Yeni Büyük Oyun: Orta Asya'da Kan ve Petrol
 975-289-190-X [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Lutz Kleveman _ yeni büyük oyun Orta Asya'da Kan ve Petrol Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır. UYARI: www.kitapsevenler.com Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir. www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz. Bilgi paylaşmakla çoğalır. İLGİLİ KANUN: 5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp, [email protected] Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.



Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz. Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz... Teşekkürler. Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara. Tarayan: Gökhan Aydıner Lutz Kleveman _ yeni büyük oyun Orta Asya'da Kan ve Petrol LUTZ KLEVEMAN Almanya'da doğdu. London School of Economics'i bitirdi. Çeşitli savaş bölgelerinde Daily Telegraph, Newsweek, CNN, The independent, Der Spiegel ve Die Zeit için muhabirlik yaptı. Halen New York'ta yaşamaktadır. HÜR GÜLDÜ 1971, istanbul doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası ilişkiler Bölümü'nden 1997'de mezun oldu. Çevirisini yaptığı, Başarılı Tanıtımın 101 Yolu, Türkiye'nin Yeni Dünyası, Hızlı Okuma kitapları Alfa Yayınları'ndan çıktı. LUTZ KLEVEMAN YENİ BÜYÜK OYUN Orta Asya'da Kan ve Petrol -1 . Türkçesi: Hür Güldü Siyaset 29 r ?' Lutz Kleveman ± < ;| /_; YENÎ BÜYÜK OYUN ; : _,**? \ 1 -; '?'• Orta Asya'da Kan ve Petrol ', '•' : ?; . •; \ •:.'? j Özgün metin .? T/ıe Neıv Great Game Blood and Oil in Central Asia (Atlantic Monthly Press, New York, 2003) Kapak tasarım: Utku Lomlu ingilizce'den çeviren: Hür Güldü Dizgi: Fatma Uslu © 2003, Lutz C. Kleveman © 2004; bu kitabın Türkçe yayın hakları Everest Yayınları'na aittir. Birinci Basım: Ekim 2004 ISBN: 975 - 289 - 190 - X Baskı ve Cilt: Melisa Matbaacılık Tel: (212) 674 97 23 Faks: (212) 674 97 29 EVEREST YAYINLARI Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu/ISTANBUL Tel: (212) 513 34 20-21 Faks: (212) 512 33 76 Genel Dağıtım: Alfa, Tel: (212) 511 53 03 Faks: (212) 519 33 00 e-posta: [email protected] ' ? www.everestyayinlari.com Everest, Alfa Yayınları'nın tescilli markasıdır. Babam Udo Kari Theodor Kleveman'ın (1929-1997) anısına... Devam etmekte olan savaş sırasında Bağdat'ta cerrah olarak görev yaparken Iraklılar, ülkelerinin petrol üzerinde denetim kurmak için işgal edildiğini söylüyorlardı. Lutz Kleveman'ın, ABD'nin Orta Asya'daki enerji politikasının tam kalbine yaptığı yolculuk, bu çatışmanın, küresel petrol savaşındaki cephelerden sadece biri olduğunu ortaya koymaktadır. —Jonathan Kaplan, The Dressing Statiorim Yazarı



Yeni Büyük Oyun yeni yüzyılın yaşamsal bir sorununa ilişkin ivedi ve sağlam bir öngörü niteliğinde. Anlaşılır bir biçimde kaleme alınmış ve tükenmez bir enerjiyle kotarılmış bir iş. —Colin Thubron, .. The Lost Heart of Asia'nın Yazarı Pek tanınmayan bir bölgeye güçlü fikirler ve iyi gözlemlerle yapılmış bir yolculuk niteliğindeki bu kitap, öyle gözüküyor ki, önümüzdeki günlerde daha da önem kazanacak. —Kirkus Reviews TEŞEKKÜR Takdir ve teşekkürlerimi sunmak istediğim birçok harika insanın yardım ve teşvikleri olmadan bu kitabı yazmam imkansız olurdu. Daily Telegraph'ın Londra'daki dış servisinden Alec Russell ve Paul Hill ile hakkında çok az şey bildiğimiz ülkelerin birinden diğerine yaptığım seyahatlerin masraflarını karşılayan diğer gazete ve dergilerin editörlerine. Çalışmalarım için birikimlerini benimle paylaşan Profesör Odd Arne Westad ile London School of Economics'deki diğer öğretmenlerime. Bana inanan ve diğer tüm işinin uzmanı insanlarla birlikte bu kitap projesi için benden desteklerini esirgemeyen Londra ve New York mümessillerim Clare Conville ve Emma Party'ye. Gösterdikleri büyük ilgi, sabır ve tavsiyeleriyle bu kitabın ortaya çıkmasına katkı sağlayan Morgan Entrekin, Toby Mundy, Brando Skyhorse ile Atlantic Books ve Grove Yaymevi'nden Bon-nie Chiang'a. -( ıx Bu kitap projesine farklı yönlerden destek olan arkadaşlarım ve meslektaşlarım ile bana refakat eden Sebastian Allison, Aziz Alpysbaev, Ben Arris, îmran Aslam, lan Bremmer, Dr. Siv Bublitz, Jens Dehning, Robert Ebel, Elena Egereva, Fiona Hill, Abdullah Jan, Dieter Jarzombek, Muniba Kamal, Byrd Leavell, Adam Lebor, Steve Levine, Dr. Amir Loghmany, Anthony Loyd, Ahmed Rashid, Andrew Rearick, David Rennie, Simon Retallack, Alexander Ron-deli, Laurent Ruseckas, Natalie Sabanadze, Harald Schumann, David Stem, Alex Todorovic, Vartan Toganyan, Peter Verheijen, Marcus Warren, Rahimullah Yusufzai, Anara Zhaxymuratova'ya. Kabil'den Şeyh Miraghajan ile Kafkaslar ve Orta Asya'da bana gerçekten misafirperverce davranan nazik birçok insana. Heratlı Yovid ile yabancıları anlamamı sağlayan çevirmenlere ve güvenliğimi sağlayıp beni zor durumlardan kurtaran korumalara. Sochi'den Igor ve Kafkaslar'da kullandığım Citroen CX-25 Turbo Diesel arabanın yol boyunca tamir ve bakımını yapan sayısız araba ustasına. Kitabın mizanpajını büyük bir maharetle kontrol eden Benjamin Paarman ve en ince ayrıntısına kadar kitabın redaksiyonunu takdire şayan bir dikkatle yapan Charlotte Pattenden'a. Afganistan'daki seyahatim boyunca bana refakat ederek ülkesini bana en iyi biçimde tanıtan ve gerçek saygı nedir öğreten aziz dostum Abdul Aziz Samandar'a. Onlarsız döneceğim bir evimin bile olmayacağı sevgili anneme, kardeşim Ralf a, arkadaşlarım Mathias ve Laila'ya minnettarım. Yorumlarınız ve daha detaylı bilgi edinmek için kitabın web sitesi www.newgreatgame.com adresini ziyaret edebilir ya da Lutz@Kleveman. com adresine e-mail gönderebilirsiniz. İçindekiler Teşekkür be Giriş: Şeytanın Gözyaşları 1 Boru Hattı Pokeri: Baku'nun Petrol Zenginliği 12 Stalin'in Mirası: Gürcistan 33 Haydutlar ve Petrol Baronları: Çeçenistan 57 Büyük Boru Hattı: Villa Petrolea'daki Karar 73 Yeni Petrol Vahası: Kazakistan 84 Uyanan Dev: Çin 109 Pers Kozu: İran 131 Stalin'in Oyun Bahçesi: Türkmenistan 161 Yankeeler Geldi: Özbekistan ve Kırgızistan 186 Boru Hatları Düşleri: Afganistan 226 Terörün Beşiği: Pakistan 264 Sonsöz: Öfkeli Genç Adamlar 287 Kaynakça 301 ; Dizin 305



YENİ BÜYÜK OYUN Orta Asya'da Kan ve Petrol "Birleşik Krallık Fransa Berlin Almanya Çf Avı Utranya Hazırlayan: Peter Palm o Aslana Beyaz Rusya (Belarus) CKiev Ukrayna ? şamara [KÂŞAĞÂNPETBÖL YATAĞI ] İtalya O Roma f Nororossisk-. Tunus „-• Burgaz Dedeağaçoö-"°oistanbu, Yunanistan e, %?; ig* '\ *& Türkiye OTrablus .••"* Erzurum CCeyhan DAlrtıatı Urumçi o potip.....;™.* ": Bişkek Kırgızistan Taşkent. : ;. O Ostr •" Çin ^ Hazar ', , . Akdeniz -Suriye i ,*/ »Şam İsrail: >



?' Ankara



o Denizi



Libya Beyrutcj) İsr Kudüs Ürdün 3 Kahire at ;, Irak Kuv?) ^"Kuveyt Tahran İran Mısır '/?'.? '©Herat ?..........-------------------...... ?. Meşhed ©. ^DAULETABADDOĞALGAZYATAĞİ; *' *? ' '' Kesmiş ° al' o oisiamabad ;Peşaver



, .',"'



jammu



Aşkabat



''":"' _



. :



'



Pakistan ©lahor O Ka.nçjah'ar Aşiret Bölgeleri -,Yeni "Delhi © Riya' O Medine Basra OAsaluy "-, ?' \ Körfezi A. „'- , ,A A Bender ? ? . AA«^ Abbas ',.-•' Katar >^ _ _ _^ö_Gwadar "^ ,GUNEY PARS DOĞAL GAZ YATAĞİ1 Doha _-------------------------------' Çad Birleşik üMaskat /^rap Umman Denizi Emirlikleri Karaçi ,, Petrol yatakla Sudan Doğal gaz yatakları fi • Petrol boru hattı Doğal gaz boru hafi Hartum ? planlanan planlanan



'.' ;



O



CSa'da / Hint Okyanusu Hindistan o Bombay 0 200 400 600 800 1000 km San'a o GİRİŞ: ŞEYTANIN GÖZYAŞLARI 7 '''' 16 Aralık 2001 günü akşamüstü, siyah renkli bir Amerikan C-17 kargo uçağı, Orta Asya ovaları üzerinde alçalmaya başlar. Uçakta, 50 yaşındaki General Christopher Kelly vardır. Görevi, eski bir Sovyet cumhuriyeti olan küçük Kırgızistan Cumhuriyeti'ne ilk Amerikan birliklerini konuşlandırmak ve bir Amerikan üssü kurmaktır. Düşmanları, 600 kilometreden daha fazla uzaktaki Afgan dağlarındaki Taliban ve El Kaide terör örgütünün kalıntılarıdır. Tam olarak yerel saatle sabah 03.22'de C-17, Kırgız başkenti Bişkek yakınlarındaki sivil Manas havaalanına iner. 2 gün önce tüm Kırgızistan'da son yılların en şiddetli kar fırtınası yaşanmıştı. Havaalanı çalışanları bütün gece iniş pistini temizlemeye çalıştılar. Kelly, devasa kar yığınlarına bakarak, "Soğuk Savaş sırasında buraya geleceğimi kim düşünebilirdi?" der. Hava Kuvvetlerinde 28 yıl çalışmıştı. Birkaç hafta içinde, havaalanına 3.000 asker kapasiteli bir üs kurulacaktı. Kelly, "Bu, savaş; işte asıl gerçek bu," dedi. General Kelly, Amerika ile eski Sovyet cumhuriyeti arasında kurulan yeni ittifakın bir ürünüdür. Birkaç yıl öncesine dek böyle bir ortaklığı kimse hayal edemezdi. 11 Eylül 2001 terör saldırılarıyla birlikte dünyanın dikkati, 10 yıl önce Balkanlar kadar kapalı ve karanlık olan Orta Asya'ya çevrildi. Karadeniz'in doğu kıyılarıyla Pamir Dağları'nın zirvelerine uzanan bu geniş topraklar, uzun bir dönem "dünyanın kara deliği" olarak bilindi. 70 yıl Sovyet yönetimi altında kalan Hazar Denizi'nin (dünyanın en geniş iç denizi) etrafındaki bölge, yabancılara kapalı kalmış ve Batı'dan soyutlanmıştı. 1992 yılında Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra, Kafkaslar'da ve Orta Asya'da resmen bağımsızlığını kazanan 8 cumhuriyet -Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistangüney komşularına ve doğudaki Çin'e sınırlarını açtı. Amaç, kapitalizme geçişi yumuşatacak yeni siyasi ve ekonomik ilişkiler kurmaktı. Hazar Denizi bölgesindeki eski Sovyet cumhuriyetlerinin hemen hepsi, halen, ulusal kimliklerini arayan bu ülkeler üzerindeki denetimlerini kaybetmemek için, istemeyerek de olsa milliyetçi söylemleri benimseyen eski komünistler veya KGB generalleri tarafından yönetiliyor. Bu cumhuriyetlerin çoğu, bölge nüfusuna hiç



önem vermeyen Joseph Stalin tarafından kurulmuştu. Bölgesel nüfus yapısıyla oynayarak bölgedeki etnik gruplar arasında çatışmaları körüklemek, eskiden beri kullanılan bir yöntemdi. Aynı zamanda, bu ismen bağımsız ülkeler, Moskova'nın hegemonyacı kontrolünden kurtulmak istiyor, yeni ittifaklar arıyordu. El Kaide'ye karşı yürütülen savaş, dikkatleri stratejik öneminden dolayı Hazar bölgesine yöneltiyordu. Bununla birlikte, her ne kadar çok önemli olsa da, Afganistan operasyonu çok daha büyük bir mücadele olan "Yeni Büyük Oyun"un sadece bir parçasıydı. 1990'larda türeyen bu terim, 19. yüzyıldaki ilk "Büyük Oyun"un başka biçimde işletilmesini tanımlıyordu. Rudyard Kipling'in Kim adlı romanında ölümsüzleştirdiği gibi, ingiliz İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası, Orta Asya'da üstünlük kurmak için savaşıyorlardı.1 Londra ve Kalküta, Çarlık ordularının Kafkaslar'ı ele geçirip Türkistan'ın göçmen halklarını buyruğu altına almasını, İngiliz Imparatorluğu'nun Hindistan sömürgesine karşı bir tehdit olarak gördü. St. Petersburg'daki Rus hükümeti ise, İngilizlerin Orta Asya'daki Müslüman boyları Rusya'ya isyan etmeleri için kışkırtmasından korkuyordu. İki imparatorluk, Hindistan veya Türkistan'ın işgali için merkezî konumuyla stratejik açıdan en uygun yer olan Afganistan'ı ele geçirmek için düelloya tutuştular. 1898 yılında Hindistan Genel Valisi olan Lord George Nathaniel Curzon, Büyük Oyun'da ingiltere için nerelerin tehlikede olduğunu çok iyi biliyordu: "Türkistan, Afganistan, Trans-Hazar, İran —bu isimler çok uzakları, tuhaf değişiklikleri ve belli belirsiz romantizmi çağrıştırır, itiraf ediyorum, bence bu bölgeler dünya egemenliği için oynanan satranç tahtasındaki taşlardır."2 100 yıldan uzun bir süreden sonra, şimdi, büyük imparatorluklar, Sovyetler sonrası ortaya çıkan güç boşluğundaki Avrasya'nın merkezini denetimleri altına almak için pozisyon almaktadır. Bugün farklı aktörler var ve yeni sömürgeci oyunun kuralları 100 yıl öncesinden çok daha karmaşık: ABD, İngiltere'nin öncü rolünü devralmıştır. Rusların yanı sıra Çin, İran, Türkiye ve Pakistan gibi bölgesel güçler de güç arenasına dahil oldular. Bölgede ayrıca uluslararası şirketler (bazılarının bütçesi birçok Asya ülkesinin bütçesinden daha büyüktür) de kendi çıkarları doğrultusunda strateji izliyorlar. Bugünün Büyük Oyun'unun en büyük farkı ganimetlerdir. Victoria dönemi mücadelesinde Londra ve St. Petersburg, Hindistan'ın zenginliklerini ele geçirmek için mücadele ederken, Ye1 "Yeni Büyük Oyun" tabiri ilk defa Pakistanlı gazeteci Ahmed Rashid tarafından kullanıldı. Bkz. Taliban: Militan İslâm, Orta Asya'da Petrol ve Köktendincilik (Yale Nofa Bene: New York, 2000). 2 Rashid'den alıntı, a.g.y., s. 145. u ni Büyük Oyun, Hazar Denizi'nin petrol ve doğalgaz rezervlerine odaklanmaktadır. Hazar Denizi'nin kıyılarında ve altında dünyanın en büyük petrol kaynakları yatmaktadır. Tahminlere göre, petrol rezervleri 50 ila 110 milyar varil, doğalgaz rezervleri ise 57 ila 155 trilyon metreküp arasındadır. Amerikan Enerji Bakanlığı, petrol rezervlerinin toplam 243 milyar varil olabileceğine yüzde 50 ihtimal tanımaktadır. Yalnızca Azerbaycan ve Kazakistan'da 130 milyar varil, petrol olabilir; bu da Amerika'nın kendi rezervlerinin 3 katından fazlasına tekabül eder. Sadece Suudi Arabistan'da 262 milyar varil petrol olduğu tahmin ediliyor. 2000 yazında Kazak kıyılarında keşfedilen Kaşagan petrol sahası, dünyanın en büyük 5 petrol sahasından birisi sayılmaktadır.3 Hazar Denizi bölgesinde petrol ve doğalgaz olduğu yüzyıllardır bilinmektedir. Daha Orta Çağlarda Mecusiler, bugün Azerbaycan topraklarında bulunan Apsheron yarımadasına hacı olmak için gidiyor ve petrolle yanan alevlere "Kutsal Ateş" olduğu için tapınıyorlardı. Bugün uluslararası enerji şirketleri, kıyı ülkeler ve küresel güçler, aynı kutsal ateş için rekabet etmekte ve dünya petrol rezervlerinin üçte ikisini elinde tutan Basra Körfezi'ne alternatif olabilecek kaynaklar aramaktadır. Bu son petrol yatakları keşfi furyası, sanayileşmiş ülkelerin enerji bakanlıklarında büyük coşku uyandırdı. Uluslararası şirketler kârlı sözleşmeler imzalarken ve yeni üretim tesisleri için 30 milyar dolarlık yatırım yaparken,



demokratik ülkeler Hazar ülkelerinin sahtekâr ileri gelenlerine dalkavukluk yapıyorlar. Ayrıca, ek yatırımlar için 100 milyar dolarlık bir ödenek de hazırlanmıştır. Komünizm sonrası Rusya ve Suudi devletinin elindeki petrol sahaları, ortak girişimler için pek ümit vaat etmemekte iken, Hazar'daki keşiflerle gerçekleşecek büyük artış büyük bir nimettir. 3 Enerji üzerine en güvenilir istatistik bilgiler Paris'te bulunan Uluslararası Enerji Kurumu (www.iea.org) ile ABD Enerji Bakanlığı'ndan (www.eia.doe.gov) temin edilebilir. Eski İpek Yolu'nda kâşif kılığında gezen İngiliz ve Rus memurların yerini şimdi jeologlar ve petrol mühendisleri aldı. Ve Çarlık Rusyası'nın Dışişleri Bakanı Kont Kari Robert Nesselro-de'un "Gölgelerin Turnuvası" diye tanımladığı Büyük Oyun, artık cesur kişilerce değil, büyük şirketler, bürokrasi ve askerî güçlerle oynanıyor. Petrol tedarik şirketi Halliburton'un Yönetim Kurulu Başkanı iken petrol üreticilerine hitaben yaptığı bir konuşmada Dick Çheney, "Hazar kadar stratejik öneme sahip bir bölgenin birden ortaya çıktığına inanamıyorum," demişti.4 Bugün, Başkan George Bush'un en etkili kurmaylarından birisi ve aslında Texaslı bir petrol zengini olan Başkan Yardımcısı Dick Çheney, 1999 yılında yazdığı otobiyografisinde şöyle yazar: "Petrol endüstrisi beni büyüledi. Tüm dostlarım bir şekilde petrol endüstrisine dahil olmuş durumdalar." Bush yönetimi, görevi devraldıktan hemen sonra, petrol politikasını ABD'nin yeni önceliği haline getirdi. ABD, dünya nüfusunun yüzde 4'ünü oluşturmasına karşın dünya enerjisinin dörtte birinden fazlasını tüketmektedir. 2001 yılı Mayıs ayında Cheney, gelecek 25 yılda Amerika'nın enerji talebinin nasıl garanti altına alınacağını gösteren Ulusal Enerji Politikası raporunu açıkladı. Rapora göre Gheney, Amerika'nın önde gelen işadamlarıyla kapalı kapılar ardında görüşmüştü. Bush yönetiminde, katılımcılar sınıflandırılır ve sınıflarına göre görüşme süresi belirlenir; ama aslında bu yöntem daha önce sadece ulusal güvenliğin tehlikede olduğu durumlarda tercih edilirdi. Dışişleri Bakanı Çolin Powell'ın da aralarında olduğu raporu yazanlar, "enerji güvenliği politikasını Amerikan ticaret ve dış politikasının bir önceliği haline getirmesini" Başkan'a tavsiye ediyordu. Orta Doğulu petrol üreticilerinin dünya petrol güvenliği ve ABD'nin uluslararası enerji politikası açısından merkezî önemini koruyacağını kabul eden rapor, "Politikamız küresel ve 4 The Guardian, 23 Ekim 2001, s. 19. aydınlatıcı olacak ve küresel enerji dengesi üzerinde büyük etki yaratacak yeni bölgelerin ortaya çıkmasını sağlayacak," diyordu. Raporda, Hazar Havzası'nın "hızla büyüyen yeni enerji sahası" olarak öne çıktığı vurgulanırken, "güçlü, şeffaf ve istikrarlı bir ticaret ortamı ve altyapı projeleri için Kazakistan, Azerbaycan ve diğer Hazar devletleriyle ticari diyalogun daha da geliştirilmesi" önerilmekteydi.3 Aslında ilk beklentilerin aksine, Hazar'da Basra Körfezi'nden daha az petrol var. Petrol üretiminin günde azami 6 milyon varile çıkarılmasıyla Hazar Bölgesi 2015 yılında dünya pazarının yüzde 5 ila 8'ine ulaşacaktır ki, bu da yaklaşık olarak Kuzey Denizi'ndeki üretime denk düşer. Dünya petrolünün büyük bir bölümünün Orta Doğu'dan gelmeye devam edeceğini bilen ABD, OPEC'in 1973 petrol krizinde petrol üretimindeki tekel gücünü gelişmiş ülkelere karşı kullanmasından beri, Arap egemenliğindeki OPEC karteline bağımlı olmaktan kurtulmaya çalışıyor. Körfez'e olan bağımlılığın ne kadar tehlikeli olduğu, 1990 yılı Ağustos ayında Irak diktatörü Saddam Hüseyin Kuveyt'i işgal edip dünya petrol rezervlerinin beşte birine hükmetmeye başladığında ortaya çıkmıştı. Irak, ancak ABD önderliğindeki uluslararası koalisyonun çok büyük askerî ve mali çabalarıyla Kuveyt'ten çıkartılabildi ve o zamandan bu yana Amerikan birlikleri istikrarsız Körfez bölgesine yerleşmiş durumda ve Amerikan Donanmasına ait Beşinci Filo, dünya ekonomisinin yumuşak karnı Hürmüz Boğazları'nda devriye gezmektedir. Minik Arap devletlerini Amerikan kuklasına dönüştüren bu daimi askerî varlığın maliyeti, yıllık tahmini 50 milyar dolar civarındadır. Bush yönetiminin, petrol zengini bölgeye tehdit olarak gördüğü Saddam Hüseyin rejimini işbaşından uzaklaştırmak amacını güden 2003 Irak işgali, Amerikan vergi mükelleflerine 80 milyar dolara mal oldu. Bu çabalar, ABD'nin en büyük petrol tedarikçisi olan Orta Do-



5 www.whitehouse.gov/energy. ğu bölgesindeki hayati çıkarlarını yansıtıyor. Bu konuda Orta Doğu'yu, Kanada, Venezuela (BD) ve Meksika takip etmektedir. Körfez bölgesi, ABD'nin her gün ithal ettiği ve tüm enerji ihtiyacının yarısını oluşturan 11 milyon varil ham petrolün beşte birini karşılıyor. Kendi ham petrol üretimi gelecek 10 yıl içerisinde tahminen yüzde 12 düşeceğinden, Amerika 2020 yılında toplam enerji gereksiniminin üçte ikisini ithalatla karşılamak zorunda kalacak. Uluslararası Enerji Ajansı'na göre Çin ve Hindistan'daki ekonomik büyüme, 2020 yılında, küresel petrol tüketimini günlük 73 milyon varilden 90 milyon varile çıkaracak. Orta Doğu dışındaki petrol kuyuları tükenmek üzere olduğundan, OPECin dünya pazarındaki payı yüzde 60'ı aşacaktır. Bu, dünya petrol rezervlerinin dörtte birini elinde tutan ve dolayısıyla Batı'ya fiyat dikte ettirebilen Suudi petrol şeyhlerinin siyasi nüfuzunu daha da artıracaktır. Suudi Arabistan, dünyada fiyat belirleyici olabilecek tek ülkedir. Örneğin Venezuela'da tekrarlanan krizlerin yol açtığı petrol kayıplarını telafi etmek amacıyla Suudiler, birkaç hafta içerisinde günlük petrol üretimini 8 milyondan 10.5 milyona çıkarabilir ya da fiyat artışının kendi çıkarına olduğunu düşündüğü durumlarda üretimi artırmayabilir. Washington'daki birçok kişi Suudi gücünden rahatsızdır. Özellikle 11 Eylül 2001'de hemen tüm uçak korsanlarının Suudi olduğu ortaya çıktıktan sonra, çöl krallığı giderek daha fazla can sıkıcı ve tehlikeli bir müttefik olarak görülmeye başlandı. Radikal İslâmi grupların yozlaşmış Suudi hanedanlığını yıkabileceğinden endişe ediliyor. 1991 Körfez Savaşı'ndan bu yana Suudi topraklarında bulunan Amerikan ordusunu petrol fiyatlarını düşük tutarak "tarihteki en büyük hırsızlığı" yapmakla suçlayan Usame Bin Ladin'den ilham alan bu radikal gruplar, Batılı "Kâfir"lere akan petrol akışını durdurabilir. 2000 sonbaharında İngiltere'de on binlerce kişinin sokaklara inerek petrol kıtlığını protesto etmesi, petrol dağıtımındaki bir kesintinin nasıl bir kaosa yol açabileceğini gösteriyordu. Suudi Arabistan'da, İran'da 1979 yılında gerçekleşen Batı karşıtı devrim -4.3 milyon varil ham petrol dünya pazarından bir gecede kayboluverdi- belki yaşanmadı ama Suudi petrolü ideolojik olarak kirlenmiş durumda. Siyasi karmaşıklığın üstesinden gelmeye çalışan Riyad yönetimi, Afganistan'da Taliban'ı destekleyen güçlü radikal Vahhabi mezhebini finanse etmekte ve dünya çapında Amerikalılara karşı düzenlenen terör saldırılarını kışkırtmaktadır. Suudi petrol şeyhlerine olan bağımlılığını azaltmayı hedefleyen ABD, yıllardır "enerji kaynaklarını çeşitlendirme" politikası izliyor. Bu strateji, istikrarsız Orta Doğu dışında kalan petrol kaynaklarının güvenliğini ve denetim altında olmasını sağlamayı amaçlıyor. Başkan Clinton döneminin Enerji Bakanı Bili Richard-son, Hazar bölgesinin bu stratejiye nasıl uygun olduğunu açıklamıştı: "Bu, Amerika'nın dünya çapında petrol ve doğalgaz kaynaklarını çeşitlendirmesini öngören enerji güvenliğiyle ilgilidir. Bu politika, aynı zamanda, bizim değerlerimizi paylaşmayan kimselerin stratejik saldırılarını önlemeyi öngörür. Biz yeni bağımsız ülkeleri Batı'ya yönlendirmeye çalışıyoruz. Bu ülkelerin Batı'nın ticari ve siyasi çıkarlarına bağımlı olduklarını görmek istiyoruz. Diğer yönlere sapmalarını istemiyoruz. Hazar bölgesine ciddi siyasi yatırım yaptık, dolayısıyla boru hattı haritamızın ve izlediğimiz politikanın doğru olduğunu görmek bizim için son derece önemli."6 Richardson'ın sözünü ettiği "boru hattı haritası", Yeni Büyük Oyun'un en tartışmalı unsurlarından birisidir ve son 10 yılda Kafkaslar'da ve Orta Asya'da sonu belli olmayan çatışmalara ve savaşlara yol açmıştır. Hazar Denizi tamamen kara ile kuşatılmış vaziyette. Petrol kuyularıyla, tankerlerin ham petrolü piyasaya sürebilecekleri en yakın açık deniz limanı arasında binlerce kilometre vardır. Endüstrileşmiş dünyanın göbek bağı olan boru hatlarının yapılması gerekiyor. Ama hangi güzergâhta? Komünist rejim altında, Sovyet altyapısı tamamen Mosko6 New York Times, 14 Ekim 1998. va'ya yönlendirildiğinde hemen hemen tüm boru hatları Rusya'nın kuzeyinde inşa edildi. Bugün Rusya, yeni boru hatlarının da aynı yolu izlemesi gerektiğini savunuyor. Yeni cumhuriyetlerin Moskova'ya karşı bağımsızlıklarını güçlendirme



düşüncesindeki ABD, petrolü Rus pençesinden uzak tutmaya ve güneyde İran üzerinden geçecek boru hattı planlarını engellemeye çalışmaktadır. ABD, her iki amacını da gerçekleştirmek üzere 1990'ların ortasında, enerji firması Unocal'ı, Türkmenistan'dan Taliban kontrolündeki Afganistan'a boru hattı inşa etmesi konusunda destekledi. Ayrıca ABD, Azerbaycan'ın başkenti Baku'dan Güney Kafkasya'ya, oradan da Türkiye'nin Akdeniz limanı Ceyhan'a uzanacak devasa boru hattı projesini savundu. Amerika önderliğindeki Afganistan harekâtı, Orta Asya'daki jeostratejik güç dengelerini kökten değiştirdi; bu yüzden, Amerikan dış politikası buraya odaklandı. Bu, önemli bir soruyu beraberinde getiriyor: Hazar Denizi'ndeki petrol arama çalışmalarıyla, Orta Asya'da sürdürülen teröre karşı savaş arasında bir ilişki var mıdır? • Washington'un Afganistan'daki askerî varlığı öncelikle uluslararası terörizmi hedef alıyor görünmesine karşın, Amerikan karar alıcıların Orta Asya'da diğer çıkarlarının da peşinde olmadığını varsaymak aptalca olacaktır. Daha 1997'lerde, Başkan Clinton'ın Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott, dinî veya siyasi açıdan radikal bir yönetimin "200 milyon varilden fazla petrol rezervinin üstünde oturan bir bölgeyi ele geçirmesinin Amerika için son derece önemli olduğunu" ifade etmiştir.7 Hazar enerji kaynakları savaş nedeni olmayabilir ama bu kaynaklar, Bush yönetiminin Orta Asya'daki Amerikan nüfuzunu artırmak için kullandığı terörle savaşın karşılığı olacaktır. Bir gazeteci olarak, uzun süre, hammadde mücadelesinin nasıl çatışmalara ve savaşlara neden olabildiğini incelemeye çalış7 Dekmejian, Hrair ve Hovann H. Simonian, Troubled Waters: The Geopolitics ofthe Caspian Region (Palgrove MacMillan: New York, 2001), s. 30. 9 tım. Bu ölümcül nedenselliği, ilk önce Batı Afrika'da Sierra Leone elmas madenlerinde, daha sonra Nijerya petrol sahalarında araştırdım. Enerji devi Shell ile Nijerya kabileleri arasında geçen, Ni-jer deltası petrolü konusundaki şiddetli mücadeleyi gördükten sonra, fosil zenginliğinin o ülke ve halkı için bir nimet değil lanet olduğuna inandım. Bu kitap, Hazar bölgesi, Kafkaslar ve Orta Asya'daki birçok ülkeye yaptığım araştırma gezilerinin ve görüşmelerin sonucudur. Yeni Büyük Oyun'un çeşitli cephelerini araştırırken, oyuncuları, gözlemcileri ve kurbanları inceledim. Kafkas zirvelerinden Orta Asya ovalarına, oradan da Afgan Hindikuş dağlarına ve Keşmir'e binlerce kilometre yol katettim; petrol yöneticileriyle, gerilla liderleriyle, diplomatlarla, mültecilerle, petrol işçileriyle, siyasilerle, ajanlarla ve generallerle görüştüm. Yolculuğum, Türkiye'nin Akdeniz kıyısına ulaşacak Amerikan destekli devasa boru hattının başlangıç noktası ve Hazar petrolünün merkezi konumunda bulunan Azerbaycan'ın başkenti Baku'da başladı. Planlanan güzergâhı takip ettim; Batılı yatırımcıların rüşvet talepleriyle ve sürekli Rus askerî saldırısı tehdidiyle karşılaştıkları savaş yorgunu Gürcistan'a uğradım. BM helikopteriyle, ayrımcı Kafkas cumhuriyeti Abhazya'ya yaptığım kısa gezi sonrasında, boru hatlarının Rus güçleriyle Çeçen asiler arasındaki korkunç savaşta önemli bir rol oynadığı Çeçenistan'a ulaşmak için Kafkas dağlarını geçtim. Kısa bir süreliğine uğradığım Baku'dan sonra, Amerikan enerji şirketlerini de içeren ciddi yolsuzlukların yaşandığı ve bu yolsuzlukların dünyanın son 30 yıldaki büyük petrol keşiflerini mahvettiği yeni "Vahşi Doğu Petrol Vahası" Kazakistan'a uçtum. Buradan, ABD'nin Büyük Oyun'daki başlıca rakiplerinden olan ve Kazak petrolünü Şanghay'a taşımakta ısrar eden Çin'in en batıdaki eyaleti Sincan'da Müslüman Uygur halkını ziyaret ettim. Büyük Oyun'un bir diğer oyuncusu ise, Georğe W. Bush'un "şeytan ekseni"nin bir parçası olarak gördüğü Iran. Tahran'da petrol baronları bana, İran petrolünü Hazar devletlerine önereceklerini 10 ve Amerikan boru hattı planlarını engelleyeceklerini anlattılar. Hazar sularında geceleyin yaptığım tekne yolculuğundan sonra, dünyanın en yalnız ülkelerinden birisi olan Türkmenistan'a ulaştım. Türkmenistan'ın başındaki diktatör çok tuhaf birisi. Ülkenin her yanına kendi altın heykellerini diktiriyor ve Amerikalılarla Rusları birbirine düşürmeye çalışıyor. Sonra, bugün



Hazar petrol yataklarına yürüme mesafesiyle bir günlük uzaklıkta konuşlanan binlerce kişilik Amerikan anti-terör birliğinin bölgeye gelişine tanıklık etmek için Washington'un yeni despotik müttefiki Özbekistan'a uğradım. Kırgızistan'daki Amerikan üssünü ve komşu Tacikistan'da yerleşik potansiyel düşmanları Rus birliklerini ziyaret ettikten sonra, Büyük Oyun'un son savaş alanı olan Taliban sonrası Afganistan'a geçtim. Burada, ABD kontrolündeki bölgede inşa edilmesi öngörülen yeni boru hattı planlarını araştırmak üzere, gerilla liderleriyle, hükümet üyeleriyle ve Amerikan görevlileriyle görüştüm. Uzun yolculuğum, Afgan boru hattı anlaşmasının ardındaki itici güç ve terörizmin beşiği Pakistan'da sona erdi. Burada ise, bölgedeki Amerikan varlığını tehdit eden Islâmi militanları izledim. Bu hikâyedeki tüm ülkelerin ve halkların Büyük Oyun'da küçük birer rolü var. Kipling'in döneminden bu yana aktörler değişmiş olabilir ama oyunun savaşla biten sonu ve ölüm gerçeği aynı kaldı. Oyunun kurbanları masum siviller de petrole neden "Şeytanın Gözyaşları" dendiğini iyi biliyorlar. 11 BORU HATTI POKERİ: BAKU'NUN PETROL ZENGİNLİĞİ Siyah Volga marka aracımızı karargâhın bahçesinde bir anıtın yanına park ederken, Vakıf Hüseyinov şüpheli gözlerle bizi izliyor. Anıtın üstünde Kiril alfabesiyle "Petrol işçileri çok yaşa!" yazılı ama orak ve çekiç kazınmış. Hüseyinov, dev gibi bir adam; mekanik olarak sağ elini uzatıyor. Eli gerçek bir ayı pençesine benziyor, parmaklarında 4 veya 5 altın yüzük var. Hüseyinov, herhalde, merkezî karargâhtaki patronlarının, Sandy Adası'na gitmeme nasıl izin verdiklerini merak ediyordur. Eskiden bu mümkün olamazdı. Azerbaycan kıyılarının açıklarındaki iki düzine petrol platformu bir zamanlar devlet sırrı gibi saklanıyor ve suni olarak yapılmış, adayı kıyıya bağlayan 4 kilometre uzunluğundaki sete yetkisiz kimsenin yaklaşmasına izin verilmiyordu. Sovyet mühendisler, Sandy Adası'ndan açık denizlere kadar, geniş boru hattı ağları, pompalama istasyonları ve ahşap ayaklar üzerinde yükselen sondaj kuleleri inşa ettiler. Bunlar, 20 kilometre uzunluğundaki 12 yollarla birbirine bağlanıyordu. Bugün bu devasa yer, eski Sovyet cumhuriyetinin bir devlet şirketi olan ve 10 yıl önce bağımsız olan SOCAR'a ait. SOCAR'ın Sandy Adası'ndaki Genel Müdürü Vakıf Hüseyinov, 55 yıldan uzun bir süredir Hazar petrol endüstrisinde çalışıyor. Hüseyinov, ofisini, günümüz Azerbaycan'ında kamu görevlilerinin yaptığı gibi, Başkan Haydar Aliyev'in 8 portresiyle süslemiş. Eski KGB generalinin 1976 yılına ait bir resminin altında, Azerbaycan dilinde "Halkın Parlayan Güneşi" yazıyor. Hüseyinov'un Sandy Adası'nı yönettiği ahşap baraka, işçiler tarafından aceleyle dikilmiş gibi duruyor. Müdür pencereden, 500 metre ileride yarısı suya batmış bir evi gösterip, "Eski merkez bürom," dedi. "Kıyıya çok yakın yapmıştık. O günlerde, Hazar Denizi'nin seviyesinin bu kadar yükseleceğini nasıl bilebilirdik!" Hüseyinov, başıma bir şey gelmesi halinde sorumluluğun bana ait olduğunu söyledikten sonra, sondaj platformlarını gezmeme izin verdi. "Tesisler çok eski, yürürken dikkatli olun," dedi. Kıyıdaki üretim tesisi çürümüştü. Açık denize giden yollar yoğun topçu ateşi altında kalmış gibiydi. Sürücümüz çukurlardan kaçmak için direksiyonu sağa sola kırıyor, yağlı dalgalar köprü ayaklarını ıslatıyordu. Boru hatları ve depolar paslanmıştı ve tahtadan ve çelikten yapılmış çarpık sondaj kuleleri, 1870'lerde Pennsylvania'da açılan ilk petrol kuyularını andırıyordu. Kıyıdan uzakta, sislerin arasından, Baku'nun yüksek binaları seçiliyordu. Terk edilmiş görüntüsü veren bir sondaj kulesinin önünde duruyoruz. Demir çubuklardan sarkan birkaç basamak merdiven bir yere çıkmıyordu. Platformun üzerinde, dağınıklığın ortasında, petrol mühendislerinin "ana vana" diye tabir ettiği "Noel Ağacı" var. Hüseyinov, "Batılı yatırımcılar, Sandy Adası'na henüz fazla ilgi göstermediler," diyor üzüntüyle. "Lukoil için çalışan Ruslar geldi, şöyle bir çevreyi incelediler ama bir daha dönmediler," dedi. Üretim yılda 150,000 tona düşmüş; aslında bu miktar tek seferlik miktarın bir kısmını oluşturuyor. Buna karşın, Sandy 13



Adası'nda 1,600 kişi çalışıyor. "Kuyulardaki petrol tükense bile platformları hiçbir zaman kapatmayacağız. İnsanların işe ihtiyacı var nokta," dedi. Noel ağacının çevresindeki borular tısladı ve guruldadı ve bize eşlik eden bir mühendis bir vanayı açtı. Buradan, pis kokulu, kahverengi ve sümüksü ham petrol fışkırdı. Hazar Denizi'nin altında yatan ve 50 ila 110 milyar varil arasında olduğu tahmin edilen petrolden birkaç litre, ayaklarımızın altında küçük bir gölcük oluşturdu. Mühendis vanayı kapattığında yerde kalan birkaç litre petrol, zemine ve deniz suyuna sızacaktı. Hareket etmemizden önce Hüseyinov, yemekhanede yemeğe kalmamız için ısrar ediyor. Yemeğe giderken yolda karşılaştığımız işçiler, şapkalarını çıkararak patronlarına selam veriyor. Kadınlar, yolumuzun üzerinde durmamak için geri gidiyorlar. "Bugün maaş günü," diyor Hüseyinov. Yemekhanede ayrı bir odada, 3 garson tarafından önden soljanka çorbası, daha sonra ise işçilerin önceki gün vurdukları kızarmış "siyah ördekler" servis ediliyor. Ette tiksindirici petrol kokusu hissediliyor. Sonra Hüseyinov, 3 şişe Rus votkası söylüyor. Bardaklarımızı doldurduktan sonra, gırtlaktan gelen bir sesle, masadaki en yaşlı adam olan Volga şoförümüz için kadeh kaldırmayı öneriyor. İkinci kadeh, Azerbaycan ile Almanya arasındaki derin ve ebedî dostluğa, üçüncüsü uluslararası işbirliğine, sonraki kadehler ise sosyalist terminolojide barış, anlayış ve drushba (dostluk) için kalkıyor. Sovyet sonrası Kafkaslardaki îslâmi dirilişi överken her yudumdan önce tavana bakıyor ve deyimler mırıldanıyor. "İçki içerken, Allah'tan, başka yöne bakmasını istiyorum," diyor gülerek. Mühendislerden birisi yedi veya sekizinci kadehi genel müdür için kaldırıyor ve "Sandy Adası'na gelen en akıllı, en insancıl, en adil ve en uzak görüşlü patrona," diyor. Hüseyinov'un gözleri dalıyor. Sonra sıra bana geliyor. Hazar Denizi'nde petrol arayan yabancı şirketlerin şerefine kadeh kaldırıyorum. Duraksayan mühendisler, boğazını temizleyen Hüseyinov'a bakıyor. "Amerikalı14 ların Azerbaycan'a yatırım yapması iyi bir şey," diyor kısaca. Sessizlik. Bütün gün tek kelime bile etmeyen Volga şoförü aniden, "Amerikalıların kültürü yoktur," diyor. Meslektaşları şevkle başını sallayarak onaylarken bir mühendis ekliyor: "Ermenistan'ı savaşta yenmek için bize yardım etselerdi." Bu noktada Hüseyinov müdahale ediyor: "Yoldaşlar, bu konular yüksek siyasetle ilgili, bırakın bunlarla Başkan ilgilensin. Biz sadece petrol işçileriyiz." Baku'ya döndüğümüzde hava kararmıştı. Denizden petrol kokan serin rüzgârlar esiyor. Önceki gün, güneyde İran'dan erken baharı müjdeleyen esintiler geliyordu. Bugün Sibirya kendini hatırlatıyor. Soluk ay ışığının aydınlattığı ıssız caddeden eski bir Mercedes limuzin ve Jeep geçiyor. Akasya ağaçları, Paris veya Marsilya'yı anımsatan cumbalı dövme demir balkonlu orta sınıf evlerini, yaşadığımız çağdan ayırıyor. Gün boyunca sokaklarda siyah deri ceketli adamlar ve Cartier, Versace gibi mağazaların vitrinlerine bakan ve yüksek topuklu ayakkabılar giyen kadınlar geziniyor. Yeni zenginler ve havarisi, Hazar Denizi'nin yeni petrol vahası Baku'nun lüks bir heladan başka bir şey olmadığını savunamazlar. Işıldayan binalar, pahalı butikler ve eski kentin pitoresk minareleri, ister gece ister gündüz, rüzgâr denizden esse bile dağılmayan o pis petrol kokusunu maskeleyemez. Moskova'da dönemin İngiliz diplomatı olarak görev yapan ve 1930'ların sonunda Baku'ya gelen yazar Fitzroy Maclean da kenti aynı koşullarda görüyor. "Baku'ya ulaşmadan önce, petrol kuyularının başındaki vinçler ve her yanı kaplayan petrol kokusu kente yaklaştığınızı haber verir. Petrol, Baku'nun hayatıdır. Dünya petrolle sırılsıklam olmuştur ve Hazar Denizi kilometrelerce yağlı film tabakasıyla kaplıdır."8 Daha da kötüsü, Baku'nun bugünkü belediye başkanı, Kuran'a bağlı ve toplumun ahlâkını korumaya çalışan birisi. SokakMaclean, Fitzroy, Eastem Approaches (Penguin Books: Londra, 1991), s. 32. 15 lardaki kafeler kapatılmış ve söylentiye göre polis, fahişelerle yakalanan yabancı petrol yöneticilerini tutuklamaya başlamış. Eskiden böyle değildi. Baku eskiden umut dolu bir kentti. Deniz kenarındaki kordon boyunca yerleşmiş Neftçiler (petrol işçileri) Derneği'nin hemen yanı başında, zengin süslü



cepheleri ve sahte klâsik çap sütunlarıyla Gründerzeit sarayları yükseliyor. 100 yıl kadar önce, dünya pazarlarındaki petrolün yarısı Baku'dan pompalanırken, Avrupa'nın en iyi mimarları kente akın etmişti. Hazar Denizi'ne uzanan çorak Apsheron yarımadasında, petrol yüzyıllarca topraktan sızdı. 13. yüzyılda Çin'e yaptığı yolculukta Marco Polo, Baku yakınındaki bir kuyudan akan sıvının içilmez olduğunu ama yanıcı olduğunu bildirmişti. Polo ayrıca, bu yapışkan maddenin devenin derisindeki yaraları temizlemek için uygun olduğunu yazmıştı. Apsheron yarımadasında topraktan çıkan petrolle beslenen doğal alevlerden dolayı Azerbaycan, "ateş ülkesi" olarak bilinirdi. Bugün Baku'nun kuzeyindeki küçük bir köy için de aynı durum söz konusu. Burada, engebeli bir yolla ulaşılan ateş dağı Ya-nardağ'da, havada ağır bir petrol kokusu var ve isli bir kireçtaşından 3 metre boyunda alevler yükseliyor. Ateşin yanına birkaç masa sandalye koyan köylüler, geceleri votka içip kireçtaşına alevleri azdırmak için taş atıyorlar. Orta Çağ'ın başlarından bu yana, Tanrı'nın bir işareti saydıkları ateşe tapan Zerdüştler, iran'dan bu kayalıklara gelmişler ve gizemli kutsal ateşin çevresine mabetler yapmışlar. Bu ateşgâh-lardan (ateş mabedi) birisi Baku'nun kuzeyinde hâlâ dimdik ayakta. Alexandre Dumas, 19. yüzyılda Kafkaslar'a yaptığı gezi sırasında gördüğü ateşgâhı şöyle tasvir eder: "Mabede, ateşle sarılmış kapılardan girdik. Geniş dörtgen avlunun orta yerine, küçük kubbeli bir dua odası inşa edilmiş; kutsal ateş odanın tam ortasında pırıl pırıl parlıyor."9 Mabedin iç avlusundaki ateş sunağıi 9 Dumas, Alexandre, Gefarhche Reise durch den vjilden Kaukaus, 1858-1859 (Erdmann: Stuttgart, 1995), s. 131. 16 na doğalgaz akışı çoktan tükenmiş; ebedî alevleri artık belediyenin doğalgaz boruları besliyor. Petrol, Baku'da 19. yüzyılın başında, Rus dukalığı olduğu dönemde keşfedilmişti. Ellerinde küreklerle toprağı kazan insanlar, sızan petrolle karşılaştılar. 1870'lerin başında bir Rus girişimci, petrol kazısında ilk defa makineleri kullandı; 1873 itibariyle, 20 kadar küçük petrol rafinerisinin bacasından Baku semalarına siyah duman yayılıyordu. Aynı yıl, Robert Nobel adında İsveçli bir kimyacı Baku'ya geldi. St. Petersburg ve Paris'te ürettikleri silah ve dinamitlerle çok zengin olan Ludwig ve Alfred Nobel'in abisiydi. Robert, birkaç şirketi batırdıktan sonra Ludwig ile çalışmaya başladı. Robert, cebinde 25,000 ruble ile, tüfek dipçiği üretimi için gerekli olan Rus ceviz kerestesi satın almaya gelmişti. Robert, Baku'ya ayak basar basmaz petrol sevdasına düştü ve kardeşine danışmadan küçük bir rafineri satın aldı.10 Daha sonra Ludwig de Baku'ya geldi ve iki kardeş beraber Nobel Kardeşler Petrol Şirketi'ni kurdular. Birkaç yıl içerisinde, dünyanın önde gelen petrol tedarikçisi olarak, John D. Rockefel-ler'in sahibi olduğu Amerikan Standart Petrol'ün yerini aldılar. Nobel kardeşler Baku'nun petrol kralları olmuş ve işçileri de kendilerini "Asiller" olarak tanımlamaya başlamıştı 1880'lerin sonuna doğru Nobel petrol kuyuları, Rus ham petrolünün 23 milyon varilini üretiyordu; bu miktar Amerikan üretiminin beşte dördünden fazlaydı. Şimdi asıl sorun, bu petrolün karalarla kuşatılmış Hazar limanlarından en iyi nasıl Avrupa'ya ulaştırılacağıydı. Başta Hazar Denizi'nden Volga'ya gemiyle taşınıyor, daha sonra trenlerle dağıtılıyordu. Bu yol hem karmaşık hem de pahalıydı. Daha sonra 1883 yılında, Baku'dan Kafkaslar boyunca uzanan ve Rus birliklerinin yakın zamanda Osmanlı împaratorluğu'ndan ele geçirdikleri Karadeniz limanı Batum'a ulaşan doğrudan bir tren yolu inşa edildi. 10 Yergin, Daniel, The Prize: The Epic Çhıestfor Oil, Money and Power (Simon & Shuster: New York, 1992), s. 56. 17 Proje, Fransa'nın bankacı ailelerinden olan Rothschilds ailesi tarafından finanse edildi. Bu ailenin, rafinerileri için ucuz ham petrole ihtiyaçları vardı ve kısa zamanda Nobellerin en ciddi rakiplerinden birisi oldular. Fakat bu tren yolu hattı bittiğinde, lokomotiflerin Gürcistan dağlarında 6 tanker vagondan fazla yükü çekemedikleri görüldü. Bunun üzerine Nobeller bir çözüm buldu. Paris'te bulunan Alfred'in gönderdiği 400 ton dinamitle dağda bir tünel geçidi



açmayı başardılar ve içine 70 kilometre uzunluğunda çelik bir tüp inşa ettiler. Bölgenin ilk petrol boru hattı olan bu hat, dünya pazarlarında Rockefeller, Nobeller ve Rothschilds arasındaki "petrol savaşları"nı başlatıyordu. Yine de bu durum, bugün Kafkas petrolü üzerindeki mücadeleye kıyasla tuhaf kaçmaktadır. Baku'da ilk petrol patlamasının izleri hâlâ görülebilir. "Kara Kent" olarak bilinen sanayi bölgesinde bulunan limanın yakınındaki tepenin üzerinde kereste ve camdan yapılmış beyaz renkteki Nobel malikânesi halen ayakta. Nobellerin malikânesinin terasından, gökyüzüne acı siyah duman püskürten yüzlerce rafinerinin bacası rahatlıkla görülüyor. Kara Kent sahil yolunda birkaç kilometre boyunca, parlak siyah ve pembe renkli yağlı suyla dolu devasa havuzların ortasında paslanmakta olan yüzlerce eski petrol kuyusu işletmeleri göze çarpıyordu. Birkaç sondaj kulesi gıcırdayarak inip kalkıyor ve her seferinde etrafına pislik saçıyordu. Bu ölü manzara Birinci Dünya Savaşı'nda Passchendaele ve Ypres savaş alanlarının resimlerini anımsatıyordu. 8-10 kilometrekarelik alanda bir tek yeşil bitki veya bir tutam ot yoktu. Kulelerin birinde, yağlı yüzleri ve delikli çizmeleriyle iki işçi, ölü bir pompayı diriltmeye çalışıyor. Acı soğuğa rağmen, elma büyüklüğünde donmuş bir vidayı çıplak elleriyle gevşetmeye uğraşıyorlar. İşçilerin çevresinde inişli çıkışlı tepeler ve ölü sarı kumlarla çevrili kara göller var. Bu, bir asır önce, aşağıdan gelen basıncın etkisiyle vanaların kırıldığı ve petrolün gökyüzüne doğru fışkırdığı büyük patlamaların şimdiki görünümüdür. Yerliler, 18 ? . . bunlara "Islak Hemşire", "Şeytanın Pazarı" gibi isimler takmış. 1880'lerin ortasında patlayan ve 5 ay boyunca günde 43.000 varil petrol fışkıran en büyüğüne ise "Drushba" (Dostluk) adını vermişler. Fışkıran petrolün çoğu toprağa dökülmüş. İlk ulusal petrol baronlarının ortaya çıkmasının yanı sıra, Rusya'nın sosyalist akımının temeli de burada atıldı. 20. yüzyılın başında, Çarlık rejimi çökmeye başlayınca, Baku'daki petrol işçileri çalışma koşullarını devamlı protesto etmeye başladılar. Liderlerinden birisi, daha sonra Joseph Stalin olarak anılacak olan genç Gürcü eylemci Joseph Dzhugashvili idi. Kendisine "Koba" (Zaptedilemez) ismini koyan Stalin, 1901 yılında Batum'da Rotschilds'e karşı grevler organize etti ve Çarlık polisince tutuklandı. Sibirya'daki bir çalışma kampından kaçtıktan sonra Stalin, Baku'da devrimci faaliyetlerini gizlice sürdürdü. Stalin, "Önce, büyük işçi kitlelerine önderlik etmenin ne anlama geldiğini öğrendim. Dolayısıyla, devrimci mücadelede, Baku'da ikinci kez vaftiz edildim. Burada,, devrim için ustabaşı oldum," diye yazmıştı.11 1903 yılında Stalin, Baku'da başlayıp tüm Rusya'ya yayılan ve imparatorlukta ilk genel greve yol açan büyük işçi ayaklanmasına karıştı. 2 yıl sonra, ilk Rus devrimi sırasında, işçiler sanayi bölgelerini sabote ettiler ve birçok petrol kuyusunu ateşe verdiler. Azeriler ve Ermeniler arasında kanlı etnik çatışmalar patlak verdi ve 1905 yılı sonuna dek, Baku'daki petrol kuyularının üçte ikisi yıkıldı. Petrol ihracı tamamen durdu. Uluslararası yatırımcıların şehirden çekilmesiyle petrol üretimi hiç düzelemedi. Birinci Dünya Savaşı'nın arifesinde, Rus petrolünün dünya pazarlarındaki payı yüzde 9'a düştü. Baku'nun petrol patlaması sona ermişti. Büyük Savaş, dünya tarihinde, zafere ulaşanı veya mağlup olanı petrol rezervlerinin belirlediği ilk çatışma olmuştur. Alman İmparatorluğu, Batı cephesindeki yıpratma savaşını savaş makinelerinin yakıtı tükendiği için kaybetti. 1918'in başında, askeri 11 a.g.y., s. 133. 19 durum Alman kuvvetleri lehine görünüyordu. Martta, Çar II. Nicholas'ı deviren Rus devrimciler, çarlık yanlılarıyla mücadele edebilmek için askerî birliklere ihtiyaç duyduğundan, Brest-Litovsk Barış Anlaşması'nı imzaladılar. Bolşevik müzakereci Vladimir Ilyich Lenin, Baltık bölgesini, Finlandiya'yı ve Ukrayna'yı Almanlara bıraktı. Ama Alman Genelkurmay Başkanı Erich Von Ludendorffa göre, Almanlar için bu yeterli değildi. Baku petrollerini de istiyordu. Alman ordusuyla birlikte hareket eden Türk birlikleri, zaten Hazar petrol kuyularına



doğru ilerlemekteydi. Von Ludendorff, petrolün doğrudan Reich'a aktarılmasını sağlamak için Türklerin geri planda tutulmasını istiyordu. Lenin'in onayıyla Stalin, petrol baronlarını sıkı takip eden ve şehrin kontrolünü ellerinde tutan Baku komününe bir telgraf çekerek, ham petrol pompalanmasına başlanmasını istedi. Komün üyeleri bu emri yerine getirmeyi reddettiler. 1918 yılı Temmuz ve Ağustos aylarında Türkler, Baku'yu kuşattılar ve birkaç petrol bölgesini ele geçirdiler. Bu kısa ömürlü bir zaferdi. Küçük bir İngiliz müfrezesi iran'dan saldırıya geçti ve şehri kurtardı. Petrole çok ihtiyacı olan Von Ludendorff da böylece engellenmiş oldu. Eylül'de İngilizler şehri Türk ordusuna bıraktığında, bütün gücünü yitiren ve 11 Kasım 1918'de teslim olan Almanlar için artık çok geçti. Birkaç gün sonra ise, İngiliz savaş kabinesi üyelerinden, geleceğin Dışişleri Bakanı Lord Cur-zon galibiyeti ilan etti: "Müttefik güçler petrol dalgasıyla zafere erişti."12 Hazar petrolleri, İkinci Dünya Savaşı'nda da Almanlar için büyük rol oynadı. 1942'nin başlarında Adolf Hitler orduya, "Mavi Operasyon"un bir parçası olarak, Kafkaslar'a yönelmesini emretti. Motorize birliklerinin doğudaki yıldırım saldırılarına devam edebilmesi ve Sovyetleri dize getirebilmesi için Wehrmacht'ın, Hazar petrol kaynaklarına ulaşması şarttı. Alman hücum birliklerinin Kafkas dağlarında yakıtı tükendi. Alman araçları birkaç 12 a.g.y., s. 183. 20 gün dağlarda mahsur kaldı ve petrol bekledi. Tanker kamyonlarının da yakıtı tükendiğinden Almanlar, petrolü, develere yükledikleri teneke kutularla taşımak zorunda kaldılar. Altıncı Ordu 1942-1943 kış aylarında Stalingrad'da Ruslar tarafından kuşatıldığında, Hitler ilk başta Kafkaslar'dan çekilmeyi reddetti. Diktatör, Field Marshal Erich Von Manstein'e, "Tüm mesele Baku'dur. Baku'yu alamazsak savaşı kaybettik demektir,"13 dedi. Nihayet 1943'te, Kafkas ordularına çekilme emri verildi. 2 yıl sonra Sovyet tankları Berlin'e girdi. İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle, Hazar petrol endüstrisi yeni bir çağa girdi. Sovyet mühendisler, Baku açıklarında ilk petrol kuyularını açtılar. Bu, Baku'nun petrol baronlarından Khoshbakht Yussifzade için petrol derebeyliğinin başlangıcı demekti. 75 yaşındaki Yussifzade, Azerbaycan'ın devlete ait güçlü petrol şirketi SOCAR'm Başkan Yardımcısıdır. Merkezi, Neftçiler Derneği'nin sağındaki görkemli beyaz saraydadır. Bu bina, komünist imparatorluğun çökmesinden önce Sovyet petrol idarecilerine hizmet ediyordu. Yussifzade'nin ofisine, sarayın çeşitli bölümlerini birbirine bağlayan cam koridorlardan geçerek ulaşılıyor. Bekleme odasındaki iki sekreter, başkanın bir telefon görüşmesi yaptığını ve biraz beklememi söylüyor. Kapı aralığından, önce dalgalı bir ses, daha sonra ani boğuk bir kahkaha ve masaya vurulan bir yumruk sesi duyuluyor. Omuzlarını silken sekreterler mahcup bir şekilde gülümsüyor. Biraz sonra Yussifzade beni içeri çağırdı. Masasındaki büyük kâğıt yığınları arkasında bir İspanyol derebeyine benziyordu. Saçları tamamen ağarmamış olsa da, yıllar yüzüne derin kırışıklar çizmişti. Sıcakkanlı ve uyanık gözlerinden kocaman torbalar sarkıyordu. Çoğu Hazar Denizi'ne ait olmak üzere, duvarlarda geniş coğrafi haritalar asılıydı Bir dolabın üzerinde içleri ham petrolle doldurulmuş ampuller duruyordu. 13 a.g.y., s. 337. 21 Yussifzade, fincandan bir yudum yeşil çay içerken, "45 yıldır bu işin içindeyim. Hayatımı petrole adadım," diyor. "Yağlı Kayalar ve ben birlikte yaşlandık," diye ekliyor. Yağlı Kayalar, Rusların "Büyük Yurtsever Savaş" olarak andığı ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyetler döneminin en cesur kıyı projesiydi. Baku kıyılarının 40 kilometre açığında jeologlar büyük petrol yatakları keşfetmişlerdi. "Bu petrolleri çıkarmak istedik ama gördüğünüz gibi, denizde sondaj yapma tecrübemiz yoktu," dedi. Mühendisler, birbirine çelik köprülerle bağlanmış 7 barkta toplanmıştı. Bunlar, gelecekte, açık denizde gerçek bir şehre dönüşecek petrol kuyusunun çürük başlangıcıydı Daha sonra, 100 kilometreden uzun yollar 600 petrol kuyusunu birbirine bağlamıştı ve binlerce işçi apartmanlara giriyordu. Jeoloji çalışmalarından sonra Yussifzade, kariyerinin 12 yılını Yağlı Kayalar'da geçirmişti. "Bizim için bu yeni ve cesur bir dönemdi. Biz öncülerdik,



kâşiflerdik. İşten çıkınca sinemaya veya bara giderdik. Gördüğünüz gibi, kantinde veya laboratuvarda çalışan yüzlerce kadın vardı," dedi. Yussifzade, uzun yıllar süren fakirliğin ardından çok para kazanmaya başlamış. Babası, 1930'larda Stalinist tasfiye sırasında öldürüldüğü için Yussifzade ve iki kardeşini annesi tek başına büyütmüş. "Sonra üniversiteye gittim ve Yağlı Kayalar'da 2.900, hatta primlerle 5.000 ruble kazandım. O dönemde bu inanılmazdı," diyen Yussifzade kariyer merdivenini çabuk tırmanmış ve 1970'ler-de tüm Hazar Denizi'nden sorumlu jeolog şefi olmuş. Fakat kariyerinde yükselişi, Sovyet hükümetinin bu bölgedeki petrol üretiminden ziyade stratejik bakımdan daha uygun olarak Sibirya ve Kazakistan kaynaklarına odaklanma kararıyla çakışmış. Bu politika değişikliğine karşın Yussifzade, Hazar kıyılarında yeni petrol sahalarında deneme sondajlarına devam etmiş. "Şimdilerde herkesin şamatayla kutladıkları Kazak kıyılarındaki petrol kuyularının çoğu aslında benim keşfimdi," diyor. Sandalyesinden kalktı, dolaba yöneldi ve açtı. Bir yığın harita rulosu dö22 küldü. Muzaffer bir edayla ve elinde bir haritayla, Hazar Denizi'nin kuzey kesiminin tozunu aldı. "Burada 'Kaşagan' yazıyor değil mi?" diye sordu. 2000 yazında jeologlar Kaşagan'da, 30 milyar varil rezervi olduğu tahmin edilen devasa bir petrol yatağı bulmuşlar; bu petrol yatağı belki de dünyadaki en büyük 5 yataktan birisidir. Hazar bölgesindeki boru hatlarıyla ilgili tüm çatışmaların altında yatan bu keşif, dünya petrol pazarında büyük yankı uyandırdı. "O zamanlar orada çok petrol olduğunu biliyordum," dedi. Yussifzade'nin sorunu, bu bölgenin doğal koruma alam olmasıydı. Sadece balıkçılıktan sorumlu olan bakanlık sondaj için istisnai bir izin verebilirdi. "Bu yüzden Moskova'ya gittim ve Kaşagan'da bir deneme sondajı yapmak için başvurdum," diye ekledi. "Bu konuda yetkili bayan albay kesin bir dille reddetti ve 'Ancak benim ölümü çiğneyerek bunu yapabilirsiniz,' dedi. Bugün bayan albay öldü ve yabancı şirketler Kaşagan'da sondaj yapıyor. Kimse çevreden bahsetmiyor artık." 1991 yılında Sovyetler'in dağılmasından sonra, Azerbaycan bağımsızlığını kazandı. 7 milyonluk nüfus kaosa düştü. Hükümetler darbe girişimleriyle birbirlerini düşürmeye çalışırken, tamamen demoralize olan Azerbaycan ordusu, çoğunluğunu Ermeni nüfusun oluşturduğu Dağlık-Karabağ için yapılan savaşı kaybetti. 1993 yılında topraklarının yüzde 15'ini yitiren Azerbaycan, Moskova'nın kontrolüne girmek üzereydi. Haydar Aliyev siyasi arenaya geri dönmüştü. Seçkin bir KGB generali ve Politbüro üyesi olan bu Azeri, on yıllarca Sovyetler Birliği'nin en güçlü komünist liderlerinden birisi olmuştu. Dostları ve düşmanları tarafından "tilki" lakabıyla anılan Aliyev, Sovyetler sonrası bağımsız olan hemen tüm cumhuriyetlerde, eski üst düzey komünist yöneticilerin iktidara geldiğini gördü. Ve büyük taktik ustası, 1993 yılında, memleketinde başkan seçildiğinde sürpriz olmadı. Aliyev, Azeri bağımsızlığının -ve iktidarının- devamının petrol işinde olduğunun farkına çabucak vardı. Ünlü bir playboy 23 ?• . ' . olan oğlu İlhan'ı, SOCAR'ın İkinci Başkan Yardımcısı yaptı. Petrol işini başkanlık ailesi elinde tuttuğundan, SOCAR'da hiçbir karar Aliyevlerin rızasına aykırı olamazdı. Yussifzade'nin bürosunda da, tıpkı Vakıf Hüseyinov'un bürosunda olduğu gibi, Aliyev'in en az 7 tane resmi vardı, iktidarının 8 yılında otokrat lider kendini ilahlaştırdı. Ülkenin dört bir yanında türr ofislerin duvarlarını, Aliyev'in sfenkse benzeyen resimleri süslüyordu. "Halkın Güneşi" başlıklı resimlerde, gençleşmiş başkan, güneşin kırmızı ve sarı ışınları arasında görünüyordu ama aslında 80 yaşındaydı ve kanser olduğundan, kendisinden sonra oğlunun başkan olmasını istiyordu. Geçmişine bakılınca Rus yanlısı olması beklenen Aliyev, iktidarı ele geçirdikten sonra ülkesini Kremlin'in himayesinden kurtarmaya çalıştı. Ülkesinin, denizdeki petrol kaynaklarını çıkaracak parası ve teknolojisi yoktu. Bu yüzden Aliyev, ülkenin petrol sahalarını yabancılara açtı. Bu politikayla, Batılı devletlerin, özellikle Amerika'nın bağımsız Azerbaycan'da daimi çıkarları olacaktı. 1994



ilkbaharında Aliyev, oğlu İlham'ın başkanlık ettiği bir uzmanlar heyetini ilgilenen petrol şirketleriyle iyi bir anlaşma yapmaları için görevlendirdi. Aliyev'in eski dostu Yussifzade bu müzakerelerde yer almış. "Kamuoyuna teklif için duyuruda bulunduk. Başta 6, daha sonra 12 firma ilgi gösterdi; bunların en heveslileri, Amerikan şirketi AMOCO ile ingiliz şirketi British Petroleum idi," dedi. Görüşmeler için uygun bir yer bulunması gerekiyordu ama o zamanlar Baku'da Batılı anlamda tek bir otel bile yoktu. Petrol yöneticilerinin güvenliğinin sağlanmasıyla ilgili de endişeler vardı. "Birçok kişi yabancılarla anlaşma yapmamıza karşıydı. Ve tabii, Ruslar da bunlara dahildi," diyor. Baku'daki Rus ajanlarının Moskova'ya geçtiği mesajlar giderek daha büyük endişeyle okunuyordu. Eski Sovyet bağlantılarına dayanması beklenen Aliyev, bir anda, ülkesinin hammadde kaynaklarını Rusların elinden kurtaran parlak bir milliyetçi oluverdi. Baku'da, Moskova destekli bir darbenin söylentileri yayılmaya başladı. 24 1994'ün yaz aylarında, görüşecek taraflar ilk olarak İstanbul'da toplanmaya karar verdiler. Yussifzade, "Hepimiz çok heyecanlandık," dedi. "Ne de olsa ilk defa bir heyet, yanında Rus şirketi olmadan yurtdışına çıkıyordu -daha önce bu hayal bile edilemezdi." Fakat ilk görüşmede, karşılıklı büyük bir güvensizlik ortaya çıktı. Yussifzade, "Masanın karşısında oturanlar, daha birkaç yıl öncesine kadar kapitalist düşmanlarımızdı," diyerek bir kahkaha attı. "İlk başta kendimizi çok güvensiz hissettik; birçok şüphemiz vardı. Amerikalı petrol patronları, bizi dolandırmak için fırsat kollayan çingeneler gibi görünüyordu." Yussifzade, o toplantıdan önce Amerikalılarla pek iş yapmamıştı. "Onlara ilişkin görüşlerim hâlâ Rus propagandasının etkisindeydi. Bir keresinde, 1970'lerde, Amerika'dan bir heyet Baku'ya gelmişti. Normal ve hoş insanlar olduklarını görünce çok şaşırmıştım. Bana bir şişe Buffalo viski verdiler," dedi. ikinci hediye, hâlâ Yussifzade'nin ofisinin duvarlarını süslüyordu: birkaç metrekare genişliğinde, siyasi sınırları olmayan coğrafi bir dünya haritası. İlk temastan sonra görüşmeler, Amerikan petrol endüstrisinin gayri resmi başkenti Houston'a (Texas) taşındı. "Camdan yapılmış o gökdelenler, şehrin lüksü —memleketten çok farklıydı," diye anımsıyor Yussifzade. Baku heyetine 5 yıldızlı bir otelde yer ayırtılmıştı. Rüşvet iddialarına karşı Yussifzade, Azerilerin kararını etkilemek için büyük bir hediye bile verilmediğinde ısrar ediyordu. "Keşke birileri bana para verseydi! Ama tüm aldığım, hediyelik eşyalar, kalemler ve buna benzer şeylerdi." Yussifzade, heyetteki diğerlerinin başka şeyler yaşamış olabileceğini kabul ediyor ama kişisel suiistimal olup olmadığını bilmiyor. Rüşvetten daha ciddi başka bir sorun vardı. Moskova, Hazar Denizi'ndeki mülkiyet haklarının çözüme kavuşmadığı gerekçesiyle, Azerilerin herhangi bir anlaşmaya varmamaları yönünde baskı yapıyordu. Aliyev vazgeçmeyecekti. "Bu anlaşmayı ne pahasına olursa olsun istiyordu," diyor. "Amerika'dan eli boş dönmememiz yönünde Başkan'ın çok sıkı talimatı vardı," diye ekliyor. Ama müzakereler olağanüstü karmaşıktı. Çünkü iki taraf da eski bir Sov25 ' ...???•'. yet cumhuriyetinde Üretim Paylaşım Anlaşması'nın (ÜPA) nasıl yapılacağını bilmiyordu. 47 yorucu günden sonra, 20 Eylül 1994 günü bir anlaşmaya varılabildi. 20 Eylül 1994 günü, muzaffer Başkan Aliyev ve 12 petrol şirketinin oluşturduğu uluslararası bir konsorsiyum olan Azerbaycan Uluslararası İşletme Şirketi'nin yöneticileri "yüzyılın anlaşması"nı imzalamak üzere bir araya geldi. Denizaşırı şirketlere, Ekim 1917 devriminde şirketlerine el konulup sınırdışı edildiklerinden bu yana ilk defa Baku'nun petrol endüstrisine yatırım yapma izni verilmişti. Çoğunluğu Amerikan şirketi AMO-CO'ya ait olmak üzere, yeni üretim tesislerine milyar dolarlar akıtıldı. İlk başta ikinci ortak olan British Petroleum, sonra AMOCO'yu ele geçirdi ve Baku'da iş yapan en önemli şirket konumuna yükseldi. Rusya ve İran, Aliyev'i aslında Azerbaycan'a ait olmayan petrol sahaları için taviz vermekle suçladı ve anlaşmayı şiddetle protesto etti. Hazar Denizi'ne kıyısı olan ülkeler -Rusya, Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan ve İranarasında, Hazar Denizi'nin bölgesel paylaşımı hususunda bir uzlaşma yoktur. İran ve Türkmenistan'ın, Batı konsorsiyumuna verilen petrol sahalarında hak iddia etmeleri meseleyi daha karmaşık hale getirdi. Rusya'da Başkan Boris Yeltsin'in



dış politikadaki en önemli danışmanı konumundaki Sergei Karaganov, anlaşmanın "100 yıllık bir oyun"un bir parçası olduğunu iddia ederken, muhtemelen aklında Bolsha-ya Igra (Büyük Oyun) vardı. Birkaç ay önce, 21 Temmuz 1994 tarihinde Yeltsin'in imzaladığı "Rusya Federasyonu'nun Hazar Denizi'ndeki çıkarlarının korunması" yönündeki 396 sayılı gizli talimata göre Rusya, Kafkas ve Orta Asya cumhuriyetleri üzerindeki etki alanını korumalıydı.14 Moskova'nın siyasi elitleri, eski sömürgeleri Azerbaycan'ın, petrol turnasını gözünden vuracağına ve Rusya'yı eli boş bırakacağına inanmadılar. 14 Mehdi, Amineh Parvizi, Towards the Control of OH Resorces in Ûıe Caspian Region (New York, 1999), s. 127. 26 ? Baku'daki petrol yatırımcılarını bekleyen ilk sorun, petrol ve doğalgazı, karalarla kuşatılmış bir iç deniz olan Hazar Denizi'nden sanayileşmiş ülkelere nakletme zorluğuydu. Değerli hammaddeleri Rusya'nın erişiminden uzak tutmaya kararlı olan Amerika, İran'dan geçecek güney güzergâhım da reddetti. Başkan Jimmy Carter'ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski o zamanlar -ve hâlâ- neyin önemli olduğunu şöyle vurguluyordu: "Azerbaycan'ın savunmasızlığının geniş bölgesel etkisi vardır çünkü ülke, coğrafi olarak pivot devlet konumundadır. Bu coğrafi konum, Hazar Denizi havzasının ve Orta Asya'nın zenginliğini içinde barındıran bir 'şişeye' giriş çıkışı kontrol eden yaşamsal önemdeki bir 'mantar tıpası'na benzetilebilir. Siyasi destekçisi ve etnik akrabası Türkiye'ye boru hatlarıyla bağlı, Türkçe konuşan bağımsız bir Azerbaycan, Rusya'nın bölgede tekel olmasını engelleyecek ve Rusya'nın Orta Asya devletleri üzerindeki gücünü kıracaktır."15 Amerikan hükümeti, 1990'ların ortasından itibaren, üçüncü bir seçenek için lobi yapıyor: Azerbaycan'ın başkenti Baku'dan yola çıkarak Gürcistan üzerinden Türkiye'nin Akdeniz kıyısındaki limanı Ceyhan'a uzanacak 1,730 kilometre uzunluğunda devasa bir boru hattı projesi. Novorossiisk limanından farklı olarak Ceyhan, 300,000 tonluk tankerlerin yanaşabileceği kadar derin bir liman. Karadeniz'de artacak tanker sayısının dar Boğaz hattında meydana getirebileceği kazalardan (sonuçlarının İstanbul için felaket olabileceğinden) endişe eden Türk hükümeti öncelikle Ceyhan Projesi'ni önerdi. Bu boru hattı aynı zamanda Türkiye'nin Batı'nın gözünde Soğuk Savaş'ın bitiminden sonra azalan stratejik önemini artıracaktı. Amerika ise, ılımlı İslâm ülkesi Türkiye'nin bölgesel bir güç olmasını destekliyordu. Bill Clinton'ın aracılığıyla, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye devlet başkanları 18 Kasım 1999 günü İstanbul'da bir araya geldi ve Bakü-Ceyhan petrol boru hattının inşaatı anlaşmasını imzaladı. 15 Brzezinski, Zbigniew, The Grand Chessboard (Perseus Book Group:New York, 1997), s. 129. 27 Washington'un Hazar'daki en önemli diplomatı Ross Wilson ile görüşmek için metal detektöründen geçirildim; cihaz her seferinde biplediği için ceplerimdeki her şeyi boşaltmak zorunda kaldım. Güvenlik görevlileri her kalemi parçalarına ayırıyor ve elektronik ajandalar dahil tüm elektronik eşyalara el koyuyorlardı. Minnesotah Büyükelçi Wilson, Başkan George W. Bush ve Dışişleri Bakanı Colin Povvell'ın resimleri altındaki kanepede otururken, "Tahmin edeceğiniz gibi, bu bölge Washington için çok daha önemli hale geldi," diyor. "Biz kendimizi Rusya'ya karşı Büyük Oyun'un parçası olarak görmüyoruz. Bizim kendi çıkarlarımız var, Rusların da - ama bunlar çatışmak zorunda değil," diye ekliyor. Ona göre, Akdeniz boru hattı projesinde Amerikalıların amacı bölgedeki Rus nüfuzunu dengelemek değil, "Hazar petrollerini piyasaya ulaştırmasını teminat altına almaktır." Sonra Büyükelçi Wilson söylediklerine açıklık getiriyor: "Elbette Azeriler, Amerikalıları ve Rusları birbirine karşı kullanmaya çalışıyor. Ama Amerika'nın tek başına, kendi bağımsızlıklarının garantisi olduğunu biliyorlar." Wilson kararlı bir biçimde, "Petrol hiçbir zaman Rusya'dan geçmeyecek," diyor. Ceyhan boru hattına yatırım yapanları caydırmak ve projeyi engellemek için Ruslar, geçmişte, güney Kafkasya'da, özellikle Gürcistan'da kargaşa çıkarmıştı. "Sonra Moskova'nın, Çeçenistan adında küçük bir sorunu oldu. Şimdi Ruslar daha dikkatliler," dedi. Wilson, tüm bunlara karşın, Kafkasya ile ilgili konularda Moskova ile iyi bir işbirliğine sahip olduklarını iddia ediyor.



Söz, Azerbaycan'ın güney komşusu İran'a gelince Wilson'ın yorumları biraz yumuşuyor. "İran, Azerbaycan'ın rakibi ve Hazar Denizi'ni denetimi altına almak istiyor. İran gemileri, düzenli olarak, Azerbaycan karasularından geçiyor ve İran savaş uçakları Azeri havasına giriyor." Buna karşılık olarak ABD, Azeri sınır ? polisine 2 devriye botu verdi. 28 Afgan Taliban'a karşı yürütülen savaşta Tahran ile ufak bir yakınlaşma olsa da, Amerikan Dışişleri Bakanlığı için, Hazar petrollerinin Şii mollaların denetimindeki bir ülkeden geçmesi düşünülemez. Wilson'a göre, "İran terörü destekliyor ve kararlı bir şekilde, kitle imha silahlarına sahip olmak için uğraşıyor. Bundan dolayı, hükümete bu planlarını gerçekleştirmede yardımcı olacak gelir getirici tüm yolları kapatmalıyız." ABD Kongresi, Iran-Libya Yaptırım Yasası'nın bir parçası olarak, 1996 yılında İran'a ekonomik yaptırımlar uygulanmasına karar verdi. Bu kararla, Amerikan şirketlerinin bu ülkeyle iş yapması yasaklanıyordu. Yasa, 2001 yılında, bazı Cumhuriyetçi işadamlarının muhalefetine karşın yenilendi. Büyükelçi Wilson ile konuşmamızdan birkaç hafta sonra Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore'yi uluslararası "şer ekseni"nin bir parçası olmakla suçladı. Büyük Akdeniz boru hattı, SOCAR ve BP AMOCO öncülüğündeki bir konsorsiyum tarafından yapılacaktı. Bununla birlikte, önceleri Washington'un bu gözde projesi büyük şirket merkezlerinde şüpheyle karşılandı. Petrol yöneticileri boru hattının çok uzun olduğunu ve 2.9 milyar dolarlık yapım maliyetinin çok yüksek olduğunu düşünüyordu. Ayrıca, istikrarsız bölgelerden -güney Kafkasya ve Türkiye'nin Kürt nüfuslu doğu bölgesinden-geçecekti ve bu da çok riskli bir yatırım demekti. Güzergâhın ilk ayağı, Azerbaycan ve Gürcistan yatırımcılarını en çok endişelendiren bölgelerdi. Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra bölgede, etnik çatışmalar ve siyasi ğüç mücadeleleri yaşanmaktaydı. 1990'ların başında Ermeni birlikleri, çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu Azerbaycan'ın DağlıkKarabağ bölgesine girdiler. On binlercesi ölürken 1 milyona yakın Azeri evlerinden çıkarıldı. Cok sayıda etnik katliam yaşandıktan sonra, yüz binlerce Ermeni o zamana kadar çok etnik ve kozmopolit bir şehir olan Baku'dan kaçtı. Birçok Rus da aynı şekilde kaçtı. Aynı zamanda, Abhazya ve Güney Osetya'nın ayrılmasıyla Gürcistan 29 da büyük bir kaosa düştü, binlerce kişi öldü. Bu çatışmaların hiçbirisi şu anda çözülmüş değil. Diplomatik müzakerelerin ve BM askerî birliklerinin ardında içten içe yanmaya devam ediyor. Bu istikrarsızlığa Çeçenistan savaşı da eklendiğinde ve önerilen Akdeniz boru hattının bu savaş alanlarından bir günlük yürüyüş mesafesinde olduğu düşünüldüğünde, bir damla Hazar petrolünün bile Ceyhan'a ulaşma ihtimali uzak görünüyor. Baku'da hiç kimse, Kafkaslar'ın ne kadar tehlikeli olabileceğini Vahid Mustafayev'den daha iyi bilemez. 35 yaşındaki TV muhabiri, Dağlık-Karabağ, Çeçenistan, Abhazya ve Güney Osetya gibi Kafkaslar'daki birçok savaş bölgesinde görev yapmış. Genellikle, en tehlikeli savaş cephesi resimlerini çeken tek kişi odur. Mustafayev, yabancı televizyon kanallarının, işleri tehlikeli olan yerel gazetecilere çok düşük ücret ödediğini gördüğü için Azerbaycan Haber Servisi'ne (ANS) girdi. Bugün, ticari yönden başarılı ve hükümetten bağımsız olan ülkedeki tek televizyon ve radyo ağının yönetim kurulu başkanı. Şehrin güney tepelerinde kurulu bir stüdyoda buluşuyoruz. Öğlen haberleri az önce yayınlanmıştı ve kameralar kapatılıyordu. Koyu renkli kusursuz bir takım elbise, sarı bir kravat ve italyan ayakkabısı giyen Mustafayev, bize gururla, Batı yapımı modern yayın cihazlarıyla dolu stüdyoyu gösteriyor. "Burayı son birkaç yılda, tamamen kendi imkânlarımızla ve hükümetin sert muhalefetine rağmen bu hale getirdik," diyor. "Ve şimdi bu mikrofon, hükümetin kontrolü altında olmayan tek mikrofondur. Diğer kanala göre daha çok izleyici ve dinleyicimiz var," diye ekliyor. Mustafayev'in artık kamerayla gezecek zamanı yok ama yaşanan çatışmaların arkasındaki güçlerin farkında. "Kafkasya'daki tüm savaşlar, en azından bir kısmı, petrolle ilgilidir. Ruslar, Bakû-Ceyhan petrol boru hattının inşaatının başlamasını engellemek istiyorlar," dedi. 1990'lı yıllarda Rusya, güney Kafkasya'daki krizlerin ve çatışmaların yayılması ve istikrarsızlığın



hâkim olması için çabalıyordu. Mustafayev'e göre^ "Rusya hâlâ, Azerbaycan'ı imparatorluğun bir parçası olarak görüyor. Bu ülkeyi kay-" 30 bederse tüm Kafkasya'nın elinden gideceğini biliyor." Rusya, Amerikalıları bölgeden uzak tutmak için eski rakibi İran'la bile işbirliği yaptı. Bu iki ülke, Batı'yla iş anlaşmalarını azaltması yönünde Azerbaycan'a baskı yapıyordu. "Baku'da, işadamından çok ajan var ve bunların çoğu Rus ve İranlılar." Mustafayev, sekreterinden bir Kafkas haritası getirmesini istiyor. Kırmızı kalemle Bakû-Ceyhan güzergâhını çiziyor. "Ruslar, bir harita görmediklerinde ve votka içmediklerinde, çok iyidirler. Aksi halde çılgın gibi davranırlar. Ermenileri bize karşı kışkırttılar ve desteklediler," diyor. 1994 yılından 1997 yılına dek Rusya, Kafkasya'daki tek müttefiki Hıristiyan Ermenilere 1 milyar dolarlık silah yardımı yaptı. MİG-29 jet savaş uçakları ve S-300 füzeleri bu cömert askerî yardımın bir parçasıdır. Ermenistan başkanı Robert Koçeryan sık sık "barış yok - petrol yok" diyor. Planlanan boru hattı Karabağ ve Ermenistan'dan geçecekti ama bu durumda, uzun bir dolambaçlı yol izlemesi gerekecek. Mustafayev'in yüzü birden karardı. Kendisi gibi kameraman olan kardeşinin, Karabağ'da çekim yaparken el bombasıyla parçalanıp öldüğü günü düşünüyordu. Stüdyonun koridorunda yürürken bir camekân içinde belirsiz bir resmin sergilendiğini görüyoruz. Bir tutam ot ve gökyüzü resmedilmiş. "Bu, kardeşimin vurulup düştüğünde çektiği son görüntünün resmi," diye açıklıyor. Sesi yumuşuyor ama kararlı bir ifadeyle, "Ordumuzun Karabağ'ı tekrar ele geçirme zamanı geldi. Ölenlerimizin intikamını almalıyız ve Ermeniler suçlarının cezasını çekmemeliler," diyor. Ama bu daha fazla kan dökülmesine neden olmaz mı? Sorunları müzakere etmek daha iyi bir yol değil mi? Mustafayev, başını sallayarak, "10 yıldır hükümetimiz müzakere halinde ama Ermeniler bir milimlik bile adım atmadılar. Müzakere bir yere götürmez. Mültecilerimiz sefalet ve yokluk içinde, henüz hiçbirisi evine dönemedi," diyor. Mustafayev'in onurlu bir Azeri milliyetçisi olduğunu görüyoruz. Her gün yayınladıkları savaş politikasıyla, Aliyev rejimine Karabağ sorununu çözmesi için baskı yapıyorlar. "Tabii petrol 31 patlamasının heyecanı arasında, güçlü olana, vatanseverlik vazifesini hatırlatmamız bir işe yaramıyor. Petrolden kazandığımız parayla, silahlı güçlerimizin modernize edilmesi ve tekrar güçlendirilmesi gerekiyor." Kendisine, Karabağ'a cephede savaşmak için gidip gidemeyeceğini soruyoruz. "Tabii giderim, ne kadar erken olursa o kadar iyi olur! Ermenilerle savaşmamız gerekiyor. Bu işi çocuklarımıza bırakamayız," şeklinde cevap veriyor. Sonra Mustafayev, kendisine ait büyük, silahlı, geniş Range Rover li-muziniyle beni otele yolcu ediyor. Arabada radyoda ünlü bir Azeri rap grubu savaş şarkısı çalıyor: "Ya Karabağ ya Ölüm!" Şarkı sözlerinde, Ermenilerin yaptığı katliamlardan ve Azerilerin yakında intikamlarını alacaklarından söz ediliyor. Grubun şarkıcısı tekrar tekrar "Cihat! Cihat!" diye bağırıyor. Şoföre hangi kanal olduğunu soruyorum. "ANŞ, başka hangisi olabilir?" diyor. Ertesi gün, Baku'dan, Akdeniz boru hattının en önemli ekseni Tiflis'e, yani Gürcistan'a giden trene bindim. Biletimi kontrol eden kondüktör, "Kapınızı kilitleyin, Gürcülerin hepsi hayduttur," dedi. STALİN'İN MİRASI: GÜRCİSTAN 32 L Gürcistan Dışişleri Bakanlığındaki üst düzey diplomatlardan biri olan Profesör Alexander Rondeli, önündeki şarap bardağından bir yudum aldıktan sonra, "ABD'nin kendi yanımızda Rusya'ya karşı yer alması için büyük petrol boru hatlarına ihtiyacımız var. Sizin de bildiğiniz gibi, Gürcistan'ın, coğrafi konumundan başka dünyaya satabileceği hiçbir şey yok," dedi. Onunla, Kafkaslar'm en güzel ve çok kültürlü şehri olarak görülen başkent Tiflis'in Rustaveli Meydanı'ndaki bir kafede buluşmuştuk. "Belki dilenciyiz fakat tekrar Moskova'nın boyunduruğuna girmektense dilenci olmayı tercih ederiz!" Bulutlu bir sonbahar akşamında sohbet etmiştik ve ilk sonbahar yaprakları meydana dökülmeye başlamıştı.



19. yüzyıl boyunca Tiflis, Gürcüler, Farslar, Ermeniler, Tatarlar, Yahudiler, Çeçenler, Çerkezler, Osetler, Avarlar, Kürtler, Ab-hazlar ve tabi Rus efendilerden oluşan bir mozaik niteliğindeydi. Günümüzde ise şehir, Baku'nun keşmekeşinden binlerce mil uzakta yaşlı ve yorgun gözükmektedir. Komünizmin çökmesin33 den sonra yalnızca birkaç yeni dükkan açılan caddelerde canlılıktan eser yok. Yani, Hazar boru hattı inşa edilecek olursa petrolden kazanılacak paralarla canlanmayı bekleyen bir şehir görünümünde Tiflis. Beyaz saçlı ve uzun boylu biri olan Rondeli, bardağından bir yudum daha alarak, "Tek başına petrol önemli değil. Elbette gümrüklerden ve transit geçişlerden para kazanılacaktır, fakat bir kez daha bu para yanlış kişilerin ceplerine girecektir," dedi. Başka hiçbir eski Sovyet cumhuriyetinde benzeri olmayan bir rüşvet çarkı dönen Gürcistan'daki yolsuzlukları düşünerek yüzünü acı bir tebessüm kapladı. Yabancı tır şoförleri, rüşvet isteyen Gürcü polisinin tacizine uğramaktansa, Gürcistan topraklarına girmemek için binlerce kilometre dolaşmayı tercih etmektedir. "Fakat boru hattı uluslararası yatırımcıları çeker. Ve ABD artık bizi bırakamaz," diye ekledi son olarak Rondeli. Akdeniz petrol boru hattı, Gürcistan'ın ulusal güvenliği için Hazar Denizi'ndeki başka herhangi bir ülkeden çok daha fazla önem taşımaktadır. Mikhail Gorbaçov döneminin eski Sovyet Dışişleri Bakanı ve şu anda da 1993'ten beri Gürcistan Devlet Başkanı olan Eduard Şevardnadze, tüm enerjisini petrol boru hattının gerçekleştirilmesine harcamakta. Şevarnadze'nin amacı, tıpkı Orta Çağlarda olduğu gibi Gürcistan'ı Asya'yla Avrupa'yı birbirine bağlayan Büyük İpek Yolu'nun yeniden merkezi haline getirmek. 1999 yılında Ceyhan boru hattı antlaşmasına imza koyanlardan biri olan Şevardnadze, gözlemcilere anlaşmanın Rusya'ya gözdağı verme amacı taşımadığını ifade etmişti. Fakat Tiflis Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü profesörlerinden Rondeli, eski komünist yöneticilerden biri olan Şevardnadze'nin bu sözlerine kendisinin bile inanmadığını düşünüyor. "Ruslar daima bizim düşmanımız olmuşlardır ve bu durum günümüz için de geçerlidir. Biz Gürcüler için bağımsız bir politika hep Rus karşıtı olmak zorundadır." Sovyet döneminde yabancı konuklar için dans gösterileri yapan tiyatro kumpanyasından başka bir şey olmadıklarını düşünen Rondeli, "Bağımsızlığı34 miza kavuştuğumuzdan beri Moskova, bizi istikrarsızlığa sürüklemek ve bölmek için elinden gelen her şeyi yapıyor," demektedir. Rondeli, Rustaveli Meydanı'ndan birkaç adım ötedeki Iveria Oteli'ni gösterdi. Bir zamanlar konaklamak için Tiflis'in en iyi yerlerinden biri olan otelin balkonları, 1992-1993 yılları arasındaki kanlı iç savaş yüzünden Karadeniz kıyısındaki ayrılıkçı Abhazya'dan kaçan binlerce Gürcü mülteciye daha fazla yer açabilmek için suntalarla kapatılmış durumda. Zaten otelin odaları da bu mültecilerle dolu. Bu mülteciler, bir zamanlar Gürcistan'ın en cazip ve moda sayfiye yeri olan Abhazya'daki çatışma ve etnik temizlikten kaçan 3,000 kişiden sadece bir bölümü. Abhazya'da yaklaşık 8,000 kişi yaşamını yitirmiş. Iveria, şu anda Tiflislilere sürekli olarak bitmemiş işleri hatırlatan bir ajanda gibi sanki. Gürcistan'ın bağımsızlığına kavuşmasından sonraki ilk 10 yıl iç savaşlara, siyasi anarşiye ve ekonomik kaosa sahne oldu. 1990 yılında, 5 milyonluk bu küçük ulus, romantik aşırı milliyetçi Zviad Gamsakurdiya'nın liderliğinde komünist olmayan bir hükümet kuran ilk Sovyet cumhuriyeti oldu. Ülke, Gamsakurdiya'nın Aralık 1991 yılında şiddet kullanılarak devrilmesinden sonra, 1972'den 1985 yılına kadar Gürcistan'daki Komünist Par-ti'nin başkanlığını yapan Şevardnadze'nin Moskova'dan yurda dönerek Başkan seçilmesine kadar ağır bir bunalıma sürüklendi. İktidardaki ilk aylarında Şevardnadze, sınırları Tiflis'in kuzeyine sadece birkaç kilometre uzaklıkta bulunan Abhazya ve Rus yanlısı Güney Osetya eyaletleri ülkeden pratikte koptukları için ülkesinin fiilen parçalanmasına şahit oldu. Daha da kötüsü, Türkiye sınırındaki Acaristan'ın başkanının Tiflis’teki merkezî hükümetin talimatlarına uzun süredir kulak



asmamasıdır. Çökmenin eşiğine gelen Gürcistan, tam bir "başarısız ulus" örneğidir. Rondeli'ye göre, "Moskova sözde barış koruma gücü adı altında Gürcistan'a askerlerini geri gönderebilmek için iç savaşları kışkırtmakta ve körüklemektedir." Tiflis'te birçok kişi de Ronde-Ü'nin bu düşüncesini paylaşmaktadır. 1994'te Abhazya'da ateşkes 35 sağlanması karşılığında Rusya, Gürcistan'ı Sovyetler'in ardılı olan Bağımsız Devletler Topluluğu oluşumuna katılmaya zorladı. "Bugün Moskova'nın ülkemizde 16,000 askeri var. Ruslar böylece Güney Kafkasya'da işlerine yarayan çatışmaları körükleyebiliyorlar," diye yakınıyor Rondeli. Rusya, herhangi bir yasal temeli olmaksızın ve Tiflis'in sürekli protestolarına rağmen, Gürcistan'da Sovyet dönemine ait 3 askerî üs ile tersanedeki varlığını sürdürmektedir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AĞIT), 1999 zirvesinde Rusya'nın Gürcistan'daki üslerini kapatması için Tiflis'le müzakerelere başlaması çağrısında bulunmuş, fakat Moskova bu çağrıya henüz bir yanıt vermemiştir. Rondeli'ye göre, Rusya, müzakere ve ortaklıktan ziyade hâlâ askerî gücüne dayanmakta ve doğrudan denetim kurmaya çalışmaktadır. Rusya için Gürcistan, Güney Kafkasya'da kilit ülkedir. "Bağımsız olma isteğimiz Moskova'da nankörlük olarak görülmektedir." Sovyetler Birliği'nin dağılma sürecinde Gorbaçev'in Dışişleri Bakanlığı'nı yaptığı için Moskova'daki birçok kişi tarafından hain olarak görülen ve nefret edilen Başkan Şevardnadze birkaç suikast girişiminden kurtulmayı başardı. Ağustos 1995'te bomba yüklü bir araç parlamento binasının önünde patladı Şubat 1998'de limuzinine el bombalarıyla düzenlenen saldırıda şoförüyle bir koruması yaşamını yitirdi. 1995 saldırısını düzenlediğinden şüphe edilen dönemin Devlet Güvenliği Bakanı Igor Gi-orgadze, Rusya'ya kaçarak güvenli ve müreffeh bir sürgün yaşamı sürmektedir. Gürcülerin, Giorgadze'nin derhal iade edilmesine ilişkin taleplerini Ruslar duymazlıktan gelmektedirler. "Er ya da geç, Ruslar bize doğrudan saldıracaklar. Böyle bir durumda Amerika bizim yanımızda mı yer alacak, yoksa arkasını mı dönecek, işte yanıtlanması gereken soru bu. Bu sorunun yanıtını boru hattı belirleyecek," diye konuşmasına devam ediyor Rondeli. Ayrıca Çeçenistan savaşı da iki ülke arasındaki ilişkileri geren başka bir sorun. 1999'dan beri Moskova, Tiflis'i Çeçen isyancıların Gürcistan dağlarında saklanmalarına izin vermekle suçluyor, isyancıların Rus ordusundan Pankisi Gorge'a 36 kaçan 5.000 kadar Çeçen mültecinin arasına sızdığı söyleniyor. Tiflis'e 2 saat uzaklıktaki kuzeydoğu Gürcistan bölgesi, adam kaçırma, şantaj ve saldırı fiillerine karışmış suçlular için güvenli bir bölge niteliğinde. Caydırıcılıktan uzak ve demoralize olmuş Gürcü güvenlik güçleri, saldırıya uğrayacakları korkusuyla Pankisi'ye girmeye cesaret edemiyorlar. Ayrıca Ağustos 2000'de 4 Kızıl Haç hemşiresinin kaçırılmasından sonra uluslararası yardım kuruluşları bölgedeki faaliyetlerini askıya almış durumdalar. 11 Eylül saldırılarından sonra yüksek düzeyli Rus politikacıları Washington'un El Kaide'ye karşı kullandığı meşru müdafaa hakkının aynısını Gürcistan'daki Çeçen “Terörist"lere karşı kullanma hakları olduğunu iddia ettiler. Rus savaş uçakları Çeçenya sınırındaki köyleri 1999'dan beri zaten 2 kez bombalamıştı. Was-hington'un desteklediği Başkan Şevardnadze, bir taraftan yaralı Çeçen isyancıların Pankisi'de tedavi edildiklerini kabul ederken, bir yandan da girişilen askerî harekâtı şiddetle kınıyordu. "Çeçenlerin ölmesine niçin izin verelim?" diye sordu Rondeli. "Her şeyin ötesinde onlar bizim komşumuz ve biz onlarla daima iyi geçindik. Büyük bir savaşçı ulus ve onlara saygı duyuyoruz." Diplomatın yüzünde müstehzi bir gülümseme belirdi. Daha 10 yıl öncesine kadar Gürcistan iç savaşında Şamil Basayev ve Ruslan Galaev gibi birçok komutan Abhazların yanında savaşarak yüzlerce Gürcü sivili öldürmüştü. Halbuki o zamanlar Ruslar, Rus ordusu tarafından eğitilen ve silahlandırılan Çeçenleri terörist olarak damgalamıyorlardı. "Bunların hepsi biz Kafkaslarla Ruslar arasındaki büyük oyunun bir parçası," diye devam etti Rondeli. "Fakat Çeçenistan'daki savaş denetimden çıkarsa Kafkas halkları olarak kendimizi Thomas Hobbes'un bellum



omnia contra omnes -herkesin herkese karşı savaşı- dediği şeyin ortasında buluruz. Washington, Ruslar'ın Pankisi'deki Çeçen militanlara karşı askerî güç kullanma tehditlerini çok ciddiye almaktadır. Mayıs 37 2002'de Pentagon, 500 kişilik seçkin bir ABD özel kuvvetler birliğini, ülkenin hırpani ordusunu terörle mücadelede eğitmek üzere Gürcistan'a gönderdi. Sovyetler Birliği'nin çökmesinden bu yana Kafkaslar'a yerleştirilen ilk önemli askerî birliğiydi bu. Yeşil bereli eğiticiler arasında dağ ve gerilla savaşı uzmanları da bulunmaktaydı. Düzenli ordudaki askerler aylık 20 dolar alırken, yeni anti-terör birliklerindeki Gürcü askerlerin maaşı 190 dolardır. Pentagon'un 64 milyon dolarlık yardım programı, Gürcistan ordusuna yeni küçük silah ve cephane, üniforma ve muhabere ekipmanı sağlanmasını öngörmektedir. 17.000 kişilik Gürcistan ordusu da yeni savaş helikopterleri dahil olmak üzere ABD'den askerî yardım almaktadır. ABD hükümeti Gürcistan'daki varlığını, Afganistan'dan kaçan Pankisi Gorge'a kaçtığından şüphelenilen çok sayıda El Kaide militanıyla açıklasa da, Başkan Şevardnadze, ABD'nin askerî varlığını "Gürcistan devletinin güçlenmesi ve kalkınması için çok önemli bir etken" olarak nitelendirmektedir.16 Önceleri Rus hükümeti, "sineye çekme" tutumu sergiliyordu. Başkan Vladimir Putin, 2002 Mart'ının başlarında, Amerikan askerlerinin Kafkaslar'daki varlığının "bir trajedi" olmayacağı yorumunda bulunmuş ve "VVashington'a Pankisi Gorge'daki teröristlere karşı işbirliğinde bulunma güvencesi vermişti. Fakat Moskova güç hiyerarşisinin, özellikle de askerî hiyerarşinin tepesindeki yetkililer, bu asırlık Rus nüfuz bölgesine ABD'nin girmesine karşı çıktılar. Nitekim Nisan 2002'de Savunma Bakan Yardımcısı Alexander Kosovan, Gürcistan'daki ABD askerlerinin varlığının "her Rus askerini endişelendirmesi gerektiğini" söylüyordu.17 Bundan yalnızca birkaç ay sonra, Pankisi Gorge'da tekrar yükselen gerilim ciddi bir uluslararası bunalıma dönüştü. Temmuz ayının sonunda Çeçen savaşçıların 8 Rus sınır muhafızını 16 Moscow Times, 20 Mayıs 2002. 17 International Herald Tribüne, 29 Nisan 2002, s.8. 38 öldürmesi üzerine gerilim tırmanmış ve çatışmaya dönüşmüştü. Rus yetkililerin iddiasına göre, saldırılar Gürcistan üzerinden yapılmıştı Meydana gelen şiddetli çatışmalarda 7'si yaralı 14 silahlı militan Gürcistan'a kaçmış ve burada da yerel makamlar tarafından tutuklanmıştı. Başkan Putin militanların derhal iadesini istedi fakat Şevardnadze, Moskova'dan tutuklanan militanların terörist faaliyetlere katıldıklarına dair somut kanıtlar göstermesini isteyerek bu talebi geri çevirdi. Kremlin, Rus ordusuna Pankisi'de temizlik operasyonu yapmaya hazır olma emri vererek bu duruma hiddetle karşılık verdi. "Uluslararası topluluk sadece Afganistan'daki terör yuvasını dağıttı," diyordu Savunma Bakanı Sergey Ivanov öfkeyle. "Hemen yanı başında yeni bir terör yuvası olarak ortaya çıkan Gürcistan'ı da unutmamalıyız."18 Ağustos 2002'de haber ajansları, Rus savaş jetlerinin Panki-si'deki köyleri bombalayarak bir sivili öldürdüğünü bildirdi. Öfke içindeki Gürcistan parlamentosu, olağanüstü oturumda toplanarak, hükümeti Gürcistan'daki Rus üslerinin tek taraflı olarak kapatılması için bir takvim belirlemeye ve Gürcistan'dan kopan Abhazya'daki Rus barış koruma gücünün görevine derhal son vermeye çağırdı. New York'ta Gürcistan'ın Birleşmiş Milletler nezdindeki büyükelçisi, Rusya'yı saldırganlıkla suçlayarak, Güvenlik Konseyi'nden Moskova'nın içinde bulunduğu bu "aleni uluslararası hukuk ihlali"ni ele almasını istedi. AGİT gözlemcilerinin de doğruladığı ve Washington'un sert uyarılarına neden olan saldırılara rağmen Kremlin bunların varlığını resmen inkâr etti. Beyaz Saray'a göre bu saldırıları, sözcü Ari Fleischer'm deyimiyle, "Gürcistan'ın egemenliğinin ihlali"ydi. Beyaz Saray sözcüsüne göre saldırılar, Moskova'nın verdiği, Gürcistan'ın "bağımsızlığı ve ülke bütünlüğü "ne ilişkin güvencelerle bağdaşmamaktaydı. Ruslar'ın Pankisi'de başka operasyonlara girişmesini önlemek için Şevardnadze, İçişleri Bakanına Çeçen militanları araması için 18 New York Times, 15 Ağustos 2002.



39 Pankisi vadisine asker göndermesi talimatını verdi. Operasyon günlerce önceden duyurulduğu ve böylece gerillalara bölgeyi terk etmeleri için zaman tanındığı için elleri boş döndüler. Yapılanlardan tatmin olmayan Rus hükümeti, tehdit edici ve yüksek sesli diplomasisini daha da sertleştirdi. Rus Federal Güvenlik Servisi (Federal Security Service -FSB- daha önce KGB) Başkanı Nikolai Patrushev, Eylül ayının ortalarında, "Elimizde uluslararası teröristlerin Gürcistan'da saklandığına ilişkin kanıtlar mevcut. Onları etkisiz hale getirmek ve Rus topraklarına sızmalarını önlemek için güç kullanacağız," diyordu.19 Ekim'in başında, Putin ve Şevardnadze arasında Moskova'da gerçekleştirilen ve 11 saat süren görüşmenin ardından iki devlet başkanı, aralarındaki soğukluğa son vermiş gözüküyorlardı. Moskova'nın isteklerine sürekli olarak ayak diremekten yorgun düşen Gürcistan Devlet Başkanı sonunda, yazın gözaltına alınan Çeçen militanları Rusya'ya vermeyi kabul etti. Pankisi'deki Rus askerî operasyonu Moskova'nın Güney Kafkasya'da hâlâ hesaba katılması gereken bir güç olduğunu göstermişti. Kremlin, Hazar petrol ve gazının Batı piyasalarına ihraç edilmesinde kilit ülke konumundaki Gürcistan'ı kendi yörüngesine çekmek için hâlâ Pankisi'yi müdahale bahanesi olarak kullanmaya devam etmektedir. Gürcistan'daki Amerikan askerî varlığı Akdeniz petrol boru hattı yatırımcılarına belli bir güvenlik hissi verse de, yatırımcılar Gürcistan'daki iç kaosun, yolsuzluğun ve haydutluğun boyutları hakkında endişe duymaya devam etmektedirler. Gürcistan'ın güneybatısında ülkenin neredeyse dörtte birlik kısmını kaplayan ve Türkiye istikametine doğru inşa edilecek petrol boru hattının üzerinden geçmesi planlanan Acaristan'a yaptığım bir hafta sonu gezisi sırasında bu durumla ilgili ilk elden izlenimler edindim. Tiflis'e kalkan son otobüsü kaçırdığım için, başkente giden dost canlısı bir Gürcü beni de aracına almıştı. 35 yaşında bir 19 Moscow Times, 20 Eylül 2002. ? ' " ? 40 elektrikçi olan Giorgi, Almanya'dan ikinci el satın aldığı koyu mavi Volkswagen Golfuyla Türkiye'den geliyordu. "3.000 kilometrelik uzun bir yolculuk için benzine çok para harcasam da, bu Golf Gürcistan'daki emsallerine göre hâlâ ucuza geliyor," dedi. Birkaç mil gittikten sonra bir polis kontrol noktasında durdurulduk. "Alman plakasını gördüler," diye kulağıma fısıldadı Giorgi. "Bu pahalıya patlayacak." Tek odalı bir binanın içinde 4 kişi vardı. Kalın belleri yüzünden düğmeleri kapanmayan üniformaları tıpkı birer kanadı andırıyordu. Dediklerine bakılırsa Acaristan'daki yolları kullanmanın ücreti 50 dolardı. Giorgi'nin yalvarıp yakarmaları bu miktarı ancak 30 dolara çekebildi. Duvar'da, özerk bölgeyi kendi özel derebeyliği gibi yöneten Acaristan Başkanı Aslan Abaşidze'nin çerçeveli bir portresi asılıydı. Abaşidze, Tiflis'ten gelen herhangi bir müdahaleye müsamaha göstermediği ve Federal Maliye Bakanına vergi gelirlerinden hiçbir pay vermediği gibi düzenli olarak (ve alenen) Başkan Şevardnadze'yi de aşağılamaktadır. Acarların savaşçılığı, Abaşidze'nin Batum yakınlarında konuşlanan Rus askerlerinin komutanıyla olan sıkı dostluğundan kaynaklanmaktadır. Birçok Gürcü'nün nazarında Abaşidze, Rusların Akdeniz petrol boru hattına erişim aracı olan Moskova kuklasından başka bir şey değildir. Giorgi Gürcistan'daki aylık ortalama gelirin neredeyse yarısına eşit olan 20 dolarlık bir banknotla polisleri razı etti de, güzel ve ıssız Karadeniz kumsalları boyunca uzanan çukurlarla dolu yola öyle devam edebildik. Yaşlı köylü kadınları yolun kenarına oturmuş, kavun, kurutulmuş biber ve böğürtlen satıyorlardı. Özerk bölgenin başkenti Batum'a geldiğimizde başka bir çeteyi bizi beklerken bulduk. Polislerden biri, beyaz bir sopayla Giorgi'ye arabadan çıkmasını işaret etti. Batum bir zamanlar, Rotschild'ın 1883'te inşa ettiği demiryolu hattıyla Baku'ya bağlanan dünyanın en önemli petrol limanıydı. Aynı zamanda Baku petrollerini Batı piyasalarına ulaştıran ilk limandı Batum. Ağustos 1892'de dünyanın ilk modern petrol 41



tankeri, murex,'Batum'da petrol yüklenerek Süveyş Kanalı üzerinden Singapur ve Bangkok'a petrol taşımıştı. Bugün Batum limanı daha kuzeydeki Poti limanını kullanmayı tercih eden modern tankerler için çok küçük kalmıştır. Artık şehrin en önemli para kazanma kaynağı, öyle gözüküyor ki, gelen yabancılardan rüşvet toplamak -eğer Batum'dan geçmek istiyorsanız bedelini ödemeye hazır olun. Tıpkı Orta Çağlardaki yol kesme mantığı geçerli buralarda. "Fakat her 2 kilometrede bir hepinize para veremem ki ben," diye patladı sonunda Giorgi. Geçerli bir serzeniş olduğu için, polisler durumu anlayışla karşılayıp bize indirim bile yaptılar. 30 dolara diğer tüm kontrol noktalarından transit geçişimizi de sağlayacak bir kıyak yapmayı önerdiler bize. Giorgi kabul etti ve genç bir polis Giorgi'nin Golfunun direksiyonun başına daha çok bir oto hırsızı gibi geçti. Yaptığımız pazarlığın karşılığında bir "eskort"umuz olmuştu. Her 300 metrede bir bizi durdurmaya çalışan polisler çıktı karşımıza. Sürücümüzü gördüklerinde geriye çekilerek yolu açıyorlardı. Bazıları düş kırıklığı yaşarken, kimileri de memnun olmuş gözüküyordu. Polisle tek kelime konuşmayan Giorgi, "Rüşvet almak için birbiriyle yarışan birkaç polis çetesi var. Gülümserken gördüklerimiz eskortumuzla aynı birimden oldukları için akşam toplanacak parayı paylaşacaklarını biliyorlar," diye açıkladı. Batum'un çirkin beton binaları, eski Volga arabaları ve at arabaları aracımızın camından hızla akıp geçiyordu. Yakındaki petrol rafinerisinden geçen bir demiryolunda 2 Rus subayı gülerek sürücümüzü selamladı. Eskortumuz arabayı deli gibi kullandığından, yeni aldığı Golfu için endişelenen Giorgi'nin beti benzi atmıştı. "Ticari bakış açısıyla bu kadar hızlı gitmemiz anlaşılabilir bir şey," diye açıkladı Giorgi. "Polis ne kadar hızlı giderse o kadar fazla sayıda eskortluk yapabilir." 20 dakika sonra Acaristan ile komşu eyalet arasındaki sınıra ulaştık. Sürücümüz arabayı bir polis kontrol noktasında durdurarak, tek kelime etmeden aşağı 42 indi ve kendisine sırıtan arkadaşlarının yanına seğirtti. Tekrar direksiyonun başına oturan Giorgi içini çekerek "Almanya'dan yola çıktıktan sonra Balkanlar'dan Türkiye'ye kadar tüm polisler bana olması gerektiği gibi davrandı. Ama vatanım Gürcistan'da düpedüz soydular beni," dedi. Gürcistan'ı pençesine alan yaygın yolsuzluk, Amerikan Büyükelçiliği'nde ekonomi analisti olarak çalışan Nia Lomadze'yi de öfkelendiriyordu. Tiflis'e döndüğümde Kura Nehri'nden eski Tiflis şehrine doğru bir yürüyüş yapmak üzere sözleştik. Şehirde daha önceki etnik çeşitliliğin izleri hâlâ göze çarpıyordu. Ermeni kiliseleri, bir sinagog ve bir Sünni camii hâlâ yan yana duruyordu. Yürürken ardımızda bıraktığımız evlerin çoğu harabeye dönüşmüştü; bir zamanlar muhteşem olduğu anlaşılan ahşap merdivenler ve balkonlar artık onarılamaz bir biçimde zarar görmüştü. Bazı binalar sanki deprem olmuş gibi çökmüştü. Akasyalarla kaplı küçük bir meydanda, tekerlekleri sökülmüş ve parçalanmış pencerelerin arasından dal budak salmış küçük dallarıyla sürücü koltuğundan bitmiş bir ağacın göze çarptığı 1960 model bir Volga'ya rastladık. Bir ekonomist olarak Lomadze, bu görüntülerdeki romantizmle haliyle pek ilgilenmiyordu. "1980'lerin sonunda Rusya'dan bağımsızlığımızı kazanırsak ot yemeye bile razı olacağımızı söylüyorduk -işte şimdi neredeyse bu durumdayız." 38 yaşındaki Lomadze, ABD Büyükelçiliği'nde ülke ekonomisini analiz ederek Gürcistan'da yatırım yapmayı düşünen Batılı şirketlere arada bir tavsiyelerde bulunuyor. "Onlara sunduğum manzara çok bulanık. Ekonomimiz bütünüyle çökmüş durumda. İnşa edildiği takdirde büyük petrol boru hattı da, bu durumu pek değiştirmeyecek." Ülkeye gelen yabancı yatırım 30 milyon dolar gibi önemsiz bir rakam. Ülkenin en büyük yabancı yatırımcısı olan ABD merkezli AES şirketi, yaygın yolsuzluk nedeniyle ülkeyi terk etmeyi düşünüyor. Yolsuzluk ve kayırmacılık korkunç düzeylere ulaşmış durumda. Lomadze, tipik örnek olarak, Gürcistan'daki elektrik enerjisi43 ni örnek gösterdi. Ülkenin çoğu kesiminde, elektrik günde sadece 1 saat veriliyor. Giorgi ile yaptığım yolculuk sırasında yolumuz üzerindeki köylerin ve küçük kasabaların neredeyse bütünüyle karanlık içinde olması dikkatimi çekmişti.



Sadece özel kişilere ait birkaç dizel motorlu jeneratörün ürettiği elektrik sayesinde kerosen lambalarını yakabiliyorlardı "Elektrik faturalarının sadece üçte biri ödeniyor," dedi Lomadze. "İnsanlar faturaları ödemek yerine, gelen denetçilere rüşvet vermeyi tercih ediyorlar, denetçi de aldığı rüşvetin bir kısmını amirlerine veriyor. Ve bu çark böyle sürüp gidiyor. Aslında insanların kerosen lambalar için ödedikleri para elektrik için ödeyeceklerinden daha pahalıya patlıyor ama bunun farkında değiller." Ülke endüstrisinde reform yapılması da olası gözükmüyor, zira ülkenin kerosen işini 1 Başkan'ın yeğeni Nugzar Şevardnadze denetim altında tutuyor. "Fakat halk bunların hiçbirini umursamıyor: herkes dürüst çalışmakla hiçbir yere varılamayacağının farkında. Biz kaynağını hiç sorgulamadan zenginliğin getirdiği güce saygı duyarız." Geleneksel olarak, ilişkiler ve bağlantılar her zaman hukuk düzeninden daha ağır basıyor Gürcistan'da. "Bu klan tipi örgütlenmiş bir toplum modeli," dedi Lomadze. Sohbetimiz devam ederken Rustaveli Bulvarı'na gelmiştik. Tiflis'in bu güzel ve ağaçlarla kaplı gezinti yolunda yürürken, Berlin'in teslim olmasından sonra Alman savaş esirleri tarafından yapılan parlamento binası solumuzda belirdi. 9 Nisan 1989 tarihinde Moskova'nın Abhaz ayrılıkçıları desteklemesini protesto etmek için açlık grevine giden göstericilere, Sovyet İçişleri Bakanlığı'na bağlı özel birlikler parlamento merdivenlerinde saldırmıştı. Göstericilerden biri de Lomadze'ydi. "Ruslar tanklarla geldiler," diye hatırladı Lomadze. "Ve küreklerle bize saldırdılar. Düşünebiliyor musunuz, küreklerle! Başlangıçta Gorbaçov yönetimindeki Rusların hâlâ bize böyle davranabilmelerine şaşırmış, gözlerimize inanamamıştık." O gün 21 gösterici öldürüldü. Şe-. hitlerin tek bir amacı vardı: Rus yönetiminden kurtulmak. Batılı ülkeler başlangıçta Gürcistan'ın bağımsızlığına karşı 44 . destekleyici bir tutum takınmışlardı. Özellikle Almanya'da Şevardnadze'nin popülaritesi, eski Sovyet Dışişleri Bakanı Gorbaçov'la birlikte iki Almanya'nın 1990 yılında birleşmesinin mimarlarından biri olarak görüldüğü için hayli yüksektir. Gürcistan'ın baş müttefiki ABD, Şevardnadze'nin ülkesini bir türlü düzlüğe çıkaramamasından dolayı gün geçtikçe hoşnutsuzluk duymakta. "Birçok Batılı diplomat gibi Amerikalılar da ülkemizdeki yolsuzluklardan artık yaka silkiyor. Sabırları tükenmek üzere," dedi Lomadze. İki parlamento muhafızı, Tiflis'in sayısız dilencilerinden birini kovaladı. 20 lariden (10 dolar) az bir emekli aylığıyla geçinmek zorunda kalan yaşlıların çoğu, Tiflis'te dilencilik yapıyor. Aralık 1991'de Gamsakurdiya rejimine karşı tezgâhlanan darbe girişimi sırasında meydana gelen sokak çatışmalarında 200'den fazla kişi yaşamını yitirmişti. Parlamento'nun ön cephesindeki kurşun delikleri sıvansa da, bu çatışmaları hatırlatırcasına göze çarpıyordu. "Biz Gürcüler, zamanımızı ve uluslararası toplumun bize duyduğu sempatiyi kaybettik," dedi Lomadze üzüntüyle. "Hala kendimizi yönetmeyi öğrenemedik. Özgürlüğün sorumlulukla iç içe olduğunu artık anlamak zorundayız." Birkaç gün sonra, bir otobüse binerek Kura Nehri kenarında kurlu bir endüstri şehri olan ve Tiflis'e bir saat uzaklıktaki Gori'ye gittim. Sonraları Stalin, "çelik adam" olarak bilinecekjoseph Vissarionovich Dzhugashvili, 21 Aralık 1879 tarihinde bu şehirde doğdu. Sovyet diktatörünün Hazar bölgesindeki acımasız politikaları, özellikle de bütün etnik grupların yerleri değiştirilerek sınırların keyfi bir biçimde çizilmesi, bölgede meydana gelen bir-Çok çatışmada izlerini hâlâ hissettirmektedir. Belki de Stalin günümüzde Avrasya'da meydana gelen mücadeleyi, yani Yeni Büyük Oyun'u başlatan en önemli tarihi kişiliktir. Alkolik bir babanın ve çamaşırcı bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen Stalin, yetişme döneminin büyük çoğunluğunu Go45 ri'de geçirdi. Oğluna "Soso" ismini takan Stalin'in annesi onun rahip olmasını istiyordu. Küçük Joseph önce Gori'deki kilise okuluna yazıldı, 15 yaşına gelince de Tiflis'teki İlahiyat Fakültesi'ne gönderildi. Marksist metinlerle ilk kez bu şehirde karşılaşacaktır. Stalin'in yaşamındaki Gori sayfası kısa sürmekle birlikte, kendi ismini taşıyan şehir meydanında yaklaşık 20 metre uzunluğunda çelikten bir heykeli bulunmaktadır. Gri bir palto giyen Sovyet lideri proleter kitleleri selamlar. Bu



heykel, 1950'lerde Wismar'dan Vladivostok'a kadar Sovyet imparatorluğundaki bütün küçük şehirleri süsleyen binlerce anıttan biridir. Stalin Caddesi boyunca gidildiğinde, heykelden fazla uzakta bulunmayan ve 1957 yılında inşa edilen Stalin Müzesi'yle karşılaşıyoruz. Yapım tarihi ilginç: ardılı Nikita Kruşçev'in 20. Parti Kongresi'nde öncelinin işlediği suçları eleştiren konuşmayı yapmasından bir yıl sonra. Müzede çok sayıda fotoğraf, yabancı konukların verdiği sayısız hediye ve diktatörün Kremlin'den Gori'ye gönderilen özel eşyalarını sakladığı dolabı sergilenmekte. Diktatörün 20. yüzyılın başlarında çekilmiş bir resmi var. Yüz hatları ve uzun saçlarıyla şaşırtıcı derecede yakışıklı bir adam var resimde. Çok geniş kapsamlı olsa da müzede 1930'ların Büyük Temizliğini ya da Stalin'in Hitler'le yaptığı paktı hatırlatacak hiçbir şey sergilenmiyor. Stalin müzesinde yaptığım gezi, 1972 yapımı bir Rus MI-8 helikopterine binerek, Yeni Büyük Oyun'daki önemli bir savaş alanı olan ayrılıkçı Abhazya'ya gitmeden önce verdiğim kısa bir molaydı. Helikopterin tepesine asılı uzun ve eğri pervane, dev gibi bir kırık şemsiyeyi andırıyordu. Kokpitin kapısı açıldı ve 2 Ukraynalı pilottan biri ağır bir aksanla konuşarak beni selamladı: "İçeri gelin! Hoş geldiniz! Sorun değil, sorun değil, üzülmeyin!" dedikten sonra, kesif bir Votka kokusu yayıldı ortalığa. Ağzındaki bir dizi altın diş, sabah güneşinin yansımasıyla parıl parıl parlıyordu. Pek konforlu ve güvenli olmayan bir BM helikopteriyle uçu. ? 46 yorduk. Kriz bölgelerinde Birleşmiş Milletler'in faaliyetlerine tanık olan herkes BM logosunun ve mavi bayrağının yerel koşullar ve karar alıcıların izin verdiği ölçüde değer taşıdığını bilir. Gürcistan'da BM Askerî Gözlem Gücü'nün (Military Observer Group of the United Nations in Georgia -UNOMIG) bütçesi birkaç eski Rus helikopterini satın almaya yetmektedir ancak. BM'nin eski Sovyetler Birliği'ndeki misyonunun yerel ürünlerle yürütülmesi politikası belki anlaşılabilir, fakat Batı Afrika'da bulunan Sierra Leone'ye gerçekleştirdiğim bir ziyaret sırasında, BM'nin en büyük barış koruma misyonunun bile aynı külüstür Rus MI-8 helikopterlerini kullandığına tanık olmuştum. Bu helikopterler, çıkardıkları arızalar sonucu birçok kez düşerek, her seferinde onlarca BM görevlisinin yaşamını yitirmesine yol açtı. Abhazya'ya ulaşmamın başka bir yolu bulunmadığı için, bunu bile bile yine de bu helikopter yolculuğunu yapmak zorunda kaldım. Özerk bölgede uçuş yapılan hiçbir havaalanı olmadığı gibi bölgenin 10 yıl önce kopmasından bu yana Tiflis tarafından top-yekûn abluka uygulanıyor. Tüm kara ve demiryolları kesilmiş, Inguri Nehri boyunca uzanan sınırda ise yoğun olarak mayın döşenmiş durumda. Abhazya, eyalette konuşlandırılmış 1.700 Rus askerinin kontrolü altında. 1993'ün sonlarında iki rakip ordu arasında barış sağlama bahanesiyle kuzeybatı Gürcistan'a doğru yürüyen Rus askerleri o zamandan beri bölgede. Rus askerleriyle yapımı planlanan Akdeniz petrol boru hattı ve BP AMOCO'nun Baku'da işlettiği petrol yataklarını Poti limanına bağlayan mevcut boru hattı arasında yalnızca bir günlük yürüyüş mesafesi bulunuyor. Rus askerleri Poti'nin güneyindeki Acaristan eyaletinde bulunan diğer Rus askerleriyle gerektiğinde Çabucak bağlantı kurabilir. Daha da önemlisi, 300.000 Gürcü mülteci Rusların desteği olmaksızın Abhazya'daki evlerine dönemez, bu durum da Gürcistan'ın Batı'yla daha da yakın ilişkiler kurmasını zorlaştırıyor. Dolayısıyla Abhazya, Güney Kafkasya'daki petrol boru hatları oyununda eski sömürgeci gücün elindeki başlıca koz durumunda. 47 Bir keresinde, Rusya'nın Karadeniz'deki Sochi sayfiyesinden Abhazya'ya girmeyi denerken, Rusya'nın Abhazya'daki rolüne ilişkin ilk elden izlenimler edinmiştim. Sınırı geçerken Rus askerleri önümü keserek, "Yabancılar giremez. Abhazya, askerî yasak bölgedir," demişlerdi. Onlara pasaportumdaki Gürcü vizesini gösterdiğimde, "Bu vize diğer tarafta geçmez. Eğer bunu Abhazlara gösterirseniz Gürcistan'a sağ dönemezsiniz. Şimdi kaybolun!" diye harladılar. 2002 yılında Moskova, Abhazya'da yaşayanlara Rus vatandaşlığı vermiş, Abhazların çoğu da bunu kabul etmişti. Tiflis'i kızdırma pahasına, Rus Duması, başka devletlerin ya da



başka devletlere ait bölgelerin Rus Federasyonu'na katılmasına olanak veren bir yasa da çıkardı. Başından beri Gürcistan'daki iç savaşta Rusların parmağı vardı: Şevardnadze, Ulusal Muhafızları Ağustos 1992'de ayaklanmayı bastırmak üzere Abhazya'nın başkenti Sukhumi'ye gönderdiğinde, asiler şehrin kuzeyindeki Rus askerî üssüne sığınmışlardı. Şiddetli bir savaş başlamış, fakat gevşek bir biçimde örgütlenmiş milis grupları orduyu kısa sürede geri çekilmeye zorlamıştı. Milislere, savaş jetleri Gürcü mevzilerini bombalayan Rus ordusu yardım etti. Ayrıca Ruslar Abhazlara silah yardımı da yaptılar ve paralı askerlerini savaşa gönderdiler. Eylül 1993'te Gürcü askerleri Abhazya'dan çekilmeye zorlandılar. Köşeye sıkışan Şevard-nadze'nin önünde, Moskova'dan ateşkes müzakerelerinde bulunmayı istemek dışında bir seçenek kalmadı. Karşılık olarak Kremlin, Gürcistan'ın yeni kazandığı bağımsızlığı kısıtlayarak ülkeyi BDT örgütüne katılmaya, 3 Rus askerî üssünü geri vermeye ve Abhazya'da barış gücü olarak bulunan Rus askerlerini kabul etmeye zorladı. Kokpitin içinde dar ve sert bir koltukta oturuyordum. Koltuğun kenarındaki parçalanmış emniyet kemeri kullanılamaz durumdaydı. Önümdeki çelik duvarın üzerinde eski bir yangın söndürücü asılıydı. Helikopterin içinde sivil giyimli 5 BM görevlisiyle üniformalı bir Güneydoğu Asyalı asker vardı. Gürcistan'daki BM misyonunun tek yaptığı Abhazya'daki sal48 lantılı ateşkesin sürmesini sağlamaktan çok neler olup bittiğini izlemekten ibaret. Bu durum da, Gürcistan misyonunu, Kosova ve Sierra Leone'deki diğer BM barış gücü misyonlarından ayırıyor. 23 ülkeden 100 kadar BM askeri ve bir o kadar da sivil bürokrat eski savaş bölgesinde ateşkes ihlallerini izliyor. BM misyonu, bir politika olarak, Gürcistan'ın toprak bütünlüğünün korunmasını ve bütün mültecilerin evlerine geri dönmesini talep etmekte. Abhaz topraklarının üzerinde uçarken çatışmanın izlerinin göze çarpmaması olanaksız. Hasar görmemiş tek bir ev dahi yok. Bir zamanların köyleri, kararmış çatısız harabelere dönüşmüş. Gördüğüm manzara bana, harabeye dönen Bosna köylerini hatırlattı. Bu sonuca yol açan, düzenli bir savaştan çok, sistematik bir etnik temizlikti. Gürcü ve Abhaz milisler, karşıt etnik grubun köylerini tek tek basarak yakmış, yıkmış, tecavüz etmiş ve öldürmüşler. Altımızda, otlayan birkaç sığır dışında hareket eden hiçbir canlı gözükmüyordu. 20 dakikalık bir uçuştan sonra, Karadeniz kıyısına ulaştık ve kuzeye dönerek alçalmaya başladık. Lzakta zirveleri karlarla kaplı Kafkas dağları uzanıyordu. Gürcistan'ın içlerindeki çorak manzara yerini gür ve zengin bir orman dokusuna bırakmıştı. Gürcistan'ın bu kesimindeki nemli ve ılıman deniz iklimi, burayı bir zamanlar Sovyetler Birliği'nin en popüler tatil beldesi haline getirmişti. Sukrumi havaaları, neredeyse kapatılmış izlenimi veriyordu. Kalkış pistinin sonunda 4 tane eski Rus savaş helikopteri paslanmış ve zifte bulanmış şekilde duruyordu. Onların yanında da üzerinde bir Aeroflot logosu olan bir Tupolev-134 göze çarpıyordu. Yürürken Şevardnazdenin başkanlık jeti olarak kullandığı beyaz bir Jak-40 gözüme ilişti. Şevardnadze bu uçağı, savaşan askerlerin morallerini arttırmak için 1993'te Sukhumi'ye gerçekleştirdiği ziyarette kullanmıştı. Cepheye yaptığı bv ziyaret neredeyse yaŞamına mal oluyordu. Aynı gün Abhaz birlikleri Sukhumi'yi kuŞatarak Şevardnadze ve beraberindekileri hedef almışlardı. 11 saatlik kuşatmanın sonunda, Rus Devlet Başkanı Boris Yeltsin, Ab49 hazların liderini uydu telefonundan arayarak, Şevardnadze'nin gitmesine izin vermesini istemişti. 2 saatlik bir ateşkes sırasında Rus askerleri, Gürcü Başkanını kurtarmışlardı. Şevardnadze, ülkesinin bu en güzel yerinde beyaz jetini bırakarak, Rus askerlerinin sayesinde ölümden kurtulabilmişti. Yeni boyanmış yolcu terminalinin önünde, Sukhumi'deki BM misyonunun siyasi danışmanı Jorose ile tanıştım. Üzerinde şık bir gri takım bulunan Jorose. aslen Ganalıydı ve eski Sovyet imparatorluğunun bu unutulmuş köşesinde hayli tuhaf görünüyordu. "Burası emsalsiz bir yer," dedi Jorese, BM'ye ait dört çekişli beyaz Toyota FrontRunner'la şehre ilerlerken. "Şu anda durum sakin ama gerginlik sürüyor. Akşam olunca silahlar patlamaya başlar yine. Bu insanların neler yapacağını kestirmek çok zor."



Servilerle kaplı sahil yolunun her iki tarafında da çoğu yıkılmış binalar göze çarpıyordu. Manzara, Saraybosna'nın ünlü "keskin nişancı vadisi" boyunca uzanan harabelere benziyordu. Hâlâ Sovyet plakası taşıyan eski Ladalar, yoldaki çukurlara girmemek için çevrelerinde yavaşça dönüyorlardı. Caddelerde sadece birkaç yaşlı insanın bulunduğu hayalet bir şehir görünümündeydi Su-humi. 10 yıl önce Abhazya'da üçte ikisi Gürcü olmak üzere yarım milyon kişi yaşarken, bugün 150.000 kişinin yaşadığı tahmin ediliyor. Duvarlarında top mermilerinin açtığı delikler bulunan çirkin bir beton binanın önünde durduk. "Burası Dışişleri Bakanlığı. Burada kayıt yaptırmanız ve vize için başvurmanız gerek," diye açıkladı Jorose. İyi ama ya vize vermeyi redderlerse? Ganalı gülümseyerek, "Böyle bir şey olmaz. Abhazların her kuruşa ihtiyaçları var. İkinci kata çıkın ve Bay Shamba'nın odasını sorun." Karanlık, boş binanın içi küf kokuyordu. Birkaç merdiven çıkmıştım ki, tırabzanlara sıkı sıkı tutunmuş yaşlı bir adamın merdivenlerden güçlükle aşağıya indiğini fark ettim. Kafasında bir fötr şapka olan yaşlı adamın ceketinde sayısız Sovyet madalyası bulunuyordu. Vize ofisi, zemini yeşil marleylerle kaplı uzun bir koridorun sonundaydı. 4 yaşlı kadın daktiloların başında oturuyordu. Vize verecek olmaları onları heyecanlandırmış olmalry50 di. Kadınlardan ikisi vize başvurusu için uygun formu ararken, bir üçüncüsü de tükenmez kalem aramaya koyuldu. Sadece 20 dolar karşılığında "Abhazya Cumhuriyeti" antetli yeşil bir kâğıt parçası verdiler. Kadınlardan biri "Abhaz hükümeti temsilcilerinden biriyle konuşmak ister misiniz?" diye sordu. Eğer ayarlanırsa neden olmasın diye yanıtladım. Kadın beni beyaz gömlek giymiş ve kravat takmış bir adamın dışarı çıkmak üzere olduğu bir ofise götürdü. Kadının kısık sesle beyaz gömlekli adama bir şeyler söylemesi üzerine adam bana dönerek "Abhazya Dışişleri Bakanı'yla görüşmek ister misiniz" diye sordu. Bakanın kendisiyle mi? Cok şaşırmıştım, başımı sallayarak evet dedim. Böyle bir şey mümkünse elbette. "Tabi ki. Odama buyurun lütfen. Ben Dışişleri Bakanıyım." Dışişleri Bakanı Sergei Shamba'nın masasının arkasındaki duvarda, dikkat çekici göğüslere sahip çıplak bir kadının gerçek ebatlardaki bir resmi asılıydı. Duvarda başka resimler de vardı. Shamba, hepsi de davetkâr pozlar vermiş dolgun hatlı 7 çıplak kadın resmi daha asmıştı arkasındaki duvara. "Fotoğrafları çeken Sukhumi'den bir arkadaşım," diye mırıldandı biraz utangaç bir tavırla Dışişleri Bakanı. Bir zamanların saygın bir arkeologu olan Shamba, Abhazya Cumhuriyeti'ni hiçbir devlet, hatta koruyucusu Rusya bile tanımadığı için, ofisinde kabul edeceği yabancı devlet konuklarından dolayı hiçbir endişe de taşımıyordu doğal olarak. Arada sırada, bir BM temsilcisi ya da bir Rus barış gücü komutanı uğrasa da, Gürcistan'dan kopmasının üzerinden 10 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen Abhazya'da tek bir elçilik ya da konsolosluk dahi açılmadı. Kimsenin tanımadığı bir devletin Dışişleri Bakanı olmak nasıl bir şey? "Bir kere çok fazla resepsiyon yok. Fakat bu önemli değil, resmî tanıma bir gün mutlaka gerçekleşecek." Shamba, okul ve hastane yaptırmaktansa, Gürcülerin öç almak için saldırmalarına karşı ulusal güvenliği güçlendirmenin daha önemli olduğu-nu vurguladı. Rusya, bunlar için size yardım edecektir sanırım? "Moskova, bizim önemli bir müttefikimiz, bu doğru." Abhazya, 51 Rusya'dan silah alıyor mu? "Alıyor" ne olmuş? Gürcistan Amerika'dan silah alıyor değil mi?" "Aslında Rusya" Abhazya'ya uygulanan uluslararası ablukanın korunmasına yardımcı oluyor ve Sukhumi limanına hiçbir yabancı geminin girmesine izin vermiyor," diye konuşmasına devam etti Shamba. "Ruslar bizi kontrol altına almaya çalışıyorlar. Onlar da bizim gerçekten bağımsız olmak istediğimizi henüz anlamadılar. Geçen yıl büyük bir Türk yatırımcı özel yatıyla gelerek burada bir iş kurmak istedi -tabi Ruslar tekmeyi basana kadar kalabildi!" Shamba'nın ses tonu, kabaran öfkesini yansıtırcasına yükseliyordu. Abhazca'dan çok Rusça konuşmayı tercih ediyordu. "Rusların bizi kendi amaçları için kullandığının hepimiz farkındayız. Bu, Rusların oyunu. Kafkasya'da işler her zaman böyle olageldi. Aynı şekilde, Amerikalılar da kendi çıkarları için Gürcüleri kullanıyorlar. Bu petrol boru hattı ve yeni ipek Yolu'nun yardımıyla Amerikalılar Rusları Kafkaslar'dan çıkarmaya çalışacaklar."



Shamba, 11 Eylül sonrasının tipik söylemini kullanarak, "Gürcü hükümeti, uluslararası teröristlere, özellikle de Çeçenlere kucak açıyor. Hepsi birlikte Abhazya'yı yeniden fethetmeye çalışacaklar." Fakat 1990'ların başlarında Gürcüler'e karşı Abhazlarla omuz omuza savaşan, Çeçen milisler değil miydi? 1993 yılında, Rus ordusunun arananlar listesinin en tepesinde bulunan ünlü Çeçen komutan Şamil Basayev, Sukhumi stadyumunda tek başına onlarca sivil Gürcü'nün kellesini uçurmadı mı? "Doğru, fakat artık Ruslar'a karşı yeni bir cephe açarak Moskova'ya karşı giriştikleri mücadelede Şevardnadze'ye bağlılıklarını göstermek istiyor olabilirler. Bildiğiniz gibi, Kafkaslar'da kurulan ittifaklar çok çabuk değişir," diyerek gülümsedi Shamba. "Fakat Şevardnadze dikkatli olmak zorunda. Yakında Ruslar kendi ülkesine de saldırabilirler. Moskova'dan aldığı bilgilere göre, böyle bir şey çok olası." Böyle bir saldırı Abhazya Dışişleri Bakanı'nı elbette memnun edecekti. "O zaman Gürcüler de petrol boru hatlarını unutmak zorunda kalabilirler." 52 Dışişleri Bakanlığı'ndan çıkarken, hâlâ merdivenlerin sonuna gelememiş fötr şapkalı ve Sovyet madalyalı yaşlı adama yine rastladım. Daha ineceği 5 basamak vardı önünde. Şansı yardım ederse Abhazya ilk dış temsilciliğini açmadan önce belki eve ulaşır. BM merkezine giden yol, çok değil 10 yıl önce tüm Sovyet imparatorluğu içindeki en ayrıcalıklı sayfiyelerden birine çıkardı beni. Üzüntü verici bir manzaraydı: Rus emperyal tarzında inşa edilen büyük lüks otellerden sadece, üzerlerinde küçük ağaçlar bitmiş yıkıntılar kalmıştı geriye. Bir asır önce Rus aristokrasinin, önündeki uçsuz bucaksız maviliğe bakarak büyülendiği Hotel Riza'nın kraliyet süitinden geriye kalan ise, binanın kararmış ön cephesinde sallantıda duran bir balkondu. Rododendronlarla ve zakkum ağaçlarıyla kaplı gezi yolu hemen hemen kelleşmiş bir görüntüye bürünmüştü. Birkaç yaşlı adam, şişe kasalarını tabure olarak kullanarak bir okaliptüs ağacının gölgesine toplanmış tavla oynuyorlardı. Uzakta inekler yıkıntıların önünde ödüyorlardı. Rus barış gücü askerlerinin barakaları tam kumsalın üzerindeydi. Barakaların yanında, Rus turistlerin tatillerini geçirirken kullandıkları eski bir sanatoryum vardı. Ruslar buraya, daha şık Soçi şehrinde kalmaya güçleri yetmediği için geliyorlardı. Çevrelerindeki kaosu unutturacak kadar mükemmel Abhaz maden suyu da Rusları buraya çeken başka bir neden olabilir. Kumsalda sımsıkı bikinilerinin içindeki şişman kadınların, kalaşnikoflu muhafızların eşliğindeki görüntüleri eski Sovyetler Birliği'ndeki gerçeküstü manzaralardan sadece biriydi. Saat 20.00'de sokağa Çıkma yasağı başlamasına rağmen, kumsaldakiler kendilerini Sukhumi'deki evlerindeymiş gibi hissediyorlardı sanki. Abhazya'nın para birimi hâlâ Rus rublesi, saatler Moskova saatine göre ayarlı ve St. Petersburg'dan gelen sertliğiyle ünlü (sertlik derecesi No.9 % 16.5 alkol oranı) Baltika birası her yerde var. Fakat barış misyonu -ya da belki biraz turizm- hakkında konuşmaya hevesli bir tek Rus komutan bulamadım. Sıkılmış gözüken 2 nöbet53 çi tarafından korunan barakaların kapısındaki mozaiğe, zevksiz bir mavi kravat takmış Yoldaş Lenin'in resmi işlenmişti. BM merkezinde, beni ateşkes hattına götürecek devriye mangasını beklerken buldum. Manga komutanı, bir Macar olan, kocaman kazınmış kafasıyla Yüzbaşı Zsolt Romvari'ydi. "Abhazya'ya gelmeden önce Balaton Gölü'ndeki bir gece kulübünde fedai olarak çalışıyordum," dedi 36 yaşındaki Romvari muzip bir gülümsemeyle. Bu iş, Macar hava kuvvetlerinde aldığı düşük maaşa destek oluyormuş. Sanki gücünü kanıtlamak istermiş gibi, Romvari yanındaki Pakistanlı bir teğmeni tutarak küçük bir çocuk gibi havaya kaldırıverdi. Yoldan geçen bir Türk yüzbaşı, kısa bir süre durarak bu garip manzara karşısında kıkırdadı. Macar havaya kaldırdığı teğmeni yere bıraktıktan sonra, Pakistanlı selam vererek uzaklaştı. Yüzbaşı Romvari, "Top Gun" tarzı havacı gözlüklerini taktı ve beyaz Toyota FrontRunner'lardan birine doğru yürümeye başladık. BM görevlilerinin seyahatlerinde sürekli olarak kullandıkları toz ve pislik içindeki bu off-road araçları hep cafcaflı varoş oyuncakları gibi dururlar. FrontRunner'ların çok sık çalınmasına şaşırmamak gerek -Kosova'da bir gecede neredeyse 100 tane FrontRunner'ın çalındığı oluyordu.



"Her gece bu yolda hem Abhaz hem de Gürcü tarafına geçerek devriye geziyoruz," diye açıkladı Romvari. "Ateşkese uyulup uyulmadığını ya da düşman orduların askerden arındırılmış bölgeye gizlice asker ya da ağır silah sokup sokmadıklarını araştırıyoruz." Dikkat çekici, yanmış bir binanın önünde Romvari telsiz ile konumumuzu, her şeyin yolunda olduğunu da ekleyerek merkeze bildirdi. "Aslında, çelik yelek giymemiz gerek ama o kadar rahatsız ki," dedi, bütün BM çalışanları gibi silahsız gezen Macar. Buradaki tek yakın tehlike, Kafkaslar'ın her yerindeki gibi, hızla yaklaşan araçları umursamaksızın yolun ortasında oturan ya da uzanan inekler gibi gözüküyordu. Fakat Romvari daha ihtiyatlıydı. "Kodori vadisinden gelen Gürcü partizanlar ateşkes hattını sürekli ihlal ederek bu bölgeye giriyorlar. Daha geçen ay bir Abhaz köyündeki hemen hemen bütün erkekleri öldürdüler. Her iki halk arasında da hâlâ büyük bir husumet var." Tiflis hükümeti, kendilerine "beyaz lejyon", "orman kardeşleri" ve "kobra" gibi adlar takan bu paramiliter grupların bu tür faaliyetlerine göz yumuyor. BM çalışanları haydutlar için kârlı bir iş olarak görüldükleri için saldırı ve adam kaçırma eylemlerinin hedefi durumunda. "Geçen yıl birçok arkadaşımız kaçırıldı fakat birkaç gün sonra serbest bırakıldı." BM asla fidye vermez, bunun yerine Gürcü hükümetini müdahale etmeye zorlar. Peki Rus askerleri ne yapıyor? "Ruslar olmasaydı Gürcü ordusu çoktan Sukhumi'ye geri dönmüştü," diye cevapladı Romvari. "Biz de evimize dönmüştük." Yolun kenarında mayın uyarısında bulunan işaret levhaları vardı. Dünyanın dört bir köşesindeki savaş bölgelerinde mayın temizleme faaliyetinde bulunan en büyük örgütlerden biri olan Halo Trust'a bağlı bir ekip, ellerindeki çubuklarla toprağı dikkatli bir biçimde dürterek mayın arıyordu. Bu çok tehlikeli görev neredeyse 200 kadar yerel görevliye istihdam sağlayarak Halo Trust'ı eyaletin en büyük uluslararası işvereni haline getirmiş. Ateşkes hattının önündeki son köy olan Gali'deki BM üssüne ulaştık. Mayıs 1998'de Abhaz milisler 200 kadar binayı ateşe vererek içlerinde kalan 100'den fazla Gürcü'yü öldürüp 30.000'ini de bölgeden sürünce -Barış gücü olarak bölgede bulunan Rus askerleri tüm bu olan bitenlere seyirci kalmıştı- bu tampon bölgede yoğun bir çatışma başlamıştı. Yüzbaşı Romvari'yle vedalaşarak Gürcü tarafına geçmek üzere olan bir BM konvoyuna katıldım. Konvoy komutanı, Yugoslavya'daki savaştan sonra BM Kosova misyonunda halkla ilişkiler subayı olarak görev yapan eski dostum Avusturyalı Yüzbaşı Stefen. R. idi. "Aslında Priştine'den ayrılırken niyetim Afrika'daki bir misyona atanmaktı ama beni buraya gönderdiler." Güney Afrika yapımı bir Scout'un içinde, Inguri Nehri üzerindeki bir köprüden geçiyorduk. Köprünün diğer tarafında zeytin yeşili üniformala? • 55 ? : rıyla zırhlı bir aracın tepesine oturmuş bir grup Rus askeri gördük. "Rusların," dedi Yüzbaşı R., "burada kendi gündemleri var." Birkaç gün sonra, Gürcü gerillalar Sukhumi'ye giden bir BM helikopterini düşürdüler. Helikopterdeki tüm yolcular ve mürettebat yaşamını yitirdi. İzleyen günlerde çıkan yoğun çatışmalar sırasında 50'ye yakın Abhaz ve Gürcü öldü. Gürcü tarafında ölenler arasında birkaç Çeçen de vardı. Bu da, Kafkaslar'daki istikrara ve Batı'nın petrol çıkarlarına yönelik en büyük tehdidin Çeçenistan'daki savaştan geldiğinin bir başka göstergesi. Bir sonraki bölümde bu konuya değineceğim. ,'•(?? !. ' 56 HAYDUTLAR VE PETROL BARONLARI: ÇEÇENİSTAN Beslan Albukarov, 1994'den 1996'ya kadar süren ilk savaş sırasında Rus askerleri tarafından yakılıp yıkılan başkent Grozni'deki küçük manav dükkânını, Ruslar'ın Çeçenistan'a karşı giriştiği ikinci harekâtın başladığı Ocak 1999'da açmıştı. Karısı ve iki küçük kızıyla birlikte Alburakov, Çeçenistan'ın Kuzey Kafkasya'daki küçük komşusu İnguşetya'ya kaçtılar. Nazran şehrinin yakınında bulunan eski kolhoz MTF Altieno'ya sığındılar. Bu çiftlikte Sovyet döneminde 1.000 tane domuz, 500 tane koyun bulunmaktaydı. Bugün ahırlarda 2.000 Çeçen mülteci yaşam savaşı veriyor. "Bu kamptaki üçüncü kışımıza yaklaşıyoruz ve hepimiz umutsuzuz,"



dedi kısa boylu ama sırım gibi bir Çeçen, kumlu bahçede yürürken. Rüzgâr çevredeki çer çöpü savurdu, ortalığa ağır bir lağım kokusu yayıldı. Bahçenin ortasında, keçeden bir geleneksel Kafkas şapkası takmış ve bir Rus tarım planlamacısıyla el sıkışan bir çiftçinin çelikten yapılmış heykeli vardı "Halklar arasındaki sosyalist kardeşlik, fakat Rus tarzı," yorumunda bu57 lundu Albukarov gülerek. Rus ordusu ve ayrılıkçı isyancılar arasındaki dalaşmadan înguşetya'ya kaçan mültecilerin toplam sayısının 200,000 kadar olduğu tahmin ediliyor. Mültecilerden bazıları çadır kentlerde yaşarken, çoğu da bu eski kolhoz gibi berbat yerlere sığınmak zorunda kalmışlar. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (United Nations High Commissioner for Refugees -UNHCR) bu kampları "spontane yerleşimler" olarak nitelendiriyor. Komünist dönemden kalma anıtın aşağısında, zeytin yeşili büyük bir çadır okula dönüştürülmüştü. Ahşap masalar ve sıralar yazı tahtasının önünde toplanmıştı. "Bu okulu Polonyalı bir yardım kuruluşu yaptı," dedi Albukarov. "Çocuklarımızın burada öğrenim görmesi amaçlanıyordu ama şu anda öğretmen bulmak için hiç para yokmuş. En azından bize söylenen bu." Kampta kendi başına kalmış çocuklar, yıkık dökük beton binaların arasında saklambaç oynuyorlardı. Albukarov, 10 yaşındaki şirin kızı Milona'ya doğru seyirtti. Milona, annesiyle birlikte ilk savaş sırasından beri burada kaldığı için kampı babasından daha iyi biliyordu. Grozni'yle ilgili anıları gitgide kaybolmaya yüz tutmuştu. "Artık tüm arkadaşlarım kamptan," dedi Milona. Albukarov ve ailesinin yaşamakta olduğu uzun ahırlardan birine doğru ilerlemeye başladık. Ortadaki beton koridorun iki yanında demir çubuklarla birbirinden ayrılmış domuz ağılları göze çarpıyordu. Duvara dönüştürülen iğreti suntalar ve kontrplaklarla bu zor koşullarda olabildiğince özel yaşamın gizliliği korunmaya çalışılıyordu. Albukarov ahırın ortasında bulunan kendi "daire"sine girmeden önce ayakkabılarını çıkardı. Ağırlığını hissettiren bu sefil koşullarda, Müslüman ülkelerin hepsinde rastlanan bu basit hareketin özel bir değeri vardı, dolayısıyla ben de aynısını yaptım. Ahırın beton zemini kilimlerle kaplıydı ve bir perde ebeveynlerin kontrplak yatak odasını çocuklarmkinden ayırıyordu Albukarov'un karısı içeride değildi. "Muhtemelen su getiriyor," dedi kocası. Masanın üzerinde bir kerosene lamba vardı, gaz ocağının üze58 rinde bir çaydanlık kaynıyordu. "Elektrik nadiren de olsa veriliyor. En azından başımızı sokacak bir evimiz var." Odada duş ya da lavabo yoktu. Bütün mülteciler, ahırın arkasında bulunan ilkel tuvaletleri paylaşmak zorundaydı. "Kışın tuvalete girmek için soğukta beklemek çok zor oluyor. O yüzden arada bir sıra yüzünden tartışmalar yaşanır," dedi Albukarov. Acaba ne kadar süre burada kalmak zorunda olduklarına ilişkin bir fikirleri var mıydı? Kısa bir sessizlikten sonra, "Barış olana kadar," diye yanıtladı. Barış ne zaman olacak? Bu sefer yanıt daha çabuk geldi. "Son Rus ülkemizi terk edince." Bu savaşın nedeni ne? Yaklaşık bir dakika düşündükten sonra omuzlarını silkerek, "Bilmiyorum. Fakat herkes para için olduğunu söylüyor," dedi Albukarov. 1991 yılının sonbaharında eski Sovyetler Birliği Hava Kuvvetlerinde general olan Cahar Dudayev, küçük Kafkas cumhuriyeti Çe-çenya'nm bağımsız bir ülke olduğunu ilan etti. O zamanlar Moskova bu bağımsızlık ilanıyla pek ilgilenmemişti. Sovyet liderliğinin önünde, ilgilenmesi gereken daha çetrefil sorunlar vardı. Genel Sekreter Mikhail Gorbaçov, daha sonra giriştikleri amansız iktidar mücadelesinde kendisine meydan okuyacak olan Boris Yeltsin'in yardımıyla gerici aşırı komünistlerin düzenlediği darbe girişiminde zar zor ayakta kalabilmişti. Yeltsin, Sovyetler Birliği'nin kendisini feshederek Rusya'ya bağımsızlık vermesi hususunda ısrarcı oldu. 1991'de Rusya'nın dört bir yanına yaptığı ziyaretlerde "alabildiğiniz kadar bağımsızlık alın" diyordu Yeltsin. Ama Çeçenistan gibi eyaletlerin, bu sözleri ciddiye alacağını düşünmemişti. Eyaletlerin birçoğu, bağımsızlık kazanan eski Sovyet cumhuriyetleri gibi, bağımsızlık talebiyle Rusya'nın karşısına dikildiler. Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra Çeçen liderler Rus askerlerinin ülkelerinden çekilmesi için Rusya'yla müzakerelere başladılar. 1992'nin yazına gelindiğinde Çeçen topraklarında tek bir Rus askeri dahi kalmamıştı. Eski Sovyet imparatorluğunun hiçbir yerinde, hatta Doğu Almanya'da dahi Rus askerlerinin bu



kadar çabuk çekildiği görülmüş şey değildi. Elbette bu, Moskova'nın çok kısa bir sürede çark edeceği bir karardı. Çeçen bağımsızlığına müsamaha göstermek Kuzey Kafkasya'daki diğer Müslüman dağlık cumhuriyetlerin de -Çerkezistan, KabardinBalkar-ya, Inguşetya ve Dağıstan- izleyeceği tehlikeli bir örnek olabilirdi. Başkan Yeltsin'e yakın olan güçlü kişiler, ülkenin güney kanadında islâm'ın yayılması olasılığından nefret ediyordu. Üstüne üstlük Çeçen Başkanı Dudayev, Kur'an üzerine ant içerek göreve başlamıştı. Tüm bunlar Rusya'nın Kasım 1994'te Çeçenistan'a saldırmasının altında yatan güdüleri kısmen açıklar. Çeçenistan'ın Yeni Büyük Oyun'daki konumu da aynı derecede önemli bir etkendir, işgalden sadece birkaç hafta önce, Azerbaycan ve uluslararası enerji şirketleri "Yüzyılın Sözleşmesi"ni imzalamışlardı. Fakat Batı'ya doğru inşa edilecek petrol boru hattı eğer gerçekleşmeyecek olursa, Azerbaycan petrolü zorunlu olarak Rusya'nın Karadeniz'deki Novorossiisk limanına yalnızca mevcut boru hattından pompalanmaya devam edilecekti. Bu boru hattı Çeçenistan'dan ve Kuzey Kafkasya'nın diğer bölgelerinden geçmektedir. Eğer Rusya hem Baku'dan gelen petrolden transit geçiş ücreti adı altında kazanç elde etmek, hem de mevcut tek ihraç yolunu Azerbaycan'a karşı koz olarak kullanmak istiyorsa, bu ayrılıkçı cumhuriyetin kontrolünü yeniden ele geçirmek zorundadır. Coğrafi öneminin yanı sıra, Çeçenistan, 19. yüzyılın sonlarında keşfedilen önemli petrol rezervleri üzerinde oturmaktadır. Grozni, Baku'dan sonra Rus imparatorluğundaki ikinci önemli petrol şehriydi. 1980 yılında, Çeçenistan'daki 1.500'den fazla petrol kuyusundan 7.4 milyon varil civarında petrol çıkarılıyordu. Grozni, 1991'de 17 milyon tonluk toplam kapasiteyle 3 dev petrol rafinerisinde 18.000 kişiye istihdam sağlayan önemli bir işleme merkezi haline geldi.20 Grozni, Sibirya, Kazakistan ve No20 Gali, Carlotta and Thomas de Waal, Chechnya: A Smaü Victorious War (MacMillan: Londra, 1997), s. 127. 60 vorossiisk'i birbirine bağlayan boru hatları ağının önemli bir merkeziydi. Sovyet liderliği Azerbaycan petrol yataklarındaki üretimi Baku'nun Grozni üzerinden Batı Sibirya petrol rezervlerine muhtaç kalmasını sağlayacak kadar düşürmüştü. Dudayev'in 1991'in sonunda Çeçenistan'da yönetime gelmesinden sonra başlatılan resmî ablukaya rağmen Ruslar milyonlarca ton ham petrolü Grozni'deki rafinerilere dağıtmaya devam ettiler. Çeçenistan'da petrol gelirlerinin sadece 1993 yılında 800-900 milyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Tüm devlet gelirleri içinde petrolün payı üçte iki civarında. Kanunsuzluk Rus mafyasının petrol işine de sızmasına yol açarak yolsuzluk ve karaborsayı ayyuka çıkarmış. Dudayev'in anarşik yönetiminin sonuna doğru, Çeçen petrol sistemi çöktü. Petrol borularına ulaşabilen herkes petrolü çalarken, rafineri yöneticileri de devasa miktarlardaki paraları zimmetlerine geçirdiler. Bu noktada Moskova'nın Çeçenistan'a karşı gösterdiği sabır tükendi ve tüm sonuçlarıyla birlikte 1994 işgaline girişti. Rus general Alexander Lebed -o zamanlar Ulusal Güvenlik Konseyi üyesiydi1994'te hükümetin Çeçenistan'a saldırma gerekçelerini sık sık dile getiriyordu. Kremlin'in bölgedeki özel temsilcisi sıfatıyla, ilk savaştan sonra Çeçen liderlerle Rus askerlerinin çekilme koşullarını müzakere eden Lebed, Rusya'daki nüfuzlu mali çevreleri, Başkan Yeksin üzerinde Çeçenistan'm işgal edilmesi için baskı kurmakla suçladı. Ne yazık ki Lebed, Nisan 2002'de Sibirya'da meydana gelen esrarengiz bir helikopter kazasında yaşamını yitirdi. Yeltsin'in 1994'te açıkça başlattığı savaş, 60.000 kişinin yaşamına mal olan bir kan banyosuyla sona erdi. Ölenler arasında 50.000 Çeçen sivil ve 6.000'den fazla Rus askeri de vardı. Başkan Dudayev de, evindeki uydu telefonu sinyallerine kilitlenen bir Rus füzesiyle paramparça edilerek öldürüldü. Dudayev'in öldürülmesi ve savaşın Rusya'da popülaritesini yitirmesiyle Kremlin ateşkes yolları aramaya başladı. Fakat Rus askerlerinin Çeçenis61 tan'dan çekilmesine rağmen, askerî seçkinler yenilgiyi asla kabullenmediler ve öç almaya çalıştılar.



Nitekim bu şansı, Çeçen isyancıların komşu Dağıstan cumhuriyetindeki köylere saldırdığı ve Moskova'da meydana gelen patlamalarda yüzlerce kişinin hayatını yitirdiği 1999 sonbaharında yakaladılar. Moskova saldırılarının ardındaki esrar perdesi'bugüne kadar tam olarak kaldırılamamış olsa da, Rus hükümeti saldırılardan hemen sonra olayın başlıca şüphelileri olarak Çeçen teröristleri gösterdi. Dönemin Başbakanı ve kendisinin ardılı Vladimir Putin'in teşvikiyle Başkan Yeltsin de ikinci Kafkasya harekâtını başlattı. Rus ordusu, 1818'de bir Rus kalesi olarak kurulan Grozni'yi ağır bir bombardımana tabi tuttu. Bombardıman sonucunda on binlerce sivil yaşamını kaybetti. Şu anda görece ılımlı Başkan Aslan Meşhadov'un başkanlık ettiği Çeçen liderliği gerilla savaşı yürütmek üzere dağlara kaçtı. 2001 yılının başlarında Kremlin ayrılıkçı cumhuriyette "barışın tesis edildiğini" resmen açıkladı ve mültecilere evlerine dönme çağrısında bulundu. Fakat bunun hiçbir yararı olmadı. *** "Barış?" diyerek bir kahkaha koyverdi Ruslan. "Çeçenistan'daki barış Rus barışı," dedi Çeçen, elleriyle gür ve koyu saçlarını karıştırarak. Eğer temiz tıraşlı yüzü olmasaydı, hiç kimse 31 yaşındaki, güçlü kuvvetli, ela gözleriyle karşısındakine delici bakışlar fırlatan bu adamı, Kuzey Kafkasya'daki bütün Rus kontrol noktalarında bulunan arananlar listesindeki resimlerden ayırt edemezdi. Ruslan ne asiydi ne de mülteci. Bir mülteci kampında da hiç yaşamamış olan Ruslan, 1994 yılında Nazran'daki akrabalarının yanına göçmüş. Birçok İnguş o dönemde Çeçenlere kucak açmış. Her iki halk da benzer dilleri konuşmalarına rağmen, İnguslar doğudaki kuzenlerini romantik çılgınlar olarak görüyorlar. Bir uluslararası yardım kuruluşunda şoför olarak iyi bir iş bulduktan sonra Ruslan, karısı ve oğluyla birlikte şehirdeki makul kirası 62 olan bir daireye yerleşmiş. "Nazran artık benim evim," dedi aslen Groznili Ruslan. Ruslan'ın siyah döküntü Volga 3100'üyle şehirde dolaşmaya başladık. Arka koltukta Amerhan oturuyordu. Siyah deri ceketinin yakalarını kulaklarına kadar kaldırmış, ağzını bıçak açmayan bir İnguş'tu Amerhan. iki adam bana şehrin dışındaki bir anıtı göstermek istiyorlardı. İkindi vaktiydi ve Nazran'ın pis caddelerinde tam bir trafik keşmekeşi vardı. Küçük Ladalar her adım başı önümüze çıkan at arabalarıyla yarışıyorlardı. Yaşlı adamlar patates ya da gelecek kış için yakacak odun yüklü el arabalarını çekiyorlardı. Koyu camlı son model BMW ve Audi limuzinler de eski Sovyetler Birliği'nin bu en fakir bölgelerinden biri olan Nazran'daki sefalete tezat teşkil eden manzaralardan biriydi. "Bu şehirde çok para var," diye açıkladı Ruslan. "Savaş buradan çok uzakta değil ve gördüğünüz gibi, işini bilen köşeyi dönüyor." "Her iki taraf da silah ticareti, soygun ve adam kaçırmadan müthiş paralar kazandı fakat bu savaşta herkesin asıl istediği, rafinerilerin ve Çeçenistan'dan geçen boru hattının kontrolünü ele geçirmek," dedi Ruslan. "Hepsinin gözü bu boru hattında. Bunun için savaşmaya değer, değil mi?" Rus ordusunun Çeçenistan'daki petrol hırsızlıklarına doğrudan karıştığı, herkesin bildiği bir gerçek. Buranın yerlileri, petrol taşıyan tankerlerin geçmesi için kontrol noktalarında rüşvet alındığını ve rafineri yöneticilerden koruma parası adı altında haraç istendiğini söylüyorlar. 2002 Mayısı'nda, Çeçenistan'daki Rus birliklerinin komutanı General Vladimir Moltenşkoi, askerlerinin petrol hırsızlarıyla işbirliği yaptıklarını ve 32.000 varil civarındaki günlük üretimin büyük çoğunluğunu Rus askerlerinin kaptıklarını açıkça kabul etmişti.21 İlk savaş boyunca, Bakû-Novorossiisk boru hattı tamamen kapandı. 1996'da Rus ordusunun yenilerek çekilmesinden sonra Moscow Times, 21 Mayıs 2001. 63 Moskova, Çeçenlere, gelecekteki transit petrol taşıma ücreti olarak bir kereye mahsus olmak üzere 1 milyon dolar ödemeyi önerdi. Ayrılıkçılar ise savaş tazminatı olarak 265 milyon dolar talep ettiler. lk; taraf da ham petrolün tonu başına 2.20 dolar gibi gayet iyi bir ücret üzerinde anlaşmaya vardılar ve boru hattının gelecekteki kullanımı için tamir edilmesinde ortaklaşa çalışmayı kabul ettiler. Bu arada, Bakû-Novorossiisk boru hattını by-pass eden Dağıstan Rus



mevzilerine yakın kuzey Çeçenistan topraklarından geçen yeni bir boru hattı inşa edilmişti. Kazakistan'daki Tengiz petrol yataklarını Novorossiisk'teki modern terminale bağlayan yeni CPC boru hattı, Çeçenistan'ın hemen kuzeyinden geçmektedir. Yapımı 2.8 milyar dolara mal olan ve dev Amerikan petrol şirketleri Chevron ile Texaco'nun başını çektiği bir uluslararası konsorsiyumun işlettiği 1,580 kilometre uzunluğundaki boru hattındar günde yaklaşık 560.000 varil ham petrol taşınabilmektedir. ABD'nin Kazak petrolünü taşımak için Bakû-Ceyhan boru hattının yapımının tamamlanmasını beklemeyi tercih etmesine rağmen, Novorossiisk'e ilk petrol 1996 Ekimi'nin ortalarında akmaya başladı. Ruslan, Nazran'daki çok sayıda polis kontrol noktasından kaçabilmek için, arabasını caddenin boş bir tarafına yöneltti. Caddenin her iki tarafında da, yeni yapılmış kırmızı tuğlalı villalar göze çarpıyordu. Her birinin çok sayıda cumbası, sütunu ve balkonu vardı. Çatı kemerleri, Romanya'daki Çingene şatolarını andıran ince süslerle bezenmişti. "Şehrin bu bölümüne Batı Berlin denir," dedi arka koltuktan Amerhan. "1980'lerin sonlarında oluşmaya başladı. Biz İnguşlar, Moskova'daki komünistleri kızdırmak için özellikle seçtik bu ismi." Şehrin dışındaki ana yolu izleyerek, yüzyıllar boyu güçlü bir düşmanla karşılaştıklarında Kafkasya'nın dağ köylerinde yaşayanların sığınak olarak kullandığı eski bir savunma kasabasının benzeri olarak inşa edilmiş bir yere ulaştık. Baştan aşağı dikenli tellerle kaplı bir kule yükseliyordu. "Bu anıtı, sürgündeki halkı64 mızın ve şu anda hayatta olmayan birçok erkek, kadın ve çocuğun anısına diktik buraya," dedi Amerhan. *** Stalinizmin en karanlık dönemlerinden biri olan, etnik grupların topyekûn sürülmesi, Hitler'in Haziran 1941'de Sovyetler Birli-ği'ne saldırmasıyla başladı. Stalin'in emriyle 1 milyon Volga Almanı zorla Sibirya ve Orta Asya'ya yerleştirildi. 23 Şubat 1944 gününün sabah saatlerinde 100,000 kadar asker, NKVD gizli polisine bağlı özel kuvvetlerle birlikte, Çeçenistan ve Inguşetya'da-ki tüm köyleri sardı. Haksız bir biçimde Almanlarla işbirliği yapmakla suçlanan Çeçenler ve İnguşlar (aslında almanlar Grozni'ye hiç ulaşmadılar), Rusların ABD'den kiraladıkları Amerikan Stu-debaker kamyonlarına doldurularak Grozni tren garına götürüldüler. İnsanlar 12.000 vagona, tıpkı sığırlar gibi tıkıştırılarak Kazakistan'a gönderildi. Ücra dağ köylerinde kalan az sayıdaki insan ise, üstlerine yağdırlan bombalarla can verdi. Operasyon başladıktan bir hafta sonra, "29 Şubat 1944'e kadar 91.250'si İnguş ve 387.229'u Çeçen olmak üzere toplam 478.479 kişi askerî trenlere yüklenerek topraklarından çıkarıldı," diyecektir operasyonu düzenleyen gizli polis şefi Lavrenty Beria, Stalin'e çektiği telgrafta. Böylece artık Çeçenistan-İnguşetya cumhuriyetinin varlığı da son bulmuş oluyordu.22 Getirildikleri Kazak steplerinde dayanılmaz soğukta korumasız bir başlarına kalan bu insanlardan 150,000'i daha sürgün edilmelerinin ilk 4 yılında yaşamını yitirdi. İşte iki halkı Ruslardan nefret etme konusunda birleştiren, bu ortak sürgün geçmişidir ve Çeçenlerin Ruslara karşı giriştiği sert direnişi, çektikleri bu acılar yeterince açıklamaktadır. 1957'ye gelindiğinde Stalin'in ardılı Nikita Kruşçev, Çeçen ve İnguşların yurtlarına dönmesine izin verdi. Fakat, o tarihe kadar Moskova, Terek Nehri kıyısındaki Inguşlara Prigorodny bölgesini, Ruslar'ın Kuzey Kafkasya'daki tek 22 Gali, a.g.e., s. 60. 65 müttefiki olan Hıristiyan Kuzey Osetya'ya vermişti. Yıllar süren gerginlik sonunda, 1992 yılının sonlarında Osetlerle İnguşlar arasında meydana gelen kanlı çatışmalara yol açtı. Rus ordusunun yardımıyla, 70.000 Inguş, Kuzey Osetya'dan sürüldü. Arabaya dönerken, "Halkımızın bize yapılanları unutmasını istemiyoruz," diye fısıldadı Ruslan. Başımızın üstünde, doğudan gelen Rus Hava Kuvvetlerine bağlı büyük bir nakliye helikopteri uçuyordu. Amerhan, "Bu helikopterlere 'uçan tabutlar' deriz," dedi.



Nazran'dan Çeçenistan sınırına gelmek arabayla bir saat sürdü. İnguş tarafındaki son şehir olan Sernodovsk'ta pahalı ve muhtemelen çalıntı, koyu renk camlı plakasız BMW'ler ve Mercedes'ler cirit atıyordu. Ortalıkta hiçbir polisin gözükmediği buradaki Çeçen mültecilerden bazılarının silah taşıdıkları göze çarpıyordu. Bir kulübedeki kimi adamlarla sohbet etme isteğim düşmanca bir şüpheyle karşılandı ve kovboy şapkası takmış, yüzünde yara izleri olan bir adam bağırarak, mümkün olduğunca çabuk defolup gitmemi söyledi. Kimseye ait olmayan kıraç topraklarda sınıra doğru ilerlerken, bir Rus kontrol noktasında durduruldum. Bezgin gözüken yarım düzine asker yolun kenarında duruyordu, iki tanesi de çimlere oturmuştu. "Dokumenti!" dedi haki üniformalı askerlerden biri elindeki Kalaşnikofu bana doğrultarak. Yüzü tıraşsızdı ve nefesi votka kokuyordu. Arkadaşları arabanın çevresini sararken, o da pasaportumu gelişigüzel incelemeye koyuldu. Ardından manga komutanı kaleş'ini bacaklarının arasına sıkıştırarak yolcu koltuğuna oturdu ve beni, yakındaki askerî üsse götüreceğini söyledi. 10 dakika sonra üzerine kamuflaj ağları serilmiş birkaç Rus tankının bulunduğu bir kavşağa geldik. Yaşları 19 civarı ve masum yüzleri hangi bölgeden geldiklerini yansıtan bir düzine kadar genç asker, araçlarının tepesine oturmuş, kayıtsızca bize ba66 kıyorlardı. Eğitim düzeyi yükseldiği ve her geçen gün daha fazla sayıda insan Çeçenistan'daki savaşa karşı çıkmaya başladığı için, artık Rus ordusu bu kadar genç yaştaki insanları orduya kaydetmekte zorlanıyor. Manga komutanı gelişimi bildirmek üzere bir çadıra girdikten sonra sırık gibi bir subay uzun adımlarla bana doğru gelmeye başladı Temiz ve şık üniforması onu sıradan askerlerden ayırıyordu. Kendisini Rostos-on-Don şehrinden Teğmen Mikhail M. olarak tanıttı. Şaşırtıcı ölçüde iyi bir İngilizceyle Çeçenistan'a ne halt yemeye geldiğimi sordu. "Barışın sağlandığı Grozni'yi görmek için," der demez bana dehşet dolu bir ifadeyle baktı. Dediğine bakılırsa bu mümkün değildi ve hemen dönmek zorundaydım. Niçin? "Kendi güvenliğiniz için. Çeçen haydutlar bölgede hâlâ etkin, kaçırılabilirsiniz." Bana askerî bir eskort verip veremeyeceklerini sordum. Mikhail başını sallayarak, "Yani saldırılma riskini de göze alıyorsunuz öyle mi?" dedi. Elbette ısrar ettim. Hem, ayrılıkçılara karşı verilen uzun savaş Moskova'nın iddia ettiği gibi kazanılmamış mıydı? "Moskova uzakta," dedi Mikhail kısaca komuta çadırına kızgın bir bakış fırlatarak. "Beni dinleyin, hâlâ anlamadınız. Sorun Çeçenler değil, bazı Rus birlikleri. Eğer Grozni'ye girmenize izin verirsem, orada tek parça halinde kalabileceğinize inanıyor musunuz? Yol üzerinde sizi en az 20 kez durduracaklar ve bu sizin için hiç de hoş olmayacak." Gözlerini üzerime diken Mikhail sesini alçaltarak, "Her Rus askeri benim kadar nazik olmayabilir, anlıyor musunuz? Artık bu Allah'ın belası yerden gidin!" dedi. Mikhaü'e bu açık sözlü tavsiyeden ötürü teşekkür ederek geri döndüm. Birkaç hafta sonra Çeçen mücahitler bu sınır karakoluna saldırarak bir düzine kadar Rus askerini öldürecekti. İnsan Hakları İzleme Komitesi ve Uluslararası Af Örgütü, düzenli olarak özellikle Rus ordusunun ve onların hizmetindeki paralı askerlerin zalimliklerini belgeler, fakat Çeçen isyancılar da en az onlar kadar zalim savaşçılardır. Hatta son zamanlara kadar 67 kurdukları internet sitesinde (www.kavkaz.org)", cepheden güncel haberler, Çeçen kuruluş hareketine ilişkin kitapçıklar, kanlı fotoğraflar ve Ruslarla girişilen çatışmalara ait videolar yayınlıyorlardı. Kısa filmlerden biri, uzun sakallı kötü bakışlı hendeğe gizlenmiş bir grup mücahidi bir Rus konvoyunu beklerken gösteriyordu. Üç askerî araç, kurulan pusuya doğru yaklaşıyordu. Aniden kamyonlardan birinin altında mayın patladı ve asiler ateş etmeye başladılar. Yere savrulan Rus askerleri herhangi bir karşılık veremeyecek kadar şaşırmış gözüküyorlardı. Dehşet verici son sahnede, Çeçenler kahkahalar atarak RusLarın boğazlarını kestiler. Rus gizli servisi, içeriği her gün yenilenen internet sitesinin, çok sayıda sempatizanın yaşadığı Türkiye ya da Gürcistan'da gizlice faaliyet gösteren biri tarafından hazırlandığından şüpheleniyor. Bu sitenin her gün on binlerce kişi tarafından ziyaret edildiği



tahmin edilmekte. Kafkasya'da www.kavkaz.org adresinin, internet tarayıcılarında kısa yol olarak yer almadığı tek bir internet kafe bulmak neredeyse imkânsız. Rus ordusunun asilere -ve birçok Çeçen sivile- karşı tutumu da o ölçüde zalimane, insan hakları savunucuları özellikle, zac-histki ya da besprediel olarak bilinen, isyancıları ve diğer şüphelileri aramak için şafak sökerken Çeçen köylerini sarmak şeklindeki Rus taktiğini her fırsatta kınamaktadırlar. Bu tür temizlik operasyonlarında masum siviller sık sık öldürülmekte ve işkenceye tabi tutulmaktadır. Ergenlik çağındaki çocuklar sorgulanma bahanesiyle kaçırılmakta ve ailelerinden serbest bırakılmaları karşılığında 1.000 dolar koparılıncaya kadar işkence edilmektedir. Aynı miktarda para, cesetlerini geri vermek için de talep edilmektedir. İnguş başkenti Nazran'a döndüğümde, Uluslararası Kızıl Haç şehir merkezine karargâhını kurmuştu. Teneke kaplı duvarla çevrili bu yerde çoğu Inguşlardan ve Çeçen göçmenlerden oluşan * Bu bağlantı artık aktif değil. (Editörün Notu) onlarca kişi çalışıyordu. Kızıl Haç İnguşetya'daki mültecilerin yanı sıra, Grozni ve diğer Çeçen yerleşimlerinde yaşayanlara da sağlık hizmeti vermekte ve gıda yardımında bulunmaktadır. Misyonun İsviçreli başkanı nazik biriydi fakat savaş halindeki cumhuriyetteki insan hakları ihlallerine ilişkin olarak konuşmaktan ısrarla kaçındı. "Çatışmalarda tarafsız kalmak ve işlenmiş suçlar hakkında tek taraflı yorumlarda bulunmamak, Kızıl Haç'ın geleneksel politikası olagelmiştir," açıklamasında bulundu bana. insan haklarına ilişkin yorumların mutlaka tek taraflı olmak zorunda olduğunu mu kastediyordu? "Elbette öyle düşünebilirsiniz fakat sorunuza cevap vermeyeceğim. Aksi halde insani faaliyetlerimizin devamını tehlikeye düşürebilirim," dedi. Çeçenistan'da şahit oldukları hakkında niye sessiz kalmayı tercih ettiğini sordum. "Böyle davranmak zorundayım. Çalışmalarımızda Rus yetkililerin işbirliğine muhtacız." Daha sonra, Nazran'daki BM misyonunu ziyaret ettim. Misyon, şehrin suni bir gölün etrafında Batı tarzı onlarca villanın inşa edildiği bir kesiminde bulunmaktaydı. Villalar, uluslararası kuruluşlara ayda binlerce dolar karşılığında kiralanıyordu. Hemen hemen bütün uluslararası sivil toplum örgütleri (STÖ) ile resmi kuruluşlar şehrin bu modern görünümlü ve çok sıkı korunan kesiminde üslenmişti. Devletin eski Dışişleri Bakanı bile gölün hemen kıyısındaki bu villalardan birine taşınmıştı. Genç bir Kanadalı olan, BM Inguşetya misyonunun başkanı Ben, Kızıl Haç görevlilerinden biraz daha konuşkandı. "Çeçenis-tan'daki durum hiç de parlak değil," dedi. "Rusların yaptıkları kurnazca, hem de çok kurnazca." Tam olarak ne yapıyorlar? diye sordum. "Neden, bu çok iyi bilinen bir şey, değil mi? Fakat BM'de biz bu konulara ilişkin yorum yapamayız, Ruslar bu konuda çok duyarlılar. Bildiğiniz gibi, BM Inguşetya misyonunun resmî izni bile yok. Moskova'ya akrediteyiz." Çeçenistan'da katliamlar meydana geldiğinde BM ne yapıyor? "Gayri resmi olarak Rus yetkililerle görüşüyoruz. Resmen herhangi bir girişimde bulunmuyoruz, zira bu, BM taraf tutuyormuş gibi anlaşılabilir." ,, 69 Küçük bir Alman yardım kuruluşunun yöneticisi olan Markus, konuyla ilgili dobra dobra konuştu. Bu yardım kuruluşu, Çeçenistan'da açlık çeken sivillere doğrudan gıda yardımı götürmeye hâlâ devam eden son gruplardan biriydi. Büyük uluslararası örgütlerin çoğu, kısmen çok riskli olduğu, kısmen de bölge için topladıkları bağışlar her geçen gün azaldığı için Çeçenistan'daki faaliyetlerini sınırladılar. Markus'la Nazran otellerinin birinin barında buluştuk. "Hadi odama çıkalım, orada daha rahat konuşuruz," dedi Markus yüzünü ekşiterek. Odanın kapısını kapattıktan sonra, tek yol arkadaşı olarak bir Inguş şoförle Nazran'dan, harabeye dönüşmüş Grozni'ye yaptığı 2 saatlik yolculuğu anlatmaya başladı Markus. "Moskova hükümeti istediğini iddia edebilir. Mültecilerin evlerine dönmemesine şaşmamak gerek. Korkuyorlar. Çeçenistan'da anarşi ve şiddet her şeyden kötü," dedi. Rus savaş birliklerinde itaat ve düzen sık sık bozuluyor; genellikle sarhoş gezen birçok asker disiplinsiz davranışlar sergileyerek yolsuzluk yapıyorlar. "Ertesi gün Rus kontrol noktalarından birinde, bir Rus albayıyla bir meseleyi tartışırken, körkütük sarhoş olan bir er, şoförümün



yanına gelerek para istedi. Rus subayı bu durum karşısında gıkını bile çıkarmadı!" "Daha da kötüsü," diye devam etti Markus, "Rus Savunma Bakanlığı tarafından kiralanan paralı askerler. Bunlar hırsızlık ve adam kaçırma sayesinde para kazanacaklarını düşünerek düşük maaşlarla buralara gelmeye razı oluyorlar. Yanımda çalışan Çeçenlerden birinin 14-15 yaşlarında bir erkek kardeşi vardı. Geçen ay, paralı askerler ailesinin yaşadığı köyü basarak sorgulama bahanesiyle erkek kardeşini kaçırmışlar. Aile hemen çocuğun fidyesini ödemek için para toplamaya başlamış. Ama 1,000 doları zamanında denkleştirememişler. Birkaç gün sonra çocuğun cesedi bir tarlada bulundu." Öldürmeden önce, çocuğu kaçıranlar bütün tırnaklarını sökmüşler. "Grozni'ye her gidişimde dehşete kapılırım," dedi Markus uzun bir sessizlikten sonra. "Fakat Batı'da hiç kimse burada neler olup bittiğiyle ilgilenmiyor." . 70 İnguşetya'da geçirdiğim birkaç günden sonra, Nazran'ın 50 kilometre aşağısında bulunan Kuzey Osetya şehri Vladikavkaz'da Rus polisi tarafından tutuklandım. Birkaç gün süren sorgulamanın ardından casuslukla suçlandım. Polis, arabama, video kasetlerime ve üzerimdeki önemli miktardaki dolarlara el koyduktan sonra beni İstanbul'a giden bir uçağa bindirerek sınırdışı ettiler. Ertesi gün, 11 Eylül 2001 idi. Başkan Bush'a resmî taziyede bulunan ilk devlet başkanı, Vladimir Putin oldu. Yıllardır Rusya'nın da Çeçen teröründen mustarip olduğunu hatırlattıktan sonra Putin, teröre karşı savaşta dayanışma ve işbirliği içinde olacakları güvencesini verdi Bush'a. Bunun karşılığında Kremlin, Çeçenistan'da serbest bırakılmayı istiyordu. İzleyen aylarda dünya kamuoyunun dikkatinin Afganistan'daki savaşa yoğunlaşmasıyla, Rus güçleri "Çeçenlere karşı giriştikleri operasyonları yoğunlaştırdılar. Artık Moskova, Batı'nın karşı çıkmasından endişe duymaksızın Çeçenler'i "İslâmi teröristler" olarak damgalamıştı 2002 yılı boyunca, Rus görevliler ve Moskova tarafından başa getirilen Çeçen yönetiminden kişilerin bombalı saldırılarda ya da suikastlarda öldürülmediği neredeyse tek bir gün dahi geçmedi. Yazın çatışma ilk kez İnguşetya'ya sıçradı. İnguşlar Çeçenler'e kucak açarak onları destekledi. 2002 Ağustosu'nda, isyancılar Grozni yakınlarında bulunan Khankala'daki askerî karargâhın dışında bir Rus helikopterini düşürerek, 114 kişinin ölmesine yol açtılar. Rusya'nın en büyük askerî hava felaketiydi bu. Rus ordusu açısından daha da dehşet verici olan, helikopterin 1980'lerde Afgan mücahitlerin Sovyetler'e karşı kullandıkları Stinger füzelerine benzer bir füzeyle vurulmuş olmasıydı. 2002 Ekim'inin sonlarında, Çeçen isyancılar sonunda savaşı Moskova'ya taşıdılar. Neredeyse yarısı savaşta dul kalmış 40 kadar militan, bir gösteri sırasında bir tiyatroyu basarak 750 kişiyi rehin aldılar. Görece düşük rütbeli bir komutanın önderliğindeki saldırganlar, Rus hükümeti Çeçenistan'daki savaşa son vermediği takdirde tüm rehineleri öldürme tehdidi savurdular. Görüşmeyi reddeden Putin, Özel Kuvvetler'e, esrarengiz bir zehirli gaz 71 kullanarak tiyatroyu basma emri verdi. Hiçbir direniş göstermesi mümkün olmayan Çeçenler, kafalarının arkasından vurularak oracıkta öldürüldüler. Yetkililer ne tür bir gaz kullandıklarını ve gazın vücut üzerindeki etkilerinin nasıl yok edilebileceğini söylemekten kaçındıkları için, 120 kadar rehine de kullanılan bu esrarengiz gaz yüzünden yaşamını yitirdi. Batı, felaketle sonuçlanan bu kurtarma operasyonu karşısında sessiz kalırken, Putin rejimi bir kez daha Çeçen isyancıların El Kaide teröristlerinden farklı olmadığını iddia etmeyi başarmıştı. Putin, rehine krizini sürekli olarak 11 Eylül saldırılarıyla kıyaslayarak, Çeçen davasını küresel îslâmi terörün bir parçası olarak yansıttı. Fakat radikal İslamcılarla bazı bağları olsa da Çeçenler temelde bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermektedirler. İkinci savaşın başlangıcından bu yana, görece laik isyancı lider Maşhadov, savaşçılarına Rusya'daki sivil hedeflere saldırmamaları talimatını vermektedir. Lakin, Putin'in propaganda hamleleriyle birlikte rehine krizi, Çeçenistan'da bir çözüme ulaşılması için Rusya'nın tek müzakere partneri olarak Maşhadov'un itibarını sarstı. Artık kendisiyle barış müzakere edilecek hiçbir isyancı kalmamış durumda.



2002 Kasım'ında Rus güvenlik güçleri Inguşetya'da mülteci kamplarını kapatmaya başladılar. Dondurucu soğuğa rağmen yetkililer çadırlara verilen gazı da keserek Çeçenler'e evlerine dönmelerini söylediler. Bunun yerine binlerce mülteci, Kazakistan hükümetine bir mektup yazıp imzalayarak, Stalin döneminde sürgüne gönderildikleri bu ülkeye sığınma talebinde bulundular. Umutsuzluk içindeki Çeçenler, cehenneme dönmüş vatanlarına dönmektense, kıraç Kazak steplerine dönmeye hazır gözüküyorlardı. Bu arada, birkaç yüz kilometre güneyde, Azerbaycan'ın başkenti Baku'da Batılı petrol şirketi BP AMOCO, Çeçen çatışmasını kısa dönemde etkileyecek tarihi bir karar alıyordu. 72 BÜYÜK BORU HATTI: VİLLA PETROLEA'DAKİ KARAR BP AMOÇO şirketinin Baku'daki merkezinin bulunduğu Villa Petrolea'ya, şirketin başkanı David Woodward'la buluşmak üzere vardığımda sabahın erken saatleriydi. Woodward'un yardımcısını lobide beklerken, yüksek alçı tavandaki küçük kırmızı noktaları saymaya başladım. Bu noktalar, her biri koyu kırmızıya boyanmış orakçekiç şekilleriydi. Dünyanın en zengin kapitalist şirketlerinden birinin Hazar operasyonlarını yönettiği bu villanın çok değil daha 10 yıl önce Komünist Parti'nin hükümet binası olmasından daha ince bir tarihî ironi olabilir miydi? Güvenlik engelinin arkasındaki duvarlarda 5 yıllık Sovyet planlarının yerini BP reklam afişleri almıştı. Devlet Başkanı Aliyev ve oğlu Ilham'la birlikte, David Wood-ward, bu "BP ülkesi'ndeki en güçlü kişiydi. Gelecek yıllarda Azeri kıyılarına yapılması planlanan 15 milyar dolarlık bir bütçeyi yönetiyordu. BP AMOGO'nun Azerbaycan'daki konumu öylesine güçlüdür ki, petrolle ilgili önemli hiçbir hükümet kararı . . 73 Woodward'un onayı olmaksızın alınamaz. Ülkedeki en büyük girişim olan şirket, Azerbaycan Uluslararası İşletim Şirketi (Azer-baijan International Operating Company - AIOC) konsorsiyumunun tüm hisselerinin üçte birinden daha fazlasına sahiptir. Bir keresinde eski BP sözcülerinden biri, "Eğer Baku'dan çekilecek olursak ülke bir gecede çöker," demişti bana. Woodward, Alaska'dan Aberdeen'e kadar BP'nin çeşitli kademelerinde görev almış önemli bir kişilikti. "Bir karar verdik. Ceyhan'a boru hattı inşa edeceğiz ve petrolle dolduracağız. Bu iş kârlı olacak. Bu yaz inşaata başlamayı düşünüyoruz." Boru hattının mümkün olduğunca çabuk yapılması için Washington'dan gelen baskılara rağmen BP AMOCO'nun kararı, Woodward'a bakılırsa, sadece ekonomik mülahazalara dayanmaktadır. "Bu siyasi bir proje değil. Biz sosyal refah kurumu değiliz. Eğer her şey ekonomik mantığa uygun olmasaydı, Azerilere ve Amerikalılara, 'Üzgünüz ama bu iş yürümez!' derdik." Woodward, BP'nin yıllardır bu korkuyu taşıdığını kabul ediyor ama artık yönetim petrol kaynaklarının maliyetleri kurtarmaya yetecek düzeyde olduğundan emin. Woodward, BP AMOCO'nun, ilgili bütün hükümetlerle sıkı müzakerelerde bulunarak olağanüstü düşük transit geçiş ücretleri ve vergi oranları tespit etmeyi başardığından söz etmedi. Türk hükümeti, varil başına 1.50 dolar gibi bir transit ücrete razı olurken, Gürcistan 43 senti kabul etti. Fakat ham petrolün Ceyhan'dan Rotterdam'a ulaşması için varil başına 10 dolar üretim ve taşıma masrafı gerekecek. 1.730 kilometre uzunluğunda 1.06 metre genişliğindeki boru hattının yapımı yaklaşık 3 yıl sürecek. Maliyeti ise astronomik: 3.2 milyar dolar. Türk hükümeti, maliyetin yükselmesi durumunda, ek maliyet giderlerini karşılamaya hazır olduğunu bildirdi. Azeri Çıraklı petrol yataklarından, boru hattı aracılığıyla 2008 yılına kadar günde 1 milyon varil petrol taşıma kapasitesine ulaşılması öngörülüyor. Temelin atılmasıyla Woodward alternatif boru hattı güzergâhlarını tartışmaktan vazgeçmiş. Ama Gürcis74 tan'dan geçmesi planlanan boru hattının devam etmekte olan iç savaş nedeniyle sürekli tehdit altında olması nedeniyle, İran'dan geçecek bir kuzey-güney koridorunun daha güvenli, daha kısa ve daha ucuz olacağını da kabul ediyor Woodward. "Fakat biz Amerika'nın İran'a karşı uyguladığı ambargoya uyuyoruz. ABD'deki en büyük petrol şirketi olarak bir Amerikan şirketi gibi hareket etmek



zorundayız. Hepsinin ötesinde, Azeri ev sahiplerimiz iran'a bağımlı olmak istemiyorlar -biz de buna saygı göstermek zorundayız." Boru hattı güvenliğinin hiç de tekin olmayan Kafkasya'da önemli bir sorun olduğunu söylemeye bile gerek yok. "Boru hattını yerin birkaç metre altına gömeceğiz ve pompalama istasyonları gibi tesisleri duvarlar ve çitlerle çevireceğiz. Boru hattını sıkı bir biçimde koruyarak, erişimi sıkı bir biçimde kontrol edeceğiz," dedi Woodward, BP'nin Gürcistan'ın Supsa limanına ulaşan küçük boru hattını başarıyla işlettiğini de ekleyerek. Woodward, Rus hükümetinin bile projeye gösterdiği muhalefetin azaldığına inanıyor. 2001 Ekim'inde, terör karşıtı Rus-Amerikan yakınlaşmasının zirvesinde, Woodward, Rus Enerji Bakanlığında Bakû-Ceyhan projesine ilişkin ilk sunumunu yapmak üzere Moskova'ya bir ziyarette bulunur. Çok değil, daha bir yıl öncesine kadar böyle bir şey düşünülemezdi bile. "Bakan yardımcısı da sunum sırasında oradaydı ve projeyle çok ilgili gözüküyordu. Çok akıllıca sorular sordu ve projeye karşı hiçbir direnç göstermedi." Bakan, sunum sırasında Woodward'u boru hattı konsorsiyumuna katılmak isteyen Rus şirketlerinin hiçbir siyasi engelle karşılaşmayacakları hususunda temin eder. Yine de, Rusya'nın güney Kafkasya ülkelerindeki değişken politikalarını göz önünde bulunduran Woodward, ihtiyatını korumaktadır. "Pragmatik Putin şu anda itici bir güç olabilir fakat Rus hükümetinde hâlâ çok farklı pozisyonlar var. Örneğin Rus boru hattı işleticisi TransNefteGaz gibi bazı güçlü kesimler projemize karşı çıkmaya devam etmektedirler." Woodward, bir süre durakladıktan sonra, "Projemizin arkasında Amerikan desteğinin olması iyi bir şey," dedi son olarak. Ben de bu sözden Gürcis75 tan'da şu anda mevcut bulunan Amerikan özel kuvvetlerini kastedip etmediğini merak ettim. Villa Petrolea'dan ayrılırken, Valeh Aleskerov'la görüşmek için Azerbaycan devletine ait petrol şirketi SOCAR'ın merkezine gitmek üzere bir taksi tuttum. Şehirde pahalı takım elbiseleriyle ünlü güçlü kuvvetli bir adam olan Aleskerov, SOCAR'da önemli mevkilerden birinde bulunmaktadır. 50 yaşındaki bu yönetici yaklaşık 10 yıl boyunca, yabancı petrol şirketleriyle sondaj görüşmeleri yapmış. 1994 yılında imzalanan "Yüzyılın Sözleşmesi", prestijli Sovyet Devlet Akademisi'nden mezun bu eski petrol mühendisinin çabasının ürünüydü. Odasından içeri girerken, "Boru hattı yapılacak!" diye bağırdı. Yüzündeki muzaffer edayı görmemek imkânsızdı. "Tüm bu yıllar boyunca insanlar hep projeye son vermekten bahsettiler. Neymiş, buna para harcanamazmış, yeterli petrol yokmuş, falan filan -şimdi her şeye rağmen bunu yapıyoruz!" SOCAR'ın baş müzakerecisi, Moskova ve Washing-ton'daki temaslarını tamamlayarak Baku'ya bir önceki gece dönmüştü. "Çok ilginç müzakerelerdi ama daha fazlasını söyleyemem," dedi Aleskerov, takım elbisesinin kolundaki koyu şeritlerde bulunan görünmez tozları eliyle silkerek. Ansızın Aleskerov'un masasındaki 6 telefondan biri çalmaya başladı. "Sessizlik, lütfen! Bu, Devlet Başkanı Haydar Aliyev'in hattı." Kırmızı telefonun ahizesini kaldırdı ve kısa bir görüşmeden sonra benden özür dileyerek daha sonra tekrar buluşmak üzere iznimi istedi. Akşamleyin, bir Marlboro sigarasını aceleyle tüttüren Aleskerov'u çok sinirlenmiş bir halde buldum. "Exxon sorun çıkarıyor," dedi kısaca. Şirketin sözcülerinden biri, ExxonMobil'in Azeri kıyılarındaki tüm faaliyetlerini durduracağını açıklamıştı. Exxon mühendisleri, Azeri açıklarında petrol olduğu düşünülen yerlerde 6.700 metre derinlikte sondaj yapmış fakat .hiçbir şey bulamamıştı. Hayal kırıklığı yaşayan jeologlar, açılan kuyunun kuru olduğu sonucuna varmışlardı. Deniz yatağına yaklaşık 100 milyon dolar gömen Exxon, kayıplarına son vermek için kuyuyu kapayarak tüm çalışanlarını çekmeye karar vermişti. "Fakat Ex76 xon öyle elini kolunu sallayarak çekip gidemez. Yaptıkları sözleşme uyarınca ikinci kuyuyu da açmak zorundalar," diye yakındı Aleskerov kızgın bir biçimde. "Dünya çapında tutulan istatistiklere göre her petrol aramasında en az 10 deneme sondajı yapmak gerekir. Bu tamamen şansa bağlı bir şeydir. Tanrı aşkına, Kuzey Denizi'nde petrol bulana kadar 123 boş kuyuya sondaj yapmışlardı." Azerbaycan'da henüz yalnızca 6 deneme sondajı yapılmış ve hiçbir şey bulunamamıştı. Halbuki



rezervlerin daha dörtte üçü keşfedilmeyi bekliyordu. "Sorun bu değil, onlar sadece her zamanki oyunları oynuyorlar," dedi Aleskerov. "Eğer gerekirse Exxon'u Stockholm'deki uluslararası mahkemeye götürürüz, sonra da neler olacağına hep birlikte bakarız." Sigarasından bir nefes çekerek günün iyi haberlerine döndü. Bir parça kâğıda bölgenin haritasını çizdikten sonra Baku'dan Ceyhan'a kırmızı bir çizgi çekti. "Bu güzergâh -İran değil, Rusya değil- Baku'nun azami para kazanabilmesi için en iyi seçenek," dedi Aleskerov yavaşça, her hecenin üstüne basa basa. Azeriler, boru hattının en sert muhalifi Rusya'nın onu engellemeye gücünün yetmeyeceğini bilmenin rahatlığı içindeler. "Azerbaycan bağımsız bir ülkedir ve hiçbir şey için Moskova'nın iznini almasına gerek yoktur. O günler geride kaldı" Aleskerov, SOCAR'ın Rus limanı Novorossiisk'e bağımlılığının son bulmasını dört gözle bekliyor. Şu anda SOCAR'ın Novorossiisk aracılığıyla taşıdığı petrolün miktarı günde 50,000 varil civarında. Yıllardır SOCAR fahiş transit ücretlerinden ve Ruslar'ın Azeri petrolünü düşük kaliteli Sibirya petrolüyle karıştırmasından yakınmaktadırlar. Aleskerov Rusya'nın Azeri petrolü üzerinde hiçbir söz hakkı olmadığını bilse de, bildiği bir başka gerçek daha var: bağımsızlıklarını kime borçlu oldukları. "Sadece Amerikalılar bize yardım ediyor. Elbette, bizi sevdikleri için değil, bunun farkındayız. Petrolümüz için." Finnegan'da, boru hattının yapılacağı söylentisi çoktan yayılmıştı. Pub, çoğunluğu İskoç olan ve evindeki rahatlığı arayan Petrol sondaj çalışanlarının müdavimi oldukları yerel bir bardı. 77 Amerikan barın üzerindeki hoparlörlerden rock müzik çalınıyordu. Kurulu dev ekrandan ise, Manchester United-Chelsea maçı veriliyordu. "Boru hattı büyük bir iş," dedi Alman petrol mühendisi Thomas. Libya'dan, petrol endüstrisinin yeni Vahşi Doğusu Hazar Denizi'ne birkaç ay önce gelmişti. "Eğer gerçekten boru hattı inşa edilecekse, bu kutlanması gereken bir şey." O gün öğleden sonra, bir BP AMOCO helikopteri Thomas'ı açık denizde kıyıdan 80 kilometre uzaktaki Çıraklı petrol platformundan alarak şehre geri getirmişti. "Çok rahatsız bir uçuştu. İnsan bir sonraki helikopterin ne zaman denize çakılacağını merak etmeden duramıyor," dedi Thomas. Onu dinleyen bir iskoç, ilk önce kimin helikopterinin denizin dibini boylayacağına dair arkadaşlarıyla bahse tutuştuklarını anlattı. "Herkes kendi uçuşu üzerine oynamış. Denizi boylasanız da en azından bahsi kazanmış oluyorsunuz." Thomas, Hazar petrol yataklarının en büyüklerinden biri olan Çıraklı'da üretim mühendisi olarak çalışıyor. Çıraklı'daki petrol rezervlerinin 7 milyar varil ya da yaklaşık 1 milyar ton olduğu tahmin edilmektedir. Thomas denizde 7 hafta sondaj çalışmalarında bulunduktan sonra karada 5 hafta geçiriyor. Aldığı 7.000 dolar maaş Baku'da rahat bir yaşam sürmesine yettiği gibi, şirket şehrin merkezinde kaldığı dairenin kirasını da ödüyor. "Dairem, parke zemini, masaj ayarlı duşu olan, her tür konfora sahip bir yer." "Petrol arama benim için düşünebileceğim en büyük serüven. Benim platformdaki işim hiçbir fışkırma olmamasını sağlamak." Petrol işinde fışkırma, tasavvur edilebilecek en kötü kaza türü. Petrol sondaj hortumuna negatif basınç uygulanarak ozmos aracılığıyla topraktan çekiliyor. Eğer basınç farklılaşması aniden çok yükseğe fırlarsa, sıcak petrol ve gaz karışımı saniyeler içinde sondaj borusuna hücum ederek tepeye ulaşıyor. Sonra vanalar patlıyor ve havaya fışkıran petrol, platforma yağmur gibi yağıyor. Petrolün ilk kez bulunmasıyla ilgili eski siyah-beyaz filmlerde, petrolün fışkırma ânı, öncülerin ve yatırımcıların petrol yağmuru altında kol kola dans ettikleri bir mutluluk sahnesi olarak verilir. 78 Gerçekte ise, fışkırma her petrol işçisinin kâbusudur: fışkırma anındaki yüksek gaz konsantrasyonundan dolayı ufacık bir kıvılcım dahi tüm platformun havaya uçmasına neden olabilir. Fışkırma ânında yeterince hızlı bir biçimde kurtarma botlarına ulaşamayanlar canlı canlı yanarlar. "Elbette günümüzün teknolojisi derinlerde bir şeylerin yolunda gitmediğini bana haber veriyor," dedi Thomas. "Fakat yine de her zaman tetikte olmalısınız. Bir şeyler çabucak kötü gidebilir."



Şüpheciler tarafından beyhude bir çaba olarak nitelendirilmeye başlanan Akdeniz petrol boru hattının yapımı serin bir Eylül gününde nihayet başladı. Başkent Baku'nun 40 kilometre güneyindeki Sangachal terminalindeki temel atma töreninde, Gürcistan Devlet Başkanı Şevardnadze ve Türk Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de, Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev'e katıldılar. Kuvvetli rüzgârın getirdiği tozlar üç devlet başkanının yüzlerine çarparken, onlar sembolik olarak ilk harçları kürekleriyle temele atıyorlardı. Boru hattının yanında, gelecek kuşaklara ortak bir mesaj içeren bir zaman kapsülü gömülüydü. Temel atma töreninde, elinde bir kürekle ABD Enerji Bakanı Spencer Abraham da hazır bulundu. "Bu proje hem ABD hem de bölge için en önemli enerji taahhütlerinden biridir," demişti Abraham, Devlet Başkanı Aliyev'le daha önce yaptığı bir görüşmede. Tören sırasında Abraham, boru hattının Batılı uluslara "çeşitlendirilmiş petrol kaynakları aracılığıyla daha fazla enerji güvenliği" sağlayacağını, böylece onların Orta Doğu'ya bağımlılıklarını azaltacağını vurguladı. Sonra da Başkan George W. Bush'un mektubunu okudu. "Bu boru hattından ilk petrolün akması için belli bir süre gerekse de," diyordu Bush, "şimdiden bu bölgenin geleceğine önemli bir katkı sağlamıştır."23 Rus hükümeti ne bir mektup ne de bir temsilci gönderdi. Bunun yerine birkaç soğuk açıklama yapmakla yetindi. Dışişleri Bakanı Igor Ivanov, "İşbirliğine hazırız ama tarihsel çıkarlarımızın New York Times, 19 Eylül 2002. 79 olduğu bölgelerde Rusya'nın dışlanma çabalarına tahammül edemeyiz,"24 derken, Başbakan Yardımcısı Viktor Khristenko boru hattı projesinden endişe duymadıklarını iddia ediyordu: "Projenin temel atma töreniyle tamamlanması arasında katedilmesi gereken daha çok mesafe var."25 Her iki politikacının da açıklamaları, temel atma törenine yaklaşan haftalarda patlak veren Gürcistan'la Rusya arasındaki Pankisi Gorge krizi ışığında değerlendirildiğinde tehditkâr olarak nitelendirilebilir. Khristenko'nun açıklamasıyla aynı gün, Rus Savunma Bakanı Sergei Ivanov, Gürcistan'ı -boru hattının geçeceği ülke- Pankisi'deki isyancılara asKerî müdahalede bulunmakla tehdit etmişti. Uzun bir süredir Rus dış politikasının güçlü bir uzantısı olarak görülen Rus petrol devi Lukoil, boru hattı projesine katılmayı reddetti. Bundan hemen sonra, Lukoil'in CEO'su Azeri kökenli Vagit Alekperov, Azerbaycan'ın Azeri-ÇıraklıGüneşli petrol yataklarındaki yüzde 10'luk hisselerini 1,375,000 dolar karşılığında bir Japon şirketine satacaklarını açıkladı. Bu satış ticari olduğu kadar siyasi bir geri çekilmeydi. Temel atma törenini izleyen günlerde Azeri televizyonu, Aliyev'in coşku dolu konuşmasını yeniden yayınladı. "Bugün Azerbaycan'ın bir rüyasının gerçekleştiği gündür." Fakat, gelişmiş başkent Baku'nun dışında, ülke vilayetleri yoksulluğun pençesine düşmüş durumdadır. Ama bir zamanlar Sovyetlerin kimyevi madde üretiminin başkenti olan ve Baku'nun kuzeyine sadece 20 dakika uzaklıktaki Sumgait'teki gerileme hiçbir yerde yaşanmamıştır. 10 yıl öncesine kadar, 14 fabrikadan oluşan petrokimya endüstrisi yaklaşık 150.000 kişiye iş imkânı sağlıyordu. İki kimya tesisi, bir çelik ve bir de alüminyum fabrikası bulunan Sumgait'in suyu ve toprağı diğer Sovyet şehirlerinden daha fazla kirlenmişti. Bugün, hiçbiri kâr getirmeyen, devlete ait bu 14 fabrika kapandığı için kirlilik düzeyi biraz azalmış durumdadır. 24 V/all Street Journal, 8 Ekim 2002. 25 Moscow Times, 20 Eylül 2002. 80 Şehrin eteklerine kurulu dev fabrika binaları yıkılmaya yüz tutmuş durumda. Pencereleri kırılmış, bazılarının çatıları çoktan çökmüş. Bir zamanlar binlerce kadın ve erkeğin işe gelip giderken kullandığı fabrikalar arasındaki asfalt yollarda zararlı otlar bitmişti. Eğri büğrü raylar üzerindeki yük vagonları paslanmıştı. Rayların bir kısmı hurda demir olarak kullanılmak üzere sökülmüştü. Bir zamanların terk edilmiş bu endüstri çölünde, kadınlar ve erkekler Baku karaborsasında birkaç sente satabilmek için, etrafa yayılmış, alüminyum ve demir parçaları arıyorlardı. Bunların birçoğu Karabağ mültecileriydi. 10 yıl önce Ermeni ordusu Karabağ anklavmı işgal ettiğinde göçmüşlerdi. Topraklarından kopan 50.000 kadar kadın,



erkek ve çocuk Sumgait'in yarı terk edilmiş beton binalarını mesken edinmişti. Bir kısmı da, tahta ve tenekeden yapılmış barakalarda yaşıyorlardı. Yetişkinlerin neredeyse tamamı işsiz ve uyuşturucu bağımlısı olan bu mülteci yerleşim bölgesinde suçluluk alıp başını yürümüştü. Birçok çocuk okula gitmiyordu. Ülkedeki 1 milyondan fazla Karabağ mültecisinin çoğunluğu, hâlâ çadır kentlerin berbat koşullarında yaşam savaşı veriyorlardı. Karabağ mültecileri, Azerbaycan'daki petrol zenginliğinin karanlık yüzüdür ve Kafkasya'daki barışa büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Mülteci gruplar, milliyetçi politikacıların kışkırtmasıyla vatanlarının Ermenistan'dan geri alınmasını istemektedirler. Güçlü bir isyancı ordusu oluşturmak için gerekli paranın petrol gelirlerinden sağlanmasının düşünüldüğü açıktır. Eski beton binaların önünde çömelmiş birkaç adam sohbet ediyorlardı. Koyu renk elbiselere sarınmış bu adamlar, yanık yüzlerine kadar çektikleri kalın keçe şapkalar takmışlardı, içlerinden Cemil Agaev isimli Karabağlı bir çiftçi beni evine çay içmeye davet etti. Eve giderken, idrar kokan rutubetli merdivenlerden çıktık. Duvarda dikdörtgen biçimindeki perdeyle kapatılmış bir boşluk giriş kapısı olarak kullanılıyordu. "Lütfen, içeri buyurun!" dedi 72 yaşındaki Agaev, zorlukla nefes alarak. 27 metrekarelik odanın içinde yaşlı adam, karısı, iki baldızı ve ailenin di81 ğer üç üyesi hep birlikte yaşıyordu. Odaya karşılıklı iki ranza yerleştirilmişti. Renkli pazen giysilere sarınan kadınlar eski kilimler serilmiş yerde oturuyor ve elektrik sobasının üzerinde bir somun Türk ekmeğini ısıtmaya çalışıyorlardı. Su gibi elektrik de bu binaya nadiren veriliyordu. iki genç adamın birkaç siyah-beyaz portresi, plastik çiçeklerle bezeli çerçeveleriyle duvara asılmıştı. "Onlar bizim oğullarımızdı, savaşta öldüler," dedi Agaev. 9 yıl önce, Agaev ailesi savaştan kaçarak Sumgait'e gelir. "Bir gece Ermeni askerleri köyümüze saldırdılar, biz de kaçmak zorunda kaldık," diye hatırlıyor çiftçi. İki oğlunun cesedini mezarlarından çıkarıp bir kutuya koyarak yanlarında götürdüklerini de sonradan ekledi Agaev. "Onları orada bırakamadım. Haftalarca cesetlerini yanımızda taşıdık. Neyse ki kış gelmişti ve cesetler donduğu için daha fazla kokuşmadan burada yeniden gömdüm." Agaevlerin köyünü koruyan Azeri birliğinin komutanı, hiçbir neden yokken, Ermeniler saldırmadan önceki gece adamlarına köyden çekilme emri verir. Komutanın "dolar karşılığında köyü Ermenilere sattığına" inanıyor Agaev. Savaş esnasında, yolsuzluğa bulaşan Azeri komutanlar düşmandan düzenli bir biçimde rüşvet almışlar. Yolun aşağısında birkaç blok ötede ailesiyle yaşayan Agaev'in damadı Haydar odaya girerek sohbete katıldı. "Bu ülkede güçlü adamların hiçbiri bizim durumumuzla ve Karabağ'la gerçekten ilgilenmiyor" dedi 29 yaşındaki adam. Hem düzenli orduda hem de milis güçlerinde savaşmış biri olarak konuşuyordu. "Hükümetten hiçbir yardım almadık. Yıllardır petrolden gelecek muazzam zenginliğin hepimize yarar sağlayacağından bahsedip duruyorlar -yardım diye verilen ekmek için aldığımız 15.000 manat-tan ibaret," -3 ABD dolarına eşit. Haydar, iki kaynının resmine bakarak üzüntüyle, "Akrabalarımın kanını yerde bırakmamak için yeniden savaşmaya hazırım," dedi. Bir süre sustuktan sonra, "Fakat bu kez Aliyev'in oğlu da dahil olmak üzere herkes savaşa katılırsa cepheye gideceğim," diye devam etti. ' 82 Baku'daki petrol zenginliği Agaevler için bir gün savaş anlamına gelirken, birkaç yüz kilometre kuzeyde, Hazar Denizi'nin Kazak kıyılarında yaşayan insanlar farklı ama diğerinden daha az tehdit içermeyen risklerle mücadele etmektedirler. 83 i YENİ PETROL VAHASI: KAZAKİSTAN Uzaktan bakıldığında, Venedik lagününün bir adası üzerinde bulunan bir kilise gibi gözüküyordu fakat buz tutmuş suyla çevrelenmişti. Parıldayan buz parçaları kuzey Hazar Denizi'ni ufka kadar kaplamıştı. Biz yaklaştıkça, denizin ortasındaki katedral bir sondaj kulesine dönüşmeye başladı. Futbol sahası büyüklüğünde bir petrol platformuydu uzaktan kilise gibi gözüken. Kazakistan



kıyısının yaklaşık 50 kilometre açığında, Kazakça "kartal" anlamına gelen Sunkar isimli petrol platformunu ziyaret ediyorduk. Birkaç yıl öncesine kadar Nijerya bataklıklarını delen hantal bir yüzer petrol sondaj aracıydı bu. Ardından Batı Afrika kıyıları boyunca binlerce kilometre çekilmiş, sonra Akdeniz ve Karadeniz'e, oradan yukarı Don'a ve aşağı Volga'ya, en sonunda da Hazar Deniz'ine getirilmişti. "Onu burada bulduk, çok büyüktü," dedi İtalyan petrol şirketi Agip'in bir yöneticisi Neil Booth. Merkezi Hazar Denizi'nin kuzey kıyısında küçük bir Kazak şehri Atyrau'da bulunan Agip, onlarca yıldır dünyada bulunan muhtemelen en büyük petrol re84 zervlerine sahip Kaşagan yataklarını işleten uluslararası konsorsiyumun bir parçasıdır. 2000 yılının Temmuz ayında jeologlar, yaklaşık 4.500 metre derinde eski bir mercan kayasının altında dev bir petrol kaynağına rastladılar. Petrol burgusunu hangi yöne çevirdilerse, Sunkar üzerindeki vanalar neredeyse yoğunlaşmış kahverengi petrolle patlayacak hale geldi. Birkaç gün içinde, Atyrau'nun, 1970'te Alaska'nın Prudhoe Körfezi'ndeki sansasyonel petrol rezervlerinin bulunmasından bu yana tek bir yerde keşfedilen en fazla rezervlere sahip olduğu anlaşıldı. "Hepimiz çok şaşırmıştık," dedi Booth o günleri anımsayarak. 55 yaşındaki ingiliz, 1970'lerde BP'nin yöneticisiyken Prudhoe Körfezi ve Aberdeen petrol yataklarının keşfini de yaşamıştı. Booth, şirketin Atyrau'daki merkezinin her katına yerleştirilen esp-resso makinelerinin birinden biraz kahve aldı. "Önce, kimse karşılaştıkları sonuçlara inanmak istemedi. Hepsinin ötesinde, Atyrau tam bir 'riziko'ydu" (Wildcat) -daha önce kimsenin delmedi-ği bir yerde petrol aramak için kullanılan bir endüstri terimi. Kuzey Hazar Denizi, Sovyet yönetiminde doğal koruma alanı olduğu için, karşılaştırma yapacak bir petrol arama deneyimi bulunmamaktaydı. "Bu tam bir kumardı. Petrole rastlama şansımız yirmide birdi, fazla değil." Elde ettikleri bulgulardan cesaret alan jeologlar, petrol yatağının büyüklüğünü ölçmeye başlarlar. Birinci sondajın yapıldığı yerin 40 kilometre ötesinde ikinci sondaj yapılır. Cesur bir hamledir bu ama yine petrol fışkırır, "her iki sondaj sonunda da çıkan petrolün kimyevi kompozisyonu birbirine Çok benziyordu," dedi Booth. "Bu da, tek-bir petrol yatağını araştırdığımızı göstermektedir." Uzmanlar, 40 kilometre genişliğinde bir petrol balonuna sahip Kaşagan'da 30 milyar varil gibi astronomik bir rezerv bulunduğuna inanıyorlar. Kazak hükümeti, nesnel olmasa da, iyimser bir yaklaşımla bu miktarın 50 milyar varil olduğunu tahmin ediyor. Bu da Kaşagan'ı dünyadaki ikinci en büyük petrol yatağı yapar (Suudi Arabistan'daki Ghawar petrol yatağı 80 milyar varille birincidir. Kuzey Denizi'ndeki rezervler ise 17 milyar varildir). Booth, hiçbir tahmini teyit etmemeye 85 özen gösterdi. "Bu noktada yerin altında ne kadar petrol bulunduğunu açıklayamayız. Bu, hissedarlarımızı kızdırır." Kaşagan yatağının bulunması muazzam kârların elde edileceğini vaat ediyor. Bu da Hazar Denizi'ndeki jeopolitik dengenin sarsılmasını beraberinde getirecek. Ayrıca hammadde ve boru hatları üzerinde dünya çapında meydana gelen güç mücadelesinde de yeni ve tehlikeli bir evrenin başladığının habercisi. Birkaç yıl öncesine kadar geri kalmış bir Sovyet cumhuriyeti olan Kazakistan şimdi dünyanın en büyük petrol ihraç eden ülkelerinden biri olmaya hazırlanıyor. 2020 yılına kadar ülke dünyaya günde 10 milyon varil ham petrol satabilecek. Yani Suudi Arabistan kadar. Bu olasılık, üye olmayan devletlerin üretim sınırlamalarına ve fiyat anlaşmalarına uymaları pek muhtemel gözükmediği için uluslararası petrol karteli OPEC'in kâbusudur. Yine OPEC üyesi olmayan Rusya'yla birlikte Kazakistan, Suudi tekelini kırabilecek ve 21. yüzyılda önemli bir stratejik güç haline gelebilecekti. Kaşagan rezervlerinin keşfi, yanıtlanması gereken bir soruyu da beraberinde getirerek Yeni Büyük Oyun'da önemli bir evreyi tetikledi: Ham petrol Kazakistan'dan derin suları olan bir limana nasıl getirilecekti? Zenginlik potansiyelini kullanırken Rusya'ya bağımlı olmak istemeyen Kazak hükümeti, Washington'un çok hoşuna gidecek bir tutum takınarak, boru hattı güzergâhının Rusya üzerinden geçmesi fikrine karşı çıktı. Bakû-Ceyhan'ın yanı sıra Güney



Kafkasya'dan geçecek ikinci bir boru hattından bahsedilmektedir. Fakat bu seçeneğin gerçekleşebilmesi için, tankerler önce Kaşagan petrolünü Hazar Denizi boyunca taşımak zorunda kalacaklar bu da pahalı ve karmaşık bir yöntem. Geriye son bir seçenek kalıyor, o da güneye Basra Körfezi'ne çıkan güzergâh. Böyle bir güzergâh ya İran ya da Afganistan'dan geçmek zorunda. 2001 yılının başlarında Kaşagan'ı işleten petrol şirketleri konsorsiyumu, kendi arasından bir operatör seçme işiyle karşı karşıya kaldığında, boru hatları politikası çoktan başlamıştı. Başlangıçta, ExxonMobil ve Fransız TotalFinaElf şirketleri en güçlü 86 adaylardı- Fakat, ABD tarafından İran'a uygulanan ekonomik ambargoya uyması gereken bir ABD şirketi olarak ExxonMobil, kârlı İran seçeneğini benimseyemedi. Fransızlar -deGaullecü gelenekleriyle- İran'la olan ilişkilerinde ABD ambargosunu hiç umursamadıkları için Total de Amerikalılar tarafından istenmiyordu. Şubat 2001'de Heathrow Havaalanı'nda gerçekleştirilen olağanüstü toplantıda Kaşagan ortakları, aralarında bir uzlaşma sağlayarak, siyasi olarak tarafsız Agip'i operatör olarak seçtiler. Kaşagan'da üretimin 2005 yılında yapılmasının planlanmasıyla, proje lideri Booth kendisini bir öncü gibi hissetmiş. "Bu çok zor ve pahalı bir operasyon: petrol yatağı denizin millerce açığında ve deniz de bütün bir kış boyunca buzla kaplı." Üstüne üstlük kuzey Hazar çok sığ bir deniz, bazı yerlerde derinlik 2 ila 10 metre arasında değişiyor. Güçlü kuzey rüzgârı, suları güneye sürüklediğinde, hem derinlik daha da azalıyor, hem de kıyı çizgisi bir gecede değişiyor. "İşte o zaman her yer koca bir su birikintisine dönüşüyor ve buz parçalama makinelerimiz denizin dibine çarpıyor." Petrol arama faaliyetlerini, Hazar Denizi'nin bilim adamlarını onlarca yıldır şaşkınlığa uğratan bir özelliği daha da zorlaştırmakta. Deniz suyu seviyesi, dönemsel olarak birkaç santim alçalıyor ya da yükseliyor. 1977 yılında, deniz suyu seviyesi 1930'lardaki seviyenin 3 metre altındaydı. Fakat geçen 25 yıl boyunca su seviyesi bir kez daha dramatik bir biçimde yükseldi. Bilim adamları deniz suyu seviyesindeki değişikliklerin nedeninin, sualtı kaynakları ya da tektonik hareketler olabileceğini tahmin ediyorlar. Ne yazık ki, Sovyet planlamacılar bu doğal olguyu gözardı ederek, Hazar kıyılarına yerleşim bölgeleri ve endüstriyel banlar kurmuşlar. Bugün deniz, kıyısındaki tesislerin ve yerleşimlerin birçoğunu yutarak milyonlarca dolar zarara sebep olmakta. Atyrau, geçiş dönemindeki bir şehir. Eski Atyrau, dizi dizi Sovyet apartmanlarından oluşan, merkezinde bolca ağaç bulunan Ssız bir yer. Parklarından birini Lenin'in bir heykeli süslüyor. ^ ile Asya arasındaki coğrafi sınırı oluşturan uzun Ural 87 • ' Nehri, şehrin tam ortasından geçerek Hazar Denizi'ne dökülüyor. Atyrau'da yaşayan 150.000 kişinin çoğu, işlerin kesat olduğu balıkçılık ve gemi yapımı endüstrilerinde çalışarak ayda 30 dolara kıt kanaat geçinmeye çalışıyorlar. Yasak olmasına rağmen, Hazar Denizi'nde arta kalan birkaç mersin balığını havyar elde edilmek için yakalayanlar çok daha fazlasını kazanıyorlar. Wall Street Journal tarafından geçenlerde "yeni Houston" olarak adlandırılan bir de yeni Atyrau var. Moskova'dan gelen Tupolev uçakları, uçuş sırasında dizüstü bilgisayarlarını kullanan şık işadamlarıyla dolu. Atyrau'daki yeni asfaltlanmış ana yol boyunca yerleştirilmiş büyük reklam panoları, yeni bir bankanın ve iş merkezlerinin yapılmakta olduğunu duyuruyor. Bir İtalyan şirketi, Ural Nehri'nin kıyısında, içinde lüks bir otel olan siyah camlı bir işyeri merkezi inşa etmiş Kaşagan kuyusundan gelen petrolcüler, geceliği 149 dolar gibi astronomik bir fiyata, yapımı büyük bir hızla tamamlanan Chagalla Oteli'nde kalıyorlar. Dikenli tellerle çevrili yüksek duvarlar, oteli şehirde yaşayanlardan ayırıyor, silahlı korumalar, yerel halkı otel girişinde didik didik arıyor ve belgelerini inceliyor. Lobide, mesaisini tamamlayan İtalyan petrolcüler bir espresso makinesinin başına toplanmışlar, odalarına çekilmeden önce bir keyif kahvesi içmek için sıra bekliyorlar, ingiliz meslektaşları ise, otelin içindeki yeni İrlanda pub'ı O'Neill's'da buluşmayı tercih ediyorlar. Alkol ve testosteronun etkisiyle coşan erkekler, heyecanla Vahşi Doğu'daki gönül maceralarını



anlatıyorlar. Kazakistan'daki pub'larda resmî bir kapanış saati olmadığı için, geceler genellikle çılgın partilerle sona eriyor. Endüstri merkezi eski Atyrau ile petrol zengini yeni Atyrau arasındaki bu keskin ayrım, her iki kesimde yaşayanları da birbirinden ayırmış. Galina Chernova, Atyrau'da petrol zenginliğine inanmayanların verdikleri mücadelenin başını çekiyor. Ekolojist olan Chernova, 5 yıl önce açık denizde petrol arama faaliyetlerinin durdurulması için bir akımın öncüsü olmuş. Kazakistan gibi bir ülkede, çevrecilik cesaret isteyen bir uğraş. Zeki yüzündeki kıvılcım saçan iri yeşil gözleriyle yaklaşık 90 kilo ağırlığındaki bu kadın, sindirilmesi zor birine benziyordu. "Kuzey Hazar Denizi, 1971'den bu yana doğal koruma alanı olduğu için petrol şirketleri Kaşagan'dan hemen çekilmelidir," dedi Chernova, donmuş Ural Nehri üzerinde yürürken. Onlarca yaşlı adam buz üzerinde açtıkları deliklerden balık tutmaya çalışıyorlardı. "Büyük şirketler hükümetimizi Kaşagan'ın doğal rezerv statüsünü kaldırmaya ikna etmeye çalışıyorlar. Sovyet döneminde bile kıyılarımızda petrol araması yapılması mutlak bir biçimde yasaktı. Kuzeyde, buraya kadar deniz, 308 farklı kuş türünün ve başka 209 hayvan türünün yaşadığı emsalsiz bir doğal yaşam alanı." Bu türler arasında en bilineni, yaklaşık 400.000 tane bulunan Hazar fokudur. Aralarında mersin balığı da bulunan ve yumurtlamak için Ural ve Volga nehirlerinin yukarı kısımlarına göç eden çoğu balık türü havyar elde etmek için yakalanıyor. Dünyada satılan havyarın yüzde 90'ı Hazar Denizi'nden geliyor. Yaklaşık 100 yıldır yaşam mücadelesi veren dünyanın en büyük tatlı su balığı, neslinin tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya. Yasadışı aşırı avlanma ve kirlilik nedeniyle, yakalanan balık sayısı 1970'lerin sonundaki 30.000 tonluk düzeyden, 2000 yılında 550 tona düşmüş durumda. Hazar'a kıyısı olan devletler, havyar piyasası çökmesin diye mersin balığı avcılığına geçici sınırlamalar getiriyorlar. Chernova, su kirliliğine karşı bir önlem olarak petrol aramalarının durdurulmasını talep ediyor. "Petrol şirketleri, faaliyetlerinin kesinlikle çevre kirliliğine yol açmadığını söyledi bize, fakat bunun gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok," diye yakındı Chernova. "Burada deniz o kadar sığ ki, büyük bir petrol sızması olmasa bile ağır metaller suyu kirletmeye yeter de artar bile." "Burada yaşayan insanlar petrol zenginliğinin kendileri için ne anlama geldiğini merak ediyorlar," diye devam etti Chernova. "Büyük şirketlerin, bize kirlenmiş bir çevre bırakarak parayla oynamasını istemiyoruz." Aralarında biyologların, jeologların ve hukukçuların bulunduğu 30 gönüllü çevreciyle birlikte Chernova, Kazak parlamentosuna dilekçeler ve yeni kanun önerileri sunmuş "Fakat hükümet bizimle ilgilenmiyor. Tamamen petrol şirketlerinin yanında hepsi birlikte doğal zenginliklerimizi çalmakla meşguller." Fakat Atyrau'daki çoğu insan, Hazar fokunun neslinin tükenmesinden çok, işsizlik ve parayla ilgileniyorlar. "Ama petrol şirketlerinin sürekli sözünü ettikleri işler de hâlâ ortalıkta yok. Nadiren yerel işgücüne ihtiyaç duyup istihdam ediyorlar." Chernova, petrol şirketleri tarafından düzenlenen çevre korumasıyla ilgili halka açık bir paneli hatırladı. "Salon tıklım tıklım doluydu. Yüzlerce insan vardı. Çok hoşuma gitti. Sonra anlaşıldı ki, bu arkadaşların çoğu kendilerini petrol şirketlerindeki iş pozisyonlarına tavsiye etmek için gelmiş." Agip'in sözcüsü Penny Esson, petrol şirketinin çevreye duyarlı olduğunu göstermeye çalışarak şirketin çevre sorumlusu David Prestonla bir görüşme yapmamı önerdi. 3 dakikalık mesafeye hiçbir şirket arabası olmadığı için, bu kısa mesafeyi yürümekten başka bir seçenek kalmamıştı önümüzde. Esson'un yüksek topuklu ayakkabıları sürekli çamura saplanırken, bu yürüyüş için giydiği uzun beyaz mink kürk, yoldan geçen Ladaların sıçrattığı çamurlara bulanma tehlikesi geçiriyordu. Bazı Kazaklar, cadde ortasında durmuş ona bakıyorlardı. "Güzel bir kürk, değil mi?" diye sordu Esson. "Öyle sıcak ki. Bu hayvanların soğukta niçin üşümediklerini anlıyorum artık." Preston beni gayet sıcak bir biçimde karşıladı. "Dışarıdaki insanlar çevreyle çok ama çok ilgililer," dedi Preston. "Bunun nedeni, Sovyetlerin kirlenmeye karşı hiçbir şey yapmaması. Halkta, hükümetin doğal yapıya zarar vermemize izin vermiş olduğuna dair derin bir endişe var." Preston, Agip'in petrol sızmasına



karşı almış olduğu tüm önlemleri tek tek saydı Bunlar arasında, acil müdahale güçleri de bulunmaktaydı. "Elbette, petrol sızıntısı riskini bütünüyle ortadan kaldırmak imkânsız. Fakat bunu önlemek için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Böyle bir şey olduğu takdirde çok şey kaybedeceğimizin farkındayız: ün ve para 90 gibi." Preston, Kaşagan'daki olağan faaliyetlerin yürütülmesinde, sıfır-sızıntı politikasının petrolün tek bir damlasının dahi denize dökülmesini engellediğini iddia etti. Bu durumu teyit etmek için petrol platformunu bizzat ziyaret edip edemeyeceğimi sorduğumda ise, ilke olarak bunun mümkün olduğunu söylemekle birlikte, ne yazık ki önümüzdeki günlerde hiçbir helikopterde yer olmayacağını da eklediler. Kaşagan, Atyrau'daki insanların endişe duydukları tek petrol yatağı değil. Şehrin 50 kilometre kadar doğusunda 25 milyar varillik rezerviyle dünyanın altıncı büyük petrol yatağı olan Tengiz uzanıyor. 1979'da keşfedilmesinden sonra, Sovyet mühendisler 3,900 metre derinlikte 800 barlık basınçla yeryüzüne fışkıran petrolle başa çıkamadılar. 1985'te birçok petrol işçisinin ölmesine ve yaralanmasına neden olan ölümcül bir patlama meydana geldi. Petrol kuyusu bir yıl boyunca yanmaya devam etti, 210 metre yüksekliğe ulaşan alevler göğü sardı. İtfaiyeciler sonunda yangını söndürmeyi başardıklarında, komünist liderler hiç de alışılmadık bir biçimde Batı teknolojisini elde etmeye karar vererek, ABD'li Chevron şirketinden yardım istediler. Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra Chevron, yeni bağımsız olan Kazakistan'dan 1993 yılında bir petrol arama imtiyazı satın alarak, Sovyetler Birliği sonrası coğrafyada büyük yatırım yapan ilk Batılı petrol şirketi oldu. Devlete ait Kazak petrol Şirketiyle Tengizchevroil isimli bir ortak girişim oluşturan Chevron en büyük uluslararası yatırımı olan bu projeye 2 milyar dolardan fazla para yatırdı. Şirket, 2 milyar dolar daha harcayarak 2010 yılına kadar günlük üretimi 700.000 varile çıkarmayı ve nihayetinde, kuzey Kafkasya'dan Rusya'nın Karadeniz'deki limanı Novorossiisk'e 2.2 milyar dolar tutarında petrol pompalamayı urnuyor. Ne yazık ki, Tengiz petrol yatağı sadece bir başarı hikâyesi değil, aynı zamanda karanlık iş anlaşmaları ve yüzlerce milyon do91 larlık rüşvetlerin döndüğü muazzam bir yolsuzluk skandalidir. Yolsuzluklar, 1995 yılının sonbaharında Chevron'un Amerikalı rakibi Mobil'in CEO'su Lucio Noto'nun, Tengiz ortak girişimine girmeye karar vermesiyle başladı. Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev'i şirketin jetlerinden biriyle görüşme yapmak üzere Bahamalar'a götürdü. Eski bir demir eritme fırını operatörü olan Nazarbayev, uzun bir süredir Kazakistan Komünist Partisi'nin başkanlığını yapıyordu ve Moskova'daki Politbüro'nun da üyesiydi. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından önce Mikhail Gorbaçov ile Boris Yeltsin arasındaki güç mücadelesinde arabulucu rolü oynuyordu. 63 yaşındaki Nazarbayev, kendisini Kazakistan Devlet Başkanı olarak seçtirmesinden sonra, ülkedeki bütün nükleer savaş başlıklarını kendi isteğiyle Rusya'ya devretmesinden ötürü tüm dünyanın övgüsüne mazhar olmuştu. Bahamalar'da, Nazarbayev'e devlete ait Tengiz hisselerinin yarısının neye mal olacağını sorar Noto. Gazeteci Seymour Hersh'e göre, Kazak lider bir dizi uçuk talepte bulundu. Miktarı açıklanmayan paranın dışında, Nazarbayev, yeni bir Gulfstream jet, kızının televizyon şebekesi için uydu antenleriyle donatılmış 4 tane kamyon ve Nazarbayev'in Kazakistan'daki malikânesi için yeni tenis kortları ister.26 Mobil o zamandan beri bu taleplerin karşılandığını reddetse de, yapılan bir iç soruşturma 1990'larda Mobil'in Rusya ve Kazakistan'daki sahte şirketlere yüz milyonlarca dolar ödediğini ortaya çıkardı. Mobil müfettişleri, şüpheli muhasebe kayıtlarına ve hazırladıkları raporda belirttiklerine göre "belirgin ve geçerli bir iş amacı taşımayan" milyonlarca dolarlık transferlere rastladılar. Son zamanlarda, Mobil ve Kazakistan'da faaliyet gösteren diğer Amerikan petrol şirketleri Washington ve New York'ta federal mahkemelerde yargılandılar. ABD Adalet Bakanlığı, iş ilişkileri sırasında bir Amerikalının doğrudan ya da dolaylı olarak yabancı görevlilere rüşvet vermesini yasaklayan 1977 26 9 Temmuz 2001 tarihli The New Yorker gazetesindeki Hersh, Seymour M.i "The Price of Oil" adlı makaleden alıntı. 92 tarihli Dış Yolsuzluklar Yasası'nın ihlal edilip edilmediğini araştırmakta.



1996 yılının Mayıs ayında, Mobil, Tengiz hisselerinin dörtte birini 1 milyar dolarlık "resmî" etiket fiyatından satın aldı ve Kazaklardan aldığı talimat gereği parayı da onların isviçre'deki banka hesaplarına yatırdı. Bir yıl sonra, paranın yarısı olan 500 milyon doların Kazak bütçesinde gözükmediği, hiçbir iz bırakmadan kaybolduğu anlaşıldı. Yoğun baskılara maruz kalan Nazarbayev, bir muhalefet hareketi başlatmak üzere Londra'ya kaçan başbakanını suçlamayı bıraktı. Nazarbayev, içteki muhalefeti bastırmak için derhal polisi seferber etti. Fakat 1999 yılında İsviçre hükümetini Nazarbayev'in çocuklarının ve akrabalarının adına açılmış 120 milyon dolardan daha fazla tutan banka hesaplarını dondurmaya razı eden ABD Adalet Bakanlığı'nın soruşturmasından kaçamadı. Duruma çok bozulan Nazarbayev, soruşturmaya son verilmesini istemek üzere Washington'a özel elçiler gönderdi. Ekim 2001'de, Nazarbayev'in iki yardımcısı, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney ile yaptıkları bir konuşmada, dondurulmuş hesaplar ve adli soruşturma konularını dile getirdiler ama hiçbir sonuç alamadılar.27 2002 Mart'ında, Nazarbayev sonunda Mobil'in 1 milyar dolar tutarında bir parayı isviçre'deki gizli bir hesaba yatırdığını açıkça kabul etti. Nazarbayev'in iddiasına göre, kendisi bu kadar büyük miktardaki bir paranın Kazak ekonomisine girmesi durumunda para birimlerinin istikrarsızlığa düşeceği endişesiyle böyle hareket etmişti. Bu arada, kuklası durumundaki Kazak parlamentosundan, kendisine, görev başında işlenen suçlardan dolayı ömür boyu dokunulmazlık veren bir kanunu geçirtmeyi de ihmal etmedi. Bağımsız olmasından beri ülke servetinin beşte birinin İsviçre bankalarına aktarıldığı tahmin ediliyor. Bundan dolayı, Kazak parlamenterler para aklamayı resmen yasal hale getiren bir yasayı da kabul ettiler. Kazaklar artık ülkeye geri getirdikleri kay27 New York Times, 11 Aralık 2002. 93 nağı belirsiz fonlardan dolayı sorumlu tutulamayacakları gibi, bu fonlara uygulanan vergiler de öylesine düşük oranlı ki. Bu yeni kanundan yararlananları tahmin etmek hiç de zor değil. Tengiz petrol anlaşmalarıyla cebini dolduran, sadece Kazaklar değil. Örneğin Kazak hükümetiyle Batılı şirketler arasında aracılık yapan Kaliforniyalı James Giffen da milyonlarca dolar kazandı. 1931 doğumlu bir avukat olan Giffen, Soğuk Savaş sırasında Doğu blokuyla iş ilişkileri kurdu. Bir Amerikan çelik üreticisini temsilen, Sovyetler Birliği'ne yıllarca petrol arama teknolojisi sattı. 1980'lerin ortalarında, fiziksel görünümü milyarder Donald Trump'a benzeyen Giffen, bir yandan Sovyet liderleriyle yeni anlaşmalar kotarmaya devam ederken, bir yandan da New York'ta Mercator isimli bir banka kurdu. Nazarbayev 1991 yılında, başkanlık seçimlerini kazandığında Giffen'ı kendisine danışmanlık yapması için tuttu. Modern bir Rasputin olarak, ülkenin hızla gelişmekte olan petrol sektöründe göze çarpan önemli bir kişilik haline geldi. Kendisine diplomatik Kazak pasaportu, korumalar ve Mercedes limuzinler verilen Giffen, yabancı şirketlerle sayısız anlaşma bağıtladı. Chevron, Tengiz petrol yatağında petrol araması yapma haklarını satın aldığında, Giffen da aracılık rolünü üstlenmişti. Hizmetleri karşılığında Giffen, Chevron tarafından topraktan çıkarılacak her bir varil petrol için 7 sent "başarı payı" alacaktı. Şu anki üretim düzeyinde, Giffen günde yaklaşık 15,000, yılda ise 5 -milyon dolar kazanmaktadır. Giffen, Nazarbayev'in Mobil’le görüşmek üzere Bahamalar'a gerçekleştirdiği ziyarete de eşlik etmiş ve yine yaptığı aracılık hizmeti karşılığında 41 milyon dolar resmî komisyon almıştı. Giffen yetkililerin dikkatini ilk kez, 1997 yılında bir Ürdünlü iş ortağının, Giffen, Kazak petrol bakanı ve bir Mobil taşeronu aleyhinde Londra'da bir dava açmasıyla çekti. Davacı, bu üç adamın kendisini çeşitli petrol anlaşmalarında milyon dolarlık komisyonlar alarak dolandırdıklarını iddia ediyordu. Dava, ABD hükümetinin de Giffen hakkında yolsuzluk, dolandırıcılık ve kara para aklama gibi suçlardan soruşturma aç94 I masına yetecek kadar onun karanlık faaliyetlerini açığa çıkarmıştı. Atyrau havaalanının yakınındaki Tengizchevroil (TCO) merkezinde, şirket yöneticileri röportaj yapma taleplerimi sürekli reddettiler. Bildirmeden



yaptığım bir ziyaret sırasında sonunda TCO Genel Müdürü Tom Winterton'la görüşebildim. TCO'nun patronları tarafından hiçbir röportaj talebime olumlu yanıt vermemesi talimatı aldığını belirterek, yolsuzlukla ilgili olarak konuşmayı reddetti. "Sizin de gördüğünüz gibi çok muhafazakârız," dedi Winterton. Belli bir süre tartıştıktan sonra, Tengiz Genel Müdürü birkaç soruma yazılı olarak yanıt vermeyi kabul etti. Verdiği çoğu yanıt boş ve reddedici olsa da, "VVinterton'ın Chevron'un Kazakistan'daki taahhütleri hakkındaki yazılı açıklamaları Giffen davası ve Başkan Nazarbayev hakkındaki yolsuzluk suçlamaları karşısında ironik gözüküyordu: "Elbette, yeni bağımsızlığına kavuşmuş bir ülkede yasal ve düzenleyici çerçevenin yeni oluşmaya başladığı ilk evrelerde bu çapta bir yatırım yapmak başlangıçta önemli siyasi riskleri içeriyordu. Nazarbayev'in güçlü liderliği ve stratejik vizyonu ve Kazakistan hükümetinin istikrarlı ve olumlu bir yatırım ortamı yaratmaya yönelik çabaları bu riskleri büyük ölçüde azalttı." Birkaç gün sonra, akşam üzeri Atyrau'dan Kazakistan'ın yeni başkenti Astana'ya gidecek olan TCO şirketine ait bir uçakta, bir tanıdık aracılığıyla yer bularak yaptığım uçuş sırasında, petrol yolsuzluğu ile ilgili yazılı olmayan birçok bilgi elde ettim. "TCO Başkanı Cherdabayev de uçakta olacak," diye fısıldadı genç bir Kazak kadın olan arkadaşım, özel bileti gizlice elime tutuştururken. 3 saat sonra havaalanının VIP locasındaydım. Küçük ve yeni model beyaz bir Tupolev pistte biniş pozisyonu almak üzere hareket ediyordu. Locada, uçağa binmeyi bekleyen diğer 15 civarında yolcu çoğunlukla Kazak petrol mühendisleri ve orta düzeyli yöneticilerdi. Ansızın, üzerinde kaşmir paltosu ve yanında iki koruma olduğu halde Boris Cherdabayev locaya girdi. Belirgin • 95 ? bir biçimde Asyatik ve şişkin yüzüyle, tıknaz yapılı bir adam olan, Kazakistan'ın devlet petrol şirketinin eski Başkan Yardımcısı Cherdabayev, Sovyetler Birliği sonrası petro dolar anlaşmaları aracılığıyla muazzam bir zenginlik ve güç elde eden seçkin "oiligarşlar"dan biriydi. Kazakistan gibi klan yapılı bir ülkede Cherdabayevler Atyrau'daki en güçlü aileydi. Nazarbayev 2000 yılında Boris Cherda-bayev'i, ağabeyinin ardılı olarak TCO'nun başına getirdi. Ağabey Cherdabayev yıllarca Petrol Bakanı ve Atyrau Valisi olarak hizmet etmişti. Bugün Cherdabayev kardeşler Ukrayna'daki devlet petrol şirketlerinin faaliyetlerini kontrol altında tutarken, yeğenleri de Enerji Bakanlığı'nda yüksek bir mevkide bulunuyor. Tesadüfe bakın ki, Cherdabayev uçakta kokpitin hemen arkasında bulunan benim koltuğumun yanındaki koltuğa oturdu. "Kimsiniz?" diye sordu akıcı bir ingilizce'yle. "Ve uçağımda ne işiniz var?" Korumalar, vereceğim yanıtla çok ilgileniyor gözükerek koridorda dikiliyorlardı. Uçak 10,000 fit yüksekteyken kendimi tanıttım. Uzun bir sessizlikten sonra, Cherdabayev kısık bir sesle yavaşça, "Dostum, Kazak kızlarını nasıl buldun?" diye sordu. Cherdabayev, Tengiz yakınlarındaki bir köyde yetişmiş ve sonra da Sibirya'nın Ufa şehrinde bulunan prestijli bir Sovyet Petrol ve Gaz Enstitüsü'ne girmiş. "1979'da Tengiz yatağı keşfedildiğinde, mühendis olarak orada çalışıyordum," diye anlatıyordu Cherdabayev hosteslerden biri somon ve şampanya servisi yaparken. "Fakat 4.000 metreye inip bu kadar yüksek bir basınçla başa çıkamadık. Chevron'un teknolojisi ve parasına gerek duyduk," dedi. Ses tonundan hâlâ Kazakistan'ın Batı'nın yardımına muhtaç olmasından dolayı duyduğu üzüntü anlaşılıyordu. Geçen 10 yıl içinde, ülke 10 milyar dolara yakın yabancı yatırım çekmiş. Bu miktar, komşu Rusya'dan bile fazla. Fakat son zamanlarda hükümet düzenlemeleri sıkılaştırarak sadece Kazakların kontrolündeki ortak girişimlere izin verir olmuş. Yabancı ortaklıklarla zenginleşen ve güçlenen birçok oiligarş Kaşagan sözleşmenin iptal edilerek yeniden müzakere edileceği umuduyla bu yeni politika96 I yi can-ı yürekten destekliyor. Cherdabayev'e yabancıların Kaşagan petrol yataklarını ucuza kapattıklarını düşünüp düşünmediğini sordum. Orta Asyalı yüzü esrarengiz bir biçimde donuklaştı ve hâlâ tabu olmaktan çıkmamış bu soruya yanıt vermekten kaçınarak sessiz kaldı.



Altımızda uzanan karanlık Hazar kıyı şeridini bulanıklaştırmıştı. Küçük adacıklar buz parçalarıyla dolu denizde yüzüyor gibi gözüküyordu. Kıyıda ise Tengiz petrol yatağındaki borular, üretim sırasında meydana gelen portakal rengi dumanları ve gazları bulut büyüklüğünde havaya üflüyordu. Borulardan çıkan alevlerin ışığında, aşağıdaki stepte uzanan devasa sarı plakalar dev altın külçelerini andırıyorlardı. Bu sarı plakalar, sondaj sırasında yerden fışkıran 4.5 milyon ton civarında katılaştırılmış sülfür barındırıyordu. Her gün 4.500 ton sülfür, gözenekli bir kütlede katılaştırılmak üzere bu. sarı kümelere püskürtülüyordu. Asit içeren maddeden kurtulmak için TCO, bunu işleyerek toz gübre haline dönüştürüyor, sonra da Avrupa'ya satıyor. "İngiltere'deki en iyi üniversite hangisi?" diye sordu aniden Cherdabayev. "Oğlumu oraya göndermek istiyorum. 14 yaşında ve Kazakistan'daki hiçbir okul onun eğitimi için yeterince iyi değil." Cherdabayev iki kızını zaten Boston, Massachusetts'deki bir üniversiteye göndermiş. Orada ve genel olarak Batı'da insanların Kazakistan hakkında neler düşündüklerini merak ediyor. Yolsuzluk büyük bir sorun gibi gözükse de sadece iyi şeyler düşünüyorlar, diye yanıtladım. Cherdabayev gülerek, "Evet, yolsuzluk bir sorun fakat sadece burada değil -Avrupa ve Amerika'da da," diye karşılık verdi. Yabancı petrol şirketlerinin Kazakistan'da petrol arama imtiyazı elde etmek için rüşvet vermek zorunda oldukları söylentileri hakkında neler düşündüğünü sordum. "Ah, evet. Böyle şeyler söyleniyor. Böyle suçlamalarda bulunan Amerikalılar kimler? iki adamla yatan bir kadın, başka bir kadına 5 adamla yatıyor diye fahişe diyemez!" Cherdabayev'in korumaları, patronları kendisini dikleştirirken bize bir bakış fırlattılar. "Şimdiye kadar burada97 . ki Sovyet yönetiminden çok çektik! Genç bir erkek olarak durağanlıktan o kadar sıkılmıştım ki. Ve sonra ansızın kendi başımıza kaldık. Sorunlarımızı kendimiz çözmek zorundaydık. Geçen 10 yıl heyecan vericiydi, evet, ama kolay değildi. Herkes kendisine ve ailesine bakmak zorundaydı." Hostes bardaklarımıza biraz daha şampanya koydu. "Yolsuzlukmuş! Bundan bahsedip duruyorlar! Söyler misiniz, George W. Bush nasıl ABD Başkanı oldu?" diye sordu kızgınlıkla Cher-dabayev tabağmdaki somono çatalını öfkeyle batırırken. "Amerikalıların bize yardım etmek için buraya gelmesi iyi bir şey. Tamam! Ama her şeyi bize öğretebileceklerini düşünmemeliler," diyerek konuşmasını bitirirken pilot Astana'ya inmek üzere olduğumuzu bildiriyordu. Sıcaklık sıfırın altına düştüğü için, pilot kalın giysiler giymemizi tavsiye etmeyi de ihmal etmedi. Apronun önünde koyu renkli dört çeker bir limuzin beni de şehre bırakmayı teklif eden Cherdabayev'i bekliyordu. Şehrin merkezindeki bir otelin önünde durduk, içeriye kadar bana eşlik eden Cherdabayev resepsiyoniste güzel odalardan birini vermesini söyledi. "Oda paranı ben ödeyeceğim, dostum," dedi limuzinine giderken, "fakat bu biraz yolsuzluk kokuyor, değil mi?" *** "Halk petrol kârlarının bir faydasını görmüyor," dedi Kazakistan'daki Dünya Bankası ofisi görevlilerinden Elena Karaban. "Yoksul kitleler ve birkaç zengin arasındaki uçurum inanılmaz büyüklükte." Karaban, hükümetin petro dolarları nasıl harcadığını inceleyen sivil toplum kuruluşlarını destekliyor. Ülkede şiddetli siyasal krizlerin çıkmasına yol açma potansiyeli taşıyan yolsuzluk ve adaletsizliğin nasıl toplumsal gerilimlere yol açtığıyla ilgileniyor Karaban. "Toplumun geniş kesiminde, zenginliğin dağılımına ilişkin müthiş bir öfke var. Bu kesimler, ülke zenginliklerinin hükümet ve yabancı şirketler tarafından talan edildiğini düşünüyorlar." Büyük çoğunluğu yoksulluk içinde yaşayan nüfusuyla Astana yağma edilen zenginliğe en somut örnek. 1995 yılında Nazarba98 yev hükümetin çekici Alma ti şehrinden Astana'ya taşınması talimatını vermiş. Kuzey steplerindeki şehre, Kazakça "beyaz mezar" anlamına gelen Akmola deniyormuş. Bu ismin bir başkente uygun olmayacağını düşünen Nazarbayev, Akmola'nın ismini, "başkent" anlamına gelen "Astana" ismiyle değiştirmiş. Şehrin yeniden imarı için 1 milyar dolar tutarındaki projelere girişilmiş. Bunlar arasında yapımı 50 milyon dolara mal olan yeni bir başkanlık sarayıyla yeni bir parlamento binası da var.



Tarihsel olarak, Almatı zaten ülkenin kültürel merkeziymiş fakat siyasi gözlemciler Nazarbayev'in başkenti Astana'ya taşıyarak Moskova'ya bir mesaj göndermek istediğini düşünüyorlar. Ülkede yaşayanların ancak yarısı etnik Kazak, üçte birinden fazlası ise büyük çoğunluğu kuzeyde yaşayan Ruslar. Kazakistan'ın bağımsız olmasından sonra Rus milliyetçileri ülkenin kuzeyinin Rus Federasyonu'na katılmasını talep etmişler. Başkenti kuzeye taşıyarak Nazarbayev'in bu irredantizmi daha başında durdurmaya çalıştığı düşünülüyor. Astana'daki hükümet binaları arasındaki geniş alanlar çeşmelerle ve palmiye ağaçlarını andıran Çin yapımı tuhaf sokak lambalarıyla dekore edilmiş. Bunların hemen yanında ise bir alışveriş merkezi var. Beyaz mermerlerle döşenmiş bu alışveriş merkezinin üç katı (asansörler birbirine bağlanmış) bir dizi lüks mağazayla dolu. Fiyatlar ortalama bir Kazak'ın ödeme gücünün bir hayli üstünde olduğu için alışveriş merkezi tamamen boş, tabi satış görevlilerini saymazsak. Bir kitapçıda Rus gazetelerinin "Uluslararası Basın” başlığı altında satıldığını görmek ilginçti. Ishim Nehri'nin kıyısında, henüz tutulmamış boş dairelerle dolu 20 katlı binalar göğe yükseliyordu. Yüksek binaların gölgelerinde eskimiş müstakil konutlar bulunuyordu. Resmî konutları etkilemek için hükümet bu evlerin pejmürde gri duvarlarını mermeri andıran bir görünüme sahip Potemkinesk bir cephe sıvasıyla kaplamış. Ne yazık ki, "mermer"lerin çoğu dökülmeye başlamış bile. 99 "Aniden gelen bu petrol zenginliği," dedi Orta Asya'da yatırım yapan yabancı şirketlere danışmanlık hizmeti veren bir think-tank'ın müdürü Andrew Rearick, "Kazakistan'ı henüz Nijerya gibi berbat bir yer haline getirmedi, ama Allah için, bir Norveç de sayılmaz burası." Bu İskandinav ülkesi, bir yandan zenginliği görece eşit olarak tabana yayarken bir yandan da ciddi siyasi ve toplumsal krizlere yol açmadan aniden gelen petrol zenginliğinin nasıl özümsenebileceğine örnek gösteriliyor. Dünya üzerindeki hemen hemen her petrol devletinde, petrolle gelen zenginlik, yolsuzluk, toplumsal gerilimler, darbeler ve iç savaşlara yol açarak şanstan çok lanet getirmiştir. 1973'de yaşanan petrol krizinden sonra, petrol ihraç eden çoğu ülkenin hükümetleri yeni petrol gelirlerinin büyük çoğunluğunu sosyal programlara, altyapı yatırımlarına, orduya ve kamu iktisadi teşebbüslerine yönlendirmeye başladılar. Fakat, ekonomiler bu kadar büyük bir nakit patlamasını özümsemekte başarısız oldu ve 1980lerde petrol fiyatları düşmeye başlayınca bu lüks harcamalar artık finanse edilebilir olmaktan çıkarak eşi benzeri görülmemiş patlama sona erdi. işsizlik ve yoksulluk hızla artarken Lagos ve Caracas'taki gökdelenler boşalıyordu. Çoğu petrol ülkesinde, 1973'ü izleyen 20 yıl içinde ekonomik büyüme petrol zenginliğinin göz kamaştırıcı günlerinden daha düşük düzeyde gerçekleşti ve kişi başına düşen milli gelir düştü28 Birçok ülke ciddi toplumsal ve siyasi krizler yaşadı. İran'da "Büyük Medeniyet" ismini taşıyan modernleşme programı islâm devrimine yol açarken, Nijerya'da generallerin darbeleri birbirini izledi. Cezayir ve Sudan kanlı iç savaşlara sürüklenirken, sürekli isyanlar ve askerî darbeler Venezuela'nın başına musallat oldu. Ülke (ve petrol endüstrisi) şu anda Başkan Hugo Chavez'in yönetiminde fiilî bir sükûnete ulaşmış durumda. Ekonomik çöküntüyü bertaraf etmek için OPEC ülkeleri mil28 Hoffmann, David, "The Politicisation of Oil", Ebel, Robert ve Rajan Menon (ed.), Energy and Conflict in Central Asia and the Caucasus (Rowman & Littlefîeld: Oxford, 2000), s. 55-77. ; ••? 100 yar dolarlık borçlar aldılar. Bugün, Suudi Arabistan ve başka birçok devlet çift haneli enflasyon rakamlarından ve muazzam dış borçlardan mustarip. Ekonomistler, bu durumun nedeni olarak, ülkenin belli bir endüstri koluna ağırlık verilirken diğerlerinin ihmal edilmesinden kaynaklanan "Hollanda hastalığı"na yakalanmasını görüyorlar. Genellikle, hammadde ihracatından yüksek gelir elde eden hükümetler üretim ve tarım sektörlerini geliştirmeyi artık gereksiz görürler. Bu sektörlerdeki şirketler iflasa sürüklenir ve sonuçta insanlar işsiz kalırlar ve iyi eğitimli çalışanlar yurtdışına giderler. Ani gelen petrol zenginliği ulusal para birimlerini yapay olarak aşırı değerli hale getirir, bu da ülkenin ihracatına zarar verir. Rearick'in yeni Vahşi Doğu'daki durumla ilgili



değerlendirmesi çok mantıklı: "Hazar ülkelerinin tümünde, Hollanda hastalığı gitgide yaygınlaşmaya başladı." Fakat, ani petrol zenginliğiyle ülkelerin başına asıl bela olan yolsuzluktur. "Petrol, siyasi güç mücadelelerindeki tehlikeleri arttırıyor," diye açıkladı Rearick. Norveç, bu tehlikeyi, Kuzey Denizi gelirlerini hastanelerin ve üniversitelerin finansmanında kullanılan özel bir petrol fonuna aktardı. Gelişmekte olan diğer petrol devletleri için de bu politika bir model olarak görülüyor. Azerbaycan ve Kazakistan gibi Hazar ülkeleri, Batılı hükümetlerin de teşvikiyle, bu tür ulusal petrol fonları kurmuşlar. "Sadece 2001 yılında, Başkan Nazarbayev, Kazak fonuna 1 milyar dolar akıttı" dedi Rearick. "Tek sorun Nazarbayev'in ulusal bütçeden para kaçırması." Petrol fonu hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, Başkan Nazarbayev'in arkadaşları tarafından yönetiliyor. Nerelere harcama yapıldığı açıkça kayıt altına alınmadığı gibi, paranın nasıl harcanacağını gösteren hiçbir rehber de yok. "Kimse parayla ne yapıldığını bilmiyor. İnsanlara 'bize güvenin, sizin için doğru olanı yapıyoruz' diyorlar. Fakat, Kazakistanda nepotizm yolsuzluk değil klana karşı sorumluluk olarak görülür." Hazar bölgesini -ve dışarıdaki rakip güçleri- çatışmaya sürükle101 yecek en ciddi sorun, petrol boru hatlarının nihai kaderi gibi gözüküyor. Kazakistan'ın kuzey komşusu Rusya, Kaşagan petrolünün mevcut boru hattı ağından Rusya'nın Karadeniz'deki limanı Novorossiisk'e pompalanması için sürekli kulis yapıyor. Fakat, 1580 kilometre uzunluğundaki yeni boru hattıyla Tengiz petrolünü zaten Rusya üzerinden taşımakta olan Kazakistan bütün petrol ihracatını Moskova'nın iyi niyetine bağımlı hale getirmemek için ihtiyatlı davranacaktır. Kaşagan konsorsiyumu da, Tengiz boru hattının işleticilerinin geçmişte mücadele etmek zorunda kaldıkları, Rusya'nın fahiş fiyatları, boru hattını kapaması gibi, bürokratik sabotajlardan korkmaktadır. ABD, petrolün tankerlerle Hazar Denizi'nden Baku'ya, oradan da yapımı planlanan Ceyhan boru hattı aracılığıyla Akdeniz'e taşımayı istemektedir. Iran da Hazar'ın doğusundaki Türkmenistan kıyılarından iran'ın Basra körfezine kadar inecek bir boru hattı güzergâhı önerdi. Ayrıca, böyle bir güzergâhın 1.6 milyar dolarlık maliyetine de mali katkıda bulunma vaadi de verdi. 2001 yılının başlarında Hindistan'a resmî bir ziyarette bulunan Başkan Nazarbayev tarafından dile getirilen başka bir olasılık da Taliban sonrası Afganistan'ından geçecek bir güneydoğu güzergâhıdır. Kazak petrolü için oynanan oyunlar başka bir bölgesel gücü de çekmiştir. Dış politikasını gitgide daha fazla ölçüde petrolün şekillendirdiği Çin'in komünist liderliği 1997 yılında, Çin Ulusal Petrol Şirketi'ne (Çhinese National Petroleum Company -CNPÇ) Kazakistan'ın en büyük üçüncü petrol yatağı olan Aktu-binsk'in hisselerinin yüzde 60'ını satm alması talimatını verdi. Piyasa fiyatının çok üzerinde bir fiyat veren Çinliler hemen akabinde iki petrol yatağı daha satın aldılar. Diğer yandan da Hazar Denizi'nden Kazak stepleri boyunca Çin'in batıdaki Sincan eyaletinin başkenti Urumçi'ye ulaşan 1250 millik bir boru hattının yapımı konusunda da anlaşmaya vardılar. Sonuç olarak, Kaşagan petrolü için inşa edilecek boru hattının hangisi olacağı konusunda son sözü Kazaklar söyleyecek. Sabr Yessimbekov Kazakistan'daki petrol boru hatlarının resmî 102 baş planlayıcısı. Kazakistan'ın Japonya nezdindeki eski büyükelçisi ve şu anda da Kazmunaygaz şirketinin yükselen genç yıldızı olarak Yessimbekov İngilizceleri en az Rusçaları kadar iyi olan Batı eğitimli yeni Kazak kuşağına ait. Onunla karşılaştığımda, gelecekte Sincan'a kadar uzatılacak orta çaplı bir boru hattının yapımında Çinlilerle Kazakların birlikte çalıştıkları bir inşaat bölgesindeki keşif turundan henüz dönmüştü, "iyi bir proje," dedi. "Genel olarak, petrolümüzü Batı'ya değil Doğu'ya pompalamak istiyoruz, çünkü doyurulmamış pazarlar orada." Yessimbekov, Çinliler'in Kazakistan'da yeterli petrol bulması halinde devasa yapım maliyetlerinin artık sorun olmayacağını düşünüyor. Fakat, fıldır fıldır oynayan gözleriyle inşaat alanına yaptığı son ziyareti hatırlayarak anlatmaya başladı: "Çinlilerle takım çalışması yapmak çok zor. Çalışma tarzları hâlâ



Sovyet: 5 yıllık planlar yapıyorlar ve her şeye bu plandan bakıyorlar, o 5 yıl içinde koşullar değişmiş mi değişmemiş mi hiç önemi yok." Yessimbekov'un, Kazakistan'daki yoğun Çin yatırımlarına karşı duyduğu rahatsızlığa, başka birçok Kazak'ta da yaygın bir biçimde rastlanmaktadır. 1950'lerin sonlarında Kruşçev ve Mao Zedong'un siyaset sahnesinden kaybolmasından sonra "sarı ve-ba"ya karşı başlatılan Sovyet propagandası, Çin'in, Batı'da kendisine yaşam sahası aradığı yönündeki eski korkuyla da beslenerek kökleşmiş bir ırksal önyargıya yol açtı. "Tarihsel olarak, Rusya'yla birlikte Çin daima Kazakların aleyhine hareket etmişlerdir," dedi Yessimbekov. " Ve Çinliler şimdi bir kez daha saldırganlaşmaya başladılar. Her ne pahasına olursa olsun Kazakistan'a girmeye çalışıyorlar, işte bunun için ABD'nin Orta Asya'da asker konuşlandırması iyi bir şey -zira Çinlileri dışarıda tutuyorlar. ABD askerleri bize güvenlik sağlıyorlar ve Çinlilerle Ruslar'a artık dünyanın değiştiğini açıkça gösteriyorlar. Amerika artık askerî olarak Çin'i çevrelemiş durumda. Amerikalıların bu sözde teröre karşı savaşının Usame Bin Ladinle ilgisi olduğuna kim inanıyor? Bu savaş bizimle ilgili -Amerikalıların istedikleri bizim petrolümüz." : 103 Fakat, ABD'nin desteklediği Bakû-Ceyhan Akdeniz boru hattı Kaşagan petrolünün ihracı için Yessimbekov'a aklına yatan bir çözüm değil. "Gürcistan'daki sorunlar devam ediyor. Bu ülke çok istikrarsız. Boru hattını havaya uçurmak için çılgının biri yeter." Yessimbekov gönlünde yatan güzergâhı da açıklıyor. "İran üzerinden geçecek güzergâhın en ekonomik ve akla yakın güzergâh olduğunu düşünüyoruz. Ve Kazakistan için en iyi çözümü seçeceğiz." Başkan Nazarbayev Bush yönetiminden müteaddit defalar Basra projesine karşı takındığı muhalif tutuma son vermesi talebinde bulundu. Amerikalılarla yaptıkları görüşmelerde, Kazaklar, İran'da önemli iş çıkarları olan ve bu ülkeye yönelik Amerikan yaptırımlarının kaldırılması için yoğun lobicilik faaliyetlerinde bulunan petrolojistik Halliburton Şirketi'nin eski CEO'su şimdinin ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin hafızasını tazelemeye çalıştılar. Fakat, ABD ile İran'daki Taliban karşıtı rejim arasındaki buzların çözülme emarelerinin gözlendiği 11 Eylül 2001'den sonra bile, Washington katı tutumunu korudu. Aralık 2001'de Astana'ya gerçekleştirdiği bir ziyaret sırasında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, "11 Eylül sonrası ortamında Orta Asya petrol boru hatları güzergâhlarına yönelik ABD politikasını değiştirmemize yol açacak hiçbir neden görmüyorum" diye vurguladı. Powell'ın konuşmasını bitirmesiyle mikrofonu kapan Nazarbayev, İran'ın, Kazakistan ve bu ülkede faaliyet gösteren bütün petrol şirketleri için "en kârlı ve verimli" güzergâh olacağını söyledi. Nazarbayev, taş kesilmiş Powell'ın gözlerinin içine baka baka, Basra boru hattının yapımına yönelik eğilimini vurguladı. Bir ay sonra, Başkan Bush, Birliğin Durumu konuşmasında 1-ran'ı "şer ekseni"nin parçası olarak tanımladı. Kimi gözlemcilere göre, bu konuşma Kazakistan'a verilen bir gözdağıydı. 2002 Nisan'mda Kazakistan'a gerçekleştirdiği bir resmî ziyarette İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, Uluslararası işadamları ve aralarında ABD büyükelçisinin de bulunduğu, Almatı'nın bütün diplomatik temsilcilerinden oluşan bir dinleyici top? . 104 luluğu önünde bir konuşma yaptı. Alışılmış kahverengi molla cüppesi ve siyah sarığıyla Hatemi konuşmasına besmeleyle "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek başladı. Yakın Doğu'daki ABD politikasını kınayarak ve tek kutuplu dünyanın tehlikelerine yönelik uyarılarda bulunarak konuşmasını sürdürdü. Konuğunun yanında oturan Nazarbayev, ona katıldığını göstermek için coşkuyla başını sallıyordu. Hatemi daha sonra, Orta Asya'daki Amerikan askerî varlığını bölgenin aşağılanması olarak nitelendirdi. Üst düzeyli bir Kazak hükümet görevlisi Hatemi'nin konuşması için, "Amerikalılar, bizim ne komşumuz ne de akrabamız; sadece çok uzakta yaşayan güçlü ve zengin kişiler. Bunu bir türlü anlamıyorlar. Onların dostluğunu istiyoruz çünkü kazananın yanında olmak daima yararlıdır," yorumunda bulundu. Bush yönetimi, Nazarbayev rejiminin İran'la flört etmeyi bırakması için baskıda bulunmaktadır. "Amerikalılar, Londra'daki muhalif Kazakların da desteğiyle bizi, Kazak şirketlerine karşı yaptırım uygulamak ve insan haklarını daha fazla



gündeme getirmekle tehdit ediyorlar." dedi Nazarbayev'in yakın arkadaşı ve Kazak Stratejik Araştırmalar Enstitüsü'nün müdürü Maulen Ashimbayev. "Ve ABD Adalet Bakanlığı, devlet başkanımız aleyhinde bir soruşturma açabilecek. Bu, çok rahatsızlık verici bir durum." 2002 Kasım'ında, ChevronTexaco'nun Tengiz petrol yatağındaki üretimin 3 milyar dolar arttırılması planını tek taraflı olarak belirsiz bir süreliğine rafa kaldırmasıyla ABD ile Kazakistan arasındaki ilişkiler yeniden dibe vurdu. Girişim, 2005 yılına kadar ham petrol üretimini günde 430.000 varile kadar çıkaracak projenin nasıl finanse edileceği konusunda Kazak hükümetiyle yaşanan uyuşmazlık sonrasında meydana geldi. "Bütün faaliyetleri ertelemekten başka seçeneğimiz yok," diyordu Chevron'un Başkan Yardımcısı Peter Robertson. Şirket yeni yatırımın mevcut üretim karlarıyla finanse edilmesi konusunda ısrarcıydı Bu da, Kazak devletine ödenen vergilerin muazzam bir biçimde azalması demekti. Hükümet, yeniden yatırıma dönüştürülen kârların devle. 105 ' te, 2006 yılına kadar tahsil edilmesi planlanan vergilerde yıllık 200 milyon dolar gibi bir azalmaya mal olmasından korktuğu için Tengiz sözleşmesinin şartlarının gözden geçirilmesini talep etti. Bunun bir nedeni de 1990'ların başlarında Batılı petrol şirketleriyle imzalanan birçok anlaşmanın adaletsiz olduğu ve Hazar devletlerinin deneyimsizliğiyle nakit ihtiyaçlarından faydalanılarak yapıldığı yönündeki yaygın görüştü. Durumdan sıkılan ChevronTexaco hükümetin blöfünü gördü ve ertesi gün 1,000 civarında petrol işçisi işine son verildi. Bundan hemen sonra Kazak hükümeti şirketten görüşme masasına geri dönmesini isteyerek geri adım attı. O günkü New York Times'ın başlığı "Petrol Politikasında Kazakistan'ın Aldığı Ders" şeklindeydi. Fakat acaba bu işten çıkarmalar Batılı çokuluslu şirketlerle bir Üçüncü Dünya hükümeti arasındaki, bu günlerde küresel ekonominin bir özelliği olan başka bir şiddetli güç mücadelesini mi oluşturuyordu? Yoksa Hazar Denizi'ndeki Yeni Büyük Oyun'da, ABD çıkarlarına ağır bir darbenin indiği bir dönüm noktasını mı gösteriyordu?29 Bu soruları, yanıtlaması için Başkan Bush'un Hazar enerji diplomasisi danışmanı Büyükelçi Steven Mann'a yönelttim. Washington'un parlak diplomatlarından Mann bölgedeki tüm enerji konularıyla ilgili en üst düzey yetkili konumundadır. Eski Türkmenistan elçisi olan Mann, Orta Asya diplomatik çevrelerinde, ABD dış politikasından hoşnut olmayan eksantrik Türkmen diktatör Saparmurat Nyazov tarafından resmî bir ziyafet sırasında bir sürahi dolusu votkayı bir dikişte içmeye zorlanması, ve hiç çekinmeden bunu yapmasıyla ünlüdür. Dışişleri Bakanlığı'ndaki bürosunda beni kabul eden, beyaz yakalı mavi gömleğiyle daha çok bir yatırım bankerini andıran cana yakın diplomatı Kazakistan'daki gelişmeler düş kırıklığına uğratmıştı. "Kazak hükümeti Chevron'a gerçekten zorbalık yapıyor" dedi 52 yaşındaki Mann elinde bir fincan kahveyle pelüş 29 New York Times, 16 Kasım 2002. 106 koltuğuna yaslanarak. "Kazaklar yatırım konusunda ne kadar ileri gidebileceklerini bilmek istiyorlar." Mann'ın görevi, uyuşmazlıkların çözümüne yardımcı olarak "ticari avukatlık" dediği işi yapmak. "Elbette, ABD şirketleri için adil bir anlaşma elde etmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla Kazaklarla oturarak tartışıyoruz. Fakat, Mann'ın ısrarla vurguladığına göre, yapılan şey Kazakları baskı altına almak değil onları tutumlarının mantıksız olduğuna ikna etmek. ABD, ticari kozları kullanmayı ilke olarak özel şirketlere bırakıyor. "Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bölgede dünyanın en etkili güçlerini temsil ediyorum: Piyasa güçlerini!" Bush yönetimi için önem taşıyan şeyin Hazar petrolünü rekabetçi bir fiyattan piyasaya getirmek olduğunu da ekliyor. "OPEC dışı üretilen bir petrol olarak Hazar petrolleri, marjinal fiyatın oluşmasına yardımcı olacak. Hepsinin ötesinde, Hazar'da dünyanın en büyük OPEC dışı petrol üretiminin peşindeyiz." Birkaç saat önce, Mann'a, bir Kazak mahkemesinin açık bir misilleme olarak, üretim sırasında ortaya çıkan sülfürü şirket tesislerinde depoladıkları için çevreye zarar verdikleri gerekçesiyle Chevron'a 70 milyon dolar ceza kestiği bildirilmişti. "Egemen bir ülke olarak ne isterlerse yaparlar —en azından bunu



denerler," dedi Mann, Nazarbayev rejiminin, hareketlerinin yatırımcılar üzerindeki gelecekteki etkilerini de hesaplaması gerektiği uyarısında bulunarak. "Küresel bir rekabet içinde bulunduklarını unutmamalılar. Rakipleri diğer Hazar devletleri değil, Angolar, Brezilya ve Meksika. Bu günlerde bu devletlerin hepsi çok cazip yatırım olanakları sunuyorlar." Mann, 1990'ların başlarındaki petrol üretim anlaşmalarının aşırı ölçüde Batılı çokuluslu şirketlerinin yararına olduğu yönündeki Kazak iddialarını da kabul etmiyor. "Deneyimsiz değillerdi. Eski Sovyetler Birliği'ne girmenin riskini üstlenen şirketler için, ilk giriş kazancının da olması gerektiğini biliyorlardı." Fakat, ulusal bir hükümet açısından yönettiği nüfus için mümkün olabildiğince fazla vergi geliri elde etmek meşru bir amaç değil midir? diye sordum. "Bu bizim sorunumuz değil," diye yanıtladı onaylamayarak. "Onların iç sorunu." 107 Diplomat saatine baktı. Birkaç saat içinde Kazak hükümet yetkilileriyle BakûCeyhan petrol boru hattının BP liderliğindeki işleticileri arasında yapılacak görüşmelere başkanlık etmek üzere Londra'ya uçacaktı. "Kazakların boru hattına ne zaman katılacaklarını tespit etme için gerçekleştireceğimiz ilk buluşma bu. Kazak petrolünün Bakû-Ceyhan aracılığıyla taşınmasını istiyoruz." Mann'a Chevron'la yaşanan son zamanlardaki gelişmelerin Nazarbayev rejiminin Iran güzergâhına daha da yaklaştırıp yaklaştırmayacağını sordum. "Bakın, Iran boru hattı neredeyse 10 yıldır konuşuluyor ama inşaatı devam eden bizim boru hattı'güzergâhlarımız." diye yanıtladı Mann sertçe. Iran seçeneği, ABD'nin muhalefet etmeyi sürdüreceği "idealize edilmiş bir inançtı" Mann'a göre. "Fakat bu gerçekleşmeyecek. Amerikan halkının iradesi ve kararlılığı bu yönde. Bu da Dünya Bankası'nın Iran güzergâhına kredi vermeyeceği anlamına gelmektedir." Mann'ın arkasındaki duvarda Rusça "cezalandırma" yemini içeren bir propaganda posteri asılıydı. 1919'da basılan bu poster, görkemli beyaz atlar üzerindeki Çarlık süvarilerini, sefil görünüşlü Lenin'le Bolşevik yoldaşlarını bir uçuruma doğru sürüklerken betimliyordu. Altında, ateş püskürten ejderhalar müthiş grafik detaylarla komünistleri ölümle cezalandırıyorlardı. "Bu postere bakmayı seviyorum, ben de hem ideolojik hem de estetik çağrışımlar uyandırıyor," dedi akıcı bir Rusça'yla Mann gülerek. "Ben bir antikomünistim. Devrim, Rusya'nın başına gelen en kötü şey. Beyazlar iç savaşı kazanmalıydılar." Mann'ın, ideolojik katılığı ABD'nin Orta Asya'da oynanan Yeni Büyük Oyun'daki belki de en tehlikeli düşmanı komünist Çin'le başa çıkmasında yardımı dokunabilir. 108 UYUYAN DEV: ÇİN Almaatı'dan Çin'e giderken, Kazakistan'ın güney komşusu Kırgızistan'dan geçerek Kırgız şehri Osh'un 250 kilometre güneydoğusundaki Çin-Kırgız sınırında .bulunan Irkeshtam Geçidi'ne şafak sökerken vardım. Buradan, Yeni Büyük Oyun sahasının, hızla önemli yerlerinden biri haline gelen, Çin'in Sincan eyaletine gitmek üzere eski bir Rus UAS arazi jipi kiraladım. Rus şoförüm Sergei'in, yaşam öyküsünü anlatırken akşamdan kaldığı belli oluyordu. Bütün Sovyet imparatorluğu için su pompaları üreten bir fabrikada çalışmış, fakat çelik ve tekstil fabrikaları gibi, bu fabrika da uzun bir süredir kapalıymış. Şimdi Osh'ta hemen herkes işsiz, şehrin tek iş yapan şirketi bir votka üreticisi. "Bu şekilde yaŞamaya alışmak için, ara sıra içmekten hoşlanırım," dedi çürütülemez bir mantıkla. Yol uzun bir süredir çamurlu bozuk bir satıh halini almıştı. 5 saat sonra, geçidin son 100 metresini çıkarken araba tüm gücünü harcayarak rampayla neredeyse mücadele ediyordu. Pamir Dağları'nın eteklerini ince bir kar tabakası kapla109 mıştı. 3.000 metre rakımlı bu geçitte birkaç kontrol noktasından geçmiş ve şimdi de son sınır karakoluna ulaşmıştık. Karakol, çamur meydanın üzerine yerleştirilmiş birkaç tane eski kabinden oluşuyordu. Sınır kapısının uzak ucunda, dikenli tellerle çevrili beton bloklarla, hurda metal yüklü çok sayıda Kamaz marka kamyon için yol ayrılmıştı. Kötü dikimli ve neredeyse paçavraya dönmüş üniformaları içinde tıraşsız Kırgız sınır muhafızları, sıkılmış gözüküyorlardı, içlerinden biri "Çin sınırı kapalı" dedi şoförüme. "Bir kaza olmuş." Bir kamyon iki ülke arasındaki tarafsız bölgede takla atmış ve yolu kapamıştı. İki asker aracımıza yaklaşarak utana sıkıla



arabalarının benzini bittiği için kendilerini kaza yerine götürüp götüremeyeceğimizi sordular. Sergei kabul etti ve arabamıza üç kişi bindiler. Bu arada, diğer sınır muhafızları kabinlerden birine beni votka içmeye davet ettiler. Gürül gürül yanan odun sobası içeriyi ısıtmıştı. Bir kamyon sürücüsü tarafından gümrük ücreti olarak verildiği anlaşılan patates çuvallarına oturduk. Üç asker hâlâ kızıl Sovyet yıldızı bulunan şapkalarını masanın üzerine fırlattılar ve üç şişe votkayla bir sardunya konservesi çıkardılar. 2 ya da 3 saat geçmiş ve birkaç nöbet vardiyası değişmişti, içlerinden Afganistan gazisi olan bir asker ceketinin cebinden oyuncak bir fil çıkardı. Askerin filin gövdesini her sıkışında trampet benzeri bir ses duyuluyordu. "Çin yapımı!" diyerek sırıttı. Bu arada içeriye hoş görünümlü üç genç kadın girdi ve içlerinden biri kendini Ludmira olarak tanıttı. Bol kahkahalı bir sohbet eşliğinde bizimle birkaç bardak votka içtiler. Daha sonra Ludmira bana başka bir kabine giderek birlikte olmayı isteyip istemediğimi sordu. Bunun için benden istediği para topu topu 2 Amerikan dolarıydı. Bu arada Sergei ve iki asker dönmüşlerdi. Çinliler devrilen kamyonu yoldan çekmişler ve sınırı yeniden açmışlardı. Yola çıkmadan son bir kadeh daha içerken, Ludmira, "Çin'de iyi şanslar!" diye kulağıma fısıldadı. Kırgız kamyon şoförlerinden biri, beni tarafsız bölgeden Çin sınır kapısına götürdü. Sürdüğü Rus 110 Kamaz marka kamyon, yoldaki tüm kamyonlar gibi, Kırgızistan ve diğer eski Sovyet cumhuriyetlerindeki kapanan ve sonra da sökülen fabrikalardan artan ağır hurda metal yığmlarıyla yüklüydü. Çin işadamları hurda metali eriterek yeni fabrikaların inşaatında kullanmak üzere satın alıyorlardı. Kamaz konvoyu birinci viteste yavaşça ilerleyerek kırmızı bir bayrağı geçti, ilerideki dönüşün hemen arkasında Çin sınır kapısı gözüküyordu. Geçtiğim iki sınır kapısı arasında müthiş bir tezat vardı. Önümüzde parıldayan beyaz binalardan oluşan sınır kompleksi, çelik konstrüksiyonu ve mavi renkli camlarıyla modern bir havaalanı terminalini andırıyordu. Kızıl renkli Çin harfleriyle "Çin Halk Cumhuriyeti" yazılıydı. Büyük bir saat Pekin'deki zamanı gösteriyordu, zaten ülkenin tümünde geçerli olan zaman da buydu. Çatıyı yüzlerce minyatür bayrak süslüyordu. Elektronik bariyerler, X-ray cihazları ve bütün alanı tarayan video kameralardan oluşan teknik donanım moderndi. Kırgız tarafındaki dökük askerî araçların yerini, Çin sınırında son model Mitsubishi Pajerolar almıştı. Yakıt da sorun değil gibi gözüküyordu burada. Kamyon düzgün asfaltlanmış yolda ilerledi ve kaldırım taşları ve çiçekliklerle dolu geniş bir park alanında durdu. Kamyon sürücüleri burada park ediyorlardı. Gösterişli üniformalar içinde iki Çin sınır muhafızı bir kamyondan diğerine geçerek pasaportlarımızı topluyorlardı. Çinliler Türki şoförlere küçümseyici bir kibirle davranıyorlardı. "Sanki barbarmışız gibi davranıyorlar bize" dedi Özbeklerden biri. Sırt çantasını alarak kamyondan indi ve kapıyı kilitledi. "Burada bekleyeceğiz. Yarın sabahtan önce sınırı geçmemize izin vermezler." Birinin pasaportlarımızı geri getireceğine dair hiçbir belirti yoktu. Güneş hâlâ gökyüzünde parıldamasına rağmen, Pekin saati akşam üzerine yaklaşıyordu. Kapılar kilitlendi, hoparlörlerden yayılan askerî marş eşliğinde sınır muhafızları çifterli sıra kusturarak yaşadıkları barakalara doğru uygun adım yürümeye başladılar. Askerî düzen kusursuzdu. Tüm botlar aynı hızda ve 111 yükseklikte kalkıp iniyordu. Çevremizdeki dağlık yalıtılmışlık içinde absürd bir görüntüydü bu. Akşamüstü Kaşgar şehrinde olma umudumu yitirdiğim için geceyi, Çinli girişimcilerin park alanının hemen yakınında inşa ettikleri ucuz otellerden birinde kamyoncularla geçirdim. Acı bir soğuk olmasına rağmen, bol votka erişteli Çin çorbası bizi ısıttı. Ertesi sabah, hoparlörlerden yayılan bize artık tanıdık gelen askerî marşların sesleriyle uyandık. Güneş, gri dağların tepesinde gözükmesine rağmen Pekin saatine göre saat 9 gözüküyordu. Terminal binasının önünde, sınır muhafızları sabah içtiması için toplandılar. Bir subayın bağırarak verdiği komutlardan sonra, askerler bir kez daha uygun adım görev yerlerine yürümeye başladılar.



Pasaport kontrolü sırasında, Wan'la sohbet ettik. "Bu sınır kapısını 3 yıl önce açtık" dedi Pekinli asker iyi sayılabilecek bir İngilizceyle. "Fakat işimiz çok zor çünkü, kaçakçılık büyük sorun." Hurda yüklü kamyonlara bakarak "hurda yığınının altına her şeyi örneğin uyuşturucu bile saklayabilirsiniz." Uluslararası hukuk kuruluşları Afgan afyonu ve eroininin Sincan üzerinden Rusya'ya sokulduğunu keşfetmişler. "Daha da büyük sorun," diye devam etti Wan, "ayrılıkçı teröristlere verilmek üzere kaçakçıların sınırdan geçirdikleri silahlar." İşte bu, benim Sincan'a gitme sebeplerimin başında geliyordu. Eyaletin Han Çinlileri tarafından sömürgeleştirilmesini tersine çevirmeye çalışan Uygur bağımsızlık hareketinin ne kadar güçlü olduğunu öğrenmek istiyordum. Ayrılıkçılar 1990'ların sonunda Sincan'da, devlete ait binalara gerçekleştirilen terörist saldırılardan dolayı suçlanmışlar. 9 milyon Müslüman Uygur, Orta Asya'nın Türki halklarıyla yakın akraba oldukları için mücadeleleri de Çin'i ister istemez Yeni Büyük Oyun'a sürüklemiş. Asker Wan pasaportumu geri verirken Çin'de hoş vakit geçirmem temennisinde bulunmayı da ihmal etmedi. Gerçeküstü Kırgız-Çin sınır kapısına ulaşmamdan tamı tamına 24 saat sonra, Kaşgar'a gitmek üzere bir Çinli kamyonet sürücüsüne otostop çektim. Mükemmel asfaltlanmış yolda ilerlerken görkemli kum 112 I tepecikleri arasına serpiştirilmiş kerpiç uygur köy evleri birbiri ardı sıra gözümün önünden geçerek kayboluyordu. Hava gitgide kuruyor ve ısı yükseliyordu. Arada bir kalın uzun tüylerle kaplı hörgüçleriyle vahşi develer yoldan geçiyordu. Güneyde ise ufuk çizgisinde kalan karlı doruklarıyla Pamirler ve doğumuz da da Taklamakan Çölü'nün engin kum tepeleri uzanıyordu. İngiliz diplomat ve yazar Fitzroy Maclean'in dünyanın bu kesimine ilk kez geldiğinde kapıldığı "Doğu izlenimlerine" kapıldığımı hissettim. "Üzerinde insan yaşayan çok az yer Sincan ya da Çin Türkistan'ı kadar uzak ve erişilmezdir. Haritalarda Sincan, Çin'in sıradan bir eyaleti gibi gösterilir fakat haritalardan hakkında çok şey öğrenilebilse de, bizzat buraya gelmeden hiçbir şey öğrenilmiş sayılmaz. Coğrafi olarak Sincan'ı Çin'den, aşılmaz Gobi Çölü ayırır. Sincanlıların çoğunluğu Çinli değil, ırk, dil ve din olarak Rus Türkistanı'nda yaşayanlarla akraba Türkilerden oluşur."30 18. yüzyıl ortalarında Çin'in Qing hanedanı tarafından fethedilinceye kadar bölge asırlar boyu çok sayıda hanın hükümranlığı altında kaldı. Daha sonra, Çin'in efsanevi Generali, Tso olarak da bilinen Zuo Zongtang, Sincan ya da Yeni Ülke olarak adlandırdığı bölge üzerinde Çin hâkimiyetini güçlendirdi. 19. yüzyıla kadar bölge Batılılar için ulaşılamazlığını korudu. Bir zamanların dansçısı Tacik serüvenci Yakup Bey'in 1860'ların ortalarında Kaşgarya'yı fethetmesinden sonra Çin Türkistan'ı Büyük Oyun'un kaynayan kazanlarından biri haline geldi. Ortaçağ emirlerinden Timurlenk'in soyundan geldiğini iddia eden Yakup Bey Çinli yöneticileri kovarak kendini hükümdar ilan etti. Kurnaz despot, intikam almak için yanıp tutuşan Mançu hanedanına karşı müttefik arayışına girerek Ruslara ve İngilizlere karşı ticari imtiyazlar tanıdı. Kurnaz bir adam olarak, Büyük Oyun'un oyuncularını birbirine karşı kullanmaya çalıştı. Fakat, başlangıçta Çarlık rejimi Yakup Bey'le anlaşmaya çekindi. Rus kâşif Nikolay "rzhevalsky 1870'lerin ortalarında Kaşgar'a düzenlediği bir gezi 30 Maclean, a.g.k., s. 122. 113 sırasında şunları yazmış: "Yakup Bey, diğer tüm Asyagiller gibi değersiz biri. Kaşgar imparatorluğu beş para etmez."31 Bu tür kuruntulara sahip olmayan İngilizler, bölgedeki nüfuzlarını genişletmek için yakaladıkları bu fırsata dört elle sarıldılar. 1868'in sonbaharında, tüccar ve serüvenci Robert Shaw, gizemli Kaşgar şehrine ulaşan ilk İngiliz oldu. Bey, kendisini sarayında kabul etti ve ikisi hemen dost oluverdiler. "ingiltere Kraliçesi, üzerinde parıldadığı her şeyi ısıtan bir güneş gibi," diyordu Yakup Bey, Shaw'a. "Ben üşüyorum ve kraliçenin bazı ışınlarının benim üzerime de düşmesini istiyorum."32 ingilizler, Orta Asya'da "ustaca eylemsizlik" politikalarını terk ederek daha saldırgan bir ilerleme stratejisi benimseyip Rus ve Çinlileri kızdırma pahasına



sonraki yıllarda Hindistan'daki misyonlarından bazılarını, Karakurum Dağları üzerinden Kaşgar'a gönderdiler. Fakat, 1877 yılında Yakup Bey öldü ve Çinliler batı eyaletlerini yeniden fethederek bölgeyi istibdatla yönetmeye başladılar. 1933 yılına gelindiğinde ise Uygur ayrılıkçılar Kaşgar'da kısa süreli bir Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti'ni ilan edecektir. Uygurlar, eyaletin Kumintang yönetimindeki diğer yarı-özerk bölgelerini de, Maocu komünistler 1949'da iktidara gelinceye kadar yönettiler. 1959'da Hotan'da meydana gelen son Uygur ayaklanması da başarısızlıkla sonuçlandı. Sovyetler Birliği 1990'ların başlarında çöktüğünde, Çinliler kendilerini batı sınırlarında jeopolitik bir güç boşluğu ile karşı karşıya buldular. Başlangıçta, komünist yöneticiler yeni bağımsızlığına kavuşan komşu devletleri Çin'in toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak gördüler. Sincan'da eski Sovyet cumhuriyetlerinin ortaya çıkardığı örnek, Uygurları Pekin'in boyunduruğuna karşı çıkma konusunda cesaretlendirdi. Eski Sovyet Orta Asya'sından Çin sınırları boyunca yayılan Islâmi aşırılık, sorunu • 31 Meyer, Kari ve Shareen Brysac, Tournament ofShadows: The Great Game and the Racefor Empire in Asia (Counterpoint Press: Londra, 1999), s. 329. 32 Hopkirk, Peter, The Great Game: The Strugglefor Empire in Central Asia (Kodansha America: New York, 1994), s. 334. 114 daha da ciddileştirdi. Yüzlerce Uygur, Afganistan'daki Talibanlarla savaş becerilerini geliştirirken, Pakistan'daki medreselerde de Islâmi eğitim görüyorlardı. Çin hükümeti, on binlerce Uygur'un yaşadığı Orta Asyalı komşularından Uygurların siyasi faaliyetlerini sıkı denetim altına almalarını istedi. Peki ama Sincan'ın Pekin ve Yeni Büyük Oyun açısından taşıdığı önem nedir? Bir kere, Sincan, ülkenin altıda birlik kısmını kapsayan en büyük bölgesidir. Sincan, ülke nüfusunun on altıda birini barındırsa da, Çin'in yeraltı zenginliklerinin dörtte üçü bölgede bulunmaktadır. Sincan'ın kuzeyindeki Tarim Basin'de devasa petrol ve gaz rezervleri gömülüdür. Bölge, Kazakistan'dan gelecek ham petrolün taşınması için yapılması planlanan boru hattı açısından da önem taşımaktadır. Çinli yöneticiler, yeni komşularıyla işbirliği yapmaktan elde edecekleri potansiyel yararların da farkına varmış durumdalar. Eski Sovyet cumhuriyetleriyle olan 3,300 küsur kilometre uzunluğundaki sınır boyunca zaman içinde ticaret başlamış ve 1998 yılında 950 milyon dolarlık bir ticaret hacmine ulaşılmıştır. Sık sık gerçekleştirilen karşılıklı resmî ziyaretlerle serbest ticaret bölgeleri kurulmuştur. Haziran 2001'de, Pekin ve Moskova, Türkmenistan hariç bütün Orta Asya devletleriyle bir ekonomi ve güvenlik paktı oluşturmuşlardır. Şanghay İşbirliği Örgütü bölgedeki en önemli jeostratejik ittifaktır. Terörle mücadele için kurulmuş olsa da Pekin bu ittifakı, ABD'nin Orta Asya'ya sızmasına karşı bir önlem olarak da görmektedir. Çin'in o zamanki Devlet Başkanı Jiang Zemin'in sözleriyle, ittifakın amacı "dünyadaki çok kutupluluğu desteklemektir." 2002 Ekim'inde, Çin, Kırgızistan'la ortak askerî tatbikat bile yapmıştır. Bu, Çin askerlerinin ülke dışında katıldıkları ilk tatbikattır. 4 saatlik bir yolculuktan sonra, Avrupa ile Çin arasında sayısız tüccarın seyahat ettiği İpek Yolu üzerindeki efsanevi- İslâm şehri antik Kaşgar'a ulaştık. Motosikletler, at arabaları, otobüsler, 115 kamyonlar ve egzoz duman püskürten tak-taklarla dolu bir trafik seline kapılmıştık. Günlerden pazar yani alış veriş günüydü. Caddeler oradan oraya koşuşturup duran on binlerce insanla doluydu. Her taraftan Uygurca "boishboish!" -dikkat! bağırışları yükseliyordu. Kaşgar'da tüm Orta Asya etnik gruplarından yüzlere rastlanıyor: Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler, Tacikler hatta Türkmenler. Uygurlar'ın Moğolları andıran özellikleri var. Uzun ince sakalı olan erkekler doppa takke giyiyor. Yaşlılarsa, çoğunlukla geleneksel çizme, hıtay ve uzun siyah cüppe giyiyorlar, bazıları kemerlerinde değerli hançerler taşıyor. Saçlarını özgürce omuzlarına döken kadınların kıyafetleri büyük farklılıklar gösteriyor, dinî olanı da var, laik olanı da. Bazıları uzun etek ve hicab giyerken bazıları da naylon pantolon



tercih ediyor. Yaşlısından gencine çok sayıda kadın, buradan başka yalnız Afganistan'da gördüğüm şekilde, Islâmi kurallara kesin bir bağlılıkla baştan ayağa kapalılar. Oradaki rengârenk ipekten burkaların yerine, çirkin kahverengi örgü giysiler Kaşgarlı kadınların başlarını ve omuzlarını örtüyor. Bu giysilerin burkalardaki gibi göz delikleri bile yok ama gevşek örülmüş giysi birazcık görüş sağlıyor. Ara sıra Han Çinlileri, içlerinde birkaç motosikletli kadın polisin de olduğu bir kalabalıkta ortaya çıkıyor. Buradaki insanların çoğu mahsul ve et satmak için komşu köylerden şehre gelen çiftçiler. Dev kavun yığınları yolun kenarına istiflenmiş duruyor; satıcılar kestikleri sulu dilimleri gelip geçenlere ikram ediyorlar. Tüccarlar el dokuması halı, kilim, çizme, şapka, metal kaplar ve aletler satıyor. Yiyecek tezgâhlarında ise bölgeye has küçük bir ekmek olan naan, lokman yumurtalı makarna ve ütülmüş koyun kellesinden yapılan etli pilav var. Uygurlar, kemiklerde kalan çok az eti de zevkle sıyırıyorlar, geriye sadece çukurdaki patlak gözler kalıyor. Canlı hayvan pazarı, şehrin dışında açık bir alanda kurulan, binlerce değilse bile yüzlerce koyun, inek ve devenin el değiştirdiği bir yer. Havada meleme sesleri, taze dışkının yaydığı kötü 116 , koku hâkim. Sürüler, toynaklarının kaldırdığı kalın toz bulutlarıyla dolaşıyorlar. Bir çiftçi bir devenin dişlerinin gücünü ölçüyor. Bir başkasıysa bir eşeğin üstünde deneme binişi yapıyor. Hiç inatçılık göstermemesine rağmen zavallı hayvanı deli gibi kırbaçlıyor. Ne zaman ki Taklamakan Çölü'nün engin düzlüklerinin üzerinde güneş batar ve kavak ağaçlarının uzun gölgeleri belirir, Pazar nihayet dağılır. Uzun bir yolculuktan sonra, bir zamanlar Kaşgar'da Rus Konsolosluğu olarak kullanılmış olan bir binanın otel süitine kendimi attım. Otel hâlâ korkunç Rus Konsolosu Nikolai Petrovsky'nin rezidansı olarak kullanıldığı 19. yüzyılın sonlarında olduğu gibi, Avrupa tarzı mobilyayla döşeli. Konsolosluğu, Büyük Oyun'un önemli bir dinleme merkezi haline getiren İngiliz düşmanı konsolos, Çinli yöneticiler nezdindeki nüfuzunu, İngiliz tüccarlarını ve ajanları Çinyang'tan uzak tutmak için kullanmıştı. Fakat İngilizlerin Kalküta'daki genel valisi Petrovsky'nin tekelini kırmaya kararlıydı ve 1890'da ünlü İngiliz kâşif Francis Younghusband'ı George Macartney ile beraber Kaşgar'a gönderdi. Çin Valisi Taotai tarafından karşılandılar ve "Chini-Bagh" ya da "Çin Bahçesi" diye bilinen İngiliz konsolosluğunu kurdular. Bugün çok lüks bir otele dönüştürülmüş durumda ve adı da yine "Chini-Bagh". Petrovsky, Britanyalıların gelişini şüpheyle karşıladı ve planlarını bozmak için entrikalar kurdu. "Başka kimsenin olmadığı bir yerde, geçinilebilecek bir arkadaştı ama çetin bir Rus diplomatik ajanıydı" dedi Younghusband.33 Kâşif, yaklaşık bir yıl sonra tekrar Pamir Dağları'na giderken 24 yaşındaki Macartney, sonraki 28 yıl boyunca İngiliz konsolosu olarak kaldı ve Petrovsky ile kedi-fare oyunu oynadılar. Her ikisi de Büyük Okyanus'un efsaneleri oldular. 1949'da Çinli komünistler iç savaşı kazanınca, konsolosluklar kapandı. Ertesi gün Kaşgar'da öğretmen bir Uygur olan Mamtimyn ile buluşuyorum. Orta yapılı adam, gergin bir ses tonuyla ve hafifçe 33 a-g.y. s. 463. 117 siyah bıyıklarını kaşıyarak, "sadece bir yabancıyla konuşuyor olmam bile benim için tehlikeli" diye fısıldıyor. Bunun üzerine ben de onun gerçek adını kullanmayacağıma söz verdim. "Şu anda Çin makamları bu konuda çok, çok hassaslar." Suzuki motosikletine binerken 36 yaşındaki adam şehirde bir tur atmayı öneriyor. Motorun gürlemesiyle Mamtimyn gülüyor ve "Artık rahatça konuşabiliriz," diyor. Mao Zedong Anıtı ile başlıyoruz. 20 metreden daha uzun plan, komünist liderin Halk Meydanı'nda bulunan 1971 yapımı çelik heykeli Çin'dekilerin en büyüklerinden. Dalgalanan paltosu ve kırmızı yıldızlı klâsik şapkasıyla Yoldaş Lider havaya kaldırdığı sağ koluyla daha iyi bir geleceği gösteriyor. Bu hep aşağı-' yi işaret eden Yoldaş Lenin'in Sovyet heykellerinden önemli derecede farklı.



Kaşgar iş merkezine varıyoruz. Pazar yerinin çekiciliğinin tam tersine, 6 şeritli, iki tarafına yeni kaldırım döşenmiş ve son model lüks arabalarla dolu anayol boyunca mavimtırak ve gümüşi camlı çok katlı ofis binaları mevcut. Özenle hazırlanmış çiçek tarhlarıyla yoldan ayrılan geniş kaldırımlarda, modern giyimli Çinli hanımlar lüks butiklerin önünde geziniyorlar. Vitrinlerde, kot pantolondan parfüme, Batılı her türlü ürünü bulmak mümkün. Tüm dükkân isimleri ve reklam panoları Çince yazılmış ve hemen altında küçük Arapça harflerle yazılmış Uygurca versiyonu var. Bir panoda, tüm Orta Asya'dan gelen malların tamamen gümrüksüz satılacağı şehrin dışındaki dev bir iş merkezinin açılışı ilan ediliyor. Resmen ingilizce "Yield Fast" olarak adlandırılmış. Bu isim, 1980'lerin sonlarında, radikal ekonomik reformlarıyla Çin'in süregelen etkin büyümesinde önemli rol oynayan Mao'nun varisi Deng Xiaoping'in "zenginleşin" sözünü tamamlıyor. Mamtimyn, arkasını dönüp, "Burada yaşayan ve çalışan insanların hemen hepsi Han Çinlileri'dir," diye açıklarken sesindeki öfke motorun sesine rağmen kendini gösteriyor. "Biz Uygurlar bu civarda pek rahat etmeyiz." Şehrin gökyüzüne hâkim olan başımızın üstündeki beyaz beton binayı gösteriyor. Kenarları mü118 > kemmel bir simetriyle inşa edilmiş ve çatısında dev bir anten var. Kapının dışına silahlı korumalar yerleştirilmiş. "Burası Devlet Güvenlik Binası" diye tıslıyor Mamtimyn ve hızlanıyor. Çin'in modernleşme inancı, efsanevi Orta Çağ şehir merkezleri dışında devam ediyor. Yeni yollara ve yüksek ofis binalarına yer açmak için büyük bölümü yıkılıyor. Tamamı Uygurlara ait on binlerce yerleşim yeri, zorla şehrin dışındaki modern meskenlere taşınıyor. Mamtimyn, "Hükümete göre bütün bunlar, kültürümüzü yok etmenin ve Uygur topluluklarını parçalamanın bir yolu," diyor. Bilinçli olarak on yıllardır süren Çinyang'a Han Çinli yerleştirme politikasının sonucu olarak bölgenin başkenti Urum-ki'de artık Uygurludan çok Han Çinli var. Ekonomideki multi-milyon dolarlık yatırımlar, yanı sıra da cazip vergi avantajları her geçen gün daha çok işçi ve işadamını güneydoğudan batı Çin'e çekiyor. 1949'da 5 milyon nüfuslu Çinyang'ın yalnızca 300.000'i Çinliydi. Oysa şu anda, sayıları 10 milyona yaklaşıyor. "Bu Çinlilerin çoğu bize sömürge valisi gibi davranıyor," diyor Mamtimyn. Eski bina sıralarına ya da onlardan geri kalanlara ulaşıyoruz. Yeni bir yol bulmak için dümdüz ilerlerken yıkım buldozerlerinin binaları tam ortadan böldüklerini görüyoruz. Tuğla duvar projeleri ve çatılar, bıçakla kesilmiş gibi birden sona eriyor. Duvarların yıkıldığı yerlerde deliklerden içlerinde hâlâ birkaç mobilya bulunan oturma odaları görünüyor. Bir odada, üç yaşlı Uygur kadını oturmuş, aşağıda akan trafiği izliyorlar. "Tabii ki bazı insanlar kendi eski ve döküntü evlerinden, elektriği ve suyu olan modern dairelere taşınmaktan memnunlar" diye açıklıyor Mamtimyn bana. "Ama çoğunluğu çok üzgün." Gelecek aylarda 2.500'den fazla binanın daha yıkılacağını ve yanı sıra 10.000 kiŞinin zorla yeniden yerleştirileceğini ekliyor. Motosikleti park ettikten sonra, eski şehrin henüz dokunulmamış bölümlerine doğru yürüyüşe çıkıyoruz. Kerpiç ve kil binalar, demircilik, sepetçilik ve ahşap oymacılığı gibi eski meslekleri icra eden esnafların bulunduğu dar sokakları çevreliyor. Ço119 I ğu insan geleneksel Uygur kıyafetleri giyerlerken, kadınların çoğu yüzlerini de örtüyor. Bir caddenin köşesinde bir grup erkek çocuk Kuran kursundan çıkıyorlar. Mamtimyn'ye göre, Kaşgar'da Uygurlara yapılan ayırım, günlük hayatın bir parçası. "Hiçbir Çin bankası Uygurlu bir işadamına iyi bir kredi vermez ve eğer bir Uygurlu bir Çinli ile kazaya karışırsa polis kesinlikle Çinli'yi tutar" diyor. Bir ilkokulun avlusundan gelen çocuk seslerini duyuyoruz. Açık kırmızı renkli etek ve okul üniforması giyinmiş 50 kadar Uygurlu kız ve erkek çocuğu sabah yoklaması için toplanıyor. Bir öğretmen bir şarkıyı söylüyor ve çocuklar da ona katılıyorlar. "Bu siyasi bir şarkı," diyor Mamtimyn ve sözleri tercüme ediyor. "Komünist Parti hep insanlara hizmet eder/ Bu onların çağrısı/ Komünist Parti olmadan/ Dünyada asla yeni bir Çin olmayacak." Öğretmen ve çocuklar şarkıyı



tıpkı çoğu Amerikan okulunda çocukların Bağlılık Andını okurken gösterdikleri benzer sıkıcı kayıtsızlıkla söylüyorlar. Mamtimyn'e göre, Uygur ayırımının en kötü olduğu sektör eğitim. Bu öğretmen, 10 yıldır, Çinli çocuklardan ayrı eğitim gören 2.200 Uygurlu öğrenciye tabiat bilimleri öğretiyor. "Çin okullarında çok daha fazla modern gereç var," diye şikâyet ediyor Mamtimyn. "Yetkililer bu okullara bizde hâlâ olmayan bilgisayar ve dil laboratuvarları kurdu. Onlarda merkezî ısıtma var, bizdeyse hâlâ sobalar." Bununla birlikte Mamtimyn, birkaç ay önce Başbakan Yardımcısı Li Langing'in Kaşgar'a geldiğini ve her yerden önce Uygur ortaokullarını gezdiğini kabul ediyor. Kampus, Komünist Parti'nin kodamanları, askerler ve korumalarla dolu. Yüksek kıdemli ziyaretçiyi Mamtimyn'nin karşılaması istendi. "Çince de benim için yabancı bir dil olduğundan ona İngilizce hitap ettim," diyor. "Li, Uygurların İngilizce konuşabilmesine çok şaşırdı. Sonra, yeni bir dil laboratuvarı kurmamız için bize 500.000 yuan vaat etti." Politikacı sözünde durmuş ve para gelmiş. Uygurların da ekonomik patlamanın yarattığı yüksek hayat 120 standartlarından yararlandıkları inkâr edilmez bir gerçek. Mamtimyn, 2002'nin başlarında aylık gelirinin 200 dolardan 250 dolara çıktığını gururla anlatıyor. Aynı zamanda, Uygurlar, Çin'deki tüm etnik azınlıklar gibi, daha az katı doğum kontrol kurallarına tabidir. Sadece bir çocuk yapma hakkı olan Çinli çiftlerin aksine, Uygurların iki tane yapmasına izin veriliyor. Taşrada yaşayan aileler için resmî sınır 3 çocuk olarak belirlenmiş. Mamtimyn, iki kız babası. "Tam da hükümetin planına göre," diyor alaycı bir ifadeyle. Eğer karısı tekrar hamile kalırsa, 10.000 yuan (yaklaşık 1.250 dolar) ceza ödeyecekler. "Üçüncü bir çocuk istersek, yetkililere ricada bulunup görevli memura rüşvet vermek zorunda kalacağız." Bir caddenin köşesinde Mamtimyn'in şu anda baharat ve giysi dükkânı işleten iki eski öğrencisiyle karşılaşıyoruz. Bir tanesi Mamtimyn'i önümüzdeki günlerde gerçekleşecek düğününe, eski şehirdeki büyük bir ziyafete davet ediyor. Gelin, başkent Urumki'den Uygurlu bir kızmış. Damat adayına Çinli bir kızla evlenmeyi düşünüp düşünmediğini soruyorum. Mamtimyn ile ikisi bana şaşkınlıkla bakıyor. "Çinli bir kadına asla dokunamazdım bile," diyor adam öfkeyle. "Çinliler murdardır. O domuz yiyicilerden bir tekini bile düğünümde görmek istemem! Bizi tamamen yalnız bırakmalılar." Yürürken bir kavşakta Mao, Deng ve Cumhurbaşkanı Jiang Zemin'in yüzlerinin fotomontajlandığı devlet sponsorlu bir ilan panosu dikkatimi çekiyor. Altındaki sloganda, "Halkların Birliği için" yazıyor. Panonun altında Çinli bir polis duruyor. Çin'deki en büyük camilerden biri olan id Kah Çamii'ne giriyoruz. 1442'de yapılmış olan caminin geniş avlusu 20.000 kişinin ibadet etmesine olanak sağlayabiliyor. Bu öğleden sonra, yalnızca birkaç adam uzun çınar ağaçlarının gölgesinde toplanmışlar, id Kah, bana göre daha çok bir müze gibi geliyor. Şehirde bunlardan yaklaşık 90 tane bulunan küçük bir camiye yaklaşıyorum. Mamtimyn, bu fikirden açıkça rahatsız ama sessiz kalıyor. Caminin merdivenlerini çıkarken içerden birkaç Müslüman ko121 şuyor ve kapıyı yüzüme kilitliyor. "Bir yabancı olarak bu camiye giremezsin," diyor Mamtimyn. "Aksi halde topluluğun başı yetkililerle fena halde derde girer." Çinyang'taki İslamcı bağımsızlık hareketi tekrar güç kazandığı için birçok cami ve Kuran kursu kapatıldı. Bütün imamlar devlet tarafından kontrol ediliyor. 2001 Mart'ından Aralık'ına kadar ülkedeki 80.000 imam siyasi kaynaklı bir eğitim almaya zorlandılar. Komünist Parti tarafından yazılmış olduğu şekliyle, hükümetin dinle ilgili politikaları ve Çinyang tarihiyle ilgili dersler almaları istendi. Resmî Çin haber ajansının bildirdiğine göre, "öğrencilerimizi ideolojik karmaşalardan ve hatalardan uzak tutan bu ders, Çinyang'ın uzun dönem bekası için esastır."34 Çingyang'ta Müslümanlara uygulanan ayırıma siyasi direniş göstermek neredeyse imkânsız. Uygurların Tibetli Dalai Lama gibi karizmatik bir direniş lideri olmamasına karşın, Han Çinlileri ve Pekinli Uygurlar, partide ve yönetimde önemli mevkileri ellerinde tutuyor. Sürgündeki bir muhalefet grubu, Doğu Türkistan Milli Kongresi, cılız sesini Almanya Münih'teki üslerinden duyurmaya



çalışıyor ve bazen de kitleler öfkelerini, devlet tarafından şiddetle bastırılan açık protestolarla gösteriyor. 1997 Şubat ayında, dinî bir gençlik grubunun liderlerinin tutuklanmasının ardından yüzlerce Uygurlu genç, eşit haklar için gösteri yapmış. Polis üstlerine gidince, çıkan çatışmalarda, görgü şahitlerinin saydığı kadarıyla, en az 9 kişi ölmüş. Çok sayıda Uygurlu tutuklanmış ve uzun hapis ya da ölüm cezalarına çarptırılmış. 1990'lardaki asayişsizlik, resmî infazların sayısında önemli bir artışa neden olmuş. Uluslararası Af Örgütü'nün bildirdiğine göre, Ocak 1997 ile Nisan 1999 arasında Çinyang'ta en az 190 kişi infaz edilmiş. Bu, haftada ortalama 2 kişi demek. Hepsi de boyunlarına tabanca sıkılarak öldürülmüş. Komünist rejim, çoğu devlet güvenliğini tehlikeye atmakla suçlanan 2,000 kadar siyasi mahkûmu, halen hapiste tutuyor. Hiçbir zaman adil yargılanma34 NewYorh Times, 16 Aralık 2001, s. 1. 122 mış, yenilikçi çalışma kamplarında çürümüş sayısız insan bu sayıya dahil değil.35 11 Eylül 2001'den beri, hükümet terörizme karşı uluslararası mücadele söylemi altında zulmünü giderek artırmış. Ocak 2002'de, Çin Devlet Konseyi, "Doğu Türkistan'daki Terörist Güçler Cezasız Kalmayacaktır" adlı bir rapor yayımladı. Raporda, 1990-2001 yılları arasında bir grup teröristin, 200'den fazla saldırı düzenledikleri ve 162 kişiyi öldürdükleri iddia ediliyor. Rapor, polis karakollarına yapılan saldırıları ve bombalanan otobüsleri hatırlatıyor. Küçük, tanınmamış Doğu Türkistan Islâmi Hareketi'nin (ETİM) özellikle altı çiziliyor. Afgan Taliban ve Usame Bin Laden'in terörist örgütü El Kaide'ye katılmış olan ETIM'in lideri Hasan Mahsum, özgür Avrupa radyosuyla yaptığı bir telefon görüşmesinde bu tip bağlantıları reddetti ve Çinyang'daki Çinli "istilacılara" karşı silahlı mücadele çağrısı yaptı.36 Birleşik Devletler'in terörizm konusundaki özel elçisi General Frank Taylor, 2001 Aralık ayının başlarında Çinli yetkililerle yaptığı görüşmelerden sonra, "Birleşik Devletler Doğu Türkistan Örgütü'nü terörist bir örgüt olarak tanımlamamaktadır," diye söze başladı ve meşru meselelerin "terörizme karşı uygulanan yöntemlerden çok siyasi yöntemlerle çözülmesi gerektiğini"37 belirtti. Ama 1 yıl sonra Washington çark etti. Çin yetkilileriyle silahsızlanma konularında yapılan yoğun görüşmelerin ardından Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard L. Armitage, Bush yönetiminin, ETIM'i terörist örgütler listesine aldığını ilan etti. Çin hükümeti, bu hareketi öven ve Asya'da başka bir Kosova olmayacağını taahhüt eden sıcak ifadelerle yanıt verdi. Turumuzun bittiği günün sonunda, bir çayevinde yeşil çaylarımızı yudumlarken Mamtimyn, "Komünistler artık terörizme karşı verilen global savaşın bir parçası olarak sıkı tedbirlerini bi35 a.g.y. 35 New York Times, 13 Eylül 2002, s. 6. 37 Jane's Intelligence Revieıv, 1 Mart 2002, s. 47. 123 zim üstümüzde de uygulayabilirler," yorumunu yapıyor. "Aslında buradaki hemen herkes, belki birkaç üzgün genç dışında, terörizme karşı." Mücadelelerini kimin finanse ettiğini soruyorum: . "Zengin Uygur işadamları ve tabii ki mollalar," diye fısıltıyla cevaphyor Mamtimyn. Son birkaç yıldır İslâm, Çinyang'ta dinî gücün yanı sıra siyasi bir güç olarak da önem kazandı. 1980lerin sonlarına kadar gücü yeten Uygurların Hacca, yani Mekke'ye gitmelerine izin veriliyordu. Çoğu "yeniden doğmuş" Müslümanlar olarak dönüyordu ve bazıları oğullarını Pakistan'daki medreselere ya da Kuran kurslarına gönderiyordu. Bu arada, radikal İslamcı Vahhabi vaizler çoğunlukla çocukların beyinlerini yıkıyordu. Birkaç yüz Uygur'un Afganistan'a Taliban için savaşmaya gittiği biliniyor. Cihatlarını sürdürmelerinden korkulan bu kişiler, Hindukuş'taki savaştan sonra Çinyang'a geri dönüyorlar. Kaç tane Uygur bağımsızlık istiyor? "Gerçekten hepimiz," diye cevaplıyor Mamtimyn. "Ama birçok kişi aynı zamanda işlerin nereye varacağından endişe ediyor. Mollalarla biz normal insanlar arasında kolaylıkla bir iç savaş çıkacağına inanıyorum. Onlar şeriat hukuku istiyor, biz ise demokrasi." Aynı zamanda hükümetin bölgeye akıttığı parayla birçok Uygur yükselen hayat



standartlarından memnun. "Pekin'deki hükümet, bize Uygurların Çin'de iyi ellerde olduğunu göstermek istiyor." Ertesi gün Çin'in ulusal bağımsızlık günü. Kaşgar'da Komünist Parti birkaç gün evvel askerî geçit töreninin yapıldığı Halk Meydanı'nda resmî bayrak töreni düzenliyor. Çevre köylerden Uygur köylülerini getiren ilk otobüsler şafaktan önce geliyor. Kısa zamanda meydan binlerce insanla doluyor. Bunların arasında katılımları zorunlu olan devlet memurları da var. Mamtimyn, Mao heykelinin yanında duracak olan koronun bir üyesi olduğundan, bana eşlik edemiyor. Pajero limuzinleriyle gelmiş olan parti başkanları ve diğer resmî şahsiyetler protokoldeki yerlerini alıyorlar. Bu eşitsizliğe aldırmayan köylüler yere battaniyelerini sere124 rek naan, sucuk ve çaydan oluşan güzel sade bir kahvaltıya oturuyorlar. Bir düzine asker kaz adımlarıyla robot gibi yürüyor ve kırmızı Çin bayrağı taşıyor. Hoparlörden gelen melodi eşliğinde koro, millî marşı söylüyor. Bir parti lideri birkaç slogan atıyor, askerler duruyor ve tören sona eriyor. Çiftçiler piknik örtülerini katlayıp otobüslerine biniyorlar. Hafif esen rüzgârla Çin bayrakları gökyüzünde dalgalanıyor. Saat on birdeki Taşkurgan otobüsüne zar zor yetişiyorum. Bu şehir, Çinyang'ın güneybatı köşesindeki Çin, Pakistan, Afganistan ve Tacikistan sınırlarının birleştiği yerde bulunuyor. Pamir Dağları'na yapılan yolculuk yorucu ama nefes kesecek kadar da güzel. Açık mavi gökyüzündeki güneş sarp yamaçları sürekli değişen renklerle aydınlatıyor. Develer, yaklar ve atlar yaylalarda başıboş geziniyorlar. Koyu mavi Karakum Gölü'ne varınca, karşımıza 7.500 metre yüksekliğinde karla kaplı doruklar çıkıyor. Buradaki birkaç köyde Uygurlar, Kırgızlar ve Tacikler yaşıyor. Öğleden sonra otobüs, nispeten çirkin Tacik nüfuslu küçük bir kasaba olan Taşkurgan'a varıyor. Orada bir grup Çinli gezgin beni minibüsleriyle bırakmaya karar veriyorlar. Bir kontrol noktasında askerlerle girilen uzun tartışmanın ardından Pakistan sınırına kalan 50 kilometreyi de gitmemize izin veriyorlar. Issız ve ağaçsız arazideki yol soğuktan titreyen 3 tane Çinli sınır görevlisinin durduğu basit betondan bir bina olan son kontrol noktasına kadar uzanıyor. Deniz seviyesinden yaklaşık 4,800 metre yükseklikte bulunan Çin-Pakistan sınırı, dünyadaki en yüksek geçitlerden birisi olan Kunjerab Geçidi'nde yer alıyor. Karakurum otobanı buradan güneye, Pakistan'a, dönüyor. Dünyanın dokuzuncu harikası diye adlandırılan 1.200 kilometre uzunluğundaki baş döndürücü dağ yolu, 1966 ile 1980 yılları arasında Çin ve Pakistan ordu birlikleri tarafından yapılmış. 19. yüzyılın Büyük Oyun'unda bir kereliğine sıcak olaylara sahne olan uzak Hunza Dağ Krallığı'ndan geçiyor bu yol. Bulunduğumuz bu yerde İngilizler ve Ruslar, Orta Asya rekabetinde ilk kez . . ? 125 karşı karşıya gelmişlerdi. Bir süre boyunca her iki taraf da, Rusya ve Afganistan sınırı arasında, haritada yer almayan ve 80 kilometre genişliğinde olduğu iddia edilen bir "geçidi" bulmak için keşif gezileri düzenlediler. 1890'ın sonlarında 28 yaşındaki Francis Younghusband ve onun Rus meslektaşı korkunç Yüzbaşı Gromchevsky, bir dağ yolunda buluştular. Silahlı eskortlar kamplarını kurduktan sonra, iki görevli birlikte akşam yemeği yediler. Daha sonra Younghusband, "Akşam yemeği önemli bir yemekti ve Rus bana sürekli votka içirdi,"38 diye yazmıştı. Alkolün etkisiyle dilleri çözülen iki adam ülkelerinin Orta Asya'daki rekabetini tartıştılar. Gromchevsky, Rus ordusunun ingilizlerin Hindistan'ını istila etmeye hevesli olduklarını kabul etti ve Kazak askerler de neşeyle bunu onayladılar. Bir sonraki İngiliz-Rus buluşması pek centilmence sayılmazdı. Sadece bir yıl sonra 400 Kazaktan oluşan Albay Yanov komutasındaki Rus kuvvetleri, Pamir "Geçidi'ni istila etti ve Çar adına ilhak etti. Kaçınılmaz olarak yolu, bölgenin haritasını çıkarmakla meşgul olan Younghusband ile kesişti, ilk başta, Bozai Gumbaz adı verilen kıraç noktadaki karşılaşma dostaneydi. Kendinden önce Yüzbaşı Gromchevsky'nin yaptığı gibi dost canlısı Albay Yanov da Younghusband'a şatafatlı bir yemek daveti verdi. Fakat, üç gece sonra, Yanov, 30 askerle birlikte Briton'un çadırına geldi, Rus topraklarına girdiğinden itibaren kendisine eşlik etmesinin emredildiğini söyledi. Çok büyük bir güçle karşılaşan



Younghusband'ın, emre uymaktan başka seçeneği yoktu. Rusların zaferi kısa ömürlü oldu. Sonunda diplomasi bu toprakları ingiltere'ye geri kazandırdı. Rüzgârlı Hunjerab Geçidi'ni geçtiğimde hava kararıyordu. Çinli turistlerin beni Kaşgar'a geri götürme teklifini memnuniyetle kabul ettim. 30'lu yaşlarında olan mühendis, danışman ve halkla ilişkiler uzmanı 8 erkek ve kadın profesyonel Şanghay'dan 38 Hopkirk, a.g.k., s. 455. 126 geliyordu. Pahalı Gore-Tex araçlarına ve fotoğraf malzemelerine bakılırsa, grup üyeleri batılı turistlerden hiç farklı değil. Çok eski arkadaş olmayı bırakın grup, internette tanışıp bu yolculuğa karar vermişler. Çin'de biz politikayı tartışırız. "Politika gibi bir şey yok" diyor, mühendis David iyi İngilizcesiyle. "Komünist partinin daha on yıllarca iktidarda kalacak olması iyi. Bu sayede, iç savaş yaşamayacağız ve ekonomik gelişme sürecek." David'e göre, siyasi haklardan mahrum olmak da zenginleşmenin bedeli. 1989 Temmuz'unda Tiananmen Meydanı'ndaki katliamı soruyorum. Susuyorlar ve gözlerini kaçırıyorlar. Sadece David cevap veriyor: "Ne olmuş ki? Biz bunu umursamıyoruz. Bu konu hakkında konuşmanın bir yararı yok. Hükümet, 'duygusal yöntemlerle' bir yere varılamayacağını açıkladı." David de öğrenciyken Şanghay'da gösteriye katılmış. "Sonra, Pekin'den gelen haberleri duyduk ve bunun bitmiş olduğunu öğrendik. Evimize gittik ve özel hayatlarımıza ve kariyerlerimize yoğunlaştık," diyor. O zamandan bugüne Çin'de yaşam köklü değişikliklere uğradı. David'e göre, bugünkü ekonomik patlama "o zamanki öğrencilerin uğrunda öldüğü şeydi." Genç Han Çinlisi dağları görmek için Çinyang'a ilk kez gelmişti. Bölgenin bağımsızlığı konusunda hepsi aynı fikirdeydi: "Çinyang 2.000 yıldır Çin'e ait, biz hiçbir zaman onun çekip gitmesine izin vermeyeceğiz. Hiçbir, zaman," diyor David. Çünkü Çinyang olmazsa Çin dağılır ve eski Sovyetler Birliği gibi dağılırmış. "Bu bölgeden gelecek petrole ve gaza ekonomimizin ihtiyacı var," diye ekliyor David, uzun uzun düşündükten sonra. Bugün, kömür Çin'in enerji ihtiyacının yüzde 70'ini oluşturuyor ve yarattığı hava kirliliğiyle büyük kentleri boğuyordu. Hükümet, daha temiz olan doğalgaz kullanımını teşvik ediyor ama bu oran toplam enerji üretiminin sadece yüzde 3'ünü oluşturuyor. Çinli şirketler, kuzey Çinyang'ta Tarım Körfezi'nde çok büyük bir dogalgaz sahası geliştirmeye çalışıyor. Çinyang'tan, ülkenin ticaret merkezi Şanghay'a uzanacak 3.750 kilometrelik bir 127 boru hattının inşa edilmesi için uluslararası şirketlerle anlaşma yapılmış. Shell'in öncülüğünde uluslararası bir konsorsiyum inşaat giderleri için 5.2 milyar dolar harcayacak. Boru hattıyla, 2008 yılından itibaren 40 yıl boyunca, ülkenin en kalabalık bölgesine yılda 2 milyar dolarlık doğalgaz pompalanması planlanıyor.39 Kazakistan'dan gelecek petrol için öncelikli transfer koridoru olan Çinyang'ın zengin petrol yatakları da var. Çin'in ekonomisi öyle büyüdü ki, kendi enerji kaynakları artık yetersiz gelmeye başladı. Sonuç olarak, 1993'te önemli bir petrol ihracatçısı konumunda bulunan Çin şimdi büyük bir petrol ithalatçısına dönüştü. Ülkede, her yıl 205 milyon ton ham petrol tüketiliyor, bunun üçte birinin ithal edilmesi gerekiyor. ABD hükümeti gibi Çin yönetimi de toplam ithalatının beşte üçünü oluşturan istikrarsız Orta Doğu bölgesine bağımlı olmaktan endişe ediyor. ABD Enerji Enformasyon Yönetimi, Çin'in 2000 yılında günde 4.78 milyon varil petrol tüketiminin, 2020 yılında, günde 10.5 milyon varile çıkacağını ve devletin sahip olduğu Çin Ulusal Petrol Şirketi'nin (CNPÇ) yurtdışına dikkat kesileceğini tahmin ediyor. Küresel alışveriş çılgınlığının yaşandığı 1998 ve 1999 yıllarında şirket yöneticileri, Sudan, Venezuela, Irak ve Kazakistan'da 8 milyar dolarlık taviz verdiler. Son zamanlarda Pekin, Sibirya'dan petrol ve doğalgaz taşıyacak boru hattı inşası için Moskova'yla yoğun müzakereler sürdürüyor. Fakat, Çin yönetimi, uzun vadede Doğu Asya'da üstünlük kurma rekabeti yaşayacağını tahmin ettiği Rusya'ya enerji konusunda bağımlı olmaktan endişeli. 1960'larda Sino-Sovyet anlaşmazlığında Moskova'nın, Çin'in acemi petrol endüstrisinde görevli mühendislerini çekmesi üzerine yaşanan enerji sıkıntısı kesinlikle unutulmuş değil.



ÇNPC, Kazakistan'da üç petrol sahasını satın almış geliştiriyor. İki ülke, Hazar Denizi'nden Kazak steplerine, oradan da Çinyang'ın başkenti Urumki'ye ulaşacak bir boru hattının inşa edil39 New York Times, 3 Temmuz 2002, s. 1. . ?> . ; 128 mesi konusunda anlaşmış. Çin'in, 9.6 milyar dolarlık inşaat masrafını karşılayacak batılı yatırımcılara ihtiyacı var. 2.000 kilometre uzunluğundaki güzergâh yüksek sıradağlardan ve aşılması güç bir araziden geçecek. Dahası Pekin'deki mühendisler bu boru hattını Şanghay'a ulaştırmak için 3.750 kilometre daha uzatmayı planlıyorlar. Bugüne dek, tanker kamyonlar Kazak petrolünü Orta Krallığa taşıyordu ama bu yöntem hem verimsiz hem de paha-. lıydı. Kazakistan'a dönüşümde, daha fazla bilgi almak için Almatı'daki ÇNPC merkezine gittim. Çinliler şehrin merkezindeki görkemli bir saraya yerleşmişler. Ön cephesinde muazzam sütunlar var. Caddenin aşağısındaki ABD büyükelçiliği, bu sarayın yanında kulübe gibi kalıyor. ÇNPC binasının çevresi kafes çitlerle kapatılmış ve kötü görünümlü güvenlik güçlerince korunuyor. Ana kapının üzerindeki bir afişte Cince olarak, "Kazakistan'da büyük bir iş yapıyoruz!" yazıyor. Kibar ve zeki birisi olduğu görülen CNPC'nin Kazakistan genel müdürü Zheng Chenghu, metal çerçeveli bir gözlük takıyor. "Şu anda, Kazakistan'da yaklaşık 4 milyon ton petrol üretiyoruz ama bu bize ancak yetiyor. Önümüzdeki yıllarda, Orta Asya'da birçok petrol sahası daha almak istiyoruz," diyor. Eğer Çin ekonomisi bu düzeyde büyümeye devam ederse ülke, yalnızca gelecek birkaç yıl içerisinde 100 milyon tondan fazla petrol ithal etmek zorunda kalacak. İşte bu yüzden 1.5 milyona yakın çalışanı olan CNPC Afrika ve Güney Amerika'da petrol sahaları satın almak istiyor. Eğitimli bir jeofizikçi olan Chenghu, "Sudan'da satın aldığımız bir sahada 2 yıl geçirdim ama şimdi Kazakistan'a odaklanıyoruz. Yakın bir gelecekte müteahhitler, yüzden fazla kıyı imtiyaz ihalesine davet edilecek ve biz hepsini kazanmak istiyoruz. Bu yolla, Çinyang'a gidecek boru hatlarımızı doldurabileceğiz." Fakat, CNPC, Kaşagan'daki gibi kıyı sondajı yapılması konusunda fazla tecrübe sahibi değil. Chenghu'ya göre, çok daha büyük bir sorun var. "Son zamanlarda durumumuz kötüye gitti. Amerikalılar bizi bölgeden çıka129 J nyor. 11 Eylülden bu yana ABD, Orta Asya'da çok saldırgan oldu. Birliklerim buraya yerleştirmeleri hem yerel halk hem de bizim için kötü haber." Taliban'a karşı ABD önderliğinde düzenlenen askerî harekâttan beri, Kazak sınırına yalnızca birkaç kilometre uzaklıktaki Kırgızistan ve Özbekistan'daki üslere Amerikalı askerler yerleştirildi." Daha önce çok kere tekrarlanan bir düşünceyi Chenghu da seslendiriyor: "Amerikan birlikleri, Orta Asya'daki petrol rezervlerini kontrol altına almak için buradalar." Yarı-şaka, Amerikan birliklerinin hiçbir petrol kuyusuna henüz el koymadıklarını söyledim. Chenghu, kararlı bir biçimde cevap veriyor: "Dolaylı olarak kontrol ediyorlar. Amerikan birlikleri sınırına dayandığından beri Kazak hükümeti, yine Batılı şirketlerle sözleşme yapmayı tercih ediyor - bizimle değil." Böyle giderse, Pekin doğuya uzanan boru hattını iptal etmek zorunda kalacak. "Kırgızistan'da Amerikan ordusu Çin sınırına çok yakın bir yere yerleşti. ABD'nin Japonya'da, Filipinler'de, Güney Kore'de ve Tayvan'da üsleri var. Ve şimdi buradalar - Çin kuşatılacak!" CNPC merkezinden ayrıldığımda gergin gözüken Chenghu, Mart 2003'te Çin'in devlete ait kıyı petrol şirketi ÇNOOCnin sürpriz bir biçimde, Kazakistan'daki Kaşagan petrol sahasından 615 milyon dolarlık hisse alacağını açıkladığında oldukça sevinmişti. CNOOC'ye, Kaşagan petrollerinin onda birini kontrol etme yetkisi veren anlaşma, petrolün, Kazakistan'dan, boru hatlarıyla batı yerine doğuya, Çin'e, akacağına olan umudu pekiştiriyor. Orta Asya'da artan Amerikan nüfuzuna karşı Çin karşı atağa geçti. Çin, Washington'un kesinlikle dikkat etmesi gereken bir Büyük Oyun oyuncusu. Kısa dönemde, bölgede, Amerikan çıkarlarına daha büyük bir tehdit oluşturan ülke, iran'dır.



130 PERS KOZU: İRAN 7 saatlik bir gecikmeden sonra, Almatı'dan Tahran'a gece varıyorum. İran Havayollarının Tupolev-154'ü piste o kadar sert indi ki, baş üstü bagajları açıldı ve çantalar yolcuların üzerine düştü. Kapıda iki kabin görevlisi her yolcuya "Güle güle, özür dileriz!" diyor ama karşılığında sert cevaplar alıyorlar. Terminalin dışındaki taksi durağında, Almatı havaalanı kalkış salonunda tanıştığım İranlı işadamlarına veda ettim. El sıkışma sert ve uzundu. Siyah giyen uzun boylu karışık sakallı adam, "dediklerimi unutma. Sözlerimi hatırla" diye fısıldadı. Tahran'ın güneyindeki otele giderken takside, Almatı havaalanında karşılaşmış olmamızın ne kadar tuhaf olduğunu düşündüm. Yanıma oturan, saatlerce rahatsız sandalyelerde oturmaktan kırışmış bir takım elbise giyen İranlı bir işadamıydı. Sohbete başladıktan sonra, Almatı'da ne yaptığını sordum. Bana baktı, güvenip güvenemeyeceğini bilemedi ama yol arkadaşlığı dayanışması şüphelerine galip geldi. "Ben petrol işindeyim. Kazak hükümetiyle önemli bir iş anlaşması hakkında görüştük" dedi. ,, 131 Sohbetimiz esnasında, Yeni Büyük Oyun'un en kurnaz oyuncularından birisiyle konuştuğumu fark ettim. Hamit Honarvar, Tahran'ın, Orta Asya'daki riskli petrol anlaşmalarında görevlendirdiği bir ajandı. Dünyanın beşinci petrol ihracatçısını temsil eden Honarvar, öne çıkmayı çok istemiyor, bunun yerine Hazar sahnesinin ardında, ipleri elinde tutmayı tercih ediyor. Londra'yı merkez alarak, devlete ait İran Ulusal Petrol Şirketi'nin (NIOC) milyar dolarlık bütçesini net bir hedefi gerçekleştirmek için kullanıyor: Amerika'nın Hazar Denizi'nin enerji kaynaklarına yönelik planlarını engellemek. Honarvar, rakiplerini iyi tanıyor. Güçlü İranlı seçkinlerin çoğu gibi, öğretmen çocuğu Honarvar, 1970'lerde, petrol zengini Teksas'ta, "Süper Milyonerler Okulu" diye anılan Dallas Methodist Üniversitesi'nde bilgisayar dalında eğitim görmüş. "Üniversitede yüzlerce İranlı öğrenci vardı" diye hatırlıyor. "O zamanlar ABD, şah yönetimiyle müttefik olduğundan, Amerika'ya vize almak çok kolaydı." Honarvar ülkesine geri döndükten sonra Pehlevi karşıtı harekete katıldı. " O zaman Amerikan karşıtı birisi oldum. Amerikalıların ne kadar emperyal olduklarını ve ülkemizi nasıl kontrol ettiklerinin farkına vardım." Sürgüne gönderilen birçok iranlı gibi Honarvar da Amerika'nın 1953'teki rolünü hoş görememiş. 2 yıl önce, milliyetçi ve solcu 77 yaşındaki Muhammed Musaddık iktidara gelmiş ve kapsamlı sosyal ve ekonomik reformlar gerçekleştirmişti. İlk önlemlerinden birisi, yıllarca ülkenin petrol zenginliğini sömüren British Petrol'ün tekel çocuğu Anglo-Iran Petrol Şirketi'ni millileştirmek oldu. 1953 yılında Şah ülkeden kaçtığında, CIA, reformcu Musaddık'a karşı bir darbe sahneye koydu. Petrol endüstrisi tekrar özelleştirilmese de, Amerika'nın İran büyükelçisi ülkenin en güçlü kişilerinden birisi haline geldi. Şah, 1964'te çıkardığı bir yasayla, ülkedeki Amerikan askerlerine tutuklanma ve yargılanmadan muafiyet getirdi. Dinî muhalefetin karizmatik lideri buna karşı çok sert bir muhalefet yürütünce önce Türkiye'ye, daha sonra Fransa'ya sürgüne gönderildi. 132 Monarşi, 1974 petrol kriziyle güç yitirmeye başladı. Bir yıl içerisinde, hükümetin petrolden elde ettiği gelir 4 milyar dolardan 20 milyar dolara çıktı. Savurgan diktatör, bu serveti yüksek teknoloji ürünü silahlara harcayarak Amerikalılara hediye etti. Bu silahlar, daha sonra çölde çürümeye terk edildi. Petro-dolarlar küçük bir elitin cebine girdi ve her türlü muhalefet bastırıldı. Soğuk Savaş döneminde İran'ı, önemli bir petrol tedarikçisi ve kapitalist müttefik olarak gören Washington dikkatini başka bölgelere verdi. Kasım 1978'de şah sıkı yönetim ilan etti ve silahlı güçlerine, sokaklardaki yüzlerce göstericiyi vurma emri verdi. Rejim yavaş yavaş batının desteğini yitirdi. Honarvar, Dallas'taki eğitimini savsaklayarak şah karşıtı gösteriler organize etti. "Heyecanlı bir dönemdi. Teksas'tan on binlerce kişi gösterilerimize katıldı. Amerikalıların İran'ı sömürmesini lanetleyen konuşmalar yaptım" diyor. Aralık 1978'de, ülkesindeki olaylar devrime dönüştüğünde Honarvar, İran'daki mücadeleyi desteklemek için doktora tezini bıraktı. "Şah, ülkeden kaçmadan birkaç gün önce, Tahran'a uçtum. Kazanmıştık." 1 şubat 1979



günü Ayetullah Humeyni ülkesine döndü, milyonlarca kişi tarafından heyecanla karşılandı. 2 ay sonra Humeyni, kendisini, dünyanın ilk İslâm cumhuriyetinin lideri ilan etti. O zamanlar 27 yaşında olan Honarvar'a ve silahlı yoldaşlarına göre, mücadele henüz bitmemişti. Humeyni'nin savaş sloganı "devrim üstüne devrim" sözünden yola çıkan 400 kişiden oluşan "devrim muhafızlarına" katıldı. Bu devrim muhafızları, kasım 1979'da Amerikan Büyükelçiliğini bastı ve 52 diplomat ve çalışanını 444 gün boyunca rehin tuttu. "Aslında o kadar uzun süre rehin tutmayı istemiyorduk ama içlerinde karşı saldırı düzenlemeyi planlayan casuslar vardı" diyor pişman olmayan bir ses tonuyla. "Amerikan büyükelçisinin yıllarca hükümetimize emir yağdırmasını kabul edemezdik. Bu eylem, sömürüye karşı intikamımızdı." ABD'yle ilgili sevdiği bir şeyin olup olmadığını sorduğumda, 133 • "evet, her şey! "diye cevap verdi. Eski devrimcinin yüzü parlıyordu. "Ben Amerika'yı çok severim. Müthiş bir ülkedir. Bence, fırsatlar ülkesiydi" dedi. Şaşkınlığımı fark edince, "devrimimizin hedefi doğrudan ve sadece batı ve Amerika ile olan ilişkiler değildi - bu ilişkilerin adaletsizliğiydi." Çoğu İranlı gibi Honarvar da Amerikan halkıyla bir sorunu olmadığını sadece, hükümetlerine karşı olduğunu vurguladı. Ona göre Amerikan hükümeti Siyonistlerin ve emperyalistlerin idaresindeydi. Öğrenciyken bir sürü Amerikalı arkadaşı varmış ama zamanla teması yitirmiş. "Belki bir gün onları internetten ararım" diyor. Namaz vaktiydi. Honarvar seyahat çantasından küçük bir kilim çıkardı, havaalanının sessiz köşelerinden birisindeki koltuğa serdi. Kilimi açarken siyah evrak çantasını yanına koydu. Namaza başlamadan önce iki Kazak'a Mekke'nin hangi yönde olduğunu sordu. Bu soru karşısında şaşıran Kazaklar konuyu tartıştıktan sonra seccadesini biraz sağa çevirmesini tavsiye ettiler. Honarvar teşekkür etti ve sessizce namaza başladı. Yakınlarda oturanların hemen hepsi Kazak'tı. Bazıları merakla onu izlerken bazıları ise başka yöne bakmayı tercih ediyor. Görünüşe göre, böylesine açık bir ibadet 70 yıl Sovyet ateizmi altında yaşayan bu Orta Asya insanlarına hâlâ epey şaşırtıcı geliyordu. Namaz boyunca Honarvar, bir an olsun, gözlerini evrak çantasından ayırmadı. 20 dakika sonra, iki eliyle sıkıca tuttuğu çantasıyla birlikte geri döndü. Çantanın içinde ne olduğunu sordum. "Para yok, sadece bazı evraklar var. Henüz resmiyete kavuşmadı ama buradaki müzakereler çok başarılı geçti. Kazaklarla büyük bir petrol takası yapacağız. Günde 100.000 varil ve bu daha başlangıç" dedi. Honarvar'ın bana verdiği bilgi doğruysa, Kazak hükümeti ve muhtemelen bazı batılı petrol şirketleri, Washington'un, iran'la anlaşma yapılmaması yönündeki uyarılarına pek aldırmıyorlar. Yıllardır Tahran, Orta Asya ülkelerine petrol takası öneriyor. Düşünce çok basit ve yararlı: İran, büyük petrol kaynaklarının üzerinde otursa da, bu kaynakların hepsi ülkenin güneyinde. Ve 800 kilometre kuzeyde, halkın yüzde 80'ini oluşturan 70 milyon134 luk nüfustan rafine petrole büyük bir talep var. her gün, 1.4 milyon varil petrol tüketiyorlar. Bu petrol kuzeye çöllerden geçen boru hatları vasıtasıyla ulaşıyor ve bu da karmaşık ve maliyetli bir iş. Petrol takası olması halinde, tanker gemileri, Kazakistan'dan aldıkları ham petrolü Hazar Denizini geçerek Iran limanı Neka'ya ulaştıracaktı. Burada, yeni petrol rafinelerinde işlenecek ve kuzeyde yaşayan kalabalık nüfusun, özellikle Tahran'ın 14 milyon nüfusun tüketimine sunulacak. Aynı zamanda, Kazak bandıralı tankerler aynı miktardaki ham petrolü İran Körfezi'nden alacak ve dünya piyasalarına dağıtacaktı. Dünya piyasalarında, Iran çöllerinden çıkarılan düşük Sülfür düzeyli ve hafif ham petrole rağbet çok fazla, iran'ın kuzeyi enerjiye kavuşacak ve Kazakistan petrolünü paraya çevirmek için pahalı boru hatlarının yapılmasını beklemeyecekti. Mayıs 1996'da, Nazarbayev Tahran'a gitti ve zamanın cumhurbaşkanı Ali Ekber Haşemi Rafsancani ile bir dizi petrol takası konusunda anlaşma yaptı. Bir yıl içerisinde, 18 tankerlik bir filo, Kazak limanı Aktau'dan Neka'ya taşınacak 90,000 ton ham petrolün ilk partisini yükledi. Bu, planlanan tek takastı. Resmî demeçlere göre, her iki hükümet de teslimatın durdurulmasının nedeni olarak,



İran rafinelerinin, yüksek sülfür içeren Kazak petrolünü işleyebilmesi için takviye edilmesi gerektiği gerekçesini gösterdi. Bununla birlikte, siyasi nedenler de rol oynamadı değil. ABD, İran'ı, defalarca, kitle imha silahı üretmekle, uluslararası terörizmi desteklemekle ve yakın doğudaki barış sürecini baltalamakla suçladı. ABD, molla rejiminin bu tür faaliyetlerini finanse etmesinin önüne geçmek için Kazaklara petrol takasını durdurmaları için baskı yaptı. Washington'un müdahalesi yalnızca Kazak hükümetine yönelik değildi. 2 yıl önce, ABD Kongresi aldığı ekonomik yaptırım kararıyla, Amerikan şirketlerinin İran'la iş yapmasını yasaklamıştı. Yaptırımlar açıkça petrol takasını yasaklıyordu. D'Amato Yasası olarak bilinen tartışmalı bir kanun, iran'da yatırım yapan Av135 rupalı şirketlere ağır para cezası verileceğini öngörüyordu. Kazakların, İran'a takas için önerdikleri ham petrol aslında Tengiz bölgesinden çıkarılıyordu ve hisselerinin sadece dörtte birisi devlete aitti. Kalanı ise, Amerikan Chevron ve Mobil Anonim Şirketleri'ne aitti. ABD Ticaret Bakanlığı, Mobil'in, aracılar ve yan şirketler vasıtasıyla, petrol takası işine karıştığına dair deliller buldu. Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi Sheila Heslin, Mobil yöneticilerini çağırdı ve haklarında yasal işlem yürütmekle tehdit etti. Daha sonra, iran'la yapılan anlaşma bozuldu.40 Şimdi, İran petrol takası yeniden canlanabilir. 2005'e kadar Kazaklar, günde 500.000 varile kadar petrol sağlayacak. Honarvar, "Kazaklar önerilerimize çok açıktı" dedi gülerek. "Amerikalıların kendilerini tekrar tekrar aldatmalarından dolayı hayal kırıklığına uğramışlar. Yine de biraz para kazanabilmek için en iyi petrol sahalarını onlara vermişler." Honarvar'a göre, ABD İran'da kanlı bir yanıt aldıktan sonra, başka ülkelere hükmetme yöntemini değiştirdi. Direkt siyasi emirlerin yerini şimdi, tek kazananın Amerikalılar olduğu kısıtlayıcı sözleşmeler almış. "Kazaklar şimdi hatalarının farkına vardılar ve tüm yumurtalarını aynı sepete koydukları için çok pişmanlar. Bugün yeni dostlar arıyorlar ve gerçekten kimse onlara İran'dan daha yakın değil. Tahran'a uçuşumuz boyunca Honarvar, hiç bıkmadan ve durmaksızın, Almatı'daki başarılı müzakerelerini anlattı. "Eğer biz Kazaklarla iş yapıyorsak Amerikalıların bu konuda yapacağı bir şey yoktur." Washington'un, Orta Asya'ya askerî ğüç göndermesinin nedeninin kızgınlık olduğuna inanan Honarvar'ın teorileri, 11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardında ABD hükümetinin kendisinin olduğuna kadar varıyor. ABD hükümetinin, Afganistan'a savaş açmak ve bölgeye asker yerleştirmek için bir bahaneye ihtiyacı vardı. Terör saldırıları bu fırsatı sundu. Arap dünyasındaki diğer ülkeler gibi iran'da da bu tür şüpheler yaygın. Buna karşın, Honarvar, neden Amerikan hükümetinin 40 hersh, a.g.k. 136 - binlerce vatandaşının öldürülmesini ve Dünya Ticaret Merkezi'nin yıkılmasından dolayı küçük düşmeyi kabul ettiğini varsayarsak - kendi Savunma Bakanlığı'na kasten saldırmış olabileceğine ilişkin makul bir açıklama getiremiyor. Ama "İranlıların ABD için bölgede bir tehdit olduğuna; çünkü bölgede Amerikan egemenliğine tahammül edemeyen tek toplumun kendileri olduğuna" inanmıştı. "Uyguladıkları yaptırımlar bizden çok Amerikan ekonomisine zarar veriyor" dedi. Ona göre, Kazakistan, Amerikan sömürüsünden kurtulmak üzere ama iran'ın kuzey komşusu Azerbaycan hâlâ onların denetimi altında. Tahran'ın petrol ajanı açık yüreklilikle kabul ediyordu, "Yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Bana verilen Azerilerle petrol takası anlaşması yapma görevlerinin hepsi başarısız oldu." Azerbaycan tüm umutlarını Ceyhan boru hattına bağlamıştı. Honarvar, Tahran'ın boru hattı planlarını engellemek için gerekli yöntemlere ve imkâna sahip olduğuna dikkat çekerek bu projenin tarihteki en büyük sanayi enkazı olacağını tahmin ediyor, ama boru hattı politikalarının içinde olmadığını savunarak ayrıntılara girmekten kaçınıyor. Yine de, üzerinde bir isim ve telefon numarası yazan küçük bir kağıdı elime tutuşturuyor ve "Tahran'da git bu adamı gör, benim gönderdiğimi söyle. Belki sana daha ayrıntılı bilgi verir" diyor. Tahran trafiği berbat. Ertesi sabah otelden çıktığımda müthiş bir gürültüyle karşılaştım. Arabalar korna çalıyor, sürücüler birbirine bağırıyor ve kamyonlar



gürüldüyordu. Sanki şehrin 14 milyonluk nüfusunun her birinin Peyhan marka aracı var ve bütün gün şehirde tur atıyorlar. Peyhan, Farsça'da "ok" demek ama Tahran caddelerindeki trafik keşmekeşine bakılınca bu çok absürd geliyor. Havaalanından gelen taksilerin gece boyunca yarış yaptıkları Firdevsi caddesinde şimdi araçların hepsi trafiğe mahkûm olmuştu. Ufak bir yer açıldığında Peyhanların hepsi oraya hücum ediyor sonra sürücüler birbirine küfrediyordu. Motosikletli birisi ters yönden hızla ilerliyor. İğrenç eksoz dumanından korunmak için maske takıyor. .137 Hafif bir esinti şehrin dayanılmaz hava kirliliğini başka yöne sürüklüyor. Görüş mesafesi karla kaplı muazzam Alborz Dağlarını seçecek kadar açık. Baharın ilk günlerinden birini yaşıyoruz ve güneş, Firdevsi caddesindeki dükkânların vitrinlerine bakan insanları ısıtıyor. Binaların arasındaki kiraz ağaçları yeni yeni tomurcuk vermeye başlamış. Caddenin sonunda, göbeğin ortasında, İranlı şair Firdevsi'nin şahane bir anıtı var. 10. yüzyılda, İran kültürü yoğun Arap etkisine girdiğinde, Firdevsi, şiirlerini, özellikle, Farsça yazmış ve bu yüzden Farsça'nın kurtarıcısı sayılıyor. Şair, 30 yıl boyunca ünlü yapıtı Şehname "Kralların Kitabı" üzerinde çalışıyor. 50,000 mısrası olan bu büyük eser, Homeros'un İlyada'sının 8 katı büyüklüğünde ve İslâmi fetihten önceki dönemdeki Aryan-Farisi kahramanların hikayeleriyle dolu. 1979 devriminde mollaların iktidara gelmesinden sonra, Firdevsi'nin heykeli, yıkılmayan birkaç heykelden birisiydi. Şairin putperest kahramanlarının gayri îslami olduğunu bilseler de, milli kültürün önemli kurucularından birisi olduğu gerçeğini yadsıyamıyorlar. 20 yıl sonra, İslâmi devrimin ivmesi hız kaybettiğinde Şehname, İranlı öğrencilerin okumak zorunda oldukları kitap listesine dahil oluyordu. Sovyetler Birliği'ni her zaman "Rusya" diye anan Fransız milliyetçi Charles De Gaulle gibi Firdevsi de İran'dan her zaman "Ebedî İran" diye söz eder. Tabii, İslâmi devrim, İranlılara yeni kahramanlar kazandırdı. Ana caddeleri ve tüm evlerin duvarlarını Ayetullah Humeyni'nin haşin ve onurlu bakışlı posterleri süslüyor. 1989 yılındaki ölümünden sonra ruhani lider olarak anılacak olan Ayetullah Humeyni'nin resimleri bana biraz solgun gibi geliyor. Bu posterlerin yanında, duvarlara, 1980 yılından 1988 yılına dek süren ve 1 milyon askerin yaşamına mal olan Irak savaşındaki kanlı sahnelerin ve şehitlerin resimleri çizilmiş. Ölen kahramanlar yani şühedanın bakışları yanından geçenlere sanki kendi akıbetlerini anımsatıyor gibi. Tahran Üniversitesi'ne girişte, ABD ve İsrail bayrakları zemi138 ne çizilmiş, bu sayede öğrenciler her gün üzerlerinden geçiyor. " Bu sabah kapıdan geçen gençlerin çoğu, bilinçli veya bilinçsiz bir * şekilde, solmuş ulusal bayrakların etrafından geçiyor. Demir par- ? maklıkdaki afişte "ABD'ye Ölüm!" yazısına pek kimse dikkat etmiyor. Su fıskiyeleri ve ağaçlarıyla bir parkı andıran geniş kampus bahçesinde öğrenciler, banklara ve çimenlere oturmuşlar. ' Bazıları heyecanla sohbet ederken diğer bazıları yaklaşan sınav-lara hazırlanmak amacıyla dikkatli bir şekilde ellerindeki kitaplarını inceliyordu. Öğrencilerin arasında şaşırtıcı sayıda bayan • var. Fen ve matematik fakültelerinde öğrencilerin yüzde 70'e yakını bayan. Fakat, farklı cinsler kesinlikle farklı binalarda eğitim görüyor. ' Genç kızların hepsinin üzerinde baştan ayağa kara çarşaf olsa •?• da, bir çoğu çarşafın altına son moda ayakkabılar ve kot pantolon giymişti. Son model pahalı güneş gözlükleri de cep telefonları kadar yaygın. İran'da kadınların saçlarını örtmek zorunda oldukları başörtüleri genellikle çok liberal şekilde takılmış. Birçok ' kız öğrenci alınlarını ve uzun güzel saçlarını açıkta bırakmışlar. -' Birkaç yıl önce bunu hayal etmek bile imkânsızdı. Etrafta gezen "? din polisleri, görünen her saç teli için bir kırbaç vuruyordu. Bu- -gün Tahran sokaklarında kadınlar saçlarını nereye kadar açabileceklerini test ediyorlar. Çok sayıda genç kadın makyaj yapmış, * özellikle sürme sürmüş. Yine de bu tavırlar tamamen tehlikesiz değil. Güvenlik güçlerinin gözünde çok ileri giden kadınlar tutuklamyor ve ceza kesiliyor. Temmuz 1999'da öğrenci yurtlarını • basan polis, öğrencilere rastgele saldırmış ve bir delikanlının ölümüne neden



olmuştu. Bir yıl sonra İran meclisi Majlis, bu tür • olayları önlemek için bir karar aldı ve polislere, üniversiteye ait binalara girmeden önce dekandan izin alma zorunluluğu getirdi. Birçok aksaklığa rağmen, İranlı kadınların çiçek açan yüzleri ülkenin değişmekte olduğunun en açık göstergesi. Bu değişim, 1997 yılında ılımlı molla Muhammed Hatemi yüzde 69 oyla başkanlığa seçildiğinde başladı. Destekçileri ise, çoğunlukla, ülkenin molla rejimi altında ekonomik ve kültürel sorunlarla boğuşma139 sından memnun olmayan gençlerdi. İran nüfusunun yarısı devrimden sonra dünyaya geldi ve en yaşlıları 24 yaşında. Bu gençlerin dörtte biri işsiz. Tahran sokaklarındaki sayısız genç şu anki sistemden başka bir sistem bilmiyor. Liderlerinin politikalarını, hiç yaşamadıkları merhametsiz şah rejimiyle karşılaştıramazlar. Hatemi, iktidara geldikten sonra, İslâm devriminin getirdiği bazı aşırılıkları sınırlamak amacıyla liberal reformlara girişti. Dinî yasalar gevşetildi ve vatandaşlara daha demokratik haklar verildi. 2001 yılında Hatemi ezici bir çoğunlukla yeniden seçildi. Bununla birlikte başkan, ruhani lider Hamaney'den kaynaklı güçlü bir muhalefetle karşılaşır. Hamaney'i, "çöken batı kültürünü" simgeleyen özgürlükleri kınayan tutucu mollalar ve onların oluşturduğu Koruyucular Konseyi desteklemekte. Ülkenin güvenlik güçlerini denetimleri altında tutan mollalar Koruyucular Konseyi, fazla ilerici gördükleri tüm kanunları ve hükümet kararlarını bloke ediyor. Büyük ölçüde ulusallaştırılan ekonomide, mollalar tüm kilit noktaları ellerinde tutuyor. Reform yanlısı onlarca gazete kapatıldı ve editörleri tutuklandı. 1998 yılından beri, çok sayıda Hatemi yanlısı aydın öldürüldü. İran, tüm dünyada, ülkenin devlet başkanının muhalefetin başı olduğu belki de tek ülkedir. Bu arada birbirine paralel bu iki iktidarın mücadelesinde üstün gelen olmadığından, iran'ın siyasi ve sosyal sistemi felç oluyor. Sonuçta, başörtüsü ancak o kadar açılabiliyor. Ya şimdiki gibi kalacak ya da tamamen açılacak. Şu anda, İran'da hiçbir kadın sokakta başını tamamen açmaya cesaret edemiyor. Amir Loghmany'e göre başörtüsü, ülke atmosferi için de bir ölçüt. Uzunca bir zamandır iran'ın en büyük gazetesi olan Hem-şehri'nin editörü olan Loghmany, "eski günlerde, şah döneminde, kadınlar devrimi desteklediklerini göstermek için başlarını örtüyordu şimdi ise bundan kurtulmak istiyorlar" diyor. Ülkenin en önemli siyasi yorumcularından olan Loghmany, birbirlerine ruj sürüp kıkırdayan kızları izliyor ve şöyle diyor: "Ülke yaşıyor ve düşünceler değişiyor. İşte bu yüzden bizim kafalarımız da yuvarlak şekilde, kare değil." 140 : Tahran'ın kuzeyine bulunan ve kısa gezintiler için ideal bir yer olan Derbent'teyiz. Alborz sıradağlarının ilk tepelerinden olan bu yüksek yerde, hava tertemiz, kentten etkilenmemiş. Bugün mübarek gün Cuma ve binlerce genç dağdaki boğaza doğru ilerliyor. Birçoğu buraya pahalı arazi taşıtlarıyla gelmiş; bu gençler kentin sosyetik kuzey bölgesindeki köklü ailelerin çocukları. "Dağlara eğlenmeye geliyorlar" diyor Loghmany. Haşarı gözüken yüzüyle ve uzun gri sakalıyla Loghmany, iran'ın devrimden sonraki ilk devlet başkanı Ebulhasan Ben-i Sadr'a benziyor. "Ne kadar yükseğe tırmanırlarsa, şehirdeki yasaklardan o kadar çok sıyrılmış oluyorlar. Hiçbir molla buraya gelmeye cesaret edemez" diye ekliyor. Gürüldeyen derenin üzerindeki ahşap köprüde duran genç iki aşık el ele tutuşuyor. Kızın başörtüsü boynuna düşmüş; saçları esmer ve örülü. "200 metre daha tırmanırlarsa öpüşebilirler. Ve bir kayanın arkasında ıssız bir yer bulurlarsa neler ? olacağını kim bilebilir" diye gülüyor. , Çiftin arkasından kot pantolonlu ve deri ceketli bir grup delikanlı geçiyor, içlerinden biri omzunda bangır bangır çalan bir . teyp taşıyor. Bu asi gençleri 1970'li yıllardaki batılı akranlarından ayıran tek belirleyici özellik simaları. Hepsi sinek kaydı tıraş olmuş. iranlı yöneticiler sakal bırakıyor. Hükümetin yaptırdığı son araştırmaya göre, iranlı gençlerin yüzde 75'ten fazlası namaz kılmıyor. Tahran'da, Kahire veya Amman'a göre daha az sayıda camii var, ezan sesi nadiren duyuluyor. Gençler artık her şeye razı olmuyor ve islâm'a sırtlarını dönüyorlar. Aslında, Iran laik bir ^ toplumdur. Mollalar bile kendi



vaazlarına inanmıyor, islâm'ı siyasi bir devlet ideolojisi haline getirmekle iran'ın kendine has ş inancını yerle bir ettiler" diyor Loghmany. 1963'ten 1978'e kadar, 15 yıl zengin bir doktor ve diplomatın oğlu olan Loghmany "VVurzburgh, Frankfurt ve Basel'de öğrenim görmüş ve çalışmış. Frankfurt'ta siyasi bilimler eğitimi almış ve Frankfurt Okulu'nda Theodor Adorno ve Max Horkheimer'in derslerine katılmış. Şimdi 55 yaşında olan 1968lerin asi genci, "1960'larda hepimiz idealisttik ama sonra inandığımız hiçbir şey 141 i gerçekleşmedi" diye itiraf ediyor. Frankfurt öğrenci yurtlarındaki kızları, partileri ve barları gayet net hatırlıyor. "Vahşi bir dönemdi" diyor. Teksas'taki petrolcü Honarvar gibi ama monarşist babasının aksine genç Loghmany, Rıza Pehlevi'ye karşı sürgündeki muhalefete katıldı. Şah resmî bir ziyaret için 1967'de Berlin'e geldiğinde, Loghmany de on binlerce göstericinin arasındaydı. Kendisinden birkaç metre uzakta duran öğrenci Benno Ohnesorg o gün polis tarafından öldürülmüş. Loghmany Siyasi Bilimlerde doktora yaparken Paris'te sürgünde bulunan Ayetullah Humeyni'yi ziyaret etmiş. "Humeyni'ye ulaşılması çok zordu ve çevresinde gizemli bir atmosfer vardı" diye anımsıyor. 1978'in sonunda Loghmany, şah aleyhine büyüyen muhalefete destek vermek amacıyla iran'a döndü. "Devrimimiz dinî değil, toplumsaldı. Sanırım yeryüzünde cenneti yaratmaya çalıştık. Ama sonra, olaylar çok hızlı gelişti ve tamamen gereksiz bir histeri patlak verdi, işte o zaman idareyi mollalara teslim ettik ve o günden beri de iktidardan vazgeçmiş değiller" diyor. Loghmany ülkede kalır ve gazeteciliğe başlar. 1980'de Irak Savaşı'nda, cephede muhabirlik yapan Loghmany, Irak'ın, Halep-çe'ye yönelik kimyasal saldırısından güçbela kurtulabilmiş "Kadınlar ve çocuklar evlerinin önünde boğulmuşlardı manzara korkunçtu, hayatımda bu denli korkunç bir görüntüyle hiç karşılaşmamıştım" diye anlatıyor. Savaştan sonra siyasete geri dönen Loghmany, Cumhurbaşkanı Rafsancani ve Ayetullah Humeyni'nin danışmanı olarak muhafazakârların merkezinde çalışmaya başladı 1990'lardan itibaren Hemşehri gazetesindeki pozisyonunu milli kütüphanenin idarecisi Hatemi'nin cumhurbaşkanı adaylığını desteklemekte kullanmaya başlamış. Bugün ikisi de birbirini şahsen tanıyorlar. Loghmany, "iran'daki liberal değişmenin önlenemeyeceğine" inanıyor. "Sanki bir molla filmi seyrettikten sonra sinemadan çıkmışız gibi olacak. Gün ışığı hâlâ gözlerimizi kamaştırıyor ama bu yüzden kesinlikle karanlığa dönmeyeceğiz" diyor. Loghmany karşı devrim beklentisine karşı uyarıda bulunu'? 142 yor. Genç nesil silahlı bir ayaklanmaya hazır olmadığından değişim, adım adım ve barış içinde gerçekleşecek. Doğu Avrupa'daki komünist rejimlerin düşmesiyle kıyas yapılmasını doğru bulmuyor. "Mollalar hâlâ tehlikeli. 1989'un komünist liderlerinden farklı olarak, dinî meşruiyetlerini kesinlikle yitirmediler" diyor. Loghmany gibi birçok gazeteci bunu ilk elden yaşadı Muhafazakârları açıkça eleştirenler tutuklandı ve ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Cumhurbaşkanı Hatemi, seçilmesinden sonra filizlenmeye başlayan basın özgürlüğünün susturulmasına kayıtsız kaldı. "Kısa bir süre için, her şeyi yazabileceğimize inanmıştık. Ama sonra yanıldığımızı anladık" dedi Loghmany. iran'daki bu güç mücadelesinin sonucu Yeni Büyük Oyun için çok önemli olacak. Cumhurbaşkanı Hatemi'nin arkasındaki reform yanlıları üstün gelirse Iran, uluslararası izolasyondan kurtulacak, daha çok Batıya açılacak ve bu da İran ile Avrupa arasındaki geleneksel bağların yararına olacaktır. Bunun da bölgede ABD ile olan mücadeleyi azaltıp azaltmayacağı şüpheli. Şu anda iki ülkenin stratejik ve ekonomik çıkarlarının uyuşması mümkün değil. Çınarların dizili olduğu muhteşem Velasr Bulvarındaki şahın eski yaz sarayının yanından geçerken Loghmany, "Aramızdaki bu kötü ilişkinin düzelmesi tamamen Washington'un atacağı adımlara bağlı; ama Washington, Amerika'daki güçlü Yahudi lobisinin etkisi altında. Yahudilerin Filistinlilere uyguladığı zulüm politikasını haklı göstermek için bize, düşman olarak, ihtiyacı var" dedi. iran'daki hiç kimsenin Amerikan düşmanı olmadığının altını çizdi. Sadece küçük militan azınlık "Amerika'ya Ölüm!" diye bağırırken büyük bir çoğunluk bunları seyrediyor. Ona göre, her iki taraf birbirine saygılı olursa Washington ve



Tahran sorunları görüşebilir. "Bize hakkaniyet temelinde davranılmasını istiyoruz. Biz, gururlu ve mağrur İran halkıyız, kültürümüz ise bin yıllık" dedi. Söz, başkan George W. Bush'un Iran, Irak ve Kuzey Kore'yi "şer ekseni" ilan etmesine gelince Loghmany umursamaz bir ta143 vırla, "biz buna sadece güler geçeriz. Bu Teksaslı cahil kovboyun her dediğini ciddiye alamazsınız" diyor. Ceketinin klapalarıyla oynuyor ve bir sigara yaktıktan sonra ellerini sallayarak "Kuzey Kore gibi totaliter bir rejimle kıyaslanmak ne aşağılayıcı!" diye haykırıyor. "Amerikalılar ve çifte standartları. Biz İranlılar, Amerika'nın ittifak kurduğu emirliklerin hepsinden daha açık bir demokrasiye sahibiz" diye ekliyor. İranlıların birçoğuna göre Bush'un rahatsız edici sözleri fevkalade kötü bir hakaret. Tahran yıllarca Afganistan'da Taliban rejimine ve terör örgütü El Kaide'ye karşı muhalefeti destekledi. Bu yolla İran, Afganistan'daki şii azınlık Hazarlar'a en ağır biçimde zulmeden ve İranlı diplomatları öldüren sünni Taliban'dan intikamını almayı hedeflemişti. Tahran ayrıca, Taliban'ı destekleyen Pakistan ve Suudi Arabistan'ın bölgedeki etkisini kırmak istiyordu. Silah ve para yardımı sağlayan İran, Kuzey ittifakı savaşçılarını iran'ın doğusundaki kamplarda eğitti. Iran, 2 milyon civarında Afgan mülteciyi topraklarına kabul etti. 11 Eylül 2001 akşamı Tahran'daki birçok insan, Amerika'daki terör kurbanlarının acısını paylaşmak adına üzüntülerini ve şaşkınlıklarını belirtmek için evlerinde mumlar yaktılar. İran, ABD güçlerinin Afganistan'da terörle mücadelesine sessizce destek verdi. Hatta, uçağı düşen Amerikan pilotlarına yardım etme sözü verdi. Şimdi ise Amerikan hükümeti, iran'ı, Afganistan'ın içişlerine karışmakla suçluyor. Hiç şüphesiz iranlılar, önleyici savaş doktrinini benimseyen ve amacının ciddi olduğunu Afganistan'da gösteren Bush yönetimi tarafından tehdit edildiklerini hissettiler. Washington'un tehditleri, bu korkuyu reform yanlılarıyla yaptıkları güç mücadelesinde kullanan tutucu mollaların işine yaradı. Loghman'a göre, "yalnızca 'düşman Amerika' imajı rejimi ayakta tutuyor. Her zaman bunu, daha fazla özgürlük taleplerini susturmak için kullanıyorlar". Aslında, pek çok iranlı, Amerika'nın Afganistan'daki gerçek niyetinin iran'ı kuşatmak ve ülkelerine saldırmak olduğundan korkuyor. Washington'un, iran'ın ezeli düşmanı Saddam Hüse144 yin'i devirme çabaları bile Tahran'ı rahatlatmıyor. ABD'nin yeni saldırgan politikasının, İran'ın Ortadoğu ve Hazar'daki nüfuzunu yok etmek olduğuna inanılıyor. Washington, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana, "molla devletinin", siyasi gücünü Sovyetlerin eski Orta Asya cumhuriyetlerine kadar genişletmesini dikkatle ve endişeyle izliyor. İslâm devriminin ihraç edilmesi yönündeki dış politikasını, pratikte, çoktan arka plana atmış olmasına karşın Tahran, Hindistan'a kadar tüm bölgede, Pers kültürü ve dilinin oluşturduğu tarihi bağlardan ekonomik anlamda yararlanmak istiyor. Kısa vadede, ne olursa olsun, bölgede güçlü bir oyuncu olan İran'ı Yeni Büyük Oyun'dan çıkarmak artık mümkün değil. Loghmany, "Amerikalıların ne yaptığı önemli değil, bizi bölgeden uzak tutamazlar. Orta Asya'da bizi hesaba katmak zorundalar" diyor. Maşad kenti İran'ın stratejik öneme sahip kuzeydoğu ucunda bulunuyor. Türkmenistan ve Afganistan sınırına yalnızca 2 saatlik uzaklıkta. Yüzyıllarca, mallar ve silahlar bu kavşaktan geçmiş ve her yere dağıtılmış. Ana yollar mükemmel, bulunduğumuz yeri, 320 km uzaklıktaki Türkmenistan'ın başkenti Aşkabat'a bağlayan yeni bir demiryolu açılmış. Önce Sovyetler'e daha sonra Taliban'a karşı savaşan Afgan mücahitleri Maşad yakınlarındaki kamplarda eğitim görmüş. Taliban'ın devrilmesiyle Maşad, şimdi Yeni Büyük Oyun'daki çok önemli bir savaş alanının merkezinde. Giderek laikleşen ve liberalleşen Tahran'ın aksine Maşad, hâlâ mollaların sıkı denetimi altında. Siyah cübbeli din adamları ve saçının bir kılı bile görünmeyen türbanlı kadınlar sokaktan geçiyor. 3 yıl önce, birkaç fahişenin işkence görmüş cesetleri bulunduğunda Maşad, ulusal basının manşetlerine taşındı. Peygamberin soyundan gelen sekizinci imam Rıza'nın kabri Maşad'da olduğundan burası iran'ın en kutsal kenti. Türbe, İran'ın en önemli şii hac yeri, her yıl 12 milyondan



fazla alevi, imam Rıza'nın türbesini ziyarete geliyor, imam Rıza, Abbasi Halifesi Memun'un emriyle, Sünniler tarafından zehirlenerek öldürülmüş. 145 Bu iki İslâm mezhebi arasındaki bölünme, Hz. Muhammed'den sonra kimin halife olacağı sorununa kadar gider. Şiiler, sonra 11 imamın takip edeceği Peygamberin damadını ilk imam olarak görmek istediler. Dinî lider seçilmesini kabul etmeyen Sünniler Hz. Muhammed'in kayınpederini, 4 dünyevi halifeden üki olarak seçtiler. Devasa mabedin üzerini, yanında zümrüt kaplı iki küçük kubbeyle birlikte büyük bir altın kubbe örtüyor. Çatının birinde siyah bir bayrak Islâmi yas ayı olan Muharrem ayını hatırlatıyor. 2 milyon kişinin yaşadığı kentin önemli caddeleri bu kutsal mekâna çıkıyor. Kadın ve erkeklerin ayrı girdiği girişlerde, silahlı muhafızlar tüm giysileri ve çantaları kontrol ediyor. Çünkü 1994'te patlayan bir bomba onlarca kişinin ölümüne neden olmuş. Giriş karmaşık, ama uyumlu cami kompleksine, medreseye ve kutsal mekânın etrafındaki diğer binalara açılıyor. Türbenin ön tarafındaki avluda yüzlerce insan neşeli ve rahat bir şekilde geziniyor. Kadın ve erkek grupları mermer zemini kaplayan halının üzerine oturmuşlar. Bazıları sessizce Kuran okurken bazıları namaz kılıyor ve ilahiler söylüyor. Ve yine bazıları yanlarında piknik yiyecekleri getirmiş, ekmek yiyip yeşil çay içerken aralarında sohbet ediyorlar. Üç küçük erkek çocuk ellerinde plastik tabancalarla birbirlerini kovalıyor. Çocuklardan birisi az kalsın, taşıdığı tabutu aceleyle türbenin dışına çıkarmaya çalışan bir grup adamla çarpışacaktı. Adamlar o kadar telaş içerisindeler ki, tek elleriyle taşıdıkları tabut fırtınalı bir denizdeki balıkçı kayığı gibi sallanmakta. Beyaz kumaşa sanlı ceset, tabutun içerisinde bir o yana bir bu yana gidiyor. Bu grup türbenin bir köşesinde durdu, adamlar cenazeyi yere koydu ve çevresinde bir daire oluşturdu. Hepsi siyah giyimli bir düzine kadar kadın grubun arkasında duruyor, bazıları çığlıklarla sarsılarak ağlıyor. Cenazenin kadın olduğunu belirtmek için cesede küçük bir kurdele iliştiriliyor. Bir imam gruba yaklaşıyor. Gruptaki erkeklere sesli bir şekilde cenaze namazı kıldırmaya başlıyor. Namazı bitirir bitirmez 146 yaslı ellerden birisi imama biraz para veriyor. Taşıyıcılar cenazeyi omuzlarına alıp dışarı çıkıyorlar. Çıkarlarken, omuzlarında yine bir ceset taşıyan ve içeri girmeye çalışan başka bir cenaze grubuyla çarpışmalarına ramak kalıyor. Avlunun ortasında bir şadırvanda hacılar, türbeye girmeden önce apdes alıyor. Daha sonra yalınayak imam Rıza'nın türbesine giriyorlar. Buraya ulaşmak için, uzun sakallı imamların diz çöküp oturmuş kişilere vaaz verdiği dolambaçlı koridorlardan geçmek gerekiyor. Tavanların tümü, parlak sayısız ayna parçalarıyla döşenmiş. Odaların arasındaki masif ahşap kapılar altın süslemelerle süslenmiş. İnananlar, içeriye girmeden önce burada durup süslemelere dokunuyor ve onları öpüyorlar. Hafif yüksek bir yere ve kocaman bir kafesin içine yerleştirilmiş kabir görünüyor. Dalga dalga insan kafesin parmaklıklarına yaklaşabilmek için mücadele ediyor. Tamamen kendini kaybeden adamlar kafesin üstüne tırmanıyor ve ellerini uzatıp bağırarak dua ediyorlar. Türbenin bir tırabzanla ayrılmış diğer tarafında feryat eden kadın dalgası gelgitler gibi önce kabarıyor sonra geri çekiliyor. Hacıların bazıları türbeye dilek parası olarak para atarken bazıları da değerli takılarım atıyor. Bağışlar daha sonra, türbenin idarecileri olan Astan Quds Rızavi Vakfı yöneticilerince toplanacak. İran'daki diğer dinî örgütler gibi bu vakıf da geçen 20 yılda zenginleşmiş ve güçlenmiş. Devletin ortak olduğu ekonomik imparatorluk, maden ocaklarına, fabrikalara, mandıralara ve Maşad'ın ünlü halı dokuma tezgâhlarına sahip. Vakfın başkanı olan ayetullah, Hamaney'in yakın arkadaşı ve ülkedeki en güçlü mollalardan birisi. Talimatlarıyla, türbe kompleksi öyle genişletilmeye başlanmış ki birkaç yıl içerisinde tüm şehrin onda birini oluşturacak. Daha önceleri ikamet binaları olarak kullanılan binaların yerinde yeni dinî yerlerin ve minarelerin inşaatları yükseliyor. Bu arada, otobana ulaşacak ve kutsal mekânın altından geçecek yeni bir tünel için kazı yapılıyor. Yeraltında, alışveriş merkeziyle beraber bir şehir inşa ediliyor. -? 147 Akşam namazı çıkışı bir caminin önünde sohbet etmeye başladığım Ahmet, "mollalar yozlaştı, vakıflar sadece kendi zenginliklerine hizmet ediyor" diye fısıldadı.



Birçok iranlı gibi emekli İngilizce öğretmeni Ahmet de din adamlarını eleştirirken sözünü sakınmıyor: "Kim bilir vakıf yöneticileri türbedeki bağışların ne kadarını ceplerine indirdiler?" Mütedeyyin bir şii olan, sabah veya akşam namazlarını hiç kaçırmayan Ahmet de bir zamanlar Is-lâmi devrimi desteklemiş ama şimdi hırsızların ve makam tutkunlarının devletin üst makamlarını işgal ettiklerini düşünüyor. "Çok şükür, şii inancı insanları adaletsiz yönetimlere karşı ayaklanmaya zorluyor." Şiiler, siyasi başkaldırıya sünnilerden çok daha fazla eğilimli. Halifelik konusundan başka iki Islâmi mezhebi ayıran önemli bir inanç farklılığı daha var. Sünniler Allah'ın, doğal olarak adil olduğuna ve dolayısıyla dünyadaki yönetimleri meşru kıldığına inanırken, şiiler, Allah'ın adil olması gerektiğini açıkça ifade ediyorlar. Sonuç olarak şiiler, Müslümanın dünyadaki adaletsiz yöneticilere ve sahte din adamlarına karşı, gerekirse şehit olmak pahasına, direnmesi gerektiğine inanıyorlar. Bu şii inancı 1979'da mollaların iktidara gelmesini sağladı ve yine aynı inanç belki de iktidardan uzaklaştırılmalarını sağlayacak. Tahran'a döndüğümüzde Hamit Honarvar'ın, Ulusal Iran Petrol Şirketi'nin (NIOC) planlama müdürü Seyit Rıza Kasay-Za-deh'in telefon numarasını yazdığı küçük kâğıt parçasını çıkardım. Hattın diğer ucundaki ses, "Ah, evet, bana bilgi verilmişti. Bugün saat 5'te vereceğim adrese gelin" dedi. Buluşma noktasının yanında, Hamid Honarvar'm da dahil olduğu radikal öğrenci grubunun Amerikalı rehineleri bir yıldan fazla esir tuttukları eski Amerikan büyükelçiliği var. Görkemli bina müştemilatı, çevresi çam ağaçlarıyla kaplı çok geniş bir bahçenin içinde. Ulusal armanın parçaları hâlâ ön kapıda asılı ve hemen yanında "ABD'ye ölüm!" yazan bir afiş var. İran askerleri eski büyükelçiliğe girerken, kapının üstündeki gözetleme kulesindeki iki asker yayaları izliyorlar. Müştemilatın dış duvarla148 rı siyasi söylemler içeren duvar resimleriyle süslenmiş. Birinde, "Amerika'nın bizi övdüğü gün yas tutmalıyız" yazıyor. Bir ressam, içinde 250 yolcunun olduğu İran yolcu uçağının 1987 yılında U.S.S. Vincennes savaş gemisi tarafından vurularak düşürülmesini resmetmiş. Özgürlük heykelinin yanında sırıtan bir kafatasının olduğu resmin yanındaki yazıda Ayetullah Humeyni'nin bir sözü yer alıyor: "Amerika'ya büyük bir hezimet yaşatacağız." Devletin petrol tekeli NIOC, Tahran'ın merkezindeki bir iş hanının üst katlarına yerleşmiş. Planlama müdürü Zadeh'in ofisi güzsel döşenmiş. Masasının arkasında Humeyni'nin ve halefi Hamaney'in portreleri asılmış ama ilginçtir, cumhurbaşkanı Hatemi'nin resmi yok. Zadeh, bulunduğu sekizinci kattan, Alboraz Dağlarının 300 metrelik zirvesi ve NlOC'un gölgesi altındaki Amerikan Büyükelçiliği dahil tüm şehri görebiliyor. Zadeh,"bugün, Amerikan Büyükelçiliğine casus ini diyoruz" diyor gülerek. Meslektaşı Honarvar'dan farklı olarak, alçak sesle konuşan ve zarif olan Zadeh, hiçbir zaman devrimci olmamış ama eski rejimde üst düzey görevlerde bulunmuş. Şahın devrilmesinden sonra, bu eğitimli petrol mühendisi NIOC kademelerinde yükselmiş ve iran'ın güneyindeki Abadan rafinerisinin idaresini üstlenmişti. 20 yıl önce dünyanın sayılı rafinerilerinden birisi olan bu rafineri İngilizler tarafından tam Irak sınırına inşa edilmişti. Saddam Hüseyin 1980'de iran'a saldırdığında ise Irak'ın füzelerinin öncelikli hedeflerinden biri olmuştu, "ilk saldırıyla ilgili söylentileri duyduğumda hemen faaliyeti durdurdum. Ama tabii rafineri binalarında çok miktarda petrol vardı. Irak savaş uçakları depoları bombaladığında petrolün hepsi nehre aktı ve yandı. Ortalık tam anlamıyla cehenneme dönmüştü" diye hatırlıyor Zadeh. işçilerinin çoğu ölmüş ve Zadeh canını zor kurtarmış. Daha sonra ise ülkedeki 9 rafinerinin hepsinin idaresini üstlenmiş. İran petrol endüstrisi şu anda iyi durumda değil. Ekonomideki diğer sektörler gibi, devlete ait fabrikalar, rafineriler ve sanayii 149 tesisi eskimiş. NlOC'un, petrol re-enjeksiyonu gibi gerekli modern üretim tekniklerine yatırım yapacak sermaye birikimi yok. 93 milyar varil veya dünya petrol rezervlerinin onda birine sahip olan İran'ın petrol üretimi düşüşte. Şahın son yılında yani 1978'de 4.3 milyon varil olan üretim 1997'de 3.7 milyon



varile gerilemiş. Aynı dönemde, ham petrol ihraç oranı yüzde 88'den yüzde 67'ye düşmüş.40 Fakat Zadeh neşeyle dolu. Honarvar'ın, Almatı'da, Kazak hükümetiyle yaptığı başarılı müzakerelerde de görev almış. "Çok iyi bir anlaşma yaptık. Şimdi petrol takası için hazırlanıyoruz" dedi. Hazar limanı Neka'ya ek bir terminal inşa edilmiş ve Tahran'a uzanan, 42 kilometre uzunluğunda 82 santimetre genişliğinde boru hattı döşenmiş. Bunlara ilaveten NIOC, başkentin kuzeyine, günlük 500.000 varil Kazak petrolü işleme kapasitesine sahip iki yeni rafineri inşa etmiş. Bunlar, şüphesiz yıllardır süregelen hazırlıklar. Kazaklar ve İranlılar, uzun zamandan beri petrol takasının yeniden başlatılmasını planlıyor. Bu gerçeğin ışığında, Zadeh'e, Kazak petrol takasının Tengiz petrol sahasından gelip gelmeyeceğini sordum. Deri koltuğuna yaslanan Zadeh, gülümseyerek, "petrolün hangi kaynaklardan geleceği henüz belli değil" dedi. Peki, Chevron Texaco veya ExxonMobil gibi bazı şirketler de (yasadışı olsa da) takasa katılacak mı? Zadeh ellerini kavuşturunca, sol elindeki akik taşlı parlak yüzüğü göründü, "hayır, şimdiye kadar hiçbir özel şirketle görüşmedik. Sadece devletiyle anlaşma yapmaya çalışıyoruz" diye yanıt verdi. 1997'de ilk takas sırasında olduğu gibi, petrol aracıları anlaşmaya gerçekten karışmış olsa bile, Zadeh ölüm döşeğinde dahi bu sırrı açıklamayacaktı çünkü Amerika'nın müdahale etme olasılığı çok yüksekti. Ofisin köşesindeki televizyonun üzerinde duran kristal küpü işaret ederek, "petrol sadece Kazakistan'dan gelmiyor, Türkmenistan'dan da geliyor" dedi. Kristalin üzerindeki plakette, "İran İslâm Cumhuriyeti ile Türkmenistan arasında 2000 yılı Şubat 40 Ebel, y.a.g.k.'tan alıntı, Kemp, Geoffrey, "U.S.-Iranian Relations," s. 155. 150 ayında gerçekleşen ilk petrol takasının anısına" yazıyor. Yıllar önce Türkmenler, Washington'un uyarılarına rağmen, İran'ın kuzeyine küçük bir boru hattı döşemişti. Plaketin arkasında, bir camın içerisinde, Türkmen petrolünün birkaç damları konmuş ve üzerine, tumturaklı bir şekilde "Üçüncü Milenyumun İlk Petrol Damlaları" yazılmış. Hazar boru hatları konusunda Zadeh, "petrol takasının yanı sıra, diğer planlara alternatif bir boru hattı inşa etmeyi önereceğiz - sonuçta, petrol ağımız tamamen gelişmiş olacak" diyor. Duvarda asılı duran ve mevcut petrol boru hatlarının minik plastik borularla gösterildiği geniş bir haritayı işaret ediyor. Planlanan güzergâh, Kazakistan'dan yola çıkacak, doğu Hazar kıyıları ve Türkmenistan üzerinden geçerek İran sınırına gelecek. Oradan, ülkenin doğusuna doğru, Bandar-e Abbas liman şehrine ulaşacak. Ofisinden ayrılırken kendine güvenen bir sesle, "Hazar petrolünü, dünya piyasalarına, Bakû-Ceyhan petrol boru hattından daha az maliyetle götürebiliriz ve Amerika da hiçbir şey yapa; maz" dedi. Ekim 2002'de, İran Hazar petrol üreticilerini, ABD yaptırımlarına aldırmamaları ve petrollerini İran üzerinde pompalamaları yönünde zorladı. İran Enerji Bakanlığının Hazar bölgesi sorumlusu müdür Mahmut Hagani, "Mesajım ve vurgulamak istediğim şey: daha az siyaset, daha çok ekonomi" demişti. "Hazar Denizinden İran Körfezine açılan 'altın geçit' şimdi açık" diye devam etti. "Hazar Denizinde çalışan şirketler, kaynaklarının uluslararası pazarlara teslim edileceğinden emin olabilirler."41 İran'a uygulanan yaptırımlarla gözü korkan Amerikan şirketleri İran'ın boru hattı önerisini kabul etmediler. İran güzergâhı, Rusya'dan, güney Kafkasya'dan veya Afganistan'dan geçmesi planlanan diğer boru hatlarının hepsinden daha kısa, daha ucuz ve daha güvenli olacaktı. Bu gerçeği, özel görüşmelerde, Amerikalı petrol yöneticileri bile kabul ediyordu. İran'da faaliyet gös41 BBC Bussiness News, 4 Ekim 2002. 151 teren Avrupalı şirketlere, ABD'de ağır para cezaları verilirken, bunların çok azı Amerikan yaptırımlarının kendilerini kısıtladığını düşünüyordu. Eylül 1997'de, Fransız şirketi TotalFinaElf ve Rus petrol devi Gazprom, Iran Körfezinde güney Pars kıyılarında büyük bir petrol sahası inşa etmek için iran'la 2 milyar dolarlık bir anlaşma yaptığında Washington, şirketin ABD şubesine para cezası verilmesi tehdidinde bulunmuş ama Total'in yönetim kurulu başkanı Thierry Desmarest pek aldırmamıştı. Des-marest, "kimse, bu yasanın ülke



dışında da geçerli olduğunu düşünmüyor, öyle olsa zaten uluslararası ilişkilerde geçerli olan egemenlik ilkesine aykırı olurdu. Biz hareketlerimizde özgür olduğumuzu düşünüyoruz" diyerek son noktayı koydu. Desmarest'e destek, "ABD'nin, kendi yasalarını dünyanın geri kalanına uygulayabileceğini düşünmüyorum" diyen dönemin Fransız başbakanı Lionel Jospin'den geldi.42 Clinton yönetimi sonunda boyun eğdi ve Total'in bu konuda yasal bir süreçle karşılaşmayacağını taahhüt etti. Avrupalı şirketler, Iran petrol pazarında Amerikan rekabetinin olmamasından yararlandı. Şu anda Total, Iran boru hattı için fizibilite çalışması yapıyor. Tahran'da görüştüğüm bir Fransız diplomat, "şirketi bu konuda destekliyoruz. ABD'nin yaptırımlarını kabul etmemeye devam edeceğiz, iran'ın izole edilmesi gerektiğine yönelik Amerikan mantığını reddediyoruz" demişti. Diğer Avrupa ülkeleri gibi Fransa da, cumhurbaşkanı Hatemi'nin tutucu mollalarla giriştiği güç mücadelesinde yaptığı liberal reformları desteklemek adına Tahran'ın ekonomik yönden entegre olmasını istiyor. Teokratlar, ülkeyi yabancı yatırımlara açmayı hâlâ istemezken, Fransa ile Iran arasındaki ticaret yalnızca 2001'de yüzde 50 artmıştır. ABD hükümeti, Avrupa ülkelerine yönelik politikasında ısrarcı olacak gibi gözüküyor. Üst düzey bir Amerikalı diplomat bir keresinde bana, "bu ülkeler, ABD mahkemelerince cezalandırılI 42 Mehdi, y.a.g.k.'tan alıntı, s. 113. 152 mayı kabul etmek zorunda kalacaklar ve şirket yöneticilerinin Amerika'ya girmesi de yasaklanabilir" demişti. Iran, uluslararası terörizmi desteklemeyi sürdürdüğü sürece bu önlemlerin hiçbirisi değiştirilmeyecek. Görevli, örnek olarak, Tahran'dan Filistin'e silah taşıyan bir geminin birkaç gün önce Akdeniz'de yakalanmasını gösterdi. Kazak hükümetinin iran'ın boru hattı önerisini kabul etmesine sinirlenen diplomat, "Kazaklar çok şematik düşünüyor - ellerine bir cetvel alıp Iran Körfezi'ne en yakın hattı çiziyorlar. Biz, güvenlik açısından bu fikrin iyi olmadığını anlatmaya çalışıyoruz" dedi. Diplomat, tavizsiz bir ekonomik bakış açısıyla bakıldığında, iran'dan geçecek boru hattının tüm Kafkas güzergâhlarının içerisinde en çekici olduğunu kabul ediyor: "Yalnızca ekonomik anlamda Iran güzergâhı harika - ama stratejik bakımdan hiç değil." ABD'yi Hazar bölgesinden uzak tutmaya çalışan Iran kendisine sürpriz bir müttefik buldu: Rusya. Bölgedeki Amerikan faaliyetleri, iki ülkenin yüzyıllardır süren düşmanlıklarını geçici olarak bir kenara bırakmalarına neden oldu. Sovyetlerin yıkılmasından sonra ortak sınırı kalmayan bu iki ülkenin ilişkilerinin giderek daha samimi olduğu bile söylenebilir. Washington'dan gelen sert eleştirilere rağmen Moskova, RUS şirketlerini iran'a silah satmaları konusunda teşvik ediyor ve Buşehir'de inşaatı süren ilk sivil nükleer santral yapımında İran'a yardımcı oluyor. 2004 yılında tamamlanması planlanan 800 milyon dolarlık bu proje, iran'ın, santralden çıkan nükleer atıkları, silahlarda kullanılan radyoaktif maddelere dönüştüreceğinden ve kendi nükleer silahını üretebileceğinden korkan Amerikan görevlileri ve silah uzmanları için ciddi bir endişe kaynağı olmuştur. Rusya'nın İran'a yardım etmesi şimdi Amerikan-Rus yakınlaşmasında en büyük engeli oluşturuyor. iran'da uzun süredir görev yapan Alexander Maryasov Moskova ve Tahran arasındaki yeni ittifakın başlıca mimarı. Kendisiyle bir çay molasında buluşmak üzere sözleştiğim Maryasov, Rus Büyükelçiliği geniş bir arazi üzerine kurulu olduğu için be153 ni arabayla kapıdan aldıracağını iletmişti. Limuzin, palmiye ağaçları ve çamlarla kaplı parkın içerisinden usul usul ilerliyordu. 1930'lu yıllarda tumturaklı stilde inşa edilmiş saray yavrusunu . andıran elçilik binası önünde küçük bir de suni göl vardı. Elçiliğin odalarının birçoğu o kadar kasvetliydi ki bana Romanya diktatörü Nikolay Çavuşesku'nun Bükreş'teki megalomanik Halk Sarayını hatırlattı. Parke döşeli yer ile kireç sıvalı tavan arasındaki yükseklik 6 metreyi buluyordu ve neredeyse tüm odalar terk edilmiş gibiydi.



Maryasov'u beklediğim oda spor salonu ebatlarındaydı. Duvarları savaş sahnelerini resmeden yağlı boya tablolarla bezeli olan odanın tabanında Acem halıları vardı, içerideki diğer eşyalarla son derece uyumsuz üç küme, 1970'lerden kalma alçak koltuk odanın etrafını çevreliyordu. Büyükelçi Maryasov uzun boylu, ince, simsiyah saçları ortadan iki yana ayrılmış, kocaman kalın çerçeveli gözlükleri olan bir adamdı. Narin yapısı yüzüne sanki Sovyet rejimi öncesinden bu yana diplomatlık yapıyormuşçasına ona ciddi ve aristokrat bir hava katıyordu. Elimi sıkar sıkmaz sorduğu ilk soru, "Bu mekânın hangi tarihi olaya tanıklık ettiğini biliyor musunuz?" oldu. "1943 yılında düzenlenen Tahran Konferansı vesilesiyle Stalin, Roosevelt ve Churchill Aralık ayında bu salonda bir araya gelmişlerdi. Toplantı Nazi Almanyasına karşı mücadele veren Müttefik güçlerin savaş nedeniyle düzenledikleri 4 seri toplantıdan ilkiydi. Hitler'in aleyhine seyreden savaş rüzgârlarıyla birlikte Müttefik güçlerin liderleri de stratejilerini münazara etmek üzere bir araya gelmişlerdi. Aslında bu toplantının Batıda bir ülkede yapılması planlanmıştı ama Stalin Sovyetlerin hükümranlık sahası dışına çıkmayı kabul etmemişti. Bunun üzerine toplantının o dönemde ingiltere ve Sovyet Rusya'nın işgali altındaki İran'da gerçekleştirilmesine karar verilmişti. Stalin uzun ve tehlikeli birer seyahatten sonra İran'a varabilen iki batılı devlet adamıyla şahsen ilk kez tanışmış olacaktı. Stalin onlara Batıda açılacak ikinci bir cephenin Kızıl 154 Ordunun mücadelesine destek vereceğini belirtmişti. Maryasov, kapının hemen yanında duran parlak maun masayı işaret ederek, "Oturup durum değerlendirmesinde bulundukları masa işte buydu," dedi. Sanki kendi de oradaymışçasına o gün olup bitenleri anlatmayı sürdüren 54 yaşındaki Maryasov, "Stalin şurada oturuyordu, Roosevelt ile Churchill de burada." "Toplantı sonrasında, İran'da cirit atan Alman casuslarının Roosevelt'e suikast girişiminde bulunacakları duyumu alınınca kendisi sabaha kadar burada bizim misafirimiz olmuştu." iran'ı avucunun içi gibi bilen Maryasov gibi bir Rus doğrusu az bulunur. Konsolos sıfatıyla ilk yurtdışı görevine 1969 yılında çıkmış. İyi derecede Acemce, Fransızca ve ingilizce konuşabiliyor. 1979 yılında patlak veren İran devriminde Tahran'da görevdeymiş. "Humeyni biz Sovyetleri de Amerikalılar gibi şeytanın uşağı olarak görüyordu. Komünizmden korkuyordu." Maryasov hatıralarından bahsederken Amerikalı diplomatların rehin alınması emrini veren dönemin Iran Dışişleri Bakanı'nın akabinde Sovyet elçilik binasına da baskın düzenlenmesi için girişimde bulunduğunu dile getiriyor. Bu ilk kez olmamış. 1829 yılında öfkeli bir grup kalabalık Tahran'daki Rus elçiliğini basıp yağmalamış ve Büyükelçi Alexander Griboyedov da dahil tüm çalışanları katletmişler. Bu saldırının arkasında yatan sebep güya Rusların İran üzerine düzenledikleri sefer neticesinde kazanılan zafer ardından kendisi bir şair olmakla birlikte aynı zamanda Alexander Puş-kin'in de yakın bir arkadaşı olan elçinin iran'ın o dönem yönetiminde bulunan Şahına sert sözler sarfetmesiymiş. St.Petersburg ise Griboyedov'u eski Büyük Oyun'un kahramanlarından biri kılan bu elim olayın perde arkasında iran'ın yanında saf tutan İngilizlerin parmağı olduğu kanısındaymış. Bu olaydan 150 yıl sonra, geçmişten alınan dersle Ayetullah Humeyni iki ayrı süper güce aynı anda kafa tutmanın pek de akıllıca bir davranış olmadığının farkındaydı. Tam 444 gün boyunca Rus diplomatlar rehin alınan Amerikalı rakiplerinin uğrayacakları akıbeti bekleşip durdular. Marya155 sov'un gözlerinde haince bir ışıltı seziliyordu, "Elbette ki emperyalizm karşıtı olan bu devrim bizim hoşumuza gitmişti. ABD'nin yayılmacılığına karşı indirilen bir darbeydi ve biz bu tepkiyi yerinde bulmuştuk." Sovyetlerin 1979 yılı Aralık ayında Afganistan'ı işgal etmesinin ardından Moskova ve Tahran arasındaki ilişkiler burulmuştu. Iran ta ki 1989 yılında yenik ve küçük düşmüş şekilde Hindu Kuş dağlarını terk edinceye dek 1980'li yıllar süresince Kızıl Ordu'ya karşı eğittiği mücahit ordusunu silahlandırmak için oluk gibi para harcamıştı. Maryasov açıklamalarına devamla, "Iran ile artık ortak bir sınırımız olmadığından, siyasi birçok mesele üzerinde bugün aynı görüşleri paylaşıyoruz."



"Bilhassa da iran'ın esnek ve aklıselim bir tutum sergilediği Merkez Asya ile ilgili olarak ortak hedeflere sahibiz." Maryasov islâm devrimi anlayışını eski Türki cumhuriyetlere ihraç etmeye çalışmadığı için Tahran yönetiminden övgüyle bahsediyor, iran'ın ayrıca, etnik kökenleri itibariyle büyük çoğunluğu Acemler ile yakın bağlara sahip olan Taciklere maruz kaldıkları iç savaş boyunca ılımlı telkinlerde bulunduğunu da vurguluyor. Yeni Hazarötesi ittifakın temelini Maryasov'un da açıklamaktan büyük bir memnuniyet duyduğu "ortak görüşler" teşkil ediyor. "Bölge dışından hiçbir yabancı gücün Hazar Denizi etrafında kurduğu egemenlik sahasını genişletmesine müsamaha gösterilemeyeceği hususunda fikir birliği içerisindeyiz." Başlangıçta isim vermekten kaçınsa da Güney Kafkaslardan geçen Bakû-Ceyhan boru hattına verdiği destek nedeniyle Amerikan politikasını eleştirmekten geri kalmıyor. "Biz bu projeye karşıydık, zira ardında siyasi ve stratejik oyunlar gizli." Petrol pazarında birbirlerine eş olmasalar da iki sıkı rakip olan Iran ve Rusya'yı, Akdeniz'e açılan söz konusu boru hattına karşı sergiledikleri ortak tutum daha da yakınlaştırmış. "Oysa ki tüm Rus boru hatları tam kapasiteyle çalışırken" diye üzerini çiziyor Maryasov, "iran'dan geçecek yeni bir boru hat156 tına destek vermeye hazırız." Diğer yandan, Tahran yönetiminin, Rusya'nın sevgili küçük komşusu Azerbaycan ile aralarındaki çekişmeyi abartıp silahlı bir çatışma noktasına tırmandırmasından endişe ettiklerini de açık yüreklilikle itiraf ediyor. Maryasov, "Bu durumu bahane eden dış mihraklar kolaylıkla bölgeye müdahalede bulunabilirler," tespitinde bulunuyor. "Mesela," diye ekliyor, "Azerbaycan olaya müdahale etmesi için ABD birliklerini göreve çağırabilir." Maryasov Rusya'nın İran'a kitle imha silahları ve nükleer bomba üretmesini mümkün kılacak teknoloji sağladıklarına ilişkin suçlamaları ise kesin bir dille reddediyor. "Biz aynı Amerika'nın diğer ülkelere sattığı gibi iran'a sadece konvansiyonel silah sattık. Nükleer başlık pazarlığı yaptığımıza ilişkin en ufak bir kanıt gösterebilene şaşarım. Kaldı ki Buşer'de inşa edilen iran'ın ilk nükleer santralinin yapımına destek olan Rus mühendislerin çalışmaları bilfiiil Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nun sıkı denetimine tabiydi. "Tamamen açık ve şeffaf bir durum," diye bahsediyor, "hiç kimsenin orada gizlice bomba yaptığı filan yok." Tam aksine, Tahran'daki bir çok diplomat gibi o da Bush'un İran'ı bir "şer ekseni" ülkesi ilan eden ithamlarını doğru bulmadığını ifade ediyor. "Çifte standarttan başka bir şey değil," diyor ve "Bütün bu olup bitenin ardında İsrail'in parmağı var. ABD, İran ile aralarında bugüne dek süregelen ilişkilerden hiçbir ders çıkarmamış gibi görünüyor. Ne yazık ki dar kafalılar, olaylara yeterince objektif yaklaşamıyorlar, hatta size kulak astıkları bile yok," yorumunu yapıyor. Diplomatik üslubunu tamamen bir kenara bırakan Maryasov, "Amerikalılar bize danışmaksızın aldıkları tek taraflı kararla birliklerini Merkez Asya'da bulundurdukları sürece aramızda herhangi bir ortaklıktan söz etmemiz mümkün değil. Böyle giderse en nihayetinde ulusal güvenliğimizin tehdit altında olduğuna kanaat getireceğiz." Maryasov'a Merkez Asya'daki Amerikan çıkarlarına yönelik görüşünü sorduğumda ise sözlerini hiç esirgemeden konuşuyor: "ABD ordusu Afganistan'daki teröristleri bahane 157 ederek Merkez Asya'ya nüfuz etmeyi başardı. Amerikalılar ekonomik çıkarlarının peşindeler, özellikle de Hazar petrollerinin." Büyükelçinin sözlerine bakılırsa Merkez Asya'daki güç mücadelesi dışarıdan göründüğü kadar basit değil. "Ekonomimiz eski gücüne kavuşur kavuşmaz Merkez Asya ve Güney Kafkaslar ile olan ilişkilerimiz tekrar geçmişte nasılsa yine öyle devam edecek ve bölgede yeniden egemen olan taraf biz olacağız." Maryasov'un samimi açıklamaları Cumhurbaşkanı Putin'in Washington ile ilişkilerinde takip ettiği pragmatik ve uzlaşmacı çizgisine karşı Rus devlet örgütlenmesi içindeki muhalefetin ne derece güçlü olduğunu açıkça sergilemekteydi. Tahran'dan Baku'ya uzanan 600 millik yolu aklı başında ve cebi dolu olan her insan uçakla kat ederdi. Ama İran'ın dillere destan kuzey kıyı şeridini görmeden geçemezdim, bu yüzden karayolunu tercih ettim. Hazar Denizi'nin tüm kıyı şeridi boyunca deniz ile dik yamaçların etekleri arasına sıkışmış, adeta bir şiir kadar



güzel olan bu sahiller Alburz bölgesinde. Bu uzun yolculuk için 1977 model bir Chevrolet Nova ayarladık. Batı yanlısı şah döneminden yadigâr birkaç Amerikan arabası halen Tahran sokaklarında gezinmeye devam ediyor. Hatta filmlerde görmeye alışık olduğumuz 1960'lı yılların lüks Cadillac'ları bugünler de iran'da oldukça revaçta imiş Yine de Chevy Nova en gözde araç sayılıyor. Sabahın ilk ışıkları ile Tahran'dan ayrılırken, "Onu yüz kez de olsa tamir ederim ama ıskartaya çıkarmaya kıyamam," diyor sürücüm Hümayun. Orta yapılı Hümayun 15 yıldır kullandığı aracının kilometre göstergesini üç kez her 100.000 milde bir sıfırlamış. Otoyoldan sağa Alburz dağlarına doğru dönüyoruz. "Göreceksiniz bu aracın tırmanamayacağı rampa yoktur." Bir saat sonra 3.500 metre yükseklikte şiddetli bir kar fırtınasına yakalandık. Görüş mesafesi neredeyse 5 metreye düşmüş, yol tamamen karla örtülmüştü Tahran'daki yalancı bahar sanki uzak bir hatıra gibiydi. Neyse ki kaygan karla kaplı yollarda 4 saatlik apansız mücadelemizin ardından insana küçük dilini yutturan uçurumları ge. ,158 ride bırakıp sahil yoluna doğru yaklaşıyoruz. Ve güneş tekrar işiyor, etraf gür ve yeşil bitkilerle çevrili. Kuzeyin nemli yamaçlarında daha ziyade çam ağaçları yetişmekte. Şelüz'e vardığımızda direksiyonu yüzlerce mil uzunluğundaki kıyı yoluna kırıyoruz. Ancak, sahil tam anlamıyla hayal kırıklığı yarattı. Yosun, atıklar ve kumsalda çürümüş ölü kuşlar. Zehirli atıkları taşıyan hain dalgalar sahilde birbiri ardına patlıyor. Eski kıyı kasabalarının yerini birbirinden çirkin modern yapılar devralmış. Gelişigüzel sıralanmış sahipsiz villalar kıyıda mantar gibi bitmiş. Bazıları suya o kadar yakın dikilmiş ki yükselen suyun altında kalmışlar. Düzgün bir İngilizce aksanla konuşan Hümayun, "Eskiden buralarda nasıl eğlenirdik bir bilseniz," diye iç geçiriyor. "Partiler tüm gece boyu sürerdi. İlk diskolar burada açılmıştı, Tahran'ın en güzel kızları güneş banyosu almaya bu sahillere koşardı." Heyhat, bugün kadın ve erkekler denize haremlik selamlık girmek zorundalar, hem kadınlar denize bile örtünmeden giremiyorlar. Hümayun yoldan geçerken çam ağaçları içinde kalan bir villayı göstererek, "Burası bir zamanlar bizimdi, çocukken yaz tatilini geçirmeye buraya gelirdim." Dört yıldızlı bir generalin oğlu olan Hümayun, Tahran'ın kuzeyinde büyümüş. "Varlıklı bir aileydik. Kız ve erkek kardeşlerimle bana bakıcılık eden dadılarımız ve bir de uşağımız vardı." Babaları Genel Kurmay'da görevli olduğu için çocuklar okula iki asker koruma eşliğinde gider gelirlermiş. "Pek tabii, şah döneminde herkes bizim kadar iyi bir yaşantı sürmüyordu, ama şah iyi bir insandı. Halkı bugün iktidar olan mollalardan daha çok düşündüğü kesin." Nihayet Ramsar'a giriyoruz, burası bir vakitler kıyı şeridinin en gözde tatil mekânıymış. 1970'lerde Ortadoğu'nun jet sosyetesi burada eğlenirmiş. Ürdün Kralı Hüseyin de yaz tatilini geçirmeye Ramsar'a gelenlerden. Şah'ın kaldığı bir tepe üzerindeki o muhteşem oteli yoldan görmek mümkün. 48 yaşındaki Hümayun, "Her zaman o otelin müdürü olmak istemişimdir," diyor. 159 Okulu bitirdiğinde babası onu otel işletmeciliği bölümünde tahsil görmeye Londra'ya göndermiş. Okul yıllarında babası onu şahın sarayında verilen bir davete götürdüğünde şah ona neden babası gibi orduda bir subay olmadığı sualini yöneltmiş. "Ona otel işinde çalışmayı düşündüğümü söyledim. Aldığı cevaba önce gülen şah, tahsilimi bitirdiğim takdirde bana bir otel bahşedeceğini müjdelemişti.Ancak sorun şu ki Londra'dan döndüğümde Şah rejimi sona ermişti." Başa geçen yeni rejim 80 yaşındaki babasını 12 ay boyunca hapse mahkûm etmiş. Salıverildikten kısa ' bir süre sonrada vefat etmiş. Ailesi villa ile diğer müştemilatın giderlerini artık karşılayamaz olmuş Hümayun hiçbir zaman otel işine girememiş çünkü herkes onların aforoz edildiğini biliyormuş. "Bir zamanlar herkesin konuştuğu büyük bir aileydik - bugün ise bir hiçiz." En ufak yeis duymaksızın anlattıklarına gülüp geçiyor. Azerbaycan sınırındaki Astar'a girdiğimizde güneş batmak üzereydi. 10 saatlik seyahatimiz süresince polis devleti olarak nam salmış olan İran'da ne bir polis tarafından durdurulduk ne de herhangi bir kontrol noktasına rast geldik. Yalnızca, küçük sınır karakolundaki görevli pasaportuma çıkış vizesi basmıştı o



kadar. Güzergâhlarımdan en gizemlisi olan Türkmenistan'a kalkacak feribotu yakalamak için şafak sökmeden Baku'ya yetişmeliydim. 160 . STALİN'ÎN OYUN BAHÇESİ: TÜRKMENİSTAN Kaptan tekne motorlarına tam güç verdiğinde Profesör Gül'ün iki bacasından da kara dumanlar yükseldi. Derken denizcilerden biri Azerice "Her şey yolunda" diye bağırdı, ve neredeyse Baku'daki bir haftalık gecikmenin ardından Türkmenistan'a doğru yol almaya başladık. Baku 3 gün boyunca Acem dilindeki "rüzgârlı şehir" adıyla müsemma, körfezden esen bir fırtınayla boğuşmak zorunda kalmıştı. Rüzgâr önceleri güneyden adeta bir bahar havası ılıklığında esmeye başlamış, gecenin ardından yön değiştirip kuzeydoğu istikametinden Sibirya'nın o acı soğunu taşımıştı. Sonraki birkaç gün sabahları erken saatlerde hava durgunlaşmış ve kaptanımız yola çıkmak için tehlikeyi göze almaya karar vermişti. İsmini Azeri bir bilim adamından alan yaklaşık 140 metre uzunluğundaki Profesör Gül adlı gemi kamyonlar, tankerler ve 50 dolar karşılığında yabancı yolcuları taşıyan bir feribot olarak hizmet veriyor. Birkaç dolar karşılığında üst güvertede eskimiş bir pulman koltuğa yapılan eklemelerle genişletilmiş iyi bir kabin 161 kiralayabiliyorsunuz. Yeterince ferah olmasa da kuşetli bir yatak, iki sandalye, bir buzdolabı ile duş ve tuvaletiyle tam donanımlı bir de banyosu var. Lombozda kocaman bir kilit asılı Gemideki tek yolcu olarak labirenti andıran geçitler ve merdivenler arasında gezinirken geminin muavin kaptanı Avaz'a rastlıyorum. Eşofmanları ve spor ayakkabası ile bir denizciden çok turisti andırıyor. Avaz "Daha geçen yıl düzenledikleri seferlerin hemen hepsinde çoğunluğunu Azeri tüccarların oluşturduğu yaklaşık 500 yolcuya hizmet verdiklerini, ancak Türkmen hükümetinin vize fiyatını 90 dolara çıkarması nedeniyle artık kimsenin bu seferlere rağbet etmediğini" söylüyor. 1980 yılında Yugoslavya'daki bir tersanede yapılan Profesör Gül, Hazar Denizi'ne zahmetli bir yolculuktan sonra, Karadeniz üzerinden Rusya'daki birçok kanal ile Volga nehrini aşarak varabilmiş Geminin son derece yüksek yan çeperleri Hazar denizi için kalıcı bir sorun teşkil ediyor. "Bu gemi durgun Akdeniz sularında yüzebilir, fakat burada fırtınalar o denli güçlüdür ki rüzgâr gemiye her vurduğunda gemi iki yana yalpalıyor, şiddetle esen rüzgâra karşı dümen kırmak zorunda kalıyoruz - ve bu oldukça tehlikeli." Bu esnada, iskele tarafında bir lokomotif 20 adet vagonu feribota yüklemekle meşguldü. Vagonların kontrolsüzce ileri-geri hareket etmelerini engellemek için denizciler tekerleklerine demir takozlar yerleştirmişlerdi. Profesör Gül açık denize daha henüz çıkmıştı ki rüzgâr ve dalgalar birden şiddetlenmeye başladı. Bordada bulunan lokanta kapanmıştı, yine de alt güvertede bir salonda fukara görünümlü bir kadın kızarmış tavuk satıyordu. Akşam yemeğinden sonra yıldızlardan mahrum karanlık bir Hazar gecesinde sigara içmek için üst güverteye çıktım. 23 Temmuz 2001 tarihinde bu denizde bir yerlerde Azerbaycan ve İran arasında petrol yüzünden az kalsın silahlı çatışma çıkacaktı. Baku'dan yola çıkan BP ANJOCO şirketine ait Azeri petrol araştırma gemisi petrol olduğu düşünülen yeni bir sahada sondaj yapmak üzere Hazar Denizi'nin biraz güneyine geçmişti. 162 Gemide jeologlar ile mühendisler vardı. 23 Temmuz günü öğlen sularında üstlerinde aniden iki İran jeti belirivermiş ve 2 saat boyunca tepelerinde dönüp durmuşlardı. Derken yanı başlarında bir İran sahil güvenlik gemisi bitivermiş ve BP'nin gemi kaptanına sondajı durdurup derhal İran kara sularını terk etmesi çağrısında bulunmuştu. Azeri gemisi ise çağrıya önce kulak asmamış olsa da İran sahil güvenlik gemisinden yapılan son çağrıda geminin üçüncü bir kez daha uyarılmayacağı duyurulmuş, bunun üzerine BP gemisi sondajı bırakıp Baku'ya geri dönmek zorunda kalmıştı. "Personelimiz İran kıyı şeridine 100 deniz mili mesafeden daha uzaktaydı" diye açıklıyor BP sözcüsü Steve Lawrence. "Ancak, İranlılar silahlıydı ve bu durumda yapabileceğimiz başka bir şey yoktu." BP meseleyi görmezden geldi, zira İran ile ileride aralarında gelişebilecek ilişkileri engelleyebilecek olası müeyyidelerden endişe ediyordu. Çünkü İran Dışişleri Bakanı'nın açıklamalarına



göre, "İran kara sularında faaliyet gösteren şirketlerin faaliyetleri sona erdirilecek ve bu şirketlerle bir daha herhangi bir iş bağlantısı kurulmayacak ya da anlaşma imza edilmeyecekti."43 Azeri hükümeti ve Amerikalı diplomatlar silahlı tehdide dayalı söz konusu diplomasiyi müteaddit kez protesto etmişlerdi. Diğer yandan Baku ve Tahran arasındaki ilişkiler İran'ın kuzeyinde büyük bir nüfusa sahip Azeri azınlığı yüzünden zaten bir süredir gergindi. Tahran, BP gemisinin Hazar Denizi'nde İran'a ait olduğu öne sürülen bölgeye girmesinin silahlı müdahalede bulunmalarını meşru kıldığı görüşündeydi. İranlı bir hükümet yetkilisi, "Azeriler önceki diplomatik notalarımızı dikkate almadıklarından, askerî müdahalede bulunmak zorunda kaldık,"diyordu. "Ciddi olduğumuzu artık anladılar." Bu olay ne zamandır çözümlenememiş daha büyük bir sorunu gündeme getirmişti. 5 kıyı ülkesi - Rusya, Kazakistan, Türkmenistan, İran ve Azerbaycan-Hazar Denizi'nin aralarında nasıl 43 Wall Street Journal, 25 Temmuz 2001, s. 2. 163 bölüşüleceği üzerinde halen anlaşmaya varamamışlardı. Tartışılan mesele ilk bakışta basit görünebilir: Hazar Denizi göl müdür, yoksa deniz mi? Eğer milyarlarca ton petrol mevzu bahis olmasaydı, bu daha ziyade akademik bir sorunsal olurdu. Söz konusu petrol rezervlerinin nasıl paylaşılacağı dünyanın en büyük içsel su yatağının nasıl tanımlanacağına bağlı. Hazar Denizi eğer bir göl ise her bir ulus yalnızca kendi kıyısından birkaç deniz mili uzunluğunda bir kıyı şeridinin denetiminden sorumlu olacak. Dolayısıyla, gölün en geniş olan orta kısmı gemilerin geçişi, balıkçılık gibi hususlar ile muhtelif doğal kaynaklardan tarafların ortak surette istifade edecekleri çok taraflı egemenliğe dayalı uluslararası sular haline gelecek. Devletler ise petrol kuyularının kurulması ve kâr paylaşımının nasıl yapılacağına ilişkin olarak kendi aralarında anlaşmak durumunda kalacaklar. Hazar Denizi aksine eğer bir deniz olarak tanımlanırsa, tüm deniz yatağı ve yüzeyinin ülkeler arasında pay edilmesi gerekecek. Adli uzmanların büyük bir çoğunluğu Birleşmiş Milletler'in Deniz Hukuku'na ilişkin deklarasyonuna göre Hazar Denizi'nin bir göl değil, deniz olduğu görüşündeler. Ancak, uzun yıllar boyunca Sovyetler Birliği ve Iran bu sulara yönelik farklı uygulamaları benimsediler. İmza edilen ikili anlaşmalardan ikisi de her iki ülke gemilerinin tüm su alanı içerisinde serbestçe hareketini ve tüm kaynakların paylaşımını öngörmekteydi. Fakat, anlaşmalar imza edildiğinde üzerinde mutabık kalınan hükümler yalnızca petrol ve gaz rezervleri dışında kalan doğal kaynaklar ile balıkçılığı kapsar nitelikteydi. Sovyetler Birliği'nin çökmesini müteakip Hazar Denizinde, kıyılarında muhtemelen en büyük kaynakları barındıran ve önceki anlaşmalara riayet etmeye pek de niyetli olmayan üç yeni bağımsız ulus beliriverdi. Amerikan'm desteğini de arkalarına alan bu devletler, deniz yatağı ile birlikte doğal zenginlikleri her bir ülkenin kıyı şeridi uzunluğuna göre birbirine eşit olmayan parçalara ayırmak arzusundalar. Ruslar kendi bölgelerinde petrol rezervlerini keşfedinceye dek bu çözüm önerisini defalarca geri çevirdiler. Moskova bu keşif ertesinde deniz yüzeyinin değilse bile deniz yatağının parçalara ayrılmasında ısrar etmeye başladı. Böylelikle kendi donanması ülkelerden hiçbirinin silahlı sahil güvenlik gemisiyle muhatap olmaksızın Hazar boyunca özgürce dolaşmaya devam edebilecekti. Elbetteki bu tamamen Rusya'nın çıkarına bir durum yaratıyordu, zira büyük Hazar donanması istediği zaman eski Rus devletlerinin kıyılarına kadar sokulabilecekti. İran ise halen Sovyetler Birliği ile imzaladığı anlaşmalara dayanarak Hazar Denizi'nin bir göl olduğunu bu nedenle de kaynaklarının ortak olarak kullanılması gerektiğini savunuyor. Buna karşın, İranlılar savundukları tezin pratikte ciddi sorunlar yaratacağını farkındalar ki Hazar'ın deniz tabanından yüzeyine kadar yüzde 20'lik bir bölümü üzerinde hak iddia ediyorlar. Bu tespitlerine denk düşen su sınırında ise İran donanmasına bağlı gemiler halihazırda devriye geziyor. Molla Rejimi, ABD'nin bölgedeki petrol şirketlerinin faaliyetlerini bahane ederek, kıyı şeridinin ABD Deniz Kuvvetlerine bağlı birlikler tarafından Iran Körfezi dışında da tehdit edilebileceğinden endişe ediyor. Buna karşın, Tahran'ın talepleri iran'ın kıyı



şeridinin yalnızca yüzde 14'lük bir paya sahip olabileceğine işaret eden coğrafik gerçekle örtüşmek-ten çok uzak. Sovyet rejimi yönetimindeki Azerbaycan tarafından yıllardır işletilen petrol yataklarının büyük bir bölümü de İran'ın talep ettiği yüzde 20'lik payın içerisinde yer alıyor. İran'ın silahlı gövde gösterisi diplomatik açıdan Azerbaycan ile aralarındaki sınır anlaşmazlığından doğan gerginliği The Economist dergisinin ifadesiyle kolaylıkla "üçüncü dünya savaşı senaryosu" noktasına taşıyabilir.44 Kaldı ki Azerbaycan ve Türkmenistan da petrol kaynaklarının dağıtımı yüzünden düştükleri anlaşmazlığı aşamıyorlar. Azeriler sektörün geniş Apşeron yarımadasıyla aynı uzlamda doğuya doğru geniş bir yay içerisinde kalmasını istiyorlar. Diğer yandan, Türkmenler Azerbaycan'ın üzerinde 164 _e Economist, 2 Ağustos 2001. 165 hak iddia ettiği kaynakların en azından yarısına kendilerinin sahip olmasını mümkün kılacak kuzeyden güneye doğru deniz boyunca 750 mil uzunluğunda dikey bir hat üzerinde ısrarlılar. Tartışmalı petrol yataklarından biri de BP-AMOCO'nun işlettiği yaklaşık 7 milyar varil ham petrol rezervine sahip olduğu düşünülen Chirag sahası. O sırada Profesör Gül'ün rotası 30 deniz milinden bile daha uzak bir mesafeden geçse de Chirag gaz püskürtme bacalarından çıkan devasa alevler görülebiliyordu. Göğe yükselen alevler, bulutlar gibi geminin pruvasına kadar ulaşan dalgaları da kızıla boyuyordu, adeta o eski çağlardaki muhteşem Pharos deniz fenerini çağrıştırırcasına. Chirag'ın batısına doğru dünyanın en büyük kıyı ötesi petrol platformu olan Neft Taşlan'nın ("Petrol Kayaları") ışıkları uzaktan göz kırpar gibiydi. Kıyıya 60 millik bir yolla bağlı, ayaklarının üzerinde yükselen bir şehir görüntüsüne sahip zamanın Sovyet mühendislik harikası Neft Taşlan 1949 yılında inşa edildiğinde daha birkaç yıl öncesinde Nazileri Hazar petrol sahalarına girmeden durdurmayı başarmış bir ülkenin gurur vesilesi olarak görülüyordu. Artık 50 yaşını çoktan doldurmuş bu yaşlı, çağdışı kalmış yapı kaçınılmaz sona doğru yaklaşırken Baku kıyılarından koparak ayrılan Kum Adacığı misali parçalanıyor. 600 petrol kuyusu iskelesinden birçoğu denize gömülürken çalışan birçok işçinin de canına mal olmuş. Ertesi sabah, gün doğmadan kısa bir süre önce Türkmen sahillerine varmıştık. Bacadan çıkan güçlü uğultuyla birlikte bavulumu toplamış kıyıya çıkmaya hazırdım. Ve derken Profesör Gül demir attı. Mürettebat üst güvertede toplandı ve voleybol oynamaya başladı. Topun gemiden aşağı uçmaması için denizcilerden biri onu oltayla ağa bağladı. "Yarın sabaha kadar demirleyeceğiz, daha da uzun sürebilir," dedi Avaz. "Türkmenler limana doğrudan girişe izin vermiyorlar. Böyleler işte. Cumhurbaşkanları en iyi petrol sahalarını Azerbaycan kaptığı için bizim cumhurbaşkanımızla dargın," Yaklaşık 24 saat sonra, sabah 3 sularında nihayet Türkmenbaşı limanına doğru yanaşmaya başlamıştık. İskelede üniformalı 166 birkaç adam belirdi. Elleri silahlı bu adamları kör edici spot aydınlatmalardan ancak siluet halinde görebiliyordum. Bunlar Türkmen sınır muhafızlarıydı. Avaz, "Bu adamlarla sakın dalga geçmeye kalkma" diye tavsiye etti. "Ne yaparsan yap, ama şimdi dört başı mamur görünmeye çalış. Yoksa seni uzun bir gece bekliyor demektir." Dünyanın en yalıtılmış ülkelerinden biri olan Türkmenistan'dan vize almam 4 haftadan fazla sürdü. Berlin'deki büyükelçilik vize tavsiye mektubunu temin edebilmem için beni, güney Almanya'da bu konuda güya tek yetkili olan şaibeli bir seyahat acentasına yönlendirmişti. Bu mektubu almam için paket bir tatil satın almalıydım ama son anda bundan vazgeçmiştim. 4 haftalık bir turist vizesine ödeyeceğim bedel 150 Doları buluyordu ki bu bölge için son derece fahiş bir miktardı. 80 yıl önce atları üzerinde Orta Asya steplerinden buralara göçen Türkmenler açıkça görülüyor ki yabancılara karşı besledikleri husumeti canlı tutabilmişler. Sınır muhafızları beni kenarda beklettiler. Ne zaman ki kargo bölümünde depolanmış her bir vagona ait belgenin kontrolünü tamamladılar, ancak ondan sonra pasaportumu takdim edip gemiden inmeme izin verdiler.



Türkmenistan belki de havaalanına bir taksinin uçak yolculuğundan daha pahalı tuttuğu dünyadaki tek ülkedir. Türkmenbaşı'ndaki küçük havalimanının Türkmenistan Havayolları gişe görevlisi, "Hayır, efendim, yanlış değil. Bilet ücreti 35 manat," diye teyit ediyor. 2 dolardan yalnız biraz daha fazlasına 500 mil uzaktaki başkent Aşkabat'a yepyeni bir Boeing 757 ile uçacaktım. Devlet tarafından sübvanse edilen bu uçuşa Aşkabat'da kurulan pazarda Hazar Denizi mahsulü balık ve meyvaları satmaya giden hoş giyimli bayanlar da iştirak ediyordu. Akşamleyin, son uçuşla Türkmenbaşı'na cepleri dolu döneceklerdi, zira seyahat masrafından neredeyse muaftılar. Türkmenistan son zamanlarda Hazar Denizi'ndeki yeni Kuveyt olarak adlandırılıyor. 1991 yılından beri bağımsız olan ve 167 kabaca Kaliforniya büyüklüğündeki çöl üzerinde kurulu bu eski Sovyet cumhuriyeti muazzam zenginliklere ev sahipliği yapıyor. 280 trilyon metrekübü aşan kesinleşmiş gaz rezervleri ile dünyada ilk 10 sırada, Enerji Enformasyon Kurulunun verilerine göre ise mevcut rezervlerinin kümülatif 70 katrilyon metreküpten fazla olduğu tahmin ediliyor. Bu vahalara bir de kapasitesini henüz kimsenin kestiremediği sondaj yapılmamış Türkmen kıyılarındaki petrol yataklarını eklediğimizde, Türkmenistan Yeni Büyük Oyun'un en kıymetli ödüllerinden biri haline geliyor. Yalnız tek bir sorun var: Türkmenistan'ın cumhurbaşkanı Saparmurat Nyazov. Kendi deyişiyle "Tüm Türkmenlerin lideri" anlamına gelen Türkmenbaşı. Türkmenistan'da eskiden Komünist Parti başkanı olan Nyazov ülkeyi kendi hanlığı haline getirmiş. Stalinist sistem diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinin aksine burada eski canlılığını-muhafaza etmeyi başarmış. Yurtdışına seyahat etmek 5 milyon Türkmenin birçoğu için olanaksız, adı değiştirilmiş olsa da önceki KGB uygulamaları halen geçerli, halk üzerinde mutlak bir baskı seziliyor. Kendi kurduğu sözde parlamentoya hayat boyu diktatör olarak atanan Nyazov, kendi yüceliğinden o denli emin ki ülkesini tek teması yalnızca kendisi olan kocaman tematik bir parka dönüştürmüş. Başkentin neredeyse her cadde köşesinde 60 yaşlarındaki iktidar düşkünü bu adamın yumuşak ve basit çehreli yüzünü resmeden birçok portre var. Bazılarında Burt Reynolds'ı, bazılarında ise Leonid Brej-nev ile Alman politikacı Franz-Joseph Starauss'un genetik bir karışımını andırıyor. Devlet binalarının tümü Halk, Vatan, Türkmenbaşı ulusal sloganıyla bezenmiş (Tek Ulus, Tek Anavatan, Tek Lider). Benim Elizabeth diye hitap ettiğim batılı bir diplomat "İnsana Kuzey Kore lideri Kim İl Sung'u anımsatıyor ama çok daha garibi" diyor. Aşkabat'da yürürken bana eşlik ediyor. Kendisi Türkmenistan'da 6 yıldır görev yapan bir diplomat, turumuza şehir merkezinde yer alan yaklaşık 65 metre yüksekliğindeki zafer sütunu üzerinde ihtişamla yükselen üç başlı kemerle başlıyoruz. Bu 168 ? anıt Türkmenbaşı'nın som altından yapılma heybetli heykeline destek teşkil ediyor. Üzerindeki paltosu hayali bir rüzgârla dalgalanmış, kolları ileri uzanmış. Tebasını ulvi bir edayla yukarılardan süzerken, döner bir restoran edasıyla kendi etrafında her 24 saatte bir tam dönüş yapıyor. Elizabeth alaycı bir ifadeyle, "Işıltılı siması her gün güneşi selamlıyor - ya da tam tersi," yorumunu yapıyor. Takip eden günlerde Türkmenbaşı'nın yine altından yapılma en az 13 heykelini saydım. Kavisli üç ayağıyla adeta bir uzay gemisini andıran zafer kemeri Türkmenistan'ın -hükümdarının da benimsediği cihetten- siyasi tarafsızlığını yansıtıyor. Zira, 1995 yılı Aralık ayında toplanan BM Genel Kurulunda Türkmen delegelerin resmî başvurusu ile henüz sadece Orta Asya Cumhuriyetlerinden biri olarak tarafsız bir ülke olduğunu ilan etmiş. Bu statüsü sayesinde ise komşu Afganistan'daki Taliban rejimine karşı verilen savaşa da hiçbir surette müdahil olmamış. Birçok insani yardım malzemeleriyle kuruluşlarının kendi toprakları üzerinden Kuzey Afganistan'a geçmesine izin vermesine karşın Orta Asya'daki eski Sovyet cumhuriyetleri arasında yalnızca bu ülke Amerikan Hava Kuvvetleri için üst talebinde bulunmadığı gibi aynı zamanda Amerikalılardan gelen yardım taleplerini de külliyen geri çevirdi. Tarafsızlık kemerinin yanında, hükümdarın 6 Ekim 1948 yılının sabah erken saatlerinde tüm şehri sadece bir dakika kadar kısa bir süre içerisinde yerlebir eden deprem felaketini yadetmek üzere diktiği bir anıt yükseliyor. Nüfusun üçte



birini oluşturan 110.000'den fazla insan can vermiş. Ölenler arasında Nyazov'un annesi ile erkek kardeşi de var. (Babasını II.Dünya Savaşı'nda kaybetmiş.) Akrabalarından hiçbiri ona kol kanat germediklerinden yetimhanede büyümüş. Elizabeth, "Yaşadığı tüm acılara karşı başarıyla göğüs gerebilmiş olması nedeniyle, kendisinin Tanrı tarafından seçilmiş biri olduğuna inandığı" kanaatinde. Neredeyse küçük bir şato kadar büyük olan anıt da bu inancın göstergesi gibi zaten. Deprem dünyayı boynuzları üzerinde havaya kaldırmış vahşi bir boğaya benzetilmiş. Ölen annesi dipsiz bir kuyuya 169 I düşerken son bir gayretle oğlunu(elbetteki altından yapılma) kurtarıyor; öylesine bir felaket ki bu sanki bir mesihi müjdeliyor. Hakkın rahmetine kavuşmuş Türkmenbaşı'nın aile fertleri hususi olarak onlar için yapılmış anıtlarla ölümsüzleştirilmiş. Mesela, annesi Adliye Sarayı'nın önünde Adalet'in terazisini tutma şerefine nail olmuş. Heykel, Aşkabat sokaklarının her köşe başında devriye gezen polislerce ihtimamla korunuyor. Sadece sürgüne gitmeyi göze alabilenler muhalefette bulunabiliyor, yine de hüküm giyen insan sayısı oldukça az, hatta bölgede idam cezasını kaldırmış tek ülke Türkmenistan. Elizabeth bu polis devletin insancıl bir yanı da olduğuna işaretle, "Bildiğimiz kadarıyla Nyazov'a karşı geldiği için tutuklu olan tek bir mahkûm var, o da kendine yanlış dostlar edinmiş" diye ekliyor. "Türkmenbaşı aslında bir tiran sayılmaz. Daha ziyade çocuksu hevesleri olan çılgın biri." Güneşte parıldıyan devasa bir çatısı olan başkanlık sarayına yaklaşıyoruz. Bina bir hendeğe dökülen tonlarca suyun bir şelaleyi andırırcasına çağıl çağıl aktığı küçük bir tepe üzerine inşa edilmiş. Yeşil neon ışıkları geceyi aydınlatıyor. "Birkaç yıl önce burası bir yerleşim alanıydı, ama Nyazov bu alanı boşalttı," diye hatırlatıyor Elizabeth. "Oturanlar akrabalarının yanlarına gönderildiler ve yaptıkları bu fedakarlıktan gurur duymaları tembihlendi kendilerine." Diğer tüm resmî kurumlar gibi şatonun duvarları İtalya'dan ithal beyaz mermerden örülmüş. Sovyet döneminden kalma merkez postane gibi hizbe yapılar bile aynı mermer levhalarla yeni bir çehreye kavuşturulmuş. Aşkabat'da Türkmenbaşı hakkında muhtelif söylentiler dolaşıyor. "Günün birinde tebasının, bakanlarının kendisine söylediği gibi kendisini gerçekten sevip sevmediğini öğrenmek için şatosunda volta atmaya başlamış...Ve derken sokaktaki insana fikirlerini sormak üzere çenesine sahte bir sakal yapıştırıp şehrin banliyölerine doğru aracını sürmüş." Bahsi bile lüzumsuz ama, Türkmenistan'da hiç kimse siyasi mevzularda kendi gerçek fikirlerini alenen beyan etmeye cesaret edemez. "Hele ki bu soruyu ,-, ' 170 . . ' ? soran kişi başkanın zırhlı siyah Mercedes limuzini ile geliyor ve çenesinden sahte bir sakal sallanıyorsa." Enteresanlıklarıyla nam salmış diktatörün ona Mercedes-Benz firması tarafından hediye edilen arabayla yaptığı ilk tuhaf hareket bu değildi elbet. Dünyadaki diğer devlet adamlarının aksine arabasını bir şoförün kullanmasına tamamen karşı. Derken Elizabeth gülmemek için kendini zor tutuyor, zira aklına "evvelki gün şehirde yeni bir işletmenin resmî açılış töreni" geliyor. "Neredeyse tüm diplomatik misyon orada toplanmıştı. Yalnız, Cumhurbaşkanı ortalıkta gözükmüyordu. Ve en nihayetinde Mercedes'i ile son sürat geldiğini gördük. Aracını park etti, arabadan indi, kapıları kilitledi, anahtarları cebine attı, şaşkın bir ifadeyle bizlere doğru baktı ve neşe içinde 'Tamamdır, haydi partiye başlama zamanı!'" dedi. Şehrin banliyölerine şöyle bir uzanmak için taksiye atladık, ve yolumuz üzerinde aynı diğer binlerce bina, cadde ve Hazar'ın liman mahallesi gibi Cumhurbaşkanı'nın adını taşıyan yeni futbol stadyumundan geçtik. Yolun bir kenarında Türk müteahhitlerin inşa ettiği lüks daireli yüksek konutlar bomboş duruyordu. "Oraya kimse taşınamaz" diyor Elizabeth. "Aylık 50 dolarlık gelirleri ile Türkmenlerin böylesi lüks konutlarda oturmaları mümkün değil. Kaldı ki binaların depreme dayanıklılıkları bile test edilmemiş." Aynı durum uluslararası petrol firmaları temsilcilerinin akın akın gelecekleri beklentisiyle Nyazov'un yol boyunca inşa ettirdiği bir düzine lüks hotel için de geçerliymiş.



Türkmenbaşı'nın şatafatlı projelerinden en sonuncusunu görmek üzere pınar başına geliyoruz. Ülkesi koca bir çölden ibaret olsa da su oyunları Nyazov'un en büyük tutkusu. Belediye ekipleri daha önce çorak olan yüzlerce millik bu arazi üzerine birbirinden ilginç irili ufaklı sayısız çeşmeler kurmuşlar. Herbiri su fışkırtan flamingolar, kaplanlar, ve balıklar gibi hayvan figürleriyle bezenmiş. Çeşmelerin birinden diğerine kenarlarında palmiyeler ve egzotik kozalaklı ağaçların olduğu çakıl taşlı yollardan geçiyorsunuz. Yurtdışından ithal palmiyeler battaniyelerle 171 sarılmış; çünkü, sıfır derecenin çok altlarında seyreden Türkmen kışları bu narin bitkiler için fazlasıyla soğuk. Fıskiyeler yeni ekilmiş çimleri sulamakta. Parkı bakımlı tutmakla görevli yüzlerce kadın ve erkek pejmürde tulumları içinde çalışma hevesinden yoksun bir izlenim uyandırıyorlar. Elizabeth bunu şöyle açıklıyor; "Türkmenistan'da yetişkinlerin neredeyse tümü devlet için çalışır. Birçoğu patronlarının büyük çaplı projelerini gerçekleştirmek için istihdam edilirler." Diğer yandan, askerlerin çoğu da işçiler gibi sivil hizmetlerde çalışıyorlar. Türkmenistan'da bahçe işleri ya da günlük ev işleri için askerleri kiralayabiliyorsunuz. "Geçen ay ofisimizi taşımak için ordudan üç asker kiraladık." "Buna inanabiliyor musun!" diye ekliyor Elizabeth. Alan inanılmaz ölçüde geniş. Dünyanın en büyük su parkının ortasında Giza'dakinden bile daha iddialı siyah mermerden bir piramid var. Su yamaçlarından aşağı süzülüyor. Bu muhteşem yapıya yaklaştıkça gürleyen suyun sesi kulaklarımızı adeta sağır ediyor. Elizabeth başını iki yana sallayarak, "Düşünebiliyor musun, bu harika manzarayı yaratmak için en iyi kalite içme suyu kullanılıyor." diyor. "Aşkabat'da yazları 40 dereceye kadar varan sıcaklar yüzünden sular buharlaşıyor, öyleki içecek su bile bulunmuyor." Çalışkan tebasının dertlerine derman olsun diye, diktatörümüz birbirinden tuhaf envayi çeşit tatil icat etmiş. Elizabeth'in söylediğine göre, "En eğlencelisi sonbahardaki kavun günü." "Askerler bu güne mahsus, bir dağ dolusu binlerce kavunu toplayıp sivillere ziyafet veriyorlar, hava kararıncaya dek herkes yiyebildiği kadar çok kavun yiyor." Türkmenbaşı halkına ruhani rehberlik de yapıyor. Geçenlerde ne Kuran'ın ne de İncil'in yeterince ahlâki öğüt taşıdığını açıklamış. Ve "tüm sorularınıza yanıtlar" kabilinden Ruhname adını verdiği bir kitap yazmış. Türkmenbaşı'nın kendi ifadesiyle, "Kendi maneviyatı için akıl yoran, kendi refahı için kaygı duyan, entellektüel, fiziksel, ve manevi yönlerini geliştirmek hususunda ? ; , 172 dikkatli ve istekli olan gerçek bir Türkmen için sonsuz manevi bilginin kaynağı Ruhname olmalıdır." Her devlet dairesinde haftada bir saat bu kitap içeriğinde yer alan fabllar ile hayata ilişkin öğütler tartışıldığı gibi, pembe kaplı bu kitap aynı zamanda tüm okullar ve üniversitelerde okutulan zorunlu müfredatın da bir parçası. Hatta öyle ki diğer birçok dinî öğreti terk edildiğinden, Ruhname ülke eğitim sisteminin mihenk taşı haline gelmiş. Yetkililer Aşkabat'ta açılan birkaç Internet cafe'yi kapatmak, Rusya'dan gelen kablo televizyon bağlantısını kesmek ve Rus gazetelerinin okunmasını engellemek suretiyle diğer bilgi kaynaklarına erişim imkânlarını sınırlandırmışlar. Bunların yerine devlet televizyon kanalları günlük olarak binbir gece masallarını anımsatan Ruhname'den alıntılar yayımlıyor. Yayınlarda, yerel Türkmen kostümü giymiş olan bayan spikerin arkasında karanlık bir gökyüzünü aydınlatan yıldızlar ile yarım ayın resmedildiği bir tuval bulunuyor. Cumhurbaşkanının parlak altın büstü her üç devlet kanalının sağ üst köşede yer alan logosu olarak kullanılmış. İlkokul müsamerlerini çağrıştıran Bakanlar Kurulu oturumları da televizyondan canlı veriliyor. Niyazov'un sorularını yanıtlayacak Bakanlar öncelikle ayağa kalmak durumundalar. Elizabeth'in söylediğine göre, TV yayınları demokratik bir şeffaflıktan çok uzak. "Patron, ülkedeki diğer politikacıların ne kadar aptal olduğunu göstermeye çalışıyor." Bu gece Elizabeth ve ben Türkmenbaşı'nın yönetim tarzından kendi payımıza epey keyif aldık. Şehrin merkezindeki bir lokantaya doğru yürümeye başladık. Hava karardı, çoğu sarı, mavi, pembe ışıklarla aydınlatılmış binalar oryantal bir Las Vegas izlenimi uyandırıyor. Caddeler ıssız, gün ortasından bile daha tenha.



Birden arkamda derinden gelen bir ses işitiyorum ve arkamı dönüyorum, zira bana çok yakın bir yerden geliyor gibi. Sonra ses başka bir yere kayıyor. "Bu Türkmenbaşı" diyor, Elizabeth. "Şehrin her yerine hoparlörler yerleştirdi." Bir ağaca doğru yürüyor ve kısa bir aramanın ardından dallara tutturulmuş hoparlörü bulup bana gösteriyor. Ağaç gövdesinden aşağı inen ince kablolar 173 1 yer altına doğru inip kayboluyor. Tüm şehir merkezini çevreleyen bir ses sistemi. Elizabeth, "Başkanın sesini her daim duyurması için" diye gülümsüyor. Cumhurbaşkanlığı sarayının önünde bulunan geniş avluyu geçtiğimizde meydanın köşesinde kurulmuş dev ekranda Türkmenbaşı halkına sesleniyor. Bizim haricimizde iki muhafızdan başka kimse dinlemeye hevesli görünmüyor. Siyah takım elbiseli başkan pek de mutlu değil gibi. Moskova'daki parti merdivenlerini tırmandıktan bunca yıl bile sonra Nyazov kendi ana dilini halen akıcı şekilde konuşamıyor, sözcükleri sanki ağzında yuvarlıyor. "Burada garip bir şeyler dönüyor," diye mırıldıyor Elizabeth, tuhaflıkların sarmaladığı bu şehir için endişe verici bir durum. Nyazov hemen önünde sıralanmış, koltuklarında O'nu dinleyenlere dönerek uzunca boylu, sert edalı bir adamı öne çağırıyor. Elizabeth'in dediğine göre, "Bu Muhammed Nazarov, KGB'nin başkanı, ülkede en nefret edilen kişi." Nyazov'un halkın huzurunda onu aşağılaması bittikten sonra, ülkenin istihbarat başkanı başı önde sesi titrek duyduğu pişmanlığı ifade etmeye çalışıyor. Elizabeth, "Aynı Stalin dönemindeki gibi! Günah çıkarma zamanı" diye fısıldıyor. "Patron Nazarov'u halkın huzuruna kendini eleştirmesi için çağırdı Bu O'nun sonu." 1930'ların Rusya'sında ya da Mao'nun Kültürel Devrimindeki yargılamaları çağrıştıran bir gösteriyi izler gibiyiz. Elizabeth sözlerine devamla, "O'nu kovdu hem de canlı yayında." "O'na, insanların özel yaşantılarına çok fazla burnunu soktuğu için sitem etti. Hiç de fena sayılmaz. Bu halkın nazarında Nyazov'u çok daha popüler kılacaktır." Diplomatımız telefona sarılıp konuyu değerlendirmek üzere elçilikten bir arkadaşını arıyor. Benim ziyaretimin ardından kısa bir süre sonra Türkmenbaşı haftanın günlerini ve yılın aylarını kendi ismiyle, Ruhname ile, annesinin ismi ve dilediği diğer isimlerle değiştirmiş. Pazartesilerine artık Türkmenbaşı günü deniliyormuş. Türkmen hükümdarın antika davranışları yüzünden, batılı devletler ve şirketlerin, 174 ülkenin mebzul miktardaki doğal zenginlikleri üzerinde politik ve ekonomik etki uyandırmaları da son derece güç oluyor. Kazakistan ve Azerbaycan gibi Hazar Denizi'ne komşu diğer kıyı ülkelerdeki durumun aksine, özellikle de petrol ve gaz sektörü teşvik edilmekten çok uzak. Cumhurbaşkanının öngörülemeyen mutlakiyetçi yaklaşımları mülkiyet hakkına ilişkin şeffaf hukuki normlar ile birlikte yolsuzluk yapmaya alışmış devlet görevlilerinden korunmak için uygun bir zemin hazırlanmasına mani oluyor. Bir ingiliz işadamının gece barda bana söylediğine göre,"Aynı 19. yüzyıldaki tacirlerin Buharalı yöneticilerin karşısında hissettikleri tarzdan bir durum olsa gerek." Elizabeth gibi o da olası sonuçlarından çekindiği için kimliğini saklı tutmaktan yana. "Zira, Türkmenler aramızdaki kontratı yırtıp beni buradan kovabilirler." Batılıları caydıran, müşkülatlardan çıkar sağlayan tek taraf Türkmenistan'ın eski sömürgeci efendisi Rusya oldu. Yaklaşık bundan 100 yıl önce Çarın emrindeki birlikler 1881 yılının Ocak ayında Türkistan'ın göçebe kabilelerini Gök Tepe'de yenilgiye uğratmışlardı. Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra bile bu zavallı ülke Rusya'ya olan bağımlılığından kurtulamadı. Türkmenistan en önemli parasal kıymeti olan ürünü; yani, doğalgazını, başka alternatifi olmadığından halen eski Rus boru hatlarından ihraç ediyor. Ülkenin, Iran ile arasında inşa edilen düşük kapasiteli yeni boru hattı dışında başka açarı yok -ki zaten onun da Rusya'ya olan bağımlılığı azalttığını söylemek pek mümkün değil. Gazprom, Rusya'nın en büyük doğalgaz şirketi gaz akışını keyfi surette defalarca kesmiş Buna karşılık olarak, Türkmenler Hazar Denizi'nin altından Azerbaycan'a, oradan da Türkiye'ye bağlanacak cüretkar yeni bir boru hattı planı geliştirmişler. Proje, Azerbaycan örneğinde olduğu gibi Rusya'yı saf dışı bırakacak olan doğu-batı koridorunda



düşünüldüğünden, Türkmenistan'ı Rusya'nın pençelerinden kurtarmak için bunu fırsat bilen ABD hükümetince de büyük bir ilgiyle karşılanmış. Projenin fizibilite çalışmalarını Shell şirketi üstlenmiş. Shell 175 firmasının Türkmenistan genel müdürü Pius Cagienard. Bürosu sembolik ingiliz, Alman ve Fransız elçiliklerine ev sahipliği yapan lüks bir hotelde. Cagienard Shell yöneticileri ile Cumhurbaşkanı Nyazov arasında imza edilen prensip anlaşmalarına ilişkin 1999 yılında çekilmiş olan fotoğraflara bakarken, "Biz bu işi gerçekten yapmak arzusundaydık. Fizibilite çalışmaları,göstermişti ki kurulacak boru hattı hem teknik hem de ekonomik açıdan müthiş bir etki yaratacaktı," diye iç geçiriyor. İsviçreli bir işadamı olan Cagienard'ın bahsettiğine göre, "Proje ABD ile Rusya arasında jeopolitik bir çekişmeye dönüştü ve Rusya galip çıktı." "Ruslar o denli fazla politik baskıda bulundular ki Nyazov nihai anlaşma metnini imzalamayı göze alamadı." Akabinde Türkiye'nin, Rusya ve İran ile yaptığı doğalgaz alım anlaşmaları sonucunda ikinci bir gaz ihraç hattı şansı da yitirilmiş oldu. Ironik bir durum kabilinden, "Mavi Akım" adı verilen Rusların boru hattı da Karadeniz altından Türkiye topraklarına bağlanıyor. Shell'in başarısızlığından istifade eden -doğalgazın dev ismi Gazprom'a en yakın ortaklardan- Rus enerji firması Itera bu işten asıl karlı çıkan taraf oldu. Itera'nın Yönetim Kurulu Başkanı ve Moskova'nın en hatırı sayılır patronlarından Igor Makarov'un çocukluk yılları Aşkabat'ta geçmiş, iş ilişkilerinde en büyük dayanaklarından biri de uzun yıllardır arkadaşı olduğu Cumhurbaşkanı Nyazov. 2002 yıllarının başlarında her ikisi de 1.4 trilyonluk Türkmen gazını eski kuzey hatlarından Itera aracılığı ile sevk etmek konusunda mutabık kalmışlar. Sovyet rejiminin son bulduğu geçiş yıllarının buhranlı dönemlerinde hızla yükselerek elde ettiği müthiş kariyer ile adını duyuran Makarov, Türkmen gazı çekişmesinden bir süreliğine de olsa kazançlı çıkmayı başarmış. 1991 yılında SSCB parçalandığında, Makarov oldukça kârlı bir iş olan Türkmenistan'a gıda maddeleri satışına başlamış. Kısa bir süre içerisinde özellikle et ve yağ ürünlerine olan talebin hızla artması sonucu Makarov söz konusu ürünleri tedarik edebilmek için büyük miktarlarda kredi kullanmak zorunda kalmış. Bunun için Florida'da tesadüf eseri tanıştığı tefecilerden destek 176 almıŞ- Böylece, Itera 1992 yılında Jacksonville-Florida'da kurulmuş. İki yıl sonra Türkmen hükümeti, satın aldığı ürünler için artık nakit para ile ödeme yapmasının mümkün olmadığını belirtmiş. Bunun yerine ürün değerinin çok üzerinde bir takas önermiş; yaklaşık 40 milyar metreküp doğalgaz. Ancak, Makarov bu kadar gazı satacak bir adres bulamadığı takdirde yapılan teklifin bir kıymeti olmayacaktı. Makarov Rusya'da tüm gaz boru hatlarını kontrol eden tekel konumundaki Gazprom'a gitti. Türkmen gazını 'Büyük Dostluk' (Druşba) hattı üzerinden Avrupa'ya ihraç edebilmek için öneride bulundu, ikinci Dünya Savaşı ardından Sovyetler bu boru hattını Doğu Almanya'ya kadar getirmişlerdi. 1980'li yılların daha başlarında soğuk savaşın son bulmaya yüz tuttuğu dönemlerde Druşba hattı Batı Avrupa pazarlarına gaz ihraç etmeye başlamışdı bile; öyle ki hat, Rusya'ya nakit para sağlayan en önemli gelir unsurlarından biri haline gelmişti. Gazprom'un yöneticileri Makarov'un teklifini reddetmelerine karşın başka bir alternatif plan önermişler. Gazı Batı Avrupa yerine Ukrayna'ya sevk edebileceklerini ifade etmişler. Ukrayna'nın nakit paraya olan sıkışıklığı ilk başlarda bir sorun gibi görünse de Ukrayna'dan Türkmenistan'a doğrudan gıda ihracatı yapma imkânı bulan Makarov teklifi en nihayetinde kabul etmiş Makarov gaz ticaretine başladıktan 9 yıl sonra Itera şirketler topluluğu 2000 yılında açıkladığı 3 milyar dolarlık cirosu ile Rusya'nın en büyük hammadde devlerinden biri haline dönüşmüş. Son dönemlerde Itera'nın adı dolandırıcılık skandallarına karışmış. Şurası aşikâr ki Makarov, Gazprom'un üst düzey yöneticileri ile kurduğu ilk temas ardından aralarındaki ilişkiyi kârlı bir karşılıklı çıkar ilişkisine çevirme hususunda oldukça maharetli davranmış. 1990'larda özelleştirme yasağı henüz gündemdeyken tekâl mahiyetindeki Gazprom elindeki yüz milyonlarca dolar değere haiz işletmelerin bir kısmını yok pahasına Itera'ya devretmiş. Bunlardan biri de Sibirya'daki gaz sahası üzerine kurulu yaklaşık 3.5 trilyon metreküp gaz



kapasitesine sahip Aşinıovsk tesisleri. Aşimovsk'daki yüzde 49'luk hissesi için Maka177 rov piyasa fiyatı olan 500 milyon dolar yerine sadece 265.270 Dolar ödemiş. Piyasa gözlemcileri Gazprom yöneticilerinin Itera hisselerine gizlice ortak oldukları kanısındalar, ve bu iddiaların doğru çıkması durumunda eğer haklarında soruşturma açılması gündeme gelirse, Türkmenistan ile kurulan milyar dolarlık anlaşma suya düşebilir. Türkmenistan'a ziyaretim öncesinde, Itera grubunun yönetim kurulu üyelerinden biri olan Makarov'un sağ kolu Vladimir Martynenko ile görüşmeye Moskova'ya gitmiştim. 49 yaşlarında, siyah saçlı ve kendinden emin bir görünüme sahip olan Martynenko da evvelki gün Houston'da düzenlenen enerji konulu bir konferanstan henüz dönmüştü. "Enerji işiyle uğraşan herkes oradaydı" diye söze başladı Martynenko. "iyi anlaşmalar yaptık." Martynenko, Itera'ya yönelik yapılan dolandırıcılık suçlamalarına değinmekten kaçındı. Bunun yerine uzunca siyah gitar kutusundan kırmızı bir Rickenbacker elektrikli gitar çıkardı. Ve büyük bir hayranlıkla "bir zamanlar bunu John Lennon çalmıştı," dedi. "O'nu Houston'da düzenlenen bir müzayededen çok ucuza kapattım." Önceleri bir Sovyet diplomatı olarak Çin'de ve Hindistan'da görev yapmış olan Martynenko, 1960'lı yıllardan bu yana rock müziğe olan düşkünlüğünden halen hiçbir şey kaybetmemiş görünüyor. Gitarını amfiye bağlıyor ve 15 dakika süresince Bob Marley ile Jimi Hendrix'den parçalar çalıyor. Röportajımıza devam etmek için O'nu zorlukla ikna edebiliyorum: "Mutabakata varabildiğimiz için son derece memnunuz. Türkmenistan'a büyük yatırımlar yapmayı planlıyoruz." Bu kadar neşeli olmasının nedeni şimdi anlaşılıyordu. Avrupalılar gazın tonajı başına 100 Dolar öderken Itera kendi payına bu işi 49 Dolar gibi olağanüstü düşük bir fiyattan bağlamıştı Bunun üzerine, Türkmenlerin Rus boru hatlarından başka alternatiflerinin bulunmayışının Itera'nın işine gelip gelmediğini soruyorum. "Hayır, pek de öyle sayılmaz," diye cevap veriyor Martynenko. "Bu oldukça iyi bir fiyat, anlaşmadan herkes mutlu. Boru hattı durumundan hususi bir çıkar elde ettiğimiz söylenemez." Hazar 178 üzerinden döşenmesi düşünülen petrol boru hattı projesinin başarısızlığa uğramasında hiçbir politik baskı rol oynamadı. "Rus hükümeti çok da fazla baskıda bulunmadı; alternatif boru hattı projesinin başarısızlığa uğramasının asıl nedeni Azerilerdir." Martynenko'ya göre Baku yönetimi söz konusu boru hattını boykot ettiklerinden kâr elde etmek için sevk edilmesi gereken yeterli miktar gazın kendi topraklarından geçmesine izin vermediler. Bu durum karşısında hem Washington hem de Moskova Azerileri ikna etmek için çok çaba sarfetti. Martynenko "Yine de sarfedilen gayretler Azerileri ikna etmeye yetmedi. Ve projede böylece hayal oldu," diyerek görüşünü yineliyor. Koridordan beni yolcularken, Itera'nın ulusal karate takımının sponsorluğunu yaptığını anımsatmayı da unutmuyor. "Çıkıştaki üç güvenlik görevlimiz dünya karate şampiyonudur, dışarı adımınızı atarken aman dikkat edin!" Itera'nın başarısından esinlenen Rusya Cumhurbaşkanı Putin, Türkmenistan ve diğer eski Sovyet kökenli cumhuriyetlerin Rusya'nın başı çekeceği "Avrasya gaz üreticileri birliği" etrafında örgütlenmelerini önerdi. OPEC'e benzer niteliklere sahip olması düşünülen bu gaz karteli üretim kotaları koyacak ve fiyatları belirleyecekti. Piyasa gözlemcileri bu kararı daha ziyade yakın çevredeki Rusya, dünyanın en büyük gaz üreticisi olmasına rağmen üretici konumdaki Merkez Asya devletlerinin kaynaklarından istifade edilmesine de karşı değildi, zira halihazırda kendi kaynaklarını yeterince etkili biçimde değerlendirmek hususunda çeşitli müşkülatları vardı. Merkez Asya devletleri ise söz konusu kartel önerisine son derece mesafeli bir yaklaşım ortaya koydular; çünkü bu girişimin kendilerini zaman içerisinde Rusya'nın güdümüne sokacağı kanısı hâkimdi. Bu gelişmeler olurken Türkmenler Hazar boru hattı projesinin uğradığı başarısızlığı unutmuş, yeni bir ümitle Afganistan üzerinden geçmesini planladıkları ikinci büyük gaz ihraç boru hattı projesine eğilmişlerdi. Merkez Asya için ileriye yöne179 1



lik önemli jeopolitik etkileri olabilecek bu fikir esasen çok da yeni sayılmazdı. 1990'ları ortalarında Arjantin enerji şirketi Bridas ve ardından Amerikan petrol şirketi Unocal, Türkmen petrol ve gaz sahalarından Afganistan ve Pakistan'a doğru iki ayrı boru hattı inşa edilmesine ilişkin planlar geliştirmişlerdi. Her iki rakip şirket de enerji ürünlerine büyük ölçekte ihtiyaç duyan bu ülkelere yılda 198 milyar metreküp gaz ihraç edebilecekleri umudunu taşıyorlardı. Pakistan eski başbakanı Benazir Bhutto bile kendi hükümeti döneminde birçok kez Aşkabat'ı ziyaret etmiş ve bu proje için kulis yapmıştı. Dile getirilen önerilerden etkilenen Nyazov nihayetinde Unocal yöneticileri ile 21 Ekim 1995 tarihinde New York'da bir anlaşma imzalamıştı. Afgan tarafını temsilen hiçbir yetkilinin katılmadığı törene ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger Unocal’in danışmanı sıfatıyla iştirak etmişti. Amerikan hükümeti Unocal'in planları hakkında bilgilendirilmişti ve projelerini destekliyordu. Ancak, Afganistan'daki iç savaş altıncı yılına girmişti ve Amerikan'ın müttefikleri olan Pakistan ve Suudi Arabistan'dan aldıkları geniş kapsamlı destekle ülkeyi sindirmiş, ilerlemelerine devam ediyorlardı. Kökten dinci grupların 1996 yılında Kabil'i almalarıyla Clinton yönetimi bu durumun Hindukuş bölgesinde barışın yeniden tesis edilmesine vesile olacağı yönünde bir açıklama yapmıştı. Güneydoğu Asya ile ilişkiler Daire Başkanı Elçi Robin Raphael ulusal meclis oturumlarından birinde Taliban'ın barış yanlısı politik bir süreci temsil ettiğini vurgulamıştı. Zira, Clinton yönetimi Şii karşıtı olan Taliban güçlerini kullanarak iran'ı çevrelemek suretiyle bu ülkenin bölgedeki etkinliğini sindirmeyi kendine başlıca erek edinmişti'. Taliban kontrolündeki Herat-Kandahar hattında inşaa edilmesi gündeme gelen boru hattı için Unocal şirketi Kandahar'da bulunan bir okulda yüzlerce Afganlıya boru hattının kurulumu ve işletilmesine ilişkin eğitim verdi. 1997 Şubat ve Kasım aylarında iki ayrı Taliban heyeti Unocal tarafından kendilerine yapılan davet üzerine Washington ve Houston'da hükümet yetkilileri ve 180 Unocal yöneticileri ile görüştüler. Harcamaları Unocal tarafından karşılanan Mollalar 5 yıldızlı otellerde ağırlandılar, süpermarketlerde alışveriş yaptılar, hayvanat bahçesi ve NASA merkez binasını gezdiler.45 Üst düzey Unocal yöneticileri ayrıca, Türkmen hükümet yetkilileri ile birlikte Taliban ve onların Kuzey Müttefik düşmanları ile temas kurmak ve boru hattı projesi için onların da rızasını alabilmek için savaştan harap olmuş Afganistan'ı birçok kez ziyaret ettiler. Gozchmurad Nazdianov, "Onlara gazı doğrudan yerleşim bölgelerinden geçireceğimizi, böylelikle yeni okulların kurulabileceğini ve bölgedeki iş olanaklarının artacağını söylediğimizde oldukça etkilendiler" diyor. 1994-1998 yılları arasında görev yapan Türkmen petrol bakanı ile Afgan boru hattını değerlendirmek üzere Aşkabat'ta buluşmuştuk. Başından beri projenin içerisinde yer alan Nazdianov yapılacak anlaşmayı Unocal yetkilileri ile müzakere etmiş ve Türkmenistan'ın güneyinde yer alan Afganistan'a yapılan kritik öneme haiz birçok ziyarete bizzat iştirak etmişti. "Afganistan boru hattı gerçekten müthiş bir fikirdi. Unocal'in yaptığı tüm fizibilite çalışmaları da zaten bunu kanıtlıyordu" diye sözlerine devam eden Nazdianov'un projeye büyük bir hevesle sarıldığı aşikardı. "Boru hattı hem kısaydı hem de ucuza mal olacaktı. Ve şu saçma sapan iç savaş olmasaydı boru hattı çoktan hizmete girmişti." Unocal yetkilileri savaş devam ettiği sürece projenin gerçekleştirilmesi için hiçbir bankadan kredi alamayacaklarının farkındaydılar. Nazdianov ve aralarında Unocal'in Genel Müdür Yardımcısı Marty Miller'ın da bulunduğu çeşitli petrol şirketlerinin yöneticileri Hindukuş bölgesine 4 ayrı sefer yapmak zorunda kaldılar. Tüm masrafları Unocal tarafından karşılanan uçak, Birleşmiş Milletler'den kiralanmıştı. Nazdianov'un dediğini göre, "Son zamanlarda iş gezisinden ziyade, bölgedeki barışı tesis etmeye çabalıyorduk." "Boru hattının yapılabilmesi için birbirine muhalif 45 Rashid, y.a.g.k., s. 280. 181 tüm taraflara öncelikle aralarında barış yapmaları gerektiğini anlatmaya çalıştık." Zira, Taliban, Batı tarafından meşru bir hükümet olarak tanınmadığı



sürece Unocal'in uluslararası finans kuruluşlarından kredi temin etmesi kesinlikle mümkün değildi. Oysa hem Taliban hem de Kuzey Müttefik yönetimleri boru hattı projesiyle o kadar yakından ilgileniyorlardı ki bakan sıfatıyla görevlendirdikleri hükümet yetkililerini Unocal yöneticileri ile görüşmeye göndermişlerdi. Radikal islamcı Taliban, ABD'yi resmî kanallardan hıyanetle itham ettiği zamanlar da bile konu boru hattı projesine geldiğinde Amerikalıları adeta bağırlarına basıyorlardı Nazdianov bıyık altından gülümseyerek, "Biz ziyaretlerimizde dinle ilgili hususları hiç tartışmadık. Zaten mevzu büyük para olunca Kuran öğrencileri bile inançlarını bir kenara bırakmaya hazır görünüyorlardı." Eski petrol bakanına göre ise Taliban içten pazarlıklı bir tavır sergilemekteydi, öyle ki daha proje başlamadan transit geçişin kendilerine ne kadar kazandıracağına yönelik müzakerelere girişmişlerdi. Görüşmelerinde uydu bağlantısı üzerinden sürekli surette Molla Ömer ile temasa geçiyorlardı. Söylediğine göre, "Boru hattından elde edecekleri gelirin büyüklüğünün farkına varmaları fazla uzun sürmemişti. Biz onlara transit geçiş için yılda 250 milyon dolar önermiştik," ve hatta anımsadığı kadarıyla hiç kimseye doğrudan rüşvet teklifinde bulunulmamıştı. Taliban karşıtı güçler bile neden sonra projeye ilk kez sıcak bakıyorlardı. Kendilerini ülkenin meşru hükümeti sayan cephenin lideri Tacik General Ahmet Şah Mesud, kötülükleriyle nam salmış General Raşid Dostum'u enerjiden sorumlu bakan ilan etmişti. Nazdianov, Dostum'u 19801i yıllardan, Afganistan'ın Sovyet işgaline uğradığı dönemde, Komünist bir devlet görevlisi sıfatıyla Ruslara karşı verdiği mücadele sırasında tanımıştı. 1992 yılında yeni kurulan Moskova rejimine biat etmeyen Dostum Kabil'de mücahit güçlerin liderliğine soyunmuştu. Kuzeydeki Mezar-ı Şerif bölgesinde bulunan yandaşlarının desteği sayesinde Afganistan'da başlayan iç savaşta güçlenen ve acımasızlığı ile ün yapan Dostum, kendinden en çok korkulan generaldi. 182 Nazdianov'un anımsadığı kadarıyla, "Kuzey Müttefik güçleri de artık işin rengini anlamışlardı." "Yalnız Taliban'a kıyasla General Dostum ile yapılan müzakerenin tek bir farkı vardı. Şahsen ben bütün bir gece onunla votka içtim." Türkmen dilinde konuşması sohbetin koyulaşmasına fırsat yaratmıştı. Ama doğrusu Unocal yetkilileri bu generalden pek de fazla hoşlanmamışlardı. Nazdianov gülerek, "Dostum, heybetli ve güçlü bir adamdır, öte yandan tüm muhafızları tepeden tırnağa silahlıydılar. Bu durum Amerikalıları korkutmuştu." "Unocal yetkilileri kendilerine ikram edilen votka bardaklarından bir yudum dahi almadılar, korkudan bir köşeye sindiler. Kendilerini adeta haydutlar tarafından rehin alınmış gibi hissediyorlardı." Her şeye rağmen Unocal'in tüm çabaları nafileydi. Kuzey İttifakı sırf petrol boru hattı uğruna Taliban ile uzlaşmaya yanaşmıyordu. Bu stratejik kararın ardında Dostum kuvvetlerini destekleyen Rusya, Hindistan ve İran gibi ülkelerin de payı vardı elbet. Her üç ülkenin de Unocal boru hattının döşenmemesi için kendilerince geçerli sebepleri vardı. Moskova yönetimi Türkmenlerin Rus boru hatlarına alternatif bir yoldan ihraç yapmasına olanak sağlamak istemiyordu. Bu nedenle Unocal'in Gazprom'a yaptığı işbirliği teklifini bile geri çevirmişlerdi. Buna karşın Hindistan, düşmanı Pakistan'ın bölgedeki hâkimiyetinin güçlenmesine mani olmak istiyordu, Iran ise Pakistan'a gaz ihraç eden tek ülke olmak arzusundaydı, ingiliz petrol şirketlerinin desteğini alan Tahran yönetimi, İran Körfezi'ndeki Güney Pars bölgesinden Pakistan'ın liman kenti Karaçi'ye uzanacak 850 millik ve yaklaşık 3 milyar dolar tutarında, söz konusu Afgan boru hattına rakip başka bir projeyi gerçekleştirmenin peşindeydi. Ancak, bölge ülkelerinin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarının derinleşmesi ve bu çatışmaların vebalini Afganlar'ın sırtına yüklemeleri sonucunda durum öylesi kritik bir hal aldı ki 1998 yılının sonlarında BM Genel Sekreteri Kofi Annan Afganistan'ın giderek "Büyük Oyun'un yeni bir biçimine sahne olduğu" bir ülke konumuna indirgenerek, "çatışmaların daha geniş bir alana sıçrayabileceği" uyarısında bulundu. 183 En nihayetinde Unocal hiçbir şey elde edemedi. Taraflardan hiçbiri uzlaşıya açık değildi ve çatışmalar kesintisiz sürüp gitti. Afganistan'a son ziyaretlerinde Türkmen/Unocal heyetlerine Kabil havaalanında ateş açıldı. Ardından Unocal'a Amerika'da bile saldırı düzenlendi. Feminist birçok grubun Afganistan'daki



kadınların gördüğü baskı ve zulmü proteste eden yoğun eylemleri ardından ABD hükümeti de hem Taliban rejimine hem de Uno-cal'in boru hattı planlarına karşı tavır aldı. Zaten, ABD'nin Kenya ve Tanzanya'da meydana gelen ABD Elçiliklerinin bombalanması olaylarının ardından Usame Bin Ladin'in Afganistan'da bulunan eğitim kamplarına Cruise füzeleri ile düzenlediği saldırı sonrasında Unocal da projesinden bütünüyle vazgeçmişti. Nazdianov ise hayal kırıklığına uğramıştı. "Tam anlamıyla mahvolmuştuk. Shell ve Elf Aquitaine gibi şirketleri konsorsiyuma önderlik etmeleri için ikna etmeye uğraştıysak da çabalarımız sonuç vermedi. Aslında projeyle ilgilenmişlerdi ancak Amerikanın desteği olmadan ve Afganistan'da barış tesis edilmeden adım atmaya istekli görünmüyorlardı" Tabii ki bu durum Nazdianov'a da etki etmiş, ve Türkmenbaşı onu petrol bakanlığı görevinden azlet-mişti. Nazdianov bugün Aşkabat Üniversitesinde Rus dili profesörü olarak çalışıyor. Eski Sovyet Merkez Asya cumhuriyetleri arasında bir tek Türkmen hükümeti, gün olur devran döner boru hattı projesi yeniden gündeme gelir düşüncesiyle Afgan iç savaşında rol alan taraflarla ilişkilerini iyi tutmaya devam etmiş. Ve Amerikan'ın Taliban rejimini alt etmesini müteakip söz konusu proje işte bir kez daha gündemde. Proje siyasi alanda da yeniden ilgi toplamaya başlamış. 2002 yılı Mart ayının başlarında Türkmenistan'ı ziyaret eden Hamid Karzai boru hattı planlarını tekrar gözden geçirmek istediklerini dile getirmiş. Görüşmelerde hazır bulunan eski Bakan Nazdianov boru hattının geleceğinden oldukça ümitli. "Projenin her zamankinden daha da ucuza malolacağı konusunda herkes hem fikir gözüküyor." Yine de şu âna kadar Türkmen hükümetiyle temas kuran bir yatırımcı olmamış. "Ancak ABD bir184 liklerinin bölgede kalıcı bir barış ortamı tesis etmeyi başarmaları halinde " diyor Nazdianov, "petrol firmalarının yeni projelerle kapımızı çalmakta geç kalacaklarını sanmıyorum. Afganistan'daki son gelişmeler, petrol ve gaz rezervleri yönünden zengin olduğu için Büyük Oyunda ABD ve ona muhalif ülkeler arasında tarafsızlığını muhafaza etme hususunda ustaca davranan Türkmenistan'ın aksine, Merkez Asya'da yer alan diğer üç bölge ülkesini taraf olmaya zorladı. 185 YANKEELER GELDİ: ÖZBEKİSTAN VE KIRGIZİSTAN 6 Ekim 2001 sabahı, ilk Amerikan bombalarının Afganistan'a düşmesinden birkaç saat önce, büyük bir siyah uçak, Afgan sınırının 80 mil kuzeyinde uçarken görülüyor. Uçak, Özbekistan'ın kıraç bozkırlarındaki yıkık dökük bir hava üssü olan Çanabad'a iniyor. Civardaki Karşi kentinin sakinleri, bu uçağın, evlerinin üzerinden düzenli olarak geçmesine alışık oldukları o külüstür Sovyet Antonovlarından biri olmadığını fark ediyorlar. Amerikan Hava Kuvvetlerine ait bir C-131 nakil uçağı bu; sonraki günlerde Özbekistan'a uçacak yüzlerce uçaktan ilki. Önceki haftalardaki söylentiler doğru çıkıyor: Yankiler gelmiş. Uçakta, New York'un Onuncu Dağ Tümenine ait 2.000 elit piyadenin yanı sıra Kentucky Fort Knox'tan özel kuvvetler de var. Resmî görevleri, Afganistan üzerinde insani yardım göreviyle uçmak ve düşürülen Amerikan uçaklarının pilotlarını kurtarmak. Bu yüzden, Özbek hükümeti, Sovyetler'in Afgan savaşları esnasındaki en büyük hava üslerinden olan Çanabad'ı şimdi koalisyon kuvvetlerine tahsis etmiş. Soğuk savaşın bitiminden 10 186 yıl sonra, eski Sovyetler Birliği'nin topraklarında görevlendirilen ilk Amerikan askerleri bu piyadeler. İlk Amerikan uçağının varışından 3 gün sonra taksiyle Karşi'den Çanabad'a gitmeyi deniyorum ama Özbek askerler yolu kapatmış. Üssün etrafında oluşturdukları 6 millik yasak bölgeyi sıkı bir şekilde koruyorlar. İçişleri Bakanlığı'na bağlı tepeden tırnağa silahlı özel birimler, bozkırın çöküntü oluşturduğu bir noktanın hemen ötesinde kurulu Çanabad'a giren tüm yolları kapatmış. Birkaç yabancı gazeteci, Özbeklerin aşılmaz engel oluşturmak üzere yığdıkları varil ve barikatların olduğu dış kontrol noktasında bekleşiyor. Önceki gün, üsse fazla yaklaşan üç muhabir tutuklanarak gözaltına alındı. CNN'de görevli meslektaşlarım daha bir üzgün ama; Amerikan askerî üssüne



girebileceklerine sahiden inanıyorlardı çünkü. Bu televizyon ekibi, canlı yayın yapma amacıyla yanlarında pahalı bir çanak anten bile getirmiş. "Geri dönün ve buradan gidin," diyor, üsse girebilenler olup olmadığını sorduğum bir Özbek asker. "Hiçbir Amerikalı yok burada." Tam da o sırada Amerikan Hava Kuvvetlerine ait bir Hercules nakil uçağı daha arkamızdaki çöküntüden havalanıyor, ama Özbek muhafızın ifadesiz suratı hâlâ aynı. Karşi'nin yerel halkı da üste neler olup bittiğini bilmiyor. İpucu niyetine havayı alıyorlar. . .mecazi anlamda değil, sahiden. Bir çayhanede konuştuğum iki adam, Çhinook veya Black Hawk olması muhtemel helikopterlerin ilk olarak önceki gün Çanabad'dan havalandığını söylüyor. "Pilotlar deneme uçuşu yapıyordu," diye tahmin yürütüyor adamlardan biri. Esrarengiz üssün nasıl bir yer olduğunu ise hiçbiri bilmiyor. "Bura halkından kimsenin oraya gitmesine izin verilmedi senelerdir." 1990'ların başında bir kundakçı üssün yarısını yaktıktan sonra yerli halkın oraya girmesi yasaklanmış. "Şimdi hem hiç iş imkânı da yok. Oranın kantinini veya temizliğini bile askerî personel yürütüyor." Güvenlik tedbirleri o kadar sıkı ki, Amerikalıların tercüman olarak kiraladığı Özbek sivillerin üsten çıkmalarına izin verilmiyor. İzini günler sonra bulabildiğim genç bir Taşkentli ter187" cuman, karısı bebek beklediği için, üsten ayrılabilmiş sadece. Üsteki askerî faaliyetlerle ilgili hiç kimseye hiçbir detay anlatmayacağına dair söz verdikten sonra gitme izni alabilmiş. Ve sözünü de tutuyor - hemen hemen. "Sadece şu kadarını söyleyebilirim: Çok uzun bir süre kalma niyetleri varmışçasına buraya yerleşiyor Amerikalılar." ABD ve müttefiklerinin askerlerini konuşlandırarak, eskiden Sovyetlere bağlı Orta Asya, bölgedeki Yeni Büyük Oyun'da önemli ve taze bir başlangıç yapmış oluyor. Amerikalıların hamlesi, belki de Soğuk Savaş'ın bitiminden beri görülmüş en büyük ittifak değişikliği. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden 10 yıl sonra, eskiden kendisine bağlı cumhuriyetlerden Özbekistan ve Kırgızistan ile, daha az da olsa Kazakistan ve Tacikistan, Rusya'dan ayrılmak için ciddi çabalar sarfederek ABD'nin kanatları altına sığındılar. 11 Eylül 2001 sonrası Washington'un müttefik arayışları da onlara bunu sağlama yolunda ideal bir fırsat sunmuş oldu. O ayın sonunda yüksek rütbeli subaylar ve Amerikan diplomatlarından oluşan bir heyet ve ardından da Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, hükümet ile kapalı kapılar ardında görüşmek üzere Özbekistan'ın başkenti Taşkent'e gitti. Gözle görünmese de kendileriyle birlikte pazarlık masasında oturan üçüncü bir kişi -Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin- olduğunu bildiklerinden iki taraf da ne görüştüklerini açıklamadı. Bölgedeki diplomatların akıllarında tek bir soru vardı: Amerika Birleşik Devletleri ile eski Sovyet cumhuriyetler arasında olacak önemli derecede bir askerî işbirliğine Rusya izin verecek mi? Bu konuda Moskova'dan gelen ilk işaretler pek de ümit verici değildi. Afganistan'da yürüttükleri harekât yüzünden Amerikalıların Orta Asya'ya asker yollamasının gereksiz olacağını iddia etmişti Rus Savunma Bakanı Sergei Ivanov. Diğer etkili Rus siyasetçileri de benzer yorumlarda bulunurken, Putin, bölgedeki başkentlere özel bir heyet göndererek konuyla ilgili acil görüş aldı Fazla sahiplenici bir tavır almaları halinde Orta Asya cumhuriyetlerini Amerika'nın kollarına tamamen iteceklerini fark etmiş188 lerdi, böylece hassas konular en yüksek derecede, Putin ile Başkan Bush arasında doğrudan yapılan bir telefon görüşmesiyle halledildi. Bu konuşma ile ilgili pek bir ayrıntı sızdırılmasa da, konuyu bilenler, konuşmanın genel havasının oldukça yapıcı olduğunu belirtiyor. 11 Eylül'den ötürü taziyelerini dile getiren ilk yabancı devlet adamının da Putin olduğunu belirtmişti daha önce Bush. Diğer taraftaki Putin ise, Moskova'nın artık Orta Asya'da işbirliğine yanaşmaz bir tavır gösteremeyeceğinin ve teröristlere karşı yapılacak müşterek bir savaştan Rusya'nın çok şey kazanacağını fark etti. Ekonomik bir felç yaşayan ülke zaten uzun süredir, yasadışı Afgan uyuşturucu ticaretine ve Rusya'nın hassas noktası olan güneydeki radikal İslamcı gruplara karşı tek başına savaş veriyordu.



Dünyanın kalan tek süper gücü'nün bu işi üstlenmesi Putin'in işine geliyordu. Ayrıca o aşamadan sonra Batı'nın, Çeçen ayrılıkçıları terörist olarak kabul edeceğini ve Rus kuvvetlerin yaptığı bariz insan hakları ihlallerini görmeyeceklerine güveniyordu. Bush ile Putin arasındaki telefon görüşmesinden birkaç gün sonra, Özbek hükümeti, kendi hava sahalarını ve askerî üslerini, Amerikan Hava Kuvvetlerinin kullanımına açacaklarını duyurdu. İki hükümet, gizli bir anlaşma imzaladı. Takip eden gün ve haftalarda da buna benzer teklifler, Moskova'nın tek bir itirazıyla bile karşılaşmadan, Özbekistan'a komşu ülkelerce yapılmaya başlandı. Washington'dakiler, Afganistan ve komşu ülkelerdeki teröristlere karşı yapılacak mücadelede, Orta Asya'nın eski Sovyet cumhuriyetlerini, 11 Eylül 2001'den çok daha önce, müttefik olarak görmeye başlamıştı zaten. Pek çok ÇIS ülkesinin de bulunduğu NATO'nun Barış için Ortaklık programı dahilinde, Amerikan ve diğer NATO askerleri, önce 1997'de sonra 2000'de olmak üzere Kazakistan'da yapılan müşterek askerî tatbikatlar yapmışlardı. Moskova'dan gelecek itirazları önlemek için de küçük bir Rus heyeti de davet edilmişti. Bu tatbikatların bir parçası 189 olarak birkaç Amerikan bombardıman uçağı, savaş oyunlarına katılmak üzere doğrudan Amerika'dan havalanmıştı. Hiçbir yere inmeden havada yakıt takviyesi yaparak doğrudan gelen uçaklarla Washington, kendisinin ve müttefiklerini çıkarlarını korumak üzere dilediği an askerî bir savunma pozisyonu alabileceğini Orta Asya ülkelerine göstermiş oldu. Şubat 2001'de ise Amerikan kuvvetleri başka bir yerde -bu kez Kırgızistan'daki özel bir anti-terör tatbikatında- boy gösterdi. Derken birkaç ay geçti ve New York ile Washington'a yapılan saldırıların ardından Pentagon kendi savaş makinesini harekete geçirdi, saldırı üssü olarak ise eski Sovyet cumhuriyetlerinden başka bir yer seçeneği yoktu. Amerika'nın bölgedeki eski ortakları ise, Müslüman bir ülkeye karşı Amerikalıları destekleme fikri karşısında ayağa kalktı. Özellikle Suudi Arabistan ve Mısır, kendi topraklarında olabilecek huzursuzluklardan da çekindiklerinden, Afganistan'a savaş amaçlı gidecek uçakların kendi topraklarından kalkmasına izin vermedi. Kendi gizli servisi ile Taliban'ı oluşturup sonra da destekleyen Pakistan da ilk etapta Amerikan askerlerinin konuşlandırılması açısından oldukça elverişsiz bir üs olarak görünüyordu. Pakistan'ın pek çok şehrinde, radikal İslamcılar tarafından her gün Amerikan karşıtı şiddetli gösteriler düzenleniyordu. Ülkenin askerî diktatörü Pervez Müşerrefin Taliban'dan desteğini çektiğini resmî olarak açıklaması pek de teselli olmuyordu; ne de olsa bir gecede oluveren bu yüzeysel değişim, rejimin üzerindeki halk baskısını arttırmaktan başka bir şeye yaramıyordu. Bush yönetiminin, askerlerinin doğrudan düşman topraklarına ineceği yönündeki endişeleri boşuna değildi. Özbekistan'da ise aksine böyle endişeler yoktu. Bu ülke, diktatör İslâm Kerimov'un demir yumruğuyla yönetiliyor. Bölgedeki çoğu devlet başkanı gibi Kerimov da, kendi cumhuriyetinin komünist partisinin başkanıydı 1991'den önce. Kemikleşmiş sistem çökünce, iktidarını sürdürmek isteyen Özbek lider bir gecede milli bir vatansevere dönüşüverdi. Şu ana dek bu strateji gayet iyi yürümüş. Kendisine muhalif olanları ya hapise ya da top190 rağın altına göndermiş, meclis onun istediği tüm yasaları geçiriyor, medya sıkı sıkı kontrol altında tutuluyor. Bir süre önce Kerimov, Özbeklerin siyaset haricinde sıkıntıları olduğunu söyleyerek devlet başkanlığı seçimlerini ertelemiş. Ülkenin sıkıntılı ekonomisinde de çok az alan özelleştirilmiş. Ama Özbekistan'ın dünya çapında bir numara olduğu bir alan var: insan hakları ihlalleri. Kerimov, kendi polis devletine milli kahraman olarak, tarihin en büyük katliamcılarından olan Timurlenk'i seçmiş. Bu ortaçağ emirinin at üstünde duran gösterişli heykelleri, Özbekistan'ın her şehrinde, Lenin ile Marx'ın heykellerinin yerine konmuş. Hükümdarlarda pek de rastlanmayacak bir ada sahip olan "Aksak Timur'un adının öyküsü, at hırsızlığı yaptığı eski günlerde bacağından aldığı bir yaradan geliyor. Fiziksel engeline rağmen, Orta Asya bozkırlarının bu son göçebe hükümdarı, 1370'den 1405'e kadar 35 sefere çıkarak bugünkü Mısır'dan Çin seddine kadar uzanan bir imparatorluk kurmuş. Timurlenk



son derece acımasız olduğundan atlıları da gittikleri her yerde korku salmış. Kendisinden 200 yıl önce yaşamış atası Cengiz Han gibi Timur da sayısız kenti yakıp sayısız katliam yapmış. Pek çok kişinin kolunu kestirmiş, ırzlarına geçtirmiş; nice kişiyi esir etmiş. Timurlenk'in korkunç bir adeti de bir savaş bittikten sonra kurbanlarının kellelerini büyük piramitler halinde istiflemesiymiş. Timurlenk bir yandan da dindar bir Müslüman ve sanata düşkün bir hükümdar olarak tanınırmış. Şimdi Özbekistan sınırları içinde olan başkenti Semerkand'da, Registan Meydanı gibi nice başdöndürücü İslâm mimari yapılarını inşa ettirmiş. Ama Timurlenk'in pek de örnek alınacak bir insan sayılamayacağı gerçeğinin yanı sıra, Özbek bile olmaması, Timur'un asıl torunları olan Moğol ve Taciklerin Özbeklerle alay etmesine sebep olmuş. Özbekistan'ın insan hakları ihlaline dair korkunç rekoru, 2001 güzünde, Afgan sınırı yakınına asker yerleştirme meselesi ile uğraşan Amerikan askerleri açısından pek bir önem teşkil etmedi. Özbekistan ile yapılacak stratejik ve diplomatik bir ittifak mantıklı olurdu. Daha 1990'ların ortalarında Amerika, Taşkent'le 191 özel bir ilişki kurmuştu bile. Dünyanın ikinci en büyük pamuk ve dördüncü en büyük altın imalatçısı olan Özbekistan ile Amerika arasındaki ticaret 1995 ile 1997 arasında 8 misli arttı. Ayrıca Pentagon, 1999 yazında, Yeşil Bereliler birliklerinin, Özbek subaylarına ve özel kuvvetlerine eğitim verme amacıyla Orta Asya'ya gittiğini açıkladı. 80.000 asker ile Özbekler bölgedeki en büyük orduya sahip. Özbekistan'ın bu gücü, ülkenin Orta Asya'da iddia ettiği liderlik kimliğini de yansıtıyor. Özbekistan'ın 25 milyonluk nüfusu, ikinci en kalabalık ülke olan Kazakistan'ın 15 milyonluk nüfusundan çok daha fazla, iki ülke arasında bölgenin liderliğine yönelik rekabet, ikisinin de kendilerine güçlü ortaklar aramasına sebep olmuş. Diğer Orta Asya ülkelerine kıyasla Özbekistan'ın Rusya ile olan ilişkileri çok daha hızlı bozulmuş. Tarafsız Türkmenistan'ı saymazsak, CIS güvenlik paktmdaki üyeliğini yenilemeyen tek ülke Özbekistan. 10 yıl önce, Taşkent'in 2 milyon sakini arasında eşit sayıda Rus ve Özbek yaşıyordu. Şimdi ise Slavlar ülkenin çok küçük bir azınlığını oluşturuyor sadece; hükümet ise Kiril alfabesini kaldırarak yerine Latin alfabesini getirmiş. Aşiret zihniyetine sahip Özbekler işleri ve önemli konumdaki görevleri kendi aralarında paylaştığı için çok sayıda etnik Rus, göç etmeye karar vermiş. Özbekistan'da bir amaç uğruna toplanmış insanları görebileceğiniz tek yer, Taşkent'teki Rus elçiliğinin önü; etnik Ruslar burada vize alabilmek için kuyrukta bekliyor, ama sadece Özbekistan'da yaşanmıyor bu durum. Tüm Kafkas ve Orta Asya ülkelerinde yoğun göçler yaşanıyor. Bu kitlesel göç şu ana dek şiddet içerme-diyse de, Slavların kaderi, 1960'larda Cezayir'de yaşayan Fransızların durumunu hatırlatıyor insana. "Bizim yaşadığımız, acısız bir soykırım," demişti hatta Taşkent'teki bir Rus kadın bir keresinde bana. Özbekistan'ın, Moskova'dan nispeten bağımsız olmasının haricinde, Amerikan askerî üssü kurma bakımından bir avantajı daha vardı, Kerimov yönetimi altında ülkede tek bir siyasi gösteri olmamıştı. Amerikan 192 karşıtı gösteri olması da pek muhtemel değildi zaten; çünkü milyonlarca etnik Paştun Pakistanlısının aksine Özbekler, Paştun çoğunluklu Taliban'ı kâfir ve tehlikeli suçlular olarak görüyordu. Bu, özellikle de güney Afgan Talibanlarının can düşmanı olan, kuzey Afganistan'daki Özbekler açısından geçerliydi. Üssünü kuzey Afganistan'daki Mezar-i Şerif kentinde kurmuş olan kötü şöhretli Özbek general Raşid Dostum, Taşkent'ten gelen mali ve gizli askerî destekten yıllarca yararlandı. Afgan Müslümanları ile dinî yönden bir dayanışma ise Özbeklerde pek rastlanır bir şey değil. Sovyet yönetiminin bitmesinden sonra ülkenin her yerinde camiler dikilmiş ve Hizb-u Tahrir gibi bazı gizli Müslüman hareketleri hız kazansa da 70 yıllık ateist siyaset, Özbekistan'da silinmesi zor bir iz bırakmış. İçkiden uzak durmayı emreden İslâm yasaları, votka severler arasında pek rağbet görmüyor; Taşkent'teki kadınların çoğu ise peçe ve çarşaf yerine makyaj ile mini etekleri



tercih ediyor. "Kötü alışkanlıklarımızı zor bıraktırır Taliban," demişti başkentte bir şoför bana. Amerikan askerleri açısından tek ciddi tehdit, Özbekistan Islâmi Hareketi (ÖIH). El Kaide ile olan muhtemel bağları sayesinde ÖİH, Tacikistan dağlarındaki gizli üssünden harekâtlarını yürüttü geçmişte. 1990'lardaki bir iç savaşla yakıp yıkılmış bu yoksul komşu ülke teröristler açısından ideal bir üs oldu. Kendi demir yumruk yönetimlerini haklı göstermek için, çoğu Orta Asya diktatörü, özellikle de Kerimov, Tacikistan'daki kaosu örnek vermiş hep. Islâmi partilerin açık bir biçimde çalışmasına izin vermiyor hiçbir rejim. ÖİH, Fergana Vadisi'nden gelen kötü şöhretli savaşçı lider Cuma Nemangani tarafından kurulmuş ve yönetilmiş; burası, Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan sınırlarının da buluştuğu, Orta Asya'nın en yoğun nüfuslu ve etnik olarak en karışık noktası. Ne resminin çekilmesini ne de röportaj vermeyi kabul eden Nemangani hakkında çok az şey biliniyor. Bilgi kaynaklarına göre Nemangani, 1980'lerde Sovyet ordusunda zorunlu askerlik yaparken keşfetmiş kendi Islâmi kökenini. Daha sonra da, 1999'da Taşkent'i sarsan bir dizi bombalı saldırıdan da sorumlu tutulan ÖIH'i kurmuş. Onlarca kişi hayatını kaybederken Kerimov bile son anda kurtulmuş suikastten. Bir yıl sonra Nemangani güney Afganistan'a giderek, para ve askerî destek alma amacıyla Taliban lideri Molla Ömer ve Usame Bin Ladin ile görüşmüş O noktadan sonra artık Pan-Islâmcı bir kuvvete dönüşen ÖİH, aynı zamanda Afgan afyonlarının Tacikistan üzerinden kaçakçılığı işine de iyice girmişti. El Kaide tarafından mali ve askerî açıdan desteklenerek teçhizatlandırılmış ÖİH, 2000 yılında Özbekistan'a ve Kırgızistan'a bir çok saldırı düzenlemiş ve 50'den fazla askerin ölümüne sebep olmuştu. Sonrasında ÖÎH, Mezar-ı Şerif ve Kunduz adlı Afgan şehirlerindeki üslere geçerek, Kuzey Ittifakı'na karşı verdikleri savaşta Taliban'a yardım etmeye başladı. 11 Eylül saldırılarından sonra, Molla Ömer, Nemangani'yi Taliban'a bağlı 055'inci yabancı askerler tugayının kumandam ilan etti. Kasım sonunda, Amerikan savaş uçakları, Kunduz yakınında bir konvoyu bombaladığında Nemangani de ağır yaralandı. Sağ kurtulan ÖİH militanlarının ise Afgan sınır bölgelerinde yeniden gruplaştığından kuşkulanılıyor. ÖİH'in ilk saldırılarına cevaben Özbek rejimi de terörist olmasından şüphelendiği binlerce kişiyi tutukladı ki çoğu masum olan bu kişiler kısa sürede ömür boyu hapse ya da ölüm cezasına çarptırıldılar. Mahkûmların düzenli olarak ölümüne işkence gördüğü Özbek hapishanelerindeki durumlarla ilgili olarak insan hakları örgütleri korkunç raporlar hazırladılar. Terörist olmalarından kuşkulanılan kişilere karşı yaptığı bu baskıyı haklı göstermek isteyen devlet başkanı Kerimov, bir keresinde mecliste şöyle demiş: "Bu tür kişileri kafalarından vurmak lazım. Gerekirse bunu bizzat ben yapacağım." Baskı gören taraf sadece Müslümanlar değil. Sovyet dönemi sonrası islâm'ın yeniden doğuşu laik düzeni tehdit ettiğinden, otoriteler dinî özgürlüğü de kesinlikle yasaklamış. Mayıs 1998'de Özbek kukla hükümeti, ibadet özgürlüğünü önemli derecede kısıtlayan Vicdani ve Dinî Örgütlerin Özgürlüğü Yasası'nı çıkardı. 194 Bunun sonucunda bugün, tüm Müslüman örgütler ve camiler kayıt olmak, tüm imamlar ise hükümetten çalışma izni almak zorunda. Devletin izin verdiği camilerin dışında namaz kılanlar; çember sakal bırakıp sarık ya da hicap takanlar, polisin dikkatini üzerlerine çekebilir ve tutuklanma riskine girebilir burada. Rejimin aşırı baskısı İslâmi militancılığı bastıramadığı gibi... aksine sayılarını arttırabilir bile. Amerika Birleşik Devletleri, eskiden Kerimov'un totaliter yöntemlerini kınamıştı. Özbekistan'ın ürkütücü insan hakları ihlal raporlarını sebep gösteren Clinton yönetimi bu ülkenin ekonomik yardım taleplerini reddetmişti. Yoğun uluslararası baskı karşısında Kerimov rejimi, 1 Eylül 2001'de, Özbekistan'ın bağımsızlığının onuncu yılında genel bir af çıkararak binlerce mahkûmu serbest bırakmıştı. Ne var ki bundan 10 gün sonra, aniden ortaya çıkan yeni bir ittifak kurma ihtiyacı, daha önceki Amerikan siyasetinin apar topar silinmesine yol açtı. Amerikan Devlet Bakanlığı, her yıl belirlediği özgürlüğün tehlikede olduğu ülkeler listesinden Özbekistan'ı sessizce çıkarıverdi. Aynı anda Bush yönetimi, Özbekistan'a yapılan ekonomik ve askerî yardımı 4 misli arttırarak 2002'de 220



milyon Dolara çıkardı; Çanabad hava üssünün tahminen 100 milyon dolarlık kirası buna dahil değil.46 Bu bahşiş, Bush yönetiminin, Özbekistan'daki insan hakları ihlallerini pek de önemsemediğinin göstergesi. Yazar Ahmed Raşid'in de işaret ettiği üzere, "Özbekistan, Batı Ittifakı'ndaki yerini, kendi halkına uyguladığı baskıyı şiddetlendirme yolunda bir araç olarak kullanıyor."47 6 Ekim 2001 akşamı, Taliban ve El Kaide'ye karşı yapılacak Amerikan hava saldırıları başlıyor. CNN, tıpkı 1991'de Bağdat'ta gösterdiği gibi yine puslu yeşil gece görüş kamerası ile gösteriyor yaşananları. Ulusa seslenişinde Başkan Bush, teröre karşı verile46 ABD istatistik Enstitüsü, Avrupa ve Avrasya ile ilişkiler istatistik Veriler 2002. 47 Rashid, Ahmed, Jihad: The Rise ofMüitant İslam in Central Asia (Yale Univer-sity Press: New York, 2002), s. 135. 195 cek uzun bir savaşın başladığını duyuruyor. Ertesi gün, Özbekistan-Afganistan sınırındaki Termez şehrine gidiyorum arabayla. Dümdüz Özbek bozkırındaki yolculuğum uzun ve sıkıcı geçiyor. Yol üstünde Özbek ordusu bir sürü kontrol noktası kurmuş. Yamalı çöl kamuflajları içinde tepeden tırnağa silahlı askerler, yoldan geçen tüm sürücüleri durdurup üstlerini ve araçlarının bagajlarını arıyor. ÖlH teröristleri olduğundan şüphelenilen 50 kadar kara sakallı, korkunç çehreli adamın resimlerinden oluşan arananlar listesi bir elektrik direğine asılmış. Duvardan birkaç adım ötede ise, o hiç eksik olmayan sayısız propaganda bayraklarından birinde Başkan Kerimov'un bağımsız Özbekistan'daki istikrar ve barış ile ilgili bir sözünü yüceltiyor. Afganistan ile bugünkü sınırı oluşturan Amu Derya Nehri'nin kıyısına geliyoruz. Bu noktada yarım mil genişliğe ulaşan yaşlı Oxus Nehri tembel tembel akıyor. Bölgede yıllarca süren kuraklıktan sonra su seviyesi oldukça düşük. 1888'de, henüz 29 yaşındaki bir Tory parlamenteri olan geleceğin Lord'u Curzon, Büyük Oyun'un iç bölgelerinden geçecek macera dolu bir yolculuğa girişti. Meşhur Oxus Nehrine ulaştığında ise şöyle yazmış: "Önümüzde pırıldayan ay ışığında, Pamir'in eriyen buzlarından Aral Denizi'ne dek 1500 mil boyunca akan kudretli ırmağın geniş bağrı uzanıyor."48 Nehir yatağı boyunca cafcaflı başörtülere bürülü kadınlar, Özbekistan'ın başlıca ihraç ürünü olan pamuk topluyorlar. Yüksek gözcü kulelerinden askerler Afgan kıyısını izliyor. Puslu havaya rağmen eski bir fabrikanın ana hatlarını çıkarıyorum uzaktan. Durum sakin ama gergin. Birkaç gün önce Taliban rejimi, söylendiğine göre 8,000 askerini sınıra yığarak, kuzeydeki komşusuna saldırı tehdidinde bulunmuş. Buna cevap olarak Taşkent yönetimi de kendi ordusunu alarma geçirmiş. Amu Derya'yı aşmanın tek yolu meşhur Dostluk Köprüsü'nden geçmek. Sovyet tankları ve askerleri 1979 Noeli'nde işte 48 Hopkirk, y.a.g.k., s. 442. 196 bu çelik köprüden geçerek Afganistan'ı işgal edip 10 yıl sonra yine bu köprüden geçerek mağlup bir şekilde geri döndüler. Mültecilerin sınırın bu noktasından sızması hemen hemen imkânsız. Geçen günlerde takviye beton duvarlar ve silahlı araçlar da sınırı kapamak üzere yığılmış buraya. "Nehirden kimseyi geçirmeme emri aldık," diyor bir sınır muhafızı. Alçak katlı apartmanlardan oluşan vasat bir kente giriyoruz arabayla. Klâsik Sovyet anlayışıyla yapılmış "kızıl meydan"a bakan bir çayhanede bir grup yaşlı adam oturmuş savaş çıkma ihtimalini tartışıyor. Geçen gecelerde nehrin diğer yakasından, muhtemelen de Termez'in 25 mil güneyindeki Mezar-ı Şerif kentinden gelen patlama sesleri duyduklarını söylüyorlar. Savaş sesleri Termez'in 20,000 sakini için yeni bir şey sayılmaz tabii; bu stratejik bölgeyi ele geçirmek üzere Taliban ile Kuzey İttifakı yıllardır savaşıyor çünkü. "Ama dün gece patlamalar her zamankinden de şiddetliydi. Galiba Cruise füzeleri attılar," diyor adamlardan biri. Bir düzine paslı tank ile birinci Afgan savaşından kalma top parçalarının sergilendiği garnizon duvarlarına odaklanmış bakışları. Bunların namluları, doğrudan oradan geçenlere yöneltilmiş. "Ümit ederim, patlama sesleri daima uzaktan gelir."



Büyük ve mavi mozaikli Termez camisinde yüzlerce kişi ikindi namazını kılmak üzere toplanmış. Resmî olarak yasaklanmasına rağmen erkekler tupetayka başlıkları ile kaftanlarını giymiş, kadınlar ise çiçeklerle süslü peçelerine bürünmüş. İmam Şeyh Abdullah Hafız, cemaatten barış duası istiyor. Beyaz sarığı ve çapan cüppesi, uzun kar-beyaz sakalı ile uyum içinde. Namazdan sonra caminin avlusuna çıkıyor. Hürmetlerini gösteren pek çok kişi de mollanın önünde eğiliyor. Molla, birkaç gün önce, Taşkent'te diğer milli Müslüman liderlerin de katıldığı bir toplantıdan dönmüş. "Bu savaştan ötürü çok üzgünüz," diyor Şeyh Abdullah, iki yanındaki polis memurları boyunlarını uzatıp dikkatlice bizi dinlerken. Cemaatinin Afganistan'a yapılan Amerikan saldırıları ile ilgili hislerini temkin\ 197 li bir biçimde açıklıyor bu din adamı: "Teröristlerle savaşmak lazım elbet; ama masum sivilleri, kadınları, çocukları öldürmek korkunç bir günahtır. Afgan kardeşlerimiz için üzülmemek elde değil." Polis memurları kaşlarını çatsa da sessizliklerini bozmuyorlar. Belli ki otoriteleri burada fazla yok. Sovyet diktatörlüğünün bitiminden bu yana, tıpkı Fergana Vadisi'nde olduğu gibi güney Öznekistan'da da kuvvetli bir yeniden doğuş yaşamış islâm. "Termez bölgesinde eskiden 200 Müslüman 2 tane camide ibadet ederdi, şimdi ise 100,000 Müslümanız ve 76 camide ibadet edebiliyoruz," diyor Şeyh Abdullah gururla. Özbekistan'ın katı Müslümanları, ülkelerine Amerikan askerlerinin konuşlanmasına nasıl bakıyor peki? Bu sorunun cevabını bulmak üzere Buhara'ya, Büyük İpek Yolu üzerindeki meşhur kente gidiyorum; ipek Yolu, Orta Çağ'da Avrupa ile Çin arasında yolculuk eden tacirlerin kervanlarının geçtiği ana güzergâh imiş. | 19. yüzyılda Buhara emirleri, bağımsız ve engin Hanlık toprakları üzerinde hüküm sürmüş, Rusya'nın ve Büyük Britanya'nın imparatorluk ordularını ayıran bilinmeyen topraklar imiş burası. Her iki taraftan da ajanlar kente tehlikeli yolculuklar düzenleyerek, vaatler ve armağanlar yağdırdıkları Emir Nasrullah'ı kendi taraflarına çekmeye çalışmışlarsa da başaramamışlar. Zalim hükümdar, her ikisi de Büyük Oyun'un tecrübeli oyuncularından olan Albay Charles Stoddart ve Yüzbaşı Arthur Connoly'i, farelerin ve böceklerin yuva yaptığı bir çukurda gözaltında tutmuş yıllarca. 1842'deki bir Haziran sabahında ise iki İngiliz, emir'in kalesi Arc'ın önünde, kelleleri uçurulmak suretiyle idam edilmiş; önce kendi mezarlarını kazmaları emredildikten sonra. Büyük Oyun'un en karanlık safhalarından olan bu idamlar karşı tarafta bir öç alma isteği uyandırmamış hiç. Şok olmuş Britanya İmparatorluğu için Buhara uzanabileceklerinin ötesinde bir yer olarak kalmış; Rus askerleri ise kenti 25 yıl sonra ele geçirebilmiş. Arc'tan, eski kentin restore edilmiş ama buna rağmen ürkütücü bir biçimde ıssız sokaklarına yürüyorum. Teorik olarak Buhara, Taliban saflarından arabayla 3 saatlik mesafede olduğu için 198 ortalıkta hiç turist yok. Muhteşem Kalyan minaresinin etrafındaki halı satıcıları bile mallarını kaldırmış. Eskiden sadece müezzin değil emir'e bağlı adamlar da kullanırmış bu kuleyi. 1888'deki yolculuğunda kentten geçerken tuhaf bir idama şahit olmuş Lord Curzon. "Mübaşir, sanığın suçlarını yüksek sesle bir bir saydıktan sonra en'yüksek makamın adil hükmünü duyurdu. Sonra da suçluyu minarenin tepesinden attılar, havada bir kez dönen adam yere düşerek paramparça oldu."49 Minarenin önündeki meydanın diğer tarafında, Orta Asya'nın en eski ve en prestijli Kuran okulu olan meşhur Mir-Arap Medresesi'nin çinili mozaiklerle bezeli ön yüzü görünüyor. Buranın müdürü, öğrencilerin yanında bir gün geçirmeme izin veriyor. Asadullah, Kuran'ını kapadıktan sonra rahatlamış gibi. Ders bitti. 19 yaşındaki bu genç ve diğer arkadaşları, kitaplarını ve not defterlerini alelacele bağladıktan sonra hocalarına hafifçe baş selamı verip sınıfın alçak eşikli kapısından hep beraber çıkıyorlar. "Peygamberimizin sözlerini okumak mühimdir," diyor Asadullah, güneşli avluya doğru yürürken. "Ama hayatta başka şeyler de var." Yani aslında, Asadullah'ın öğle tatilinde, 16. yüzyıldan kalma gök mavisi kubbenin gölgesinde, arkadaşları ile olan sohbetleri her zaman din üzerine



olmuyor; özellikle de konu, binadaki tek kadın olan dolgun vücutlu aşçı yamağı bayan olunca. Beyaz gömlekleri, siyah ceketleri ve geleneksel tupi şapkaları ile göze hoş görünen bu genç adamlar, komşuları Afganistan'daki gözü dönmüş ve eğer televizyonda görünenler doğruysa Kuran surelerini gece gündüz hatim eden öğrencilere hiç benzemiyorlar. "Hayır, hayır. Biz onlardan farklıyız. Bizim burada öğrendiğimiz, sevgi üzerine kurulu İslâm," diyor Asadullah, siyah ve gür saçlarını düzelterek. "Bizim hazırlandığımız şey cihat falan değil - sadece kendi sınavlarımız." Buhara'nın sadece 150 mil güneyindeki komşuları ülkeye bombalar ve füzeler yağsa da, genç Öz49 a.g.y., s. 444. 199 bek Müslümanlar, Pakistan'daki köktendinci Kuran okullarından doğmuş Taliban'ın bu şekilde kuşatılmış rejimine karşı hiçbir yakınlık duymuyorlar. "Onlarla hiçbir ortak yönümüz yok. Taliban, gerçek Müslümanlardan değil teröristlerden oluşuyor," diyor Asadullah, 11 Eylül sonrası hâkim siyasi havaya uygun, ama sahiden bu görüşü savunur bir dille. 16. yüzyılın başında kurulmuş Mir-Arap Medresesi, Sovyetler Birliğinin tamamında komünist yöneticilerin uzun süreliğine kapatmayı başaramadığı tek Müslüman okulu. Sadece Stalin yönetimi esnasında, 1930'dan 1946'ya kadar kapıları kapalı kalmış. Tekrar açılmasının ardından ise Mir-Arap okulu, kızıl imparatorluğun Müslüman seçkinlerini yetiştirmeye devam etmiş tekrar, bu kişiler arasında önde gelen imamlar ve mollaların neredeyse tamamı varmış. Sadece Buhara'da bile sayıları 50'yi bulan diğer medreselerden hiçbirine" izin vermemiş komünistler. Tipik bir Sovyet hamlesi ile, Mir-Arap'ın karşısında yer alan ve proleterya devriminden önce 10.000'e yakın müminin dua ettiği görkemli Kalyan camisi, bir depo haline getirilmiş. Laik Kerimov rejiminde bile, sadece 10 devlet medresesinin tekrar açılmasına izin verilmiş, bunlar haricinde diğer tüm bağımsız okullar ve camiler yasaklı kalmaya devam ediyor. Mir-Arap'ın kalın duvarlarının ötesinde 150 delikanlı, 4 yıllık bir seçkin eğitim programına tabi tutuluyor. Askeriyeyi andıran düzenli ve disiplinli koğuşlarının hemen altındaki zemin katta bulunan dersliklerinde, Arapça, belagat, mantık ve Kuran gibi klâsik öğretilerin yanı sıra, doğal bilimler, coğrafya ve ingilizce gibi laik konuları da öğreniyorlar. Okul idaresi, kayıt cihazları ve kulaklıklarla teçhiz edilmiş bir de modern dil öğrenme laboratuvarı kurmuş. "Eski günlerdeki gibi bunlara sadece din öğretecek olsak, Afganistan'daki Kuran öğrencileri gibi cahil robotlar haline gelirlerdi," diyor Mir-Arap'ın müdürü Molla Muhiddin Namonov. Öğrencileri, okulun camisinde günlük beş vakit namazı yerine getiriyor elbet, ama Namonov şunun da altını çiziyor: "Din, modern çağa ayak uydurmalı ve bilimsel gelişmelerin hızına yetişebilme200 li." Koyu takım elbisesi içinde bu 35 yaşındaki sakalsız adam daha ziyade laik bir görüntü veriyor. Bürosunda son model bir bilgisayar ve çanak antenli bir televizyon seti var. Duvardaki portresinden Başkan Kerimov iyi niyetle bize bakıyor. "Bizim burada verdiğimiz eğitim, İran ya da Pakistan'daki medreselerde öğretilenlerden çok farklı," diye devam ediyor sözüne Namonov. "Bizim öğrencilerimiz şunu anlamalıdır ki Taliban, islâmiyet kalkanının arkasına sığınıyor. Adam öldürdükleri ve uyuşturucu kaçırdıkları için günahkâr onlar." 500 yıllık kanlı bir Orta Asya tarihi tecrübesi olan Mir-Arap medresesindekiler, şu anki olaylardan fazlaca etkilenecek kişiler değil. Öte yandan Özbek toprağında Amerikan askerlerinin olması Namonov'u rahatsız etmiş belli ki. "islâmiyet'i Taliban ve diğer teröristlerden temizleyecek cihat'ı Müslümanlar başlatsaydı daha iyi olurdu." Ertesi gün Buhara'nın 200 mil kuzeyindeki Semerkant'a gidiyorum arabayla. Şehrin adı bile, İpek Yolu'na dair olağanüstü bir düşsellik çağrıştırıyor; 1930'ların sonunda, o dönemde yabancılara yasak olan Türkistan'a gitmiş İngiliz yazar ve diplomat Fitz-roy Maclean'i de büyülemiş burası. "Dar ve kıvrılan bir merdivenden ŞirDar'ın tepesine çıktım, oradan aşağıya, güneşin kavurduğu Registan'a ve onun da ötesindeki o muhteşem şehir Semerkant'a - o mavi kubbelere



ve minarelere, damları düz toprak evlere ve ağaçların yeşil tepelerine baktım. Uzun süredir beklediğim bir andı bu."50 Eski Buhara kenti gibi görkemli Registan Meydanı da ılık sonbahar güneşinin altında bomboş uzanıyor. Orta Asya mimarisinin en kıymetli örneklerinden olan üç medresenin gökmavisi mineli mozaiklerinin yanında ise sadece birkaç nöbetçi geziniyor. 16. yüzyılda Doğu'nun en saygı gören alimleri burada dersler gördü ve dersler verdi. Registan yakınında Ozod Celalov ile buluşuyorum, kendisi ilk Afgan savaşına katılmış Sovyet askerlerden. Bu kısa boylu, ince yapılı adam, kendi küçük zanaat dükkâ50 Maclean, a.g.k., s. 74. 201 nına götürüyor beni; dostları Ahmet ve Aziz burada bizi bekliyor. 1980'lerde, üçü de aynı birlikte görev yapmış Afganistan'da. "Eğer Amerikan askerleri Afganistan'a girecek olursa kısa süre sonra bir cehennemin içine düşmüş olduklarını anlarlar," diyor Ozod. Arkadaşları da bu söze hak verircesine başlarını sallıyorlar. "Afganistan, benim hayatımın en korkunç döneminin geçtiği yerdi. O mücahitler hep dağlarda saklanırdı. O kahrolasıca patikaların ve mağaraların her birini ezbere bilirlerdi. Konvoylarımızı tekrar tekrar pusuya düşürmek için oradan daha iyi bir yer bulamazlardı." Kendini göstermeyen partizanlara karşı savaş vermenin ne demek olduğunu Ahmet de unutmamış. "Her zaman bizi izliyorlardı," diye anlatıyor bu eski piyade, en iyi dostlarından birinin öldürüldüğü bir pusuyu anımsayarak. "Tüfeklerimiz elimizde, bir tankın üzerine oturmuş önümüzde yükselen kayalara bakıyorduk. Derken arkadaşım şöyle dedi: 'Galiba bir tanesini gördüm.' Dönüp arkadaşıma baktığımda alnında kırmızı bir delik ile tankın üzerinden yere düşüyordu bile." Saldırılardan sağ kurtulanlar ise korkunç iklim koşulları, kum fırtınaları ve tifüs türü salgın hastalıklarla uğraşmış. Sovyetler 1989'da Afganistan'dan çekildiğinde, dünyanın en büyük ordusu o yenilmezlik havasını artık yitirmiş. Ancak o dönem, Mikhail Gorbaçov'un glasnost siyaseti esnasında Sovyet rejimi resmî bir liste ile savaşta verdiği ölülerin rakamlarını duyurmuş. 15.000'e yakın Sovyet askeri ölmüş bu savaşta. Halbuki daha 5 yıl önce Moskova, sadece 20 adamının öldüğünü duyurmuştu. Bir kısmının tahminlerine göre ise çinko tabutlar içinde evlerine gönderilen Sovyet askerlerinin sayısı 50.000'i buluyor ki bu rakam Amerikalıların Vietnam'da kaybettiği asker sayısına eşit. "Ümit ederim, Amerikalılar nasıl bir işe giriştiklerinin farkındadırlar," diye devam ediyor Ozod sözüne. "Bugünkü halleri, bizim o zamanki halimize çok benziyor. Bize de aynısını söylemişlerdi; suçluları avlayacağımızı ve ülkeye barış ile istikrar getireceğimizi. Ama Afganlar onlara yardım etmemizi istemediler." Ba'.. . 202 tı'da Sovyet İmparatorluğunun genişletilmesi uğruna yapılmış şiddetli bir hamle olarak yorumlanan bu işgal, savaşa katılmış kimi kişiler tarafından iyi niyetli bir özgürleştirme teşebbüsü olarak görülüyor hâlâ. Ozod ve savaş görmüş dostları, Amerikan askerlerinin bu görevlerini kıskanmıyorsa da, Orta Asya'da çoğu kişi tarafından tarihin acı bir cilvesi olarak yorumlanan olayı da gözden kaçırmıyorlar. "ABD'nin şu anda yok etmek istediği teröristler, 1980'lerde bize karşı savaştıkları sıralarda, yine Amerikalılar tarafından silahlandırılmış ve eğitilmiş mücahitlerdi," diye anımsıyor Ozod, biraz da oh çekerek. "Soğuk Savaş döneminde ne ektiyse şimdi onu biçiyor Amerika." Afgan savaşının sınırın bu yakasına geçebileceğine dair pek çok Özbek'in beslediği korkular, birkaç hafta içinde asılsız çıkıyor. Ekim sonunda Taliban Mezar-ı Şerifi terk ediyor ve Özbek General Raşid Dostum kenti tekrar ele geçiriyor. Kerimov rejiminin yaptığı onca ertelemeden sonra, Amu Derya üzerindeki "Dostluk Köprüsü", zor durumdaki Afganlara insani yardım ulaştırmak üzere Aralık 2001'de tekrar açılıyor. Washington ile Taşkent arasında, Karşi'deki Çanabad Hava üssünün 7 yıllığına daha kiralanması anlaşması yapılmışken de Afgan savaşı neredeyse bitiyor. Taliban'ın çökertilmesinden yaklaşık 2 ay sonra, Şubat 2002'nin berrak bir sabahında iki Amerikan Humvee'si, Özbekistan'ın kuzey komşusu olan Kırgızistan'ın sarp dağları arasındaki bir köye geliyor. Çoğunluğunu yaşlılar



ile çocukların oluşturduğu bir grup köylü Humveelere bakıyor. Araçlardan ilki duruyor. Çavuş Çhad Bickley, çöl kamuflajlı kıyafetler içindeki adamlarına devriye görevini bir kez daha hatırlatıyor, "Unutmayın çocuklar; buraya dost edinmeye geldik. Tokalaşacağız, şeker dağıtacağız ve el sallayacağız, anlaşıldı mı?" "Evet, komutanım!" diye cevap veriyor askerler, sonra da siyah M-16 tüfeklerini kapıp Humvee'den çıkarak köylülerin dostluğunu ve sevgisini kazanmaya gidiyorlar. Bickley, bir grup yaşlı Kırgız'ın yanına yaklaşıyor. "Selam, ben ABD Hava Kuvvetleri'nden Chad. İyi olup olmadığınıza ve bu 203 köyde işlerin nasıl gittiğine bir bakmak istedim." Buralı bir tercüman, bu sözleri çeviriyor. Adamlar sessiz. Derken adamlardan bir tanesi cevap veriyor. "İyi, sağol." Bu arada Yüzbaşı Todd Schrader M-16'sını omuzuna asıp, iki küçük çocuğun yanına çökerek onlara kendi meyva suyundan ikram ediyor. Ama çocuklar pek ilgilenmişe benzemiyor; belki de Schrader'ın içmiş olduğu şişeden içme fikri pek de temiz gelmedi onlara. Yüzbaşı şimdi de çocuklara şerbet tozunun nasıl yeneceğini gösteriyor; kendi elini, dilini ve bolca da tükürüğünü kullanarak. Çocuklara küçük bir paket uzatıyor. Çocuklar hareketsiz. "Hâlâ biraz utangaçlar," diye açıklıyor bu durumu Bickley. "Ne de olsa daha önce hiç Amerikan askeri görmediler." Ama bu çocuklar, Aralık ortasından beri Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'in buraya yakın Manas havalimanında günde 24 saat süren, Amerikan uçaklarının iniş-kalkış trafiğini gördü şüphesiz. Bu uçaklar, 376'ncı Seferi Kuvvet Kanadı askerlerini ve ayrıca Washington'un Orta Asya'da kurduğu en yeni üssün teçhizatlarını taşıyor. ABD hükümeti bu hava üssünü, Sovyet enkazından yükselen 5 Orta Asya cumhuriyeti içinde en küçüğü olan Kırgızistan'dan kiralamış. Özbekistan'daki Çanabad hava üssü ile Tacikistan'daki küçük bir birliğin ardından, eskiden Sovyet yönetiminde olan Orta Asya'daki üçüncü ve en büyük üs Manas. Aralarında Fransa, İspanya ve Danimarka'nın da bulunduğu müttefik birliklerle birlikte 3.000'e yakın asker konuşlandırılmış burada. Çavuş Bickley ve ekibi civardaki köylere bir bakmak üzere kamptan ayrılmadan önce küçük ağaçlıkta bir de acil durum tatbikatı yapıyorlar. "Çocuklar, aslında köylüler genelde bizi sever, ama yine de her duruma karşı hazırlıklı olmamız lazım," diyor Bickley adamlarına. Düşmanla temas kurulması halinde ne yapacaklarına dair yarım saat talim yapıyorlar; buzlu toprağa atlıyorlar, "Bang, bang, bang!" diye bağırıyorlar ve silahlarını tekrar doldurmak üzere ağaçların arkasına gizleniyorlar. Pilot Michael Alberson tüm şarjörü boşaltırken ateş kumandası Yüzbaşı Schra204 der'da idi. Telsiz operatörü, birkaç mil gerideki Acil Tepki Gücü'nden destek isterken Bickley de arkadan hayali gaz bombaları fırlatıyor. Bu savaş oyunun da etkisiyle hareketlenen askerler Humvee'lerine atlayıp gidiyorlar. Konvoyları, anayolda, içi tıka basa dolu bir Lada'yı yoldan çıkarıyor, korkmuş şoför neredeyse hendeğe düşürüyor arabasını. Asıl devriye ise daha sonra, herhangi bir olayla karşılaşmadan geçiyor. Bickley ve adamlarının karşılaştığı tek tehlike, kendilerine kar topu atan iki haylaz. Onlar ise bu saldırıya şekerlerle cevap veriyor. "Çocuklara biraz şekerle oyuncak, yetişkinlere ise ara sıra sigara veriyoruz," diyor Bickley, askerleri ile birlikte açık düzende köyde ilerlerken. Tehditkâr görünmemek için silahının namlusunu yere doğrultmuş. "Buradaki mevcudiyetimiz hakkında görüşlerini öğrenmek üzere konuşuyoruz köylülerle. Ara sıra oluşan merak haricinde hiçbir düşmanlık ya da güvensizlikle karşılaşmadık burada. Buradaki halk bizi seviyor. Devriyelerimiz sayesinde hırsızlardan korunuyor, emniyete kavuşuyorlar." Yoldaki bir köpek kendisine havlayınca Bickley ona dönüyor. "Hey köpek, dilini bilsem sana da açıklardım görevimizi, işte o zaman havlamayı keserdin." Yine de köylüler şüphe içinde. Bir ara tercümanıma konuşan bir adam şöyle yakınıyor: "Amerikalılar öyle koca tüfeklerle dolaşmak zorunda mı? Kaza geliyorum demez. Çocuklarımız konusunda endişeliyiz." Bu adamın komşusu ise, askerlerin vereceği şekerlerden almayı yasaklamış kendi çocuğuna. "Bu şekerlerin yenir mi yenmez mi olduğunu nereden bileceğim?" diye soruyor bir Kırgız kadın. "Ve ayrıca bu köy, çocuklara yem atabilecekleri bir hayvanat bahçesi değil."



Bir saat sonra Bickley ve adamları Uçkun'daki devriyelerini bitirip Humvee'lerine dönüyorlar. Arabayla köyü terk eden askerler köylülere el sallıyor, iri ve boz bir aygırın üzerindeki küçük bir çocuk askerlere tepkisiz bakıyor. Köylülerden kimse el sallamıyor. Bickley ise bu konuyu kafasına takmıyor pek, geride bıraktığımız köyün adını da bilmiyor. "Hatırlamıyorum doğru205 su, telaffuzu çok güç bir isimdi. Biz buraya 'aşağı mahalle' diyoruz işte." Peter J. Ganci üssüne varıyoruz, üssün adı ana girişte istiflenmiş bir dizi keçi kafatasının arasına sıkıştırılmış bir tabelada yazılı. Üssü bana gezdirecek olan Hava Yüzbaşı Richard Essary şöyle açıklıyor: "Ganci, 11 Eylül günü Dünya Ticaret Merkezi'nin Güney Kulesi'nde yüze yakın, hayat kurtardıktan sonra kendi hayatını kaybeden bir itfaiyecinin adı." Salt Lake City doğumlu tıknaz Essary, birden ifadesini yumuşatıyor. "Bu kahramanın öyküsünü duyan komutanımız üsse Ganci adını vermeye karar verdi. Hatta komutanımız üsse bu ismi Tanrı'nın verdiğini söyledi." Sırf teçhizat açısından bile buradaki Amerikan seferberliği etkileyici boyutlarda. ABD Hava Kuvvetlerine ait ve Manas'ın ziftli pistinde duran devasa C-17 ve Boeing 747 nakliye uçakları, Kırgızistan Havayollarının birkaç Tupolev uçağını bile gölgede bırakıyor. Düzinelerce kazıcı, buldozer ve vinç yardımıyla öncü bir birim, yakında buraya gelecek F-18 Hornetler ve Mirage-2000 avcı jetleri için yeni bir hangar dikiyor. Askerler inşaat işiyle, amirler ise bağırarak talimatlar vermekle meşgulken bir beton karıştırıcı ise yeni binanın temeline gri sıvı beton döküyor. Harap durumdaki terminalin arkasında ise yaklaşık 81 hektar boyunca uzanan tesisler var: 220 civarı Harvest Falcon ve Force Provider çadırları uzun sıralar halinde yanyana uzanmış, 3,000'e yakın askere barınak sağlıyor. Bu manzara bana, Kosova'nın güneydoğusundaki Bondsteel Amerikan üssünü hatırlattı. NATO'nun Yugoslavya'ya karşı yürüttüğü savaş esnasında küçük bir çadır köy olarak başlayan o kamp zamanla resmen küçük bir kente dönüşmüştü. Cilalı postalları talaşlar üzerinde hışırdayan mangalarca asker iç avluda yürüyüşte. Çöl kıyafetlerine ek olarak aynalı güneş gözlükleri var. "Şık ve temiz kıyafetler giyiyoruz, çünkü burada Amerika Birleşik Devletleri'ni temsil ediyoruz ne de olsa," diyor Yüzbaşı Essary. "İyi niyetli konuklar olduğumuzu ve en şık hali206 mizi göstermek istiyoruz." Görev yaptığı ana üssü Montana'da olan Essary, orduya katılmadan önce Siyaset bilim ve uluslararası ilişkiler okumuş, ancak Kırgızistan'da bulunduğu bunca hafta boyunca, Bişkek'in sadece 250 km. kuzeyinde olan 1 milyon nüfuslu Kazak şehri Almatı'nın adını hiç duymamış. "A evet, üniversitede iken Orta Asya ile ilgili pek fazla şey görmedik," diye itiraf ediyor. Basit paslanmaz çelik konteynirlerle oluşturulmuş personel tesislerine giriyoruz. Bir tanesi sinema haline getirilmiş, bu akşamki gösterim ise önce Amerikan Pastası, sonra da başrolünü Julia Roberts'ın oynadığı Kaçak Gelin. Oyun odasında ise askerlerin bir kısmı iskambil oynarken bir kısmı da bilgisayarlardan evlerine elektronik posta yoluyla mesaj atıyor. Bir televizyonda Silahlı Kuvvetler Radyo ve Televizyon Hizmetleri (SKRTH) yayını var, bu istasyon, dünyanın her yerindeki Amerikan askerlerine yayın yapıyor. 1940'lardaki Alman propagandalarını hatırlatan coşkulu bir tören müziği çalıyor şu anda. Sıradaki programın ismi, arka planda dalgalanan bir Amerikan bayrağının önünde beliriyor: Liderlerimiz. Konuşmacı, Savunma Müsteşarı Don Zakheim. Doğrudan Pentagon'dan konuşan Zakheim, teröre karşı savaş veren erkek ve kadın askerlere ülkelerindeki halkın onları nasıl desteklediğini anlatıyor. "Bu iki cepheli bir savaş ve ikinci cephe de yurt cephesi. Hükümetimiz buna büyük önem veriyor ve bu konuda gereken her şeyi yapacağız." TV'den yeniden yükselen tören müziği başka bir liderin konuşmasını haber verecekken Yüzbaşı Essary, üssü gezdirmeye devam ediyor, ayrılıyoruz. "Şu ötede size çok güzel bir şey göstereceğim." İçlerinde kırmızı zarflar bulunan karton kutularla dolu bir masaya götürüyor beni. Amerikalı öğrencilerin askerlere yolladığı binlerce kart var burada. Kutulardan birinin üzerinde 'Sevgililer Günü



Operasyonu' yazıyor. Üzerine koca bir kalp şekli bantlanmış rastgele bir zarfı açıp okumaya başlıyor Yüzbaşı Es-• sary: "Sevgili Asker! Umarız kısa süre içinde yakalarsın Bin Ladin'i. O olay olduğunda New York'taydım ve çok korkmuştum. 207 Sevgiler, Rachel." Bir diğer mektupta ise Andy isimli bir çocuk, kendisini dış dünyadaki "tehlikelere karşı" korudukları için askerlere teşekkür ediyor. "Ne kadar güzel, değil mi?" diye mırıldanıyor Yüzbaşı Essary. Dinlenme tesislerinden çıkarken kapının yanına yapıştırılmış notları fark ediyorum. "İyi günler" ve "iyi akşamlar" gibi sık kullanılan günlük Rusça ifadeler ve anlamlarını yazmışlar buraya. Rusça ifadeler o kadar yanlış yazılmış ki okunması bile mucize. "Bugünün Rusça sözü" ise "pa-za-lus-ta" diye yazılmış; anlamı ise "elbette, rica ederiz." Yüzbaşı Essaıy ile köylüler arasında iletişimi sağlayan tercüman Aygül ise bu kelimenin aslında rica ederken kullanılan "lütfen" anlamına geldiğini söylüyor. Es-sary'nin uzakta olduğu bir sırada ise şöyle fısıldıyor bu kadın kulağıma: "Ama zaten Amerikalılar 'lütfen' kelimesini pek bilmez." Bu beklenmedik çıkışı beni şaşırtıyor. Çünkü bu üniversite mezunu tercüman, daha birkaç dakika önce, Amerikalıların gelişinden ne kadar memnuniyet duyduğunu anlatıyordu bana. "Bu işime tüm arkadaşlarım gıpta ediyor," demişti gururla, günde 50 dolar kazandığı tercümanlıktan bahsederek; çoğu Kırgız bu parayı bir ayda kazanıyor. 500 askere hizmet verebilen kantine götürüyor bizi Yüzbaşı Essary. Tüm gıdalar Amerika ya da Avrupa'dan uçakla getirilmiş, anında tüketilmeye hazır konservelenmiş tayınlar şeklinde sunuluyor. Yeni bir pazar bulacaklarını ümit eden Kırgız çiftçilerini hayal kırıklığına uğratacak şekilde, askerlerin menülerinde buranın ürünlerine hiç rastlanmıyor. "Bizler için sağlık ve temizlik en önce gelir," diye açıklıyor bu durumu Yüzbaşı Essary. Tezgâhtan bir paket bisküvit alıp Ay-gül'a ikram ediyor. Tercüman kadın ise bu ikramı geri çeviriyor. "Madem siz bizim yiyeceklerimizi istemiyorsunuz, biz de sizin yiyeceklerinizi istemiyoruz." Aygül'ün bu yorumuna Yüzbaşı Essary gülüp geçiyor. Manas pisti yakınındaki üs komutanının çadırına gidiyoruz bir ciple. Fazla yakına gelmeden evvel, durup inmemiz gerekiyor; Alsas cinsi özel eğitimli köpeklerin aracı koklayarak bomba 208 . olup olmadığını kontrol etmesi için. Bu görüşme ile ilgili olarak Yüzbaşı Essary bana birkaç son dakika talimatı veriyor. "Dış politika soruları yasak," diye ikaz ediyor beni. "Ve lütfen itfaiyeci Peter J. Ganci'nin öyküsünden de bahis açma. Yoksa kumandanı ağlatırsın." Halbuki, nizama uygun kesilmiş kır saçları ve çelik mavisi gözleriyle ince ama kaslı bir adam olan Tuğgeneral Chris Kelly pek o kadar da hassas birine benzemiyor. El sıkışması, çiğ bir patatesi bile ezecek kadar güçlü. Parmağındaki iri Hava Kuvvetleri Akademisi mezuniyet yüzüğü ile oynayıp duran Kelly, görevini açık ve net kavramlarla tanımlıyor. "Bu üssü kurmamızın amacı, Afganistan'daki tüm Taliban ve El Kaide varlığını ortadan kaldırmak üzere General Franks'in verdiği görevi yerine getirmek. General Tommy Franks, teröre karşı yapılan savaşta Amerikan merkezî komutasının başkomutanı Kelly'nin çehresi savaş konusundaki kararlılığını gösteriyor zaten; çadırının önünde dalgalanan siyah bir kafatası ve çapraz kemik desenli bayrak ise buna uygun bir fon oluşturuyor. Ama General Kelly, 2001 Aralığında C 17 tipi uçağının Manas'a indiği günden bahsederken sesi artık o kadar da kararlı çıkmıyor. "Buraya geldiğimizde biraz korkumuz vardı tabii, tam anlamıyla bilinmeyene açılıyorduk çünkü. Etrafımıza bakındık, hiçbir şey yoktu! Hata yapmaktan ve yerli halkın desteğini alamayacağımdan korkuyordum." 28 yıllık askerliği boyunca, bir gün eski Sovyet topraklarına adım atacağını aklına bile getirmemiş 50 yaşındaki bu subay. "Bir an bile olsun aklıma gelmemişti bu." General Kelly'e, Orta Asya basınında çıkan, Amerikan askerlerinin terörle savaş haricinde başka stratejik amaçlar da taşıdığına dair haberleri hatırlatıyorum. "Görevimizde gizli ya da korkunç hiçbir yön yok," diye cevap veriyor sertçe. "Dünyanın alması gereken şekil konusunda bizimle aynı vizyona sahip ülkelerle işbirliği yapıyoruz sadece. "Eski Sovyet topraklarındaki varlığımızın kimilerini ürkütmesi gayet doğal. Fakat Soğuk Savaş sona erdi, ve Sovyetler Birliği çoktan tarih oldu. Kalıcı Özgürlük



209 Harekâtında çok uluslu bir koalisyonla işbirliği yapıyoruz. Kırgızistan özgür bir ülke ve zaten bizi davet eden de Kırgızlar. Öyleyse sorun ne?" Kelly'ye ABD birliklerinin bu ülkede daha ne kadar kalacaklarını sorduğumda, Kırgız tarafından bahsetmeyişi dikkat çekiciydi. "General Franks bize burada ihtiyaç duyduğu sürece kalmaya devam edeceğiz. Herhangi bir zaman kısıtlaması söz konusu değil. Ancak, bölgedeki tüm El Kaide hücreleri çökertilince ayrılabiliriz. Biz burada kutsal bir misyon için çarpışıyoruz. General Franks dünya ülkelerinin beklentilerini yerine getiriyor." Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana Merkez Asya'daki 5 eski Sovyet cumhuriyetin hükümetleri için en revaçta trendlerden biri Amerika'ya bağlılık olmuş. 2002 yılında Washington'un bölgeye yönelik ekonomik ve askerî yardımları ikiye katlanarak 400 milyon dolara ulaşmış. Pentagon'un fakr-ı zaruret içinde bırakılmış Kırgızistan'a Manas havaalanı için ödediği toplam bedel her iki tarafça da gizli tutulmasına karşın söylentilere bakılırsa Kırgız hükümeti havalanan ve konan her Amerikan uçağı için 7.000 dolar alıyormuş ki bu dünyadaki en pahalı havaalanı vergisi. Bundan daha 10 yıl öncesine kadar adını Bolşevik General Mikhail Frunze'den alan Bişkek şehri nakit patlaması yaşamaya aday görünüyor. Sağ eli devrimi işaret eden Lenin heykelinin etrafını Sovyet döneminden kalma derme çatma binalar çevreliyor. Soluk gri caddelere az da olsa canlılık katan sadece birkaç dükkân var o kadar. Bu makus kaderin Amerikan yardımlarıyla değişeceğini umuyorlar. Hakikaten de hava üstü kurulalı daha 4 ay geçmiş olmasına karşın hükümet, yerel ekonomiye 14 milyon dolarlık bir girdi elde ettiklerini belirtiyor. Yine söylendiğine göre Hava Kuvvetlerindeki kadın ve erkekler şehirdeki eğlence ve hediyelik eşyalara 1 milyon dolardan fazla para harcamışlar. Alkollü içeceklerin, fuhuşun ve kumarın askerlere güya kesinlikle yasak olduğu düşünülürse, bahsedilen bu rakam aslında oldukça şaşırtıcı. Yüzbaşı Essary üst turumuzun sonunda bize özel bir sürpriz 210 yaptı: Manas havaalanına inmek üzere olan ilk üç Fransız Miraj-2000 savaş jetini izleyecektik. Uçuş pistine doğru yöneldik, derken Essary Fransız basınla ilişkiler subayı Teğmen Bertrand Bon'un olayı naklen görüntülemek üzere tüm mahalli medya organlarını piste topladığını görünce şok oldu. ABD Hava Kuvvetleri'nin mahalli medya organlarına girişi yasaklamış olmasına rağmen iki otobüs dolusu 50'den fazla basın mensubu oradaydı ve üstü ilk kez görüyorlardı. Fransız meslektaşını kenara çeken Essary ona, "Bunca insanı ne demeye buraya topladın" diye çıkıştı. Teğmen Bon ise gayet mağrur bir edayla yanıt vermekte gecikmedi, "İzlenmeye değer bir gösteri olduğu kanaatindeyim." Bana kalırsa her ne kadar Fransız birliklerinin Amerika komutasında olmasından ötürü hicap duyacak olsa da General de Gaulle şayet yaşasaydı, o da uçaklarını Kırgızistan semalarında görmekten mutlu olurdu. Motorlardan yayılan büyük gürültü Miraj jetlerinin gelişini haberdar ediyordu. Teğmen Bon heyecanla uçakların yaklaşmakta olduğu yöne işaret edince kameralar ve fotoğrafçılar da o yöne dönüp pozisyon aldılar. Yüksek semalarda gök gürültüsü koparan üç uçak ok düzeni almışlardı. Konacakları yere önce oldukça alçak bir irtifadan başımızın üstünden gürleyerek geçtiler. Havaalanının sonlarına doğru Mirajlardan ikisi artistik birer dönüşle sağa ve sola doğru kıvrılırken üçüncüsü göğe doğru ani bir dik tırmanış yaptı. Birkaç dakika sonra her üç uçak da ahenkle iniş yaptılar. Mükemmel bir gösteriydi, belki de eksik olan tek şey motorlardan bırakılan üç renkli dumandı. Kırgızlar bir hayli etkilendiler. Teğmen Bon'un gururdan koltukları kabarmıştı ama diğer Amerikalı subaylar bu durumdan şikâyetçi görünüyorlardı. Jetleri iyiden iyiye inceleyen basın mensupları sorularını yöneltmek üzere Teğmen Bon ve Yüzbaşı Essary'nin etrafını çevrelediler. Genç bir bayan Essary'ye, Kırgızların Amerikan güçlerinin ülkelerinde bulunmalarından memnun olup olmadıkları hususundaki görüşünü sordu. "Elbette memnunlar, biz buraya hükümetinizin davetine icabeten geldik, öyle değil mi?" Gazetecile211 rin çoğu bu cevaba gülmeden edemediler. Essary şaşırmıştı,: "Niye böyle bir soru sorduğunuzu doğrusu anlayamadım? Bundan şüpheniz mi var?" Genç kadın: "Elbette hayır efendim. Saçma bir soruydu, sadece merak etmiştim," diye yanıtladı. Bir



süre sonra mahalli bir televizyon kanalının baş editörü olan Fatima Gayazova adındaki bu gazeteciyle bizzat konuştum. Sözlerine "Onlar bize burada göz alıcı bir gösteri sundular" diye başlayan Gayazova, "Fakat Kırgızların, Amerikalıların burada olmalarından memnun oldukları doğru değil. Halkımız henüz özgürlüğünü yeni kazanan ülkenin bir başka büyük gücün boyunduruğuna girmesine razı değil." Hükümet tarafından yapılan kamuoyu araştırmaları gösteriyor ki Kırgızların büyük bir çoğunluğu Amerikalı askerleri kendilerine yakın hissetmiyorlar. Yerel basında yayımlanmış olan etütlerden birine göre nüfusun yüzde 77'si ABD birliklerinin varlığına karşı iken kendisiyle röportaj yapılanların yüzde 62'si Rusya ile ilişkilerin gerginleşmesinden endişe duyuyor. Gayazova'nın söylediğine göre, "Çoğu olup bitenlere şüpheyle yaklaşıyor, zira ABD'nin derdinin yalnızca Merkez Asya'yı kontrol altında bulundurmak olduğuna inanıyorlar." Hükümetin kararı ülke sathında tepki topladı. Merkez Asya ülke liderleri arasında eski üst düzey komünistlerden olmayan tek devlet başkanı Askar Asiyev'in rejimi önceleri demokrasinin gelişmesi açısından bölgedeki en güçlü ümit kaynağı addediliyordu. Yakın zamanda ise liberal akım bir baskı rejimine dönüşmüş durumda. Ziyaretimden kısa bir süre sonra, polis güçleri muhalefetin düzenlediği bir mitingi basarak 6 kişiyi öldürmüşler. Muhalefet liderleri rejimi, Amerikan birliklerinin bölgedeki mevcudiyetlerini bahane ederek demokratik girişimleri cebren bastırmakla suçluyorlar. Manas hava üstündeki yakıt satışlarını cumhurbaşkanının ailesinden bir akrabasının üstlendiği haberinin duyulması ardından halkın ABD birliklerine tepkisi hızla büyümüş. "Merkez Asya'daki halk ne Amerikan kültürünü benimsemiştir ne de ABD'nin bölgedeki varlığından memnundur. Amerikalılar bizi .212 satın alabileceklerini düşünüyorlar," diye sitem eden Gayazova'ya göre, "Amerikalılar burada paşa gönülleri istediği kadar kalacaklar. İstikrar ortamından mahrum bir Afganistan, bölgedeki varlıklarını daimi kılmaları için doğrusu mükemmel bir fırsat." Amerikanın Merkez Asya içlerine doğru ilerlemesi bölgeyi halen Rusya'nın arka bahçesi olarak gören Moskova'daki ulusal-muhafazakâr kanadın önde gelenlerini ciddi ölçüde endişelendiriyor. Amerikan birliklerinin Kırgızistan'a yerleşmesinden birkaç gün sonra Almata'yı ziyaret eden Rus parlamentosu sözcüsü Gennady Seleznev, "Rusya, Merkez Asya'daki ABD üstlerinin kalıcı olmasını tasvip etmiyor" açıklamasında bulunuyor. Seleznev, CİS güvenlik paktına işaretle, Moskova'nın kendi istemleri dışında husule gelen bu duruma yönelik olarak veto hakkı bulunduğunu ileri sürüyor. "Merkez Asya cumhuriyetleri yapılan anlaşma gereğince bize danışmadan kendi başlarına karar alamazlar." Kısa bir süre içerisinde yankı uyandıran bu sözlerin kendi görüşlerini yansıtmadığını ileri süren Kremlin, ABD birliklerini kabul edip etmeme kararının tamamen Kırgızistan yönetimine bağlı olduğu açıklamasını yaptı. Öyle ya da böyle, dile getirilen her iki görüş de yeni Rus devletinin kuruluşundan bu yana 10 seneden fazla bir müddet geçmiş olmasına rağmen dış politikasını halen bir düzene sokamadığını gösteriyordu. Cumhurbaşkanı Putin'in Merkez Asya'daki antiterör ittifakına olan resmî bağlılığının ne derece samimi olduğunu keşfetmek üzere Moskova'ya Rusya Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı ve aynı zamanda Putin'in Hazar bölgesi özel temsilcisi Victor Kalyuzhny ile görüşmeye gittim. Rusya bürokrasisinin tipik bir örneği kabilinden Dışişleri sözcüsü görüşme talebimi haftalarca geri çevirdi. Derken günün birinde Kalyuzhny'nin kendisinden bir e-mail aldım, beni birkaç gün sonra ofisine davet ediyordu. Smolenskaya meydanındaki Dışişleri Bakanlığı binası kuleleri kocaman orak ve çekiç sembolleri ile bezenmiş Stalinist dönemden kalma bir gökdelendi. 1951 yılında inşa edilen bina granit dış yüzeyindeki binlerce küçük pencere ile sanki heyula bir do213 ğum günü pastasını andırıyordu. Hükümeti dünya etrafındaki elçilikleri ile irtibatlandırmak maksadıyla yüzlerce kat arasına örümcek ağı gibi örülmüş çok sayıda anten ve radyo direkleri gözüme ilişen ilk ayrıntılardı. Bazıları fırtına kopsa çalışanlardan birine zarar verecek ölçüde iğreti kurulmuştu.



Ana girişte, orak ve çekiç ile süslenmiş iki siyah mermer lahit üzerlerinde 15 Sovyet cumhuriyetinin isimlerinin bulunduğu büyük bronz kapılara açılıyordu. Lobi ise güvenlik bariyerlerinden geçen soluk benizli diplomatların aksine beyaz mermer döşemeleri ve altın avizeleri ile göz kamaştırıyordu. Buna karşın, Müsteşar Kalyuzhny'nin bekleme ofisi Brejnev döneminin o aşırı resmî atmosferini yansıtır nitelikteydi. Tahta masalarda oturan birbirlerine sırtları dönük iki erkek sekreter yüzlerce dosya arasına gömülmüş mekanik bir biçimde çalışıyorlardı Duvar koyu bir tahta ile yer ise kahverengi benekli bir halı kaplanmıştı. Eskiliğinden sararmış tüller ve ortamın havasını daha da ağırlaştıran bej renkli perdeler tüm camı kaplamıştı. Uzun boylu, cüsseli ve saçları beyazlamış Victor Kalyuzhny beni bir konferans masası etrafında konuşmak üzere buyur etti. Odadaki lambaların aydınlattığı kadarıyla görebildiğim duvarlarda Moskova sokaklarını resmeden suluboya tablolar ile köşedeki küçük bir masa üzerinde Vladimir Putin'in imzalı bir fotoğrafının olduğu. Her ne kadar nezaketen Moskova'nın o kasvetli havası hakkında birkaç güzel söz söylemek için teşebbüs etsem de diplomat Kalyuzhny kaba bir üslupla sözlerimi keserek, "İlk sorunuz lütfen," dedi. Sibirya kasabalarından biri olan Ufa'da yetişmiş ve eğitim görmüş olan Kalyuzhny, Komünizm sonrası 1990'lı yıllarda Doğu Petrol Şirketi'nin başkanı olmuş ve bu sayede büyük bir servete kavuşmuş. Viktor Çernomirdin'in yakın dostu olan petrol baronu Kalyuzhny sonraları kariyerini siyaset arenasında sürdürmeye niyetlenmiş. Kalyuzhny adını ilk olarak Boris Yeltsin kabinesinde petrol bakanı sıfatıyla çalışırken Kafkas bölgesinden geçmesi planlanan Akdeniz boru hattına karşı sergilediği sert tutum 214 ile duyurmuş. Cumhurbaşkanı Putin hükümete gelir gelmez kendisini Hazar bölgesi özel temsilcisi ilan etmiş ve ona Hazar Denizi'ne kıyısı bulunan ülkeler arasındaki anlaşmazlıkları çözümleme görevini vermiş. Kalyuzhny'nin bizzat kendisinin de dile getirdiği üzere, bu hiç de kolay bir görev değildi. "Sorunların başında Rusya dışındaki bölge ülkeleri arasında mevcut olan aç gözlülük ve hasislik geliyordu." Kıyı ülkelerden her biri yalnızca kendi çıkarına hizmet etmeye müsait anlaşma şartlarından yana, mesela İran'ın talepleri büsbütün hakkaniyet dışı. 2001 yılında meydana gelen İranAzerbaycan gemi krizine atıfla, "Gecikmeksizin bir çözüme ulaşmak zorundayız, yoksa karşılıklı talepler yakın bir gelecekte silahlı çatışmalara yol açabilir." Peki öyleyse, barışa doğru atılan ilk adım Hazar Denizi'nin silahsızlandırılması olamaz mı, diye soruyorum. Kalyuzhny, üslubunu sertleştirerek, "Rusya'nın Hazar Denizi'ndeki donanmasını çekmesi düşünülemez bile," diye karşılık veriyor. "Özellikle de Amerikan birlikleri Özbekistan ve Kırgızistan'da konuşlanmışken katiyen!" Kalyuzhny düşündüğümden de çabuk gelmişti sadete: "Bir Rus deyişi vardır: Eğer misafir ağırlıyorsanız iki kez sevinirsiniz. Birisi misafir geldiğinde diğeri ise misafir ayrılırken." Bu tespite mukabil olarak ben de Amerikan birliklerinin Rusya'ya değil, bağımsız Merkez Asya cumhuriyetlerine konuk geldiklerini belirttim. Kalyuzhny bunun üzerine, "Kırgızistan ve Özbekistan CIS üyesi ülkelerdir ve Rusya ile aralarındaki güvenlik anlaşması ile bağlıdırlar," diyerek kendi görüşünde ısrar etti. "Amerikalılar bin Ladin'i yakalar yakalamaz Merkez Asya'dan çekilmeliler." Kalyuzhny ayrıca, Rusya'nın terörizme karşı ABD'nin yanında can-ı gönülden savaştığını ve bundan sonrada bu işbirlikteliğinin devam edeceği hususunda beni bilgilendirdi. 1999 yılında Moskova'da yüzlerce insanın ölmesine yol açan bir apartmanın bombalanması hadisesine işaret eden Kalyuzhny düşüncelerini, "Ortak olan yalnızca sorunumuz değil aynı zamanda ortak bir trajediye de sahibiz. Ama bu trajedi 11 Eylül 2001'de başlamış değil, 215 şeklinde ifade ediyor. Bu saldırıyı gerçekleştiren caniler hiçbir zaman yakalanamadılar ve Rus hükümeti her ne kadar bombalamadan Çeçen direnişçileri sorumlu tutsa da yayılan dedikodular hadisenin Çeçenlere karşı ikinci bir savaşı meşru göstermek bahanesiyle Rus gizli servisince düzenlendiği kanısını taşıyordu.



Kalyuzhny'ye göre, "Eğer Batılılar İslâmi teröre ilişkin ikazlarımızı vaktinde ciddiye alsalardı, 11 Eylül 2001'de vuku bulan saldırıların hiçbiri gerçekleşmeyecekti." "Lakin ne yazık ki insanlar sadece kendi hatalarının vebalini üstlendiklerinde tecrübe kazanıyorlar." Kalyuzhny büyük bir tatmin duygusu içerisinde, Batılı devletlerin Rusya'nın Çeçenlere düzenledikleri harekâtlara yönelik eleştirilerinin ancak bu saldırılar ertesinde sükut ettiğini de bilahare vurguluyor. "Çeçen direnişçiler, teröristler ve haydutlardan mürekkeptir," diye ekliyor Kalyuzhny, ve ayrıca Rus anayasasının bölücü cumhuriyetlere karşı gerekli mukabelede bulunmayı şart koştuğunun altını çizmeden de geçmiyor. Şayet Moskova Çeçenlere bu tam bağımsızlık hakkını tanımış olsaydı Tataristan, Sibirya gibi cumhuriyetler de pekâlâ aynı talepte bulunabilirlerdi. "Birleşik Devletler'de tek bir federe devletin bile kendi bağımsızlığını ilan etmesi hiç mümkün müdür," sualini yöneltiyor bana. Terörizmle mücadelede Rusya ve ABD arasında husule gelen yakın işbirlikteliği birçok gözlemciyi öylesine şaşırtmıştı ki medya "yeni stratejik işbirliği" sloganı ile durumu manşetlere taşımakta geç kalmamıştı. Bu tespit çerçevesinde Kalyuzhny'ye iki ülke arasında hasıl olan söz konusu ittifakın kalıcı bir zemine dayanıp dayanmadığına ilişkin görüşünü soruyorum. Doğrusu böylesine samimi bir yanıt beklemiyordum... "Her şey bir yana, Rusya halen kendisinden çekinilecek derecede caydırıcı bir nükleer ğüç. Bu nedenle Amerikalılar bizimle işbirliği yapmak istiyorlar." Güçlü bir Sovyet aksanı ile sözlerine devam eden Kalyuzhny, Süper güçlerin dünya için ortak sorumluluklarının ortaklar arasında karşılıklı anlayışa dayalı dengeli politikalar üretmek olduğundan dem vuruyor. " Biz Amerikayla barış içinde bir birliktelikten 216 yanayız ve vardığımız karşılıklı mutabakat çerçevesinde nükleer silahlarımızdan birçoğunu devre dışı bıraktık. Lakin, Amerikalılardan samimi olmalarını bekliyoruz." Merkez Asya'da, diye devam ediyor, sağlıklı bir rekabete açığız fakat taraflardan birinin diğerine karşı yokedici bir rekabet yürütmesi yanlış olur. "Misafirler konuk oldukları evde uzun süre kalmanın hiç de nazikâne bir tutum olmadığını anlamalılar." Sağnak yağmur altında Smolenskaya Meydanına adım attığımda Rus-Amerikan uzlaşısının kalıcılığına ilişkin şüphelerim daha da kuvvetlenmişti. Bu, hakiki mahiyette stratejik bir ortaklıktan ziyade konvansiyonel gereksinimlere hizmet eden geçici bir taktik evliliği andırıyordu. Rus devletini teşkil eden yapılanmanın büyük bir bölümü için Kafkaslar ve Merkez Asya üzerindeki politik, ekonomik, kültürel ve karasularına yönelik sömürgeci ve baskıcı taleplerden vazgeçmek asla düşünülemez bile. Amerikalıların Meksika'da konuşlanacak Rus birliklerine hoşgörülü yaklaşması nasıl mümkün değilse Rusların da Kırgızistan ya da Gürcistan'a kazık çakan ABD birliklerinin varlığını sineye çekmeleri o denli güç. Putin, Generallerini kısa vadede yaygın askerî kontrol politikasından vazgeçerek, işbirliğine dayalı bir politika gütmenin fazlasıyla dağınık birliklerin tek bir merkezde- toplanarak güçlendirilmesi için iyi bir fırsat teşkil edeceğine ikna etmeyi başardı. Bozulan iç ekonomik dengeler şayet Batı sermayesinin akışıyla düzelecek olursa Moskova dünyaya daha hâkim bir rol üstlenmekte gecikmeyecektir. Son zamanlarda hasıl olan gelişmeler Rusya'nın beklemeye pek de niyetli gözükmediğine delalet ediyor. 2002 yılı Aralık ayında Cumhurbaşkanı Putin Kırgızistan'a beklenmedik bir ziyaret yaptı ve iki taraf arasında yeni bir güvenlik anlaşması imza edildi. Bu anlaşmayla Rusya, Kırgızistan'daki bir hava üstüne Su-25 ve Su-27 savaş jetleri ve bombardıman uçakları ile diğer hava araçlarından oluşan bir filo konuşlandırdı. Bu öncü birlik ardından gelecek 20'den fazla uçak ile 1,000 askerden daha kalabalık 217 • 'bir birliğin, bir başka deyişle Rusya'nın 1991 yılından bu yana bölgeye yönelik gerçekleştirdiği en ciddi askerî koğuşlanmanın habercisiydi. Uçaklar ve askerler Kazakistan ile Tacikistan'daki üstlerden nakledilerek bölgede ortak bir anındamukabele gücü tesis edilecekti. Moskova'nın hareketi büyük ölçüde, bir zamanlar kendi kontrolü altında bulunan bölgedeki askerî etkinliğini tekrardan eski haline getirmeye yönelik bir çaba



olarak değerlendirildi. Savunma bakanı Ivanov yeni gücün amaçlarını tanımlarken şu ifadeleri kullandı: "Saldırı olması halinde ... hava kuvvetlerine bağlı birlikler düşman hedeflerini bombalayarak düşmanı saf dışı bırakacaklardır."51 Rusların Merkez Asya'da ayak bastıkları son üst olan Kant havaalanı Amerikan birliklerinin yerleştiği Manas havaüstünden sadece 35 mil uzakta. Çin de Amerika'nın kendi sınırlarına kadar sokulmasından rahatsız olmuş ki Çin Halk Kurtuluş Ordusu askerleri tarihinde ilk kez kendi ülke sınırları dışında, Kırgızlarla ortaklaşa bir tatbikat düzenleyerek gövde gösterisinde bulundular. Taraflar karşılıklı olarak yürüttükleri temaslar neticesinde terörün önlenmesine yönelik bir anlaşma imza ettiler ve Beijing yönetiminin Kırgızistan'da kendi birliklerini koğuşlandırmasına ilişkin bir durum değerlendirmesinde bulundular. Ruslar ile Çinlilerin girişimlerden tedirgin olan Özbek Cumhurbaşkanı Kerimov hemen akabinde, Merkez Asya'daki askerî üstlerin güvenlik, barış ve istikrar ortamına hizmet ettikleri sürece olumlu telakki edilebileceği uyarısında bulundu. "Halihazırda zaten gergin olan bir bölgede büyük güçlerin kendi aralarında askerî alanda rekabete tutuşmaları yıkıcı sonuçlar doğurabilir," dedi.52 Kırgızistan'daki ABD birliklerine yaptığım ziyaretten birkaç 51 New York Times, 7 Aralık 2002, s. 12. 52 Radio Free Europe, Orta Asya Raporu, 29 Aralık 2002, Cilt 2, sayı 47. 218 hafta sonra Merkez Asya'da giderek artan Amerikan varlığını dengelemek amacıyla 20.000'in üzerinde düzenli Rus askerî birlikleri ile sınır muhafızlarının koğuşlandığı Tacikistan'ın güneyine seyahat ettim. Afganistan'ın kuzeyinde Pamir dağları eteklerine kurulu eski Sovyet cumhuriyetlerinden biri olan Tacikistan 1992 yılından bu yana görünüşte her ne kadar bağımsız bir devlet olsa da Rusya'nın ülke üzerindeki etkisi halen çok güçlü. Rusya'nın kendi sınırları dışındaki en büyük askerî gücü niteliğine haiz bu birlikler ÇIS barış koruma misyonu çerçevesinde Tacikistan'ı 5 yıl boyunca kasıp kavuran iç savaş ardından 1997 yılında bölgeye intikal etmişler. Bahsekonu iç savaşta, komünizm sonrası kurulan devlet ile Islâmik gruplar arasında yaşanan çatışmalarda 50.000'den fazla sivilin öldüğü tahmin ediliyor. Bugün, Moskova yanlısı bir tutum sergileyen Cumhurbaşkanı İmam Ali Rahmanov idaresindeki hükümet bölgedeki istikrarın yeniden tesis edilmesi hususunda epey ilerleme kaydetmiş olmasına karşın Moskova, birliklerini çekmeyi reddediyor. Rusya Savunma Bakanı Sergey Ivanov, Duşanbe'de yeni bir karargâh inşa eden 201.Motorize Tümenin en az 15 yıl daha geri çekilmeyeceğini her fırsatta dile getiriyor. Aynı şekilde, Tacikistan ile Afganistan arasındaki 850 millik dağlık alanda bulunan Rus sınır muhafızlarının da yakın bir zamanda çekilmeleri olası görünmüyor. Rus sınır muhafızlarından sorumlu Yarbay Pjotr Pjotroviç, Duşanbe'de kurulan karargâh içinde yeralan etrafı ağaçlarla bezenmiş villasındaki demecinde, "Biz CİS'in güney kanadını Afgan teröristler ile silah tacirleri ve en önemlisi de uyuşturucu tüccarlarına karşı koruyoruz," diyor. "Burayı bir nevi Batı Avrupa'da tüketilen eroinin ilk geçit noktası olarak telakki edebilirsiniz." Tıknaz, orta yaşlı bir adam olan Pjotroviç sigarasını baş parmağı ile işaret parmağı arasında söndürürken şunları söylüyor, "Uyuşturucu trafiği giderek daha da kötüleşiyor. Afganlar esrar tarlalarından iyi bir hasat kaldırmışa benziyorlar." 2001 yılında meslektaşlarının 1.200 kilo eroine el koyduğundan bahsediyor. Tacik tüccarların kilosunu 3.000 dolardan satın aldıkları esrarın fiyatı Avrupa pazarına ulaştığında bir anda fırlıyor ve Londra'da kilosu 100.000 dolardan alıcı buluyormuş. Hazar petrolleri üzerinde oynanan oyun misali 25 milyar Dolarlık cirosuyla çok geniş bir satıhta büyük acıların yaşanmasına sebebiyet veren Afgan uyuşturucu trafiği de Merkez Asya'daki Büyük Oyun'un diğer bir ayağını teşkil ediyor. Afyon bazlı uyuşturucular 20 yıldır Afganistan'dan tüm dünyaya ihraç edilmekte. Bugün Batı Avrupa'da tüketilen eroinin yaklaşık yüzde 80'i Hindukuş dağlarından geliyor. Afgan uyuşturucularının eski kaçakçılık rotaları yakın bir geçmişte tamamen farklı mıntıkalara kaydı. Daha birkaç yıl öncesine kadar Afgan eroin ve esrarı 'Altın Hilal' diye adlandırılan Pakistan ve İran'a götürülerek oradan Batı



Avrupa'ya pazarlanıyordu. Ancak, büyük çaplı eroin trafiği Pakistan ve iran'da yaşayan milyonlarca genci feci şekilde bağımlılık ağına düşürüp zehirlemişti. Bunun üzerine her iki ülkede uyuşturucu trafiğine karşı ciddi önlemler aldı ve Afganistan ile aralarındaki sınır denetimlerini sıkılaştırdılar. Kendilerine yeni nakil yolları aramaya başlayan uyuşturucu kaçakçıları ise eski Sovyetler Birliği topraklarından geçen ve hem doğru dürüst bir sınır denetimi olmayan hem de yolsuzluklara açık güvenlik güçlerinin kol gezdiği 'ipek Yoluna' gözlerini diktiler. Böylelikle eroin Tacikistan üzerinden Rusya'ya oradan da Özbekistan ya da Fergana vadisindeki Kırgız kenti Oş üzerinden Batı Avrupa'ya pazarlanmaya başlandı. Fakat bu durumdan pek de hoşnut olmayan Kazakistan'ın uyuşturucu ticareti ile mücadeleye hız vermesi nedeniyle kaçakçılar Oş'tan doğrudan Rusya'ya geçmek yerine Xinjiang bölgesinden dolaşmayı yeğler oldular. Bu arada Rusya her ne kadar uyuşturucu trafiğinin transit geÇiş noktalarından biri olsa da en nihayetinde Afgan uyuşturucularından kendisi de doğrudan etkilenmeye başladı. Beraberinde HIV virüsünün dünyada en hızla yayılma oranına ulaşmasına da yol açan eroin bağımlılarının sayısının kısa bir süre içerisinde 3 milyondan 5 milyona fırlaması Rusya'yı acil çözüm arayışına itti. ? 220 ____ Rusya'da tutuklanan uyuşturucu kaçakçılarının üçte biri Tacik kökenliydi. "Daha evvelki gün 32 kilo eroin taşıyan iki haydudu gözaltına aldık.", dedi Yarbay Pjotrovic. Alıkoymak mı? diye soracak oldum. Pjotrovic omuzlarını silkerek, "Evet, doğru. Çatışmaya girmişler" diye yanıtlıyor sorumu. "Bu çatışmaların neticesinde sanırım suçluları sindirmeyi başardık." Duvarda asılı üç fotoğrafta gözleri bağlanarak yerde diz çöktürülmüş Afgan tutukların resimleri vardı. Pjotrovic'e bu yıl sınırda kaç uyuşturucu kaçakçısı öldürdüklerini sordum. "30'dan fazla", diye cevap verdi. "Onlar da sınır muhafızlarımızdan birini öldürdüler." Diğer gün Duşanbe'den kalkan bir uçakla Tacik Badahistan bölgesindeki bir sınır kasabası olan Khorog'a geçtim. Sovyetler döneminde bu uçuş rotasında sefere çıkan Aeroflot pilotlarına atıldıkları tehlike nedeniyle maaşlarına ek olarak bir de prim verilirmiş. Bindiğim küçük Fokker tipi uçak ile Pamir Dağları'nın karlı tepeleri arasındaki dar geçitlerden geçerken sanki her an uçağın kanatları sivri kayalıklara çarpacak gibi hissediyorsunuz, bir saat boyunca tüylerim diken diken oldu doğrusu. "Yerkürenin çatısı" diye adlandırılan Pamir yukarıdan muhteşem görünüyordu. Kuzeye doğru baktığımda Pamir Dağları'nın halen Sovyet döneminden kalma isimlerini taşıyan ve her ikisi de 7000 metre yüksekliğe sahip iki zirvesini de görebiliyordum, Komünizma ve Lenina zirveleri. Altımızda bir kısmı Tacikistan'da diğer kısmı Afganistan'da kalan Badahistan bölgesi uzanmaktaydı. Bu sözde sınır 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ingilizler ile Ruslar arasındaki Büyük Oyun'u tatlıya bağlamak gayesiyle çizilmişti. Diplomatlar Badahistan'ın doğu uzantısını tampon bölge kabul etmişler ve bu dar uzun geçit üzerine kurulu alanı Vahan koridoru olarak adlandırmışlardı. Bugün bu yapay geçit aynı zamanda Çin ve Pakistan'ı da birbirinden ayıran bir sınır vazifesi görüyor. Yıllar önce iki büyük imparatorluğu ayırmak adına Badahiler iki ayrı kampa bölünmeye zorlanmışlar. Kaderin tatlı bir cilvesi kabilinden hem Tacikistan hem de Afganistan tarafında kalan Badahiler Sovyetlerin yıkılma.' . ? 221 sı ertesinde nihayet tekrar birleşmişler. Ve aralarındaki bu soydaşlık bağı uyuşturucu trafiğini kolaylaştıragelmiş. Khorog karlı dağlarla çevrelenmiş 2100 metre yüksekliğinde dar bir plato üzerinde uzanıyor. Bölgede yaşayan 20,000'e yakın insanın tümü işsiz, zira alp dağlarının verimsiz çorak arazisi tarıma elverişli olmadığı gibi kasabadaki tek fabrika olan tekstil işletmesi de yıllar önce kapanmış: Sovyet döneminde harikulade bir üne sahip olan ve birçok öğrenciyi bu kuş uçmaz kervan geçmez yere çekmeyi başarmış üniversitesi ise ayakta kalmayı başarmış. Bu sayede pazardaki satıcılar bile diploma sahibi olmayı başarmışlar ve birkaç yabancı dil konuşabiliyorlar. Sivil iç savaş döneminde erkeklerin birçoğu ölmüş geride kalanların ise çoğu iş aramak için burayı terk ettiklerinden kadın-erkek nüfusu arasındaki dağılım dengesi epey bozulmuş. Her bir erkek başına 8 bayan düşüyor. Ruslan'ın dediğine göre "Hayatı buralarda çekilir kılan bu kadınların son derece güzel olmasıymış." Genç adam kasabadaki Batılı bir yardım teşebbüsünde part-time



iş bulmuş olan şanslı azınlıktan. Yalnız konuyu Khorog'da bulunan Rus sınır muhafızlarına getirince birden yüzü asıldı. "Sömürgeci hükümdarlar gibi biz Tacikleri ezmeye çalışıyorlar." Ruslan'ın ifade ettiğine göre Ruslar uyuşturucu ile mücadele meselesini bölgedeki askerî varlıklarını daimi kılmak için sadece bahane olarak kullanıyorlar. "Bizzat Rusların kendileri herkesten fazla bu işin içindeler. Daha birkaç hafta önce bir Rus generali Tacikistan'da bavuluna zula ettiği 80 kilogram saf eroinle yakalandı." Ruslan sınırdaki bir kontrol noktasında Rus sınır muhafızların yöre halkından 5 masum Tacik'i güya üzerlerinde eroin taşıdıkları bahanesiyle kurşuna dizdiklerini ileri sürüyor. "Bu tam anlamıyla bir cinayetti," diyor Ruslan. "Ben öldürülen bu adamlarla birlikte büyüdüm. Onlar uyuşturucu filan kaçırmıyorlardı, katiyen. Ruslar düpedüz yalan söylüyor. Besbelli ki sarhoştular ve bu 5 adamı eğlence olsun diye öldürdüler." Ölenlerin aileleri yaşadıkları bu trajedi ardından soruşturma açılması talebinde bu. • .' 222 lundular ama nafile. "Halka gösterilen eroin paketleri pek tabii onları öldüren Ruslar tarafından sonradan ceplerine sokulmuştu. Zaten Rusların elinde eroinden bol ne var!" Bu katliamdan sorumlu tutulan Rus birliklerin barakaları Tacikistan ve Afganistan arasındaki sınırı çizen coşkun Panj Nehri kıyısında, Khorog'un güneyine doğru bir saatlik sürüş mesafesinde. Nehrin üzerindeki iri kaya parçaları bir ülkeden diğerine yürüyerek geçişi bir sorun olmaktan çıkarıyor. Kasvetli dağ etekleri arasındaki dar vadinin yamaçlarını sadece birkaç kavak ağacı süslüyor. Üstün ana giriş kapısında Rus askerleri bana burada ne aradığımı sordular. Subaylardan biri içeriye girebilmem için Moskova'daki bakanlıktan bir izin belgesi almış olmam gerektiğini söylemeye çalıştı. Ancak ben de bunu bildiğimi fakat bölgeyi ziyaret etmeden önce bakanlığa gönderdiğim sayısız faksa herhangi bir yanıt verilmediğini ifade ettim. Neyse ki Rus askerleri yazılı emirlere pek de riayet etmediklerinden beni içeriye buyur etmeleri en çok birkaç dakikamı aldı. Ağaçların gölgelediği bir avluda subaylardan biri gürleyerek birliğe yeni katılan 20 çaylak askere emirler yağdırıyordu. Kafaları tıraşlı bu askerler her 2 saniyede bir ayağa zıplayıp tekrar yere atlıyorlardı. AK-47'yi söküp yeniden birleştirme idmanı yanı-sıra göbekleriyle beton zemin üstünde sürünerek burada 1918 yılından beri bulunan barakaların anısına dikilmiş anıtı aşıyorlardı. Anıt üzerine çivi ile oyularak kırmızıya boyanmış çizgiler sanki bölgedeki hiçbir cumhuriyet kendi bağımsızlığını ilan etmemişçesine Vilnius'dan Vladivostok'a kadar olan eski Sovyet İmparatorluğunun sınırlarını simgeliyordu. Nihayet 5 adamı katleden devriye birliğinin komutanı Albay Oleg'i karargâhında bulabilmiştim. Sınır muhafızları birliğine 8 yıl önce katılmış olan 34 yaşındaki Moskovalı komutan olayı hemen hatırladı: "Nehrin birkaç mil aşağısında iki Afganlı tespit edildiğine ilişkin telsiz çağrısını aldığımda neredeyse gece yarısı olmuştu." "Adamlar bir halat ve traktör lastiği taşıyorlardı," taşıdıkları uyuşturucuları nehrin Tacikistan tarafında bekleyen yan223 daşlarına iletmeleri için tipik bir kaçakçılık tertibatı. "Fazla uzakta olamazlardı", diye olayı anlatmaya devam ediyor Oleg. "Aniden önümüze beyaz bir Lada çıkıverdi." Oleg'in aklına o anda Afgan gerillaların yıllar önce onu ve arkadaşlarını düşürdükleri pusu gelmişti. Saldırganlar AK-47'leri ile üzerlerine adeta ateş kusmuşlar, ve Oleg'in 8 adamını oracıkta katletmişlerdi. Kurşunlardan biri de Oleg'in baldırına saplanmıştı ama yine de hayatta kalmayı bir tek o başarabilmişti. Oleg pantolonunu indirip bana kurşun yarasının izini de göstermeyi ihmal etmedi. Oleg tekrar olay anına dönüyor, "Lada yolumuzu kesince biz de kuralların gerektirdiği gibi davrandık," Bir eliyle ona Soğuk Savaş döneminde Almanya Magdeburg'da hizmet ettiği Kızıl Ordu'da geçirdiği yılları anımsatan siyah renkli Doberman cinsi köpeğini okşarken, "Arabadaki yolculara iki kez ellerini havaya kaldırıp araçtan çıkmaları uyarısında bulunduk. O sırada silahlı olduklarını fark ettik. Yapacak bir şey yoktu, ateş açtık ve onları öldürdük. Olay böyle cereyan etti," diyor.



Oleg rüşvet yiyen, Afgan uyuşturucu kaçakçıları ile işbirliği yapmış Rus subayları hakkındaki söylentileri yalanlıyor. Bir sigara yakıyor, ve "Doğaldır ki bu malla ceplerini az da olsa dolduran birkaç asker çıkabilir, bunu kimse önleyemez, fakat biz subayların böyle bir şeye bulaşmasına en başta KGB müsamaha göstermeyecektir. Son derece sıkı biçimde denetleniriz." Avluya doğru yürürken büyük çelik bir levhaya gözüm takıldı, üzerinde "Sovyetler Birliği uğruna ulusötesi görevlerde hayatını feda eden kahramanlara adanmıştır," yazıyordu. Fotoğraflardaki yüzlerin çoğu 1980'li yıllarda Afganistan'da çarpışırken vurulup ölmüş Kızıl Ordu askerlerine aitti. Oleğ, "Çeçenistan'da ölen askerlerin resimlerini de ekledik," diye belirtti, ancak söylediğine göre artık kendisi de barakalarda geçen bu çetin yaşam koşullarından yorgun düşmüştü. Eşini ve kızını aylardır göremiyordu, evine dönmek istiyordu. Muhafızlardan birinin üstün en uzak ucunda elindeki makineli tüfekle dar nehir vadisini beklediği bir gözetleme kulesine 224 tırmandık. Afgan tarafında adamın biri eşeğini dağ patikasına sürüyordu bu esnada sağ cenapta iki adam da afyon hasadı yapmakla meşguldü. "Bu dağların ardında Afgan çiftçiler afyon yetiştirirler," dedi Oleg. Uyuşturucu Afganistan için her ne kadar en büyük nakit gelir kaynağı olmayı sürdürse de, Yeni Büyük Oyun'un taraflarının bu ülke üzerindeki hegemonyalarını artırmaya çalışmalarının ardında yatan iki temel unsur: Terör ve boru hatları. 225 BORU HATLARI DÜŞLERİ: AFGANİSTAN Han'ın bu tarafa doğru gelen konvoyundaki motorların sesleri daha belli belirsiz duyulmuşken, 200 civarındaki mücahitten bir kısmı konuşmayı kesiyor ve hemen tüfeklerine yapışıp askerî kı-yafetlerindeki kırışıklıkları düzelttikten sonra hazırola geçiyor. Mücahitlerin arkasında ise yüzlerce insan, küçük bir parkta bekleşiyor -çocuklar, sarıklı ve ak sakallı ihtiyarlar; peygamber çiçeği mavisi, burka dedikleri ipek çarşafları içinde kadınlar. Bugün Nevruz, Fars güneş takvimine göre yeni yılın ilk günü, Muhammed peygamberin doğumundan 1381 yıl sonrası. Batı Afganistan'ın en büyük kenti olan Herat'ın sakinleri -Batılıların takviminde 21 Mart'a karşılık gelen- bu günü geleneksel kır pikniklerine giderek, hısımlarının mezarlarını ziyaret ederek geçiriyorlar. Taliban yönetiminin bu yeni yıl adetlerini Islama aykırı bulup yasaklamış olduğu için Afganlar Nevruz'u ilk kez kutlayabiliyor; Herat'ın sürgünden dönen yöneticisi, efsanevi mücahit savaşçı lider İsmail Han'ın, parkı tekrar hizmete açması için de uygun bir gün bu. Tepeden tırnağa silahlı muhafızlar, alçak bir 226 binanın damına çıkıyor; muhafızların birinde bazuka var; daha birkaç gün önce parktaki mayınlar temizlendi. Muhafızların görevi, ahalisinin Emir Sahip olarak tanıdığı Han'ın güvenliğini sağlamak. Taliban rejimi çökeli aylar oldu; Taliban'ın savaşçı birimlerinden çoğu kırsalda ve büyük şehirlerde dağıldı. 10.000 civarı Amerikan askeri ve bunun yanı sıra 1.000 kadar müttefik asker, ülkeyi Hindikuş dağlarında zapt etmiş, Pakistan sınırındaki dağlık bölgelerde El Kaide ve Taliban'a ait tek tük direnişlere karşı savaşmaktalar. Usame Bin Ladin ve Molla Ömer anlaşılmaz bir biçimde ortadan kaybolmuş gizleniyorken, Amerikalı olmayan 5.000 kişilik bir Uluslararası Güvenlik Yardımı Kuvveti (UGYK) Kabil kentinin sokaklarında devriye geziyor. Cumhurbaşkanı Hamid Karzai'nin yönetimindeki yeni Afgan hükümeti, 23 yıl sürmüş savaşın yakıp yıktığı ülkeyi yeniden kurmaya çalışıyorlar. Ne var ki bu konuda az mesafe katedilmiş Afganistan'da, diğer ülkelerce vaat edilmiş 4.6 milyar dolarlık yardımın sadece küçük bir parçası verilmiş çünkü ülkeye. Taliban karşıtı oldukları için bir kısmı CIA'den maaş bile alan yerel kumandanlar - savaşçı grupların liderleri, bölünmüş bu ülkenin büyük kısmına hâkimler. Emirlerinde 700.000 silahlı milis olan bu kumandanlar, merkezî hükümetin otoritesini büyük ölçüde sınırlandırmış oluyor ve bu yüzden Karzai'nin küçümsenerek "Kabil'in belediye başkanı" olarak lakaplandırılmasına sebep oluyorlar. Çoğu, Taliban'a destek verip katılmış, güneydeki Peştunlar ile Taliban karşıtı direnişi destekleyen kuzeydeki Tacik ve Özbek kabileler arasında etnik çatışmalar ortaya çıkmış durumda. 89 yaşındaki eski Afganistan kralı Zahir



Şah gibi, Cumhurbaşkanı Karzai de bir Peştun; ne var ki asıl yetki, Kabil'in kuzeyindeki Panjshir Vadisi' nden gelmiş olan bir grup Tacik'in elinde bulunuyor. Bu kişiler efsanevi mücahit lider Ahmet Şah Mesut'un en yakın arkadaşları idi; Ahmet Şah Mesut, El Kaide askerleri olduğu tahmin edilen kişilerce 9 Eylül 2001'de öldürülmeden önce Taliban Karşıtı Kuzey Ittifakı'nın, ya da resmî adı ile Afganistan'ın Kurtuluşu :. ? 227 İçin Birleşik islâm Cephesi olarak bilinen, etnik çeşitliliğe sahip kabile temelli gerilla kuvvetlerinin kumandanlığını yapıyordu. Panjşiriler ve rakipleri, Kabil kulislerinde sürekli bir güç mücadelesi içindeler. Tüm bu karışıklık içinde, "Herat Aslanı" General Han, Afganistan'ın en güçlü yerel liderlerinden biri olarak dağlardaki gizli yerinden bir kez .daha çıkıyor. Emir Sahip, Kabil'deki merkezî hükümeti önemsemeden Herat'ı tam bir monarşik hükümdar gibi yönetiyor. Kendisine kıyasla daha tecrübesiz olan Karzai tarafından bölge valisi olarak atanmaya şu ana dek karşı çıktı Han. Bu bağımsız konum, Herat'ın hemen 90 kilometre batısında sınırı bulunan iran'ın müttefiği olarak Sünni Tacikleri gören Bush yönetimini öfkelendirdi. İranlılar yıllardır mücahit'i desteklemiş, sürgün olduğunda ona kucak açmıştı; ama Han vasıtası ile iran'ın Afganistan'ın iç işlerine karıştığı yolunda kuşkular belirdi artık. Washington'dakiler ise, Han'ın bağımsız bir modern bir "Hanlık" kurmasından çekiniyor. Savaşçı liderin gerilla ordusuna İranlılarca para ve silah yardımı yapıldığına ve bunun sonucunda kentte şiddetli çatışmalar çıktığına dair haberler alınıyor. Iran ve Türkmenistan'a uzanan ana yollar üzerinde bulunan kentin stratejik konumu, Orta Asya'daki yeni Oyunlar açısından çok önemli olabilir. Uzun süredir yapımı planlanan ve Hazar Denizi'nden Hint Okyanusuna kadar uzanan iki doğalgaz ve petrol boru hattı Herat'tan geçecek çünkü. Emir'in kahverengi Toyota cipi, parka giriyor, ellerinde bazukalar ve Kalaşnikof tüfekler olan askerlerle dolu üç kamyon geliyor hemen ardından. Boyunun kısalığını ve siyah beyaz sarığını saymazsak, Emir, pamuk gibi sakallarıyla Batılı çocukların Noel Baba'ya benzetebileceği bir simaya sahip. 50'li yaşlarının ortasında henüz Emir Sahip, ama 20 yıldır iç savaşla cebelleşen bu ülkede, pek çok kadın ve erkek gibi Han da çabuk çökmüş. "Allahu Ekber!" diye haykırıyor halk üç kez. "Allah uludur!" Erkekler, savaşçı liderlerine saygılarından başlarını eğip, tek ellerini göğüslerine götürerek samimiyetlerini ve bağlılıklarını göste228 . ? ' riyor. 1979'da Afgan ordusunda binbaşı olan ve cihat çağrısı yapan Han'ın ta o zamandan tanıdığı müttefikleri buradakilerin çoğu. Fakir bir köylü ailesinin oğlu olan Han, Kabil'deki askerî okula yazılmış, doğduğu kente döndüğünde ise teğmen imiş. Oldukça muhafazakâr olan Han, komünist isyancıların 1978'den sonra Kabil'de ülkeyi kökten modernleştirme çabalarıyla Herat'a Sovyet müşavirler, görevliler ve mühendisler atadığına şahit olmuş. Bu gördükleri onu endişelendirmiş. 1979 Martında, Han, kentin garnizonunda yeni komutaya karşı bir isyana öncülük etmiş ve yüzlerce Sovyet müşavir ile onların ailelerini katlettirmiş. Moskova ise cevap olarak 300 tank yollayarak 3.000 yıllık Herat kentini darmadağın etmiş. Hükümete bağlı askerler kent halkını katlederek bir haftada 24.000 kişi öldürmüşler. Kurbanlardan çoğu, Rusya'nın Afganistan'a yaptığı ilk açık müdahale esnasında Sovyet jet uçakları ve helikopterlerinin bombardımanı sonucu ölmüş. Parçalanmış cesetleri buldozerler süpürerek toplu mezarlara yığmış. Han ve 60 direnişçi ise, dağlık bölgeye kaçarak partizan bir mücadeleye geçmek durumunda kalmışlar. Kısa süre sonra Kızıl Ordu, Afganistan'ı işgal etmiş. Sovyet jetleri Herat'a her gün bombalar yağdırırken, Sovyet askerleri ile Han'ın mücahitleri seneler sürecek bir kedi-fare oyununa girişmişler. Kabil'in aksine Herat hiçbir zaman ele geçirilememiş ve yeryüzünde zaptı en zor yerlerden biri olmuş. Herat'ın Sovyet Kumandanı General Andruşkin, Han'a yazdığı bir mektupta, Han'ın da Basmachi lideri ibrahim Bey'in akıbetine uğrayacağını iddia eder; ibrahim Bey, 1920'lerde Bolşeviklere karşı Orta Asya'da savaşan ama sonunda ele geçirilip



öldürülen efsanevi bir gerilladır. Han ise yazdığı cevapta şöyle der: "Siz Ruslar 70 yıldan beri unutamamışsınız İbrahim Bey'i. Beni ise 200 yıl geçse bile unutamayacaksınız." Han'a bağlı birlikler, 1989'da Sovyetlerin çekilmesini ve 1991'de Sovyetlere bağlı kukla rejimin iktidardan düşmesinden 229 sonra fazla kanlı eyleme girişmediler. Kendisini bölgenin valisi olarak ilan eden Han, ülkenin diğer köşelerinde rastlanmayacak derecede güvenlik, eğitim ve gıda temin etmeyi başardı. Sayıca üstün Peştun Taliban askerlerini ilk etapta püskürtmeyi başaran Tacik lider, ani bir kararla ve direniş göstermeden Herat'tan ayrılarak yanında pek çok sadık askeri ile İran'a kaçtı. Sonradan, Afganistan'a gizli bir amaç için döndüğünde ise, Özbek bir General, 12 milyon dolar karşılığı Han'ı ele vererek Taliban'a yakalattı. Han, 3 yıl boyunca elleri ve ayakları kelepçeli bir halde güneydeki Kandahar kentinde bir zindanda esir kaldı. Gardiyanlardan birinin de yardımıyla mucizevi bir biçimde iran'a kaçmayı başaramasa, Taliban rejimi sonlanmadan evvel ölürdü muhtemelen Han. İran'da ise savaşma tekrar başladı. Sürgünü sırasında Han'a kucak açmanın yanı sıra silah ve para yardımı ile askerî eğitim de sağladı İran; Han'ın en iyi mücahit askerleri, İran ordusunun en muhafazakâr kanadı olan Sepah-e Pasdaran (Devrimci Birlikler) tarafından eğitildi. Doğu İran'daki Mashad kentinde bulunan eğitim kamplarını bizzat Han kontrol etti. Taliban rejimi esnasında, İran 2 milyondan fazla Afgan mülteciyi kabul etmişti, bu insanlar BM tarafından artık tekrar kendi topraklarına yerleştiriliyorlar. Memleketlerine dönen pek çok Afgan için yol Meşhed'de başlayıp küçük Dogharun kentindeki sınır karakolunda son buluyor. Afganistan'a geçebilmek için aradaki yarım kilometrelik çorak tarafsız bölgeden geçmek gerekiyor. Yolculuğum esnasında sıcak Mart güneşi, 4 yıllık kuraklıkla kurumuş toprağı kavurduğunu, esintilerin yerden toz bulutları kaldırıp yeni asfaltlanmış yola döktüğünü görüyorum. Her iki tarafta da insanlar dileniyor, dilenciler arasında sakatlar, körler, savaşta yaralananlar ve vücutları egzama ile, iltihaplı yaralarla dolu çocuklar var. Saçı darmadağın, yüzü kirle kaplı bir oğlan çocuğu koltuk değneği ile yürüyor, tek bacağını mayın koparmış çünkü. Kendisine bol gelen, eski bir üniforma giymiş bir Afgan sınır askeri, küçük kulübeye gelmemi işaret ediyor; deri kaplı şişkin 230 bir deftere pasaport bilgilerimi giriyor burada. Duvarda Ahmet Şah Mesut ile İsmail Han'ın resimleri asılı. Vizemi tasdik ettikten sonra muhafız uzun uzun elimi sıkarak ülkesine buyur ediyor beni. Sınır muhafızlarının kulübesinin tam karşısında ise UNHCR'ın - Birleşmiş Milletlerin mülteciler örgütünün bürosu var. Müdürü Ziya Ahmet adında bir Afgan, gelişimi izliyor. "Taliban olsaydı, bu kadar iyi karşılanamazdınız," diye gülerek beni öğle yemeğine davet ediyor. Diğer çalışanlarla birlikte halıya çöküyoruz; yer sofrasındaki büyük tasların içinde keçi eti, pirinç ve domatesten yapılmış pilav var, içecek olarak ise yeşil çay. Ahmet yıllardır bu büroda çalışmış ve İran'a giden Afgan mültecilere yardımcı olmuş. Şimdi de o insanların vatanlarına dönmelerine tanık oluyor. "Her gün, 400 civarı mülteci İran'dan dönüyor. Bu sefer artık ilelebet dönmüş olmayı ümit ediyorlar," diyor Ahmet; ama memleketlerinde onları işsizlik, açlık ve yoksulluk bekliyor. "Ne olursa olsun, onlar için mühim olan, savaşın bitmiş olması. Yardım olarak her aileye 10 dolar ve tahıl tohumları veriyoruz," diyor Ahmet. Önümüzdeki haftalar içinde UNHCR, 50.000 mülteciyi otobüs ve kamyonlarla kendi köylerine götürmeyi planlıyor. Pencereden, sınır karakolundaki aralıksız trafiği izliyoruz. "Taliban rejimi varken buralar gayet sakindi. Hatta her binanın çatısında, iran'a hedeflenmiş top mermilerine ait parçalar olurdu," diyor Ahmet. "Bugün ise 2 dakikada bir Iran kamyonları geçiyor sınırı." Dışarıda kamyonlar sınırı geçmek üzere uzun bir kuyruk oluşturmuş. Kanımca taşımaları muhtemel yükü bir de Ahmet'e teyid ettiriyorum. "Evet, doğru, bir sürü silah olduğunu söylüyorlar," diye cevap veriyor. "Ama ben şahsen hiç silah görmedim o kamyonlarda. Şimdiye dek gördüğüm gıda ve inşaat malzemeleri." Iran, ülkede önümüzdeki 5 yılda yapılacak yeniden yapılandırma çalışmaları için Afgan hükümetine 500 milyon dolarlık bir bağış



sözü vermiş, Ahmet'e göre bu ille de İran'ın Afgan iç işlerine karıştığı manasına gelmiyor. "Ülkemin yardıma ihtiyacı var. Bu yardımın nereden geldiği benim için önemli değil." 231 Sınır karakolundan Herat'a olan 90 millik yolu aşmak 4 saat sürüyor. Kara Kum çölünden Herat'a uzanan yol esasen kumlar arasında ara sıra görünen küçük asfalt parçacıklarından ibaret. Mart 2002'de Tahran'a yaptığı resmî bir ziyarette Afgan Cumhurbaşkanı, İran Hükümetinden, sınırdan Herat'a kadar uzanan asfalt bir yol yapılabileceği teklifini aldı. Çalışmalar tam başlamıştı ki proje sürüncemede bırakıldı. Kabil'deki Amerikalı diplomatlar projenin yapılmasına karşı çıkarak sessizce müdahale ettiler, böyle bir ulaşım bağı sayesinde İran'ın batı Afganistan'da etkili olacağından korkuyorlardı; Afganlılar arasında çıkan söylentilere göreyse îran bu yolun Ayetullah Humeyni olarak adlandırılmasını istiyordu. Herat'a giden yolun kalıntılarında iken, şehirleşmiş iran'dan eskiye ait Afganistan'a geçiş çok ani gerçekleşiyor. Sırtlarını sarp dağlara yaslamış köyler, çölde tek tük kalmış su kaynaklarının etrafına kümelenmiş. Cüppelere, sarıklara sarınmış köylüler, duvarları rüzgâr tarafından oyulup yıpratılmış çamur kulübeler arasında sürüyorlar eşeklerini. Derken uzun sürmüş bir savaşın kalıntıları beliriyor, Rus Tanklarının parçalanmış ve kavrulmuş iskeletleri görünüyor yol kenarında, rüzgâr üzerlerine kum üflüyor. Çay içmek üzere bir kameriyede durduğumuzda, gür sakallı bir adamın bir el bombası ile oynadığını görüyorum, istersem bana da verebileceğini söyleyerek atacakmış gibi oluyor. Bu teklifi nazikçe geri çeviriyorum. Yerleşkenin dışında sarai dedikleri eski, toprak bir kale var, silahlı mücahitler buranın çatısında eski bir uçaksavarın etrafında toplaşmış. Hemen yakınında ise Sovyet yapımı bir "Stalin Orgu" (Katyusha tipi çoklu roketatar) -ki bu silah General Paulus'un altıncı Alman Ordusu'nu Stalingrad'dan püskürtmede kullanılmış olabilecek kadar eski— kumların arasında paslanıyor. 4 saatlik araba yolculuğundan sonra, Herat'ın devasa 5 minaresi, Hari Rud Irmağı vadisinin titreşen ısı dalgaları arasında yükseliyor; bunlar Sultan Hüseyin Baykara'nın muhteşem medresesi ile Timurid Kraliçesi Gauhar Şad’ın Musalla'sına ait kalıntılar. 15. 232 yüzyıla ait bu benzersiz ibadethaneler, 1885'te, Herat'ın kuzeyindeki Pandjeb vahasına kadar ilerlemiş Rus işgalcilerinin olası bir saldırıda burayı stratejik amaçla kullanmamaları için, İngiliz Askerî Müşavirlerinin emriyle yıkılmış ve Büyük Taktik Oyunlarının ilkine kurban gitmiş böylece. Ayakta sadece 9 minare kalmış ki bunların üçü sonradan bir depremde yıkılmış. 100 yıl sonraki Rus işgalinde ise bir minare daha, bu sefer bombalanarak yıkılmış. Bölgede BM'nin siyasi müşavirliğini yapan Jan Melikzade, bana kenti gezdiriyor. Kentin ağaçlarla kaplı sessiz bir köşesindeki konukevine davet ediyor beni. Dikenli tellerle tahkim edilmiş yüksek duvarların ardında BM çalışanları, bakımlı ve sulanan vaha misali bir bahçede dinleniyor. Taliban'ın çökertilmesinden sonra, Melikzade, Tacikistan'daki eski üssünden buraya taşınmış. Babası İranlı olduğu için de bu genç Avusturyalı, halkın Farsça'ya yakın Dari lehçesiyle konuştuğu Herat'ta zorluk çekmiyor. "Amerikalılar ve İranlılar ilk kez Herat'ta karşı karşıya geliyor," diyor Melikzade heyecanla. "Kentte bir sürü ajan var. 1940'ların başında Kazablanka nasıl ise burası da şimdi öyle. Amerikalılar buradaki varlıklarını her hafta daha da güçlendiriyorlar ve îranlıların her hamlesini gözlüyorlar." Dar sokakları ortaçağ şehirleri misali bir hengame içinde olan Herat'ın eski semtleri, eşeklerin çektiği kağnılarla, çoğu Afganlı ve Pakistanlı'nın yerel kıyafeti olan kamiz şalvarlarına ve sarıklara bürünmüş adamlarla dolu. Meyve, yemiş ve sebze satıyorlar. Peygamber çiçeği mavisi burkalar içinde kadınlar dükkânların önünden geçerken pazarcılarla sıkı bir pazarlığa girişiyorlar. Burada olmaları bile özgürlüğe dair küçük bir işaret aslında; çünkü Taliban rejimi varken kadınlar yanlarında kocaları olmadan evden dışarı bile çıkamazdı. Modernliğe kavuşmanın başka bir işareti ise el arabasıyla geçen bir çocuğun sesi sonuna kadar açılmış pilli stereo radyolarından sokağa yankılanan -bir zamanlar



yasaklanmış- rock müzik. 30 afgan parası -ki 1 dolar ediyor- ile çocuğun sattığı bu İran ya da Pakistan yapımı teyplerden bir tane alınabilir. 233 Her adımlarında çınlayan kırmızı zillerle süslü atların çektiği bir sürü büyük araba bize doğru gacırdayarak geliyor. Arabacıların arkasında peçeli kadınlar bir araya sıkışmış. Bir Toyota pikap köşeyi döndükten sonra acı acı korna çalarak kalabalığın arasından geçmeye çalışıyor. Kasa kısmında genç adamlar Kalaşnikof tüfeklerini, bazukalarını havaya kaldırıp sallıyor. Ama pazarda kimsenin onları dikkate aldığı yok. "BM olarak öğrendiğimize göre, Herat'a bir sürü kamyon dolusu yarı otomatik yepyeni MP-5 tüfekler getirildi," diyor Melik-zade. "Ayrıca ismail Han'ın askerlerine iranlılar tarafından yeni üniformalar dağıtıldı. Tahminince, Han, kendisini Ruslara ve Taliban'a karşı yıllardır desteklemiş olan Sepah-e Pasdaran - Devrimci Muhafızlar arasındaki bağlantılarından destek alıyor. Melikzade'ye göre, mollalar, Afganistan'da laik ve liberal bir gücün iktidara gelmesini istemiyor, çünkü böyle bir iktidarın ilerde, İran'daki gibi demokratik reformlar yapacağını biliyorlar. Han'ın, sadık askerlerine maaş ödeyebilmesi için İranlı mollaların ona para yolladığına dair söylentiler var. "ismail Han'ın bu askerleri merkezî hükümetin yetkisine bırakıp bırakmayacağı henüz belirsiz. Hatta aslına bakarsan şu anda ordusunu genişletmekle meşgul," diyor Melikzade. "Kandahar ilinin sınırında Peştunlarla çatışmaya girdiler bile." Meşhur Mavi Canıi'ye geliyoruz, gök mavisi kubbesi ve seramik kaplı minareleriyle burası, Maşhad'daki Kutsal İbadethane camisini andırıyor, iki mabet de 14. yüzyılda Herat, Orta Asya'nın kültürel ve siyasi başkenti iken, kanlı hükümdar Timur-lenk'in gelini Gauhar Şad tarafından yaptırılmış. Timur yönetiminde mimari de minyatür, şiir ve müzik sanatları gibi gelişmiş. Herat, kültürel açıdan pek çok önemli yazar ve sanatçı yetiştiren bir Iran şehri olarak tanınıyor. Kültürel miras haricinde ise çoğu Heratlı, ismail Han ile İran arasındaki yakın ilişkiyi kuşkuyla karşılıyor. Iran televizyonu izliyorlar, sınırın diğer yakasında hısımları var ve ticari açıdan Afgan başkenti Kabil'den ziyade Tahran'a daha yakınlar; ne var ki 234 İranlılar tarih boyunca Afganlıları fakir soydaşlar olarak nitelendirerek hor görmüş. "İran, sahiden de 2 milyon mülteciyi kabul etti ve Pakistan'ın aksine bu insanları toplum içine aldı. Ama İranlılar onları genelde pis işlerde kullandı ve çok da az ücretle çalıştırdı," diyor Melikzade, bir de şunu ekliyor: geri dönen mültecilerin eğitim seviyesi yerel halktan çok daha yüksek olduğu için bu kişilerin yüksek konumlarda iş bulma ihtimali büyükmüş. "Geri dönenler, İran'la bağları kuvvetlendirecek, hatta aralarında bir sürü iranlı ajanlar bile olacaktır." Ama bu İran'ın bölgedeki etkisini arttıracağını garantilemez diye de vurguluyor. "Afganistan'daki halk dış etkilerin genelde kendi aleyhlerine olduğunu öğrendi artık." Herat'taki Amerikan faaliyetleri de aynı şekilde kuşkuyla karşılanıyor. Üniformalı Amerikalı personel hiç olmasa da, sivil kıyafetler içindeki pek çok Amerikalı -hiç de inandırıcı olmayan bir halde- adı sanı duyulmamış insani yardım örgütleri namına çalıştıklarını söylüyorlar. "Sürekli Özgürlük Operasyonu'nu insani yardım görevi olarak sayarsanız, dedikleri doğru tabii," diye takılıyor Avrupalı bir Kızıl Haç görevlisi. Amerikan istihbarat faaliyetleri artık o kadar bariz bir hal aldı ki, Fransız Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) yardım örgütü üyeleri, Herat'taki Kızıl Haç binasında haftalık olarak düzenlenen partileri boykot etme kararı almış. "Biz şiddet yanlısı olmayan bir örgütüz ve bu yüzden Amerikalı görevlilerin yanında görünmek istemiyoruz," diyor bir MSF görevlisi. Bu arada, CIA'nin, bölgedeki karargâhını, eskiden İsmail Han'a ait olan bir misafirhanede kurduğu da herkesçe bilinmekte. Emir'in kaldığı evin hemen yukarısındaki bir bayırda bulunan bu yer, vaha kentinin tamamını tepeden görüyor ve geniş Hari Rud ırmak vadisinde savunmasızca duruyor. Leonid Brezhnev'in askerlerinden önce Büyük İskender'in, Cengiz Han'ın ve Timur-lenk'in askerleri geçmişti bu vadiden. Irmak, doğudaki Paropa-misus dağlarından başlayıp batıdaki Kara Kum çölünde bir yerlerde gözden kayboluyor.



235 Herat'ta iken planım, yeni Oyun'da bir kez daha bölgesel kilit bir rol oynayan İsmail Han ile görüşmek. Tıpkı 9. yüzyıldaki Buhara Emir'i gibi Han da iki güçlü rakibinin kendisini ikna etmeye çalışmasından keyif alıyor. Nevruz günü parkın hizmete açılma töreninde Emir'e ulaşmak mümkün olmadığı için ben de valinin sarayındaki chef de cabinet 'yi ziyaret ediyorum. Yazılı talebime gülerek, "Bugün okullar açılıyor ve zat-ı alileri bir saat sonra kentteki bir dilbilgisi okulunda olacaklar. Oraya giderek bu mektubu bizzat siz verin. Talihiniz varsa zat-ı alileri sonrasında sizi kabul edebilir." Okulların açıldığı gün, Herat'ta da Afganistan'ın genelinde de önemli bir gün. 6 yıl boyunca, Taliban tarafından her tür okul kendilerine yasaklanmış olan kızlar ilk kez okullarına dönme iznine kavuşuyor. Heyecan yaratan bir söylentiye göre ise kadınlar, hiç hoşlanmadıkları burkalarından kurtulma özgürlüğüne sahip olabilecek. Kabil hariç Taliban dönemi sonrasi Afganistan'ın çoğu yerinde olduğu üzere, Herat'ta da kadınlar dışarda tepeden tırnağa örtünmek zorunda ve eğer buna uymazlarsa dinî kuralları gözleyen yetkililerce cezalandırılırlar. Televizyonda, Han, kadınların sokağa örtünmeden çıkmamalarını tembihliyor. Burkalarını çıkarmak isteyen öğretmenlere, bu durumda işlerinden olacakları söyleniyor. Kadınların çoğu, örtüsüz yüzlerini gösterecek cesareti bulamıyor ve tek kurtuluşlarının topluca itiraz etmek olduğunu düşünüyor. Dilbilgisi okulunun toplantı salonundaki törene gelen 300 kişiden yarısı kadın. Tercümanım Yovid, bir bayan öğretmenle görüşme ayarlıyor benim için. "Burka'dan kurtulmak istiyoruz," diyor bu kadın, "ama hepimiz de korkuyoruz bize yapacaklarından. Çok aşağılayıcı bir durum." Kıyafet yasasına karşı çıktıkları için dayak yiyen ya da yüzlerine kezzap dökülen kadınlarla ilgili gerçek haberler var. Bayan öğretmenle konuşmam, burka çarşafının küçük göz deliğinden ötürü çok zor. Bayanın gözleri doğru dürüst görünmüyor bile. Yaşı konusunda tek ipucunu elleri ve topuklu siyah ayakkabılarının içindeki ayakları veriyor. 236 Yovid'e bu konudaki rahatsızlığımı bayana iletmesini söylüyorum. "Şu anda konuştuğunuz bir kadın değil. Şu anda konuştuğunuz hiç kimse," diye yanıtlıyor bayan kederle. "Bizi hiçe sayıyorlar çünkü." Vedalaştıktan saniyeler sonra bayanın izini kaybediyorum, odadaki diğer mavili hanımlardan ayırt edilemez oluyor. "Ayaklara dikkat etmelisin," diyor Yovid. "Her türlü ayrıntıyı ayaklardan çıkarabilirsin." Sonra bana o zamanlar yüzünü bile görmeden genç gelini ile 4 hafta flört etmesini anlatıyor. O hanımın sesi, vücut mimikleri, el ve ayakları olmuş dikkatini çeken. Afganistan'a sızabilmek için kadınlar gibi çarşafa bürünen bir Fransız savaş muhabiriyle ilgili öykü geliyor aklıma. Adam, yürüyüş botlarını çıkarmadığı için Taliban onu derhal fark ederek yakalamıştı. Kadınlar tek tek toplantı salonunun merdivenlerinden çıkıyor, dizi dizi askerlerin yanından geçiyorlar. Önünü göremediği için merdivenlerde ayağı takılan kadınlar yine de burkalarını çıkarmaya cüret edemiyor. Yukarda ise kadınlar ile erkekler ayrı kısımlarda toplaşıyor, ara bir yol ayırıyor onları. Han geldiğinde kalabalık ayağa kalkıyor. Yüksek mevkiden başka kişiler de var Han'ın peşi sıra gelen; aralarında bir BM temsilcisi, UNICEF görevlilerinin de olduğu bu kişiler de arkadan geliyor. Han, podyumun yakınındaki bir koltuğa çöküyor. Derken bir anda düzinelerce kadın, sanki bir işaret almışçasına, burkalarının baş kısmını açıyor. Bir kısım kadın ise, çarşafların yüz kısmında önceden kestikleri yarıklardan yüzlerini çıkarıyorlar. Genç kız öğrenciler, onlardan yaşça büyük öğretmenler ve analar, hepsi ortaya çıkıyor. İranlı kadınların yaptığı gibi onlar da başlarını koyu renk hicaplarla örtmüşler. Avluya bir ölüm sessizliği çöküyor. Çoğunluğu sarıklı ihtiyarlardan oluşan bir grup erkek, haysiyetsizlik olarak gördükleri bu hareket karşısında başlarını iki yana sallıyorlar. Bir kısım erkek ise kadınlara açık açık bakıp gülümsüyor. Han ise bu olayları dikkate almaksızın yere odaklamış gözlerini. Çocuk korosu Afgan şarkıları söyledikten sonra emir podyuma yaklaşıyor, izleyicilerin hepsi de saygılarından ayağa kalkıyor. 237 Küçük bir kız babasının kucağından hükümdarlarının başına çiçekler yağdırıyor. "Allahü Ekber," diye gürlüyor adamlar üç kez. Han da konuşmasına başlamadan evvel "Bismillahirrahmanirrahim," diyerek rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla



söze giriyor. Az evvel şahit olduğumuz olayla ilgili hiçbir yorum yapmıyor savaşçı lider. Verdiği mesaj eğitim ile ilgili. "Düşmanlarımız bizi cehaletin, eğitimsizliğin karanlığında tutmaya çalıştı. Bir ülke, başka bir ülkeyi yok etmek istiyorsa bunu yapar," diyor, Taliban'ı 7 yıl boyunca desteklemiş olan Pakistan'ı iğneliyor bu sözüyle. Akıcı ve karizmatik konuşuyor Han, izleyiciler de pür dikkat dinliyorlar. Afganistan'daki en büyük sorunların cehalet ve yoksulluk olduğunu söylerken yağmur çiselemeye başlıyor. Sonra da bardaktan boşanırcasına yağmaya; 4 yıllık kuraklıktan sonra doğru düzgün ilk yağış bu. "Allahu Ekber," diye bağırıyor okulun teneke çatısına düşen damlaları camların arkasından izleyen adamların bazısı coşkuyla. Dokunaklı bir an bu. Han heyecanla bağırıyor: "İşte bakın şimdi: çocuklarımız okullarına dönüyor ve Allah da ekinlerimiz için bize yağmur yolluyor." Tören bittikten sonra okuldan çıkan kadınların tümünün de burkalarını tekrar kuşandıklarını hiç kimse fark etmiyor. Dinî kuralları gözeten muhafızlar, kadınların yüzlerini kanuna aykırı olarak fotoğraflayan 4 iranlı gazeteciyi götürüyor. Herat'taki kültürel kuraklık devam ediyor. Çevirmenim Yovid, yazılı görüşme talebimi emir'e iletmeyi başarmış. 2 gün sonra Han'ın kabine şefi Sahid Yussufi, beni Han'ın konutuna götürüyor. "Tam bu noktada, o Amerikan bombalarından biri patladı geçen haftasonu," diyor Yussufi, kentin bitimindeki bir parktan arabayla geçerken, 30'lu yaşlarında iri bir adam Yussufi. "Bir aile piknikte iken hem de: baba öldü, anne ile iki kızı ise bacaklarını kaybetti." Yussufi, ABD Hava Kuvvetlerine bariz şekilde öfkeli. "Patlamamış bombaları öylece bırakıyorlar şimdi bir de!" Amerikalı ve İngilizlerin verdikleri sözlerden dönmeleri karşısında hiddetini gizlemiyor Yussufi. "Boş sözler, boş," diyor acı acı. .. ' 238 ? • 1970'lerden kalma muhteşem bir kulübeye geliyoruz, Herat manzaralı yüksek bir bayırda kurulmuş. Villanın yanında büyük bir yüzme havuzu var, bir de vadiye kadar uzanan bir park. Konutun hemen 200 metre yukarısında askerlerce korunan ve CIA'in kullandığı misafirhane var. Devasa antenlerin yanında iki adam dürbünle bizi izliyor balkondan. "Ne yaparsan yap, majestelerine yukarıdaki askerlerle ilgili sakın bir şey sorma, o zaman tepesi atıyor çünkü," diye öğütlüyor Yussufi biz terasa doğru yürürken. Batıdaki musalla minarelerinden, doğuda Amerikan savaş uçakları ve Cruise füzeleri tarafından bombalanmış askerî barakalara kadar tüm plato manzarasına hâkim burası. Kavrulmuş tanklar, zırhlı araçlar, önümüzde alçalan bayırda sağa sola dağılmış. Yussufi daha da yukarda, dağlardaki bir noktayı işaret ediyor. Batı Afganistan'daki yegâne El Kaide kampı oradaydı işte. Çok gizli bir yer idi; sadece en üst kademedeki Talibanlar ve Araplar girebiliyordu oraya." Cruise füzeleri ve B-52'ler burada da taş üstünde taş bırakmamış; patlamamış bombalar ve sayısız mayınla dolu o yığına yaklaşmak da artık çok tehlikeli. Emir Sahip evde değil. Onun yerine Emir'in saray ressamı Sar Wary karşılıyor beni. Kulübenin her bir cephesindeki duvar resimlerini gösteriyor gururla. Elinde telsizi ile topçularına dağların arasından kumanda eden Herat Aslanı'nın tasvirleri bu resimler. Wary'nin 150'den fazla resmi varmış aslında, "ama Taliban başa geçtikten sonra yüz tasvirleri olan tüm resimlerimi, İslama aykırılık gerekçesiyle yok ettiler. Yalnızca çiçek ve manzara resmi yapmama izin vardı o dönem." Sakalları ve sarıkları rüzgârda uçuşan silahlı adamlarla dolu 30 kamyonun takip ederek koruduğu, Emir'in aracı kahverengi Toyota Land Cruiser, bayırın yılan misali kıvrılan yolundan hızla tırmanıyor. "Biraz daha bekleyeceğiz," diyor Yussufi. "Mücahitler konseyi acil bir toplantı yapacak." 50 kadar tecrübeli kumandan, yere çöküyor ve toplantı esnasında sık sık "Allahu Ekber" nidaları ile bağırıyor. Konuklar arasında tanıdık bir sima, 239 Komünizm sonrası dönemin ilk Afgan cumhurbaşkanı ve şimdi bile önemli bir güç simsarı olan Sebgatullah Mücadeddi'nin en büyük oğlunu görünce şaşırıyorum. Dinî Nakşibendi tarikatının başı olan Mücadeddi ailesi üyeleri, Kabil'de yüzyıllardır



kralları tahta geçiren adamlar olmuştu. Harp konseyi ara vermişken, Sahid isimli genç bir mücahit ile sohbete başlıyorum; Heratlı değil de Kabil'in kuzeyindeki Panjshir vadisinden bir Tacik bu genç adam. Kuzey İttifakı'nda 200 askere kumanda ettiğini söylüyor. "İsmail Han ile konuşmak için geldim Herat'a," diyor Sahid, ama konuşacağı konuyu açıklamıyor. Mücahitlere, 16 yaşındayken, Sovyetlere karşı mücadele esnasında katıldığından bu yana pek çok savaşçı liderle birlikte görev yapmış Sahid. 1992 de, General Mesut'un komutasında Kabil'i almış, derken General'in candüşmanı olan Peştun'lu Hikmetyar'ın tarafına geçmiş. "O arada, Ka-rabağ'da Ermenilere karşı Azerbeycanlılar adına paralı askerlik yaptım," diye anımsıyor Sahid. "Savaş tecrübesi olan Afganlara çok para ödüyorlardı." Taliban'ın iktidara gelmesinden sonra bir kez daha Mesut'un saflarına katılmış ve General'in Rusya'daki irtibat subaylarından biri olarak görev yapmış. "Ruslardan silah sağlıyor ve bunları kuzeydeki mevzilerimize taşıyorduk." Sahid'in silah yerine dizüstü bilgisayarı ve Thuraya uydu bağlantılı telefonu var, iyi bir organizatör ama savaştan sonra ne yaptığını açıklamıyor. "İş yaptım," demekle yetiniyor. CIA karargâhından dürbünlerle bizi izleyen adamları fark edince bir ağacın ardına geçiyoruz. "Amerikalıların merak ettiği burada iranlıların da olup olmadığı," diye fısıldıyor Sahid. "Taliban'a karşı savaşta bize en çok İranlılar yardım etti. Tabii şu anda da yardımlarını geri çevirmiyoruz." Bir yandan da bölgede çok yaygın bir görüşü de dile getiriyor Sahid. "Amerikalıların buraya bize yardım için gelmediklerinin gayet iyi farkındayız biz Afganlar - buraya gelme sebepleri, Hazar Denizi'ndeki petrole ve gaza ulaşabilmek için Afganistan'a ihtiyaç duymaları." Harp meclisi dağılıyor, Han'ın huzuruna şimdi çıkabilirim. "Majestelerine 'Majesteleri' diye hitap etmeyi unutma sakın!" di240 I ye hatırlatıyor kabine şefi son bir kez. Han odaya girerken hafifçe ayak sürüse de kuvvetli bir şekilde tokalaşıyor benle. Yumuşak bir sedire oturuyoruz, bir hizmetkâr çay ve fıstık getiriyor. Herat'ın, tıpkı 19. yüzyılın Ruslarla İngilizler arasındaki Büyük Oyunundaki gibi, yine jeopolitik bir çapraz ateşte kalmasına hiç de şaşırmıyor Han. "Çağlar boyunca çok özel bir şehir olmuş, ticaretiyle nam salmıştır Herat. Orta Asya ile Pakistan arasında kilit bir noktadadır. Bu şehirden geçecek bir boru hattı projesi bizim için çok heyecan verici," diyor Han, bunun Afganistan ve komşuları Türkmenistan ile Pakistan arasındaki ilişkileri de düzelteceğini vurgulayarak. "Mümkün olursa bu projeyi hayata geçireceğiz." Han, diplomatik bir biçimde, İran ile olan ilişkilerini fazla irdelemiyor. "İranlılar bizler için hayırlı bir komşudur, o kadar," dedikten sonra da iki ülkenin, her gün tacirlerce geçilen, 400 kilometrelik bir sınır paylaştığını söylüyor. "Diğer ülkeler gibi İran da mücahitlerin mücadelesini destekledi," derken İranlılardan daha geçen sene silah yardımı aldığı suçlamalarını reddediyor. "23 yıl savaştık, burada bolca silahımız var zaten, başka almaya gerek yok." Askerlerinin Herat'ı tamamen kontrol altında tuttuğuna ve buranın haydut korkusu olmaksızın vatandaşların rahatça dolaşabileceği tek Afgan şehri olduğuna emin Han. Askerler gece saat 10 itibariyle sokağa çıkma yasağını büyük titizlikle uyguluyor ve arabadaki kişileri silahlarla durdurarak o geceki parolayı soruyorlar. Herat'a geceleri musallat olan tek grup, toplaşıp uluyan sokak köpekleri. "Ülkemin şu anda bu kadar biçare olduğunu görmek acı veriyor bana," diyor Han, çayını yudumlarken. "Dış yardıma muhtaç olmak küçük düşürücü." Diğer ülkelerce vaat edilmiş milyarlardan bir doları bile Herat'a gelmediyse de Han'ın fikrine göre kentinde hiç kimse İran'a Afgan siyaseti içinde bir rol vermek istemeyecektir. "Rusların ve Pakistanlıların bizim karşımızda yaşadığı tecrübelerden sonra, komşularımızın tümü de bizim işlerimi241 ze karışmanın hayır getirmeyeceğini öğrensin artık." Bu sözün Amerikan askerleri için de geçerli olup olmadığını sorduğumda ise Han temkinli cevap veriyor. "Amerikalıları işgalci ya da istilacı olarak görmüyorum. Geçmişte yaptıkları



şeylerden yola çıkarak bir hüküm vermek istemiyorum onlar hakkında. El Kaide ve Taliban'a karşı savaşta mühim şeyler yaptılar çünkü son zamanlarda." Bu iyi intihayı sürdürmek için de ABD'nin Afganistan'ın yeniden yapılandırılmasına yardımcı olacağını ve teröristler mağlup edildikten sonra da ülkeden ayrılacağını ısrarla söylüyor Han. "Afgan halkının rızası dışında burada kalmaya kalkarlarsa Rusların akıbetine uğrarlar." Bu sözleri tehditten ziyade, dost tavsiyesi gibi. Han'la görüşmemden aylar sonra kendimi siyah Lexus limuzinlerden oluşan bir konvoyda, Kabil'in sokaklarından son hız geçerken buluyorum. Savaş sonrası buraya en son uğradığımdan bu yana şehir kayda değer ölçüde değişmiş. Bir sürü yeni dükkân açılmış, kadınlar burkalarının örtüsü olmadan gezebiliyor ve BM ile NGO'ya ait arazi araçları yoğun trafikte milim milim ilerliyor. Korkunç şekilde kalabalıklaşmış Kabil. Yaz 2002 sonrası yüz binlerce mülteci dönmüş Pakistan'dan. Afganistan'da mevcut 20 küsur etnik grup, başkentte özgürce yanyana yürüyor. Uzun boylu, haşin görünüşlü Peştunları; açık tenli Tacikleri; sarı saçlı Nuris-tanileri; Moğollara benzeyen Hazarları görüyorum. Konvoyun başındaki Lexus'un arka koltuğunda Ahmet Mesut oturuyor; efsanevi mücahit liderin 15 yaşındaki oğlu. Afganistan'ın gelecekteki liderliğine adım atma töreninde yanında olmama müsaade etti. Bej elbisesi içinde, tedirgin bir biçimde kıpırdanıyor deri koltuklar üzerinde; pakul'ünü -üstü düz fötr şapkasını- elinde yoklayıp duruyor. Bugün 9 Eylül, "Panjshir Aslanı" lakaplı babasının suikaste kurban gitmesinin birinci yıldönümü. New York ve Washington'a yapılan terör saldırılarından kısa süre önce, Fransızca konuşan iki kişi, Mesut ile röportaj yapmak ' 242 isteyen televizyoncular kılığında, Khoja Bahauddin'deki Kuzey İttifakı karargâhına geldiler. Tam görüşme başlamışken, El Kaide teröristleri olduğundan şüphelenilen adamlar, akümülatörün ortasına gizledikleri bombayı patlattı. Suikastçilerden biri anında öldü, diğeri kaçmaya çalışırken öldürüldü. Ağır yaralanan Mesut ise birkaç dakika içinde can verdi. Kuzey Ittifakı'nın huzursuz askerlerinden bu ölümü kısa süreliğine de olsa gizlemek için Mesut'un cesedi helikopterle Tacikistan'daki bir hastaneye götürüldü. Bu suikastin aslında çok daha büyük bir dramın daha ilk perdesi olduğunu kimse bilemezdi tabii o zaman. Kabil'in kuzeyindeki Panjshir Vadisi'nde yer alan ve Mesut'un doğduğu kent olan Jangalak'taki cenaze töreninde, Mesut'un tek oğlu Ahmet babasının yerine geçmek istediğini söyledi. Buna rağmen Ahmet, şu ana dek siyasetten büyük ölçüde uzak tutuldu; vaktini Panjshir'deki ailesiyle ve İran'ın Maşhad kentindeki okulunda geçirdi; ama yine de iktidarın varisi olarak yetiştiriliyor. Mesut'un ölüm yıldönümü dolayısıyla yapılacak törenin gerçekleştirileceği Kabil stadyumuna varıyor konvoy. Arenanın önündeki meydanda binlerce kişi toplaşmış Uluslararası Güvenlik Desteği Kuvveti (UGDK) birimleri, zırhlı araçlar içinde giriş kapılarını tutuyor. Kalabalığın üzerinde bir UGDK helikopteri turluyor. Savaş bittiğinden beri, 22 ülkeden 5,000 civarı barış muhafızı, Kabil'de hukuku ve düzeni sağlıyor. Afgan hükümeti, Terör-karşıtı koalisyonun UGDK kontenjanını arttırmasını ve ülkenin diğer bölgelerinde de görev yapmasını talep etti birçok kez. Başkentin ötesinde durum hâlâ belirsiz, özellikle de aşiret çatışmalarının kolayca şiddetlenebildiği güneybatıda. UGDK komutanları, Afganların bu talebine şu ana dek temkinli yaklaştı. Geniş alanda görev yapacak bir barış gücünün silahlı çatışma ile karşılaşabileceğinden çekiniliyor çünkü. Bush yönetimi UGDK'nin genişletilmesine karşı yaptığı muhalefeti sonlandırdıysa da 8.000 karacısından hiçbirini böylesi bir barış görevine tayin etmeyi düşünmüyor. Savaştan sonra düzen ve yardım sağlama, Amerikalıların memnuniyetle Avrupalı müttefiklerinin üzerine yıkacağı türden bir iş ne de olsa. Alman hükümeti tarafından Afganlara bağışlanmış 40 tane son model polis arabasından çoğu stadyum çevresinde konumlanmış. Terörist saldırı ihtimaline karşı Kabil bugün kırmızı alarma geçmiş durumda. Daha birkaç gün önce kalabalık bir alışveriş caddesinde, araba içine yerleştirilmiş bir bomba patladı. 30'dan fazla kişi öldü, onlarca kişi yaralandı Patlama esnasında ben ve çevirmenim, kopmuş kol ve bacaklar ile parçalanmış gövdelerden oluşan bu sahneden sadece 3 metre uzaktaydık.



Teröristler, ölü sayısını arttırmak için haince bir taktik uygulamış. Kalabalığı caddenin diğer ucuna doğru hareketlendirmek için önce küçük bir patlayıcıyı ateşlemişler; çünkü caddenin o ucundaki sarı bir Toyota taksinin bagajında ateşlenmeye hazır çok daha kuvvetli bir patlayıcı gizliymiş. Patlama öyle şiddetliydi ki caddedeki tüm camlar kırıldı. Kabil'de 1996'daki Taliban darbesinden bu yana hiçbir olayda bu kadar çok can kaybı olmadığından, bu saldırı kentte şok etkisi yaratıyor. Hükümet ve uluslararası güvenlik kuvvetleri 11 Eylül'ün yıldönümü haftasında olabilecek El Kaide saldırıları konusunda uyarıda bulunuyor. O günün ilerleyen saatlerinde, Afgan hükümeti saldırının etkilerinden toparlanmaya çalışırken Cumhurbaşkanı Karzai, Kan-dahar'da bir suikast girişiminden kıl payı kurtuldu. Erkek kardeşinin düğününe katılmak üzere gitmişti eskiden Taliban'ın kalesi olan bu kente. Kandahar valisi ile birlikte çıktıktan sonra makam limuzinine bindiler. Tam o anda fırlayan bir Afgan askeri AK-47 tüfeği ile ateş açtı. Ön camdan giren iki mermi Karzai'yi birkaç santimle ıskaladı. Cumhurbaşkanı'nın Afgan korumalarından biri ağır yaralanırken diğer korumalar suikastçiyi vurdular. Karzai'nin Limuzini olay yerinden hızla ayrılırken Amerikan Özel Kuvvetleri, başka şüpheliler bulmak üzere sokakları aramaya başladı. Görünüşe göre kendi başına hareket etmiş olan suikastçinin, Taliban ideolojisiyle tanınan bir Peştunlu köylü olduğu ve Kandahar civarındaki köylerden birinden geldiği anlaşıldı. 244 • Darbe tehdidi, ülkenin en güçlü kabine üyelerini sarsmıştı, Inter-continental Otel'de telaşla yürütülen gece toplantıları yaptılar art arda. Sarsıldığı açıkça belli olan bakanlardan biri şöyle dedi hatta bana, "Karzai ölürse bu sonumuz olur. İç savaş tekrar başlar o zaman." Ertesi sabah Cumhurbaşkanı Karzai, Kabil'e döndü. Gri renkli şık, dokuma bir chapan giymiş olan uzun boylu Peştun lider, havaalanında, hafif makineli tüfekli onlarca Amerikalı koruma tarafından sarılmış. Sonra Karzai, zırhlı bir Chevrolet Suburban'a biniyor. Tepesine makineli tüfek yerleştirilmiş bir Amerikan askerî aracı öncülüğünde konvoy hızla uzaklaşıyor. Birkaç ay önce Karzai'nin yardımcısı, kendi korumaları tarafından ihanete uğratılıp öldürüldükten sonra, Bush yönetimi Karzai'nin korunması için Amerikan Özel Kuvvetlerini kullanmaya karar verdi. Böylece Ben Kingsley'e benzeyen ve Batılı medya tarafından "Afganistan'ın yeni yüzü" olarak adlandırılan bu adam, kendi ülkesinde Amerikan ordusu tarafından korunan dünyanın tek başkanı oluyor. Pek çok Afgan'a göre bu, Karzai'nin kendi halkından canını teslim edebileceği bir avuç insan bile bulamadığını gösteriyor. Cumhurbaşkanı Karzai, kabinesini derhal olağanüstü toplantıya çağırdı. Hükümet sözcüsü, saldırıların sorumlusu olarak El Kaide'yi, Taliban'ı ve Pakistan İstihbarat Servisini göstermekte gecikmedi. Peştun savaşçı lider Gulbuddin Hikmetyar da baş şüphelilerden biri; Batı-karşıtı İslamcı köktendinci, gizli sığınağından daha önce de hem Karzai yönetimine hem de ülkedeki Amerikan kuvvetlerine karşı tekrar tekrar cihat çağrısında bulunmuştu. Bu sebeplerden ötürü, özellikle Mesut'un ölüm yıldönümünde saldırılar beklense de hükümet törenlere devam etme kararı aldı. Bu güneşli sonbahar sabahında, havadaki gerginlik hissedilir derecede yoğun. Genç Ahmet Mesut olası bir suikastin ilk hedefi, ama korkuyorsa dahi bunu hiç belli etmiyor bu çocuk. Pakul'unu takıyor, Lexus'tan hızla inip VIP kürsüsüne doğru hızla çıkıyor merdivenleri; korumaları ve hükümet görevlileri ise bu 245 arada ayak uydurmaya çalışıyorlar. Biz de ardından koştururken yanımda nefes nefese kalmış bir Afgan şöyle diyor, "Bu çocuk babasına çekmiş, tam bir lider bu da." Taliban'ın eskiden suçluları halk önünde idam ettiği arenada, çoğunu askerlerin ve öğrencilerin oluşturduğu 10.000 kişi hem sahayı hem de tribünleri doldurmuş. Pek çok kız da var burada ve hiçbiri de burka ile örtünmemiş. Şehit Mesut için duaların yazılı olduğu pankartlar taşıyor bir kısım izleyici; çoğunu tekerlekli



sandalyedeki sakallı malullerin oluşturduğu askerler ise küçük bayraklar sallayarak Mesut'un resmi olan tişörtlerini gösteriyorlar. VIP kürsüsünde yeni Afganistan'ın yöneticileri var: bakanlar, dinî liderler, yabancı diplomatlar, BM üst düzey yöneticileri ve Amerikan Ordusu ile UGDK'dan yüksek rütbel" subaylar. Tüm bu kurmaylar arasında 'üç Panjşiri' olarak adlandırılan ve Mesut'un yakın dostları olan üçlü de var; Savunma Bakanı Kasım Fahim, Dışişleri Bakanı Dr. Abdullah Abdullah ve eski İçişleri Bakanı Yunus Kanuni. Hemen yanlarında eski Cumhurbaşkanı Burhaneddin Rabbani ve Abdül Resul Sayyaf var; ülkenin önde gelen iki islamcı kökten dinci, eğilmiş bir şeyler konuşuyorlar birbirleriyle. Yalnızca Cumhurbaşkanı Karzai yok burada; 11 Eylül'ün yıldönümü törenlerine katılmak üzere New York'a gitti çünkü. VIP alanındaki tek gazeteci ise benim, basın ve televizyoncuların gerisi aşağıdaki futbol sahasında toplanmış. Ahmet Mesut, diğer siyasi liderlerin ardından ön sıradaki yerini alıyor. Liderlerin bazısı elini sıkıyor, bazısı ise saygıyla baş selamı veriyor. Ahmet'in amcası ve gerilla liderin küçük kardeşi olan Wali Mesut, gururla izliyor, "ümit ediyorum bu çocuk gün gelecek babasının yerine geçecek," diyor. Bir zamanlar Londra'da Afgan maslahatgüzarı olarak görev yapan bıyıklı, ince yapılı bu adam bugün Kabil'de devam eden güç mücadelesinin en tecrübeli oyuncularından, aynı zamanda da Cumhurbaşkanı Karzai'nin rakibi. Cana yakın ve nazik Wali, kısa bir süre önce kendi partisini kurmuş, "Mesut'çu Milli Afganistan Hareket Partisi'ni. İslâmi . 246 Cemiyet adlı partiye kıyasla daha laik bir seçenek sunuyor ve Mesut'un mirasının korunmasını isteyen tüm destekçiler için ortak bir çatı kurmuş oluyorlar. Wali, Cumhurbaşkanı Karzai'yi çekinmeden eleştiriyor. "Afganistan şu anda lidersiz. Karzai cumhurbaşkanı olabilir ama lider değil." Bu görüş, Karzai'nin ülkedeki çok sayıda siyasi ve etnik gücü kendi önderliğinde birleştiremeyeceğine dair gittikçe kuvvetlenen bir genel kanıyı yansıtıyor. BM görevlileri bile Karzai'nin teşkilatlandırma konusundaki beceriksizliğinden açıktan olmasa da şikâyetçi, Cumhurbaşkanı'nın medyaya sunulacak bir yüzden başka bir şey olmadığına dair gittikçe güçlenen bir görüş var. Halk arasında hâlâ seviliyor olsa da ülkenin uzak köşelerinde iktidarı öyle yetersiz kalıyor ki "Kabil Valisi" olarak adlandırılmış bile. Wali ölen ağabeyi ile onu kıyasladığında Karzai açısından iyi bir profil çıkmıyor pek. "Ağabeyim Afgan halkının sorunlarından haberdardı; Karzai değil ama. Aklı fikri kendi siyasi kariyerinde bu adamın. Hiçbir yöne taşıyamadı bizi, Loya Jirga'da (liderler büyük meclisi) ona tanınan fırsatı kullanamayarak umutları boşa çıkardı." Ahmet de katılıyor sohbetimize. Amcası şefkatle çocuğun omzuna koyuyor elini. "Bugün benim için kederli bir gün," diyor Ahmet. "Babamı çok özlüyorum. Ama heyecanlıyım da çünkü birazdan bir konuşma yapacağım." Çocuğun sesi henüz kalınlaşmamış ama babasının köşeli yüz hatlarını taşıyor, özellikle de gözler aynı. Babasının yolundan gitmeyi düşünüp düşünmediğini soruyorum ona. "Hâlâ çok genç ve toyum," diye cevap veriyor. "Ama halk isterse, liderleri olurum." Yanımızda oturan Savunma Bakanı mareşal Kasım Fahim, konuşmamızı takip etmiş. Uzun süredir Mesut'un sağ kolu olan bu haşin görünüşlü Panjşiri Tacik, şu anda Taliban sonrası Afganistan'ın en güçlü adamı, silahlı binlerce askere kumanda ediyor. Ahmet'in sırtına vurarak gürlüyor, "Tabii ki Afganistan'ın lideri olacaksın, buna şüphe yok." Sonra alaycı bir sesle gülüyor. İrki247 ? len Ahmet, sohbetimize daha sonra devam etmemizi rica ediyor benden. "Oğlan, bazı kimselerin yanındayken bu konuda rahat konuşamıyor." Amerikan B-52'lerinin bombardımanı sonucu iktidara gelmiş Panjşiri aşiretinin en güçlü üyesi Savunma Bakanı Fahim. Kanuni ve Abdullah'ın aksine, Fahim, Afgan ordusunu yöneten kuvvetli bir asker ve eğitimi de bizzat Amerikan ordusunca yürütülmüş. Politik uzmanlara göre kabinedeki en büyük Rus taraftarı da o. Mesut'un ölüm yıldönümünden birkaç gün evvel, Rus Savunma Bakanı Sergei Ivanov, resmî bir ziyaret için Kabil'e geldi. In-tercontinental Otel'deki resepsiyonda ise eski mücahit Fahim, "Rusya ile Afganistan arasında eskiye dayanan dostluk ilişkisinden bahsetti", sanki ne Sovyet işgali ne de cihat hiç yaşanmamış gibi.



Kilolu Rus subayları ile artık yaşlanmaya başlayan tecrübeli Afgan cihat savaşçıları, eskinin can düşmanları bu kez nazikçe yan yana oturdu hatta. Savunma Bakanı Ivanov da tarihe aynı şekilde ılımlı bakarak, 1980'lerdeki kanlı savaşı "geçmiş tecrübeler" olarak isimlendirdi ve Fahim'e bir Rus Kılıcı hediye etti. "Biz Ruslar, sadece yiğit askerlere kılıç hediye ederiz," dedi Ivanov, iki adam da gururlanmış gibiydi. O an, kendisi de Sovyet karşıtı mücadelede savaşmış olan tercümanım Baki, bu duruma sessiz bir protesto ile karşı çıkarak odayı terk etti. "Beni iğrendiriyor bu durum," diye izah etti sonra. "Bu olanlar ahlâksızca. Savaş esnasında can veren yüz binlerce kişiye hürmetsizlik bu." Stadyumdaki tören, mollalardan birinin duası ve ardından milli marşın okunmasıyla başlıyor. Kumandan Mesut'un dev bir resmi açılıyor sonra. "Yolundan gideceğiz, sevgili Mesut," yazıyor üzerinde. Arka plandaki kırmızı gül desenleri yüzünden savaşçı liderin resmi bir azizi andırıyor, ya da Afgan bir Che Guevara'yı. Savaştan bu yana Kabil'de ortaya çıkan ve neredeyse dinî bir hale bürünmüş, kişiye tapma halinin son örneği bu resim. Hemen her telgraf direğinde, şoförün görmesini engellese de çoğu arabanın ön camında Mesut'un posterleri yapıştırılmış. Kabil'deki siyasi oyuncular da bu ulusal kahramanın mirasını 248 ? kendi özel amaçları için kullanmanın yollarını arıyor. Stadyumdaki törenlerden önce, Interconünental Otel'de 2 gün süren bir "Mesud İlimleri Uluslararası Konferansı" düzenlendi. Siyasi liderler, akademisyenler ve yakın dostları, bu şehit kahramanın hayatı üzerine uzun söylevler verdiler. Konferansın kapanış töreninde ise, katılımcılar, Mesut'u o yılın Nobel Barış Ödülü'ne aday göstermek için bir proje başlattılar. Mesud'un, can düşmanı Hikmetyar ile iktidarı paylaşmayı reddederek Afganistan'da dökülen kanlara kısmen de olsa sebep olduğu gerçeği ise resmî olarak göz ardı edilmiş oldu. "Kumandan Mesut ile yan yana 23 sene savaşan ben idim," diye haykırıyor Mareşal Fahim stadyumdaki konuşması sırasında, cevaben askerlerinden tezahüratlar geliyor. Fahim'in konuşması gibi sosyalist tarzı pek çok gösterişli konuşma olurken ben bu arada, adının açıklanmasını istemeyen kıdemli bir BM diplomatı ile sohbete koyuluyorum. "Bu hükümetin başı fena sıkışacak çok yakında," diyor bana diplomat. "Tüm önemli bakanlıkların başına Panjşiri Tacikleri getirdikleri için dengeyi kuramadılar. Peştunlar bu duruma fazla katlanmaz, ABD askerleri çekilecek olursa burada yeniden iç savaş başlar. Vahşi ve deli dolu bir okyanus olan Afganistan'da Kabil sadece küçük bir ada." Konuşmalar bittikten sonra Ahmet, babasının dev resminin yanındaki bir sandalyede tek başına oturuyor. Onlarca kişilik heyetler, babasının resminin dibine plastik çiçeklerle dolu çelenkler bırakırken bir görevli de çocuğun başına güneş geçmemesi için şemsiye tutuyor. Ahmet askerlerin tek tek elini sıkıyor. Mareşal Fahim'in de aralarında olduğu hükümet üyeleri de az sonra bu tören geçişine katılıyor. Doğu tarzı yetişkinliğe geçiş ayini olduğu artık anlaşılan bu törenin sonunda ise Ahmed, stadyumdakilere ve radyo ile televizyon yoluyla da tüm Afganistan'dakilere sesleniyor. "Bu kaybımıza artık yas tutmayın ve ileriye bakarak babamın çizmiş olduğu yolda devam edin," diye haykırıyor bu çocuk duygusal konuşmasında, cevap olarak stadyumdakilerden tezahüratlar geliyor. O kırılgan rejim içinde Ahmet'in bir maskot olmaktan öte biri olduğuna inanası gelmiyor insanın bu görüntü karşısında. Törenden birkaç gün sonra Kabil'in güney taraflarına gidiyorum arabamla. Yabancı televizyonlardaki görüntülerde sunulan o yıkılmış kent imajı yanlış aslında. Konutlar bir sürü sarp tepenin üzerine kurulmuş. Bu doğal sınırın kuzeyinde ise dizi dizi evler var hiç de zarar görmemiş. Pakistan tarafından desteklenen-Hikmetyar mücahitleri ve Taliban başta olmak üzere buraya saldıranların çoğu güneyden saldırdığı için el bombaları ve füzeleri tepelerin koruyucu gölgesine ulaşamamış. Ama güneydeki sırtlarda tamamen başka bir görüntü var. isabet almamış bina yok burada, ıssız çorak topraklar üzerinde kilometrelerce devam eden enkaz yapılar; bana Dresden'r ya da 1945'teki Hiroşima'yı hatırlatan bir manzara bu. Mermilerle delik deşik olmuş, patlamış top mermilerinin parçaları ile kaplı duvarlar. Çatılar çökmüş, incecik telgraf direkleri bile isabet alıp bükülmüş. Sağlam kalanların ise üzerinde Kumandan Mesut'un posterleri var. 1973'te tahttan indirilmeden önce Kral Zahir Şah'ın debdebeli partilere ev



sahipliği yapmış, klâsik mimari taklidi sarayında top mermilerinin açtığı gediklerde şimdi serçeler yuva yapmış. 700.000 kişinin yaşadığı Kabil'in bu bölgelerinde şimdi sadece 6.000 kişi kalmış, bunların çoğu ise kirli mahzenlerde yaşıyor. Ülke bu kadar yıkılmışken, Afganistan'ın yeniden yapılandırılmasından sorumlu devlet bakanı Emin Farhang, Kabil'deki siyasi liderlerin en önemlisi konumunda. Sıkı korunan ABD elçiliğinin hemen karşısında, kirli ve tamamlanmamış bir binada görev yapan Farhang, Almanya'daki Bochum Üniversitesi'nde yıllarca görev yapmış bir ekonomist. Çok bitkin bir hali var. "Sizin de gördüğünüz üzere bu ülkenin yeniden yapılandırılması hiç de kolay bir iş değil," diyor Farhang. "Yeniden yapılanma, iktisadi ve siyasi alanların ötesinde, sosyal ve psikolojik bir alanda da olmalıdır. 20 yıl süren savaştan sonra ise her Afgan zihinsel olarak şöyle ya da böyle sağlıksız üstelik ve halkı Kalaşnikof kültüründen uzaklaştırıp medeni bir topluma yönlendirmek yıllar sürecek." 250 Ama Farhang'm asıl endişesi, ekonomik açıdan yeniden yapılanmanın bir türlü başlayamaması. Afganistan'ın altyapısı -yollar, okullar ve idareler- feci durumda, kaç aydır iş imkânı yaratamayan özel sektörde aynı şekilde. "Savaş sonrası uluslararası platformda bir heyecan dalgası esti ve bize yardım olarak milyarlarca dolar vaadettiler," diye şikâyet ediyor Farhang. "Ama kısa süre sonra bu parayı ödememek için mazeretler uydurmaya başladılar." Afganistan'a 2002'de verileceği söylenen 1.8 Milyar doların 90 Milyon doları gelmiş sadece. 1.2 Milyar dolar ise BM ile ülkede güvenlik eksikliğinden ve yetersiz politik gelişmeden şikâyetçi olan hükümet dışı örgütlere gitti. "Halbuki güvenliğin sağlanması için önce yeniden yapılanma olması lazım," diyor Farhang öfkeyle. "Bölgedeki savaşçı liderleri silahlandırıp kendi topraklarımızda savaş yürüten Amerika Birleşik Devletleri aslında, hedef olarak kullanılan bir ülkede yeniden yapılanmayı yapamazsınız ama." Afganistan için tek iyi haber, Afgan boru hattı projesinin yeniden gündeme gelmesi. "Boru hattı projesi imzalanmış bir anlaşma. Büyük petrol şirketlerinden bir kısmı bizimle iş yapmak arzusunda," diyor Farhang heyecanla. "Yıllarca bekledikten sonra Afganistan nihayet Orta Asya açısından önemli bir geçiş ülkesi olacak." Savaşın hemen ardından, Afganistan'ın, Pakistan'ın ve Türkmenistan'ın enerji bakanları hazırlık toplantısı babında pek çok kez bir araya geldiler. 29 Mayıs 2002'de Cumhurbaşkanı Karzai, Türkmenistan'dan Pakistan'ın Gwadar limanına kadar uzanacak 3.2 milyar dolarlık gaz boru hattının yapımına izin veren anlaşmayı Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref ve Türkmenistan'ın diktatörü Saparmurat Nyazov ile karşılıklı imzalamak üzere. Pakistan'ın başkenti Islâmabad'a gitti; boru hattının tahmini kapasitesi yılda yılda 320 milyar metre küplük gaz olacak. Sonraki aşamalar için buna paralel bir petrol boru hattı da planlanmış. Hattın 900 millik rotası, Afganistan içinde ise, zaferle sonuçlanan Amerikan harekâtından önce Taliban'm elinde bulunan Herat-Kandahar koridorundan geçiyor. 12.000 kişiye iş im251 J kânı ve geçiş ücretlerinden yılda 300 milyon dolarlık gelir sağlayabilecek bu boru hattı, 23 yıllık savaş ve yıkımın ardından bir ekonomik kalkınma ümidi doğuruyor. Ama bu planlar aynı zamanda 11 Eylül 2001 sonrası Bush yönetiminin Afgan harekâtına dair bazı şaibeli emellerine de ışık tutabilir. Kabil için verilen savaşta Usame Bin Ladin'in yakalanmasının yanı sıra, Afganistan'ın 600 kilometre kuzeybatısındaki Hazar Denizi'nin olağanüstü miktardaki petrol ve gaz rezervleri de büyük ödül olacak gibi görünüyor. Amerikan harekâtına kuşkuyla bakanlar ve harekâtı eleştirenler, Amerikan petrol sanayiinin Afganistan'ı Hazar Denizi'nden İran Körfezi'ne uzanacak bir boru hattı için potansiyel bir koridor olarak gördüğünü tekrar tekrar belirtmişlerdi. Afganistan'dan geçecek bir güneybatı rotasına kıyasla, gergin güney kafkaslardan ve siyasi izolasyondaki İran'dan geçebilecek bir hat daha riskli görünmekte. Asıl avantaj, hattın doğrudan Hürmüz Boğazı'nm doğusundaki Pakistan kıyısında sonlanabile-cek olması. "Unocal, bu projeyle hâlâ ilgileniyor," diyor Farhang. "Ama şu an için pek ortalarda gözükmüyorlar. Taliban ile olan işbirlik-lerinden ötürü ülkede kötü bir şöhrete sahipler." Boru hattı için olası talipler arasında Amerikan enerji



devi Exxon petrol ile Fransız firması TotalFinaElf in de bulunduğunu iddia ediyor bakan. Afgan hükümeti, proje ile ilgili henüz resmî olarak ihale açmadı, ama 2 milyar dolarlık inşaat muhtemelen Asya Kalkınma Bankası tarafından finanse edilecek; banka şu sıralar bu sanayi ile ilgili olarak bir fizibilite çalışması yürütüyor. Siyasi açıdan da boru hattı meselesine olan ilgi fazla değişmedi. "O zamanlar Pakistan, Taliban'ı özellikle bu boru hattını inşa etmesi için kurdu ve Amerika da bunu destekledi," diyor Farhang. Her zaman için enerji kaynaklarına yoğun ihtiyaç duyan Pakistan, Taliban'm buna karşılık olarak, geçiş ve gümrük ücretini 300 milyon dolardan 500 milyon dolara çıkaracağını da ümit ediyordu. Pakistan ile Amerika'nın ortaklaşa yaptığı bu gizli kumpasın delili olarak ise, 1996'da Pakistan içişleri Bakanı'mn 252 • ' ? Amerikan elçisini, Taliban kontrolündeki Kandahar ve Herat'ı göstermesi esnasındaki bir olayı gösteriyor Farhang. "Amerikan elçisi ülkedeki istikrardan oldukça etkilenmiş olacak ki Pakistanlıların politikasına destek verdi," diyor Farhang. "Afgan halkına yapılmış ne büyük bir hakaret. Asla unutmayacağım bunu!" Ve ekliyor, şimdi ise Amerika yine 1990'lardaki aynı bencil ekonomik politikasını uyguluyor, ama bu kez doğrudan askerî müda- . hale yardımıyla. "Politika bir iş yürütmedir. Amerikalılar Afganistan'daki askerî üslerinden asla çekilmeyecek. Buradan, tüm bölgeyi kontrol edecekler." Farhang, Amerikalıların karşılarında rakipler olacağı konusunda emin ama. "Ruslar ve İranlılar, boru hattı projesini bir kez daha sabote etmeye çalışacak." Hazar bölgesinde faal olan diğer petrol firmalarının müdürleriyle yaptığım sohbetlerde ise, Afgan boru hattı projesinin ilgi kadar şüphe de uyandırdığını gördüm. Afganistan'da güvenlik ve barış tam anlamıyla garanti edilmediği sürece yabancı yatırım sağlanması imkânsız olacak. Bu kitabın konusu dahilinde görüştüğüm firmalardan hiçbiri Kabil'deki yeni rejimle kurulmuş bir bağlantıyı teyit etmedi. Savaş sonrası Afganistan'da siyaset ile petrolyum iş alanı arasındaki bağlar daha bir belirginleşmiş. Başkan Bush'un Afganistan'daki özel temsilcisi ve Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi olan Zalmay Halilzad, Afgan boru hattı için Unocal adına ayrıntılı risk analizi yapıyormuş daha önce. Clinton yönetimi için çalıştığı sıralarda, Kabil doğumlu bu diplomat, köktenci görüşleri ve yasaklayıcı uygulamaları herkesçe bilinmesine rağmen Taliban rejiminin resmî olarak tanınması taraftarıymış. "Eminim ki Taliban, bu konuda Amerika'nın yeniden angaje olmasına sıcak bakar. İran tarzı bir Amerikan-karşıtı köktendincilik politikası yok çünkü Taliban'm - Suudi modeline yakın daha ziyade."53 Unocal'in Afganistan'a dair planlarını askıya almasından sonra, Rand Şirketlerindeki araştırma grubunda görevli kıdemli stra^ 53 Washington Post, 7 Ekim 1996. 253 tejist, Taliban'ı suçlamaya başladı. Bugün de Halilzad'm rızası olmadan Kabil'de hiçbir karar alınmıyor. Aralık 2002'nin başında, Başkan Bush, onu savaş sonrası Irak'ın yeniden inşaası için özel görevli olarak tayin etti. Afganistan'a yeni atanan Amerikan elçisi Robert Finn de aynı şekilde uzman Hazar petrolleri konusunda. Kariyer sahibi diplomat, 1992'de Baku'daki Amerikan elçiliğini açmış ve Azerbaycan ile Batılı petrol firmaları arasında imzalanmış "Yüzyılın Anlaşmasına şahit olmuştu. Afgan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai de Unocal'e müşavirlik yapmıştı. 1997'de yapılan boru hattı görüşmelerinde bu Amerikan firmasını temsil etmişti. 1994'den önce açık açık Taliban'ı destekleyen Peştun Karzai, şimdi ise "VVashington'dan aldığı güçlü desteğin tadını çıkarıyor. Gücünü arttırmak için Karzai, 2002 baharında Cuma Muhammedi'yi Sanayi Bakanlığına getirdi. Bush yönetimi tarafından tavsiye edilen Muhammedi, ABD'deki Uluslararası Para Fonu'nda 15 yıl çalışmış, Türkmenistan ve Pakistan ile yapılan boru hattı görüşmelerinde Afgan heyetine başkanlık etmişti. Sanayi Bakanlığındaki yardımcısı Mahfuz Nedai'nin söylediğine göre boru hattı projesinin ilerlemesinde en büyük pay Muhammedi'nin, "îslârnabad'daki



bakanlıklar arası toplantılardan birinde Pakistanlılarla aramızda tartışma çıkmıştı, iş tıkanıp kalmıştı. Derken Muhammedi, meslektaşları ile birlikte meseleyi çözdü. Bedeli ne olursa olsun istiyordu çünkü boru hattını." Haziran ayında, Afgan Loya Jirga'smdaki başkanlık seçiminde Kar-zai'nin rakibi olmuş Bakan yardımcısı Nedai'ye göre sebep basit. "Washington, kendi adamlarını hükümetimize boşuna yollama-dı. Orta Asya'ya sırf teröristlerle mücadele için gelmedi Amerikalılar." Şubat 2003'te, tslâmad'da Pakistan hükümeti ile yapılan boru hattı görüşmelerinden dönen Muhammedi, nedeni bilinmeyen bir uçak kazasında öldıj.. Adını "Bili" olarak veren, Kabil'deki bir Amerikan diplomatı ise, Büyük Petroller ile siyaset arasm.254 daki bağlantıyı pek önemli bulmuyor. "Amerika açısından, Afganistan'ın bir değeri yok. Çünkü hammadde yok ve hattm geçiş ülkesi olarak da pek uygun sayılmaz burası" Unocal'in aksi görüşü hakkında ise şöyle diyor: "O zamanlar, Unocal'in planları Afganistan'daki siyasal ve sosyal duruma ilişkin yanlış bir analize göre yapılmıştı. Güvenlik konusundaki riskleri ele alalım mesela. Bu boru hattını korumak için koca bir ordu gerekir." ABD önderliğindeki askerî müdahalenin tek amacının Afganistan'daki teröristleri yuvalarından çıkarmak olduğunu belirtiyor diplomat. "Bunun haricindeki tüm sebepler komplo teorisinden ibaret. Asıl plan diye bir şey olmadı hiç, şimdi de yok; askerlerimizin bugün burada olacağı, 10 Eylül'de kimsenin aklına dahi gelmezdi." Amerikan güçlerinin ülkede kalıcı üsler kurma yönünde bir niyetleri olmadığım da ekliyor Bili. "Taliban'ı ve El Kaide'yi yok ettikten sonra da burada kalmayı sürdürürsek Afganlar bizi artık misafir değil işgalci olarak görmeye başlar. Savunma ateşemizin, . şu aralar Vietnam ile ilgili bir kitap okuyor olması da tesadüf de- , ğil," dedikten sonra ekliyor hemen, "Tıpkı 50lerde ye 60'larda, . oradaki petrole ihtiyacımız olduğunda, İran'da yaptığımız gibi burada da Afgan ordusunu eğitmek üzere bir miktar müşavir ve eğitimci bırakacağız ama tabii. İranlılar, Kasım ayının bir sabahı uyanıp sınırlarında bizim askerleri gördüklerinden beri şoktalar doğal olarak." Bili, İran'a sığman El Kaide askerleri ile ilgili haberlerden bahsediyor. Bili'e göre, Tahran, lsrn.au Han'a silah temin ederek Herat'ı İran'a bağlı bir eyalet haline getirmeye çalışıyor. "Ama bu bir işe yaramayacak. Afganistan'ın, İran'ın etki alanına dahil bir yer olduğunu düşünmüyoruz." Kabil'in ilgisizliğinden ötürü, Afganlılar ile İranlılar arasındaki ilişkinin kötü durumda olduğunu düşünüyor Bili. 19. yüzyılın Büyük Oyunu yankı buluyor sözlerinde. "A, o Büyük Taktik Oyunu buralarda hiç durmadı zaten," sonucuna varıyor Bili. Kısa bir süre sonra görüştüğüm bir diğer Amerikan diplomatı ise Washington'un Afganistan'da hiçbir ekonomik çıkar pe255 şinde olmadığını söylüyor. "Saldırıya uğradık. O ana dek Afganistan'ı aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk." Görevlerinden biri de Hazar enerji meseleleri ile ilgilenmek olan diplomat, Afganistan'dan geçecek kuzey-güney boru hattı ile ilgili hiçbir gündeminin olmadığını söylüyor. "Bu rota ile ilgili olarak ne ben, ne de meslektaşlarım tek bir rapor dahi yazmış, değiliz. Bizim ilgilendiğimiz doğu-batı koridorları olmuştur her zaman için." Ama bu sözleri, Eylül 2001'deki saldırılardan birkaç gün önce yayınlanan Amerikan Enerji Bakanlığı raporu ile uyuşmuyor; bu raporda "Enerji açısından Afganistan'ın önemi, Orta Asya'dan Arap Denizi'ne uzanacak bir gaz ve petrol boru hattı için olası bir geçiş rotasına sahip bir coğrafya olmasından kaynaklanıyor." deniyor.54 Washington'un Afgan boru hattı olasılığına daha yeni yeni eğilmeye başladığım söylüyor Amerikalı diplomat. "Amerikan hükümeti, bu konuda planları olan Amerikan firmaları ile işbirliğine hazır. Ne de olsa Unocal, boru hattının fizibilitesi olan ve kârlı olabilecek bir iş olduğunu gösterdi." Amerika ve terör karşıtı müttefiklerinin Afganistan'daki karargâhı olan Bagram, Kabil'in 25 mil kuzeyindeki Shamali Ovalarında yer alıyor. Onca yıllık faaliyet ve tank geçişi düşünülürse üsse giden asfalt yolun iyi durumda olması şaşırtıcı. Taliban karşıtı kuvvetler, Amerikan ve İngiliz askerler ile birlikte işte bu



yoldan Kabil'in güneyine dizi dizi aktılar 2001 Kasımında. Taliban çoktan Kandahar'a kaçmış olduğu için hiçbir direnişle karşılaşmadılar. Kabil'in direnmeden yabancı bir kuvvetin eline geçmesi ilk kez olmuyordu tabii. General Sör John Keane, 15.000 kişilik ordusuyla 30 Haziran 1839'da Kabil'e girdiğinde bir el ateş eden olmadı. Afganistan hükümdarı Emir Dost Muhammet kaçmış ve sonra da Kasım 1840'da teslim olmuştu. Kabil'deki siyasi memur Sir "VVilliam Macnaghten'in Hindistan'daki vali general'e, 54 The Guardian, 23 Ekim 2001. 256 ?• "Dan'den Beersheba'ya" sözleriyle başlayan mektupta da Afganistan'da sükûnetin hâkim olduğu yazar.55 Ne var ki hemen bir yıl sonra, Britanya İmpararatorluğu, tarihindeki en feci askerî felaketle karşılaşır. Dost Muhammed'in oğ- • lu komutasındaki isyancı Afganlar, İngiliz askerlerini ve ailelerini Kabil'den çıkarmayı başarır. Peşlerinde isyancı güçler olan İn-, giliz ve Hint askerler, doğudaki Celalabad kentindeki bir kaleye ulaşmaya çalışırlar. Bir hafta geçer, sadece tek bir kişi, askerî doktor William Bryden ulaşır kaleye. Afganlarm düşmanlarının gözünün yaşma bakmadığı saldırıdan tek kurtulan odur. Bu katliam, Rudyard Kipling'e, "Genç İngiliz Subayı" şiiri için ilham vermiştir, şiir şu sözlerle biter: "Sen Afganistan ovalarında yaralıyken / Kadınlar kalan canım da almaya gelirken / Tüfeğini kafana daya ve tetiği çek sen / Yaradana, bir askere yakışır şekilde git sen" Afganistan'ı işgal edip de fazla zarar görmemiş en son ordu Büyük Iskender'inkidir. Ondan sonraki bütün fatihler burada korkunç bir direnişle karşılaşmış. "Afganlar yoksulluğa, can güvenlikleri olmamasına tahammül eder; ama başkalarının yönetiminde yaşamayı kabul etmez," diye yazmış 1860'ların sonunda o zamanki Hindistan vali yardımcısı Sir John Lawrence. "Fırsat buldukları an başkaldırırlar."56 Bagram hava üssünde emniyet tedbirleri çok ama çok sıkı. Ziyaretçiler, yerel askerlerin koruduğu iki ayrı "Afgan kapısı"ndan geçmek zorunda önce. Bunlardan sonra Amerikan kapısına yürüyorum, burada bir basınla ilişkiler subayı, kum rengi bir Humvee ile alıyor beni. Bir dizi tahta barakanın ve askerî yapının arasından geçiyoruz. Bagram hava üssü o kadar büyük ki 4 ayrı "şehir" den oluşuyor. Birinin adı "yılan şehri" olmuş, Amerikan kuvvetlerinin Aralık 2001'de geldiğinden bu yana gördüğü onca yılan yüzünden. Bagram'da 35.00'den fazla Amerikan ve müttefik asker konumlanmış. Benim ziyaretimden birkaç gün önce ana 55 Hopkirk, a.g.k., s. 237. 56 Meyer, a.g.k., s. 156. 257 birlik değişmiş; Kuzey Carolina eyaletinden 82nci Hava indirme Tugayı yerine New York eyaletinden 10. Dağ Tugayı komutayı devralmış. 5 dakikada bir, C-17 nakil uçaklarından biri iniyor ya da kalkıyor Sovyetlerden kalma .ıava alanına, asker ve teçhizat taşıyor. Chinook tipi helikopterler uzak harekât bölgelerine, Pakistan sınırındaki dağlara götürüyor Amerikan askerlerini. Hava alanının diğer ucunda ise bir dizi Apache ve Black Hawk helikopteri görüyorum. Akşam yemeği saati. Askerî kılavuz olmadan kantine gitme iznim var. Yolda yanımdan "Timsahlar" üzerinde geçiyor askerler; bunlar çim biçme makinasma benzeyen, küçük ama Bagram'da-ki en yaygın ulaşım araçları. Toz ve taşlara karşı ise bir tür koyu renk pilot gözlüğü takıyorlar. Tozlu havadan çekinmeyen kimi asker ise boş zamanım koşu yaparak geçiriyor. Paçavralar içinde bir dizi Afgan, çıkış kapılarına yürüyor. Buranın yerlileri bunlar, üste çalışıyorlar. Bir sürü Amerikan askerinin yakın gözetimi altında yürüyen adamlar daha ziyade mahkûm gibi. Bu konuyu daha sonra sorduğum bir bayan subay "Üsteki hassas teçhizatın yakınında olmalarını istemiyoruz," demişti. Akşam yemeğinden sonra yakıt ikmalcilerin çadırlarının yanından geçerken çadırlar arası yollara verilmiş-sokak isimlerinden ikisi dikkatimi çekiyor: "Exxon Sokağı" ve "Petrol Bulvarı." "Moral çadırı"na kapıdan şöyle bir bakıyorum, burada askerler korku filmi izleyip bilardo oynuyorlar. Fazla döşenmemiş ama jeneratörlü, "Basmistan" diye adlandırılmış çadırda ise, Bagram üssündeki muhabirler, haber bekleyerek geçiriyor günlerini. Sürekli Özgürlük harekâtının önemi azalıp dikkatlerin Irak'a yoğunlaştığı şu günlerde bu iş pek



de hoş değil. "Askeriye bize'hiçbir haber malzemesi vermiyor," diye yakmıyor 2 hafta önce buraya Doğu Afrika'dan gelmiş olan Associated Press muhabiri. "Eğer yardımcı olmazlarsa, kampa haşhaş sokup askerlere satan Afganlarla ilgili bir haber yazacağım." Yasadışı tüketim müjdelerden bahis açılınca, 24 saat yayın yapan bir haber kanalının kameramanı Jim, kapıdaki muhafızlar258 dan aldığını öne sürdüğü bir şişe Özbek votkası çıkarıyor. 30'lu yaşlarını yarılamış olan Jim, 6 aydır Bagram'da olduğunu ama bunu kafasına fazla takmadığını söylüyor. "Onbir yıl orduda bulundum zaten ben. O yüzden insan kamp hayatına alışıyor." Jim ve arkadaşları, üste yakaladıkları akrepleri basın çadırındaki bir te-raryumda tutuyorlar eğlence olsun diye. "Bunlara isim de veriyoruz. Asıl eğlenceli kısım bunları aç bırakıp sonra da birbirlerinin işini bitirmelerini izlemek." Teraryumun arkasındaki katranlı muşambaya akrepler adına mezar taşları boyamış gazeteciler "Huzur içinde yat Charlie. Şerefli biçimde kılıcın elinde öldün," gibi ibareler var bu "mezar taşlarının" üzerinde. O gece kamptaki yatağımda uyumakta zorluk çekiyorum. Büyük bir kum fırtınası, Shamali Ovalarım süpürüp geçerken askerî uçaklar gece boyu inip kalkmaya devam ediyor üste. Uzaklarda bir yerde bir mayının infilak ettiğini işitiyorum. Ertesi sabah kum fırtınası halen devam ediyor, görüş bazen birkaç metreye düşüyor kimi zaman. Yürüyüş yapmak üzere çadırdan çıkarken yüzümü eşarp ile sarıyorum. Üssün dikenli tellerle tecrit edilmiş bir bölümünde, sakallardan tutun da patou denen büyük eşarplara kadar tepeden tırnağa Afganlı gibi olmuş iri yapılı adamlar dikkatimi çekiyor. Burada konuşlanmış birkaç yüz Amerikan Özel Kuvvetler görevlilerinden bir kısmı bunlar. Dağlarda haftalar süren özel görevlerinden sonra komandolardan çoğu burada istirahatte. Gerilla karşıtı taktikle yürütülen savaş halini almış askerî harekâtın en şiddetli anlarını yaşamışlar 10'lu ya da 20'li kişiler halinde göreve çıkan bu askerler, sorunlu nokta olduğu tahmin edilen yerleri tespit edip, saflarına Afgarî müttefiklerini de alarak ya da onları parayla kiralayarak o noktada emniyetli bir eve yerleşiyor. Ve komandolar civardaki koylefı araştırarak El Kaide ve Taliban as-? keri arıyor ya da sorgulama ıçm Bagram'a veya kimi durumlarda Küba'daki Guantanamo Körfezine gidiyorlar. Genel durum kolaylıkla değişebileceği için keşif çok önemli. Görevleri hem iyi hem kötü sonuçlanmış. Gözlemciler ve buranın yerlileri, bazı ? 259 aşırı bağnaz askerlerin kapıları kırdığı ve sertçe yürüttüğü taktikleri eleştiriyor. Amerikan askerleri buranın masum yerlilerine sert muamele yaptı sahiden de tekrar tekrar. Kimi askerler ise Afgan kadınlarını kendi evlerinde sorguya çekti, kadınların üzerini aradı; aşırı muhafazakâr Peştunlarm gözünde büyük bir haysiyetsizlik halbuki bu. Bunun yanı sıra Ordu, Bagram'da gözaltında hayatım kaybeden iki ya da daha fazla Afgan ile ilgili olarak soruşturma yürütüyor. Sonuç itibariyle askerler şiddetli bir düşmanlıkla karşılaşmış ve sürekli düşman ateşi altında kalmış burada. Verilen kayıpların sayısı artmış. 2002 yazının başlarında, bir savaş uçağının çeşitli köylerdeki düğün evlerini vurarak onlarca sivil ve silahsız Afgan'ı öldürmesi, Amerikan ordusunun diğer ülkelerden şiddetli tepki almasına yol açtı. Pilotlar ise, Afganların düğün esnasında geleneksel olarak havaya ateş açmalarını yanlışlıkla saldın olarak algıladıklarını iddia ettiler. Diğer bir vakada ise askerî kumanda, teröristlerin köyde saklandığına dair bir Afgan müttefikten aldıkları tüyoya göre hareket etmiş. Halbuki aslında bu Afgan kendi kişisel kan davasını çözmek için Amerikan silahlarını kullanmış olmuş. "Hatalarımız oldu," diyor Bagram üssündeki Albay Roger King, Afganistan'daki tüm ABD askerlerinin sözcüsü. "Bundan sonra tek bir istihbarata göre saldırı düzenlemeyeceğiz, çünkü bazen istihbaratı verenler farklı amaçlar güdebiliyor." Amerikan-karşıtı tepkilerin olası şiddetlenme ihtimalinin farkında King. "Henüz 'Amerikalılar defolun' gibi protestolar söz konusu değil, bu tür tepkilere yol açmamak için azami özen gösteriyoruz." Amerikan kuvvetlerinin, bölgedeki savaşçı liderlerle, Taliban , ve El Kaide'ye karşı ittifaklar kurarken aynı zamanda Afganistan'ı da parçalamakta olduklarına dair, Karzai hükümetince yapılan suçlamaların da farkında King. CIA tarafından



dolarlar ve silahlarla desteklenen bu savaşçı liderler güçlü ordular kurdu ve gitgide yaygınlaşan uyuşturucu ticaretine girdi. Amerikan askerlerinin Afganistan'a girişinden bu yana afyon üretimi 20 misli artmış; 2001'deki 185 ton Afyon, 2002'de 3400 tona çıkmış. Karzai 260 hükümetinin afyon üretimine karşı çok ağır cezaları olmasına rağmen, haşhaş yetiştirilen alanlar 2001'de 8.000 hektar iken bir yıl sonra 74.000 hektar olmuş. "Biz teröristlerin peşindeyiz," diye açıklıyor King. "Uyuşturucu ya da uyuşturucu kaçakçıları aramıyoruz biz. Bizim görev sorumluluklarımızın içinde değil bunlar. Bu savaşta farklı farklı kötülükler var: uyuşturucu kaçakçıları tabii ki kötü, ama Taliban daha kötü." Amerikan özel kuvvetlerinin, uyuşturucu kaçakçılığına müdahale etmemeleri için özellikle emir aldıklarını söylüyor King. "Eğer uyuşturucu kaçakçıları Taliban'dan ise ya da terörist bir eylem hazırlığı içinde ise ancak o zaman müdahale ediyoruz." Bölgedeki pek çok Amerikan müttefiğinin de ellerinin kanlı olduğunu itiraf ediyor Kinğ. "Uyuşturucu işine girmiş bir sürü kişi var aslında ama bu ayrı bir konu olarak görülüyor." Bu savaşçı liderler, askerî güçler değil CIA tarafından müttefik kılınmış, diye belirtiyor King, ve ordunun gizli servis meselelerine ka-rışamadığını .ekliyor. "O adamlarla oturuyoruz, yeşil çay içiyoruz ve para kazanmaları için farklı yollar buluyoruz." Ne gibi farklı yollar? "Onlara para veriyoruz," diyor King dürüstçe. Bagram'm her yanında yüzlerce çadır sökülüyor ve yerlerine ahşap ve betondan yapılma binalar dikiliyor. "Tilki inini her gün biraz daha rahat bir hale getirmek zorundasın," diye gülümsüyor Albay King. İnşaat faaliyeti, Amerikan siyasetinde kayda değer bir değişikliğin de habercisi. 2002 sonbaharında Bush yönetimine ait yüksek makamlı yetkililer, Amerikan askerlerinin Afganistan'da 10 yıldan daha uzun bir süre kalması gerektiğine dair yorumlarda bulundu. Amerikan askerlerinin Afganistan'da ne kadar daha kalacağı sorulan Amerikan Genelkurmay Başkam Tommy Franks cevap olarak "Cok çok uzun bir süre daha," dedi.57 Halbuki daha önce hükümet yetkilileri, Taliban ve El Ka-ide'nin çökertilmesinin ardından kuvvetlerin çekileceğini söyle57 International Herald Tribüne, 29 Ağustos 2002. ' 261 mişti. Başkan Bush bile "bir ülkeyi yeniden inşa etme işine giriş-meyeceği"ni belirtmişti. "11 Eylül'ün ardından buraya tek bir çetin görevle geldik, saldırılara izin veren hükümeti çökertmek ve saldırıları yapan insanları avlamak," diye izah ediyor Albay King. "Şimdi de Afgan halkının kendi ayaklan üzerinde durmalarını ve hayatlarım kolaylaştırmaya çalışıyoruz." Bu yeni politikaya, Kabil'deki merkezî hükümeti desteklemek ve ulusal ordularım eğitmek de dahil. Avrupalı diplomatların ve bölgedeki uzmanların belirttiği üzere terörizm karşıtı savaş sadece askerî yöntemlerle kazanılamaz, bunun yanı sıra sivil halk açısından istikrar sağlayıcı tedbirler de alınmalı ve böylece terörizmin yayılacağı alanlar kurutulmalıdır, Bush yönetimi de bu yaklaşımı benimsemiş görünüyor. "Dünyanın geri kalanı ile iç içe olmak iyi aslında," diyor Albay King. "Bunun emperyalizm ile ilgisi yok. Önceden bizim hatamız, bizi 11 Eylül'de vuran kişileri izlememekti. Şimdi ise böyle angaje olduğumuz için daha dikkatliyiz." Kum fırtınasına doğru havalanmak üzere olan iki Apache helikopterinin bulunduğu hava alanına bakıyor King. "Düzelteceğimiz koca bir ülke var burada. McDonald's da bile siparişi 30 saniyede getiremezsin ama, değil mi?" Albay'la görüşmeden sonra bir asker beni üssün kapılarına arabayla götürüyor. Adı Tim olan bu yedek birim askeri, Georgi-alı ve karısını fena halde özlemiş. Kabil'e dönebileceğim bir araç ayarlamayı unuttuğum için Tim beni Afgan kontrol noktalarının ötesinde, bölgedeki taksilerden bulabileceğim bir yere bırakmayı kabul ediyor. Arabayı yavaşlatırken birkaç Afgan çocuk cipin etrafına toplaşıyor ve gülüşüp bağırmaya başlıyor. Tim çabucak dışarı çıkmamı söylüyor. Çocuklar bir anda arka kapıyı açıp alet , kutusu ile açıktaki diğer eşyaları kapıveriyor. "Defolun oradan!" diye bağırıyor Tim. El frenini çekiyor, M-16'smı kapıp dışarı fırlıyor. Korkan çocuklar çaldıkları eşyalardan bir kısmını bırakıp kaçıyorlar.



Tim duruyor ve içgüdüsel olarak M-16'nm namlusunu kaçan çocukların sırtına doğrultuyor. 262 Ben arabadan çıktığımda ise Tim tüfeğini indirmiş, belli ki tüm bu olanların dışardan ne kadar olumsuz göründüğünü anlamış. Cipin homurdanan motoru hariç tamamen sessiz çevremiz. Sahneye şahit olmuş onlarca Afgan, Tim'e bakıyor. Asker ise bir küfür savurduktan sonra cipe atlayıp son hız üsse dönüyor. Amerikan askerlerinin terörist avında başarıya mı ulaşacağı yoksa Sovyet işgalcilerinin akıbetine mi uğrayacağı sorusunun cevabı ise, Büyük Oyun'un bölgedeki en güçlü oyuncusu ve yolculuğumun son durağı olan, Afganistan'ın komşusu Pakistan. 263 TERÖRÜN BEŞİĞİ: PAKİSTAN Michni kontrol noktasında arabadan inip taşlı bir tepeye çıkıyoruz. Afgan -Pakistan sınır geçit noktası Torkham var; ucu bucağı gözükmeyen dizi dizi kamyonlar, kıraç ve ağaçsız bayırlardan yılan gibi kıvrılan yolda milim milim ilerliyor. Araçlar arasında, yolcuların bavullarını çatılarındaki açık bagajda taşıyan otobüsler de var. Afgan mültecileri geri getiriyor bu otobüsler. Civardaki köyde yaşayan iki çocuk yanımıza gelip kısa bir coğrafya dersi veriyor. "Şuradaki dağ ve şu sağdaki dağ Afganistan'a aittir. Ama bu dağ Pakistan toprağıdır." Gözlerim dikenli tel ya da o tür bir sınır işareti arıyor boş yere; ama bir zamanlar sınırı belirlediği söylenen direkler çoktan yok olmuş. Afganistan ve Pakistan aslında bölünmüş değil, birbiri içinde eriyorlar sadece. Orta Asya ile Hint kıtacığı arasındaki meşhur Hayber Geçi-di'ndeyiz. Binlerce yıl boyunca, Çin'den gelip Avrupa'ya giden tacirler, yüklü deve kervanları ile buradan geçtiler. Büyük iskender'den İngilizlere kadar pek çok ordu için, Ak Dağlar'ı aşan bu geçit, her iki yöne de gidebilecek bir işgal rotası teşkil etti. Büyük 264 Oyun'un Generalleri, bu stratejik geçidi nasıl koruyacaklarına ya da nasıl ele geçirebileceklerine kafa yorarak nice uykusuz gece geçirdiler. Ama Orta Asya'daki iktidar ve boru hattı mücadelesinin asıl katalizörleri burada, Pakistan'da olduğu için Yeni Büyük Oyun'un kilit noktası sadece Hayber Geçidi olmuyor. Ülkenin asıl kudreti, 148 milyonluk nüfusu; bu da Pakistan'ı dünyanın en büyük nüfuslu yedinci ülkesi, Orta Asya'nın hemen dışındaki ülkeler arasında da en kalabalığı haline getiriyor. Hayber Geçidi'nin beyleri, yüzyıllardır Afridi kabilesinin savaşçıları olmuş; kaçakçılıktaki başarısı ve savaşa düşkünlüğü ile tanınan bu kabilenin iskender'in askerlerinin soyundan geldiğine inanılıyor. Britanya'nın baş kolonisi olan Hindistan'ın bağımsızlığını kazanmasından sonra koloniden kendileri de ayrıldıktan sonra dahi, Afridi ve diğer aşiretler Pakistan devleti karşısında kendi bağımsızlıklarım ilan ettiler. Geleneksel aşiret kanunlarının hüküm sürdüğü batı Pakistan'daki aşiret bölgelerine bugün bile Pakistan polisi giremez. Hükümetin çıkarlarını aşiretler ile bire bir görüşebilen tek temsilci Peşavar şehrindeki bir "Siyasi Muhabir". Kanunsuz aşiret topraklarının çapulcular, eroin imalatçıları ve silah kaçakçıları için neden bir cennet olduğuna şaşmamak lazım. Yabancılar içinse giriş normalde kesinlikle yasak. , Yalnızca özel izin alıp, Afridi aşiretinin yolladığı kılavuz sayesinde "Hayber karakolundan" Peşavar'a kadar yolculuk etmeme müsaade ediliyor. Silahlı kılavuzumun adı Resul. Kara sakallı, koca bir gülümsemesi olan ve hem naif hem de aslında çok ciddi görünen bir yüz ifadesine sahip Resul. Silaha bantlanmış iki takviye şarjörü ile bir AK-47 asılı omuzunda. "Bu kadar cephane bir günlük idare eder," diyerek sırıtıyor; 30 yaşındaki Resul gençliğinden beri Hayber Karakolunda çalışmış. Azıcık maaşı ile karısını ve 8 çocuğunu kıt kanaat geçindiriyor; çocuklardan en büyüğü 14'üne girmiş. "Diğer aşiretlerle savaştığımızda kullanırım tüfeğimi," diyor Resul. Aşiret bölgelerinde böyle çatışmalar yüzünden yılda yüz265



lerce kişi ölüyor. Bu çatışmalar genelde eski kan davaları ya da Sünniler ile Şiiler arasındaki dinî gerginlikler yüzünden çıkıyor. Çatışmanın bir diğer sebebi de Peştunvali, yani ailesi, aşireti ya da kendisi haksızlığa ya da hakarete uğramış bir adamın kanlı bir "bedel" ödetmesini buyuran, Peştunların ahlâki bir töresi. Anlaş-? mazlıklarm çoğunun sebebi de ya zar, ya zan, ya da zemin - yani altın, kadm ya da toprak. "En çok, ailelerin nang'mı (onurunu) korumak için savaşırız," diyor Resul. "Özellikle de işin içinde kadınlar varsa." Arabaya binip, kaçakçı yuvası olmakla nam salmış küçük Landi Kotal kentine gidiyoruz. Yolun kenarına dizilmiş iki katlı kerpiç binalarda, stereo teypler ve televizyon setleri gibi elektronik mallar satan dükkânlar var. Dükkânlardan biri silahlarla dolu hatta; Afridilerin ve diğer aşiretlerin buralardaki atölyelerinde imal ettikleri kusursuz Kalaşnikof kopyaları bunlar. Sınırın ötesinden sürekli gelen talep yüzünden bu iş kolu onlarca yıldan beyi yaygın. Landi Kotal'de de, aralarında gençlerin de bulunduğu pek çok erkek otomatik tüfek taşıyor temkinli bir biçimde. Afganistan'da olduğu gibi burada da sakallı adamlar sarık takıp, şalvar giyiyor. Sokaklarda gördüğüm az sayıda kadm ise açık mavi ipek burka çarşaflar içindeler. Afganistan'da yürütülen Amerikan kumandasındaki askerî harekât esnasında bu bölgedeki aşiret halkı açıkça Taliban'ı desteklemiş. Kimi eski cezail tüfeklerini bile kapan tahmini 9,000 adam kendi rızalarıyla sınırı geçerek işgalcilere karşı yapılan cihada katılmaya gitmiş. Bunların çoğu şu anda Afgan hapishanelerinde. Şoföre durmasını söylüyorum ama Resul arabadan fazla uzaklaşmamamı istiyor. "Unutma ki Pakistan yasaları burada hiçbir işe yaramaz! Pakistan'ın azılı suçluları buraya kaçarlar hep. Ve bu adamların da hiç şakası yoktur, anlarsın ya." Bir dükkândan biraz meyve almak üzere arabadan çıkıyorum. Dükkân sahibi dost canlısı belli ki, havada ise hafif bir haşhaş kokusu var. Elinde AK-47'si ile Resul yanımdan ayrılmıyor bu sırada ve işim bi266 ter bitmez beni arabaya kışkışhyor. Kentten çıkmak üzereyken İngilizce bir duvar yazısı görüyorum, şöyle yazıyor duvarda: "Çok yaşa Usame Bin Ladin!" Hemen altında ise çocuklar alüminyum bir konserve kutusunu top yapmış futbol oynuyor. Landi Kotal yakınındaki çorak dağlarda yitirilmiş Bin Ladin'in izi. Batı istihbarat örgütlerinden çoğu, Bin Ladin ve askerlerinin muhtemelen, Tora Bora doğu Afgan dağ kalesinden Peştun aşiret bölgelerine kaçtığını ve burada gizli ve zor ulaşılır bir noktada olduğunu tahmin ediyor. Amerikan B-52 uçakları yanlış kaçış noktalarını bombaladı; Özel Kuvvetler'in avcıları ise etkisiz Afgan müttefiklerine fazla bel bağladılar. Görgü tanıklarının ifadelerine göre, Sürekli Özgürlük Operasyonunun sonlarına doğru, çok sayıda yüksek rütbeli El Kaide ve Taliban askerlerinden oluşan gruplar, dağları aşarak Afganistan'dan buralara gelmiş. Tahmi-nince bu adamlara ne olmuş olabileceğini soruyorum Resul'e. "Eğer makbul Müslümanlar ise bizim misafirimiz sayılırlar. Aş ve döşek veririz onlara." Peştun misafirperverliği yani melmastia bunu gerektiriyormuş çünkü. Misafirperverlik kimseden esirgenmezmiş, bu kişi suçlu bile olsa; hatta gerekirse ev sahibi, konuğu için canım bile feda etmeyi şerefli sayarmış. "Böyle bizim adetimiz," diyor Resul. "Kaldı ki Usame bir suçlu değil, bir kahraman. Amerikalılar, Afganistan'da çok masum öldürdü." Anca 2001 sonunda, aşiret liderleriyle uzun görüşmeleri sonucu Pakistan ordusuna, 850 millik Afganistan sınırına asker yerleştirme konusunda izin verildi. Şu anda burada 60.000 asker konuşlanmış durumda, Pentagon eliyle teçhiz edilmiş helikopter ve askeri araçları da var. Amerikan Özel Kuvvetleri ile birlikte, sınırı ve civar köyleri şüphelilere karşı koruyorlar. Yerli halk ile aralarında sık sık gerginlik çıkıyor, çünkü aralarında eski mücahit lider Hikmetyar'ı destekleyenler de çok; Hikmet-yar da muhtemelen gizlendiği yerden, hem Afgan hükümetine hem de Amerikalı askerlere karşı cihat çağrısında bulundu. Taş bir geçitten geçerek Hayber Karakolundan ayrılıyoruz ve Kuzeybatı Sınır Eyaleti'nin başkenti olan Peşavar'a ulaşıyoruz. Ta 267 Moğollar zamanında kurulmuş Peşavar'm isim anlamı "sınır kenti" ve bugün de tam olarak öyle Peşavar. 1980'lerde Afganistan'daki Sovyet işgalcilere karşı yapılan



CIA destekli cihat esnasında burası mücahitler, istihbarat ajanları, gazeteciler ve milyonlarca Afgan mülteciye yardım eden insani yardım örgütlerinin yanyana bulunabileceği bir keşmekeş olmuş Eski bir SAS komandosu olan İngiliz gizli ajanı Tom Carew, Peşavar'a geldiğinde gördüğü manzara karşısında iğrenmiş. "Toz ve kir içinde, kolları bacakları kesik, her yerleri yara ve iltihapla dolu, gırtlaklarına kadar eşek dışkısına bulanmış pislik içindeki dilencilerle dolu idi tüm kent."38 Bugün ise Peşavar'm vahşi bir Orta Asya havası var. Devasa Bala Hisar kalesinin etrafındaki sokaklar tek bir koca Peştun pazarı oluşturmuş. Motosikletler, bisikletler, kağnılar, at arabaları, motorlu Filipin tarzı paytonlar ve hurda arabalar, rengârenk boyanıp süslenmiş kamyonların yanında bir parça yer bulmaya çalışıyor. Bir zamanlar kentin doğusunda bulunan dev mülteci kampı artık boş, buradakiler Afganistan'daki evlerine dönmüşler. Eskiden İngiliz kolonisinin karargâhı olan kışla, kenarlarında ağaçlar dizili caddeleri, kırmızı tuğlalı binaları ve ordu barakaları ile, kentin sakin bir köşesinde yer alıyor. Taliban ve El Kaide ile ilgili olarak diğer tüm yabancılardan daha çok bilgili olan gazeteci Rahimullah Yusufzai işte burada yaşıyor. Bu orta yaşlı Peştun gazeteci, 1995 baharında, Taliban lideri Molla Ömer ile röportaj yapmayı başarabilen ilk kişi olmuştu. Daha sonra da, Usame Bin Ladin ile kendi Afgan eğitim kampında görüştü Yusufzai ve bu röportajlar dünya çapında basıldı. 1998 Mayıs'mda Bin Ladin, onu ve diğer birkaç gazeteciyi Kandahar yakınındaki kampına çağırarak, Amerika'ya karşı başlattığı cihadı duyurduğu emprovize bir basın toplantısı yaptı. "Bin Ladin oldukça dostane ve alçakgönüllü idi, neredeyse utangaçlık derecesinde," diye hatırlıyor Yu58 Carew, Tom, Jihad: The Sccret War in Ajghanistan (Mainstream Press: Londra, 2001), s. 49. 268 sufzai, Bin Ladin'in bakımlı elleri ise hiç iş yapmamış, rahat bir yaşam sürmüş tam bir milyoner oğlunun eli gibiydi, diyor. Taliban lideri Molla Ömer'in, bu basm toplantısı yüzünden çok hiddetlendiğim de hatırlıyor Yusufzai. "Ertesi gün Bin Ladin ; Kandahar'a çağırılmış ve fena bir azar yemiş. Şöyle bağırmış ona ?? Ömer: 'Afganistan'ın tek bir yöneticisi var, o da benim. Sen bizim , konuğumuzsun ama sakın başımızı Amerikalılarla derde sokmaya kalkma.' " Yusufzai'ye göre El Kaide'nin Afganistan'da diledi-ğince at koşturduğu fikri doğru değil; Bin Ladin'in Taliban'a bağlı olduğu ve Ömer'in izni olmadan büyük çaplı eylemlere girişe-mediğini de ekliyor gazeteci. Bin Ladin'in Yusufzai ile olan ikinci görüşmesinden önce Kandahar'dan verilecek yeşil ışık beklenmiş zaten. "Batılılar bunun farkında değil. Yanında bir avuç askeri olan bir mülteci idi Bin Ladin sadece. Taliban bile onun dilinden düşürmediği cihad ile dalga geçerdi." Bin Ladin'in Amerikan saldırılarından sağ kurtulduğuna ve hayatta olduğuna inanan Yusufzai şöyle diyor: "Bir gün saklandığı delikten çıkacak, çünkü adının duyulmasına bayılıyor." Nasıl ki coğrafi ve etnik yönden Afganistan ve Pakistan birbirlerine kaynamış ise tarihçeleri de aynı şekilde ortak. Bunun bir sebebi de, İngilizlerin 1893'de, İngiltere'ye bağlı Hindistan ile Afganistan arasındaki resmî sınırı belirlemek için geçici olarak çizdiği Durand Hattı. Doğrudan Peştunlarm bölgelerini kesen sınır, kraliyet kolonisinin 1947'deki bağımsızlığının ardından Pakistan tarafından benimsenmiş. Ancak Afgan hükümetlerinden hiçbiri bu sınırı tanımamış, pek çok Peştun ise Durand Hattı boyunca uzanan bir "Büyük Peştunistan" olarak görüyor burayı. Pakistan yöneticilerinin bu batı komşusuna karşı dikkatli olmasının tek sebebi Afganlarm güttüğü toprakları geri alma politikası değil ama. Kıtacığm Müslüman kesiminin yurdu olan Pakistan, kendisinden daha kuvvetli olan Hindistan sebebiyle de bir tehdit altında olduğunu- hissediyor. Her iki tarafın da kendisine mal ettiği bölünmüş Kaşmir eyaleti yüzünden bu iki ülke şu ana dek üç kez savaşmış. Müslüman isyancıların, Kaşmir'in Hint idaresi altmda269 I ki kesiminde çıkardığı olaylar yüzünden bu çatışma 1990'dan bu yana daha da şiddetlenmiş. Terör saldırıları ve Hint güvenlik kuvvetlerinin buna cevap vermesi yüzünden on binlerce kişi hayatını kaybetmiş. Yeni Delhi yönetimi,



Islâmabad yönetimini, bu isyana mali destek sağlamak ve Müslüman militanları Hindistan'a sızmaları için eğitmekle suçluyor. Kaşmir çatışması, Pakistan'ın Afganistan politikası ile de ayrılmaz bir biçimde bağlantılı. İki istikrarsız bölge arasında kalma riski olduğu için bu küçük coğrafyalı ülke, batısında da düşman bir komşu ile yaşamayı göze alamaz. Bu yüzden Islâmabad yönetimi, "stratejik derinlik" kazanmak amacıyla, özellikle son 30 yıldır Afganistan kaynaklı gelişmeler üzerinde büyük ölçüde etkili oluyor, ki eskiden Hindikuş halkı hiç ilgilenmezdi bununla. 30 yıldır Afganistan'da perde arkasından kukla oynatan kişi General Nasirullah Babar. 1928 doğumlu, eğitimini bir İngiliz yatılı okulunda yapmış olan eski Pakistan içişleri bakanı, "Tali-ban'm babası" olarak tanınıyor. Babar'm desteği olmasaydı, Tali-ban'm 1990'lar ortasında zaferle sonuçlanan siyasi kampanyası mümkün olmazdı. Babar'm Afgan işlerine ilk müdahalesi 1973'te, Muhammet Davut, kuzeni Zahir Şah'ı devirip sol eğilimli ve İslâm karşıtı bir rejim kurduğunda gerçekleşiyor. Büyük Peştunistan'ı isteyen sesler bir kez daha yükselince Davut rejimi Pakistan için olası bir tehlike haline gelmiş. O zamanlar Kuzeybatı Sınır Eyaletleri valisi olan Babar, bölgede istikrarsızlık yaratmak amacıyla, Afgan İslamcı Profesör Burhaneddin Rabbani ile en önemli iki öğrencisi Ahmet Şah Mesut'u ve Gulbuddin Hikmetyar'ı getirmiş Peşavar'a. Aralarında o zamanın başkanı Zülfikar Ali Butto'nun da bulunduğu birkaç kişinin bilgisi dahilindeki bu komplo çerçevesinde, Babar gizli askerî kamplar kurdurarak bu genç adamları ve onlarca diğer Afganı gerilla olarak eğitti. O zamanlar hâlâ arkadaş olan Hikmetyar ve Mesut'un eğitimleri dahilinde tüfek kullanımı ve muharebe taktikleri de vardı. Daha sonra Babar, yetenekli Mesut'u, Afgan hükümet güçlerine karşı kanlı bir partizan saldırı . 270 1 düzenlemesi amacıyla Panjshir Vadisi'ne yolladı. Davut mesajı almıştı ve bundan sonra daha esnek davranmaya başladı. Muzaffer Babar, genç mücahitlerini gizlice Islâmabad'a götürdü ve Amerikan büyükelçisine tanıttı, böylece başarılı ama tama-mamen trajik bir ittifak doğmuş oldu. Sovyetlerin 1979'daki Afgan istilasından sonra Amerikalılar, Kızıl Ordu'nun karşısına kimleri yollayacağını biliyordu artık. Eski dostu Ziya-ül Hak'ın darbe ile iktidara gelerek Butto'yu idam etmesi ve kendisini de hapsetmesinden sonra Babar'm, 3 milyon dolarlık gizli C1A harekâtında hiçbir etkisi yoktu artık. Amansız bir askerî diktatör, Amerikan hükümetinin işine daha çok geliyordu, çünkü Pakistan soğuk savaştaki bir sınır devlet olmuştu. Washington yönetimi, pan-İslamcı Ziya ve onun gizli servisinin, Amerikan dolarlarını ve silahlarını en radikal mücahitlere, özellikle de Hikmet-yar'a aktarmalarına izin verdi. Sovyetler 1988'de askerlerini çekmeye başladığında ise Ziya, gizli servisinin başı, 4 Generali ve ülkenin Amerikan elçisi de yanında olduğu halde, aydmlatılama-yan bir uçak kazasında öldü Afganistan'daki CIA faaliyetleri hakkında her şeyi bilen kişilerin tümü de ölmüştü. Ziya'nm ölümünün ardından Pakistan, ulusal kahramanlarının kızı Benazir Butto yönetiminde demokrasiye döndü; Müslüman bir ülkeyi yönetmek üzere seçilmiş ilk kadındı Butto. Ne var ki Butto ve rakibi Nevaz Şerifin gittikçe yolsuzluğa batan rejimlerinde asıl iktidar ordunun ve gizli servisin elindeydi. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra aralarında pek çok pan-lslâmcmm da bulunduğu generaller, Pakistan'ın etki alanını, bağımsızlıklarını yeni kazanmış Müslüman Orta Asya cumhuriyetlerine yaymanın yollarını aradılar. Doğal ticari fırsatların yanı sıra bu ülkeler çok büyük bir petrol ve doğalgaz yataklarına sahipti ve bu da enerji kıtlığı yaşayan Pakistan'ın fena halde ihtiyaç duyduğu bir noktaydı. 19. yüzyılda olduğu üzere, Orta Asya bozkırlarına geçiş sağlayabilecek tek ülke, o sıralar kaos ve iç savaşa daha da batmış olan Afganistan idi. Pakistan asıllı yardakçıları Hikmetyar 271 kendi düşmanları karşısında çaresizleşip ülkeyi istenen istikrara getiremeyeceği anlaşılınca İslâmabad yönetimi yeni müttefikler aramaya başladı. 1994'de, artık Butto'nun içişleri bakanı olan General Babar, ilk kez Taliban'm adını duydu.



"Taliban'ı Pakistan'ın yarattığı doğru değil. Afganistan'a özgü bir hareket idi onlar zaten," diyor Peşavar'da beraber yediğimiz öğle yemeğinde, artık emekli olmuş olan General Babar. "Ama en güçlü zamanlarında onlara destek verdik." Uzun boylu ve heybetli bu 75 yaşındaki Peştun, güçlü bir otorite havası yayıyor. Sağ elinde bambudan yapılma bir asa var. Sol omuzu hafifçe sarkık, 1971'de Hindistan'a karşı yapılan savaşta aldığ: bir yara yüzünden. 1990'ların ortasında Taliban'm hayret verici askerî zaferler dizisini harekete geçiren ilk kişinin kendisi olduğunu söylüyor Babar; hem de o zamanlar meslektaşlarının çılgınlık diye nitelendirdiği bir fikir sayesinde. Pek çok gizli servis ajanının da yardımıyla, Babar, güney Pakistan'daki Quetta şehrinden çıkıp, Kan-dahar ve Herat üzerinden Türkmenistan başkenti Aşkabad'a gidecek ve bu arada göz kırpmadan adam öldürebilen mücahitlerin . kontrolündeki sınır bölgesinden geçecek 30 kamyonluk bir yardım konvoyu hazırlamış. Bu fikri beğenen Başbakan Butto da, Özbek savaşçı lider Raşid Dostum ile görüşmek üzere Türkmenistan'a gitmiş Babar ise, konvoy projesi için yardım almak üzere bölgenin mücahit kumandam ismail Han ile görüşmek üzere, yanında 5 batılı diplomat ve Amerikan elçisi ile birlikte, Afgan hükümetine haber vermeden Herat'a gelmiş. Sonuçta olacakları akıllarına bile getirmeyen Han ve Dostum, kamyonların kendi topraklarından geçmesine izin vermişler. Ekim 1994 sonunda, kamyonlar iki genç Taliban kumandanı ve pek çok Pakistan gizli servis görevlisinden oluşan yüklerini boşaltmış. Kandahar yakınında, kentin gerilla liderlerinden bir kısmı para talebiyle yollarını kesmiş. Savaşçılarının elinde sadece birkaç köy olan Taliban lideri Molla Ömer, Babar'm da teşvikiyle konvoyun yolunu zor kullanarak açmaya karar vermiş. Savaş esnasında Taliban, Kandahar'ı da ele geçirmiş. Aldıkları halk deste272 ği ve kendi askerî başarılarıyla şaşkına dönen Taliban, arkalarında Pakistan'ın da desteği ile, gözlerini Kabil'e dikmiş bu sefer. "Yalnızca manevi ve siyasi destek verdik onlara," diye üsteliyor Babar, bir yandan da koyun eti suyundan yapılma çorbasını içerken. "Taliban'a askerî eğitim vermedik. Askerî eğitime ihtiyaçları yoktu ki. Silah ya da teçhizat da vermedik. Kendilerine katılan savaşçı liderler bunları temin ediyor zaten." Bahsi geçen savaşçı liderlerin ancak yüklü rüşvetler sonrası Taliban'a katıldığını bilen Babar, para konusundan özenle kaçmıyor; bu paraları ise tabii ki Pakistan ve Suudi Arabistan vermişti. Bir çok Afgan görgü tanığı, Taliban harekâtlarında, Urdu dili konuşan ordu ve gizli servis mensuplarının bulunduğunu söylüyor. Bu delil karşısında, Babar, Pakistan'ın maddi yardımlar yaptığını da itiraf ediyor. "Hareketlerini iletişim içinde eşgüdümlü yapmaları için uydu bağlantıları kurup uydu telefonları da temin ettik onlara." Aynı anda on binlerce mülteci Afgan genci de, Pakistan'daki Islâmi medreselerdeki eğitimlerinde ülkelerine dönüp Taliban'a katılmaları için telkin ediliyordu. Bu medreselerin çoğu, aşırı uç parti Cemiyet-i Ulema tarafından yönetiliyordu; liderleri Mevlana Fazlur Rahman, Butto ve Babar ile birlikte bir koalisyon oluşturmuştu. Böylece, Pakistan için bir sorun olmaya başlamış militan gençlerden de kurtulunmuş olunuyordu. "Tüm operasyondan ben sorumluydum," diye övünüyor Babar, sesindeki gurur hatalarını örtme çabasının önüne geçiyor. "Molla Ömer ile çok kere görüştüm, iyi bir adamdı." 1990'larda Taliban için kimi zaman "bizim çocuklar" tabirini kullanan Ba-bar'a, acaba Taliban görüşlerini ve siyasetini hiç aşırı bulup bulmadığını soruyorum. "Aşırı değildi hiç. Taliban, barış ve istikrar getirmiş iyi insanlardı. Afganistan, aşiret liderleri ve aşiret kanunları gerektiren bir aşiret ülkesi halbuki." "Stratejik derinlik" haricinde, Taliban'ı desteklemekten o zamanlar başka ne gibi çıkarlar sağlamayı umut ettiğini soruyorum Babar'a. "Stratejik derinlik lafı palavra," diye cevap veriyor Babar öfkeyle. "Batımızda istikrarlı ve barış içinde yaşayan bir komşu ol273 sun istedik. Orta Asya'dan gelen malların geçeceği en uygun koridorun Afganistan olduğunu fark ettik. O ülkelerin, özellikle do-ğalgaz ve petrol açısından bir Asya çıkış kapısına ihtiyaçları vardı. Biz de bundan faydalanmak istedik." Pakistan'ın enerji kaynaklarına olan büyük ihtiyacından ve^Hindistan'a gidecek



olası bir do-ğalgaz boru hattı için Pakistan'ın transit ülke olması halinde kazanacağı avantajlardan bahsediyor. "Türkmenistan'dan gelecek bir boru hattı çok faydalı olacaktı, ama bunun için önce barış sağlamalıydık." Babar'a göre, Amerika, Pakistan'ın Taliban politikasını en baştan beri desteklemiş. Eylül 1996'da Kabil'in düşmesinden kısa süre önce Babar, Amerikan büyük elçisi Tom Simmons'u Taliban liderleri ile görüştürmek üzere Kandahar ve Herat'a götürmüş. Babar'm hatırladığına göre, bu yeni yöneticilerin aşırı uygulamaları ve özellikle kadınlara getirdikleri yasakları uzun süredir bilinmesine rağmen, büyükelçi, gördükleri karşısında çok keyiflenmiş. "Herat'ta alışverişe bile çıkardım onu," diyor Babar. Türkmen doğalgazını Pakistan'a taşıyacak bir Afgan boru hattının şöyle bir sorunu olacaktı ama: Taliban ve Butto hükümetleri, bu projede Unocal'in rakibi olan Arjantin firması Bridas'a işi vermeye meyilli idi. Boru hattı inşası için Bridas daha uygundu çünkü uluslararası finans kurumlarından borç almayacaktı; halbuki aksi durumda ise bu finans kurumları Taliban rejiminin öncelikle uluslararası alanda tanınmasını talep edecekti. Unocal için sıkı lobi yapan Amerikan elçisi Simmons ise, Bridas'ı destekleyen Butto ile şiddetli tartışmalarda bulundu. Kasım 1996'mn başına gelindiğinde Pakistan cumhurbaşkanı, yolsuzluk suçuyla hükümetin yetkilerini aldı; çoğu Pakistanlı'ya göre ise bu, Amerikan baskısı sonucu olmuştu. Nevaz Şerif yönetimindeki yeni hükümet, Bridas'a sırtını dönmüş ve Unocal'i desteklediğini açıklamıştı. Hemen ardından ise, Islâmabad yönetimi Taliban'ı resmen tanıdığını açıkladı. 3 yıl sonra Şerif, kendi üst düzey komutanlarından General Pervez Müşerref tarafından devrildi; Pervez Müşerref kendini idari başkan olarak ilan etti. Demkorasi kisvesi altındaki yolsuz 274 hıklardan bıkmış ve askerî diktatörlüklere alışık Pakistanlıların çoğu, siyasi partiler de dahil olmak üzere, yakın zamanda demokratik seçim olacağı sözü veren Müşerrefin bu darbesini memnuniyetle karşıladılar. Ne var ki seçimler yerine Müşerref iktidarını sağlamlaştırarak kendisini cumhurbaşkanı olarak ilan etti. Nükleer silah programından ötürü zaten Amerikan yaptırımlarına tabi olan Pakistan, bu noktadan sonra uluslararası alanda da tamamen dışlanmış oldu. Derken 11 Eylül 2001, tüm bu durumu değiştirdi. Pakistan bir kez daha öncü bir ülke oldu, bu kez teröre karşı verile savaşta. Birkaç gün içinde Bush yönetimi, Müşerreften Taliban'a verdiği desteği çekerek Amerika tarafında olması için hemen baskı yapmaya başladı. Bush'un meşhur "Ya bizim tarafımızdasmdır, ya da bizim karşımızdasmdır," sözü, tarafızlığa izin vermiyordu. Bir gece içinde Müşerref, ordusu ve gizli servisindeki tüm Taliban taraftarı generalleri görevden aldı. "Amerikalılar Müşerrefe şantaj yaptı çünkü. Taliban'ı yarı yolda bırakmaktan başka bir şey yapamazdı ki," diyor tüm Afgan siyasetinin çöküşüne böylece tanık olan Babar. "Ben generalken Müşerref daha binbaşı idi. Vasattır onun askerliği. Bir bakın hem Afganistan'ın şu anki durumuna. Hükümet yine zayıf, savaşçı liderler yine güçlü. Taliban zamanında daha iyiydi," diyor acı acı ve bu sözlerle öğle yemeğimiz de sona eriyor. Babar ve diğer İslamcı stratejistlerin "stratejik derinlik" uğruna yaptıklarının mirası, Afganistan'da koca kanlı bir tarih aslında, kendi ülkelerinde ise siyasi bir keşmekeş Tacik yönetimindeki yeni Afgan hükümeti Islâmabad'dan hiçbir müdahale istemediği için Kabil'de artık Hindistan etkili olmaya başladı. Artık Pakistan, İslamcı militanlarla kuşatılmış durumda ve bu cepheler ülkeyi yönetilemez bir hale getirme tehdidi taşıyorlar. Müşerrefin, Afganistan'daki Müslüman kardeşlerine karşı takındığı bu fırsatçı tutum yüzünden (Müşerrefe Peştun dilinde "şerefsiz adam" anlamına gelen "beşerref" lakabını takmışlar bile) bu militanlar ona suikast düzenlemeye yemin etmiş. 275 Taliban'm üst yönetimine yeraltı örgütleri kucak açmış, istihbarat kaynaklarına göre ise El Kaide hücre evleri Pakistan'da gizli. Afgan savaşının ardından, yabancıların ve Pakistanlı Hıristiyanların hedef alındığı pek çok şiddetli terörist saldırıdan onlar sorumlu tutuluyor. Ülkenin ekonomik ve sosyal merkezi olan güneydeki Karaçi kentinde, Amerikan konsolosluğuna ve Fransız mühendisleri taşıyan otobüslere bombalar atılmış, onlarca kişi ölmüştü. Amerikan gazeteci



Daniel Pearl kaçırılmış ve vahşice katledilmişti. 11 Eylül saldırılarını planlayan Halit Şeyh Muham-med gibi bazı El Kaide teröristleri tutuklansa da diğerleri hâlâ serbest. Müşerrefin tepkisi ise köktendinci Islâmi örgütlerin çoğunu yasadışı ilan etmek ve liderlerini gözaltına alma ya da tutuklatma şeklinde oldu. Aynı zamanda, Kaşmir'in Pakistan idaresindeki kısmında bulunan Islâmi militanları da zapt etmeye; bu militanların saldırılar düzenlemek üzere sınırı geçip Hint tarafına saldırmalarına engel olmaya ant içmiş. Ama Müşerref bu yaklaşımı, 13 Aralık 2001'de Yeni Delhi'deki Hint parlamentosuna yapılan bir saldırı yüzünden, Bush yönetiminden gelen yoğun baskılar sonrası benimsedi. Öfkelenen Hint hükümeti ise bu arada Kaşmir sınır hattına 1 milyon asker yığmıştı. Müşerref yönetimi de aynı şekilde cevap verince olay iki tarafın birbirine topçu ateşi açmasına ve karşılıklı yapılan nükleer saldırı tehdidine kadar vardı, iki düşman anca 2002'de biraz sakinleşerek birliklerini geri çekti. Cennetten çıkmış gibi görünen Özgür Kaşmir'in Pakistan idaresindeki kısmına gittiğimde gördüğüm, militanların komşu ülkeye sızmasını önlemek için ordunun sınırı neredeyse mühürle-diği.' Karşılaştığım yeraltı mücahitleri, Müşerref rejiminin, Hint tarafına sızmalarını yasakladığından şikâyetçiydi. Eğitim kamplarının dağıtıldığı ve liderlerinin pasif kalma talimatı aldığını da doğruladılar. "Ama cihat bitmez," diyor militanlardan biri bana. "Kumandanımız mücadelenin tekrar başladığını söyler söylemez sınırı geçerek tekrar savaşmaya başlayacağız." Terör karşıtı savaş başladığından bu yana Amerika, yaptırım276 lan kaldırıp cömert mali yardımlarda bulunarak Müşerref rejimine destek oldu. Ülke 2001'de narkotik denetim ve insani yardım konuları için Amerika'dan 5 milyon dolardan az bir miktar almışken bir yıl sonra Islâmabad yönetimi tam 701 milyon dolar aldı. Acil Durum Hazırlık Fonu'ndan alman paranın aslan payı, askerî tedbirler ve sınır kontrolüne gitti. 2003'te, Pakistan için 305 milyon dolar ayrılmıştı bile ve yıl içinde muhtemelen artacaktı da bu miktar. Aynı anda Bush. yönetimi Dünya Bankası ve Dünya Para Fonu'nu ikna ederek Pakistan'ın borçlarının 1.3 milyar Dolarlık kısmını sildirdi ve toplam 12.5 milyar doları bulan diğer borçlar için ödeme vadesini uzattı.59 Müşerrefin demokrasi dışı rejimi, insan hakları ihlalleri ve nükleer programı karşısında Amerika sessiz kalmışken, karşı çıkan sesler de oldu. 1989-1992 arası Afganistan'a özel görevle giden Büyükelçi Peter Tomsen, Kabil'deki Sovyet ordusuna ve Komünist rejime karşı ClA'in mali destekte bulunduğu gizli harekâtı yönetmiş. Pakistan yolculuğumdan önce, Tomsen ile, Washington D.C.'nin banliyölerinden biri olan McLean'deki Cumhuriyetçi parti merkezlerinden birinde tanışmıştım, komşuları ise Donald Rumsfeld, Dick Cheney ve Colin Powell gibi güçlü isimlerdi. "Bu taraflar Cumhuriyetçilere oy verir, ama bir diplomat olarak her iki tarafa da meyletmek lazım," diye gülüyor Tomsen. "O bölgede, Büyük Oyun'u 32 yıl boyunca oynadım," diyor Tomsen haylazca sırıtarak. "Hiç bitmez o Oyun; oyuncuları değişir o kadar. Son zamanlarda Amerika Birleşik Devletleri de daha fazla dahil olmaya başladı." Sovyetler 1979'da Afganistan'a saldırdığı sırada Tomsen, Moskova'daki Amerikan elçiliğinin siyasi şubesinde çalışıyormuş. "Rusları o ülkeye saldırmamaları için uyar-dıysa da aslında o tuzağa düşmelerini istiyorduk." 1980'ler boyunca Tomsen, Pekin'deki Amerikan elçiliğinde görev yaparak Afgan mücahitleri için Çin malı silahlar alıyormuş. "Depolar dolusu silah satın alıp bunları Karaçi'ye naklediyorduk." 1989'da 59 ABD İstatistik Enstitüsü Muhasebe Cetvelleri- 2003 Mali Yılı Bütçe Tahmini. 277 Başkan Bush'un özel görevlisi olarak Afganistan'a giden Pensil-vanyalı Tomsen, mücahitlere verilen tüm gizli desteği koordine etti; bu ise Amerikan vatandaşlarına tahmini 3 milyon Dolarlık vergiye mal oldu. Yeni yetkileri dahilinde Tomsen Afganistan'a bir kez bile gitmezken Pakistan'a 21, Suudi Arabistan'a ise 17 kez gitti. Suudi Arabistan'da istihbarat başkanı ve Usame Bin Ladin gibi Arap mücahitlerinin desteklenmesinde kilit isim olan Prens T ürki El Fasol ile görüştü. Prens Türki, Taliban'm kurulmasında da görev alacaktı sonradan. "Yanlış kişileri -militan İslamcıları- desteklediğimizi fark ettim daha ilk Pakistan ziyaretimde," diye hatırlıyor Tomsen. "Pakistan gizli servisi ve



Suudiler, verdiğimiz silah ve paralan Hik-metyar'm grubu gibi aşırı uç gruplara veriyordu. CIA ise bundan hiç rahatsızlık duymuyordu. Silah şevkimizin bitirilmesini istiyordum, ama o zamanlar Sovyetler Birliği daha büyük bir tehdit gibi görünüyordu." 1991'in sonlarında Amerika Birleşik Devletleri ile, artık sonu gelmiş olan Gorbaçov rejimi, birbirlerine mu-? halif Afgan cephelerine artık destek olmayacaklarına ilişkin bir anlaşma imzaladılar. Ne ilginçtir, bu anlaşma Ocak 1992'de yürürlüğe girdi — Sovyetler Birliği'nin tarihe karıştığı günde. Necibullah rejiminin de devrilmesiyle Tomsen'e, Amerika'nın Kabil elçiliğini yeniden açma görevi verilmiş. "Ama sonra Devlet Bakanlığı vazgeçerek Afganistan'dan tamamen çekilmeye karar verdi," diye hatırlıyor Tomsen. "Tüm yardımı kestik, insani yardımlar da dahil." Sovyetlerin çöküşüyle birlikte soğuk savaş da sona erdiği için artık Washington'un gözünde Afgan halkının bir önemi kalmamıştı, böylece bu halk CIA'nin yetiştirip sonra da saldırttığı köktendinci mücahit cephelerin insafına bırakılmış oldu. Onların şiddetli mücadeleleri ise sonuçta Taliban ve El Ka-ide'nin doğuşuna sebep oldu. "Öylece çekip gitmemeliydik halbuki, onları bırakmak bir hata idi," diye itiraf ediyor Tomsen de. Sonrasında Tomsen Ermenistan büyükelçisi oluyor ama Afganistan ile ilgili meselelere hâlâ dahil kalıyor. 2001'de, Ahmet Şah Mesut'u Badahşan'daki karargâhında ziyaret eden son yabancılar278 dan biri de o. Sonsuz Özgürlük Harekâtından bu yana da Tomsen düzenli olarak Kabil'e uğramış hep; Washington'un burada bir kez daha yanlış kişileri desteklediğini düşünüyor. "Taliban'a karşı kullandığımız o kötü savaşçı liderler, çapulcudan başka bir şey değil. Bombalama bittikten sonra, onlara yaptığımız ödemeyi de kesmeliydik - ama bunu halen yapmadık. Bize bir faydası var mı? Yok." Müttefik kuvvetlerin, önemli Taliban ve El Kaide üyelerinden hiçbirini ne ölü ne diri ele geçiremediğini hatırlatan büyükelçi Tomsen, Amerikan'm müttefiklerini Pakistan gizli servisi için çalışmakla suçluyor. Pakistan gizli servisi ise Taliban haberleşme ağını desteklemeyi sürdürüyor. Sınır bölgesinin her santimetresini biliyorlar ve eminim Usame'nin her hamlesinden de haberdardırlar kesin. Pakistan gizli servisini ve Pakistan ordusunu "zehirli kurumlar" olarak tanımlayan Tomsen, Müşerrefi, kendi siyasi hayatım korumak için ikili oynamak suçu ile suçluyor. "Tıpkı Saddam Hüseyin gibi Müşerref de bize yalan söylüyor. Kaşmir'deki İslamcı militanları durduracağına dair güvence vermişti, ama şimdi bu sözünü tutmuyor." 3 yıldan sonra Müşerrefin tuttuğu bir söz varsa o da iktidarını sivil bir hükümet ile kısmen paylaşma yolunda bir adım olarak yaptırdığı seçimler. 10 Ekim 2002'de yapılacak seçimlere az zaman kala Peşavar'da gergin bir hava var. Her akşam sakallı adamların oluşturduğu güruhlar, davul çalıp, bayrak sallayıp pankart ve meşalelerlesokaklardan geçiyor. Ama seçim kampanyaları 1990'lardaki kadar da coşkulu değil, bir şüphecilik havası hâkim. Müşerrefin kısmen bile olsa4ktidarmı paylaşacağına inanası gelmiyor çoğu kişinin. 5 yıl daha Cumhurbaşkanlığı yapma konusunda dayanak yaratmak için Nisan ayında şaibeli bir referandum yaptırmış Müşerref. Kendisi hariç başka hiçbir adayın adının geçmesine izin verilmemiş. Otoriteler yüzde 60'hk katılımın yüzde 97'lik bir desteğe döndüğünü iddia ederken insan hakları ve denetleme kuruluşları Müşerrefi seçimlere hile karıştırmakla^ suçladı. Artan eleştirileri önemsemeyen Müşerref ise Ağustos ayında, 1973 Anayasasını tek başına değiştirerek gücü279 nü, iktidarını sağlamlaştırmış oldu: buna göre üyelerinin çoğu askerî kökenli olan yeni bir Milli Güvenlik Kurulu, iktidara gelen tüm hükümetlerin faaliyetlerini denetleyecekti. Bu değişiklikler Müşerrefe ayrıca dilediği zaman meclisi kapatma ve de Yargıtay hâkimlerini seçme hakkı sağlıyordu. Söz konusu tedbirler, ordunun Pakistan'daki güçlü rolünü daha da arttırıyordu. Karışıklarla geçmiş 56 yıllık tarihi boyunca ülkeyi zaten genelde üniformalılar yönetmişti, her sene silahlı kuvvetler milli bütçelerinin beşte birine denk gelen 2.5 milyar dolara el koyuyor üstelik. Ayrıca ordunun, kendisini sivil mahkemelerin üzerinde bulunmasını sağlayan pek çok hak ve ayrıcalığı var. Ülkenin en büyük sanayisini kurma girişimlerine sahip olmasının yanı sıra Indus vadisindeki en bereketli topraklara da sahip. Emekli ya da görevde olsun



subaylar, ülkenin ekonomik mihenk taşlarının çoğunun başında; limanlar, posta hizmetleri, demiryolları ve telekomünikasyon idaresi. Sivil otoritelere cevap verme zorunluluğu da olmayan ordu, yolsuzluğun gırla gittiği bir derin devlet oluşturmuş bu şekilde. Rejimine ciddi bir tehdit oluşmaması için ise Müşerref, ana demokratik partiler olan Pakistan Müslümanlar Birliği (PMB) ve Pakitsan Halk Partisi (PHP)'ni, liderleri Şerif ve Butto'nun göreve gelmek amacıyla sürgünden döndükleri takdirde partilerinin kapatılacağını söyleyerek tehdit edip etkisiz hale getirmiş. Yeni yasada adayların üniversite mezunu olmasını da şart koşarak parti adaylarının yüzde 40'mın daha önünü tıkamış; çünkü ülke nüfusunun yüzde 98'i üniversite mezunu değil, istihbarat ajanları ise bu arada siyasetçilere baskı yaparak bir nevi "KraPın Partisi" olacak Müşerref taraftarı bir parti kurmalarım istemiş; bu kukla hükümet hem askerî idareyi destekleyecek yasalar çıkarırken hem de Batı ile ilişkilerde ortaya sürülecek bir merci olacak. Serbestçe kampanya yürütmesine izin verilen tek parti, 6 İslamcı partinin oluşturduğu Birleşik Hareket Konseyi - Mütte-ahide Meclis-i Amal (MMA). İlk kez birleşen bu gruplar Amerikan karşıtı platformda buluşarak ortak bir payda bulmuşlar. Si280 yasi bir konuşmasında koalisyon liderlerinden Mevlana Samiül Hak, "Bush'u istemiyoruz!" diye bağırıyor. "Bu savaş İslâm ile Amerikalı kâfirler arasındadır!"60 Siyah sarıklı Hak, bir çok Tali-ban lideri ile binlerce Afgan ve Pakistanlı din savaşçısının Kuran öğrendiği Darül-Ulema Hakkaniye medresesinin sahibi. Bir diğer MMA lideri ise Mevlana Fazlur Rahman; Rahman'm partisi Cemiyet-i Ulema İslâm (CUİ), Peştun nüfuslu eyaletlerdeki 10.000'e yakın medresenin çoğunun kurucusu. Pakistanlı çocukların üçte biri, özellikle de ailesi yoksul olanlar, bedava yemek ve konaklama imkânı veren bu Kuran okullarına kaydoluyor. Çoğu Suudi Vahabiliği ile aynı derecede töreleşmiş panls-lâmcı Hint Deobandcılığmm bir araya gelmiş etkilerini benimseyen mollalar tarafından tamamen dinî ve hatta bazen de askerî eğitim alıyorlar. Sistemi bozuk devlet okullarının ya da üst-orta sınıfın çocuklarının gittiği İngiliz tarzı özel okulların mezunlarına kıyasla, medrese mezunları Pakistan toplumuna kafalarmda çok farklı bir dünya görüşü ile giriyorlar. 148 milyonluk nüfusunun sadece yüzde 15'i okumuş olan bir ülkede büyük sosyal çatışmaların olması da kaçınılmaz elbet. Şiddetli uyuşmazlıkları gidermenin tek yolu hükümetin, medreselerdeki laik eğitimi zorunlu kılması. Ama kendisini Afgan politikasında iki yüzlü davranmakla suçlayan İslamcılara karşı ılımlı yaklaşmak isteyen Müşerref buna izin vermiyor. Seçim günü olaysız geçiyor. Katılım düşük, öte yandan oy kullanma merkezlerinin önünde korkulandan çok daha az sayıda kavgalar çıkıyor. Ordu barakalarından çıkamasa da uluslararası gözlemciler, hükümetin resmen hile karıştırmaya dönen perde arkası faaliyetlerinden şikâyet ediyor. Peşavar'da açık bir mektup elden ele geziniyor pazarlarda ve mülteci kamplarında. Hem Urduca hem İngilizce yazılmış olan mektup şöyle diyor: "Islâmm kalesi olan Pakistan şimdi Müslümanların öldürüldüğü bir Ame60 Newsweek, 21 Ekim 20001, s. 39. 281 rikan üssü olmuştur, islâm'a karşı açtığı savaşta Bush'u Müşerref desteklemektedir. Müşerref destek vermeseydi Amerika Afganistan'a adım atmaya cesaret edemezdi. Onunla savaşa çağırıyorum -—sizi." Mektuptaki imza ise "Kardeşiniz Usame Bin Ladin," dese de en aktaki "lütfen bunu çoğaltıp diğerlerine dağıtın" ibaresi mektubun sahte olabileceğini gösteriyor. Ertesi sabahın erken saatlerinde tercümanım Iftikhar, oteldeki odamı arayarak beni uyandırıyor. "Kalk çabuk!" diye bağırıyor telefondan. "Seçimleri islamcılar kazandı!" MMA'yı oluşturan partiler Pakistan tarihi boyunca yüzde 5'ten fazla oy alamamış. Belucistan'a tabi olarak mecliste 2-3 sandalye bulabilmişler. Halbuki bu seçimlerde 342 kişilik mecliste 52 sandalye sahibi olarak Pakistan'daki en büyük üçüncü politik ğüç olmuş MMA. Daha da etkileyici olan, MMA'nın diğer eyaletlere ait sandalyelerin de çoğunu ele geçirmiş olması.



ı Acele bir kahvaltıdan sonra Iftikhar ile birlikte Peşavar'm do. ğusundaki Novşera'ya, MMA destekçilerinin büyük bir gösteri düzenledikleri kente gidiyoruz. Yeşil MMA bayrağı taşıyan yüzlerce araba görüyorum yolda. Sürücüler korna çalıp birbirlerini selamlıyor. Islâmabad'a giden ana yolun kenarına dizilmiş birkaç eski koloni binasından oluşan bakımsız Novşera'da 5,000 civarı partili bir meydanda toplanmış MMA liderlerinden belki de en güçlüsü Gazi Hüseyin Ahmet, konuşma yapıyor. Partisi tslâmi Cemaat, Pakistan siyasetinde onlarca yıl önemli rol oynamış ve Afgan cihadı sırasında Pakistan gizli servisi ile de güçlü bağlar kurmuş. Coğrafya profesörü Ahmet aslında MMA'nın ılımlı liderlerinden biri olarak tanınsa da bugün bu pek belli olmuyor. "Bu bir devrimdir!" diye haykırıyor beyaz sakallı Ahmet. Halk ise tezahüratlar ve "Allahü ekber" sesleriyle cevap veriyor. Niçin MMA'ya oy verdiklerini soruyorum yakmımdaki bir grup Peş-tun'a. "Çünkü Amerika'dan nefret ediyoruz!" diye geliyor hep bir ağızdan cevap. "Amerika serdir. Askerlerinin ülkemizden çıkmasını istiyoruz." Gösteriden sonra Ahmet ve yanındakiler öğle namazı için ya282 kındaki bir camiye geçiyorlar. İmam'm kıldırdığı namaz hoparlörlerle sokaklara iletiliyor, ve saf tutmuş yüzlerce mümin hep birlikte secdeye varıyor. Aynı hareketlerle aynı anda kılıyorlar namazı. Yılın bu zamanları seyyar satıcıların sattığı taze ve lezzetli nar suyundan bir bardak bulma maksadıyla gezinirken bir silah dükkânına rastgeliyorum. Aşiret bölgelerinde silah ustalarının imal ettiği Kalaşnikof ve M-16 taklitleri ile dolu burası. "Af-ridi silah ustaları, daha önce hiç görmese bile istediğiniz silahın aynısını 10 gün içinde imal edebilir," diyor dükkân sahibi hamakta yatarken. 4.000 Rupi yani yaklaşık 90 dolar karşılığı bana bir AK-47 satabileceğini de söylüyor. Afganistan'da artık iç savaş olmadığına göre kendi işinin de bundan etkilenip etkilenmediğini soruyorum. "Afganlılara çok az silah satıyoruz," diye cevap veriyor. "Ama Pakistanlılar bir sürü silah alıyor." Hoparlörler susuyor. Namaz bitiyor. Caminin önünde, röportaj amacıyla MMA lideri Ahmet'e yaklaşıyorum. Röportaj vermeyi kabul ediyor ve Novşera çıkışındaki evine gitmek üzere Toyota Land Cruiser'ma ilerlerken benim de gelmemi söylüyor. Kamuflaj kıyafetleri içinde silahsız görünen genç adamların oluşturduğu, partinin askerî kuvvetleri tarafından korunan, yüksek duvarlarla çevrelenmiş gösterişli bir eve geliyoruz. Bambu çubukları ve sarı dikmeler tarafından desteklenen bir çadır var bahçede. Biz avluya girer girmez gençler, yaşlı çiftçiler ve diğer halktan oluşan onlarca kişi liderlerini kucaklamak üzere geliyor. Üzerinde Kuran ayetleri yazılı yeşil bandanaları başlarına sarmış genç adamlar yumruklarını kaldırıp slogan atıyorlar. Adamlardan biri plastik çiçeklerden oluşan bir çelenk asıyor Ahmet'in boynuna. Ahmet, en fakirinden en zenginine kadar tüm destekçilerini "Selamün aleyküm" diyerek sabırla selamlıyor tek tek; sadece ara sıra karakur şapkasını ve siyah cüppesini düzeltmek için durarak. Cay içip kek yerken, MMA ittifakının hangi politikaları benimsediğini soruyorum Ahmet'e. Akademik özgeçmişine ihanet edercesine kusursuz bir İngilizceyle cevap veriyor. "Programımız 283 gayet basit. Bu ülkenin temeli Islâmi ideolojiye dayanıyor, o yüzden hükümeti de İslâmi tedbirlere göre hareket etmeli." Şeriat kanunlarının uygulanması anlamına geliyor bu? Ahmet gözlüklerini çıkarıp alaycı bir biçimde cevap veriyor, "Bak işte; bizim, kadınların ellerini keseceğimizi yazmaya hevesli Batılı bir gazeteci daha. Bak, ben uzun süre Batı'da bulundum ve sizlerin Şeriat'ı ne kadar yanlış tanıdığınızdan haberdarım. Şeriat aslında insanın haysiyetini korumak ile ilgilidir." Ahmet, kendi partisinin, kadınları hor gören ve televizyonu ülke çapında sansürleyen Tali-ban'm aşırı politikalarını gütmeyeceğini belirtiyor. "Ne olursa olsun onları destekledik ama, çünkü Afganistan'a barış getiren samimi ve adil insanlardı." Ne ilginçtir ki Novşera seçim bölgesinde Ahmet'in rakibi Taliban hoca Nasirullah Babar olmuş. Benazir Butto'nun partisinden seçimlere katılan eski içişleri Bakanı, Ahmet'in karşısında büyük farkla kaybetmiş. "Pakistan'da çoğu kişi, ABD'nin barışı bozduğunu ve Afganistan'da masum halkı hedef aldığını düşünüyor," diye devam ediyor söze Ahmet. "Halbuki Amerikan



hükümetinin elinde, 11 Eylül 2001'de New York'a düzenlenen saldırıları Taliban'm yaptığına dair hiçbir delil yok." Ahmet, Amerikan bombardımanına ve Müşerrefe karşı, olaylı sokak gösterileri düzenlemiş ve bunlar yüzünden 4 ay hapis yatmış. "Amerikalıların yayılmacı ve üstünlük kurmayı isteyen bir tavırları var. Kendi kültürel değerlerini bize empoze etmeye çalışıyorlar. İşin aslı, ABD, İslâm'a karşı bir savaş yürütüyor." Hindistan'ın Britanya'dan bağımsızlığını kazanma mücadelesi sırasında herkesin Amerika'dan ilham ve destek aldığını da hatırlıyor, 60 yaşındaki Ahmet. "Bizim gözümüzde, Amerika, özgürlük temsilcisi ve sömürgecilik karşıtı bir ülke idi. Şimdi ise İngilizler kadar sömürgeci oldu onlar da. Ama herkesin kendilerinden niye bu kadar nefret ettiğini öğrenmek üzere hiçbir çaba göstermiyorlar. Amerika Birleşik Devletleri, kendi dış politikasını değiştirmelidir; çünkü 11 Eylül'ün de gösterdiği üzere mevcut politika onlara fayda getirmiyor." Peşavar'a dönerken Ahmet'in 284 ' Pakistan'daki ılımlı İslamcılardan biri olduğunu hatırlatmak zorunda kalıyorum kendime. Müşerrefin seçimi geri tepiyor böylece. Oyların çoğunun kendi yönetimine muhalif partilere gitmesiyle bu oylama, diktatör açısından net bir güç kaybı ile sonuçlanıyor. Ama aynı zamanda İslamcıların zaferi, Müşerrefin Washington ile olan bağlarını güçlendiriyor, böylece kendisini büyük bir İslâmi kötülüğe karşı laik bir koruyucu olarak göstermesine fırsat tanıyor. Kendi ülkesinde yürüttüğü hasarlı mücadele döneminde ise Müşerref, meclisin toplanmasını 5 hafta erteleyerek böylece kendi ajanlarına, vekilleri telkin ederek Kral'm Partisine geçip taraf değiştirmeleri yönünde etki yapmaları için zaman kazandırmış oluyor. Aralık başında, ordu yanlısı Başbakan Mir Zefrullah Han Cemali'nin öncülüğünde bir çoğunluk koalisyonu kurmayı başarıyorlar. Göreve başlama konuşmasında, 58 yaşındaki başbakan, Müşerrefin siyasetlerim sürdüreceklerine dair teminat veriyor. General yine sağlam bir biçimde iktidarda kalıyor ve ordu da ülkedeki en güçlü parti olmaya devam ediyor. Serbest iküdarlı Kuzeybatı Sınır Eyaletinde ve Baluşistan'da, eyalet hükümetim MMA oluşturuyor. İktidarı ise kablolu televizyonda, yerel gazetelerde ve Peşavar'daki sinemaların fena halde açık saçık film afişlerim sansürlemek. Aşırı islamcılar, Bollywo-od'un Hint film yıldızlarına ait tutkulu resimlerle dolu kartpostalları yasaklayabilir ve tüm kamu görevlilerine zorunlu dua yasağı da getirebilir. En önemlisi bu yeni yerel yöneticiler, Amerikan Özel Kuvvetlerinin terör karşıtı çalışmalarını gizlice engelleyebilir, sınırdan Afganistan'a dek. Yerel güvenlik kuvvetleri de bundan sonra daha bir görmezden geleceklerdir tekrar bir araya gelen Taliban, El Kaide ve Hikmetyar askerlerini. 2002 sonunda, Pakistan hükümeti, şüpheli militanların peşindeki Amerikan kuvvetlerine sınırın ötesindeki aşiret topraklarına geçiş izni vermeyince, Washington ile Islâmabad arasında büyük bir uyuşmazlık yaşanıyor. Afgan tarafındaki Amerikan devriyelerine yapılan bir saldırıdan sonra, Amerikan uçakları, Peştun gerillalarımn saklandığını düşünerek bir Pakistan köyünü bombalayınca Pakistan da böyle bir uygulamada bulunuyor. Bundan hemen birkaç gün sonra ise, Veziristan aşiret bölgesinde Pakistan ve Amerikan kuvvetleri karşılıklı olarak yoğun makineli tüfek ateşi açıyorlar birbirlerine. Amerikan askerlerinin "özgürlük getiren" imajına artık bölgede kimsenin inanmadığının ilk işaretleri bunlar. Orta Asya'daki Amerikan mevcudiyetine karşı gittikçe artan bu düşmanlık, Büyük Oyun'un yeni sonucunu da belirleyebilir. 286 SONSÖZ: ÖFKELİ GENÇ ADAMLAR Orta Asya'ya ilk gelişimden yıllar önce Batı Afrika ülkesi Sierra Leone'de "Binbaşı Siyahi Adam" ile tanışmıştım. Yaşı benimkiyle aynı olan bu uzun boylu asker, Devrimci Birleşik Cephe'de (DBC) görevliydi; DBC, ülkenin 10 yıllık iç savaşı esnasında binlerce sivilin kol ve bacaklarını kesmeleriyle tanınmış, Afrika'nın en korkulan direnişçi gruplarından biriydi. Londra Daily Teleg-raph gazetesinin muhabiri olarak ön cepheden, gizlenmekte olan asilerin saflarına kadar gitmiştim. Bir süre sonra DBC kumandanı, iç savaşta asıl yağmalanan ve asilerin kontrolü altındaki elmas madenlerine gitmeme izin verdi. Ağaçlıkların



arasından geçen balçık yolda yaptığım 10 saatlik araba yolculuğunda, silahlı kılavuzlarımdan biri olan Binbaşı Siyahi Adam ile DBC'de savaşmasının sebepleri üzerine konuştuk. Açlık ve hastalık içinde korkunç bir yoksulluk çekerek büyüdüğünü ve okula gitme şansı bulamadığını söyledi. "Hiç ümidim kalmamıştı ve öfkeliydim, çok ama çok öfkeli," demişti Siyahi Adam. "Zaten kısa süreceğine emin olduğum hayatım berbat bir haldeydi. Bunun üzerine ben de silahlanıp ölmeden önce bari biraz iyi vakit geçirmeye karar verdim. Kaybedecek hiçbir şeyim yok ki." Bir insanı terörist yapan şey nedir? Bu kitabı hazırlarken yaptığım yolculuklarda, değersiz olduklarına inandıkları hayatları hariç kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan, liderleri ne uğruna savaşılacağını söylerse o uğurda savaşmaya hazır, başka öfkeli genç. adamlar gördüğümde Siyahi Adam'm bu sözlerini düşündüm hep. O genç adamlardan biri de Ahmet idi; Orta Asya'daki iktidar ve boruhatları üzerine oynanan Büyük Oyun'da Bush yönetiminin en son müttefiklerinden İslâm Kerimov diktatörlüğündeki Özbekistan'ın başkenti Taşkent'te bir internet kafede tanıştığım 20 yaşındaki bir genç. Çayımızı içerken Ahmet, İslâmi bir Terör Örgütüne katılmak suçundan atıldığı hapisten 3 yıllık cezası sonrası daha yeni çıktığını söylemişti. "Muhafızlar beni her gün dövdü," diye anlatmıştı Ahmet. "Korkunç günlerdi, ama Allah'a dua etmeyi hiç bırakmadım." Genç Müslümanm katıldığı grup ise, Ahmet'in kesinlikle terör örgütü olmadıklarını söylediği bir dinî Sufi tarikatı. "Ama belki gelecekte ben ve kardeşlerim kendimizi savunmak ve savaşmak zorunda kalacağız." Amerikalı terör karşıtı grupların Özbekistan'a gelmeleri karşısında Ahmet'in neler hissettiğini sordum. "Durumu daha da kötüleştirecekler. Bize, halka değil sadece hükümete yardım ediyorlar. Amerika'dan nefret ediyorum." Ahmet'in öfke dolu sözleri, Orta Asya'da hız kazanan ve Yeni Büyük Oyun'un sonucunu belirleyebilecek tehlikeli bir akımı yansıtıyor aslında. Kendi yoz ve despot hükümdarları ile Amerika arasındaki ittifaklardan tiksinen fakir bölge halkları, gittikçe artan bir şekilde militan İslamcılığı ve şiddetli bir Amerika düşmanlığını benimsiyor. Bush yönetimi, 11 Eylül terör saldırılarını, Amerika dışı pek çok ülkenin küstah, saldırgan hatta doğrudan sömürgeci olarak gördüğü siyasetler gütme bahanesi olarak kullandığı için genel görüş açısı büyük oranda değişmiş. 1989'da, Soğuk Savaş'm sonunda, Sovyetler tarafından haksızlığa uğratılmış doğu Avrupa ülkeleri Amerika'yı seviyor, hayranlık duyuyor 288 ve sadece Batı'nm lideri değil, demokrasinin, insan haklarının ve kültürel gelişmenin en güçlü temsilcisi olarak görüyordu. Bu kültürel cazibe, Sovyetlere karşı verilen savaşta, NATO'nun aske- . rî kudreti kadar güçlü, ama daha gizli bir silah idi. İnsan Hakları Bildirgesinden haberleri bile olmayan genç Çekler, Polonyalılar ve Macarlar, Amerikan rock müziğine ve kot pantolonlara bayılıyordu. Bugün ise Amerika, Orta Asya'daki eski Sovyet devletleri ve bunların komşuları arasında, o kültürel cazibesini kaybetmiş durumda ve güttüğü siyasetler yüzünden herkesçe nefret edilen bir ülke olmuş. Şüphesiz bu kinin bir sebebi de Amerika'nın zenginliği, ve Bush yönetiminin özellikle Müslüman göçmenlere karşı getirdiği kısıtlamalar bazılarını korkutsa bile bölgedeki genç adamlardan çoğunun hayali Amerikan vizesi ve yeşil kart almak. Daha da kötüsü bölge halkı, Amerikalıların kendi yurtlarında . faydalandığı o demokratik ve liberal değerlerin ABD dış politikasında hiç de bulunmadığım fark etmiş durumda. Washington'un, Azerbaycan lideri Aliyev, Kazakistan lideri Nazarbayev ve Pakistan lideri Müşerref gibi bölge diktatörleriyle, kötü niyetli bir fırsatçılık içinde yürüttüğü siyasi flörtten ötürü de kızgınlar. Doğru-ya da yanlış, Bush'un teröre karşı yürüttüğü bu savaş, çoğu Müslüman tarafından İslâm'a karşı yapılan kültürel bir Haçlı seferi olarak görülüyor. Teröre karşı yapılan savaş, Bush yönetiminin Orta Asya'da büyük bir Amerikan etkisi kurmasına yaradıysa da bu etki basit bir güç dayatmasından ibaret oluyor genelde. Askerî ve istihbarat amaçlı harekâtlar, kısa vadede El Kaide gibi terör örgütlerini ve bunlara yataklık yapan "çapulcu devletler"i yok etmede faydalı olsa da, bu yöntemle terörizmi tamamen ortadan kaldıramaz ve hatta aksine terörist grupların yeni üyeler kazanmasına yol açar. Teröre karşı savaş sadece



askerî yolla kazanılamaz; bunu başarmak için, terörizmin sosyal kökünü kurutmayı amaçlayan askerî , siyasi ve ekonomik tedbirler uygulanmalıdır. B-52'ler ve Cruise füzeleri korku ve nefret uyandırırken; yollar, okullar ve hastane289 " ler inşa etmek halkın yüreğini fethedecektir. Bush yönetimi, ne-: den Afganistan'da ülkeyi inşa etmek üzere yeterli fon ayırmadı da; o parayla, ülkeyi parçalayan ve eroin kaçakçılığı yürüten yerel savaşçı liderleri sürekli olarak destekliyor? Bush yönetimi, ne-. den Pakistan'da sürekli olarak Amerika nefreti ile dolu Islâmi militan yetiştiren Kuran okullarının Müşerref tarafından laikleştiril-mesine yardım etmedi? Uzağı göremeyen Amerikan bölge siyasetlerinin, tıpkı 1980'lerde CIA'nin Usame Bin Ladin türü Islâmi mücahitleri Afganistan'da silahlandırmasından sonra yaşananlar gibi, eninde sonunda korkunç bir şekilde geri tepeceğinin habercilerinden sadece ikisi bu örnekler. Neden onca insan, Amerika'dan böylesine nefret ediyor? Amerikan karşıtı terörizmin kökünü kazımak isteyenler bu temel soru ile yüzleşmelidir. 11 Eylül felaketlerinden sonra bu konu üzerinde yürütülen üç-beş tartışma maalesef pek de dürüst cevaplar alamamıştır. "Onlar bizim demokrasimizden ve özgürlüğümüzden nefret ediyor," diye sık sık tekrarlamıştır Başkan Bush, o çelişkili üslubuyla. Bazı El Kaide üyeleri için bu söz geçerli olsa da Amerika'dan nefret eden çoğu insanın başka sebepleri var aslında. Mart 2003'ün sonlarında, petrol üzerine oynanan yeni bir Büyük Oyun'daki en son savaş olarak Amerikan askerleri Irak'ı işgal etti. Kuzeye ilerleyip Saddam Hüseyin rejimini iktidardan devirmeden önce güneydeki geniş petrol sahalarını ele geçirdiler çabucak. Nihai sonucu nasıl olursa olsun, Irak Savaşı'nın tüm bölge çapında büyük sonuçları olacak ve bu sonuçlar Amerika'nın terör karşıtı savaşındaki zafer umutlarını suya düşürecek. Görünüşte Irak'ı sahip olduğu iddia edilen kitle imha silahlarından temizlemek üzere açılmış olan Irak'ın Özgürlüğü Harekâtı, şu gerçeği gözardı etti: Orta Asya'daki petrol sahaları ve boru hatları üzerine oynanan bu Yeni Büyük Oyun, dünyanın kalan petrol ve doğalgaz rezervleri üzerine gelecekte yapılacak savaşların bir habercisi sadece. Irak'ta, Bush yönetimi, ilerde bir gün ABD'ye yönelik terörist ., ' 290 tehdit oluşturabilecek ülkelere karşı, "öncelikli kendini savunma" doktrinini ilk kez devreye soktu. Uluslararası avukatların çoğu, üst düzey bir Arap ülkesi olan İrak'ın istilasını, Birleşmiş Milletler'in 1945 Anlaşmasına aykırı buldu; bu Anlaşmaya göre bir ülkenin, doğrudan saldırıya uğramadıkça ya da BM Güvenlik Konseyi'nden izin almadıkça başka bir ülkeye doğrudan askerî saldırı yapması yasaktır. İrak ile El Kaide arasındaki bağa ilişkin yeterli delil bulamayan Washington, bu durumda ne BM ne de NATO'nun desteğini alabilmiş oldu. Tek müttefiği olan Britanya'nın ve küçük bir "gönüllüler koalisyonu"nun desteği ile, Amerika tek taraflı olarak ve dünya kamuoyunun aksi görüşüne rağmen İrak'ı işgal etti. Aralarında Rusya, Çin, Fransa ve Almanya'nın da olduğu pek çok ülkenin muhalefetine rağmen tek başına savaşa giren Bush yönetimi, eski müttefikleri kendinden soğutmayı ve 11 Eylül sonrası Amerika'ya karşı hissedilen yakınlığı da tüketmeyi başardı. BM'yi (dolayısıyla BM'yi oluşturan tüm ülkeleri de) "konu haricinde" tutarak küçük düşüren Bush yönetimi, İmperium Americanum (Amerikan İmparatorluğu) olarak adlandırabileceğimiz, Soğuk-Savaş sonrası yeni dünya düzenini de sağlamlaştırmış oldu. Saddam Hüseyin rejiminin tiranlık olduğuna şüphe yok elbet, ama bu rejimin binlerce can pahasına, askerî yöntemlerle devrilmesinin, eşek arısı kovanına top atmaktan farkı yok. Bush yönetiminin halkı inandırmak istediği gibi Ortadoğu'ya bir anda mucizevi şekilde demokrasi yayılacağına, bu savaş bölgedeki istikrarsızlığı şiddetlendirecek muhtemelen. Kendi despot liderlerinin de ABD ile işbirliği yapmasına öfkelenen Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan'daki radikal Islâmi gruplar da bir direniş yapabilir. Afgan Taliban savaşçılarının, savaşçı lider Hikmetyar'm mücahitlerine Amerika'ya karşı cihat amacıyla katıldığı şu dönemde, Afganistan ve Pakistan'da yeni şiddet olayları da yakın zamanda patlak verebilir. "İrak Savaşı'ndan evvel sadece bir tane Usame Bin Ladin vardı; şimdi ise 100 tane," diye özetliyor bu durumu Mısır Devlet Başkam Hüsnü Mübarek.



Irak'taki, 'Pandora'nm Kutusu'nu açarak, teröre karşı olan savaşta kazaı;clığı birkaç başarıyı da riske atmış oluyor Bush yönetimi. Müslüman bir ülkenin işgali ve zapt edilmesi, hem İslâm'a yapılan bir başka saldırı hem de bölgedeki petrol rezervlerini kontrol altma alabilmek için yapılmış sömürgeci bir girişim olarak görüleceği için, El Kaide'nin saflarını kaçınılmaz olarak arttıracak ve ABD ile Avrupa'ya karşı yapılacak 11 Eylül benzeri saldırılar tehdidini azaltmak yerine arttıracaktır. Amerika'nın küstahça güç kullanımı, Büyük Oyun'daki ana rakipleri olan Rusya, Çin ve Iran ile olan ilişkilerini de etkileyecektir. Irak üzerinde oluşan diplomatik uçurumdan önce bile, bu ülkeler, Bush yönetiminin Orta Asya'da yürüttüğü terör karşıtı savaşın aslında Rusya'ya karşı kazanılmış Soğuk Savaş zaferini perçinlemek, Çin etkisini sınırlamak ve iran'ı biraz daha sıkıştırmak amacıyla olduğundan şüpheleniyordu. Bush'un "yanımızda olmayan karşımızda demektir" hükmü karşısında Moskova, Pekin ve Tahran yönetimleri, "tam yelpazede hâkimiyet" amaçlayan, yani siyasi, ekonomik ve askerî gelişmeleri dünya çapında denetlemek isteyen bu saldırgan. ABD siyaseti karşısında gittikçe daha da endişelendiler. Lord Curzon'm meşhur "satranç tahtası" vecizesine kapalı bir gönderme taşıdığı bariz olan bir sözünde, Başkan Jimmy Carter'm ulusal güvenlik danışmanı Zbigniev Brzezinski, daha 1997'de bile şunu öne sürmüştü: "Amerika artık Avrasya'nın hakemi olmuştur. Büyük çaptaki Avrasya meselelerinden hiçbiri, Amerika'nın katılımı olmadan ve Amerika'nın çıkarlarına ters düşecek biçimde çözüme kavuşturulamaz." Amerika Birleşik Devletleri'nin, Avrasya satranç tahtasmdaki temel jeostratejik oyuncuları oynatıp yönlendirme, yerleştirme şekli ve Avrasya'nın temel jeopolitik eksenlerini idare etme yöntemi, Amerika'nın küresel üstünjüğûnün istikrarı ve sürekliliği açısından büyük öneme sahip olacaktır."61 Bu tür sözlerdeki kibir ve küstahlık, Rusya'nın kendi stratejik 61 Brzezinski, y.a.g.k, s. 194-195. 292 arka bahçesinde uzun vadeli Amerikan askerî mevcudiyetinin düşüncesine bile tahammül edemeyen, Moskova'nın muhafazakâr iktidar çevrelerini öfkelendiriyor. Pek methedilen, 11 Eylül sonrası Amerika-Rusya "stratejik ortaklığı", onların gözünde, terörizme karşı ortak mücadele etmek için kurulmuş stratejik bir beraberlik. Eski KGB görevlisi Putin'in bu manevrası, kurallarını artık Rusya'nın koymadığı bir oyunda sırtım duvara yaslamaktan ibaret ve hedefi de Rus ekonomisi yeniden güçlenip daha hâkim bir dış siyasete geçene dek ülkeye Batılı yatırımları çekmek. Kremlin'in bu kurnaz oyununun en belirgin işaretleri ise, Rusya'nın sadece Hüseyin yönetimindeki Irak ile değil "şer eksenf'ndeki diğer ülkeler olan Kuzey Kore ve İran'la da yürüttüğü yoğun işbirliği. Rusya ve Amerika, boru hatlarının rotası üzerinde tartışıyor olsa da, bu Yeni Büyük Oyun'un ille de sıfır toplamlı bir oyun olacağı söylenemez. Aslında Washington'un, enerji konusunda Moskova ile işbirliğine gitmesi için önemli sebepler var; çünkü 50 milyar varillik petrol ile dünyanın en büyük doğal gaz rezervlerine sahip olan Rusya, Amerika'yı Ortadoğu'daki petrole muh- ? taç halinden kurtarabilir. { Ama Kremlin'in Irak'ın işgaline karşı yaptığı itirazların Bush idaresince açıkça reddinden sonra Rusya, Amerika'nın küresel üstünlüğüne karşı koyma yolunda güçlerini Çin ile birleştirebilir. ' Kendi ekonomisi de büyük ölçüde Orta Asya ve Ortadoğu'dan gelen petrol ithaline dayanan Çin, gelecekte o bölgelerdeki etkisini daha da güçlü şekilde gösterecektir. Washington'daki milliyetçi şahinlerden bazılarının, Amerika'nın öncelikli terör savaşında sıradaki hedef olarak gördüğü ve Büyük Oyun'daki bir diğer rakip olan Iran da, Hazar bölgesi, Afganistan ve bir ihtimal Irak'taki Amerikan çıkarlarına ve boru hattı planlarına karşı kendi hamlelerini yapacaktır muhtemelen. Bush yönetiminin ümit ettiğinin aksine, İrak'ın Özgürlüğü Operasyonu kitle imha silahları edinmeleri konusunda "çapulcu devletler" in gözünü korkutmayacaktır; olası bir Amerikan saldırısına karşı yegâne etkili savunma olarak 1-ran (tıpkı Kuzey Kore gibi) kendisine nükleer silah edinebilir. 293 Petrol üzerine dönen bu Yeni Büyük Oyun, Orta Asya sınırlarından iran'a yayılarak önemli bir safhaya girmiştir. Bush yönetimi ne kadar inkâr ederse



etsin, Irak'taki asıl niyeti bu ülkeyi Amerikan ekonomisine petrol desteği sağlayacak stratejik bir yer olarak kazanmak ve Ortadoğu'da Amerika'nın müttefiği olarak Suudi Arabistan'a bir alternatif getirmek. Silahsızlandırma ve insan hakları belagatlarının arkasında, Cheney'in 2001 Mayısında hazırladığı Amerikan enerji siyaseti ile ilgili raporda da belirtildiği üzere, yeryüzünde geriye kalan son fosil rezervleri var aslında. Dünyanın en büyük ikinci rezervi olan, astronomik 112 milyar varillik ham petrolün üzerine kurulmuş durumda Irak. Savaştan önce, BM'nin "petrol karşılığı gıda" programı dahilinde Irak günde 2 milyon varil ihraç ediyordu. Üretim tesislerinin çoğunda acilen yenileme gerekse de BM yasaları yüzünden yabancı yatırımcılar ülkeye giremedi. Amerikan askerleri ülkeyi tamamen kontrol altına aldıktan sonra ise petrol tesisi kurma talibi firmalar hiç eksik olmayacaktır. Irak'ın hafif, sülfürü az petrolü üstün kalitede kabul edilir; yüzeye yakın olması da üretim faaliyetlerinin varil basma 2 dolara kadar düşmesini sağlar. Yeni ve eski tesislere yapılacak 20 milyar dolarlık bir yatırımla Irak'ın petrol üretimi birkaç yıl içinde günlük 7 milyon varile ulaşabilir ki bu da kabaca dünya petrol tüketiminin onda biri demektir. Dünya piyasasında bol miktarda tedarik edilen petrol, uzun vadede fiyatlarında bir düşüş yaşatabilir ve bu da ağırlaşan Batı ekonomilerine faydalı olur. "Irak'ta bir rejim değişikliği olursa o zaman dünya çapında üretime (günlük) 3 milyon ile 5 milyon arası varil petrol daha ekleyebilirsiniz," diye açıklamıştı Bush'un o zamanki ekonomik danışmanı, ABD'nin savaştaki hedefini Eylül 2002'de. "Savaşın başarılı bir biçimde yürütülmesi ekonomi açısından faydalı olacaktır."62 Petrol temininde Suudi Arabistan'a karşı tek olası rakip olan Irak, ucuz petrol teminini emniyetli bir biçimde garantileme ve 62 The Observer, 3 Kasım 2002. 294 Arap hakimiyetindeki OPEC petrol kartelinin üstünlüğünü kırma yolundaki yeni Amerikan stratejisinde İrak çok önemli bir nokta haline geldi. Yabancı yatırımcıların ülkede üretim sınırları ile karşılaşmaması halinde, Amerika, Irak'ı OPEC'ten çıkaracak kadar bile ileri gidebilir. Kısa sürede de OPEC üyesi olmayan Rusya ve Hazar ülkeleri gibi tarafların engeli sonucu, kartelin yüksek fiyatlı sözleşmelerini bozacak kadar bol miktarda petrol sağlanır. Jeostratejik hamlelerin ardından, petrol şirketleri Hüseyin sonrası döneme giren İrak'ta en avantajlı anlaşmaları imzalamak için hazır bekliyor. Bush yönetiminin bu kadar pahalı bir askerî harekâtı sırf Teksaslı petrolcü dostlarına kârlı anlaşmalar sağlamak için başlatmış olması anlaşılmaz görünse de, B-52'ler tarafından Irak'ı bombalayarak iktidara getirilmiş bir Hüseyin sonrası rejimin Irak'taki petrol sahaları konusunda Amerikalı taliplere kolaylık sağlayacağını tahmin etmek zor değil. ExxonMobil ve ChevronTexaco firmaları ile görüştükten sonra, CIA destekli Irak muhalefetinin lideri Ahmet Çelebi, "Amerikan şirketlerinin Irak petrollerinde aslan payını kapacağı" sözünü verdi.63 Birkaç gün sonra ise, Britanya Petrolyum'un müdürü ve aynı zamanda 20. yüzyıl başlarında Irak'ta petrol bulunmasının öncülerinden olan Lord John Browne, kamuoyu önünde Blair Hükü-meti'ni uyararak, Londra'nın Irak'taki savaşa iştirak etmemesi halinde ingiliz petrol şirketlerinin Amerikalı rakipleri karşısında kayba uğrayacağını söyledi.64 Petrol çıkarları, Eransa, Çin ve özellikle Rusya'nın da savaş karşıtı konumlarının sebebinden biri kısmen. Bu üç ülkenin enerji şirketleri, Hüseyin rejimi ile mültimilyar dolarlık birkaç anlaşma imzalamıştı çünkü, şimdi ise Washington'a borçlu olan yeni hükümetin bu anlaşmaları feshederek Amerikan şirketleri64 Washington Post, 15 Eylül 2002. 64 The Guardian, 30 Ekim 2002. 295 ne yönelmesi. Stratejik olarak da, Rusya, Irak'ın dünya piyasalarım petrolle boğmasını ve bu yüzden Sibirya petrollerinin genel pazar payının azalmasını hiç istemiyor. Neredeyse tamamı petrol ve doğalgaz ihracı gelirlerine dayanan Rus devlet bütçesi, varil başına 23 dolarlık bir petrol fiyatı beklentisiyle hazırlanıyor. Daha da kötüsü, Sibirya'daki yüksek'üretim maliyetleri,•(sermayelerini' Rusya'nın kendine çekmeye çalıştığı) Batılı petrol



firmalarını, yeniden müsait hale getirilmiş Irak'a yatırım yapmaya yöneltebilir. "O zaman bütçemiz çökecektir," diye tanımlıyor olası sonuçları, Duma'nın savunma komitesi başkan yardımcısı Aleksei Arbatov. Irak'ta ve Büyük Oyun'un diğer savaş meydanlarında, bu enerji sömürgeciliği uğruna nice kişi öldü ama daha da devamı gelecek. Sanayileşmiş dünyanın petrol bağımlılığı düşünülürse başka savaşların da olacağı tahmini gerçekçi görünüyor. Gezegenin geriye kalan petrol rezervleri, birkaç düzine yıldan sonra tükeneceği için ülkeler ve çokuluslu şirketler arasında petrole ulaşma ve kâr etme mücadeleleri daha da şiddetleniyor ve petrol zengini ülkelerde içten içe sürüyor. Kazakistan, Nijerya, Venezuela, Sudan, Angola, Arap şeyhlikleri ve diğer pek çok ülkede aniden kazanılan petrol zenginliği; yolsuzluğa, ekonomik duraksamaya, siyasi baskıya, devrimlere ya da iç savaşlara sebep olmuş. "Biz şimdi Şeytan'm dışkısında boğuluyoruz," diye açıklamıştı Vene-zula'nm OPEC kurucusu Juan Alfonzo, ani petrol zenginliğinin ciddi yan etkisini.65 Enerji emperyalizminin başka etkileri de ABD ve Avrupa'ya çok büyük sayılarda gelecek mülteciler ve petrol fiyatında yaşanacak şoklarda görülecek ki bu da hükümetlerin maliyetli denizaşırı askerî görevlere daha da ağırlık vermesine sebep olacak. Ama uzun vadede, gerilimli bölgelerdeki petrol altyapısının hassaslığı, enerji teminini yalnızca askerî yöntemlerle sağlamayı imkânsızlaştıracak. ileriye yönelik bir emniyet siyaseti kapsamında, 64 Hoffmann, y.a.g.k.'tan alıntı, s. 67. 296 siyasi liderler, yenilenebilir enerji teknolojilerini yaygınlaştırarak bizi petrole olan bu korkunç bağımlılığımızdan kurtarsalar iyi olur, küresel sera etkisine karşı iklim koruma görevi de zaten bunu gerektiriyor her halü kârda. Yaklaşık 100 yıl önce, 31 Ağustos 1907'de, Rusya Dışişleri Bakanı Kont Alexander Izvolsky ile İngiltere elçisi Sir Arthur Nic-holson'un St. Petersburg'da imzaladığı ve iki ülkenin de Orta Asya'daki temel çıkarlarını belirlediği gizli bir anlaşma ile sonlanmıştı ilk Büyük Oyun. Rus hükümeti, Afganistan'ın İngiliz etki alanında olduğunu kabul etmişti o zamanlar. Buna karşılık Londra ise Orta Asya'nın geri kalan bölümlerinde Çar'ın yönetimine asla meydan okumayacağını taahhüt etmişti. Yeni Büyük Oyun'un 21. yüzyılın başlarında stratejistleri ne kadar süreyle meşgul edeceği ve barış ile sonuçlanıp sonuçlanmayacağını tahmin etmek ise zor değil. Ben bu son satırları yazarken CNN kanalı, Bağdat'a yapılan bir Cruise füze saldırısının ardından meydana gelen hasarı gösteriyor. Sokak ortasında acı ile feryat eden bir Iraklı, parçalanmış, kanlar içindeki bir çocuğun cesedini tutuyor kollarında. Birkaç saniye sonra ise haber kuşağı kısa bir ara veriyor; ağrı kesicilerin ve diğer ürünlerin reklamları başlıyor. 297 Hazırlayan: Peter Palm \ Kazakistan Hint-Avrupalılar SLAVLAR 5 Ukraynalılar İRANLILAR f " Persler S3 Kürtler ~'_ Ermeniler Sİ2 Osetler c=3 Beluçiler E>?î Patanlar MOĞOLLAR Kalmuklar am Hazarlar Altaylılar TÜRKLER Kazaklar Azeriler Kırgızlar Türkmenler Özbekler Osmanlı Türkleri Başkırlarjatarlar Karakalpaklar KAFKASYALILAR şgg Gürcüler ^M Dağıstan Aşiretleri-. Abhazlar, Inguşlar, Çeçenler, Çerkezler, Kabardinler KAYNAKÇA



?'" V. ",''' ı'* -



i * -i'



'?'. .'• -.î:- ? !?) ı



'



;



?» ..'" J* /



'i ":'



?, ?> ı l, t '.



'•



?



1 -T



iM-,;;-;;ir\ :i' Anderson, Jon Lee, The Lion's Grave: Dispatches from Ajghanistan (Grove: New York, 2002). Barudio, Günter, Trünen des Teu/els: Eine Weltgeschichte des Er-döîs (KlettCotta: Stuttgart, 2001). Brzezinski, Zbigniew, The Grand Chessboard (Perseus Book Group: New York, 1997). Carew, Tom, Jihad: The Secret War in Afghanistan (Mainstream Publishing: London, 2001). Croissant, Michael Pand Bülent Araş, OH and Geopolitics in the Caspian Sea Region (Praeger Publishers: Westport, CT, 1999). Dekmejian, Hrair and Hovann H. Simonian, Troubled Waters: T/ıe Geopolitics of ihe Caspian Region (Palgrave MacMillan: New York, 2001). Dumas, Alexandre, Gefâhrliche Reise durch den wilden Kaukasus, 1858- 1859 (Erdmann: Stuttgart, 1995). Ebel, Robert and Rajan Menon, Energy and Conjlict in Central Asia and the Caucasus (Rowman & Littlefield: Oxford 2000). 301 Elliot, Jason, An Unexpected Eight: Travels in Afghanistan (Mac-Millan: London, 1999). Engdahl, F. William, Mit der Ölwaffe zur Weltmacht: Der Weg zur neuen Weltordnung (Böttiger Verlag: Wiesbaden, 2000). Gali, Carlotta and Thomas de Waal. Chechnya: A Small Victori-ous War (MacMillan: London, 1997).



Goltz, Thomas, Azerbaijan Diary: A Rogue Reporter's Adventures in an Oil-Rich, War-Torn, Post-Soviet Republic (M.E. Sharpe: NewYork, 1999). Hopkirk; Peter, The Great Game: The Struggle for Empire in Central Asia (Kodansha America: New York, 1994). Kaplan, Robert D. Eastward to Tartary: Travels in the Balkans, the Middle East, and the Caucasus (Random House: New York, 2000). -----Soldiers of God: With Islamic Warriors in Afghanistan and Pakistan (Vintage Books: New York, 2002). -.—.The Ends of the Earth: Erom Togo to Türkmenistan, from Iran to Cambodia ajourney to the Frontiers of Anarchy (Vintage Books: New York, 1997). Kipling, Rudyard, Kim (Penguin Books: London, 1994). Maclean, Fitzroy, Eastern Approaches (Penguin Books: London, 1991 ). Mehdi, Parvizi Amineh, Towards the Control of Oil Resources in the Caspian Region (New York, 1999). Meyer, Kari and Shareen Brysac, Tournament of Shadows: The Great Game and the Race for Empire in Asia (Counterpoint Press: London, 1999). Pleitgen, Fritz F., Durch den wilden Kaukasus (Kiepenhuer & Witsch: Cologne, 2000). Roy, Olivier, TheNew Central Asia: The Creation ofNations (1. B. Tauris: London, 2000). Scholl-Latour, Peter, Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir (Goldmann: München, 1994). Rashid, Ahmed, Taliban: Militant islam, Oil and Fundamentalism 302 wer (Simon & Schuster: York, 303 DİZİN 1973 petrol krizi, 6 . : '?'" • ?' 1974 petrol krizi, 133 ; ? ?? A "" '"' ' Abaşidze, aslan, 41 • Abdullah Hafız, Şeyh, 197 Abhazya, 10, 30, 35, 39,46,47,*»;50"54 ? ?"'''.v Abraham, Spencer, 79 '?;> -'"?''• ' Agaev, Cemil, 81-83 . " ' Agip, 84, 87, 90 Ahmet, Gazi Hüseyin, 282*384 '?• Akdeniz boru hattı, 28-30*32, 104, ^ 214 '-?'•*? Albay Yanov, 126 Alberson, Michael, 204 iU Albukarov, Beslan, 57-59 Alekperov, Vagit, 80 J Aleskerov, Valeh, 76, 77 Aliyev, Haydar, 13, 23-26, 32, 73, 76, 79, 80, 82, 289 Almaatı, 104, 109 Andruşkin, General, 229 Anglo-lran Petrol Şirketi, 132 ani petrol zenginliği, 101,296 Annan, Kofi, 183 Apsheron yarımadası, 4, 16 Arbatov, Aleksei, 296 Asadullah, 199, 200 Ashimbayev, Maulen, 105 Asiyev, Askar, 212 . Astan Quds Rızavi Vakfı, 147 Aşimovsk, 177 ateşgâhlar, 16 Atyrau, 84, 85, 87-91, 95, 96 Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkiiatı, 36 Azerbaycan, 2, 4, 6, 9, 10, 12-16, 21, 23, 24, 26-31, 60, 61, 72-74, 76, c:< 77, 79-81, 101, 137, 157, 160, 162, 163, 165, 166, 175, 215, 254,289 B -A) Babar, Nasırullah, 270-275, 284 Badahistan, 221 Bağımsız Devletler Topluluğu, 36 Baku 33 Baku, 9, 10, 13, 15, 16-22, 24-27, 30, 31,32,41,47,60,61,72-74,76-81, 83, 102, 158, 160-163, 166, 179, 254 Bakû-Ceyhan boru hattı, 28, 30, 31,



64,75,86, 104, 108, 151, 156 Bakû-Novorossiisk boru hattı, 63, 64 Basayev, Şamil, 37, 52 Batum, 17, 19, 41, 42 besprediel, 68 305 Bey, İbrahim, 229 y Bickley, Chad, 203, 204, 205 Bin Ladin, Usame, 7, 103, 184, 194, 207, 227, 252, 267-269, 278, 282, 290, 291 Birinci Dünya Savaşı, 18, 19 Birleşik Hareket Konseyi Müttehide Meclis-i Amal (MMA), 280 Bişkek, 1, 204, 207, 210 Bon, Bertrand, 211 Booth, Neil, 84, 85, 87 boru hattı politikaları, 137 BP AMOCO, 24, 26, 29, 47, 72-74, 78, 162, 166 Bridas, 180, 274 British Petroleum (BP), 24, 26 Browne, John, 295 Bryden, NVilliam, 257 Brzezinski, Zbigniew, 27, 292, 301 ???; Chenghu, Zheng, 129, 130 Cherdabayev, Boris, 95-98 Cherdabayevler, 96 Chernova, Galina, 88-90 Chirag, 166 Clinton, Bili, 27 CNOOC, 130 Curzon, George Nathaniel, 3, 20, 196, 199, 292 Çeçenistan, 10, 28, 30, 36, 37, 56, 57, 59, 60-67, 69-72, 224 Çin Ulusal Petrol Şirketi, 102, 128 Çin, 7, 99, 103, 110-115, 117, 118, 120, 122, 123, 125, 127-130, 191, 198, 218, 221, 277, 292, 293, 295 D 7 D'Amato Yasası, 135 Davut, Muhammet, 270, 271 Derbent, 141 ? : Desmarest, Thierry, 152 doğal gaz, 293 Doğu Türkistan İslâm Hareketi, 123 Dost Muhammet, Emir, 256, 257 Dostum, Raşid, 182, 183, 193, 203, 272 Dudayev, Dzhokhar, 60, 61 ; ; ElfAquitaine, 184 i.- ? ' Elizabeth, 168-175 ? ı enflasyon, 101 ?'?" . Ermeniler, 19, 29, 31-33, 82, 240 Ermenistan, 2, 15, 31, 81, 278 Essary, Richard, 206-212 ExxonMobil, 76, 86, 87, 150, 295 Fahim, Kasım, 246-249 Farhang, Emin, 250-253 306 Finn, Robert, 254 Franks, Tommy, 209, 210, 261 Frunze, Mikhail, 210 G Gali, 55 Gamsakurdiya, Zviad, 35, 45 •$ Gayazova, Fatima, 212, 213 ?: Gazprom, 152, 175-178, 183 -•: General Tso, 113 Giffen, James, 36, 94, 95 ?•? Giorgadze, Igor, 36 ?? -* Giorgi, 41-44 M Gorbaçov, Mikhail, 34, 44, 45, 59, ??. 92,202,278 :.'. Gori, 45, 46 ' ?'



Griboyedov, Alexander, 155 Grozni, 57, 58, 60-63, 65, 67, 69-71 Gürcistan, 2, 10, 18, 27-30, 32-45, 47-49, 51, 52, 68, 74, 75, 79, 80, 104, 217 Gwadar Limanı, 251 H Honarvar, Hamit, 132-134, 136, 137, 142, 148-150 Humeyni, AyetuUah Ruhallah, 133, 138,142,149,155,232. . "• . Hümayun, 158160 Hüseyin, Saddam, 6, 149, 279, 290, -291, 295 I-İ ikinci Dünya Savaşı, 20, 21, 22, 177 Inguşetya, 57, 58, 60, 65, 69, 71, 72 İran boru hattı, 108, 152, 153 Iran, 3, 7, 9, 10, 15, 16, 20, 26-29, 31, 75, 77, 86, 87, 100, 102, 104, 105, 108, 130-145, 147-160, 162-165, 175, 176, 180, 183, 201, 215, 220, 228, 230-235, 241, 243, 252, 253, 255, 292-294 tran-Libya Müeyyideleri Ysası, 29 İslâmabad, 251, 254, 270-272, 274, 275, 277, 282, 285 Itera, 176, 177, 178, 179 Ivanov, Igor, 79 Hak, Mevlana Samiül, 281 >!?' Halüzad, Zalmay, 253 :??'??': Halo Trust, 55 Hamaney, AyetuUah Ali, 140,147, 149 Han, İsmail, 226, 231, 234-236, 240, 255,272 Hatemi, Muhammed, 104, 105, 139, 140, 142, 143, 149, 152 Hayber Geçidi, 264, 265 Hazar Havzası, 6 Heslin, Sheila, 136 Hikmetyar, Gulbuddin, 240, 249, 250, 267, 270, 271, 278, 285, 291 Hindistan, 3, 7, 102, 114, 126, 145, 178, 183, 256, 257, 265, 269, 270, 272, 274, 275, 284 Hitler, Adolf, 20, 21 J Jiang Zemin, 115, 121 Jim, 258, 259 Jorose, 50 K Kabil, 182, 184, 227-229, 232, 234, 236, 240, 242-250, 252-257,262, 273-275,277279 Kalıcı Özgürlük Harekâtı, 209 Kalyuzhny, Victor, 213-216 Karabağ, 23, 29-32, 81, 82 Karaban, Elena, 98 Karaçi, 183, 276, 277 Karaganov, Sergei, 26 Karzai, Hamid, 184, 227, 228, 244-247, 251, 254, 260 307 I Kaşagan, 4, 23, 85-89, 91, 96, 97, ?.:> 102, 104, 129, 130 Kaşgar, 112-118, 120, 124, 126 ? Kazak fonları, 101 Kazak sahilleri, 4 ^ Kazak stepleri, 65, 72, 102, 128 Kazakistan, 2, 4, 6, 10, 22, 26, 60, 64, 65, 72, 84, 86, 88, 91, 92, 95106, 109, 115, 128-130, 135, , 137, 150, 151, 163, 175, 188, 189, 192, 218, 220, 289, 296 :; Kazaklar, 90, 93, 94, 96, 102-105, v 107, 116, 134-136, 150, 153 ??: Kelly, Christopher, 1, 2, 209, 210 Kerimov, İslâm, 190-196, 200, 201, 203, 288 Keşmir, 10 , Khorog, 221-223 Khristenko, Viktor, 80 : •! Kırgızistan, 1, 2, 11, 109, 111, 115, 130, 188, 190, 193, 194, 203, 204, 206, 207,210, 211, 213, - î 215,217,218 ??? ' Kızıl Haç, 68, 69, 235 King, Roger, 260, 261, 262 ! Kissinger, Henry, 180 :?"'>,?[ Koçeryan, Robert, 31 ? V. Kmşçev, Nikita, 46, 65 Kuzey Atlantik Paktı (NATO), 189,



206, 289, 291