yapabil­ mek için ayüı bir yavru yakalanacak, kısa zaman­ da ehlileştirilerek, kendi halkına karşı ajan ola­ rak kullanılacaktır. Şimdi Worden dünyaya raporunu verebilirdi. Ay7lı yavru nihayet yakalanabilmiş ve üsse geti­ — 120 —



rilmişti* Onun için özel bir oda hazırlanmış ve ya­ ratık oraya hapsedilmişti. Daha önce ayın hava­ sız atmosferinde yaşayan yaratık, odada bulunan havayı da yadırgamıştı* Worden, aydı yaratığın ne yediğini söyleye­ miyordu . Ağzı ve dişleri olduğuna göre herhalde birşeyler yemesi gerekirdi. Ama ne yediğini bil­ miyorlardı* Worden raporunda ay'İı yaratığa Butch ismi­ ni taktıklarım da belirtiyor ve gelişmeler hakkın­ da günü gününe rapor vereceğini bildiriyordu; Şimdi Wordcn, odasına oturmuş, bu meseleyi düşünüyordu. Aslında bu işten hiç hoşlanmamış^ ti. Ama görevden de kaçamazdı* Emir emirdi, Butch ehlileştirilecek ve onun \sayesinde dünya­ lılar, aydı yaratıkları nasıl yokedeceklerini tespit edeceklerdi* Wörden sandalyesinden , kalktı ve ekranın başına geçti* Cihazı Butchün odasına ayarladı* Butch hâlâ gözleri kapalı, sivri kayaya asılmış duruyordu. Öteki ay’lı yaratıkların öldürülmesi­ ne yardımcı olmak iizere, ayın havasız kayalıkla­ rından çalınmış kürklü küçük bir yaratıktı bu* Ama yine de Butch için bir ümit var, diye düşündü. Öyle yâ, kimse ne yiyip içtiğini bilmi­ yordu* Belki bu yüzden açlıktan ölebilir ve hain olmaktan da kurtulabilirdi. Ancak, onun ölmesi­ ni önlemek Wordenün göreviydi. Ertesi sabah Worden tekrar dersaneye gitti. Bu bir dünya sabahıydı* Ayda hergün ve her ge­ çe tam iki hafta sürüyordu. Ama üsteki dünyalı­ lar buna pek aldırış etmiyor, dünya zamanına gö­ re yaşıyorlardı* 121 -



Butch, kayadan aşağıya atladı ve gözlerini Worden?& dikti«Günaydın Butch,» dedi Worden, «ışts yine buradayım. Artık ilk dersimize başlayabiliriz,» Elini uzattı. Ne soğuk, ne de sıcak, tıpkı üs­ sün havasının sıcaklığında olan küçük kürklü vü­ cut, ona önce karşı koydu/ Fakat .küçük' Butch, öylesine genç ve Öylesine zayıftı ki, Worden onu fazla güçlük çekmeden yakalayıp odanın dersane kesimine götürdü. Orada Butch’ı yere bırakıp, küçük mekanik oyuncaklardan birini kurdu. Oyuncak hareket etti. Butclr oyuncağın hareketi­ ni büyük bir ilgiyle izliyordu. Oyuncak durunca Worden’a baktı. Worden oyuncağı tekrar kurdu. Butch tekrar oyuncağa döndü, ikinci kez durun­ ca Butch küçük pençesini uzatarak oyuncağı ya­ kaladı. Şimdi kendisi oyuncağı kurmağa çalışr yordu. Fakat kurabilecek gücü yoktu, O zaman oyuncağı yere bıraktı ve hızla mağaraya koştu. Birkaç saniye sonra, pençesinde dar, uzun bir taş parçası olduğu halde geri döndü. Küçük taşı kur­ gunun deliğine soktu ve sonra oyuncağı kolaylık­ la kurmaya başladı- Oyuncak kurulmuştu. T>uşzmenin üzerine koydu ve hareketini ilgiyle izledi. «Aferin oğlum! Beynin çalışıyor,» diye üzün­ tülü bir sesle konuştu Worden, «kaldıraç kanunu­ nu da biliyorsun. Bundan dolayı sevinmek ister­ dim, Ama...» «Akşam» üzeri Worden Washîngton?daki Uzay Araştırma Bürosuüıa raporunu verdi, «Eutch'â herşeyi öğretmek mümkün,» diyor­ du. «Benim yaptığım herhangi birşeyi, bir yada iki defa gördükten sonra, kendisi de tekrarlayabi­ liyor. Onunla, kendisini kucağımda, taşırken ko­ — 122 —



nuşabiliyorum. Sesimin, göğsümde yarattığı tit­ reşimleri hissedebiliyor. Kendisini ikinci defa ku­ cağıma aldığımda, tekrar konuşunca önce ağzı­ ma baktı, sonra titreşimleri hissedebilmek için, pençesini göğsümün üzerine koydu* Ben de titre­ şimleri daha kuvvetli hissedebilmesi için pençe­ sini boğazıma yerleştirdim. Butch çok ilgilendi vc samrım ki titreşimlerin nedenini çok iyi farketti.» Worden bir saniye durakladı, sonra devam e tti: «Bize ay yaratıklarını yoketmemiz emredil­ mişti... Ama bana kalırsa bunu yapmamalıyız. Zeki yaratıklar* Üstelik ilkel bazı araçları da var. Bana öyle geliyor ki kendileriyle ilişki kurabili­ riz. Bu yüzden bunları öldürmekten vazgeçmeli­ yiz.» Birkaç saniye sessizlik oldu, sonra Washıngton’dan haşin bir ses duyuldu : «Pekala Mr. Worden! Söylediklerin anlaşıldı. Denemelerine devam et!» Ertesi gün . Worden derse boş bir teneke ge­ tirdi. İçine konuşulduğu zaman tenekenin dibi­ nin titreştiğini Butch’a gösterdi. Butch, teneke­ nin ancak Worden’m. dudağma yakın olduğu za­ man titreştiğini anlamıştı. Ertesi derse Worden bu kez bir kasnağa ge­ rilmiş metal bir diyafram getirdi. Butch, bu di­ yaframın ne işe yaradığını da derhal anlamıştı. Uzay Araştırma Bürosu’na gönderdiği son iki raporunda Worden şöyle diyordu : «Butch, sesi bizim anladığımız şekilde anla­ mıyor. Ayda hava olmadığı için ses, kayalarda 123 —



titreşim yaparak gidiyor. Bu yüzden Butch, sade* ce katı cisimlerin titreşimini hissedebiliyor ve ne olduklarım anlayabiliyor- Belki de ay yaratıkları­ nın kayaların titreşimi esasına dayanan bir dil­ leri ve haberleşme sistemleri var. Eğer bunlar böyle akıllı yaratıklarsa ve haberleşme araçları da varsa, hayvan sayılamazlar ve basit birer hay­ van gibi de yokedilemezler !» Worden durakladı. Uzay Araştırma Bürosu’nun baş bioloğu kendisine gönderilen rapora bir­ kaç saniye İçinde şu cevabı verdi: »Mükemmel Worden! Harika bir çalışma, ha­ rika bir yargı! Ama birşeyı unutuyorsun. Merih’­ in ve Venüs’ün keşfine derhal başlamak zorunda­ yız. Ancak bunu da ayda güvenilir üsler kurma­ dıkça gerçekleştiremeyiz. Bizim ay yaratıklarıyla ilişki kurmak için kaybedecek zamanımız yok. Hepsi YOKEDÎLECEKTÎR! Ama herşeye rağmen çalışman bir harika Worden, devam -eti.» Worden haberleşme odasından yıkılmış ve çökmüş olarak ayrıldı, Butch’a bayağı ısınmıştı, onun da kendisini sevdiğini biliyordu. He zaman dersaneye gitse, Butch kayasından aşağı atlıyor ve kollarına sıçrıyordu, Butch o kadar küçüktü ki, boyu 50 santimi geçmiyordu. Çok hafif ve zayıftı. Buna karşılık müthiş ihtiraslı bir yaratıktı. Worden’m kendisi­ ne gösterdiği herşeyi öğrenmeye can atıyordu,. Özellikle ses olayı kendisini müthiş ilgilen­ diriyordu- Worden’m dudaklarının kıpırdadığım görür görmez, diyaframı tutup parmaklarıyla Wordenün sesinin yarattığı titreşimleri yakala­ maya çalışıyordu. Artık, Worden'm söylediklerin­ — 124 -



den çoğunu anlayabilecek duruma gelmişti. Davramalarında da günden güne daha insani olmaya başlamıştı. Bir keresinde Worden ekrana baktı­ ğında, Butch’un birgün önce kendisinin yaptığı hareketleri tek başına aynen tekrarladığını gör­ dü. Tıpkı Worden gibi hareket ediyor, adeta diğer ay’lı yaratıklara ders veriyordu, Worden boğazında birşey düğümlendiğini hissetti. Worden kendi sesini kaya titreşimlerine, ka­ ya titreşimlerini de insan sesine çevirecek bir vib­ ratör “mikrofon üzerinde çalışıyordu. Mademki ay yaratıkları kayaların titreşimlerinden yararla­ narak haberleşiyorlardı, öyleyse bu mikrofon, ayJ* lılarm yerini tesbit etmek ve onları yoketmekt^ çok yararlı olabilecekti Ama mikrofonun çalışmasını, hiç de istemiyordu. Ne var ki mikrofon çalıştı. Onu dersanenin döşemesine koyup konuşmaya başlayınca Butch, tabanında titreşimleri hissetti ve titreşimlerden de Wordenın sesini hemen tanıdı. Bunun üzerine Butch döşeme üzerine vurmaya başladı. Mikrofon bu kez de bu darbeleri sese dönüştürmüştü. Butch yere vurmaya devam ederek, Worden,m yüzüne baktı. Worden içi kan ağlayarak gülüm­ sedi ve dedi k ı : «Üzgünüm Butch, bana ne demek istediğini anlayamıyorum, fakat birşeyi çok iyi biliyorum : Bu mikrofon senin halkına ölüm getirecek!»



Mikrofonlar, üssün çevresindeki kayalıklara yerleştirildi' Sonucu da çok geçmeden alındı* — 125 —



Güneş batmak üzereydi. Butch’ın yakalandı­ ğı ay günü öğleninden beri 336 saat geçmişti. Butch o zamandan beri ağzına tek lokma koyma­ mıştı, Worden üsde bulabildiği yenebilecek, yada yenemeyecek herşeyi, hatta maden tozlarım dahi ikram etmiş, ama Butch hepsine şöyle bir gözattıktan sonra kafasını çevirmişti. «Bu gidişle açlıktan ölecek,» diye söylendi Worden kendi kendine, «belki de en iyi çare bu. Hiç değilse kendi halkını yoketmemiz için bize alet olmaktan -kurtulur.» Güneş ay kayalıklarının ardında artık kay­ boluyordu. Gölgeler uzadı, daha uzadı ve sonun­ da güneşin son ışınları da kayboldu. Güneşin son ışınlarına bakan Worden, bir daha ancak. 336 saat sonra gün ışığım tekrar gö­ rebileceğini düşündü. Worden bu düşüncelere dalmıştı ki, birden­ bire alarm zilleri ortalığı çınlatmaya başladı. Son­ ra hoparlörlerde madeni bir ses duyuldu : «Dikkat! Dikkat! Kayalıklardan gürültüler geliyor, Ay yaratıkları üssün çok yakınında. Bir saldırıya hazırlanıyor olabilirler. Uzay, elbiseleri giyilsin ve silahlar hazır edilsin!» Woırden aceleyle uzay elbisesini üstüne ge­ çirmişti ki, hoparlörlerin sesi tekrar duyuldu: «Üs civarında iki ay yaratığı!.. Kaçıyorlar! Ateş!» . . . Hoparlörler bir an sustu, sonra madeni ses tekrar duyuldu : «Kayboldular! Geride hirşey bıraktılar!» Worden iç haberleşme cihazının başına geç­ ti— 126 -



«Gidip ne bıraktıklarına bakacağım,» dedi. «Ne bıraktıklarını bildiğimi sanıyorum.» Beş dakika sonra hava boşluğundan dışarı süzülmüştü bile. Kendisiyle birlikte iki kişi daha geliyordu. Üçü de silahlıydı ve üssün çevresinde­ ki arazi projektörlerle aydınlatılmıştı. Gökte milyonlarca ve milyarlarca yıldız var­ dı, dünyada göründüklerinden en az on misli bü­ yük görünüyorlardı. Aydan dört misli büyüklük­ teki yerküre da gökboşluğunda bütün güzelliği ile duruyordu. Worden ile iki arkadaşı kayalıklara yaklaş­ tılar ve orada yassı bir kayanın üzerinde acaip bir tabak gördüler. Tabağın üzerinde bir toz kü­ mesi vardı. Worden başlığındaki mikrofondan konuştu : «Butch’a bir hediye. Ay yaratıkları Butch’m canlı olduklarını bildikleri için kendisine yiyecek getirmişler.» Herşey meydandaydı. Yavru Butch, düşman­ lar tarafından esir alınmıştı, Butch’un hiçbir şey yiyemeyeceğini bilen iki ay yaratığı, belki t!e anasıyla babası, ona yiyecek getirmek için, can­ larını tehlikeye atmışlardı...



Worden, Butchı yetiştirmeye devam etti. Çok geçmeden okuyup yazmayı Öğretmişti bile. Kayalıklardaki mikrofonlar, geceleri hiçbir ses nakletmiyorlardı- Ay yaratıkları üsse bir da­ ha yaklaşmamışlar, tamamen ortadan kaybol­ muşlardı. Artık üssün sakinleri kendilerini o ka­ dar güvenlikte hissediyorlardı ki, uzun zaman­ ■— 127 —



dan beri yapmayı planladıkları bir akaryakıt üs­ sünün inşasına bile başlamışlardı. «Seninkiler gözden kayboldu,» dedi Worden Butch’a, «eğer üsse dadanmayacak olurlarsa, bir süre onlar da selamette olur... Ama sadece bir sü­ re, Sen bizimkileri bilmezsin! Onlar seni dünyada bir hayvanat bahçesine satmak isteyeceklerdir. Çünkü bizimkilerin dini imanı menfaattir. Eğer senin sırtından iyi para vururlarsa, tekrar aya gelip, hayvanat bahçelerine satmak üzere başka ay yaratıkları da avlamaya kalkışacaklardır.» Butch bir an hareketsiz, Worden’a baktı. «Üstelik,» diye devam etti Worden, «Uzay Araştırma Bürosu yakında bir uzay gemisiyle bu­ raya özel mayınlama makinaları göndereceğini bildirdi. Bunların nasıl kullanılacağını da sana ben öğretecekmişim.» Worden bu itirafları içi sızlayarak yapıyor, fakat bir duvara konuşur gibi konuşuyordu. Na­ sıl olsa Butch söylediklerinin tek kelimesini anlayamıyordu. Ama Butch birdenbire Worden’a doğru ko­ şup, kucağına sıçradı ve minik pençesini Worden m göğsüne koydu. Anlammı bilmese dahi Worden’m kendisiyle konuşmasından müthiş hoşlanı­ yordu. Konuşurken göğsünün titreşimlerini his­ setmeye bayılıyordu. Worden, üzüntülü bir sesle konuşmaya devam e t ti: «Bu makinayt kullanmayı öğrendikten sonra, aynı şeyleri seninle birlikte diğer ay yaratıkları­ na da öğreteceğiz. Ve sizler bu öğrendikleriniz sa­ yesinde bizim için maden ocakları kazacaksınızBizler ise silahlar ellerimizde sizi daha fazla çalış­ maya zorlayacağız. — 128 —



«Biz bunu kendi halklarımıza da yaptık. Yer­ liler, zenciler...» «Ne yazık ki, uygarlık’tan nasibiniz yok, Ya­ ni ne toplarınız, ne de bombalarınız. Oysa, biz sa­ dece bu dilden, yani silahların dilinden anlarız..,» Buteh birdenbire yere sıçradı ve çabucak ka­ ra tahtanın başına geçti. Tebeşiri alıp kara tahta­ ya itina ile şunları yazdı: SEN İYİ ARKADAŞ Sonra başını çevirip Worden’a baktı. Worden bembeyaz kesilmişti. «Ben sana bu kelimeleri Öğretmemiş tim ki Buteh!» diye haykırdı. «Kendi kendine nasıl öğ­ rendin?» Buteh tekrar kara tahtaya döndü .Bu kez de şunları yazdı: DOSTUM UZAY ELBİSENİ GİY. BENİ DIŞARI GÖTÜR. KORKMA, GENE BERABER DÖNERİZ. Kocaman kocaman gözleriyle WordenTa bü­ yük bir sevgiyle bakıyordu. Sonra kara tahtaya bir kelime daha yazdı: EVET Mİ? Worden donmuş kalmıştı. Kendisini müthiş yıkılmış ve çaresiz hissediyordu. «Dediğini yapsam iyi olacak,» diye mır1dandr Sonra Butch'a döndü : «Gel benimle, seni hava boşluğundan geçire­ yim,» dedi. On dakika sonra iki gölge hava boşluğundan süzüldü. Birisi uzay elbisesi giymişti. Ufak tefek olan ötekisi ise, onun önünde hoplayıp zıplayarak ilerliyordu. — 129 —



Neredeyse güneş doğacaktı. Ama yıldızlar hâ­ lâ kocaman ve parlaktı. Üç saat sonra Worden geri döndü. Butch da kendisiyle beraberdi. Üstelik yanlarında iki ay yaratığı daha vardı. . Öteki yaratıklar Worden’dan daha kısa fakat daha şişmandılar. Avuçların­ da birşeyier taşıyorlardı. Üsse hir mil mesafeden Worden, başlığındaki vericiyi çalıştırarak şu me­ sajı v erd i: «Worden konuşuyor: Ay yaratıklarıyla buluş' tum. Şimdi üsse geri dönüyorum. Beraberimde Butch1 i n akrabalarından ikisi vdr. Onlar da bi­ zimle birlikte üsse gelip bazı hediyeler sunmak ■istediler. Sakın ateş etmeyin!» . Birden iisde hayret nidaları yükseldi- Bir kargaşalık ve şaşkınlık oldu. Ama gene de Worden konuklarıyla birlikte üsse dönünce hava boş­ luğunun, kapısı açıldı. Butch ve akrabaları derhal dersaneye alın­ dılar. Üssün bütün sakinleri orada toplanmıştı. «Butch ve hemcinsleri bizimle dost olmak is­ tediklerini söylüyorlar,» dedi Worden. Üssün şefi hayretler içindeydi. ' «Yanı sen bunlarla konuşup anlaşmanın yo­ lunu buldun mu W«rden?» diye sordu, «Ben bulmadım,» dedi Worden. «ONLAR buldular konuşmanın yolunu. Yani idrak ve zekalan bizimkinden hiç de geri değil. Biz onlara ateş edince onlar da savaşmak zorunda kalmış­ lar. Aslında savaşmak .falan istedikleri yok. Dost olmak istiyorlar. Kendilerinin yeryüzünde yük­ sek çekini nedeniyle yaşayamayacaklarım, dünya­ lıların ise, ay yüzeyinde ancak uzay elbiseleriyle —







130







yada kapalı üslerde yaşayabileceklerini biliyorlar, 'Öyleyse birbirimize düşman olmak İçin ne sebep var? Neyi paylaşamıyoruz? Birbirimize yardımcı «İmalıyız/ diyorlar.» «Hepsi iyi hoş ama, Warden,» dedi üssün şe­ fi, «biliyorsun ki, Uzay Araştırma Bürosu’nun ke­ sin emirleri var.,,» «Onları ay yaratıkları da biliyor,» dîye kar­ şıladı Wcrden, «bildikleri içindir ki, gerektiğinde kendilerini savunmak için çoktan hazırlanmışlar­ dır. Gerekirse, dünyalıları yoğunlaştırılmış güneş ışığı ile yakmak için özel güneş aynaları yapmış* lar. Bu aynalarla madenleri bile eritebilirler.» «Nasıl yani?!!» «Bilirsiniz ki, madenleri ateş olmadan erit­ mek mümkün değildir. Ateş de havasız yerde ol­ maz. îşte onlar da bunu bildikleri için, güneş enerjisini ısıya dönüştüren özel aynalar yapmak zorunda kalmışlar,» «Yani anlayacağınız, artık eletronik konu­ sunda da teorik: bilgileri, hatta bu konuda yapıl­ mış deneyleri var. Üstelik bu denemeler için bi­ zim gibi havası boşaltılmış tüplere de ihtiyaçları olmadığından hiçbir güçlük çekmiyorlar. Zira ha­ vası boşaltılmış tüplerin işlevini, aym havasız at­ mosferi pekala görüyor*» «Adeta bir çılgınlık bu!» diye bağırdı üssün şefi, «ama çıldırmışa da benzemiyorsun \Vorden! ‘Artık elektronik konusunda teorik bilgileri var’ demekle neyi kasdediyorsun? Yani evvelce bilmi­ yorlardı da, şimdi mi öğrenmişler?. Öyleyse nasıl, nereden öğrenmiş olabilirler?» -



İ31 —



WordenJ «büzlerden,» diye gülerek cevap ver­ di, «madenlerin güneş aynalarıyla eritilmesini herhalde benden öğrendiler. Çünkü son haftalar­ da bu meseleye çok kafa yormuştum. Mekanik tekniğini de bizim mühendislerden Öğrenmişler­ din Jeolojiyi de senden!» «Nasıl olabilir!» diye bağırdı şef. Worden yine gülümseyerek cevapladı: «Çok basit. Butch'm yapmasını istediğin h er hangi bir şeyi aklından geçin Sonra da onu dik­ katle gözle.» Üssün şefi dönerek Buteh'a baktı, Buteh bir den fırladı ve şefin omuzuna tırmandı, «İmkansız!» diye bağırdı şef, «şimdi aklım­ dan bunu geçirmiştim. Yani?!!» Worden iddiasını işbatlamış olmanın gururu içinde devam e t ti: «Ay'da hava olmadığı için ay yaratıkları ko­ nuşmalarında ses kullanamıyorlar. Bu yüzden telepatiyi geliştirmişler. Meğerse evvelce tesbıt et­ tiğimiz kayalardaki titreşimler, onların haberleş­ mesi değil, bir cins müzikleriymiş. Bu titreşimler­ den hoşlanıyorlar ama, haberleşmeyi bu araçlar­ la değil, telepatiyle yapıyorlar,» «Telepati ha! Yani düşüncelerimizi okuyor­ lar! Demek ki ilk ay yaratığını vurduğumuzda bi­ zimle ilişki kurmaya çalışıyorlarmış. Ama bizim onu öldürmemiz üzerine dövüşmek zorunda kal­ mışlar.» «Evet dövüşmek zorunda kalmışlar ve peka­ la da dövüşebiliyorlar. İsterlerse üssümüzü bir anda yokedcbilirlcrmiş. Ama bizden bazı şeyler öğrenebilmek için saldırmamışlar. Bizimle ticaret yapmak istiyorlar,» —



132







«Ticaret mi?» dedi şef, «bunu derhal Uzay Araştırma Bürosu’na bildirmeliyiz.» Worden hayret verici açıklamalarına devam e t ti: «Elmas getirmişler' Elmas verip onun karşı­ lığında eğitim kitapları almak istiyorlar. Zira oku­ mayı da artık biliyorlar. Siz de gözlerinizle gör­ dünüz ki ay yaratıklarını imha edemeyiz. Fakat kendileriyle pekala ticaret yapabiliriz!» «Evet evet yokedemeyiz. Ama pekala ticaret yapabiliriz,» diye tekrarladı şef. «İşte bizimkiler bu dilden çok iyi anlar.» «Butch meselesine gelince,» diye devam etti Worden, «biz onu avladığımızı sanıyorduk, Aslın­ da o bizi kafese koymuş. Bize isteyerek yakalan­ mış. Üsde kaldığı sürece de düşüncelerimizi oku­ yup diğer ay yaratıklarına telepatiyle iletmiş. Tabii okuma yazmayı ve diğer öğrendiklerini de.. Sözümona biz ay yaratıklarının adetlerini, zaaf­ larını öğrenecektik değil mi? Oysa... Tıpkı psikoloğun hikayesinde olduğu gibi...» lYHRRAY LEINSTER’clen adapte edilmiştir.



— 133 -



UZAYDA BİR YILBAŞI



Mükemmel bir iniş yapmıştık. Gözlerimi gös­ tergeden hiç ayırmıyordum, İbre 4,5 Gravite’nin üstüne hiç çıkmıyordu, «Yıldız» gibi bir uzay ge­ misi için mükemmel bir dereceydi bu. Dünyaya inişte göstergenin 7 Gravite’yi bulduğu da olur­ du. İniş mükemmeldi ama, kendimi iyi hissetmi­ yordum. Motorlar daha stop etmeden, genç Stanway ayağa fırlamıştı bile. Bense hâlâ koltuğumdaydım. Bana dönüp gülümseyerek: «Uyan artık Joe, dünyadayız,» dedi. Koltuğumuzdan kalkar kalkmaz, kendimi ye­ niden iyi hissetmeye başladım. Kendini iyi ve güçlü hissetmek ne kadar hoştu. «İşte nihayet dünyaya kavuştuk,» dedi Stanway, «bugün günlerden ne?» Cuma.» «Cuma! Bak Joe! Aya gidip gelmek tam 14 gün alıyor. Yeni yılı dünyada karşılayacağız.» — 134 —



«Niçin dünyada olsun,» diye, gülümsedim. «Yeni yılı Luna şehrinde karşılamak fena mı ki?-» Stamvay hayli gençti ve herşeyi oldukça cid­ diye alıyordu. Yeni yılı dünyada karşılamak yada Luna şehrinde karşılamanın hiç farkı yoktu. Derhal Louie’yi görmeye gittim. Yıldız’m mürettebatına Lome benden iki yıl sonra dahil olmuştu. Ama birbirimizi srk sık göremiyorduk. Çünkü geminin iki ayrı ucunda çalışıyorduk. Onu odasında buldum. «Merhaba Joe,» dedi, «hâlâ bizim gemide mi­ sin?» «Neden olmasın? Henüz kendimi genç hisse­ diyorum!» «Ben senin yerinde olsam,..» ; «Benim yerimde olmayı boş ver,» «senden birşey istesem yapar mısın?»



dedim,



«Tabu yaparım. Ne istiyorsun?» Bunu söylerken asmanın karşısına geçti, yü­ zünü pudralamaya başladı. Yüzü uzaktan dahi farkedilebilen kılcal damarlarla kaplıydı. Uzay boşluğunda çalışan herkesin yüzünde bu türden kılcal damarlar belirirdi. Ama neden bun ört­ meye çalışıyordu anlayamıyorum. Şüphesiz sura­ tı kılcal damarlarla kaplı bir insan, yeıyüzündeki diğer insanlara tuhaf görünebilirdi, ama bir uzay adamı bundan gocunmamalı, aksine gurur duy­ malıydı. «Önümüzdeki seferin de bagaj işleri sende mi?» diye sordum. — 135 —



Bağım salladı, «Gemiye birşey getirmek istiyordum da,,,» «Ne büyüklükte?» «Tabanı hemen hemen yarım metre çapında, boyu da bir metreyi geçmem» Lome'nin pudralı suratını hayret ifadesi kaplamıştı, «Joe, sen de bir uzay adamısın,» dedi, «uzay gemisine alınacak her yükün bir gramının bile ince ince hesaplandığını bilirsin. Böyle alamet birşeyi gemiye yüklemeyi nasıl düşünebilirsin?» «İhtiyar Hans için,» dedim, «Kendisine bir yeni yıl ağacı götürmek istiyorum da,» Louie hiçbir şey söylemeden bir an sustu, su­ ratım pudralamaya devam ediyordu. Ama kırmızı-mavi kılcal damarlar hâlâ farkedilıyordu. Nihayet konuştu: «Pekala Joe, getir bakalım ağacı. Gemiye yüklemeye gayret ederim,» «Teşekkürler Louie,» dedim, «dünyada kaç gün kalacağımızı biliyor musun?» «Dokuz,» diye cevapladı, sonra ekledi: («Yarınki doktor muayenesini unutma b> Kendisine bir gözattım, suratına ikinci kat pudrayı geçiriyordu, bana baktığı yoktu. Ama bu doktor muayenesini hatırlatmaya neden gerek duymuştu?!! Her uzay gemisinden sonra, doktor kontrolundan geçmek zorundaydık ve Louie, bu­ nu hiçbir zaman ihmal etmeyeceğimi bilirdi. Uzay merkezinde birçok dostum vardı Hans'a yeni bir ağacı almak için hareketimizden ancak iki gün önce teşebbüse geçtim. 136 —



«Bir yeni yıl ağacı almaya gelmiştim,»



de­



dim, «Yeni yılı dünyada mı karşılayacaksın?)) di­ ye tebessümle sordu, «Hayır, fidanı Lima şehrine götüreceğim.» «Luna şehrine mi?î» «Hans adında birine,» diye devam ettim. He­ men hemen otuz yıldır Luna şehrinde. Avrupa'­ nın küçük bir köyünde doğmuş. Doğduğu köy, kı­ şın kârlar altında kalırmış. Etrafı İse, çamlarla kaplıymış. Durmadan köyünden bahseder.» «Peki niye dünyaya dönmüyor?» Diğer insanların uzay adamları hakkında ne kadar az şey bildiklerine daima hayret ederdim, îzalı ettim: «Doktorlar izin vermiyor. Basınç zorlaması yüzünden; Uzay gemilerinin kalkış ve inişlerinde korkunç bir basınç zorlaması ve kasılma olur. Bu zorlama gezegenden gezegene değişir tabii* Dün­ yada 5 yada 6 Gravite’dir bu, 5 veya 6 G deriz biz buna. Tabii bu basınca dayanabilmek için fizikman çok kuvvetli olmak gerekir. Hatta o bile yet- * mez. Kalbin çok sağlam olması gerekir. Doktorlar kalpte ilk zayıflık belirtisini tesbit edince işin bi­ tik demektir. Derhal uzay uçuşlarından vazgeçip, emekliye ayrılman gerekir, Normal olanı ilk uyar­ mada uzay görevinden çekilmektir ama, uzay adamlarının çoğu uçuşa devam etmekten kendile­ rini alamazlar. Çünkü yaptıkları işe tutkundurlar. ITzay hayatından bir türlü vazgeçemezler. Ama...» «Evet?» «Ama sonra soh uyarma gelir. Her uzay uçu­ şundan sonra doktor kontrolünden geçmemiz — 138 —



şarttır. Öyle bir an gelir ki, doktorlar ‘HAYIR1 derler. Buna karşı hiçbir itiraz imkanın yoktur artık. Karşı koymaya kalksan cevap gene HAYIR dır. Çünkü bu son uyarmadan sonra yeni bir uçuş kesin ölüm demektir- Bir kez hayır dendi mi, ar­ tık bütün itirazlar boşunadır. Uzay gemisine adı­ mını dahi attırmazlar.» «Demek uzay adamlarına çok ihtimam gös­ teriyorlar,» dedi Cİiff. Güldüm: «Ya, öyledir! Ama ne vâr ki her uçuştan son­ ra doktor muayenesei zorunludur ve bu uyarmayı sadece dünyada değil, gittiğin herhangi bir ge­ zegende almak da vardır kısmette! Nitekim Hans son uyarmayı ay’da, Luna şehrinde aldı.» Cİiff üzüntüyle, «ya öyle mi,» dedi. Elindeki kırmızı güllere bakıyordu. «Hans bu ikazı alalı ne kadar oldu?» «Hans artık çok ihtiyar. Yetmişin üstünde. İlk uyarmayı otuz'unda da alabilirsin. Onun şan­ sı varmış ki ilk uyarmadan sonra on yıl daha uçuşa devam edebildi. Otuz yıl kadar önce de işi bitti.» «Bu Luna Luna şehri dediğin yer çok mu bü­ yük?» «Yeraltında, hemen hemen iki apartman bü­ yüklüğünde birşey!» «Korkunç,» diye hayretle söylendi Cİiff, «böy­ le bir yerde otuz yıl ha! Ne ağaç, ne de kuş... Ve birçok genç bunu bile bile, kendisini tehlikeye atabiliyor, öy lem i?!!» Bayağı kızmıştım, «Anlamıyorsun Cİiff,» dedim, «uzay adamı— 139 ~



nın hayatı bambaşka birşey... Hazan İlk uyarma ile, son uyarma arasındaki süre beş yılı da aşabi­ lir. Örneğin Hanshnki on yılı bulmuştu, Bir uzay adamı emekliye ayrılmadan önce hiç değilse bir uçuş daha yapabilmek için can atar. Eğer şansı varsa, son uyarmayı yeryüzünde alır-» Çekine çekine sordu: «Peki sen ilk uyarmayı ne zaman aldın Bin­ başı Davies?» Şimdi adamakıllı öfkelenmiştim, «Üç yıl kadar oluyor. Ama ben buraya benim uyartım, almamı tartışmaya değil, sadece bir yeni yıl ağacı almaya gelmiştim.» «Senin için güzel bir ağacım var. Ama para falan istemem!» «Sağol Cliff, sinirli konuştuğum için kusura bakma,» dedim. Bana yeni yıl ağaçlarını gösterdi. Birdenbire çocukluğumun tatlı günlerini ve ormanlarda ge­ çirdiğim tatilleri hatırladım. «Bilmem ilgilenir misin Binbaşı Davies,» de­ di Cliff, «sana birşey teklif etmek istiyorum...»



Yeni yıl ağacı uzay gemisine yüklenirken Louie’yi görmemiştim. Hatta yolcuğun ikinci gü­ nü akşamına kadar da onunla karşılaşamadık. Bir ara radar işletme odasına gitmiştim. Louie koltuğa gömülmüş kitap okuyordu. Radai- ekranı tertemizdi. Meteor sezonu değildi zaten. «Bakıyorum, keyfin yerinde,» dedim. Louie güldü«Biliyorsun kalbim pek kuvvetli değil, onun için fırsat buldukça dinlenmeye bakıyorum.» —



140







Sigara ikram ettim, aldı. «Ağacı gemiye yüklediğin için teşekkürler,» dedim. «Onu yerleştirmek için neleri dışarı attın? Altın çubukları mı?» Kafasını salladı. «Hayır, altın çubukları değil. Potatif bir elek­ tronik beyni. Eğer bir meteorla karşılaşacak olur­ sak, yada senin rota sapmalarını kontrol etmek zorunda kalırsam, çaresiz kağıt kalemle hesapla­ yacağım. Herhalde elektronik beyin kadar da seri olmayacak bu hesaplama!» «Üzme kendini, nasıl olsa meteor sezonu de­ ğil. Ben de rotayı saptırmam. Zaten dünyaya dö­ nüş için daha iyi bir rota bulmaya çalışıyorum. Çünkü dönüş uçuşu benim son uzay seyahatim olacak. Emekliye ayrılmaya karar verdim Louie.» «Sevindim Joe, direnmeye değmez... Bön ilk uyarmayı alır almaz emekli olmaya niyetliyim,» dedi. Evet, emekliye ayrılmaya karar verdim,» di­ ye tekrarladım. «Emekliye ayrılıp şehir dışında yaşayacağım- Bir fidanlıkta... Bitkiler yetiştire­ ceğim, her çeşit bitki... çam ağaçları ve... Güller. Kış ortasında kocaman kocaman mis kokulu gül­ ler.,.»



Üç G’de iniş yapmıştık. O’nu tekrar hisset­ tim! Göğüs kafesimde korkunç bir sancı ve acaip bir halsizlik duydum. Birkaç dakika sonra ken­ dime geldim. Ayağa fırladım. Ayın çekiminde kendimi daha hafif ve hareketli hissettim! Hava boşluğundan Luna şehrine geçtim. Ha­ va boşluğunun ağzında bekleşenler arasında bi— 141 —



zim ihtiyar Haris’ı aradım. Ama Hans yoktu. Portekiz’liye sordum: ((Portekizli! Hans nerede? Ona yılbaşı çamı getirdim.» Yanıma yaklaştı. Ay şehrinde sürekli yaşa­ mak zorunda kalan herkes gibi zamanla i,riyan ve şişman bir insan olmuştu, Ayçekimi çok düşük olduğu için, burada ;yaşayanlar, ister istemez iri­ leşip şişmanlıyorlardı, «Artık çok geç,» dedi Portekizli, «Ham iki gün önce öldü. Birazdan da onu dışarı çıkartaca­ ğız.» Buna şehrinde, tam 250 hin mil uzaktaki dünyadan getirilen hiçbir şey ziyan edilmezdi. Bi­ risi ölünce, geceye kadar bekletilir, 336 saat sü­ ren dondurucu ay gecesi başlayınca da ceset bir ay traktörüyle kayalıklara götürülüp bırakılırdıPortekizli, ay traktörünü hava boşluğundan dışarı çıkarttı. Arkasında Louie ve ben oturuyor­ duk, Aramızda duran Hans’m cesedi beyaz bir kefene sarılmıştı. Tek kelime konuşmuyorduk. Bu acı ölüm hepimizi sessizliğe boğmuştu. Hans’ı ne kadar sevdiğimizi şimdi daha iyi anlıyorduk. * Ne var ki Hans zaten çok ihtiyardı ve ölüm, çok nefret ettiği Luna şehrinden bir kurtuluş olmuş­ tu kendisi için. Belki de bizi sessizliğe gömen Hans’ın ölümü değil, ay kayalıklarının, kraterle­ rinin ve ışıldayan yıldızların ölü görünüşüydü, Portekizli, Luna şehrinin mezarlığı haline getirilen Yassı Kayalık’a varınca traktörü dur­ durdu. Başlıklarımızın vizörlerini indirip, trak­ törden atladık. Portekizli ile ben ayçekiminde kuş gibi hafifleyen ihtiyar Hans’m cesedini indir­ dik. Louie elinde yılbaşı ağacı olduğu halde bizi — 142 —



izliyordu. Işıldayan yıldızların altında çamın üze­ rindeki su damlacıkları donmuştu. Cesedi mezarlığa bıraktık. Ağacı da kayalık­ ların arasına, Hans'm baş ucuna diktik. Sonra bir an-: sessiz durarak, traktöre atladık- Traktörde sigaralarımızdan . derin nefesler: çekerek pencereden dışarı bakıyorduk. Siyah ka­ yalıkların arasında yeşil-beyaz görüntüsüyle yıl­ başı ağacı dimdik duruyordu. Üstümüzde yerküre bütün güzelliğiyle sanki Hans’ı seyrediyordu. O kadar berrak ve parlaktı ki dür.ya, İtalya’yı dahi' seçebiliyordum. Ama Hans’m memleketi bulutlar­ dan görünmüyordu. Portekizli sessiz sedasız traktörü hareket et­ tirdi. Ayrr. suskunluk içinde şehre'döndük. «Haydi çocuklar.» dedi Portekizli, «birer bar­ dak viski içip kendimize gelelim. .> Louie karşı koydu : «Önce doktor muayenesi Portekizli! Sonra saan uğrayıp, birşeyler içeriz,» Merkeze gittiğimizde, gemimizin öteki mü­ rettebatı sağlık muayenesini tamamlamıştı bile. Onun için fazla beklemedik. Ancak doktorların kartlarımızı yazması yarım saatimizi aldı. Koridorda oturmuş sonuçları beklerken bir-: den isimlerimiz anons edildi : «Binbaşı Grave, Binbaşı Davıes. kartlarınız hazır.» Önce Louie kartını aldı- Mavi bir karttı bu ye üzerinde şu kelimeler okunuyordu : İ l k UYARI



Louie güldü : «Eh Joe,» dedi, «fidanlığa üçüncü bir ortak ister misin?» - 143 —



Cevap veremedim... kartı görmeliydim önce. KIRMIZI kart.



Doktorun bana yazdığı Nihayet kartımı aldım.



Çokları bu rengin ne anlama geldiğini bil' mezdi. Bu, birçok uzay adamının emekliye ayrıl­ mak için bekledikleri karttı. Bu, bir sonun baş­ langıcıydı. Biraz önce yassı kayalıklarda gördü­ ğümüz sonun... «Bir uçuş, sadece bir uçuş daha doktor.» de­ dim. «Dünyaya döner dönmez, emekliye ayrıla­ caktım zaten.» «Üzgünüm binbaşım. Biliyorsunuz ki, im­ kansız birşey -bu!» Evet biliyordum. Biliyordum tartışmanın bo­ şuna olduğunu. Louie gitmişti. Uzay adamlarının hepsi de KIRMIZI kart alan birisiyle konuşma­ manın en iyi şey olduğunu bilirlerdi, Doktora baktım. Gözleri uzaklardaydı. He­ nüz çok gençti- Belki de verdiği ilk kırmızı karttı bu. Yavaşça dışarı çıktım.



Luna şehrinin tepesinden gökyüzü görünür. Geceleri gökte yıldızlar ve solgun hır ışıkla par­ layan dünya vardır. Oturur, saatlerce onları sey­ rederim. Ve güllerin... Cliffin güllerinin kokusunu duyar gibi olurum. JOHN CHRISTOPHER’den adapte edilmiştir. — 144 —



DÖRDÜNCÜ GÜNEŞ



Konsata'da bulunmuş olan herkes, yardan aşağı inen dimdik, dar merdivenleri hatırlar. Te­ pedeki iki bayrak direği arasında başlayan mer­ divenler, aşağıda da bir kıyı şeridinde son bulur. Gözenekli kaya ve çakıllarla kaplı bu kıyı şeridi Güneş Vadisinde başlayıp, sağda gökyüzünü bir iğne gibi delen Ölü Kozmonotlar Anıtı’mn bulun duğu Kuzey Noktasına kadar sarımtırak yar bo^ yuııca uzanır. Dalgaların aşındırıp yuvarlaklaştırdığı ren­ garenk taşları toplamak ve öfkeli kara yengeçleri avlamak için mükemmel bir yerdir burası. Ratal Kozmodrom’un güneyindeki okulun öğrencileri evlerine giderken burada bir süre oyalanmadan edemezler. Değerini büyüklerin hiçbir zaman an­ layamayacağı hâzinelerle ceplerini doldurur, yük­ sekliği yüz metreyi bulan yarin tepesine dar mer­ divenlerden koşarak çıkarlar. O günlerde Amazon Havzasına yapılan üçün­ cü arkeolojik inceleme gezisini henüz bitirmiş­ tim, İşlerimin yoğunluğu nedeniyle elime alama— 145 —



dığım bir dizi sıradan kitaba gözatabilecek biraz vaktim vardı artık. Bir şiir kitabıyla, Radin’in hikayelerini yanı­ ma alıp, Konsata’nın yolunu tuttum* Tepede dar merdivenlerin başı daima tenha olurdu. Yeri kap­ layan blok taşların arasım otlar bürümüş, kuş­ lar ağır sütun başlıklarının tepelerine yuva yap­ mışlardı. Tepede günlerim ilkönce yapayalnız geçi' yordu. Fakat sonraları acaip biçimli, gri çeket giymiş uzun boylu bir adam da gelip gitmeye başladı, İlk günlerde aramızda anlaşmışcasma birbirimizi görmezlikten geldik. Ama sonraları buraya her gün gelen iki insan olarak birbirimizi selamlamamız kaçınılmazlaştı. Yabancının kata' sı, birisiyle sohbete dalamayacak kadar gesgul görünüyordu; ben ise daima kitabımı okuyordum. Yabancı, daima akşamları, güneş Konsata'nm beyaz binalarım arkasmda bırakarak yükselen Kuzey Noktası tepesine asıldığı ve deniz mavisi' nin solup, dalgaların metalik gri bir renk aldığı saatlerde gelirdi Doğuda akşam güneşinin ışmları eski bir tren köprüsünü, uzay gemilerinin bi­ linmediği günlerin bir anısı gibi Ratal Kozmodrom’un sonunda uzanan bu köprüyü kızıl bir ren­ ge boyardı bu saatlerde. Yabancı, sütunların birinin dibindeki basa­ mağa oturur, elleri çenesinde sessiz düşünürdü. Ne zamâ-n ki okul çocukları kıyıda belirirler, işte o zaman yabancı birdenbire neşelenir, soluğu merdiven başında alarak çocukların oyunlarım seyrederdi. Bu seyir, siyah-turuncu ceketli sarışın bir oğlan çocuğu merdivenleri tırmanmaya baş— 146 —



lâymcaya kadar sürerdi. Çocuk merdivenleri öy­ lesine hızla çıkardı ki, her defasında omuzlarına attığı ceketi cicili-bicili bir bayrak gibi rüzgarda uçuşurdu. İçine kapanık yabancı, çocuk kendine yakla­ şır yaklaşmaz değişiverir, onu taşkın bir neşe ile karşılardı. Sonra her ikisi de başlarıyla bana veda eder, o gün olup bitenleri heyecanla birbirlerine anlatarak uzaklaşırlardıÖnceleri onları baba-oğul sanmıştım. Fakat birgün çocuğun, koşarken, birisine «ağabeyimle buluşmaya gidiyorum,» diye bağırdığını işittim. Sonra da kardeşiyle konuşmasından yabancının adının Aleksandr olduğunu öğrendim. ALeksandr’ı ilk gördüğümden aşağı yukarı bir hafta sonraydı. Gene her zamanki gibi vak­ tinde gelmiş, bir sütunun dibine çökerek ıslıkla, acaip, hatta bana biraz da kulak tırmalayıcı ge­ len bir. melodiyi tekrarlamaya başlamıştı. Valentin Radin’in «Mavi Gezegen’in Türküsü »nü oku­ yordum o sırada. Ama hikayeyi hemen hemen ezbere bildiğim için dikkatim zaman zaman baş­ ka yerlere kayıyor, arada bir sanki bir yerlerden tanır gibi olduğum Aleksandr’a gözatıyordum. Hafif bir rüzgar vardı. Eskimiş kitabımın sayfa­ larını çevirirken, birden kopuk bir yaprak aradan uçup hemen Aleksandr’m aaykları dibine düştü. Sayfayı alıp bana getirdi. Onu ilk kez bu kadar yakından görüyordum. Sandığımdan daha da gençti- Kaşlarının arasındaki çizgiler yüzüne sert bir ifade veriyor, fakat gülümseyince bu kırışık­ lıklar kayboluyordu, «Okuduğunuz kitaptan pek hoşlanmamıza benziyorsunuz» dedi sayfayı bana verirken. — 147 —



«Tersine, neredeyse ezbere biliyorum,» diye cevapladım. Konuşmanın sürmesini istediğim için de hemen ekledim: «Kardeşiniz gecikti bugün!» «Evet bugün geç gelecekti. Unutmuştum,» dedi. Sonra yanyana oturduk. Aleksandr kitabıma bir gözatmak istedi. Radin’in hikayelerini tanı­ maması beni çok şaşırtmıştı. Ama birşey deme­ dim, Avucunu, uçmaması için sayfaların üstüne koyduğunda, eliniiı üzerinde beyaz, çatallı bir yara izi çarptı gözüme. Bakışımı yakaladı ve gü­ lerek açıkladı: «Orada oldu... Sarı Gül’de.» Bir anda herşeyi hatırladım. «Karlı gezegen mi?» diye bağırdım. «Siz... Siz... Aleksandr Sneg!» Aleksandr Sneg üzerine olağanüstü radyo programlan düzenlenmiş, bütün gazeteler onun üç arkadaşıyla birlikte resimlerini basarak.^ ekstra sayılar yaymlamışIârTı,' Bütün dünya bu dört ki­ şinin adından büyük bir hayranlık ve saygıyla * sözetmzşti. • Önümde, uzaya gidişinden tam üçyüz yü sonra dünyaya dönmüş bir adam duruyordu. As­ lında «Banderilla» ve «Mousson»un uzayda 200 yıldan fazla kalmalarından sonra bu pek hayret verici birşey değildi. Ama Sneg’in de içinde bu­ lunduğu uzay gemisinin serüveninin diğerlerin­ den bir farklılığı vardı, onu hatırlamaya çalışı­ yordum. «Aleksandr,» diye çok acaip bir numarayı çözmeye çalışırcasına sordum, «üçyüz yıl ha... 148 —



Ama bu çocuk 12’sinden fazla değil. Peki nasıl kardeş oluyorsunuz?» «Siz bir arkeologsunuz değil mi?» ' dedi A* leksandr, «zaman kavramım, başkalarından daha iyi hissedersiniz ve insanları daha iyi anlarsınız. Size herşey! anlatsam, dinler misiniz?» «Memnuniyetle.» ('Size anlatacağım şeyleri, benden başka sa­ dece üç kişi biliyor. Fakat onlar dahi benim derdime çare bulamıyorlar. Sizin yardımınıza, tavsiyenize çok ihtiyacım var. Nereden başlasam bilmem ki! Evet, evet... Herşey bu basamaklarda başlamıştı!»



Herşey bu basamakta başlamıştı! Anna ve babasının, ölümünden beri Naal ilk kez sahile iniyordu. Beyaz şehri bir kavis halinde çevreleyen köpüklü dalgalı, parlak mavi deniz, sanki şimdiye kadar derinliklerine hiçbir gemi gömmemişçesine uysal ve ışıklıydı. Naal, suya doğru koştu- Denize yaklaştıkça, merdivenlerden inişi daha hızlanıyordu. Nihayet kıyı şeridine ulaştı ve bu engin tuzlu maviliğin kıyısında sıçrayıp oynamaya başladı. Birden ayağı bir taşa takıldı ve yere yuvar­ landı. Dizi sıyrılmıştı, fakat yarası o kadar ciddi değildi. Dudaklarını kemirerek tekrar ayağa fır ladı ve topallayarak koşmasına devam etti. Bü­ tün çocuklar gibi Naal da böyle önemsiz yara ve sıyrıklar için en iyi ilacın tuzlu su olduğunu biliyordu. Ayağındaki sandalları bir yana fırla-



149 -



rüzgâr kâğıdı uçurup yüzünü çârpmasaydı, hatır­ layacağı da yoktu. Buruşuk kağıdı elleriyle düzelt­ tiğinde, bunun çok eski bir derginin kopartılmış bir sayfası olduğunu farketti. Sımsıkı kapalı ku­ tunun içine su sızmadığı için, kağıt bozulma­ mıştı. Çocuk, kağıdın üzerindeki eski tip yazıları büyük güçlükle sökmeye çalıştı. Suratı birdenbi­ re ciddileşti- Çat pat okuyabildiği sayfamn so­ nunda acayip bir müzik aletinden çıkan ses ve gü­ rültüler gibi şaşırtıcı kelimelerle karşılaştı. İki saat sonra, okul arkadaşları sahile gel­ diklerinde Naal hâlâ aynı yerde oturuyordu. El­ lerini, oturduğu kayarını arkasma dayamış, sahil boyunca yükselen beyaz tepeleri seyrediyordu, «Seni arıyorduk,» dedi uzunca boylu bir ar­ kadaşı. «Sahile gittiğinden de haberimiz yoktu. Burada yapayalnız ne yapıyorsun?» Naal onu duymuyordu bile. Rüzgar daha şiddetlenmiş, dalgalar daah . büyük gürültülerle sahili dövmeye başlamıştı. Dalgaların sesini bilir misiniz? Önce, yuvarlanarak gelen dalgaların se­ si duyulur. Sonra, dalgalar kayalara çarparak par­ çalanır, sular kayaların çevresinde kaynaşır. Ve hemen ardından, hışırtılı sesler çıkartarak, geriye, geldikleri yere doğru çekilirler. Ve bu gidiş-geîişler birbirini izler durur.



Güney Vadisi’nde Naal için diğer okul ço­ cuklarına göre farklı sayılabilecek, olağanüstü — 151 —



birşey yoktu. Tıpkı ötekiler gibi o da salıncaklara binip, tehlikeye aldırış etmeden yükseklere çıkmaya, ağaçların tepesine kadar yükselmeye bayılırdı* Bir de güneşli korulukta top oynama­ ya*., Büyük gezegenlerin keşfi tarihiyle pek ilgi­ lenmemişti. Diğer çocuklardan daha hızlı koşuyordu, fakat yüzücülükte onlardan geri idi. Bü­ tün oyunlara zevkle katılırdı, fakat hiçbir oyun­ da birinci değildi* Ama bir keresinde başkalarının asla yapamayacağı birşeyi başardı. Sahildeki bir çalının dikenli dallan gömle­ ğindeki rozeti kopartmış, mavi yıldızlarla süslü altın dal denize düşmüştü* Berrak suda rozetin denizin dibine doğru gittiğini görünce, Naal, bir saniye bile tereddüt etmeksizin iki metrelik setin üzerinden kendisini denize atmıştı* Denizin di­ bindeki keskin kayalardan yara almadan rozeti denizin dibinde yakalamış ve biraz sonra sahile çıkmıştı. Sahile geldiğinde bir elinde rozeti sıkı sıkıya tutuyor, öbür eliyle de ıslanan gömleğini sıkmaya çalışıyordu* Onun bu rozeti nereden bulduğunu ve niçin ^ bu kadar önemsediğini kimse bilmiyordu. Ama kimse de bu konuda kendisine tek kelime sor­ madı* Herkesin kendine sakladığı sırlan olabilir­ di. Üstelik Naal, anne ve babasını kaybettikten sonra, ağırbaşlı bir havaya girmiş ve arkadaşla­ rının birçok sorularını da cevapsız bırakmaya baş­ lamıştı* Uğradığı felaketi öğrendiğinden beri Kaaİm hayatında pek de büyük bir değişiklik olmamıştı. Zaten ondan önce de zamanının büyük bir kısmı okulda geçiyordu. Annesiyle babası derin su araş­ — . 152 -



tırma uzmanıydılar ve çoğunca okyanuslarda araştırmalara gidiyorlardı. Ama Naal artık bili­ yordu ki, «Reindeer» batiskafı bir daha su yüzü­ ne çıkmayacak ve kendisi okuldönüşünde herşeyi unuturak koşup kucaklarına atıldığı kimselere bir daha karşılaşamayacaktı. Aylr geçmişti. Okulda derslerle dolu sakin sabahlâr, sonra güneşli günler, gürültülü oyun­ lar ve yağmur... Bu havada içerisinde üzüntüsü­ nü çoktan unutmuş olmalıydı- Fakat birgün, dal­ gaların sahile sürüklediği küçük mavi kutu herşeyi altüst etmişti. Nereden gelmişti, bilmiyordu. Ama kayıp batiskafın bir kalıntısı olmadığı da muhakkaktı. Geceleri, Ratal fener kulesinin farları pence­ relerde yansıyınca Naal mavi kutudan çıkan bu­ ruşuk kağıda el atıyordu. Kağıdı okumak için ışığa ihtiyacı yoktu. Çünkü artık her satırını ez­ bere biliyordu. Üçyüz yıl önce yayınlanmış eski bir dergiden kopmuştu bu sayfa. «Magelian» uzay gemisinin hikayesini anlatıyordu. Uzayın keşfi ile ilgili tarih kitabında, bu uzay gemisinden çok kısa ve kuru bir dille bahsedili­ yordu : cMagellan» dünyaya benzer bir başka ge­ zegen bulmak üzere sarı bir yıldıza gönderilmiş­ ti. Geminin mürettebatı bu gezeyen hakkında da­ ha önce kazaya uğrayan «Globe» uzay gemisinin elde ettiği, fakat sağlaması yapılmamış olan bil­ gilerden yararlanacaktı. Magellah’m, uzaya hare­ ketinden yüzyirmi yıl sonra dünyaya dönmüş ol­ ması gerekiyordu. Fakat hiçbir haber alınama­ mıştı. Herahlde genç kozmonotlar, tercübesizlikîerinin de etkisiyle, bu San Gül efsanesinin pe153







şinde hiçbir başarı gösteremeden uzay kurbanları arasına karışmış olmalıydılar, > Kitapta bu kozmonotların isimleri dahi veril­ memişti, Naal onların isimlerini bulduğu bu eski dergi" sayfasından oğrenebümişti. Kaptanın ismi Aleksandr Sneg- ıdû Naabin babasından duyduğuna göre, atala­ rından biri kozmonottu. O gün sahilde «Sneg» is­ mini okuduğu zaman, gurur ve tepkiyle karışık bir his duymuştu. Tepkisi, kozmonotlar hakkında yalan yanlış ve eksik bilgi veren uzay tarihi kr tabmaydı. Herhalde uzay gemisinin kaybolması mn daha birçok nedenleri olmalıydı: Niçin mü­ rettebatı suçluyorlardı? «Eğer Sarı GüFe ulaşmış ve orada herhan­ gi birşey bulamamışlarsa, uçuşlarına devam et­ miş olmazlar mıydı? Belki de.., Evet belki de hâlâ uçuşlarına devam ediyor olabilirler,» diye düşündü Naal, Kendi kafasında adeta kitapla tar­ tışıyordu. Bu düşüncelere dalmıştı ki, birdenbi­ re gözlerini dışarıya dikti, adeta kendi düşüncele­ rinden ürkmüştü! Okulun bahçesindeki kozmo­ not elbisesiyle, uzun boylu bir adamm kendisini beklediğini düşledi. Evet, dünyada herşeyi unu­ tup çılgınca ona doğru koşabilirdi, tıpkı bir za­ manlar annesiyle babasına koştuğu gibi Ya dönerlerse? Öyle ya hâlâ dönebilirlerdi. Çünkü, uzak gemisinde zaman, dünyadakine gö­ re çok yavaş geçiyordu. Ya uzay gemisi dönerse? işte o zaman, Naal atalarından birini değil, diğer yüzyıllardan gel miş birini değil, daha yakınım, ağabeyini karşılayacaktı. Çünkü dergiden kop­ muş sayfanın dibinde, Mâgellan'm mürettebatına * vI -



154 -



hitaben yapılan bir konuşma da yer alıyordu: «Eski isimleri unutmayınız! Uzun yıllar sonra ge­ riye döneceksiniz. Ama o zaman sizi, kardeşleri­ nizin, arkadaşlarınızın torunları, sanki kendi ar­ kadaşlarıymış, kendi çağdaşlarıymış gibi karşıla­ yacaklar. Kardeşlerinizin torunları sizin kardeş­ leriniz olacak...» Naal bunun bir hayal, bir fantezi olduğunu biliyordu- Ama gene de bu tatlı hayali işlemek­ ten kendini alamıyordu- Evet, bir sabah vakti ola­ bilirdi Bu sabahı görür gibi oluyordu. Henüz bir İnsan boyu yükselmiş parlak bir güneş, beyaz yapıların, beyaz giysilerin ve gümüş renkli uzay gemisinin üstüne mavi bir çarşaf gibi serilen gök­ yüzü... Uzay gemisinin kozmoporta yumuşak iniş yapmasım sağlayan yardımcı roketler ve 150 metre uzunluğundaki dev uzay gemisinin ışıl ışıl parlayan, dev gölgesi. Hepsi kozmoporttaki siyah silindir şeklindeki platformlar üzerinde sakin durmaktadır. Uzay gemisinin gövdesi üzerinde, eski tip harflerle yazılmış ve yüzyıllarca sonra adamakıllı solmuş «Magellan» yazısı okunmakla­ dır. Şimdi Naal’m gözleri, uzay gemisinin helezoni merdivenlerinden ağır ağır inmeye başlayan ve çok yükselen minicik görünen kozmonotları seçmiştir. Nihayet kozmonotlar yere ayak bas­ mış ve kendilerini karşılayanlara doğru yürüme­ ye başlamışlardır. Naal onları İlk karşılayan ol­ malıdır. Karşılayıcıların, hepsinden önde olmalı­ dır. Gelenlere derhal soracaktır : «Aleksandr Sneg kim?» Ve sonra... Hayır, daha fazla konuşmaya­ caklardır. Sadece kendi adını söylemekle yetine­ cektir. Evet o da bir Sneg’dir, Naal sevincini ve üzüntüsünü pek gizleye — 155 —



mezdi. Fakat bu hayalinden kimseye sözetmiyor­ du. İstememesine rağmen, hayal kurmaktan ken­ dini alamıyordu. Ama böylesine mucizelere kim inanırdı ki? Bazı geceler kozmodromun pırıl pı­ rıl ışıklarına bakıyor, sonra o buruşuk sayfayı çı­ kartıp, tekrar tekrar hayale dalıyordu. Ne kadar inanılmaz olursa olsun, herkesin kendince bir ha­ yal kurmaya hakkı, vardı. Ama, bu bir hayal değildi. Çünkü o yıl be­ şinci gözetleme istasyonu uzaydan bütün geze ­ geni sarsan bir mesaj alacaktı: «Dünya, mesa­ jıma cevap ver! Geliyorum..! Mageîlan geliver!» Evet, bu bir mucize değil, ama inanılmaz bir rast­ lantıydı.



Ay henüz doğmuştu. Enerji merkezinin üst kısmı tepelerin üzerinde düzensiz bir yar gibi yükseliyordu. Enerji merkezinden yayılan yeşil ışık, Naal’m penceresinden süzülüp, yerdeki ha­ lıya düşüyordu. Naal, bileğindeki radyonun düğmesini çe­ virdi, hiçbir haber yoktu. Çocuk daha fazla bek- * ieyemedi. İçi İçine sığmıyordu. Bir an durakla­ dı, sonra birden yatağından fırlayarak telaşla gi­ yindi. Ceketini omuzlarına, atıp, pencereden dı­ şarı süzüldü. Pencere zaten yarı açıktı. Bir Me­ rih sarmaşığının dallan, pencere aralığından içe­ riye uzandığından, dallan koparılmamak için pencereyi yan açık tutuyordu. Dışarda, yağmurdan ıslanmış dallar ve yap­ raklar, enerji merkezinin ışığı altında pınl pırıldı- Işığın yapraklardaki yeşilimsi yansıması, oktu -



156 -



binasının beyaz duvarları ve geniş pencereleri üzerine düşüyordu. Tepelerin üzerinde turuncu ışık, küçük bulutlan yakalıyor ve sonra solup kayboluyordu : Râtal Kozmodrom’u herhalde şu anda bilileriyle haberleşiyor olmalıydı. Pencereden süzülen Naal, bahçenin içinden patikaya atladı. O'kui müdürü Aleksey Oskar he­ nüz yatmamıştı, birşeyler okuyordu. Birdenbire yağmur kokusu karışık temiz bir rüzgarla irkil­ di. Kapı .açılmış ve karşısında bir çocuk belir­ mişti. Derhal hatırladı. «Naai’sın değil mî?» diye sordu. «Evet.» Telaşından kekeleyen ve bir an önce sonuç almak isteyen bir ifadeyle Naal, bütün hikayesini ilk defadır ki bir yabancıya anlattı. Oskar kalkıp pencereye döndü. Başkalarının sandığının aksine, bu gibi konularda hiç de tec­ rübeli bir öğretmen olmadığını düşündü. Evet, zamanında doğru karar alma yeteneği vardı Ama şu anda tam bir açmazdaydı. Ne diyebilirdi? Birşeyler izah etmeye çalışıp, çocuğu vazgeçirmeye kalkışsa? Acaba vazgeçer miydi? Ve acaba buna kalkışması doğru olur muydu? Müdür hemen bir cevâp vermedi. Ama za­ man da geçiyordu. Böyle uzun süre hiçbir şey söylemeden duramazdı. «Dinle Naal,» dedi nihayet. Ama nasıl de­ vam edeceğini hâlâ toparlayamamıştı. «Şimdi... Gece... Çok geç...» diyebildi. Naal kararlı görünüyordu : «Oskar, bırak da gideyim oraya. Yaz Sahili’ne.» — 157 —



Çok sakin konuşuyordu. Bir ricada bulunur gibi de değildi. Sesinde ancak kozmonotların □zun uzay gezilerinden sonra dünyaya karşı his­ settikleri cinslerin dayanılmaz bir özlem ifadesi vardı. Öyle zamanlar vardır ki, normal düşünceler ve kuralar hiçbir anlam ifade etmez. Örneğin şu anda Oskar ne diyebilirdi ki? Olsa olsa vaktin ge­ ce olduğunu ve sabaha kadar sabretmesi gerek­ tiğini söyleyebilirdi. Ama bunun da bir faydası yoktu. «Madem öyle, arabamla seni istasyona götü­ reyim,» dedi. «Zahmet etmeyin, yalnız yürümeyi tercih ederim,» Ve Naal çıkıp gitti... Oskar derhal videofonun {*) basma geçerek Yaz Sâhili’ni aradı. Gözlem istasyonunu istedi. Durumu bir an Önce bildirebilmek için hırsla düğmeye bastı. Ama cevap yoktu. Sadece bir ro­ botun madeni sesi geliyordu karşıdan: «Herşey yolunda!»



Eğer normal yoldan gitmezse daha iyi olaca­ ğını düşündü. Kestirmeden gidebilmek için tepe­ lerin üzerinden aşmaya karar verdi. İS dakika sonra tepelerdeki geçide ulaşmıştı bile. Enerji merkezinin yarattığı aydınlıkta tepelerin üzerine asılan beyaza kesmiş ayfi seçiyordu. Sağ tarafta (*) Videoftmj Televizyonlu konuşma aleti.



— 158 —



Ratal KozmodronTun İşaret ışıklan adeta g ö z kırpıyordu* Solda ise bir sıra tepeyle önü kısmen örtülmüş Konsata’nın ışıkları geniş bir yarım daire meydana getiriyor, onların arkasında bir sis duvarı gibi deniz uzanıyor, âyışığmda ölgün pırıltılar saç lyordu * Vadiyi boydan boya eski bir asma köprü ke­ siyordu- Ratal'm büyük siyah köprüsü. Naal’m verdiği kararda hiçbir tereddüdü ol­ madığı gibi, bu önemli karşılaşmadan da hiçbir korkusu yoktu* Magellan’la ilgili haberler öylesi­ ne beklenmedik ve şaşırtıcıydı ki, hiçbir tereddüt ve çekingenlik, mutluluğunu gölgeleyemiyordu NaaTm* Köprüyle ilk kez karşılaşıncaya kadar da korku duymamıştı* Birdenbire, pişmanlıkla kor­ ku karışımı bir his duydu* Bu duygunun nedenini izah edemiyordu* Belki de, bu 200 metre yüksekli­ ğindeki dev asma köprünün karanlık ve ürkütü­ cü görünüşünden geliyordu bu hissi* Belki de köprünün azameti kendisine Magellan'm katettiği mesafelerin korkunçluğunu, geçirdiği 300 yılı .hatırlatmıştı* ** «Kardeşlerinizin torunları, kar deşleriniz olacaktır!» Bu sözlerin tam 300 yıl ön­ ce söylenmiş olduğunu düşündü* Asma köprünün siyah destek ayakları sanki uzayda bir gezegenin gidîş-geliş yolları gibi duru­ yordu. Kendi kendine sordu : Nereye gidiyordu? Niçin? Neydi bu kafasındaki saçma düşünceler? Naal, adeta bir destek umarcasma dönüp ge* riye baktı, fakat Güney VadisTnîn ışıkları çoktan kaybolmuştu. , Yol üzerinde bir an tereddütle durakladı, sonra . birdenbire, ileriye, köprüye doğru atıldı. Uzun, ıslak otlar arasında çılgınca koşuyordu. Di' — 159 -



kenli çalılar bazan ayağını yırtıyor, durup bu ça­ lıları hırsla kökünden söküp fırlatıyor, sonra tek­ rar koşuyordu. Çabuk, daha çabuk... Korkunun kendisini artık yakalayamacağı kadar hızlı... Bu kabus gibi görüntüyü bir dakikada ardında bı­ raktı. Ve ileriye doğru, yoluna devam etti.



Yaz Sahilinden geçip, kıtanın kuzey ucuna giden ekspresin vagonu bomboştu^ Naal kendisi­ ni vagonun koltuğuna koyuverdi ve pencerenin dışında saatte 500 kilometre hızla geriye doğru akıp giden karanlığı seyretmeye başladı. Yorgundu. Başka zaman olsa oracıkta uyur kalırdı- Fakat şu korku, devamlı rahatsız edici bir ses gibi kulaklarında aynı soruyu çınlatıyordu : «Ya bana cevap vermezse?! Ya kendisiyle alay ettiğimi sanırsa? Hem 300 yıl sonra dünyaya dö­ nen bu uzay kahramanı bir çocukla ilgilenir mi bakalım?» Naal gene gözünün önünde karşılamayı can­ landırmaya çalıştı, Kozmoport'un dev alanı, karşılamaya gelen binlerce kişiyle dolmuş... Binler­ ce selam,,. Uzanan binlerce el... Bunların arasın­ da o ne yapacaktı? Ne söyleyebilirdi? Birden akima bir fikir geldi. Geceyi şehirde değil, uzay İstasyonunda geçirmeli; sabahı, uzay gemisinin inişini orada beklemeliydi. Ve herşeyi Aleksandr’a hemen anlatmalıydı. «Pilot 5u göz lem istasyonu, uzay gemisi ile halen temasta ol­ malıydı. istasyon, Yaz Sahilinden 40 kilometre uzaktaydı. Beş dakika sonra oraya varmış olacak­ tı Naal. 160 —



,



İstasyona girer girmez yürüyen platforma atladı. Sonra, istasyonun merkezine doğru hare­ ketli platformların birinden diğerine sıçrayarak çıkış tüneline vardı. Önünde zifiri karanlık bir geçit uzanıyordu. Arkasında platformun solgun ışıkları parlıyor­ du. îlerde ise gözlem istasyonunun aydınlığa bo­ ğulmuş mavi kulesi yükseliyordu. O sırada esen boş bir rüzgâr N,aalJı biraz kendine getirdi- Uzun çimenler arasından kuleye doğru kaşar adım iler­ lemeye başladı. Belli ki biraz önce epey yağmur yağmıştı. Koşarken ıslak yaprak dizlerine yapışıyordu. Al­ nını okşayan rüzgar da sıcak fakat nemliydi. Naal nihayet yola çıktı ve hızlı adımlarla yürümeye başladı. Rüzgar şiddetlenmiş, omuzlarındaki hafif ceketi adeta yırtarcasınâ uçuruyor­ du.



5 numaralı gözlem istasyonu artık bilgi ver­ mez olmuştu. Dışardan ğfelen "bütün telefonlara bir robot çıkıyor, madeni bir sesle «herşey yolun­ da,» diye cevap veriyordu. Birçok kimse, Magelian’m telsiz dalgasını yakalamaya çalışmış fakat başaramamıştı. 300 yıl öncesine ait bu telsiz sis­ temini kimse bilmiyordu. Magellan'm dünyaya yöneldiğine dair ilk mesaj Jüpiter'deki ara istasyon aracılığıyla alın­ mıştı. Amd şimdi dünya, gemiyle direkt temas kurabilmişti. Gözlem pilotları istasyondan bir da­ kika dahi ayrılmıyorlardı. İstikamet göstergele­ rinin başında daima üç kişi alesta bekliyor, bir dördüncüsü Lse, sırası geldikçe, koltukta uyuklu­ ^ 161 —



yordu. TJzdy gemisinin mürettebatı geminin yö­ netimini artık dünyaya bırakmıştı. Geminin Kozmodrom’a inişi bu gözlem pilotlarının elindeydi. Birkaç saat Önce Sergey Kostroy* uzay gemisi ile sesli muharebeyi sağlamıştı. Ne var ki gemi mürettabı, iniş için otomatik sisteme gerekli olan teknik bilgiden daha fazla birşey bildirmi­ yordu. Gözlem pilotları gemiyi dünya çevresinde dairevi bir yörüngeye sokmuşlardı. Gemi artık dünyanın peyki olarak dönüyordu. Sergey haberleşme işini bitirmişti ki, Miguei Nuevos, «bir saattir birileri videofonda arayıp du­ ruyordu. Herhalde birşey sormak istiyorlar,» de­ di. «Herhalde gece uykusu kaçmış birileri ola­ cak,» diye başım çevirmeden söylendi Sergey. Gözleriyle aydınlık uzay haritasında geminin yö­ rüngesini izliyordu, «Belki de ivedi birşeydir! Altı defa ısrarla aradılar. İşin şakaya tahammülü olmayabilir.» O kadar önemliyse niye direkt temasa geçmi­ yorlar?» «Bilmem.» Birkaç dakika geçmişti ki7 bu defa video­ fonda tekrar uyarma sinyali ötmeye başladı. Ama ne Sergey, ne de görev başındaki öteki iki pilot, yerlerinden kalkıp da videofona gidemiyorlardı, «Mişa, hiç değilse sen cevap ver,» diye Ser­ gey koltukta uyuklayan Miguehe seslendi. Ne var ki arayan herhalde usanmıştı, sinyal tekrar işitilmedi. Yarım saat daha geçmişti Uzay gemisinde— 162 —



ki otomatik cihazlar son talimatı da verdiler* Ni­ hayet Sergey derin bir nefes aldı. Ama gözleri­ nin kurşun gibi ağırlaşmasına rağmen karşısın­ daki ekranda danseden kırmm hatlardan bakış­ larını ayıramıyordu. O sırada birisinin yakasını çekiştirdiğini farketti* Başını çevirdiğinde, karşısında 12 yaşlarında bir çocuğun durduğunu gördü* Teni güneşten yanmış, san saçlı, ceketinin önü açık ve yeşil gömleğinin üzerinde altın bir rozet bulunan, ba­ caklar yara bere içinde bir çocuktu bu. Çocuk, gözlerini Sergey’e dikmiş, bütün söylemek iste­ diklerini bir nefeste, birkaç kelimede anlatmaya çalışıyordu.- Şaşkınlık içindeki pilot, çocuğun ne demek istediğini bir anda kavrayamadı* «Nelerden bahsediyorsun sen? Buraya kadar nasıl geldin?» diye sordu. . * Naal, merkez binaya ulaşınca, karşılaştığı ilk kapıdan içeri dalmış ve kendisini dar uzun bir koridorda bulmuştu* Koridorda yürürken ayak sesleri, sanki büyük boş bir varili dövüyormuşçasma yankılar yapıyordu. Koridorun döşemesi dümdüz ve cam gibi parlaktı* Yüksek tavan, dö­ şemede yansıyordu* Koridorda ilerlerken o korku hissi tekrar Naal’m içini kapladı. Ağlayacak gibi oldu* Sanki bir toprak gelip boğazına oturmuştuKalbinin küt küt attığını, yerde sıçrayan bir las­ tik top gibi göğsünü dövdüğünü hissediyordu. Koridorun sonunda geniş bir merdivene yönelen keskin bir dönemeç vardı* Naâl da oraya yöneldi* Buzlu camlı bir kapının önünde bir an durakla­ dıktan sonra, ani bir kararla kapıyı açıp içeri daldı. Alçak duvarlı yuvarlak bir salondaydı* Ta~ — 163 —



vaiıda, anlamsız beyaz çizgilerle kaplanmış, şef­ faf bir kubbe vardı. Bu çizgilerin meydana getir­ diği ızgaraların boşluklarından yıldızlar görünü3rordu. Döşemenin tam ort& yerinde, baklava dr limi şeklindeki siyah-beyaz karolardan meydana gelmiş bir pist vardı, onun üzerinde de kürsüye benzer bir platform yükseliyordu. Platformda pi­ ramit biçiminde siyah renkli bir cihazın önünde üç adam duruyordu. Platformun biraz Ötesinde de, salona gelişigüzel serpiştirilmiş koltuklardan birinde bir dördüncü adam uyukluyordu. Cihazın başındaki adamlar, kenıd aralarında konuşuyor­ lar ve sesleri koca salonda büyük ve tabii olma­ yan yankılar yapıyordu. Naal, söyledikleri her ke­ limeyi işitiyor, fakat neden bahsettiklerini bir türlü aiılayamıyordu. Belki de yorgunluğu, ken­ disini biraz sersemletmiş ve hexş£yi olduğundan başka türlü görmeye başlamasına sebep olmuştu. Salonun ortasındaki siyah-beya^ karoları çiğne­ yerek platforma tırmandı ve pilotlardan birinin yakasına yapıştı. Adam kendisine döndüğünde, suratındaki hayret ifadesinden Naalhn ayak ses« lerini duymadığı anlaşılıyordu ■ Herşeyi bir solukta izah edebilmek için Naaî kestirme konuşmuştu: «Ağabeyimi karşılamaya geldim î» S&nki rüyada konuşuyordu, Naal hikayesini anlatırken salonda sanki kendi sesinin değil de bir başkasının sesinin yankılandığını sanıyordu. Ne kadar uzun konuştuğunu hatırlamıyordu. Bel­ ki de çok uzun konuşmamıştı. Dairevi kontrol panolarının üzerinde ışıklar yanıp sönüyor, ek’ Tanlarda mavi zigzaklar her an biçim değiştir!' yordu. 184 —



«Ne dersiniz? Acaba benimle konuşur mu?» diye sordu Naal, Bir anda bütün halsizliği;ve yor­ gunluğu geçmiş gibiydi. Kısa bir sessizlik oldu. Sonra içlerinden biri, olup bitenin içyüzünü öğ­ renmeye gerek duymadan kayıtsız ve kaba bir ifade ile, «amma iş yahu,» diye söylendi. Bir di­ ğeri, o sırada uyuklamakta olanı uyandırmaya, çalıştı: «Mişa! Miguel! Kalk! Dinle!» Ekranların üzerinde ışıklar hızla dansediyordu, Sergey dedikleri baş pilot, «sen sayıklıyor­ sun her halde yavrum,» dedi. Çocuğu kollarına alıp, yumuşak bir kanepe ye yatırmak istedi. Fakat Nâal uyumak istemi­ yordu. Gözlerini danseden ışıklardan ayıramıyor, kubbenin altında yankılanan kelimeler kulakla­ rında çınlıyordu: «Bîr adam..,» «tîçyüz yıl...» «Korkmuyormuş... Ama eğer...» «Uykusuz, sayıklıyor olmalı...» «Hayır-» Bu «hayır»ı söyleyen adam birden Naaba dö­ nerek sordu: «Adın ne seniiı, kozmonotun kardeşi?» «Naal,» Bu cevap üzerine pilotlar arka arkaya birta­ kım sorular daha sordular, orular birbirine ka­ rışıyordu ama, ismini pilotların kavrayamadık­ larını farketmişti. Bu yüzden tekrarladı: «Nathaniel Sneg.» Sneg!» diye tekrarladılar. Çok acaıp» Naal, «hiçde acaip değil,» diye karşı çıktı. — 165 —



«Işık batiskafının kaptanının, Nataniel Leesd’in isminden esinlenerek bana bu adı koymuşlar.» Birisi koltuğunu çekerek, «Evet uykusuz sayıklıyor olmalı,» dedi* «Uykusuz da değilim, sayıklamıyorum da,» diye gözlerini faltaşı gibi açarak karşı çıktı Naal «Magellan’dan cevap var mı? Siz onu söyleyin.» Sergey uzay gemisiyle bir süre haberleştik­ ten sonra çocuğun üzerine şefkatle eğildi : «Sen uyumana bak. Onlarla ancak bir hafta sonra buluşabilirsin. Çünkü geminin mürettebatı, roketle ormanlık bölgeye inmeye karar vermiş. Tantanalı bir karşılama töreni istemiyorlar. Dün­ yayı, özellikle ormanları ve rüzgarı çok özlemiş­ ler* Yaz Sahili’ne, inişte birkaç gün sonra yürü­ yerek gelecekler.» Naal'm bütün hayalleri yıkılmıştı. «Ya ben? Ya halk? Hiç kimseyle mi karşılaş­ mak istemiyorlar?» «Kendini üzme,» dedi Sergey, «bir hafta son­ ra seninle buluşurlar, Olmaz mı?» «Naal rasat istasyonunun salonunun pek de büyük olmadığını yeni farketmişti. Ekranlar şimdi daha donuk, şeffaf kubbenin üzerindeki gök­ yüzü daha alçak ve bulutlu görünüyordu. «Peki nereye inecekler?» «Hiç kimseye söylemememizi istediler.» «Hiç değilse bana söyleyemez misiniz?» «Beyaz Burun Yanmadası’na.» Naal kalktı. «Bu gece burada kal,» dedi Sergey. «Hele sa­ bah olsun, ne yapacağımıza karar veririz.» «Hayır, şimdi eve gideceğim.» «Seni götüreyim.» -



166 -



'



«Hayır. Yalnız giderim daha iyi.» İşte artık herşey bitmişti. Demek ki böyle bir peri masalına inanmakla büyük enayilik et­ mişti- Üçyüz yıllık bir masal... Pilotların kendisine daha başka neler diye­ ceklerini beklemeden hızla platformdan atladı. Siyahheyaz karoların üzerinden koşarak kendi­ ni camlı koridora attı. Ve hızla patikaya ulaştı. İşte yine kendini karanlık alanda bulmuştu. Uzaktaki bir platforma doğru yürümeye başladı. Ağır ağır yürüyordu. Niçin acele edecekti?» «Na­ sıl olsa bir hafta sonra buluşacakmışız.» Ama bir kimse, başka birisiyle buluşmayı kafasına koy­ muşsa, değil bir hafta, bir saat bile bekleyemezdi.



Belki de herşey orada bitmiş olacaktı. Eğer Naal gözetleme istasyonundan yüz metre kadar ileride «arı» uçaklarına rastlamamış olsaydı! Uçaklarla karşılaşır karşılaşmaz, kafasında be­ liren düşünce, ilk anda Naal’a da çok tuhaf gö­ rünmüştü. Fakat biraz daha ilerleyince, kafasına takılan yeni bir ihtimalle durakladı: «Belki de Aleksandr ormanlık bölgeye iniş kararma, diğer arkadaşlarının isteğine uyarak katümak zorunda kalmıştı. Öyleyse ya, Magellan’da yalnız başına değil ki o...» Bu ihtimal belirir belirmez, yeni bir umut­ la kalbinin küt küt atmaya başladığım hissetti. Biraz tereddüt ettikten sonra, gerisin geriye dö­ nüp uçaklara yöneldi. Ama, 12 yaşma basmasına hâlâ üç ay vardı; 12 yaşında olmadan da «an» uçaklarmı kullanmasına izin verilmiyordu. Bu kuralı çiğneyemez miydi?» — 167 —



Bütün kararsızlığına rağmen, birdenbire uçağın pilot kabinine tırmandı ve uçuş başlığını kafasına geçirdi- Cihazları kontrol etti. Kontrol panosunun yeşil ışıkları adeta uçuşa davet eder­ cesine Naal’a göz kırpıyordu. Naal derhal yatay pervaneleri çalıştırdı ve uçak kuzey doğuya yö­ neldi, Bu hızla iki saate varmadan Beyaz Burun’a ulaşmış oluyordu. Öylesine yorgun ve bitkindi ki, uçuş sırasın­ da neredeyse uykuya dalacaktı. Ama kafasındaki düşünce, kendisini uyumaktan . aiıkyuyordu: «Doğrudan doğruya kendisine gidip, kim olduğu­ mu söyleyeceğim. Sonu nereye varırsa varsın.» Eğer soğuk şekilde karşılanırsa, tek kelime söylemeden, uçağa atlayarak gerisin geriye gü~ ney-batıya dönecekti. Bu sırada beklenmedik birşey oldu. Yıldızla­ rın pırıltılarını yansıtan körfezi geçtikten sonra, karanlık ormanlar üzerinden buruna doğru iler­ liyordu, Doğu ufku laciverde kesmişti, fakat gök­ yüzü hâlâ zifiri karanlıktı. Magellan herhalde oralarda dolaşıp duruyor olmalıydı. Belki de yere inmişlerdi bile... Naal bu' ihtimali düşünerek yeryüzünde her­ hangi bir ışığa rastlamak umuduyla, yerin ka­ ranlığını gözleriyle taradı. Belki de iniş roketinin konik gövdesini de görebilirdi. Ağaçların tepeleri­ ne sürünerek burnun üzerinde iki defa tur attı. Tam bu sırada uçağın birdenbire düşmeye başla­ dığını farketti. Herhalde bataryalar tükenmişti. İşte o zaman uçağın, uçuş kontrolünün yapılma­ dığım, kendisinin bu uçuş kontrolü yapılmadan havalanmakla büyük bir hata işlediğini farketti. Aşağıdaki karanlık ormana bir daha gözattı, son­ — 168 —



ra yatay pervaneleri son bir gayretle zorladı, fa-, kat pervaneler durmuştu. «Arı», kanatlarını ger­ miş, toprağa doğru planör inişi yapıyordu. Aşağı­ da, sık ağaçlarla örtülü bir ormanlık vardı. Pla­ nör inişi yapacak hiçbir boşluk da yoktu. Buna rağmen, pek de korkmuyordu. Ağaçlara adeta sürünüreesine alçalıyordu. Bu ağaç denizinin üzeri­ ne herhalde yumuşak iniş yapabilirdi. Tam o an­ da karşısında uzun kara ağaçlardan örülmüş bir duvar belirdi. Birdenbire frenlere asıldı, fakat artık faydası yoktu. Önce bir çarpma, sonra bir seri sarsıntı... Omuzu koltukla, gösterge panosu arasına sı­ kışmıştı. Yüzü, güzel kokulu kuru yapraklarla örtülüydü. Başına gelenlere hiç aldırış etmiyor, roketten başka birşey düşünmüyordu- Sonra bir­ denbire kendisini çimenlerin üzerinde buluverdi.



«Tabii ne pilotar, ne de çocuk, bizim acaip kararımızın gerçek nedenini bilmiyorlardı,» de­ di Aleksandr. «Şaşkına dönmüştük. Bu beklen­ medik bir olayla karşılaşıldığı am an hissedilen cinsten bir şaşkınlık değildi, Çaresizliğin ve pani­ ğin yarattığı bir şaşkınlıktı. Ne cevap verecektik? «Uçuştan pek bahsetmeyeceğim. Bir kazayı hesaba katmazsak, diğerleri gibi bir uçuştu işte! Çalışma ve uzun biyolojik uyku halinde geçen yüzyıllar... Dünyada çeyrek yüzyıl geçirmiştik. Son olarak yaklaştığımız gezegenin, Sarı Gcl’ün yörüngesine girdiğimizde ise,. 12 yıllık bir uzay seyahatini tamamlamıştık, «İlk başta, hepimiz hayal kırıklığı içindey­ dik. Karşımızda hayat belirtisinden, ormanların -



16ü -



hışırtısından, dalgaların sesinden yoksun, buzlar­ la kaplı bir gezegen vardı. Gezegen, bir sis taba­ kasıyla örtülüydü. Arada sırada dağların keskin çizgileri arasından büyük parlak sarı bir güneş görünüyordu. Sarı güneşin buzlardaki yansıma­ sıyla, san bir gülü andırıyordu gezegen. Donmuş okyanusta, san ve pembe parıltılar titreşiyordu. Kayaların yarıkları, buzların çatlakları, uçurum­ ların gölgeleri, hepsi koyu mavi renkteydi- Buz, her taraî buz... Soğuk bir parlaklık... Sessizlik.,, «Hoşumuza giden tek şey hava idi. Dünya havasının hemen hemen aynıydı; sadece ona gö­ re bir dağ kaynağı kadar soğuktu. Daha ilk gün­ den başlıklarımızı çıkartarak, soğuktan dişlei'imizin takırdamasına rağmen, Sarı Gül’ün havasını uzun uzun ciğerimize çekmiştik. Çünkü, gemi­ deki kompartmanlarda teneffüs edile edile tazeli­ ğini kaybetmiş havadan artık bıkmıştık. Bana kalırsa, insanin dünyayı özlemesinin en büyük nedeni bu havasızlık... Hatta sonradan düşünme­ si bile insana dehşet veriyor. Ama. karlı gezegen­ de çok geçmeden dünyaya benzeyen birçok özel­ likler bulduk. Fakat böyle buzlarla kaplı soğuk * bir gezegende bu benzerliklerin nasıl varolabildiğine şaşıyorduk. Zira, uzay gemisinden dışarı adım atar atmaz, insan ilk anda kar, buz ve ka­ yalardan başka birşey göremiyordu.»



Magellarim mürettebatı, karlı gezegende mavimtrak puslu, bulutlarla kaplı derin bir bo­ ğaz keşfetmişti. Güneş ışınlan bu boğazdaki dar ve derin derelerin üzerine düşünce, turuncudan — 170



yeşile dönüşüyor ve buzul çatlakları üzerinde adeta binlerce kıvılcım çakıyordu. Gökyüzü geceleri, Magellanün penceresinden yer yer mavi yıldız kümeleriyle lekelenmiş simsi­ yah bir duvar gibi görünüyordu. Yüksek, şeffaf bulutlar, yeşilimtırak bir ışık saçarak dağladın buzlu tepeleri üzerinde dolaşırken, büyük kayalık uçurumlar da karanlığın içinde aydınlığa boğulu­ yordu. Hayır, onun için «ölü» denemezdi, sadece so­ ğuk bir gezegendi. Bazı zamanlar batıdan, gü­ neşin turuncu aydınlığını perdeleyen ve buzlan kara gölgelere gömen ağır bulutlar gelirdi. îşte o zaman kar, gerçekten kar yağmaya başlardı. Tıpkı Karadeniz'e yada Antartık şehirlerine yağ­ dığı gibi... Bu kar, Magellan mürettebatının avuçlarına düştüğünde vücut sıcaklığından erir, suya dönüşürdü' Üstelik yine vücut sıcaklığından ısınırdı da. Bir keresinde de, güney kesiminde karsız ve buzsuz bir vadi keşfetmişlerdi. Burada kaya­ lar buzla örtülü değildi. Sadece rutubetten gü­ müşi parlak bir renk almıştı. Donmamış küçük çay ve dereciklerde kum ve çakıltaşlan vardı. Akarsuların damlacıkları yüzlerce küçük gökku­ şağı meydana getiriyor, sonra bu akarsular birleşip kayalıkların arasından gürültülerle çağlayıp gidiyordu. Sanki çağlayan, bu soğuk dünyayı de­ rin kış uykusundan uyandırmak istiyordu. Çağlayandan pek de uzak olmayan bir yeyde, kar, siyah yaprakları kayalara yapışmış kü­ çük bir de bitki keşfetti. Eldivenini büyük bir dikkatle çıkartıp, bu acaip bitkiye elini yaklaştır­ dı, Eîi yaklaşır ayklaşmaz, bu acaip bitkinin ka— 171 —



ra yapraklan birdenbire dikilerek ele doğru uzandı. Kar, ister istemez elini geri çekti. Tedbirüliği ile tanınan Larsen, «dokunma ona,» diye çıkıştı, «neyin nesidir kimbilir!» Fakat Kar, kafasına koymuştu bir kere. Şey­ tani bir ifadeyle gülümsedi, elini tekrar bu acaip küçük bitkiye uzattı, yapraklar tekrar dikilerek Kar’m eline doğru uzandı. Önemli birşey keşfetmiş olmanın memnun­ luğu içinde, «onları sıcaklık cezbediyor,» diye hükmünü verdi Kar. Sonra arkasındaki biyologa dönerek, «Thaei, işte sana bir iş çıktı,» dedi. Ne var ki, bu keşfin asıl önemini ilk anda Kar’m kendisi de farkedememiştiO gece, bütün mürettebat Magellan’m top­ lantı salonunda biraraya gelmişti. Beş kişiydiler: Kafası elektronik beyinlerden başka şeyler meş­ gul olmayan, sarışın geniş omuzlu, yumuşak huy­ lu Knüt Larsen; iki Afrika’lı, neşeli getiç biyolog Thaei ve kısaca Kar diye çağırdıkları kılavuz Tey Karat; afrikalılar gibi kara tenli fakat Lar­ sen gibi san saçlı pilot ve astronom George Ro~ gov ve mürettebatın en genç mensubu, keşif uzmanı ve ressam Aleksandr Sneg. Aleksandr Sneg, sonradan kendisini resim yapmaya öylesine vermişti ki, keşif uzmanlığı görevini de Kar’a devretmek zorunda kalmıştı. Toplantı açılır açılmaz Kar söz aldı: «Çok acaip bir gezegendeyiz. Fakat mutlak olan birşey var ki, üzeri buzlarla kaplı da olsa, bu gezegende hayat var. Elbette birgün güneş bütün bu buzları eritecek. Ama bu iş kaç bin yıl alır bilemem. Ben diyorum ki, bu buzları bizler eritelim t» — 172 —



,



Sonra önerisini açıkladı. Karlı gezegenin gökyüzüne Vorontsov Sistemi’ne uygun olarak dört tane suni güneş yerleştirilecekti. Bu olduk­ ça eski, fakat başarıyla denenmiş bir sistemdi. , Dünyada atom silahları yasaklandıktan sonra, atom enerjisi barışçı amaçlarla kullanılmaya baş­ lanmış ve ilk olarak Gröndland ile Antarktika kı­ tasının buzları eritilmişti, «Niçin dört güneş,» diye sordu George, «Bundan azı olmaz. Eğer dörtten az güneş­ le bu işe girişirsek, buzların tamamı erimeyecek ve birgün gezegenin bütün yüzeyini yeniden buz­ lar kaplayacak.» Ancak dört güneşin kullanılması demek, dünyaya dönüş için gerekli yıldız yakıtının ü ç­ te ikisinin tüketilmesi demekti. Bu takdirde dö­ nüşte gereken hızı yapamayacaklar ve yeryüzüne 250 yıldan Önce dönemeyeceklerdi. Ve gene bu takdirde, dönüş uçuşunun "büyük kısmını biyolojik uyku halinde geçirmek zorunda kalacaklardı. Yani 250 yıllık bir uyku. Ama buna kargılık in­ sanlığa uzayda yeni bir gezegen, yeni bir iteri ka­ rakol kazandırmış olacaklardı. Bu kadar uzakla*ra yaptıkları bir seyahatin sonuçlarım almadan dönmemeliydiler. «Peki bu işi başarmak için neler gerekiyor,» diye sordu Larsen. «Anlaşmak, uyuşmak,» diye cevapladı. Kar. Gözleri masa başında oturanların üzerinde dola­ şıyordu. «Evet,» dedi Larsen. «Şüphesiz,» diye Thael de katıldığını bildir­ di. George birşey söylememekle beraber, başı­ — 173 ~~



nı sallayarak onayını belirtti. Sneg ise, birdenbi­ re ayağa fırlayarak: . «Herkesi şaşkına çeviren bu çıkıştan sonra birkaç saniye durakladı, sonra itirazını açıklama­ ya başladı. Sneg’e göre böyle bir gezegeni bir deney tah­ tası, bir kuluçka makinası haline getirmeye kim­ senin hakkı yoktu. Bu meçhul gezegende tabiat­ la mücadeleden, soğuk buzlardan ürkmemek lazım­ dı* Mücadelesiz bir hayat, bütün anlamını yiti­ rirdi. Eğer suni güneşlerle buzlar eritirlirse ne ola­ caktı? Buzların eritildiği ve bu karh gezegene insanların yerleştirildiği varsayılsa bile, bir süre sonra, gezegenin ebedi kışı ya geri dönerse! Ve yeniden güneşlerle bu buzları eritme imkanı bu­ lunamazsa! Hem buziar eritilse bile, gezegende ne göre­ cekti insanoğlu? Çıplak dağlar, ağaçsız ovalar, gri çöller... Hepsi: Sneg’i dikkatle dinliyordu, hatta bazı noktalarda görüşlerine katüdıkları da oluyordu Bu katılış, Sneg’in düşüncelerinin inandırıcı ol­ masından değil, kişiliğinin kuvvetinden ve karşı­ sındakine şevk verici yapısından geliyordu. Sneg, bir konuda haklı olduğuna inandı mı, dai­ ma böyle konuşurdu. Nitekim, bu gezegene dünyadan sefer yapılmasını sağlayan da onun kişiliği ve ikna edici konuşma tarzı olmuştu.



Arkadaşları, Sneg’in Yıldızlar- Sarayındaki geniş salonda, solgun bir adamın karşısında na—



174







\ sil müthiş bir kararlılıkla konuştuğunu gayet iyi \ hatırlıyorlardı: \ *Kozmonotlar Birliğı’nin böyleşine önemli \bir meselede, senin gibi hayalgücü sınırlı ve ye­ tersiz bir adama nasıl yetki tanıdığını anlayanın yorum!» diye haykırmıştı. Adamın solgun yüzü daha da solmuş, fakat tereddüdünü hissettirmeden Sneg’e şöyle cevap vermişti: . «Jüpiter’in yörüngesi dışına çıkmış olan her­ kes kendisini daha uzaklara uçmaya, hatta ga 1aksinin merkezine varmaya yetenekli sanıyor. Gülünç bu! San Gül gezegeni hakkında efsaneler, sizin başınızı döndürmüş. San Gül, silisi bir gezegendir. Şüphesiz çok cazip* fakat şu ebedi gerçeği akimdan çıkartma: Peri masalları daima göz boyayıcı ve aldatıcıdır.» «Ebedi gerçekleri çok iyi bilirmiş gibi konu­ şuyorsun, Fakat unuttuğun birşey var: Her efsa­ nede bir zerre bile olsa mutlak gerçek payı var­ dır, Biz inanıyoruz ki, gezegenler.tl» Rotaıs dinlemeksizin başmı sallamıştı: «Bu anlamsız ve gereksiz konuşmayı uzat­ makta yarar görmüyorum. Jüpiter ötesi özel bir uçuş için hiçbir gerek yok. Üstelik şu anda öğ­ rendiğim bir olaydan dolayı allak bullak olmuş durumdayım. Onun için konuşmaya devam edeL meyeceğim. Valantin Amber bir saat önce bir uzay otomobiliyle kaza geçirmiş- Evindeymiş he­ men onu görmem gerek.» Aslında RotaısÜn bu kaza yüzünden acele ettiği falan da yoktu. Sneg’le konuşmayı kesmek için bu kazayı bahane etmişti. Nitekim Aleksandr ihtiyar kozmonotun evine vardığında, doktorlar­ — 175 —



dan başka kimse yoktu orada, Rotals oraya gel­ memişti bile. Doktorlar Sııeg’e, Amber’in ameli­ yat olmayı reddettiğini söylemişlerdi, «Nasıl olsa bir daha uçamayacağım. Yaşa­ yacağım kadar da yaşadım, yetmez mi,» demişti* Sneg, Amberim yaralı yattığı odaya sessizce girmişti. Kozmonot, «lütfen gidin,» diye doktor­ ları savmaya çalışıyordu. Oda yarı karanlıktı. Pencereler perdesizdi, fakat elma çiçekleri camları örtmüştü. Aleksandr yatağa yaklaşmıştı. Amberdin vücudu çenesine kadar beyaz bir yorganla örtülmüştü. Keçeleşmiş beyaz sakalı, yorganın üzerindeydi- Buruşuk al­ nında boydan boya kanlı bir yara vardı. «Beni senden başka kimse anlayamaz,» diye söze girmişti Aleksandr. «Başkaları beni duygu­ suz, bencil ve rahatsız edici olmakla suçluyorlar* Ama biz birbirimize karşı açık konuşabiliriz. Se­ nin artık bir daha uçmana imkan yok.» «Biliyorum.» «Bizim keşif uçuşuna gitmemize izin vermi­ yorlar,» diye devam etmişti Aleksandr. kSen ikim ci uçuş hakkını bize ver de, bu uçuşu yapabile­ lim.» Amber, ne kafasını, ne de ellerini oynatabili­ yordu. Fakat gözleri ışıl ışıl, keyifle sormuştu: «Leda’ya mı? Benim gezegenime mi? Sahi mi?» Belki de bu soruyu sorarken, mavi Leda ge­ zegenini, esrarı hâla çözülememiş olan türkuaz (*) şehir harabeleriyle, mor ormanlar arasından [*) Türluıazi Güz; el renklileri sus taşı olarak kullanılan, raavi yada yeşilimsi renkli», kolay kınl&bilen bir mi­ neral, Finize.



— 176 —



yükselen tepeleri karlı dağlarıyla ve zehirli sis ta­ bakasıyla tanıdığı bu gezegeni gözlerinin önünde canlandırıyordu. Ne var ki bu büyüleyici görün­ tü, hemen kaybolmuştu. Karşısında Aleksetndr’m sert, gergin yüzü vardı, «Hayır, tabii ki olamaz! Tabii ki benim geze­ ğenime değil,» diye kendi kendine mırıldanmıştr «Tabii, herkesin kendi gezegeni olmalı,» diye Sneg vurgulamıştı, Sonra yatağın kenarına otu­ rarak, hikayesini kısaca anlatmıştıDünya'dan son uçuşunu, San Gül'ün esrarı­ nı, beş kozmonotun yeni bir keşif, uçuşu için al­ dıkları karan ve Rotalis ile yaptığı son görüşme­ yi bir solukta ihtiyar kozmonota nakletmişti. «Leda'ya arkeologlar gerekir. Biz arkeolog değiliz. Havası dünyanın havasına benzeyen bir gezegen keşfetmek istiyoruz. İnsanoğlunun daha bir sürü gezegene ihtiyacı var.» Amber gözlerini yummuştu. «Doğru... Haklısın.» «Haklıyım ama, inanmıyorlar,» diye Sneg homurdanmıştı. Rotais’in solgun aksi suratı göz­ lerinin önünden gitmiyordu. «Rozetimi sana veriyorum, orada mavi kabın içinde,» diye en değerli varlığını ihtiyar kozmo­ not, Sneg’e sunmuştur, AmberÜn Leda gezege­ ninde bulmuş olduğu bu mavi muhafazanın için­ de, yapraklarında mayi yıldızlar pırıldayan ve üzerinde «ARAŞTIR» kelimesi okunan altın bir dal vardı. Âleksandr önce rozete, sonra yaralı kozmo­ nota bakmıştı. Amber, ilk Jüpiter ötesi uzat uçu­ şunu önerdiği zaman böyle reddedildiğini hatır­ lamış ve dişlerini sıkarak tekrarlamıştı. — 177 —



«Al bu rozeti! Haklı olan sensin.» Aleksandr rozeti aldığında, ondan btr istek­ te bulunmuştu: «Pencereyi kır! Açmayacaksın, kıracaksın!» Amber sözlerini bitirir bitirmez Aleksandr pencereyi parçalamış ve içeriye pırıl pırıl güneş ışığı dolmuştu«Hayırlı .yolculuklar,» demişti Valantin ümber. Sonra son bir gayretle toparlanmaya çalışa­ rak, «umarım ki, hepiniz sağsalim dönersiniz,» diye eklemişti, «Dönmek her zaman mümkün olmayabilir!» «Ben de bunun için dönmenizi diliyorum ya,,.» Dış arda. Sneg, Rotais’le karşılaşmış ve ihti­ yar kozmonotun kendisine verdiği dal biçiminde­ ki rozeti göstermişti. Rotais, genç kozmonota kız­ gın olduğunu belirten bir ifade ile omuz silkip başını sallamıştı. Ne var ki, tüm güneş sistemin­ de hiç kimsenin bir ikinci uçuş hakkının redde­ dilmesi mümkün değildi. Bir kozmonot, bir geze­ gen keşfedip dünyaya döndükten sonra, yeni bir keşif uçuşu yapmak isterse, ne zaman ve hangi uzay gemisiyle olursa olsun gidebilirdi. Buna kimse engel olamazdı. Üstelik, bu ikinci uçuş hakkını kendisi kullanmadığı takdirde, bir baş­ kası lehine bu hakkından feraget edebilirdi, . «ARAŞTIR» Gemisi’nin mümtaz kaptanı Araber’in suratını tekrar gözleri önüne getirmişti Sneg. Alnı yaralı bu suratta büyük bir mutluluk ifadesi okunuyor ve derin mavi gözleri adeta Leda’nm inanılmaz dünyasını yansıtıyordu. Evet ihtiyar kozmonot, Aleksandr’ı çok iyi anlamıştı. Ya Rotais? -



178 -



Aleksandr tekrar Rotaıs’e dönerek soğuk bir sesle, emredereesine konuşmuştu: «Doğu Kozmoport’una bildir! Magellan’la gideceğiz!» Uçuş hazırlıkları sırasında da herkesten çok çalışmıştı Aleksandr. Oysa dünyâdan ayrılmak, diğer arkadaşlarına göre Sneg için daha da zor­ du. Gerçi öitekilerin de dünyada akrabaları vardı, fakat sevgüisi olan tek kozmonot Sneg’di. Bu ilişki, diğer kozmonotlara çok acaip gö­ rünüyordu- Çünkü, onları hiçbir zaman birarada görmemişlerdi. Çok nadiren buluşurlardı. Sık sık birarada görülmezlerdi ama, birbirlerini sevdik­ lerini herkes bilirdi. Hareketten bir hafta önce Aleksandr, sev­ gilisiyle güneşli bir parkta, şimdi ismi «Konsata’nın Altın Parkı» olan parkta buluşmuştu. Rüzgar yaprakları uçuruyor, güneş ışınları patikanın kumları üzerinde dansediyordu. Kız susuyordu. «Anlıyorsun değil mi, bir kozmonot için ya­ pacak başka birşey yok... Gitmem gerek!» iç ­ mişti Sneg, Gerektiğinde heyecanım belli etme­ mesi, sakin olması lazımdı. Ayrılmadan önce, ihtiyar kozmonotun ken­ disine bıraktığı altın dalı sevgilisine vermişti Magellan gemisinde Sneg sık sık cebinden küçük bir sterefoto çıkartır, onu karşısına koyup hiçbir şey söylemeden bakıp dururdu. Magellan’m uçuşa çıkışı, uzay hesabı ile tam yedinci yılım doldurmuştu. Birgün toplantı odasının kapısın­ dan kafasını uzatan George, Sneg’i gene resmi seyrederken yakalamıştı: «Ben olsam, bu resmi bir kenara atar, onu ebediyen unuturdum,» demişti Sneg’e. — 179 —



Aleksandr başını kaldırıp George’a baktığın­ da yüzünde bir alay ve hayret ifadesi vardı. «Yani sence herşey unutulabilir mi?» diye sormuştu. Sonra birkaç kalem darbesiyle önün­ deki kağıda, kızın fotoğrafına çok benzeyen bir resmini çiziktirmiş, George’a göstererek «unut’ mak elimde mi sanıyorsun?» diye bağırmıştı.



İşte, uzay uçuşu için bu kadar istekli ve hırs­ lı olan Aleksandr Sneg, şimdi bu buzlu gezegen için mücadele ediyordu- Onun tahrip edilmesine karşı koyuyor, bağırıyordu: «Kupkuru bir çöl! Bodur çahlar! Eğer buz­ lar ortadan kaldırılırsa, işte San Gül böyle can­ sız bir gezegen olacak! Ölü topraklar, ölü kaya­ lıklar...» Buna nihayet Thael karşı çık tı: «İnsanoğlu herşeyi yapmaya muktedirdir. Yapabileceği herşeyi yapar.» «Ama bundan başka şeyler de var,» diye de­ vam. etti Sneg. «Dünya insanlarını bu güzellikten yoksun bırakmaya hakkımız yok. Anlamıyor mu­ sunuz?» Çiziktirdiği resimleri masanın üzerine fırlat­ tı. Bazıları yere döküldü. Bunlar, daha önce bü­ yük bir hayranlıkla seyrettikleri, fakat şimdi buz­ larından başka birşeyini görmez oldukları Sarı Gürün renkli resimleriydi. Siyah-turuncu grup resimleri, üzerlerinde sis dumanları yükselen de­ rin mavi derecikler, buz kırıkları üzerinde kıpırdaşan altın sarısı kıvılcımlar ve yeşil bulut küme­ leriyle sapsarı bir gök... 180 -



Bir sessizlik oldu. Sneg’e cevap vermek bu kez Kar’a düştü : «Hepsi güzel ama, sırf güzellik uğruna soğuk ve ölüm sineye çekilir mi? Ölü bir buz kitlesinin yaran ne?» «Ölü değil,» diye başını sallayarak itiraz etti Sneg. «Onuiı da kendi hayatı var. Fırtınalar, akarsular, çaldıklar... Herşey yavaş yavaş uyanı­ yor. Acele etmemek gerek. Aksi halde yıldızı çöle döndürürüz.» «Çöl möl olmaz. Aksine tıpkı dünyadaki gibi engin mavi bir okyanus meydana gelir. Gezege­ nin Üzerinde okyanus yaratacak kadar buz var Bir düşün Aleksandr! Buzlar eriyince çağlayacak şelaleleri düşün... Akarsuları, gökkuşaklârını dü­ şün,.. Evet, şu anda gezegendeki tabiatın haşin göürünüşü güzel. Ama hayat da olmalı. Zaten biz niçin buradayız? İnsanoğluna yeni dünyalar ara mıyor muyuz?» Ve sonra Thael. yumuşak bir -sesle.ilave e tti: «Kocaman bir okyanus olacak. Ve de yeşil ormanlarla kaplı adalar.» «Peki ormanlar nereden gelecek? Bu kara çalılıklar ormana mı dönüşecek?» «Ormanları da İnsanoğlu yetiştirecek.» «Bu kayalıklar üstünde mi?» r Baştan beri sessiz duran George bu noktada lafa karışmak gereğini duydu: «Yanılıyorsun Sneg. Antartika’yı hatırla.» Sneg cevap vermeye niyetleniyordu ki, sonra birden yenik düştüğünü hissetti ve: «Pekala, pekala. Artık tartışmayı kesiyorum,» dedi. —



.■181



-



«Hesaplara yardım, edecek misin?» «Her türlü işe varım, ama benden hesap 'is­ temeyin. Matematikten nefret ederim!»



Çalışmalar çok Uzun sürdü. Robotlar ve ba­ sınçla çalışan otomatik Ölçücüler kullanıyorlar­ dı. Nihayet dört roketi, gezegenin etrafına yörün­ geye sokacak bir manyetik regülatör şebekesi meydana getirdiler. Roketlerde otomatik pilot kullanamıyarlardı. Kar ve Larsen roketlerin ka­ binlerine girerek iki defa uçuş denemesi yaptılar ve cankurtaran elbiseleriyle son anda roketten ayrılmanın imkanlarını araştırdılar. Nihayet RE2 02 yıldız yakıtı ile beslenen dört roket uçuşa ha­ zır hale getirildiEski tartışmalardan eser kalmamıştı. Aleksandr, büyük bir hırsla çalışmış, hatta simi gü­ neşlerden birisiyle ilgili hesapları da bizzat yap­ mıştı. Genel hesaplan ve kontrolü yapan Kar’m dışında hepsinin ayrı bir güneşi vardı. Çalışmaların tamamlandığı son gün Magellari’m mürettebatı kontrol istasyonunun bu­ lunduğu boğazda toplandı. «Haydi... ilkbahan yarataiım,» diye Kar cid­ di bir sesle konuştu. Thael de «haydi ileri,» diye ekledi. «Tamam mı?» «Tamam. Haydi ileri!» Alarm verildi. Üç ekran kör edici bir ışıkla aydınlandı. Sonra bu ekranlarda gün güneşin ışı­ nıyla aydınlanan buz kitleleri ve dağlar belirdi. —



182







Fakat dördüncü ekran hâlâ ışıksız, donuk ve ha­ reketsizdi. «Benimki bu,» diye haykırdı Sneg. Evet dördüncü güneş tutuşmamıştı. Hiç kimse ne olup bittiğini ilk anda anlaya­ mamıştı. Manyetik regülatörler sisteminde bir hata olabilirdi- Belki de bir kum tanesinden daha küçük bir meteoritin (*) çarpmasıyla bir arıza olmuş ve güneş ateşlenememişti. «Ne oldu? San Gül'de de Antartika kıtası gi­ bi bir buz kıtası olacak. Eh fena da olmaz. Adı da ‘Sneg Kar Platosu’ olur,» diye bağırdı Larsen. Aslında kötü bir niyeti de yoktu. Alay etmek için değil, tamamen iyi niyetle söylemişti. «Hakikaten şahane birşey olur,» diye Aîeksandr kuru bir sesle tamamladı. Sonra uzun bir sessizlik oldu. Sneg’in yanlış bir hesap yapmış olabileceğini kimse düşünmek istemiyordu. Ama Sneg, hatanın kendisinde ol­ duğunu biliyordu. Yoksa neden onun güneşi de yanmasmdı? Magellan’a dönmüşlerdi. «Rokete atlayıp, bir Jet püskürteciyle regü­ latörler sistemini nötralize edeceğim,» diye karar­ lı bir şekilde konuştu Sneg. «Yarın bunun mümkün olacağını ispatlaya­ cağım. Regülatörlerin kontrol sistemine müda­ hale edip, dördüncü güneş tutuşmak üzereyken kaçacağım,» Larsen, elektronik beynin kontrol tablosun­ da oturuyor- Sneg de ona bu yeni problemin veri(*J M eteoroit: Göktaşı*



—■ 183 —



lerini dikte ediyordu. Hesaplan bitirdikleri zaman sevinçle haykırdı: «Görüyorsunuz ki, işi yapmak nazari olarak mümkün.» «Evet, nazari olarak mümkün,» diye mırıl­ dandı Larsen. «Ama deli olma. Bu işin içinde ya­ nıp yokolmak da var.» «Haydi yatalım artık, Sneg.» dedi George, «Evet yatalım,» diye tekrarladı Sneg. George, gergin havayı yatıştırmak için umut verici birşeyler söylemek gereğini duydu : «Hiç de fena değil aslında... Üç güneşle de bu iş idare eder.» Ama herkes biliyordu ki, aslında çok fenaydı, hem de çok, çok fena. . . Yakıtlarının üçte ikisini kullanıp bitirmişler­ di. Sadece dünyaya 250 yılda dönmelerini sağla­ yabilecek kadar yakıtları kalmıştı. Eğer bu işi tam başarıyla bitirmeden dünyaya dönerlerse, çok geçmeden arkada bıraktıkları karlı gezegen yeniden buzlarla kaplanacak ve ileride insanoğlu tekrar bu gezegene geldiğinde buzlan bir daha eritmek zorunda kalacaktı. Bunun için yeni gü­ neşler yaratmak gerekecekti. Oysa herşeyi halle­ dip, hemen hemen sonuna yaklaşmışlardı. Eğer bu hata olmasaydı Magellanün mürettebatı dün­ yaya büyük bir müjdeyle dönecek, insanoğlunun yaşayabileceği yeni bir gezegen hazırladıklarını bildirecekti' İnsanoğlunun daha birçok gezegen­ lere ihtiyacı vardı. Uçsuz bucaksız uzayda yeni ileri karakollara, yeni sıçrama tahtalarına, daha uzak mesafelere, daha büyük hamlelere... Geceyarısı hepsi birden bir alarm sesiyle ya-



taklarından fırladılar. Hoparlörde Aleksandr Sneg’in sesi duyuluyordu: «Roketteyim. Sakın kızmayın bana. Kafama koydum, yapacağım bunu!» «Sneg!» diye haykırdı George. «Yalvarırım yapma! Yerin, dibine hatsm gezegen. Dünyayı düşün!» «Birşey olmaz bana!» «Yine kafa tutmaya başladın.» «Hayır.» «Sneg! Geri dön, emrediyorum!» diye bağır­ dı Kar. «Kızma be Kar... Alt tarafı ben de kapta­ nım.» «Ama gezegenin buzlar altmda kalmasını is­ teyen sen değil miydin?» diye sızlanarak sordu Larsen. Sneg’den sadece bir kahkaha sesi geldi. Gü­ lüyordu. «Ne yapayım, Kakın hatası... Okyanusu, çağlayanları ve adaları öyle güzel tasvir etti ki, Ne de olsa hen sanatçıyım- Bütün bunların resmi­ ni yapmak için can atıyorum.» Kar adeta söylediğine, söyleyeceğine pişman olmuştu. «Videofonun düğmesini çevir,» dedi Thael, Sneg düğmeyi çevirdi. Videofon ekranında birden Sneg’in yüzü belirdi. Kontrol cihazlarıyla uğraşırken ıslık çalarak, sakin görünmeye çalışı­ yordu. George yine yalvaran bir sesle: «Ne olur dikkatli ol,» diye bağırdı. Sneg kafasını salladı, hâlâ ıslık çalıyordu. —



185







«Tam dünyaya dönecekken yapılacak iş mi bu?» diye sızlanarak konuştu Kar. «Ya güneş enerjisi seni yakarsa?» «Yakarsa ne olacak! Bu iş de bitmiş olur.» Birdenbire duyulan motorların gürültüsü ko­ nuşmayı kesti. Vİdeofonun ekram birdenbire ka­ rıştı. Arada Aleksandr’m kasılmış ve çarpılmış suratı göründü ve roket korkunç bir hızla ileri atıldı. Öyle bir surattı ki bu, Aleksandr’m roketi son anda başka yöne yöneltmesi mümkün değil­ di. Hepsi, suratlarında bir dehşet ifadesi, soluksuz bekliyorlardı. Birdenbire korkunç bir alev parla­ dı. Ve aynı anda videofonun ekranı beyaza kesti. Dördüncü güneş de nihayet tutuşmuştu. Ama...



«Peki nasıl kaçabildin?» sandr’a.



diye sordum Alek-



Hüzünlü bir ifadeyle baktı bana. «îşte mesele de burada yâ. Benim adım George Rogov. Sneg kurtulamadı. Dünyaya yâkla- , şırken gözlem pilotlarından bu çocuğun Aleksand’ı beklediğini öğrenince allak bullak olmuş­ tuk. Öyle ya, yeryüzünde küçük bir dost, büyük bir sabırsızlıkla, ağabeyini bekliyordu. Belki sîz­ ler bunu hissedemezsiniz. Fakat bizler gibi yıllar­ ca yaşamış olanlar için bu ne demektir, bilir mi­ siniz? Hele, dünyaya dönüşünüzde, bildik tam­ dık tek simayla karşılaşamayacağımzı da bilivorsanız! Tam üçyüz yıl! Ö zamanki isimleri bile hatırlayamazsmız. îşte böyle bir ortamda bir kar­ deş çıkıyor. Çocuğu, onun kendisine yakın birini -



186 -



özlemesini gayet iyi anlıyorduk. Ama gerçeği naslı söyleyecektik?. İmkansızdı bu!» «Thael bu konuda hepimizden dalıa atik dav­ randı' Dünyaya gönderdiğimiz mesaj, tam bir hafta kazanmamızı sağlayacaktı. Ama Larsen’in aklına bir nokta takılmıştı: «Bununla iş bitmiyor. Daha sonra oğlana ne di­ yeceğiz?» diye sordu. «Ben çocuğun ismini sordum. Kar dünya ile temas ederek-öğrenmişti, açıkladı. İsmi söyler­ ken bana tubaf bir şekilde baktı, fakat tek kelime eklemedi. «İniş roketlerimiz tam dünyaya iniş yapaca­ ğı sırada enerji yetersizliğinden stop ettiği için, cankurtaran elbiselerimizle yeryüzüne atladık. Ortalık zifiri karanlıktı. Şafağın ilk mavilikleri yeni yeni belirmeye başlamıştı. Herşeyi bütün ay­ rıntılarıyla hatırlayamıyorum. Nefis bir toprak ve ıslak yaprak kokusu vardı, Thael kara suratı­ nı bir huş ağacına dayamıştı, yarı karanlıkta su­ ratı pırıl pırıl parlıyordu. Larsen kendisini yere atmış, ‘Hey, bakın! Çimen, ot!’ diye bağırıyor­ du. «Bense gözlerimi gökyüzüne dikmiştim. Bir­ denbire şafağın parlak sarısı belirmeye başladı, gökyüzü mavileşti... Gök şarkı söylüyormuş gi­ biydi- Sanki milyonlarca enstrümanla çalman bir müzikti bu. Tam tepemde ağır ağır ilerleyen gül biçimi bir bulut kor gibi yanmaya başladı. Sonrâ bütün varlığımı bir korku sardı. Sakın bunlar, Karlı Gezegenceyken sık sık gördüğümüz alda­ tıcı rüyalardan biri elmasındı. Bu ihtimal, bir elektrik şoku gibi sarstığı için, kendimi çimenle—



187







rin üzerine atarak gözlerimi yumdum. Bir çalıyı kökünden kavradım. Sert ve kuruydu. «Birkaç saniye sonra çalıyı bıraktım ve göz­ lerimi açtım, Mavi gök yine şarkı söylüyordu. Ve bu sesler arasında Larsen’in çığlıklarını seçebili­ yordum. ‘Bakın! Bakın! Yapraklar!’ «Sonra güneş yükseldi. «Hiç çimenlerin.-üzerinden güneşin yükselişi­ ni seyrettiniz mi? Çimenlerin üzerine uzanarak seyretmelisiniz onu, çimenler, üzerlerinde bin­ lerce yıldızın yükseldiği inanılmaz güzellikte bir ormanı andırır. Çiğ taneleri renkli kıvılcımlar gi­ bi pırıldar.»



Naaİ da, çimenlerin arasından güneşi seyre-', diyordu. Herşeyi gayet iyi hatırlayabiliyordu. Hat­ ta, bir kenarda parçalanmış «arı» uçağım da, hiç­ bir heyecan ve ürperti duymadan gözucuyla sey­ redebiliyordu- Herşey geec yarısı karmakarışık bir rüya gibi geçmişti. İiıaiiıİhıaz bir rüya! Güneş, çimenliğin ucundaki yaprakların üze­ rine yükseldiği zaman Naal yerinden fırladı. Ba­ şı bir parça dönüyor, incinmiş omuzu sızlıyordu. Ama yine de şanslı olmalıydı. Uçak ağaçlara çar­ pıp parçalanırken, anti-şok tertibatı kendisini yumuşak çimenlerin üzerine fırlatmış, düşer düş­ mez de uykuya dalmıştı. Etrafına yavaş yavaş göz attı. Nasıl olsa ace­ lesi yoktu. Orman yüzlerce millik mesafeyi kap­ lıyordu. Hafif rüzgarda ağaçların yapraklan tit­ reşiyordu.



— ısa —



Tam bu anda arkasından hayret ve sevinç dolu bir çığlık işitti: «Bakın! Bakın!.. Nihayet bir insan!» Naal birden arkasına döndü ve gördüğü hıanzara karşısında adeta taş kesildi; mavi uzay elbi­ seli adamlar vardı orada. Kalbi güm güm vurarak haykırdı: «Ma gel lan’dan mısınız?» «Naal!» diye tek kelimeyle cevap verdi esmer sarı saçlı bir kozmonot.



«Ben onu diğerlerinden daha sonra far kettim» dedi George. «Ama çok acaip, sanki onu bir yerlerden tanıyormuşum gibi geldi birdenbire* Belki de çocukluk günlerimdeki kendi halimi ansımıştım. Evet orada, gömleğimin omuz kısmı yırtılmış, yanaklarına kürü otlar yapışmış, dizi yaralanmış, sarı saçlı bir çocuk bize doğru çılgın­ ca koşuyordu. Sonra kocaman kocaman açılmış mavi gözleriyle İmha bakti. Anlaşilân ona artık kendi ismiyle seslenmem gerekiyordu. «Birdenbire Kar beni omuzlarımdan iterek,, ‘Haydi Aleksandr, kardeşini kucakla!' diye bağır­ dı. «Belki de çok bencil davranmıştım. Fakat o anda NaaFın benim gerçek kardeşim olmadığını unut ııvermistim. Yeryüzünde, size yakm biri ta­ rafından karşılanmanın ne demek olduğunu an­ lamalısınız. Üstelik, hiç de beklemediğiniz bir an­ da! Fakat zamanla şu soru beynimi bir .kurt gibi kemirmeye başladı: Acaba, buna hakkım var mıydı?» — 189 —



George’un ne demek istediğini birden kavra­ yamamıştım, İzah e tti: «Evet, Sneg sonunda güneşi ateşlemeye mu­ vaffak olmuş, böylece karlı gezegenin bütün buz­ larını eritebilmişti. Şimdi San Gül, okyanuslar ve bu okyanusların üzerinde şirin adacıklarla kaplı­ dır. Naal’ı böyle bir ağabeye sahip olmak şerefin­ den yoksun bırakmaya hakkım mı var?» «Ölmüş bir inşam mı?» «Ölmüş bile olsa...» «Gegorge,» dedim, «bu konuda bir yargıya varmak gerçekten çok zor. Belki de Aîeksandr’m hayatım tehlikeye atmasının başka nedenleri vardı. Belki geri dönmek istemiyordu,.. O kız...» George’un dudaklarında bir gülümseme be­ lirdi. Herhalde çok budalaca bir soru sorduğum kanısındaydı. «Hayır, dönmek istiyordu- Çünkü dünyayı çügmca seviyordu. Dünyaya dönmeyi kim iste­ mez ki?» Bir saniye sessizlik oldu. «Eski bir şarkıyı sık sık ıslıkia çalmadan ede­ mezdi,» diye deva,m etti George birdenbire. «Ama tamamım bilmiyorum, sadece birkaç kelimesini: «Uzayın erişilmez karanlığında «Minicik bir nokta da olsa, «Dünyada yaşamak gibisi yoktur. «Çocuğu hayal kırıklığını uğratmamak, bir ağabeyden yoksun bırakmamak istedim. Ama bu kez Aleksandr’ın o inanılmaz yiğitliğini gölgele­ dim. Bu yüzden dördüncü güneşin nasıl tutuşturulduğunu hiç kimse bilemeyecek.» — 190 —



«Sen de kendi isminden oldun değil mi? Şim­ di herkes George Rogov’uh. hu uzay seferinde ka­ zaya uğradığını sanıyor*» «Benim ismimin değeri yok.» «Mademki istedin, sana bir tavsiyede bulu­ nacağım. Bırak herşcyi olduğu gibi kalsın. Önem­ li olan dördüncü güneşin sönmesi değil mi? DÖr düiıcü güneş de tutuştuktan sonra, NaaTı da dü­ şünmek gerek.» «Tabii hiç aklımdan çıkmıyor Naal. Ama Sneg’e yaptığımız haksızlık ne olacak?» «Üzülme, birgün bütün insanlık nasıl olsa gerçeği öğrenir. Sen o şarkının sadece üç mısraını hatırlıyorsun. Ben daha fazlasını- Unutma ki ben bir tarihçiyim. Bu Venüs fatihlerinin şarkısıdır. Son kıtası da şöyledir: «Bizim yolumuzu izleyenler, unutmayın: «Eğer yeni yıldızlar yaratmışsak, «Ne şöhret, ne de şan için yaptık bunu «Yaptığımız lıerşey, sadece insanlık içindi.» «Ya Aleksandr'ın anısı! Onun erişilmez yiğit­ liğinin anısı! O, yaşayanlar için olağanüsütü bir örnek olabilirdi. Belki de birgün Naai da onu ör­ nek alarak kendi güneşini tutuşturabilirdi.» George'a baktım, İtirazımı bekliyordu sanki. Çünkü onu NaaTdan kopartmayacak, sonradan kazandığı bu kardeşten yoksun etmeyecek tek ş e y , bu gerçeğin açıklanmamasıydı. «Belki haklısın,» dedim. «Fakat, hangi geze­ gende güneşini tutuşturacak Naal. Herşeyden ön­ ce ona bir uzay kaşifi olmayı öğretmelisin, yani — 191 —



önce herhangi bir gezegene gidebilecek duruma ulaşmalı* Bu senin ağabeylik görevin* Sen yolunu göster, o da kendi güneşini tutuşturur*» Güneş batalı epey olmuştu. Enerji merkezi­ nin kemerlerinden kopan yarımay t şimdi suların üzerine yatmıştıTaşlarda yankılanan ayak sesleriyle konuş­ mamız kesildi. Aslında konuşacak, tartışacak faz­ la birşey de kalmamıştı* Başlarıyla veda işareti yapıp benden ayrıldılar* Arkalarından baktım, kozmonot, kardeşinin küçük elini sıkıca kavra­ mıştı*



Önümde bir not defterinden kopartılmış ka­ ğıt parçasının üzerinde hiç kimsenin tarihini bil­ mediği bir altın dal duruyordu. Ayrılmadan önce Naal vermişti onu bana* Yakında bizler de uzayın sonsuzluğuna atı­ lacaktık* Leda’ya. Valantin Amberin esrarı henüz çözülememiş yıldızına bir arkeologlar heyeti gön­ deriliyordu* Herhalde gidip gelmemiz uzun, çok uzun zaman alacaktı* Belki de 80 yıl soiıra bizi de yeryüzünde kar­ şılayanlar olacaktı* Kimbilir, belki yaşlı biri, bel­ ki de yine bir çocuk.** Ve belki de o çocuk, arka* daşlanna «AĞABEYİMİ KARŞILAMAYA GİDİ' YORUM» diye iftiharla benden söaedeçekti. ,



j



3- 3- lj İfC-fsjt'



V. KRABIVIV



DENİZS DAĞITIM



Daha, yakın zamanlara kadar J.Veme'in bir fantazısi olarak bilinen uzay konuları, bu alanda başardı çalışmalar sonucunda bir gerçek haline dönüşmüştür. Sovyet kozmonot Y. Gagarinin uzay etrafında dönmesinden belli bir zaman sonra Amerikalı astronotların aya ayak basmasıyla sonuçla­ nan bir dizi başarılı çalışma günümüzde uzay konusunu bilimsel bir gerçeğe dönüştürmüştür. Uzay gezileri ve uzayın fethi de dgüi olarak Türkiye'de bugüne kadar yayınlanan kurgu-bilim türündeki kitapların birçoğu genç beyinleri insancıl amaçların dışında şartlandıncı; ve yapıcı olmaktan çok yıkıcı niteliktedir. îlk kez elinizdeki kitapla yayınevimiz, bambaşka bir < anlayış ve ruhta yazılmış, eğitici ve yapıcı nitelikteki uzay hikayelerinden bir demet sunmaktadır, UZAYDAN GELEN KONUK; öğretici, eğitici,' ..yarınlara bakış açısını genişletici, insan sevgisini diğer gezegenlerin acaip görünen yaratıklarına dahi yönetecek kadar derinleşti­ rici bir nitelik taşımaktadır.



UZAYIN BEKÇİLERİ ISAAC ASIMOV TÜRKÇESİ: GÖNÜL SUVEREN



YERİN ALTINDA "Yerin Altında - The Deep" Isaac Asimov'un 1952 yılında yazdığı, ilk olarak Galaxy Science Fiction dergisinin Aralık 1952 sayısında yayınlanan kısa bilimkurgu öyküsüdür. Daha sonra 1955 tarihli The Martian Way and Other Stories ve 1973 tarihli The Best of Isaac Asimov toplamalarında yer almıştır. Asimov In Memory Yet Green adlı otobiyografisinde; bu hikayeyi yazarken bilimkurgu edebiyatında neler yapılabileceğini deneme amacı güttüğünü, dolayısıyla anne sevgisinin müstehcen bulunduğu bir toplum yarattığını söyler.



Bir Bir gezegen sonunda ölmeye mahkûmdur. Çevresinde döndüğü güneşi patladığı için çabuk bir ölüm olabilir. Ya da güneşi zayıfladığı ve okyanusları buz tuttuğu için yavaş yavaş ölür. İkinci durumda zeki yaratıkların yaşama şansı vardır. Bu canlılar yaşamak için dışa açılırlar. Yani uzaya. Soğumaya başlayan güneşe daha yakın bir gezegene giderler. Ya da başka bir güneşin çevresinde dönen bir gezegene. Ancak bu, güneşinin etrafında dönen tek gezegense ve beş yüz ışık yıllık uzaklıkta başka bir yıldız yoksa, canlılar için dışa açılma yolu kapalı demektir. Bu durumda yaşama çabalarının yönü içe doğru olabilir. Yani gezegenin kabuğunun içine girilir. Bu her zaman mümkündür. Toprağın altında yeni bir yerleşim alanı oluşturulur ve gezegenin sıcak çekirdeğinden enerji sağlanır. Bu iş için binlerce yıl gerekir. Ama ölmekte olan bir güneşin soğuması uzun zaman alır. Ne var ki, gezegenin ısısı da zamanla azalır. Tünellerin gitgide daha derinlere uzanması gerekir. Bu çaba gezegen tümüyle ölünceye dek sürdürülür. O gün gelmekteydi... Gezegenin yüzeyinde neon sisleri ölgün ölgün dalgalanıyordu. Ama bu hareket alçak yerlerde birikmiş olan oksijen gölcüklerini havalandırmak için yetersizdi. Uzun gün boyunca üstü kabuklu güneş kısa bir an canlanarak donuk, kızılımsı bir ateş topuna dönüşüyor, o zaman oksijen gölcüklerinde hafif bir kaynama oluyordu. Uzun gece boyunca göllerin üzerinde mavimsi, beyaz bir buz tabakası oluşmaktaydı. Çıplak kayaların yüzeyinde de neon çiyi. Yüzeyin sekiz yüz mil altında sıcaklık ve yaşamın son bir kabarcığı kalmıştı.



İki Wenda'yla Roi birbirine çok yakındılar. Bir ilişkinin olabileceği kadar yakın. Hatta böyle bir yakınlık kadın için uygunsuz sayılabilirdi. Wenda'nın «Yumurtalık Bölümü»ne girmesine ömrü boyunca bir kez izin verilmiş ve ona bir daha böyle bir şey olmayacağı açıkça söylenmişti. Irk bilimci, «Sen standartlara pek uymuyorsun, Wenda,» demişti. «Ama çocuk yapabilirsin. Ve biz de seni bir tek defa deneyeceğiz. Belki başarılı oluruz.» Wenda işe yaramasını istiyordu. Çok istiyordu hem de. Daha yaşamanın başlangıcında pek de zeki olmadığını anlamıştı. Hiçbir zaman bir «Çalışıcı»dan başka bir şey olamayacaktı. Irkı düş kırıklığına uğratırsa çok utanacaktı. Yeni bir varlık yaratmak için ona bir fırsat verilmesini çok istiyordu. Bu onda bir saplantı halini almıştı. Wenda yumurtasını geliştirme aygıtının bir köşesine bıraktıktan sonra seyretmeye başladı. Eşit gen dağıtımını sağlamak için uygulanan mekanik dölleme sırasında «seçme» aygıtı kadının yuvaya sıkıştırılmış Olan yumurtasını hafifçe salladı. Bu iyiye işaretti. Wenda olgunlaşma dönemini de izlemeyi sürdürdü. Kendisinin olan o yumurtadan çıkan yavruyu gördü. Onun fiziksel işaretlerini ezberledi. Çocuğun büyümesini izledi. O sağlıklı bir çocuktu. Irk bilimci de onu takdir ediyordu. Wenda bir keresinde sıradan bir şey söylüyormuşçasına, «Şuna bakın,» dedi. «Şurada oturan çocuğa. Hasta mı o?» «Hangisi?» Irk bilimci şaşırmıştı. Bu evrede hastalıklı bir çocuk onun ustalığına gölge düşürürdü. «Roi'yi mi kastediyorsun? Saçma! Keşke bütün çocuklar onun gibi olsalardı.» Wenda önce kendisiyle gururlandı, sonra korktu. En sonunda da dehşete kapıldı. Çocuğun peşinden ayrılmıyor, onun eğitimiyle ilgileniyor ve oyun oynamasını seyrediyordu. Roi yakınındayken mutlu oluyor, uzaktayken de sıkılıyor ve mutsuzlaşıyordu. Wenda o zamana kadar böyle bir şeye hiç duymamıştı. Utanıyordu. Aslında Zihinciye gitmesi gerekirdi. Ama bunu yapmasının doğru olmayacağını da biliyordu. Bunun bir beyin hücresinin kımıldatılmasıyla geçiverecek basit bir anormallik olmadığını bilecek kadar aklı vardı. Aslında bu gerçek bir psikozdu. Wenda emindi bundan. Durumu anlarlarsa onu bir hücreye tıkarlardı. Belki ırk için sağlanan kısıtlı enerjiyi boş yere harcadığı için ona ötenazi bile uygulanabilirdi. Hatta belki yumurtasından çıkan yavrunun kim olduğunu anladılarsa onu da ortadan kaldırırlardı. Wenda yıllar boyunca bu anormallikle savaştı. Ve bir dereceye kadar başarılı oldu. Sonra o uzun yolculuk için Roi'nin seçildiğini öğrendiğinde kalbi sızladı. Roi'yi mağaranın merkezinden epey uzaktaki boş koridorlarından birine kadar izledi. Kent! Sadece bir tek kent vardı artık. Wenda bu mağaranın kapatıldığı günü hatırlıyordu. Büyükler koridoru adımlamış, nüfusu ve sağlanması gereken enerjiyi hesaplamışlardı. Sonunda tüneli karanlıkta bırakmaya karar vermişlerdi. Pek fazla olmayan halk merkezin yakınında bir yere taşınmıştı. Gelecek dönemde Yumurta Bölümü için gerekli kotada azaltılmıştı. Wenda, Rio'nun konuşma düzeyiyle ilgili düşüncelerinin pek derin olmadığını fark etti. Belki de delikanlı içine kapanmıştı. Kadın düşüncelerini onun kafasına yolladı. «Korkuyor musun?» «Bunu, düşünmek için buraya gelmem yüzünden mi soruyorsun?» Rio bir an durakladı, sonra da cevap verdi. «Evet, korkuyorum. Bu Irkımızın son şansı. Başarısızlığa uğrarsam...»



«Kendin için mi korkuyorsun?» Rio ona hayretle baktı. Wenda uygunsuz davrandığı için utandı ve düşünce seli dalgalandı. . «Keşke ben gitseydim,» dedi. Roi, «Bu işi daha iyi başarabileceğini mi düşünüyorsun?» diye sordu. «Ah, hayır! Ama ben başarısız olur ve geri dönemezsem Irk bir kayba uğramış sayılmaz.» Roi ciddi bir tavırla, «Sen ya da ben,» dedi. «Yine bir kayıp sayılır. Irkın yaşama şansı kaybolur.» Wenda o sırada Irkın yaşamasını pek düşünmüyordu, içini çekti. «Yolculuk o kadar uzun ki...» Roi, «Ne kadar uzun?» diyerek gülümsedi. «Bunu biliyor musun?» Wenda duraksadı. Delikanlının onun aptal olduğunu düşünmesini istemiyordu. «Herkes İlk Kata çıkılacağını söylüyor,» dedi. Wenda çocukken kentten çıkan koridorlar oldukça uzaklara ulaşmıştı. O da her çocuk gibi o tünellerde dolaşır, bazı şeyleri öğrenmeye çalışırdı. Bir gün kentten iyice uzaklaştığında hava iyice soğuklamış ve Wenda tünelin ucunun kapalı olduğunu görmüştü. Uçta adeta dev bir tapa vardı; yukarıdan aşağıya, bir yandan diğerine tüneli kapatıyordu. Wenda çok daha sonra tapanın diğer tarafında, yukarıya doğru uzanan tünelin Yetmiş Dokuzuncu Kata eriştiğini öğrenmişti. Onun yukarısında Yetmiş Sekizinci Kat vardı. Böyle sırayla gidiyordu. «Biz Birinci Kattan daha da yukarıya çıkacağız, Wenda.» «Ama Birinci Katın yukarısında bir şey yok ki.» «Haklısın. Hiçbir şey yok. Dünyanın katı cismi orada sona eriyor.» «Ama bir 'hiç' nasıl 'bir şey' olabilir? Havayı mı kastediyorsun?» «Hayır, demek istediğim boşluk. Vakum. Vakumun ne olduğunu biliyorsun değil mi?» «Evet. Ama vakumun boşaltılması ve içine hava sızmaması gerekir.» «Bu, Bakım Bölümü için söz konusu. Ama Birinci Kattan sonra her tarafa doğru sınırsız bir boşluk uzanıyor.» Wenda bir süre düşündü. «Şimdiye dek oraya çıkan olmuş mu?» «Olamaz. Ama elimizde kayıtlar var.» «Belki de kayıtlar yanlış.» «İmkânsız. Ne kadar büyük bir boşluğu aşacağımı biliyor musun?» Wenda'nın düşünce selinde müthiş bir «Hayır» sözcüğü belirdi. Roi, «Herhalde ışık hızını biliyorsun,» dedi. Wenda hemen, «Tabii biliyorum,» diye cevap verdi. Bu evrensel bir değişmezdi. «Bir saniyede mağaranın uzunluğunu dokuz yüz kırk dört kez aşıyor ve geri dönüyor.» Roi, «Doğru,» dedi. «Ama ışık benim aşacağım mesafede ilerleseydi, on yıl sürerdi.» Wenda başını salladı. «Benimle alay ediyorsun. Beni korkutmaya çalışıyorsun.» «Seni neden korkutayım?» Delikanlı ayağa kalktı. «Artık burada fazla kaldım...» Roi'nin altı tutucu kollarından biri uzandı. Kadının elini özel bir duygu içermeyen, tarafsız bir dostlukla yakaladı. Wenda mantıksız bir isteğe kapıldı. Oğlunun elini sıkıca tutmak, onun gitmesine engel olmak istedi. Ama o anda korkuya kapıldı. Roi konuşma düzeyini aşarak kafasının derinliklerine bakabilirdi. O zaman midesi bulanır ve bir daha Wenda'yi görmek bile istemezdi. Hatta onun tedavi görmesi için ilgililere haber verirdi. Wenda sonra rahatladı. Roi normal bir insandı, onun gibi hasta değildi. Sorun ne olursa olsun, arkadaşının kafasındaki konuşma düzeyini aşarak daha derinlere girmeyi aklından bile geçirmezdi. Roi uzaklaşırken Wenda onun çok yakışıklı olduğunu düşündü. Tutucu kolları düzgün ve güçlüydü. İstediği gibi kullanabildiği esnek bıyıkları gür ve zarifti. Göz lekeleri Wenda'nın o zamana kadar



gördüklerinden daha yanardönerliydi.



Üç Laura koltuğuna yerleşti. Yumuşak ve rahattı bu koltuklar. Uçakların içleri çok hoş oluyor ve insanı korkutmuyordu; sert ve ışıltılı dışından ne kadar farklıydı. Genç kadın bebeğin beşiğini yanındaki koltuğa koymuştu. Çocuğun üzerine battaniye örtmüş, başına da küçücük kırmalı bir başlık geçirmişti. Walter mışıl mışıl uyuyordu. Bebeklere özgü yuvarlak, yumuşak yüzü ifadesizdi. Göz kapakları kenarı püsküllü iki yarım aya benziyordu. Bebeğin alnına bir tutam açık kumral saç düşmüştü. Laura büyük bir dikkatle perçemi tekrar çocuğun başlığının altına soktu. Biraz sonra Walter'ın mama zamanı gelecekti. Genç kadın oğlunun bu değişik çevreden korkmayacak kadar küçük olduğunu düşünüyordu. Hostes de çok iyiydi. Hatta Walter'ın biberonlarını küçük bir buzdolabına koymuştu. Ah, uçakta buzdolabı bile vardı! Karşı taraftaki koltuklarda oturan yolcular ona ilgiyle bakıyorlardı. Tavırlarından bir bahane buldukları takdirde onunla konuşacakları ve bunun da çok hoşlarına gideceği anlaşılıyordu. Yaşlıca çift, Laura bebeği sepetinden aldığı zaman aradıkları fırsatı buldu. Genç kadın beyaz pamukluya sarılı pespembe çocuğu kucağına aldı. Bir bebek, konuşmak isteyen yabancılar için her zaman bir fırsat sayılır. Yaşlıca kadın o hep duyulan sözleri söyledi. «A, ne güzel bir bebek! Kaç aylık, yavrum?» Laura dudaklarının arasına çengel iğneleri sıkıştırmıştı. Battaniyeyi kucağına yaymış, Walter'ın altını değiştiriyordu. «Gelecek hafta dört aylık olacak.» Walter gözlerini açmıştı. Yaşlıca kadına gülümserken ıslak diş etleri ortaya çıktı. Yaşlıca kadın, «Bak nasıl da gülüyor, George,» diye bağırdı. Adam da bebeğe gülerek, başparmaklarını birbirinin etrafında döndürdü. «Guuu...» Walter hıçkırırmış gibi tiz bir sesle kahkaha attı. Yaşlıca kadın, «Adı nedir, yavrum?» diye sordu. Laura, «Walter Michael,» dedi. Sonra da ekledi. «Ona babasının adını verdik.» Böylece konuşmaya başladılar. Yaşlıca çiftin adı George ve Eleanor Ellis'ti. Tatile çıkmışlardı. Üç çocukları vardı. İki kız, bir erkek. Üçü de büyümüşlerdi artık. Kızlar evliydiler. Birinin iki çocuğu olmuştu. Laura ince yüzünde memnun bir ifadeyle Ellisler'i dinledi. Kocası her zaman, «İnsanı çok dikkatle dinliyorsun,» derdi. «Zaten seninle ilk defa bu yüzden ilgilendim.» Küçük Walter huysuzlaşmaya başlıyordu. Laura çocuğun kollarını açtı. Onun kollarını sallayarak rahatlamasını istiyordu. Genç kadın Ellislerin meraklı, ama dostça sorularını yanıtlayarak bebeğin günde kaç kez mama yediğini ve bu yüzden pişiği olmadığını açıkladı. Sonra da endişeyle, «Bugün küçücük midesinin bozulmayacağını umarım,» diye ekledi. «Yani uçağın hareketi yüzünden.» Bayan Ellis, «Ah,» dedi. «Bundan etkilenmeyecek kadar küçük. Ayrıca büyük uçaklar harika oluyor. Pencereden bakmadıkça havada olduğumu anlamıyorum. Sen de öyle düşünmüyor musun, George?» Bay Ellis dobra dobra konuşan bir adamdı. «Bu kadar küçük bir bebeği uçağa bindirmenize hayret ediyorum.» Bayan Ellis ona bakarak kaşlarını çattı. Laura, Walter'ı omzuna dayayarak sırtına usulca vurdu. Çocuk küçük parmaklarını annesinin sarı saçlarına sokarken küçük çığlıkları kesildi. Walter annesinin ensesindeki gevşek topuzu çekiştirmeye başladı.



Genç kadın, «Bebeği babasına götürüyorum,» diye açıkladı. «Walter oğlunu henüz görmedi.» Bay Ellis şaşırdı, tam bir şey söyleyecekken karısı hemen atıldı. «Herhalde kocanız asker.» «Evet, öyle.» Bay Ellis sessizce, «O,» dermiş gibi ağzını açtı. Hostes bebeğin biberonunu getirmeden önce Ellisler, Laura'nın kocasının İaşe Kıtasında başçavuş olduğunu öğrendiler. Orduya gireli dört yıl olmuştu. Michaellar iki yıl önce evlenmişlerdi. Adam yakında terhis olacaktı. Karı koca San Francisco'ya dönmeden önce uzun bir balayı geçireceklerdi. Laura bebeği sol kolunun üzerine yatırarak biberonu ona doğru uzattı. Şişenin emziği bebeğin dudaklarının arasından kaydı. Walter onu diş etleriyle yakaladı. Sütte yukarıya doğru çıkan hava kabarcıkları belirdi. Bebek mavi gözlerini annesine dikerek sıcak biberona küçücük elleriyle vurdu. Laura küçük Walter’ı hafifçe göğsüne bastırdı. Tüm güçlüklerine ve ufak tefek sorunlarına rağmen insanın böyle küçücük bir bebeği olması harika bir şey, diye aklından geçirdi.



Dört Gan, kuramlar, diye düşündü. Her zaman kuramlar. Yüzeydeki insanlar bir milyon yılda ya da daha uzun bir süre önce Evreni görebiliyorlardı. Onu doğrudan doğruya algılayabiliyorlardı. Ama Irkımızın tepesinde sekiz yüz mil kalınlığında bir kaya tabakası var. Bu yüzden ancak aygıtlarımızın titreşen ibrelerinden sonuçlar çıkarabiliyoruz. Beyin hücrelerinin normal elektrik potansiyeline ek olarak başka tür bir enerji yayınladığı da sadece bir kuram. Bu enerji elektro-manyetik değil. Bu nedenle de ışık gibi sürünürcesine yavaş ilerlemiyor. Bu enerji beynin en yüksek fonksiyonlarına bağlı. Onun için de mantık dizisi kurabilen, zeki yaratıklarda görülüyor. Mağaramıza sızan bu tür enerji alanını sadece titreyen bir ibre keşfetti. Öteki ibrelerse alanın yayıldığı noktanın yönünü ve on ışık yılı uzaklıkta olduğunu açıkladılar. Yüzeydeki insanlar en yakın yıldızın beş yüz ışık yıl ötede olduğunu hesaplamışlardı. Herhalde ondan sonra en aşağı bir güneş dünyaya iyice yaklaştı. Yoksa bu kuram yanlış mı? Gan herhangi bir uyarıda bulunmadan birden konuşma düzeyine çıkınca, Roi'nin zihin düzeyini etkilerken kafasında uğultu yarattı. «Korkuyor musun?» Roi, «Bu büyük bir sorumluluk,» dedi. Gan, diğerleri de sorumluluktan söz ediyorlar, diye düşündü. Sürüyle Baş-Teknisyen birbiri ardına Titretici ve Alıcı İstasyon üzerinde çalışmış ve nihayet onun zamanında son adım atılmıştı. Başkaları sorumluluktan ne anlıyorlardı ki? Sonra, «Evet, öyle,» dedi. «Sık sık Irkın ortadan kalkmasından söz ediyoruz. Ama bunun şimdi değil, ileride bir gün olacağını düşünüyoruz. Bizim zamanımızda olmayacağını. Ama olacak. Anlıyor musun? Olacak. Bugün yapacağımız şey toplam enerjimizin üçte ikisini yutacak. Bunu yeniden denemek için yeterli enerji kalmayacak. Enerji bu kuşağın normal bir yaşam sürerek ölmesi için yeterli olmayacak. Ama emirleri yerine getirirsen bunun da önemi kalmaz. Kuşaklar boyunca her ayrıntıyı düşündük.» Roi, «Bana söylenileni yapacağım,» dedi. «Düşünce alanın uzaydan gelenlerle birleşecek. Her düşünce alanı kişiye özgüdür. Genelde bir düşünce alanını taklit etmek pek mümkün değildir. Ama tahminimize göre uzaydan gelen alanların sayısı milyarları buluyor. Yani senin düşünce alanının onlardan birine uyma olasılığı çok fazla. Bu nedenle Titreticimiz çalıştığı sürece bir rezonans sağlanacak. Bununla ilgili prensipleri biliyor musun?» «Evet, efendim.» «O halde şunu da biliyorsun: Titreşim sırasında zihnin X gezegeninde düşünce alanı seninkine benzeyen yaratığın beyninde, X merkezinde olacak. Bu enerji harcayan bir işlem değil. Alıcı İstasyon kütlesinin de katandaki titreşime uymasını sağlayacağız. Kütleyi bu yoldan nakletme yöntemi problemin en son çözülen bölümüydü. Ve bu işlem Irkın bu yüz yılda kullandığı enerjiyi harcayacak.» Gan, «Alıcı istasyon» diye tanımladığı siyah küpü alıp sıkıntıyla baktı. Daha önceki üç kuşak gerekli bütün nitelikleri olan yirmi metreküplük bir istasyonun yapılamayacağına inanmışlardı. Ama bu iş de başarılmıştı. Bu istasyon Gan'ın yumruğu kadardı. Gan, «Zeki bir yaratığın beyin hücrelerinin düşünce alanı sadece çok belirli bazı çizgileri izleyebilir,» diye konuşmasını sürdürdü. «Bütün canlılar, hangi gezegende gelişmiş olurlarsa olsunlar, protein temeline ve oksijen-su kimyasına sahiptirler. Dünyaları onların yaşamasına uygunsa, bizim için de uygun demektir.» Gan kafasının daha derinlerinde, kuram, diye düşündü. Her zaman kuram.



Sonra sözlerine devam etti. «Bu, kendini içinde bulacağın bedenin, onun düşünce ve duygularının sana tümüyle yabancı olacağı anlamına gelmiyor. Alıcı İstasyonu çalıştırmak için üç yöntem geliştirdik. Kolların güçlüyse küpün herhangi bir yüzeyine iki yüz kiloluk bir baskı uygulaman yeterli olacak. Güçsüzse o zaman sadece bir düğmeye basacaksın. Bu düğmeye, küpün tek açık olan yerinden erişebileceksin. Kolların yoksa, konak beden felce uğramışsa ya da başka bir nedenle aciz durumdaysa, o zaman İstasyonu sadece kafa gücüyle çalıştırabileceksin. İstasyon harekete geçtiği zaman bir değil, iki kontrol noktamız olacak. Ve Irk olağan 'teleportasyon' yoluyla X gezegenine nakledilecek:» Roi, «Bu, elektro-manyetik güç kullanacağımız anlamına geliyor,» dedi. «Ve?» «Nakil on yıl sürecek.» «Ama bu sürenin farkında olmayacağız.» «Bunu biliyorum, efendim. Ama bu durumda İstasyon on yıl X gezegeninde kalacak demektir. Ya İstasyon o arada bir zarara uğrarsa?» «Biz bunu da düşündük. Her olasılığı göz önüne aldık biz. İstasyon çalıştırıldığı zaman bir benzer kütle alanı oluşturacak. Bu, çekici gücün yönünde ilerleyecek ve normal maddenin içinden kayıp geçecek. Daha yoğun maddenin sürtünmesi nedeniyle sonunda duracak. Buna altı metre kalınlığındaki bir kaya tabakası neden olacak. Yoğunluğu daha az maddeler İstasyonu etkilemeyecek. On yıl yerin altı metre altında kalacak. Sonra karşıt alan onu yüzeye çıkaracak. Ve Irk da birer birer belirecek.» «Öyleyse neden İstasyon otomatik olarak çalışmıyor? Zaten pek çok otomatik ayrıntısı var...» «Sen bu konuyu iyice düşünmemişsin, Roi. Biz düşündük. X gezegeninin yüzeyindeki bazı yerler uygun olmayabilir. Oranın yerlileri güçlüyse ve ileri bir tekniğe sahipseler o zaman İstasyon için dikkati çekmeyecek bir yer bulman gerekir. Irkın bir kentin alanında ortaya çıkması hiç de iyi olmaz. Ve çevrenin başka bakımlardan tehlikeli olup olmadığını iyice anlamalısın.» «Hangi bakımlardan, efendim?» «Bilmiyorum. Yüzeyle ilgili eski kayıtlarda artık anlayamadığımız çok şey var. O kitaplarda açıklamalar da yok. Çünkü eskiler bütün o bilgileri sıradan şeyler sayarlarmış. Ama biz yüzeyden ayrılalı beri hemen hemen yüz bin kuşak yaşadı ve öldü. Bu nedenle o yazılar bizi şaşırtıyor. Teknisyenlerimiz yıldızların fiziksel niteliği konusunda bile anlaşamıyorlar. Oysa o kayıtlarda yıldızlardan sık sık söz ediliyor, açıklamalar yapılıyor. Ama fırtına, deprem, yanardağ, kasırga, tipi, erozyon, sel, şimşek nedir? Buna benzer sürüyle şey. Bütün bu terimler yüzeydeki tehlikeli fenomenlerle ilgili. Ama onların ne olduklarını bilmiyoruz. Onlara karşı nasıl korunacağımızı da. Ama konağının beyni yoluyla gerekli şeyleri öğrenir ve uygun bir biçimde davranabilirsin.» «Ne kadar zamanım olacak, efendim?» «Titretici on iki saatten daha fazla çalışamaz. Ben senin işini iki saatte tamamlamanı tercih edeceğim. İstasyon harekete geçirilir geçirilmez sen de otomatik olarak buraya döneceksin. Hazır mısın?» Roi, «Hazırım,» dedi. . Gan onu buzlu camları olan bir kabine götürdü. Roi oturdu. Kollarını uygun bir biçimde koydu. Bıyıkları iyi iletişim için cıvaya batırılmıştı. Delikanlı birdenbire, «Ya kendimi ölmek üzere olan bir bedenin içinde bulursam?» diye sordu. Gan kontrolleri ayarlıyordu. «Bir insan ölüme yaklaşırken düşünce alanı da çarpılır. Seninki gibi normal bir düşünce alanı onunla aynı titreşimi yapamaz.» Roi, «Ya o insan kazara ölmek üzereyse?» dedi. Gan, «Biz bunu da düşündük,» diye cevap verdi. «Buna karşı bir önlem alamıyoruz. Ölüm çok ani olacağı için kafa gücünle İstasyonu çalıştırmak için zaman bulamayacağını düşünüyorsun. Ama bu



olasılık ancak yirmi trilyonda bir. Tabii yüzeydeki o esrarlı tehlikeler sandığımızdan daha öldürücüyse o başka... Bir dakikan var.» Roi nedense son anda Wenda'yı düşündü.



Beş Laura ansızın irkilerek uyandı. Ne olmuştu? Genç kadına biri sanki vücuduna birdenbire bir iğne batırmış gibi gelmişti. Akşam güneşi yüzüne geliyordu. Laura parlak ışıklar yüzünden gözlerini kırpıştırdı. Perdeyi indirirken aynı anda dönüp Walter'a baktı. Bebeğin gözlerinin açık olduğunu görünce biraz şaşırdı. Walter bu saatte uyanmazdı. Laura bileğindeki saate baktı. Hayır, bebeğin bu saatte uyanık olmaması gerekiyordu. Mama vaktine de daha bir saat vardı. Genç kadın, «beslenmeyi isteme» ya da «ağlarsan karnın doyurulur» sistemini uyguluyordu. Ama Walter genellikle saatlere iyi uyum sağlıyordu. Laura oğluna bakarak burnunu kırıştırdı. «Acıktın mı, bebeğim?» Walter hiç tepki vermeyince Laura biraz düşkırıklığına uğradı. Oğlunun gülmesini istiyordu. Aslında istediği, bebeğin kahkahalar atarak boynuna sarılması ve «Anne,» demesiydi. Ama Walter'ın henüz bunların hiçbirini yapamayacağını biliyordu. Yalnızca gülümseyebiliyordu. Laura parmağıyla usulca çocuğun çenesine vurdu. «Gu gu gu gu.» Walter böyle yapıldığında hep gülümserdi. Ama şimdi genç kadına bakarak sadece gözlerini kırpıştırdı. Laura, «Hastalanmadığını umarım,» diyerek endişeyle Bayan Ellis'e baktı. Yaşlı kadın elindeki dergiyi bıraktı. «Bir şey mi var, yavrum?» «Bilmiyorum. Walter burada öylece yatıyor.» «Zavallı yavrucuk. Herhalde yoruldu.» «Öyleyse uyuması gerekmez mi?» «O şimdi yabancı bir çevrede. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordur.» Bayan Ellis yerinden kalktı, Walter'a bakmak için Laura'nın üzerinden eğildi. «Herhalde neler olduğunu düşünüyorsun, küçük bebecik. Evet, öyle ya! Kendi kendine, 'Nerede benim beşiğim?' diyorsun. 'Duvarlarında komik resimler olan odam?'» Sonra çocuğa bakarak hırıltılı sesler çıkardı. Walter bakışlarını annesinden yaşlı kadına kaydırdı ve ciddi bir ifadeyle onu seyretmeye başladı. Bayan Ellis birdenbire doğruldu. Canı yanmış gibiydi. Elini bir an başına götürerek, «Tanrım!» diye mırıldandı. «Ne garip bir ağrı.» Laura sordu. «Sizce acıkmış olabilir mi?» Bayan Ellis'in yüzündeki endişeli ifade kayboldu. «Tanrım! Bebekler acıkınca bunu hemen belli ederler. Bebeğin bir şeyi yok. Benim üç çocuğum oldu, yavrum. Böyle şeyleri bilirim.» «Hostese bir biberonu daha ısıtmasını söyleyeceğim.» «Eh, içinizi rahatlatacaksa...» Hostes şişeyi getirdi. Laura, Walter'ı sepetinden aldı. «Şimdi sütünü iç. Ondan sonra da altını değiştiririm ve...» Bebeğin başını dirseğinin içine yerleştirdi. Eğilerek onu yanağından çabucak öptü. Biberonu Walter'ın ağzına götürürken onu göğsüne hafifçe bastırdı. Walter bir çığlık attı! Ağzını açtı. Kollarını ileri doğru uzattı. Parmakları gerilmişti. Küçük vücudu tatanoz olmuş gibi kaskatı kesilmişti. Hâlâ çığlıklar atıyordu. Sesi bütün kompartımanda yankılanıyordu. Laura da haykırdı. Biberonu düşürdü. Şişe kırılarak içindeki süt etrafa yayıldı. Bayan Ellis irkildi. Altı kadar yolcu da öyle. Uyuklayan Bay Ellis doğruldu. Bayan Ellis şaşkın şaşkın, «Ne oldu?» diye sordu. «Bilmiyorum. Bilmiyorum.» Laura, Walter’ı telaşla sarstı. Onu omzuna dayayarak sırtına vurdu.



«Bebeğim, ağlama, bebeğim. Yavrum, ne var? Bebeğim.» Hostes koltukların arasından koşarak yaklaşıyordu. Ayağı Laura'nın koltuğunun altındaki küpe iyice yaklaştı. Walter şimdi şiddetle çırpınıyor, tiz bir sesle haykırıp duruyordu.



Altı Roi'nin kafasının içini bir şok doldurdu. Bir an önce koltukta kayışları bağlı olarak oturuyordu. Gan'ın berrak kafasıyla bağlantı halindeydi. Sonra birdenbire kendini garip, barbarca ve kesik düşüncelerin arasında buldu. Aradaki geçişi de bilinçli olarak algılayamadı. Delikanlı kafasını tümüyle kapattı. Titreşimin etkisini artırmak için zihnini iyice açmıştı. Ve yabancının ilk dokunuşu. Hayır, acı verici değildi. Baş döndürücü, mide bulandırıcı? Hayır, öyle olduğu da söylenemezdi. Durumu anlatacak söz yoktu. Kapalı kafasının derin sessizliğinde kendini toparladı ve durumu düşündü. Kafa bağlantısı kurduğu Alıcı İstasyonun hafif dokunuşunu hissetti. O da kendisiyle birlikte gelmişti. İyi! Roi o ara konağıyla ilgilenmedi. Daha sonraki şiddetli manevralar için ona ihtiyacı olabilirdi. Bu nedenle şu ara onun kuşkularını uyandırmak istemiyordu. Roi etrafı araştırdı. Gelişigüzel bir kafaya girdi ve içine yayılmış olan duyu izlenimlerini inceledi. Yaratık havadaki titreşimlere ve elektro-manyetik spektrumun bazı kısımlarına duyarlıydı. Tabii vücutların dokunuşlarına da. Yaratığın belirli bazı yerlerinde kimyasal duyular vardı. Hepsi o kadar. Roi hayretle tekrar baktı. Bu kafada ne doğrudan doğruya kitle duyusu vardı, ne de elektro-potansiyel duyusu. Bu yaratık Evreni gerçekten ince bir biçimde yorumlayan kimselere benzemiyordu. Kafası kimseyle bağlantı halinde değildi. Yaratığın kafası tümüyle soyutlanmış durumdaydı. O halde bu yaratıklar birbirleriyle nasıl iletişim kuruyorlardı? Roi konuyu daha yakından inceledi. Kontrollü hava titreşimleriyle ilgili karmaşık bir yöntemleri var... Roi zihin dokunaçlarıyla etrafındaki kafalara sızdı. Bir teknisyen arıyordu. Ya da bu yarı zeki sakat yaratıkların Teknisyen saydıkları birini. Kendini taşıtların kontrolcüsü olduğunu düşünen bir kafayı buldu. Roi'nin zihnine bir bilgi yayıldı. Havada uçan bir taşıttaydı. Demek kafa bağlantısı olmadan ilkel, mekanik bir uygarlık kurabiliyor. Yoksa bu gezegende başka bir yerde olan gerçek zekâların hayvan-araçları mı bunlar? Hayır... Kafaları, «Hayır,» diyor. Roi, Teknisyenin zihninin derinliklerini inceledi. Çevre nasıldı? Eskilerin umacılarından korkulması mı gerekiyordu? Bu daha çok bir yorum meselesiydi. Çevredeki tehlikeler hâlâ vardı. Havanın hareketi. Isı değişiklikleri. Havadan düşen su damlaları. Ya da buz parçacıkları. Elektrik patlamaları. Bu fenomenlerin her biri için belirli bir titreşim vardı. Ama onların bir anlamı da yoktu. Yüzeyde yaşayan eski insanların bu fenomenlere verdikleri adlarla bu olayların arasında bir bağ olup olmadığı belli değildi. Neyse... Şimdi tehlike var mı? Burada tehlike olabilir mi? Korku ya da endişe için bir neden var mı? Hayır. Teknisyenin kafası, «Hayır,» diyor. Bu da yeterliydi. Roi konağının beynine döndü. Bir an dinledi. Sonra da ihtiyatla yayıldı... Hiç! Konağının zihni bomboştu. En çok, pek hafif bir sıcaklık duygusu ve temel uyarıya karşı yönü olmayan belirsiz bir tepki vardı. Yoksa konağı ölüyor muydu? Ya da düşünme yeteneği yok muydu? Veya beynini mi çıkarmışlardı? Roi çabucak en yakındaki beyne geçti. Bu zihni konağı konusunda bilgi almak için inceleyince aradığını buldu. Konağı bu türün bir yavrusuydu. Bebek? Normal bir bebek mi? Ve hiç gelişmemiş mi? Roi zihninin konağının beynine gömülmesine ve onunla bir an birleşmesine izin verdi. Beynin motor



bölgelerini aradı ve onları zorlukla buldu. İhtiyatlı bir uyarı konağın kollarını biçimsizce oynatmasına neden oldu. Roi onu daha incelikle kontrol etmeye çalıştıysa da başaramadı. Roi öfkelendi. Gerçekten de her şeyi düşündüler mi? Kafa bağlantısı kurmayan zeki yaratıklar olabileceğini tahmin ettiler mi? Hâlâ yumurtanın içindeymiş gibi hiç gelişmemiş genç yaratıklar olabileceğini? Bu, konağını yöneterek Alıcı İstasyonu çalıştırmasının imkânsız olduğu anlamına geliyordu. Bu küçük yaratığın kafası ve kasları Gan'ın açıkladığı üç yöntemden birini uygulayamayacak kadar zayıftı. Roi derin derin düşündü. Konağının beyin hücrelerini bir noktaya yöneltmesi olanaksızdı. Bu nedenle fazla kütleyi etkileyemeyecekti. Ama ya olgun birinin beyniyle dolaylı yoldan etki yapmak? Doğrudan doğruya yapılacak fiziksel etki çok hafif olacaktı. Bu yöntem uygun adenosin trifosfat ve asetilokolin moleküllerinin parçalanması demekti. Ondan sonra yaratık kendi başına hareket edecekti. Roi bu yöntemi deneme konusunda kararsızdı. Başarısızlığa uğramaktan korkuyordu. Sonra, korkak, diye kendi kendini azarladı. Yeniden en yakındaki kafaya girdi. Bu o türün bir cuşişiydi. Roi'nin diğerlerinde fark ettiği o geçici çekilme onda da vardı. Roi'yi şaşırtmadı bu. Böyle ilkel kafaların zaman zaman dinlenmeleri gerekiyordu. Roi uyarıya karşılık verecek noktaları aradı. Bir yeri seçip oraya baskı yaptı. Ve bilinçli yerler hemen hemen aynı anda canlandılar. Duyu izlenimleri beyne doldu. Düşünce düzeyi hızla yükseldi. İyi. Ama yeterli değildi. Bu sadece bir dürtme, bir çimdikti. Belirli bir hareketin yapılması için verilmiş bir emir sayılmazdı. Roi duygular üzerine bir çağlayan gibi dökülürken sıkıntıyla kımıldandı. Bu duygu seli demin uyardığı kafadan geliyordu. Ve odak noktası da tabii kendisi değil, konağıydı. Bu ilkel ve kaba duyular Roi'yi sinirlendirdi. Bunun üzerine kafasını kadının açığa çıkan o kötü sıcaklığına karşı kapattı. İkinci bir kafa da konağıyla ilgilenmeye başlamıştı. Roi cisim halinde olsaydı ya da işine yarayan bir konağı kontrol altında tutabilseydi, öfkesinden bu konağa vururdu. Ulu mağaralar! Dikkatimi o çok önemli işime vermeme izin yok mu? Roi ikinci kafayı sertçe saldırarak rahatsızlık merkezlerini harekete geçirdi, ikinci yaratık uzaklaştı. Böyle olması delikanlının hoşuna gitti. Basit, belirsiz uyarıdan daha öte bir şeydi bu; etkili de olmuştu. Böylece Roi zihin atmosferini temizlemişti. Sonra aracı kontrol eden Teknikere döndü. Üzerinden geçtikleri yüzeyin ayrıntılarını ondan öğrenecekti. Su mu? Roi bilgiyi hemen düzene soktu. Su! Ve daha fazla su! «Ölümsüz Katlar adına! Artık «okyanus» sözcüğünün anlamı anlaşılıyor. O eski,, geleneksel «okyanus» sözcüğünün. Bu kadar çok su olabileceği kimin aklına gelirdi? Ama... bu «okyanus»sa o zaman geleneksel «ada» sözcüğünün çok önemli olduğu besbelli. Roi bütün kafasını coğrafya bilgisi toplamaya verdi. «Okyanus»ta benek benek topraklar vardı. Ama ona kesin. Roi ani bir hayretle durakladı. Konağı havada uçmuş ve yanındaki dişinin gövdesine bastırılmıştı. Coğrafya konusunda dalmış olan Roi'nin kafası açık ve savunmasızdı. Ve dişinin duyguları olanca yoğunluğuyla ona yüklendi. Roi irkildi. Bu hayvanca duyuları ortadan kaldırmak için konağının, bu çiğ duyguların aktığı kafasını iyice kontrolüne aldı. Bunu çok çabuk ve şiddetle yaptı. Konağın kafası yoğun bir acıyla doldu. Ve Roi'nin erişebildiği



hemen her beyine bu olayın neden olduğu hava titreşimlerine tepki gösterdi. Kaygılanan Roi acıyı örtmeye çalıştı ama sadece daha da artmasına neden oldu. Konağının ona yapışan zihinsel acı sislerinin arasında, Teknisyenin kafasını araştırdı. Bağlantı açısının kaymaması için elinden geleni yapıyordu. Roi'nin kafası birdenbire, «en büyük şansı» şimdi yakalayacaktı. Sadece yirmi dakikası kalmıştı. Daha sonra eline başka fırsatlar da geçecekti. Ama bunun kadar harikası değil. Ancak delikanlı konağının kafası iyice düzensizleştiği için bir başkasının hareketlerini kontrol etmekten çekiniyordu. Roi çekilip içine kapandı. Şimdi konağının omur hücreleriyle pek hafif bir bağlantısı vardı. Delikanlı bekledi. Dakikalar geçti. Roi yavaş yavaş bağı güçlendirdi. Beş dakikası kalmıştı. Roi birini seçti.



Yedi Hostes, «Zavallı yavrucuk,» dedi. «Galiba kendini daha iyi hissetmeye başladın.» Laura neredeyse ağlayacaktı. «Şimdiye kadar hiç böyle yapmamıştı. Asla.» Bayan Ellis, «Belki üzerindekiler fazla geldi,» diye fikrini açıkladı. Hostes başını salladı. «Olabilir. Burası sıcak.» Laura battaniyeyi açtı. Geceliği kaldırdığı zaman bebeğin kabarıp inen, şişkin ve pembe karnı ortaya çıktı. Walter hâlâ hıçkırıyordu, Hostes, «İsterseniz altını ben değiştireyim,» diye önerdi. «Altı iyice ıslanmış.» «Ah, çok teşekkür ederim.» En yakındaki yolcuların çoğu yerlerine dönmüşlerdi. Daha uzaktakiler ise artık dönüp dönüp bakmıyorlardı. Bay Ellis koltukların arasındaki geçitte, karısının yanında duruyordu. «Ah, bakın,» dedi. Laura'yla hostes onunla ilgilenmeyecek kadar bebeğe dalmışlardı. Bayan Ellis'se kocasını dinlememeye çoktan alışmıştı. Bay Ellis de karısının bu tavırlarına alışıktı. Zaten laf olsun diye yüksek sesle konuşmuştu. Eğilip koltuğun altındaki kutuyu çekiştirdi. Bayan Ellis başını eğerek sabırsızca ona baktı. «Tanrım George! Başkalarının eşyalarını öyle çekiştirip durma. Haydi, otur. Herkese engel oluyorsun.» Bay Ellis şaşkın şaşkın doğruldu. Laura hâlâ ağlamaklıydı, gözleri de kızarmıştı. «O benim değil. Hatta koltuğun altında öyle bir kutu olduğundan bile haberim yoktu.» Hostes inleyen bebekten başını kaldırdı. «Nedir o?» Bay Ellis omzunu silkti. «Bir kutu.» Karısı, «Tanrı aşkına,» diye söylendi. «Onu ne yapacaksın?» Bay Ellis bir neden bulmaya çalıştı. O kutuyu ne yapacaktı gerçekten? Sonunda, «Sadece merak ettim...» diye mırıldandı. Hostes, «İşte,» dedi. «Bebecik tertemiz oldu, altı da kuru. İki dakika sonra keyfinin yerine geleceğinden eminim. Hı? Öyle değil mi, küçük bebek?» Ama küçük bebek hâlâ hıçkırıyordu. Biberonu uzatırlarken başını hızla yana çevirdi. Hostes, «Ben onu biraz ısıtayım,» dedi. Biberonu alıp uzaklaştı. Bay Ellis kararını verdi. Kesin bir tavırla kutuyu alıp koltuğunun kol dayanılan yerine koydu. Karısının kaşlarını çatmasına da aldırmadı. «Kutuya bir zarar verdiğim yok ki. Sadece bakıyorum. Neden yapılmış sahi?» Eklemlerinin üstünü kutuya vurdu. Diğer yolcuların kutuyla ilgilendikleri yoktu. Ne Bay Ellis'e bakıyorlardı, ne de kutuya. Sanki biri onların bu konuya ilgi duymalarını engelliyordu. Hatta Laura'yla konuşan Bayan Ellis bile kocasına arkasını dönmüştü. Bay Ellis kutuyu eğdi ve açık yeri buldu. Kutunun açık bir yeri olduğunu biliyordu zaten. Bu delik parmağını sokabileceği kadar genişti. Ama tabii bilmediği bir kutuya parmağını sokması için bir neden yoktu. Bay Ellis parmağını dikkatle uzattı. Dipte siyah bir düğme vardı. Ona dokunmayı çok ama çok istiyordu. Ve düğmeye bastı. Kutu titredi ve birdenbire yaşlı adamın ellerinin arasından fırladı. Koltuğun kol dayanılan yerinin içinden geçti. Bay Ellis kutunun zemine daldığını gördü. Sonra geride düzgün zemin kaldı. Görünürde başka bir şey yoktu. Bay Ellis yavaşça ellerini açarak hayretle avuçlarına baktı. Sonra dizüstü çöküp yeri



araştırdı. Biberonla dönen hostes nazik nazik, «Bir şey mi kaybettiniz?» diye sordu. Bayan Ellis kocasına baktı. «George!» Bay Ellis zorlukla doğrulup kalktı. Kızarmış ve şaşalamıştı. «Kutu...» dedi. «Kaydı ve aşağıya doğru indi...» Hostes ona baktı. «Hangi kutu, efendim?» Laura, «Biberonu bana verir misiniz?» dedi. «Walter artık ağlamıyor.» «Ah, iyi. Buyrun.» Walter ağzını hevesle açtı. Emziği diş etlerinin arasına sıkıştırdı. Yutkunurken hafif sesler çıkardı. Biberonun içinde hava kabarcıkları yukarıya doğru yükseldiler. Laura sevinçle başını kaldırdı. «Artık iyi gibi gözüküyor. Teşekkür ederim, Bayan Ellis.» Hostese baktı. «Size de. Bana bir an sanki o benim küçük bebeğim değilmiş gibi geldi.» Bayan Ellis, «Artık kendine geldi,» dedi. «Belki de onu uçak tuttu. Haydi, otur George.» Hostes, «Bana ihtiyacınız olursa hemen çağırın,» dedi. Laura tekrarladı. «Teşekkür ederim.» Bay Ellis, «Kutu...» diye başladı, sonra da durakladı. Ne kutusu? Kutu filan anımsamıyordu. Ama uçaktaki bir kafa rüzgâr ya da havanın karşı koyma gücünün engelleyemediği siyah kutunun bir parabol çizerek düştüğünü izleyebildi. Kutu gaz moleküllerinin arasından aşağıya doğru indi. Daha aşağıda bir mercan adası geniş bir hedef tahtasının ortasındaki daireye benziyordu. Bir zamanlar, yani savaş sırasında, adaya küçük bir havaalanı ve barakalar yapılmıştı. Ama barakalar çoktan yıkılmıştı. Havaalanı otların arasında kayboluyordu. Ve mercan adası boştu. Küp, bir palmiyenin tüy tüy yapraklarına çarptı, ama bir tek yaprak bile kımıldamadı. Kutu, ağacın gövdesinden geçerek mercanlara kadar indi. Gezegene gömüldü. En ufak bir toz bulutu bile kalkmadı. Toprak yüzeyinin altı metre altında duran kutu kayanın atomlarına karıştı. Ama yine de onlardan farklıydı. Hepsi bu kadar. Geceydi. Sonra gündüz oldu. Yağmur yağdı, rüzgâr esti. Pasifik'in dalgaları köpükler saçarak beyaz mercanlara çarptı. Ve hiçbir şey olmadı. Daha on yıl hiçbir şey olmayacaktı.



Sekiz Gan, «Başarılı olduğun haberini yayınladık,» diye açıkladı. «Bence artık dinlenmelisin.» Rio, «Dinlenmek mi?» dedi. «Şimdi mi? Sağlam kafaların arasına döndüğün an mı? Teşekkür ederim ama hayır. Fazla sevinçliyim.» «Bu durum seni çok mu rahatsız etti? Kafa bağı kuramayan zeki yaratıklar?» Roi kısaca cevap verdi. «Evet.» Düşünceleri kafasının derinliklerine inerken Gan da incelik göstererek onları izlemedi. Onun yerine, «Ve yüzey?» diye sordu. Roi, «Çok korkunç,» dedi. «Eskilerin 'Güneş' dedikleri şey yukarıdaki dayanılamayacak kadar parlak bir leke. Onun ışık kaynağı olduğu anlaşılıyor. Düzenli bir biçimde de değişiyor. Yani 'gündüz' ve 'gece' oluyor. Ayrıca önceden tahmin edilemeyen değişiklikler de görülüyor.» Gan, «Belki de onlar 'bulut',» diye düşüncesini açıkladı. «Neden 'bulut'?» «O geleneksel sözleri biliyorsun: 'Bulutlar güneşi örttü'.» «Öyle mi düşünüyorsunuz? Evet, olabilir.» «E, devam et.» «Durun bakalım... Evet, 'okyanus'la 'ada'yı anlattım. Yağmur havadaki ıslaklıkla ilgili. Sular damlalar halinde dökülüyor. 'Rüzgâr' büyük hava kütlelerinin hareketi demek. 'Gökgürültüsü' müthiş bir ses. Yıldırım da 'havadaki statik boşalma.' Tipi yere düşen buz parçacıkları.» Gan şaşırdı. «Bu çok garip. Buz nereden aşağıya düşüyor? Nasıl? Niçin?» «Bu konuda hiçbir fikrim yok. Her şey çok değişken. Bazen yağmur yağıyor, bazen de yağmıyor. Yüzeyde her zaman soğuk olan yerler olduğu anlaşılıyor. Çok sıcak yerler de. Bazı yerlerdeyse kâh soğuk oluyor, kâh sıcak.» «Hayret edilecek bir şey! Sence bunun ne kadarı o yabancı kafaların çarpıtması? Ya da yanlış yorumu?» «Yanlış yorum yok. Her şey çok açıktı. Onların acayip kafalarını incelemek için yeterli zamanım vardı. Fazla zamanım.» Düşünceleri yine kafasında o özel yere kaydı. Gan, «Bu çok iyi,» dedi. «Ben her zaman yüzeydeki atalarımızın 'Altın Çağ' diye tanımlanan devirlerini fazla romantikleştirdiğimizden tâ başından beri kuşkulanıyordum. Grubumuzun üyelerinin yüzeyde yeni bir yaşama başlamayı çok isteyeceklerini düşünüyordum.» Roi telaşlandı. «Olmaz!» «Evet, bunun olamayacağı belli. İçimizden en sağlamlarımız bile senin tarif ettiğin gibi bir çevrede bir gün bile yaşamak istemezler. Yağmurlar, gündüz, gece. Çevredeki önceden bilinemeyen, iğrenç değişiklikler.» Gan'ın düşünceleri mutluluk doluydu. «Yarın nakil işlemine başlıyoruz. Adaya ulaşınca... Orada hiç kimse olmadığını söylüyorsun...» «Adada bir tek canlı bile yok. Hava taşıtının üzerinden geçtiği bu tür tek adaydı o. Teknisyenin ayrıntılı bilgisi vardı.» «İyi. Operasyonlara başlayacağız. Bu iş kuşaklar boyu sürecek Roi. Ama sonunda yepyeni, sıcak bir âlemin derinliklerinde olacağız. Güzel mağaralarda. Kontrollü çevre sayesinde her kültür ve sanat gelişecek.» Roi, «Ve,» diye ekledi. «Yüzeydeki yaratıklarla da hiçbir ilişkimiz olmayacak.» Gan, «Neden?» diye sordu. «Evet, onlar ilkel yaratıklar, ama mağaralarımıza yerleştikten sonra bize yardım edebilirler. Havada uçabilen bir taşıt yapan bir ırkın bazı yetenekleri olmalı.»



«Sorun bu değil. Onlar kavgacı yaratıklar, efendim. Her zaman hayvanca bir şiddetle saldırıyorlar ve...» Gan, delikanlının sözünü kesti. «Yabancılardan söz ederken düşüncelerinin etrafını saran psikokaranlık beni rahatsız ediyor. Gizlediğin bir şey var.» Roi, «Ben de başlangıçta onlardan yararlanabileceğimizi düşündüm,» diye açıkladı. «Dost olmamıza izin vermeseler bile onları kontrolümüz altına alabilirdik. İçlerinden birinin küpün düğmesine basmasını sağladım. Ama bu zor oldu. Çok zor. Kafaları temelde bizimkinden çok farklı.» «Ne bakımdan?» «Bunu tanımlayabilseydim aradaki fark o kadar önemli olmazdı. Ama size bir örnek verebilirim. Bir bebeğin kafasına girdim. Yüzeydekilerin 'olgunlaşma hücreleri' yok. Bebekler belirli bir yaratığa teslim ediliyorlar. Konağımla ilgilenen yaratık...» «Evet?» «Bir dişiydi. Ve bebekle arasında özel bir bağ vardı. Bir sahip olma, bir akrabalık duygusu. Bu, toplumu ilgilendirmiyordu. Bir adamı bir iş arkadaşı ya da dostuna bağlayan duyguyu belli belirsiz fark ettim. Ama bu dişinin duyguları daha yoğun ve güçlüydü.» Gan, «Eh,» dedi. «Kafaları arasında bağ kuramıyorlar. Bu nedenle herhalde onlarda gerçek bir toplum kavramı yok ve ikincil ilişkiler görülüyor. Yoksa bu patolojik bir şey miydi?» «Hayır, hayır. Evrensel bir şeydi bu. Bebeğe bakan dişi onun annesiydi.» «İmkânsız! Bebeğin annesi mi?» «Böyle olması gerekli. Bebek varlığının ilk evresini annesinin içinde geçiriyor. Fiziksel bakımdan. Yaratığın yumurtaları vücudunun içinde. Döllenme yine vücudun içinde oluyor. Bebek de dişinin içinde büyüyor ve canlı olarak dışarı çıkıyor.» Gan, «Ulu Mağaralar...» diyebildi. Müthiş bir tiksinti duyuyordu. «Yani her yaratık çocuğunun kim olduğunu biliyor. Her çocuğun belirli bir babası var...» «Ve çocuk da onu biliyor. Anladığım kadarıyla dişi, konağımı beş bin mil öteye götürüyordu. Babasının onu görmesi için.» «İnanılacak gibi değil!» «Onlarla asla anlaşamayacağımızı açıklamak için başka örneklere gerek var mı? Aramızdaki fark çok önemli. Bu onların yaradılışlarında var.» Üzüntü Gan'ın düşünce akımını sarartıp sertleştirdi. «Bu korkunç bir şey olur! Ben de sandım ki...» «Ne sandınız, efendim?» «Tarihimizde ilk kez iki tür zeki canlının birbirlerine yardım edebileceklerini düşündüm. Birlikte, daha fazla ilerleyebileceğimize inandım. Onlar teknoloji bakımından ilkeller. Ama teknoloji de her şey demek değil. Buna rağmen onlardan pek çok şey öğreneceğimizi umuyordum.» Roi kabaca, «Ne öğrenecektik?» diye sordu. «Anne babalarımızın kim olduğunu ve çocuklarımızla dostluk kuracağımızı mı?» Gan, «Hayır, hayır,» dedi. «Çok haklısın. Aramızdaki engel sonsuza dek kalkmamalı. Yüzey onların olsun. Derinlikler de bizim. İşte o kadar.» Roi laboratuvarın dışında Wenda'yla karşılaştı. Kadının düşüncelerine yoğun bir mutluluk hâkimdi. «Döndüğün için seviniyorum.» Roi'nin düşünceleri de mutluydu. Bir dostla temiz bir zihinsel ilişki kurmak insanı dinlendiriyordu.



UZAYIN BEKÇİLERİ Isaac Asimov'un “Uzayın Bekçileri - Youth” öyküsü Space Science Fiction dergisinin 1952 Mayıs sayısında yayınlanmış, daha sonra 1955 tarihli The Martian Way and Other Stories toplamasında yer almıştır. Uzayın Bekçileri; Asimov'un uzaylı (alien) karakterlere yer verdiği ender öykülerdendir.



Bir Çakıltaşı cama çarpınca çocuk uykusunda kımıldandı. İkinci taşta çocuk uyandı. Uykulu bir hareketle yatakta doğrulup oturdu. Ancak birkaç saniye sonra nerede olduğunu anımsadı. Kendi evinde değildi. Kırların arasındaki bir evdeydi. Hava olması gerektiğinden daha soğuktu. Ve pencerelerden yeşillikler gözüküyordu. «İnce!» Biri boğuk bir sesle, telaşla bu adı fısıldamıştı. Çocuk açık pencereye koştu. Asıl adı İnce değildi. Ama bir gün önce tanıştığı yeni arkadaşı ince gövdesine bakar bakmaz ona bu adı takmıştı. «Sen İnce'sin.» Bir an durmuş, sonra da açıklamıştı. «Ben de Kızıl'ım.» Onun da asıl adı Kızıl değildi. Ama bu adın ona çok uygun olduğu da kesindi. İki çocuk hemen, hiç soru sormadan dost olmuşlardı. Henüz buluğ çağına erişmemiş olan çocuklara özgü bir şeydi bu. Olgunlaşmalarına daha çok vardı. İnce, «Merhaba, Kızıl!» diye bağırarak elini salladı. Gözlerini kırpıştırarak uykusunu dağıtmaya çalışıyordu. Ama Kızıl yine o boğuk fısıltıyla konuştu. «Sus! Birilerini uyandırmak mı istiyorsun?» İnce o anda güneşin alçak tepeleri henüz aşmamış olduğunu fark etti. Gölgeler uzun ve yumuşak hatlı, çimenler de ıslaktı. Çocuk daha hafif bir sesle, «Ne var?» diye sordu. Kızıl sadece ona dışarı gelmesini işaret etti. İnce çabucak giyindi. Üzerine biraz ılık su dökerek, sabah yıkanmasını memnunlukla geçiştirdi. Dışarı koşarken rüzgâr vücudunun açıkta kalan kısımlarını kuruttu. Ama çiy düşmüş otlar cildini yine ıslattı. Kızıl, «Sessiz olmalısın,» dedi. «Annem ya da babam, senin baban, hatta burada çalışanlardan biri uyanırsa işimiz bitiktir. 'Hemen içeri girin!' diye bağırırlar. 'Islak otların arasında yarı çıplak dolaşarak soğuk alacaksın!» Ses tonu büyüklerinkine o kadar benziyordu ki, İnce güldü. Kızıl'dan daha komik bir çocuk olamaz, diye de düşündü. Sonra da heyecanla sordu. «Sen her gün buraya geliyor musun, Kızıl? Böyle erkenden? Etrafta hiç kimse yokken?» Arkadaşı onun bu özel dünyaya girmesine izin verdiği için gururlanmıştı. Kızıl ona yan yan bakarak umursamaz bir ifadeyle, «Ben saatler önce kalktım,» dedi. «Dün geceki gürültüyü duymadın mı?» «Neyi? Neyi?» «Gök gürültüsünü!» «A, gök gürleyip yağmur mu yağdı?» İnce şaşırmıştı. Çünkü o güne dek gök gürlerken hiç uyumamıştı. «Pek sanmıyorum. Ama gök gürültüsüne benzeyen bir ses duydum. Hemen pencereye gittim. Ama yağmur yağmıyordu. Gökyüzü yıldız doluydu. Rengi yavaş yavaş griye dönüşmeye başlıyordu. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi?» İnce gökyüzünün grileştiğini hiç görmemişti, ama yine de, «Evet,» dermiş gibi başını salladı. Kızıl ekledi. «O yüzden dışarı çıktım.» Beton yolun yanındaki çim alanda ilerlemeye başladılar. Yol kırları tam ortadan ikiye bölüyor ve uzaktaki tepelerin arasında gözden kayboluyordu. Yol o kadar eskiydi ki, Kızıl'ın babası bile ne zaman yapıldığını bilmiyordu. Betonda ne bir çatlak vardı, ne de bir çukur. Kızıl, «Sen sır saklayabilir misin?» diye sordu.



«Tabii Kızıl! Ne tür bir sır bu?» «Bir sır işte! Bunu sana belki açıklarım, belki de açıklamam. Henüz bilmiyorum.» Kızıl önünden geçtikleri eğreltiotunun uzun, esnek dallarından birini kopardı. Yaprakçıkları da temizleyerek dalı kırbaç gibi salladı. Bir an vahşi bir ata bindiğini düşledi. Hayvan onun demir gibi kontrolü altında eşiniyordu. Sonra bu düşten bıkıp kamçıyı bir yana attı. Hayvanı da ilerde yararlanmak için belleğinin bir köşesine yerleştirdi. «Yakında sirk gelecek,» dedi. İnce, «Bu bir sır değil ki,» diye itiraz etti. «Babam bunu bana biz daha buraya gelmeden söyledi...» «Sırrım bu değil ki! Ne de sır ama! Sen hiç sirke gittin mi?» «Ah, tabii. Hiç gitmez olur muyum?» «Sirkten hoşlandın mı?» «Ah, sirk kadar hoşlandığım başka hiçbir şey yok!» Kızıl yine ona yan yan bakıyordu. «Bir sirke katılmayı hiç düşündün mü? Yani hep oradakilerle beraber olmayı?» İnce düşündü. «Hayır, sanmıyorum. Ben de babam gibi bir astronom olmak istiyorum. O da bunu istiyor sanırım.» Kızıl, «Hıh,» dedi. «Bir astronom!» İnce girdiği yeni ve özel dünyanın kapılarının suratına kapandıklarını hissetti. Artık astronomi ölü yıldızlarla ilgili bir şeye dönüşmüştü. Çocuk arkadaşını yatıştırmak istercesine, «Sirk daha eğlenceli olur,» diye mırıldandı. «Bunu laf olsun, diye söylüyorsun.» «Hayır, çok ciddiyim.» Kızıl tartışır gibi, «Hemen bugün bir sirke katılma imkânın olsaydı,» diye sordu. «Ne yapardın?» «Ben... ben...» «Gördün mü?» Kızıl arkadaşını aşağılıyormuş gibi güldü. İnce alındı. «Sirke katılırdım.» «Haydi oradan.» «Beni bir dene.» Kızıl hızla İnce'ye döndü. Garip, heyecanlı bir hali vardı. «Ciddi misin? Benimle sirke girer misin?» «Ne demek istiyorsun?» İnce biraz geriledi. «Elimde sirke girmemizi sağlayacak bir şey var. Belki ilerde bir gün kendi sirkim bile olabilir. Dünyanın en ünlü sirkçileri olabiliriz. Tabii benimle gelmek istiyorsan. Ama istemiyorsan... Eh, bunu yalnız başıma da yapabilirim sanırım. Ben sadece, 'Bizim İnce'ye bir fırsat vereyim,' dedim.» Bu dünya gizemli ve çekiciydi. İnce, «Tabii, Kızıl,» diye cevap verdi. «Bu işte ben de varım. Şimdi söyle, Kızıl? Ne oluyor?» «Tahmin et. Bir sirkteki en önemli şey nedir?» İnce şöyle bir düşündü. Doğru yanıtı vermek istiyordu. Sonunda, «Akrobatlar,» dedi. «Haydi oradan! Ben akrobatları seyretmek için bir adım bile atmam!» «Öyleyse bilmiyorum.» «Hayvanlar! İşte önemli olanlar onlardır. En güzel gösteriler hangisidir? Kalabalık en çok nereye toplanır? Ana çadırda bile en güzel gösteriler hayvanlarla ilgilidir.» «Sen öyle mi düşünüyorsun?» «Herkes öyle düşünüyor. İstediğine sor. Her neyse... Ben bu sabah hayvanlar buldum. İki hayvan.» «Ve onları yakaladın, öyle mi?» «Tabii. İşte sır da bu. Bunu başkalarına söyleyecek misin?»



«Hiç söyler miyim?» «Tamam öyleyse. Hayvanları ahıra kapattım. Onları görmek ister misin?» İki çocuk ahıra yaklaşmışlardı. Kocaman ahır kapıları açıktı. İnce birdenbire durdu. Kaygısını belli etmemeye çalışarak, «Onlar çok mu büyük?» diye sordu. «Koskocaman olsalardı onları yakalayabilir miydim? Bu hayvanlar sana zarar veremezler. Boyları ancak şu kadar. İkisini de bir kafese kapattım.» Ahıra girdiler. İnce tavandaki bir çengele asılmış olan büyük kafesi gördü. Üzerine sert branda bezinden bir örtü örtülmüştü. Kızıl, «Eskiden o kafeste kuş vardı,» diye açıkladı. «Ya da öyle bir şey. Neyse... O hayvanlar kafesten kaçamazlar. Haydi gel, yukarı, samanlığa çıkalım.» Tahta merdivenden çıktılar. Kızıl ucu çengelli bir sopayla kafesi onlara doğru çekti. İnce, «Branda bezinde delik gibi bir şey var,» diye işaret etti. Kızıl'ın kaşları çatıldı. «O delik de nereden çıktı?» Örtüyü kaldırıp kafesin içine baktı. Sonra da rahatladı. «Hâlâ oradalar.» İnce endişelenmişti. «Örtü yanmış gibi...» «Bakmak istiyor musun, istemiyor musun?» İnce başını yavaşça, «Evet,» der gibi salladı. Aslında bakmak istediğinden pek de emin değildi. Ne de olsa o hayvanlar... Kızıl örtüyü çekiverince hayvanlar ortaya çıktı. Kızıl'ın dediği gibi iki taneydi. Küçüktüler. Ve görünüşleri de iğrençti. Hayvanlar örtü kaldırılırken hızla hareket etmişlerdi. Şimdi çocukların bulundukları taraftaydılar. Kızıl onları parmağıyla ihtiyatla dürttü. İnce telaşla, «Dikkatli ol,» dedi. Kızıl, «Onlar zararsız,» diye arkadaşını yatıştırdı. «Hiç böyle hayvanlar gördün mü?» «Hayır, görmedim.» «Bir sirk bu hayvanları almaya can atar. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi?» «Belki de sirk için çok küçükler.» Kızıl sinirlendi. Kafesi bıraktı. Kafes bir sarkaç gibi öne arkaya sallanmaya başladı. «Sen vazgeçtin değil mi?» «Hayır, geçmedim. Ama...» «Onlar fazla küçük sayılmaz. Ama şu ara benim bir tek sorunum var.» «Neymiş o?» «Sirk gelinceye kadar onları yaşatmam gerekiyor, öyle değil mi? Bu hayvanlara ne yedireceğimi düşünmeliyim.» Kafes hâlâ sallanıyordu. İçindeki küçük yaratıklar çubuklara sıkıca tutunmuşlardı. Çocuklara bakarak ani, garip hareketler yapıyorlardı... sanki zekiymişler gibi.



İki Astronom yemek odasına nazik bir tavırla girdi. Orada bir konuk olduğunu unutmuyordu. Astronom, «Çocuklar nerede?» diye sordu. «Oğlum odasında değil.» Sanayici güldü. «Saatlerden beri dışarıdalar. Ama kadınlar bir süre önce onlara zorla kahvaltı yaptırdılar. Onun için merak edecek bir şey yok. Çocukluk, doktor, çocukluk!» «Çocukluk!» Bu söz astronomu sıkmış gibiydi. İkisi de sessizce kahvaltılarını ettiler. Sonra sanayici bir ara, «Siz gerçekten onların geleceklerini düşünüyor musunuz?» diye sordu. «Bugün öyle...öyle normal gözüküyor ki.» Astronom kısaca, «Gelecekler,» dedi. Hepsi o kadar. Daha sonra sanayici, «Bağışlayın,» diye mırıldandı. «Sizin böyle ayrıntılı bir oyun oynayabileceğinizi hiç sanmıyorum ama... onlarla gerçekten konuştunuz mu?» «Sizinle konuştuğum gibi. Daha doğrusu, bir bakıma. Onlar düşüncelerini kafanıza yollayabiliyorlar.» «Mektubunuzdan böyle bir şey olduğunu anlamıştım. Acaba bu işi nasıl başarıyorlar?» «Bu konuda bir şey söyleyemem. Bunu onlara da sordum. Kesin bir yanıt vermediler. Ya da ben ne dediklerini anlayamadım. Bunun için düşünceyi bir noktada toplamayı sağlayan bir tür verici gerekiyor. Vericinin de alıcının da bilinçli bir biçimde bu işlemle ilgilenmeleri de. Ben ancak bir süre sonra düşüncelerini kafama sokmaya çalıştıklarını kavrayabildim. Belki de bu tür düşünce vericileri bize açıklayacakları bilimlerinin bir bölümü.» Sanayici, «Belki,» dedi. «Ama bunun bir toplantıda yaratacağı değişiklikleri düşünün. Bir düşünce vericisi!» «Neden olmasın? Bence değişiklik bizim için yararlı olur.» «Hiç sanmıyorum.» Astronom, «Ancak yaşlı insanlar değişikliklerden hoşlanmazlar,» dedi. «Ve ırklar da kişiler kadar yaşlı olabilirler.» Sanayici pencerenin dışını işaret etti. «O yolu görüyor musunuz? Savaştan önce yapıldı'. Tam tarihi bilmiyorum. İlk yapıldığı günkü gibi yepyeni. Bugün onun aynısını yapmamız olanaksız. O yol yapıldığı sırada ırkımız gençti, öyle değil mi?» «O günlerde mi? Evet! Hiç olmazsa onlar yeni şeylerden korkmuyorlardı.» «Öyle: Ama keşke korksalardı. Savaştan önceki toplum nerede? Mahvoldu, doktor! Gençliğin ve yeni şeylerin ne yararı oldu? Şimdi durumumuz daha iyi. Dünya barış içinde. Yaşam sürüp gidiyor. Irkın ilerlediği yok, ama zaten artık ulaşılacak bir hedef de kalmadı. Onlar bunu kanıtladılar! Yani şu yolu yapanlar. Kabul ettiğim gibi ziyaretçilerinizle konuşacağım. Tabii gelirlerse. Ama sanırım onlara sadece gitmelerini söyleyeceğim.» Astronom içtenlikle, «Irkımız ilerlemiyor değil,» dedi. «Ama yok olmaya doğru gidiyor. Üniversitemde her yıl öğrenci sayısı giderek azalıyor. Daha az kitap yazılıyor. Daha az iş yapılıyor. Bir ihtiyar güneşte uyuklar. Günleri hep aynıdır ve huzur doludur. Ama her yeni gün yine de onu ölüme yaklaştırır.» Sanayici, «Ya...» diye mırıldandı. «Hayır, bu konuyu hemen kapatmayın. Size mektup yazmadan önce gezegen ekonomisindeki yerinizi inceledim.» Sanayici gülerek astronomun sözünü kesti. «Ve iflasın eşiğinde olmadığımı da anladınız, öyle mi?»



«Şey, evet. Ah, anlıyorum. Bana takılıyorsunuz. Ama... belki de şakanız gerçeğe çok yakın. Babanızın durumu sizinkinden daha iyiydi. Babasının durumu da onunkinden daha iyi olduğu gibi. Belki de oğlunuz iflasın eşiğine gelecek. Gezegenin hâlâ var olan endüstrileri bile desteklemesi önemli bir dert halini aldı. Ama tabii onlar da savaştan önceki sanayilerin yanında devede kulak kalıyor. Sonunda köy ekonomisine döneceğiz. Ya sonra? Mağara devri mi başlayacak?» «Toplumumuza yeni teknolojiler katmak bütün bunları değiştirecek mi?» «Sadece yeni bilgi değil. Bütün bu değişikliklerin tüm etkisi, ufuklarımızın genişlemesi olacak. Beni dinleyin, bu olayda size yaklaşmayı tercih ettim. Sadece zengin ve hükûmet çevrelerinde sözünüz geçtiği için değil. Bugün için olağanüstü bir ününüz olduğundan. Siz törelerle bağlarınızı koparma cesaretini gösteriyorsunuz. İnsanlarımız değişikliğe karşı gelecekler. Siz onları nasıl etkileyeceğinizi biliyorsunuz. Böylece... böylece...» «Irkın gençleşmesini sağlayabileceğim, öyle mi?» «Evet.» «Atom bombalarıyla mı?» Astronom, «Atom bombasının uygarlığı sona erdirmesi gerekmez,» diye cevap verdi. «Benim ziyaretçilerimin de kendi dünyalarında atom bombaları varmış. Ya da ona benzer bir şey. Ama yine de sağ kalmayı başarmışlar. Çünkü mücadeleden vazgeçememişler. Anlamıyor musunuz? Bizi yenen bomba değil, bunun neden olduğu şoktu. Bu işlemi tersine döndürmek için belki de bu son şansımız.» Sanayici, «Bana söyleyin,» dedi. «Uzaydan gelen bu dostlar karşılığında ne istiyorlar?» Astronom bir an durakladı. Sonra, «Sizinle açık konuşacağım,» dedi. «Onlar daha yoğun bir gezegenden geliyorlar. Bizimki hafif atomlar bakımından daha zengin.» «Yani onlar magnezyum mu istiyorlar? Ya da alüminyum?» «Hayır, efendim. Karbonla hidrojen istiyorlar. Yani kömürle petrol.» «Sahi mi?» Astronom hemen atıldı. «Şimdi uzay yolculuğunu başarabilen, yani atom gücünü elde etmesini bilen yaratıkların kömür ve petrolü neden istediğini soracaksınız. Açıkçası bu soruyu cevaplayamam.» Sanayici güldü. «Ama ben cevaplayabilirim. Bu hikâyenizin doğru olduğunun en sağlam kanıtı. İlk bakışta atom gücü olan bir yerde kömür ve petrole gereksinim duyulmayacağı düşünülebilir. Ancak, bunların yanmasından elde edilen enerji bir yana, bunlar bütün organik kimyanın temel hammaddeleridir. Hep de öyle kalacaklardır. Plastikler, boyalar, ecza maddeleri ve eriticiler. Bu maddeler olmazsa endüstri atom çağında bile var olamaz. Şimdi bu yaratıklar bize ırk gençliğiyle ilgili dertlerini ve üzüntülerini satacak, buna karşılık da kömür ve petrol gibi az bir ücret isteyecekler. Ama bana sorarsanız, bunları bedava da verseler bence bedel yine de yüksek sayılır.» Astronom içini çekti. «İşte çocuklar orada!» İki çocuk açık pencereden görülebiliyordu. Çayırda durmuş, heyecanlı heyecanlı konuşuyorlardı. Sonra sanayicinin oğlu emir veriyormuş gibi eliyle işaret etti. Astronomun oğlu başını salladı ve eve doğru hızla koşmaya başladı. Sanayici, «İşte sözünü ettiğiniz gençlik,» dedi. «Irkımızın eskisi kadar gençleri var.» «Evet ama onları çabucak yaşlandırıyor ve kalıplara döküyoruz.» İnce hızla odaya girdi. Kapı arkasından çarparak kapandı. Astronom biraz hoşnutsuzca, «Ne oluyor?» dedi. İnce hayretle başını kaldırarak durakladı. «Özür dilerim. Burasının boş olduğunu sanıyordum. Konuşmanızı yarıda kestiğim için bağışlayın.» Kelimeleri dikkatle hece hece söylüyordu. Sanayici, «Önemli değil, delikanlı,» dedi. Ama astronom aynı fikirde değildi. «Boş odaya girsen bile kapıyı çarpmamalısın, oğlum.»



Sanayici, «Önemli değil,» diye ısrar etti. «Delikanlı kimseye bir zarar vermedi ki. Siz onu sadece genç olduğu için azarlıyorsunuz. Görüş açınızı unuttunuz mu?» İnce'ye baktı. «Buraya gel, delikanlı.» Çocuk ona ağır ağır yaklaştı. «Kırlar hoşuna gitti mi?» «Çok hoşuma gitti, efendim, teşekkür ederim.» «Oğlum sana etrafı gezdirdi değil mi?» «Evet, efendim. Kızıl... yani...» «Hayır, hayır. Sen onu yine Kızıl diye çağır. Ben de öyle yapıyorum. Şimdi bana söyle bakalım. Siz ikiniz ne işler karıştırıyorsunuz?» İnce bakışlarını ondan kaçırdı. «Şey... etrafı araştırıyoruz, efendim.» Sanayici, astronoma döndü. «Gördünüz mü? Gençlere özgü merak ve macera ateşi. Irkımız henüz bunları kaybetmedi.» İnce, «Efendim?» diye mırıldandı. «Evet, delikanlı?» Çocuk ancak bir süre sonra ne istediğini açıklayabildi. «Kızıl beni yiyecek güzel bir şeyler almam için gönderdi. Ama ben onun tam olarak ne demek istediğini bilmiyorum. Bunu Kızıl'a açıkça sormak da istemedim.» «Neden aşçıya sormuyorsun?» «Ah, bizim için istemedim, efendim. Hayvanlar için yiyecek gerekiyor.» «Hayvanlar için mi?» «Evet, efendim. Hayvanlar ne yer?» Astronom söze karıştı. «Korkarım oğlum kentte büyüdü.» Sanayici, «Eh,» dedi. «Bu kötü bir şey değil. Beslemek istediğiniz nasıl bir hayvan, delikanlı?» «Küçük bir şey, efendim.» «Öyleyse ona yaprak ve ot verin. Onları yemezse belki fındık, ceviz ya da böğürtlen gibi şeyler işe yarayabilir.» «Teşekkür ederim, efendim.» İnce odadan fırladı, ama kapıyı arkasından sessizce kapattı. Astronom, «Acaba bir hayvanı canlı canlı tuzağa mı düşürdüler?» diye sordu. Endişelendiği belliydi. «Bu çok görülen bir şey. Topraklarımda hayvanların vurularak öldürülmelerine izin vermem. Zaten burada vahşi hayvanlar da yok. Kemiriciler ve küçük yaratıklar. Kızıl eve her zaman şu ya da bu tür bir hayvan getirir. Evcilleştirmek için. Ama hevesi çabuk geçiyor.» Sanayici duvardaki saate baktı. «Dostlarınız şimdiye kadar gelmiş olmalıydılar. Öğle değil mi?»



Üç Kafesin sallanması durmuştu. Etraf karanlıktı. Kâşif yabancı havadan biraz rahatsızdı. Çorba kadar yoğundu hava. Kesik kesik solumak zorunda kalıyordu. Ama yine de... Dostluğa ihtiyacı olduğu için elini uzattı. Parmakları tüccarın sıcak gövdesine dokundu. Adam hırıltılı hırıltılı soluyor, bazen bütün vücudu sarsılıyordu. Uyuduğu belliydi. Kâşif durakladı, sonra da onu uyandırmamaya karar verdi. Bu işe yaramayacaktı. Tabii kimse onları kurtarmaya gelmeyecekti. İşte sınırsız rekabetin sağlayacağı büyük kazançların cezasıydı bu. Tüccar yeni bir gezegen bulursa bu dünyanın ticareti on yıl boyunca onun tekelinde olacaktı. Belki bundan yalnızca kendisi yararlanacaktı, belki de yeni gelenlere gerekli şeyleri fahiş fiyatla kiralayacaktı. Bu daha akla yakındı. Böyle bir kazanç umuduyla gezegenler gizlice araştırılıyordu. Özellikle bilinen ticaret yollarından uzakta olanlar. Bu nedenle şimdiki gibi bir olayda başka bir geminin onların alanına girmesi olasılığı çok azdı ya da hiç yoktu. Böyle bir rastlantı olamazdı. Kendi gemilerinde de olsalardı... Yani bu... bu kafeste değil de orada olsalardı yine de bir kurtarıcının gelmesini bekleyemezlerdi. Kâşif kafesin kalın çubuklarını kavradı. Aslında bu çubukları eritebilirlerdi. Ama çok yüksekte oldukları için yere arayamazlardı. Durum çok kötüydü. Araştırma gemisiyle gezegene daha önce iki kez inmiş, yerlilerle temas kurmuşlardı. Onlar biçimsiz ve dev gibi yaratıklardı. Ama saldırgan değillerdi. Uysaldılar. Bir zamanlar ileri bir teknolojiye sahip oldukları da anlaşılıyordu. Ama bu tür bir teknolojinin vereceği sonuçları hesaba katmamışlardı. Aslında burası harika bir pazar olabilirdi. Ve dünya çok büyüktü. Özellikle tüccar çok şaşırmıştı. Gezegenin çevre hesabını biliyordu. Ama iki ışık saniyesi uzaklıktalarken vizi-ekranın önünde durmuş ve «inanılacak gibi değil!» diye mırıldanmıştı. Kâşif, «Bundan daha büyük dünyalar var,,» demişti. Bir kâşifin hiçbir şeyden kolay kolay etkilenmemesi gerekirdi. «Onlarda canlılar var mıydı?» «Şey, hayır?» «Ah, senin vatanın olan o gezegeni şu büyük okyanusa atabilirsin.» Kâşif gülmüştü. Onun vatanı Arctrus güneşinin gezegenlerinden biriydi. O gezegenlerin çoğundan da küçüktü. Tüccar da bunu kastediyordu. «O kadar da değil,» demişti. «Buradaki canlılar da dünyalarına oranla oldukça iriler, öyle mi?» Tüccarın bu durumdan eskisi kadar hoşlanmadığı anlaşılıyordu. «Boylan hemen hemen bizimkinin on katı.» «Onların dost olduklarından emin misin?» «Bunu söylemek zor. Yabancı zeki türler arasındaki dostluklar konusunda hiçbir tahminde bulunulamaz. Ama onlar bana tehlikeli değillermiş gibi geliyor. Atom savaşlarından sonra dengelerini bulamayan başka gruplarla da karşılaştık. Sonuçları biliyorsun. İçine kapanma. Gerileme. Ağır ağır yozlaşma ve gitgide artan bir yumuşaklık.» «O canlılar böyle ejderhalar olsalar bile mi?» «Prensip her zaman aynıdır.» Kâşif tam o sırada motorların gürültüsünü fark etmiş ve kaşlarını çatarak, «Biraz hızlı iniyoruz,» demişti. Birkaç saat önce gezegene inmenin yaratabileceği tehlikeler konusunda tahminler yürütmüşlerdi. Gezegen bir oksijen-su dünyası için çok büyüktü. Tabii canlıların yaşayamayacağı hidrojen-amonyak



gezegenleri büyüklüğünde değildi. Düşük yoğunluğu yüzey yer çekimini normale yakın bir derecede tutuyordu. Dünyadan uzaklaşırken yer çekiminin gücü azalıyordu. Kısacası, gezegenin yer çekimi potansiyeli yüksekti. Geminin hesap makinesi ise sıradan bir aygıttı. Ve o potansiyel uzaklıkta yere iniş eğrisini hesaplaması imkânsızdı. Bu nedenle pilotun gemiyi elle yönetmesi gerekiyordu. Gemiye daha güçlü bir model koymaları akıllıca olurdu. Ama bunun için uygarlığın sınırındaki bir yere gitmeleri gerekecekti. Bu yüzden zaman kaybedeceklerdi... hatta belki de sırları da öğrenilecekti. Tüccar şimdi kendini savunma gereğini duyuyordu. Kâşife öfkeyle, «Sence pilot işini bilmiyor mu?» diye sordu. «Seni daha öne gezegene iki defa sağ salim indirdi.» Kâşif, evet, diye düşündü. Küçük araştırma gemisiyle. Manevra yapılması olanaksız bu hantal şileple değil. Ama sesini çıkarmadı. Gözlerini vizi-ekrandan ayırmıyordu. Fazla hızlı iniyorlardı. Bunun kuşku götürecek yanı yoktu. Çok hızlı. Tüccar aksi aksi, «Neden susuyorsun?» dedi. «Eh, madem konuşmamı istiyorsun o halde söyleyeyim: Uçucunu bağla. Ve fırlatıcıyı hazırlamama yardım et.» Pilot gerçekten soylu bir mücadele verdi. Bu mesleğe yeni girmiş biri değildi. Atmosfer bu dünyanın yer çekimi yüzünden anormal denecek kadar yüksek ve yoğundu. Hava gemiyi sarsarak etrafında tutuştu. Ama son ana kadar pilotun bütün bunlara rağmen gemiyi yine de kontrol altına alabileceğine inandılar. Hatta pilot çizilen rotayı bile izledi. Hedefleri olan kuzey kıtasına doğru çizilen tahmini hattın üzerinden ilerledi. Biraz daha şansı olsaydı, başka koşullarda bu hikâye tekrar tekrar anlatılırdı. Kötü koşulların kahramanca ve ustalıkla tersine çevrilmesiyle ilgili bir serüven sayılırdı. Ama pilot tam zafere yaklaştığı sırada bitkin vücudu ve yorgun sinirleri yüzünden bir kontrol kolunu biraz fazla indirdi. Hemen hemen düzelmiş olan geminin burnu tekrar yere doğru eğildi. Son hatayı düzeltecek zaman yoktu. Sadece bir buçuk kilometre kalmıştı. Pilot inişi sağlamak için yerinde kaldı. Tek isteği çarpmanın şiddetini azaltmak ve geminin yine uzaya açılabilecek durumda kalmasını sağlamaktı. Pilot kazadan sağ çıkamadı. Çok yoğun atmosferde gemi sarsılırken ancak birkaç fırlatıcı çalıştırabilecekti. Onlardan ancak biri tam zamanında harekete geçebildi. Kâşif daha sonra kendine gelerek ayağa kalktığında kendisi ve tüccar dışında hepsinin öldüğünü düşündü. Belki bu konuda da yanılıyordu. Uçucusu yere inmeden yandığı için kâşif yere düştüğü zaman kendinden geçmişti. Belki tüccarın şansı ona bu kadar bile yardım etmemişti. Kâşifin etrafında ipe benzer kalın saplı otlardan oluşan bir dünya vardı. Uzaklardaysa ağaçlar görülüyor, kâşife doğduğu Arcturus gezegenindeki ağaçları anımsatıyordu. Ama buradakilerin alt dalları bile normal bir ağacın tepesinden daha yüksekti. Kâşif seslendi. Sesi yoğun havada çok kalın çıkıyordu. Ve tüccar da ona cevap verdi. Kâşif kendisine engel olan kaba saplı otları iterek ona doğru gitti. «Yaralı mısın?» diye sordu. Tüccar yüzünü buruşturdu. «Galiba bir yerimi burktum. Yürürken canım çok acıyor.» Kâşif onu şöyle bir muayene etti. «Kırık olduğunu sanmıyorum. Canın acısa da yürümen gerekiyor.» «Önce dinlenemez miyiz?» «Gemiyi bulmamız şart. Onarılıp uzaya açılabilecek durumdaysa o zaman yaşayabiliriz. Yoksa hayatta kalmamız olanaksız.» «Birkaç dakika dinlenelim. Doğru dürüst soluk alabilinceye kadar.» Kâşif de birkaç dakika dinlenmek istiyordu. Tüccarın gözleri kapanmıştı bile, O da gözlerini yumdu. Sonra gürültüler duydu ve hemen gözlerini açtı. Kendi kendine boş yere, yabancı bir gezegende uyunmaması gerekir, dedi.



Tüccar da uyanmıştı. Dehşetle, boğuk boğuk bağırıyordu. Kâşif ona, «O sadece bu gezegenin yerlisi,» diye seslendi. «Sana zarar vermez.» Ama daha bu sözleri söylerken dev hızla eğildi. Bir dakika sonra onun elindeydiler. O korkunç iğrenç suratına doğru yaklaşıyorlardı. Tüccar şiddetle çırpındı. Ama tabii bu da boşunaydı. Sonra, «Onunla konuşamaz mısın?» diye bağırdı. Kâşif sadece başını salladı. «Ona vericiyle erişemem. Bizi dinlemiyor ki.» «Öyleyse onu öldür. Hemen öldür.» «Bunu yapamayız.» Kâşif az kalsın bu cümlenin sonuna, «aptal» sözcüğünü ekliyordu. Sonra kontrolünü kaybetmemek için çabalamaya başladı. Ejderha hızla ilerlerken havada uçuyorlardı sanki. Tüccar, «Neden?» diye haykırdı. «Yakıcına erişebilirsin. Onu kolaylıkla görebiliyorum. Yere düşmekten korkma.» «Olay bundan daha basit. Bu ejderhayı öldürürsek bu gezegenle hiçbir zaman ticaret yapamazsın. Hatta buradan ayrılamazsın bile. Belki aksamada çıkmazsın.» «Neden? Neden?» «Çünkü bizi yakalayan yaratık bu türün yavrusu. Bir tüccar bir yerlinin yavrusunu kazara öldürdüğü zaman bile neler olduğunu bilmen gerekir. Ayrıca... inmemiz için seçilen yer buysa o zaman güçlü bir yerlinin topraklarındayız demektir. Hatta belki bu ejderha da onun yavrusu.» İşte böylece sonunda şimdi bulundukları hapishaneye kapatıldılar. Kafesin üzerindeki kalın ve sert örtünün bir yerini dikkatle yaktılar. Ve o zaman kafesin asılı olduğu yerden aşağıya atladıkları takdirde öleceklerini anladılar. Şimdi de kafes birdenbire sarsılarak yukarıya doğru bir kavis çizdi. Tüccar yana doğru yuvarlanıp şaşkın şaşkın uyandı. Örtü kaldırılınca içeriye ışık doldu. Daha önce de olduğu gibi iki yavru gelmişti. Kâşif, aslında yetişkinlerden pek farklı değiller, diye düşündü. Ama tabii onlardan çok daha küçükler. Kafesin çubuklarının arasına bir tutam, saz gibi ot sıkıştırıldı. Bitkilerin kokusu fena değildi, ama uçlarında toprak topakları vardı. Tüccar uzaklaşarak boğuk bir sesle, «Ne yapıyorlar?» diye sordu. Kâşif, «Bizi beslemeye çalışıyorlar sanırım,» diye cevap verdi. «Bunlar bu gezegene özgü otlar olmalılar.» Kafesin örtüsü tekrar örtüldü. İki yolcu yine sallanmaya başladılar. Yiyecekleriyle birlikte.



Dört İnce ayak seslerini duyunca irkildi. Ama gelenin Kızıl olduğunu anlayınca da sevindi. «Etrafta hiç kimse yok,» dedi. «Tabii hep tetikteydim.» Kızıl, «Hişşş...» diye fısıldadı. «Dinle. Şunu alıp kafese at Benim hemen eve dönmem gerekiyor.» İnce istemeye istemeye uzandı. «Bu da nedir?» «Kıyma! Sen ömründe hiç kıyma görmedin mi? Seni eve gönderdiğim zaman et getirmeliydin, o berbat otları değil.» İnce alındı. «Onların ot yemediklerini nereden bilecektim? Ayrıca kıyma böyle açıkta gelmez. Selofana sarılı olur. Rengi de böyle değildir.» «Tabii kentte öyledir. Biz burada kendi etimizi kıyarız. Rengi de pişinceye kadar böyledir.» «Yani bu kıyma çiğ mi şimdi?» İnce tiksintiyle geriledi. Kızıl öfkeyle, «Sen hayvanların pişmiş et yediklerini mi sanıyorsun,» dedi. «Haydi, al şu kıymayı! Seni ısırmaz, korkma. Sana fazla zamanım olmadığını söyledim.» «Neden? Evde ne var ki?» «Bilmiyorum. Benim babamla seninki etrafta dolaşıyorlar. Belki de beni arıyorlar. Belki de aşçı onlara kıymayı aldığımı söyledi. Ne olursa olsun, onların peşimden buraya gelmelerini istemeyiz.» «Eti almadan önce aşçıyla konuşmadın mı?» «Kiminle? O adi yaratıkla mı? Belki bana biraz su verirdi. O da babamdan korktuğu için. Haydi. Al şunu.» İnce kıymayı aldı. Ama ete dokununca tiksintiyle irkildi. Ahıra döndü. Kızıl da geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Babasıyla konuğu yaklaşırken Kızıl yavaşladı. Sakin bir tavır takınmak için birkaç kez derin derin soluk aldı. Sonra da kayıtsızca onların yanından geçti. Babasıyla konuğun ahıra doğru gittiklerinin farkındaydı. Ama tam hedefin orası olmadığı belliydi. Çocuk, «Merhaba, baba,» dedi. «Merhaba, efendim.» Sanayici, «Bir dakika Kızıl,» diye seslendi. «Sana bir şey sormak istiyorum.» Kızıl ifadesiz bir suratla babasına baktı. «Evet, baba?» «Annen bana bu sabah erkenden dışarı çıktığını söyledi.» «O kadar erken değildi, baba. Kahvaltıdan biraz önceydi.» «Annen, buna gece uyanmanın neden olduğunu söylemişsin.» Kızıl cevap vermeden önce bir an düşündü. Anneme gerçekten böyle söyledim mi? Sonra, «Evet, efendim,» dedi. «Uyanmana ne sebep oldu?» Kızıl bu sorudan kuşkulanmadı. «Bilmiyorum, baba. Sanki gök gürültüsüne benziyordu. Biraz. Ya da bir çarpışmadan çıkan sese.» Sanayici konuğuna baktı. «Belki tepelere doğru gitmemiz iyi olur.» Astronom, «Ben hazırım,» dedi. Kızıl uzaklaşırken arkalarından baktı. Sonra döndü. İnce bir çitin dikenlerinin arasından ihtiyatla bakıyordu. Kızıl ona el salladı. «Haydi gel.» İnce çitin arkasından çıkarak arkadaşına yaklaştı. «Et konusunda bir şey söylediler mi?» «Hayır. Ondan haberleri yok sanırım. Tepeye gittiler.» «Neden?» «Ne bileyim? Bana duyduğum gürültüyü sorup durdular. Söyle, hayvanlar eti yediler mi?»



İnce, «Şey,» dedi. «Ete baktılar. Ya da onu kokladılar. İşte öyle bir şey.» Kızıl, «İyi,» diye cevap verdi. «Herhalde eti yiyecekler. Ah, bir şeyler yemeleri şart! Gel, tepeye doğru gidelim. Bakalım senin babanla benimki ne yapıyorlar.» «Hayvanlar ne olacak?» «Onlar güvende. Her dakika hayvanların başında bekleyemezsin ki. Onlara su verdin mi?» «Tabii. Suyu içtiler.» «Ah, bak gördün mü? Haydi gel. Hayvanlara öğle yemeğinden sonra bakarız. Onlara meyve götürürüz. Her canlı meyve yer.» İki çocuk koşarak yamacı tırmandılar. Kızıl her zamanki gibi öndeydi.



Beş Astronom, «O gürültüye yere inen gemileri mi neden oldu dersiniz?» diye sordu. «Sizce böyle olamaz mı?» «Eğer gemi yere çarptıysa hepsi ölmüş olabilirler.» «Belki de ölmemişlerdir.» Sanayici kaşlarını çattı. «Yere indilerse ve hâlâ yaşıyorlarsa... şimdi neredeler?» «Bunu bir süre düşünün.» Sanayicinin kaşları hâlâ çatıktı. Astronom, «Ne demek istediğinizi anlayamadım,» dedi. «Onlar dost olmayabilirler.» «Ah, hayır! Ben onlarla konuştum. Onlar...» «Onlarla konuştunuz. Belki de bu bir keşif gezisiydi. Şimdi bunu ne izleyecek? Gezegenin işgali mi?» «Ama onların bir tek gemisi var, efendim.» «Size öyle söylediler. Belki de bir filoları var.» «Size onların boylarından söz ettim...» «Bizimkilerden daha üstün el silahları varsa ufak tefek olmalarının önemi yok.» «Ben bunu kastetmedim.» Sanayici, «Daha başlangıçtan beri bu konuyu da düşünüyordum,» diye konuşmasını sürdürdü. «İşte bu nedenle sizin mektubunuzu aldıktan sonra onlarla görüşmeye razı oldum. Olağandışı bir alışveriş için değil, onların gerçek maksatlarını anlamak için. Ama onların toplantıdan kaçacakları aklıma gelmemişti.» İçini çekerek ekledi. «Neyse... Suç bizde değil. Ama bir tek bakımdan haklısınız. Dünyamız çok uzun bir süreden beri barış içinde yaşıyor. O sağlıklı kuşkuyu kaybettik.» Astronomun yumuşak sesi birdenbire garip bir biçimde yükseldi. «Şimdi de ben konuşacağım! Onların düşman olduklarını düşünmek için hiçbir neden yok. Evet, ufak tefekler. Ama bu sadece doğdukları dünyaların küçük olması gerçeğini yansıtıyor. Bizim dünyamızın yer çekimi onlara göre normal. Ancak çok daha yüksek yer çekimi potansiyeli yüzünden atmosferimiz onlar için çok yoğun. Yani burada uzun süre rahatça yaşamaları imkânsız. Aynı nedenle bu dünyayı bazı malların alışverişi dışında, yıldızlar arası yolculuk için bir üs olarak kullanmaları ekonomik değil. Ayrıca topraklardaki temel farklılıklar yüzünden yaşam kimyasında da farklar var. Onların bizim yiyeceklerimizi yemeleri olanaksız. Bizim de onlarınkini.» «Ama bütün bu engeller herhalde aşılabilir. Kendi yiyeceklerini getirir, hava basıncı düşük kubbeli istasyonlar yaparlar. Özel gemiler de.» «Evet, bunları yapabilirler. Bir ırkın gençlik çağında çok kolay olan büyük başarılardan ne kadar rahatça söz ediyorsunuz! Aslında bunların hiçbirini yapmalarına gerek yok. Galakside bu ırka uygun milyonlarca dünya var. Onlar için hiç de uymayan bu gezegene gereksinimleri yok.» «Nereden biliyorsunuz? Bütün bunları da size yine onlar açıkladılar, değil mi?» . «Ben ayrıca bu bilgiyi kontrol etmeyi başardım. Ne de olsa astronomum.» «Bu doğru. O halde böyle yürürken bana düşüncelerinizi açıklayın.» «Öyleyse, efendim, şunu düşünün: Bizim astronomlarımız uzun bir süre iki tür gezegen ve canlı olduğuna inandılar. Bir... yıldız çekirdeklerinden yeterince uzakta oluşan ve hidrojeni yakalayacak kadar soğuyan gezegenler. Bunlar hidrojen, amonyak ve metan bakımından zengin olan büyük gezegenler. Bizim dış gezegenlerimiz bunlara örnek olarak gösterilebilir. İki... yıldız merkezinin çok yakınında oluşan ve yüksek ısı yüzünden fazla hidrojen yakalayamayan gezegenler. Bu gezegenler daha küçük ve oksijen bakımından daha zengin. Bu türü çok iyi biliyoruz. Çünkü biz de böyle bir



gezegende yaşıyoruz. Ancak bütün ayrıntılarını bildiğimiz tek güneş sistemi bizimki. Ve bu nedenle sadece iki tip gezegen olduğunu düşünmek bize mantıklı geliyordu.» «Yani bir üçüncü grup daha mı var?» «Evet. Çok yoğun gezegenler. Bunlar daha da küçük. Ve hidrojen bakımından güneş sistemindeki iç gezegenlerden daha da fakirler. Bütün galakside hidrojen-amonyak gezegenleriyle onlarınki gibi suoksijen dünyalarının oranı üçe bir. Yani onların bulup sömürgeleştirebilecekleri birkaç milyon fazla yoğun dünya var. Galakside önemli örnekleri incelediklerini de unutmayın. Bizim böyle bir şeyi başarmamız imkânsız. Çünkü yıldızlar arasında yolculuk yapamıyoruz.» Sanayici mavi gökyüzüne ve aralarından geçtikleri yemyeşil taçlı ağaçlara baktı. «Ve bizimki gibi dünyalar?» Astronom, «istedikleri türde gezegenler buldukları ilk güneş sistemi bizimki,» diye açıkladı. «Anlaşılan bizim sistemimiz olağanüstü bir biçimde gelişmiş. Bilinen kurallara da uymuyormuş.» Sanayici bu sözleri düşündü. «Yani uzaydan gelen bu yaratıklar asteroidlerde yaşıyorlar.» «Hayır, hayır. Astereoidler de başka konu. Bana sekiz yıldır sisteminden ancak birinde oluştuklarını söylediler. Ama o gök cisimleri sözünü ettiğimiz gezegenlerden tümüyle farklı.» «Astronom olmanız, hâlâ desteklenmeyen açıklamaları tekrarlamanız gerçeğini nasıl değiştiriyor?» «Ama onlar sadece bazı bilgiler vermekle yetinmediler. Bana yıldızların oluşumuyla ilgili bir kuramı da açıkladılar. Ve ben bunu kabul etmek zorunda kaldım. Bu kuram, bizim kendi astronomlarımızın geliştirdikleri her teoriden hemen hemen daha geçerli. Tabii savaştan önce bazı kuramlar geliştirilmiş olabilir, o da başka. Yalnız şuna işaret etmeliyim: Onların teorileri matematik yoluyla geliştirilmiş ve böyle bir galaksinin olabileceği formüllerle açıklanmış. Gördüğünüz gibi, onların istedikleri kadar dünya var. Dünyaya aç değiller. Özellikle bizim topraklarımızı da istedikleri yok.» «Mantık öyle olması gerektiğini söylüyor. Tabii anlattıklarınız doğruysa. Bazı yaratıklar zeki olabilirler, ama bu, aynı zamanda mantıklı oldukları anlamına gelmez. Atalarımız zekiymişler, ama mantıklı olmadıkları kesin. O müthiş uygarlıklarının önemli bir bölümünü tarihçilerimizin kesinlikle bilemedikleri nedenler yüzünden atom savaşlarıyla ortadan kaldırmaları mantıklı bir şey miydi?» Sanayici bir an bu acı gerçeği düşündü. «İlk atom bombasını Doğu Güneş Adalarına atmışlar. O adaların eski adını unuttum. Ve o atomu atar atmaz da sonuç belli olmuş. Bir tek sonuç. Ama yine de olayların o yönde gelişmesine izin vermişler.» Sonra başını kaldırarak aceleyle sordu. «E, neredeyiz? Acaba buraya kadar boşuna mı geldik?» Astronom biraz öndeydi. Boğuk bir sesle, «Boşuna gelmedik, efendim,» dedi. «Şuraya bakın.»



Altı Kızıl'la İnce babalarını çocuklara özgü o ustalıkla izlediler. Onların dalgınlık ve endişeleri de çocuklara yardımcı oldu. Sanayiciyle astronomun aradıkları şey çocukların arkasına saklandıkları çalılar yüzünden iyice gözükmüyordu. Kızıl, «Vay vay vay,» dedi. «Şuna bak. Parlak gümüşten ya da öyle bir şeyden yapılmış.» Ama asıl İnce çok heyecanlıydı. Arkadaşını sıkıca tuttu. «Ben onun ne olduğunu biliyorum. Bir uzay gemisi o. Babam bu yüzden buraya geldi. O bu dünyanın en büyük astronomlarından biridir. Tabii baban da topraklarına bir uzay gemisi indiği için onu çağırdı.» «Sen neden söz ediyorsun? Babamın orada öyle bir şey olduğundan haberi bile yoktu. Ben gök gürültüsünün bu tepeden geldiğini söylediğim için şimdi burada. Ayrıca uzay gemisi, diye, bir şey de yoktur.» «Tabii var. Şuna baksana. O yuvarlak şeyleri görüyor musun? Onlar kapı. Roket tüpleri de buradan görülebiliyor.» «Bütün bunları nereden biliyorsun?» İnce’nin yüzü kızarmıştı. «Kitaplarda okudum. Babamda uzay gemileriyle ilgili kitaplar var. Savaştan önce'den kalma eski kitaplar.» «Hıh! Bana masal anlattığını şimdi anladım. Savaştan önce'den kalma kitaplarmış!» «O kitaplar babam için gerekli. Üniversitede ders veriyor. Bu onun işi.» İnce'nin sesi yükseliyordu. Kızıl onu çekiştirdi. Öfkeyle, «Sesimizi duymalarını mı istiyorsun?» diye çıkıştı. «İşte oradaki bir uzay gemisi!» «Buraya bak, İnce, yani başka bir dünyadan gelmiş bir gemi mi?» «Öyle olması gerekir. Babama bak, geminin etrafında dönenip duruyor. Başka bir şey olsaydı babam bu kadar ilgilenmezdi.» «Başka dünyalar! Bu başka dünyalar nerede?» «Her tarafta. Gezegenlere ne diyorsun? Onlardan bazıları bizimki gibi birer dünya. Ve başka yıldızların da gezegenleri var sanırım. Milyarlarca milyarlarca gezegen!» Kızıl, İnce'nin kendisine üstün geldiğini düşünüyordu. «Sen çıldırmışsın!» diye homurdandı. «Tamam! Sana göstereceğim!» «Hey! Nereye gidiyorsun?» «Aşağıya! Babama soracağım. Söylediklerimi onaylarsa artık ona inanırsın. Bir astronomi profesörünün...» İnce ayağa kalktı. Kızıl, «Hey,» dedi. «Bizi görmeleri iyi olmaz. Buraya gelmememiz gerekiyordu. Onların bize sorular sormalarını ve sonunda da o hayvanları öğrenmelerini mi istiyorsun?» «Bana vız gelir. Bana çıldırdığımı söyledin.» «Kalleş. Bana o hayvanlardan kimseye bahsetmeyeceğine söz verdin.» «Kimseye bir şey söyleyecek değilim. Ama bu işi kendiliklerinden öğrenirlerse, suçlu sensin. Kavgayı sen başlattın, bana da deli olduğumu söyledin.» «Sözlerimi geri alıyorum.» «Alsan iyi olur.» İnce bir bakıma düş kırıklığına uğramıştı. Uzay gemisini yakından görmek istiyordu. Ama Kızıl'ın sırrını saklayacağına söz vermişti. Bundan dönemezdi. Üstelik artık hakarete uğradığını da iddia edemezdi. Kızıl, «Bir uzay gemisi için çok küçük,» dedi.



«Tabii. Bir keşif gemisi olmalı.» «Babamın o acayip şeyin içine giremeyeceğinden eminim.» İnce de bunun farkındaydı. Bu yüzden arkadaşına cevap vermedi. Kızıl sıkılmış gibi bir tavırla ayağa kalktı. «Eh, artık gitsek iyi olur. Yapacak işimiz var. Bütün gün burada durup biçimsiz bir uzay gemisine ya da o acayip nesne neyse ona bakamam. Sirke katılacaksak o hayvanlara bakmamız gerekir. Sirkte çalışanların uydukları ilk kural budur. Hayvanlarına özen göstermeleri gerekir. Ve...» Sözlerini kendinden emin bir tavırla tamamladı. «...Ben de zaten bunu yapmak niyetindeyim.» İnce, «Neden Kızıl?» diye sordu. «Onlara bol et verdik. Şimdi bizimkileri seyredelim.» «Seyretmek eğlenceli olmuyor ki! Zaten babamla seninki de artık gidiyorlar. Öğle yemeği zamanı geldi.» Kızıl tartışmaya hazırlandı. «Beni dinle, İnce. Kuşku uyandıracak biçimde davranamayız. Yoksa ne olduğunu öğrenmeye kalkışırlar. Ah, sen hiç dedektif romanı okumaz mısın? Önemli bir işe girişip de yakalanmak istemezsen her zamanki gibi davranırsın. O zaman hiçbir şeyden şüphelenmezler. İlk yasa budur...» «Aman tamam.» İnce öfkeyle ayağa kalktı. O anda sirk ona harika astronominin yerini alamayacak kadar bayağı ve zevksiz geliyor, Kızıl'ın o aptalca planına neden katıldım sanki, diye düşünüyordu. Yamaçtan indiler. İnce yine arkadaydı.



Yedi Sanayici, «Beni etkileyen işçilik,» dedi. «Hiç öyle bir yapı görmedim.» Astronom acı acı, «Bunun artık ne yararı var?» diye sordu. «Geride hiçbir şey kalmadı. Gezegene ikinci kez inmeyecekler. Bu gemi gezegenimizde hayat olduğunu bir rastlantı sonucu öğrendi. Keşfe çıkan diğer gruplar güneş sistemimizde süperyoğun dünyalar olup olmadığını öğrenmek için biraz yaklaşacaklar, hepsi o kadar.» «İnişte kaza olduğu kesin.» «Gemi pek de zarar görmüşe benzemiyor. İçlerinden bir kişi kurtulabilseydi, belki gemi onarılabilirdi...» «Kurtulmuş olsalardı bile yine de ticaret yapılamazdı. Onlar bizden fazla farklılar. Yabancıları görünce rahatsız olmamak imkânsız. Her neyse... bu iş artık sona erdi.» Eve girdiler. Sanayici karısına, «Yemek hazır mı, hayatım?» diye sordu. «Korkarım hazır değil. Anlayacağın...» Kadın kararsızca astronoma baktı. Sanayici meraklandı. «Bir terslik mi var? Neden bana açıklamıyorsun? Konuğumuzun aileyi ilgilendiren bir sorunu konuşmamıza sanırım bir itirazı yoktur.» Astronom, «Lütfen,» diye mırıldandı. «Siz bana aldırmayın.» Üzgün üzgün odanın diğer tarafına gitti. Kadın alçak sesle, telaşlı telaşlı, «Hayatım, aşçı çok öfkeli,» dedi. «Onu saatlerden beri yatıştırmaya çalışıyorum. Doğrusu, Kızıl'ın neden böyle davrandığını bilemiyorum.» «Ne yapmış?» Sanayici kızmamış, hatta biraz eğlenmiş gibiydi. O ve oğlu, annelerini çocuğa göre çok gülünç olan asıl adını değil de, «Kızıl»ı kullanmaya ikna etmek için aylar boyunca onunla tartışmışlardı. Kadın, «Kızıl kıyılmış etin çoğunu almış,» diye açıkladı. «Onu yemiş mi?» «Ah, yemediğini umarım. Kıyma çiğmiş.» «O halde kıymayı neden alsın?» «Hiçbir fikrim yok. Kızıl'ı kahvaltıdan beri görmedim. Tabii aşçı öfkesinden çıldırıyor. Kızıl'ın mutfak kapısından fırladığını, etin durduğu kâsenin de bomboş olduğunu görmüş. O kıymayı öğle yemeği için pişirecekmiş. Bu nedenle öğle yemeği menüsünü değiştirmek zorunda kalmış. Bu da aşçı kadının çekilmez davranacağını gösteriyor. Artık bir hafta sürer bu hali. Kızılla konuşmalısın, hayatım. Ondan bir daha mutfaktaki yiyeceklere dokunmayacağına söz vermesini istemelisin. Aşçıdan özür dilemesi de iyi olur.» «Ah, yapma canım! Aşçı bizim için çalışıyor. Biz öğle yemeği menüsünün değişmesinden şikâyet etmiyorsak, ona ne demek düşer?» «Çünkü kadın iki misli çalışmak zorunda kaldı. İşi bırakacağından söz ediyor. İyi aşçı bulmak kolay değil. Ondan öncekini hatırlıyor musun?» Etkileyici sözlerdi bunlar. Sanayici dalgın dalgın etrafına bakındı. «Galiba haklısın. Kızıl geldiği zaman onunla konuşurum.» «Konuşmaya başlasan iyi olur. İşte geliyor.» Kızıl içeri girerek neşeyle, «Öğle yemeği zamanı geldi sanırım,» dedi. Kendisine dik dik bakan annesiyle babasına düşünceli tavırla bir göz attı. «Ama İnce üstümü başımı temizlemeliyim.» Diğer kapıya doğru gitti. Sanayici, «Bir dakika,» diye seslendi. «Efendim?»



«Küçük arkadaşın nerede?» Kızıl ilgisizce, «Buralarda bir yerde,» diye cevap verdi. «Onunla etrafta dolaşıyorduk. Sonra bir baktım yanımdan kaybolmuş.» Bu gerçekten doğruydu. Kızıl tehlikesiz bir konuya girildiği için rahatlamıştı. «Ona öğle yemeği zamanı olduğunu söyledim. 'Artık eve dönmeliyiz,' dedim. O da bana, 'Peki,' dedi. Ben de yoluma devam ettim. Tam dereye geldiğim sırada etrafıma bakındım ve...» Astronom görmeyen gözlerle baktığı dergiden başını kaldırarak bu gevezeliği yarıda kesti. «Oğlum için hiç endişelenmeyin. O başının çaresine bakabilir. Oğlumun yüzünden öğle yemeğini de bekletmeyin.» «Öğle yemeği hazır değil ki, doktor.» Sanayici tekrar oğluna döndü. «Öğle yemeğinin gecikmesine gelince... Kullanılacak malzemelere bir şeyler olmuş. Bu konuda söyleyecek bir sözün var mı?» «Efendim?» «Ne demek istediğimi daha açıkça anlatmak hiç hoşuma gitmeyecek. Kıymayı neden aldın?» «Kıymayı mı?» «Kıymayı.» Kızıl, «Şey...» dedi. «Şey:., ben...» Babası onu sıkıştırdı. «Acıkmış mıydın? Canın çiğ kıyma mı yemek istedi?» «Hayır, efendim. Ama et bana gerekliydi.» «Ne için gerekliydi?» Kızıl üzgün üzgün baktı, ama bir şey söylemedi. Astronom tekrar söze karıştı. «Bir şey söylememin sakıncası yok sanırım. Hatırlarsanız oğlum hemen kahvaltıdan sonra buraya gelip hayvanların ne yediklerini sordu.» «Ah, haklısınız! Ne aptalım! Bunu unuttum. Buraya bak, Kızıl. Sen eti evcilleştirdiğin bir hayvan için mi aldın?» Kızıl öfkeyle soludu. «Yani İnce buraya gelip benim bir hayvanım olduğunu mu söyledi? Böyle mi söyledi? Bir hayvanım olduğunu mu?» «Hayır, öyle bir şey söylemedi. Sadece hayvanların ne yediklerini sordu. Hepsi o kadar. Yani arkadaşın sana bu konuda söz verdiyse, bundan dönmedi. Seni ele veren izinsiz bir şey alarak aptallık etmen! Çünkü bu hırsızlıktır. Şimdi... bir hayvanın mı var? Sana açık açık soruyorum.» «Evet, efendim.» Kızıl'ın sesi iyice alçalmış, zorlukla duyuluyordu. «Pekâlâ. Ama onu atman gerekiyor. Anlıyor musun?» Kızıl'ın annesi atıldı. «Yani sen et yiyen bir hayvan mı besliyorsun, oğlum? Hayvan seni ısırabilir. O zaman da kanın zehirlenir.» Kızıl titrek bir sesle, «O hayvanlar küçücük,» diye açıkladı. «Hayvanlar mı? Kaç hayvan var?» «İki.» «Neredeler onlar?» Sanayici karısının koluna dokundu. Sesini alçaltarak, «Artık çocuğu fazla zorlama,» diye fısıldadı. «Onları bırakacağını söylerse bunu yapar. Bu da onun için yeterli ceza olur.» Ve sanayici bu konuyu aklından çıkardı.



Sekiz Yemeğin ortalarında İnce hızla odaya daldı. Bir an utançla durakladı. Sonra da sinir krizi geçiriyormuş gibi, «Kızılla konuşmam gerekiyor,» diye açıkladı. «Ona bir şey söyleyeceğim.» Kızıl korkuyla başını kaldırırken astronom atıldı. «Pek de nazik davranmıyorsun, oğlum. Yemek senin yüzünden gecikti.» «Çok üzgünüm, baba.» Sanayicinin karısı, «Çocuğa kızmayın,» dedi. «İstiyorsa Kızıl'la konuşabilir. Yemek pek aksamadı.» İnce, «Kızıl'la yalnız konuşmam gerekiyor,» diye ısrar etti. Astronom, «Bu kadarı yeter,» dedi. Yabancıların önünde yumuşak bir sesle konuşmuştu, ama kızdığı belliydi. «Yerine geç.» İnce bu emre uydu. Ama ancak biri ona baktığı zaman biraz yemek yedi. Kızıl onun gözlerinin içine bakarak dudaklarını kıpırdattı. «Hayvanlar kaçtı mı?» İnce başını hafifçe salladı. «Hayır,» diye fısıldadı. «Ama...» Astronom ona dik dik bakınca İnce duraksadı. Yemek sona erdiği zaman Kızıl usulca odadan çıktı. İnce'nin de gelmesi için ona başıyla işaret etti. İki çocuk sessizce dereye doğru gittiler. Sonra Kızıl öfkeyle arkadaşına döndü. «Buraya bak! Babama hayvanları beslediğini neden söyledin?» İnce, «Ben öyle bir şey söylemedim,» dedi. «Sadece ona hayvanlara ne yedirildiğini sordum. Zaten, konu başka, Kızıl.» Ama Kızıl'ın şikâyetleri henüz bitmemişti. «Sen nereye kayboldun öyle? Senin de eve geleceğini sanıyordum. Gelmediğin için büyükler sanki suç bendeymiş gibi davrandılar.» «Ama ben sana ne olduğunu anlatmaya çalışıyorum! Bir saniye susup beni dinler misin? Karşındakine hiç fırsat vermiyorsun!» «İyi ya konuş bakalım. Madem anlatacak çok şeyin varmış.» «Anlatmaya çalışıyorum. Ben geri dönüp o uzay gemisine gittim. Bizimkiler artık uzaklaşmışlardı. Geminin nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyordum.» Kızıl somurttu, «O uzay gemisi değil!» Kaybedecek bir şeyi yoktu artık. «Hayır, o bir uzay gemisi. Lombozlardan içeri bakılabiliyordu. Ben de baktım. Onlar ölmüşlerdi.» İnce'nin yüzünde midesi bulanıyormuş gibi bir ifade belirdi. «Onlar ölmüşlerdi.» «Kimler ölmüşlerdi?» İnce bağırdı. «Hayvanlar! Bizimkiler gibi hayvanlar! Ama aslında onlar hayvan değiller,! Kızıl. Başka gezegenlerden gelen insan gibi yaratıklar.» Kızıl durdu. Sanki taş kesilmişti. İnce'ye inanmamak aklından bile geçmedi. Arkadaşının halinden doğruyu söylediği anlaşılıyordu. Sonunda, «Vay vay vay...» diyebildi. «E, şimdi ne yapacağız? Bizimkiler durumu öğrenirlerse ikimizi de iyice pataklarlar.» İnce titriyordu. Kızıl, «Onları bırakalım olsun bitsin,» dedi. «Bizi şikâyet ederler...» «Bizim dilimizi bilmiyorlar ki. Başka bir gezegenden gelmişler ya.» «Hayır, bizim dilimizi konuşabilirler. Babamın anneme bu konuda söylediklerini hatırlıyorum. Babam odada olduğumun farkında değildi. Anneme kafalarıyla konuşan ziyaretçilerden söz ediyordu. Buna telepati mi ne diyorlarmış. Babamın bu hikâyeyi uydurduğunu sandım...» «Demek öyle...» Kızıl başını kaldırdı. «Şimdi beni dinle. Babam onları atmamı istedi. Yabancıları



bir yere gömelim ya da dereye atalım.» «Baban sana böyle yapmanı mı söyledi?» «Babam beni iki hayvan aldığımı itiraf etmeye zorladı. Sonra da, 'Onları at,' dedi. Babamın dediğini yapmak zorundayım. Ne de olsa o benim babam!» İnce panikten biraz kurtulur gibi oldu. Bu son derece mantıklı bir çözüm yoluydu. «Öyleyse bu işi hemen yapalım. Bizimkiler onların ne tür yaratıklar olduğunu öğrenemeden. Eğer durumu anlarlarsa, başımız derde girer.» İki çocuk ahıra doğru koşmaya başladılar. Kafalarında korkunç hayaller beliriyordu.



Dokuz Onlara «insanmışlar» gibi bakıldığında durum değişiyordu. Hayvan olarak ilginçtiler. Ama «insan» olarak korkunç. Daha önce sıradan küçük cisimler gibi görünen gözlerinde şimdi müthiş bir düşmanlık var gibiydi. İnce, «Sesler çıkarıyorlar,» diye fısıldadı. Kızıl, «Galiba konuşuyorlar,» dedi. «Ya da öyle bir şey yapıyorlar.» Durum çok garipti. Daha önce duydukları bu sesleri önemsememişlerdi. Kızıl yabancılara yaklaşmıyordu. İnce de öyle. Örtüyü çekmişler, yaratıklara sadece bakıyorlardı. İnce yabancıların kıymaya dokunmamış olduklarını fark etti. Sonra arkadaşına, «Bir şey yapmayacak mısın?» diye sordu. «Ya sen?» «Onları sen buldun.» «Ama şimdi sıra sende.» «Hayır, hiç de değil. Onları sen buldun. Suç sende. Her şeyden sen sorumlusun. Ben sadece seyrettim.» «Sen bana katıldın, İnce. Bunu bal gibi biliyorsun.» «Bu bana vız gelir. Onları sen buldun. Bizimkiler bizi bulmak için buraya geldikleri zaman onlara bu gerçeği söyleyeceğim.» Kızıl, «Senin için hava hoş,» diye homurdandı. Ama olacaklar ona ilham vermişti. Kafesin kapağına doğru uzandı. İnce, «Dur!» dedi. Kızıl buna dünden razıydı. Ama, «Yine ne var?» diye söylendi. «Yabancılardan birinin üzerinde bir şey var. Demire filan benziyor.» «Hani, nerede?» «Tam şurada. Onu daha önce gördüm, ama yaratığın bir parçası sandım. O bir 'insansa' o zaman yanındaki de ' parçalama tabancası' olabilir.» «O da nesi?» «Ondan savaştan önce çağından kalma kitaplarda söz ediliyor. Uzay gemisi olanlar 'parçalama tabancası' kullanırlarmış. O silahla seni vurduklarında atomlarına ayrılıyorsun.» Kızıl, «Ama şimdiye dek böyle bir şey yapmadılar,» diye anımsattı. Böyle olması korkusunu gidermek için yine de yeterli değildi. «Yapmamış olmaları yapmayacakları anlamına gelmez. Onları şimdi rahatsız edersen seni parçalayacaklardır. Dene de gör. O zaman suçlu sen olursun.» İnce ahırın ilk katına inen dar, döner merdivene doğru gitti. Sonra da tam tepede duraklayarak geriledi. Kızıl'ın annesi burnundan soluyarak merdivenleri çıkmaya başlamıştı. «Kızıl! Kızıl! Yukarıda mısın?» diye bağırıyordu bir yandan. «Haydi, haydi, saklanmaya kalkışma. Hayvanları buraya sakladığını biliyorum. Aşçı elinde etle nereye doğru koştuğunu görmüş.» Kızıl titrek bir sesle, «Merhaba, anne,» diye seslendi. «Şimdi bana o pis hayvanları göster bakalım. Onları hemen atacaksın ve ben de bunu göreceğim!» Her şey sona ermişti! Kızıl cezalandırılacağını bilmesine rağmen yine de sırtından ağır bir yük kalkmış gibi oldu. Hiç olmazsa artık karar vermek ona düşmeyecekti. «Buradalar işte, anne. Yaratıklara zarar vermedim. Ne olduklarını bilmiyordum. Küçük hayvanlara benziyorlardı. Ben de onları beslememe izin vereceğini düşündüm, anne. Eti de almazdım, ama otlarla yaprakları yemediler. Ceviz ve böğürtlen de bulamadık. Aşçı bana hiçbir şey vermiyor. Yoksa



ona sorardım. Etin öğle yemeği için olduğunu bilmiyordum. Ve...» Çocuk dehşet içinde konuşuyor, konuşuyordu. Annesinin onu dinlemediğinin farkında değildi. Donmuş gibi duran kadın yuvalarından uğramış gözlerle kafese bakıyor ve tiz çığlıklar atıyordu.



On Astronom, «Onları sessiz sedasız görmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok,» diyordu. «Olayı ilan etmenin bir yararı olmaz.» Birdenbire çığlıklar etrafta yankılandı. Kadın koşmaktan soluk soluğa kalmıştı. Yanlarına geldiği sırada hâlâ kendisini toplayamamıştı. Kocası onun ne demek istediğini ancak birkaç dakika sonra anlayabildi. Karısı sonunda, «Sana söylüyorum!» diye haykırdı. «Onlar ahırdalar! Ne olduklarını bilmiyorum. Hayır, hayır...» O tarafa doğru gitmek isteyen sanayiciyi durdurdu. «Sakın gitme! Adamlarından birini tabancayla yolla. Sana söylüyorum, şimdiye kadar böyle bir şey hiç görmedim. Küçük, iğrenç hayvanlar! Onları... onları tarif etmem imkânsız. Kızıl'ın onlara dokunduğunu, o iğrenç yaratıkları beslemeye çalıştığını düşünüyorum da! Onları tutuyor, et yediriyordu!» Kızıl, «Ben sadece...» diye başladı. İnce de atıldı. «Ben asla...» Sanayici çabucak, «Siz çocuklar bugün yeterince yaramazlık ettiniz,» dedi. «Haydi! Doğru eve! Bir tek kelime söylemeyin! Bir tek kelime bile! Söyleyecekleriniz beni hiç ilgilendirmiyor. Bu olaydan sonra seninle konuşacağım Kızıl! Söyleyeceklerini dinledikten sonra da seni gerektiği gibi cezalandıracağım.» Karısına döndü. «O hayvanlar ne tür yaratıklar olurlarsa olsunlar, onları öldürmemiz gerekiyor.» Çocuklar onu duyamayacak kadar uzaklaştıkları zaman ekledi. «Haydi, haydi. Çocuklara bir şey olmamış, hayatım. Sonuçta öyle pek kötü bir şey de yapmamışlar. Sadece yeni bir hayvan bulmuşlar.» Astronom zorlukla konuşabildi. «Affedersiniz, efendim, hayvanları görmüşsünüz. Onları tarif edebilir misiniz?» Kadın, «Hayır,» der gibi başını salladı. Konuşacak halde değildi. «Acaba bana onların...» Sanayici özür diler gibi, «Üzgünüm,» dedi. «Ama karımla ilgilenmem gerekiyor. İzninizle.» «Bir dakika. Bir dakika lütfen. Karınız şimdiye dek böyle hayvanlar görmediğini söyledi. Böyle bir çiftlikte eşi bulunmayan hayvanlarla karşılaşmak herhalde normal bir şey değil.» «Çok üzgünüm. Bunu şimdi konuşmayalım.» «Ancak o eşsiz hayvanlar buraya gece uzay gemisiyle inmiş olabilirler.» Sanayici karısından uzaklaştı. «Ne demek istiyorsunuz?» «Bence ahıra gitmemiz iyi olur, efendim.» Sanayici bir an hayretle astronoma baktı. Sonra dönüp o güne dek hiç. yapmadığı bir biçimde koşmaya başladı. Astronom da onu izledi. Geride kalan kadının feryatlarına aldırmadılar.



On Bir Sanayici baktı, baktı; sonra astronoma döndü. Sonra yine gözlerini kafestekilere dikti. «Onlar mı?» Astronom, «Evet, onlar,» dedi. «Herhalde onlar da bizi acayip ve iğrenç buluyorlar.» «Ne söylüyorlar?» «Rahatsız ve yorgun, hatta biraz da hasta olduklarını. Ama ciddi bir zarar görmemişler. Çocuklar onlara iyi davranmışlar.» «İyi mi davranmışlar! Onları yakalayıp kafese kapatmışlar! Ot ve çiğ et yedirmeye kalkmışlar. Bana onlarla nasıl konuşabileceğimi söyleyin.» «Bu biraz zaman alabilir. Onlara bakarak düşünün. Dinlemeye çalışın. O zaman ne söylediklerini anlarsınız. Ama belki de hemen değil.» Sanayici bu yöntemi denedi. Gösterdiği çaba yüzünden suratını buruşturmuştu. Israrla, çocuklar kim olduğunuzu bilmiyorlardı, diye düşünüyordu. Az sonra kafasında bir düşünce belirdi. Biz bunun farkındaydık. Olaya bakış açılarını biliyorduk. Bize iyi niyetle davrandıklarını anlamıştık. Bu nedenle onlara saldırmaya kalkmadık. Sanayici, saldırmak mı, diye düşündü. Yoğun bir çaba harcadığı için bu sözleri yüksek sesle de söyledi. Yabancılar, «Ah, evet,» diye karşılık verdiler. «Silahlarımız var.» Kafesin içindeki mide bulandırıcı küçük yaratıklardan biri madeni bir cismi yukarı kaldırdı. Kafesin tepesinde birdenbire bir delik açıldı. Ahırın damında da. İki deliğin etrafını yanmış tahta çevreliyordu. Yaratık, bu deliklerin kolaylıkla kapatılabileceğini umuyoruz, diye düşündü. Sanayici düşüncelerini yaratıkların kafalarına gönderecek halde değildi. Astronoma döndü. «Böyle silahları olmasına rağmen çocukların onları yakalamasına ve kafese kapatmasına izin vermişler. Doğrusu bunu anlayamıyorum.» Ama kafasında sanki bir düşünce belirdi. Biz zeki bir türün yavrularına zarar veremeyiz.



On İki Ortalık kararmıştı. Sanayici akşam yemeğini kaçırmıştı, ama bunun farkında bile değildi. Astronoma, «Gemi gerçekten havalanabilecek mi?» diye sordu. O da, «Öyle söylediklerine göre,» dedi. «Gemi gerçekten havalanacak. Bundan eminim. Onların çok geçmeden geri döneceklerini umarım.» Sanayici heyecanla bağırdı. «Döndükleri zaman ben de anlaşmaya göre elimden geleni yapacağım. Bundan başka, dünyanın onları kabul etmesi için tüm gücümle çalışacağım. Ben çok yanılmışım, doktor. O kadar eziyet edilmelerine rağmen çocuklara zarar vermekten kaçınan yaratıklara sadece hayranlık duyulur. Ama biliyor musunuz... bunu söylemek pek hoşuma gitmeyecek ama...» «Neyi söylemek?» «Çocuklar. Sizinki ve benimki. Onlarla neredeyse gururlanacağım. Düşünün: Bu yaratıkları yakaladılar. Onları beslediler ya da beslemeye çalıştılar. Yaratıkları bizden gizlediler. Ne şaşılacak şey değil mi? Ne cüret! Kızıl bana bu yaratıklardan yararlanarak bir sirke katılmayı planladığını söyledi. Bir düşünün!» Astronom, «Çocuklar!» dedi.



On Üç Tüccar, «Ne zaman havalanacağız?» diye sordu. Kâşif, «Yarım saat sonra,» dedi. Dönüş yolculuğunda çok yalnız olacaklardı. Geminin on yedi kişilik mürettebatı ölmüştü. Külleri yabancı bir gezegende bırakılacaktı. Kâşifle tüccar hasar görmüş bir gemiyle gideceklerdi. Bütün sorumluluk da kâşifin olacaktı. Tüccar, «Yavrulara zarar vermememiz iyi oldu,» dedi. «İş açısından ustaca bir davranıştı. İyi şartlarla anlaşma yapacağız. Çok iyi şartlarla.» Kâşif, hep iş, diye düşündü. Tüccar ekledi. «Bizi geçirmek için sıraya dizildiler. Hepsi de. Gemiye çok yakın olmasınlar? Oyunun bu evresinde onları roketlerle yakmak çok kötü olur.» «Onlar güvendeler.» «Görünüşleri çok korkunç değil mi?» «Ama içleri iyi. Düşünceleri de çok dostça.» «İnsan buna inanamıyor. O olgun olmayan yaratık, şu bizi ilk yakalayan...» «Onu Kızıl diye çağırıyorlar.» «Bir canavar için garip bir ad. Bana çok komik geliyor. Ama gideceğimiz için çok üzgün. Bunun nedenini pek anlayamıyorum. Sezebildiğim kadarıyla, kaçırılan bir fırsatla ilgili bu hali. Kaçırılan bir fırsat ve bir tür organizasyonla.» Kâşif kısaca, «Bir sirkle,» dedi. «Ne? A, küstah canavarın düşündüğü şeye bak!» «Neden olmasın? Sen onu kendi dünyanda dolaşırken görseydin ne yapardın? Ya da kırda uyurken yakalasaydın? O da kırmızı dokunaçları, altı bacağı ve ayaklarıyla uyurken?»



On Dört Kızıl uzay gemisinin havalanmasını seyretti. Ona Kızıl adının takılmasına neden olan dokunaçları son ana kadar kaçırdığı fırsat yüzünden titreştiler. Sonra onların uçlarındaki gözler kayan sarımsı kristallerle doldular. Yani Kızıl ağladı...



FIKRA ANLATICISI Isaac Asimov'un “Fıkra Anlatıcısı – Jokester” adlı öyküsü ilk Infınity dergisinin 1956 Aralık sayısında yayınlanmış, daha sonra Earth is Room Enough ve Robot Dreams toplamalarında yer almıştır. Asimov'un yarattığı süper bilgisayar Multivac öykülerinden biridir. Noel Meyerhof hazırladığı listeye bakıp ilk fıkrayı seçti. Her zamanki gibi daha çok sezgilerine güveniyordu. Karşısındaki makinenin yanında cüce gibi kalıyordu. Tabii makinenin pek azı gözüküyordu, o da başka. Ama bu hiç önemli değildi. Meyerhof konusunu çok iyi bilen kişilere özgü güvenle konuşmaya başladı. «Johnson bir iş seyahatinden erken döndü. Eve girdiği zaman karısının en yakın arkadaşıyla seviştiğini gördü. Sendeleyerek geriledi ve, 'Max!' diye inledi. 'Haydi ben bu kadınla evliyim. Onun için bazı zorunluluklarım var. Ama ya sen?» Meyerhof, tamam, diye düşündü. Bunu içine alıp biraz mırıldansın bakalım. Arkasından biri, «Hey,» dedi. Meyerhof bu tek hecelik sözcüğü sildi ve kullandığı devreyi nötr duruma getirdi. Sonra hızla döndü. «Görmüyor musun, çalışıyorum! Kapıya vuramaz mısın?» Şimdi Timothy Whistler'a her zaman yaptığı gibi dostça gülümsemiyordu. Whistler sık sık birlikte çalıştığı kıdemli bir analizciydi. Meyerhof işini bir yabancı yarıda kesmiş gibi kaşlarını çattı. İnce yüzünü buruşturması saçlarını bile etkilemiş gibiydi. Saçları şimdi her zamankinden daha da karışıkmış gibi duruyordu. Whistler omzunu silkti. Arkasında beyaz laboratuvar gömleği vardı. Ellerini ceplerine sokmuştu. «Kapıya vurdum. Ama cevap vermedin. Çalışma sinyali de yanmıyordu.» Meyerhof homurdandı. Whistler bu bakımdan haklıydı. Sinyali çalıştırmamıştı. Bu yeni projeye iyice dalmış olduğundan önemsiz ayrıntıları unutuyordu. Ama bunun için kendini pek suçlayamazdı. Bu iş çok önemliydi. Tabii neden önemli olduğunu bilmiyordu. Büyük ustalar ' ender olarak bilirlerdi böyle şeyleri. Bu nedenle de «büyük ustalar» sayılırlardı. Yani mantığın ötesinde oldukları için. Yoksa insan beyni «Multivac» denilen ve bilgisayarların en karmaşığı olan bu on mil uzunluğundaki yığına nasıl ayak uydurabilirdi? Meyerhof, «Ben çalışıyorum,» dedi. «Düşündüğün önemli bir şey mi var?» «Ertelenmeyecek hiçbir şey yok. Hiper-uzayla ilgili cevapta bazı noktalar var...» Whistler birdenbire durakladı ve yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. «Çalışıyor muydun?» «Evet. Ne olmuş?» «Ama...» Whistler etrafına bir göz attı. Multivac'ın küçük bir bölümünü oluşturan kat kat nakil ünitelerinin durduğu küçük odaya baktı. «Ama burada hiç kimse yok.» «Burada biri olduğunu ya da olması gerektiğini kim söyledi?» «Ama o fıkralardan birini anlatıyordun. Öyle değil mi?» «Ve?» Whistler kendini zorlayarak gülümsedi. «Yoksa fıkranı Multivac'a mı anlatıyordun? Olamaz!» Meyerhof dikleşti. «Neden olmasın?» «Fıkrayı ona mı anlatıyordun?»



«Evet.» «Neden?» Meyerhof, Whistler'a dik dik baktı. «Sana hesap vermek zorunda değilim. Başkalarına da öyle.» «Tabii değilsin. Tanrım! Ben sadece merak ettim, hepsi bu. Ama madem çalışıyorsun, ben gideyim.» «Öyle yap.» Meyerhof, Whistler dışarı çıkarken onu izledi. Sonra da parmağıyla öfkeli öfkeli düğmeye basarak bilgisayarı çalıştırdı. Odada bir aşağı bir yukarı dolaşarak aklını toplamaya çalıştı. «Kahretsin! Whistler'in canı cehenneme! Diğerlerinin de. O teknisyenler, analizciler ve makine uzmanlarıyla arama mesafe koymadığım için oluyor bütün bunlar! Onlara benim gibi birer yaratıcı sanatçıymışlar gibi davrandım. İşte bu yüzden şimdi laubali davranıyorlar.» İçin için öfkeyle ekledi. Bir fıkrayı doğru dürüst anlatamazlar bile! Birden işini hatırlayıp yerine oturdu. «Hepsinin de canı cehenneme!» Multivac'ın uygun devresini yeniden çalıştırdı. «Okyanus müthiş dalgalıydı. Kamarot güvertede küpeşteye dayanıp kalmış olan yolcuya merhametle baktı. Yolcunun denizin derinliklerine dalmış olan gözlerinden midesinin çok bulandığı anlaşılıyordu. «Kamarot usulca yolcunun omzuna vurdu. 'Umutsuzluğa kapılmayın, efendim. Biliyorum, kendinizi çok kötü hissediyorsunuz. Ama şimdiye kadar kimse deniz tutmasından ölmedi.'» «Yüzünün rengi yeşile çalan yolcu ıstırap içinde baktı kamarota. Boğuk bir sesle, 'Böyle söyleme,' diye yalvardı. 'Lütfen böyle söyleme. Beni yaşatan ölmek umudu.'» Derin derin düşünen Timothy Whistler yine de sekreterin masasının önünden geçerken gülümseyerek başıyla selam verdi. Kız da ona gülümsedi. İşte yirmi birinci yüzyılın bilgisayarlarla dolu dünyasında eskiden kalma bir hizmet birimi... insan sekreter, diye düşündü Whistler. Ama belki de böyle bir hizmetin bilgisayar krallığının merkezinde, Multivac'ın sahibi olan dev dünya şirketinde sürdürülmesi yine de normal sayılmalı. Multivac ufukları doldururken basit işler için küçük bilgisayarlar kullanmak ayıp olurdu doğrusu... Whistler, Abraham Trask'ın odasına girdi. Resmi bir görevli olan Trask piposunu yakarken durakladı. Siyah gözleriyle bir an Whistler'a baktı. Arkasındaki dikdörtgen pencereden süzülen ışık gagaya benzeyen iri burnunu aydınlatıyordu. «Ah, Whistler. Otur, otur.» Whistler söyleneni yaptı. «Galiba bir sorunla karşı karşıyayız, Trask.» Adam hafifçe gülümsedi. «Bunun teknik bir şey olmadığını umarım. Ben sadece masum bir politikacıyım.» Trask'ın sık sık tekrarlamaktan hoşlandığı sözlerden biriydi bu. «Meyerhofla ilgili.» Trask hemen yerine çöktü, yüzünde çok sıkıntılı bir ifade belirdi. «Emin misin?» «Oldukça eminim.» Whistler, Trak'ın birdenbire mutsuzlaşmasının nedenini çok iyi biliyordu. Trask İçişleri Bakanlığı Bilgisayar ve Otomasyon Dairesinden sorumlu hükümet görevlisiydi. Multivac'ın insan uydularıyla ilgili siyaset sorunlarını onun çözümlemesi gerekiyordu. Teknik eğitim görmüş insan uydular da Multivac'la ilgili sorunları çözümlemek zorundaydılar. Ama bir Büyük Usta, uydudan daha üstündü. Hatta insandan da öte bir varlık sayılırdı. Multivac'ın tarihçesinin başlarında soru sorma işleminin bir darboğaz oluşturduğu anlaşılmıştı. Multivac insanlığın sorunlarını, bütün sorunlarını cevaplayabilirdi. Ama anlamlı sorular sorulduğu takdirde. Ancak bilgi gitgide daha hızlı toplanırken o anlamlı soruları saptamak iyice zorlaşmıştı. Bu iş için sadece mantık yeterli değildi. Gerekli olan ender bulunan bir sezgiydi. Bu yetenek, kişiyi büyük bir satranç ustası yapan akıl yetişiydi ve bunun çok yoğun olması gerekiyordu. Bu işte,



katrilyonca satranç olasılıklarını sezip en uygun yolu seçebilen bir kafaya ihtiyaç vardı. Ve o bu işi birkaç dakika içinde başarmalıydı. Trask huzursuzca kımıldandı. «Meyerhof ne yaptı?» «Beni rahatsız eden bir dizi soru sormaya başladı.» «Ah, haydi, Whistler. Hepsi bu kadar mı? Bir Büyük Ustanın seçtiği soruları sormasına engel olamazsın. Ne sen, ne de ben onun sorularını değerlendirecek durumdayız. Bunu biliyorsun.» «Biliyorum tabii. Ama ben Meyerhof'u da biliyorum. Onunla iş dışında hiç karşılaştın mı? Yani bir toplantıda filan.» «Tanrım, hayır! İnsan bir Büyük Ustayla bir toplantıda karşılaşabilir mi?» «Bu tutumun yanlış Trask. Onlar da insan. Ve aslında acınacak durumdalar. Bir Büyük Usta olmanın ne anlama geldiğini hiç düşündün mü? Dünyada senin gibi sadece on iki kişi olduğunu bilmenin? Her kuşakta ancak bir ya da iki kişinin yetiştiğini öğrenmenin? Bütün dünyanın sana güvendiğini devamlı hatırlamanın? Bin matematikçi, mantıkçı, psikolog ve fizik bilimcilerinin emirlerine uyduklarını görmenin?» Trask omzunu silkerek, «Tanrım...» diye mırıldandı. «Kendimi bütün dünyanın kralı gibi hissederdim.» Baş analizci sabırsızca, «Hiç sanmıyorum,» dedi. «Onlar kendilerini bir hiçin kralı gibi hissediyorlar. Konuşabilecekleri iş arkadaşları yok. Hiç kimseye ait değiller. Dinle, Meyerhof toplantılarımıza katılma fırsatını hiç kaçırmıyor. Tabii evli değil. İçki içmiyor. Aslında eğlenmekten, dostluk etmekten de pek anlamıyor. Ama zorunlu olduğu için bize katılıyor. Haftada en az bir defa bizimle toplandığı zaman ne yapıyor biliyor musun?» Genel Müdür, «Onun ne yaptığı konusunda hiçbir fikrim yok,» diye cevap verdi. «Bütün bunları ilk kez duyuyorum.» «O fıkra meraklısı.» «Ne?» «Meyerhof fıkralar anlatıyor. Güzel fıkralar. Bunda çok da başarılı. En eski ve sıkıcı bir hikâyeye bile hoş bir hava katıyor. Bunu anlatış tarzıyla sağlıyor. Bu bakımdan gerçekten yetenekli.» «Anlıyorum. Çok güzel.» «Ya da çok kötü. Bu fıkralar Meyerhof için çok önemli.» Whistler dirseklerini Trask'ın masasına dayadı. Başparmağının tırnağını ısırarak ilerideki bir noktaya baktı. «O herkesten farklı. Farklı olduğunu da biliyor. Ancak biz sıradan insanların kendisini o fıkralar sayesinde kabul ettiğimize inanıyor. Gülüyoruz, kahkahalar atıyoruz. Meyerhof'un omzuna vuruyor, hatta onun bir Büyük Usta olduğunu bile unutuyoruz. Bizimle ancak bu yoldan dostluk edebiliyor.» «Bütün bunlar çok ilginç. Senin bu kadar usta bir psikolog olduğunu bilmiyordum. Ama neyse, bütün bu sözlerle neyi anlatmak istiyorsun?» «Sadece şunu: Meyerhof'un fıkraları tükendiği zaman ne olacak?» «Ne?» Trask baş analizciye boş gözlerle baktı. «Aynı fıkraları tekrar anlatmaya başlayınca? Dinleyicileri eskisi kadar gülmedikleri zaman? Ya da hiç gülmezlerse? Meyerhof takdirimizi ancak anlattığı fıkralar sayesinde kazanıyor. Böyle olmazsa yalnız kalacak. O zaman ona ne olacak? Sonuçta insanlığın onlarsız yapamayacağı on iki kişiden biri. Meyerhof'a bir şey olmasına izin veremeyiz. Ben sadece fiziksel şeyleri kastetmiyorum. Onun biraz üzülmesine bile razı olamayız. Bu durumun onun sezgilerini nasıl etkileyeceğini kim bilebilir?» «E, Meyerhof eski fıkralarını tekrarlamaya başladı mı?» «Bildiğim kadarıyla, hayır. Ama galiba o böyle olduğunu sanıyor.» «Bunu nereden çıkardın?»



«Çünkü onun Multivac'a fıkralar anlattığını duydum.» «Ah, olamaz!» «İçeri girip onu fıkra anlatırken bulunca beni dışarı attı. Çok öfkeliydi. Genellikle uysal sayılabilir. İçeri girmeme bu kadar kızmasını hiç iyiye yormadım. Ama ne olursa olsun gerçek şu: Multivac'a fıkralar anlatıyordu. Bir dizi fıkradan birini. Bundan eminim.» «Ama neden?» Whistler omzunu silkti ve çenesini ovuşturdu. «Bu konuyu düşündüm. Galiba Multivac'ın belleğine sürüyle fıkra yerleştiriyor. Eski fıkraların yeni uyarlamalarını elde etmek için. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi? O mekanik bir fıkracı yaratmayı planlıyor. Böylece sonsuz bir fıkra dağarcığı olacak. Fıkralarının sona ermesinden hiç korkmayacak.» «Tanrım!» «Tarafsız düşünürsek, bu işin kötü bir yanı yok. Ama bir Büyük Usta, Multivac'ı kişisel sorunları için kullanıyorsa, yolunda gitmeyen bir şeyler var demektir. Her Büyük Ustada zaten kafa bakımından bir dengesizlik vardır. Meyerhof'un da göz hapsine alınması gerekir. Belki de sınıra yaklaşıyor. O çizgiye. Ondan sonra bir Büyük Ustayı kaybedebiliriz.» . Trask şaşkın şaşkın, «Ne yapmayı öneriyorsun?» diye sordu. «Vardığım sonucu kontrol edebilirsin. Belki de Meyerhof'a tarafsızca karar veremeyecek kadar yakınım. Zaten ben insanlar konusunda bazı yargılara varmayı pek bilmem. Sen bir politikacısın. Bu iş sana daha uygun.» «Belki insanlar konusunda yargıya varabilirim. Ama Büyük Ustalar konusunda değil.» «Onlar da insan. Ayrıca bu işi başka kim yapabilir?» Trask parmaklarını masaya vururken boğuk trampet gürültüsünü andıran bir ses çıktı. Meyerhof, Multivac'a, «Sevgilisi için kırda çiçek toplayan ateşli âşık birdenbire hiç de dost gibi gözükmeyen bir boğayla burun buruna geldi,» diye anlattı. «Boğa ona dik dik bakıyor ve ön ayağıyla tehdit dolu bir tavırla yeri eşeliyordu. Genç adam oldukça uzaktaki çitin arkasında bir çiftçinin olduğunu gördü. Ona, 'Hey!' diye bağırdı. 'Bu boğa güvende mi?' Çiftçi sahneyi dikkatle inceledi. Yana doğru tükürerek seslendi. 'O gerçekten güvende.' Tekrar yere tükürerek, 'Ama senin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim'.» Meyerhof ondan sonraki fıkraya geçeceği sırada çağrı geldi. Aslında bu gerçek bir çağrı sayılmazdı. Hiç kimse bir Büyük Ustayı çağıramazdı. Meyerhof a bir mesaj geldi, demek daha doğru olurdu. Genel Müdür Trask, Büyük Usta Meyerhof'u görmeyi çok istiyordu. Tabii Büyük Usta Meyerhof'un zamanı varsa. Meyerhof bu mesajı rahatlıkla bir kenara atar ve işine devam edebilirdi. Ona disiplin uygulanmıyordu. Ancak mesaja aldırmazsa onu rahatsız etmeyi, sürdüreceklerdi. Ah, tabii büyük bir saygıyla. Ama yine de onu rahatsız etmeyi sürdüreceklerdi. Büyük Usta, Multivac'ın kullandığı devrelerini nötrleştirerek kilitledi. Kapıdaki işareti de çalıştırdı. Böylece o yokken kimse içeriye girmeye cesaret edemeyecekti. Meyerhof, Trask'ın bürosuna gitti. Trask öksürdü. Büyük Ustanın öfkeli bakışları onu biraz ürkütmüştü. «Ne yazık ki, birbirimizi iyi tanıma fırsatını hiç bulamadık, Büyük Usta.» Meyerhof soğuk bir tavırla, «Size rapor veriyorum ya...» dedi. Trask, bu zekâ dolu, çılgın bakışlı gözlerin gerisinde ne var acaba, diye düşündü. İnce yüzlü, dümdüz siyah saçlı, heyecanlı Meyerhof'un komik fıkralar anlatacak kadar gevşediğini hayal bile etmek zordu.



«Rapor vermek dost olmak demek değildir, Büyük Usta. Bana... bana harika fıkralar bildiğinizi söylediler.» «Ben bir fıkracıyım, efendim. Onlar bu adı kullanıyorlar. Bir fıkracı.» «Benimle konuşurken bu adı kullanmadılar, Büyük Usta. Bana...» «Hepsinin canı cehenneme! Onların ne söyledikleri umurumda bile değil. Buraya bakın, Trask, bir fıkra dinlemek ister misiniz?» Meyerhof gözlerini kısarak Trask'in masasının üzerine eğildi. Trask neşeli bir tavır takınmaya çalıştı. «Tabii..Kesinlikle.» «Pekâlâ, işte hikâye'. Bayan Jones, kocası tartı makinesine para attığı zaman çıkan kartı okudu. 'Burada nazik, zeki, ileri görüşlü, çalışkan ve kadınlar tarafından beğenilen biri olduğunu yazılı, George.' Kartın Öbür tarafından çevirerek ekledi. 'Zaten kilon da yanlış'.» Trask kahkahalarla gülmeye başladı. Gülmemesi imkânsızdı. Aslında son cümleyi tahmin etmek kolaydı. Ama Meyerhof kadının kocasını aşağılar gibi konuşmasını çok güzel taklit etmiş, yüzünde de buna uygun bir ifade belirmesini sağlamıştı. Trask bu yüzden dayanamayıp kahkahalar atmaya başlamıştı. Meyerhof sert sert, «Bu hikâye neden komik?» diye sordu. Trask ciddileşti, «Efendim?» «Bu hikâye neden komik?' dedim. Neden gülüyorsunuz?» Trask mantıklı bir yanıt bulmaya çalıştı. «Şey... son cümle daha önceki sözlere yeni bir anlam kazandırdı. Bunun beklenmedik bir şey olması...» ; Meyerhof, «Mesele şu,» dedi. «Burada bir kadın kocasının gururunu kıracak bir biçimde konuşuyor. Bu evlilik korkunç bir başarısızlığa uğramış. Ve kadın kocasının hiçbir iyi yanı olmadığını düşünüyor. Ama siz yine de bu duruma gülüyorsunuz. Eğer, kadının kocası siz olsaydınız, bu durumda güler miydiniz?» Büyük Usta bir an durup düşündü. Sonra da konuşmasını sürdürdü, «Şimdi de şunu deneyin, Trask: 'Abner ölüm döşeğinde yatan karısının başucunda oturmuş hüngür hüngür ağlıyordu. Kadın son gücünü kullanarak dirseğinin üzerinde doğruldu. 'Anber,' diye fısıldadı. 'Yaradanın huzuruna günahımı itiraf etmeden çıkamam.' Üzgün koca cevap verdi. 'Şimdi sırası değil, hayatım. Yat sen.' Kadın, 'Yatamam,' diye bağırdı. 'İtiraf etmeliyim. Yoksa ruhum hiçbir zaman huzura kavuşamayacak. Sana ihanet ettim, Abner. Üstelik bu evde. Aradan daha bir ay bile geçmedi...' Abner karısını teselli etmeye çalıştı. 'Sus hayatım. Ben olanların hepsini biliyorum. Seni neden zehirlediğimi sanıyorsun?'» Trask gülmemek için boş yere kendini tutmaya çalıştıysa da tam anlamıyla başarılı olamadı. Kahkahasını biraz engelleyebildi ama işte o kadar. Meyerhof, «Demek bu da komik?» dedi. «Zina. Cinayet. Hepsi de gülünecek konular.» Trask, «Eh,» diye mırıldandı. «Mizahı inceleyen kitaplar yazıldı...» Meyerhof, «Orası öyle,» dedi. «Birkaçını okudum. Daha da önemlisi çoğunu Multivac'a tekrarladım. Ama o kitapların yazarları sadece bazı tahminlerde bulunuyorlar. Bazıları, 'Gülüyoruz, çünkü hikâyenin kahramanından daha üstün olduğumuzu düşünüyoruz...' diyorlar. Diğerleriyse, 'Neden, insanın zıtlığı birdenbire fark etmesi,' diyorlar. Ya da, "'Sinirler gerilmişken birdenbire gevşeyivermesi...' Veya 'Olayın o anda bambaşka bir biçimde yorumlanması.' Basit bir neden var mı? İnsanlar farklı esprilere gülüyorlar. Hiçbir fıkra evrensel değil. Bazı insanlar hiçbir espriye gülmüyorlar. Oysa şu nokta çok önemli olabilir: Gerçek mizah gücü olan tek yaratık insan. Gülebilen tek hayvan o.» Trask, «Anlıyorum,» dedi. «Siz mizahı analiz etmeye çalışıyorsun. Bu yüzden Multivac'a bir dizi



fıkrayı veriyorsunuz.» «Böyle yaptığımı size kim söyledi? Ah, neyse... Whistler'in işi tabii.. Şimdi hatırladım. Ben bu işi yaparken içeri girdi. E, ne olmuş?» «Hiiç...» «Herhalde Multivac'ın genel bilgisine yenilerini eklemeye, ona istediğim soruyu sormaya hakkım olduğuna itiraz etmiyorsunuz.» Trask telaşla, «Hayır, ne münasebet!» dedi. «Hatta bunun psikologların büyük ilgisini çekecek yeni analiz yöntemlerine yol açacağından da eminim.» «Hıh... Belki... Ama beni mizahın genel analizinden daha fazla düşündüren bir konu var. Aslında belirli bir soruyu sormak istiyorum. Hayır... iki soruyu.» «Öyle mi? Nedir onlar?» Trask, Büyük Ustanın kendisine cevap verip vermeyeceğini düşünüyordu. Meyerhof yanıtlamak istemezse onu hiçbir şekilde zorlayamazdı. Ama Büyük Usta, «İlk soru şu,» dedi. «Bütün o fıkralar nereden geliyor?» «Efendim?» «O hikâyeleri kim uyduruyor? Dinleyin! Bir ay kadar önce bir akşamı diğerleriyle karşılıklı fıkralar anlatarak geçirdik. Her zamanki gibi en fazla hikâyeyi ben söyledim. Ve her zamanki gibi ahmaklar hepsine güldüler. Belki de fıkraları gerçekten komik bulmuşlardı, belki de suyuma gitmeye çalışıyorlardı. Her neyse... İçlerinden bir yaratık sırtıma vurma cüretini göstererek, 'Meyerhof,' dedi. 'Siz tanıdığım on kişiden daha fazla fıkra biliyorsunuz.'» «Onun haklı olduğundan eminim. Ama bu sözler başka bir şeyi düşünmeme neden oldu. Yaşamım boyunca, şu ya da bu nedenle yüzlerce ya da belki de binlerce fıkra anlattım. Ama gerçek şu ki, hiçbiri benim yarattığım bir öykü değildi. Bir teki bile. Ben sadece onları yineledim. Benim tek katkım fıkraları anlatmak oldu. Ve fıkraları okuduğum ya da duyduğum kaynaklar da onları yaratmamışlardı. Bir fıkra ürettiğini iddia eden bir tek kişiyle bile karşılaşmadım, insanlar her zaman, 'Geçen gün nefis bir fıkra duydum,' diyorlardı. Ya da, 'Son zamanlarda güzel bir fıkra duyanınız var mı?'» «Bütün fıkralar eski! İşte bu nedenle fıkralar toplumdan her zaman gerideler. Hâlâ deniz tutmasıyla ilgili komik hikâyeler anlatılıyor. Oysa günümüzde deniz tutması kolaylıkla önleniyor ve kimse bu derdi çekmiyor. Ya da demin anlattığım fıkrada olduğu gibi tartı makinelerinden söz ediliyor. Oysa bu tür makinelere artık sadece antikacılarda rastlanmıyor. Öyleyse... fıkraları kimler uyduruyor?» Trask, «Sizin öğrenmeye çalıştığınız bu mu?» diye sordu. Az kalsın, «Tanrım! Bu kimin umurunda,» diye de ekleyecekti. Ama kendini tuttu. Bir Büyük Ustanın soruları her zaman anlamlıydı. «Evet, öğrenmeye çalıştığım tabii bu! Buna şu açıdan bakın: Fıkralar sadece eski değiller. Hikâyelerin zevkine varabilmemiz için eski olmaları da gerekiyor. Bir fıkranın orijinal bir öykü olmaması da şart. Orijinal olan ya da olabilen bir tek mizah türü vâr. O da kelime oyunu. O anda akla geldiği çok belli olan kelime oyunları duydum. Ben de böyle şeyler uydurdum. Ama kimse kelime oyunlarına gülmüyor. Gülünmemesi gerekiyor. Bir kelime oyunu duyunca hiç hoşunuza gitmemiş gibi dinliyorsunuz. Kelime oyunu ne kadar ustacaysa, siz de o kadar çok inliyorsunuz. Orijinal mizah insanda gülme isteği uyandırmıyor. Neden?» «Korkarım bunun cevabını bilmiyorum.» «Tamam. O halde cevabı öğrenelim. Multivac'a genel mizah konusunda gerekli bulduğum bütün bilgiyi verdim. Şimdi de ona seçtiğim fıkraları anlatıyorum.» Trask meraklandı. «Onları nasıl seçtiniz?» Büyük Usta, «Bilmiyorum,» dedi. «Bana uygunmuş gibi geldiler. Ne de olsa ben bir Büyük Ustayım.» «Ah, tabii. Tabii.»



«Multivac'a mizahın genel felsefesini öğrettikten ve o fıkraları da anlattıktan sonra ondan ilk iş hikâyelerin kaynağını bulmasını isteyeceğim. Tabii mümkünse. Whistler da bu işe karıştı ve durumu size bildirmesi gerektiğini düşündü. O halde onu öbür gün analiz bölümüne yollayın. Benim için yapmasını isteyeceğim bir iki şey olacak.» «Tabii, tabii. Analize ben de gelebilir miyim?» Meyerhof omzunu silkti. Trask'ın gelip gelmemesinin onun için hiç önemli olmadığı anlaşılıyordu. Meyerhof dizinin sonuncu fıkrasını dikkatle seçmişti. Bunu nasıl yaptığını kendisi de bilmiyordu. Sadece uygun olabilecek on iki fıkrayı tekrar tekrar kafasından geçirmiş, her birinde açıklanamayacak bir nitelik ve anlam olup olmadığını anlamaya çalışmıştı. «Mağara adamı Ug, karısının ağlayarak ona doğru koştuğunu gördü. Leppar derisinden eteği çarpılmıştı. Kadın üzüntüyle, 'Ug!' diye haykırdı. 'Çabuk bir şeyler yap. Demin uzun azı dişli bir kaplan annemin mağarasına daldı. Çabuk ol.' Ug, homurdanarak kemirdiği yaban öküzü kemiğini yerden aldı ve 'Neden bir şey yapacakmışım?' dedi. 'Kaplanın başına geleceklerimin umurunda?.'» Meyerhof sonra Multivac'a o iki sorusunu sordu. Arkasına yaslanarak gözlerini yumdu. Gerekli her şeyi yapmıştı. Trask, Whistler'a, «Ben bunun hiçbir kötü yanını görmedim,» dedi. «Bana ne yaptığını hemen açıkladı. Garip bir şey ama yine de kurallara uygun.» Whistler, «Sana yaptığını iddia ettiği şeyi açıkladı,» dedi. «Öyle de olsa ben bir Büyük Ustayı sadece bir düşünceye dayanarak engelleyemem. Tabii hali tuhaftı. Ama bütün Büyük Ustalar zaten öyledir., Onun deli olduğunu düşünmedim bile.» Baş analizci hoşnutsuzca, «Fıkraların kaynağını bulmak için Multivac'tan yararlanmak...» diye söylendi. «Delilik değil de nedir?» Trask öfkeyle sordu. «Bunu nasıl bilebiliriz? Bilim çok ilerledi. Geride kalan anlamlı sorular sadece gülünç olanlar. Mantıklı olanlar çoktan düşünüldü, soruldu ve cevaplandı.» «Hiç yararı yok. Ben hâlâ endişeliyim.» «Belki. Ama artık hiç seçenek yok, Whistler. Meyerhof'u göreceğiz. Sen de Multivac cevap verdiği takdirde onu analiz edeceksin. Bana gelince... benim işim sadece bürokrasi. Tanrım, ben senin gibi bir baş analizcinin bile ne yaptığını bilmiyorum, evet, bazı şeyleri çözümlüyorsun, ama bu bana işin hakkında hiçbir fikir vermiyor.» Whistler, «Bu çok basit,» dedi. «Meyerhof gibi bir Büyük Usta, sorular soruyor, Multivac da onları otomatik olarak formüllere dönüştürüyor. Multivac'ın o kadar büyük olmasının nedeni sözleri sembollere çevirmek için gerekli olan makineler. Sonra Multivac cevabı yine formüller halinde veriyor. Ama en basit ve sıradan konular dışında onları sözlere dönüştürmüyor. Yeniden sözlere çevirme işlemi için gereken makineler de katılsaydı, Multivac dört katı büyüklükte olurdu.» «Anlıyorum. Yani senin işin o formülleri sözler haline sokmak.» «Benim ve diğer analizcilerin işleri. Gerektiği zaman daha küçük, özel olarak geliştirilmiş bilgisayarları kullanıyoruz.» Whistler haşince güldü. «Multivac kolay anlaşılmayan, kehanet gibi cevaplar veriyor. Eski Yunanistan'daki Delphi rahibeleri gibi. Ama bizim çevirmenlerimiz var.» Laboratuvara gelmişlerdi. Meyerhof onları bekliyordu. Whistler, «Hangi devreleri kullandın, Büyük Usta?» diye sordu. Meyerhof, açıklayınca Whistler çalışmaya başladı. Trask olanları izlemeye çalıştıysa da hiçbir anlam çıkaramadı. Bir makaranın boşalarak üzerinde anlaşılmaz noktalar olan bir şeridi uzatmasını seyretti. Büyük Usta Meyerhof kayıtsız bir tavırla bir yana çekilmişti. Whistler ise şeritteki şekilleri inceliyordu. Analizci kulaklıklar ve bir ağızlık takmıştı, zaman zaman mırıldanarak talimat veriyordu. Böylece uzaklardaki yardımcılarına diğer



bilgisayarlar aracılığıyla yol gösteriyordu. Whistler zaman zaman dinliyor, sonra da karmaşık bir klavyenin tuşlarına basıyordu. Bu tuşlardaki işaretler biraz matematikte kullanılanlara benziyordu, ama onlarla bir ilişkileri yoktu. Bir saatten daha uzun bir süre geçti... Whistler'in kaşları gitgide daha da çatılıyordu. Bir ara başını kaldırıp ikisine baktı, «Ama bu inanılacak...» diye mırıldandı. Sonra tekrar dikkatini işine verdi. Analizci sonunda, «Size resmi olmayan bir cevap verebilirim,» dedi. Gözlerinin etrafı kızarmıştı. «Resmi cevap için tam bir analiz gerekiyor. Resmi olmayan sonucu istiyor musunuz?» Büyük Usta, «Söyle,» diye emretti. Trask da başını salladı. Whistler Büyük Ustaya utangaç tavırla bir göz attı. «Aptalca bir soru sorarsanız...» Sonra kendini topladı ve sert bir sesle ekledi. «Multivac kaynağın dünya dışından olduğunu söylüyor... Kaynak uzaktaymış.» Trask, «Sen ne demek istiyorsun?» diye atıldı. «Söylediklerimi duymadınız mı? Güldüğümüz o fıkraları yaratanlar aslında insanlar değil. Multivac kendisine verilen bütün bilgiyi analiz etti. Tüm bu bilgiye en iyi uyan bir tek yanık var: Dünya dışından bazı zeki yaratıklar bu fıkraları üretmişler. Hepsini de. Onları belirli zamanlarda ve yerlerde seçtikleri insanların kafalarına yerleştirmişler. Hiçbir insan bu fıkraları kendisinin yaratmadığının farkına varmamış. Ondan sonraki bütün fıkralar o orijinallerin uyarlamaları ve çeşitlemeleri.» Meyerhof söze karıştı. Yüzü kızarmıştı. Bunun nedeni yine doğru soruyu sorduğunu bilen bir Büyük Ustanın duyduğu zafer hissiydi. «Bütün komedi yazarları eski fıkraları değiştirerek yeni durumlara uygularlar. Bunu herkes bilir. Evet, cevap uygun.» Trask, «Ama neden?» diye sordu. «O fıkraları neden üretmişler?» Whistler, «Multivac şöyle diyor,» dedi. «Tüm bilgiye uyan bir tek amaç var. Yani o fıkralar insan psikolojisini incelemek için üretildi. Biz farelerin labirentlerde dolaşmalarını sağlayarak onların psikolojisini inceliyoruz. Fareler bunun nedenini bilmiyorlar. Zaten neler olduğunu bilseler bile amacı yine de anlayamazlar. Bu uzaydaki zeki yaratıklar da kişilerin dikkatle seçilmiş fıkralara gösterdikleri tepkiye bakarak insanların psikolojisini inceliyorlar. Her insan başka bir tepki gösteriyor... Biz fareler için neysek... bu uzaylı zeki yaratıklar da bizim için öyleler.» Titredi. Trask'ın gözleri iyice irileşmişti. «Büyük Usta mizah anlayışı olan tek hayvanın insan olduğunu söyledi. Ama şimdi bu mizah anlayışının da bize dünya dışındaki bazı yaratıklar tarafından yüklendiği anlaşılıyor.» Meyerhof heyecanla ekledi. «Ve biz kendimizin yarattığı mizah türüne gülmüyoruz. Yani kelime oyunlarına.» Whistler, «Herhalde uzaylı yaratıklar kargaşaya neden olmamak için birinin yaptığı hoş bir şakaya gösterdiğimiz tepkiyi ortadan kaldırıyorlar,» dedi. Trask sıkıntıyla kıvranıyordu. «Tanrım! Haydi, haydi! İkiniz de buna inanamazsınız!» Baş analizci ona soğuk bir tavırla baktı. «Multivac böyle söylüyor. Bu konuda söylenebilecek tek şey de bu. Multivac evrendeki gerçek fıkra üreticilerini bize gösterdi. Daha fazlasını öğrenmek istiyorsak bu konuyla ilgilenmeliyiz.» Sonra fısıltıyla ekledi. «Tabii buna cesaret edebilirsek...» Büyük Usta Meyerhof, «Bildiğiniz gibi ben Multivac'a iki soru sordum,» diye anımsattı. «Şu ana dek yalnızca birini yanıtladı. Bence Multivac'ın ikinciyi de cevaplamaya yetecek kadar bilgisi var.» Whistler omzunu silkti. Çok sarsılmış olduğu belliydi. «Bir Büyük Usta 'yeterince bilgi var' dediği zaman ona hemen inanırım. İkinci soru nedir?»



Multivac'a şunu sordum: «İlk sorumun cevabının açıklanması insan ırkını nasıl etkileyecek?» Trask bunu neden sorduğunu öğrenmek istedi. Meyerhof, «Bana bu sorunun da sorulması gerekiyormuş gibi geldi,» dedi. «Delilik! Bütün bunlar çılgınlık.» Trask, Whistler'la garip bir biçimde yer değiştirdiklerinin farkındaydı. Şimdi kendisi delilikten söz ediyordu. Trask gözlerini yumdu. İstediği kadar, «Çılgınlık!» diye bağırabilirdi. Ama elli yıl boyunca hiçbir insan bir Büyük Ustayla Multivac'a inanmazlık etmemişti. Whistler dişlerini sıkmış sessizce çalışıyordu. Multivac'la yardımcı makineleri çalıştırdı. Bir saat daha geçti. Analizci sert bir tavırla güldü. «Bu korkunç bir kâbus!» Meyerhof, «Cevap nedir?» diye sordu. «Multivac'ın açıklamasını istiyorum, seninkini değil.» «Pekâlâ. Öyleyse dinleyin. Multivac şöyle diyor: Bir tek kişi bile insan aklına bu yoldan psikolojik analiz uygulandığını anladığı an bu yöntem etkisini kaybeder. Yani bu yöntem şu anda onu kullanan uzaylı varlıklar için nesnel bir teknik olmaktan çıkar. Trask güç duyulan bir sesle konuştu. «Yani artık onlar insanlara fıkralar öğretmeyecekler mi? Yani... ne demek istiyorsun?» Whistler, «Artık fıkralar yok,» dedi. «Bu andan itibaren! Multivac, 'Şimdi!' diyor! Deney şu anda sona erdi! Yeni bir teknik uygulanması gerekecek!» Birbirlerine baktılar. Dakikalar geçti. Meyerhof ağır ağır, «Multivac haklı,» dedi. Whistler bitkince, «Biliyorum...» diye mırıldandı. Trask bile fısıldadı. «Evet. Öyle olmalı.» Kanıtı Meyerhof buldu. O ünlü fıkra anlatıcısı. «Her şey sona erdi. Anlıyor musunuz? Hepsi sona erdi. Beş dakikadan beri çabalayıp duruyorum, ama aklıma bir tek fıkra bile gelmiyor! Bir tek fıkra bile! Bir kitapta bir fıkra okursam ona da gülmeyeceğim. Bunu biliyorum.» Trask sıkıntıyla, «Mizah denilen armağanı geri aldılar,» dedi. «Artık hiçbir insan gülemeyecek.» Üçü de orada öylece durdular. Etraflarına bakıyor, dünyanın küçülerek deney için kullanılan farelerin konduğu bir kafese dönüştüğünü hissediyorlardı. Artık o labirent kaldırılmıştı. Şimdi yerine başka bir şey konulacaktı. Başka bir şey.



KOZMİK KULUÇKA MAKİNESİ “Kozmik Kuluçka Makinesi - Breeds There a Man...?” isimli öykü ilk olarak Astounding dergisinin 1951 Haziran sayısında yayınlanmış, daha sonra 1967 tarihli Through a Glass, Clearly ve 1969 tarihli Nightfall and Other Stories toplamalarında yer almıştır. Gerçek tarihi olaylara yaptığı göndermeler ve insanoğlunun gelişimindeki uzaylı etkisine dair spekülasyonları yüzünden, alışılmamış bir Asimov öyküsüdür. Komiser Mankiewicz telefonda konuşuyordu. Bundan hiç de hoşnut olmadığı belliydi. Patlamaya hazır olduğu da. «Evet, öyle!» diyordu. «Buraya geldi ve 'Beni hemen hapse atın, çünkü kendimi öldürmek istiyorum,' dedi. «...Ben ne yapayım? Adam tamı tamına böyle söyledi. Evet, sözleri bana da delice geldi. «Buraya bakın, bayım, adam tarife uyuyor. Benden bilgi istediniz. Ben de size bu bilgiyi veriyorum. «Evet, yanağında yara izi var. Adının John Smith olduğunu söyledi. Bilmem ne doktoru olduğundan da söz etmedi. «...Evet, adı tabii uydurma. Kimsenin ismi John Smith olamaz. Hele bir polis karakolunda asla. «...O şimdi hapiste. «...Çok ciddiyim. «...Bir polis memuruna karşı gelmek, saldırı ve şiddete başvurmak, isteyerek zarar vermek. Üç suç birden. «...Kim olursa olsun bu bana vız gelir. «...Pekâlâ, bekleyeceğim. Mankiewicz başını kaldırıp polis memuru Brown'a baktı ve vericiyi eliyle kapattı. Ahize kocaman elinin avucunda kayboluyordu. Sert hatlı yüzü kızarmış, ter içinde kalmış, açık sarı saçları başına yapışmıştı. «Al başına belayı!» diye söylendi. «Bu karakolda dertten başka bir şey yok! Eskisi gibi.sokaklarda dolaşmayı tercih edeceğim.» Brown, «Telefondaki kim?» diye sordu. Yeni gelmişti ve bu olaya aldırdığı yoktu. Ayrıca Mankiewicz'in sokaklarda dolaşmasının da gerçekten daha iyi olacağını düşünüyordu. «Oak Ridge'den arıyorlar. Şehirler arası. Grant adlı biri. Bilmem ne bölümünün başkanıymış. Şimdi de telefona başka birini çağırıyor. Bu konuşmanın dakikası yetmiş beş sent... Alo?» Mankiewicz telefonu sıkıca kavrayarak öfkesine hâkim olmaya çalıştı. «Buraya bakın. Şunu başından alalım. Her şeyi iyice anlamanızı istiyorum. Bu durum hoşunuza gitmezse buraya birini yollayabilirsiniz. Adam avukat istemiyor. Sadece hapishanede kalmak istediğini söylüyor. Eh, benim de buna bir itirazım yok. «Lütfen beni dinler misiniz? O dün geldi. Doğruca,bana yaklaşıp, 'Memur bey,' dedi. 'Beni hemen hapse atmanızı istiyorum. Çünkü kendimi öldürmek niyetindeyim.' Ben de, 'Buraya bakın, bayım,' diye cevap verdim. 'Kendinizi öldürmek istemenize üzüldüm. Bunu yapmayın. Yoksa hayatınızın sonuna kadar pişman olursunuz.' «...Çok ciddiyim. Ben sadece size söylediklerimi tekrarlıyorum. Bu esprinin komik olduğunu iddia etmiyorum. Ama benimde derdim başımdan aşkın. Bilmem ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Benim bütün işimin buraya dalıveren delileri dinlemek olduğunu sanmıyorsunuz ya?..



«...Lütfen beni dinler misiniz? Ona, 'Kendinizi öldürmek istediğiniz için sizi hapse atamam. Bu bir suç değil,' dedimse de dinletemedim. 'Ama ben ölmek istemiyorum,' diye diretti. Onun üzerine, 'Buraya bak, ahbap,' dedim. 'Haydi, yeter artık. Çık git. Biri intihar etmek istiyorsa, kendi bilir. İntihar etmek istemiyorsa bunu da kendi bilir. Ama başını omzuma dayayarak ağlamasına katlanamam. «...Anlatıyorum, anlatıyorum! Onun üzerine adam bana, 'Bir suç işlersem beni hapse atar mısınız?' diye sordu. 'Sizi yakalarlarsa, biri şikâyetçi olursa ve siz de kefaleti ödeyemezseniz, bunu yaparız,' dedim. 'Haydi, gidin artık.' Ben böyle der demez mürekkep hokkasını kaptı. Ben Onu durduramadan, mürekkebi polis kayıt defterinin üzerine döktü. «...Evet, öyle! Onu neden 'isteyerek zarar vermek'le suçladığınızı sanıyorsunuz? Mürekkep pantolonuma dökülüp yayıldı. «...Evet, saldırı ve şiddete başvurmak da var! Ona kendine gelmesini söyleyecek oldum, ayak bileğime tekme attı. Gözüme de yumruğu indirdi. «...Hayır, uydurmuyorum. Buraya gelip suratıma bir bakmak ister misiniz? «İlerde bir gün mahkemeye çıkarılacak tabii. Belki perşembeye. «En aşağı doksan gün hapis yatacak. Tabii psikologlar birtakım iddialarda bulunurlarsa o başka. Bence o tam tımarhanelik. «...Resmi olarak o John Smith. Bu isimden başkasını vermiyor. «Hayır, efendim. Gerekli hukuki işlemler yapılmadıkça salıverilemez! «Pekâlâ, madem istiyorsunuz, öyle yapın! Ben burada görevimi yerine getirmeye çalışıyorum! Mankiewicz telefonu çarparak kapattı. Öfkeyle ona baktı, sonra da alıcıyı tekrar kaldırıp bir numarayı çevirdi. «Gianetti?» dedi. Aradığını bulmuş olacaktı ki, hemen konuşmaya başladı. «Bana A.E.K.'nin ne olduğunu söyler misin? Telefonda biriyle konuştum. Adam bana... «...Hayır, şaka etmiyorum, salak! Şaka etseydim önceden belirtirdim. O harfler ne anlama geliyor?» Mankiewicz karşısındakinin söylediklerini dinledi. Sonra da zor duyulan bir sesle, «Sağol,» diyerek telefonu kapattı. Rengi biraz uçmuştu. Brown'a, «O ikinci adam Atom Enerjisi Komisyonunun başkanıymış,» diye açıkladı. «Galiba beni Oak Ridge'den Washington'a bağladılar.» Brown ayağa fırladı. «Belki de FBI bu John Smith denilen adamın peşinde. Belki de o şu bilim adamlarından. Sonra filozofluğu tuttu. «Bu adamlara atom sırlarını açıklamamalılar. Atom bombasını sadece General Groves'un bildiği günlerde her şey yolundaydı. Ama işte bu bilim adamlarını karıştırır karıştırmaz...» Mankiewicz, «Kes sesini!» diye homurdandı. Dr. Oswald Grant otoyolda uzanan beyaz çizgiye gözlerini dikmişti. Arabayı sanki can düşmanıymış gibi sürüyordu. Her zaman böyle yapardı. Uzun boylu, iri kemikli bir adamdı. Yüzünde hep soğuk ve dalgın bir ifade olurdu. Dizleri neredeyse direksiyona değiyordu. Müfettiş Darrity onun yanında oturuyordu. Bacak bacak üzerine atmış, sol ayağının tabanını yana, kapıya dayamıştı. Ayağını çektiği zaman orada kumlu bir iz kalacaktı. Müfettiş ceviz rengi bir çakıyı bir elinden diğerine atıp duruyordu. Daha önce çakıyı açmış, hızla ilerlemelerine aldırmadan keskin bıçak ağzıyla tırnaklarını temizlemeye başlamıştı. Ama Grant bir virajı hızla alırken parrnağını kesmesine de ramak kalınca bu işten vazgeçmişti. Darrity, «Bu Ralson hakkında ne biliyorsunuz?» diye sordu. Dr. Grant gözlerini bir an yoldan ayırdı, sonra tekrar beyaz çizgiye dikti. Endişeyle, «Onu Princeton'da doktorasını yaptığı günlerden beri tanıyorum,» dedi. «O bir dâhiydi.» «Öyle mi? Demek bir dâhiydi? Neden siz bilim adamları birbirinizi hep 'dâhi' diye tanımlarsınız?



Orta karar olanınız yok mu?» «Pek çok var. Ben onlardan biriyim. Ama Ralson değil. İstediğinize sorun. Oppenheimar'a. Bush'a. Alamogordo'daki en genç gözlemciydi o.» «Tamam. O bir dâhiydi. Ya özel yaşamı?» Grant durakladı. «Bunu bilmiyorum...» «Ralson'u Princeton'dan beri tanıyormuşsunuz. Yani kaç yıldır?» İki saatten beri Washington'dan kuzeye doğru çıkıyorlardı. O ana dek hemen hiç konuşmamışlardı. Grant şimdi havanın değiştiğini ve kanunun yakasına yapıştığını hissediyordu. «Ralston'u tanıyalı sekiz yıl oldu.» «Ve onun özel yaşamı konusunda hiçbir şey bilmiyorsunuz öyle mi?» «Bir insanın özel yaşamına karışamazsınız, müfettiş. O herkese sokulan biri değildi. Onun gibi çok insan var. Baskı altında çalışıyorlar. İşten çıktıkları zaman da laboratuvardaki meslektaşlarıyla ahbaplıklarını sürdürmek istemiyorlar.» «Herhangi bir örgüte üye miydi?» «Hayır.» Müfettiş, «Ralson size vatanına sadık olmadığını gösterecek herhangi bir şey söyledi mi?» diye sordu., «Ne münasebet!» Arabaya derin bir sessizlik çöktü. Sonra Darrity, «Ralson atom araştırmalarında ne kadar önemli?» dedi. Grant direksiyonun üzerine eğilerek kalburunu çıkardı. «Kimse ondan daha önemli olamaz. Tabii hiçbir insan için, 'Onsuz yapamayız,' denilemez. Ama Ralson yine de eşsiz biri. Onda bir mühendis kafası var.» «Bu ne demek?» «Ralson büyük bir matematikçi değil. Ama bir başkasının matematik formüllerinin yarattığı aletlere o can veriyor. Bu bakımdan onun gibisi yok. Kaç defa bir problemle karşılaştık. Çözecek zamanımız yoktu. Hepimizin kafası boşalmış gibiydi. Sonra Ralson konuyu düşündü ve 'Neden şunu şunu denemiyorsunuz?' dedi. Sonra da çıkıp gitti. Hem de kaç defa oldu bu! Konu onu, sonucu görmek için bekleyecek kadar bile ilgilendirmiyordu. Ama her seferinde ona uyduk ve problem de çözüldü. Her zaman! Hiç şaşmadı... Belki biz de önünde sonunda bir çözüm yolu bulacaktık, ama o zaman işi ancak aylar sonra tamamlayabilecektir. Bilmiyorum o bu işi nasıl başarıyor? Sadece size bakıyor ve 'Bu apaçık bir şeydi,' diyerek uzaklaşıyor. Tabii bize yolu gösterdiği zaman çözümün çok belirgin olduğunu anlıyoruz.» Müfettiş, Grant'ı sonuna kadar dinledi. Sonra da, «Ralson sıradışı, garip biri miydi?.. Biraz uçuk biri?» «Bir dâhinin normal biri gibi davranmasını herhalde bekleyemezsiniz. Öyle değil mi?» «Belki. Ama bu bizim dâhi ne dereceye kadar anormaldi?» «Ralson özellikle pek konuşmazdı. Bazen çalışmazdı da.» «Evde mi otururdu? Balığa mı çıkardı?» «Hayır. Laboratuvarlara gelirdi. Ama sadece masasının başında otururdu. Bazen haftalarca sürerdi bu. Sorularınıza cevap vermez, hatta konuştuğunuz zaman yüzünüze bile bakmazdı.» «Hiç işi bıraktığı, çıkıp gittiği oldu mu?» «Şimdiki gibi mi? Hayır, hiç böyle yapmadı.» «Size hiç intihar etmek istediğini söyledi mi? Hapiste daha güvende olacağından söz etti mi?» «Hayır.» «Bu John Smith'in Ralson olduğundan emin misiniz?»



«Hemen hemen eminim. Sağ yanağında kimyasal bir maddenin neden olduğu bir yanık var. İz hemen görülüyor.» «Pekâlâ. Onunla konuşacağım. Bakalım ne tavır takınacak?» Ondan sonra arabaya derin bir sessizlik çöktü. Artık konuşmuyorlardı. Dr.Grant beyaz yılana benzeyen çizgiyi izliyor, Müfettiş Darrity çakıyı bir elinden diğerine atıyordu. Hapishane müdürü iç haberleşme aygıtından yükselen sesi dinledi. Sonra da başını kaldırıp ziyaretçilerine baktı. «Her şeye rağmen isterseniz onu buraya getirtebiliriz, müfettiş.» Dr.Grant başını salladı. «Hayır. Biz onun yanına gidelim.» Darrity, «Ralson onu hücresinden çıkarmaya çalışan bir gardiyana saldırabilir mi, Dr.Grant?» diye sordu. «Ondan böyle bir şey beklenebilir mi?» Grant, «Bu konuda hiçbir şey söyleyemem,» dedi. Hapishane müdürü nasırlı avucunu açtı. İri burnunun kanatları kabardı. «Washington'dan gelen telgraf yüzünden bu ana kadar onun konusunda bir şeyler yapmaya çalışmadık. Ama doğrusunu isterseniz o buraya ait değil. Onu alıp götürürseniz çok sevinirim.» Darrity, «Onu hücresinde göreceğiz,» dedi. İki tarafından parmaklıklar yükselen beton koridora ilerlediler. Boş boş bakan, merak duymayan insanlar onları izlediler. Dr.Grant'ın tüyleri diken diken oldu. «Tâ başından beri burada mıydı?» Darrity cevap vermedi. Önlerinden giden gardiyan durdu. «İşte, hücre bu.» Darrity, «Dr.Ralson mu?» diye sordu. Dr.Grant ranzada yatan adama sessizce baktı. Yatağa uzanmışken şimdi dirseğinin üzerinde doğrulmuştu. Sanki büzülüp duvarın içine girmeye çalışıyordu. Ufak tefek bir adamdı. Kumral saçları seyrelmişti. Boş boş bakan gözleri çini mavişiydi. Sağ yanağında bir kurbağa yavrusuna benzeyen, kabarık, pembe bir yara izi vardı. Dr.Grant, «Evet, Ralson,» dedi. Gardiyan kapıyı açıp hücreye girdi. Ama Müfettiş Darrity ona gitmesini işaret etti. Ralson onları sessizce seyrediyordu. İki ayağını da ranzaya çekmiş itiyor, geri geri gidiyordu. Yutkunurken çıkık gırtlak kemiği titriyordu. Darrity usulca, «Dr.Elwood Ralson?» dedi. «Ne istiyorsunuz?» Ralson'un şaşılacak bir bariton sesi vardı. «Lütfen bizimle gelir misiniz? Size sormak istediğimiz bazı sorular var.» «Hayır! Beni yalnız bırakın!» Grant, «Dr.Ralson,» dedi. «Beni buraya işe geri dönmenizi söylemem için gönderdiler.» Ralson bir an bilim adamına baktı. Gözlerinde korkudan başka bir şey daha belirdi. «Merhaba, Grant.» Ranzadan kalktı. «Dinle, beni delileri kapattıkları ses geçirmeyen hücrelerden birine koymalarını sağlamaya çalışıyordum. Şu duvarları kapitoneyle kaplı hücrelerden birine. Onların bunu yapmalarını sağlayamaz mısın? Beni tanıyorsun, Grant. Gerekmeyen bir şeyi kesinlikle istemem. Bana yardım et. Bu sert duvarlara dayanamıyorum. İçimden kafamı... onlara vurmak geliyor...» Avucunu ; ranzanın gerisindeki sert, donuk gri duvara vurdu. Darrity'nin yüzünde düşünceli bir ifade belirdi. Çakısını çıkarıp açtı. Başparmağını dikkatle temizleyerek, «Bir doktora gözükmeyi ister misiniz?» diye sordu. Ama Ralson bu soruyu yanıtlamadı. Bakışlarıyla ışıldayan çakıyı izliyordu. Dudakları aralanmıştı. Sonra onları yaladı. Kesik kesik, hırıltılı hırıltılı solumaya başladı. «O çakıyı kaldırın!» dedi sonra.



Darrity durakladı. «Neyi kaldırayım?» «O çakıyı! Onu bana doğru tutmayın! Çakıya bakmaya dayanamıyorum!» Darrity, «Neden?» diye sorarak çakıyı uzattı. «Nesi var bunun? Güzel bir çakı!» Ralson ileri atılınca Darrity geriledi ve sol eliyle onun bileğini yakaladı. Çakıyı havaya kaldırdı. «Ne var, Ralson? Neyin peşindesiniz?» Grant bağırarak onu durdurmaya çalıştı. Ama müfettiş eliyle ona yaklaşmamasını işaret etti. Darrity, «Ne istiyorsunuz, Ralson?» diye sordu. Ralson yukarıya doğru uzanmaya çalıştı. Ama müfettiş bileğini iyice sıkıyordu. Ralson, «O çakıyı bana verin,» diye inledi. «Neden, Ralson? Çakıyı ne yapacaksınız?» «Lütfen. Benim artık...» Ralson şimdi yalvarıyordu. «Benim artık ölmem gerekiyor.» «Ölmek mi istiyorsunuz?» «Hayır. Ama ölmeliyim.» Darrity onu itti. Ralson ellerini sallayarak geri geri gitti ve ranzaya çöktü. Yatak gıcırdadı. Darrity çakıyı kapatıp cebine attı. Ralson elleriyle yüzünü örttü. Omuzları titriyordu. Ama hiçbir hareket yapmıyordu. Dışarıdan gürültüler geliyor, diğer mahkûmlar Ralson'un hücresinden gelen seslere tepki gösteriyorlardı. Gardiyan koşarak koridora ilerlerken, «Susun!» diye bağırdı. Darrity başını kaldırdı. «Bir sorun yok, gardiyan.» Ellerini beyaz bir mendile siliyordu. «Onun için bir doktor bulacağım sanırım.» Dr.Gottfried Blaustein ufak tefek, esmer bir adamdı. İngilizceyi hafif bir Avusturya aksanıyla konuşuyordu. Psikiyatri uzmanlarıyla ilgili karikatürlere benzemek için sadece sivri bir sakalı eksikti. Ama sakalı ya da bıyığı yoktu. Kılığı çok zarifti. Grant'ı dikkatle inceleyerek adamın kendince bir değerlendirmesini yaptı. Bazı ayrıntılardan sonuçlar çıkardı. Artık kiminle karşılaşırsa karşılaşsın böyle yapıyordu. Dr.Blaustein, «Benim için bir tür portre çizdiniz,» dedi. «Çok yetenekli birinin resmini. Hatta belki de bir dâhi. Bana onun insanların yanında pek rahat edemediğini söylediniz. Laboratuvarda da pek rahat değilmiş. Ama en büyük başarısını orada kazanmış. Onun rahat edebildiği herhangi bir çevre var mıydı?» «Anlayamadım...» «Hepimiz yaşamımızı kazandığımız çevreye uyacak kadar şanslı olmayabiliriz. İnsan böyle hallerde çoğu zaman durumu dengelemeye çalışır. Bir müzik aleti çalar, yürüyüşlere çıkar ya da bir kulübe katılır. Yani çalışmadığı zamanlarda kendisi için yeni tür bir toplum yaratır. Bu çevrede kendini daha rahat hisseder. Bunun mesleğiyle, çalışma alanıyla bir ilişkisi olması da gerekmez. Bu o insan için bir kaçış yoludur. Ama sağlıksız bir davranış sayılmaz.» Doktor gülümseyerek ekledi. «Ben pul koleksiyonu yapıyorum. Amerika Filatelist Derneğinin de faal bir üyesiyim.» Grant başını salladı. «Ralson'un çalışma saatleri dışında ne yaptığını bilmiyorum. Ama sözünü ettiğiniz şeylerle ilgilendiğini sanmıyorum.» «Hım... Bu gerçekten üzücü. İnsan dinlenmenin ve yaşamın zevkini çıkarmanın yollarını bulmalıdır. Bulması şarttır. Öyle değil mi?» «Dr.Ralson'la konuştunuz mu?» «Durumu konusunda mı? Hayır.» «Onunla konuşmayacak mısınız?» «Ah, tabii konuşacağım. Ama Dr. Ralson buraya geleli daha bir hafta oldu. Ona kendini toplaması için fırsat vermeliyiz. Buraya geldiği sırada fazla heyecanlıydı. Neredeyse krizin eşiğindeydi.



Bırakalım dinlensin, yeni çevresine alışsın. Ondan sonra kendisini sorguya çekerim.» «Onun tekrar çalışmasını sağlayabilecek misiniz?» Blaustein gülümsedi. «Bunu nereden bileyim? Daha onun hastalığının bile ne olduğunu bilmiyorum.» «Hiç olmazsa derdinin o en kötü yanını ortadan kaldıramaz mısınız? Yani şu intihar saplantısını? Ondan sonra Ralson çalışırken onun tedavisini sürdürür, derdinin geri kalanını geçirirsiniz.» «Belki. Onunla birkaç kez konuşmadan bu konuda fikir bile yürütemem.» «Tedavisi ne kadar sürer dersiniz?» «Dr.Grant, bunu hiç kimse söyleyemez.» Grant ellerini birbirine hızla vurdu. «O halde sizce en iyisi neyse onu yapın! Ama bu olay bildiğinizden daha da önemli.» «Olabilir. Ama siz bana yardım edebilirsiniz, Dr.Grant.» «Nasıl?» «Bana 'çok gizli' sayılan bazı bilgileri verebilir misiniz?» «Ne tür bilgiler?» «1945'ten beri atomla uğraşan bilim adamları arasındaki intihar oranını öğrenmek istiyorum. Ayrıca kaç kişi işlerini bırakarak bilimin başka dallarında çalışmaya başladılar? Ya da bilimden tümüyle vazgeçtiler?» «Bunun Ralson'la bir ilişkisi var mı?» «Sizce onunki mesleğiyle ilgili bir rahatsızlık olamaz mı? Onun bu korkunç mutsuzluğu?» «Şey... pek çok bilim adamı işlerini bıraktılar tabii.» «Neden 'tabii', Dr.Grant?» «Durumun nasıl olduğunu biliyorsunuz, Dr.Blaustein. Modern atom araştırma merkezinde insanlar çok baskı altındadır. Bürokrasinin etkisi de görülür. Hükûmetle çalışırsınız, askerlerle çalışırsınız. İşinizden söz edemezsiniz. Söylediklerinize dikkat etmeniz gerekir. Tabii bu yüzden bir üniversitede çalışma fırsatı yakaladınız mı bundan hemen yararlanırsınız. Çünkü orada çalışma saatlerinizi kendiniz saptarsınız. İşinizi kendiniz yaparsınız. A.E.K.'ye verilmesi gerekmeyen makaleler yazarsınız. Toplantılara katılırsınız ama bunlar kilitli kapıların arkasında yapılmaz.» «Ve uzmanlık alanınızı tümüyle terk edersiniz, öyle mi?» «Yeni iş başvuruları askerlikle ilgili bulunmayan konularda oluyor. Ama işini başka bir nedenle bırakan bir adam tanıdım. Bana bir keresinde geceleri uyuyamadığını söyledi. 'Işığı söndürür söndürmez Hiroşima'dan yükselen o yüz bin çığlığı işitiyorum,' dedi. Ondan sonra haber aldığımda bir tuhafiyecide kâtiplik yapıyordu.» «Sizin de birkaç çığlık duyduğunuz oluyor mu?» Grant başını salladı. «Evet. Atomun yok edici gücünün birazından sorumlu olduğunuzu bilmek bile hoş bir duygu değil.» «Ralson neler hissediyordu?» «O böyle şeylerden hiç söz etmezdi.» «Yani bu tür duyguları olsa bile bir 'emniyet supabı' yoktu. Size içini dökerek rahatlaması imkânsızdı.» «Evet, öyle sanırım.» «Ama yine de atom konusunda araştırmalar yapılması gerekiyor. Öyle değil mi?» «Evet. Tabii.» «Dr.Grant, yapamayacağınız bir şeyi yapmanız gerektiğini düşünseydiniz, ne olurdu?» Grant omzunu silkti. «Bilmiyorum.» «Bazıları kendilerini öldürüyorlar.»



«Ralson'u sarsan şeyin de bu olduğunu mu söylüyorsunuz?» «Bilmiyorum. Bilmiyorum. Bu akşam Dr. Ralson'la konuşacağım. Tabii hiçbir konuda söz veremem. Ama öğrendiklerimi size bildireceğim.» Grant ayağa kalktı. «Teşekkür ederim, doktor. Ben de istediğiniz bilgiyi elde etmeye çalışacağım.» Elwood Ralson, Dr.Blaustein'ın sanatoryumuna geleli bir hafta olmuş, bu arada görünüşü düzelmişti. Yüzü dolgunlaşmış, huzursuzluğunun önemli bir bölümü kaybolmuştu. Kravatı ve kemeri yoktu. Ayakkabılarının bağları da olmadığı gibi. Blaustein, «Kendinizi nasıl hissediyorsunuz. Dr.Ralson?» diye sordu. «Dinlendim...» «Size iyi davranıyorlar mı?» «Hiçbir şikâyetim yok, doktor.» Blaustein her zaman dalgın dalgın oynadığı kâğıt bıçağını aradı, ama bulamadı. Tabii bıçak da diğer sivri ya da keskin şeylerle birlikte kaldırılmıştı. Şimdi masasında kâğıtlardan başka bir şey yoktu. Blaustein, «Oturun, Dr.Ralson,» dedi. «Durumunuzda herhangi bir değişiklik var mı?» «Yani bende 'intihar' güdüsü denen şeyin olup olmadığını soruyorsunuz. Evet. Durum kâh iyileşiyor, kâh kötüleşiyor. Bu daha çok düşüncelerime bağlı sanırım. Ama o istek her zaman benimle. Bana yardım etmek için yapabileceğiniz bir şey de yok.» «Belki de haklısınız. Çoğu zaman bazı kişilere yardım edemem. Ama sizin hakkınızda olabildiğince çok şey öğrenmek istiyorum. Siz önemli bir insansınız...» Ralson burnundan soluyan atlar gibi garip bir ses çıkardı. Blaustein, «Kendinizi önemli bulmuyor musunuz?» diye sordu. «Bulmuyorum ya! Tek tek önemli bakteri nasıl yoksa, önemli kişiler de yoktur.» «Anlayamadım.» «Anlayacağınızı sanmıyordum.» «Ama bu sözünüzün derin bir düşünceyi yansıttığını sanıyorum. Bana bu düşüncenizin bir kısmını olsun açıklamaz mısınız? Çok ilginç olur.» Ralson ilk kez o zaman gülümsedi. Hoş bir gülümseme değildi. Burun kanatları bembeyaz kesilmişti. «Sizi seyretmek çok eğlenceli oluyor, doktor. İşinizi çok dikkatle yapıyorsunuz. Beni dinlemeniz gerekiyor, öyle değil mi? Sahte bir ilgi ve dalkavukça bir anlayışla hem de! Size dünyanın en gülünç şeylerini de anlatsam, beni yine de dinleyeceksiniz.» «Gösterdiğim ilgi gerçek olamaz mı? Profesyonel bir yanı olsa bile...» «Hayır, olamaz.» «Neden?» «Bunu tartışmak niyetinde değilim.» «Odanıza dönmeyi mi tercih edeceksiniz?» «Evet, sizce bir sakıncası yoksa. Hayır!» Ralson müthiş bir öfkeyle bağırarak ayağa fırlamıştı. Sonra hemen tekrar yerine oturdu. «Sizi neden kullanmayayım? İnsanlarla konuşmaktan hoşlanmıyorum. Çok aptal onlar. Hiçbir şeyi göremiyorlar. Apaçık bir şeye saatlerce bakıyor ama yine de durumu anlayamıyorlar. Onlarla konuşacak olsam, beni de anlayamazlar. Sabırları taşar, bana güvenirler. Oysa sizin beni dinlemeniz gerekiyor. Çünkü bu sizin göreviniz. Deli olduğumu düşünseniz bile bunu söylemek için sözümü yarıda kesemezsiniz.» «Bana söylemek isteyeceğiniz her şeyi memnunlukla dinlerim.» Ralson derin bir soluk aldı. «Bir yıldan beri bir şeyi çok iyi biliyorum. Pek az kişi bunu biliyor. Belki de bu, canlı bir insanın bildiği bir şey değil. İnsan kültürünün zaman zaman birdenbire ilerlediğini biliyor muydunuz? Otuz bin özgür insanın yaşadığı bir kentte iki kuşaklık bir sürede sanat



ve edebiyat dünyasında birinci sınıf dâhiler yetişti. Normal şartlarda, bir milyon kişinin yaşadığı bir ülkeye bir yüzyıl yetecek sayıda dâhi. Tabii Pericles'in Atina'sından söz ediyorum. «Başka örnekler de var. Madici'lerin Floransa'sı. Birinci Elizabeth'in İngiltere'si. Kordonalı Emirlerin İspanya'sı. İsa'dan önce sekizinci ve yedinci yüzyıllarda İsrailliler arasında da toplum reformcuları yetişmişti. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?» Dr.Blaustein başını salladı. «Tarihin ilginizi çektiği anlaşılıyor.» «Neden çekmesin? Sadece nükleer kesitler ve dalga mekaniklerinden başka şeylerle ilgilenmemi engelleyen bir yasa yok sanırım.» «Kesinlikle yok. Lütfen devam edin.» «Başlangıçta tarihi dönemlerin iç yüzünü bir uzmana danışarak öğrenebileceğimi sandım. Profesyonel bir tarihçiyle görüşmeler yaptım. Ama sadece zaman kaybettim!» «Bu profesyonel tarihçinin adı neydi?» «Önemli mi?» «Belki de değil. Gizli tutmak istiyorsanız öyle yaparsınız. Tarihçi size ne söyledi?» «Bana yanıldığımı söyledi. 'Uygarlık sadece zaman zaman birdenbire ilerliyormuş gibi gözüküyor,' dedi. 'Msır ve Sümer gibi büyük uygarlıkları incelediğiniz zaman durumu daha iyi anlıyorsunuz. Onlar birdenbire ortaya çıkıvermediler. Temellerinde sanat bakımından iyice ilerlemiş ve uzun bir gelişme devresi geçirmiş ikincil uygarlıklar vardı. Pericles'in Atina'sı daha az başarılı bir Pericles öncesi Atina'nın üzerine inşa edildi. O olmasaydı, Pericles devri de olamazdı.' İşte böyle söyledi. «Ona, 'O halde neden daha başarılı bir Pericles sonrası Atina'sı yok?' diye sordum. Bana Atina'nın veba ve Sparta'yla çok uzun süren bir savaş yüzünden mahvolduğundan söz etti. Ona kültürde zaman zaman görülen o ani çıkışları sordum. Her seferinde bu uygarlığa bir savaş son vermişti. Ya da savaş bazen uygarlığa eşlik bile etmişti. Tarihçi de diğerlerinden farksızdı. Gerçek ortadaydı. Yerde, önünde duruyordu. Eğilip onu alması yeterli olacaktı, ama bunu yapmıyordu.» Ralson gözlerini yere dikerek yorgun bir sesle ekledi. «Bazen laboratuvarda bana geliyorlar, doktor. 'Bütün ölülerimizi altüst eden falan filan etkisini ortadan nasıl kaldıracağız, Ralson?' diye soruyorlar. Bana aletleri ve devrelerin şemasını gösteriyorlar. Ben de, 'Cevap suratınıza bakıyor,' diyorum. 'Neden şunu şunu yapmıyorsunuz? Bunu bir çocuk bile size söyleyebilir. 'Ondan sonra oradan uzaklaşıyorum. Çünkü o budalaların suratlarındaki salakça ifadeyi görmeye dayanamıyorum. Daha sonra tekrar bana geliyor, 'Söylediğin gibi oldu, Ralson,' diyorlar. 'Bunu nasıl anladın?' Durumu onlara izah edemiyorum, doktor. Bu, suyun ıslak olduğunu anlatmak gibi bir şey. O tarihçiye de durumu anlatamadım. Ve size de anlatamayacağım. Boşuna zaman kaybedeceğiz.» «Odanıza dönmek ister misiniz?» «Evet.» Ralson odasından çıkarıldıktan sonra Blaustein uzun süre masasının başında oturarak düşündü. Sonra farkına varmadan elini sağ üst çekmeye sokup kâğıt bıçağını aldı. Onu parmaklarının arasında çevirmeye başladı. Sonunda telefona uzandı. Kendisine verilen özel numarayı çevirdi, «Ben Blaustein. Dr. Ralson bir süre, belki de bir yıl önce bir tarihçiyle görüşmüş. Adamın adını bilmiyorum. Hatta onun bir üniversitede öğretim üyesi olup olmadığından da haberi yok. Ama tarihçiyi bulursanız sevinirim. Onunla görüşmek istiyorum.» Tarih Profesörü Thaddeus Milton düşünceli düşünceli Dr.Blaustein'a bakarak gözlerini kırpıştırdı. Parmaklarını kır saçlarının arasına soktu. «Bana geldiler. Ben de o adamla gerçekten tanıştığımı söyledim. Ama onunla bir ilişkim yoktu. Sadece birkaç mesleki konuşma yaptık, hepsi o kadar.» «Size nasıl geldi?»



«Bana bir mektup yazdı. Neden başka birini değil de beni seçti, bunu bilmiyorum. O sıralarda yarı entel dergilerde yarı bilimsel bir dizi yazım çıkmıştı. Belki dikkatini bu çekti.» «Anlıyorum. O yazılarınızın konusu neydi?» «Tarihe devirle ilgili bir biçimde yaklaşmanın geçerli olup olmadığı. Başka bir deyişle, belirli bir uygarlığın, bireylerinkine ' benzeyen gelişme ve gerileme yasalarına uyup uymadığı.» «Ben Toynbee'nin eserlerini okudum, profesör.» «Eh, öyleyse ne demek istediğimi anlıyorsunuz.» Blaustein, «Dr.Ralson sizinle tarihe böyle devirler açısından yaklaşılması konusunu mu konuştu?» «Hım... Belki bir bakıma, diyebiliriz. Tabii o bir tarihçi değil. Kültür akımlarıyla ilgili bazı fikirleri oldukça dramatik ve... nasıl anlatayım bilmem ki... biraz bulvar gazetelerine yakışan türde. Bağışlayın, doktor, size bir soru soracağım. Ama bu sorum uygunsuz kaçabilir. Dr.Ralson sizin hastalarınızdan mı?» «Dr.Ralson iyi değil... kendisiyle ben ilgileniyorum. Tabii burada konuşacağımız her şey aramızda kalacak.» «Tabii. Bunu anlıyorum. Ama cevabınız bana bir şeyi açıklamış oldu. Dr.Ralson'un bazı fikirleri hemen hemen mantıksızdı. Bence 'ani kültürel gelişmeler' diye tanımladığı olayla bazı felaketler arasında bir bağ olduğunu düşünüyor ve endişeleniyordu. Bu tür bir bağlantı sık sık görülmüştür. Bir ulus güvende olmadığı bir dönemde birdenbire müthiş canlanabilir. Bu konuda Hollanda'yı örnek olarak gösterebiliriz. En büyük sanatçıları, devlet adamları ve kâşifleri on yedinci yüzyılın başlarında ortaya çıktılar. Hollanda o sırada Avrupa'nın en büyük gücü sayılan İspanya'yla bir ölüm kalım savaşına girmişti. Ülkesi ortadan kalkmak üzereyken Uzakdoğu'da bir imparatorluk kuruyordu. Güney Amerika'nın kuzey kıyısına, Afrika'nın güney ucuna ve Kuzey Amerika'daki Hudson Vadisine adımını atmıştı. Filoları İngiltere'yle savaştılar ve onu durdurdular. Buna karşılık, Hollanda tam siyasi güvenliğe kavuştuğu sırada çökmeye başladı. «Ama dediğim gibi bu görülmemiş bir olay değil. Gruplar da, kişiler gibi, bir tehlike karşısında garip bir biçimde güçlenir ve yükselirler. Tehlike yokken de sanki bitkiye dönüşürler. Ama Dr.Ralson bu tür bir düşüncenin, 'etkiyle sonucu birbirine karıştırmak' olduğunda ısrar etti ve mantık yolundan saptı. Kültürel ilerlemeleri savaş ve tehlikenin hızlandırmadığını, bunun tam tersi olduğunu iddia ediyordu. Dr.Ralson'a göre, bir grup insan canlılık ve becerinin doruklarına ulaştığı an mutlaka bir savaş çıkıyordu. Bu grubun daha fazla ilerlemesini önlemek için yani.» Blaustein, «Anlıyorum...» dedi. «Korkarım ona güldüm. Belki de bu yüzden son randevumuza gelmedi. Son konuşmamız sırasında bana, 'İnsan gibi olmayacak bir türün dünyaya hâkim olması garip değil mi?' diye sordu. Konuşmamızın sonlarına doğru söyledi bunu. 'Sonuçta İnsanın lehindeki tek nokta onun zeki olması,' dedi. İşte ben de o zaman kahkahalarla güldüm. Belki de böyle yapmam gerekirdi. Zavallı adam...» Dr.Blaustein, «Sizinki normal bir tepkiymiş,» diye cevap verdi. «Ama artık zamanınızı daha fazla almamalıyım. Bana çok yardımcı oldunuz.» El sıkıştılar. Thaddeus Milton doktorun yanından ayrıldı. Darrity, «İşte,» dedi. «Bilim adamları arasındaki son intihar vakalarıyla ilgili rakamlar. Bundan bir sonuç çıkarabildiniz mi?» Blaustein, «Bunu asıl benim size sormam gerekir. FBI geniş çapta araştırma yapmış olmalı,» dedi. «Bundan emin olabilirsiniz. Bu adamlar gerçekten intihar ettiler. Bu konuda hiçbir kuşku yok. Başka bir bölümden görevliler de bu olaylarla ilgilendiler. İntihar oranı normalin dört katı. Tabii yaşı, toplumdaki konumu ve ekonomik sınıfı göz önüne alırsanız.» «Ya İngiliz bilim adamları.»



«Orada da durum hemen hemen aynı.» «Ya Sovyetler Birliği?» «Bunu kim bilebilir ki?» Müfettiş öne doğru eğildi. «Doktor, Sovyetlerin insanların intihar etmek istemelerine neden olacak bir ışın keşfettiklerini sanmıyorsunuz ya? Aslında intihar olaylarının sadece atom üzerinde çalışanlar arasında görülmesi insanda kuşku uyandırıyor.» «Öyle mi? Ama belki de değil. Belki de nükleer fizikçilere garip bir baskı uygulanıyor. Bu konu iyice araştırılmadıkça kesin bir şey söylenemez.» Darrity ihtiyatla, «Yani kompleksleri mi ortaya çıkıyor?» diye sordu. Blaustein yüzünü buruşturdu. «Psikiyatri de pek popüler bir konu olmaya başladı. Herkes komplekslerden, nevrozlardan, psikozlardan, saplantılardan ve daha buna benzer türlü şeyden söz ediyor. Bir adamın suçluluk kompleksi bir başkasının gece mışıl mışıl uyuması demek. İntihar eden biriyle konuşabilseydim belki o zaman bir şeyler öğrenebilirdim.» «Ralson'la konuşuyorsunuz ya.» «Evet, Ralson'la konuşuyorum.» »Onda da suçluluk kompleksi var mı?» «Pek yok. Yaşamına bakarsanız ölüme karşı marazi bir ilgi duyması hiç de olağan dışı sayılmaz. On iki yaşındayken annesinin bir arabanın altında kalarak ölmesine tanık olmuş. Babası kanser yüzünden yavaş yavaş ölmüş. Ama bu olayların şimdiki sorunlarıyla ne ilişkisi olduğu belli değil.» Darrity şapkasını aldı. «Elinizi biraz çabuk tutsanız iyi olur, doktor. Önemli bir şey üzerine çalışılıyor. Hidrojen bombasından da önemli. Bilmiyorum ondan daha büyük ne olabilir, ama var işte.» Ralson ayakta durmakta ısrar etti. «Dün gece çok kötü saatler geçirdim, doktor.» Dr.Blaustein, «Bu konuşmalarımızın sizi rahatsız etmediğini umarım,» dedi. «Belki de rahatsız ediyor. Bu konuşmalar yüzünden yeniden o konuyu düşünmeye başladım. Böyle zamanlarda durum kötüleşiyor. Bir bakteri kültürünü düşünün, doktor. Bu kültürün bir parçası olmak sizce nasıl bir duygu uyandırır?» «Bunu düşünmedim. Herhalde bir bakteri için bu normal bir şey.» Ralson bu sözleri duymadı. Ağır ağır, «içlerindeki yaratıkların zekâlarının incelendiği bir kültür...» diye mırıldandı. «Biz genetik bağları bakımından türlü şeyi inceliyoruz. Meyva sineklerini alıyoruz, beyaz gözlülerle kırmızı gözlüleri birleştiriyoruz. Ne olduğunu görmek için. Ama kırmızı gözlülere de, beyaz gözlülere de aldırdığımız yok. Onlardan belirli bazı temel genetik prensiplerini öğrenmeye çalışıyoruz. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi?» «Tabii.» «İnsanlarda bile çeşitli fiziksel özellikleri izleyebiliyoruz. Hapsburg'lara özgü o dudak biçimi. Kraliçe Victoria'yla başlayan, sonra İspanyol ve Rus hükümdar ailelerinin üyelerinde görülen hemofili. Hatta Jukes'larla Kallikaklardaki geri zekâlılığı da izleyebiliyoruz. Bütün bunları lisedeki biyoloji derslerinde öğreniyorsunuz. Ama insanları meyva sinekleri gibi birleştirip üretemezsiniz. İnsanların ömrü çok uzun. Bir sonuca varmak için yüz yıllar gerekiyor. Haftada bir doğum yapan özel bir insan ırkı olmaması çok kötü. Öyle değil mi?» Ralson cevap bekledi, ama doktor sadece gülümsedi. Ralson, «Oysa binlerce yıl yaşayan bir grup varlık bizi ömrü kısa yaratıklar sayabilirler. Onlar için gerektiği kadar hızlı ürüyor sayılırız. Kısa ömürlü yaratıklar olduğumuzu düşünür ve müzik yeteneği, bilimsel zekâ vb. şeylerin yeteneğini inceleyebilirler. Tabii bu konular aslında onları ilgilendirmez. Beyaz gözlü meyva sineğinin göz renginin bizi ilgilendirmediği gibi. Blaustein, «Bu çok ilginç bir düşünce,» dedi.



«Yalnızca bir düşünce değil. Bir gerçek. Bence bu çok belli bir şey. Konunun size nasıl gözüktüğü umurumda değil. Etrafınıza şöyle bir bakın. Dünya denen gezegene bakın. Dinozorların başaramadığı işi biz nasıl yaptık? Biz gülünç insanlar dünyaya nasıl hâkim olduk? Evet, zekiyiz. Ama zekâ nedir ki? Zeki olduğumuz için zekânın önemli olduğunu düşünüyoruz. Bir dinozora, türünün her şeye hâkim olmasını sağlayacak bir tek özelliği seçmesini söyleselerdi herhalde güç ve irilikte karar kılardı. Hatta bu seçimini biz insanlardan daha iyi savunurdu. Biz insanların ondan daha fazla yaşayabileceğimizi de sanmıyorum.» «Hayatta kalma konusunda salt zekâ hiç önemli, değil. Fil, serçeden çok daha zeki. Ama yaşama konusunda o küçük kuş çok daha başarılı. Köpek, insanlar onu koruduğu için başarılı. Ama her insanın öldürmeye çalıştığı karasinek kadar da değil. Ya da bir grup olarak primatları alalım. Ufak tefek olanlar düşmanlarının karşısında büzülüp kalıyorlar. İri olanlarsa canlarını güçlükle kurtarıyorlar. En başarıları Etiyopya maymunu. Ama bunun nedeni de beyni değil, sivri köpek dişleri.» Ralson'un alnını ince bir ter tabakası kaplamıştı. «İnsanın, bizi inceleyen o varlıklar için dikkatle seçilmiş bazı şartlara,uygun bir biçimde geliştirilmiş olduğu belli. Genellikle primatlar kısa ömürlü. Tabii iri olanlar daha fazla yaşıyorlar. Bu, hayvanlar âleminin genel bir yasası sayılabilir. Ama insan ömrü o dev gibi maymunlarınkinin iki katı. Ömrü ondan çok ağır olan gorilinkinden bile daha uzun. Biz daha geç olgunlaşıyoruz. Sanki bizi birazcık daha uzun yaşamamız için dikkatle yetiştirmişler. Böylece yaşamımızın daha uygun bir uzunlukta olmasını sağlamışlar.» Ralson yumruklarını havaya kaldırarak salladı. «Bin yıl sanki dün gibi...» Blaustein telaşla bir düğmeye bastı. Ralson bir an içeri giren beyaz önlüklü hasta bakıcıya karşı koydu. Sonra onu odadan çıkarmasına izin verdi. Blaustein arkasından bakarak başını salladı. Sonra da telefona uzandı. Bir dakika sonra Darrity'le konuşuyordu. «Bu tedavinin uzun sürebileceğini size söylemem gerekiyor, müfettiş.» Darrity'nin söylediklerini dinledikten sonra, «Biliyorum... Işın acil olduğunun farkındayım. Bunu önemsemediği de sanmayın,» dedi. Vericiden yükselen ses tiz, madensi ve sertti. «Doktor, aslında önemsemiyorsunuz. Size Dr.Grant'ı yollayacağım. O durumu size açıklar.» Dr.Grant, Ralson'un nasıl olduğunu sordu. Üzüntüyle onu görüp göremeyeceğini öğrenmek istedi. Blaustein başını, Hayır,'der gibi usulca salladı. Dr.Grant, «Benden atom araştırmalarındaki son durumu size anlatmamı istediler,» dedi. «Her şeyi anlayabilmem için... Öyle mi?» «Anlayacağınızı umarım. Çaresiz durumda olduğumuz için bu yola başvurduk. Size şunu da hatırlatacağım." «Biliyorum, biliyorum. Kimseye bir tek kelime bile söyletmeyeceğim. Sizinkilerin bu güvensizliği çok kötü bir alışkanlık. Bütün bunların gizlenemeyeceğini bilmeniz gerek. » «Sırlarla yaşıyorsunuz. Bu, bulaşıcı bir hastalık gibi.» «Evet, öyle. Şimdi şu son sırra gelelim? Nedir bu? » «Atom bombasına karşı savunmanın bir yolu var. Daha doğrusu olabilir...» «Sır, bu mu? Eğer öyleyse dünyadaki bütün insanlara duyurulursa daha iyi olur.» «Tanrı aşkına! Hayır! Beni dinleyin, Dr. Blaustein. Bu şimdilik sadece kâğıt üzerinde. Hemen hemen yalnızca bir formül. Belki de uygulanamayacak bir şey. Herkesi umutlandırıp sonra da düş kırıklığına uğratmak çok kötü olur. Öte yandan bir tur savunma aracı hazırlamak üzere olduğumuz duyulursa...



birileri, biz tam geliştirmeden savaş başlatıp kazanmak isteyebilirler.» Blaustein, «Bu çok ilginç bir düşünce,» dedi. «Yalnızca bir düşünce değil. Bir gerçek. Bence bu çok belli bir şey. Konunun size nasıl gözüktüğü umurumda değil. Etrafınıza şöyle bir bakın. Dünya denen gezegene bakın. Dinozorların başaramadığı işi biz nasıl yaptık? Biz gülünç insanlar dünyaya nasıl hâkim olduk? Evet, zekiyiz. Ama zekâ nedir ki? Zeki olduğumuz için zekânın önemli olduğunu düşünüyoruz. Bir dinozora, türünün her şeye hâkim olmasını sağlayacak bir tek özelliği seçmesini söyleselerdi herhalde güç ve irilikte karar kılardı. Hatta bu seçimini biz insanlardan daha iyi savunurdu. Biz insanların ondan daha fazla yaşayabileceğimizi de sanmıyorum.» «Hayatta kalma konusunda salt zekâ hiç önemli, değil. Fil, serçeden çok daha zeki. Ama yaşama konusunda o küçük kuş çok daha başarılı. Köpek, insanlar onu koruduğu için başarılı. Ama her insanın öldürmeye çalıştığı karasinek kadar da değil. Ya da bir grup olarak primatları alalım. Ufak tefek olanlar düşmanlarının karşısında büzülüp kalıyorlar. İri olanlarsa canlarını güçlükle kurtarıyorlar. En başarıları Etiyopya maymunu. Ama bunun nedeni de beyni değil, sivri köpek dişleri.» Ralson'un alnını ince bir ter tabakası kaplamıştı. «İnsanın, bizi inceleyen o varlıklar için dikkatle seçilmiş bazı şartlara uygun bir biçimde geliştirilmiş olduğu belli. Genellikle primatlar kısa ömürlü. Tabii iri olanlar daha fazla yaşıyorlar. Bu, hayvanlar âleminin genel bir yasası sayılabilir. Ama insan ömrü o dev gibi maymunlarınkinin iki katı. Ömrü ondan çok ağır olan gorilinkinden bile daha uzun. Biz daha geç olgunlaşıyoruz. Sanki bizi birazcık daha uzun yaşamamız için dikkatle yetiştirmişler. Böylece yaşamımızın daha uygun bir uzunlukta olmasını sağlamışlar.» Ralson yumruklarını havaya kaldırarak salladı. «Bin yıl sanki dün gibi...» Blaustein telaşla bir düğmeye bastı. Ralson bir an içeri giren beyaz önlüklü hasta bakıcıya karşı koydu. Sonra onu odadan çıkarmasına izin verdi. Blaustein arkasından bakarak başını salladı. Sonra da telefona uzandı. Bir dakika sonra Darrity'le konuşuyordu.. «Bu tedavinin uzun sürebileceğini size söylemem gerekiyor, müfettiş.» Darrity'nin söylediklerini dinledikten sonra, «Biliyorum... İşin acil olduğunun farkındayım. Bunu önemsemediğimi de sanmayın,» dedi. Vericiden yükselen ses tiz, madensi ve sertti. «Doktor, aslında önemsemiyorsunuz. Size Dr.Grant'ı yollayacağım. O durumu size açıklar.» Dr.Grant, Ralson'un nasıl olduğunu sordu. Üzüntüyle onu görüp göremeyeceğini öğrenmek istedi. Blaustein başını, 'Hayır,' der gibi usulca salladı. Dr.Grant, «Benden atom araştırmalarındaki son durumu size anlatmamı istediler,» dedi. «Her şeyi anlayabilmem için... Öyle mi?» «Anlayacağınızı umarım. Çaresiz durumda olduğumuz için bu yola başvurduk. Size şunu da hatırlatacağım...» «Biliyorum, biliyorum. Kimseye bir tek kelime bile söylemeyeceğim. Sizinkilerin bu güvensizliği çok kötü bir alışkanlık. Bütün bunların gizlenemeyeceğini bilmeniz gerekir.» «Sırlarla yaşıyorsunuz. Bu, bulaşıcı bir hastalık gibi.» «Evet, öyle. Şimdi şu son sırra gelelim? Nedir bu?» «Atom bombasına karşı savunmanın bir yolu var... Daha doğrusu olabilir..,» «Sır bu mu? Eğer öyleyse dünyadaki bütün insanlara duyurulurca daha iyi olur.» «Tanrı aşkına! Hayır! Beni dinleyin, Dr.Blaustein. Bu şimdilik sadece kâğıt üzerinde. Hemen hemen



yalnızca bir formül. Belki de uygulanamayacak bir şey. Herkesi umutlandırıp sonra da düş kırıklığına uğratmak çok kötü olur. Öte yandan bir tür savunma aracı hazırlamak üzere olduğumuz duyulursa... birileri, biz tam geliştirmeden savaş başlatıp kazanmak isteyebilirler.» «Ben buna inanamam. Ama neyse, aklınızı karıştırmayayım. Ne tür bir savunma yöntemi bu? Yoksa bana gerçeğin sadece bu kadarını mı açıklayacaksınız?» «Hayır. Bu bakımdan istediğim kadar ileri gidebilirim. Sizi, Ralson'un bize çok gerekli olduğuna ikna etmek için çok şeyi açıklayabilirim. Onu çabucak iyileştirmelisiniz!» «Öyleyse bana gerçeği açıklayın. Ben de sırları öğreneyim. Kendimi bir Kabine üyesi gibi hissetmeye başlıyorum.» «Size açıkladıklarımdan sonra onlardan çok daha fazla bilginiz olacak. Dinleyin, Dr.Blaustein. Size her şeyi bilimsel terimler kullanmadan anlatacağım. Bugüne kadar hem saldırı, hem de savunma silahlarında aynı derecede ilerleme oldu. Barutun icadıyla saldırı silahları önem kazandı, ama savunma ona yetişti. At üstündeki zırhlı orta çağ şövalyesinin yerini paletli tanka binmiş modern insan aldı. Taş şato da beton bir kulübeciğe dönüştü. Yani saldırı silahlarıyla savunma yöntemleri her zaman birbirlerini dengelediler.» Ama atom bombası müthiş bir silah. Herhalde korunmak için çelik ve beton da yeterli değil.» «Evet, öyle. Gitgide daha kalın duvarlar yapmak bir işe yaramıyor. Yeterince güçlü maddeler de kalmadı. Bu nedenle artık malzemeden vazgeçmemiz gerekiyor. Atom saldırısına karşı bizi yine atom savunmalı. Bu işte enerjinin kendisinden yararlanacağız. Yani bir güç alanından.» Blaustein usulca, «Güç alanı nedir?» diye sordu. «Keşke bunu size anlatabilseydim. Şu anda kâğıt üzerinde bir denklem. Teorik olarak enerji yönlendiriliyor, böylece cisimsiz süredurumdan bir duvar yaratılıyor. Ama pratik olarak bunun nasıl başarılacağını bilmiyoruz.» «Hiçbir şeyin geçemeyeceği bir duvar, öyle mi? Atomların bile geçemeyeceği?» «Evet. Atom bombalarının bile geçemeyeceği bir duvar. Gücünü ona verebileceğimiz enerji miktarı belirleyecek. Teorik olarak duvar radyasyonu bile geçirmeyecek. Gamma ışınları ona çarparak sekecekler. Kentlerde her zaman var olacak bir paravana. Minimum güçte olacak, hemen hemen hiç enerji tüketmeyecek. Yine hemen hemen hiç enerji harcanmadan maksimum güce erişebilecek. Kısa dalga radyasyon karşısında saniyenin binde biri kadar bir sürede hemen maksimum yoğunluğa erişecek. Örneğin, atom başlıklı bir füze olabilecek miktarda bir plütonyum kütlesinden yayılan radyasyon karşısında. Bütün bunlar teorik olarak mümkün.» «Ralson'a neden ihtiyacınız var?» «Çünkü teoriyi pratik hale sadece Ralson sokabilir. Tabii böyle bir şey olabilirse şu günlerde her dakika bizim için önemli. Dünyanın durumunu biliyorsunuz. Atom savaşından önce atomik savunma oluşturulmalı.» «Ralson'dan bu kadar emin misiniz?» «Hem de çok eminim. O olağanüstü bir insan, Dr.Blaustein. Her zaman aklı çıkıyor. Bu alanda çalışan hiç kimse onun bu işi nasıl başardığını bilemiyor.» «Bu bir tür sezgi mi?» Psikiyatri uzmanı sıkılmış gibiydi. «Normal insan kapasitesinin ötesinde bir mantık dizisi. Öyle mi?» «Bunun ne olduğunu bildiğimi iddia edecek değilim.» «İzin verin de Dr.Ralson'la tekrar konuşayım. Sonucu size bildiririm.» «İyi.» Grant gitmek için kalktı. Sonra aklına yeni gelmiş gibi ekledi. «Hemen bir şeyler yapmalısınız, doktor, Yoksa Komisyon Ralson'u buradan alacak.» «Ve başka bir psikiyatri uzmanını mı deneyecek? Bunu yapmak istiyorlarsa onlara engel olmam



tabii. Ama bence hiçbir dürüst doktor onu çabucak iyileştirebileceğini iddia edemez.» «Onu tedavi ettirmeyi düşünmeyebiliriz. Dr.Ralson'u tekrar işinin başına göndeririz.» «İşte ben buna engel olmak için savaşırım, Dr.Grant. Ondan yararlanamazsınız. Bu, Dr.Ralson'un ölümü olur.» «Zaten şimdi de ondan yararlanamıyoruz.» «Ama bu bakımdan yine de bir umut var. Öyle değil mi?» «Öyle olduğunu umarım. Ve lütfen Ralson'u buradan götürmekten söz ettiğimi kimseye söylemeyin.» «Söylemem. Beni uyardığınız için de teşekkür ederim. Güle güle, Dr.Grant.» «Geçen sefer gülünç duruma düştüm, değil mi, doktor?» Ralson kaşlarını çatmıştı. «Yani o sırada söylediklerinize inanmıyor musunuz?» «İnanıyorum! Ufak tefek vücudu duygularının yoğunluğu yüzünden titriyordu. Ralson pencereye koştu. Blaustein da onu görebilmek için koltuğuna döndü. Pencerelerde demir çubuklar yoktu. Ama Ralson'un dışarı atlaması imkânsızdı, çünkü pencerelere kırılmaz cam geçirilmişti. Alacakaranlık sona ererken yıldızlar birer ikişer gözükmeye başlıyordu. Ralson onlara büyülenmiş gibi baktı. Sonra da Blaustein'a dönerek parmağıyla yıldızları gösterdi. «Onların her biri bir kuluçka makinesi! Isıyı istedikleri derecede tutuyorlar. Değişik deneyler, değişik ısı dereceleri. Ve o yıldızların çevresinde dönen gezegenler de dev birer kültür. Bakteri kültürü gibi. O kültürlerde değişik besin karışımları ve değişik canlılar var. Deneyi yapanlar, kimler ya da neyseler, ekonomiden de anlıyorlar. Şu bizim test tüpünde pek çok canlı türü yaşatıyorlar. Nemli, tropikal çağda dinozorlar. Buzulların arasında da biz. Güneşi parlatıp sönükleştiriyorlar. Ve biz de bunun fizik kuralını bulmaya çalışıyoruz. Fizikmiş!» Dudakları gerilerek dişleri ortaya çıktı. Dr. Blaustein, «Güneşin istendiği zaman sönükleştirilip parlatılması olanaksızdır,» dedi. «Neden olmasın? Bu tıpkı bir fırındaki ısıtma aracı gibi bir şey. Bakterilerin, onlara ulaşan sıcaklığın nasıl sağlandığını bildiklerini mi sanıyorsunuz? Kim bilir? Belki bakteriler de birtakım teoriler üretiyorlar. Evrenin nasıl yaratıldığıyla ilgili kuramlar. Birbirine çarpan ampuller, laboratuvar kaplarında ışık oyunları yaptıkları zaman onlar da kozmik felaketler konusunda fikir yürütüyorlar. Belki de onlara sıcaklık ve besin sağlayan, 'Çalışın ve üreyin,' diyen merhametli bir yaratıcı olduğuna bile inanıyorlar. «Biz de, nedenini bilmeden, onlar gibi ürüyoruz. Doğa yasaları denen şeylere uyuyoruz. Oysa o yasalar bize zorla kabul ettirilen anlayamadığımız güçlerin sadece bir yorumu. «Ve şimdi bu varlıklar en önemli deneyleriyle karşı karşıyalar. Deneyler iki yüz yıldan beri sürüyor. O varlıklar bin yedi yüzlerde İngiltere'de makineden anlayan bir tür üretmeye karar verdiler sanırım. Biz bundan Sanayi Devrimi diye söz ediyoruz. Buharla başladı, onu elektrik, sonra da atom izledi. .İlginç bir deneydi. Ama bunun yayılmasına izin vererek riski göze aldılar. Şimdi deneyi sona erdirmek için çok şiddetli bir yöntemi seçecekler.» Blaustein, «Bu deneyi nasıl sona erdirecekler?» diye sordu. «Bu konuda bir fikriniz var mı?» «Bana nasıl sona erdireceklerini mi soruyorsunuz? Bugün dünyanın haline bakıyor ve hâlâ teknoloji çağının nasıl sona ereceğini mi merak ediyorsunuz? Bütün dünya bir atom savaşından korkuyor. Böyle bir şeyin olmaması için her şeyi yapmaya hazır. Ama bütün dünya yine de atom savaşının kaçınılmaz olduğunu düşünüyor.» «Yani biz istesek de istemesek de deney yapan o varlıklar bir atom savaşının çıkmasını sağlayacaklar. Teknoloji çağının sona ermesi için. Ondan sonra da her şeye yeniden başlayacaklar. Öyle mi?» «Evet. Mantıklı bir sonuç bu. Bir aleti sterilize ettiğimiz zaman bakteriler onları öldüren o sıcağın



nereden geldiğini biliyorlar mı? Ya da buna neyin sebep olduğunu? Deneyleri yapan o varlıklar duygularımızı yoğunlaştırmayı biliyorlar. Bizi, anlamamız imkânsız olan bir biçimde yönlendiriyor, idare ediyorlar.» Blaustein, «Bana şunu söyleyin,» dedi. «Ölmek istemenizin nedeni bu mu? Uygarlığın mahvolma anının yaklaştığını ve bunun önlenemeyeceğini düşündüğünüz için mi intihar etmek istiyorsunuz?» Ralson, «Ben ölmek istemiyorum,» dedi. «Ama ölmem gerekiyor!» Gözlerinde müthiş bir ıstırap vardı. «Doktor, diyelim ki, laboratuvarınızda son derece tehlikeli mikroplardan oluşan bir kültür var. Bu mikropları sıkı bir kontrol altında tutmanız gerekiyor. Bu nedenle kültürün biraz uzağına çepeçevre bir engel oluşturmaz mısınız? Örneğin, penisilin katılmış bir maddeden bir daire çizmez misiniz? Merkezdeki kültürden fazla uzaklaşan mikroplar ölürler. Ölen bu bakterilere bir düşmanlığınız yoktur. Hatta belki de mikropların oraya kadar yayıldıklarını fark bile etmezsiniz. Bu otomatik bir işlemdir. «Doktor, bizim kafamızın çevresinde de penisilinden oluşan bir daire var. Fazla ilerlediğimiz, varlığımızın gerçek sırrını çözmeye başladığımız zaman penisiline "ulaşmış oluyoruz. O zaman da ölmemiz gerekiyor. Bu ağır ağır etki yapıyor ama hayatta kalmak zorlaşıyor.» Ralson kısaca, kederle güldü. «Artık odama dönebilir miyim, doktor?» Dr. Biaustein ertesi günü öğle zamanı Ralson'un odasına gitti. Belirgin bir özelliği olmayan, küçük bir yerdi burası. Odanın erişilmesi olanaksız çok yüksek iki küçük penceresi vardı. Yatak kapitone kaplı zemine konmuştu. Odada madeni hiçbir şey yoktu. İnsanın kendini öldürmek için kullanabileceği hiçbir şey. Ralson'un tırnakları bile iyice kısa kesilmişti. Adam doğrulup oturdu. «Merhaba!» «Merhaba, Dr. Ralson! Sizinle konuşabilir miyim?» «Burada mı? Size oturmanızı söyleyeceğim hiçbir şey yok.» «Zararı yok. Ayakta dururum. Zaten bütün gün masamın başında oturuyorum. Bazen ayakta durmam iyi olur. Dr. Ralson, bana dün ve önceki gün söylediklerinizi bütün gece düşündüm.» «Ve şimdi beni vehim sandığınız bu hayaletlerden kurtarmak için tedaviye başlayacaksınız.» «Hayır, hayır. Ben sadece sorular sormak istiyorum. Ayrıca teorilerinizin bazı sonuçlarını da size işaret edeceğim. Onları... kusura bakmazsınız değil mi?.. Bu sonuçları düşünmediğinizi sanıyorum.» «Ya?» «Şimdi... bana teorilerinizi açıkladığınızdan beri ben de sizin bildiklerinizi biliyorum. Ama intihar etmek istediğim yok.» «İnanmak, yalnızca kafayla ilgili bir şey değildir, doktor. Buna bütün kalbinizle, ruhunuzla inanmanız gerekiyor. Oysa siz bunu yapmıyorsunuz.» «Ama sizce bu bir uyum sağlama fenomeni olamaz mı?» «Ne demek istiyorsunuz?» «Siz aslında biyoloji uzmanı değilsiniz. Dr.Raston. Fizik alanında gerçekten bir dehasınız, ama örnek olarak kullandığınız o bakteri kültürü konusunu etraflıca düşünememişsiniz. Penisiline ya da başka tür zehirlere karşı bağışıklığı olan bakteriler üretilmesinin mümkün olduğunu biliyorsunuz.» «Evet?» «Bizi üreten deneyciler kuşaklar boyunca insanlar üzerinde çalıştılar. Öyle değil mi? İki yüz yıldan beri yaşattıkları bu özel tür kendi kendine ölecek gibi değil. Böyle bir belirti, eğilim göstermiyor. Tersine çok canlı bir tür. Ve bulaşıcı da. Daha eski yüksek kültür türleri sadece tek tek kentlerde ya da ufak bölgelerde yaşadılar ve sadece bir iki kuşak dayanabildiler. Ama bu tür bütün dünyaya yayılıyor. Çok bulaşıcı bir tür. Peki, bu tür penisiline karşı bağışıklık kazanmış olamaz mı? Deney yapan varlıkların kültürleri ortadan kaldırmak için kullandıkları yöntemler artık pek etkili değil. Böyle olamaz mı?» Ralson başını salladı. «Bu yöntemler beni etkiliyor.»



«Belki de siz penisiline karşı bağışıklı değilsiniz. Ya da çok yoğun bir penisilin birikimine rastladınız. Atom savaşlarını yasaklamaya, bir tür dünya hükûmeti kurmaya ve sonsuz bir barış sağlamaya çalışan bütün o insanları düşünün. Son yıllarda bu tür çabalar arttı.» «Bunlar yaklaşan atom savaşına engel olamayacak.» «Olabilir. Belki de gereken sadece birazcık çaba daha gösterilmesi. Barış isteyenler kendilerini öldürmüyorlar. Giderek daha çok insan deney yapan varlıklara karşı direnç gösteriyor. Laboratuvarda ne yapıldığını biliyor musunuz?» «Bilmek istemiyorum.» «Bilmeniz gerekiyor. Meslektaşlarınız atom bombasını durduracak bir güç alanı oluşturmaya çalışıyorlar. Dr.Ralson, diyelim ki, ben insanı öldürecek, çok etkili bir bakteri üretiyorum. Bütün önlemlerime rağmen yine de bir veba salgını başlatabilirim. Biz o varlıklar için birer bakteri olabiliriz. Ama onlar için tehlikeliyiz de. Yoksa her deneyden sonra insanları dikkatle ortadan kaldırmazlardı.» Ralson ayağa kalktı. Ufak tefekti ama yine de Dr. Blaustein'dan iki santim uzundu. Onlar gerçekten bir güç alanı üzerinde mi çalışıyorlar?» «Ellerinden geleni yapıyorlar. Ama size ihtiyaçları var.» «Olamaz! Bunu yapamam!» «Size ihtiyaçları var, çünkü çok belirgin olan bir şeyi sadece siz görebiliyorsunuz. Bu ayrıntı onlar için hiç de belirgin değil. Unutmayın, ya onlara yardım edeceksiniz ya da... deneyci varlıklar insanları yenecekler.» Ralson hızla birkaç adım atarak üzerinde hiçbir şey olmayan kapitone kaplı duvara baktı. «Ama yenilgi şart,» diye mırıldandı. «Güç alanını oluşturmaya kalkarlarsa, daha onu tamamlayamadan ölüp giderler.» «Belki de içlerinden bazılarının ya da hepsinin bağışıklığı var. Olamaz mı? Hiç değilse ellerinden geleni yapıyorlar.» Ralson, «Onlara yardım etmeye çalışacağım,» dedi. «Hâlâ kendinizi öldürmek istiyor musunuz?» «Evet.» «Ama öldürmemeye çalışacaksınız, öyle mi?» «Öldürmemeye çalışacağım, doktor.» Ralson'un dudakları titriyordu. «Beni göz hapsine almaları gerekiyor.» Blaustein giriş iznini lobideki nöbetçiye gösterdi. Onu dış kapıda durdurup belgelerine bakmışlardı. Ama şimdi de izin kâğıdı ve bundaki imza yeniden gözden geçirildi. Nöbetçi bir dakika sonra küçük bölmesine girerek bir yere telefon etti. Aldığı cevap onu tatmin etmişti. Blaustein bir banka oturdu. Yarım dakika sonra tekrar ayağa kalkıp Dr.Grant'la el sıkıştı. «Birleşik Devletler Başkanı bile buraya kolay kolay giremeyecek, öyle değil mi?» Zayıf fizikçi güldü. «Haber vermeden gelirse gerçekten öyle olur.» Asansöre binip on ikinci kata çıktılar. Grant'ın doktoru götürdüğü büronun pencereleri üç yöne de bakıyordu. Oda ses geçirmezdi ve havalandırma sistemi vardı. Ceviz ağacından yapılmış eşyalar pırıl pırıl cilalanmıştı. Blaustein, «Tanrım...» dedi. «Burası bir şirketin yönetim kurulu başkanının odasına benziyor. Bilim de büyük işe dönüşmeye başladı.» Grant utandı. «Evet, biliyorum. Ama hükûmet bol para veriyor. Ve bir Temsilciler Meclisi üyesini önemli bir iş yaptığınıza inandırmak için böyle şeyler gerekiyor. Lüks eşyaları görmeli, kokularını duymalı ve cilalı yüzeylerine dokunabilmeli.»



Blaustein oturduğu koltuğa yavaş yavaş gömüldüğünü hissetti. «Dr. Elwood Ralson işe dönmeye razı oldu.» «Harika! Bunu söyleyeceğinizi umuyordum. 'Beni görmeye bunun için gelmiş olsa,' diyordum.» Grant bu haber kendisine ilham vermiş gibi psikiyatri uzmanına bir sigara uzattı. Ama doktor bunu geri çevirdi. Sonra, «Ancak Dr. Ralson hâlâ çok hasta,» diye açıkladı. «Ona dikkatle ve anlayışla davranılması gerekiyor.» «Evet. Tabii.» «Olay sandığınız kadar basit değil. Size Ralson'un sorunlarının bir bölümünü açıklamak istiyorum. Böylece durumun ne kadar nazik olduğunu daha iyi anlarsınız.» Doktor konuşmasını sürdürdü. Grant onu önce endişe, sonra da hayretle dinledi. «O halde bu adam aklını kaçırmış, Dr.Blaustein. Artık bizim hiçbir işimize yaramaz. Adam deli.» Blaustein omzunu silkti. «Bu, 'deli' sözcüğünü nasıl yorumladığınıza bağlı. Kötü bir kelime bu. Lütfen kullanmayın. Evet, Dr.Ralson'un bazı kuruntuları var. Bunlar Ralson'un kendine özgü yeteneklerini etkiler mi, yoksa etkileyemezler mi bunu bilmiyorum.» «Ama herhalde aklı başında bir insan...» «Lütfen. Lütfen. 'Akli melekelerin yerinde olması' konusunda uzun bir tartışmaya girişmeyelim. Hastanın kuruntuları var. Normal koşullarda onların üzerinde bile durmazdım. Ama bana bu insanın özel bir yeteneği olduğu söyledi. Normal bir mantık dizisi kurmadan bir problemin çözüm yolunu bulabiliyor. Bu doğru değil mi?» «Evet. Bunu itiraf etmeliyim.» «Siz ve ben, onun vardığı sonuçlardan birinin değeri konusunda nasıl bir yargıya varabiliriz? İzin verirseniz size bir şey sormak istiyorum: Son zamanlarda içinizden intihar etmek geliyor mu?» «Sanmıyorum.» «Ya burada çalışan diğer bilim adamları?» «Hayır. Ne münasebet!» «Ancak size bir şey önermek zorundayım. Güç alanıyla ilgili araştırmalar sürerken bu proje üzerinde çalışan bilim adamları göz hapsine alınmalı. Hem burada, hem de evlerinde. Hatta belki de evlerine gitmemeleri daha doğru olur. Bu tip bürolar yatakhanelere dönüştürülebilir...» «İşyerinde yatıp kalkmak. Onlar böyle bir şeye asla razı olmazlar.» «Ah, pekâlâ razı olurlar. Onlara gerçek nedeni açıklamaz, bunun güvenlik nedenleriyle gerekli olduğunu söylerseniz o zaman karşı çıkmazlar. Son günlerin en etkili sözü bu 'güvenlik nedenleri' değil mi? Ralson'a ise herkesten çok dikkat edilmeli.» «Tabii.» «Ama bütün bunlar önemsiz ayrıntılar. Ralson'un teorilerinin doğru olduğu anlaşılırsa vicdan azabı çekmemek için bu önlemlerin alınmasını istiyorum. Evet, Ralson'unkiler vehim. Ama bunu kabul ettiğiniz an bu kuruntulara nelerin yol açtığını da sormanız gerekiyor. Ralson'un kafasında, geçmişinde, yaşamında bu vehimlere yol açan ne var? İnsan bu soruya basit bir cevap bulamıyor. Cevabı bulmak için yıllar boyunca devamlı psikanaliz yapılması gerekir. Ve Ralson da cevap buluncaya kadar iyileşemez. «Ama o arada belki de zekice tahminlerde bulunabiliriz. Ralson mutsuz bir çocukluk geçirmiş. Şu ya da bu biçimde feci ölüm olaylarıyla karşılaşmış. Bundan başka diğer çocuklarla arkadaş olamamış. Olgunlaştığı zaman da diğer erkeklerle. Onların daha yavaş mantık dizileri kurmaları sabırsızlanmasına neden olmuş. Onun kafasıyla diğerlerinin arasındaki fark neyse bu, Ralson'la toplum arasında bir engelin yükselmesine yol açmış. Sizin yaratmaya çalıştığınız güç alanı kadar



sağlam bir duvar. Ralson benzer nedenlerle normal bir seks yaşamının zevkini çıkaramamış. Hiç evlenmemiş. Bir sevgilisi de olmamış. «Bütün bunların sonucunu görmek kolay. Ralson toplum tarafından kabul edilmemesini, diğer insanların kendisinden daha önemsiz Olduklarını düşünerek telafiye çalışmış. Tabii bu, onun akıl gücü bakımından gerçekten doğru. Ama tabii bir insanın kişiliğinin pek çok yanı var. Ve Ralson da bunların hepsinde diğer insanlardan daha üstün değil. Kimse olamaz zaten. Ralson gibi kendilerinden aşağı olanları görmeye alışık olan kişiler onun üstünlük iddialarını kabul edemezler. Ralson'un garip, hatta gülünç olduğunu düşünürler. Bu nedenle de insan ırkının ne kadar sefil ve aşağılık olduğunu kanıtlamak Ralson için daha önem kazanır. Ve bunu, insanların, üstün bazı yaratıkların üzerilerinde deney yaptıkları bir tür bakteri olduklarını iddia ederek başarır. Bu işi başarmanın bundan daha iyi yolu olur mu? O zaman Ralson'un intihar isteğinin de bir insan olmaktan kurtulmak için duyulan çılgınca bir arzu olduğu anlaşılır. Artık kafasında yarattığı o sefil ırktan olmak istememektedir. Beni anlıyorsunuz değil mi?» Grant mırıldandı. «Zavallı Ralson.» «Evet. Çok yazık. Çocukluğunda onunla gerektiği gibi ilgilenselerdi... Neyse... Dr.Ralson'un burada çalışanlarla bir ilişkisi olmamalı. Böylesi daha iyi. Diğer bilim adamlarıyla dostluk edemeyecek kadar hasta. Onu sadece siz görmeli, kendisiyle yalnız siz konuşmalısınız. Bunu sağlamalısınız. Dr.Grant. Dr.Ralson bunu kabul etti bile. Sizin diğerleri kadar aptal olmadığınızı düşündüğü anlaşılıyor.» Grant hafifçe gülümsedi. «İşte bu hoşuma gitti.» «Tabii dikkatli davranmalısınız. Dr.Ralson'la işinden başka hiçbir konudan söz etmeyin. Onun size teorilerinden söz edeceğini sanmıyorum. Ama eğer öyle bir şey yaparsa işi idare edip hemen yanından uzaklasın. Ve onu daima sivri ya da keskin şeylerden uzak tutun. Pencereye erişmesine engel olun. Ellerini her zaman görmeye gayret edin. Beni anlıyorsunuz değil mi? Hastamı sizin ellerinize bırakıyorum, Dr.Grant.» «Elimden geleni yapacağım, Dr. Blaustein.» Ralson tam iki ay Grant'ın bürosunun bir köşesinde yaşadı. Grant da onu hiç yalnız bırakmıyordu. Pencerelere parmaklıklar takılmış, tahta eşyalar çıkarılmıştı. Yerlerini kapitone kaplı takımlar almıştı. Ralson bir konuyu düşünmesi gerektiği zaman kanepeye uzanıyordu. Hesaplarını da bir pufun üzerine yerleştirilmiş olan kumaş kaplı bir tepsinin üzerinde yapıyordu. Büronun kapısındaki «Rahatsız Etmeyin» yazılı tabela hiç indirilmiyor, yemekler tepsiyle getirilerek kapının önüne bırakılıyordu. Yandaki banyo ikisine ayrılmış, aradaki kapı çıkarılmıştı. Grant artık elektrikli traş makinesi kullanıyordu. Her gece Ralson'un bir uyku hapı almasını sağlıyor, uyumadan önce onun dalmasını bekliyordu. Raporlar her zaman Ralson'a getirilmekteydi. Onları okurken Grant da belli etmeden onu göz hapsine alıyordu. Sonra Ralson raporu yere atıyor, elini gözlerine siper ederek tavana bakıyordu. «Bir şey bulabildin mi?» Ralson, «Hayır,» der gibi başını sallıyordu. «Gece vardiyasından sonra bütün binayı boşalttıracağım. Deney için hazırladığımız bazı şeyleri görmen gerekiyor.» Sonra ikisi ışıkları yanan boş binalarda hayalet gibi dolaşıyorlardı. El ele. Her zaman el ele. Grant, Ralson'un parmaklarını sıkıca tutuyordu. Ama bu dolaşmalardan sonra Ralson her seferinde de yine, «Hayır,» der gibi başını sallıyordu. Bazen yazmaya başlıyor, ama birkaç satır karaladıktan sonra pufu bir tekmede deviriyordu.



Sonra bir akşam tekrar yazmaya başladı. Hızla bir sayfanın yarısını doldurdu. Grant her zamanki gibi ona yaklaştı. Ralson başını kaldırdı ve titreyen eliyle yazdıklarını örttü. «Blaustein'ı çağır!» «Ne?» «Blaustein'ı çağırmanı söyledim! Ona buraya gelmesini söyle! Hemen, şimdi!» Grant telefona gitti. Ralson artık daha hızlı hızlı yazıyor, arada sırada elinin tersiyle alnını deli gibi siliyordu. Elinin üzeri her seferinde sırılsıklam oluyordu. Bir ara başını kaldırarak boğuk bir sesle, «Blaustein geliyor mu?» diye sordu. Grant endişelenmişti. «Muayenehanesinde yok.» «Evini ara! Neredeyse onu bul! O telefona koş! Oyun oynama!» Grant alıcıya uzanırken, Ralson önüne boş bir kâğıt daha çekti. Grant beş dakika sonra, «Blaustein geliyor,» dedi. «Nen var? Hasta gibisin.» Ralson daha da boğuk bir sesle mırıldanabildi. «Zamanım yok... konuşamayacağım...» Hızla yazıyor, bir şeyler karalıyor ve titrek eliyle diyagramlar çiziyordu. Sanki ellerini zorluyor, onlarla savaşıyordu. Grant, «Sen söyle ben yazayım,» diye ısrar etti. Ralson başını sallayarak anlaşılmaz bir şeyler söyledi. Bir eliyle diğerinin bileğini kavramıştı. Bu elini bir tahta parçasıymış gibi itiyordu. Sonra kâğıtların üzerine yığılıp kaldı. Grant kâğıtları usulca çekip aldı. Ralson'u da kanepeye yatırdı. Blaustein gelinceye kadar huzursuzca etrafında dönenip durdu. Blaustein, Ralson'a bakar bakmaz, «Ne oldu?» diye sordu. Grant, «Yaşıyor sanırım...» dedi. Ama doktor o sırada bunu zaten anlamıştı. Grant olanları anlattı. Blaustein, Ralson'a bir iğne yaptı. Sonra beklediler. Ralson gözlerini açarak etrafa boş boş baktı. İnledi. Blaustein onun üzerine eğildi. «Ralson.» Ralson körcesine elini uzatarak psikiyatri uzmanını yakaladı. «Doktor! Beni geri götür!» «Götüreceğim. Hemen, şimdi. Sorunu çözdünüz değil mi? Güç alanının nasıl elde edileceğini biliyorsunuz.» «Hepsi şu kâğıtlarda. Grant, her şeyi o kâğıtlara yazdım.» Grant desteyi kapmış, kâğıtlara kuşkuyla göz gezdiriyordu. Ralson bitkinlikle, «Tamam değil,» dedi. «Ama ancak bu kadarını yazabildim. Buna dayanarak sonuca varabilirsiniz. Başka çare yok. Doktor, beni geri götürün!» Grant, «Bir dakika,» diyerek Blaustein'a telaşla fısıldamaya başladı. «Yazdıklarını deneyinceye kadar onu burada tutamaz mısınız? Yazdıklarının çoğunu anlayamadım. Yazısı okunacak gibi değil. Ona, neden bunların işe yarayacağını düşündüğünü sorun.» Blaustein usulca, «Ona sormak mı?» dedi. «Her şeyi her zaman bilen o değil miydi?» Kanepede yatmakta olan Ralson bu sözlerini duymuştu. «Bana yine de sorun.» İrileşmiş gözleri alev saçıyordu sanki. Ona döndüler. Ralson, «Onlar güç alanı oluşturmamızı istemiyorlar!» diye açıkladı. Onlar! Deney yapan o varlıklar! Konuyu kavrayamadığım sürece fazla bir şey olmadı. Ama şu... şu kâğıtlara döktüğüm fikir var ya... o aklıma geldikten hemen sonra... şeyi hissettim... Şeyi hissettim... doktor... Daha otuz saniye olmadan hissettim bunu...» Blaustein, «Ne oldu?» diye sordu.



Ranson yine fısıltıyla konuşmaya başlamıştı. «Penisiline daha da battım. Onun içine iyice... iyice daldığımı hissediyorum. Şimdiye dek... hiç böyle derinlere batmamıştım... İşte o yüzden bu konuda doğru yolda olduğumu anladım. Beni alıp buradan götürün, doktor!» Blaustein doğruldu. «Onu götürmem gerekiyor, Grant. Başka çare yok. Yazdıklarını okuyabiliyorsanız bir sorun yok demektir. Ama okuyamıyorsanız, ben size yardım edemem. Bu adam kendi alanında biraz daha çalışmaya kalkarsa ölür! Beni anlıyor musunuz?» Grant itiraz etti. «Ama o hayali bir şey yüzünden ölüyor.» «Peki, öyle diyelim. Ama yine de ölmüş olacak. Öyle değil mi?» Ralson yine kendinden geçmişti, bu konuşmayı duyduğu yoktu. Grant ciddi ciddi ona baktı. Sonra da, «İyi ya,» dedi. «Onu alıp götürün.» Enstitüde çalışan en yüksek düzeyden on uzman dialar birbiri ardına ışıklı ekranı doldururken sıkıntıyla baktılar. Grant onların karşısında duruyordu. Kaşlarını çatmış, yüzünde sert bir ifade vardı. «Bence fikir çok basit,» dedi. «Kiminiz matematikçisiniz, kiminiz de mühendis. Yazılar belki kolaylıkla okunmuyor ama onların gerisinde belirli bir fikir var. O fikri bu çarpılmış yazıların arasından bulup çıkarmalısınız. İlk sayfa daha kolaylıkla okunuyor. Bu iyi bir ipucu olabilir. Hepiniz her sayfayı tekrar tekrar okuyacaksınız. Her sayfanın mümkün olan bütün yorumlarını yazacaksınız. Birbirinizden ayrı olarak çalışacaksınız. Fikir alışverişi yapmanızı istemiyorum.» Uzmanlardan biri, «Bütün bunların bir anlamı olduğunu nereden biliyorsun, Grant?» diye sordu. «Çünkü onlar Ralson'un notları.» «Ralson'un mu? Ama ben onun...» Grant, «Hasta olduğunu sanıyordun,» diye cümleyi tamamladı. Diğerleri aralarında konuşmaya başlamışlardı. Grant sözlerini duyurmak için sesini yükseltmek zorunda kaldı. «Biliyorum. Ralson gerçekten hasta. O kağıtlardakiler ölümün eşiğine gelmiş olan bir adamın yazıları. Ralson'dan alabileceğimiz son şey bu. Başka hiçbir şey veremeyecek. O karmaşık yazıların arasında bir yerde güç alanı probleminin çözümü var. Onu bulamazsak, cevabı başka bir yerde, on yıl aramak zorunda kalırız.» Uzmanlar işlerine daldılar. Gece ağır ağır geçti. Sonra iki gece. Üç gece... Grant sonuçlara bakarak başını salladı. «Senin sözlerini kabul edeceğim. Demek hepsi birbirini tutuyor?» Ralson'un yokluğunda enstitünün en iyi nükleer mühendisi sayılan Lowe omzunu silkti. «Konuyu tam anlayamadım. Böyle olabilir. Ama Ralson nedenlerini açıklamamış.» «Açıklayacak zamanı olmadı. Şimdi... Ralson'un tarif ettiği jeneratörü yapabilir misin?» «Yapmayı deneyebilirim.» «Diğer sayfalardaki yazılara,da bakar mısın?» «Onlar kesinlikle birbirini tutmuyor.» «Tekrar kontrol eder misin?» «Tabii.» «Jeneratörü hemen yapmaya başlayabilir misin?» «Bizimkileri çalıştırmaya başlayacağım. Ama doğrusu fazla umudum yok.» «Biliyorum. Benim de öyle.» Makine büyümeye başladı. Bunun yapılmasını Başteknisyen Hal Ross yönetiyordu. Artık geceleri uyumaktan vazgeçmişti. Gece ya da gündüz işinin başındaydı. Ve zaman zaman saçsız başını şaşkın şaşkın kaşıyordu. Ross bir tek kez soru sordu. «Bu nedir, Dr. Lowe? Şimdiye kadar böyle bir şey hiç görmedim. Bu makine ne yapacak?»



Lowe, «Nerede olduğumuzu biliyorsun, Ross,» dedi. «Burada sorular sorulmadığının da farkındasın. Bana bir daha soru sorma.» Ross da bir daha sormadı. Oluşturulan makineden hiç hoşlanmadığını biliyorlardı. Onun için, «Çirkin ve anormal,» diyordu. Ama işinin başından da ayrılmıyordu. Blaustein bir gün enstitüyü aradı. Grant, «Ralson nasıl?» diye sordu. «Pek iyi değil. Yarattığı alan projektörünün denenmesi sırasında orada olmak istiyor.» Grant duraksadı. «Herhalde buna hakkı var. Sonuçta jeneratör onun icadı.» «Benim de onunla birlikte gelmem gerekiyor.» Grant'ın yüzünde daha da mutsuz bir ifade belirdi. «Bu tehlikeli olabilir. İlk deney sırasında bile müthiş bir enerjiyle oynuyor olacağız.» 'Blaustein, «Bu sizin için de aynı derecede tehlikeli,» dedi. «Pekâlâ. Gözlemcilerin listesinin Komisyonun ve FBl'ın kontrolünden geçmesi gerekiyor. Adınızı o listeye yazacağım.» Blaustein etrafına bakındı. Alan projektörü dev test laboratuvarının tam ortasındaydı. Diğer bütün eşyalar çıkarılmıştı. Makineyle enerji kaynağı olan plütonyum reaktörü arasında görünüşte hiçbir bağlantı yok gibiydi. Ama psikiyatri uzmanı etrafındakilerin konuşmalarından bağlantının yeraltında olduğunu anlamıştı. Tabii bu konuyu Ralson'a soracak değildi. Başlangıçta gözlemciler makinenin çevresinde bir daire oluşturmuş, anlaşılmayan şeylerden söz ediyorlardı. Sonra dağılmaya başladılar. Yukarıdaki galeri doluyordu. Diğer tarafta general üniformalı en aşağı üç kişi vardı. Başka subaylar da. Blaustein parmaklığın gerisinde boş bir yer seçti. Bunu daha çok Ralson için yapıyordu. «Hâlâ burada kalmak istediğinizden emin misiniz?» diye sordu. Laboratuvar sıcaktı, ama Ralson paltosunu giymiş, yakasını da kaldırmıştı. Blaustein buna hiç gerek olmadığını düşündü. Ralson'un eski iş arkadaşlarının onu tanıyacaklarını hiç sanmıyordu. Ralson, «Evet, burada kalacağım,», dedi. Blaustein buna memnun oldu. Deneyi o da görmek istiyordu. Başka birinin sesini duyarak döndü. «Merhaba Dr.Blaustein.» Doktor bir an yeni gelenin kim olduğunu çıkaramadı. Sonra onu tanıdı. «Ah, Müfettiş Darrity. Burada ne işiniz var?» «Bunu tahmin edebilirsiniz.» Darrity seyircileri işaret etti. «İçlerinden bazılarını ayırt etmek imkânsız. Yani bir hata olmamasını sağlamak. Bir seferinde Klaus Fuchs'un yanında durdum. Böyle... Sizin yanınızda durduğum gibi.» Çakısını havaya atıp sonra da ustalıkla yakaladı. «Ah, evet. İnsan tam bir güvenliği nerede bulabilir? Hangi insan bilinçaltına bile güvenebilir? Şimdi de böyle yanımda durmayı sürdüreceksiniz, değil mi?» «Madem buradayım...» Darrity gülümsedi. «Buraya girmeyi çok istiyordunuz, değil mi?» «Kendim için değil, müfettiş. Lütfen o çakıyı kaldırır mısınız?» Darrity hayretle doktorun başıyla işaret ettiği tarafa döndü. Çakıyı cebine atarak doktorun yanındaki adama tekrar baktı. Sonra da usulca bir ıslık çaldı. «Merhaba, Dr.Ralson,» dedi. Ralson boğuk bir sesle cevap verdi. «Merhaba.» Darrity'nin tepkisi doktoru şaşırtmamıştı. Ralson sanatoryuma döneli beri on kilo vermişti. Yüzü sarı ve kırış kırıştı. Sanki birdenbire aitmiş yaşına basıvermişti. Blaustein, «Deney biraz sonra başlayacak mı?» diye sordu. Darrity, «Galiba başlıyorlar,» dedi.



Dönerek parmaklığa yaslandı. Blaustein, Ralson'u dirseğinden tutarak döndürdü. Onu götürecekti. Ama Darrity usulca, «Burada kalın, doktor,» dedi. «Sizin ortalıkta dolaşmanızı istemiyorum.» Blaustein etrafına bakındı. Seyirciler sanki yarı taşlaşmış gibi rahatsızca duruyorlardı. Blaustein uzun boylu, sıska Dr.Grant'ı farketti. Adam bir sigara yakacak oldu..Sonra fikrini değiştirerek çakmağını tekrar cebine koydu. Kontrol panolarının başındaki genç adamlar sinirli.sinirli bekliyorlardı. Sonra hafif bir uğultu duyuldu ve etrafa ozon kokusu yayıldı. Ralson, «Bakın!» dedi. Blaustein'la Darrity parmağıyla gösterdiği tarafa baktılar. Projektör sanki bir görünüyor, bir kayboluyordu. Onlarla arasında yukarıya doğru yükselen sıcak bir hava akımı varmış gibi. Demirden bir top sarkaç gibi sallanarak indi ve o sıcak hava doluymuş gibi gözüken yere daldı, Blaustein heyecanla, «Yavaşladı değil mi?» dedi. Ralson başını salladı. «Sarkacın diğer taraftaki yüksekliğini ölçüyorlar. Hız kaybını hesaplayabilmek için. Budalalar! Onlara bunun işe yarayacağını söyledim!» Çok zorlukla konuştuğu belliydi. Blaustein, «Siz sadece seyredin, Dr.Ralson,» dedi. «Gereksiz yere heyecanlanmayın.» Sarkaç sallanırken durduruldu ve yukarıya çekildi. Projektörün etrafındaki hava titreşimi daha arttı. Demir top tekrar bir kavis çizerek indi. Bu işlemi birkaç kez tekrarladı. Her seferinde topun hareketi gitgide artan bir sarsıntıyla durduruluyordu. Ve demir top sonunda sıçradı. Sekti. Önce sanki macun kaplı bir yüzeye çarpmış gibi biçimsizce. Sonra şangırdayarak. Bir çeliğe çarpmışçasına. Ses bütün laboratuvarı doldurdu. Sarkacı yukarı aldılar ve bir daha da kullanmadılar. Projektör, etrafındaki havanın titreşimi yüzünden zorlukla gözükebiliyordu. Grant bir emir verdi. Ozun kokusu birdenbire artarak keskinleşti'. Gözlemciler bağrıştılar. Her biri yanındakine bir şeyler söylüyordu. On iki kişi kadarı da parmaklarıyla işaret ediyorlardı. Blaustein parmaklığın üzerinden eğildi. O da diğerleri kadar heyecanlıydı. Şimdi projektörün yerinde yarım küre şeklinde dev bir ayna vardı. Pırıl pırıl, tertemizdi. Blaustein aynada kendini görebiliyordu. İki yana doğru kavis yapan bir balkonda duran ufak tefek bir adam. Floresan ışıkları aynaya çarparak pırıldıyordu. Bütün görüntü çok berbattı. Blaustein, «Bakın, Ralson!» diye bağırıyordu. «Bu, enerjiyi yansıtıyor! Işık dalgalarını bir ayna gibi yansıtıyor. Ralson...» döndü. «Ralson! Müfettiş, Ralson nerede?» «Ne?» Darrity hızla döndü. «Ben onu görmedim.» Deli gibi etrafına bakındı. «Ralson kaçamaz. Bu ara laboratuvarlardan çıkmak imkânsız!» Sonra elini kalçasına vurdu. Bir an cebini' karıştırdı. «Çakım yok!» Ralson'u Blaustein buldu. Hal Ross'a ait olan küçük odadaydı. Camlı kapıları balkona açılıyordu. Deney yüzünden o arada odada kimse yoktu. Ross da bir gözlemci değildi zaten. Başteknisyenin gözlemcilik yapmasına gerek yoktu. Ama bürosu intihara karşı girişilen savaşın son sahnesi için uygundu. Blaustein bir an kapıda durdu. Midesi bulanıyordu. Sonra döndü, Darrity'nin balkonun otuz metre kadar aşağısındaki bir odadan çıktığını gördü. Ona baktı, sonra da işaret etti. Müfettiş koşarak geldi. Dr.Grant heyecanla titriyordu. İki sigara yakmış ikişer nefes çektikten sonra yere atıp üzerlerine basmıştı. Şimdi üçüncü sigarasını yakmaya çalışıyordu. «Bu hepimizin umduğundan daha müthiş,» diyordu. «Yarın ateşli silahlarla deneme yapacağız. Artık sonuçtan eminim. Ama bu deneyi planladık. Onun için de yapacağız. Küçük silahları bir tarafa bırakıp deneylere bazukayla başlayacağız. Ama, hayır. Sekme problemini ortadan kaldırmak için özel



bir test yeri hazırlamamız gerekebilir.» Üçüncü sigarasını da attı. Bir general, «Tabii atom bombasıyla da testler yapılması gerekiyor,» dedi. «Tabii. Eniwetok'ta yapay bir kent kurulması için hazırlıklar yapıldı. Jeneratörü orada kurup bombayı atabiliriz. Kentte hayvanlar olacak.» «Bir güç alanı oluşturursak bunun bombayı durduracağına gerçekten inanıyor musunuz?» «Tabii, general. Ama hepsi bu kadar değil. Bomba atılıncaya kadar belirgin bir alan olmayacak. Plütonyum radyasyonu bomba patlamadan önce alana enerji verecek. Burada, son deney sırasında yaptığımız gibi. İşin özü bu.» Princeton Üniversitesinden bir profesör, «Biliyor musunuz,» dedi. «Ben bunun sakıncalı yanlarını da görebiliyorum. Güç alanı tam çalıştığı zaman koruduğu her şey karanlıkta olacak. Yani güneş ışını alamayacak. Bundan başka düşman güç alanının sık sık oluşması için zaman zaman zararsız radyoaktif füzeler atabilir. Böyle olursa reaktörün gücünü iyice azaltır.» Grant, «Bu zorluklar da sonunda aşılacak. Ben, temel problemin artık çözümlendiğine inanıyorum,» diye yanıtladı. İngiliz gözlemci kalabalığı yararak Grant'a yaklaşmıştı. Onun elini silkti. «Artık Londra konusunda içim rahat. Keşke hükûmetiniz bütün planları görmeme izin verse. Gördüklerim son derece zekice düşünülmüştü. Tabii şimdi çözüm insana çok kolaymış gibi gözüküyor. Bunu kim akıl etti?» Grant gülümsedi. «Bu soru daha önce de Dr.Ralson'un yarattığı şeyler konusunda sorulmuştu...» Birinin omzuna dokunduğunu fark ederek döndü. «Dr.Blaustein! Az kalsın sizi unutuyordum. Sizinle konuşmam gerekiyor.» Fizikçi ufak tefek doktoru bir kenara çekerek ıslık çalar gibi, «Ralson'un bu insanlarla tanışmasını istiyorum,» diye fısıldadı. «Onu ikna edebilir misiniz?» Blaustein, «Ralson öldü,» dedi. «Ve? «Bir süre için bu insanlardan ayrılabilir misiniz?» «Evet... Evet... Baylar, bana birkaç dakika izin için verir misiniz?» Grant'la Blaustein hızla uzaklaştılar. Federal ajanlar olayı kontrollerine almışlardı bile. Kimseye belli etmeden Ross'un bürosunun önünde bir engel oluşturmuşlardı. Dışarıda kalabalık biraz önce tanık oldukları olayı konuşuyordu. İçeride ise bu olayı gerçekleştiren adamın cesedi yatıyordu, ama onların bundan haberleri yoktu. Blaustein'la Grant'ın ajanların oluşturduğu engelden geçmelerine izin verdiler. Sonra engel tekrar kalabalıklaştı. Grant, Ralson'un üzerine çekilmiş olan örtüyü bir an kaldırdı. «Huzura erişmiş gibi bir hali var.» . Blaustein, «Mutlu olduğunu bile söyleyebilirim,» dedi. Darrity ifadesiz bir sesle açıkladı. «İntihar etmek için benim çakımı kullandı. Benimki ihmalkârlıktı. Bunu raporuma da böyle yazacağım. Blaustein, «Hayır, hayır,» dedi. «Buna gerek yok. O benim hastamdı. Olaydan ben sorumluyum. Zaten daha bir hafta bile yaşayamayacaktı. Projektörü icat ettiğinden ben yavaş yavaş ölüyordu.» Grant, «Olayın ne kadarı Federal dosyalara geçecek?» diye sordu. «Onun delirdiğini unutamaz mıyız?» Darrity, «Korkarım bu imkânsız, Dr.Grant,» dedi. Blaustein kederle içini çekti. «Ona her şeyi anlattım.» Grant bir ona baktı, bir müfettişe. «Genel müdürle konuşacağım. Gerekiyorsa Başkanla bile görüşeceğim. İntihar ya da delilikten söz edilmesine gerek görmüyorum. Herkese alan projektörünü



Ralson'un icat ettiği açıklanacak. Onun için hiç olmazsa bu kadarını yapalım.» Dişlerini sıktı. Blaustein, «Bir mektup bırakmış,» diye açıkladı.. «Bir mektup mu?» Darrity, Grant'a bir kâğıdı uzattı. «İntihar edenler çoğunlukla böyle bir mektup bırakırlar. Doktorun bana Ralson'un ölümüne neyin yol açtığını açıklamasının nedenlerinden biri de bu.» Mektup Blaustein'a yazılmıştı. Ralson, «Projektör çalışıyor,» diye yazmıştı. «Çalışacağını biliyordum zaten. Böylece anlaşmamız da sona ermiş oluyor. Size istediğinizi verdim. Artık bana ihtiyacınız yok. Onun için gidiyorum. İnsan ırkının akıbetini düşünerek endişelenmenize de gerek yok, doktor. Siz haklıydınız. O deneyciler çok uzun süre yaşamamıza izin verdiler. Risklere de aldırmadılar. Artık o kültürden çıktık. Deneyciler bizi durduramayacaklar. Bunu biliyorum. Ancak bu kadarını söyleyebilirim: Bunu biliyorum.» Ralson imzasının altına bir satır daha karalamıştı. «Tabii yeteri kadar insanın penisiline karşı direnci varsa!» Grant kâğıdı buruşturacakken Darrity hemen elini uzattı. «Dosyalar için gerekli, doktor.» Grant kâğıdı müfettişe verdi. «Zavallı Ralson! Bütün o saçmalıklara inanarak öldü.» Blaustein başını salladı. «Evet, öyle. Herhalde onun için görkemli bir cenaze töreni yapılacak. Ama sonunda delirdiğinden ve canına kıydığından söz edilmeyecek. Ama resmi görevliler Ralson'un delice teorileriyle yine de ilgilenecekler. Belki de teoriler pek de delice sayılmaz. Öyle değil mi, Bay Darrity?» Grant, «Bu saçma, doktor!» diye bağırdı. «Bu projeyle ilgilenen bilim adamlarının hiçbiri endişeli değildi.» Blaustein, «Ona anlatın, Bay Darrity,» dedi. Müfettiş de, «Biri daha intihar etti,» diye açıkladı. «Hayır, hayır. Sizin bilim adamlarından biri değil. Öyle dizi dizi diploması da yok. Olay bu sabah oldu. Soruşturma yaptık, çünkü bugünkü deneyle bir ilgisi olabileceğini düşündük. Bize arada bir ilişki yokmuş gibi geldi. Bu olaydan, deney sona erinceye kadar söz etmeyecektik. Ama şimdi... arada bir bağlantı varmış gibi gözüküyor. «Ölen adam sıradan biriydi. Karısı ve üç çocuğu vardı. Ölmek istemesi için bir neden yoktu. Hiç sinir krizi geçirmemiş, herhangi bir akıl hastalığı da görülmemişti. Ama adam kendini bir arabanın altına attı. Görgü tanıklarımız var. Bunu kasıtlı, isteyerek yaptığı belli. Zavallı hemen ölmemiş. Kaza yerine bir doktor yetiştirmişler. Vücudu paramparçaymış. Son sözleri, 'Artık kendimi daha iyi hissediyorum...' olmuş. Ondan sonra da ölmüş.» Grant, «Ama kimdi bu adam?» diye bağırdı. «Hal Ross. O projektörü yapan adam. Burası da onun odası değil mi?» Blaustein pencereye doğru gitti. Hava kararıyor, yıldızlar belirmeye başlıyordu. Doktor, «Hal Ross'un, Ralson'un fikirlerinden haberi bile yoktu,» diye açıkladı. «Bay Darrity'nin bana söylediğine göre Ralson'la konuşmamıştı bile. Bilim adamları bir grup olarak dirençliler sanırım. Öyle olmalılar, yoksa kısa zamanda mesleklerini bırakmak zorunda kalırlar. Ralson bir istisnaydı. Kalmakta ısrar eden, penisiline karşı duyarlı biri. Onun başına gelenleri görüyorsunuz. Ama ya diğerleri? Hassas olanların devamlı ayıklanmadıkları mesleklerde çalışanlar? İnsanlığın ne kadarı penisiline karşı dirençli?» Grant dehşetle, «Ralson'a inanıyor musunuz?» diye sordu. «Bunun cevabını bilmiyorum...» Blaustein başını kaldırarak yıldızlara baktı. «Kuluçka makineleri mi?»



ÖLÜM İLANI “Ölüm İlanı – Obituary” Isaac Asimov'un The Magazine of Fantasy and Science Fiction dergisinin 1959 Ağustos sayısında yayınlanan kısa bilimkurgu öyküsüdür. Öykü daha sonra 1968'de Asimov's Mysteries toplamasında yer almıştır. Asimov bu öyküyü bilimkurgu yazarı Cyril M. Kornbluth'un gazetede yayınlanan ölüm ilanı üzerine kaleme almıştır. Asimov bu öykünün bir kadın anlatıcının ağzından anlattığı tek öykü olduğunu söyler. Kocam Lancelot her sabah kahvaltıda gazete okur. Odaya girdiğinde ona bakarım. İnce yüzünde hep dalgın, öfkeli ve biraz da şaşkın bir ifade vardır. Düş kırıklığını yansıtan bir anlam. Beni selamlamaz bile. Okuması için açılmış olan gazeteyi alıp suratını arkasına gizler. Ondan sonra da gazetenin arkasından sadece kolu uzanır. İkinci fincan kahveyi içmek için. O fincana dikkatle bir çay kaşığı şeker koymayı da unutmam. Yoksa bana müthiş bir öfkeyle bakar. Artık bu duruma hiç üzülmüyorum. Böylece sessizce kahvaltı edebiliyorum çünkü. Ama bu sabah sessizlik Lancelot birdenbire havlar gibi, «Tanrım!» diye bağırınca bozuldu. «Paul Farber denilen o ahmak ölmüş! Felç geçirmiş!» Bu adı hatırlar gibi oldum. Lancelot ondan zaman zaman söz etmişti. Yani kocamın iş arkadaşıydı. Yine onun gibi teorik fizikçi. Kocamın öfkeli sözlerinden Farber'ın oldukça ünlü biri sayıldığını anladım. Lancelot'un bir türlü erişemediği başarıyı o elde etmişti. Lancelot gazeteyi masaya bırakarak bana öfkeyle baktı. «Neden ölüm ilanlarını böyle uydurma, böyle saçma sapan şeylerle dolduruyorlar? Farber felç geçirip ölmüş ya, bu yazıyı okuyan onun ikinci bir Einstein olduğunu sanır.» Hiç değinmemem gereken bir konu varsa o da ölüm ilanlarıydı. Bunu çoktan öğrenmiştim. Bu nedenle kocama bakarak başımı sallamaktan bile kaçındım. Lancelot gazeteyi tekrar almıştı. Sonra onu öfkeyle yere fırlatarak odadan çıktı. Yumurtasını bitirmemiş, ikinci fincan kahvesine de dokunmamıştı. İçimi çektim. Başka ne yapabilirdim? Yapılacak ne vardı ki? Tabii kocamın asıl adı Lancelot Stebbins değil. Çünkü suçluları korumak için adları ve olayları alabildiğince değiştirmeye çalışıyorum. Ama aslında gerçek isimleri de kullansam kocamı yine de tanıyamazsınız. Lancelot'un bu bakımdan gerçekten büyük yeteneği vardı. Yani fark edilmeme, önemsememe yeteneği. Buluşlarını ilan etmeden önce bir başkası çoktan açıklamış olurdu. Ya da çok daha önemli bir buluş onun küçük ablalarını gölgede bırakırdı. Bilimsel toplantılarda onun konuşmasını dinleyen pek olmazdı. Çünkü başka bir salonda çok önemli bir bilginin konferansı olurdu. Tabii bütün bunlar Lancelot'u etkiledi. Onun değişmesine neden oldu. Onunla yirmi beş yıl önce evlendiğim sırada iyi bir koca adayı sayılıyordu. Ailesinden miras kaldığı için hali vakti yerindeydi. Fizikçiydi. Çok hırslıydı. Ve geleceği de pek parlak sayılıyordu. Bana gelince... O günlerde güzeldim sanırım. Ama bu pek uzun sürmedi. Sadece içime kapanıklılığım devam etti. Genç ve hırslı bir profesör için gerekli olan, sosyetik bir kadın olma konusundaki başarısızlığım da. Belki de bunun nedeni Lancelot'un o fark edilmeme yeteneğiydi. Belki başka türlü bir kadınla evlenseydi o ışık saçar ve Lancelot'u da dikkati çekecek bir hale sokardı. Lancelot bir süre sonra bütün bunları anladı mı? Oldukça mutlu geçen iki, üç yıldan sonra benden



uzaklaşmasının nedeni bu muydu? Bazen böyle olduğuna inanıyor ve kendimi acı acı suçluyordum. Ama sonra aklıma kocamın şöhrete karşı olan o müthiş susuzluğu geliyordu. Bu susuzluk tatmin olmadığı için giderek artmaktaydı. Lancelot sonunda üniversiteden ayrıldı. Kent dışında kendisine bir laboratuvar yaptırdı. Orayı hem arazi ucuz olduğu için seçmişti, hem de çevrede kimse bulunmadığı için. Para sorun değildi. Hükûmet kocamın çalıştığı alanda çok cömert davranıyordu. Lancelot her zaman bağış bulabiliyor, ayrıca kendi paramızı da bol bol harcıyordu. Ona karşı koymaya çalıştım. «Üniversiteden ayrılmana gerek yok ki, Lancelot,» dedim. «Para sıkıntısı çekmiyoruz. Üniversite de kalmana razı. Benim bütün istediğim çocuklar ve normal bir yaşam.» Ama kocamın içinde bir ateş yanıyor ve bu onu her şeye karşı körleştiriyordu. Bana öfkeyle, «Bunlardan daha önemli olan bir şey var!» diye bağırdı. «Bilim dünyası ne olduğumu anlamalı, beni tanımalı! Benim... benim büyük... büyük bir araştırmacı olduğumu öğrenmeli!» O günlerde kendisinden henüz, «Bir deha» ya da «Dâhi,» diye söz etmiyordu. Ama çabaları yine de boşunaydı. Ne yaparsa yapsın kader ona karşıydı. Laboratuvarında durmadan çalışıyordu. Bol maaşla yardımcılar tutmuştu. Kendini acımasızca zorluyordu. Ama yine de bir şey elde edemedi. Onun bir gün bütün bunlardan vazgeçeceğini umuyordum. Kente dönecek, normal ve sakin bir hayat sürebilecektik. Bekledim. Ama Lancelot tam yenilgiyi kabul edeceği sırada fikrini değiştirdi ve yeniden savaşa başladı. Ün kalesine doğru tekrar saldırıya geçti. Her seferinde çok büyük bir umutla ileriye doğru atılıyor, sonra da çaresizlikle geriliyordu. Ve her zaman bu yenilgisinin acısını benden çıkarıyordu. Dünya onu eziyor muydu? Eh, Lancelot da buna karşılık her zaman beni ezebiliyordu. Ben cesur bir insan değilim. Ama sonunda onu terk etmeyi bile düşünmeye başladım. Ama yine de... Bu son yıl Lancelot'un yeni yeni bir savaşa hazırlandığı belliydi. Bunun son bir savaş olacağını düşünüyordum. Kocam her zamankinden daha heyecanlı, daha telaşlıydı. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor, sonra da durup dururken gülüyordu. Bazen günlerce yemek yemiyor, geceler boyunca hiç uyumuyordu. Laboratuvarda tuttuğu not defterlerini de yatak odasındaki kasaya kilitliyordu. Kendi asistanlarından kuşkulanıyormuş gibi... Tabii ben kaderin yine ona bir oyun oynayacağını ve bu son çabasının da boşa çıkacağını düşünüyordum. «O zaman artık son şansını kaybettiğini anlar,» diyordum. «Artık kaç yaşında? Herhalde bu kez tüm bunlardan vazgeçer.» Bu nedenle elimden geldiğine sabırla beklemeye karar verdim. Ama kahvaltıdaki o ölüm ilanı olayı beni sarstı. Çok daha önce Lancelot'a bir keresinde, «Ölüm ilanında herhalde seni çok övecekler,» demiştim. Sanırım pek de zekice bir söz değildi. Ama aslında benim sözlerim zaten zekice sayılmazdı. Neşeyle konuşmuş, onu keyiflendirmeye çalışmıştım. Çünkü suratı asılmıştı. Deneyimlerim bana onun böyle zamanlarda ne kadar çekilmez olduğunu öğretmişti. Belki bu sözlerime farkına varmadan hafif bir kin de katmıştım. Bunu gerçekten bilemiyorum. Her neyse... Lancelot bu sözlerimi duyar duymaz hızla bana doğru dönmüştü. İnce vücudu titriyordu. Kaşları çatılmış, çukura batmış gözleri öfke doluydu. Tiz bir sesle, «Ama ben ölüm ilanımı okuyamayacağım!» diye bağırmıştı. «Ondan bile yoksun kalacağım!» Sonra da bana tükürmüştü... evet, tükürmüştü bana! Yatak odama kaçmıştım.



Lancelot o olay yüzünden benden hiçbir zaman özür dilememişti. Onu birkaç gün hiç görmemiştim. Ondan sonra da buz gibi yaşamımıza eskisi gibi devam etmiştik. İkimiz de olaydan bir daha söz etmemiştik. İşte şimdi başka bir ölüm ilanı vardı. Orada, kahvaltı sofrasında yalnız başıma otururken bunun Lancelot için «bardağı taşıran son damla» olduğunu anladım. Çok uzun süren başarısızlığı en yüksek noktasına erişiyordu. Bir şeyler olacağını seziyordum. Bundan korkmalı mıydım, yoksa sevinmeli miydim, bilemiyordum. Belki de bu duruma memnun olacaktım. Bundan daha kötüsü olamazdı. Onun için de her değişiklik iyiye doğru atılmış bir adım sayılırdı. Öğle yemeğinden hemen önce Lancelot oturma odasına girdi. Orada oyalanmak için dikiş dikiyor, biraz da televizyon seyrediyordum. Kocam damdan düşer gibi, «Yardımına ihtiyacım var,» dedi. Bana böyle bir şey söylemeyeli yirmi yıldan daha uzun bir süre geçmişti. Elimde olmadan ona karşı yumuşadım. Lancelot'un pek de sağlıklı sayılmayacak bir heyecan içinde olduğu belliydi. Her zaman soluk olan yanakları kızarmıştı. «Sana memnunlukla yardım ederim,» dedim. «Tabii yapabileceğim bir şey varsa.» «Var. Asistanlarıma bir aylık izin verdim. Cumartesi günü buradan ayrılacaklar. Ondan sonra sen ve ben laboratuvarda yalnız başımıza çalışacağız. Bunu sana şimdiden söylüyorum. Önümüzdeki hafta için kimseye söz verme.» Biraz ürktüm. «Ama Lancelot, sana işinde yardım edemeyeceğimi biliyorsun. Ben bu konuları anlaya...» Beni aşağılarcasına, «Bunu biliyorum,» dedi. «Ama işimi anlaman şart değil. Sadece basit birkaç talimatı yerine getireceksin. Dikkatle! Anlayacağın sonunda bir şey keşfettim. Böylece ait olduğum yere çıkacağım.» Dayanamayarak, «Ama, Lancolet,» diye mırıldandım. Çünkü bu lafları daha önce de çok duymuştum. «Beni dinle, budala! Hiç olmazsa bu kez olgun bir insan gibi davranmaya çalış! Bu sefer başardım! Bu defa kimse benden bir adım önde olamayacak. Çünkü bu seferki buluşum olağanüstü bir temele dayanıyor. Yaşayan hiçbir fizikçi bunu akıl edecek dehaya sahip değil. Yani benden başka. Hiç olmazsa bir kuşak boyu kimsenin aklına gelmeyecek. Çalışmalarımı dünyaya açıkladığım an benim bilim adamlarının en ulusu olduğumu anlayacaklar.» «Senin adına çok sevindim, Lancelot.» «Evet, üne kavuşabilirim. Ama kavuşamayabilirim de. Bilim alanında çabaların tanınması konusunda büyük bir haksızlık hüküm sürüyor. Bunu kaç defa anladım. Bu nedenle buluşumu açıklamak yeterli olmayacak. Böyle yaparsam herkes aynı alana dalacak ve bir süre sonra adım sadece tarih kitaplarında kalacak. Şan ve şeref de daha sonra ortaya çıkanlara pay edilecek.» Yapacağı işten üç gün önce benimle böyle konuşmasının nedeni artık kendini tutamamasıydı sanırım. Duyguları taşıyordu. Ben, buna tanık olabilecek kadar önemsiz biriydim. Bir hiç! Lancelot, «Buluşumun öylesine dramatize edilmesini istiyorum ki,» diye konuşmasını sürdürdü. İnsanlığa ilan edilirken gök gürültüsü gibi yankılansın. Hiç kimsenin adı benimkiyle birlikte söylenmesin. Hem de sonsuza kadar.» Kocam fazla ileri gidiyordu. Yeni bir düş kırıklığının üzerinde yapacağı etkiden korkmaya başladım. Lancelot bu yüzden çıldırabilirdi. «Ama Lancelot,» dedim. «Neden bu kadar zahmete giriyoruz? Niçin bütün bunları bırakıp uzun bir tatile çıkmıyoruz? Yeterince çalıştın, Lancelot. Hem de çok uzun bir süre. Belki Avrupa'ya gidebiliriz. Ben her zaman...» Kocam ayağını yere vurdu. «Bu budalaca sayıklamalarına son verir misin? Cumartesi günü benimle



birlikte laboratuvara geleceksin!» Ondan sonraki üç gece doğru dürüst uyuyamadım. Lancelot şimdiye dek hiç böyle olmamıştı, diye düşünüyordum. Hiçbir zaman bu kadar kötü değildi. Acaba çıldırdı mı? Evet, delirmiş olabilir. Artık dayanamadığı düş kırıklıklarının neden olduğu bir delilik bu. O ölüm ilanı da çılgınlığının doruk noktasına erişmesine yol açtı. Asistanlarını yolladı: Şimdi onunla birlikte laboratuvarına girmemi istiyor. Şimdiye kadar oraya girmeme hiç izin vermezdi. Bundan da bana bir şeyler yapacağı anlaşılıyor. Belki de üzerimde çılgınca bir deney yapacak. Ya da beni hemen öldürecek. O uzun, mutsuz geceler boyunca planlar yapmaya çalıştım. Polis çağıracağım... Hayır, buradan kaçacağım... Bir şeyler yapmalıyım... Ama sabah olunca, Lancelot deli olmaz, dedim kendi kendime. O bana saldıramaz. Yüzüme tükürdüğü zaman bile şiddete başvurmadı. Şimdiye kadar canımı hiç yakmadı. Sonunda bekledim ve cumartesi günü belki de öldürüleceğim laboratuvara bir tavuk uysallığıyla gitmeye razı oldum. Karı koca evimizden laboratuvara giden bahçe yolunda ilerledik. Laboratuvarın görünüşü bile ürkütücüydü. Adımlarımı dikkatle atmaya çalıştım. Ama Lancelot, «Sanki bir şey canını yakacakmış gibi etrafına bakınıp durma!» diye söylendi. «Sen dediklerimi yap.» «Peki, Lancelot.» Kocam beni küçük bir odaya götürdü. Kapısına asma kilit takılmıştı. İçerisi her taraflarından teller uzanan, acayip görünüşlü aletlerle doluydu. Lancelot, «Önce,» dedi. «Şu demir potayı görüyor musun?» «Evet, Lancelot.» Kalın bir madenden yapılmış küçük ama derin bir kaptı. Dışında benek benek pas lekeleri vardı. Üzerine tel örgü geçirilmişti. Kocam beni kaba doğru itince potanın içinde beyaz bir fare olduğunu gördüm. Hayvan ön ayaklarını kabın içine dayamış, titreyen burnuyla tel örgüyü kokluyordu. Belki meraklanmıştı, belki de korkuyordu. Elimde olmadan irkildim. Çünkü bir fare göreceğimi sanmamıştım. Şaşırtıcı bir şeydi., en azından benim için. Lancelot homurdandı. «Sana zarar vermez. Şimdi şu duvara dayan ve beni seyret.» Bütün o korkularım yeniden uyandı. Artık korkunç bir yıldırımın bir yerden fırlayıp beni kömüre dönüştüreceğinden emindim. Ya da madenden yapılmış korkunç bir şey çıkarak beni ezecekti. Ya da... ya da... Gözlerimi yumdum. Ama hiçbir şey olmadı. Hiç olmazsa bana... Sadece küçük bir havai fişeği doğru dürüst patlayamamış gibi hafif bir ses duydum. «Pıfft...» Lancelot bana, «Ee?» dedi. Gözlerimi açtım. Kocam bana bakıyordu. Duyduğu gururdan neredeyse patlayacaktı. Boş gözlerle ona baktım. Lancelot, «İşte,» diye bağırdı. «Görmüyor musun, ahmak? İşte burada.» Potanın otuz santim kadar uzağında bir ikincisi daha vardı. Kocamın onu masaya koyduğunu görmemiştim. «İkinci potayı mı kastediyorsun?» diye sordum. «Aslında o pek de 'ikinci bir pota' sayılmaz. Birinci potanın kopyası o. Yani atomu atomuna aynı pota. Pas lekelerinin birbirlerinin eşi olduğunu göreceksin.» «Birinci potadan ikincisini mi yaptın?» «Evet ama özel bir biçimde. Madde yaratmak için başlangıçta çok büyük bir enerji gerekir. Bir gram eş madde yaratmak için yüz gram radyumun tümüyle ayrılıp dağılması şarttır. Yani bu iş büyük bir ustalıkla yapılabilse bile. Ama ben müthiş bir sırrı yakaladım. Bir cismi ileride bir yerde çoğaltmak için çok az bir enerjiye ihtiyaç var. Tabii enerjinin iyi kullanılması koşuluyla. Böyle ikinci bir örnek



yaratıp onu geri getirmenin sırrı şu... şey... hayatım: Ben zamanda yolculuğa benzer bir şey keşfettim.» Müthiş bir zafer duygusuyla dolup taştığı ve çok sevindiği bana 'hayatım' demesinden anlaşılıyordu. «Ne harika,» dedim. İşin doğrusu bu başarısı beni etkilemişti. «Fare de birlikte geldi mi?» Bu soruyu sorarken potanın içine baktım ve yine kötü bir şok geçirdim. Potanın içinde beyaz bir fare vardı. Ölü bir fare. Lancelot hafifçe kızardı. «İşte eksik olan bu. Canlı bir şeyi getirebiliyorum. Ama o artık yaşamıyor. Ölü olarak geri dönüyor.» «Ah, ne yazık. Neden?» «Bunun cevabını henüz bilmiyorum. Atom bakımından ikinci kopyalar kusursuz. Görünüşte hayvan bir zarara uğramamış gibi duruyor. Ama tabii otopside her şey anlaşılacak.» «İstersen bunu...» Kocan bana bakar bakmaz sustum. Ona biriyle işbirliği yapmasını önerecekken hemen vazgeçtim. Çünkü deneyimlerim bana herkesin başarının Lancelot'un işbirliği yaptığı kişiye ait olduğunu düşüneceğini öğretmişti. Lancelot tatsız bir ifadeyle, «Bu olayı birine sordum,» diye açıkladı. «Bir biyoloji uzmanı hayvanlarımın bazılarına otopsi yaptı, ama hiçbir şey bulamadı. Tabii hayvanların nereden geldiğini bilmiyordu. Ben de sırrımın öğrenilmemesi için ölüleri hemen alıp götürdüm. Tanrım, asistanlarımın bile ne yaptığımdan haberleri yok.» «Ama bunu neden gizliyorsun?» «Çünkü gönderdiğim hayvanları canlı olarak geri getiremiyorum. Moleküllerde fark edilmeyen bir karışıklık oluyor sanırım. Deneyimin sonuçlarını yayınladığım takdirde biri bu tür karışıklığı önlemenin yolunu bulabilir. Temel buluşuma biraz katkıda bulunur ve benden daha ünlü olur. Çünkü bize gelecek konusunda bilgi verebilecek bir insanı geri getirebilir.» Bunu anlıyordum. Kocamın, «Olabilir,» demesine gerek yoktu. Böyle bir şey kesinlikle olurdu. Kaçınılmaz bir şeydi bu. Yani Lancelot ne yaparsa yapsın, başarı başkasına mal edilirdi. Bundan emindim. Kocam daha çok kendi kendine konuşurmuş gibi sözlerini sürdürdü. «Ama artık bekleyemem. Bu buluşumu açıklamalıyım. Bunu öyle bir biçimde yapmalıyım ki, bu buluşum herkesin kafasına benim başarım olarak yerleşmen. Etkili, dramatik bir açıklama olmalı. Ondan sonra zamanda yolculuktan söz edildiği zaman hemen benim adım hatırlanmalı. Gelecekte başkaları ne yaparlarsa yapsınlar! İşte ben şimdi bu dramı hazırlayacağım. Sen de bunda rol alacaksın.» «Ama benim ne yapmamı istiyorsun, Lancelot?» «Sen benim dul karım olacaksın.» Kocamın kolunu yakaladım. «Lancelot, yoksa...» O sırada beni sarsan birbirine zıt duyguları tahlil edemeyeceğim. Lancelot kaba bir hareketle elimden kurtuldu. «Geçici olarak! Ben intihar edecek değilim! Sadece gelecekte üç gün ileri gidecek, sonra da geri döneceğim.» «Ama o zaman ölmüş olursun.» «Yalnızca kopyam olan 'ben' geri dönecek. Asıl 'ben' her zamanki gibi capcanlı olacak. O beyaz fare gibi.» Bakışları bir kadrana kaydı. «Ah, birkaç saniye sonra sıfır olacak. İkinci potaya ve ölü fareye dikkat et.» Pota gözlerimin önünde ortadan kayboldu. O «Pıfft» sesini tekrar duydum. «Nereye gitti?» Lancelot, «Hiçbir yere gitmedi,» dedi. «O sadece bir kopyaydı. Kopyanın yaratıldığı anı geçtiğimiz zaman o da doğal olarak ortadan kayboldu. Asıl fare sağ ve hiçbir şeyi yok. Aynı şey benim için de geçerli. 'Benim' bir kopyam ölmüş olarak geri gelecek. Asıl bense sağ ve capcanlı olacağım. Üç gün



sonra kopyanın yaratıldığı ana erişeceğiz. Benim kopyam olan ve ölü olarak geri dönen 'ben' o anı geçer geçmez ortadan kaybolacak. Ve geride ben kalacağım. Sağ olan ben. Anladın mı?» «Ama bu tehlikeli bir şeye benziyor!» «Hiç değil. Ölü vücudum ortaya çıkınca doktorlar beni muayene edecekler. Ölmüş olduğumu bildirecekler. Gazeteler öldüğümü yazacak. Cenaze evinin sahibi de beni gömmeye hazırlanacak. Sonra ben ortaya çıkacak ve bu mucizeyi nasıl yarattığımı açıklayacağım. Böylece sadece zamanda yolculuğu keşfeden adam olarak kalmayacak, ölüyken geri dönen biri olacağım. Ondan sonra zamanda yolculukla Lancelot Stebbins'ten o kadar çok söz edilecek, bu iki konu birbirine öylesine girecek ki, hiç kimse adımı bir daha bu konudan ayıramayacak.» Usulca, «Lancelot,» dedim. «Neden buluşunu açıklamıyoruz? Bu planın fazla ayrıntılı. Basit bir açıklama hemen üne kavuşmanı sağlar. Ondan sonra da kente gider ve...» «Kes sesini! Benim dediklerimi yapacaksın!» Lancelot bütün bunları ne zamandan beri düşünüyordu biliyorum. Ama o ölüm ilanı onu patlama noktasına getirmişti. Tabii kocamın zekâsını küçümsemiyorum. Tüm şanssızlığına karşın üstün bir zekâsı olduğu kuşkusuzdu. Lancelot asistanları gitmeden önce onları yokken yapmak istediği deneylerden söz etmişti. Onlar daha sonra tanıklık edeceklerdi tabii. Lancelot'un reaksiyon gösteren belirli bazı kimyasal maddelerin üzerine eğildiği ve görünüşte siyanürden zehirlendiği sanılacaktı. «Onun için polisin hemen asistanlarımla konuşmasını sağlamalısın. Onların nerede olduklarını biliyorsun. Cinayet ya da intihardan hiç söz edilmemeli. Herkes bunun bir kaza olduğunu sanmalı. Mantıklı ve doğal bir kaza olduğunu. Doktor çabucak defin ruhsatı vermeli. Gazetelerde de haber hemen çıkmalı.» «Ama Lancelot,» dedim. «Ya gerçek seni bulurlarsa?» «Neden bulsunlar?» diye homurdandı. «Bir ceset bulursan onun canlı kopyasını aramaya mı başlarsın? Beni kimse aramayacak. Ben de o arada küçük odada kalacağım. Orada tuvalet de var. Yanıma yeteri kadar sandviç alırım.» Bir an durdu, sonra da üzüntüyle bekledi. «Ama kahvesiz kalacağım. Olay sona erinceye kadar buna katlanmam gerekecek. Beni ölü sandıkları sırada kimsenin burnuna izah edilemeyen bir kahve kokusu gelmemeli. Neyse. Bol su var. Zaten sadece üç gün bekleyeceğim.» Endişeyle ellerimi birbirine kenetledim. «Seni bulsalar bile sonuç aynı olmaz mı? Yani bir ölü 'sen' olacaksın, bir de canlı 'sen'...» Aslında ben kendi kendimi avutmaya çalışıyor, düşkırıklığına karşı hazırlıklı olmak istiyordum. Ama kocam öfkeyle bana dönerek bağırdı. «Hayır, hiç de aynı olmaz! Bunu sadece başarıya ulaşmamış bir hile sayarlar. Evet, ün kazanırım. Ama bir budala olarak!» Ben ihtiyatla, «Bak, Lancelot,» dedim. «Her zaman bir terslik oluyor.» «Bu kez olmayacak.» «Ama sen her defasında da, 'Bu kez olmayacak,' diyorsun. Yine de her zaman işin sonunda...» Lancelot öfkesinden bembeyaz kesildi. Gözleri irileşerek akları ortaya çıktı. Dirseğimi yakalayıp sıktı. Canım çok yandıysa da bağırmaya cesaret edemedim. «Bir tek terslik olabilir. Buna da sen neden olursun. Eğer rolünü kusursuzca oynamaz, her şeyin anlaşılmasına neden olursan... talimatımı harfi harfine yerine getirmezsen o zaman... o zaman...» Bana verecek uygun bir ceza aradı. «Seni öldürürüm!» Müthiş bir korkuyla başımı çevirdim. Kocamın elinden kurtulmaya çalıştım. Ama beni sıkıca yakalamıştı. Öfkelendiği zaman böylesine güçlü olması şaşılacak bir şeydi! «Beni dinle!» diye bağırdı. «Böyle bir kadın olduğun için bana büyük zararlar verdin! Seninle evlendiğim için kendi



kendimi suçladım. Sonra da boşanmak için zaman bulamamam yüzünden! Ama şimdi, sana rağmen elime büyük bir fırsat geçti. Yaşamımı müthiş bir başarıya çevirebileceğim. Bu şansımı mahvedersen seni öldürürüm! Çok ciddiyim!» Onun ciddi olduğundan emindim. «Söylediğin her şeyi yapacağım...» diye fısıldadım. O zaman kolumu bıraktı. Lancelot bütün bir gün makinesiyle uğraştı. Sakin ve düşünceli bir tavırla, «Şimdiye kadar yüz gramdan daha ağır bir cisim yollamadım,» dedi. Yine başarılı olamayacak, diye düşündüm. Nasıl olabilir ki? Lancelot ertesi gün aleti ayarladı. Bana sadece bir kolu indirmek kalıyordu. Sonu gelmeyecekmiş gibi gelen saatler boyunca kolu indirmeyi talim ettirdi bana. Tabii makinede cereyan yoktu o sırada. «Artık anladın mı? Bu işin tamı tamına nasıl yapıldığını öğrendin mi?» «Evet.» «O zaman şu ışık yanar yanmaz kolu indireceksin. Daha önce yapma. Acele etme.» Ah, hiçbir işe yaramayacak, diye düşündüm. Sonra da ona, «Evet,» dedim. Lancelot gereken yerde durdu. Hiç konuşmuyordu. Laboratuvar gömleğinin üzerine lastik bir önlük geçirmişti. Makinenin ışığı yandı. Çalışmamın yararı olmuştu. Hiç düşünmeden, tereddüde kapılmadan kolu indirdim. Bir an karşımda yan yana iki Lancelot belirdi. Kılıkları aynıydı. Ama kopyanın giysileri daha buruşuktu. Sonra kopya yere yığılarak hareketsiz kaldı. Canlı Lancelot dikkatle işaretlenmiş olan yerden çıkarak, «Tamam!» diye bağırdı. «Bana yardım et. Ayaklarını tut onun.» Lancelot'un bu haline şaştım. İnsan kendi cesedini, gelecekteki, üç gün sonraki ölüsünü böyle yüzünü buruşturmadan endişelenmeden nasıl taşıyabilirdi? Ama ölüyü sakin sakin koltuk altlarından kavradı. Sanki taşıyacağı buğday dolu bir çuvaldı, Cesedi ayak bileklerinden tuttum. Ona dokunur dokunmaz midem bulanmaya başladı. Kopya yeni ölmüştü, vücudu hâlâ sıcaktı. Kocamla birlikte onu koridordan geçirerek merdivenden çıkardık. Yine koridordan geçirip bir odaya soktuk. Lancelot orayı çoktan hazırlamıştı. Kapalı bir bölmede camdan yapılmış acayip bir kabın içinde bir şey kaynıyordu. Bölmenin camlı bir kapısı vardı. Etrafa başka kimyasal araç gereçler konmuştu. Herhalde herkesin bir deney yapıldığını sanması için. Üzerinde iri harflerle «Potasyum Siyanür» yazılı bir şişe, yazı masasındaki diğer şişelerin arasında hemen dikkati çekiyordu. Yandaki masaya da bazı kristaller saçılmıştı. Herhalde siyanür kristalleriydi. Lancelot cesedi tabureden yuvarlanmış gibi yere yatırdı. Kristalleri ölünün sol eline sıkıştırdı. Lastik önlüğün üzerine de serpiştirdi. En son olarak da ölümün çenesine birkaç kristal yapıştırdı. «Ne olduğunu anlayacaklar...» diye homurdandı. Son bir kez etrafına bakındı. «Her şey tamam. Şimdi eve dön ve doktora telefon et. Ona, öğle yemeği yemeden çalıştığım için buraya bana sandviç getirdiğini söyle. İşte o da burada.» Bana kırık bir tabakla yana fırlamış olan bir sandviçi gösterdi. Sözümona tabağı elimden düşürmüştüm. «Biraz ağlayıp bağır. Ama abartıya kaçma.» Zamanı gelince bağırmak ya da ağlamak benim için hiç zor olmadı. Zaten günlerden beri ağlayıp bağırmak istiyordum. Böyle sinir krizi geçirmek beni rahatlattı. Doktor tam Lancelot'un tahmin ettiği gibi davrandı. Hemen hemen ilk gördüğü siyanür şişesi oldu. Kaşlarını çatarak, «Tanrım, Bayan Stebbins,» dedi. «Kocanız dikkatsiz bir kimyagermiş.» «Öyle...» diyerek hıçkırdım. «Aslında onun çalışmaması gerekirdi ama iki asistanı da izinliydi.» «Bir insan siyanürü tuz gibi bir şey sayarsa sonuç kötü olur.» Doktor ahlak dersi veriyormuş gibi



ciddi ciddi başını salladı. «Şimdi, Bayan Stebbins... polisi çağırmam gerekiyor. Kocanız siyanür yüzünden kazara ölmüş. Ama yine de şiddetli bir ölüm sayılır ve polis...» «Ah, evet, evet, polisi çağırın.» Sonra da kuşku uyandıracak kadar hevesli davrandığım için kendi kendime kızdım. Polis geldi. Yanlarında adli tabip de vardı. Adam ölünün eli, önlüğü ve çenesindeki siyanür kristallerini gördüğü zaman öfkeyle homurdandı. Olay polisin ilgisini pek çekmemişti. Bana sıradan sorular sordular. Adı, yaşı gibi. Cenaze töreni sorununu halledip halledemeyeceğimi de sordular. Ben, «Evet,» deyince çıkıp gittiler. Ondan sonra gazetelere ve iki haber ajansına telefon ettim. «Herhalde kocamın öldüğünü polis raporlarından öğreneceksiniz,» dedim. «Ama onun dikkatsiz bir kimyager olduğu gerçeğinin üzerinde fazla durmazsanız sevinirim.» Bu sözleri ölülerin arkasından kötü sözler söylenmeyeceğine inanan birinin tavrıyla söylemiştim. «Ne de olsa Lancelot bir kimyager değil, atom fizikçisiydi. Son zamanlarda baha bir derdi varmış gibi geliyordu.» Bu bakımdan Lancelot'un talimatına uydum ve başarılı da oldum. Başı dertte olan bir atom bilgini? Casuslar? Düşman ajanları? Muhabirler heyecanla birer ikişer gelmeye başladılar. Onlara Lancelot'un gençlik resimlerinden birini verdim. Bir fotoğrafçı da laboratuvarların bulunduğu binaların resmini çekti. Başka fotoğraflar çekmeleri için onlara ana laboratuvarın birkaç odasını gezdirdim. Ne polis, ne de muhabirler, kapısı sürgülü odayı sordular. Sanırım onun farkında bile değillerdi. Gazetecilere Lancelot'un hazırladığı bilgileri verdim. Onun insancıl yanı güçlü bir dâhi olduğunu gösteren birkaç hikâye anlattım. Her bakımdan başarılı olmaya çalıştım. Ama hiç güvenim yoktu. Bir terslik olacaktı. Bir terslik olacaktı. Lancelot o zaman kabahatin bende olduğunu söyleyecekti ve bu kez beni öldürmek niyetindeydi. Ertesi gün kocama gazeteleri götürdüm. Lancelot onları tekrar tekrar okudu. Gözleri parlıyordu. New York Times'ın başsayfasında alt sol köşede onunla ilgili bazı yazı vardı. Times kocamın ölümüne esrarlı bir hava vermemişti. AP de öyle. Ama bulvar gazetelerinden biri ilk sayfaya korkutucu bir başlık atmıştı. «Atom Bilgininin Esrarlı Ölümü.» Lancelot bunu okurken bir kahkaha attı. Bütün gazeteleri okuduktan sonra yeniden birincisine döndü. Ben kımıldanınca hemen başını kaldırdı. «Gitme! Hakkımda yazdıklarını dinle!» «Ben hepsini okudum, Lancelot.» «Sana dinle dedim!» Her yazıyı bana yüksek sesle okudu. Ölü bilgini öven kelimelerin üzerinde durdu. Hayatından pek memnundu. Sonra, «Hâlâ bir terslik olacağına inanıyor musun?» diye sordu. Çekine çekine, «Ya polis geri gelir ve bana neden başının dertte olduğunu düşündüğümü sorarsa?» «Onlara tutarsız bir şeyler söylersin. Kötü rüyalar gördüğünü filan. Polis soruşturmayı derinleştirmeye karar verdiğinde çok geç kalmış olacak...» Evet, her şey Lancelot'un istediği gibi gelişiyordu. Ama bunun böyle devam edeceğinden emin değildim. Gelgelelim insan kafası çok garip... En çaresiz durumda bile umut etmeyi sürdürüyor. «Lancelot,» dedim. «Bütün bunlar sona erdiği, sen de üne, gerçek üne kavuştuğun zaman artık işi bırakabilirsin sanırım. Kente geri dönerek sakin bir yaşam sürebiliriz.» «Sen çok aptalsın! Üne kavuşur kavuşmaz çalışmalarımı sürdürmem gerekecek. Bunu anlayamıyor musun? Gençler bana koşacaklar. Bu laboratuvar zaman üzerinde Araştırmalar Yapılan dev bir enstitüye dönüşecek. Daha yaşarken efsaneleşeceğim. Öyle yükselecek, öyle yükseleceğim ki, artık herkes yanımda entelektüel bir cüce gibi kalacak.» Lancelot ayaklarının ucunda yükseldi. Gözleri, kendisini üzerine yerleştirecekleri kaideyi şimdiden görüyormuş gibi ışıl ışıldı.



Biraz mutluluk bulacağımı ummuştum. Ama bu son umut da sönmüştü. İçimi çektim. Cenaze levazımatçısına tabuttaki ölünün Long Island'daki Stebbins aile mezarlığına gömülmeden önce laboratuvarda kalmasını istediğimi söyledim. «Onu tahnit etmeyin,» dedim. «Kocamın ölüsünü büyük buzluğa koyabilirim. Isı sıfıra yakın. Lancelots cenazevine götürmenizi istemiyorum.» Adam soğuk ve hoşnutsuz bir tavırla tabutu laboratuvara taşıdı. Herhalde bu hoşnutsuzluğu daha sonra yollayacağı faturaya da yansıyacaktı. Cenaze evinin sahibine kocamın son defa yanımda kalmasını ve asistanlarının da onu görmelerini istediğimi söyledim. Ama bu bahane bana pek sudan geldi. Ne var ki, Lancelot bana ona neler söyleyeceğimi kesinlikle açıklamıştı. Tabut şimdi yerde duruyordu. Kapağı da açıktı. Lancelot'u görmeye gittim. «Lancelot,» dedim. «Cenaze evinin sahibi bu durumdan hiç hoşlanmadı. Galiba tuhaf bir şeyler olduğundan kuşkulanıyor.» Lancelot memnun memnun, «İyi...» diye bağırdı. «Ama...» «Artık sadece bir gün daha beklememiz gerekiyor. Ondan önce sırf şüphe yüzünden bir şeyler yapamazlar. Yarın sabah ceset kaybolacak. Ya da kaybolması gerekiyor.» «Yani kaybolmaması olasılığı da mı var?» Ah, bunu biliyordum! Biliyordum! «Bir gecikme olabilir. Ya da erken reaksiyon görülebilir. Şimdiye dek böyle ağır bir şeyi hiç yollamamıştım. Denklemimin tamı tamına doğrulanacağından emin değilim. Ölünün cenaze evinde değil de burada kalmasını istememin bir nedeni de bu. Gözlemler yapacağım.» «Cenaze evinde ceset tanıkların gözlerinin önünde ortadan kaybolurdu.» «Ama olay burada olursa, işe bir hile karıştığını düşüneceklerini sanıyorsun, öyle mi?» «Tabii.» Kocam pek neşelendi. «'Asistanlarını neden gönderdi, diyecekler. Bir çocuğun bile yapabileceği o deneye neden girişti? Ve o arada niçin dikkatsizce davrandı ve öldü? Ceset, kimse görmeden ortadan nasıl kayboldu? Zamanda yolculukla ilgili gülünç hikâyenin aslı astarı yok, diyecekler. Katalaptik trans haline girmek için ilaçlar aldı, böylece doktorları da kandırdı.'» Ben güç duyulacak bir sesle, «Evet...» diye mırıldandım. Bütün bunları nasıl da anlamıştı? Lancelot konuşmasını sürdürdü. «Ben zamanda yolculuğu sağladığımda ısrar edeceğim, doktorun ölü olduğumu kesinlikle kabul ettiğini, canlı olmadığımı söyleyeceğim. O zaman kurallara bağlı bilim adamları öfkeyle benim bir şarlatan olduğumu ilan edecekler. Bir hafta içinde dünyadaki her insan adımı öğrenecek. Bu olaydan başka bir şeyden söz etmeyecekler. Görmek isteyen her bilim adamı grubuna zamanda yolculukla ilgili bir gösteri yapabileceğimi söyleyeceğim. Tabii bütün Amerika'ya yayın yapan bir televizyon istasyonunda. Bilim adamları kamu baskısı yüzünden gösteriye katılmak zorunda kalacaklar. Halk bu gösteriye izin verilmesi İçin televizyon şirketlerine baskı yapacak. İnsanlar programı seyredecekler. Belki beni linç etmelerini seyretmek belki de bir mucizeye tanık olmak için. Ama beni seyredecekler! İşte ondan sonra başarılı olacağım! Bilim alanında çalışan hangi insanın yaşamında böyle ışıltılı bir doruk noktası olabilir?» Bir an gözlerim kamaştı. Ama içimde bütün bunlardan hiç etkilenmeyen bir şey, çok uzun, çok karmaşık, dedi. Onun için de bir terslik olacağı kesin. O akşam kocamın asistanları geldiler ve ölünün huzurunda saygıyla yas tutan insanlar rolü oynamaya çalıştılar. Böylece Lancelot'un ölüsünü gördüklerine yemin edecek iki tanık daha sağlanmış oluyordu. Her şeyi altüst edecek ve olayların doruk noktasına erişmesini sağlayacak iki tanık daha. Ertesi gece sabah dörde doğru kocamla soğutma odasındaydık. Paltolarımıza sarılmış, o önemli anı bekliyorduk.



İyice heyecanlanmış olan Lancelot sık sık makinelerini kontrol ediyor, anlayamadığım bir şeyler yapıyordu. Masasındaki bilgisayar da durmadan çalışıyordu. Ama donmuş parmaklarıyla tuşlara nasıl öyle hızlı basmayı başardığını bilmiyorum. Ben son derecede mutsuzdum. İçerisi soğuktu. Yerde tabutun içinde o ceset yatıyordu. Geleceğim de karanlıktı. Bana artık yıllardan beri orada bekliyormuşuz gibi geliyordu. Lancelot, «Her şey istediğim gibi olacak,» dedi. «Tahmin ettiğim gibi... Belki ortadan kaybolma beş dakika kadar gecikebilir. Çünkü işin içinde yetmiş kiloluk bir kütle var. Zamanın güçleriyle ilgili analizim gerçekten çok ustacaydı.» Bana gülümsedi. Ama cesedine de aynı tavırla gülümsediğini fark ettim. Kocamın üç gün arkasından çıkarmadığı laboratuvar gömleği buruşup kirlenmişti. Geceleri de öyle yatmıştı tabii. Lancelot kafamdan geçenleri anlamıştı sanırım. Ya da ona dikkatle baktığımı fark etmişti. Eğilip gömleğine baktı. «Ah, evet, lastik önlüğümü takmam iyi olur. Kopyam ortaya çıktığı zaman önlüğü vardı.» İfadesiz bir sesle, «O önlüğü takmasaydın ne olurdu?» diye sordum. «Onu takmam şart! Çok gerekli. Elbet bir şey bana o önlüğü takmam gerektiğini hatırlatırdı. Yoksa kopyamın önlüğü olmazdı.» Lancelot'un gözleri kısıldı. «Hâlâ bir terslik olacağını mı düşünüyorsun?» «Bilmiyorum...» diye mırıldandım. «Cesedin ortadan kaybolmayacağını mı sanıyorsun? Ya da onun yerine benim kaybolacağımı?» Cevap vermedim. Lancelot onun üzerine tiz bir sesle, bağırırcasına, «Anlamıyor musun?» dedi. «Sonunda şansım döndü. Her şeyin plana göre geliştiğinin farkında değil misin? Ben yaşayan insanların en yücesi olacağım! Haydi, kahve için su kaynat!» Birdenbire yine sakinleşmişti. «Kopyam ortadan kaybolduğu ve ben de yaşama döndüğüm zaman bunu kahveyle kutlarız. Üç gündür hiç kahve içmedim.» Bana uzattığı, sıcak suya karıştırılarak çabucak yapılan kahvedendi. Ama kahvesiz geçen üç gün sonra o da işe yaradı. Laboratuvardaki elektrik ocağını donmuş parmaklarımla yakmaya çalıştım. Sonra Lancelot beni kabaca bir yana itti ve ocağa bir çaydanlık dolusu suyu koydu. Elektrik ocağının düğmesini çevirerek en yüksek ısıyı sağladı. «Biraz zaman alacak.» Saatine baktı, sonra da duvardaki irili ufaklı kadrana. «Kopyam, daha su kaynamadan ortadan kaybolacak. Buraya gel de seyret.» Tabutun yanına gitti. Kararsızca durdum. Kocam hemen emretti. «Sana gel dedim!» Yaklaştım. Lancelot kendi ölüsüne müthiş bir memnunlukla bakarak bekledi. Ben de öyle. İkimiz de cesede bakıyorduk. O «Pıfft»a benzeyen ses duyuldu. «Sadece iki dakika farkla!» diye bağırdı Lancelot. Ceset birdenbire ortadan kayboldu. Şimdi kapağı açık olan tabutun içinde yalnızca giysiler vardı. Tabii Lancelot'un kopyası ortaya çıktığı sırada arkasında o elbise yoktu. Giysi gerçek bir takımdı ve gerçek dünyada kalmıştı. İşte şimdi tabutun dibinde duruyordu: gömlek ve pantolonun içinde çamaşırlar. Boyunda kravat, ceketin içinde gömlek. Ayakkabılar tersine dönmüşlerdi. İçlerinde çoraplar sarkıyordu. Suyun kaynadığını duyuyordum. Lancelot, «Kahve!» dedi. «Önce kahve! Sonra polisi ve gazetecileri çağıracağız.» Lancelot'la kendim için kahve yaptım. Kaşığı yine şekerliğe daldırdım ve kocamın kahvesine bir çay kaşığı şeker koydum. Ne eksik ne fazla. Bu sefer olsun Lancelot için bunun önemli bir şey



sayılmayacağını biliyordum ama böyle yapmaya alışmıştım. Kahvemi yudumladım. Kahveme ne şeker koyardım, ne de krema. Sıcak sıvı bana iyi geldi. Lancelot kahvesini karıştırdı. Usulca, «Hepsi de...» diye mırıldandı. «Beklediklerimin, istediklerimin hepsi de...» Kahve fincanını haşin bir zafer ifadesiyle gerilmiş olan dudaklarına götürdü. Ve içti. Son sözleri bunlar oldu. Artık her şey sona ermişti. Garip bir heyecana kapılmıştım. Lancelot'u soyarak arkasına tabuttaki elbiseyi giydirmeyi başardım. Kocamı yukarıya doğru çekerek tabutun içine yatırdım. Kopyasında olduğu gibi ellerini göğsünde birleştirdim. Sonra dışarıdaki odada, muslukta fincanlarla şekerliği iyice yıkadım. Hepsini tekrar tekrar çalkaladım. Sonunda şekerin yerine koyduğum siyanür kristallerinin hepsi akıp gitti. Lancelot'un laboratuvar .gömleğini ve diğer giysilerini kirli sepetine götürdüm. Kopyasının sırtından çıkardıklarımızı da oraya koymuştum. Ama tabii onlar o cesetle birlikte ortadan kaybolmuşlardı. Onların yerine Lancelot'un arkasından çıkardıklarımı attım. Ondan sonra da bekledim. Akşam olurken cesedin yeterince soğuduğuna Karar verip cenaze evini aradım. Kuşkulanmaları için hiçbir neden yoktu. Evde bir ölü bırakmışlardı. Ve işte ölü yine evdeydi. Aynı ölü. Gerçekten aynı ölü. Bu da ilkinin sanıldığı gibi siyanür yüzünden zehirlenerek ölmüştü. Herhalde üç buçuk gün önce ölen biriyle on iki saat önce can veren birinin arasındaki farkı anlayabilirlerdi. Ceset soğuk odada bekletilmiş olsa bile. Ama bu işi kurcalamaları için bir neden yoktu. Gerçekten de cenaze evinin sahibi ve yardımcıları böyle bir şeyi düşünmediler bile. Tabutun kapağını çivileyerek onu alıp götürdüler. Ve gömdüler. Bu gerçekten kusursuz bir cinayet olmuştu. Zaten ben Lancelot'u zehirlediğim sırada o kanunen ölüydü. Onun için bu olayın cinayet sayılıp sayılmayacağını düşünüyorum. Tabii bunu bir avukata sormak niyetinde değilim. Yaşamım artık huzur dolu. Sakin ve mutlu. Yeteri kadar param var. Tiyatrolara gidiyorum. Arkadaşlar da edindim. Ve hiç pişmanlık duymuyorum. Tabii Lancelot'un zamanda yolculuğun sırrını çözdüğünü hiçbir zaman öğrenemeyecekler. İlerde bir gün zamanda yolculuk yeniden keşfedilecek. Ama o sırada Lancelot Stebbins'in adı çoktan unutulmuş olacak. Kimse onu hatırlamayacak bile. Kocama planlan ne olursa olsun sonunda üne kavuşamayacağını söylemiştim. Ben onu öldürmeseydim, mutlaka başka bir şey bütün planlarını altüst edecekti. Lancelot da bunun acısını benden çıkaracak ve beni gerçekten öldürecekti. Hayır, hiç pişmanlık duymuyorum. Hatta Lancelot'un bütün yaptıklarını da bağışladım. Bir tek yüzüme tükürmesi dışında. Kocamın ölmeden önce mutlu bir an yaşamış olması gerçekten garip. Çünkü ona pek az kişiye nasip olacak bir armağan verilmişti. Ve Lancelot bunun zevkini çıkardı. Lancelot yüzüme tükürdüğü zaman bağırmıştı da. Ama bütün bu sözlerine rağmen sonunda kendi ölüm ilanını okumayı başardı.



ŞAHA Isaac Asimov'un “Şaha – The Hazing” adlı öyküsü ilk olarak Thrilling Wonder Stories dergisinin 1942 Ekim sayısında yayınlanmış ardından 1972 tarihli The Early Asimov toplamasında yer almıştır. Arcturus güneşinin ikinci gezegeni olan Eron'daki üniversitenin kampusu yarı yıl tatili sırasında çok sıkıcı bir yer olurdu. Üstelik Arcturus Üniversitesi çok sıcaktı. İkinci sınıf öğrencisi Myron Tubal hem rahatsızdı, hem de canı sıkılıyordu. O gün beşinci defa öğrenciler salonuna baktı. Çaresizce bir tanıdık bulmaya çalışıyordu. Sonunda Bili Sefan'ı görünce bayağı sevindi. Sefan, Vega güneşinin beşinci gezegeninden gelmiş olan yeşil derili bir gençti. Sefan da Tubal gibi biyo-sosyoloji sınavını geçememişti. Bu yüzden tatilde üniversitede kalmıştı. Şimdi bütünleme sınavına hazırlanıyordu. Böyle şeyler öğrenciler arasında sıkı bir bağ oluştururdu. Tubal selam kabilinden bir şeyler mırıldanarak en geniş koltuğa çöktü. Arcturus sisteminden tüysüz, dev gibi vücutlu bir gençti. Tubal, «Yeni öğrencileri gördün mü?» diye sordu. «Hayır. Zaten sonbahar sömestrinin başlamasına daha altı hafta var.» Tubal esnedi. «Ah, ama onlar özel bir türden. Güneş sisteminden gelen ilk grup. On kişiler.» «Güneş sisteminden mi? Yani Galaksi Federasyonuna üç, dört yıl önce katılan yeni sistemi mi kastediyorsun?» «Evet, onu. Merkezleri olan gezegenin adı Dünya sanırım.» «E, ne olmuş onlara?» «Hiç... Grup buraya erişti, hepsi o kadar. Bazılarının üst dudaklarının hemen üzerinde tüyler var. Pek gülünç duruyor. Diğer bakımlardan on iki kadar olan insan türlerinden farksızlar.» Aynı anda kapı hızla açıldı ve küçük Wri Forase koşarak içeri daldı. Deneb güneşinin tek gezegenindendi. Başını ve yüzünü kaplayan kısa, gri tüyler telaşından dikleşmişti. İri mor gözleri heyecanla parlıyordu. Soluk soluğa, «Dünyalıları gördünüz mü?» diye sordu. Sesi biraz kuş cıvıltısını andırıyordu. Sefan içini çekti. «Kimse konuyu değiştirmeyecek mi? Tubal de bana onlardan söz ediyordu.» «Öyle mi?» Forase düş kırıklığına uğramış gibiydi. «Ama Tubal sana onların anormal ırktan olduklarını da söyledi mi?» Tubal, «Ben onlarda bir anormallik görmedim,» dedi. Denebli tiksintiyle, «Ben onların görünüşlerini kastetmedim,» diye açıkladı. «Kafalarından söz ediyorum. Psikolojilerinden! Önemli olan da bu.» Forase ilerde psikolog olacaktı. «Ha, o mu? E, ne dertleri var onların?» Forase telaşlı telaşlı konuşmaya başladı. «Kitle psikolojileri tümüyle yanlış. Sayıları artarken duygularına kapamamaları gerekir. Bütün bilinen insan türlerinde bu böyle. Oysa Dünyalılar büsbütün duygusallaşıyorlar. Grup halinde ayaklanıyorlar, paniğe kapılıyorlar, çıldırıyorlar. Ne kadar kalabalık olurlarsa, durum 6 kadar kötüleşiyor. Bana inanın, bu problemi çözmek için yeni bir matematik formül oluşturduk. Bakın!» Hızla cep defteriyle dolmakalemini çıkardı. Ama daha bir şey yazamadan Tubal onu durdurdu. «Yavaş ol! Aklıma harika bir fikir geldi!» Sefan, «Yok canım...» diye mırıldandı.



Tubal ona aldırmadı. Tekrar gülerek elini çıplak kafasına düşünceli bir tavırla sürdü. Sonra da birdenbire ciddi bir tavır takınarak, «Dinleyin,» dedi. Ve bir komplocu tavrıyla sesini alçaltarak fısıldamaya başladı. Dünyadan gelmiş olan Albert Williams uykusunda kımıldandı. Sonra da birinin parmağını ikinci ve üçüncü kaburgasının arasına sokarak kendisini dürttüğünü farketti. Gözlerini açıp başını döndürdü. Sonra inleyerek hızla doğrulup oturdu. Lambanın düğmesine doğru uzandı. Karyolanın yanında duran gölge, «Kımıldama,» dedi. Bir şıkırtı duyuldu ve bir cep lambasının sedefimsi ışığı onu aydınlattı. Williams gözlerini kırpıştırdı. «Kahretsin! Sen de kimsin?» Gölge ifadesiz bir sesle, «Yataktan kalk,» diye emretti. «Giyin ve benimle gel.» Williams öfkeyle güldü. «Bana bunu yaptır da göreyim.» Gölge cevap vermedi. Sadece fenerin ışığı biraz kaydı ve gölgenin diğer elini aydınlattı. Bu elde bir «sinir kırbacı» vardı. Sinirleri acıyla düğüm düğüm eden ve ses tellerini felce uğratan küçük, sevimli bir silahtı bu. Williams yutkundu ve yataktan kalktı. Sessizce giyindi, sonra da, «Tamam,» dedi. «Şimdi ne yapacağım?» Gölge, parıltılı kırbaçla işaret edince Williams kapıya doğru gitti. Tanımadığı konuğu, «Sen sadece önden yürü,» diye emretti. Williams odadan çıkıp sessiz koridordan ilerledi. Sekiz kat aşağıya indi. Arkasına bakmaya cesaret edemiyordu. Dışarı çıktıkları zaman durdu, ama yabancı onu sinir kırbacının madeni ucuyla dürttü. «Obel Binasının nerede olduğunu biliyor musunuz?» Williams, «Evet,» der gibi başını sallayarak tekrar yürümeye başladı. Obel Binasının önünden geçti. Üniversite Caddesinde sağa döndü. Yedi yüz elli metre kadar ötede yoldan çıkarak ağaçlığı geride bıraktı. Şimdi karanlıkların arasından bir uzay gemisi yükseliyordu. Lombozların perdeleri sıkıca kapatılmıştı. Sadece hafifçe aralık olan kapıdan ışık sızıyordu. «Bin bakalım!» Yabancı Williams'i dürterek onun basamaklardan çıkmasını ve küçük bir kabine girmesini sağladı. Williams gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı ve yüksek sesle saymaya başladı. «...Yedi, sekiz, dokuz ve benimle on. Galiba hepimizi yakaladılar.» Eric Chamberlain öfkeyle, «Galibası malibası yok,» dedi. «Hepimizi yakaladıkları kesin.» Elini ovuşturuyordu. «Bir saatten beri buradayım.» William, «Eline ne oldu?» diye sordu. «Beni buraya getiren köpeğin çenesine yumruğu indirirken bileğim burkuldu. Çenesi bir uzay gemisinin gövdesi kadar sertti.» Williams bağdaş kurup yere oturdu. Başını da bölmeye dayadı. «Bunun ne anlama geldiğini bileniniz var mı?» Ufak tefek bir genç olan Joey Sweeney, «Bizi kaçırdılar!» dedi. Dişleri birbirine çarpıp duruyordu. Chamberlain burun kıvırdı. «Neden kaçırsınlar? Belki içimizden biri milyoner ama doğrusu benim bundan haberim yok. Tabii ben milyoner değilim. Bunu biliyorum.» Williams, «Buraya bakın,» dedi. «Hemen telaşlanmayalım. Bu bir kaçırma olayı filan değil. Bu insanlar birer suçlu olamazlar. Galaksi Federasyonu gibi psikolojiyi çok iyi geliştiren bir uygarlık 'suç' denen şeyi rahatça ortadan kaldırmıştır.» Lawrence Marsh, «Korsanlar...» diye mırıldandı. «Aslında öyle olduğunu sanmıyorum. Ama bu da bir fikir.» Williams, «Saçma,» dedi. «Korsanlık sınırlarda görülen bir olay. Uzayın bu bölümü uygarlaştırılalı on binlerce yıl oldu.»



Joe, «Ama yine de silahları vardı,» diye ısrar etti. «Bu durum hiç hoşuma gitmiyor.» Gözlüğü odasında kalmıştı. Şimdi gözlerini kısmış endişeyle etrafına bakmıyordu. Williams, «Bu durumu açıklamıyor ki,» dedi. «Deminden beri düşünüyorum. Biz on Dünyalı Arcturus Üniversitesine yeni geldik. Birinci sınıf öğrencileriyiz. Buradaki ilk gecemiz bu. Ve bizi esrarlı bir biçimde yakalayıp odalarımızdan çıkarıyorlar ve garip bir uzay gemisine bindiriyorlar. Bunun anlamı meydanda. Ne diyorsunuz?» Sidney Morton başını dayadığı kollarından kaldırarak uykulu uykulu, «Aynı şey benim de aklıma geldi,» dedi. «Bence bu, üniversiteye ilk giren öğrencilere yapılan müthiş o şakalardan biri. Çocuklar, bence ikinci sınıf öğrencileri şimdi korkunç eğleniyorlardı.» Williams başını salladı. «Evet, öyle. Başka bir fikri olan var mı?» Kimse sesini çıkarmadı. Williams, «Pekâlâ,» dedi. «Beklemekten başka yapılacak bir şey yok. Doğrusu ben tekrar uyuyacağım. Beni istiyorlarsa gelip uyandırsınlar.» Aynı anda uzay gemisi sarsılınca Williams dengesini kaybetti. «Eh, hareket ettik işte... Nereye gidiyorsak...» Dakikalar sonra Bill Sefan kontrol kabinine girmeden önce bir an durakladı. Wri Forase oradaydı ve çok heyecanlıydı. Denebli, «E, nasıl gidiyor?» dedi. Sefan hoşnutsuzca, «Durum berbat,» diye cevap verdi. «Paniğe kapıldılarsa ne olayım! Uyuyacaklarmış!» «Uyayacaklar mı? Hepsi de mi? Ama neler söylediler?» «Ne bileyim ben! Konuşurken Galaksi dilini kullanmadılar. O lanet olasıca saçma sapan yabancı dillerinden de bir şey anlamadım.» Forase ellerini öfkeyle havaya kaldırdı. Sonunda Tubal söze karıştı. «Dinle, Forase. Biyo-sosyoloji dersini asıyorum. Oysa böyle bir şey yapmamam gerekir. Bu şakanın psikoloji bilgimizi artıracağını söyledin. Başarılı olamazsak hiç hoşuma gitmez.» Forase çaresizce, «Deneb aşkına!» diye söylendi. «İkiniz de korkaksınız! Dünyalıların daha başlangıçta bağırıp çağırarak, etrafa tekmeler atacaklarını mı sandınız? Arcturus aşkına! Spica Sistemine erişinceye kadar bekleyin. Tamam mı? Onları bir gece bir gezegende bıraktığımız zaman...» Muzipçe güldü. «Konser Gecesi kromatik orga pis kokulu yarasaları bağladıklarından beri böyle bir oyun görülmedi.» Tubal gülümsedi. Ama Sefan koltuğunda arkasına yaslanarak düşünceli bir tavırla, «Ya biri... örneğin Rektör Wynn bu olayı haber alırsa?» dedi. Kontrolların başındaki Arcturuslu omzunu silkti. «Bu sadece bir şaka. Bize kızmazlar.» «Aptal aptal konuşma! Bu çocuk oyunu değil! Federasyon gemilerinin Spica'nın dördüncü gezegenine, hatta bütün Spica Sistemine yaklaşmaları bile yasaklandı. Sen de bunu bal gibi biliyorsun. O gezegende henüz 'tam insan' olamamış bir ırk yaşıyor. Onların, kimse bu işe karışmadan gelişmeleri isteniyor. Bu durum ancak onlar kendi başlarına yıldızlar arasında yolculuk yapmayı başardıkları zaman sona erecek. Yasa böyle. Bu konuda çok da titiz davranıyorlar. Uzay adına! Bu olayı öğrenirlerse başımız iyice derde girer.» Tubal koltuğuna döndü. «O lanet olasıca, kalın derili rektör bu olayı nerden öğrenecek? Şimdi... hikâyenin kampusa yayılmayacağım söylemiyorum. Olayı kendimize saklarsak bütün zevki kaçar. Ama rektöre adımızı kim söyleyecek? Kimse muhbirlik yapmaz. Bunu sen de biliyorsun.» «Pekâlâ.» Sefan omzunu silkti.



Tubal ekledi. «Hiper-uzay yöntemine hazır olun!» Düğmelere bastı. Sanki içlerinde bir şey kasıldı. Ve gemi normal uzaydan ayrıldı. On Dünyalının durumu pek de iyi değildi. Lawrence Marsh gözlerini kısarak bileğindeki saate tekrar baktı. «İki buçuk. Yani tam otuz altı saat oldu. Artık şu oyunu sona erdirseler.» Sweeney, «Bu şaka filan değil,» diye inledi. «Fazla uzun sürdü.» ' Williams kıpkırmızı kesildi. «Hepiniz yarı ölü gibisiniz! Neniz var sizin? Bize uygun zamanlarda yiyecek vermediler mi? Kollarımızı, bacaklarımızı da bağlamadılar. Bize özen gösterdikleri kesin.» Sidney Morton hoşnutsuzca, «Belki de bizi kesmeden önce şişmanlatmaya çalışıyorlar,» diye mırıldandı. Birdenbire durakladı. Diğerleri de kaskatı kesildiler. İçlerinde bir şey kasılmıştı sanki. Bunun ne olduğu belliydi. Eric Chamberlain birdenbire heyecanlandı. «Hissettiniz değil mi? Yine normal uzaya döndük. Gideceğimiz yer neresiyse oradan sadece bir, iki saat uzakta olduğumuz anlaşılıyor. Bir şeyler yapmalıyız!» Williams, «Tamam,» diye alay etti. «Ama ne yapacağız?» » «Biz on kişi değil miyiz? Chamberlain göğsünü şişirdi. «Ben şu ana dek onlardan yalnızca birini gördüm. Buraya gelince üzerine atılırız. Zaten yemek zamanı da yaklaştı.» Sweeney'nin suratından midesinin bulanmaya başladığı belliydi. «Yanında taşıdığı sinir kırbacı ne olacak?» «O bizi öldürmez ki. Zaten biz onu yakalarken hepimizle birden başa çıkamaz.» William dobra dobra, «Sen bir budalasın, Eric,» dedi. Chamberlain kızardı ve küt parmaklarını bükerek yumruğunu sıktı. «Birilerini ikna etmek için biraz pratik yapmaya ihtiyacım var. O sözünü yinele bakalım!» «Otur!» Williams başını kaldırma gereğini bile görmemişti. «O sözümü hak ettiğini kanıtlamak için de bu kadar çabalama. Hepimiz endişeliyiz ve sinirlerimiz gergin. Ama bu hep birlikte çıldırmamız gerektiği anlamına da gelmiyor. Hiç olmazsa şimdilik. Bir kere... kırbaca aldırmasak bile gardiyanın üzerine saldırmak pek de başarılı olmaz. Biz sadece birini gördük. Ama o Arcturus Sisteminden. Boyu iki metre on santimden daha uzun sanırım. Kilosu da yüz elliden daha fazla olmalı. Hepimizi... onumuzu da yumruklarıyla pestile çevirebilir. Zaten sen onunla biraz dalaştın sanırım, Eric.» Sıkıntılı bir sessizlik oldu. Williams ekledi. «Ama onu devirdiğimizi, gemide kaç kişi varsa onları da atfettiğimizi düşünelim. Ama hâlâ nerede olduğumuz konusunda en ufak bir fikrimiz yok. Nasıl geri döneceğimizi de bilmiyoruz. Hatta içimizde bu geminin nasıl kullanılacağını bilen bile yok.» Bir an durdu. «Evet, ne diyorsunuz?» «Saçma!» Chamberlain arkasını dönüp çevresine sessizce, öfkeyle baktı. Kapı bir tekmede açıldı ve dev Arcturuslu içeri girdi. Bir eliyle taşıdığı torbayı boşalttı. Diğer elindeki sinir kırbacını dikkatle Dünyalılara çevirmişti. Arcturuslu, «Son yemek...» diye homurdandı. Dünyalılar etrafa yuvarlanan konserve kutularını kaptılar. Bunlar ısıtılmış ama sonra ılıklaşmaya başlamışlardı. Morton elindeki yemeğe öfke ve tiksintiyle baktı. Sonra da beceriksizce Galaksi dilinde konuşmaya çalıştı. «Buraya baksana, bir değişiklik yapamaz mısınız? Sizin bu pis yahninizden bıktım. Dördüncü teneke bu!» Arcturuslu, «E, ne olmuş?» diye diklendi. «Bu sizin son yemeğiniz.» Diğerleri dehşet içinde felce uğramış gibi oldular.



Biri yutkunarak boğuk sesle, «Ne demek istedi?» diye sordu. «Bizi öldürecekler.» Sweeney'nin gözleri irileşmişti. Sesinden paniğe kapılmak üzere olduğu anlaşılıyordu. Williams'in ağzı kurumuştu; Sweeney'nin herkese geçen korkusu yüzünden mantıksız bir öfke duydu. Ama kendini tuttu. Sweeney henüz on yedi yaşındaydı, «Keser misin?» dedi. «Haydi, yemeğimizi yiyelim.» İki saat sonra sakin görünmeye çalışarak, geminin ani olarak sarsılmasından bir yere inmiş olduklarını anladılar. Yolculuk sona ermişti. O sürede hiçbiri konuşmamıştı. Ama Williams arkadaşlarının korkularının gitgide arttığını hissediyordu. Kıpkırmızı Spica ufukta batarak gözden kaybolmuştu. Şimdi soğuk bir rüzgâr esiyordu. On Dünyalı kayalık yamaçta birbirlerine sokuldular. Suratlarını asmış, onları yakalayan üç öğrenciye bakıyorlardı. Dev Arcturuslu Myron Tubal konuşuyor, Vegalı yeşil derili Bili Sefan'la ufak tefek tüylü Denebli Wri Forase sakin sakin geride bekliyorlardı. Arcturuslu aksi bir tavırla, «Ateşiniz yakıldı,» dedi. «Etrafta bol ağaç var. Böylece ateşin sönmesine engel olursunuz. Hayvanlar da ateş yüzünden size yaklaşamazlar. Gitmeden önce size iki kırbaç bırakacağız. Gezegendeki yerliler size saldırırlarsa onlarla kendinizi korursunuz. Yiyecek, su ve sığınacak yer konusunda kafalarınızı kullanmalısınız.» Döndü. Chamberlain birdenbire kükreyerek uzaklaşan Arcturusluya saldırdı. Tubal kolunu şöyle bir sallayınca Chamberlain sendeleyerek geriledi. Diğer dünyalardan olan üç öğrenci uzay gemisine bindiler ve kapı kapandı. Gemi havalandı. Williams sonunda o buz gibi sessizliği bozdu. «Kırbaçları bıraktılar. Birini ben alırım, birini de sen, Eric.» Dünyalılar birer birer yere oturdular. Sırtlarını ateşe dönmüşlerdi. Korkuyorlardı. Neredeyse paniğe kapılacaklardı. Williams kendini zorlayarak gülümsedi. «Etrafta sürüyle av var. Bu bölge ormanlık. Haydi, haydi, biz on kişiyiz. O üçü er geç buraya dönecekler. Onlara Dünyalıların her şeye dayanabileceklerini göstermeliyiz. Ne dersiniz, çocuklar?» Morton huzursuzca, «Neden sesini kesmiyorsun?» dedi. «Durumu kolaylaştırdığın yok.» Williams çabalamaktan vazgeçti. Kendi de korkuyordu, midesi buz gibi kesilmişti. Alacakaranlık yerini geceye bıraktı. Ateşin etrafındaki ışıktan daire sanki küçüldü. Titreşen ışığın çevresini gölgeler sardı. Marsh birdenbire inledi. Gözleri de irileşmişti. «Bir... bir şey geliyor!» Diğerleri kımıldandılar. Sonra donmuş gibi durup soluklarını tuttular. Dikkat kesilmişlerdi. Williams boğuk bir sesle, «Sen çıldırmışsın...» diye başladıysa da sustu. Kayan bir şeyin çıkardığı sesi o da duymuştu. Chamberlain'a, «Kırbacını al!» diye haykırdı. Joey Sweeney birdenbire güldü. Sesi sinirli ve tizdi. Sonra bir çığlık duyuldu ve etraflarını saran gölgeler onlara doğru atıldılar. Başka bir yerde de bir şeyler oluyordu. Tubal'in gemisi Spica'nın dördüncü gezegeninden yükseldi. Kontrollerin başında Bili Sefan vardı. Tubal küçük kamarasına çekilmişti. Deneb içkisi dolu koskocaman bir şişeyi iki yudumda bitirdi. Wri Forase ona üzüntüyle baktı. «Şişenin tanesi yirmi kredi. Ve sadece birkaç şişe içkim kaldı.» Tubal çok cömert bir tavırla, «Ah, hepsini ben içmeyeyim,» dedi. «Benim devirdiğim her şişeye karşılık, sen de bir tane iç. Bence bunun bir sakıncası yok.» Denebli, «Ben o şişeyi böyle başıma diktim mi, sonbahardaki sınavlara kadar ayılamam,» diye



söylendi. Tubal onun sözlerine pek aldırmadı. «Bu şaka üniversite tarihine geçecek...» diye başladı. Aynı anda sert ve tiz bir ses duyuldu. Aradaki bölmelere rağmen bu titreşimli sesi kolaylıkla işitmişlerdi. «Tınnnnnn!» Aynı anda ışıklar söndü. Wri Forase kendini duvara yapışmış buldu. Soluk almaya çalışarak, «U-Uzay adına,» diye kekeledi. «İyi-iyice hızlandık! Denge makinesine ne oldu?» Tubal ayağa kalkıp, «Denge makinesinin canı cehenneme!» diye gürledi. «Geminin nesi var?» Kapıdan sendeleyerek aynı derecede karanlık olan koridora çıktı. Forase onun arkasından sürüne sürüne ilerledi. Telaşla kontrol kabinine girdiler. Sefan'ın etrafında sönük acil durum ışıkları yanıyordu. Yeşil derisi terden parlıyordu. Çatlak bir sesle, «Meteor,» diye açıkladı, «Güç distribütörlerini mahvetti. İyice hızlandık. Işıklar, ısıtma birimleri ve radyo çalışmıyor. Havalandırma sistemi ise biraz çalışıyor gibi.» Bir an durdu, sonra da ekledi. «Dördüncü Bölümde de delik var.» Tubal deli gibi etrafına bakındı. «Ahmak! Gözlerini 'kütle uyarıcısı'ndan ayırmayacaktın!» Sefan ulur gibi bağırdı. «Ayırmadım ki, seni fazla gelişmiş böcek! Ama kadranda hiçbir şey gözükmedi. Hiçbir şey gözükmedi! Ama tabii iki yüz krediye kiralanan bu eski püskü tekneden başka ne beklenir? Meteor bomboşmuş gibi engeli aşıp geçti.» «Kes sesini!» Tubal giysi dolabını açınca inledi. «Bunların hepsi de Arcturus tarzı. Dolabı kontrol etmeliydim. Sen bunlardan birini giyebilir misin, Sefan.» Vegalı kuşkuyla kulağını kaşıdı. «Belki...» Beş dakika sonra Tubal kapıdan çıktı. Beceriksizce sendeleyen Sefan da onu izledi. İki arkadaş ancak yarım saat sonra döndüler. Tubal uzay kılığının başlığını çıkardı, «Durum kötü.» Wri Forase, «Yani... hiç umut yok mu?» diye inledi. Arcturuslu başını salladı. «Gemiyi tamir edebiliriz. Ama zaman alır. Radyo zaten mahvoldu. Yardım isteyemeyiz.» «Yardım istemek mi?» Forase şok geçiriyordu. «İşte bir bu eksikti! Spica Sisteminin içinde olmamızı nasıl açıklayacaksın? Yardım isteyeceğimize intihar edelim daha iyi. Yardım istemeden geri dönebilirsek, başımız belaya girmez. Birkaç dersi kaçırmamızın o kadar zararı olmaz.» Sefan ifadesiz bir sesle onun sözünü kesti. «Ya Spica Dört'deki panikçi Dünyalılar ne olacak?» Forase'nin ağzı bir karış açıldı ama bir şey söyleyemedi. Ağzını kapattı. Fena halde sarsıldığı belliydi. Ve bu daha başlangıçtı. Köhne uzay gemisinin dolaşmış olan kablolarını ancak bir buçuk günde birbirlerinden ayırabildiler. Ondan sonra da ancak iki günde hızı düşürebildiler. Geri dönmek için bu gerekliydi. Spica Dört'e ancak dört günde ulaşabildiler. Yani bütün bunlar sekiz gün sürdü. Gemi Dünyalıları zorla indirdikleri yerin yukarısında durduğu sırada öğleye yaklaşıyordu. Tubal televizörle bölgeyi incelerken suratı giderek asıldı. Sıkıcı sessizlik uzayıp gidiyordu. Tubal sonunda sessizliği bozdu. «Yapılabilecek her türlü hatayı yaptığımız anlaşılıyor. Dünyalıları bir yerli köyünün hemen dışına indirmişiz. Görünürlerde bir tek Dünyalı bile yok.» Sefan üzüntüyle başını salladı, «işte bu kötü.» Tubal uzun kollarını kavuşturup başının arasına soktu. «Mahvolduk. Korkudan ölmedilerse, o zaman da yerliler onların işini bitirmişlerdir. Yasaklanmış güneş sistemlerine girmek zaten yeterince kötü. Ama şimdi buna cinayeti de katacağız sanırım.» Sefan, «Aşağıya inmemiz ve içlerinden bazılarının yaşayıp yaşamadıklarını öğrenmemiz gerekiyor,»



dedi. «Onlara bu kadar olsun borcumuz var. Ondan sonra...» Yutkundu. Forase arkadaşının sözlerini tamamladı. «Üniversiteden kovuluruz. Psiko-revizyondan geçeriz. Ve ömrümüzün sonuna kadar da ağır işlerde çalıştırılırız.» Tubal böğürdü. «Bırak bunu! Bu konuyu gerektiği zaman düşünürüz!» Gemi ağır ağır, çok ağır ağır daireler çizerek alçaldı. Üç arkadaşın sekiz gün önce on Dünyalıyı zorla bıraktıkları kayalıklı açıklığa indi. «Yerlilere karşı nasıl davranacağız?» Tubal, Forase'ye dönerek alnını kırıştırdı. Kaşları olmadığı için onları kaldırması imkânsızdı tabii, «Haydi, oğlum. Bana 'tam insanlaşmamış' yaratıkların psikolojilerinden söz et. Biz sadece üç kişiyiz. Başımızın belaya girmesini istemiyorum.» Forase omzunu silkti. Şaşkın şaşkın tüylü suratını buruşturdu. «Ben de şimdi bunu düşünüyordum, Tubal. Böyle bir şey bilmiyorum.» Sefan'la Tubal aynı anda bağırdılar. «Ne?» Denebli telaşla ekledi. «Kimse bilmiyor zaten. Ne de olsa tam insan olmayan yaratıkları iyice uygarlaşıncaya kadar Federasyona almıyoruz. O zamana kadar onları karantinada tutuyoruz. Psikolojilerini incelemek için elimize bol fırsat geçtiğini mi sanıyorsunuz?» Arcturuslu koltuğa çöktü. «Desene tam bir çıkmaza girdik! Haydi, bir şeyler düşün, tüylü suratlı! Bir öneride bulun.» Forase kafasını kaşıdı. «Şey... yapabileceğimiz en iyi şey onlara gerçek birer insanmış gibi davranmamız olur. Avuçlarımızı açarak onlara ağır ağır yaklaşırız. Ani hareketler yapmaz ve sakin davranırız. Böylece başımız derde girmez sanırım. Ama unutmayın, benimki sadece bir öneri. Bu konuda kesin bir şey söyleyemem.» Sefan sabırsızlandı. «Kesin şeyleri bir yana bırak şimdi. Haydi, artık gidelim. Zaten hiçbir şeyin önemi yok. Eğer Dünyalıları öldürdülerse, artık geriye dönmeme gerek kalmaz.» Yüzünde üzgün bir ifade belirdi. «Ailemin neler diyeceğini düşünüyorum da...» Üç arkadaş uzay gemisinden çıkıp Spica'nın dördüncü gezegeninin havasını kokladılar. Güneş tepelerindeydi. Koskocaman, turuncu bir basketbol topuna benziyordu. Ormanda bir yerde bir kuş gıcırtıyı andıran bir ses çıkararak öttü. Sonra etrafa derin bir sessizlik çöktü. Tubal ellerini beline dayadı. «Burası insanın uykusunu getiriyor. Görünürde hiçbir canlı yok. Şimdi... köye ne taraftan gideceğiz?» Üç arkadaş bu konuyu tartışmaya başladılar. Ama tartışma uzun sürmedi. Arcturuslu yamaçtan seyrek ağaçlı ormana doğru inmeye başladı. Diğer ikisi de onu izlediler. Ormana girer girmez ağaçlar birdenbire canlandı sanki. Yerliler sessizce yukarıdaki dallardan aşağıya atladılar. Ağırlıkları altında önce Wri Forase yere yığıldı. Bili Sefan sendeledi; bir an ayakta durmayı başardı, sonra bağırarak arkaüstü devrildi. Sadece dev Myron Tubal ayakta kalabildi. Ayaklarını açarak durdu ve sağa sola yumruk atmaya başladı. Saldıran yerliler ona çarptılar, sonra dönen bir tekerlekten seker gibi yere yuvarlandılar. Tubal kendini savunurken bir yel değirmenine dönüştü adeta. Bir yandan da geri geri bir ağaca doğru gidiyordu. Ama sonra bir hata yaptı. O ağacın en alt dalına diğerlerinden hem daha ihtiyatlı, hem daha akıllı bir yerli tünemişti. Tubal yerlilerin kaslı ve kalın kuyrukları olduğunu daha önce fark etmişti. Galaksideki bütün ırklar arasında bir başka grubun da kuyrukları vardı. Gamma Cepheus'ta yaşayanların. Ama Tubal bu yerlilerin kuyruklarının sarılma ve tutma becerisi olduğunun farkına varmamıştı. Bu gerçeği çok çabuk öğrendi. Çünkü yukarıdaki dala tünemiş olan yerli kuyruğunu uzattı, Arcturuslunun boynuna doladığı gibi sıkmaya başladı.



Tubal acıyla çırpındı. Kuyruklu saldırganı daldan aşağıya çekti. Ama tepeüstü duran ve havada daireler çizen yerli yine de kuyruğunu çekmedi. Tubal'ın boğazını sıkmayı sürdürdü. Bütün dünya kapkara kesildi. Ve Tubal daha yere yığılmadan kendinden geçti. Tubal ağır ağır kendine geldi. Boynunun kaskatı kesilmiş olduğunu, ensesine iğneler battığını hiç de hoş olmayan bir biçimde fark etti. Boynunu ovarak o katılığı geçirmek istediyse de boşunaydı. Ancak neden sonra kendisini sıkıca bağlamış olduklarını anladı. Önce yüzükoyun yattığının farkına vardı. İkincisi çevrede müthiş bir gürültü yankılanıyordu. Üçüncüsü Sefanla Forase de sıkıca bağlanmışlardı ve yanında yatıyorlardı. Ve sonuncusu, o bağları koparması olanaksızdı. «Hey, Sefan! Forase! Beni duyabiliyor musunuz?» Ona Sefan cevap verdi. «Seni Dracon keçisi şeni! Senin öldüğünü sanıyorduk!» Arcturuslu, «Ben kolay kolay ölmem,» diye homurdandı. «Neredeyiz?» Kısa bir sessizlik oldu. Wri Forase sıkıntıyla, «Yerlilerin köyünde sanırım,» dedi. «Hiç böyle gürültü duydunuz mu? Bizi buraya attıklarından beri o davulun sesi hiç kesilmedi!» «Birinizden biriniz o...» Birileri Tubal'ı tuttukları gibi döndürdüler, doğrultup oturttular. Tubal'ın boynu daha kötü sızlamaya başladı. Yeşil kütükler ve sazlardan yapılmış kulübeler akşam güneşinde parlıyordu. Uzun kuyruklu, koyu renkli yerliler etraflarında bir halka oluşturmuş, sessizce olanları seyrediyorlardı. Yüzlerce yerli vardı. Kafalarına tüylü başlıklar geçirmişler, ellerine sivri uçlu mızraklar almışlardı. Hepsi de ön tarafta bağdaş kurmuş olan esrarlı kimselere gözlerini dikmişlerdi. Tubal da öfkeyle onlara baktı. Bu yaratıkların kabilenin ileri gelenleri oldukları anlaşılıyordu, iyi tabaklanmamış derilerden yapılmış, alacalı bulacalı, püsküllü kılıklar giymişlerdi. İnsan suratlarının karikatürleri çizilmiş uzun maskeler takmışlardı. Bu da onların barbarca ihtişamını artırıyordu. Üç arkadaşın en yakınındaki o maskeli, dehşet verici yaratık ağır ağır ilerleyerek onlara yaklaştı. «Merhaba,» diyerek maskesini çıkardı. «Bu kadar çabuk döndünüz demek?» Tubal'la Sefan uzun bir süre bir şey söyleyemediler. Wri Forase ise tıkanmış gibi öksürmeye başladı. Sonunda Tubal derin bir soluk aldı. «Sen Dünyalılardan birisin, öyle değil mi?» «Evet, öyle. Ben Al Williams'im. Beni sadece Al diye çağırabilirsin.» «Demek sizi hâlâ öldürmediler?» Williams neşeyle güldü. «Hiçbirimizi öldürmediler. Tersine. Baylar...» Abartılı bir tavırla eğildi. «Kabilenin... şey... yeni tanrılarıyla tanışın.» Forase inledi. «Kabilenin yeni neleriyle?» Hâlâ öksürüyordu. «Şey... tanrılarıyla. Üzgünüm ama tanrının Galaksi dilindeki karşılığını bilmiyorum.» «Siz 'tanrılar' neyi temsil ediyorsunuz?» «Bizler bir tür doğaüstü varlıklarız. Tapılacak varlıklar. Hâlâ anlamadınız mı?» Üç arkadaş sıkıntıyla Dünyalıya baktılar. Williams güldü. «Evet, biz büyük güçleri olan insanlarız.» Tubal öfkeyle bağırdı. «Siz neden söz ediyorsunuz? Bu yerliler neden büyük güçleriniz olduğunu sansınlar? Siz Dünyalılar fiziksel olarak vasatın altında insanlarsınız! Çok altında!» William, «Bu konu psikolojiyle ilgili,» diye açıkladı. «Yerliler bizim esrarlı bir biçimde havada uçan, sonra da alevler saçarak yükselen büyük ve ışıltılı bir şeyden indiğimizi gördüler. İşte o yüzden bizim doğaüstü varlıklar olduğumuza karar verdiler. Bu, barbar psikolojisiyle ilgili temel bir gerçek.» William konuşmasını sürdürürken, Forase'nin gözleri yuvalarından uğrayacakmış gibi açıldı.



«Ha, sahi? Neden bu kadar geciktiniz? Biz bunun bir tür şaka olduğunu düşündük. Aslında öyle değil mi?» Sefan söze karıştı. «Deminden beri palavra atıp duruyorsun. Sizin tanrı olduğunuzu düşünmüşlermiş. O halde neden bizim de sizin gibi doğaüstü yaratıklar olduğunuzu sanmadılar?» William, «Ah, bu noktada işe biz karıştık,» dedi. «Resimler ve işaretlerle yerlilere sizin birer iblis olduğunuzu anlattık. Sonunda geri döndüğünüz zaman ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı. Ama açıkçası geminin yere indiğini görünce çok sevindik.» Forase sesinde adeta huşuya benzeyen bir ifadeyle, «İblis nedir?» diye sordu. Williams içini çekti. «Siz Galaksililer hiçbir şey bilmiyor musunuz? Tubal ağrıyan boynunu usulca oynattı. «Artık bizi yerden kaldırsanız,» diye söylendi. «Boynum iyice tutuldu.» «Aceleniz ne? Sizi buraya bizim onurumuza kurban etmek için getirdiler.» «Kurban etmek mi?» «Tabii ya. Sizi bıçaklarla doğrayacaklar.» Dehşet dolu bir sessizlik oldu. Tubal sonunda, «Boş ver bu kuyruklu yıldız gazına,» diye homurdanmayı başardı. «Biz çabucak paniğe kapılıp korkan Dünyalı değiliz.» «Ah, bunu biliyoruz! Sizi aldatmayı hiç istemem. Ama bu vahşilerin o sıradan ve basit psikolojilerini düşünmelisiniz. Onlar her zaman insan kurban ederler...» Sefan bağlarından kurtulmaya çalışarak çırpındı. Öfkeyle Forase'ye saldıracaktı. «Hani hiç kimse tam insan olmayan yaratıkların psikolojisini bilmiyordu? Bilgisizliğini örtmeye çalışıyordun değil mi, seni yarı vahşi Vega kertenkelesinin patlak gözlü, tüylü çocuğu! İşte şimdi başımız belada!» Forase büzüldü. «Bir dakika, bir dakika...» Williams şakanın fazla ileri gittiğini düşündü. «Endişelenmeyin. Ama şu eşi görülmemiş oyununuz başınıza kötü bir dert açtı. Yine de biz bu işi daha fazla uzatacak değiliz. Sizinle yeterince eğlendik sanırım. Sweeney şimdi kabile reisinin yanında. Ona buradan ayrılacağımızı ve sizi de birlikte götüreceğimizi açıklıyor. Doğrusu buradan uzaklaşmak hoşuma gidecek... Bir dakika, Sweeney bana sesleniyor!» Williams iki dakika sonra döndüğünde yüzü sapsarı kesilmişti. Suratında garip bir ifade vardı, rengi de uçmuştu. «Bizim size yaptığımız şaka da başımıza dert açtı. Kabile reisi sizi kurban etmekte ısrarlı.» Derin bir sessizlik oldu. Uzun bir süre kimse ne diyeceğini bilemedi. Williams sıkıntıyla ekledi. «Sweeney'e geri gitmesini söyledim. Reise istediklerimizi yapmazsa kabilesinin büyük bir felakete uğrayacağını anlatacak. Tabii sadece blöf bu. Reis ona inanmayabilir. Şey... çok üzgünüm, çocuklar. Galiba fazla ileri gittik. Durum kötüleşirse bağlarınızı keser ve hep birlikte dövüşürüz.» Tubal'ın kanı damarlarında donmuştu sanki. «Bağlarımızı hemen kes! Bu işi bir an önce bitirelim.» Forase telaşla bağırdı. «Dur, dur! Bırak da Dünyalılar yerli psikolojisinden yararlansınlar. Haydi dünyalı, iyi düşün!» Williams başına ağrı girinceye kadar düşündü. «Anlayacağınız reisin karısını iyi edemediğimiz için biraz gözden düştük. Kadın dün öldü.» Duraklayarak dalgın dalgın başını salladı. «Bize gereken şöyle etkileyici bir mucize. E, çocuklar, ceplerinizde bir şeyler var mı?» Üç arkadaşın yanında diz çökerek üzerlerini aramaya başladı. Wri Forase'nin üzerinden bir dolmakalem, bir cep not defteri, sık dişli bir tarak, kaşıntıyı önleyen bir toz, bir deste kredi ve başka bir iki şey çıktı. Sefan'ın cebinde de bunlara benzer şeyler vardı.



Williams, Tubal'ın cebinden küçük, siyah, tabancaya benzeyen bir alet çıkardı. Bunun çok büyük bir kabzası ve kısa bir namlusu vardı. «Bu nedir?» Tubal somurttu. «Deminden beri onun üzerinde mi oturuyordum? Gemideki meteorun açtığı deliği tamir için kullandığım kaynak makinesi. Ama bir işe yaramayacak. Güç tükenmek üzere.» Williams'in gözleri parladı. Heyecandan yerinde duramıyordu. «Sen öyle san! Siz Galaksililer burnunuzdan ötesini göremiyorsunuz! Neden bir süre için Dünya'ya gelmiyorsunuz? Belki görüş açınızı yenilersiniz.» Williams sonra arkadaşlarına doğru koşmaya başladı. Bir taraftan da, «Sweeney!» diye bağırıyordu. «O kahrolasıca maymun kuyruklu reise söyle! Bir saniye sonra fena halde öfkelenecek ve bütün gökyüzünü kafasına geçireceğim! Ona tehdit edici davran!» Ama reis bu haberi beklemedi. Meydan okurcasına bir işaret yaptı. Ve yerliler hep bir arada saldırdılar. Tubal kükredi, kasları kabararak ipleri gerdi. Williams'ın elindeki kaynak makinesi sanki canlandı, namlusundan güçsüz bir ışın uzandı. En yakındaki yerli kulübesi birdenbire alev aldı. Bunu bir diğeri izledi. Sonra bir diğeri. Ve bir dördüncüsü. Ondan sonra da kaynak makinesinin gücü tükendi. Ama bu gösteri yeterli oldu. Artık ayakta hiçbir yerli yoktu. Hepsi yere yüzükoyun kapaklanmış, inliyor, bağışlanmak için çığlıklar atıyorlardı. En yüksek ses reisinkiydi. Williams, Sweeney'e, «Reise söyle,» dedi. «Bu ona yapmayı düşündüklerimizin sadece küçük ve önemsiz bir örneği.» Sonra dönerek üç arkadaşın iplerini kesti. «Basit, sıradan vahşi psikolojisi...» diye ekledi. Forase ancak gemiye binip uzaya açıldıktan sonra gururunu bir yana bırakmayı göze aldı. «Ama ben Dünyalıların bir matematiksel psikoloji geliştirdiklerini sanmıyordum! Tam insan olmayan bu yaratıklarla ilgili bütün bu bilgiyi nereden elde ettin? Galakside hiç kimse bu kadar ilerleyemedi.» Williams, «Şey...» diyerek güldü. «Uygar olmayan bir kafanın nasıl çalıştığı konusunda pratik bilgimiz var. Anlayacağınız biz insanlarının çoğunun... bir bakıma... hâlâ pek de uygar olmadıkları bir gezegenden geliyoruz. Onun için bazı şeyleri biliyoruz.» Forase ağır ağır başını salladı. «Seni kaçık Dünyalı! Bu küçük olay hiç olmazsa hepimize bir tek şeyi öğretti.» «Neymiş o?» Forase ikinci kez Dünya argosu kullandı. «Bir grup uçukla hiç uğraşmamalısın. Çünkü onlar sandığından daha da kaçık olabilirler.»



İŞMU ŞİİRLER Isaac Asimov'un “İşmu Şiirler – Light Verse” adlı öyküsü The Saturday Evening Post'un 1973 Eylül-Ekim sayısında yer almış daha sonra 1982 tarihli The Complete Robot ve 1986 tarihli Robot Dreams toplamalarında yer almıştır. Öyküde William J. Lardner isimli merhum astronotun dul eşi Avis Lardner'ın hayatına değinilmektedir. Kimlerin cinayet işleyebilecekleri düşünülseydi, herkesin aklına en son Bayan Alvis Lardner gelirdi. Çünkü ünlü bir astronot şehidin dul karısıydı. Hayırsever, sanat koleksiyoncusu, olağanüstü bir ev sahibesiydi. Herkesin kabul ettiği gibi dâhi bir sanatçıydı da. Ama en önemlisi son derece iyi ve merhametli bir insandı. Hepimizin de bildiği gibi kocası William J.Lardner bir yolcu gemisinin tehlikesizce beş numara istasyona ulaşması için uzayda beklerken, güneşteki bir patlamanın neden olduğu radyasyon yüzünden ölmüştü. Bayan Lardner'a çok cömert bir aylık bağlanmıştı. Ö da bu parayla akıllıca yatırımlar yapmıştı. Orta yaş sınırına eriştiği sırada çok zengindi artık. Evi çok görkemli bir yer, sanki bir müzeydi. Bayan Lardner'ın olağanüstü güzellikte mücevherli eşyalardan oluşan bir koleksiyonu vardı. On iki farklı kültürden akla gelen mücevherlerle süslenebilecek her türlü şeyi almıştı. Bunlar o belirli kültürlerin soyluları için yapılmıştı. Bayan Lardner'ın koleksiyonunda Amerika'da yapılan ilk pırlantalı saatlerden biri vardı. Kamboçya'dan mücevherli bir hançer, İtalya'dan taşlı gözlük ve buna benzer pek çok şey de. Herkes bu eşyaları istedikleri gibi inceleyebiliyorlardı. Bu sanat eserleri sigortalı değillerdi. Sıradan güvenlik önlemleri de alınmamıştı. Ama böyle şeylere gerek yoktu. Çünkü Bayan Lardner'ın yanında robot uşaklardan oluşan bir ordu çalışıyordu. Hepsi de her eşyayı sakin bir dikkat, büyük bir dürüstlük ve müthiş bir ustalıkla koruyorlardı. Herkesin bu robotlardan haberi vardı. Ve eve hiçbir zaman hırsız girmiyordu. Tabii Bayan Lardner'ın ışık-heykellerini de unutmamak gerekir. Kadın bu sanat alanındaki dehasını nasıl keşfetmişti? Sık sık verdiği o müthiş ziyafetlere katılan konukların hiçbiri bu sorunun cevabını bilmiyordu. Ama Bayan Lardner evinin kapısını misafirlerine her açışında salonlarda yeni bir ışık senfonisi pırıldıyordu. Eriyerek birbirlerine .karışan renklerde üç boyutlu kavisler ve parçalar. Bazıları bir tek tonda, bazıları birbirlerine karışarak kristal gibi ışıldayan şeyler. Misafirler hayran kalıyorlardı. Bu ışıklar Bayan Lardner'ın mavimsi-beyaz saçlarını ve kırışmamış olan yumuşak ifadeli yüzünü daha güzelleştiriyordu. Misafirler her şeyden çok bu ışık-heykeller için geliyorlardı. Hiçbir heykel bir öncekine benzemiyordu. Kadın sanatın yeni deneysel yollarını izliyordu. Uygun aygıtları olan çok kişi eğlenmek için ışık-heykelleri oluşturuyorlardı. Ama hiç kimse Bayan Lardner kadar usta değildi. Hatta kendilerini profesyonel sanatçı sayanlar bile. Kadın bu bakımdan sevimli bir alçakgönüllülük gösteriyordu. Biri onu öve öve göklere çıkardığı zaman, «Hayır, hayır,» diyordu. «Ben bundan 'ışıklı şiir' diye söz edemem. Bu büyük bir iltifat olur. En fazla onlar için, 'aydınlık şiircikler' diyebilirim.» Herkes Baş Lardner'ın bu boş esprisine gülüyordu. Ona sık sık başvuruyorlardı ama kadın sadece kendi partileri için yaratıyordu bu heykelleri. «Bu, işi ticarete dökmek olur.»



Ama heykellerinin hologramlarının hazırlanıp bütün dünyadaki sanat müzelerine konmalarına itiraz etmiyordu. Işık-heykellerinden yararlanıldığı zaman karşılığında bir ücret de istemiyordu. Kollarını açarak, «Bir peni bile isteyemem,» diyordu. «Bu herkes için bedava. Ne de olsa ben artık onu kullanacak değilim.» Bu doğruydu! Kadın bir ışık-heykelini iki kez kullanmıyordu. Heykellerin hologramları alınacağı zaman Bayan Lardner uzmanlara yardımcı oluyordu. Yapılanları memnun memnun seyrediyor ve robot uşaklarına da uzmanlara yardım etmeleri için emir veriyordu. «Courthey, lütfen şu el merdivenini ayarlar mısın?» Âdeti buydu. Robotlarına resmi ve nazik bir tavırla davranırdı. Bir keresinde Robotlar ve Makine Adamlar Bürosundan resmi bir görevli onu azarlamıştı. Yıllarca önce olmuştu bu. Adam, «Bunu yapamazsınız,» demişti. «Bu tavrınız onların becerikliliklerini etkiliyor. Robotlar, emirleri yerine getirmek için yapılıyorlar. Onlara verdiğiniz emirler ne kadar anlaşılır olurlarsa, robotlarınız da istediklerinizi o kadar ustalıkla yerine getirirler. Onlardan büyük bir nezaketle bir şey istediğiniz zaman kendilerine bir emir verildiğini anlamakta zorluk çekiyorlar. Bu yüzden de daha yavaş karşılık veriyorlar.» ,: Bayan Lardner o soylu başını kaldırmıştı. «Ben hız ve beceriklilik aramıyorum. Benim istediğim iyi niyet. Ve robotlarım beni seviyorlar.» Resmi görevli robotların sevgi duymalarının imkânsız olduğunu anlatabilirdi. Ama Bayan Lardner'ın şefkatli ama kırgın bakışları onu etkilemişti. Bayan Lardner'ın bir tek robotu bile ayarlanması için fabrikaya göndermediğini herkes biliyordu. Bu robotların pozitronik beyinleri son derece karmaşıktı. Bazen on robottan birinin kafası iyice ayarlanmamış olabiliyordu. Bazen bu hata bir süre belli olmuyordu. Ama durum anlaşılır anlaşılmaz ABD Robotlar ve Makine Adamlar Bürosu hiç ücret almadan ayarlamayı yapıyorlardı. Ama Bayan Lardner böyle bir şeyi istemiyordu. «Bir robot evime geldiği ve görevlerini yerine getirmeye başladığında onun önemsiz eksantrikliklerine katlanmam gerekir. Ona eziyet edilmesine razı olamam.» Ona bir robotun sadece bir makine olduğunu anlatmaya çalışmak boşunaydı. Bayan Lardner o zaman çok soğuk bir tavırla, «Bir robot kadar zeki bir şey asla makine olamaz,» diyordu. «Ben onlara insanmışlar gibi davranıyorum.» Tabii bu sözler karşısında söylenecek bir şey kalmıyordu! Bayan Lardner, Max'i bile evinden göndermemişti. Oysa robot hemen hemen aciz denilecek durumdaydı. Max ondan beklenenleri zorlukla anlıyordu. Ama kadın bunu kesinlikle kabul etmiyor, kesin bir tavırla, «Ne münasebet!» diyordu. «Max elbiselerle paltoları alıyor, güzelce asıyor. İstediğim eşyaları bana getiriyor. Daha biri sürü şey yapıyor.» Bir keresinde bir arkadaşı, «Ama onu neden ayar ettirmiyorsun?» diye sordu. «Ah, bunu yapamam. Max öyle bir robot işte. Bildiğin gibi çok sevimli. Zaten pozitronik bir beyin öylesine karmaşık ki, kimse bozukluğun nerede olduğunu bilemiyor. Max'i tümüyle normal hale getirirlerse, insanda şimdiki gibi sevgi uyandıramaz. Ve ben onun bu özelliğinden vazgeçemem.» Arkadaşı endişeyle Max'a bakıyordu. «Ama ayarı bozuksa senin için tehlikeli olmaz mı?» Bayan Lardner güldü. «Asla. Max yıllardan beri yanımda. Son derecede zararsız ve pek sevimli bir robot o.» Aslında Max'in görünüş bakımından diğer robotlardan bir farkı yoktu. Madensi, düzgün, biraz insana benzeyen, suratında ifade olmayan bir makine. Ama müşfik Bayan Lardner için robotların hepsinin ayrı özellikleri vardı. Hepsi de tatlı ve sevimliydiler. Yani Bayan Lardner böyle bir kadındı işte. O nasıl cinayet işleyebilirdi?



İnsan kimlerin bir cinayete kurban gidebileceğini düşünseydi John Semper Travis en son aklına gelirdi. İçine kapanık ve uysal bir adamdı. Bu dünyadaydı ama sanki onunla bütün ilişkisini kesmiş gibiydi. Bir matematikçiydi Travis. Bir robotun kafasındaki o yüzlerce, karmakarışık pozitronik beyin kanalını hesaplayabiliyordu. Travis, ABD Robotlar ve Makine Adamlar Bürosunun başmühendisiydi. Ama ayrıca hevesli bir amatör heykeltıraştı. Işık-heykelcisi. Bu konuda bir kitap da yazmış ve pozitronik beyin kanallarıyla ilgili matematik formülleri açıklamaya çalışmıştı. Bunların değiştirilerek estetik ışık-heykeli yapılması konusunda rehber olarak kullanılabileceğini düşünüyordu. Ama bu teorisini uygulamaya kalktığı zaman başarılı olamadı. Matematik prensiplerine uyarak yaptığı heykeller biçimsiz, makinemsi şeylerdi. Hiç de ilginç değillerdi. Travis'in sakin ve güvenli özel yaşamını gölgeleyen mutsuzluğun tek nedeni de buydu. Gerçekten de çok mutsuzdu. Teorilerinin doğru olduklarını biliyordu. Ama onları başarıyla uygulayamıyordu. Bir tek güzel ışık-heykeli yapamadığına göre... Tabii Travis, Bayan Lardner'ın ışık-heykellerini biliyordu. Herkes kadının bir dâhi olduğunu kabul ediyordu. Ama Travis, Bayan Lardner'ın robotik-matematiğinin en basit formüllerini bile anlayamayacağını biliyordu. Onunla mektuplaşmıştı. Ama Bayan Lardner her seferinde yönetimini açıklamaya razı olmamıştı. Adam, acaba onun belirli bir yöntemi var mı, diye düşünüyordu. Yoksa sadece sezgilerinden mi yararlanıyor. Ama sezgi bile bir denklemle açıklanabilir. Travis sonunda Bayan Lardner'ın toplantılarından birine kendisini davet ettirmeyi başardı. Kadını görmesi şarttı. Bay Travis partiye oldukça geç geldi. Oluşturduğu bir ışık-heykeli son defa düzeltmeye çalışmıştı. Ama yine de başarılı olamamıştı. Bayan Lardner'ı hayretle karışık bir saygıyla selamladı. «Şapkamla paltomu alan robot biraz tuhaftı.» Bayan Lardner, «Ah, o Max,» dedi. «Ayarı çok bozuk. Oldukça da eski bir model. Onu neden fabrikaya geri göndermediniz?» Bayan Lardner, «Ah, hayır,» diye cevap verdi. «Kimseyi zahmete sokmak istemem.» Travis, «Bu işin zahmeti yok ki,» dedi. «Bunun ne kadar kolay bir iş olduğunu bilseydiniz şaşardınız. Bildiğiniz gibi ben büroda çalışıyorum. Onun için robotunuzu ben, kendim düzelttim. Fazla zamanımı almadı bu. Artık robotunuzun düzgünce çalıştığını göreceksiniz.» Bayan Lardner'ın suratındaki ifade garip bir biçimde değişti. O müşfik kadın yaşamında ilk kez fena halde öfkelendi. «Onu ayar mı ettiniz?» diye bağırdı. «Ama benim ışık-heykellerimi Max yaratıyordu. Bunu... bunu... o bozuk ayarı sağlıyordu. Siz Max'i eski haline artık asla sokamazsınız...» Kadın ne yazık ki o sırada koleksiyonunu dostlarına gösteriyordu. Kamboçya'dan getirilmiş olan mücevherli hançer de önündeki mermer masanın üzerinde duruyordu. Travis'in yüz hatları da çarpılmıştı. «Yani Max'in o eşsiz, ayarı bozuk pozitronik beyin kanallarını inceleseydim, belki o zaman...» Bayan Lardner öyle hızlı hareket etti ki, kimse ona engel olamadı. Travis de kaçmaya çalışmadı. Hatta bazıları hançere biraz yaklaştığını bile söylediler. «Sanki ölmek istiyordu...» dediler. SON



7+((1'2)(7(51,7