Kültür ve Emperyalizm [4 ed.] [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Giriş



Oysa Avrupa dışındaki dünyanın hemen her yerinde, beyaz adamın gelişi bir biçimde direnişe yol açmıştır. Şarkiyatçılık'a almadığım nokta, Batı egemenliğine gösterilen ve tüm Üçüncü Oünya'daki büyük sömür­ gecilik karşıtı harekette doruğa çıkan tepkiydi. On dokuzuncu yüzyıl Ce­ zayir'i, İrlanda ve Endonezya gibi çok çeşitli yerlerdeki silahlı direnişlerin yanı sıra, hemen her yerde görülen kültürel direnişlerde, ulusçu kimlik­ lerin öne çıkarılması ve politika alanında da ortak hedefleri kendi kade­ rini belirleme ile ulusal bağımsızlık olan örgütlerin, partilerin kurulması yönünde hatırı sayılır çabalar harcanmıştır. Hiçbir emperyal karşılaşma etkin bir Batılı saldırganın miskin ve hareketsiz yerliyle karşılaşması biçi­ minde olmamıştır; her zaman bir etkin direniş biçimi söz konusu olmuş, pek çok durumda da sonuçta direniş üstün gelmiştir. Bu iki etmen -emperyal kültürün dünya düzeyindeki genel biçimle­ nişi ve emperyal güce karşı tarihsel direniş deneyimi-, elinizdeki kitabı



Şarkiyatçılık'ın bir devamından ibaret olmaktan çıkarıp başka bir girişim durumuna getiriyor. Her iki kitapta da, oldukça genel bir biçimde "kül­ tür" adını verdiğim şeye ağırlık verdim. "Kültür" sözcüğü benim kullanı­ mımda özellikle iki anlama geliyor. Her şeyden önce, betimleme, iletişim ve gösterim sanatları gibi, başlıca amaçlarından biri haz olan ve iktisadi, toplumsal ve siyasal alanlardan göreli bir özerklik içinde, genellikle es­ tetik biçimlerde var olan uygulamalar anlamını taşıyor. Bunların için­ de, kuşkusuz, hem dünyanın uzak yerlerine ilişkin popüler bilgi stokları hem de etnografya, tarih yazıcılığı, filoloji, toplumbilim ve edebiyat tarihi gibi bilimsel disiplinlere ait uzmanlık bilgileri var. Bu kitapta yalnızca on dokuzuncu ve yirminci yüzyılların modem Batılı imparatorluklarının üzerinde durduğumdan, özellikle roman gibi, emperyal tavırların, gön­ dergelerin ve deneyimlerin oluşumunda son derece önemli olduğuna inandığım kültürel biçimleri ele aldım. Yalnızca roman önemlidir de­ mek istemiyorum; söylemek istediğim, İngiltere ve Fransa gibi büyümek­ te olan toplumlarla olan bağlantısı özellikle incelemeye değen estetik nesnenin roman olduğu. Modern gerçekçi romanın ilk örneği Robinson



Crnsoe'fdan Okumak İktidardakiler, hilafet kültürüne göre düşünmeyen herkesi "yenilikçi kişi" (ahi



el-ibdat) diye adlandırarak, aykırılık suçlamasıyla İslami aidiyetten dışladılar. Bu durum, eski şiir ilkelerine aykırı davranan şiirleri nitelemek için kullanı­ lan ibdat (modernlik) ve mubdat (modem, yeni) terimlerinin neden din te­ rimcesinden alınma olduğunu açıklığa kavuşturuyor. Sonuçta, şiirde modem olanın, egemen çevrelerce, rejimin kültürüne yönelik siyasal ve düşünsel bir saldırı ve eskilerin idealize edilmiş standartlarının reddi gibi anlaşıldığını, bu nedenle Arap yaşamında şiirin her zaman politika ve dinle karışık olageldiğini görüyoruz. 1361



Adonis'in yapıtları ve Mavakif dergisindeki çalışma arkadaşları Arap dünyasının dışında pek az tanınıyorsa da, bu grubu, içinde İrlanda'dan Field Day yazarlarının, Hindistan'dan Subaltern Studies grubunun, Doğu Avrupa'dan çoğu muhalif yazarın ve izini C.L.R. James'e kadar sürebile­ ceğimiz pek çok Karayipli aydın ve sanatçının da (Wilson Harris, George Lamming, Eric Williams, Derek Walcott, Edward Braithwaite, ilk dönem­ leriyle V S. Naipaul) yer aldığı çok daha büyük bir uluslararası gruplaş­ manın bir parçası olarak görmek olanaklıdır. Tüm bu hareket ve bireyle­ re göre, resmi tarihin klişeleri ve yurtseverlik idealizasyonları, düşünsel kölelik ve savunmacı suçlama kalıtlarıyla birlikte ortadan kaldırılabilir. Seamus Deane'in İrlanda için söylediği gibi, "İrlandalılık miti, İrlanda gerçekdışılığı kavramı, İrlanda dilindeki güzel sözleri çevreleyen kavram­ lar: Bunların tümü, ulusal karakter fikrinin icat edildiği on dokuzuncu yüzyıldan bu yana edebiyatın aşırı derecelerde beslendiği siyasal izlek­ lerdir. "[371 Bu nedenle, kültürle uğraşan aydınların önündeki iş, kimlik po. litikasını verili durumuyla kabul etmeyip, tüm tasavvurların nasıl, hangi amaçla, kim tarafından ve hangi bileşenlerle inşa edildiğini göstermektir. Bu iş kolay olmaktan çok uzaktır. Amerika'nın kendi resmi imgesine, 1



özellikle ulusal geçmişe ilişkin tasavvurlarına, endişe verici bir savunma­ cılık girmiştir. Her toplum ve resmi gelenek, kendi onaylanmış anlatıları­ nı müdahalelerden koruyor; bu anlatılar zamanla, kurucu kahramanları, bağlandığı fikir ve değerleri, kültürel ve siyasal yaşamda ölçülmesi ola­ naksız bir etkisi olan ulusal eğretilemeleriyle, neredeyse ilahi bir statü kazanıyor. Söz konusu öğelerden ikisi --öncü bir toplum olarak Amerika ve demokratik pratiklerin doğrudan bir yansıması olarak Amerikan siya­ sal yaşamı- son zamanlarda sıkı bir incelemeye tabi tutuldu ve sonuçta son derece dikkate değer bir heyecan taşkınlığı yaşandı. Her iki öğeyle ilgili olarak da aydınlar eleştirel görüşlerin kabulü yönünde ciddi ve çağ­ cıl düşünsel çabalar gösterdilerse de bu çabalar hiç yeterli değildi; iktidar Kültür ve Emperyalizm



391



Gelecekte Tahakkümden Kurtulmak



normlarını içselleştiren medya demirbaşları gibi, onlar da kendi kendini tanımlamış resmi kimliğin normlarını içselleştirmişlerdi. 1991 yılında National Gallery of American Art'ta9 düzenlenen "Batı Olarak Amerika" sergisini ele alalım; söz konusu galeri, Smithson Ensti­ tüsü'nün bir parçası olup kısmen federal hükümet tarafından desteklen­ mektedir. Sergiye göre, Amerika'daki batı topraklarının fethedilmesi ve daha sonra ABD bünyesine alınması süreci, gerek Amerikan yerlilerinin gerekse çevrenin yıkımıyla ve gerçek fetih süreciyle ilgili çok yönlü haki­ kati gizleyip romantikleştirerek ya da düpedüz saf dışı ederek, dünyanın hep iyiye gittiği inancını yayan bir kahramanlık anlatısına dönüştürül­ müştü . Örneğin, on dokuzuncu yüzyıl Amerikan resmindeki yerli figür­ leri -soylu, gururlu, düşünceli-, aynı duvarda, beyaz adamın eline düşen Amerikan yerlilerinin yaşadığı gerilemeyi betimleyen bir 'sürekli metnin karşısına asılmıştı. Bunun gibi "yapıbozma" çalışmaları, sergiyi görmüş olsun olmasın, Kongre üyelerinin öfkesini ayaklandırdı; bunu, özellikle bir federal kurumda sergilenmesi kabul edilemeyecek, yurtse­ verlik ya da Amerikalılıkla ilgisi olmayan bir çarpıtma saydılar. Profesör­ ler, bilginler ve gazeteciler ABD'nin "benzersizliği"ne kötücül bir iftira saydıkları bu şeye karşı saldırıya geçtiler; Washington Post yazarlarından birine göre bu "benzersizlik, Amerika'nın kuruluşundaki umut ve iyim­ serlik, cömertliğindeki vaat, ve yönetiminin gösterdiği azimli çabalar"da yatıyordu .1381 Bu görüşün pek az istisnası vardı; örneğin, Robert Huges, Time'daki yazısında (3 1 Mayıs 1991), sergilenen sanat için, "bir kuruluş mitinin boya ve taştan oluşmuş hali" diyordu . Yarı resmi bir uzlaşmaya varıldı, ve buluş, tarih ve kendini dev ayna­ sında görmekten oluşan tuhaf karışımın, tüm ulusal köken öykülerine girdiği gibi bu öyküye de girmiş olduğu görüşünün Amerika'ya uymadı­ ğına hükmedildi. ABD'nin kamusal söylemi, pek çok kültürden oluşan bir göçmen toplumu olmasıyla ters düşen bir biçimde, daha fazla dene­ tim altında tutulan, ülkeyi kusursuz göstermek konusunda daha titiz, ve kazanılan zaferin masum olduğu fikrine dayalı, zırhlara bürünmüş tek bir büyük anlatının çevresinde daha birleşik bir söylemdir. Her şeyi yalın ve iyi tutmak yönündeki bu çaba, ülkeyi diğer toplum ve halklardan kopar­ makta, böylelikle de uzaklığını ve yalıtılmışlığını artırmaktadır. Başka bir olağanüstü olay da Oliver Stone'un 1991 sonlarında piyasa­ ya çıkan ve ciddi kusurları olan filmi ]FK çevresinde yer alan tartışmadır. 9 Amerikan Ulusal Sanat Galerisi. [ç. n.]



392



Edward W . Said



Ortodoksluğa ve Otoriteye Meyda� Okumak



Filmin öncülü, Kennedy'nin, Vietnam savaşını sona erdirme arzusuna karşı çıkan Amerikalıların planladığı bir komplo sonucu katledildiğidir. Filmin pürüzlülüğü ve bulanıklığı, ayrıca Stone'un bu filmi yalnızca ticari nedenlerle yapmış olabileceği göz önüne alındığında, neden böylesine çok sayıda gayrı resmi kültürel otorite mensubunun -tescilli gazete­ ler, düzenin tarihçileri, politikacılar- filme saldırmayı önemli bulduğu sorulabilir. Tüm değilse bile çoğu siyasal cinayetin komplo olduğunu hareket noktası olarak kabul etmek, Amerikalı olmayan biri için uzun sürmez, çünkü dünya böyle. Ne var ki, bir Amerikalı bilgeler korosu Amerika'da komplo olabileceğini yadsımak için tonla mürekkep harca­ maktadır, çünkü "biz," yeni, daha iyi ve daha masum bir dünyayı temsil etmekteyizdir. Aynı zamanda, "yabancı iblisler" olarak kabul edilenlere (Castro, Kaddafi, Saddam Hüseyin ve benzeri) karşı girişilmiş resmi Ame­ rikan komplolarının ve cinayet girişimlerinin yığınla kanıtı vardır. Arada bağlantı kurulmamakta, anımsatıcılar ağza alınmamaktadır. Buradan bir dizi önemli sonuç çıkıyor. En başta gelen kimlik, en res­ mi, güçlü ve zora dayalı olanı, sınırlar, gümrükler, hükümet eden partiler, yetkili makamlar ve resmi anlatı ve imgeleriyle devletin kimliği ise, ve aydınlar bu kimliğin sürekli bir eleştiri ve çözümlemeye gerek gösterdiği kanısındaysa, o zaman benzer bir biçimde inşa edilmiş kimliklerin de benzer inceleme ve sorgulamalara gerek gösterdiği sonucuna varılmalı­ dır. Edebiyata ve kültür incelemelerine ilgi duyanlarımızın eğitimi, büyük bölümüyle, neredeyse fetişleşmiş bir nitelik kazanan -yaratıcı yazar, ba­ ğımsız ve özerk yapıt, ulusal edebiyat, ayrı türler gibi- çeşitli başlıklar ·



altında düzenlenmiştir. Evet, bireysel yazar ve yapıtların var olmadığını ileri sürmek, Fransızca, Japonca ve Arapçanın ayrı ayrı şeyler olmadı­ ğını, ya da Milton, Tagore ve Alejo Carpentier'nin aynı izleğin önemsiz ' ayrıntılarda farklılaşan çeşitlemelerinden ibaret olduğunu öne sürmek anlamsızdır. Büyük Um utla r la ilgili bir deneme ile Dickens'ın bu addaki romanının aynı şey olduğunu da söylemiyorum. Buna karşılık, " kimliğin" ille de, kendinde ve kendi başına bütün ve tam bir şey olarak varlıkbi­ limsel açıdan verili ve sonsuza değin belirlenmiş bir istikrar, benzersizlik, indirgenmez nitelik ya da ayrıcalıklı statü anlamına gelmediğini söylü­ yorum. Belli bir romanı, pek çok yazma kipi içinden yapılmış bir seçiş olarak, yazma etkinliğini çeşitli toplumsal kiplerden biri olarak, edebiyatı ise estetik de içinde, hatta belki başta estetik olmak üzere, çeşitli dünyevi amaçlara hizmet etsin diye yaratılmış bir kategori olarak yorumlamayı yeğlerim. Dolayısıyla, yapıtıyla devletlere ve sınırlara etkin bir biçimde Kültür ve Emperyalizm



393



Gelecekte Tahakkümden Kurtulmak



muhalefet edenlerin istikrar bozucu ve soruşturucu tavırlarındaki odak noktası, örneğin, sanat yapıtının yapıt olarak, siyasal, toplumsal ve kül­ türel bir durumdan hareketle ve belli şeyleri değil de daha başka şeyleri



yapmaya nasıl başladığıdır. Modern edebiyat incelemeleri tarihiyle, amacı öncelikle ulusal kano­ nu ayırt etmek, sonra söz konusu büyük yapıtların bu konumlarını, oto­ ritelerini ve estetik özerkliğini ayakta tutmak olan kültürel ulusçuluğun gelişmesi birbirine bağlıdır. Kültürle ilgili olarak, evrensel alana uyulup ulusal farklılıkların üstüne çıkılıyor görünümü veren genel tartışmalarda bile, hiyerarşilere ve etnik seçişlere (Avrupalı olanla olmayan arasındaki gibi) bağlanılmıştır. Bu nokta, Matthew Amold için olduğu kadar, saygı duyduğum yirminci yüzyıl kültür ve filoloji eleştirmenleri -Auerbach, Adomo, Spitzer, Blackmur- için de doğrudur. Hepsi de kendi küUürleri­ ni bir anlamda tek kültür saymışlardır. O kültüre yönelmiş olan tehlikeler -modemler için faşizm ve komünizm olmak üzere- büyük ölçüde içer­ dendi, ve yücelttikleri şey; Avrupa burjuva hümanizmiydi. Bu Bildungu10 yerleştirmek için gereken ruh, sıkı eğitim ve olağanüstü disiplin ise, za­ man zaman hayranlık vurguları ve geriye dönük bir tilmizlikle sesini duyurmakla birlikte, ayakta kalamadı; ancak, bugün yapılan hiçbir eleş­ tirel çalışma, Mimesis düzeyindeki çalışmalara benzemiyor. Bugün temel öncül, Avrupa burjuva hümanizmi yerine, çeşitli türevsel otoriteleriyle ve konuyu alanlara, altbölümlere, uzmanlıklara, yeterliklere vb. bölen profesyonelcilikle ittifak halindeki bir ulusçuluk kalıntısı tarafından sağ­ lanıyor. Varlığını sürdürmekte olan estetik özerklik doktrini, şu ya da bu profesyonel yöntemle (yapısalcılık, yapıbozmacılık, vb.) ilişkilendirilmiş bir biçimcilik içinde sönümlenmiş durumda. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, ve özellikle Avrupalı olmayan ulusçu savaşımların bir sonucu olarak yaratılmış bazı yeni akademik alanlara göz atıldığında, farklı bir topografya ve farklı bir dizi zorunluluk açığa çıkıyor. Bir yandan, Avrupalı olmayan edebiyatların çoğu öğrencisi ve öğretmeni, bugün incelemekte oldukları şeyin politikasını daha baş­ langıçtan itibaren hesaba katmak zorundalar; modern Hindistan, Afrika, Latin ve Kuzey Amerika, Arap [ülkeleri], Karayipler ve İngiliz Milletler Topluluğu edebiyatları üstüne hiçbir ciddi incelemede, kölelik, sömür­ gecilik ve ırkçılığın tartışılması ertelenemez. Söz konusu edebiyatların, gerek sömürgecilik sonrası toplumlarda, gerekse metropollerin eğitim 10 Bildung: yapı. [ç.n.]



394



Edward W. Said



Ortodoksluğa ve Otoriteye Meydan Okumak



programlarında ikincil noktalara sıkıştırılıp kenara itilmiş ve/ya da bo­ yunduruk altına alınmış konular olarak içinde bulundukları savaş hali anılmadan tartışılması da düşünsel bir sorumsuzluk olur. Pozitivizme ya da deneyciliğe sığınıp, sonra da sıkılmadan kuramın silahlarını "talep etmek" olmaz. Öte yandan, iktidar ve politikayla daha açıktan dünye­ vi bağlantıları olan "o" Avrupa dışı edebiyatların da gerçekten, yüksek, özerk ve estetik açıdan bağımsız ve doyurucu olmak için yaratılmış hale getirilen Batı edebiyatları gibi "saygı duyularak" incelenebileceğini öne sürmek bir hatadır. Edebiyat incelemesinde beyaz maskeli karaderili ta­ sarımı, politikada olduğundan daha elverişli ve saygın değildir. Özenti ve öykünmeyle fazla yol alınamaz. Burada bulaşma sözcüğünü kullanmak yanlış olur; ancak, edebiya­ tın, daha doğrusu tüm kültürün -Homi Bhabha tarafından kullanılan karmaşık anlamıyla- melez, l39ı ayrıca, dışsal gibi görülen öğelerle dolu ya da karışık ve örtüşür nitelikte olduğu görüşü var: Bu görüş bana, çağcıl dünyada olup biten, ve okuyup yazdığımız metinleri böylesine bir kışkırtıcılıkla etkileyen çekişmelerin içinde yer aldığı bugünün dev­ rimci gerçekliklerine ilişkin temel fikir olarak çarpıcı geliyor. Artık ne tarih konusunda doğrusal gelişmeyi ya da Hegelci aşkınlığı vurgulayan anlayışlara katlanabilecek durumdayız, ne de Atlantik dünyasına merkezi bir önem, Batılı olmayan bölgelere ise doğuştan, hatta suçlu bir taşralı­ lık niteliği yükleyen coğrafi ve ülke/toprak temeline dayalı varsayımları kabul edebilecek durumda. "İngilizce edebiyat" ya da "dünya edebiyatı" gibi gruplaştırmaların bir anlamı olacaksa, bunun nedeni, bu edebiyat­ ların, bugünkü varoluş ve gerçeklikleriyle, gerek metin gerekse tarihsel



deneyim olarak doğmalarına neden olan çekişmelere ve süregiden sava­ Şımlara tanıklık etmeleri, ve edebiyatın bileşim ve incelenmesi konusun, da hem ulusçu temele hem de metropol Batı'nın edebiyatlarını alışılmış çalımlı bağımsızlık ve kayıtsızlıkla görme alışkanlığına büyük bir güçle meydan okumalarıdır. Edebiyat deneyimlerinin oluşturduğu gerçek gruplaşmaların birbiriyle örtüştüğünü ve birbirine bağımlı olduğunu kabul ettiğimizde, tarih ve coğrafya da, ulusal sınırlara ve zora dayalı olarak yasalaştırılan ulusal özerkliklere karşın, yeni haritalarla, yeni ve çok daha az istikrarlı bütün­ lüklerle ve yeni tip bağlantılarla biçimleniyor. Sürgünlük konumu, mülk­ süzleştirilip yerinden yurdundan edilen neredeyse unutulmuş talihsizle­ rin yazgısı olmak şöyle dursun, yitikleriyle üzünçlerinin kabul ve kayıt edilmesi gerekmekle birlikte, bir norm durumuna, klasik kanonlardan Kültür ve Emperyalizm



395



Gelecekte Tahakkümden Kurtu l m a k



oluşan kapalı yapıya karşın sınırların aşılmasına ve topraklar için yeni haritaların çıkarılmasına yönelik bir deneyim durumuna çok yaklaşıyor. Yeni yeni değişen modeller ve tipler, eskileriyle itiş kakış halinde kendi­ ne yer açıyor. Edebiyat okuruyla yazarı artık, yalıtılmış, güvenlik içinde, istikrarlı, ve kimliği, sınıfı, cinsi ya da mesleğiyle ulusal olan bir şair ya da bilgin imgesine bağlanmak zorunda değil; Filistin'de ya da Cezayir'de Genet ile, Londra'da bir karaderili olarak Tayeb Salah ile, beyaz dünya­ da Jamaica Kincaid ile, Hindistan ve İngiltere'de Rushdie ile vb. birlikte düşünüp deneyim sahibi olabiliyor; kaldı ki, edebiyatın kendisi de, her zamanki biçimlerini yitirip, yeraltı yaşamı, köle anlatıları, kadın edebiyatı ve cezaevleri de içinde olmak üzere, sömürgecilik sonrasına ait tanıklık­ ları, gözden geçirmeleri ve kayıtları kabul ediyor.



Nasıl ve ne okuyup yazmamız gerektiğine ilişkin soruların soruld'uğu ve yanıtlandığı ufukları genişletmemiz gerekiyor. Erich Auerbach'ın son denemelerinden birindeki bir belirtimi başka türlü söylersek, bizim filo­ lojik evimiz, ulus değil, hatta bireysel yazar da değil, dünyadır. Bunun anlamı, biz meslekten edebiyat öğrencilerinin, hem sevilmeme hem de megalomaniyle suçlanma rizikosunu göze alarak, bazı can sıkıcı konuları hesaba katmamız gerektiğidir. Çünkü, kitle haberleşme araçlarının ve rıza imalatı dediğim şeylerin çağında, insan bilimleri, meslek ya da este­ tik açısından önemli sayılan birkaç sanat yapıtının dikkatle okunmasının pek az kamusal sonuç veren bir özel etkinlikten öteye gidebileceğini düşünmek, Pangolosvari kaçacaktır. Metinler her kalıba giren şeylerdir; içinde bulunulan koşullarla ve büyüklü küçüklü politikalarla bağlan var­ dır ve bunlar da dikkat ve eleştiri gerektirir. Tıpkı hiçbir kuramın metinler ve toplumlar arasındaki bağlantıları tek başına açıklayamayacağı ya da anlatamayacağı gibi, kimsenin de her şeyi değerlendirip yargılayama­ yacağı açıktır. Ancak, metin okumak ve yazmak asla yansız etkinlikler değildir: Yapıt ne denli estetik ya da eğlendirici olursa olsun, peşinden gelen çıkarlar, iktidarlar, tutkular, hazlar vardır. Medya, siyasal iktisat, kitle kurumları -kısacası, çağcıl iktidarın izleri ve devletin etkileri-, edebiyat dediğimiz şeyin birer parçasıdır. Ve aynı zamanda kadınların yazdığı edebiyatı da okumadıkça, erkeklerin yazdığı edebiyatı okuyama­ yacağımız nasıl doğruysa, -edebiyatın biçimlenişi öyle değişti ki-, aynı zamanda metropol edebiyatını da izlemeden çeper ülkelerin edebiyatıyla başa çıkamayacağımız aynı ölçüde doğrudur. Çeşitli ulusal ya da sistemli kuramsal okulların sunduğu kısmi çözüm­ leme yerine, hep, küresel bir çözümlemenin çoksesli çizgilerini önerdim;



396



Edward W. Said



Ortodokslul'.Ja ve Otoriteye Meydan Oitumak



bu çözümlemede metinler ve dünyevi kurumlar birlikte işleyiş halinde görülmekte, söz konusu işleyiş içinde Dickens ile Thackeray, Londralı yazarlar olarak okunurken, aynı zamanda, tarihsel etkilerini Hindistan ve Avustralya'daki, kendilerinin de gayet farkında oldukları sömürgeci girişimlerin biçimlendirdiği yazarlar olarak okunmakta, yine aynı işleyiş içinde bir topluluğun edebiyatı diğerlerinin edebiyatında işe karışmakta­ dır. Ayrılıkçı ya da yerlici girişimler bana tükenmişliğiyle çarpıcı geliyor; edebiyatın yeni ve genişlemekte olan anlamının çevrebilimi, tek bir şeye ilişkin ayrık bir fikre ya da tek bir öze bağlanamaz. Ancak, bu küresel, çoksesli çözümleme, -ilk karşılaştırmalı edebiyat anlayışları gibi- sen­ fonileri değil, atonal toplulukları örnek almalıdır; karmaşık ve pürüzlü bir topografyayı aydınlatmaya yönelik her tür uzamsal ya da geometrik ve sözbilimsel uygulamayı (hükümler, sınırlar, sınırlamalar, davetsiz ko­ nukluklar, eklemeler, yasaklamalar) hesaba katmamız gerekir. Yetenek­ li bir eleştirmenin yorumbilim ya da filolojik yorum tarafından severek yapılan türdeki sezgisel sentezleri (en yetkin örneği Dilthey'dir), yine değerli olmakla birlikte, bana daha çok, zamanımızdan daha huzurlu bir dönemin dokunaklı anımsatıcısı olarak çarpıcı geliyor. Böylece bir kez daha politika sorununa geliyoruz. Hiçbir ülke, neyin okunacağı, neyin öğretileceği ve neyin yazılacağı konusundaki tartışma­ dan bağışık değildir. Kökten kuşkuculuğun ya da statükoya saygılı itaatin reel seçenekler olduğu görüşündeki Amerikalı kuramcıları sık sık kıs­



kanmışımdır. Belki kendi tarfüim ve durumum böyle bir lükse, bağsızlığa ya da doyunmuşluğa elvermediğindendir, söz konusu seçenekler bana ree\ görünmüyor. Bununla birlikte, bir kısım edebiyatın gerçekten iyi, bir' kısmınınsa kötü olduğuna inanıyorum; ve iş bir televizyon ekranına bakıp durmaktansa bir klasiği okumanın, kurtarıcı değerine değilse bile, insanın kafasını çalıştırmak yoluyla duyarlığını ve bilincini geliştirme gi­ zilgücüne gelip dayandığında, herkes kadar tutuculaşıyorum. Sanıyorum sorun kendiliğinden, profesyonelcilikle yurtseverlik de, kıyametsi deği­ şikliği beklemek de işe yaramadığında, okurlar ve yazarlar olarak günde­ lik yavan ve sıkıcı işimizin neden ibaret olduğuna geliyor. Dönüp dolaşıp -basitleştirici ve idealist bir tavırla- zora dayalı tahakküme muhalefet edip hafiflemesini sağlamak, şimdiki zamanı, akılsal ve çözümlemese! olarak yükünün birazını kaldırmaya çalışmak yoluyla dönüştürmek, çe­ şitli edebiyatların yapıtlarını birbirine ve tarihsel oluş tarzlarına gönder­ melerle yerine koymak anlayışına geliyorum. Söylediğim şey, çevremizde Kültür ve Emperyalizm



397



Gelecekte Tahakkümden Kurtulmak



olup biten biçimlenmeler gereğince ve gruplaşmalar içinde, okurların ve yazarların, bugün gerçekte okur ve yazar rolünün kayıt tutma, ifade etme ve geliştirme ile ilgili sorumluluklarıyla törel sorumluluğunu taşıyan, çağ­ cıl aydınlar olduklarıdır. Amerikalı aydınlar için ise bunun epey daha çoğu söz konusudur. Bizi ülkemiz yetiştirmiştir ve bu ülkenin küresel düzeyde varlığı dev boyut­ ludur. Sözgelimi, Paul Kennedy'nin -tüm büyük imparatorluklar kendi boyutlarının fazla ötesine uzanmaları nedeniyle çökmüştür tezini öne süren-r4oı yapıtıyla joseph Nye'nin, yeni önsözünde Amerika'nın özel­ likle Körfez Savaşı'ndan sonra "bir numara" olmak konusundaki emper­ yal iddiasını yeniden öne sürdüğü Bound to Lead!Önderliğe Yazgılı'sı arasındaki zıtlaşmanın ortaya koyduğu ciddi bir konu var. Kanıtlar Ken­ nedy'nin lehine olmakla birlikte, Nye de "ABD iktidarı için yirmi birirlci yüzyılda sorun, yeni hegemonya rekabetleri değil, uluslararası karşılıklı bağımlılığın yeni meseleleri olacaktır"r4ıı diyecek kadar zekidir. Nye yine de şu sonuca varıyor: "ABD geleceği biçimlendirmek konusunda en ka­ pasiteli, en büyük ve en zengin ülke olmayı sürdürmektedir. Ve demok­ rasilerde seçişler halka aittir. "r4ıı Oysa sorulacak soru şudur: "Halk, " ikti­ dara doğrudan erişebilmekte midir? Yoksa o iktidarın sunuluşu, başka bir çözümlemeyi gerektirecek kadar örgütlenmiş ve kültürel açıdan işlenmiş durumda mıdır? Bence, bu dünyadaki dur durak bilmez metalaştırmadan ve uzman­ laşmadan söz etmek, çözümlemeyi formüle etmeye başlamak anlamına geliyor; özellikle de, Amerika'nın kültürel söylemde hegemonya kurmuş olan uzmanlık ve profesyonelcilik putlaştırması ve gerek anlayıştaki, ge­ rekse iradedeki aşırı büyü me nedeniyle. Bugün Amerika kültürünün dünyanın geri kalan bölümünün kültürüne olan güç ve fikir müdahalesi kadar yoğun bir müdahale, insanlık tarihinde az görülmüştür (Nye bu noktada haklıdır); bu konuya az sonra döneceğim. Ancak, esas olarak hiç bu denli parçalanmış, böylesine sert bir biçimde indirgenmiş ve asıl kültürel kimliğimizin (öne sürülen kimliğimizin değil) ne olduğu konu­ sundaki duygumuzda böylesine tümüyle eksikli olmadığımız da aynı de­ recede doğrudur. Suçlu , kısmen, uzmanlaşmış ve ayrılıkçı bilgide gerçek­ leşen müthiş patlamadır: Afrikamerkezcilik, Avrupamerkezcilik, batıcılık, feminizm, Marksizm, yapıbozmacılık vb. Okullar, başlangıçtaki içgörüleri güçlendirip ilgi konusu yapan şeyi, geçersiz ve güçsüz kılmaktadır. Bu da, meydanı ulusal kültür hedefli, genellikle onaylanan sözlere bırak­ mıştır; somut örnekler: Rockefeller Vakfı'nın görevlendirmesiyle yapılan



398



Edward W. Said



Ortodoksluğa ve Otoriteye Meydan Okumak



Tbe Humanities in American Life/Amerikan Yaşamında İnsan Bilimle­ riı43ı başlıklı inceleme gibi belgeler, ya da daha yakın ve daha siyasal bir örnek olarak, Reagan yönetiminde kabine üyesi sıfatıyla yetinmeyip, aynı zamanda kendinden menkul bir Batı sözcüsü, bir tür Özgür Dünya Şefi gibi de konuşan eski Eğitim Bakanı (ve eski Ulusal İnsan Bilimleri Vakfı Başkanı) William Bennett'in "Bir Kalıtın Talep Edilmesii' başlığı altındaki çeşitli uyarıları. Akademik dünyada, hep gerçek bir çokkültür­ lülük ve yeni bilgilerle konuşan kadınların, Afrika kökenli Amerikalıların, gay'lerin ve Yerli Amerikalıların belirmesini "Batı Uygarlığı"na yönelik bir barbarlık tehdidi sayan aydınlar olarak Allan Bloom ve yandaşları da William Bennett'e katılmışlardır. "Kültür normu"na ilişkin bu usanç verici eleştiriler bize ne söylüyor? Yalnızca, insan bilimlerinin önemli, temel, geleneksel, yaratıcı olduğunu. Bloom, ABD'de yüksek öğrenimin "seçkinler" için olduğuna ilişkin ken­ di kuramına uyarak, yalnızca bir avuç Yunan ve Aydınlanma filozofunu okumamızı istiyor. Bennett, işi daha da ileri götürerek, yirmi kadar büyük metin yoluyla geleneklerimizi (buradaki kolektif adıllar ve iyelik vurgula­ rı önemli) "geri istemek"le insan bilimlerini "edinebileceğimizi" söylüyor: Her Amerikalı öğrencinin Homeros'u, Shakespeare'i, İncil'i ve Jefferson'ı okuması zorunlu tutulduğunda, tam bir ulusal amaç duygusuna ulaşırız. Matthew Arnold'un kültürün anlamına ilişkin vaazlarından tilmizce çıka­ rılan tüm bu kopyaların altında yatan, "bizim" kültürümüzün bize getir­ diği kimliğin güçlendirilmesi ve yurtseverliğin toplumsal otoritesi yoluyla kendimize güvenip meydan okuyarak, dünyayla yüz yüze gelebilmemiz­ dir; Francis Fukuyama'nın övünmeci ilanıyla söylersek, "biz" Amerikalı­ lar, ı